Uygulanan Transkripsiyon Sistemi
2- Tahsilini Tamamladığı Yerler ve Hocaları
3- Berkûkıye'de Müderrisliği ve Hamîduddîn Nûmânî
Hadisesi
4- Hamîduddîn Hadisesinden Sonraki Durumu
C - Anadolu'ya Gelişi Ve Faaliyetleri
1- II. Murad ve Fâtih Devri İlim Hayatı, Gûrânî'nin
Muasırları
İbn Bezzâzî, Muhammed b. Muhammed(ö.827/1424)
İbn Cezerî, Şemsuddîn Ebû Hayr Muhammed b. Muhammed
(Ö.833/1430)
Molla Fenâri, Şemsuddîn Muammed b. Hamza (Ö.834/1431)
Makrîzî, Takıyyuddîn Ahmed b. Ali b. Abdissamed
(0.845/1441-42)
İbn Hacer, Şihâbuddîn Ebû Fadi Ahmed b. AH b.Ahmed
Askalânî2 (Ö.852/1448)
Aynî, Bedruddîn Ebû Sena Mahmûd b. Mahmûd Ayıntâbî (ö.
855/1451)
Hıdır Bey b. Celâluddin Sivrihısârî (Ö.863/1459)
Mahallî, Celâlııddîn Muhammed b. Ahmed b. Muhammed
(Ö.864/1460)
Tağrîberdî, Cemâluddîn Ebû Mehâsîn Yûsuf b. Afabekî (ö.
875/1470)
Musannıfek, Alâuddîn Ali b. Mahmûd b.Muhammed
(ö.875/1470)
Kâfiyeci, Muhyiddîn Muhammed b. Süleyman (ö.879/1474)
Ali Kuşcî b. Muhammed (Ö.879/1474)
Bikâ'î, Burhânuddîn İbrahim b. Ömer b. Ali (Ö.885/1480)
Molla Huserv, Muhammed b. Ferâmurz (Ö.885/1480)
Hoca-zâde, Musühuddîn Mustafa b. Yûsuf b. Salih
(Ö.893/1488)
Molla Câmî, Abdurrahmân b. Ahmed (o. 898/1493)
Sehâvî, Şemsuddîn Ebû Hayr Muhammed b. Abdirrahmân (0.902/1497)
Suyûtî, Celâluddîn Ebû Fadl Abdurrahmân b.Ebî
Bekr(ö.911/1505)
2- Osmanlı Ülkesine Geçişi ve Molla Yegân'ın Yardımı
4- İstanbul'un Fethi ve Molla Gûrânî
5- Fâtih'in Cülusunda Gûrânî'nin Kadı askerliği ve
Bursa'ya Gönderilişi
6- Bursa'dan Ayrılışı, Kudüs'de İkâmeti
2- Müflîlİğİ ve Şeyhülislâmlığı
3- Cem Sultan Hâdisesi ve Gûrânî
4- Vakıfları, İnşâ Ettirdiği Cami ve Medreseleri
E- Karakteri Ve Hayatının Son Seneleri
1- Şahsiyeti, Pâdişâhlar Ve Ulemâ İle Münâsebetleri
2 - Vefatı, Vasıyyeli ve Kabri
1- Topkapı Saray Arşivi E 10797
Fâtih Sultan Mehmed'e Yazdığı Bir Mektupu
3- Topkapı saray Arşivi E 11414
4 - Molİa Husrev'in vefatından sonra pûrânî'nin, Şehir
Kadı'sına Gönderdiği Mektub
5- Dava Vekili Olduğu Anlaşılan Bir zâtın Fâtih'e
Gönderdiği Mektub.
6 - Gûrânî'nin II. Bâyezid'e Saltanata Geçtiği Sıralarda
Yazdığı Mektub Topkapı Saray Arşivi E 6452
10 - Topkapı Saray Arşivi E 7458
c - Tefsiri Dışındaki Eseleri Ve Nüshaları
el-Şâfiye fî'l-'Arûd ve'1-Kâfiye (862/1458?)
el-Muraşşah alâ'l-Muvaşşah.(887/1482)
el-'Akbari iî Havâşî'l-Ca'berî (361/1457)
Raf’u’I-Hıtâm 'an Vakfi Hamzeti ve Hişâm (868/1464)
Ferâ'idu'd-Durer ve Şerhu Levâmi’ı’l-Ğurer (884/1479)
Keşfu'I-Esrâr 'an KirâatPl-E'immeti'l-Ahyâr (890/1485)
ed-Dureru'İ-Jevâmi'fî Şerhi CemTI-Cevâmi" (861/1457)
el-Kevseru'1-Câri ilâ Riyâdı Sahîhi'l-Buhârî (873
zilhicce sonu/1469 haziran)
d - Tefsiri ve Nüshaları Ğâyelu'l-Emânî fi Tefsiri
Kelâmi'r-Rabbânî (860-867/1456-1463)
B - Başlangıçtan İtibaren Tefsir Hareketleri Ve
Osmanlılarda Tefsir
a - Kur'ân'ın Cem'i Ve Teksîr'i
b - Hadîslerin Cem'i ve Tedvîn'î
c - Tefsîr'in Hadîs'den Ayrılışı, Sahabe ve Tâbiûn
Tefsirleri
d - Tefsîr İlmine yardımcı İlim Dalları
1 - Kıssalar ve tsrâilî Haberleri İhtiva Eden Tefsîrler
4 - Kelâmı Mezheblere Ait Tefsirler
5 - Tasavvuf! Tefsirler (îşârî)
e - III-VI. Hİcrî Asırlarda Tefsîr İlminin Gelişmesi
f- Garânî'nin Metot Yönünden Etkilendiği Tefsirler
g - Osmanlılarda Tefsir hareketleri, Osmanlı Müfessirleri
Arasında Gûrânî
1- Metin İçinde Zikrettiği Kaynaklar
Beydâvî, Nâsıruddîn Ebû'1-Hayr Abdullah b. Ömer
(.685/1286)
1- İsim Vermek Suretiyle Yaptığı Nakiller.
2- Tenkil Etmek İçin Yaptığı Nakiller.
3- Kaynak Adı Vermeden Yaptığı Nakiller.
et-Tîbî, Şerafuddîn Hasan b. Muhammed b. Abdillah
(Ö.743/1361)
Tetâzânî, Sâduddîn Mes'ûd b. Ömer b. Abdillah
(Ö.793/1391)
Râzî, Fahruddîn Ebû Abdillah Muhammed b. Ömer b. Hüseyjn
(Ö.606/1209)
Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerîr b. Yezîd b. Kesîr b.
Ğâlib (310/922)
Kevâşî, Muvaffakuddîn Ebû Abbâş AH b. Yûsuf (Ö.680/1281)
Nesefî, Ebû'l-Berekât Abdullah b. Ahmed b.Mahmud
(Ö.701/1302)
Sîrâfî, Kulbuddîn Muhammed b. Mes'ûd b. Mahmâd
(Ö.7I2/1312)
Vahidî, Ebû Hasen Ali b. Ahmed b. Muhammed (Ö.468/1076)
Secâvendî, Muhammed
b. Tayfur Ebî Abdillah Ğaznevî (560/1165)
Râğıp, Ebû Kasım Hüsayn b. Muhammed Isfahanı (Ö.502/1108)
Kuşayrî, Ebû Kasım Abdulkerîm b. Nevâzin b. Abdilmelik
(Ö.465/1074)
Ğazâlî, Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed Tûsî (ö.505/1111)
Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmail (6.256/870)
Müslim, Ebû Hüseyin Müslim b. Haccâc Kuşayrî (261/875)
Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed b. 'îsâ (Ö.279/892)
Ebû Dâvud, Süleyman b. Eş'âsi Sicislânî (275/888)
Nesâî, Ebû AbdirrahmânAhmed b. Şuayp (303/915-16)
Ahmed b. Muhammed b. Hanbel (Ö.241/855)
İbn Mâce, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd (Ö.273/886-87)
Hâkim, Ebû Abdillah Muhammed b. Abdillah Nîsabûrî
(Ö.405/1014)
Beyhakî, Ebû bekr Ahmed b. Hüseyin b. Ali (Ö.458/1066)
Taberânî, Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb (Ö.360/971)
Halebî, Burhanuddîn İbrahim b. Muhammed (ö.84/1437)
Dânî, Ebû Amr Osman b. Saîd (Ö.444/1052)
Ca'berî, Burhânuddîn İbrahim b. Ömer (0.732/1332)
Sîbeveyh, Ebû Bİşr Amrb. Osman b. Kanber(ö. 180/796)
Muberrid, Ebû Abbas Muhammed b. Yezîd ;(ö.285-898)
Zeccâc, Ebû İshâk İbrahim b. Muhammed (Ö.311/923)
Cevheri, Ebû Nasr İsmail b. Hammâd (Ö.393/1003)
Ukberî, Abdullah b. Huseyn Ebî Beka (Ö.6I6/1219)
İbn Hâcib, Ebû Amr Osman b. Ömer (646/1248)
Esterâbâdî, Radıyyuddîn Muhammed b.. Hasen (Ö.684/1285)
Merzûkî, Ebû AbdiMah Muhammed b. Ahmed Tilimsânî
(Ö.842/1438)
Fârisî, Ebû Ali Hasen b. Ahmed (Ö.377/987)
Sekkâkî, Sirâcuddîn Ebî Yâkub Yûsuf b. Ebî Bekr
(Ö.626/1229)
2- Rivayet Tefsiri Yönünden Özellikleri
1- Kur'ân'ın Kur'ân'la Tefsîri
2- Kur'ân'ın Sünnet'le Tefsiri
a- Hadîsleri Mecmua Sahibi ve İlk Râvisiyte Verir,
Diğerlerini Hazf eder.
b- Hadîsi Nakleden Kaynakları Zikretmez.
c- Hadîs Metinlerinde Taktî'i Uygular, İlgili Gördüğü
Cümleleri Alır.
3- Kur'ân'ın Sahabe ve Tâbiûn Sözleriyle Tefsiri
a- Sahabe ve Tâbiûn Sözleriyle Ayetleri Tefsîr Ettiğini
Belirtir
B- Sahabe ve Tabiûn Sözlerini Alışılmış Kalıplar İçinde
Verir.
Hamd; Alemlerin Rabbı, Rahman ve Rahim, din gününün sahabi olan Al-lahü Teala (cc) ya, Selat ve selam; Alemlere rahmet olarak gönderilen peygamberimiz Efendimiz'e, Temiz Ehl-i Beytine ve Ashabına olsun, islam davası uğurunda çalışanlara ve bütün müminlere selam olsun.
Amellerimizin bidayeti ve nihayeti, verdiği nimetleri saymaktan bile acze düştüğümüz Allahü Teala (cc) ya hamdetmektir.
Tarihe damgasını vuran, çağ açıp, çağ kapayan ve tarihin en uzun imparatorluk unvanını alan Osmanlı Devletinin baş mimarları elbette ilim adamları, evliyalar ve meşayıhlardir.
Peygamberimiz Efendimiz (SAV)'in övgüsüne mazhar olabilmek için yıllarca fetih girişiminde bulunan mü'minler bu övgüye mazhar olamamışlardır. Bu Övgü Fatih Sultan Mehmed'e ve onu yetiştiren alimlere, onun ordusuna nasip olmuştur.
Dünyaya ulaşılması güç olan bir tslam kültür damgasını vuran Osmanlıdan ve Osmanlının yetiştirdiği nadide alimlerimizden hiç haberimiz yoktur. Biz yayınevi olarak böyle Osmanlının yükselmesinde en büyük rolü alan ve Fatih Sultan Mehmed'i yetitiren MOLLA GÜRANİ ve TEFSİRİNİ inceleyen bu eseri basmaya karar verdik. Bizce Osmanlı devletinin yükselmesi döneminde bütün hayatını ilme ve medreselere adamış nadide alimlerimizden birisi olan Molla Güraniyi inceleyen bu eser Osmanlının bir çok yönlerini okuyucuya ve ilim dünyasına sunacaktır.
Bu açıdan araştırmacı Doç. Dr. Sakıp Yıldız Bey'e teşekkürü borç bilir yeni çalışmalarında başarılar dileriz.
Bize bu hizmet imkanını veren Allah'a şükürler olsun, Müminlerden dua, Rabbimizden inayet dileriz.
Naşir[1]
Molla Gûrânî ve Tefsîr'indeki metodunu incelediğimiz konu, belli bir plan dahilinde detaylı olarak, ilk kez ele alınıp işlenmiştir. Derinlemesine bir araştırma niteliğinde olan böyle bir konuda karşılaşılan güçlükler bellidir. Yerine göre, bir kelimenin veya küçük bir cümlenin değeri vardır. Tarihin derinliklerinde gömülü kalmış hakikatleri ortaya çıkarıp bir bütün yapmak, aynen, canlılık belirtileri olan, fakat yaşamasından ümit kesilen bir insanı yeniden canlandırmak, hayata kavuşturmak kadar önemlidir. Bu önemin idrâki içinde, henüz bilinmeyen veya az bilinen noktaların sentezini yaparak, bilinmesi ve tanınmasını sağlamak gayesiyle Molla Gûrânî ve Tefsîr'ine şevkle sarıldık.
Bundan önce, doktora tezimizde Rûhu'l-Beyân tefsirini, müellifi İsmail Hakkı Burûsevî (ö.1137/1725) ile birlikte incelemiş, müfessir olarak düşüncelerini öğrenmiş, koca Osmanlı Devleti'nin çöküşü karşısındaki endişelerini, üzüntülerini bir bir kendi yazılarından okumuştuk. Değeri küçümsenemeyecek İsmail Hakkı'lardan başka pek çok kalem sahipleri olduğu, bunlardan sadece Ebussuûd Efendinin bilindiği, bu konuda memleketimizde yeterli çalışmalar yapılmadığı, başladığımız bu çalışmanın devamını sağlamamız gerektiği inancına varmıştık. Millî kültürümüzün bir parçası olan müfessirîerimiz üzerinde şimdiye kadar durulmadığından, bunun araştırılması biz yeni neslin vazifesiydi. Gerçi aynı nitelikteki çalışmaların bir örneğini, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu vermişti. Fakat ihtisas sahasını daha çok ilk devirlere hasrettiğinden, Osmanlı Devri mü-fessirleri üzerinde çalışan yok gibiydi. Tabakât kitaplarında yer alan tefsirler arasında, değeri bilinmeyen pek çok Türk Müfessiri olduğu bir gerçekti. İşte bu hususlar, bizi yeniden Osmanlı müfessirlerine yönelten başlıca sebebler oldu.
XV4I. asrın ikinci, XVIII. asrın ilk yarısında yaşayan bir müfessir ve tefsîrini inceleyip Osmanlıların ilk devirlerine yöneldiğimizde, bazı şöhretli isimlerle karşılaştık. Bunlar içinden, 22 yaşında İstanbul'u fethedip dünyada yeni bir çağ başlatmakla tanınan, büyük kumandan Fatih Sultan Mehmed'i yetiştiren, uzun zaman yanından ayrılmamış hocası, Molla Gûrânî'yi seçtik. Bizi bu tercihe sürükleyen ilk sebeb, onun tarihî şahsiyeti oldu. Bunun yanında diğer bağlayıcı ve çekici sebebler de vardı. Osmanlı müfessirleri arasında eseri, Kur'ân'ın tamamını içine alan hemen hemen ilk tefsir sayıldığı halde, üzerinde hiçbir çalışma yoktu. Henüz neşredilmemiş, değeri bilinmeyen tefsirini tanıtmakla, tefsir tarihindeki bu boşluk kapatılabilirdi. Uzun zamandır Osmanlı Tefsir Tarihi üzerinde en ufak bir çalışma yapılmadığına göre, ilk Osmanlı tefsirleri arasında olması yönünden başlangıç faaliyetlerine bir ölçüde ışık tutabilir, eksikliği giderme yolunda yapılacak çalışmaların cesaretle bu merkeze yöneltilmesinde ilk adım teşkil edebilirdi. İşte bütün bu özellikler, araştırmamıza değer katacak, beraberinde bazı yenilikler ve bilgiler getirecek nitelikte olduğundan bize güç veren, çalışmağa sürükleyen sebebler oldu.
Konuyu incelemeğe koyulduğumuzda karşımıza, hayat safhalarında düğümlenmiş, aşılması ve çözülmesi gereken bazı önemli problemler çıktı. Kaynakların çoğu, büyük benzerliklerle birbirinden istifade etmişti. Aradığımız yeni oilğiler yerine, kelime ve ifade değişiklikleri ile ilk kaynakları genel çizgilerinden taşırmıadan verilen, cümlelerle karşılaştık. Başlangıçta dikkatimizi çeken, çözülmesi gereken en önemli konu, Ahmed Gürânî'nin doğum yeri oldu. Bu konuda bilgi vermeyen Osmanlı kaynakları dışındaki bütün eserler günümüzdekiler de dahil- iki ayrı Gûran şehri üzerinde toplanmışlar, devrinde yaşayan Bikâ'î'nin eserini göremediklerinden, müellifimizi hem İsferâin, hemde Şehrezûr'daki Gû ran'da dünyaya getirtmişlerdir. Sağlamlığına inandığımız Bikâ'î'nin eseriyle ilk kez, aradaki farklılığı giderek bir neticeye bağladık, iki görüşün de isabetli olmadığını göstererek müellifimizin doğum yerini tesbit ettik.
Ailesi, çocukluk yıllan, hatta tahsil hayatının bazı yönlerini, bilgi yetersizliğinden aydınlığa kavuşturamasak da, parça parça bilgilen değerlendirerek, hayat safhalarını bir bütün halinde ortaya koymağa çalıştık. Tahsil hayatının sonunda, Berkûkıye'de fıkıh müderrisliği yaparken meydana gelen olayın gerçek yönünü bulmak gayesiyle, taraflı gözüken sözleri, tarafsızlığına inandığımız sözlerle bütünleştirerek elimizdeki bilgileri değerlendirdik.
Ahmed Gûrânî İçin yeni bir dönüm noktası, gerçek hayatının başlangıcı olan Anadolu'ya gelişi sırasındaki durumunu, Molla Yegân'ın elyazısıyle Arşivlerimizde muhafaza edilen bir vesika sayesinde aydınlığa kavuşturduk, Osmanlı kaynaklarında yer alan anekdotun eksik yönlerini tamamladık. Gûrânî'nin Türk tarihinde önemli bir şahsiyet olarak anılmasına vesile teşkil eden, Fâtih Sultan Mehmed'e hocalığı üzerinde durduk. İstanbul fethine katılış ve hizmetlerini özetledik. Fetih fikrinin nüvesini, Şehzâde'nin düşünce sistemine yerleştirenlerden biri olacağını belirttik. İstanbul fethinden sonra fiilen devlet hizmetine girişi ile birkaç senelik sarsıntıdan sonra, son günlerine kadar geçen uzun hizmet dönemini, Osmanlı siyasetinde daimi olarak koruduğu gözde mevkii ve vazifesini, elde ettiğimiz bilgiler ölçüsünde işlemeğe çalıştık. Cem Sultan hâdisesinde oynadığı önemli rol ile, inşâ ettirdiği cami ve medreseler, bıraktığı vakıflar, yetiştirdiği talebeleri hakkında bilgi verdik. Birinci bölümde ele aldığımız bu konularla 80 senelik ömrünün bir panaromasını çizerek, beş asır önce yaşamış Molla Gûrânî'yi, bir bütün halinde tanıtmak istedik.
Konumuz açısından ikinci derecede önemi olan bu bölümü tamamladıktan sonra, çalışmamızın ağırlık merkezini teşkil eden ikinci bölümde ille sırayı eserlerine verdik. Bunu yaparken, onlardan biri olan tefsîriyle genel çizgilerde bir paralellik olacağını düşündük.
Ğâyetu'î-Emânî'nin tetkikine geçmeden önce, başlangıçtan itibaren tefsîr hareketlerini özetledik, Gûrânî'ye kadar yazılan tefsirler ve Osmanlı müfessir-lerinden sözederek, metot ve muhteva yönünden benzerliği olan tefsirleri gözden geçirdik. Giriş mahiyetinde olan böyle bir konu, esasen araştırmamızın başında yer alması gerekirdi. Fakat te.sbit ettiğimiz planda, mümkün mantıkî bir yakınlık sağlamayı gözönünde tuttuğumuzdan meydan Mertebe boşluğu kapatmak, aynı zamanda bütünüyle tefsirinden sözedilecek bi, delecek de, fikir köprüsü kurmak istedik. Bu düşünceden hareketle Gâyetu'1-Eı bölüm-sîrine girişi sağlayan bilgileri, buraya aldık.
Çalışmamızın ağırlık merkezini teşkil eden tefsiri, şu genel manzan tetkike koyulduk.
Hemen hemen bütün kaynaklar Gûrânî'yi tefsîriyle tanıttıkları ha| asırdan günümüze kadar söylenen bir-iki özelliğinden başka, üzerinde, XV. bir çalışma yapılmamıştı. Uzun yıllar kapalı kalan sahifeler, ilk defa aç er" ufak Cİddi olarak İlk sözü söylemenin zorluğu karşısında yanılmamak içi/'yordu. gayret sarfetmemiz gerekiyordu. Sadece ismen bilinen Gâyetu'I-Emâ âzami hane raflarında yazma nüshalar halinde idi.
Metot araştırması yapacağımıza göre, nüshalar arasında -müelül. hinden geçen, orijinal nüsha olarak da kabul edilebilecek- en sağlam tashı' okunaklı nesihle yazılmış diğer nüshayı, çalışmamızın temel kaynağı sîr metnini sadece bu iki nüshadan takip ederken, her âyeti Zem Keşşafı ile Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîl'ini karşılaştırarak okuduk. ltu ar'ada Hâzin, Ebû Hayyân, Nesefî tefsirlerini de yer yer takip ettik. İbnKesîr'in Taberî ve Suyûtî'nin rivayet tefsirleri İle, aynı konuda Şevkânî'nin Fethu'l-Kac|îr'j mu_ racaat edilen tefsîrler arasında bulunuyordu. Gâyetu'l-Emânî'nin tesirlerini aramak gayesiyle Ebussuûd Efendi'nin İrşâdu Aklı's-Selîm'ini, Zemahşerîve Bey-dâvî tefsirleri gibi,âyel âyet takip ettik. Bazı konularda Râzî tefsîri ile Cessâs'ın Ahkâmu'l-Kur'ân'ına da müracaatta bulunduk. Böylece üç tefsîri âyei âyet, diğerlerini de gerektiğinde bilgi almak üzere takip ettik, mukayeseli tetkik sistemi uygulayarak gözden geçirdik.
