Vacid:2

Vâhîd:2

Vahy:2

Va'îd:3

Vasatan:3

Vasiyyet:3

Vatae:3

Vâzire:3

Vebal:4

Vech:4

Vehene'l-azmu minni:4

Vehhâc:5

Viche:5

Vekab:5

Vekâr:5

Vekîl5

Vekûd:6

Ve kulle İnsanin elzemnahu Tairehu fi unukıhi:6

Velâ ta’su:8

Vela tec’el yedeke meğluleten ila unıkike Vela tebsutha külle'l-best:8

Velemma sekete 'an Musa el-ğadab:9

Veli:10

Vellâhum:11

Vesak:11

Ve’sfehu:11

Vesile:12

Vesiyâbeke fetahhir:12

Vesvâs:13

Vesvese:13

Veşteale er-Re'su Şeyben:14

Vetîn:15

Ve Uşribu fi kulubihimu’l-‘ıcle:15

Veyl:16

Veylek:16

Vizr/Vezer:16

Vuhûş:17

Vuku'/Vâkıa:17

Vurûd:17

Vucd:17

Vüstâ:17


Vacid:

 

Vacid, Allah'ın esmâ-ı hüsnâ’sındandır. "Vücd", "vicdan", "vecid" mastarlarının failidir. Bu kelimenin asıl manası, varlık, buluş ve zenginliktir. Allah-u Teâlâ vücudun da, vicdanın da, ilmin de, zenginliğin de, kudretin de sahibi ve faili demektir.

 

Vâcife:

 

Vâcife, korkan, titreyen demektir. Kalp, şiddetli korku sebe­biyle heyecanlanıp titrediği zaman, "vecefe’l-qalb" denir.

 

Vâhîd: 

 

Vâhid, zâtında ortaklığı olmayan, kesreti, çokluğu bulunmayan, böyle bir ihtimal olmayan anlamındadır. Eczası da yok, parçaları, cüz'iyyatı da yok demektir. Allah'ın isim­lerinden biridir.

 

Vahy:

 

Vahy, İbnü'l-Esîr'in Nihâye'de, Suyûti’nin Durr-i Nesîr'de zikrettikleri üzere risâlet, kitabet, işaret, ilham, gizli söz manalarına gelir. Kelimenin kök anlamı "sü­rat", hız demektir. Firuzâbâdi’nin Besair'deki açıklamalarına göre vahy süratli, hızlı işaret demektir. Bu bazan remiz ve tariz yo­luyla söz, bazan terkipten ayrıl­mış ses, bazan da organlardan bi­ri ile ve yazmakla olur. Meryem: 19/11 Hz. Zekeriya'nın işareti bu manaya gelir ki, "remiz, kitabet veya itibar" denilmiştir. En’am: 6/112 ve En’am: 6/121'de şeytanların fısıldaması (vahyi) Nâs: 114/4'teki gibi "vesvese" ile olur.

Bir de vahy, Allah-u Teâlâ'nın enbiyâ ve evliyasına öğretilen (ilka olunan) ilahî kelimeye denir. Bu da Şura: 42/51. ayetlerinin delâlet ettiği üzere birkaç çeşittir.

Ya Cibril'in zâtı ile, ya sözü duymakla, ya ilham ile, ya baları­sına vahiy gibi teshir (zorunlu olarak) ile ya rüyay-ı sâliha ile olur.

Vahiy Kur'ân'da birçok an­lamda kullanılmıştır. Ancak bun­ların hepsinde "süratli işaret" ma­nası vardır. Zeccâc, vahyin genel anlamını "gizli bir şekilde bildir­mek" diye tanımlamıştır. Çünkü sürat gizliliği de gerektirir.

Şu halde kim olursa olsun, di­ğerine gizli bir şekilde bilgi verir, bir ilim telkin ederse, ona genel anlamıyla vahiy yapmış olur.

Gerçek manası ile vahy denil­diği zaman sürat, gizlilik manalarıyla beraber, bîr kıymet-i ilmiyye (ilmi değer) istenir. Bu ilmî değe­rin o ilan ve işareti yapanın hal ve şanına ve alanın irfan ve kabiliye­tine göre çeşitli dereceleri vardır. Vahiy genel anlamda ikiye ayrılır; biri Allah'tan başkasına olan işaret ve il'âm, diğeri de Al­lah tarafından olan işaret ve il'âmdır.

Vahy kelimesi bunların hep­sini kapamaktaysa da, lügat ör­fünde ancak Allah tarafından olan işaret ve il'âma isim olmuştur. İhya ise vahy göndermektir.

Vahyin fiili, sülasi kökten ge­lirse de Kur'ân'da hep if'al vez­ninden gelmiştir. İf'al babından "ihya" sülasisi gibi vahyetmek, vahiy vermek manasına gelmekle beraber, geçişlilikle vahyettirmek, göndermek anlamına gelir.

Kur'ân'da 80 yerde geçen bu kelime, lügatta, îmâ, fısıldama, işaret, intikal, telkin ve kısaca her şeyi hızlı ve gizli bir şekilde bildirmektir.[1]

Cahiliye döneminde, "vahy", mektup, yazı, kitap anlamlarında kullanılmıştır. O dönem şailerinden Lebîd b. Rabi'a şöyle demektedir:

"Issız kalan bu diyardaki Reyyan dağının yamaç­larından akan suların mecralarını, seller bozmuş, yıkmıştır. Buralarda kalan izler, taş üzerine kazılmış bir yazının kalan kısmına benziyor."[2]

İslâm ıstılahında ise "vahy", Allahu Te'ala'nın bildirmek istediği hidâyet ve buyrukları, seçtiği kullarına, insanlar arasında mu'tad olmayan gizli bir yolla bildirmesidir.[3]

Vahyi olağanüstü özel bir konuşma durumuna getiren şey, o konuşmada, konuşanın Allah ve dinleyenin de insan olmasıdır. Dolayısıyla konuşanla dinleyenin arasında ontolojik bir denge yoktur.[4] Netice olarak "vahy", Kur'ân'ın mana kazandırdığı ıstılahlardandır diyebiliriz. Zira İslâm'dan önceki dönemde Kur'ân'ın getirdiği bu anlam bilinmiyordu.

Vahy, beş şekilde tefsir edilir:

1. Cebrail'in Allah'tan nebilere indirdiği vahy

"Biz sana (Kur'ân'ı) vahyettik; Nuh'a ve o'ndan sonraki nebilere vahyettiğimiz gibi. Ve vahyettik İbrahim'e, İsmail'e..." [5]

"Bu Kur'ân bana, onunla sizi uyarmam için vahyolundu." [6]

2. İlham

"Hani havarilere vahy (ilham) etmiştim: "Bana ve Benim Rasûlü'me îmân edin!" diye." [7]

"Rabbin bal arısına vahy (ilham) etti: "Dağlar­dan evler edin!" diye." [8]

3. Yazılı şey

"(Zekeriyâ) onlara vahyetti (tesbih etmelerini söyleyen bir yazı yazdı): "Sabah-akşam tesbih edin!" diye." [9]

4. Emr

"Her semaya kendi işini vahyetti (emretti)." [10]

"Onların bazısı bazısına vahyeder (emreder)." [11]

"Şeytanlar dostlarına vahyederler (onlara vesve­se ile ve çirkin işlerini güzel göstermek suretiyle emrederler)." [12]

5. qavl/söz

"Çünkü Rabbin ona vahyetmiştir (demiştir)." [13]

 

Vâhiye:

 

Vâhiye, kuvvetten düşmüş, zayıf, gevşek demektir. Bina eskiyip yıkılmaya yüz tuttuğunda söylenen "vehiye’l-binâu" sözünden alınmıştır.

 

Va'îd:

 

Va'îd, "va'ad" gibi masdardır. Mef'ul manasında da kullanı­lır. "Va'ad" maddesi, hayır ve şer­de, acıda ve tatlıda kullanılır. Fa­kat "va'îd" ve "iyad" acı ve kor­kunç olan olaylarda kullanılır. Tehdit ve korkutma ifade eder. Kaf: 50/14'te va'îd, "vaidi" demektir. Kesre ile yetinilerek, birinci şahıs düşürülmüştür.

 

Vâk:

 

Vâk, onlardan azabı savacak olan şey demektir.

 

Vakr:

 

Vakr, kulağın işitmesini engelleyen ağırlık, sağırlık.

 

Vasatan:

 

Vasatan, Taberî der ki: "Arap dilinde vasat, "seçkin" demektir. Bir başka görüşe göre vasat'tan maksat "âdil" demektir.[14] Bu şöyle kul­lanılır:  "En hayırlı şey orta olan şeydir." Fazlalık ve nok­sanlık zemmedilmiştir.

 

Vâsıb:

 

Vâsıb, sürekli, kesilmeyen demektir.

 

Vasiyyet:

 

Vasiyyet, dil açısın­dan, mastar, yani vasiyet etmek ve tavsiye manasına bir isimdir. Sonra "muusa bihi/mavasa bihi "(vasiyet edilen şey) manasına isim olmuştur. İsâ (vasiyet) ve tavsiye, dil açısından bir kimsenin hayatı veya mematı ile orta­dan kaybolması halinde diğerle­rinden bir şey yapmasını istemek­tir. Türkçe'de buna ısmarlamak denir.

Şer'an "isâ" (vasiyet) "li fulânen" gibi "lâm" ile veya "ilâ fulânin" gibi, kullanılmasına göre iki manaya gelir. "Lâm" ile kullanıl­dığında öldükten sonra malına başkasını malik kılmak, "ilâ" ile kullanıldığında öldükten sonra malında ve çocuklarının menfaat­leri konusunda tasarruf yetkisini bir başkasına devretmek manası­nadır.

 

Vatae:

 

Vatae, mastar olarak basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak, uygun hale koymak ve uygunluk manalarına gelir. Ayrıca tümseklilkler arasında basık ve engin ye­re de denir. Ebû Amr ve İbni Amr kıraetlerinde, "vav"ın kesri "tâ"nın fethi ve uzatma elifi (medd) ile "vitae" şeklinde oku­nur. "Muvâtae", uygunluk, muta­bakat, uzlaşma demektir.

