Zâd:3

Zâğu:3

Zâheru:3

Zahir:3

Zahirîn:3

Zakkum:3

Zalike bima kaddemet eydihim/eydiküm/yedâhu/yedâke:3

Zâlimîn:4

Zalle:5

Zalum:6

Zann:6

Zânî/Zâniye:6

Zariyat:6

Zâte leheb:6

Ze’ame:6

Zebani-Zebaniye:7

Zebur:7

Zecr:7

Zefîr Ve Şehîk:7

Zeîm:7

Zekât:7

Zeki:8

Zelul:8

Zencebîl:8

Zenîm:8

Zenub:9

Zerâbîyy:9

Zeru:9

Zerv:9

Zevç:9

Zihar:9

Zikir:10

Zill:10

Zillet:11

Zimmet:11

Zinet:11

Zubur:11

Zûd:11

Zuhruf:11

Zulef:12

Zulel:12

Zü'l-evtad:12

Zullilet:13

Zulm-Zalim:13

Zulumât:15

Zulumât-Nür:15

Zübür:15

Zümerâ:15

Zümirre:15

Zülfâ:16

Zülkarneyn:16

Zulzilet:16


Zâcirât:

 

Zâcirât, hareket ettirenler. Zecr, kuvvet kullanarak veya ba­ğırmak suretiyle bir şeyi korumak. Zecre, sayha (bağırma) demektir. Arap­ların, "Zecera’r-râî’l-ğanem: çoban bağırarak koyunu korudu" sözünden alınmıştır. Çoban, koyuna bağırıp da koyun onun sesinden dolayı döndüğünde böyle de­nilir.

 

Zâd:

 

Zâd, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve diğer ihtiyaç­lara harcanacak mal demektir. Di­limizde buna "levazım" denilir. Azık diye de tercüme edilebilir. Gerçi azık daha çok, yiyecek ve içeceğe yönelik bir kullanımdır; ancak zâd da daha çok bu anlam­da kullanılır.

Deniliyor ki, Yemenliler hac­ca azıksız olarak gelirler ve "biz mütevekkiliz" derlermiş. Sonuçta halka yük olurlarmiş. Gelen bir ayetle, halka ağırlık vermekten korunup sakınmaları istenmiştir.

 

Zâğet:

 

Meyletti, demektir.

 

Zâğu:

 

Haktan ve doğru yoldan saptılar.

 

Zâheru:

 

Yardım ettiler demektir.

 

Zahir:

 

Zahir; varlığı, yaptıkları ve alâmetleri ile görünen demektir. 

 

Zahirîn:

 

Zahirîn, hüccet ve delille galip ve üstün gelenler, demektir.

 

Zakkum:

 

Zakkum, Tıhame çö­lünde biten küçük yapraklı acı ve kötü kokan bir ağaç ismidir. Ce­hennem halkının konukluğu olan ağaç/yiyecek, "zakkum" olarak adlandırılmıştır.

 

Zalike bima kaddemet eydihim/eydiküm/yedâhu/yedâke:[1]

 

  ... Muhammed (as) ve mesajını inkarlarıyla, "ateşi" ge­rektiren davranışları, Allah'ın kitabını tahrif etmeleri vesa­ir küfür ile isyan türlerinden dolayı...  [2]

Ellerin zikredilmesi, fiillerin çoğunun onlar aracılığıyla işlenmesindendir. Tağlib yoluyla bütün fiiller eller aracılı­ğıyla işleniyormuş gibi gösterilmiş [3]

... Yani işledikleri günahlardan/isyankarlıklarından do­layı [4]

... Onlara deniyor ki bu azap (ellerinizin) yani sizin (Bima kaddemtüm) yaptığınız inkar ve (söylediğiniz) yalanlar­dan dolayıdır. Ellerin zikredilmesi kitabet (stilistik, üslûbi, letafet-i selikiyye) anlamıyladır. [5]

Ahirette çekeceğiniz azap işlediğiniz günahlar sebebiyle­dir. "El" "insan" manasına yorumlanmıştır. [6]

"Zalike bima kaddemet eydiküm" Burada da mecaz-ı mürsel vardır. Bir kısmının zikredilip bütününün kastedilmesi kabilindendir. İşlerin çoğu ellerle yapıldığı için burada, el­ler zikredilmiştir. [7]

Müfessirlerin buradaki "yed/el" kelimesini mecazi anla­mıyla yorumladıkları ortadadır.

Kötü ya da iyi yapılan tüm işler kişi ya da ondaki "kuv­vet"in sayesinde ifa edilir. Bizzat "el" ile yapılan sevap veya günahlar olabileceği gibi bunun dışında insanın kendine mahsus özellikleriyle işleyebileceği sevap veya günahlar da vardır. Ancak bütün bu durumlarda "el" kelimesi insana ve özelliklerine niyabeten kullanılabilir. Dikkat edilmesi gere­ken şey "el"in hangi durumlarda mecazi, hangi durumlar­da hakiki anlamıyla kullanıldığını bilmektir.

Şimdi Al-i İmran: 3/182'yi baz alarak bu ifadenin Türkçe karşılıklarına bakalım:

Elmalı: Bu sizin ellerinizin takdim ettiği ....

Çantay: Bu, ellerinizin öne sürdüğünün (yaptığınız günah­ların) karşılığıdır.

D.İ.B.: Bu, yaptığınızın karşılığıdır.

Bilmen: Bu  sizin ellerinizin takdim ettiği şey sebebiyledir.

Yavuz: Size bu azap, yaptığınız günahların karşılığıdır.

Davudoğlu: Bu (azap), ellerinizin takdim ettiğinin karşılı­ğıdır.

Ateş: Bu, sizin ellerinizin yapıp öne sürdüğünün karşılığıdır.

Bulaç: Bu, sizin ellerinizin önden sunduklarıdır.

T.D.V.: Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğu­nuzun karşılığıdır.

Y Öztürk: Bu, kendi ellerinizin üretip önden gönderdiği yüzündendir.

Atay: Bu, ellerinizle sunduğunuzun karşılığıdır.

A. Öztürk: Bu, sizin ellerinizle yapıp öne sürdüğünüz şey­ler yüzündendir.

Koçyiğit: Bu, kendi ellerinizin işleyip çıkardığı (amellerinizin karşılığı) dır.

Hizmetli: Bu, kendi yaptıklarınız yüzündendir.

Varol: Bu, sizin kendi ellerinizle işlediklerinizin karşılığıdır.

Piriş: Bu sizin ellerinizle hazırladığınızdır.

Buraya aldığımız tercümelerden bizce sadece üç tanesi; ayeti tam olarak anlamanın ve yorumlamanın, doğal olarak da doğru tercüme etmenin ürünüdür:

Yavuz, D.l.B. ve Hiz­metli. Bu zevat "ellerin" bedenin tümünü temsil eden me­cazi/deyimsel bir ifade olduğunun farkına vararak buna gö­re tercüme etmiştir ki en doğrusu da budur.

Diğer tercümelerin ise ifadenin temel esprisini yansıt­maktan uzak olduklarını belirtmekte fayda var. Özellikle Bulaç'ın "ellerinizin önden sundukları" şeklindeki tercü­mesi tamamıyla hatalıdır. Anlaşıldığı kadarıyla Bulaç "kad­demet" kelimesini iki ayrı kelimeyle ('önden' ve 'sundukla­rı') tercüme etmiştir.

Diğer bir husus ise şudur:

Dili, toplumun anlayış düze­yine indirgediğimizde yine mezkur tercümelerde aynı so­runlarla karşılaşıyoruz:

Y. Öztürk günlük konuşma veya konferanslarında insanlara, "kendi ellerinizin üretip önden gönderdiği" şeylere dikkat edin, aksi takdirde cezalandırı­lırsınız mı, diyor yoksa davranışlarınıza, hal ve hareketleri­nize dikkat edin, günaha girmeyin mi diyor? Keza Bulaç, uyarıda bulunduğu birine "ellerinin önden sunduklarına" dikkat et, mi diyor, acaba...

Bu ifadeyle ilgili alternatif tercüme önerilerimiz:

- Bu, işlediklerinizin karşılığıdır.

- Bu, yaptıklarınız yüzündendir.

- Bu, yaptıklarınız (ameller) dolayısıyladır.

- Bu, yapıp-ettikleriniz sebebiyledir vs. şeklindedir.

Not: "Kesebet eydikum" Şura: 42/30 ve Rum: 30/41 de aynı şekilde ele alınmalıdır.