Tefsîr metodunu, rivayet ve dirayet tefsirinin konularına göre incelerken, yukarıda saydığımız tefsîrler arasındaki yerini ve tefsîr şeklini, benzer ve far yerlerini göstermek suretiyle ele aldık. Bu yüzden, adı geçen tefsirlere sıK dipnotlarımızda yer verdiğimizden, tefsîrler arasındaki yeri diye bir bah's at; dik.
Misallerimizi, öâyetu'l-Emânî'nin metnini aynen vermek suretiyle s Bunu yaparken, ifade şekli ve ibaresiyle, [2]
geliştiren milletler, ilmi sahada haklı bir üstünlük kazanır.. Her müfessirin kalemi, bu kültürün mürekebiyle yazar. Gûrânî, Taberî'ye kadar uzanan tefsir akımının ana hatlarına, bütünüyle vâkıf olmuştur. 3-4 asırlık süre içinde gelişen metodu kavramış, onu kendine mal etmesjni, uygulamasını bilmiştir. Eserini okurken edindiğimiz bu intibaya rağmen Gâyetu'l-Emânî'de diğer tefsirlerden farklı gelişmeler olmuş, sözünü ettiğimiz kültürün mecrasına yönelemeden, menbaında tıkanıp kalmıştır. Bu yüzden, cüz'î de olsa yüklü olduğu bilgiler, eşine ender rastlanan bir gizlilikle çevresine yayilamamış, kültür selinin sularına kanşamamıştır.
Yukarıda bahsettiğimiz çalışma şekline paralel olarak, bu konuda da yoğun faaliyete geçtik. Elde ettiğimiz malzeme yeterli olmadı. Bu sebebledir ki planladığımız "kendinden sonrakilere tesirleri" bahsi, düşündüğümüzü tam manasiy-leaksettiremedi.
Çalışmamıza önce, Gûrânî'nin hayatı ve yaşadığı asrın tarihi özelliğinden başlamıştık. Bu konuda yardımlarım esirgemeyen büyük insan ve değerli ilim adamı Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Ord. Prof. A. Süheyl Ünver, Prof. Dr. Tayyib Gökbilgin ile, Prof. Dr. Şahabeddin Tekindağ ve Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu'na teşekkürü borç bilir, bazı vesikaların okunmasında yardımlarım gördüğümüz değerli meslekdaşlarımıza şükranlarımızı sunarız.
Gerek tefsîr üzerindeki çalışmalarımızda, gerek planı tatbikimiz sırasında, çekinmeden, sık sık fikirlerinden istifade ettiğimiz, talebeliğimiz günlerinde gösterdiği yakınlıkla tefsir sahasına yönelmede kendilerinden büyük güç aldığımız, hocamız Prof. M.Tayyib Okiç'i rahmetle anar, genç ilim adamı Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'na ayrıca teşekkürü burada kaçınılmaz bîr görev sayarız.
Doç. Dr. Sâkıb YILDIZ[3]
Sunulan çalışma her şeyden önce Türk okuyucusuna hitap ettiği için, okuyuşta kolaylığı sağlamak gayesiyle katı bir transkripsiyon sistemi uygulanmamış, alışılmış coğrafî ve özel isimlerde/daha ziyade dilimizdeki yazılış şekilleri tercih edilmiştir.
Bu cümleden olarak metinde zaman zaman tekrar edilen Mısır, Kahire, Ha-leb, Kudüs v.s gibi coğrafî yer adlarının Mısır, Kahire, Haleb, Kudüs veya al-Madîna, al-Makka gibi yazılışları bırakılmış, yerlerine dilimizdeki yazılışları alınmıştır. Âhmed, Osman, Ömer, İsmail, İbrahim, Hasan, Berkûk v.s kelimelerin, Ahmed, 'Usmân, 'Umar,' îsmâ'il, 'İbrahim, Hasen, Berkûk şeklindeki transkripsiyonlu yazılışları terkedilmiştir.
Bilhassa terkip halindeki özel İsimlerde harf-i tarif birleştirilmiş meselâ; Şihâbu'd-dîn, Şerafu'd-dîn, 'Alâ'u'd-dîn, Muhyi'd-dîn, Şa'du'd-din, 'Abdu'r-Rahmân, Abdu'1-lâh, Abdu'1-Hayy şeklindeki yazılışlar yerine; Şihâbuddîn, Şerafuddîn, Alâuddîn, Muhyiddîn, Sâduddîn, Abdurrahmân, Abdullah, Ab-dulhay yazılışları konulmuştur. Özel isimlerin başındaki harf-i tarifler de kaldırılmış; el-Gûrâni es-Sehâvî, el-Bikâ'î, el-'Askalânî, el-Makrîzî, et-Taberi, ei-Beydâvî, el-Kurtubî v.s yerine; Gûrânî, Sehâvî, Bikâî, Askalânî, Makrîzî, Tabe-ri, Beydâvî, Kurtubî şekli tercih edilmiştir.
Transkripsiyona yalnız, dilimizde müşterek harflerle yazılan az tanınmış bazı özel isimlerde ve Arapça eser adlarında yer verilmiştir. Bunun dışında Osmanlıca, kaynaklardan yapılan nakillerde cüz'i bazı kolaylıklar dışında, bu sistem ciddiyetle uygulanmamıştır.
Kullanılan transkripsiyon alfabesi şöyledir: [4]
Şihâbuddîn Ahmed, osmanlı tarihçileri ve ulemâsı arasında Molla[5] Gûrânî adı ile şöhret bulmuştur. Kendisiden naklen, cedlerini teferruatıyle bildiren sahih bir nesebi mevcut değildir. Ayrıca muasır ve sonraki kaynaklarda verilen ne-seblerde bazı farklı isimler bulunduğundan birbirine uymamakta, bu yüzden mevcutlar arasında en sahih nesebin hangisi olduğu, sahih olan veya olmayan isimlerin nasıl ayırt edileceği konusunda, elimizde bir ölçü bulunmamaktadır. Bizce içlerinde en şümullüsü, muasırı Sehâvî(ö.902/1497) tarafından verilen şu nesebdir [6] Ahmed b. İsmail b. Osman b. Ahmed b. Raşîd b. İbrahim Şerafuddin. Se-hâvî buna Şihabuddin ismi ile, cedleri arasında zikredilmeyen Yûsuf'un da ilâvesini zaruri görür. [7] Buna göre Gûrânî'nin tam şeceresi şöyledir. Şehabuddin Ahmed b. Yusuf b. İsmail b. Osman b.Ahmed b. Raşit b. İbrahim Şerefuddin.
Sehâvî bir başka eserinde bu uzun şecere yerine sadece: Şihabuddin Ahmed b. İsmail b. Osman Gûrânî'y kullanır. [8]
Şihâbuddin'i yakinen tanıyan Burhânuddin Bikâ'î[9] (ö.885/1480) nesebini:
Ahmed b. İsmail b. Osman el-İmâmu'1-allâme Şihâbudin Gûrânî şeklinde verir. [10] Zamanın tanınmış tarihçisi İbn Tağrîberdî (0.874/1470) de Bikâ'î'nin verdiği nesebe çok yakın bir neseb zikreder. [11]Gene Gûrânî'nin muasırlarından
olan Suyûtî (Ö. 911/1505) eserinde öncekinden farklı olmayan bir neseb kullanılır. [12]Temîmî ve Şevkânî'nin verdiği kısa neseb de aynen şöyledir. [13]
Ahmed b. İsmail b. Osman b. Ahmed b. Raşid b. ibrahim Şerefuddîn
Osmanlı kaynakları, arap kaynaklarından pek farklı olmayan kısa şecere lerle Gûrânî'yi tanıtmağa çalışırlar. Taşköprîzâde. [14]Mevlâ şemsu'l-milleti ve'l-dîn Ahmed b. İsmail Gûrânî, Kâtip Çelebi[15] Şihâbuddîn Ahmed b. İsmail b. Osman, Mustakîmzâde[16] Şemsuddîn Ahmed b. Kemâliddîn İsmail, Mu'min-zâde Hasîb[17]Şemsuddîn Ahmed b. İsmail Gûrânî, Kefevî[18] Şemsu'1-milletiVe'd-dîn Ahmed b. İsmail Gûrânî, şeklini tercih ederler.
Müellifimiz Gûrânî, eserlerinde sadece ismini ve nisbetini kullanarak, Ahmed Gûrânî kaydını koyar[19] Bazı eserlerini istinsah eden talebelerinden Mehmed b. Ali[20] Şihâbuddîn Ebû Abbas Ahmed b. Tâciddîn İsmail Gûrânî, Mehmed b. Salim [21]Ebû Abbas Ahmed b. Tâciddîn İsmail Gûrânî, Şerhu Cem'ı'l-Cevâmi' nüshalarından birini yazan, fakat ismini zikretmeyen bir müstensih de: Sihâbu'd-dünyave'd-dînEbû Abbas Ahmed Gûrânî[22] şeklinde nesebini verirler. Elimize geçen bir vakfiyede ise: Mevlânâ Şemsuddîn b. el-merhûm el-mağfûrun leh Mevlânâ Kemâl Gûrânî[23]kaydına rastlarız.
Görüldüğü gibi nesebini teşkil eden ecdadının tayininde mevcut kaynakların büyük kısmı, bazı farklı veya ilâve isimler kullanılır. Sahip olduğumuz nesebler arasında bir seçim yaparak, doğru ve tercihe şayan olan şudur dememiz İmkânsızdır. Muasırlarından olması sebebiyle Sehâvî ve Bikâ'î'ninkilerin sağlamlığı inkâr edilemez.
Tam bir benzerlik olmasa bile kaynaklar müellifin ismini Ahmed, Şemsud-suddîn veya Şihâbuddîn[24] babasının da İsmail (sadece Sehâvî'ye göre Yûsuf) olduğunda birleşmektedirler. Farklılık veya eksiklik, ikinci, üçüncü veya diğer batın ecdadının tesbitinde doğmaktadır.
Biz burada Şihâbuddîn (veya Şemsuddîn) Ahmed, Molla Gûrânî veya sadece Gûrânî kelimeleriyle müellifin ismini zikre çalışacağız. [25]
Şemsuddîn Ahmed'in doğum yeri hakkında çoğu kaynaklar, ittifakla Gûrân kasabası veya köyünde birleştikleri halde,[26] bu kasabanın yeri ve bağlı olduğu şehir konusunda görüş ayrılığına düşmüşler; bir kısmı Gûrân'ı bugün tran hududları içinde bulunan İsferâî'nin bir karyesi olarak gösterirken, [27] diğer bir ki-sımı da bugün Irak sınırları içinde mevcut Şehrezûr (veya Şehrizör)a bağlı bir kasaba olduğunda birleşmişlerdir. [28]Biz burada Gürân'ın Isferâîn'de rrii, yoksa Şehrezûr'da mı olduğu hususunu tartışarak, coğrafi bir konuya girmek istemiyoruz. Şayet mevcutsa, iki görüşü ileri sürenler İsferâîn veya Şehrezûr'da demekte[29] haklıdırlar, belki aynı adlı kasaba iki şehirde de bulunabilir. Haksız oldukları nokta, bu kasabayı çok uzaklarda aramalarıdır. Şu halde müellifler; bir diğer Gûrân'ı bu kadar uzaklarda aramışlardır. Halbuki, eskiden olduğu gibi bugün, Gûrân adlı bir kasabanın Bazı haritalarda Ahmediye şeklinde şöhret bulan ismiyle memleketimizde, Diyârbekir (Diyarbakır) il sınırları dahilinde varlığı bilinmektedir. [30]Tarihî açıdan bakılacak olursa Gûrân kelimesi, Anadolu dışında veya Anadolu'da mevcut bir kasaba-köy ismi olmaktan çok, arya ırkından gelen dört büyük kabileden birine verilen ad otduğu görülür. [31]
Bizim için mühim olan, Şemsuddîn Ahmed'in gerçekten bu şehirlerden birine bağlı Gûrân'da mı yoksa; şimdiye kadar yazılanların aksine bunların dışında ber yer de mi doğduğunu ortay koymaktadır.
Bu konuda; ister zamanında yazılmış, ister günümüze kadar gelen kaynak-, larda olsun, kesinlik kazanmamış mahallî ihtilâfı bir kenara bırakmayı, devrine ait bir eser sahibi, Şemsuddîn Ahmed'i yakînen tanıyan ve kendisiyle görüştüğünü kaydeden bir müellife itimâdı, en kesin yol görüyoruz. Çünkü hiçbiri, her an mümkün olduğu halde bu müellifin eserini görmemiş, beş asırdır sürüp gelen yanlışlığı ortadan kaldıramamıştır. Araştırmalarımız esnasında karşılaştığımız bir eserle, bunca zamandır bilinmeyen, şeklen önemsiz olsa bile gözden uzak, hatta gömülü kalmış bir hakikati aydınlığa kavuşturmuş olacağız. Gûrânî İle konuştuğunu kaydeden bu müellif, Burhânuddîn Bikâî'dir.[32](ö.885/1480) Köprülü Kütüphanesi 1119 numarada kayıtlı "Ünvânu'z-Zamân" adlı eserinde Bikâ'î aynen şu ibareyi kutlanılır:" Vulide senete selâse 'aşara ve semânı mi'e-kemâ ahberanî fî karyeti Hiler, lâ min me'âmili-hî Gûrân[33] (Bana söylediğine göre 813 senesinde Hiler'de doğmuştur, ona bağlı olan Gûrân'da değil). Yaptığımız araştırmada Hiler ismini, güney illerimizden Diyarbakır'ın Osmaniye [34] (Ergani) kazasına bağlı bir köy olduğunu, varlığını halen devam ettirdiğini tesbit ettik. Bu tesbit bizi, asırlardır yanlış nakledilen, aslında son derece önemli olan bir gerçeğe kavuşturdu. Artık Gûrânî, bölge itibariyle kesinlik kazanmamış bir Gûrân kasabasında doğmamıştır. [35]Bikâ'î'nin kesin ifadesine göre, mevcut şüpheler tamamen ortadan kalkarak tsferâîn veya Şehrezûr'a bağlı Gûrân kasabası görüşleri düşüyor, yerine en eski vilâyetlerimizden Âmid (Diyarbakır)in hilar köyünde doğduğu açıkça meydana çıkıyor. [36]
Bu önemli noktanın çözümlenmesinden sonra, burada haklı olarak şöyle bir soru akla gelebilir. Ahmed Gûrânî eserlerinde ve padişahlara yazdığı mektuplarda niçin Gûrânî mahlasım kullanıyor, bütün biyografik kaynaklar niçin aynı mahlası tekrar ediyor? Bu soruya kesin bir cevap vermek İmkânsızdır; çünkü ailesinin menşei hakkında hiç bilgimiz yoktur. Sadece bir faraziye olarak söylenebilecek şudur; Müellifin babası Hilar'a pek uzak olmayan, ona bağlı Diyarbakır'ın bir diğer köyü Gûrân'dan idi ve ailesi bu yere izafetle Gûrânî la-kabiyle şöhret bulmuştu. Bu yüzden aile unvanı olan bu kelimeyi müellifimiz de tercih etmiş, ismiyle beraber kullanmayı âdet haline getirmişti.
Araştırmamıza büyük ışık tutan Bikâ'î'nin bu eseriyle doğum yeri problemi kökünden halledilince, Şemsuddîn Ahmed'e yakıştırılan haksız sıfat da kendiliğinden düşmüş oluyor. Mevcut yüzlerce kaynak arasında sadece Babinger[37]Gûrân'da doğduğu noktasından hareketle buranın Kürdistan'da Şehrezûr'a bağlı olduğunu söylüyor, halkının etnik özelliğinden kesin bir hükme varmanın zorluğuna rağmen[38] Şemsuddîn Ahmed'i kurt olarak tanıtıyor. [39]
Şurası kayda değer bir husustur ki Ahmed Gûrânî, II. Bayezid'e gönderdiği, bugün Topkapı Saray Arşivinde mevcut bir mektubunda, kendini öyle sağlam Osmanlı kabul etmektedir ki, sanki arkadaşlarından bu ruhu taşıyanların birer birer kaybına üzülerek[40]bu dâ'î-i muhlışdan akdem Osmanlı kalmayubdur" diyerek hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir ifade kullanmış, kendini eski bir Osmanlı saymıştır. Uzun seneler Araplar arasında kalmasına, ismini, medreselerinin tarihinde ve ulemâsı arasında zikrettirmesine rağmen kendini gene onlardan ayırmakta, Buhârî şerhi olan el-Kevserû'1-Cârî adlı eserinin mukaddimesinde aynen şöyle demektedir:" ...le'alle en yuktebe ismî fî divâihim, ve'in lem 'ekun vahiden minhum [41] (..onlardan biri olmadığım halde ismim belki dîvanlarına-tabakât veya tarih kitaplarına yazıldı.)
Gûrânî'nin ifade ettiği bu iki cümlesi, kendi açısından Osmanlı olmanın verdiği' gururu belirten açık bir delildir. [42] Zamanımız kaynaklarında ismi geçerken, Fâtih devri ulemâsı arasında, Arapça'yi.bu dili konuşan memleketlerde öğrenip gelmiş bir Türk olarak tanıtılır. [43]Bazı arap kaynaklarının Gûrânî'den söz ederken kullandıkları "âlimu bilâdi'r-Rûm" (Anadolunun âlimi) [44] deyimi, aynı görüşe katıldıklarının bir delilidir.
Doğmu tarihinden söz eden kaynakların üzerinde ittifak ettikleri yıl, 813/1410 senesidir. [45]Yalnız Sehâvî'nin nakline göre Makrîzî bu tarihi 13 rabîul-evvel 809/1406 olarak gösterir. [46]Verdiği bu tarihe hiçbir müellifin iştirak etmediğine bakılırsa, yanılmış olabileceği ortaya çıkar.[47]
1- Akkoyunlu ve Memlûklar Devri İlim Hayatı,
Gûrânî'nin Anadolu dışında tamamladığı tahsil hayatına girmeden önce, dolaştığı yerlerdeki devletlerin kısaca tarihleri ve kültürel alandaki faaliyetlerinden bahsederek, ilmî muhitini tanıtmağa çalışalım.
Gûrânî'nin tahsil hayatı, Diyarbakır havalisiyle Şam ve Kahire gibi merkezlerde, iki ayrı devletin hüküm sürdüğü topraklarda geçmiştir. Kâhire'de tahsilinin sonlarına kadar devrin ileri gelen siyasi çevreleriyle yakınlığına dair elimizde bilgiler mevcut olmadığından, bu iki devletin siyâsi hayatından ziyade, kısaca tarihî seyir içindeki durumlarına temas edecek, devrin ilim hayatım genel hat lariyle belirteceğiz. Şunu hemen kaydedelim ki, Gûrânî'nin gerçek şahsiyeti, Memlûk sultanı Zahir Çakmak'a yakınlığı ile kendini göstermişse de, bu yakınlık bir neticeye ulaşamadan, Berkûkiye'deki vazifesinden alınmak suretiyle kısa zamanda kesilmiştir. O asıl târihi rolünü, Fâtih'e hoca olduktan sonra, İstanbul'un fethi de dahil, hayatının sonuna kadar aldığı çeşitli vazifelerle göstermiştir.
Şemşuddîn Ahmed, Diyarbakır'ın Hilar karyesinde 813/1410 senesinde dünyaya geldiği sıralarda bu bölge, Akkoyunlu devletinin idaresi altında bulunuyordu. Akkoyunluların Diyarbakır havalisine ne zaman gelip yerleştiklerine dair kesin bilgiler ileri sürülemiyorsa da, Mükrimin Halil'in ifadesine göre[48] güney-doğu Anadolu'nun bu bölgesine çok eskiden geldikleri ve beylerinin Selçuklu ümerâsından olduğu, Diyarbakır eyâletinin kendilerine, Selçuklu sultanları tarafından tevcih edildiği söylenir.
Mükrimin halil, Kitâb-ı Diyarbekrîye sahibi Ebâ Bekr Tahrânî'nin verdiği bilgilere dayanarak, Akkoyunluların Oğuz'lardan geldiğini söyledikten sonra bunların, Türkmen ilinin büyük uluslarından olup Anadolu'nun her tarafına, Irak ile İran'ın bazı mıntıkalarına dağılmış olan Bayındır ulusundan olabileceklerini ileri sürer.XV. asrın başlarından itibaren Akkoyunlular gittikçe kuvvetlenerek civardaki diğer boy ve oymaklarla birleşirler, Akkoyunlu Kutlu Bey'İn oğullan Horasan'dan Fırat'a, Kafkas dağlarından Umman Denizine kadar uzanan geniş bir imparatorluk kurarlar, bu imparatorluğun her kısmını bir oymak veya boy'a vererek dağıtırlar. [49]
Şemşuddîn Ahmed'in ilk tahsilini memleketinde tamamladığına bakılırsa, Hilar ve havalisinde küçük çapta da olsa ilmî faaliyetin bulunduğu, halktan bazı kimselerin, tahsile devamları hususunda teşvik ederek yardımcı oldukları, hatta aileden gelen kültür mirasının çocuklarına da intikâlini sağladıkları söylenebilir.
Ahmed Gûrânî'nin doğumundan çok az önce 806/1403 senesinde Akkoyunlu cemaatını, idaresi altında toplamağa muvaffak olan Karayölük Osman Beg, Akkoyunlu devletini tesis etmiş, merkezi Diyarbakır olmak üzere Elcezîre kıtasına, bütün şarkî Anadolu'ya, daha. sonra Irak-ı Arap ve Acem ile Hora san'dan başka İran'ın her tarafına hâkim olmuştu. [50]Şu halde Gûrânt ilk tahsiünden sonar Elcezîre'de tahsil ederken bile bu bölge, Akkoyunluların idaresi altında bulunuyordu.
Diyarbakır ve havalisi, Akkoyunlu idaresi zamanında ilmî yönden fazla bir önem kazanamamış, Yüksek tahsil yapma arzusunda olanlar, tatbiki müellifimizde de görüldüğü gibi, Şam ve Kahire gibi geniş çapta imkânları olan merkezlere gitme zorunluğunu duymuşlardır. Çünkü devletin bütün hayatı hemen hemen dahili ve harici muharebeler içinde geçmiş beyliğin hakim olduğu ülkelerde bir türlü sükûn ve intizam sağlanamamıştır. Yapılan bazı ilim ve hayır müesseseleri, sonraları Uzun Hasan ve oğullan tarafından himaye edilerek geliştirilmek istenmiştir.
Gûrânî, yüksek tahsil çağını zamanın ilim merkezi ve ulemânın toplandığı Şam ve Kâhire'de geçirmiş, ilmî şahsiyetinin teşekkülünü, bu iki şehirde takip ettiği dersler sayesinde sağlamıştır.