 

Vâzire:

 

Vâzire, üç şekilde tefsir edilir:

1. Taşıyıcı/yüklenici

"Hiçbir vâzire (taşıyıcı/yüklenici) diğerinin vizrîni (zenbini/günahını) yüklenmez/taşımaz." [15]

"Hiçbir vazirenın, diğerinin vizrini yüklenmeyeceği/taşıma­yacağı..."[16]

"Hiçbir vazıre, diğerinin vizrini yüklenmez /taşımaz."[17]

"Dikkat edin, vizrleri (yüklendikleri/taşıdıkları yük) ne kötüdür!" [18]

"Dıkkat edin, vizrleri ne kötüdür!"[19]

2. 'Avn/yardım(cı)

"Derken onu kuvvetlendirmiş (fe-âzerehu) (ona yardım etmiş/yardımcı olmuş). [20]

"Bana ehlimden bir vezir (yardımcı) yap/tayin et!" [21]

"Onunla sırtımı pekiştir/kuvvetlendir (üşdüd bihî ezrî; üşdüd bihî 'avnî: o'nun yardımıyla gücümü artır)." [22]

3., İsm/ günah

"Kıyamet Günü kendilerinin evzârını/vizrlerini (ismlerini/günahlarını) tamamen yüklendikten baş­ka, bir ilme dayanmaksızın idlâl ettikleri kimselerin evzârının/vizrlerinin (ismlerinin/günahlarının) bir kısmını da yükleneceklerdir." [23]

 

Vebal:

 

Vebal, ceza ve işkence demektir.

Vebal, mer'a otunun kötü ve hastalıklı olması demek­tir. Otu çok ağır olan otlağa "keleün vebil", "mer'an vebil" denilir. "Keleün vebil", mutlak ağırlık ve tehlike, "mer'an vebil" ise çekil­mez kötü akibet manasına mecaz olmuştur. Türkçe’de her iki mana da yaygın olarak kullanılmakta­dır. Vebalin ağır günah anlamında kullanılması bundandır.

 

Vebîl:

 

Vebîl; büyük, şiddetli, âkibeti korkunç olan demektir.

 

Vech:

 

Vech, yön demektir. Burada "Allah'ın Vechi"nden murat, O'nun razı olduğu ve yönelmeyi emrettiği yön demektir. 

Vech, vecahetli, haysiyetli, mevki sahibi, şerefli, şeref sahibi, sevgili, yani kuvvetli, itibarlı de­mektir. Tam Türkçesiyle "yüzlü" demektir.

Âl-i İmrân Sûresi 45 ve 46. âyetlerde Hz. İsâ ile ilgili olarak kullanılmakta ve Hz. İsa'nın dün­yada peygamberliğinin şerefi, ahirette şefaatinin itibarı ve cen­nette derecesi yüksektir, anlamın­dadır. Bazıları itibarlı olur mukarrebun olamaz. Hz. İsâ gibi nice mukarrebun vardır.

 

Vehene'l-azmu minni:[24]

 

" ... (Burada terşih yoluyla sadece) "kemik" zikredilmiş; çünkü o, bedenin direğidir ve (bedenin) dik durması onun sayesindedir. Keza kemik (insan) yapısının temelidir ve za­yıfladığı zaman güç bakımından (beden) yavaş yavaş çöker. Yine bunun gibi kemik ondaki (bedendeki)lerin en güçlü ve sert olanıdır. Eğer o zayıflarsa onun dışındakiler hay hay zayıflar. (Allah burada kemik kelimesini) tekil (formuyla) kullanmıştır; çünkü tekil (form), cins'e işaret eder. (Allah) böylelikle (bedenin) direği olan, (onu) dik tutan ve cesedin kendisinden teşekkül ettiği unsurların en güçlüsü olan şey'e zayıflık isabet ettiğini kastetmektedir. Eğer çoğul (for­munda) olsaydı başka anlamlar da kastedilmiş olacaktı. Ama bu durumda sadece bazı kemiklerin değil, tümünün zayıfladığı belirtilmiş oluyor." [25]

"...Yani kemik zayıfladı." [26]

"...(Kemik) zayıfladı." [27]

"...Ey Rabbim yaşlılık sebebiyle kemiklerim zayıfladı, dedi ..." [28]

"Boyun eğerek dua edip dedi ki:

'Ey Rabbim! Kuşkusuz yaşlılık sebebiyle kemiklerim zayıfladı ve kuvvetim gitti.'

"Vehene'l-azmu minni" cümlesi kuvvetin gitmesi ve be­denin zayıflamasından kinayedir. [29]

Anladığım kadarıyla müfessirler "kemiklerin zayıflaması"nı yaşlılığı çağrıştıracak anlamlarla yorumlamışlardır. Özellikle Zemahşeri'nin bu konudaki yorumu konunun an­laşılması açısından oldukça önemlidir. Ona göre bedenin en kuvvetli uzvu kemiklerdir. Dolayısıyla kemiklerin zayıf­lamış, yıpranmış olması tabii olarak diğer uzuvların da za­yıflamış olmasını düşündürür ki bu da yaşlanmışlığın, taka­tin kesilmesinin, mecalsiz kalmanın, işten güçten düşmüş olmanın belirtisidir. Allah burada, vücudun en sağlam uz­vunun zayıflamışlığını, geriye kalan diğer uzuvları zikret­meden onlara da teşmil etmiştir. Ancak, Kur'an meallerinin genelinde bu deyimin lafzi anlamıyla tercüme edildiğine şa­hit oluyoruz

Elmalı: ... Kemik gevşedi benden ...

Çantay: ... Benim kemiğim yıprandı ...

D.İ.B.: ... Gerçekten kemiklerim zayıfladı ...

Bilmen: ... Muhakkak benim kemiklerim zayıflaştı...

Yavuz: ... benim kemiğim zayıflayıp gevşedi ...

Davudoğlu: ... benim kemiğim gevşedi ...

Ateş: ... Bende kemik gevşedi...

Bulaç. ... şüphesiz benim kemiklerim gevşedi...

T.D.V.: ... kemiklerim zayıfladı ...

Y. Öztürk: ... kemik gevşedi bende ...

Atay: ... kemiklerim zayıfladı ...

A, Öztürk: ... kemiklerim zayıfladı ...

Koçyiğit: ... Kemiklerim iyice zayıfladı ...

Hizmetli: ... artık yaşlandım ...

Varol: ... kemiklerim zayıfladı ...

Piriş: Şüphesiz kemiklerim zayıfladı ...

Gördüğümüz kadarıyla ayetin mecazi yönünü öne çıka­ran/belirten tek mütercim Hizmetli'dir. Onun dışında kalan mütercimler ise ayeti birebir lafızlarıyla tercüme etmeye ça­lışmışlardır. Oysa daha önce de belirtildiği gibi "vehene'l-azmu" ifadesi yaşlılığı çağrıştıran bir ibaredir ve ancak Araplar için belli bir anlam ifade etmektedir. Türkçe'de ke­miklerin zayıflaması, gevşemesi veya yıpranması yaşlılıktan ziyade hastalığa işaret eder. Bu hastalığa yakalanmak için de yaşlı olmak gerekmiyor.

Bu sebeple "vehene'l-azmu" yu "kemiklerin zayıflaması" şeklinde tercüme etmemeliyiz. "Vehene'l-azmu" dendiğinde onu dinleyen ve aynı dili konuşan toplumdaki insanların zihninde uyanan anlamın Türkçe'sini bularak tercüme et­meliyiz. Eğer onu dinleyen ve aynı dili konuşan toplumun zihninde "vehene'l-azmu" ifadesi yaşlılığı, güçsüzlüğü, ta­katsizliği çağrıştırıyorsa bizim yapacağımız şey söz konusu ifadeyi bu anlamlarla tercüme etmek olacaktır. Aksi du­rumda kastedilen anlama ulaşmamız zor olacaktır. Bu bağ­lamda mezkur ifadenin şu şekillerdeki tercümelerinin daha sağlıklı olacağını belirtmek istiyoruz.

- Takatim kesildi

- Mecalim kalmadı

- İşten güçten düştüm vb.

Çalışmamıza konu ettiğimiz ayetin devamındaki "veşte'ele'r-re'su" ifadesi bizim tercih ettiğimiz bu tercümeleri daha da güçlendirmektedir.

Örnek:

Rabbim demişti, doğrusu yaşlandım / mecalim kalmadı, saçlarım ağardı. Sana ettiğim hiçbir duam da karşılıksız kal­madı.

 

Vehhâc:

 

Vehhâc, ateşin yalınlanarak şaşaalı ve heyecanlı bir şekilde parıldaması mânâsına "vehece"den mübalağa sigasıdır. Çok parıl parıl demek olur.

Vehhâc yanan, parlayan manasınadır. Ateş parladığında "Veheceti’n-nâr" derler. Vehhâc, onların bu sözlerinden alınmıştır.

 

Vesâk:

 

Vesâk, bukağı ve bağlama ipi.

 

Viche:

 

"Viche" Ferrâ şöyle der: Vichet, cihet ve vecih aynı mânâyadır. Burada vichet'ten maksat kıbledir.

 

Vekab:

 

Karanhğıyla bastırdı. "Vukub"girmek demektir.

Vekab kelimesinin mastarı "vakb" ve "vukub" tur. Kelimenin aslı "vakbe"den gelir. Çukur demektir.

Kayalardaki çukur ve oyun­tulara, hatta yalçın kayalardaki bir iki adam boyu derinliğindeki kuyu tarzındaki oyuklara, atın gözü üstündeki çukurlara ve in­sanın bedeninde göz ve omuz çu­kurları gibi çukurlara, çarkın, makaranın içinden ip geçen delikle­rine, alık, ahmak ve deli kimseye "vakb" denilir.

Masdar olarak "vakb" ve "vukub" ise çukura girmek de­mektir. Aynı şekilde, kaybolmak, ikbal edip yönelmek, karanlık basmak, güneş batmak, ay tutul­mak manalarına da kullanılmıştır.

 

Vekâr:

 

Vekâr, ağırlık ve aza­met manalarına gelir. Hafifliğin zıddıdır. Nitekim "tevkıyr", tazîm ve saygı demektir.

 

Vekîl

 

el-Vekîl, dört anlamda kullanılır:

1. Koruyucu/koruyan   

"...Ya Kıyamet Günü Allah'a karşı onlardan yana kim mücadele edecek veya onlara kim vekîl olacak (onları kim koruyacak, onlara gelecek tehlikleri kim önleyecek)?" [30]

"Doğrusu Benim (muvahhid) kullarım var ya, senin onlar üzerinde sultânın yoktur; vekîl (muvahhid kullarını gelecek tehlikelerden koru­yucu, onlara gelecek tehlikeleri önleyici) olarak Rabbin yeter." [31]

2. Rabb

"O halde O'nu vekîl (rabb) edin!" [32]

"...Beni bırakıp başkasını vekîl (rabb) edinmeyin diye." [33]

"...O halde O'na ibâdet edin, O, her şey üzerine vekil­dir (rabbidir)." [34]

"Allah her şeyin halikıdır ve O her şey üzerine vekildir (rabbidir)"[35]

3. Zorba bir egemen

"Biz seni onların üzerine vekîl (yani, zorba bir ege­men) kılmadık." [36]

"Doğru­su size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim görürse kendi lehinedir, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir; ben sizin Üzerinize hafiz değilim."[37]

"De ki: "Ben si­zin üzerinize vekîl (yani, zorba bir egemeni deği­lim."[38]

"Onun üzerine sen mi vekîl (zorba bir egemen) olacaksın."[39]

Vekîl kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan, "Sen onların üzerine vekil değilsin" [40] ibarelerinin tümünde bu manadadır.