 

Zâlimîn:

 

ez-Zâlimîn ve tuzlemûn, yedi şekilde tefsir edilir:

1. Müşrikler

"Allah'ın laneti, zâlimin (Allah'ın yolundan alı­koyan müşrikler) üzerine olsun." [8]

"İyi bilin ki Allah'ın laneti, zâlimin (müşrikler) üzerinedir." [9]

"Zâlimine (müşriklere) gelince, onlar için acı bir azâb hazırlamıştır.”[10]

2. Müslümanın şirk dışında iş­lediği günah/zenb sebebiyle kendisine zulmetmesi

"(Âdem ve Havva'ya dedi ki): "Bu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimîn'den (işleyeceğiniz hata sebebiyle kendi­nize zulmedenlerden) olursunuz." [11]

"(Yûnus şöyle nida etti): "Senin dışında ilah yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zâlimîn'den ol­dum" (işlediğim zenb/günah sebebiyle kendime zulmettim)." [12]

Yûnus (a.s.), şirk dışındaki zenbi/günahı sebebiyle ken­dine zulmetmişti.

"Kim, Allah'ın sınırlarını aşarsa (yani, boşama husu­sundaki emrini çiğnerse, şirk dışındaki bu ma'siyeti sebebiyle) kendine zulmetmiş olur." [13]

"Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar za­limlerin ta kendileridir."[14]

"Kadınları boşadığınızda iddetlerinin sonuna geldiler mi, artık onları ya iyilikle tutun veya iyilikle salın. Yoksa haklarına tecavüz etmek için zararlarına olarak onları tutmayın! Kim bunu yaparsa, kendisine zulmetmiş olur."[15]

"Onlardan kimi de, (şir'k dışında büyük günah işleye­rek) kendine zulmeder." [16]

Bununla, tevhîd ehlinden olup da -şirk dışında- büyük günah işlemek suretiyle kendilerine zulme­den kimseler kasdedilmektedir.

3. İnsanlara zulmetmek

"Kim mazlum olarak katledilirse (maktul, katil tarafından zulmedilerek haksız yere öldürülürse)..." [17]

"...Kim düşmanlık ve zulm ile şunu yaparsa (bir kimseyi katleder ve mallarını alırsa), yakında onu ateşe yaslarız." [18]

"Şüphe yok ki, zulm ile yetimlerin mallarını yiyen­ler..." [19]

4. Eksiklik/eksiltmek

"Her iki bahçe de mahsullerini vermiş, ondan birşey zulmetmemiş (ondan birşey eksiltmemiş)..." [20]

"Kıyamet Günü için kist terazileri koyarız da, kimse­ye birşey zulmedilmez (kimsenin bir şeyi eksil­tilmez)." [21]

"Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar (onlar kendilerine zarar veriyor, eksiltiyorlar)."[22]

"Onlar, (bir güne yetecek kadarından fazla menn ve selvayı toplayıp saklamakla) Bize zulmetmiyor (zarar vermiyor), fakat kendilerine zulmediyorlardı (eksiltiyorlardı)." [23]

5. Şirk koşmak ve tekzib etmek suretiyle kendilerine zulmetmek

"Biz onlara (bütün ümmetlerin kâfirlerine âhirette zenbsiz/günahsız yere azâb etmekle/edecek ol­makla) zulmetmedik. Fakat onlar (küfr ve tekzibleri sebebiyle) zalimdiler." [24]

6. Cehd/inkâr ediyorlar  

"Kimin de terazileri hafif gelirse, işte onlar -âyetleri­mize zulmettikleri (onların Allah'tan olmadığı iddiasıyla Kur'ân'a cehudluk ettikleri/Kur'ân'ı inkâr ettikleri) için- kendilerini hasara (zarara/ziyana) uğ­ratanlardır." [25]

"Sonra, onların ardından Musa'yı âyetlerimiz (el ve 'asâ mucizeleri) ile Fir'avn'a ve onun melesine gönderdik. Fakat onlara zulmettiler (onların Allah'tan olmadığı iddiasıyla mucizelerimize cehud­luk ettiler/ mucizelerimizi inkâr ettiler)." [26]

"Semûd'a uyarı olarak o dişi deveyi verdik, ona zul­mettiler (onun Allah'tan olmadığı iddiasıyla ona cehudluk ettiler (onu inkâr ettiler)." [27]

7. Hırsızlar (ve hırsızlık)  

"Bunun karşılığı kendisidir (yükünde çalıntı mal bulunan kimse hırsızdır, hırsızın cezası da hürriyetini kaybetmesidir). Biz zâlimlere işte böyle karşılık veririz (biz hırsızları, hırsızlığının karşılığı olarak köle edinir, hırsızlığının derecesine göre istihdam ederiz)." [28]

"Hırsız erkek ile hırsız kadının, kazandıklarına/yap­tıklarına karşılık olarak ellerini kesin (.....) Bununla birlikte kim zulmünün (hırsızlığının) ardından tevbe eder..." [29]

 

Zalle:

 

Zalle, iki şekilde tefsir edilir:

1. Meyletmek/meylettiler

"Üzerlerine semadan bir kapı açsak da onda yukarı çıksalardı (içinden girselerdi/meyletselerdi)..." [30]

"Dilesek üzerlerine semadan bir mucize indiririz de boyunları ona karşı eğiliverirdi (fezallet)." [31]

2. Devam etmek, sürdürmek

"O başını bekleyip durduğun (zalte) (kendisine ibâdete, devam ettiğin/ibâdeti sürdürdüğün) ilahına bir bak."[32]

"Onlar, "Birtakım putlara ibâdet ederiz ve onların ba­şını bekleyip dururuz" (fenezallu) (onların başı­nı bekleyip durmaya: onlara ibâdete devam edip du­ruruz/ibadeti.sürdürürüz) dediler." [33]

"Siz de hayret içinde kalırdınız (fezaltum) (hay­rete düşer ve bu halinizi devam ettirir giderdiniz)." [34]

"Öfkesinden yüzü simsiyah kesilir (zaile) (simsi­yah olur ve bu şekilde kalır."[35]

"Onlardan birine, Rahman için darbettiği meselin müjdesi verildiğinde, gam ve kederle dolarak yüzü simsiyah kesilir."[36]         

 

Zalum:

 

Zalûm, çok zalim, zulme, haksızlığa çok meyyal de­mektir. Allah'ın ve kullarının hu­kukunu yüklendiği halde, sorum­luluklarını gereği gibi yerine ge­tirmeyenlerle kendine yazık edenlere verilen isimdir.

 

Zann:

 

Zann, ihtimal üzere oluşmuş bir hüküm demektir. Bir kısmı hakka hiç isabet etmez. Et­meyince de başkasının hakkına ait bir hususta onun aleyhine hü­küm verilerek bühtan ve iftira atılmış olunur. Özellikle, zannın kaynağı nefsî işler olunca hata daha büyük olur. Bu nedenle zannın bazısı günahtır. Günaha düşme­mek, vebala girmemek için zandan kaçınmak esastır. Yasaklanan çirkinlerin çoğu da vebal ve so­rumluluk oluşturan, günaha so­kan zanlardan oluşur.

Zann, üç şekilde tefsir edilir:

1. Yaqîn (kesin bilgi)

"Dâvûd, onu kendisine sırf bir fitne yaptığımızı zan­netti (kesinlikle/kesin olarak ken­disine bir imtihan vesilesi yaptığımızı anladı, sezdi)." [37]

"Doğrusu ben hesabıma mutlaka kavuşacağımı zan­nediyordum (kesinlikle biliyordum/inanıyor­dum)." [38]

"Allah'ın hududunu ayakta tutacaklarını zannederlerse (kesin olarak bilirlerse/inanırlarsa)..." [39]

2. Şekk/şüphe  

"Demiştiniz ki: "Sâ'at nedir bilmiyoruz; (onun) zanndan (şekten/şüpheden) başka birşey olmadığı­nı zannediyoruz (ondan şekk/şüphe ediyoruz) ve biz yaqîn edinmiş değiliz." [40]

3. Töhmet

"O ğayb üzerine danîn [41] (ğayb hususunda it­ham/töhmet altında) değildir." [42]

"Allah'a zann üstüne zannda bulunuyordunuz, (Al­lah'ın sizi muzaffer kılacağına dair verdiği haber hususunda Nebi'yi (s.a) itham ediyordunuz)." [43]

 

Zânî/Zâniye:

 

Zânî, zina eden erkek, zâniye de kendi isteğiyle zina eden kadın demektir. Her zâniye mezniyedir. Lakin her meznîye zâniye değildir. Çünkü mezniye, zorla zina edilen kadın demektir. Zorla ırzına geçilen kadına zâniye denilmez. Zina ancak kendi istek ve arzusu ile olursa zina olur. Karşılıklı rıza ile gerçekleştiğinden zina fiilinde suç ortak olur. Zorla zina edilen kadın hiçbir şe­kilde fail değil mef'uldür. Kur'an'da kastedilen zânî ve zâniye, zina işlediklerine şer'î yön­den hüküm verilen kimselerdir.