Önceleri Kahire, sonra Şam, Halep gibi şehirler iki asırdan fazla bir zamandır Memlûkların idaresi altında bulunuyordu. Bahrî ve Burcî adlarıyle ikiye ayrılan Memlûklardan Bahrîler,[51] 648-792/1250-1390 arasında kuvvetlerini muhafaza etmişken, Burcîler 784-922/1382-1517 senesine kadar hükümrân olmuşlardı. Tarihî seyir içinde Memlûkların ortaya çıkışı Abbasîlere kadar iner. 254/868 de Mısır'a gelen Ahmed b. Tolûn Türkî, Türk Memlûklarının desteği Sayesinde burada ilk Müslüman-Türk sülâlesini kurmağa muvaffak olur. [52] Bu-sülâle dört asır kadar Abbasî, Emevî, Fatımî ve Eyyûbî devletlerinde varlığını sürdürdükten sonra Bahrî Memlûklardan Aybek Türkmânî(ö.648/1250) .ilk Memlûk sultanı unvanını kazanır. [53] Aynı Bahrî sülâlesinden olan Baybars (ö.676/1277) 1266 da Safed'i, bilâhere Şam'ı ele geçirerek Suriye'yi[54] idaresi altma alır. 1277 de Selçuk-Moğol karmasından meydana gelen orduyu Haleb'de yendikten sonra Kayseri'ye kadar girip adına hutbe okutur.
Çevresine muhtelif yerlerden gelen Türkleri toplamak, Suriye'nin askerlik bakımından mühim bazı yerlerine Türkmenleri yerleştirmek, Türk memlûklarını çoğaltmak, Türk örf ve âdetlerini yaşatmak gibi millî şuuru geliştiren Bay bars[55] îslâmın ve müslümanların hâmisi olarak Mısır ve Suriye'de ilmî faaliyetlerin canlanmasında her türlü kolaylığı sağlamıştır. Medrese, cami ve tekkeler yanında imaret ve hastane gibi hayır müesseselerini çeşitli maddî yardımlarla desteklediği gibi Özel vakıflarla da takviye etmiştir.
784/1382 senesine kadar beş nesil hüküm süren Bahrî Memlûkları, kale burçlarına yerleştiklerinden dolayı burcî diye adlandırılan Çerkeş asıllı Memlûklara nazaran kuvvetlerini kaybederek zayıflamışlar, devlet idaresini nüfuzları gittikçe artan Çerkeş Memlûklarına bırakmışlardır. Rakiplerini uzun mücadeleden sonra bertaraf eden Burcîlere mensup Berkûk, 784/1382 senesinde Melik
Zahir lakabiyle saltanatı devraldı.[56] 792/1390 senesine kadar dahilî mücadelelerle vakit geçiren Berkûk'un sahip olduğu iktidarı zayıflamağa yüztutmuşsa da, mezkûr senede ulemâ meclisini toplayarak halîfe ve mezhep kadıları huzurunda yeniden Sultan seçilerek, kendisine biat'ı tekrarlattırdı.
801/1399 senesinde vefat eden Berkûk, [57] idarî vazifeleri yanında devletin hududları dahilinde ilmi teşvik yolunda, birçok cami ve hânikahlarla beraber, 788/1386 da iki saray arasında inşa ettirdiği ve adını taşıyan Berkûkıye Medre-sesiyle Kâhire'nin ilmî kudretine yeni bir medrese ile takviyede bulunmuştur. Kendisinin Türkçe'yi konuştuğu gibi, zamanına kadar mühmel kalan bu dili resmî dil olarak kabul etmiş, birçok eserin bu dile tercemelerini sağlamıştır. [58]
Vefatından sonra sülâlesine mensup kişiler tarafından 25 sene kadar saltanatı idare edenler, kayda değer hamleler yapamamişlarsa da, 825/1422 senesinde Melik Eşref Barsbay[59] Memlûk sultanlığına gelince, 842/1438 senesinde vefatına kadar dahilî sükûnu sağladığı gibi, 830/1426 da Kıbrıs'a yaptığı iki muvaffakiyetli seferden sonra ada'yı tamamen ele geçirdi.
Ahmed Gûrânî Şam'dan Kâhire'ye geldiği zaman, Barsbay idaresi hüküm sürüyordu. Tahsilini bitirip Berkûkıye medresesine müderris olarak geçtiği sıralarda Barsbay vefat etmiş, yerine Zahir Çakmak (ö.857/1453) sultan olmuştu. [60]Müellifimiz Gûrânî, Çakmak'ın daha ilk günlerinde takdirini kazanmış, sarayına sık-sık gelip özel sohbetlerine katıldığı gibi, Sultân huzurunda yapılan devrin ulemâsının da iştirak ettiği ilmî sohbetlerde hazır bulunmuştur. Kaynakların ifadesine göre[61] Zahir Çakmak'ın meclisi, ulemâ ve meşâyihin ziyaretleriyle dolup taşar, hatta haftanın belirli günlerinde belirli âlimler gelir, bazıları ile gece gündüz temas halinde bulunur. Meselâ; İbn Hacer her cuma, günde iki kere, Sâdud-dîn İbn Dîrî haftada iki kere, Muhyiddîn Kâfiyeci ile Kasım Hanefi belli bir zaman tayini güdülmeden gece gündüz ziyaret eder.
Zahir Çakmak, Berkûk gibi Türkçe'yi benimseyen, bu dile yakınlık duyan sultanlardandı. Zamanın tarihçilerinden İbn Tağrîberdî (ö.875/1470) Arapça kadar Türkçe şiirlere hayranlığını zikrederek, çok sayıda Türkçe şiirler ezberlediğini söyler. [62] Sultanın Türkçe bilgisi kadar, o günün ulemâsı arasında Türkçe konuşup yazanlar eksik değildi. Fıkıh, Arapça, maânî-beyân, edebiyyât, tarih sahalarında şöhrete sahip İbn Arabşah (Ö.854/145O) [63] bunlardandı. Arapça ve Farsça yamndaTürkçe'yi mükemmelen yazar ve konuşurdu. [64] Bu sıralarda okullarda, kulaktan bile olsa Türkçe öğrenildiğini Sehâvî kaydeder? [65]
Memlûklar devri bütün olarak ele alındığında; Kahire, Şam, Haleb, Mekke, Medine ve Hicaz gibi şehirlerde ilme verilen kıymet yüzünden, önceden mevcut olanlarla birlikte yeniden inşâ edilen medreselerin büyük ün kazandığı, Kuzey Afrika ve Endelûs dahil, çeşitli islâm ülkelerinden çok sayıda ulemâ ve talebe bu merkezlere gelerek tedris ve tahsîl imkânı buldukları görülür. Bu cümleden olmak üzere Memlûklar asrı, bir yandan telif eserlerin çokluğu yününden büyük bir önem arzederken, kıymetli eserlerin toplandığı kütüphanelerin kuruluşu, dinî gayrı dînî eserlerin titizlikle korunup ihtimam görmesiyle ayrı bir değer kazanmıştır. Eser telifi ve korunması hususunda bu kadar gayret sarfeden Memlûklar, zamanın ilim yuvası olan medrese, cami, mektep inşâsında gerçekten gayret göstermişler, Zahir Baybars (1260-1277) Zâhiriyye medresesini inşâ ettikten sonra yanma bazı binalar ilâve ederek çok sayıda kıymetli kitaplar İhtiva eden bir kütüphane açmıştır. Aynı şekilde Sultan Mensur Kalâvun (1279-1290), Mansûriye medresesinin kütüphanesini genişleterek tefsir, hadîs, fıkıh,
lügat, tıp, edebiyyat dallarında kıymetli eserler ve şuarâ dîvanları vakfetmiştir. [66]Gerek Memlûklar devrinde olsun, gerek daha önceki Eyyübîler zamanında olsun, medreselerin inşâ edilip yaşatılması belli bir gayeye dayanıyordu. Eyyûbî-lerin, medreseler inşâ ederken güttükleri gaye -Salâhuddîn Eyyûbî ve diğer sultanlar da dahil - Mısır ve çevresiyle Şam'da tehlike yaratan Şîa mezhebini zorla değil, ilmen zayıflatmak suretiyle Sünnî görüşü hâkim kılmaktı. Bu yüzden medreselerdeki tedrisin ağırlığını fıkıh ilmi teşkil ediyordu. Aynı görüşle Sultan Zahir Baybars (ö.678/1277) Kahire, Şam ve Haleb'de dört sunnî mezhebe bağlı kalmayı; hitabet, imamet ve tedrisin sunnî itikadı üzere yapılmasını emretmişti. [67]Eyyûbî sultanlarından Salih Necmuddîn Eyyûb 640/1242 senesinde inşâ ettirdiği medresesinde, Kâhire'de ilk kez dört sunnî mezheb üzere tedrisi mecbur kılmış, bu âdet Makrîzî (ö. 845/1441) zamanına kadar devam etmiştir. Nâsıriyye medresesinin kurucusu Nasır Muh'ammed b. Kalâvun bu geleneği devam ettirerek dört mezhebe mensup meşâyih için ayrı bölümler (eyvan) yaptırarak hane-fî, şâfiî, mâlikî ve hanbelî tedrisini aynı çatı altında toplamıştır. [68]
Gûrânî'nin yaşadığı Memlûklar devrinde Kahire, Şam ile diğer ilim merkezlerinde okutulan veya telif edilen eserler her ne kadar o devrin ilmî özelliğini taşıyorsa da ekserisini şerhler, haşiyeler teşkil ediyordu. İslâmî ilimlerin hangi sahasında olursa olsun ana kaynağı teşkil eden eserler, VI. hicrî asra kadar kaleme alınmış, medreselerin ve ulemânın vazgeçilmez kaynaklan arasına girmiştir. VII-VIII. hicri asırları içine alan biyografik eserlerden her hangi biri ele alınsa, hemen her sahifede, tedris yapılan medrese İsmi zikredilmese bile, ders aldığı ulemânın meşhur ismi, talebenin doğum ve vefat tarihi, hangi dersleri hangi kitaplardan okuduğu, varsa telif ve şerhleri verilir, çevresinde kazandığı ilmî şöhrete göre hayatı kısa veya uzunca anlatılır. [69]
Ahmed Gûrânî'nin tahsil hayatına atılışı, kendisinde küçük yaşta beliren okuma arzusunun neticesi olabileceği gibi, ailesinin destek ve teşvikinden de güç aldığı düşünülebilir. Kendi kaleminden, ailesi ve hayatının çeşitli safhalarına dair elimizde her hangi bir bilgi yoktur. Bu konu biyograflarca da ele alınmadığından, cüz'i bazı bilgilerle yetinme mecburiyetinde kalıyoruz. Bu yüzden çocukluk" ve gençlik yılları, tahsil safhası hâriç, tamamen karanlıktadır. Buna muvazi olarak, ailesi ve çevresi hakkında lüzumlu sayabileceğimiz bilgilerden de yoksunuz. Söylediğimiz gibi; yalnız tahsil hayatının bir bölümü ile, kendilerinden ders gördüğü bazı hocaların isimlerini, muasırı Bikâ'î İle Sehâvî'nin eserlerinden Öğreniyoruz.[70]
Bu iki müellife göre Gûrânî'nin tahsil hayatı, beş ana merkezde cereyan ediyor. İlkini doğduğu şehirde, sonra sıra ile Bilâd-ı Cezîre, Hisn-ı Keyfâ, Şam ve Kâhire'de bulunarak o devrin ilim çevrelerinden istifade ediyor. Gurupladı-ğımız bu merkezlerden İlk ikisini Sehâvî, Şam'daki tahsilini de Bikâî, verdiği bilgiler arasında zikretmezler. Tahsilinin ilk üç safhasını, hangi tarihlerde ikmâl ettiği de kaydedilmemiştir. Doğum senesinden sonra elimize geçen ilk kayıtlı tarih 830/1427 lere doğru Şam'a gelişidir ki Gûrânî bu sıralarda 17-18 yaşlarında olması gerekir.
Tahsil hayatından bahseden Osmanlı kaynakları, [71] ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Kâhire'ye göndermek suretiyle, arada uzun bir boşluk bırakırlar, daha ziyade Arap kaynaklarından istifade ettiklerini kısaltarak alırlar.
Sahip olduğumuz bilgilerin ışığı altında, bulunduğu şehirlerde okuduğu dersler ile hocalarının isimleri, aşağıda anlatılacaktır. Muasırı iki kaynaktan istifade ile vereceğimiz bu kısa bilgiler, küçüklüğünden itiraberen yöneldiği ana sahalar ile, ihtisaslaşmaya gitmeden önce meşgul olduğu ilim dallarını genel olarak tanıtacaktır. Bu arada, müteahhirînden olan Şevkânî'nin (ö. 1250/1834-35), el-Bedru't-Tali' adlı eserinden de istifade edilecektir.
Kaynaklar ilk tahsilini memleketinde başlatırken -bunun 5-7 yaş arasında olabileceğini tahmin ediyoruz[72] sadece Kur'ân'ı ezberlediğini, fünûn-i ilimle meşgul olduğunu yazarlar. Bu gene ifadeyi biraz açacak olursak, Arapçayı öğrenmek için o sıralarda okutulan eserlerle meşgul olduğunu, Kur'ân kıraatini öğrenip akabinde hıfza geçtiğini ve bilâhere tamamladığını söyleyebiliriz.
Bıkâ'î çok kısa bahsettiği bu ilk tahsilinden sonra Bilâd-i Cezîre'ye[73] gittiğini kaydederken, Sehâvî herhangi bir yer ismi belirtmez. Fakat ikisinin de birleştikleri nokta, Gûrânî'nin bu sayede İsmini öğrendiğimiz hocası, Zeynuddîn Ab-durrahmân b. Ömer Kazvînî (o. 836/1432-33) [74] olmuştur. Bikâ'î ayrıca, başka hocalardan da ders gördüğü kaydım ilâve ederek, mantık v.s gibi aklî ilimlerin yaraşıra; nahiv, maânî, beyân'da maharet kazandığı, fıkıh öğreniminde ilerlediği şeklinde bilgi verir.
Sehâvî, Bikâ'î'den farklı olarak yedi kıraat üzere Kur'ân tilâvetini bu hocadan aldığına İşaret eder, kıraat ilminin tanınmış eserlerinden Şâtıbiyyeyi hallettiğini ve iyice Öğrendiğini, bu arada fıkıhtan Şafiî'nin eseri ite Teftâzânî'-nin Keşşaf haşiyesini okuduğunu söyler. [75]
Gûrânî'nin üçüncü merhale tahsilinde, her iki müellif aynı görüştedirler. Gûrânî, Kazvînî'nin tedris halkasından ayrılarak bugün Diyarbakır sınırları dahilinde Hasan Keyf diye anılan Hısn-ı Keyfâ'ya gelir. Bikâ'î burada Alâuddîn Buhârî'den (o.841/1437) ders aldı, kendisinden İstifade etti derken, Sehâvî; Celâl Hulvânî'den Arapça dersleri okuduğunu belirtir. İki müellif arasındaki bu farkSı ifade, Bikâî'nin Gûrânî'yi Şam'da tahsil ettirmemesinden doğmaktadır. Çünkü Sehâvî'ye göre Alâuddîn Buhârî, Gûrânî'yi Hısn-ı Keyfâ'da değil Şam'da hocalık yapmıştır. Şevkânî de, Alâuddîn'in Gûrânî'ye Samda hocalık ettiği fikrindedir. [76]
Aradaki bu farklılığı kaldıracak bir diğer kaynağa sahip olmadığımıza göre Sehâvî'ye dayanarak, Gûrânî 830/1426-27 senelerine doğru Şam'a gittiğini, Alâuddîn Buhârî'dernstifade ettiğini belirtmekle yetindiklerinden, bunun hangi sahalarda olduğunu öğrenemiyoruz. Şu kadar var ki Sehâvî Gûrânî'nin, Alâuddîn Buhârî'den çok Hulvânî'yi tercih ettiğini, beraberinde Şam'ı terkederek Beyt-i Makdis'e gidip Zemahşerî'nin Keşşafını okuduğunu haber verir. [77]
Şu halde Gûrânî, Teftâzânî haşiyesinden sonra esaslı tefsir derslerini 18-20 yaşlarında almağa başlar. Beyt-i Makdis (Kudüs) de Keşşafı okurken takip ettikleri ders usûlü hakkında bir bilgiye sahip olmasak da, Ahmed Gûrânî'nin Celâl Hulvânî'den oldukça istifade ettiğini, Keşşafı tenkitli bir şekilde okuduklarını, adıgeçen meşhur eserin tefsîrler arasındaki önemini bu sırada kavramış olacağım söyleyebiliriz. Müfessirimizin yazacağı tefsîrde Keşşafa bağlı kalışı, metot ve muhteva yönünden ana kaynaklan arasında yer verişine bakılırsa, bu fikrin kendisine, bu sıralarda edindiği bilgi ve tecrübe ile yerleştiği ileri sürülebilir. Bilhassa tenkitçi bir zihniyete sahip oluşunda, bu hocanın önemli rolü olduğu kabul edilebilir.
Yaklaşık olarak beş sene süren bu tahsil dönemi de dahil.-onbeş senedir devam eden tahsil hayatında Gûrânî, aklî ve naklî ilim dallarında bazı temel nosyonları kavramış, ilim meclislerinde, aldığı kültürün yardımıyle sesini duyurabilecek seviyeye erişmiş bulunmaktadır.
835/1431-32 senesi içinde kanatınıızca son gittiği yer olan Kudüs'ü terkederek Kâhire'ye gelir, Sehâvî'nin kaydına göre Şemsuddîn Ahmed'in tahsil hayatı, gerçek bir fakr ü zaruret içinde geçmiş olmalı ki buraya geldiği sıralardaki halini belirtmek için "fakîrun cidden" ifadesini kullanır. Buradan hareketle, ailesinden ve çevresinden en ufak mâli destek görmediği, her türiü geçim zorluğuna rağmen okuyup öğrenme yolunda ne kadar azimli, cesur ve iştiyak sahibi olduğu ortaya çıkar.
Kâhire'ye gelişi akabinde, kendini ilmî çevreye tanıtarak kabul ettirmek için oldukça sıkı temaslar kurduğu, bazı ilim meclislerinde münâkaşalara katıldığından şöhreti birden yayılır. Sahip olduğu kültürün sağlamlığı yanında, yaratılışında mevcut hitabet kabiliyeti, ikna edici söz söyleyişi, açık-seçik fikir beyanında bulunuşu ve cesaretli oluşu gibi meziyetler, onun birden sivrilmesine yardımcı olur. Bikâ'î'nİn ifadesine göre "fazileti" ile şöhret bulur; ekâbir, ümerâ ve mübaşirlerle sıkı dostluklar tesis ederek onların teveccühünü kazanır, Kâhire'nin sayılı ve itibarlı (âyân) kişileri arasına girmeyi başarır.
Ahmed Gûrânî Kâhire'de on sene kadar ikâmet eder. Bu sürenin büyük bir kısmını ihtisasına ayırır, geri kalan kısmında da Berkûkıye medresesine[78]geçe-rekjnüderris ünvâmyle bazı kürsüler işgal eder.
İhtisas çalışmalarının ağırlığını hadîs sahasına vererek îbn Hacer Askalâ nî'nin (ö.852/1448) [79] meclislerine katılır. Sahîhu'l-Buhârî kıraati üzerine verdiği derslere iştirak eder, aynı zamanda kendisinden Irakî'nin (ö.806/1404) usül-i hadîsden Şerhu'l-Elfiye'sini okur. Bir müddet, isimlerini bilmediğimiz diğer ulemânın meclislerine katılır. Zeynuddîn Zerkeşî'den (Ö.846/Î442-43) [80] es-Sahî-hu'1-Muslim'in tamamını okur, bu arada Şirvânî'den (ö,875/1470-71) [81]istifade edebilmek için azamî gayreti sarfeder, bundan da Müslim'i ve Şâtıbiyye'yı tekrar eder. [82]Devrin tanınmış bu üç otoritesinden başka Alâuddîn Kalkaşendî'-nin(ö.856/1452) [83] meclisine katılır, kendisinden Mâverdî'nin (ö.450/1058) fıkha dairel-Hâvî'l-Kebîr fî'I-Furû'unu Öğrenir.
Sehâvî ile Bikâî'nin verdiği birbirine yakın bilgilerden Gûrânî'nin hadîs sahasında olduğu kadar, fıkıh ve kıraat sahalarında da hocalarından istifade ettiğini öğreniyoruz. Osmanlılar da dahil olmak üzere, bazı Arap tarihçilerine kaynak vazifesini gören Taşköprî-zâde'nin Şekâ'ik'ı, GÛrânî'nin hadîsle iştigâli yanında kıraat-ı aşara, tefsir ve fıkıh okuduğunu da haber verir.[84] Bikâ'î ve Sehâvî'nin zikretmemesine rağmen müellifimiz, Ibn Hacer'den Sahîhu'l Buhârî'yi rivayeten ve dirâyeten okutabilmek üzere İcazet aldığını söyler. [85]
Görüldüğü gibi ilmî şahsiyetinin temellerinm atıldığı bu seneler zarfında Ahmed Gûrânî, sahip olduğumuz bilgilerden öğrendiğimize göre, tefsîr'den Ze-mahşerî'nin Keşşafını, bu esere Teftâzânî'nin yazdığı Hâşiye'yi, hadîs'den şöhretli usûl kitabı olarak bilinen Şerhu'l-Elfiye'yi, metin olarak da Sahîhayn diye anılan Buhârî ve Müslim'i okumuştur.
Usûl-i Fıkıh'tan el-Hâvî'yi, ayrıca Şafiî fıkhını, kıraattan da Şâtıbfnin Hırzu'l-Emânî'sini okumak suretiyle önemli dört ilim hakkında bilgi edinmiştir.
Tahsil hayatının ilk safhalarında âlet ilimleri içinde mütâlâa edilen sarf-nahiv,i görmüş, müteakiben maânî ile beyân'ı, isimlerini bilmediğimiz eserlerden okumuştur. Aklî ilimler içinde mütâlâa edilen mantık ilmini okuduktan sonra, zamanın medreselerinde verilen derslerin hemen hemen büyük kısmını Öğrenmiştir. Gördüğü bu ciddî tahsil,devrin ulemâsı arasında yerini almasını sağlamış, Ahmed Gûrânî; tefsîr, hadîs, fıkıh ve kıraat ilimlerinde bilgisini ispatlayarak her biri hakkında -bazı muasırlarının eserleri kadar çok olmasa bile-birer eser vermek suretiyle ilim tarihine adını yazdırmıştır. Hiçbir eseri şimdiye kadar neşredilmediği, üzerinde herhangi bir tanıtıcı çalışma yapılmadığından hayatı kadar, eserleri de ilim âliminin meçhulü kalmıştır. Kıymeti, mezuniyeti akabinde tanınmış olmasına rağmen uzun sürmemiş, aşağıda görüleceği üzere müessif olaylar ve yıpratma taktiklerinden zorla kurtulmuş, en rahat nefesi, hu zûr ve refahı, mensubu olmakla iftihar ettiği Osmanlılar nezdinde bulmuştur. Kariyerinde üstün başarısından dolayı ilk huzur ve refahı, Memlûk sultanı Zahir Çakmak'ın sarayı ve yakınlarının, kısa süren kadirşinaslığı sayesinde gördüğü, inkâr edilemez.