4. Şahid/tanık

"Göklerdeki ve yerdekiler Allah'ındır (O'nun kul­larıdır ve O'nun mülkündedirler); vekîl (onların, kulları olduklarına şahidi tanık) olarak da Allah kâfi­dir." [41]

"O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerdeki ve yer­dekiler O'nundur (O'nun kullarıdır ve O'nun mülkündedirler); vekîl (o ikisinde bulunanların, O'nun kulları olduklarına şâhid/tanık) olarak Allah kâfidir."[42]

"Sen ancak bir uyarıcısın, Allah ise her şey üzerine ve­kildir (senin Rasûlü olduğuna şâhidtir/tanıktır)." [43]

"Allah söylediklerimize vekildir (şâhidtir/'tanıktır)." [44]

"(Mâsâ dedi ki): "Allah da bu söylediklerimiz üzerine vekildir" (şâhidtir /tanıktır)." [45]

 

Vekûd:

 

Vekûd, ateşte yakılan odundur. Kurtubî şöyle der: Vekûd isim olup odun, Vukûd ise, mastar olup yanmak manasınadır.[46]

 

Ve kulle İnsanin elzemnahuTairehu fi unukıhi:[47]

 

... O, (kulun) amelidir, hayırsa hayır, şerse şer [48]

Zemahşeri Neml suresinin 47. ayetindeki yorumuna dik­kat çektiği için biz de oraya müracaat ediyoruz.

Adam yolculuğa çıkarken yanına bir kuş alır ve (daha sonra da) onu serbest bırakırdı. Eğer (kuş) sağa yönelirse bunu hayra; sola yönelirse şerre - kötülüğe yorardı. İnsan­ların hayır ve şerri kuşa izafe etmeye başlamasıyla her iki­sinin de (hayır ve şerr) sebebi olan Allah'ın kader/takdir ve kısmet/nasibi ya da rahmet ve gazaba neden olan kulun ey­lemleri için (zamanla kuş) istiareli bir kullanım kazanmış­tır. Bu bağlamda (kuş) senin kuşun değil, Allah'ın kuşudur, dediler. Yani hayır ve şerrin kendisine atfedildiği Allah'ın egemen kaderidir bu. Yoksa senin kendisiyle iyimserlik ve kötümserlik (yorumları) yaptığın kuş değil. (Sizin yüzü­nüzden uğursuzluğa uğradık) dediklerinde kuraklıkla yüzyüzeydiler. "Sizin uğursuzluğunuz Allah katındadır". Yani size hayır ve şerrin gelmesine sebep (olan şey) Allah katın­dadır ki o, Allah'ın kader ve kısmetidir. Dilerse sizi rızıklandırır, dilerse yoksun bırakır. Şu da murad edilmiş olabi­lir:

Amelleriniz Allah katında yazılıdır. Size indirilenler ce­za ve fitne olarak indirilmiştir. Allah'ın Yasin: 36/19 ve İsra: 17/13'teki sözleri de bu türdendir. [49]

... İbn-i Abbas "hayr ve şerr (insanın boynunda) yazılı­dır ve ondan ayrılmaz", demiştir. Katade "saadet ve şekavet" demiştir. Muhammed b. Fadl Muhammed b. Ca'fer'den, o İbrahim b. Yusuf tan, o Yezid b. Rebi'den o da Yunus'tan, Hasan'ın (ve kulle İnsanin elzemnahu tairehu fi unukıhi) ayetiyle ilgili şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Tairuhu" amelidir. İyi veya kötü ona yönlendirilir. Hakem, Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmiş:

Dünyaya gelen hiç kimse yoktur ki, içinde iyi veya kötü olacağı yazılı olan bir sayfa boynunda asılı olmasın... Dahhak (Tairuhu fi unu­kıhi); şekavet, saadet, ecel ve rızıktır; demiştir. [50]

... Bu, boyundaki gerdanlık gibi bir zorunluluk/gerekli­lik mesabesinde olan amelidir. "Tairuhu" kıyamet gününde kendisine doğru kanatlanacak olan "kitab"ıdır da denilmiş­tir, ancak "kitab" (hemen) akabinde zikredilmiştir. Şüphe­siz güzel olan birinci görüştür -ki üstelik bu (birinci görüş) Arab'ın kelamında mevcuttur. [51]

Tâir, tam sözcük karşılığı "kuş" ya da daha uygun bir ifadeyle "uçan şey/uçan yaratık"tır. İslam'dan önceki dönemlerde Araplar çoğu zaman kuşların uçuş tarzlarına, uçuş yönlerine bakarak, olacak olan hakkında iyi ya da kö­tü anlamlar çıkarmaya, kısacası gelecek hakkında öngörüler, ön-yorumlar üretmeye çalıştıklarından tâir terimi za­manla deyimsel olarak "talih", yahut iyi ya da kötü, ikisini de kapsamak üzere "kader" anlamında kullanılır olmuştur.[52] Bununla bir­likte, unutulmamalıdır ki, Kur'ani "kader" kavramı, insan hayatına ilişkin harici şartların ve olayların gidişinden çok, kişinin manevi/ahlaki tercihlerinin bir sonucu olarak bu hayatın izlediği yönü işaret eder, bir başka deyişle insanın manevi - ruhani yazgısını ifade eder ki bu da Kur'an'da sıkça belirtildiği gibi - kişinin eğilimlerine, (ahlaken kötü olana karşı direnerek ya da tersine, iyi olana karşı bile - is­teğe ilgisiz kalarak) bilinçli tercihleriyle ortaya koyduğu tu­tum ve davranışlarına bağlıdır.

Dolayısıyla, insanın manevi - ruhani yazgısı (ya da kade­ri) kendisine bağlıdır; kişiliğin genel gidişiyle ayrılmaz bi­çimde bağlantılıdır ve insanı hayatta yapıp ettiklerinden so­rumlu tutan Allah olduğu için de, kendisinden "Biz her in­sanın kaderini kendi boynuna dolamışızdır" diye söz et­mektedir. [53]

"Tairuhu fi unukıhi". Burada latif bir istiare vardır. Kuş manasına gelen tâir kelimesi, insanın ameli için müstear olarak kullanılmıştır. Araplar, kuşun uçuşundan uğurluluk veya uğursuzluk umdukları için, hayrın ve şerrin kendisi­ne, istiare yoluyla "kuş" ismini verdiler. [54]

Daha fazla bilgi için İsfahani'nin Müfredat’ına, Zemahşeri'nin Esasü'l-Belağa'sına, Firuzabadi'nin Kamus'una, İbn-i Manzur'un Lisanü'l-Arab'ına ve İbnü'l-Mülekkin'in Garibü'l-Kur'an'ına bakılabilir.

Müfessir ve dilbilimcilerin "tâir" kelimesini daha çok "amel/fiil, kader, kısmet, nasip" vb. şeklinde anladıkları ortadadır.

"Tâir" kelimesinin yer aldığı ayetlerden özellikle "İsra: 17/13"ün Türkçe'ye tercümesinde aksaklıklar gördüğümüz için bunu ele alacağız.

Elmalı: Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır.

Her insanın da baht u kaderini, ğayb aleminden uçup gele­cek olan hayır ve şer nasibini kendi zimmetine ilzam eyledik/sorumluluğu kendi taleb ve ameline tahsis ettik veya veba­lini kendi nefsine bağladık."

Çantay: Herkesin (dünyadaki) amel(ve hareket)ini kendi boynuna doladık.

Çantay "doğru tercümesini" dipnotlarla geniş geniş des­teklemiştir ki biz, yaptığımız alıntıların yeterli olacağını um­duğumuz için bu notları tekrar buraya almayı gerekli görmü­yoruz.

D.İ.B.: Her insanın boynuna işlediklerini dolarız.

Bilmen: Ve her insanın amelini boynuna dolayıverdik ...

Yavuz :Herkesin amelini kendi boynuna taktık (ondan ay­rılmaz).

Davudoğlu: Her insanın kuşunu (amelini) boynuna astık.

Ateş: Her insanın (amel) kuşunu boynuna doladık.

Bulaç: Biz, her insanın kuşunu (işlediklerini, yaptıklarını) kendi boynuna doladık.

Her insana yaptıklarının mutlaka karşılığının verileceği­ni, amellerinin sonuçlarından asla kurtulmasının mümkün ol­madığını belirten güzel bir benzetme.

T.D.V : Her insanın amelini (veya kaderini) boynuna bağ­ladık.

Y. Öztürk: Her insanın uğursuzluk kuşunu onun boynuna takmışızdır.

Atay: Her insanın boynuna işlediğini astık.

A. Öztürk: Biz her insanın amel defterini boynuna astık.

Koçyiğit: Her insanın boynuna kendi amelini doladık.

Hizmetli: Her insanın amelini boynuna dolarız.

Varol: Her insanın kuşunu (amelini, uğurunu) kendi boy­nuna doladık.

Piriş: Her insanın boynuna amelini dolarız.

Mütercimlerimizin önemli bir kısmının ayetteki espriyi anladıklarını ve tercümelerini anlaşılır kıldıklarını belirtmeliyiz. Ancak bir kısmının tercümeleri ise zihinlerde soru işaretleri bırakmaktadır. Mesela Y. Öztürk'ün "uğursuzluk kuşu" ne anlama gelmektedir.

Naklettiğimiz metinler dikkatle incelendiğinde görüle­cektir ki Arapların geleceklerinin tayini için uçurdukları kuşlar bildik kuşlardır. Uğurluluk veya uğursuzluğun, kuş­ların niteliğiyle herhangi bir alâkası söz konusu değildir. Bilakis uğurluluk veya uğursuzluk, kuşların uçuş yönleri­nin tayin ettiği bir sonuçtur. Bir de şu sorulabilir: Neden "uğur kuşu" değil de "uğursuzluk kuşu"...? Yani bu du­rumda Y. Öztürk, Kuşların sadece sola uçabileceklerini dü­şünüyor olacak ki "uğursuzluk kuşu" diyor. Oysa kuşların her iki yöne de uçması muhtemeldir,

"Tâir" kelimesini "(amel) kuşu", "kuşunu (amelini)" şeklinde tercüme etmek de doğru değildir. Bu tür tercümeler, "Tâir" kelimesinin klasik Arap kültüründeki anlamının araştırılmamasmdan kaynaklanıyor. Böyle bir araştırma ya­pılsaydı bu ayette geçen "Tâir" kelimesinin kesinlikle kuş anlamına gelmediği görülecek, bu minval üzere daha doğ­ru ve anlaşılır tercümeler okuyucunun istifadesine arz edi­lecekti.

Neticede biz bu ayetin aşağıdaki tercümelerinin daha anlaşılır keyfiyyette olabileceklerini düşünüyoruz.

- Her insanın kaderini boynuna doladık.