 

Zariyat:

 

Zâriyât, kırıp ufalayan veya savuran veya toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Kırıp ufalayan, savuran, toz du­man eden rüzgârlar, volkanları püskürten, yaratıkları kırıp geçi­ren ve yayan melekler, barut dinamit gibi sonradan keşfedilmiş, keşfedilecek, şiddetli patlama, tahrip ve tahrik edici bütün se­bepler bu anlamın içindedir. Zâriyât kelimesine, kavram ve anlam itibariyle, soy yayan, doğurgan kadınlar diye de anlam verilmiş­tir. "Zerv", tozutup götürmek, sa­vurmak, kırıp ufalamak demektir.

 

Zâte leheb:

 

Zâte leheb, alevli demektir.

 

Ze’ame:

 

Sandı. "Zu’m" zan ile söz söylemek demektir. Arapların, "Zeamû metıyetu’l-kizbi: Zeamû yalanın bineğidir" sözü bundandır. Şüreyh şöyle der: Herşeyin bir künyesi vardır. Yalanın künyesi de "Zeamû: Zannettiler" dir.[44]

 

Zebani-Zebaniye:

 

Zebânî ve zebaniye, azap meleklerine isim olmuştur. Dildeki asıl anlamı, polis, zabıta, asker yani güvenlik görevlisi, mu­hafız demektir. Çoğul bir kelime­dir.

Bazı dilciler bu kelimenin "abadid" gibi tekilinin bulunma­dığını söylemişlerdir. Zebaniye kelimesi, "ya"nın teşdidi ile "zebaniyye" şeklinde olması gerekir­ken, kısaltılarak, "zebaniye" diye ifade edilmiştir.  

Zebaniye, itmek mânâsına gelen "zebene" kelimesinden alınmış olup "zebaniler" demektir. Burada onlardan maksat sert ve acımasız olan azap melekleridir. Araplar, şiddetle yakalayan kimselere bu ismi verirler. Şâir der ki:

Hazar da çok yediren, savaşta iyice yaralayanlar, kalın ve uzun boyunlu, iri cüsseli zebaniler.[45]

 

Zebur:

 

Zebur, kitap ve kitapla ilişkili bir anlama sahiptir. Zübur, sahifeleri de içine almak üzere genel anlamda kitap demek olan "zebrah"ın veya "zebûr"un çoğuludur. Kitâb-ı Munîr'in buna atfı, özelin genele atfı anlamındadır. Bundan maksat da Tevrat ve İncil denilmiştir.

Ancak Kur'ân örfünde kitab, şeriatleri ve hükümleri ihtiva edenlerdir. Bu nedenle genellikle "hikmet" kelimesi ile birlikte ge­çer.

Aynı kökten gelen "züber" ise, "zübre"nin çoğuludur. "Zübre", büyük demir parçası demek­tir. Kâmûs'ta "örs" anlamına gel­diği ifade edilmiştir. Kelime Kehf Sûresi'nde demir alet ve edevatı, demir kütleleri anlamında kullanılmıştır.

 

Zecr:

 

Zecr, zorbalıkla, bas­kı ile bağırıp azarlayarak bir şey­den uzaklaştırmak demektir. Haylayıp/azarlayıp göndermek, sevk etmek, bağırmaksızın men etmek mânâlarına da kullanır. Bu anlamda gerek bulutları sevk eden sürücü melekler gibi saik/güdücü, gerek genel anlamda engelleyip def edip uzaklaştıran kuvvetler bu zorlayıcılardandır.

Bu şekildeki bütün mücahid ordular buna dahil olduğu gibi, bilhassa kumanda edip götüren­ler ve öğüt verip yürütenler de buna dahildir.

 

Zefîr Ve Şehîk:

 

Zefîr ve şehîk birbi­rinin karşıtı olan iki kelimedir. Tıp literatüründe, zefîr; nefes al­mak, şehik; nefes vermek demek­tir. Sözlükte ise zefîr, nefesi, solu­ğu uzun uzadıya içeri çektikten sonra dışarı vermektir ki, dertli ve çileli kimsenin halini tasvir eder. Göğüs geçirmek denilir. Şehîk ise, ağlarken hıçkırmaktır. Fazla üzüntü ve teessürden meydana gelir.

Çocukların ağlaması böyle olur. Ayrıca eşeğin anırmasının öncesine zefîr, sonrasına şehîk de­nir. Öyle ki biri içeri çekme, diğe­ri dışarı çıkarmadır. Kısacası zefîr ve şehîk, dertli ve üzüntülü du­rumdaki nefes alıp vermeyi anla­tır.

Bir de zefîr ve şehîkte tenvinleri belirsiz kılmak korkunç yap­mak içindir. Öyle ki, feci bir soluk alıp vermesi, solurken göğüs geçi­rip hıçkırması vardır ki görülme­ye değer demek olur.

Hasen'e göre zefîr, cehennem ateşinin, alevinin yükselmesidir. Böylece cehennem ateşinin köpürüp kabarması, yükselmesi zefîr, aşağı inişi şehîktir.

 

Zeîm:

 

Zeîm, kefil manasınadır. 

 

Zekât:

 

Zekât. Zekâ kelimesinden türemiştir. Ürün arttığında araplar “Zekâ’z-zer’u” derler. Zekât vermek de bereketi celbettiği için bu adı almıştır. Veya temizlik manasına zekât kelimesindendir. Zira zekât, malı temizler. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurur: "Onların mallarından zekât al ki, bununla onları temizleyesin, onları arıtıp   yüceltesin."[46] 

"Ze-kâ" fiilin kökünden gelen bu kelime, Kur'ân'da 30 âyette zikredilir. Lügatta temizlik, artmak, bereketli olmak, iyi ve düzgün olmak manalarına gelir.[47]

İbn Manzur, câhiliye döneminde bu kelimenin her hangi bir şeyde artış manasında kullanıldığını, bundan dolayı Araplar tek kişiye "hasâ", iki kişiye de "zekâ" dediklerini söyler.[48]

Araştırmamıza göre Câhiliye şiirinde "zekât”la ilgili beyite rastlayamadık. Kur'ân'da ise bu kelimenin genelde iki manada kullanıldığını görmekteyiz.

1- Temizlik: Nûr sûresi 24/12. âyetinde, "...eğer üze­rinizde Allah'ın fazl-u rahmeti olmasaydı içinizden hiç biriniz ebedi temize çıkamazdı. Ancak Allah'tır ki kimi dilerse temize çıkarır." buyurulur.

Zekât’ı bir müesses kurum olarak ele alırsak, câhiliye döneminde böyle bir müessesenin var olması mümkün değil­dir. Tabii ki bu, o dönemde insanlar arasında yardımlaşmanın bulunmadığı anlamında değerlendirilmemelidir.

2- Kur'ân'ın bir çok âyetinde "Zekât’ı verin."[49] emriyle, ikinci mana olarak kaşımıza çıkar. Ayrıca birinci mana ile ilgili olarak, "zekât" malı kirden, manevi pislikten temizler. Şu âyet bu manayı  açıkça göstermektedir:

"Onların mallarından sadaka (zekât) al ki, bununla kendilerini temizlemiş olasın."[50]

Manevî alandaki (arıtma) ve temizleme için kullanılan zekât kavramı, maddi alanı da kapsayacak şekilde anlam genişletilmesine tabi tutulmuş ve malın artırılması, temizlen­mesi anlamında da kullanılmaya başlanmıştır.[51]

Görüldüğü gibi Kur’ân’da mücmel olarak bildirilen bu emir, daha sonra hadislerle açıklanarak, mal, nisab miktarına ulaşır ve üzerinden bir yıl geçerse, o malın yüzde iki buçuğu, zekât olarak fakirlere verilir.[52] Tabiî olarak böyle bir uygulamanın câhiliye döneminde olduğu uzak bir ihtimaldir. O dönem şiirlerinde de kullanılmaması bu görüşümüzü te'yid etmektedir.

 

Zeki:

 

Zekî, anlık dediğimiz, temizlik, paklık, taharet manasıy­la artıp büyümek demek olan ne­ma, mal, birikinti, feyzu bereket manasınadır.

 

Zelul:

 

Zelûl, alıştırılmış demektir Serkeşliği giderilerek işe alıştırılan hayvana “Dâbbetun zelulun” denilir. Bakara: 2/71’de geçen “Lâ zelulun” kelimesi tarla sürmeye alıştırılmamış demektir.

Zelûl, "zili" masdarından boyun eğmek ma­nasına mübalağa vasfıdır. Boyun eğen, kolaylıkla çekilip götürülecek şekilde kullanılmaya hazır olana ve uysal şeye "zelûl" denir. Aslolan mana, hakaret ve aşağılama değil, kolaylık, yumuşaklık, uygunluk, kısacası uysallık mana­sınadır.