Tahsilinin sonlarında, kazandığı şöhret sayesinde Sultân'ın en yakın adamı, kâtib-i sır, Muhammed b. Bârîzî[86] ile tanışır, Nüfuzlu bir kişi olan Zeynî Abdulbâsıt'ın takdirine mazhar olur. Bu kişilerin yardımları, aynı zamanda Sultân huzurunda yapılan Buhârî kıraatları, Melik Zahir Çakmak'ın(ö.857/ 1453) [87] Gûrânî'yi yakînen tanımasına sebeb olur, aralarında bir dostluk teessüs eder, görüşmeleri gittikçe sıklaşır, sonunda Gûrânî'yi sarayına alarak nedimleri ve havâssı arasına dahil eder. Sultân ve ona yakın devlet ricâliyle tanışması Ahmed Gûrânî'de ânî bir genişlik ve huzur yaratır, fakr ü zaruret içinde geçen günlerin sonunda, dünya yüzüne gülmeğe başlar.[88]
841/1436-37 veya müteakip senede Gûrânî, İbn Yahya adiyle meşhur, şâfiî fakîhi Ahmed b. Yahya Şihâb Sâlihî'nin Berkûkıye medresesinde işgal ettiği fıkıh kürsüsüne - Sehâvî'nin ifadesine göre[89] İbn Bârizî'nin teşvik ve yardımı ile geçer, fıkıh müderrisi olarak vazifeye başlar. Sehâvî, ibn Yahya'nın 849/1445-46 da vefat ettiğini söylerse de, bir tarih yanlışlığı olduğu aşikardır. Çünkü aynı şahıstan bahseden İbn Imâd[90] vefatını, İbn Hacer'den naklen 843/1439-40 senesi içinde gösterir. İbn Yahya'nın vazifeden alınış tarihi belli olmadığından Gürânî'nin bu medreseye hangi tarihte tayin edildiği, dolayısı ile vazifede ne kadar kaldığı kesinlikle bilinemiyor. Bilinen kesin nokta, burada tedrise başlamasıdır. [91]
Müellifimizin Berkûkıye'de vazifeye başlayışı ve tedris müddetihakkında nasıl bilgi edinemedikse, hangi eserleri okuttuğu, iki-üç sene sürdüğünü talimin ettiğimiz hocalığı esnasında yetiştirdiği talebelerin kimler olduğunu bilmiyoruz. [92]Burada geçirdiği senelere ait detaylardan mahrumuz. Yalnız, II. Bazeyİd'e yazdığı, elimizde mevcut tek müellif hattı vesika'da, buradaki müderrisliğinden bir nebze bahseder, Berkûk medresesi diye adlandırdığı medreseyi "a'zamu'l-medâris" olarak tanıtır, dört mezhebe mensup ulemâ ile îbn Hacer ve Sâduddîn Dîrî huzurunda münakaşalara katıldığını, ortaya attığı meselelerde kimseden şâfi cevap alamadığını belirtir. [93]
Gûrânî bumedresedetedrîsc devam ederken -tahminen 30 yaşlarında olması icabeder- 844/1440 senesinin altıncı ayında, cumâde'İâhire'nin ikinci cumartesi günü bir olay cereyan eder. Osmanlı kaynakları bu olaydan hiç bahsetmezler. Merhum Ahmed Ateş sadece Sehâvî'den istifade ettiğinden, olayı yanlış ve eksik aktarır. [94] Tesbit ettiğimiz aydınlatıcı bilgilerle, cereyan eden olayın aslına inerek biraz üzerinde durmak istiyoruz.
O devir tarihçilerinin eserlerinde bahsedilen bu olay, [95] Gûrânî ile Ebû Hanîfe neslinden geldiği söylenen Hamîduddîn Nu'mânî[96] arasında, mezheb münâkaşası şeklinde tanıtılır, hatta Gürânî'nin münâşada çok ileri giderek Ebû Hanîfe'ye dil uzatıp küfrettiği söylenir. Olayın cereyan tarzı ve neticesi o devirde yaşayan birden fazla müellif tarafından nakledildiği için, aradaki ifade farklarından Gürânî'nin gerçekte böyle bir suç işlemediği, bunun aslında, genç yaşta ilmen ve şahsen kendini tanıtarak devrin Sultân'ı ve yakınları arasına karışıp birden yükselmesi, Berkûkıye'de tedrise devam etmesinin doğurabileceği bir kıskançlık olduğu, kolayca anlaşılır. Bizi bu kanaata sevkeden, Markîzî (Ö.845/1441)[97]olmuştur. es-Sulûk adlı eserinde tarafsız bir ifade kullanarak[98]ve şârat le-hû vazâ'İfu ve murattebâtun. Ve taraddede ilâ's-Sultâni ve "urife bi'l-fadî!eti. Fe-şâra Ie-hû a'dâ'un. Ve't-tufika erine kânet beyne-hû ve beyne şahsın mine'l-hanefiyyeti, muhâşamâtun. Ta'assabe bi sebebi-hâ 'ale'l-Gûrânî, cemâ'atun". (..bazı vazifeler ve yüksek maaşa sahip oldu. Sultân'a sık sık gidip gelmeğe başladı. Faziletiyle tanınan bir kimse olmasından dolayı, çevresinde bir takım düşmanlar belirdi. İttifâken anlatıldığına göre, kendisiyle Ha-nefiye'den biri arasında husûmet belirdi. Bu yüzden bazı kimseler, Gûrânî'ye karşı taassuba kapılarak cephe aldılar) diyerek Gûrânî'yi çekemeyen, sahip olduğu şöhret ve mevkiden bir an evvel uzaklaştırmak için kendisine bir komplo hazırlayanlar olduğunu belirtmek ister. Bunun için, 842/1438-39 da tahta çıkan, Gûrânî'yi nedimleri arasına alacak kadar sempatisi olan melik Zahir Çakmak bile iyice hazırlanır, huzurunda mahkeme kurdurularak gözü önünde yargılanır, üstelik ilk suçlamalar da Sultân'ın ağzından yaptırılır. [99]
Mahkeme safhasına girmeğe lüzum görmediğimiz için detaylara inmiyor, aynı mevzuda Bikâ'î'nin verdiği bilgilere özetle gözatmak istiyoruz. [100]
Önceden de söylediğimiz gibi, Gûrânî'yi bizzat gören ve kendisinden duyduklarını aktaran Burhânuddîn Bikâ'î, olaya, diğer kaynaklarda bulunmayan bazı bilgiler kazandırır. Hamiduddîn'in Ebû Hanîfe neslinden gelişini kesin bir ifade İle değil, denildiğine göre anlamına gelen "yukâlu" kelimesiyle belirtir. Aralarında geçen konuşmalarda, Gûrânî'nin Ebû Hanîfe aleyhine söylenmiş bir tek sözünden bahsetmez, sadece: "vaka'a beyne-hû ve beyne Hamîduddîn(..) Kelâmun, vasale fî-hi'iîâ'l-muşatemeti"(Gûrânî ile Hamîdududdîn arasında bir konuşma cereyan eder, bu konuşma esnasında her ikisi de birbirlerine ağır sözler sarfeder, sövmeğe kadar varırlar) şeklinde ifade kullanır. Bu konuşma sonradan, ya bizzat Hamîduddîn veya Gürânî'ye karşı bu adamı kullanan kimselerce, kâtib-i Rûmî-i Engerevî (Ankaravî ?) şöhretiyle tanınan Şeyh Şemsud dîn'in (?) kulağına gitmiş olmalı ki Gûrânî'yi bazı sebeblerden ötürü ayıplar, doğruca Sultân'a giderek Gûrânî'nin, Hamîduddîn ecdadına sövdüğü şeklinde ihbarda bulunur ve Gûrânî'yi, daima ulemânın kusurunu bulan veya suçlayan bir kişi olarak tanıtır. Sultân'a duyurulanların doğru olduğunu isbat etmek ve aynı zamanda şehâdette bulunmak üzere Kâdî Bedruddîn b. Ubeydullah (ö. 857/1453) [101] getirtilerek uydurulan yalana destek sağlanır, makam ve mevkiinden istifade ile Sultân üzerindeki tesir, bu karakterdeki bir Kadı'dan faydalanılarak devam ettirilir. Düzenlenen oyun başarıya ulaşır, Gûrânî suçlu görülerek söylediklerinin cezası olmak üzere 80 değnek vurulur, üstelik burca hapsedilir.
Gûrânî'yi bu şekilde cezalandıran mahkeme, hanefî kadı'sı Sâduddîn tbn Dîn (Ö.856/1455) [102] riyasetinde toplanır, Kâdî Bedruddîn ise tanık sıfatiyle aleyhde şehâdette bulunur, aynı zamanda Hamiduddîn'in Ebû Hanîfe zürriye tinden geldiği, mahkeme huzurunda bu kimsenin sözleriyle güya isbatlanmı olur.[103]
Bikâ'î, şeyhi Abdusselâm Bağdâdî'nin (Ö.859/1455) [104] bu sözlere şahit olduğunu, mahkemede söz alarak Kâdılkudât Muhibbuddîn Bağdadî (ö.844/ 1440) [105] ve diğer Bağdad meşâyihinden, Hamiduddîn'in Ebâ Hanîfe neslinden geldiğine dair bir şey işitmedikleri şeklinde ifade verdiğini de, sözlerine ilâve eder.
Aynı konuyu eserinde ele alan Şevkânr, Sehâvî'nin bu olayla ilgili sözlerini aktardıktan sonra şahsî görüşünüaçıklar, onunla aynı fikirde olmadığını beyân eder. Gûrânî'nin mâliki kadı'sı yerine hanefî kadı'sı Sâduddîn tarafından yargılanmasını, AUahın bir lutfu sayar, şayet mâlikî kadı'sımn hükmüne bırakılmış olsaydı muhakkak boynu vurulur, Allahın yasakladığı katlin icrası bir takım basit şeyler yüzünden icra edilirdi, der. Şevkânî bu endişesini kaydettikten sonra "bu büyük âlime" seksen değnek vurulup hapsedilişini şiddetle kınar, cezaya çarptırılmasını "açık bir zulüm, kesin bir kötülük" (zulmün beyyinun ve 'esefun zâhirun) şeklinde niteler, bilhassa Gûrânî aleyhinde bulunan kişinin Ebû Hanîfe neslinden olduğunun asılsızlığına rağmen böyle bir hükmün verilmesini de esefle karşılar.
Şevkânî görüşlerini şöyle bitirir: "Allah, Gûrânî'nin saltanatını en hayırlı saltanata, himayesini en fazîletli himayeye çevirdi, onların menettiği rızkın en genişini verdi, aleyhinde besledikleri hasedin aksine, en yüksek mevkileri kendisine nasib etti. Zira Gûrânî kurtulup kaçınca Osmanlılara (memleketu'r-Rûm) teveccüh etti, kıymeti bilinerek en yüksek mevkilere getirildi."
Görülüyor ki Şevkânî de, Gûrânî'nin lâyık olmadığı halde iftiraya uğradığı, şahsına büyük haksızlık yapıldığı kanaatındadır. [106]
844/1440 senesi cumâde'l-âhiresi ortalarında cereyan eden, tahminen kısa zamanda karar verilerek Gûrânî'nin burca hapsi ile sonuçlanan hâdise ile kara günler tekrar başlar. Mahpus durumda kalınca Berkûkıye'deki yerine[107] Tefsîru'I-Celâleyn'in ilk müellifi Celâluddîn Mahallî (0.864/1460) getirilir. [108]
meselesi yüzünden Zahir Çakmak tarafından cezalandırıldığı ve hapse atıldığı, aynı sahifede yazılıdır.
Şemsuddîn Ahmed'in burç'da ne kadar hapsedildiğini bilmiyoruz. Mevcut kaynaklar içinde bu konuda farklı bilgileri Bikâ'î verir.[109] İfadesine göre Gûrânî, hapisten çıkarılması için her vesileye başvurur, fakat her defasında Sultân tarafından reddedilir. Bir defasında kaçmağa muvaffak olup Tûr-i Sînâya gider, burada yakalanır, gene kaçarak Lecûn'a[110] gelir, aramalar devam ettikçe gizlenmek gayesiyle Nâsır'da[111] olduğu haberi çıkarılır, sonunda kaçıp Safed'e [112]yerleşir, bir müddet kalıp Trablus'a geçer, sonunda Haleb'e dönmek suretiyle burada takipten kurtulur.
Makrîzî ise, Berkûkıye'den uzaklaştırıldıktan sonra Şam'a nefyedildiğini, buradan çıkıp hacca gitmek üzere Haleb'e doğru yola koyulduğunda ancak Tûr-i Sina'da iken haber alınıp yakalandığını, buradan Şam'a gönderilerek Fırat'a sürülmesi karar) alındığını, kötü hareketinden dolayı zemmedenlerin çoğaldığını yazar. [113]
Sehâvî, Makrîzî'den naklen özetle aynı bilgiyi verirse de, sonunda bir tarih ilâve ederek Gûrânî'nin, mahkeme safhasından sonra geçen, kaçıp kurtulmak ümidiyle sığınmak için gittiği çeşitli yerlerde geçirdiği vaktin tamamını çok kısa bir zamana sığdırarak: "bunların hepsi 844 senesinde vuku bulmuştur" der. [114] Sehâvî'nin bu tarihine tamamen itimat etmemiz biraz güçtür, çünkü yukarıda dediğimiz gibi mahkeme, 844 cumâde'l-âhiresi ortalarında ikinci cumartesi günü yapılmıştır, bu tarih senenin yarısı sayılır. Geri kalan altı ay içinde Gûrânî'nin hapsedilmesi, kaçıp çeşitli yerleri dolaşması, yakalanıp tekrar hapsedilmesi, sonunda takipten kurtulup Haleb'e veya Fırat ötesine dönmesi, bu kadar zamana sığacak nitelikte gözükmüyor.
Karşılaştığımız bu zorluk, her şeyden önce kaynak yetersizliğinden ileri geliyor. Sahip olduğumuz bu bilgileri her ne kadar Makrîzî ve Bikâ'î'ye borç-luysak da, görüldüğü gibi iki kaynak arasında cüz'i benzerliklere rağmen farklılıklar da mevcuttur. Makrîzî, ona atfen de Sehâvî, Şemsuddîn Ahmed'in bu kadar maceralı geçen günlerinden sonra Fırat ötesine sürüldü sözlerine karşılık Bikâ'î, son durağın Haleb olduğunu, ancak burada takipten kurtulup sükûnete kavuştuğunu yazar. Bu iki mekândan hangisinin doğru olabileceğini çözmek gerçekten güçtür. İkinci güçlük; Gûrânî'nin isimleri verilen şehir veya kasabalara ne zaman geldiği, ne zaman ayrıldığı, hiç olmazsa Haleb veya Fırat ötesine hangi tarihte girdiğinin belirtiîmemesinden gelmektedir.
Biz, Fırat ötesi şeklindeki geniş anlamdaki yer isiminden ziyade, Bikâî'nin Haleb'e yerleşti ifadesini kabul ederek Gûrânî'yi, Hamîduddîn hâdisesinin durgunlaşmasından sonra burada kaldığını düşünüyor, Osmanlılara geçmeden önce Haleb'de bulunabileceği ihtimalini tercih ediyoruz. Sehâvî, her ne kadar 844 senesi içinde olayın yatışarak Gûrânî'nin Fırat ötesine gönderildiğini kabul ediyorsa da, biz biraz farklı düşünürek,[115] bunun hiç olmazsa 845 ortalarında olması gerekeceğini daha mâkul karşılıyor, böylece burç'da hapsedilişinden kurtulup çeşitli yerleri dolaşmasının en geniş zaman ölçüsü olarak bir sene sürebileceğine inanıyoruz. Bu suretle kaynaklar içinde, Bikâ'î'nin görüşlerine katılmış oluyoruz.
Bu konuda, yaklaşık da olsa böyîe bir tarih tesbitini zaruri gördük, zira 32-33 yaşlarında olan Gûrânî', ömründe ancak 3-4 sene (840-844), rahat-huzur içinde, maddi sıkıntılardan uzak bir hayat sürmüştür. Tam rahata kavuşmuşken Mısır ulemâsının, arap asıllı olmayan bu genç müderrisi aralarında, bilhassa gözde medreselerinden birinde görmekten memnun olmamaları neticesi bazı entrikalarla elinden makam ve mevkii alınarak, tekrar sıkıntılı hayatına itilmiş, gerçek huzura Osanh ülkesine geçtikten sonra kavuşmuştur. İlk tahsilini memleketinde yaptığı için ana dilini rahatça öğrenmiş sayılır, üstelik tahsilinin geçtiği yerlerde, bilhassa Mısır'da Memlûk Sultânı Zahir Çakmak'ın bile mükemmel Türkçe konuştuğu yerden [116]ayrılarak Anadolu'ya gelmek istemesi, kendi dilini konuşma özleminin bir neticesi olduğu da düşünülebilir.[117]
Bundan önceki bahiste[118]Şemsuddîn Ahmed'in Anadolu'ya gelmeden evvel bulunduğu bölgelerde hâkim olan iki devletin kısaca tarihi ile, ilmî faaliyetlerine temas etmiştik. Burada ise, Osmanhlardaki hayatına geçmeden Anadolu'daki ilmî faaliyetlerin kısaca tarihçesi askerî ve siyâsî alandaki başarılarından ve fetihlerinden bahsetmeden II. Murad ve oğlu Fâtih'in takip ettikleri ilmî politika ile, muasırı olan tanınmış ulemâdan söz ederek, yaşadığı devrin ilmî muhitini tanıtmağa çalışacağız.
Bilindiği gibi Ahmed Gûrânî tahsil hayatının tamamını Anadolu dışında geçirmiştir. Buraya yetişmek üzere değil, daha ziyade ilminden ve şahsından istifade gayesiyle davet edilmiştir. Başka bir deyimle Gûrânî, davet edilen bazı âlimler gibi, II. Murad'ın başlattığı ilmî siyasetinin temellerini sağlamlaştırmak, Bağdat, Şam ve bilhassa Kâhire'de toplanan İslâm ilim merkezlerini Osmanlılara kaydırarak, gelişen bariz siyasî hâkimiyetin yanı sıra, ilmî hâkimiyeti pekiştirmek üzere gelmiştir.
Osmanlı devletinin kuruluş senelerinde, askerî ve idarî faaliyetlere eşit olarak ilmî faaliyetlere de önem verilmiş, ikinci Osmanlı Sultânı Orhan Bey, fethinden bir sene sonra İznik'te ilk medreseyi açmıştı. Bursa'nın almmasiyle kurulan Kaplıca ve Yıldırım medreseleri, İznik medresesinin faaliyetini bir ölçüde zayıflatırken, Türklerin Rumeli'ye geçip Edirne'yi yeni başkent yapmalarından sonra Bursa medreseleri de şöhretini Edirne'deki medreselere bırakmıştı.
Gûrânî'nin Osmanlı ülkesine geldiği sırada Bursa medreselerinde tedrise başlaması, Edirne'ye kaymış olan ağırlık karşısında Bursa'yi kısmen olsun canlı tutabilmek gayesini gütmüşse de, Fâtih'in hocalığına tayini ile Manisa'ya (Mağ nîsa) gitmesi, düşünülen bu canlılığın devamını sağlayamamış, sonraki takviyelerle ancak gerçekleştirilmek istenmiştir.
Kuruluşundan itibaren başkentlerde geliştirilmeğe çalışılan ilmî faaliyet birbuçuk asır devam ettikten sonra, İstanbul'un fethini müteakip Ayasofya, bi-lâhere Semâniye medreseleriyle son şeklini almış, gerek civar İslâm ülkelerinden celbedilen müderris ve ulemâ İle, gerek memleket içinden yetişmek üzere gönderilen elemanlar ile Osmanlı İlim hayatı, diğer ilim merkezleri seviyesine getirilmek istenmiştir. Takip edilen bu politika ile, İslâm ülkeleri arasında büyük ölçüde kültür birliği aranmıştır. Bu birlik esasen önceleri mevcuttu. Selçukluların V. hicrî asırdanberi süregelen hizmetleri, san'atta olduğu kadar ilmî sahadaki faaliyetleri kaybolmadan, Beylikler devri aracılığı ile Osmanlılara intikal etmiş, Fâtih'in emriyle Veziriazam Mahmud Paşa ve Ali Kuşçu'nun hazırladığı nizâmnâme ile tâdil edilerek, daha verimli hale getirilmiştir. [119]
Umûmi durumu İçinde ele alınacak olursa, gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar devrinde Anadolu'da ilmî faaliyetler, müstakil bir ekol teşkil edecek derecede kendine has bir özellik gösterememiştir. Zaten İslâm kültürü bir millete bağlı kalmaktan çok, kollektif bir anlayış içinde İslâm ülkelerinin müşterek malı olarak gelişmiştir. Ne var ki, belli ilim merkezlerine hâkim olan ilim anlayışı ve ulemâ kadrosu, o bölgenin damgasını taşımışsa da Kırım'dan Buhâra'dan, Şam, Haleb, Mekke, Medine'den, Kuzey Afrika'dan, Endelûs'dan, hatta Konya, Bursa, Aydın (Bergama) ve Edirne'den ayrılan sî-malar, imkânları ölçüsünde, yukarıda da dediğimiz gibi, Bağdat, Şam ve daha ziyade Kâhire'de geçirdikleri tahsil hayatiyle zamanın ilim anlayışını, müştereken paylaşmışlar, her biri kabiliyet ve zekâ ölçülerine göre yetiştirdikleri talebeler, verdikleri eserlerle bu kültüre hizmet etmişlerdir.