- Her insanın amelini boynuna doladık.

- Her insanın kaderini tayin ettik.

- Her insanın kısmetini/nasibini belirledik, vb.

Örnek:

İsra 17/13: Her insanın kaderini/amelini boynuna doladık.

 

Velâ ta’su:

 

"Bozgunculuk yapmayınız" Asy, aşırı bozgunculuktur. Birinci ve üçüncü bablardan bozgun çıkarmak, fesat çıkarmak mânâsında kullanılır.[55] Taberî; "Bu kelime "taşkınlık yapmayın" demek olup asıl itibar ile aşırı bozgunculuk mânâsındadır" der.

 

Vela tec’el yedeke meğluleten ila unıkike Vela tebsutha külle'l-best:[56]

 

Bu; cimrinin cimriliği ile müsrifin israfını temsil ve cim­ri davranmakla israf etmenin arasındaki orta yolu/iktisadı emirdir. [57]

'El'in bağlanması ve açılması cimrilik ve cömertlik ifade eden mecaz(lar)dır. [58]

Zemahşeri devamında İsra: 17/29'a değinerek konuyu uzun uzadıya açıklamaya devam etmektedir.

Elini boynuna bağlamış/dolamış kişi gibi cimrilik sebe­biyle infak etmede elini sıkma/eli sıkı olma. israfta da onu alabildiğine açma. [59]

Allah onlara/yahudilere bolca rızık vermişti, ona isyan edip nimetlerini inkar edince, rızıklarını kıstı. Bunun üzerine, "Allah'ın eli açılmaktan alıkondu ki rızkı bizden esir­gedi," dediler [60]

(Vela tec’el yedeke meğluleten ila unıkike): Bu cimriliğin en son noktasıdır.

(Vela tebsutha külle'l-best): Bu (ise) israfın en son nokta­sıdır. [61]

"Elini boynuna bağlı olarak asma" diye kelimesi kelime­sine tercüme edilen cümle "cimri olma" anlamına gelir. "Onu büsbütün de açıp saçma" ise "savurgan ve müsrif ol­ma" anlamına gelir. Eğer 27. ve 29. ayetler birlikte okunur­sa Kur'an'ın, insanlardan orta yolu takip etmelerini, yani ne servetin dönüşümünü ve dağılımını engelleyecek denli cimri, ne de kendi ekonomik durumlarını çökertecek den­li savurgan olmamalarını istediği anlaşılır. [62]

Elini boynuna bağlamış kişi gibi elini infaktan alıkoyma, yani cimri olma. înfakta da israf sınırına dayanacak kadar (elini) geniş tutma. [63]

"Elini boynuna bağlı kılma; onu büsbütün de açma" cümlesinde istiare-i temsiliyye vardır. Cimri kimse, temsili olarak, eli vermekten men olunmuş ve uzatamayacak şekil­de boynuna bağlanmış bir kimseye benzetildi. İsraf da, hiç­bir şey tutamayacak şekilde eli açmaya benzetildi. [64]

Elleri boyuna bağlamanın cimrilik, onları tamamen aç­manın israf anlamına geldiği ve ayetlerde yer alan bu ifade­lerin mecazi deyimsel yönleriyle anlaşılması gerektiği ger­çeği; gerek buraya naklettiğimiz ve gerekse bu çalışmada yer vermediğimiz klasik ve çağdaş görüşlerden rahatlıkla anlaşılmaktadır. Söz konusu görüşleri yanıbaşımızdaki mevcut ve cari tefsir kitaplarının herhangi birinde bulma­mız işten bile değilken mütercimlerimizin önemli bir kıs­mının bu hakikatlerden bigâne kalması üzüntü vericidir [65]

Elmalı: Hem elini bağlayıp boynuna asma (cimrilik etme), hem de onu büsbütün açıp saçma (israf etme)... [66] nin dipnotunda gerekli aydınlatıcı bilgiler verilmiştir (A. Bil­gin)

Çantay: Elini boynuna bağlı olarak asma*[67] onu büsbütün

de açıp saçma.[68]

Bu "sahavet" i tavsiyedir. Çünkü cimrilikle israfın hadd~i i'tidali cömertliktir. "Hüccetullahi'l-Baliğa"

D.İ.B.: Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma.

Bilmen: Ve elini boynuna bağlanmış kılma ve onu büsbütün de açma.

Yavuz: Elini boynuna bağlı kılma (cimri olma) ve büsbü­tün de onu israf etme ....

Davudoğlu: Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Onu büsbütün de açıp israf etme.

Ateş: El(ler)ini boynuna bağlanmış yapma, tamamen de açma...

Ellerin boyna bağlanmış olması cimriliği temsil eder. Elle­rin açılması da israftan kinayedir. Yani ne öyle ellerini boynu­na bağlamış gibi cimri ol; ne malını saçıp savur. Her iki hal de insanın kınanmasına, üzüntü içine düşmesine sebep olur.

Bulaç: Elini boynunda bağlanmış kılma, büsbütün de açık tutma.

T.D.V. : Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma.

Y. Öztürk: Elini bağlayıp boynuna asma. Ama onu büsbü­tün de açma.

Atay: Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme ve büsbütün de açıp tutumsuz olma....

A. Öztürk: Elini boynuna bağlama (cimrilik etme), onu büsbütün de açma.

Koçyiğit: Elini boynuna asıp bağlama; onu büsbütün de açıp yayma.

Hizmetli: Ne cimri ol, ne saçıp savur.

Varol: Elini boynuna bağlı kılma, tamamen de açıp saçma.

Piriş: Elini boynuna asıp bağlama, büsbütün de açıp tutum­suz olma.

Çantay, Elmalı, Yavuz, Davudoğlu, Atay, T.D.V., D.İ.B., Ateş, A. Öztürk ve Hizmetli'nin tercümeleri; bazılarının dipnotta, bazılarının ise parantez açarak açıklaması, diğer bir kısmının ise ayetin mecazi yönünü doğrudan tercüme­ye yansıtması açısından anlaşılabilir bir keyfiyettedir. Piriş; "elleri büsbütün açma"yı doğru yorumlamış, ancak ayetin önceki bölümüne dokunmamıştır.

Bilmen, Koçyiğit, Bulaç, Y. Öztürk ve Varol'un tercüme­lerinde ise sadra şifa herhangi açıklayıcı bir bilgiye rastlan­mamaktadır. Bu zatlar, ayetleri, lafzi formunu aşmadan ter­cüme ederek mecazi yönünü gözardı etmişlerdir. Ancak bu tarz bir metod, tercümeleri, asl'ın verdiği açık ve net mesaj­dan uzaklaştırıp oldukça muğlak bir mecraya sürüklemiş­tir. Bu muğlaklığın nedeni, Türkçe'de "Elini boynunda bağ­lanmış olarak kılma" veya "Elini bağlayıp boynuna asma" ifadelerinin 'cimrilik' için; "Onu büsbütün de açma" ya da "Büsbütün de açık tutma" ifadelerinin ise israf için kullanıl­mıyor olmasıdır. Oysa ki Türkçe'de ayetin mesajını kavra­mamıza yardımcı olabilecek birebir ifadeler bulunmakta­dır:

“Ne cimri ol ne de müsrif!

“Ne eli sıkı ol ne de (fazlasıyla) eli açık!

“Ne cimri ol ne de saçıp savur! (Hizmetli) vs.

Örnek:

Ne cimri ol ne de saçıp savur ki (sonra) pişman olur, açık(ta) kalırsın.

 

Velâtelmizu:

 

Ayıplamayın.

 

Velemma sekete 'an Musa el-ğadab:[69]

 

... Bu bir meseldir. Sanki öfke, kavminin yaptıkları yü­zünden onu kışkırtıyor ve ona şöyle diyordu:

 Kavmine şöy­le (A'raf : 7/150 de geçen şeyleri) de, levhaları at, biraderinin kafasından tutup saçını başını yol, kendine doğru çek.

... Anlam (şu şekildedir): (Musa'nın) gazabı yatışınca ... [70]

... Yani "Musa'nın öfkesi dinince, Musa susunca/ses çı­karmayınca" anlamına (geldiği de) söylenir. [71]

... Sükunun bir türü sükut (olduğu için), "velemma sekete" sözünde sükuna istiare yapılmıştır. [72]

... Musa'nın gazabı geçince (zehebe) sükuna erdi ve du­ruldu. [73]

"Velemma sekete 'an Musa el-ğadab." Burada öfke, kükreyen, köpüren, intikam emreden sesiyle haykıran bir adama benzetildi ki bu ses daha sonra sakinleşir ve kesilir. Bu söz­de istiare-i mekniyye vardır. Bu ne güzel bir tasvirdir ki gü­zelliğini temiz bir fıtrat ve zevk-i selim sahibi olan herkes anlar. [74]

Açıkça anlaşılmaktadır ki burada kabaran bir öfkenin dinmesi, yatışması ve geçmesi bahis konusudur. Lakin Türkçe çevirilerin bir kısmında öfkenin dinmesinin olduk­ça ilginç tarzlarda izah edilmeye çalışıldığını görmekteyiz:

Elmalı; Vaktaki Musa'dan gazap sustu...

Çantay: Vaktaki Musa'dan o öfke uzaklaşıp sükun hasıl oldu ...

D.İ.B.: Musa, öfkesi yatışınca...

Bilmen: Vaktaki Musa'dan o öfke sükunet buldu.

Yavuz: Musa'dan öfke sönünce ...

Davudoğlu: Musa'nın öfkesi yatışınca ...

Ateş: Öfkesi dinince Musa...

Bulaç: Musa'nın kabaran öfkesi (gazabı) yatışınca...

Y. Öztürk: Öfke, Musa'yı rahat bırakınca ...

T.D.V.: Musa'nın öfkesi dinince...

Atay: Musa'nın öfkesi dinince...

A. Öztürk: Musa'nın öfkesi dinince ...

Koçyigit: Musa, kızgınlığı zail olunca...

Hizmetli: Musa, öfkesi geçince...

Varol: Musa'nın öfkesi geçince...

Piriş: Musa'nın kızgınlığı yatışınca...

Nakledilen çevirilerin bazılarında yer alan ifadelerin üzerinde durmak gerekiyor. Mesela Elmalı'nın çevirisi "Vaktaki Musa'dan gazab sustu" şeklindedir. Elmalı "sekete "nin "sekene" anlamında ele alınması gerekliliğini ihmal et­miş olacak ki kelimeye "sustu" anlamını vermiştir. Bu du­rumda da hem Türk dili açısından hem de cümlenin kur­gusu açısından olumsuzluklar ortaya çıkmıştır.