Herhangi bir şey zelil olmak­la birlikte şerefli de olabilir. Nite­kim alçak gönüllü olmak bir şe­reftir. "Zelûl" olmak, "zelil" ol­mayı gerektirmez. Hor ve hakir demek olan zelil, "zal"ın ötresi ile "züll" masdarından gelir.

Boyun eğme ve uysallık tavrı olmakla birlikte, esas itibariyle is­teğe bağlı bir davranış olan "zelül" hayvanların bir özelliğidir. Örne­ğin en'am denen yumuşak başlı hayvanlar zeluldur. Dilimizde bu­nun en açık örneği koyundur.

Uysallığı ifade etmek için "koyun gibi" deriz. Koyuna "zelul"dür denilir ancak "zelil"dir denilmez. Eşek hem zelildir hem zelüldür, katır zelildir zelul değil­dir, çünkü inatçıdır. Taş gibi zor­lukla kullanılan şeylere "zelûl" denilmez, denilirse mecaz olur. Yeryüzüne "zelûl" denilmesi ben­zetme yoluyladır, "zelül bir hay­van gibi" demek olur.

 

Zencebîl:

 

Zencebîl, zencefil dediğimiz, hoş kokusuyla meşhur olmuş karışımın ismidir. Bazı meşrubatlara katıldığında hoş bir lezzet ve güzel bir koku verir.

 

Zenîm:

 

Zenîm, "zeneme"den türemiştir. "Zeneme", keçi ve ko­yunun boynundaki, kulağının di­bindeki derisinde oluşmuş küpe gibi yumrulara veya kulağın uzunlamasına kesilmesinden/dilinmesînden oluşmuş sarkıntılara denir. Öyle ki bu sarkıntılar rastgele sağa sola sallanıp dururlar. Türkçe'de bu şekildeki koyun ve keçilere "küpeli" dendiği gibi Arapça'da da "zenîm" denilir.

Buradan mecaz olarak Türk­çe'de "kulağı kesik", "kulağı yi­rik" yahut "küpeli" deyimleri vardır ki daha çok dalkavukları, gözü açıkları anlatmak için kulla­nılır.

Zenîm, bir toplumdan olmadığı halde onlara yamanmış olan. Babası tanınmayan evlatlık manasınadır.

Şâir şöyle der:

Babasının kim olduğu bilinmeyen bir nesepsiz.

Annesi zina eden, adî soylubir kişi.[53]

İbni Cerîr tefsirinde "zenîm" için, deiy (nesebi belli olmayan), piç, kötülük yapması ile meşhur, kötü damgalı, alametli kâfir, za­lim, facir anlamları verilmiştir. Kı­sacası "zenîm" kelimesi, dalka­vuk, kalleş, damgalı namert anlamlarına da gelir.

 

Zenub:

 

Zenûb ve zunub sakaların, su sunanların, hizmetçilerin, su taşı­yıcılarının, su dağıttıkları dolgun büyük küfedir. Kur'ân'da, Zariyat: 51/60'ta olduğu gibi, azabtan nasib, pay anlamında istiare yapılmıştır.

 

Zerâbîyy:

 

Zerâbîyy, nefis göz alıcı döşemeler, kıymetli halılar demektir. "Zerbiyetun" kelimesinin çoğulu­dur. Ferrâ şöyle der: Zerâbî ince kadife püskülleri olan halılar demektir. Kâmus'ta, zerâbiyy, sararmış ve kızar­mış olmakla beraber yeşilliği de bulunan otlara da dendiği ifade edilmiştir. Döşemeler için de söy­lenmesi teşbih yoluyladır. Râgıb ise "zerâbiyy"in renkli dokumalar olduğunu, döşemeler için kullanıl­dığını da söylemiştir.

 

Zeru:

 

Zerû, iki şekilde tefsir edilir:

1. Beni (onunla başbaşa) bırak/onu ba­na bırak

"Bana bırak (zernî), tek olarak halkettiğimi/Beni bı­rak (zernî), tek olarak halkettiğimle..." [54]

Allah Teâlâ, "Beni (onunla başbaşa) bırak!" sözünü, birilerinin Kendisini engelleyeceğinden korktuğu için değil, onu tek başına helak edeceğini beyan sa­dedinde söylemiştir.

"(Fir'avn dedi ki): "Bırakın beni (zerûnî) (beni o'nunla başbaşa bırakın), Musa'yı öldüreyim." [55]

Fir'avn, birilerinin kendisini engelleyeceğinden korkmaksızın, "Beni onunla başbaşa bırakın!" de­miştir.

2. Herhangi bir şey için bırakın, iliş­meyin

"(Salih dedi ki): "Bu Allah'ın dişi devesi, sizin için bir âyettir (işarettir/alâmettir); onu bırakın/ona ilişme­yin (zerûkâ) Allah'ın arzında otlasın, ona kötülükle dokunmayın!" [56]

"Faizden arta kalanı bırakın (zerû) (faiz yeme­yin)."[57]

"Günahın zahirini ve bâtınını bırakın (zerû) (açık ve gizli günah işlemeyin)!"[58]

 

Zerv:

 

Zerv, tozutup götür­mek, savurmak, kırıp ufalamak demektir.

 

Zevç:

 

Zevç, cinsinden bir başkası ile beraber bulunan demektir. Bunlardan her biri kendi kendine ferd tesmiye olunur. "Zevç" ikisinin değil, ikiden biri­nin diğerine göre ismidir, ikisine birlikte "zevcân", "zevceyn" de­nilir. Zevç tam anlamıyla bizim "çift" dediğimiz değil, "eş" dediğimizdir. Yani çiftin her bir teki­dir.

Ezvâc ise, "zevc"in çoğulu­dur. Zevç, çift ve eş demektir. Râ­gıb'a göre, iki yakının her birine de ve bir diğerine benzer veya zıt olarak ilgili bulunan şeye de "zevç" denir. Bu itibarla dünya­daki şeylerin hepsi, bir zıddı, ben­zeri, herhangi bir terkip ve karşıtı bulunması nedeniyle çifttir. Mese­la, cisim ve ruh, madde ve kuv­vet, cehver ve araz, iç ve dış, dün­ya ve ahiret gibi. "Halaka'l-ezvâc" (çiftleri yarattı) demek, bü­tün çeşit ve sınıflarıyla alemi ya­rattı demektir.

 

Zihar:

 

Zihâr bir koca­nın karısına, "sen benim anamın zırhı gibisin" demesidir. Yani, na­sıl, anam bana haramsa, sen de bana öyle haramsın demek olur.

Araplar, böyle denilen bir kadını ana gibi addederken, hemen ko­casından ayırırlardı. Ana gibi al­gılandığı için aynı kişiyle bir daha nikah yapılması da söz konusu ol­mazdı.

Kur'ân, kocaların eşlerine, hemen "anam gibisin" demekle ana olamayacaklarını anlatarak, bu geleneği yasaklamıştır. Karıla­rına zıhar yapanlara, yaptıkları şeyin yanlışlığını göstermek için ceza olarak bir keffaret uygula­ması getirmiştir.

 

Zikir:

 

Zikir kelimesi de masdar olup, anmak, anış ve anılan şey manalarına da gelir. Anmak, ya kalp ya dil ile olur.

Râgıb'ın Müfredat''ta, Kâmûs sahibinin Besâir'de de açıkladıkla­rı gibi, zıkr, maddesi ile bazen, in­sanın kazandığı marifeti koruma­sı, kendisi ile mümkün olan bir durum kastedilir. Bu şekilde ez­ber ile aynı manaya gelir. Fakat ezber, kalpte elde etmek, zikir ise hatırlamak itibariyledir. Bazen de zikir, bir şeyin kalpte veyahut sö­zün dilde hazır olmasına denilir.

Zikir iki kısma ayrılır. Biri dil ile zikir, diğeri de kalp ile zikirdir. Bunlar da iki kısımdır: Unuttuk­tan sonra zikretmek/hiç unutma­yıp daima zikretmek. Sonra zikir nam ve şöhret, methetmek, öv­mek, şan, şeref manalarına da kullanılır. Namaza ve duaya da zikir denilir.