Osmanlılar başlangıçtan itibaren, İslâm kültürünün müşterek kültür olduğu anlayışından hareket etmişler, ana dillerini sadece konuşma dilinde kullanarak, medreselerdeki tedris kitapları da dahil, yazdıkları eserleri, İslâm kültürünün müşterek lisanı Arapça ve kısmen de Farsça ile vermişlerdir. Bu hal resmî vesikalarda da görülmüş, Fâtih ve II. Bâyezid devrinde yazılmış 74 vesikanın, Arapça, Farsça ve Türkçe olduğu tesbit edilmiştir.[120]
Önceleri olduğu gibi, II. Murad ve Fâtih devri ulemâsı da İslâm kültürünün, müşterek yönü olduğu anlayışıyla yetişmiş, yetiştirirken de bu anlayışın dışında kalamamışlardır. Bu gerçeği kavramış olan değerli tarihçimiz Ord. Prof. Uzunçarşılı hoca, özel sohbetimizde ifade ettikleri gibi, bir eserinde aynen şu sentezi ortaya koymuşlardır: "Osmanlı tarihinde ilmî hüviyet sahibi olan şahsiyetler, İlim ve fikir âleminde yeni bir devir ve mekteb açacak kuvvette değillerdi; bunlar eskidenberi gelen şark klasik usûl ve kaideleri üzerinde yetişmişler ve ancak bu sahalarda bir varlık göstermişler ve Osmanlı devleti dahilindeki ilmî inkişafta büyük hizmet etmişlerdir. [121]
Başlangıçtan itibaren düşünecek olursak Osmanlı müderrisleri yetişmeleri bakımından üçe ayrılır. Memlekete yetişip ihtisasını dışarda yapanlar, tamamen memleket içinde yetişenler, mütehassıs olarak dışardan gelenler.
İznik medreselerinde hizmeti geçen Dâvud Kayseri (ö.751/1350) tahsilinin bir kısmını memleketinde tamamladıktan sonra ihtisas için Kâhire'ye gitmiştir. Bursa medreselerinin tanınmış âlimi Molla Fenârî (ö. 834/1431) de keza ihtisasını Kâhire'de yapmıştır. Hıdır bey (ö. 863/1459), Molla Yegân (ö. 878/3473), Molla Husrev (ö.885/1480), Hoca-zâde Muslihuddîn Mustafa (ö.893/1488) gibi şahsiyetler, gelişen Osmanlı medreselerinin mahsûlü olmuşlar, sahip oldukları şöhrete Anadolu'da erişmişlerdir. Üçüncü kısım ulemâ arasında sayacağımız, müellifimiz Molla Gûrânî ve Ali Kuşcî (veya Kuşçu) (ö.879/1474-75) tahsil hayatlarının tamamını Anadolu dışında tamamlayıp, duyulan ihtiyaç karşısında medreselere veya gelişmekte olan ilmî çevrelerin hizmetine, talebe yetiştirmek üzere, tatmin edici şartlar ve itibarla davet edilmişlerdir.
Bu daveti II. Murad'ın ve oğlu Fâtih'in siyasetlerinde açıkça görüyoruz. Bunun en bariz misâli, müellifimiz Ahmed Gûrânî'nin Osmanlılara celbidir. Sultan Murad, ilim adamlarını tesbit ve devlete kazandırılması görevini Molla Yegân'a vermişti. [122] Molla Yegân hac farizası için çıktığı yolculukta müellifimize tesadüf etmiş, onu iknl ederek Pâdişâhın isteğini gerçekleştirmiştir. Devletin bu siyâsetine tarihçiler, eserlerinde geniş yer vererek şöyle anlatırlar.[123]
"...Sultân Murad zamanında bu azizlerin bazısı hayatta idi. Ulemâdan Mevlânâ Şerefuddîn Kırîmî, Mevlânâ Hayruddîn Kırımı geldi. Mevlânâ Ahmed Gûrânî geldi, Mısır vilâyetinden ve ândan ders-i âmm idüb geldi ve vilâyet-i Rûm'da muazzez müftî oldı".
Meşhur tarihçi Neşrî, Fâtih'in meziyetlerini sayarken aynen şunları söyler: "Rivayettir ki Sultan Mehmed, kerîm âdil ve âlim ve dindar, muhîbu'lulemâ ve'1-fudaîâ melîk idi. Ve her kande bir ehl-i kemâl olsa anı yanma istanbul'a getirüb ulufe iderdi. Hatta Semerkand'dan fahru'l-ulemâ Mevlânâ Ali Kuşçî'yi cemî-i taallukâtıyle getirdib bî kıyas mebâlığ i'tâ idüb emvale gark itmişdi. Ve bir kişi san'atıa mahir olsa elbette anı getirdüp ulufe ta'yin idüb ve hiçbir kişi dergâhına gelüb mahrum olmazdı. [124]
Solak-zâde Tarihinde, padişahların bu özeliiğine ait şu satırları okuyoruz ; [125]"Subhânellâh, devr-i latifin nucûm-i tedrisâtından mıdır ki ol asırda padişahlar elbette ehl-i kemâle rağbette ve sâhil-i hüner olanlara riâyette birbirlerine teğal-lub ve tekaddum ederler idi. Kendi kalem-rev'lerinde zuhur eden ashâb-ı kemâlâtdan gayrı, ahar padişahlık memleketlerden, hatta hutabâ ve hıtenden ve memâlîk-i Mısr u Yemen'den ma'rifetde behreyâb olanları bâb-ı saadetlerine ve tahsillerine sa'y ü himmet ederler idi...".
Tayyar-zâde Ahmed Atâ ise, bu asrın özelliğini teferruatıyle ele alır, mevcut ilim dallarına da temas ederek şu bilgileri verir . [126]
"Asr-ı âlî-i şehriyâr-ı meâlî-i âsâr, her nevî ulûm ü maârif ü hünerin revaçgâh pazarı olduğu her tarafa şayi olduğundan, dergâh-ı hümâyûnlarında ulûm-i âliye ve edebiyye ulemâsı çoğalmış ve ulûm-ü maârife rağbet, ve erbabına riâyet ziyâdeşelerek ol vakitler usulünce, ilm-i tefsîr ve hadîs ve fıkıh ve ferâiz ve fenn-i şi'r ü inşâ ve mûsikî ve nücûnı ve hey'et ve hendese ve coğrafya ve ilm-i kelâm ve mantık ve maânî ve usûl ve bedi' ve beyân ve hikmet, kemâlim bulmak derecelerine gelerek, bunların kemâl-i noksan ta'lîmleri çün tâ Şîraz ve Hemedân ve Horasan erbabının fevç fevç der bâr-ı şevketkarâra azimetle dâire-i devlet, hakikaten bir encümen-i dâniş halini bularak, bu târik ile memâlik-i mahrûsada bir çok mütebahhirîn vefuhûlîn,yetişerek bunların mesâî-i celîlelerinden devlet-i aliyye-i Osmâniyyepek çok istifade buyurmuştur."
Baba-oğul iki padişah
hakkında söylenmiş bu ve buna benzer sözleri çeşitli kaynaklarda fazlasiyle
bulmak mümkündür. [127] Devlet siyasetinde
olduğu kadar ilmî siyasette de başarılı olan bu iki pâdişâhın hizmetleri,
gerçekten takdire şayan hizmetlerdir. ll.Murad'ın bu konudaki heyecanını, oğlu
Mehmed'in yetişmesi için ne derece çırpındığını, Molla Gûrânî'yi özel hoca
tayin etmesinden anlıyoruz. Nasihal-ı Sultan Murad adlı Andrea Cascolo'nun
eseri baştan sona, Sultan Murad'ın terbiye ve ahlâk anlayışındaki üstün
başarısının örnekleri, ba-banın evlâdına yapabileceği en seçkin nasihatlarla
doludur.[128] Fâtih de, babası ve
hocaları tarafından ne kadar ihtimam gördüyse, buna karşılık daha fazlasını
yapmak suretiyle tarihteki şerefli yerini almıştır.
Babası II. Murad Edirne'deki faaliyetleriyle ün yaptığı için kendisine Ebû Hayrat ünvânı verilmişti. [129]Edirne'de 838/1435 de inşasını tamamlattığı Dâru'l-Hadîs'i ve medresesi, 851/1447 de açılan Üç Şerefli cami ve medresesi, Bursa'da yapılan (850/1446) Muradiye medresesi, bu devrin ilim yuvalan idi.
İstanbul fethedildikten hemen sonra Ayasofyâ külliyesi, ardından da Zeyrek medresesi faaliyete geçmiştir. Ayasofya'nın ilk müderrisi olan Molla Husrev, Pantokrator manastırı medreseye çevrilerek kendi adı verilen medresenin ilk müderrisi Molla Zeyrek (o.912/1506), sonradan Ali Tûsî[130] aynı medresede ders vermişlerdir. [131] Ünlü Semâniye medreseleri, fetihten onyedi sene sonra 875/1470 de hizmete girince, istanbul'un kıymeti bir kat daha anmış, buna bitişik ihtisas şubeleri olan Tetimme medreseleri ile tam teşkilâtlı üniversite haline gelmiştir. Medreselerde her seviyede görülen dersler ve kitaplar hakkında, fikirlerinden istifade ettiğimiz Ord. Prof. Süheyl Ünver 29 ders adı ve okutulan eserlere ait bilgi verir. [132]
Osmanlı ilmî siyasetinin özelliği olarak resmîmedreseİerdışında, bazı vezirler kendi imkânlanyle, ulemâdan bir kısmı da pâdişahdan ve saraydan gördükleri yardım ve müsaade ile bilinen tedris yerlerinden ayrı olarak, kendi idareleri ve tedris programları ile ilmî hayatın canlılığına katkıda bulunmuşlar, bugünün ilk, orta ve yüksek tahsil seviyesine eşit merkezler açarak duyulan ihtiyaç açığını kapatmada büyük rol oynamışlardır. Bunlar arasında, Dâru'l-Kurrâ ve Dâru'l-Hadîs adiyle, tamamen dînî-naklî ilimleri öğreten medreseler mevcut olduğu gibi, dînî ilimlerle beraber aklî(pozitif) ilimlere yer veren eğitim merkezleri de bulunmaktadır. Gûrânî'nin Fâtih ve İL Bayezid zamanında açtığı, ileride bahsedeceğimiz Dâru'l-Kurrâ ve Dâru'l-Hadîsleri bu konuda verilecek en cüz'î misallerdir.
Gûrânî bu eğitim merkezlerini açarken belli bir düşünceden hareket etmiştir. Onun resmî eğitimdeki hizmet süresi çok kısadır. Fâtih'in eğitim ve öğretim görevi, daha ilk günlerde kendisine verilmesi yüzünden medreselerde vazife alamamış, İstanbul'un fethi arafesinde idâri hizmetlere tayin edildiği, vefatına kadar bu hizmetleri devam ettirdiği için haklı olarak, medrese dışında kalmıştır. Kanaatımızca; kendi adına açtığı müsıakil eğitim yerleri hissettiği bu boşluğu kapatmak, medreselere giremeyip okuma arzusunda olanları, devletin izin verdiği merkezlerde yetiştirmek üzere açmıştır. Bu suretle idarî ve tedris gibi iki görevi bir arada yürüterek, ilmî hüviyetine yakışır hizmeti de yerine getirmiştir. Halbuki aşağıda bahsedeceğimiz tanınmış ulemânın bir kısmı, ya doğrudan doğruya müderris olarak görev yapmışlar, ya da müderrislikteki başarılarından dolayı bazı devlet hizmetlerine getirilmişlerdir.
Müellifimiz Şemsuddîn Ahmed'İn yaşadığı devir, eserleri günümüzde bile değerini muhafaza eden âlimlerin yetiştiği, bilhassa tefsîr, hadîs, kıraat, maânî-beyân, terâcim-i ahvâl tarzında tarih ilmi yönünden zengin bir kadronun yaşadı ğı devirdir. Bunlardan bilhassa İbn Hacer ve Kâfiyeci, yetiştirdikleri yüzlerce talebe İle ün yapmış, unutulmayan sımalardır.
Haleb, Şam, Kahire, İznik, Bursa, Konya, Edirne ve istanbul'daki çeşitli medreselerde ders veren yüzlerce müderrisi ve sahalarını, okuttukları dersleri ile birlikte anlatmamız konumuzu aşacağından, aralarından bazılarının uzun hayat hikayelerindenziyade, kısaca ilmî yönü ve tanınmış eserlerinden birkaçını zikretmekle yetineceğiz. Bunu yaparken, sahalarına göre bir sınıflamaya gitmeden, kronolojik sıraya uyarak vefat tarihlerine göre sunmağa çalışacağız.[133]
Fetevâ-ı Bezzâziyye adındaki eseriyle tanınmıştır. Bursa'ya geldiğinde Molla Fenan ile yaptığı fürûa dair münakaşayı kazandığı halde, usûl'de kabiliyetini gösterememiştir. Bezzâzî, Menâkıbu İmâmî'l-A'zam Ebî Hanîfe adında meşhur bir eserin de sahibidir. [135]
kıraat ve tecvİd ilimlerinde şöhret sahibi olan îbn Cezerî, Yıldırım Bayezid zamanında 798/1396 da Anadolu'ya gelmiş, Padişahın özel itibarını kazanarak Bursa medreselerinde bir müddet kıraat ve hadîs dersleri vererek, Osmanlılar arasında adı ile şöhret bulan ekolün açılmasında büyük rolü olmuştur. Meşhur eserlerinden bazıları şunlardır: cn-Neşr fî'1-Kırâati'l-Aşr, el-Tenıhîd fî'ı-Tecvîd, el-Mukaddime fî't-Tecvîd, el-Bidâye fî'1-Ulûmi'r-Rivâye ve'I-Hidâye, Tabakâtu'l-Kurrâ,[137]
Bursa'nın Yenişehir kazasına bağlı Fener köyünde doğduğu için Fenâri adiyle meşhur olmuştur. İlk tahsilini memleketinde tamamlamış, bilâhere Muğni ve vikaye Şârihi Aİâuddîn Esved ile Celâluddîn Aksarâî'den ders aldık tan sonra Kahireye giderek Bayburtlu Şeyh Ekmeluddîn ve diğer ulemadan ders almış, Arapça, maânî-beyân ve kıraat ilimlerinde şöhrete sahip olmuştur.
Fusûlu'1-Bcdâ-i fî Usûli'ş-Şerâ'i adlı eserini, fıkıhtan Menâr, Bezdevî, Râzî'nin Mahsûl'ünden istifade ederek otuz senede tamamlamıştır. Tasavvufî yönü, zahirî yönü kadar kuvvetli olduğu için bu sahada da kendini göstermiş, Î'câzu'l-Bcyân adında Fatiha tefsiri yazmıştır. Bunlardan başka Nemûzecu'l-
Ulûm, Şerhun 'ala Risâleti'l-Esîriyye fî'1-Mantık, Şerhu'l-Mevâfık adlı eserleri vardır. Ferâ'izu's-Sirâciyye'ye de bir şerh yazmıştır. [139]
Kâhire'de doğmuş, tahsilini memleketinde tamamlyarak devrin ileri gelen ulemâsından ders almış, şâfiî mezhebinden iken hanefî mezhebine geçmiştir. Şam'da bulunduğu sırada tedrisle meşgul olmuş, devrin ulemâsı da dahil, yazdığı eserlerde İslâm âleminin pek çok simasının tanınmasına yardımcı olmuştur.
Meşhur eserleri şunlardır; Kitâbu's-Sulûk li Ma'rifeti Duveli'l-Muîûk, Kitâbu Mevâ'ızi ve'1-İ'tibâr fî Zikri'l-Hıtatı ve'1-Âsâr, Kitâbu Dureri'l-Ukûdi'l-Ferîde fî Terâcimi'l-A'yâni'l-Mufide, Havâdisu'd-Duhf fî Medâ'l-Eyyâmi ve'ş- Şuhûr, el-Beyân ve'1-İ'râb 'amma fî Ardı Mısır mine'l-A'râb. [141]
Asrın büyük âlimlerinden olan İbn Hacer eserleri kadar, yetiştirdiği yüzlerce talebesiyle de şöhret yapmıştır. Müellifimiz Gûrânî, kendisinden Buhârî ve Müslim'i okumuş, icazet almıştır.
Askalânî tahsilini Mısır'da tamamlamış, hadîs ilmine duyduğu sonsuz işti yakı, zamanın ulemâsından aldığı ilim sayesinde gelişerek, bu sahada kıymetli eserler meydana getirmiştir. Aynı zamanda fakîh olduğu için Mısır'da kâdilku-dât ünvâniylc Melik Eşref Barsbay zamanında şâfiî kadı'lığı görevinde bulunmuştur.
Hayatının büyük kısmını eser telifine vermiş, 150 den fazla eser yazarak ilim dünyasında haklı yerini almıştır. En meşhur eserlerinden birkaçı şunlardır: Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Bııhârî, el-lsâbe fî Temyîzi's-Sahâbe, Tehzîbu't-Tehzîb, Ta'lîku't-Ta'lîk, İthâfu'l-Mehera bi Etrâfi'l-'Aşara, Nuhbetu'l-Fiker, ed-Dureru'1-Kâmine fî A'yâni'1-mi' eti's-sâmime. [143]
Gaziantep (Ayıntab) de doğan Bedruddîn, ilk tahsilini babasından aldıktan sonra Haleb'e geçmiş, geri kalan kısmını Kudüs'te ve Kâhire'de tamamlayarak burada tedris vazifesine başlamıştır. 842/1438-39 senesine kadar Kâhire'de hanefî kadı'sı olarak görev yapmıştır. Arapça ve Türkçeyi mükemmelen konuşan ve yazan Aynî; tefsîr, hadîs, fıkıh, sarf-nahİv ve tarih sahalarında zamanın sayılı âlimleri arasına girmiş, verdiği eserlerle bir Türk âlimi olarak isim yapmıştır. Onu şöhrete ulaştıran eseri Buhârî şerhi olmuştur.
Meşhur eserlerinden
bazıları şunlardır: 'Umdetu'1-Kâri fî Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, Şerhu'l-Hidâye,
Remzu'l-Hakâ'ik fî Şerhi Kenzi'd-Dekâ' ik, İbn Hişâm'm Sîra'sma yazdığı
Keşfu'l-Lusâm'ı da verdiği eserlerdendir. Tahâvî'nin (ö.321/933)
Ma'ânî'l-Âsâr'ına Ma'ânf 1-Ahbâr fî Ricali Ma'ânî'1-Âşâr adlı on cütlik
şerh yazmıştır.[145] Ayrıca Sunen-i
Ebî Davud'a, fıkıhtan
Tuhfetu'I-Mulûk'a, tbn Mâlik'in Elfiye'sine şerhleri vardır. Tarihten
'Ikdu'l-Cumân fî Târîhi Ehli'z-ZamârTı da meşhur eserleri arasındadır. [146]
Anadolu'da Sivrihisar kasabasında doğmuştur. Tahsilini memleketinde tamamlamış, II. Murad devri âlimlerinden Molla Yegân'ın Bursa'daki derslerine devam etmiş, icazet alarak memleketinde tedrise başlamıştır. İstanbul'un fethinde şehrin ilk kadı'sı olmuş, devrin âlimleri, bilhassa müellifimiz Gûrânî ile 'Acâletu'1'leyleîeyn başlıklı kasidesi hakkında münakaşaları cereyan etmiştir. Ana dilinden başka Arapça ve Farsça'ya da vâkıf olan Hıdır Bey'in geniş ilmi, kaynaklarca kabul edildiği halde, akaide ait kasidesinden başka bir eseri zikredilmemiştir. Yalnız, oğlu Sinan Paşa'nin Tazarruât'ı meşhurdur.[148]
791/1389 senesinde Kâhire'de doğmuş, bütün tahsilini burada tamamlamıştır. Devrin meşhur âlimlerinden okumuş, sarf-nahiv, fıkh ve usûlü, ferâiz, hisâb, mantık, cedel, maânî-beyan, aruz tefsir, hadîs, v.s gibi sahalarda geniş bilgiye sahip olmuştur. Pek çok talebe yetiştirerek kuvvetli bir tedris hayatı geçirmiştir. Müellifimiz Ahmed Gûrânî ile aynı sıralarda Kâhire'de bulundukları için birbirlerini iyi tanımışlar, kendisinden 22 yaş küçük olan müellifimizin Ber-kûkıye'deki tedrîsındeki -kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre- ayrılınca hemen yerine geçmiş, bu yüzden durumu Gûrânî'yi endişelendirmştir. Sehâvi'nin ifadesine göre Mahallî çok zekidir, şahsını methetmekten büyük zevk alır, hatta "düşüncem (fehmim) asla hata kabul etmez" diyecek kadar ileri gidermiş. Şezerât sahibi de çok hiddetli olduğunu, buna karşılık kendisinden keramet zuhur ettiğini yazar.
Bu büyük âlimin meşhur eserlerinden birisi; tamamlayamadan bıraktığı, talebesi Suyûtî'nin gayretiyle bitirilen, bu yüzden talebe ve hocasının adlarını taşıyan Tefsîru'I-Celâleyn'dir. Usûl-i fıkıhtan CemVl-Cevâmi'e yazdığı şerh çok şöhret bulmuşsa da, Gûrânî aynı esere yazdığı şerhde Mahaliî'nin hatalarını tesbit ederek sık sık tenkitlerde bulunmuştur. [150]Nevevî'nin(676/1277) Minhâ cu't-Tâlibîn'ine Kenzu'r-Râğıbîn Şerhu Minhâci't-Tâlibîn adiyle şâfii fıkhını konu alan esere şerhi vardı. [151] Bundan başka iefsîr'i gibi bitiremediği şerhleride mevcuttur. [152]
Gûrânî ile aynı senede doğmuş olan Cemâludd'ın. Mısır'daki Türk asıllı Atabeklerdendir. Tahsilini hanefî mezhebine göre Mısır'da tamamlamış, meşhur Osmanlı ulemâsı Aynî, Takıyyuddîn Şumnî, Kâfiyeci ve Alâuddîn Rûmî den ders alarak kendini yetiştirmiş, ayrıca İbn Arabşah, İbn Hacer ve
Makrîzî'den de istifade etmiştir. Bunlarla teması Tağrîberdî'yi (dilimize göre Tanrıverdi) tarih ilmine yaklaştırmış, meşhur eserlerini bu sahada vermiştir. Mısır'daki Türk varlığının tarihini başlangıç noktası almış, el-Menhelu's-Şâfî ve'l-Mustevfâ ba'de'1-Vâfî adli hacimli eserini yazmış, sonradan kısaltarak ed-Deli lu'ş-Şâfî'alâ'1-Menheli's-Şâfi adını vermiştir. Gene aynı derecede kıymetli eseri en-NucûmıTz-Zâhira fî Mulûkı Mısr vc'1-Kâhira'yı da yazarak yaşadığı asrı en iyi şekilde teferruatıyla yansıtmıştır. [154]
Horasan'da 803/1401 de doğmuş, tahsilini tamamlamak için herat'ta gitmiş, orada Teftâzânî'nin talebesi Celâluddin Yûsuf Evbehî'den Kutbuddîn He ravî' ve Abdulaziz Ebherî'den ders almış, hanefî ve şâfiî fıkıhlarında, diğer aklî ve naklî ilimlerde bilgi sahibi olmuştur. 848/1444 de, Gûrânî'den yaklaşık iki sene sonra Osmanlı ülkesine girmiş, Konya'da kalmış, Fâtih'in yakın takdirini kazanarak ledrîsc başlamıştır. Fahruddîn Râzî'nin Muhammed adlı oğlunun neslinden geldiği söylenir.