Çantay'ın "Musa'dan o öfke uzaklaşıp sükun hasıl ol­du"; Bilmen'in "Musa'dan o öfke sükunet buldu"; Yavuz'un "Musa'dan öfke sönünce" şeklindeki tercümeleri de gerek­li anlamı hasıl etmekle beraber kanaatimizce cümle olarak çok da düzgün (iyi kurulmuş) değildir. Bu düzgün olmamaklığın sebebi "an" harfinin anlamının tercümeye doğrudan yansıtılmış olmasıdır. Oysaki "Musa'dan öfke di­nince" denecek yerde "Musa'nın öfkesi dinince" demek da­ha anlamlı ve makul olurdu. Y. Öztürk'ün "Öfke Musa'yı rahat bırakınca" şeklindeki tercümesi de yine onca deyim­sel seçenek arasında gölgede kalmaktadır. Bunların dışında kalan tercümeler ise bizce daha anlamlı ve doğrudur.

Konuyla ilgili önerebileceğimiz çeviri şekilleri şunlardır:

- Musa'nın öfkesi dinince ...

- Musa'nın öfkesi yatışınca ...

- Musa'nın kızgınlığı geçince ...

- Musa'nın kızgınlığı yatışınca ... vb.

Örnek:

Musa'nın öfkesi dinince/yatışınca levhaları aldı ve onlar­daki yazıda Rabblerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı.

 

Veli:

 

Veli, insanların ihtiyaçlarının ve işlerinin idaresini üstlenen kimse demektir.

Velî, on şekilde tefsir edilir:

1. Veled (çocuk, evlat, oğul)

"(Zekeriyyâ şöyle dua etti): "Bana indinden bir velî (veled/oğul) bağışla!" [75]

2. Akrabalığı bulunmayan arkadaş

"O'na zülden bir velî de (Kendisine isabet eden bir acizlikten ötürü yardımına ihtiyaç duyacağı bir arkadaş da) olmadı." [76]

"Kimi de dalâlete düşürürse, artık onu irşad edecek bir velî (arkadaş) bulamazsın." [77]

3. Yakın kimse

"O gün Mevlâ[78] mevlâdan birşey defedemez (yani, bir yakından bir yakınına fayda olmaz; kâfirlerden biri diğerine en küçük bir şeyle fayda sağlayamaz!." [79]

"Onlar (kâfirler) için, kendilerine velîlerden (kâfir yakınlarından) yardım edecek (azâbtan koruyacak) kimse olmayacak; Allah'tan başka." [80]

"Sizin için Allah'tan başka bir velî (kâfirlerden size faydası dokunacak bir yakın) ve bir yardımcı da yoktur." [81]

4. Rabb

"De ki: "Gökleri ve yeri fatreden Allah'ın gayrı velî (rabb) mi edineceğim?!" [82]

"Onu bırakıp başka velîlere (rabblere) tâbi ol­mayın!" [83]

"Onlar O'nu bırakıp başka velîler (rabbler) edin­diler? Oysa ki Allah, velî (rabb) O'dur." [84]

"Çünkü onlar/Allah'ı bırakıp şeytanları velîler (onlara itaat etmek suretiyle rabbler) edindiler." [85]

"Sonra, hak mevlâları (Rabb'leri) Allah'a reddolunurlar." [86]

"Hepsi hak mevlâları Allah'a reddolunacak, uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolacaktır."  [87]

5. İlahlar

"Kazandıkları da, Allah'ı bırakıp edindikleri velîler de (ilahlar da) onlardan hiçbir şey defedemez." [88]

"O'nu bırakıp birtakım velîler (ilahlar) edinen­ler..." [89]

"O'nu bırakıp birtakım velîler (ilahlar) edinenle­re gelince, Allah onların üzerinde bir hafızdır." [90]

6. Asabe

"Doğrusu ben arkamdan gelecek velîlerden (asa­be olan akrabalarımdan) yana korkuyorum." [91]

7. (bâtıl) dînde ve küfürde velayet/kâfirleri ve­lî edinmek

"Allah'ın kendilerine gazâb ettiği bir kavmi (Ya­hudi ve Hristiyanları) velî edinen (din husu­sunda velî edinen) kimseleri (münafıkları) gör­medin mi?" [92]

"İçinizden kim onları (Yahudi ve Hristiyanları dîn hususunda (velî) edinirse, muhakkak o da onlardandır." [93]

8. (hak) dînde velayet

"Sizin velîniz, sadece Allah, O'nun Rasûlü..." [94]

"Allah îmân edenlerin velîsidir; onları zulumâttan nu­ra çıkarır." [95]

9. Kişiyi kölelikten kurtaran kimse

"Eğer babalarını bilmiyor iseniz, dînde kardeşleriniz ve mevâlinizdirler (azad ettiğiniz/kölelikten kurtardığınız Mevlâlarınızdırlar)."[96]

10. İçtenlik/hayırhahlık hususunda evliya edinmek

"Ey îmân edenler! Mü'minleri bırakıp da (içtenlik!hayırhahlık hususun­da) kâfirleri evliya edinmeyin!" [97]

"Mü'minler, mü'minleri bırakıp (içtenlik/hayırhahlık hususunda) kâfirle­ri evliya edinmesin." [98]

 

Vellâhum:

 

Onları çevirdi manasınadır. Bir kimseyi bir şeyden çevirmek için “Veliyy” bir kimsenin bir şeyden dönmesi için de “Tevellâ” kelimeleri kul­lanılır.

 

Ve’nhar:

 

Deve kes, "Nahr" kelimesi sadece "deve kesmek" mânâsına kulla­nılır. Sığır ve koyun kesmek mânâsında kullanılan "Zebh" yerinde kullanılmıştır.

 

Vesak:

 

Vesak, derleyip topla­mak, eklemek, dürmek, biriktirip yüklenmek demek­tir. Nitekim altmış sa'a, bir deve yükü toplamak itibariyle "vesak" denilir. Gecenin mevasıkı da, der­leyip topladığı muhteviyat/çeşitli şeyler demek olur. "Vesak"tan it­ti'al olan "ittisak" da aslı "ivtisak" olup, derli toplu, düzgün ve mun­tazam olmak manasınadır.

 

Ve’sfehu:

 

"Kınamayın" Safh günahtan dolayı kınamamak demektir.

 

Vesile:

 

Vesîle, kendisiyle bir maksada yönelilen, yani yaklaşı­lan sebep, yaklaşma, yakınlaşma sebebi demektir. "Mâbihi't-tekarüb" (kendisiyle yaklaşılan) ma­nasına sadece yaklaşma (kurbet) da denilir.

"Vesîle" kelimesini birçok müfessir, "eyi'l-kurbet" (yakınlık) diye tefsir etmişlerdir. Katâde; "Allah'a itaat ve hoşnut olacağı amel ile yaklaşınız", Suddî, "iste­mek ve yakınlık", İbni Zeyd, "muhabbet ile Allah'a kendinizi sevdirmeye çalışınız" demiştir.

"El-vesîletü fi'1-cenneti" kudsî hadisi, vesilenin ahiretteki öne­mini vurgulamaktadır.

Kısacası vesile lazımdır. Onu bulmak için istemek, avunmak gereği için çalışmak da lazımdır. Çünkü vesilenin vesilesi, iman ve ittika ile istek ve iradedir. Şu hal­de asıl vesîle Allah'a yaklaşma maksadı ve sevme arzusudur.

 

Vesiyâbeke fetahhir:[99]

 

... Diyor ki gadir (yalancı, sahtekâr, hilekâr, hain) olma, yoksa elbiselerin/kişiliğin kirlenir. Şüphesiz ki gadir, elbi­seleri/kişiliği kirli olandır. Denir ki: "Elbiselerini temizle" (sözü), amellerini düzelt (anlamındadır). Bazıları da: "Elbi­selerini temizle" (sözü) onu kısalt anlamındadır, elbiselerin kısaltılması ise temizliktir, diyor. [100]

Zemahşeri, bu ayetin somut anlamda elbise temizliğiyle ilgisini ve bunun, namazın sıhhat şartlarından biri olduğu­nu, bir mü'mine kirli giyinmenin yakışmadığını zikrederek şöyle diyor: (Bu ibare), alışkanlıklarla hataya düşen, fiiller­le kirlenen nefse temizlenmesi emridir.

Biri, ahlaki kirlerden ve ayıplardan beri olmakla tanım­landığında; "falanca (kişi) elbiseleri temiz, cebi, eteği ve yeni pak biridir" denir. Gadir (yalancı, sahtekâr, hilekâr, ha­in) için ise, "falancanın elbiseleri kirlidir" denir. Bu, elbise­nin insanı sarması ve onu kuşatmasından dolayı böyledir ki elbiseyle kendisi kinaye olunmuştur. Onların; "Zeyd'in ah­lakı ve aklı hoşuma gitti" dedikleri gibi "Zeyd'in elbisesi hoşuma gitti" şeklindeki sözlerine bakmaz mısın? Şöyle de derler:

"Şeref, elbisesinin içinde, cömertlik konağının altın­dadır." Hiç kuşkusuz çoğunlukla nefsini temizleyip arındı­ran kişi dışını da temizleyip arındırmayı amaçlar. Ve ancak kötü şeylerden sakındığı gibi herşeyde temizliği tercih eder. [101]

Elbiseni temizle: isyankârlık ve günahlardan tevbe ede­rek kalbini temizle. Bu, Katade'nin görüşüdür. Mukatil ise; kalbini tevbeyle temizle, "Araplar bir adam günah işlediği zaman, elbiselerini kirletti", derlerdi, diyor... Devamında bu ayetin, elbiseleri kısaltmak, nefisleri temizlemek, amel­de ihlas ve hüsn-i zanda bulunmak gibi anlamlara geldiğini söyleyen alimlerin görüşleri yer alıyor. [102]

Nisaburi'nin Vadhü'l-Burhan’ında da "elbiseden kasıt ne­fistir" şeklindeki görüş rivayet edilmiş ve şiirlerle uzun uzadıya takviye edilmiştir.

İmrü'1-Kays[103] bir şiirinde şöyle diyor:

Avfoğullarnın elbiseleri/kişilikleri tertemizdir.

Açık olan yüzleri ak ve değerlidir.

Kendimi (esvabı) hıyanet ve çirkin sözden arındırırım.

En hayırlı olana meyleâer(seçer)im. [104]

Lafzen, "elbiselerini (siyab) temizle": Ama hemen he­men bütün klasik müfessirler, sevb isminin ve çoğulu olan siyabın, mecazi olarak elbisenin örttüğü şeyi, yani kişinin "bedeni"ni veya daha geniş anlamda onun "kişliği"ni veya "kalbi"ni yahut hatta onun "ruhi durumu"nu ya da "davra­nış tarzı"nı gösterdiğine[105] işaret etmişlerdir.

Böylece yukarıdaki ayetle ilgili yorumunda Zemahşeri, okuyucunun dikkatini çok bilinen deyimsel ifadelere, tahiru's-siyab (lafzen, "temiz elbiseler içinde olan") ve danisu's-siyab (pis elbiseler içinde olan) deyimlerine çeker ve onla­rın sırasıyla "kusurlardan ve noksanlardan beri" ve "kusur­lu - fasid ve aldatıcı hain" şeklindeki mecazi anlamlarını vurgular.