Bir de zikir (Enbiya: 21/24, 105) ayetlerinde belirtildiği gibi din ve şeriatı açıklayan ve milletle ilgili hükümleri koyan gökten inen ki­taplara da denir. "Zikir aramız­dan ona mı indirilmiş"[59] ayetinde, öbür manaların her birinden bir yön vardır. İşte bu ma­na ile Kur'ân'ın bir ismi de "zikr"dir.[60]

Zikir kelimesinin, anmak, ha­tırlamak, şan, şeref, kitap, öğüt gi­bi geniş bir anlam sahası vardır. Dolayısıyla namı anılmak, şeref ve şan, va'z ve ihtar, kanun, hu­kuk, va'du vaîd (ceza ve mükâ­fat) geçmişlerin kıssalarındaki ib­ret, dinde ihtiyaç bulunan şeyler, fikir, düşünce ve Kur'ân anlamın­da kullanılmıştır

Zikir, şükür gibi ya lisan veya kalb ile veyahut beden ile olur. Dil ile zikir, Allah-u Teâlâ'yı esmâ-i hüsnâsıyla yâd ve hamdetmek, kitabını okumaktır.

Kalb ile zikir, Allah'ı gönül­den anmak, düşünmektir. Beden ile zikir, bedenin azalarından herbirinin kendi görevlerini yerine getir­mesidir.

Kur'ân'da yaklaşık 285 âyette zikredilen bu kelime "bir şeyi telaffuz etme, zihinde hazır bulundurma, hatırlama ve anma demektir.[61] Nitekim Mücadele suresi 19. âyette "Bunları, şeytan istila etmiş, artık o, bunlara Allah'ı hatırlamayı bile unutturmuştur." buyrulmaktadır.

İslâm'dan önceki dönemde bu kelime, herhangi bir şeyi anma ve hatırlama manasında kullanılmıştır. Nitekim o dönem şairlerinden Antara şöyle demektedir.

"Tayımı ve ona yedirdiklerimi ağzına dolayıp durma, böyle yaparsan derin, uyuzlu devenin derisi gibi olur.[62]

"Zikr" kelimesi Kur'ân'da bir çok manada kullanılmıştır.

1- Kur'ân'ın kendisi manasında “Kur’an’ı biz indirdik.[63]

Kur'ân'ın zikir olarak isimlendirilmesinin hikmeti şöyle yorumlanabilir: İnsan zaman zaman gaflet ve dalâlet içerisine düşerek varlığında bulunan inkâr edilemez gerçekleri örtmeye veya unutmaya başlar. Böyle bir durumda onun kalbi kararır ve tam bir unutkanlığın ve gafletin içerisine düşer. İşte bu anda insana kesin gerçekleri hatırlatacak deliller, işaretler devreye girmelidir. Şayet insan, akli selimine dönerse evren ve kendisinde bu delil ve işaretleri görme imkânı bulabilir. Kur'ân bize bu burhan ve alâmetleri hatırlattığı için kendisine zikir denilmiştir.[64] Nitekim Kur'ân'da "Kesin olarak inanan­lar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinde de öyle. Görmüyor musunuz?” buyurulur.[65] Namazın da bir ismi zikirdir. Çünkü o da, insana Allah'ı ve ona verdiği sözü hatırlatmaktadır.[66]

2- Kur'ân'ın sıfatı manasında; "O şanlı ve şerefli Kur 'ân'a yemin ederim ki."[67]

3- Allah'ı anma ve hatırlama manasında; "Öyle ise siz beni anın ki ben de sizi anayım.[68]

 

Zill:

 

Zill, gölge demektir. Güneşin zevalinden sonraki göl­geye Arapça'da "fey"' denildiği için "zill" bazen bunun karşıtı ola­rak sabah gölgesine denirse de esas itibariyle genel bir isimdir. Ya­ni mutlak gölge demektir.

 

Zillet:

 

Zillet; zelillik, horluk ve hakirlik demektir.

 

Zimmet:

 

Zimmet, korunması ve saklanması, zayi edilmemesi ge­reken herhangi bir iş ve durum mefhumuyla ahid ve eman, taah­hüt ve garanti demektir. Bundan türetilmiş olarak şer'an bir şahsın leh ve aleyhinde icab ve isticabe ehil olması vasfına denir. Bu "ah­di bulunan nefis" diye de tarif edilir. Başka bir deyişle hukukî şahsiyet, hak ve vazife ehliyeti de­mektir.

 

Zinet:

 

Zînet kelimesi­ni İbni Abbâs dahil birçok müfessir, "giyilecek şeyler" diye tefsir etmişlerdir. Ancak başka bir görü­şe göre, israf olmamak üzere sa­dece giysi ile sınırlı değil bütün zinetleri içine almaktadır. Açık olanı budur.

Dolayısıyla, her yönden be­deni temizleme, hayvanlar ve di­ğerlerinden üzerine binilenler ve zinet/süs eşyalarının her biri, her çeşidi zinet deyimi içine girer. Çünkü hepsi zinettir. Erkek için altın, gümüş ve ipeğin haram/ya­sak olduğuna dair nas olmasaydı bunlar da zinetten sayılırdı.

"De ki: Allah'ın kulları için çı­kardığı zineti ve tayyib olan rızkı kim haram kılmış"[69] ayetin­de dile getirilen ziynet, mesela, bitkilerden elde edilen; pamuk, keten, hayvanlardan elde edilen; yün, ipek, madenlerden elde edilen; zırh vesaire gibi insanları süs­lemeye yarayan giysilerdir, Al­lah'ın haram etmediği zinetler bunlar ve benzerleridir. Bu ayete göre zinet tayyibat olan rızıktan farklıdır. Rızık, daha çok yiyecek, içecek anlamında  kullanılmıştır.

 

Zubur:

 

Zubur, beş şekilde tefsir edilir:

1. Geçmiş ümmetlere ait hadîsler/haber­ler ve onların kitaplarda yazılı olan işleri/durumları

"Beyyinât (apaçık deliller, nebilerin kavimlerine getirdikleri âyetler), zubur (onlardan önceki ila­hi kitapların hadisleri/haberleri ve nasihatleri) ve nurlu kitap (emir ve nehiyleriyle aydınlatan ki­tap) ile..." [70]

"Rasûller’i onlara apaçık delillerle, zubur ve nurlu kitab ile gelmişlerdi" [71]

"Eğer bilmiyorsanız zikr ehline sorun; (onları da) apaçık de­liller ve zubur ile (göndermiştik)"  [72]

2. (ilahî) kitaplar

"Muhakkak ki o (Muhammed. ve o'nun ümmeti­nin nitelikleri), evvelkilerin zuburunda (kitaplar’ında) vardır." [73]

"Andolsun Biz Zikr'in (Levh-i Mahfuz’un) ardın­dan zebûr'da (bütün ilahî kitaplarda) da yaz­dık..." [74]

3. Levh-i Mahfuz

"İşledikleri herşey o zuburdadır (Levh-i Mah­fuz'dadır)." [75]

4. Kütleler parçalar

"Bana demir zuberi (kütleleri) getirin!" [76]

"Ama insanlar işlerini kendi aralarında zubur ettiler (kısım, kısım/parça parça ayırdılar)." [77]

5. Davud'a verilen kitap

"Davud'a da Zebur (kitap) verdik." [78]

"Andolsun nebilerin kimini kimine tafdil ettik. Davud'a da zebûr verdik"[79]          

 

Zûd:

 

Zûd, kötülükten uzaklaştırmak, kötülüğü def et­mek, sakındırmak demektir.

 

Zuhruf:

 

Zuhruf, altın, gümüş ve benzerlerinden yapılan süs.

Zuhruf, üç şekilde tefsir edilir:

1. Zeheb/altın

"...ve (sınırsız) zuhruf (zeheb/altın)..." [80]

"zuhruftaıı (zehebten/altından) bir evin olsun..." [81]

2. Güzellik

"Nihayet arz zuhrufunu ahzettiği (nebat ile) gü­zelleştiği/güzelliğine eriştiği) vakit..." [82]

3. Süslemek/tezyin etmek

"Aldatmak için sözün zuhrufunu (onunla aldat­mak için, sözün süslenmiş/tezyin edilmiş/allanıp pullanmış olanını)..." [83]

 

Zulef:

 

Zulef, "zulfe"nin çoğuludur. Arapça'da çoğul olabilmenin şartı en az üç olduğu için bununla, ikisi gündüz, üçü de geceden olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiş olduğu açıktır.

 

Zulel:

 

Zulel, "Zulletun" kelimesinin çoğuludur. Zulle, insana gölge yapan tavan ve benzeri şey demektir.

 

Zü'l-evtad:[84]

 

... (Firavun) bir adama öfkelendiği zaman onu dört ka­zık arasına bağlar ve işkence altında ölünceye kadar (bekletirdi). Karısı Asiye binti Muzahim'e de böyle yapmıştı. Bu münasebetle bu isimle (zü'levtad) adlandırıldı.[85]

(Zü'levtad) Aslında bu, kazıklarına bağlanmış evin sağ­lamlığından mülhemdir. Güç ve mülkün sağlamlığına ve iş­lerin yolunda olduğuna (işareten) istiare yapılmıştır.