İlk eserini nahiv'den
Teftâzânî'nin Îrşâdu'1-Hâdî adlı eserine yazdığı şerhidir. Bundan başka Şerhu'l-Misbâh fîn-Nahv, Şerhu Âdâbi'1-Bahs,
Şerhu'l-Mutavvel ve Şerhu'l-Miftâh İi't-Teftâzânî gibi eserleri vardır. Yirmiyi
aşkın telifâtının çoğunu şerh ve haşiyeler teşkil eder. Keşşaf haşiyesi de
meşhurdur. [156]
İbn Hâcib'in el-Kâfiye adlı eserini çokça okuduğundan, talebeliğindenberi meşhur olan Kâfiyeci ismiyle tanınır. Ekser rivayetlerde Bergamalı olduğu kaydedilir. Talebesi Sehâvî, Saruhan'ın Gökçe Köy'ünde [158]doğduğunu ileri sürer. İlk tahsilini Anadolu'da tamamlamış, Kâhire'ye giderek Barsbay'ın teveccühünü kazanmış, Şeyhûniye medresesinde meşîhatle iştigal etmiştir. Aklî ilimlerin Hepsinde bilgi sahibi olmuş; kelâm, fıkıh usûlü, sarfnahiv, maânî-beyân, hadîs, tefsir ilimlerini de bilgisine eklemiştir.
Uzun zaman tedrisle meşgul olarak çok sayıda talebe yetiştirmiş, yazdığı eserlerle de ün kazanmıştır. Memleketinden ayrıldıktan sonra tekrar Anadolu'ya dönmediği için, vefat ettiği Kâhire'de Eşrefiyye türbesine defnedilmiştir. Meşhur eserleri şunlardır: Kiıâbu't-Teysîr fî Kavâ'idi 'Ulûnıi't-Tefsîr, eUEnvâr fî 'Ilmî't-Tevhîd, Hallu'l-İşkâl fî Mebâ'ısi'l-Eşkâl fî'1-Hendese. Kâfiyeci'nin 60 kadar eseri olduğu kaydedilir. Beydâviye, Mutavvel ve Mevâkıf'a şerhleri vardır. [159]
Babası, Uluğ bey'in yanında görevli iken kuşlarla iştigâlinden dolayı Kuşcî adını almıştır. Ali, tahsilini memleketinde Uluğ Bey ve Kadı-zâde Rûmî yanında tamamlamış, bilhassa matematik ve astronomide kabiliyetini göstermiştir. Sonra Kirman'a geçmiş, lüzumlu bilgileri aldıktan sonra Semerkand'a dönmüş, hocası Kadı-zâde'nin vefatı üzerine rasathanenin idaresiyle uğraşmıştır.
Uzun Hasan tarafından Fâtih'e elçi gönderüince, kalması için ısrar edildiyse de elçilik vazifesini ifadan sonra döneceğini vâdetmiş, bilâhere aile efrâdtyle birlikte İstanbul'a geüp yerleşmiştir. Yeni açılan Semâniye medreselerinde dolgun ücretle tedrise başlamış, yazdığı Risale fi İlmi'I-Hisâb'ıni Fâtih'e takdim etmiştir. Bundan sonra Risâletu'l-Fethıyye adında heyet (astronomi) İlminde bir eser yazmış, burada Şerhu't-Tecrîd, Haşiye 'ala Evâ'ili't-Taftazâni'alâ'l-Keşşâf, Kitâbu 'Ankûdi'z-Zuhûr fî'-Sarf gibi eserleri de meydana getirmiştir. [161]
Müellifimizin yakın arkadaşı ve dostu olan Burhânuddîn 809/1406 senesinde doğmuş, Şam'da ve Kâhire'de tahsilini tamamlamıştır. Bir Türk dostu olduğu ed-Dav'u'l-Lâmi'den anlaşılıyor. Belki bu yüzden olacak, muasırı Sehâvî adıgeçen eserinde ilim adına acınacak, iftira denilecek sözler söylenmiştir. Terâ-cim kitaplarının meşhurlarından Şezerâtu'z-Zeheb ve el-Bedru't-Tâli'e bakılacak olursa, Sehâvî'nin tutumu ve sözlerindeki gerçek dışı ifadeler, açıkça ortaya çıkar.
Burhânuddîn Bikâî, zamanın ilimlerini meşhur âlimlerden öğrendiği, mü-kemmelen tahsilini tamamladığından verdiği eserler, bunun şahidi olmuştur. En meşhur eseri tefsirdendir; el-Munâsebât diye de kısaca anılan bu eserin tam adı Nazmu'd-Durer fi Tenâsubi'l-Âyi ve'l-Suver'dir. Konusunda yazılmış tek müstakil eserdir, zengin muhtevaya sahiptir.
Bir temcim kitabı olan diğer eseri, 'Unvânu'z-Zamân bi Terâcimi'ş-Şuyühi ve'l-'Akran, çalışmalarımıza ışık tutan, bazı gerçekleri açıklığa kavuşturan, önemli bir eserdir. Yalnız, Tenbîhu'l-Gabiyy bi Tekfiri Ömer b.Fârıd ve İbn Arabi adlı eseri Suyûtî'nin tenkidi ile birlikte, aleyhinde münakaşalara yol açmıştır.
Sehâvî'nin ruhi yapısı ve ilim adamı sıfatı iyice öğrenilecekse, Bikâ'i hakkındaki sözlerine karşılık, Şevkânî'nin el-Bedru't- Talil'i muhakkak okunmalıdır. [163]
Gûrânî muasırlarından, Yozgat civarında Yer Köy'de doğan Molla Husrev, kendisine "günümüzün Ebû Hanîfesidir" diyen Fâtih'in yakın çevresine mensup kişilerdendir. Hakkında gayrı müslim olduğu iddiaları olmuşsa da bunun geçersizliği belgelerle ispatlanmıştır. Tahsilini Anadolu dışına çıkmadan tamamlamış; Bursa'da, Edirne'de müderrislik yapmış, II.Murad zamanında Edirne' kadılığında bulunmuştur. Hıdir Bey'in (Ö.863/1458) vefatından sonra İstanbul kadı'lığma getirilmiş, sonra da Şeyhülislâm olmuştur.
Müellifimiz Ahmet Gürânî'ye lüzumsuz muhalefette bulunarak Fâtih'i gü cendirmişse de, belli bir zaman sonra gene teveccühünü kazanmıştır. İlmî şöhretini fıkıh sahasında göstermiş, Durer ve öurer adlı eserleri Osmanlılarda uzun zaman okutulmuştur. Usül-İ fıkıhtan Mirkât ile şerhi Mir'ât'ı, Telvîh Şerhi yazdığı eserler arasındadır. Ayrıca Sekkâkî'nİn Mİftâh'ını da şerhetmiştir. Bey-dâvî'run tefsirine yazdığı kısa şerhi de şöhret bulmuştur. [165]
Babasının zengin bir tüccar olması sebebiyle "zenginin oğlu" anlamına gelen Hoca-zâde, önündeki serveti bırakıp küçük yaşta ilme sarılmış, bütün tahsilini Osmanlı ülkesinde tamamlamış, Hıdır Bey'den okuyarak icazet almış, sarf-nahiv, maânî-beyân, fıkh, kelâm ve felsefe'de kendini göstermiştir. Gûrânî gibi Fâtih'in özel hocası olmuş, katıldığı ilmî münakaşalarda üstünlüğünü göstererek Ali Kuşcî'nin takdirini kazanmıştır.
Ünlü eseri, Gazali ve İbn Rüşd'ün Tehâfüt adlı eserini telif için yazdığı Kitâbu't-Tehâfıt'udur. Kelâm'dan Mevâkıf'a, Beydâvî'nınTavâliYna, fıkıhtan Hidâye'ye, usûl-i fıkıhtan Teftâzânî'nin Telvîh'ine şerhleri vardır.
Bursa'da İstanbul'da müderrislik etmiş, İznik ve Bursa kadılıklarında bulunmuş, Fâtih devrinde olduğu kadar, oğlu Bayezid devrinde de şöhretini korumuş, müellifimiz Gûrânî iie aynı senede, fakat Bursa'da vefat etmiştir. [167]
Osmanlılara, tahsilini dışarda yapıp müderris olarak gelen âlimlerdendir. Horasan'ın Cam köyünde 817/1414 senesinde doğmuştur. Tahsilini memleketinde yapmış, Tâcuddîn Kaşgârî ve Ubeydullah Semerkandî'den tasavvufu ah-zetmiş, aklî ilimlerde olduğu kadar, naklî ve tasavvûfî ilimlerde de zengin kültüre sahip olmuştur. Meşhur eserleri; Fususu'lHıkem şerhi, Kâfiye şerhi, Farsça olarak Şevâhidu'n-Nubuvve'dir. Bakara sûresinin 40. âyetine kadar gelen, tamamlayamadiğı bir tefsiri vardır. Nefehâtu'1-Uns en meşhur eseridir. [169]
Aslen Kâhire'lidir. 831/1428 de doğmuştur. Tahsilini aynı yerde tamamlamış, devrinde okutulan bütün ilimleri çeşitli medreselerde görmüştür. Ders verdiği talebeleri ise sayılamıyacak kadar çok olduğu söylenir.
Irâkî'nİn (Ö.805/1402) Elfiyye'sine Fethu'l-Muğîs fi Şerhi Elfiyeti'l-Hadîs'i el-Cevâhir ve'd-Durer fi Tercemeti Şeyh İbn Hacer, Makâsıdu'l-Hasene fi Kesî-rin mine'l-Ehâdîsi'l-Muştehere, [171]ed-Dav'u'1-Lâmi fî A'yâni'I- Karni't-Tâsi[172] adlı eserleri, meşhur eserlerindendir. Bu son eseri, 801 hicriden başlayıp vefatından iki sene Önceye kadar, bir asırlık İslâm ulemâsının terâcim-i ahvâlini İhtiva eder. Eser üzerine Suyûtî'nin reddiyesi, İbn Abdusselâm Ahmed Munûfî'nin (Ö.931/1525) el-Bedru't-Tâli mine'd-Dav'i'1-Lâmi adında ihtisarı vardır. [173]
İslâm ulemâsı içinde eserlerinin çokluğu ve değeri, telif sahasının genişliği ile haklı şöhrete sahip olan Suyûtî, 849/1445-de doğmuş, küçük yaşta yetim kalarak, yetişmesini çevresindekiler üzerine almış, bunların yardımı ile tahsiline devam etmiş, zamanın hocalarından çeşitli sahalarda ders almıştır. Meşhur ho-caları arasında Kât'iyeci ve Bik'a'î de bulunmaktadır.
Verdiği eserler, müelliflerin kaydına göre 500 ü geçmektedir. Her gün yorulmadan yazdığı söylenir. Her eseri, daha sağlığında şöhrete kavuşmuş. İslâm âleminin dört bir yanına dağılmıştır. 200.000 hadîs'i ezberlediğine bakılırsa ze-kâsının vüs'ati kolayca anlaşılır. İlmin bütün inceliklerine vâkıf olma meziyeti yanında, muazam bir ahlâk anlayışı vardır ki bu yüzden Sehâvî'yi şenaatle
suçlamıştır . [175]
Muazzam külliyâtından bir kaç tanesini teberrüken zikredelim: el-îtkân fi UlÛmiM-Kur'ân, ed-Durru'1-Mensûr, fî't-Tefsîri'1-Me'sûr, Tefsîru'l-Celâleyn, Lübâbu'n-Nukûl fî Esbabi'n-Nuzûl, 'Aynu'Msâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe, vs. [176]
Ahmed Gûrânî'nin Anadolu'ya nereden, ne zaman, ne sebeble ve hangi şehre geldiği soruları, gerek o devir kaynaklarında, gerek bunlardan istifade ile yazılan ve günümüze kadar gelen kaynaklarda, üzerinde ciddiyetle durulup düşünülmüş ve bir çözüme kavuşturulmuş değildir.[177]
Hamîduddîn hâdisesini anlatırken de ifade etiğimiz gibi, hapsedildiği burç'dan kaçarak, tahminen 844 sonu 845/1441 başlarında Haleb'e gelip, her türlü takipten uzaklaşmış, Osmanlılara yakın bir yere yerleşmişti. Şu halde Bikâ'î'nin de ifadesinden faydalanarak Molla Gûrânî, Anadolu'ya geçmeden önce Haleb'de bulunmakta, bir müddettir burada ikâmet etmektedir. Osmanhla ra hangi tarihte geçebilir sorusuna gelince: 845/1441 senesinin ilk aylan, hâdiselerin seyri içinde en uygun tarih oluyor. Çünkü kaynakların ifadesine göre, suçsuz olduğuna inandığı için hapsedilmek istememiş, bahsettiğimiz bazı yerleri dolaşmış, 6-7 ay veya bir seneye yakın bir zamanı doldurmuştur. Anadoluya gelme sebebi ise şöyle düşünülebilir. Haleb'de olduğuna göre, hac mevsimi baş-langıcmdanberi buradan geçen hacı adaylarıyle temasa geçmiş, Pâdişâhın ulemâyı ülkesine çekmek için çareler aradığını duymuş, her türlü hürmet, itibar ve kolaylığı göstereceğini işitmiş, hatta böyle bir konuşmayı bizzat Molla Yeân'la yapmış olabilir. Molta Yegân'ın teklif ve şartlarına inanca dönüşünü beklemiş, beraberce Anadolu'ya gelmiş olabilirler. Aleyhinde gizli oyunlar çevrilen bir kimsenin vâdedilen huzur ve refahı arzulaması, hizmet imkânları araması, tabiî hakkıdır.
Verdiğimiz bilgilerden anlaşılacağı üzere, Molla Yegân hacdan dönerken Gûrânî ile Kâhire'de karşılaşmıştır tezi, olayların seyri yönünden tamamen im kansızdır.[178] Tahminimizce böyle bir hata, o devir Osmanlı tarihçilerinden kaynaklanmakta, sonraki kaynaklar aslını araştırmadıklarından devam edip gitmektedir. Şayet bu çeşit vak'alarda kaynaklardan birinde tarih tesbiti yapılmış olsaydı, belki bu yanlışlık ikinci elde düzeltilir, devamı önlenirdi. Meselâ Âşıkpaşa-zâde, Molla Yegân'ın hacca gidişinden bahsettiği halde hiçbir tarih
Vermez. [179]
Gûrânî'nin osmanlı teklifini kabul edişi meselesinde Ahmed Ateş şu görüştedir[180] Osmanlı kaynaklan, hacca gitmekte olan Molla Yegân'ın ona Kâhire'de tesadüf ettiğini ve Anadolu'ya gelmek için kendisini iknâa muvaffak olduğunu söylemekte müttefiktirler. Hâlbuki hâdiselerin cereyanına bakılacak olursa,. eğer Molla Yeğan'a kendisi Anadolu'ya götürmesini rica etmemiş ise, onun .böyle bir teklifi memnuniyetle kabul edeceği muhakkaktır. Bundan başka Molla Yegân'ın, hacc dönüşü hediye olarak, Sultan Murad II. a getirdiği âlimin, belki itibârım düşürmemek için eski maceralarından hiç bahsetmemiş olması, Molla Güranî'nin de bunları hatırlamak istememesi gayet tabidir. Yoksaas-Sahâvî gibi, ciddî bir âlimin, kendi muhitinde bile bulunmayan diğer bir âlimin ölümünden sonra itibârını düşürmek için, böyle vak'alar icat etmesi lâzım gelirdi ki, bu imkânsızdır".
Ateş'in bu düşüncelerini aynen kabul etmemiz de imkânsızdır. Çünkü o: "..Sultan Murad'a getirdiği âlimin belki itibarını düşürmemek için eskî maceralarından hiç bahsetmemiş olması, Molla Gürânî'nin de bunları hatırlamak istememesi gayet tabiidir" diye düşünmekte, Sehâvî'nin tarafsız olduğuna inanmaktadır.
Merhum Ateş'in yukarıdaki sözlerine iştirak etmeyişimizin esası, şimdiye kadar görülmediği, hiçbir yerde neşredilmediğini sandığımız Topkapı Saray Arşivinde Tasladığımız Molla Yegân'ın hattı ile II. Murad'a yazılmış bir vesikaya dayanmaktadır. [181] Önemine binaen vesikayı aynen neşrediyoruz.
"Ba'de'd-du'â,
Benüm Sultân'ım, selâm ve du'â idüb iki şah gözler gözden öperim. Kabul kılasız, işte Molla Gûrânî geldi, ne buyurursuz ? Anda göndereyim mi yoksa bunda bir iki gün eyleyelüm, sizden haber gelince?
İmdi benüm Sultânım; varanadamata'cilce bir mektub yazub, mühürleyüb gönderesiz. Sizinle bizim aramızda kalsun Sultânım. Hele bir aziz kişidür, sözürnz sımadı geldi. Siz dahi nice olmalıysa öyle idün. Elhamdülillah kim, devletlin gürdür, üşenme benüm Sultânım, aç gözünü aç. Ebûn(un) Pâdişâhsın (Pâdişâhısın). Kimine virmekle, kimine eyi söylemekle güler surat gösterün benim Sultânım,
Ve dahi Şeyh'e yüz akçe gönderdüm, du'âdân unutman didüm. Eyitmiş: Biz dâim du adayız. Kendüye, oğul gerek İse oğlune, beğlik gerek ise tevbesini zinhar sımasın. Zira kim, ben kendümden söylemedüm, erenler izniyle söylerem, dimiş.
İmdi benüm Sultânım ve benüm canım; zinh'ar tevbeni srnıa kim, hem dünyâ Pâdişâhı, hem âhiret Pâdişâhı olasız. Hem eyitmiş: Korkman, üşenmen, devleti gürdür, hemân t tevbesin sımasun dimiş.
Gîce ve gündüz hayr duaya meşgul bilesiz benüm Devletlüm. Sizin başınız çün, varan adam[182] anlamahsız. Vâlİdin. Tahıyyeten".
Vesikada çok önemli cümleler olmakla beraber biz sadece, yukarıdaki meseleye çözüm aramak için ilk cümleler üzerinde duracağız.
"Kabul kılasız, işte Molla Gûrânî geldi, ne buyurursuz ? Anda göndereyim mi yoksa, bunda bir iki gün eyleyelüm?"
Bu cümle üzerinde biraz düşünüldüğünde, bazı gerçekler kolayca anlaşılıyor. İlk akla gelen; Molla Yegân, Gûrânf yi hac dönüşünde değil, bizzat giderken tesadüf ettiği, kendisiyle konuştuğu, beraberinde dönmesi için yaptığı teklifi kabul ettiler. Bunun üzerine Sultan'a hemen haber göndermiş olmalı ki, aldığı müsbet cevap üzerine dönüşünde beraberce gelmişler, önceden haberdâr olan Sultan'a Gûrânî'yi tanıtmağa hacet kalmadan: İşte Molla Gûrânî geldi, ne emredersiniz? Yanınıza mı göndereyim, yoksa burada bir müddet kalsın mı? şeklinde çok rahat bir ifade kullanmıştır.
Şu halde Ahmed Ateş'in dediği "itibârını düşürmemek" endişesini Molla Yegân asla hissetmemiştir. Büyük bir ihtimalle Molla Gûrânî, olup bitenleri kendisine açıkça anlatmış, cereyan eden hâdiselerde yatan gerçeği ortaya koymuş, Berkûkıye'den uzaklaştırmak için seçilen iftira yolunun âdice bir oyım ol-duğunuteferruatıile belirtmiştir. Muhtemelen Molla Yegân, Mekke yolunda Kâ-hire'den geçerken gerekli araştırmayı yapmış, Gûrânî'nin haklı olduğunu bizzat müşahede etmiştir.
Sehâvî'nin tamamen ciddî olmadığını iddia etmemekle beraber, Gûrânî hakkındaki hükmünde tarafsız davrandığına pek inanamıyoruz . Gûrânî hakkında yazdıklarna kaynak olarak bazen Makrîzî'yi gösteriyorsa da, Gûrânî'ye "hilebaz" ve "hafiflik" (el-tıyş ve'1-hıffe)[183] gibi sıfatlan yakıştırması, tarafsızlığını değil, olayda Hamîduddîn tarafından olduğunu gösteren açık delillerdir.
Bu kısa açıklamalarla Gûrânî'nin Anadolu'ya nereden, ne zaman ve hangi sebeble geldiği sorularına cevap verdikten sonra, Molla Yegân'ia beraber geldikleri şehri de açıklığa kavuşturalım.
Yukarıda tam metnini verdiğimiz Molla Yegân'ın mektubunda "..anda göndereyim mi yoksa bunda bir iki gün eyleyelüm?" sözü, başlıca Osmanlı kaynaklarını, aynı zamanda bunlardan istifade İle günümüze kadar yazılanları çürütüyor. Bunların ifadesine göre Gûrânî, Molla .Yegân'la birlikte Sultân'ın ikâmetgâhı olan Edirne'deki' sarayına gidiyor, Sultân'ın kapısında bekliyor, Molla Yegân içerde biraz konuştuktan sonra dışarı çıkıp, Gûrânî ile huzura girerek hac hediyesi olarak takdim ediyor.[184]
Molla Yegân'ın yukarıdaki mektup metninde görüldüğü gibi, doğrudan Edirne'ye gidilmiyor. O halde mektupta belirtilmeyen "..bunda bir iki gün eyleyelüm?" cümlesindeki "bunda" kelimesiyle ifade edilmek istenen şehir neresidir? Büyük bir ihtimalle burası, Molla Yegân'ın tedrîs yeri olan Bursa'dır[185] çünkü doğrudan Edirne'ye gitmiş olsalardı bu mektubu Sultan'a gönderme ihtiyacı olmazdı. Şu halde Molla Gûrânî ilk olarak Bursa'ya geldi, Sultân Murad Hân'dan cevap gelinceye kadar orada bekledi.