Razi ayrıca ilk müfessirlerin çoğuna göre (bu ayetin) an­lamı, "kalbini bütün kötülüklerden arındır" şeklindedir der ve kendisi de bu yoruma katılır. [106]

Dördüncü anlam da şudur: Yani "uçkurunu temiz tut, ona sahip ol". Bu deyim Urduca'da da aynen Arapça'da olduğu gibi kendini kötülüklerden uzak tutmak ve en güzel ahlakla donatmak anlamında kullanılır. Ibn Abbas, İbrahim Nehai, Şa'bi, Ata, Mücahid, Katade, Said b. Cübeyr, Hasanü'l Basri ve diğer büyük müfessirler bu ayetin anlamından aynı yorumu yapmışlar yani "Ahlakınızı temiz tutun ve her türlü kötülükten ve çirkin işlerden kendinizi arındırın" manasını vermişlerdir.

Arapça deyimlerde bir kişi diğer birisi için "elbisesi te­mizdir" ve "görünüşü temizdir" dediğinde bundan güzel ahlak sahibi bir insan kasdedilir. Bunun tersine "elbisesi kirlidir" denildiğinde de o kimsenin ilişkilerde iyi bir insan olmadığı ve sözüne itibar edilmeyen biri olduğu kaydedilir. [107]

Görüldüğü gibi müfessirler bu ayeti daha çok mecazi anlamıyla ele almışlar ve buna göre yorumlamışlar.

Müfessirlerin ayete verdiği mecazi anlamları şu şekillerde özetle­mek mümkündür:

a- Nefsini temizle

b- Kişiliğini arındır

c- Davranışlarına çeki düzen ver

d- Ahlakım düzelt

e- Kalbini temizle

Bu ayetin Türkçe çevirilerine göz gezdirdiğimizde sükut-u hayale uğruyoruz. Çünkü elimizde mevcut ve en çok rağbet gören meallere baktığımızda sadece üçünün ayetin mecazi anlamını kaale aldığını görüyoruz. Bunlar Elmalı, Hizmetli ve Piriş'in mealleridir.

Elmalı: .. .ve elbiseni artık temizle

Elbiseni: a) Kendini/nefsini, b) Çevrendekileri/etrafını tathir eyle, ıslah edip arındır. Siyah kelimesi sadece insanın nefsinden, kendisinden değil, onu yakından bürüyen etrafın­dan da kinaye veya mecazdır. Bu takdirde ikinci anlam birin­ci anlamı zaten kapsar. Elmalı, ayetin mecazi anlamını her ne kadar doğrudan meale yansıtmamışsa da tefsirde bunu yeterli olacak derecede açıklamıştır.

Hizmetli:... kendini arındır.

Piriş: Elbiseni/ nefsini temizle

Lafzen, elbiseni temizle! Ancak bütün müfessirler, bura­daki anlamın özellikle mecaza hamledilmesi gerektiğini söy­lerler. Bu durumda anlamı, kişiliğini bütün kirlerden arındır! Yahut ahlaklı ol, demektir. Klasik Arapça'da Tahîru's-Siyab (Elbisenin temizliği) kişilikli, ahlaklı insanlara işaret ederken, Danîsu's-Sîyab (Elbisenin kirliliği), hain fesatçı, ahlaksız insanlara işaret eder.

Bizce Hizmetli'nin tercümesi ayetin mecazi ifadesini gü­zel bir şekilde yansıtacak niteliktedir Piriş'in dipnottaki açıklamaları da ayetin deyimsel yönünü bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.

Çantay, D.İ.B., Bilmen, Yavuz, Davudoğlu, Ateş, Bulaç, T.D.V., Y. Öztürk, Atay, A. Öztürk, Koçyiğit ve Varol gibi mütercimler ise anlaşıldığı kadarıyla ayetin mesajını bildi­ğimiz giyilen elbiselere hasretmişler ve ayetin, öyle veya böyle, mecazi anlama sahip olabileceği ihtimalini ya düşün­memişler ya da kayda değer bulmamışlardır. Oysa ki meca­zi anlamı yakalamak için elde mevcut birçok güvenilir bil­giyi bir tarafa bıraksak bile ayetin bağlamı bunun için tek başına yeterlidir.

Bütün bunlardan sonra ayetin aşağıdaki şekillerde ter­cüme edilebileceğini düşünüyoruz:

- Nefsini temizle.

- Kendini arındır (Hizmetli)

- Öz-benliğini temiz tut. (Esed) vb.

 

Vesvâs:

 

Vesvâs, vesvese veren şeytan demektir. Bu, gizli, söz ve kişinin içinden geçen kelam mânâsına gelen "vesvese" kelimesinden türetilmiştir. A'şa şöyle der:

O dönüp gittiğinde, vesvese verici olarak zînetinin sesini duyarsın.[108]

Vesvâs, "vesvese" manasına ism-i masdar veya muzaf rubainin masdarı bu vezinden de geldiğine göre, masdar olmak­la beraber çok vesveseci, "muvasvis" manasına, mübalağa için sı­fat ve isim olarak kullanılmıştır.

Vesvese, kesilmiş, vesvese kaynağı demek gibidir. "El-vesvâs" şeytanın bir ismi olmuştur. Ebû Hayyân, "el-vesvâs" şeyta­nın ismidir, ancak, şehvetlerin fısıldadığı vesveseye de denilir. Vesvese, esasen, fis, hiş demek yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese denilir. Huliyyat fı­sıltısına, "vesvâsü'l-huliy" denil­mesi bundandır, demiştir.

Kâmûs'ta geçtiği üzere, avcı­nın ve köpeklerin yavaşça çıkar­dıkları seslere de "vesvâse" ve "vesvâs" denir. Bu nedenle, nef­sin veya şeytanın kalbe ilka ve il­ham ettiği, fısıldadığı, hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağa­ya "vesvese" denilmesi genel ka­bul görmüştür.

"Vesvese" kelimesi Kur'ân'da hem nefsin ("nefsinin ona ne fısıl­dadığını biliriz"[109]) ve hem de şeytanın vesvesesi ("Şeytan ona vesvese verdi")[110] olarak kullanılmıştır.

 

Vesvese:

 

Vesvese, lügatte, hışır­tı, fısırtı, fısıltı gibi gizli konuşma demektir. Bu nedenle gönülde sü­rekli tekrarlanan gizli söze vesve­se, bir kişiye böyle bîr söz ilka et­meye (fısıldamaya) da vesvese vermek denir. Örneğin şeytan Adem'e ve Havva'ya böyle bir vesvese verdi.

 

Veşteale er-Re'su Şeyben:[111]

 

... Ağarmak; beyazlığı, parıldaması, saçta yayılması ve çoğalmasıyla ateşin alevlerine; her tarafı kaplaması ile de ateşin harlanmasına benzetilmiştir. (Allah, ağaran saçı) yangın yerinden yeniden bitirmiştir. Ardından alevleri saçın bittiği ve kapladığı alana isnad etmiştir ki orası "baş"tır. [112]

... Yani başta ağarma ve beyazlama başladı. (Şeyben) temyiz olması hasebiyle mansub olmuştur. Anlam (şöyledir): Ağarmaktan dolayı baş tutuştu/alevlendi. Eğer beyaz­lık gerçekten artmışsa (Araplarda) "falancanın başı beyaz­lıkla alevlenmiş" denir. [113]

Şeyb ve me'şib saçın beyazlığı/beyazlamasıdır. [114]

... Alevlendi yani çoğaldı ve yayıldı. [115]

"İşteale er-Re'su Şeyben - Baş bembeyaz alev aldı" cümle­sinde aklığın yayılması ve çokluğu ateşin odunlar içerisin­de yayılmasına benzetildi. "İştial: Tutuşma" kelimesi "inti­şar: yayılma" kelimesi için müstear olarak kullanıldı. İştial mastarından işteale: tutuştu fiili türetilip "inteşere: yayıldı" manasında kullanıldı. Bunda istiare-i tebeiyye vardır. [116]

Özellikle Semerkandi'den yapmış olduğumuz alıntıdan Arapların "falancanın başı beyazlıkla alevlenmiş" şeklinde­ki söz grubu, saçların ağarması, başta beyaz saç tellerinin hızla çoğalması, adeta herşeyi kasıp kavuran bir yangın gi­bi etrafa yayılması olgusunu ifade eder. Bu terkibin simge­sel ve deyimsel bir dille değil de mot a mot tercüme edilme­si kanaatimizce hatadır. Buna rağmen Kur'an meallerine baktığımızda deyimin Türkçe'ye genellikle lafzı olarak ter­cüme edildiğini görüyoruz.

Elmalı: ... baş bembeyaz alev aldı (saçlarına ak doldu)!..

Çantay.. Başımın saçı tutuşdu.

Başıma yangın sardı, yani saçlarım ağardı, ihtiyarladım.[117]

D.İ.B.: Saçlarım ağardı.

Bilmen; ... Başımın tüyü de tutuştu...

Yavuz: ... ve başımın saçı bembeyaz alev gibi tutuştu.

Davudoğlu: ... başımı (ihtiyarlıktan) bembeyaz alev aldı.

Ateş: ... baş ihtiyarlık aleviyle tutuştu...

Bulaç: ... ve baş, yaşlılık aleviyle tutuştu.

T, D.V.; Saçım başım ağardı.

Y, Öztürk: ... İhtiyarlıktan başım beyaz alevle tutuştu.

Atay: ... saçlarım ağardı.

A. Öztürk: ... ve başımın saçı tutuştu, (saçlarım ağardı)

Koçyiğit: ... baş, ihtiyarlık ateşiyle alevlendi.

Hizmetli: ... saçlarıma ak düştü.

Varol: ... başım iyice ağardı.

Piriş:... baş yaşlılık ateşiyle tutuştu.

Bilmen, Yavuz, Davudoğlu, Ateş, Bulaç, Y. Öztürk, Koç­yiğit ve Piriş'in tercümeleri ayetin ihsas ettiği deyimsel an­lamı ifade etmekten uzak olup metinde yer alan kelimele­rin aynıyla Türkçe'ye tercüme edilmesi kaygısı taşımakta­dır.

Bu bağlamda tercümelerinde yer alan "başımın tüyü de tutuştu", "başım beyaz alev aldı", "ihtiyarlık aleviyle tutuş­tu" gibi ifadeler -iyice düşünüldüğünde- ne mantıkî ne de edebî bir anlam taşımamaktadır. Çünkü tercümesi yapılan metin mecazi anlamlarla yüklüdür ki bu gibi metinlerde yer alan bazı kelimeler gerçek anlamları dışında anlamlar taşı­maktadır.