Esved b. Ya'fur[86] bir şiirinde şöyle demektedir:

"Dünyada yaşamlarını bol nimetli bir hayat ve

Güçlü bir hükümdarın (sabiti'l-evtad) himayesinde sürdürdüler."[87]

(Zü'levtad) sürekli, güçlü ve yıkılmaz mülk sahibi, muh­kem binalar sahibi (anlamındadır).

Zü'levtad'ın güçlü bir iktidarın merkezinde olma (anla­mına geldiği de söylenmiştir). Araplar "falanca, kazıkları/temelleri güçlü bir iktidarın merkezindedir" derler. Bu­nunla kuvvet ve sürekliliği kastederler: Bunun arkaplanı (şudur): Arapların evleri kazıklarıyla (ayakta) duruyordu. [88]

Zü'levtad: Arz'ın kazıkları olan dağlar gibi yüksek bina­lar (piramit) sahibi. Kazıklarla bağlanan (nesnenin) sağlamlığı gibi, sağlam mülk sahibi (anlamına geldiği de) söy­lenmiştir. [89]

Klasik Arapça'da bu eski bedevi deyimi, deyimsel olarak "güçlü bir otorite" yahut sarsılmaz/yıkılmaz bir güçten me­caz olarak kullanılmaktaydı.[90] Bir bedevi çadırı­nı ayakta tutan direklerin sayısı, çadırın boyutuna/genişli­ğine bağlıydı. Bu boyut da, her zaman çadır sahibinin sta­tüsüne ve gücüne göre değişmekteydi. Böylece, güçlü bir kabile reisi için çoğu zaman "sayısız direkler üstünde duran çadırların sahibi" tanımlaması yapılırdı. [91]

Firavun hakkında "kazıklar sahibi" şeklinde bir tanım­lama yapılmıştır. Çünkü, onun saltanatı yere çakılmış kazıklar gibi sapasağlamdı. Ya da şöyle denilebilir:

"Ordusun­da fazla asker olduğu için, ordusunun konakladığı yerde çok sayıda kazık diktirirdi." veya "kim kendisine karşı ge­lirse, onu kazığa oturturdu." Bu bağlamda, Mısır'daki Eh­ramları yeryüzüne kazık gibi çakmış olmasının kastedilmesi mümkündür. [92] "Kazıklı Firavun" terkibi, beliğ bir istiaredir. Yüce Allah, mülkü, sabit kalması, iyice yerleşmesi ve rüzgarın sökme­mesi için ipleri kazıklara bağlanan büyük bir çadıra benzetti. Bunda istiare-i mekniyye vardır. "Kazıklar" zikretmek ise, hayalde canlandırmayı ifade eder. [93]

Görüldüğü üzere "zü'levtad" tabiri güç, mülk, zenginlik, sağlamlık, işkence aracı ve piramit anlamlarına gelmekte­dir. Ancak müfessirlerin en çok üzerinde durduğu husus güç ve zenginliktir. Yani kazıklar ve direkler; güç, zengin­lik ve otoritenin mecazi anlamlarını yansıtan deyimsel öğe­ler olarak algılanmıştır.

Zü'levtad deyiminin Kur'an meallerindeki karşılığı ise aşağıdaki şekillerdedir:

Elmalı: ... o kazıkların sahibi ...

Çantay: ... kazıklar sahibi ...

Haşme, saltanat sahibi[94] Bazılarına göre bu, "hakiki" manasına mahmuldür. Çün­kü (Firavn) gazab ettiği kimselerin ellerini, ayaklarım dört kazığa bağlayarak işkence ederdi.[95]

D.İ.B., Atay: ... sarsılmaz bir saltanatın sahibi ...

Bilmen: ... demir kazıklar sahibi olan...

Yavuz: .... payidar mülk sahibi ...

Davudoğlu: ... kazıklı Fir'avn

Eir'avn'ın bu sıfatı almasının sebebi, o, yere dört kazık çaktırır ve hışmına uğrayan kimseyi kollarından ve bacakla­rından bunlara bağlatarak işkence yaparmış.

Ateş: ...kazıklar sahibi (temelleri kazık gibi yere çakılmış, yüksek piramitler yaptıran)...

Bulaç:... kazıklar sahibi...

Dünyaya kazık atmışçasına ölmeyeceğini sanıp ehram diken veya düşmanlarım kazığa vurarak öldüren Firavun.

T.D.V., Y. Öztürk, Varol: ... kazıklar sahibi ...

A. Öztürk: ... kazıklı Fir'avn ...

Koçyiğit: Saltanat sahibi Firavun ...

Hizmetli: ... yıkılmaz sanılan bir saltanat sahihi ...

Piriş: Kazıklar/piramitler sahibi Firavun'a...

Çantay, Davudoğlu, Ateş ve Bulaç, deyimi önce mot a mot tercüme etmişler ardından da dipnotlarla veya parantez açarak anlamlandırmaya çalışmışlardır. Demek ki bu zatları, deyimin salt lafzi tercümesinin okuyucuyu müstefid kılamayacağı endişesi böyle bir yöntem uygulamaya teşvik etmiştir. Nitekim bu, gerekli ve yerinde bir davranıştır. Piriş'in kazıklara "piramit" şeklinde açılım kazandırmış ol­ması belli bir rivayete dayanmakla beraber kanaatimizce ifadedeki yoğun deyimsel temayı sembolize etme noktasın­da yetersiz kalmaktadır.

D.İ.B., Yavuz, Atay, Koçyiğit ve Hizmetli ise, diyebiliriz ki, söz konusu terkibin deyimsel anlamını idrak etmişler ve bunu olabilecek en güzel şekillerde meallerine yansıtmış­lardır.

Bir terkibin taşıyabileceği deyimsel anlamları dipnotlar­la belirtmek, bunu yapanın taşıdığı sorumluluk açısından elbetteki güzel ve gerekli bir eylemdir. Ama deyimsel an­lamları tercümeye yansıtabilmek daha güzeldir.

Bu iki grubun dışındaki zatların tercümelerine gelince; bizce bunlar anlaşılabilecek nitelikte değildir.

Biz de bu deyimin aşağıdaki tercümelerine katıldığımızı ifade ediyoruz:

- Payidar mülk sahibi. (Yavuz)

- Sarsılmaz bir saltanatın sahibi. (Atay, D.İ.B.)

- Yıkılmaz sanılan bir saltanat sahibi. (Hizmetli)

- Dehşetengiz bir iktidar sahibi.

Örnek:

Onlardan önce Nuh kavmi, Ad ve sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun yalanlamıştı.

 

Zullilet:

 

Yaklaştırılmış, emre hazır kılınmış, demektir. 

 

Zulm-Zalim:

 

Zulm, haddini aşıp, bîr hakkı yerinden başkasına koymaktır. Cenâb-ı Hak, Adem'e cennette büyük bir hürriyet ver­mekle beraber ona yine bir sınır tayin etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini de bildirmiştir. İn­sanlıkla ilgili hilafet mutlak değildir; bir sınırı vardır, tecavüzü zulümdür.

Kur'an'da yaklaşık 248 âyette geçen bu kelimenin, İbn Fâris'in de dediği gibi iki kök manası vardır. Bunlardan birincisi nurun yok olması manasına gelen "karanlık", ikincisi de bir şeyi, kendisine tahsis edilen yerin dışına koymaktır. Söz gelimi sulamayı şaşırıp zamanında yapmadığında "zalemtu's-sika"; kazılmaması gereken yeri kazdığında da "zalemtu'l-erde" dersin.[96]

Kurtubî, Tefsir’inde, "Hastalığı olmadan kesilmiş deveye zulmedilmiş olur, tarlayı sürmeyip terketmekte de zulüm vardır."[97] der. Yani deve kesilmeyi hak etmemiş olduğundan burada zulüm ve adaletsizlik vardır. Şu halde "zulüm", dil itbariyle, bir noksan veya bir ilave yahut da vaktini ve yerini değiştirmek suretiyle bir şeyi kendisine mahsus yerinden başka bir yere koymaktır.[98]

Bu anlamların yanında ahlâkî yönden hakkı çiğnemek, haddi aşmak ve adil olmamak gibi anlamlara da delalet etmektedir. Aralarında çok büyük fark olmasına rağmen Hz. Adem'e zalim dendiği gibi İblis'e de zalim denmiştir. Buna göre büyük ve küçük günahlar zulüm dairesi içerisinde mütalaa edilmektedir.[99]

Kur'an'da, şirke zulüm denmesinin sebebi de, müşrik'in uluhiyet inancını gerçek yerine koymaması ve gereği gibi anlayamamasındandır.[100] Zulüm ile ilgili olarak câhiliye şairi Zuheyr b. Ebi Sulmâ şöyle der:

"O, cesurdur. Zulme uğratılacak olursa, çarçabuk zulümle mukabelede bulunur. Zulme uğratılmayacak olursa, kendisi zulme başlar."[101]

en-Nabiğa ise şöyle der:

"Dınne oğullarının hepsi, onlara karşı zalim de olsam mazlum da bana acıyıp yardım ediyorlar.[102]

Görüldüğü gibi bu beyitlerde zulüm adaletsizlik, yani yerinde olmayan bir harekettir. İslâmî dönemden önce putperest ortamda yaşayan Araplar, belki de kendi açılarından zulmü hiç sebep yokken yapılan bir haksızlık veya kötülük olarak kabul ediyorlardı. Fakat Allah'a şirk koşmanın büyük bir zulüm olduğu manasını Kur'ân ortaya koymuştur. Ancak Araplar bunu kavramakta hayli zorlandılar. İslâm'la mücadeleleri bunu göstermektedir.[103]

Kur'ân'a göre zulüm bir çok günah ve suç çeşidini içinde barındıran çok geniş kapsamlı bir kavramdır. Ve zulüm insanı sonunda helâka ve yok olmaya götürür. Çünkü o, ışıksız ve karanlık bir yoldur. Kur'ân'da "zulumat" (karanlıklar) ile nûr (ışık) karşılaştırılır. Kur'ân'a göre fesat çıkarıp, refahla şımarmak zulümdür.[104] Faiz alıp verme zulümdür.[105] Ve Kur'ân'a göre yeryüzünde meydana gelen zulümlerin hepsi insandan kaynaklanmakta yani onun yaptıklarının bir neticesidir.[106]

Sonuç itibariyle zulüm kelimesi her ne kadar bütün günahlar için kullanılmışsa da, daha çok Allah'a karşı işlenen günahlar için söz konusudur. İmansızlık ve küfür, bu konuda ilk sırayı alır. Dolayısıyla ana günahlar şunlardır: Küfür, şirk, Allah Resûlü'nden yüz çevirme, Cenab-ı Hakk'a karşı yalan söyleme ve peygamberleri yalanlama. Özellikle 'ezlemu' (en zalim) kipi, Allah'a iftiraya tahsis edilmiştir. Küfür ve şirkin yanında O'na iftiranın bu siğa ile dile getirilmesi konunun vehametini gösterir mahiyettedir.[107]

Zulm, dört şekilde tefsir edilir.

1. Şirk

"İmân edenlere ve îmânlarına zulm (şirk) karış­tırmayanlara gelince..." [108]

"(Lokman oğluna şöyle dedi): "Oğulcuğum! Allah'a şirk koşma, çünkü şirk büyük bir zulmdür." [109]

2. Kulun -şirk dışında- hata işlemek suretiyle kendisine zulmetmesi

"Haklarına tecavüz etmek için onları zararlarına tut­mayın. Kim bunu yaparsa muhakkak kendisine, (iş­lediği hata sebebiyle) zulmetmiş olur." [110]

"(Mûsâ dedi ki): "Rabbim! Gerçekten ben (bir adam öldürmekle) kendime zulmettim. Onun için bana mağfiret eyle!" O da o'na mağfiret etti." [111]

Buna benzer buyruklar tevhîd ehli hakkında söz konusu edilirse maksat, (işlenen hata sebebiyle) nefse zulmetmektir.

3. İnsanlara zulmeden kimseler   

"Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür. Kim vazgeçer ve ıslah ederse, onun mükâfaatı Allah'adır. Şüphe yok ki O, zâlimleri (yani, insanlara zulmü ilk olarak başlatan kimseleri) sevmez." [112]

"...Yol sadece, insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler üzerinedir/aleyhinedir." [113]

4. Şüphe olmaksızın kendilerine za­rar verenler ve (sevâblarını, haklarını) eksiltenler

"Size rızık olarak verdiğimiz tayyibâttan (menn ve salvâ'dan) yeyin!" [114]

Allah bunlardan (menn ve selvâ'dan) her gün için kendilerine yetecek kadar almalarını, fazla almama­larını emretmiş idi. Onlar ise bu hususta O'na isyan ettiler. İşte Yüce Allah'ın, "Onlar Bize zulmetmediler (bir günlük ihtiyaçlarından fazla menn ve selva alıp saklamakla Bize zarar vermediler, Bizden birşey eksiltmediler).[115] Fakat kendilerine zulmettiler." [116] buyruğu bunu ifade etmektedir.

"Biz Kıyamet Günü'ne has adalet terazileri koruz. Hiçbir kimseye zerrece zulmedilmez (hiçbir kimsenin hiçbir şeyi eksiltilmez)." [117]

"Zerre kadar zulme uğratılmazlar (amellerinden en ufak birşey eksiltilmez)."[118]

 

Zulumât:

 

Zulumât, iki manada kullanılmıştır:

1. Çeşitli dehşetler/dehşetli haller

"De ki: "Berr ve bahr'ın zulumâtmdan (yani, kara ve denizin dehşetli hallerinden) sizi kim necata çıkarır/kurtarır?" [119]

"Yoksa berr ve bahrin zulumâtında (kara ve de­nizin dehşetli hallerinde) size yol gösteren... mi?" [120]

2. Safhalar/merhaleler

"Sizi analarınızın karınlarında üç zulumât (ka­rın, rahim ve meşime safhaları/merhaleleri) içinde bir hilkatten diğer hilkate halkediyor." [121]

"(Yûnus), zulumât (gecenin karanlığı, suyun ka­ranlığı ve balığın karnındaki karanlık) içinde, "Senin dışında ilah yoktur, Seni tenzih ederim..." diye nida etmişti."[122]

"Küfredenlerin diğer bir kısmının amelleri ise, derin bir denizdeki zulumât gibidir (.....) öyle zulumât ki, üstüste..." [123]

Bununla, kâfirler kasdedilmektedir: yani, karanlık bir bedendeki karanlık bir göğüsteki  karanlık bir kalb.

 

Zulumât-Nür:

 

Zulumât ve nûr, iki manada tefsir edilir:

1. Zulumât, şirk; nûr, îmân

"Allah, îmân edenlerin velîsidir; onları zulumâttan (ya­ni, şirkten) nura (yani, îmâna) çıkarır." [124]

"Küfredenlerin velîleri ise tâğûttur; onları nurdan zulıımâta çıkarırlar." [125]

"O ve O'nun melekleri, sizi zulumâttan (şirkten) nura (îmâna) çıkarmak için size salât ederler."[126]

2. Zulumât, gece; nûr, gündüz

"Hamd o Allah'a ki, gökleri ve yeri halketti, zulumâtı (geceyi) ve nuru (gündüzü) yaptı."[127]

 

Zübür:

 

Zübür, İlahi kitab mânâsına gelen "zebur" kelimesinin çoğulu olup semavî kitaplar demektir.

 

Zümerâ:

 

Zümerâ, grup grup demektir. Bu kelime, cemaat mânâsına ge­len "Zümratun" kelimesinin çoğuludur.

 

Zümirre:

 

Mirre, kuvvet demektir. Kurtubî şöyle der: Araplar akıllı ve iyi görüşlü herkese "Zu mirre" derler.[128]

Zûmirre, etkileyici ve nüfuz eden, ödlü, yani ödleğin zıddı olarak, yüksek ruhlu, akıllı, kuvvetli, sağlam vücutlu anlam­larını ifade eder.

Ebu's-Suûd, Keşşaf ve Beyzâvi’nin ifadelerine göre; akıl ve görüşünde isabet ve güç sahibi anlamına da gelir. "Mirre", "mürur"un bina-i nev'idir. Öd, akıl, kuvvet, kat, sağlamlık an­lamlarına gelir.

 

Zülfâ:

 

Zülfâ, "onlara yakın" demektir. "Cennet, takva sahih­lerine yaklaştırılmıştır"[129] âyetinde bu mânâda kullanılmıştır.

 

Zülkarneyn:

 

Zülkarneyn tabiri, "zülyedeyn" gibi bir lakaptır. "Zülcenaheyn" nitelemesine ben­zer. "Karn", boynuz, asır, aynı zaman diliminde yaşamış top­luluk anlamına geldiği gibi, in­sanın başına, özellikle de başının yanlarına, hayvanlarda ise boy­nuz yerine denir. Erkeklerin per­çemine, kadınların zülüflerine, güneşin düz gibi görülen yüzünün kenarına veya bir kav­min/toplumun başında bulunan efendisine denilmiştir.

 

Zulzilet:

 

Şiddetli bir şekilde sarsıldı.

 

 

 



[1] Bakara: 2/95, Âl-i İmran: 3/182, Nisa: 4/62, 40, Enfal: 8/51, Kehf: 18/57, Hac: 22/10, Kasas: 28/47, Rum: 30/36, Şura: 42/48, Cum'a: 62/7.