Molla Yegân'ın ifadesinden hareket edilecek olursa, aynı meselede ikinci bir soru akla gelebilir. Acaba Molla Gûrânî Murad Hân'la konuşmak üzere bizzat Edirne'ye gitti mi? Şayet gitti ise yanında Molla Yegân da var mıydı? Bursa'ya gelişini, oradan Murad Hân'a mektup gönderilişini bahsetmiyen kaynaklara -Edirne'ye gelişi haberi ilk defa Taşköprî-zâde İle başlamıştır- bütünüyle itimat gerekir mi? Mektuptaki "anda göndereyim mi" cümlesine bakılacak olursa, Molla Yegân'ın Gûrânî'yi yanlız gönderme arzusunda olduğu anlaşılıyor. Veya Murad Hân: "Gelsin görüşelim" demeyebilir "Bursa'da kalsın, oradaki medreselerde tedrise başlasın" şeklinde bir ferman gönderebilir. Veya meklubun cevabı Edirne'den geldikten bir müddet sonra, yukarıda verdiğimiz kaynakların ifade ettikleri gibi Molla Yegân'la Edirne'ye gidebilir. [186]
Biz burada, kaynaklarda mevcut olmayan bir yenilik getirdik, Gûrânî'nin doğruca Sultan'a gitmeyip bir müddet Bursa'da kaldığını, sahip olduğumuz vesikaya dayanarak ispatlamağa çalıştık. Şayet yeni vesikalar ele geçecek olursa bu mesele daha da aydınlanabilir, aksi takdirde mevcut bilgilerle şimdilik yetinmekte fayda vardır.
Molla Gûrânînin Edirne'de Murad Hân'la konuştuklarını kabul eden kaynaklardaki teferruata girmek istemiyoruz. Bizce mühim olan, Sultân'ın Gûrânî'yi her yönden itimad ve takdîre lâyık buluşu, ilmine olduğu kadar ciddiyeti ve doğruluğuna inanışıdır.
Pâdişâh üzerinde müsbet kanaat bırakan Ahme Gûrânî, 845 sonralarında, 1442 senesi baharında, belli bir tarih zikretmeven kaynakların da ifadesine [187]göre, Bursa'daki Kaplıca ve Yıldırım medreselerinde tedrise başlar[188] Her iki medresedeki tedrîs hayatı ile ilk Osmanlı başkentindeki ikâmet müddeti hakkında hiçbir bilgi elde edemedik. Yalnız bu medreselerdeki müderrisliğinden sonra Manisa'(Mağnîsa) da Fâtih Sultan Mehmed'e hocalık ettiği, bazı kaynaklarda gene tarih verilmeden- belirtildiği için, Fâtih'in Manisa'ya vali olarak gönderilmesi tarihinden hareketle, Bursa'da kaldığı müddeti yaklaşık olarak tesbit mümkün olmaktadır.
Halil İnalcık'ın verdiği şu tarihi esas kabul ederek "..onun (Fâtih) 1443 baharında iki lalası Kassab-zâde Mahmud ve Nişancı İbrahim b. Abdullah Bey'ler İle Edirne'den Manisa'ya vali gönderildiği malumdur[189] sözünden hareket edecek olursak, yaklaşık bir zaman tesbitimiz kolaylaşıyor. İnalcik'a göre Fâtih, 1443 baharında yani 846 sonu 847 hicri senesi başında Manisa'da idi. Gûrânî 846/1442-43 senesi başında Bursa'da tedrise başlayabileceğine göre, bir sene veya bundan birkaç ay fazla bir zaman Bursa'da kalmış oluyor.
Gûrânî'nin, adını verdiğimiz iki medreseden önce hangisinde tedrise başladığını bilmiyoruz. Belki aynı sene içinde her iki medresede de ders vermiş olabilir.
Kaynaklarda bir tarih zikredilmemesine rağmen, Molla Gûrânî'nin Anadolu'ya geldikten sonra Murad hân'm teklifiyle şâfii mezhebinden hanefi mezhebine geçtiği söylenir. [190] Biz bu mezheb değiştirmenin tarihini, Bursa'da ders vermeğe başladığı sıralarda 846/1443 senesi olarak kabul etmeyi uygun buluyoruz. Bilindiği gibi Osmanlılar, başlangıçtan itibaren Hanefîliğin İslâm âleminde mümessili olduklarından medreselerinde ders verenlerin, bilhassa fıkıhla İştigal edenlerin, hanefî olmalarım tercih ederlerdi. [191]
Ahmed Gûrânî'nin Şöhzâde Mehmed'in hocalığına tayini hakkında, kaynaklarca verilmiş bir tarih mevcut değildir. Bu bakımdan Fâtih'e hangi senede ders vermeğe başladığına dair bilgiyi belli bazı tarihlerden çıkarma mecburiyetinde kalmış, 847/1443 senesini, tarihin akışını değiştirerek yeni çağ açacak büyük insan Fâtih'in kendisine ilk günlerden itibaren sonsuz hürmet ve saygı duyduğu hocası Gûrânî ile karşı karşıya gelip, tedrise başladıkları sene olarak kabul etmiştik. Burada belirtilmesi gereken diğer bir husus, Şehzade Mehmed'in Gûrânî'den ders almağa başladığı sıralarda kaç yaşında olduğu meselesidir.
Kaynaklar bunda da ittifak edememişlerdir. Bu yüzden kesinlik kazanamamış olan bu konuyu da aydınlatmayı faydalı buluyoruz.
Halil tnalcık'a göre[192] Şehzade Mehmed, 30 Mart 1432 de doğmuştur. Bu da hicrî tarihle 835 senesi receb ayı sonu yapar. Demek ki Şehzade Mehmed Mani sa'ya vali gönderildiğinde onbir yaşını biraz geçmiş, hatta iki-üç ay bile almıştı. Gûrânî ise bu sıralarda 33-34 yaşlarında bulunuyordu. Hareket noktamızı biraz aydınlığa kavuşturduktan sonra, konuyu daha rahatlıkla işleyebiliriz.
Osmanlı kaynaklan, Fâtih'in Manisa'da derse başladığı esnadaki yaşını umumiyetle belirtmezler. [193] Ancak son zamanlarda bazı kaynaklar, birbirinden farklı rakamlar vermişlerse de[194] gerçeğe en yakın olanını "..Şehzadenin ilk çocukluk yıllarını o zamanki Osmanlı başkendi Edirne'de geçirmiş olması lazım gelir. Gerçekten de Şehzadeler genel olarak 12. yaşa girinceye kadar sarayda kalırlar ve ancak şer'i rüşt çağı sayılan bu yaşta sancağa çıkarlardı" cümlesiyle Baykal[195] ifade etmiştir.
Şehzade Mehmed Gûrânî'den okumağa başladığı sıralarda onbir yaşından birkaç ay aldığına göre, bu yaşa kadar muhakkak ders görmüş olması, devrin saray âdetlerine göre mutlaka belli disiplinlerden geçmesi gerekir. Şu halde Ahmed Gûrânî, Fâtih'in ilk hocası değildi, [196] ondan önce belli kişiler Şehzadenin öğretim ve eğitimi İle yakından ilgilenmişlerdi. Fakat tarihçilerimiz kronolojik bir sıra ile bu isimleri tesbit etme zaruretini duymadıklarından, sadece bazılarının adlarını vermekle yetinmişlerdir. [197]Şehzâde'nin Gûrânî'den önce bazı hocalardan okuduğunu Âlî kaydederse[198] de isim vermeden şunları söyler: "Menkûldür ki o zamana dek nice hoca gönderilmiş, asla birinden te'allüm İtmeyüb hevâ üzre olmuş. Sultân Murad ki Gûrânî'nin salâbetini görüp, Mehmed Hân'ı oku-dursa bu okudur deyû muallim gönderir, hatta bir çubuk virüb ruhsat virİr".
Gûrânî'nm hocalığa tayinden önce Murad Hân'la görüşmüş, hatta ayrılırken bir sopa (bazı kaynaklarda kadîb veya çubuk olarak geçer) verip gerekirse dövmesini bile söylemiş olduğunu yazan kaynaklar,[199] Molla'nm Bursa'dan Edirne'ye mi gittiğini, yoksa Bursa'da mı karşılaştıkları veya sarayından birini özel sopa ile gönderip: "Oğlumu okutmak üzere seni görevlendiriyorum, bu da dövmen için sopadır" şeklinde bir ferman mı yazdığından hiç bahsetmezler. Ahmed Gûrânî ister Edirne'ye uğrayıp dönmüş, ister Bursa'dan Manisa'ya gitmiş olsun, Sultân'dan oğlunu dövmesi için sopa almasının gerçek olacağına pek inanmıyoruz. Bizce Sultân Murad'ın Molla'ya sopa verdiği şeklindeki sözler bir semboldür, bundan kasdm; oğlunu terbiye ve eğitim hususunda kendisine her türlü yetkiyi vermiş olmasıdır. Çünkü ne Murad Hân, ne Gûrânî'nİn bu zihniyette insanlar olacağına ihtimal veremiyoruz. Bu yüzden; yaramaz, hareketli ve hatta alaycı görünen Şehzâde'nin, Gûrânî'nİn heybetli ve gür sesini işittikten sonra yumuşayıp, o yaşın verdiği korku ve anlayışla hürmette kusur etmediğine inanıyoruz. [200]
Osmanlı kaynaklarındaki Gûrânî'nİn ilk dersi ile ilgili ifâdelere bakılacak olursa, Şehzade Mehmed'in son derece hareketli ve zeki oluşundan, psikolojik dünyasına girip onu kontrol altına alabilecek, davranışlarına bir gem vurup kendisini durdurabilecek gerçek bir eğitimci ile karşılaşmamış, bir şeyler okuyup öğrense bile, babasının da endişe ettiği gibi istenilen seviyeye gelememiş olduğu anlaşılır. Bu derece hareketli, o yaşta kendisine sonsuz güveni olup büyüklerle boy ölçüşen bu eşsiz çocuk, davranışlarında çok ileri gittiğinin farkında olmazken, Gûrânî gibi bir hocanın sözleri, bakışları ve ciddiyeti karşısında susmak, boyun eğmek zorunda kalmış; padişah çocuğu olsa, sarayda eller üstünde büyütülse bile sınırsız sorumlulukla hareket edem iveceğini, bir noktada haddini bilip durması ve susması gerektiğini anlamıştır.
Gûrânî, Şehzade ile ilk derse başlar başlamaz, bu hârika insanın psikolojisini anlamış, önce çok sert bir tavırla bu coşkun seli kontrol altına almış, onu terbiye ve eğitim metodunun çemberi içine oturarak tetkike başlamış ele-avuca sığmayan bu çocukta cevheri hemen ilk saatta keşfederek, onun ilerde ulaşacağı en büyük şerefi sanki biliyormuşcasına, bu hedefe ulaşacak plânları tatbike koyulmuştur. Şehzade Mehmed'i Fâtih yapan belli özelliklerin temeli, yani; cesaret, zekâ, kurnazlık, ileri görüşlük, gerçeği görüp anlama, temkinlik, ilim aşkı, doğruluk, üstün ahlâk ve nihayet hoş görü ve tevazu, Gûrân'ı'den Fâtih'e damla damla dökülen bu meziyet ve karakter örnekleri sayesinde atılmıştır. İki kalp kısa zamanda birbirini anlamış, bilgi ve şahsiyetin gelişmesi pek o kadar uzun zamana ihtiyaç duymamıştır. O yaşta okuyup yazmayı henüz kolaylıkla çözemiyen Şehzade, Gûrânî'nİn elinde gün geçtikçe ilerlemiş, önceden verilmek istenen bilgilere kısa zamanda sahip çıkmıştır.
Başlayan bu ciddi tedris sırasında, isimlerini sık sık verdiğimiz kaynaklar sadece Kur'ân tâliminden ve hıfzından söz ederlerse de biz, Osmanlı dili ve alfabesi yanında Arapçayi, İslâm ilmühâlini de okuttuğu kanaatındayız. Babasının en büyük endişesi olan Kur'ân tilâveti ve hatmi,'bu müddet içinde Öğrenilmiş ve tamamlanmıştır. Bunların dışında, İslâm siyâseti ve dünya görüşü de anlayacağı tarzda öğretilmiş olabilir.
Şehzadenin Molla Gûrânî'den gördüğü derslerin uzun zaman devam edemediğini kaynaklar zikretmese bile, 848/1444 Ağustosunda Mihaliç'te, Kapıkulu ve Bey'ler önünde babasından tahtı resmen devraldığı bilinmektedir. [201] Şu halde 848 cumâde'l-ûlâ'dan önce Manisa'dan ayrılınca Gûrânî'den aldığı dersleri de bırakması icabeder ki bu müddet, yaklaşık olarak bir seneye ulaşmaktadır.[202]
12 yaşındaki Şehzade, uzun zaman Osmanlı tahtında kalamadığına göre, hocanın talebesiyle birlikte Edirne'ye mi gittiğini, yoksa Manisa'da mı kaldığını bilmiyoruz. Bilinen şudur ki; Rumeli ve Balkanlarda devletin durumu sarsılmağa yüztutunca Çandarlı Halil Paşa (Ö.857/1453) [203]Murad Hân'ı tekrar saltanatı ele almak üzere Edirne'ye çağırır. 849/1445 senesi içinde Şehzade gene Manisa'ya gönderilerek, devletin başına babasına Murad Hân getirilir. [204]
Gûrânî'nİn, 848/1444"den Fâtih'in cülusuna kadar geçen 855/1451 tarihleri arasındaki yedi senelik hayatı hakkında hiçbir malumata sahip değiliz, kaynaklarda bu döneme ait en ufak bir bilgi mevcut değildir. Kanaatımızca bu seneler zarfında Gûrânî Fâtih'in çevresinden uzaklaşmamış, talebesi Osmanlı tahtına çıkınca, beraberinde Edirne'ye taşınmıştır. Bu kanaatimizi, "Bu suretle Fâtih'in yetişmesinde hayırlı hizmetleri görülen âlim, galiba genç Şehzade kat'i şekilde hükümdar oluncaya kadar onun yanında muallim olarak kalmıştır" sözüyle Ahmed Ateş kuvvetlendirmiştir. [205]
Şehzade II. Mehmed babasının vefatım müteakip 855/1451 senesinde Os-anlı tahtının tek vârisi olarak saltanatın idaresini üzerine aldıktan sonra, temel düşüncesi İstanbul'u (o zamanki adiyle Kostantıniyye'yi) fethetmek olmuş, bunun için gecelerini gündüzlerini vererek bu emele ulaşmanın plânlarını hazırlamağa başlamıştır. Sekiz-dokuz senedir yanından ayrılmadığını tahmin ettiğimiz Molla Gûrânî de genç Padişahla birlikte Edirne'de, Rumeli kadıaskeri olarak, talebesinin yeni tayin ettiği kazâî vazifeyi îfa etmektedir. Nitekim fetih hazırlıkları için yapılan toplantılarda Gûrânî'nİn adı geçmesi, diğer bazı ulemâ gibi, Fâtih'in hocasını yakın çevresi arasında tuttuğuna bir delildir.
Gûrânî, tarihî şahsiyetini Fâtih gibi muazzam bir hükümdarı yetiştirmekle kazanmışsa da, onu asıl tarihe mal eden, İstanbul fethindekî kararlı ve azimli tutumu olmuştur. Topkapı Saray Arşivinde, kendi hattiyle mevcut bir vesikada Gûrânî: "...ve mısdâk-ı feth-i İstanbul ki bu muhlıs'dan gayri(ye) bâis olmadı[206] demekle, fetih fikrinin, tarafından talebesine bizzat aşılandığı, netice alınıncaya kadar teşvike devam ettiğini açıkça belirtmektedir. Şimdiye kadar bilinmeyen, tarihlerimizin de bahsetmediği esasen son derece önemli olan bu noktayı, üzerine basarak belirtmekte fayda umuyoruz.
Gûrânî'nin teşvikleri dışında, Sultan Mehmed'i İstanbul fethinde destekleyen İki mühim şahsiyet daha vardır. Bunlardan birisi, askerî yönden karşılaşılacak güçlüklerde Zağanos Paşa, diğeri de fethin mânevi başarısını hazırlamada Ak Şemseddin'dİr(ö.863/1459). [207] Askerî ve idarî kararlarda kazâî mes'ûliyetleri tayinde Mollo Gûrânî, bu adı geçenlerle birlikte Fâtih'e en büyük güç kaynağı olmuşlar, belki de onu devamlı telkinlerle fetih fikrine bizzat kendileri inandırmışlar ve hazırlamışlardır. Zağanos Paşa'nın Fâtih'e destek hususunda gösterdiği gayretleri Halil İnalcık en mükemmel şekilde anlatırken, [208]Hasan Bey-zâ-de; Fâtih'e destek olan üç büyük şahsiyetin, Fetihin gerçekleşmesi için gösterdikleri metaneti şöyle İfade eder. [209]Ba'dehû erkân-ı saltanattan Halil Paşa'-ya muvafakat ü musâlahat yanında mutâbaat itdüklerin, yine dilleri zayub ter-ğîb-i sulha müracaat eylediler. Ol bedhahların makâlâtina yine asla iltifat buyu rulmayub sevab-dîd ulemâ ü meşâyih ile arsa-i dâd ü gîr'de sâbit-i kadem eylediler. Ulemâ-i izamdan Ahmed Gûrânî ve meşâyih-i kiramdan Şeyh Ak Şemsed-din ve vüzerâ-i âlî makamdan Zağanos Paşa, Sukân-ı kişver-güşâ ile yekdîl ü yekzebân olub tecdîd-İ musâlahadan imtina idüb; Müşâhid-İ fetih-dâmenînden elçekmek sıdk ü azîmet nişanesi değildür, deyû Sipâh-i Zafer-penâhe nasîhatlar İtdüler ve lutf-i edâ ile: Summe yuftehu le-kum'r-Rûm, mazmunundan mefhûm olan va'd ü sadâkati makrûn-i i'lâm idüb: elmelhametu'1-uzmâ fethu Kostantı-niyye, fehevâsından müstefîd olan luzûm-i say ü içtihadı mücâhidîn'e ifhâm it-diler".
Aynı konuda Osman Turan şu bilgileri verir. [210] "Nitekirn büyük velî Ak Şemseddin Fâtih'e, Manisa'da şehzade iken, Mısır havâlisinde Akka, Saydâ ve Beyrut kalelerini küffânn istilâsını duyarak muztarib olduğunu görünce onu; elem çekme Begüm, İslâmbol'u fethedeceksiniz, müjdesiyle daha o zaman te-sellî ve tebşir etmişti. Bu sebeble tahta çıktığı gündenberi mukavemet edilmez kudret ve irâdesi, Hz. Peygamber'in hadîsleriyle şevke getirilmişti".
Biz burada, fethin nasıl cereyan ettiğini bir tarihçi sıfatiyle çeşitli yönden ele alıp inceleyecek değiliz. Esas gayemiz; fetih öncesi ve esnasında Gûrânî'nin sağladığı aralıksız destek ve yardımı zikretmek, hadislerle müjdelenen İstanbul fethinde oynadığı mühim rolü genel hatlarİyle belirtmektir.
Biraz önce de ifade ettiğimiz gibi Gûrânî, talebesinin tahta cülusundan önce ve sonra, fetih hazırlıklarının başındanberi maiyyetinde ve yardımında olan ulemâ ve meşâyihle beraberdir. Bu hususu, kaynaklardan istifade ederek, fetih öncesi ve arafesinde akdolunan meclislerde ve bizzat fetih esnasında adının geçmesiyle açıklamağa çalışacağız.Çünkü;şimdiyekadarGûrânî üzerinde derinlemesine bir çalışma yapılmamıştır. Tarihçiler de, tarih yazma metodu içinde tarihî olayları değerlendirirken bütün ağırlığı, birinci derecede sorumlu kişi etrafında toplarlar, ferdî faaliyetlerin derinliğine inmezler.
Fetih hazırlıkları için yapılan toplantılardan ancak üçünü öğrenebiliyoruz.[211] Fetih kararı için Edirne'deki ilk toplantı tarihini kesin olarak bilmiyoruz. Burada Gûrânî'nin hazır bulunduğuna dair delîlimiz yoksa da, Edirne'den İstanbul fethine hareket eden ordu içinde adı zikredildiğine göre ilk toplantıya iştirak etmiş olacağı da kesinlik kazanıyor. İnalcık, toplanan ilk mecliste verilen karar neticesini bildirerek: "..hazır olanlardan bir kısmı, fikri hararetle tasvip ve bir an önce tatbikine geçilmesini iltizâm ettiler" demekle [212]bize küçük bir up ucu vermektedir. İlk toplantıda olmasını kuvvetlendiren ikinci delilimiz de, Edirne'den İstanbul fethi için hareket eden orduya Gûrânî'nin bizzat iştirakidir. Dânişmend, hareket eden ordu içinde Ak Şemseddin ve Ak Bıyık Dede gibi velîlerin bulunduğunu haber verirken Molla Gûrânî ve Molla Husrev'in de mücâhid sıfatiyle asker arasına katıldıklarını söylüyor. [213] Dânişmend'e kaynak olduğunu zannettiğimiz Müneccimbaşı: "..857 senesi nevbahan erişdikde İstanbul fethine hareket-i Hümâyûn mukarrer olub, bu sefer-i zafer-i rehber'de ulemâ ve sulehâdan çün kimseler istishâb buyuruldu; ezcümle Hacı Bayrâm-ı Velî hulefâsından Ak Şemseddîn ve Bayrâmîlerden Ak Bıyık Dede ve ulemâdan Molla Gûrânî ve Molla Husrev dahi gayriler, mülâzım-ı Rikâb-ı Hümâyûn eylediler" der. [214]
Edirne'den hareket eden ordu, Nisanın ilk günlerinde İstanbul çevresine gelip kondu. 6 nisandan 29 mayısa kadar sürecek 54 günlük[215] muhasara ve mukâ-tele için Edirnekapı tarafından 6 nisan sabahı muhteşem ve muazzam ordu, zamanın en modern silahları ile hücuma başladı. Fakat 20 nisanda Osmanlı donanması, Bizans ve Ceneviz gemilerinin Halic'e girmesini önleyemeyince, fethin akamete uğrayabilme tehlikesi kendini gösterdi. Bir yandan gemilerin karadan
Halic'e indirilmesi hazırlıkları devam ederken, öte yandan Fâtih ikinci meclisi toplayıp durum müzâkeresi yapar. Veziriazam Çandarlı Halil Paşa ve görüşünü paylaşanlar, Bizans ile sulh yapılmasını, [216]herhangi bir müdâhele veya savaş halinden kaçınılmasını teklif ederler. Pek çok kaynakta açıkça ifade edildiği gibi, Molla Gûrânî bu meclistedir, Ak Şemseddin ve Zağanos Paşa ile birleşerek ileri sürülen fikri şiddetle reddederler, "muhakkak fetholunacak Kostantıniyye"nin fethinden vazgeçip sulha teşebbüs edilmesine kat'iyetle rızâ göstermezler, Hoca Sâduddîn ve diğer tarihçilerin ifadelerine göre [217]ulemâ-i izamdan Şeyh Ahmed Gûrânî ve meşâyih-i kiramdan Şeyh Ak Şemseddin ve vüzerâ-i âlî makamdan Zağanos Paşa" fikir birliği yaparak Sultânı desteklediler, sulha yana-şılmamasını, fethe devam olunmasını şiddetle ısrar ettiler.