Çantay'ın meali, dipnotu ile; Elmalı'nın meali, D. Cündioğlu'nun açıklaması ve A. Öztürk'ün meali ise parantez içindeki ifade sayesinde anlam kazanmaktadır. Bunların dı­şında kalan ve metnin deyimsel yönünü güzel bir şekilde meallerine taşıyan Atay, T.D.V., D.İ.B., Varol ve Hizmetli'nin tercümeleri ise ayetin vermek istediği mesajı gerekti­ği gibi algılamanın ürünüdür.

Yukarıdaki tercümelerde dikkatimizi çeken birkaç hu­sus üzerinde durmak istiyoruz. Dikkat edilirse bazı mütercimler "başımın saçı" şeklinde bir terkibe yer vermişler. Bil­diğimiz kadarıyla saç sadece başta olur. Bunun dışındaki herhangi bir uzvumuzda, mesela kollarımızda veya ayakla­rımızda saç olmaz. Bu apaçık gerçek ortadayken, alanında­ki karizmalarıyla tanınan alimlerimizin dahi bu tür bir ifa­deye yer vermiş olmaları şaşırtıcıdır. Bir başka örnek de "başımın tüyü" şeklindeki tercümedir. Yine bildiğimiz ka­darıyla başta tüy değil, saç bulunur. Tüy, kol ve bacak gibi uzuvlarda olur. Kaldı ki baştaki saç da olsa tüy de olsa bunun adını koymaya gerek yoktur.

Sonuç olarak söz konusu ifadelerin aşağıdaki çevirileri­ne katıldığımızı belirtmekte yarar görüyoruz:

- Saçlarıma ak düştü. (Hizmetli)

- Saçım başım ağardı. (T.D.V.)

- Saçlarım ak doldu. (D. Cündioğlu)

- Saçlarım ağardı. (Atay ve D.İ.B.) vb.

Örnek:

Rabbim, demişti. Doğrusu yaşlandım, saçlarım ağardı. Sana ettiğim hiçbir duam da karşılıksız kalmadı, Rabbim.

 

Vetîn:

 

Vetîn, şah damarı, kalp da­marı veya ilik anlamındadır. Bun­lardan herhangi birisi kesilirse kişi hemen ölür. Bu kelime Hakka: 69/46'da Peygamberimizle ilgili olarak kullanılmakta, Allah'a ifti­ra etmesi durumunda "vetîn"inin kesileceği ifade edilmektedir.

Vetîn, kalbe bağlı olan damardır. Bu kesilince, kişi ölür. Buna "ebher" de denir. Hadiste şöyle gelmiştir:

"Hayber'de yediğim lokma, devamlı olarak beni yokluyor."

Bu artık, şah da­marımın kesilme zamanıdır.[118]

 

Ve Uşribu fi kulubihimu’l-‘ıcle:[119]

 

... Boyanın elbiseye nüfuz etmesi gibi buzağı sevgisi ve ona ibadet hırsı onlara nüfuz etti [120]

... Buzağıya ibadetteki tatlılığın, kalplerine yerleştirilme­si küfürlerine dair mecaz(lar)dır. (Bir de şöyle) denir: Bu­zağıya ibadet sevgisi, ama sevgi hazfedilmiş ve yerine buza­ğı ikame edilmiş ki bu türden misaller Arab'ın kelamında bulunur. Başka bir ayette "köye sor" [121], yani "köy ahalisine sor", denildiği gibi. [122]

Yani buzağı sevgisi. Muzaf (sevgi) hazfedilmiş, onun makamına muzafu'n-ileyh (buzağı) getirilmiş. Bizzat buzağının içilecek bir şey olması caiz/mümkün değildir. Çünkü kalp, buzağıyı içmez. Bu sebeple kalbe (onun) sevgisi içirilmiş yani onunla eriyip kaynaşmış. [123]

"Şerabe" fiilinin "eşrebe ve üşribe" türevlerinin mecaz anlamları arasında; yedirmek/yedirilmek, emdirmek/emdiril­mek, telkin etmek/telkin edilmek, aşılamak/aşılanmak gibi anlamlar da vardır.[124]

...Hakikati reddetmeleri yüzünden bunların kalplerini (altın) buzağı sevgisi kaplamıştır.

Lafzen, "hakikati inkar etmelerinden dolayı kalplerine buzağı yerleştirilmiştir". Yani öncekiler Hz. Musa'nın teklif ettiği hakiki mesajdan uzaklaştıktan sonra "altın buzağı" ile sembolize edilen maddi nesnelere tapınmaya başladılar. [125]

Küfrünüz sebebiyle buzağıya ibadet sevgisi kalbinizde yer etti veya sindi. [126]

Yaptığımız alıntılarda da görüldüğü gibi müfessirler Ba­kara 93'ün buraya aldığımız bölümünü

a- Buzağı sevgisinin onlara (Israiloğulları) nüfuz etmesi

b- Buzağıya ibadetteki tatlılığın kalplere yerleştirilmesi

c- Buzağıya ibadet sevgisi­nin kalplere yerleştirilmesi

d- Buzağı sevgisinin kalplere içirilmesi yani kalplerin bu sevgiyle eriyip kaynaşması

e- Kalplerini altın buzağı sevgisinin kaplaması vb. şekillerde anlamışlardır.

Mütercimlerin bu deyimle ilgili çevirileri ise şöyledir.

Elmalı: ... ve küfürleriyle danayı kalplerinde iliklerine iş­lettiler.

"Kalplerinde buzağı sevdası iliklerine işlemişti," "işraba" içirmek demektir ki burada 'boyanan elbiseye boyayı içir­mek' manasında latif bir istiare-i temsiliyye vardır.

Çantay: ... (Çünkü) küfürleri yüzünden özlerine buzağı (bir su gibi) içirilmiş (iyice işlemiş)di.

D.İ.B: ...inkarları yüzünden buzağı sevgisi kalplerine sin­dirildi.

Bilmen: Ve onların küfürleri sebebiyle kalplerinde buzağı -muhabbeti- yerleştirilmişti.

Yavuz: Çünkü küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi sinmişti.

Davudoğlu: Küfürleri sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi sindirilmişti.

Ateş: înkarlarıyla kalplerine buzağı sevgisi içirildi.

Bulaç: Küfürleri yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine sin­dirilmişti.

T.D.V:. İnkarları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi doldu­ruldu.

Y. Öztürk: İnkarları yüzünden gönüllerine buzağı içirildi.

Atay: İnkarları yüzünden buzağı sevgisi kalplerine işledi.

A. Öztürk: İnançsızlıkları yüzünden kalplerine buzağıya (tapma sevgisi) sinmişti.

Koçyiğit: ... Buzağı tutkusu küfürleri yüzünden kalplerine iyice işlemişti.

Hizmetli: ...ve küfürlerinden dolayı buzağı sevgisi gönül­lerinde yer etti.

Varol: İnkarcılıklarından dolayı buzağıya olan tutku onla­rın kalplerine iyice yerleştirilmişti.

Piriş:... küfürleri yüzünden gönüllerine buzağı sevgisi sin­dirildi.

Elmalı, Çantay, Ateş ve Y. Öztürk dışında kalan müter­cimlerin tercümeleri nisbeten anlamlıdır ve okuyucunun olayı anlaması yönünden önemli doğrular sunmaktadır.

Çantay ve Y. Öztürk, buzağının özlere ve gönüllere içirildiğinden bahsediyorlar. Ama bunun nasıl olduğunu belirtmiyorlar. Oysa ki okuyucunun, Kur'an'da, buzağının bi­rilerinin özlerine veya gönüllerine içirildiğini okuması du­rumunda göstereceği tepkiyi hesaplamak gerekiyor, ki dik­katli bir okuyucunun bu tür ifadelere tepki göstermemesi mümkün değildir. Çünkü "buzağının içirilmesi"nin keyfi­yeti meçhuldür ve haddi zatında böyle bir şeyin gerçekleşmesi de mümkün değildir. Mütercimin bunu anlaşılır kıl­ması için tefsir ve sözlüklere bakması yeterlidir. Çünkü baş tarafa naklettiğimiz alıntılardan da çok açık bir şekilde an­laşıldığı gibi burada mahzuf bir sözcük (sevgi) söz konusu­dur. Bu "sevgi"dir ki ancak kalplere, gönüllere, iliklere iş­lenebilir.

Çantay ve Y. Öztürk'le beraber Ateş'in de düştüğü bir di­ğer önemli hata ise, "içirilmiş/içirildi" kelimelerine yer ver­meleridir. Gerçi Çantay, parantez açarak bu hatayı telafi et­meye çalışmıştır, ama diğer iki mütercimde böyle bir du­rum da söz konusu değildir. "İçirilmek/içirilmiş" kelimele­rini bir tarafa bırakarak "nüfuz etmek, sinmek, kaplamak, yer etmek vb." ifadeleri yeğlemek daha doğrudur.

Elmalı'nın çevirisi karışık ve anlaşılmaz olmakla birlikte dipnottaki bilgiler, ayetin ilgili bölümünün anlaşılmasına bir nebzecik de olsa yardımcı olmaktadır. Fakat yine de muhatabın yeterince yararlanabileceği bir cümle-i müfide olmaktan uzaktır.

Ayetin ilgili bölümünün mecazi anlamlarının ön plana çıktığını da dikkate alarak çeviri için şu öneriler üzerinde durulabilir:

- Özlerine buzağı sevgisi nüfuz etti/sindi.

- Buzağı sevgisi iliklerine işlendi.

- Ruhlarına buzağı sevgisi sindirildi, vb.

Esed'in orijinal değerdeki yorumunu dikkate alıp "altın buzağı"nın maddi nesneleri sembolize ettiğini kabul edecek olursak şu şekildeki çeviriye de sıcak bakabiliriz:

- Kalplerini maddi nesnelere duyulan sevgi kaplamıştır.

Örnek:

... İşittik ve isyan ettik demişlerdi. Çünkü küfürlerinden dolayı kalplerini buzağı sevgisi/maddi nesnelere duyulan sev­gi kaplamıştı..

 

Veyl:

 

Veyl, azap, helak ve yok olma demektir. Bir başka görüşe göre, rezil­lik ve rüsvaylıktır. Bu kelime, şer ve azabta kullanılır. Kadî şöyle der: Bu kelime "Hilekârlara yazıklar olsun"[127] âyetinde olduğu gibi şiddetli tehdit ve uyarı ifade eder. Sibeveyh de şöyle açıklar: "Veyl, helake düşen kimse için, veyh ise, ona yaklaşan kimse için kullanılır.

Veyl, "leyl" vezninde, şerrin ortaya çıkması manasına olup, bazen bir musibetin sonra­dan ortaya çıktığındaki fecaati ifade için Türkçe'de "vay", "ya­zık" kelimeleri gibi "tefeccu" makamında kullanılır. Bu manaca "vay haline", "yazık yazık" de­mek olur. Bunları hayret ve üzün­tü ifadesi olarak kullanırız.