[2] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 1 s. 193.

[3] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 1 s. 175.

[4] Semerkandi, B, Ulum, c. 1, s. 75.

[5] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. l, s.270.

[6] Zuhayli, Veciz,1996, s. 75.

[7] Sabuni, Safvet, 1995, c. 1 s. 471.

[8] A'râf: 7/44

[9] Hûd: 11/18

[10] İnsan: 76/31

[11] Bakara: 2/35

[12] Enbiyâ: 21/87

[13] Talâk: 65/l

[14] Bakara: 2/229

[15] Bakara: 2/231

[16] Fâtır: 35/32

[17] İsrâ: 17/33

[18] Nisâ: 4/30

[19] Nisâ: 4/10

[20] Kehf: 18/33

[21] Enbiyâ: 21/47

[22] Al-i İmrân: 3/117

[23] A'râf: 7/160. İsrâîloğulları'nın, saklamamaları gereken menn ve selvayı sakladıkları iddiası, temelsizdir. Menn ve selvayı sakla­dıkları için kendilerine zulmetmiş olduklarını söylemek, kendilerine zulmetmelerini, bununla sınırlamak ise, hepten keyfî olup temelsiz bir iddiayı temelsiz bir yoruma mesned yapmaktır. Siyak ve sibaktan da anlaşılacağı üzere menn ve selva, İsrâîloğulları'na ihsan edilen nimetlerden sadece biridir; İsrâîloğulları, Allah'ın birçok nimetine nönkörlük etmek, emir ve nehiylerine isyan etmek, peygamberlerine itaatsizlik etmek suretiyle kendilerine zulmetmişlerdir.

[24] Zuhruf: 43/76

[25] A'râf: 7/9

[26] A'râf: 7/103

[27] İsrâ: 17/59

[28] Yûsuf: 12/75

[29] Mâide: 5/38-39.

[30] Hicr: 15/14

[31] Şu'arâ: 26/4

[32] Tâ-Hâ: 20/97

[33] Şu'arâ: 26/71

[34] Vâkıa: 56/65.

[35] Nahl: 16/58

[36] Zuhruf: 43/17.

[37] Sâd: 38/24

[38] Hâkka: 69/20

[39] Baka­ra: 2/230

[40] Câsiye: 45/32

[41] Burada şâhid olarak gösterilen kelime görüldüğü üzere dat ile danîn [cimri] lafzıdır. Bu buyruğu, muhtemelen, dat harfi ile kullanılan bu kelimenin zı harfi, (ile yazılan ve zann kelimesi) ile aynı kökten gelen zanîn [zanneden] ol­ması sebebiyle delil göstermiştir.

[42] Tekvîr: 81/24

[43] Ahzâb: 39/10.

[44] Kurtubî, 18/135

[45] Rûhu'l-meânî, 30/188

[46] Tevbe: 9/103

[47] Jeffery , a.g.e., s. 152, 153; Karaman, Hayreddin, "Zekât" mad, İ. A., İst., 1977, XIII, 495.

[48] İbn Manzûr, a.g.e., XIV, 358, 359.

[49] Örnek olarak bkz. Bakara: 2/43, 83, 110.

[50] 'Tevbe: 9/103.

[51] Kırca, a.g.e., s. 37.

[52] bkz., İbnu'l-Humâm, Kemaluddin Muhammed, Şerhu Fethi'l-Kadir, Beyrut, tsz., II, 153, 155.

[53] Kurtubî, 18/234

[54] Müddessir: 74/11

[55] Mü'min: 40/26

[56] A'râf: 7/73

[57] Bakara: 2/278

[58] En'âm: 6/20.

[59] Kamer: 54/25.

[60] Hicr: 15/9

[61] el-İsfahani, a.g.e., s. 259.

[62] Antara, a.g.e., s. 33.

[63] Hicr: 15/9.

[64] Ünal, a.g.e., s. 36.

[65] Zâriyât: 51/20, 21.

[66] Ankebut: 29/45.

[67] Sâd: 38/2.

[68] Bakara: 2/152.

[69] A’raf: 7/32.

[70] Âl-i İmrân: 3/184

[71] Fâtır: 35/25

[72] Nahl: 16/43-44

[73] Şu'arâ: 26/196

[74] Enbiyâ: 21/105

[75] Kamer: 54/52

[76] Kehf: 18/96

[77] Mü'minûn: 23/53

[78] Nisâ: 4/163

[79] İsrâ: 17/55.

[80] Zuhruf: 43/35

[81] İsrâ: 17/93

[82] Yûnus: 10/24

[83] En'âm: 6/112.

[84] Sad: 38/12 Fecr: 89/10.

[85] Ferra, Meani, 1955, c. 3 s. 261.

[86] El-Esved b. Ya'fur (aynı zamanda Yu'fur ya da Ya'fir diye de bilinir) muhte­melen MS 6. yüzyılın sonlarında yaşamış İslam öncesi Arab şairidir. Onun, şiirde kaside ve hiciv yazan kabileler arasında dolaştığı ve bazen de el-Nu'man b. el-Munzir'e arkadaşlık (rehber) ettiği söylenir. Görme yeteneğini son derece uzun olduğu düşünülen hayatının sonlarına doğru kaybetmiştir. Bize kadar ulaşan şiirleri arasında en meşhur olanları ömrünün son yılların­da yazdığı ve hayatın zorlukları ile ilgili bilinen klişeleri ihtiva eden; "ölü­mün yaklaşması, gençliğin uçuşu ve yaşlılıktaki hastalıklar" konulu şiirler­dir. (Metni tercüme eden: Mesut Daglıoglu) (Encyclopaedia of İslam, c, 1, s. 728/New Edition 1986- Leiden/Nederland).

[87] Zemahşeri, Keşşaf, 1997, c. 4, s. 77-78.

[88] Semerkandi, B. Ulum, 1996, c. 3 s. 160.

[89] Nisaburi, Burhan, 1996, c. 2 s. 243.

[90] Zemahşeri.

[91] Esed, Mesaj, 1996, c. 3, s. 925.

[92] Mevdudi, Tefhim, 1986, c. 5 s. 57.

[93] Sabuni, Safvet, 1995, c. 5, s. 289.

[94] Beyzavi, Razi, Medarik, Ebussuud.

[95] Beyzavi, Celaleyn, Razi, Medarik, Ebussuud.

[96] İbn Fâris, Mu'cemu Mekâyîsi'l-Luğa, III, 468; el-İsfahânî, a.g.e., 470, 471.

[97] el-Kurtubî, a.g.e., X, 309, 310.

[98] el-İsfahânl a.g.e., s. 325.

[99] el-İsfahânî, a.g.e., s. 475.

[100] İbn Kııteybe Te'vilu Muşkili'l-Kurân (nşr, es-Seyyid Ahmed Sakr), Kahire, 1973, s. 467.

[101] Zuheyr, a.g.e., s. 24.

[102] Divanu’n-Nabiğa, s. 13.

[103] Izutsu, Kur'ân'da Dini ve Ahlaki Kavramlar, s. 226.

[104] bkz. Hûd: 11/116.

[105] bkz. Nisa: 4/10.

[106] bkz. İbrahim: 14/34; Âl-i İmrân: 3/182; Enfâl: 8/51; Hac: 22/10; Kâf: 50/20.

[107] Kılıç, Kur'ân'da Günah Kavramı, Konya, 1984, s. 135.

[108] En'âm: 6/82

[109] Lokmân: 31/13

[110] Bakara: 2/231

[111] Kasas: 28/16

[112] Şûrâ: 42/40

[113] Şûrâ: 42/42

[114] Bakara: 2/57

[115] Mukâtil'in Tefsirinde [Tefsîr-i Kebîr/Tefsir-i Mukâtil] âyet ile ilgili olarak şu açıklamalar yer almaktadır: Menn, kar gibi beyaz, bala benzer tatlı bir şeydir. Geceleyin ağaçlar üzerine yağardı. Selvâ ise bıldırcındır. Allah onlara menn ve selvâ'dan yemelerini, fakat ondan bir şey saklamamala­rını emretmişti. Ancak onlar, tükenir korkusuyla menn'i ve -kurutarak- selvâ'yı sakladılar. Böylece Allah'a karşı gel­diler. Allah da onların üzerindeki bu nimeti kaldırdı.

[116] Ba­kara: 2/57

[117] Enbiyâ: 21/47

[118] Meryem: 19/60.

[119] En'âm: 6/63

[120] Neml: 16/63

[121] Zümer: 39/6

[122] Enbiyâ: 21/87

[123] Nûr: 24/40

[124] Bakara: 2/257

[125] Bakara: 2/257

[126] Ahzâb: 33/43

[127] En'âm: 6/1.

[128] Kurtubî; 17/86

[129] Şuarâ: 26/90