 

Veylek:

 

Veylek, "veyl sana" demektir. Aslında Türkçe'deki, "canı çıkası", "geberesi", tabiri­miz gibi bir helak duası olmakla beraber, hakikaten helak için değil, azarlayarak teşvik ve tergip/özendirme için de kullanılır. Kur'ân'da bu anlamda da kulla­nılmıştır.

 

Vezer:

 

Vezer, sığınak, kişinin sığınacağı kale.

 

Vizr/Vezer:

 

Vizr, kendisiyle korunulan sarp ve sağlam dağ. "Kellâ lâ vezer: hayır, hayır sığınacak yer yoktur"[128] âyetindeki "vezer" kelimesi de bu mânâda kul­lanılmıştır. Daha sonra, dağa benzetmek için, ağır olan şeye "vizr" denildi. Daha sonra da, müsteâr olarak günah mânâsında kullanıldı. Çünkü günahta, insanın omuzlarına çöken bir ağırlık vardır.

Vizr, yük, ağırlık, ağır yük, vebal, sığınak anlamına gelir. "Vezer" ise ağırlık manasıyla ilişkili olarak sarp ve muhkem dağ demektir. Bu özel­likteki dağlar, firarilerin, kaçakla­rın sığındıkları uygun mekanlar olduğu için, gerek dağ, gerek ka­le, gerek silah, gerek insan vesa­ire, mutlaka bir kurtarıcı, sığınak, sığınacak yer, er ve siper manala­rında kullanılmıştır. Bir Türkî şair;

"Yiğit için ölümden başka sı­ğınak (vezer) yoktur" demiş, "ve­zer" kelimesini sığınak anlamın­da kullanmıştır. Fatır: 35/17 ayetinde ise "vizr", günahın cezasının ağır­lığı anlamındadır. Herkes kendi günahından sorumlu olur. "Her koyun kendi bacağından asılır." Allah zorbaların yaptığı gibi biri­nin yaptığı günahı diğerine yüklemez.

 

Vuhûş:

 

Vuhûş, "vahş"in çoğu­ludur. "Vahş" vahşi tekilinin cins ismidir. Vahşî, yabani hayvan için kullanılır. Yani insana alışmayan, evcilleştirilemeyen hayvana de­nir. Türkçe'de "yabani" dîye ifade edilir.

 

Vuku'/Vâkıa:

 

Vuku', düşmek de­mektir. "Vak'a" da masdar bina-i merre olarak şiddetli bir düşüş de­mektir. Daha sonra "başa gelen büyük iş" anlamında kullanılır ol­muştur. Bazan harp için de kulla­nılır. Kıyametin kopmasına da "vak'a" denir. "Vakıa" ise meyda­na gelen, olması kaçınılmaz olan olay demektir. Belirlilik için "el" takısını almış ve kıyametin ismi ol­muştur.

 

Vurûd:

 

Vurûd "sudûr"un zıddıdır. Suya gitmek demektir. Sudur da sudan gelmek demektir. Başka bir deyişle vârid gelen, sa­dır giden demektir.

 

Vucd:

 

Vücd, insanın kendi gücü, kendi gücünün yetebildiği varlığı, takatı demektir. Talak: 65/6'da kadınla­rın kocalarına güçlerinin üstünde bir talepte bulunmaması gerekti­ği, erkeğin de iddet süresince ka­dını kendi oturduğu yerde iskan etmesi vurgulanmaktadır.

 

Vüstâ:

 

Vüstâ, "evsafın müennesi olarak ism-i tafdildir. Orta veya efdal demektir. Bunun için "salât-ı vustâ" anlam itibariyle or­ta namaz veya efdal namazdır.

İsm-i tafdîl, fazlalık ve eksik­liği kabul edilen şeylerden yapıl­dığı için, "mevt"ten (ölüm) "emvat" (daha çok ölüm) denmediği gibi, bir şeyin vasat olması da ek­siklik ve fazlalığı kabul etmeye­ceği için "evsaf ve "vusta" keli­mesinin tafdil manasında kulla­nılması doğru olmaz. Bu bakım­dan, "evsaf en hayırlı, en mute­dil demek olup, salât-ı vustânın da efdal namaz olması gerekir.

 



[1] el-İsfahânî, a.g.e., s. 809; İbn Kuteybe, Te'vîlu Muşkili'l-Kur'ân, s. 489; Reşîd Rıza a.g.e., 1, 220.

[2] Lebîd, a.g.e., s. 205.

[3] ez-Zerkani, a.g.e., 1, 63.

[4] Izutsu, Kur'ân'da Allah ve İnsan, s. 148.

[5] Nisâ: 4/163

[6] En'âm: 6/19

[7] Mâide: 5/111

[8] Nahl: 16/68

[9] Meryem: 19/11

[10] Fussile: 41/12

[11] En'âm: 6/112

[12] En'âm: 6/121

[13] Zelzele: 99/5.

[14] Muhtasar-ı Taberî, 1/55

[15] Zümer: 39/7

[16] Necm: 53/38.

[17] Fâtır: 35/18.

[18] En'âm: 6/31

[19] Nahl: 16/25.

[20] Feth: 48/29

[21] Tâ-Hâ: 20/29

[22] Tâ-Hâ: 20/31

[23] Nahl: 16/25.

[24] Meryem: 19/4.

[25] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 3, s. 6.

[26] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s, 386.

[27] Mülekkin, Garib, 1987, s. 238.

[28] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 306.

[29] Sabuni, Safvet, 1995, c. 3, s. 479 ve 486.

[30] Nisâ: 4/109

[31] İsrâ: 17/65

[32] Müzzemmil: 73/9

[33] Îsrâ: 17/2

[34] En'âm: 6/102

[35] Zümer: 39/62

[36] En'âm: 6/107

[37] En'âm: 6/104.

[38] En'âm, 6/66

[39] Furkân: 25/43

[40] En'âm: 6/107, Zümer: 39/41, Şûrâ: 42/6.

[41] Nisâ: 4/132

[42] Nisâ: 4/171

[43] Hûd: 11/12

[44] Yûsuf: 12/66

[45] Kasas: 28/28.

[46] Kurtubî 1/238

[47] İsra: 17/13; Neml: 27/47; Yasin: 36/19.

[48] Ferra, Meani, 1955, c. 2 s. 118.

[49] Zemahşeri, Keşşaf; 1997, c. 3, s. 375-376.

[50] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2, s. 319.

[51] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2 s. 8.

[52] Bu açıdan bkz. 3. sure 37. not; 7. sure 95. not.

[53] Esed, Mesaj, 1996, c. 2 s. 562.

[54] Sabuni, Safvet, 1995, c. 3 s. 370.

[55] Misbah'ta da böyledir.

[56] İsra: 17/29 (ve diğer varyantlarıyla) Maide: 5/64 Tevbe: 9/67.

[57] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 2, s. 620.

[58] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 1, s. 680.

[59] Semerkandi, B. Ulum c. 2, s. 324.

[60] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1, s. 404.

[61] Mülekkin, Garib, 1987, s.218.

[62] Mevdudi,Tef~ Hm, 1986, c. 3, s. 96.

[63] Zuhayli, Veciz, 1996, s. I 18.

[64] Sabimi,Safvet, 1995, c. 3, s. 381.

[65] İsra:17/ 29

[66] Maide:5/ 64'

[67] Cimrilik etme, "Beyzavi"

[68] İsrafa da sapma, i'tidal ve iktisada riayet et. "Beyzavi".

[69] A'raf: 7/154.

[70] Zemahşeri, Keşşaf 1997, c. 205.154.

[71] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 554.

[72] Îsfahani Müfredat, tsz., s. 236.

[73] Zuhayli, Veciz s. 17.

[74] Sabuni, Safvet, 1995, c. 2 s. 371.

[75] Meryem: 19/5

[76] İsrâ: 17/111

[77] Kehf: 18/17

[78] Mevlâ kelimesi, başına mim harfi getirilmiş velî kelimesi olup mana itibariyle aynıdır.

[79] Duhân: 44/41

[80] Şûrâ: 42/46

[81] Ankebût: 29/22

[82] En'âm: 6/14

[83] A'râf: 7/3

[84] Şûrâ: 42/9

[85] A'râf: 7/30

[86] En'âm: 6/62

[87] Yûnus: 10/30

[88] Câsiye: 45/10

[89] Zümer: 39/3

[90] Şûrâ: 42/6

[91] Mer­yem: 19/5

[92] Mücâdele: 58/14

[93] Mâide: 5/51

[94] Mâide: 5/55

[95] Bakara: 2/257

[96] Ahzâb: 33/5

[97] Nisâ: 4/144

[98] Âl-i Îmrân: 3/28.

[99] Müddessir: 74/4.

[100] Ferra, Meani, 1955, c. 3, s.200.

[101] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4. s. 647.

[102] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 514.

[103] Imrü'l-Kays: İmrû'1-Kays (? - 530 ?). Yemen'den hicret etmiş olan Kinde ka­bilesine mensup bir Arab şairidir. Asıl adı Hundub b. Hucr'dur. Rivayete gö­re Arab şiir sanatını muayyen kaidelere bağlayan ilk şair odur: bilhassa kafi­ye için nihai kaideler koymuştur. Hür fikirli idi. Bunu, kader öldürülen ba­basının intikamını almaya müsade etmeyince, Tabala'da Zu'1-Halasa ismin­deki sanemin başına kehanet için kullanılan üç oku fırlatıp atmasından anlı­yoruz. Yazdığı aşk şiirleri meşhurdur. Ayrıca kasidelerinden biri Mu'allakat arasındadır, (İslam Ansiklopedisi, c. 5-2, s. 987-988'den özet. MEB İsil M.E.Basımevi, 1950).

[104] 1996, c. 2 s. 451-453.

[105] Tacu'1-Arus.

[106] Esed, Mesaj, 1996, c. 3 s. 1204.

[107] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 6, s. 469.

[108] Kurtubî, 20/261

[109] Kaf: 50/16.

[110] Taha: 20/120, A’raf: 7/20.

[111] Meryem: 19/4.

[112] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 3 s 6.

[113] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 2 s. 386.

[114] İsfahani, Müfredat, tsz., s. 270.

[115] Mülekkin, Garib, 1987, s. 238.

[116] Sabuni Safvet, 1995, c. 3 s. 486.

[117] Beyzavi.

[118] Buhârî, Meğâzî, 83; Tefsîr-i kebîr, 30/119.

[119] Bakara: 2/93.

[120] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. İs. 192.

[121] Yusuf: 12/82

[122] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 1 s. 74.

[123] Manzur, L. Arap, 1994, c.l,s.49î-492.

[124] Esasü'l-Belağa, Lisanü'l-Arab vs.

[125] Es'ed, Mesaj, 1996, c. 1 s. 26.

[126] Zuhayli, Veciz, 1996, s. 15.

[127] Mutaffifın: 83/1

[128] Kıyâme: 75/11