Üçüncü meclis, fetihten iki gün önce "son ve kat'İ karar İçin" toplanmış, Çandarh'nın tekrar muhalefetine rağmen "Sultan Mehmed umûmi ve kat'i taarruz kararını" vermiştir. [218] Gûrânî bu son harp meclisinde de hazır bulunmuş, fikir birliği yaptığı arkadaşları Ak Şemseddin ve Zağanos Paşa ile kuşatmanın devamında sebat ederek şehrin fethinde ısrar etmişlerdir. [219]
Rum tarihçisi Krİstovulos İstanbul'un fethine bir kaç gün kala, Bizanslı ka-dın-erkeklerin saplandığı bâtıl inançlar sebebi ile korku ve dehşetlerini uzun uzadiya anlatır, şehit ya da gazi olmak için imânı uğruna çarpışan güçlü Osman, hlar karşısındaki aczlerini ve silik kalışlarını itiraftan ziyade, yenilginin sebebin Allah'a hamletmeğe çalışır: "..kesîf bir sis sabahtan akşama kadar bütün şehri ihata etti. Bu da mutlak, Cenâb-ı Rabbın şehirden mufârakat ve azîmet etdiğini ve buranın taraf-ı Bârî'den külliyen terk olunduğunu ve Rabbın bu şehre arka çevirdiğini ima ederdi. Çünkü Cenâb-ı Hak bulut ile mestur olarak gelir ve yine azîmet eder. Bu vakâyia kimse, adem-i itimat göstermesün ki gerek yerli, gerek ecnebi ra'yu'1-ayn şahidi pek çoktur" diyerek[220]acâib düşüncelere saplanır.
Rumların tamamen aksine Osmanlılar, Kitâb'lanndan aldığı güç ve îmanla "dörîyüz yetmiş, pare geminin sancaklarını çözüp deniz üzerinde köprü yaptılar, yürüyüş ettiler[221] ilk hamlede iki bin merdivenle elli bin yiğit surlara doğru ileri atılıp büyük topların açtıkları gediklerde ölüm-kalım mücadelesi verdiler. [222] Osmanlı ordusunun bütün gücüyle çarpışması Kristovulos'u bile hayrete düşürmüş "..elhâk, müddet-i medîdeden berû hiçbir yerde böyle heybetli bir donanma ve rûy-i diyarda bu misüllü cünbüş ne görülmüş ve ne de işidilmişdi. Zavallı Rumların ne hallere duçar oldukları, ednâ mülâhaza ile tezahür eyler" demekten kendini alamamıştır.[223]
Kuşatmanın 53. gününde, 28 Mayısta, karadan ve denizden cansiperane devam eden muharebeler Fâtih'in sabrım taşırmışken Ak Şemseddin'den: "..yarın subh-i sâdıkda sıdk-i himmetle fulân yerden Hisar'a yüriyiş ola, izn-i Hüdayla bâb-ı zafer feth olub sadâ-i ezanla sûr içi toia, tebâşîr-i subh-i necâh zuhur bu-lub gaziler sabah namazın Hisar içinde kılalar[224] müjdesi gelmiştir.
Fetih başladığı andan itibaren bütün vaktini mücâhitler arasında geçiren Ak Şemseddin ile Molla Gûrânî, 29 Mayısın erken saatlarında, harbin en şiddetli zamanında ateş hattına atılıp Hak yolunda askere destek olmuşlar, [225]"Kostantmiyye elbet fetholunacaktır[226] va'di sabah ezanının sedâlariyle gerçekleşerek Osmanlı Sancağı surlar üzerine 857/1453 senesi cumâde'l-ûlâ'nın 20. gününde, se şenbe günü dikilmiş, mezkûr şehrin nehr-i ğazâ ile içi yunub pâk ol muştur . [227]
İstanbul fethine iştirak ederek 54 günün üzüntülerini, fetih sevinç ve gururunu yaşayan Molla Gûrânî, Fâtih adına, fetihten yirmi gün sonra Memlûk Sultânı Melik İna yazdığı mektubda fethin çeşitli safhalarını anlatır, taşıdığı hâlet-i rûhiyeyi bütün canlılığı ile nakleder. Tarihî değerine binâen bu mektubu Arapçadan dilimize çeviren Ahmed Ateş'in kaleminden İstanbul fethiyle ilgili kısmım aynen almayı, üzerinde durduğumuz konu ve müellif yönünden faydalı ve yerinde buluyoruz. [228]
"..Bunlar, iman ehline karşı kendilerini büyük görürler, Rodos, Katalan, Venedik, Ceneviz ve başkaları gibi garp Adalan'nın şirk ve isyan ehlinden yardım alırlardı. Etrafı sağlam, kuvvetli, yüksek ve nizamı düzgün bir sûrla çevrilmişti. Büyük seferlerimiz, o büyük fehâmetli sultanlar, cihâdın hakkını vererek çalıştıkları halde, onu ele geçiremediler ve ondan bir şeye nail olamadılar. Bu, yeryüzü halkının dillerinde Kostantıniye diye nam salmış olan büyük bir kaledir. "Onlar kılıçlarını zeytin ağaçlarına asmış olduları halde ganimetlerini bölüşürlerken, Kostantıniye'yi fethederler" hadisi ve bundan başka meşhur sahih hadisler gibi Peygamberin sahih sözlerinde (..) bahsettiği şehrin o olmaması imkânsız değildir. O, bir tarafı denizde, bir tarafı karada olan meşhur şehirdir."
"Ulu Tanrı'nın: Gücünüz yettiği kadar onlara karşı kuvvetler hazırlayınız, sözü ile bize emrettiği üzere o şehri almak için kara tarafından top, tüfek, mancınık, lâğım ve taşlar gibi, deniz tarafından da dağlara benzeyen deniz üzerinde yükselen gemiler ve dolu kayıklarla İnsanların güvendikleri her türlü silahlan ve malzemeleri hazırladık. 857 senesi aylarından rabîul-evvelin 26 sında şehrin üzerine indik(..)-Onlar hakka davet edildikçe(kabul etmemekte) ayak direttiler ve kibir gösterdiler, zâten kâfirlerdendir. Bunun üzerine onları şehirde çevirip kuşattık. Onlarla doğuştuk, onlar da bizimle döğüştüler; onlarla savaştık, onlar da bizimle savaştılar. Aramızda 54 gün ve gece döğüş ve savaş oldu. Cemâzİvelevvel ayının 20. günü, subh-i sâdık başlayınca Sıddîk'ın hükmünün ve Faruk'un adaletinin bereketi ile Osman oğullarına mahsus Haydar'ın vurduğu darbelerle, onu teshir etmiş olan şeytan ordularına atılmış taşlara benzeyen akan yıldızlar gibi hücum ettik. Daha güneş, doğduğu yerden çıkmadan, Ulu Tanrı fetih lütfetti".
İstanbul fethinin Fâtih Sultan Mehmed'e nasip olması için çırpınan Molla Gûrânî "ne güzel Emîr, ne güzel asker" müjdesinden, Emîr yönünden olduğu kadar, bizzat muharebeye iştirakiyle asker yönünden de nasibini almış, unutulmaz tarihî görevini şerefle, yürekten bağlı olduğu Osmanlı ruhu ile yerine getirmiştir.
Gûrânî, sadece İstanbul fethinde Fâtih'in yanında olmakla kalmamış, bizzat kendi ifadeleriyle: "..bu memleketten üç ğazâ merhum Sultan Murad Hân'la itmişem, ve cemîi merhum Sultan Mehmed Ğâzi ile hiçbir sefer yoktur ki bile itmemişem, ve Sultânım (II. Bayezid) Hazretlerinin dahi seferinden kalmamışam" diyerek,[229] devrini yaşadığı üç sultânın yanında, orduda gaziler arasında ömür geçirmiştir. Zaten bundan sonraki bahiste göreceğimiz gibi Rumeli kadı-askerliği vazifesinin icabı, ordunun şer'î ve hukukî hizmetlerinde en sorumlu ve birinci derecede âmiridir, bu sıfatıyle Sultan'ın seferde yanından ayrılmayan hukukî danışmanıdır.[230]
Babası II. Murad'ın rızasiyle 848/1444 ağustosunda Osmanlı tahtına çıkan Şehzade Mehmed, uzun zaman bu mevkide kalamadan 849/1445 senesi ortalarında yeniden Manisa'ya döndü, babasının vefatına kadar burada kaldı. Murad Hân 3 şubat 1451 de 48 yaşında vefat edince Şehzade Mehmed, 16 muharrem 855/18 şubat 1451 de[231] ikinci defa Manisa'dan gelerek tekrar tahta çıktı. Cülusunu müteakip günlerde, babası zamanında vezâret işgal edenlerin bir kısmım vazifeden aldı, yerine, önceden kendine yakınlığı olan Zağanos Paşa ve İbrahim Paşa'yı getirdi. Devlet idaresinde otoritesini tam olarak sağlama endişesiyle yaptığı yeni tayinler arasında hocası, Molla Gûrânî de bulunuyordu.
Kaynaklar, Fâtih'in hocasına önce vezâret teklif ettiğini yazarlar. [232]Fakat Gûrânî bu vazifeyi kendisine lâyık görmeyerek: "..makâm-ı hıdmetinde kıyam iden huddâmı kiram, mesned-i vezâret ümidiyle ser ü canların yolunda feda iderler. Bu ricaları münkati[233] olursa, kalpleri münharif ve ınân-ı [234]teveccühleri makâm-ı hulûsdan semt-i âhara munsarif olmak lâzım gelir. mansıb, benüm sânıma mtinâsib değildür[235] sözleriyle kabul etmeme taraftarı görününce Mehmed Hân, ileri sürdüğü mâkul sebebi yerinde bularak ısrar etmez, bunun üzerine kadıas'kerlik vazifesini kabulü ricasiyle 855/1451 de, cülusundan az bir zaman sonra[236] bu mevkii hocasına teslim eder.
Bu tayinde kaynaklar genel kadıaskerlik tâbirini kullanmalarına rağmen, Gûrânî'nin 855 senesinde 12. Rumeli Kadıaskerliği ile Ahmed Paşa b. Veliyuddîn'den sonra vazife aldığı bir Mecmuâ'daki listede yazılıdır. [237]
Osmanlılarda adlî teşkilâtın en yüksek makamı olan kadıaskerlik, rütbe itibariyle vezir ve müşirlerinkine muâdil bir makamdı1. Ordu içinde şer'i ve hukuki davalar bu makamın yetkisi içine girdiği gibi, ilmî hizmetler, padişah ve şehzade muallimliği, ahkâm-ı şer'iyye'yi tefsire salahiyetli en son mercî idi ki aynı zamanda müftîlik demekti. Bunlara muvazi olarak kadıasker, pâdişâhın kumanda ettiği seferde orduya iştirak eder, devlet işlerinde pâdişâhın kanunî müşavirliğini yapar, ganimetlerin dağıtılmasına riyaset eder, halk arasında ortaya çıkan davalarda merkezî hâkim vazifesini görür, merkez ve kaza kadı'lannın tayini, teftiş ve azilleri ile uğraşır. [238]
Molla Gûrânî, İstanbul fethinin her safhasına bu unvanla iştirak etmiş, Fâtih'e sağladığı destek ve yardımı bu resmî görev içinde yerine getirmiştir. Şimdiye kadar hiçbir kaynak, onun bu resmî sıfatı ile fethe iştirak ettiğini kaydetmemiştir. [239]
Fetih akabinde, Sultan Murad'ın kuvvetli vezîriâzamı Çandarlı Halil hapsedilip taraftarları ile birlikte devlet idaresinden uzaklaştırıldıktan sonra, Fâtih'in kayın pederi olan Zağanos Paşa ve çevresi, Sultan'a yakın hizmet ve desteklerinden ötürü önemli noktalara tayin edilmişlerdi. Fakat bu yeni tayin edilen ekip, her ne kadar Fâtih'in başarıya uluşmasında İnkâr edilmez büyük yardımlarda bulunmuşlarsa da, getirildikleri mevkilerde uzun müddet kalama-mışlar, Çandarlı'nın katli mes'ûiiyeti bu ekibe yüklenerek, işbaşında olanlar birer çeşitli bahanelerle uzaklaştırılmışlardır.[240]
Molla Gûrânî bu ekiple uzun zamandır Fâtih'in çevresinden ayrılmadığına göre, Zağanos Paşa'nın 859 safer/1455 şubatında vezâreti Mahmud Paşa'ya devriyle İstanbul'dan Uzaklaştırılması üzerine, yeni idare tarafından istenilmeyeceği aşikardır. Bunu gerçekleştirmek gayesiyle bir takım bahaneler ve sebebler aranarak Gûrânî'nin İstanbul dışına gönderilmesi, zihniyete göre değişen siyâsetin kaçınılmaz neticesi olacaktır.
Devletin yüksek kademesinde siyasi atmosfer bu olduğuna göre, cilve-i siyaset icabı, her zaman istenerek karar alınmasa bile, Gûrânî'ye karşı hürmet ve muhabbeti olan Fâtih'in inandırılması, rızâsının alınması gerekiyordu. Çevresindekiler bunu da başardılar. Yaptığı tâyinlerde devletin İleri gelenlerine danışmadığı, istediğine vazife verdiği iddasıyle Gûrân nin mevkiini sarsmağa başladılar, İstanbul'dan uzaklaştırmak için bir vesile bulmakta gecikmediler. Bunu Hoca Sâduddîn şöyle dile getirir.[241]lâkin istibdadı bir dereceye irdi ki, deri devlete arz itmemiş iken ashâb-ı istihkaka tevzî-i manâsıb ide başladı. Bu vad'ı-eğerçi Sultân-ı fermân-rân gönlüne girân geldi amma, ızzet-i hatırın riâyet buyurmağın istihyâ idüb izhâra ıkdâm itmedüler. Lâkin meşveret-i vüzerâ ile bu-yurdılar ki: Ecdâd-ı izamımızın mahrûse-i Burûsa'da olan evkafları emri-muh-tel olmuş, ıslâhı gayette murâdımızdır, bir mütedeyyin müfettiş tedâriki lâzım olmuştur, bu babda ihtimamınız rica olunur".
Hoca Sâduddîn gibi, devlet ricalinin isteklerine uygun bahaneleri, tarihçi Alî de şöyle ifade eder: "..lâkin kaza ve medrese tevcîhinde alâ mâ cera'1-âde, Zât-ı Şehriyâriye arz itmeyüb ve ehl olanlara kendisi tevcîh itmeğün Sultân Mehmed hân bu vad'ına incindi, bir tarîkla vüzerâ lisanından tenbih itdirdi, feemmâ define imkân olmadı. Binâen alâ zâlik, Bursa'daki ecdadım evkafı muhtet olmuştur, sizün varub görmeniz lâzımdır"[242] bahanesiyle ilk adımı tamamlamış, Gûrânî'ye Bursa yolunu göstermiş oldular. [243]
Yukarıda söylediğimiz gibi. 855 senesinde tayin edildiğine dair elimizde belgeler mevcut olmasına rağmen, [244]çoğu kaynaklar kadıaskerliğinin ne kadar devam ettiğini belirtmezlerken, İzzet-zâde Abdulaziz:"..iki sene kadar ol hıdmet-i celîle-i şer'İyye ile teşrif olunduktan sonra[245] ifadesiyle bu müddeti tayin etmektedir, fakat bunun da doğruluğu şüphelidir. Çünkü Gûrânî'nin, 858 rabîu'1-ev-vel'inin sonları 1454 mart başında tanzim edilen bir vakfiyede, imzası olduğu bilinmektedi. [246] Şu halde Gûrânî, 858/1454 senesi içinde Rumeli kadıaskerliği görevini devam ettirmekte, Fâtih'in ilk günlerinden beri bu makamın mes'ûliyetini üzerinde taşımaktadır.
Bazı kaynaklar ise ".. 857/1453 de tashîh-i evkaf bahanesiyle[247] gönderildiğini söylemektedir ki gerçeğe uymamaktadır. Belli bir tarih vermemekle beraber en iyi ifadeyi Neşrî kullanmakta, Sivrihisar (Ostrovitza) fetholunduktan sonra Fâtih "..devletle Edirne'ye gelüb Gûrânî'yi kadiaskerükten azledüb Mec-düddîn'i kadıasker idüb, Mahmud Paşa'yı vezîr idindi" diyerek Gûrânînİn azlini, Mahmud Paşa'mn vezârete gelişiyle aynı tarihe rastlatmaktadır.[248] Neşrî'deki bu ifade, kadiaskerlikten uzaklaştırılmış tarihini ortaya çıkarmakta, kaynaklardaki muğlak noktanın çözümüne yardımcı olmaktadır.
Mahmud Paşa'mn 859/1455 senesinde vezârete getirildiğini biliyoruz. [249] Bunu Uzunçarşüı[250] ile Tekindağ'ın İfadeleri de[251] teyit etmektedir. Şu halde kadı-askerlik makamında kalma müddedi; 855/1451 senesinde Fâtih'in cülusundan hemen sonra -muharrem veya safer aylarında- vazifeye başladığı kabul edilirse, Mahmud Paşa'mn vezîr olduğu 859 safer/1455 ocak ayında, dört seneyi bulmuş olur.
Rumeli kadıaskerliğinden alınıp Bursa'ya gelişinde kadılık vazifesi ile evkafın tashih ve tanzimi hususunda ne derece gayret sarfettiğini, bunda ne kadar muvaffak olduğunu bilmiyoruz. Kaynaklarda bu konuda bilgi verilmiyor. [252]Yalnız kadiaskerlikten alınıp Bursa kadılığı ve evkaf tevliyetine memur kılınması, Gûrânî açısından bir tenzîl-i rütbe ifade edeceğinden muğber olmaması imkânsızdır. Bunu belki, azli yapan veya sebeb olanlara açıklamış, itham ettikleri sebeb yüzünden kendilerine asla boyun eğmeyeceğini, şeriata muhalif bulduğu hususlarda doğruluktan asla ayrılmayacağını ifade etmiştir. Nitekim çok geçmeden, durum ayniyle tezahür etmiş, Gûrânî açısından kabulü imkânsız bir yazı gönderilerek gereğinin yerine getirilmesi istenmiştir. Saray'dan gelen yazı karşısında Gûrânî'nin infiali son derece ağır olmuş, okuduktan sonra yırtıp attığı gibi, getiren şahsı da makamından kovmuştur. Bu olayı Hoca Sâduddîn şöyle anlatır: [253]'Bir gün der-i devletten bir çavuş Mevlânâ hıdmetine gelüb, tevkî-i râfi-i sultanî ile muvakka' bir hükm-i Hümâyûn getirüb Mevlânâ'ya virdi. Mevlânâ gördü ki zımnında olan emr, muhâlif-i şer'-i kavimdir. Hemândem hükmi yırtub attı ve çavuşu meclis-i şer'îden ihrâc eyledi, bu huşunet sebebi ile ma'zûl olub, beynlerinde münâfere-i külliye peyda olmağın, Mevlânâ terk-i di-yâr-ı Rûm. eyledi. Yakın ifadelerle aynı konu, bazı kaynaklarda zikredilmektedir. [254]
Siyasi mülâhazaların büyük tesiri olduğunu tahmin ettiğimiz bu olayda her iki tarafın da kırılacağı şüphesizdir. Fâtih ve çevresi kendilerine itaat edilmediği noktasından hareketle Gûrânî'yi suçlayacaklar, Gûrânî İse; gerek yaşça büyük olmasından, gerek uzun seneler hocalık vazifesini îfa etmesinden kendisine hürmet edilmesini bekleyecek, onları, baskılarından dolayı haksız bulacaktır. Bu yüzden Gûrânî, karşı tarafın taşıdığı zihniyeti bildiğinden, makul olanı yapmış, bu vazifeyi de temelli bırakarak Fâtih'den bir müddet uzaklaşmayı tercih etmiştir. Böylece 859/1455 senesinin ilk aylarında geldiği Bursa'da fazla kalmadan, aynı senenin sonlarına doğru Anadolu'dan ayrılmıştır.[255]
Gurânî'nin hayatından bahseden Osmanlı kaynaklarının çoğu, Bursa'dan ayrılışını müteakip Anadolu'yu terkederek Mısır'a gittiği, orada Memlûk Sultânı kayıtbay'ın (878-902/1468-1495) teveccühünü kazanarak bir müddet misafir edildiğinden bahseder. [256]Buna mukabil muasırı olan bikâ'î ve Sehâvî, Bursa'dan ayrılınca Halep, sonra da Şam'a geldiğini kaydederler. [257] Bu farklı iki görüşten hangisinin doğru olacağını tayin etmekte bir güçlük söz konusu olamaz. Osmanlı kaynaklarında başlangıçtan itibaren devam eden bir yanlışlık olduğu aşikârdır; bunu üç ayrı yönden ispatlayabiliriz.
En sağlam ısbat şeklimiz; Kayıtbay'ın, Gurânî'nin 859/1455 de Bursa'dan ayrıldığı sırada Memlûk Sultanı olmayışıdır. Kayıtbay, devrin tarihçisi Tağri berdî'nin ifadesine göre 6 raceb 872/1468 de Sultân olmuştur. [258]Gurânî'nin Kayıtbay idaresine kavuşabilmesi için, daha 13 sene sonra ayrılması gerekirdi. Osmanlı kaynaklarındaki bu büyük yanlışlık şüphesiz, Taşköprî-zâde'nin hatasından doğmuş, sonraki kaynaklarda tarihî yönden doğruluğunu araştırmaksızm, okudukları ifadeleri gerçekmiş gibi kabul ederek nakilde devam etmişlerdir. [259] O gündenberi devam eden bu yanlışlık, Sehâvî'nin verdiği bilgilerden istifade edilerek ilk kez Ahmed Ateş tarafından görülmüş, "..Kayıtbay hükümdarken onunla görüşmesine imkân yoktur; çünkü bu zat 872/1468 yılında tahta gecmiştir,(...) binaenaleyh Gurânî'nin onun teveccühünü kazanması, Fâtih'in ona mektub yazarak kendisini istemesi gibi rivayetler hiçbir esasa dayanmamaktadır sözüyle reddedilmiştir. [260]
Osmanlı kaynaklarında mevcut bu yanlışlığın ikinci delili, yukarıda belirttiğimiz gibi, muasır iki kaynak, Bikâî ve Sehâvî'nin ifadeleridir. Bikâî: "summe kadime'ilâ bilâdi's-Şâm, senete tis'ın ve hamsine ve semâni mi'e" (859 senesinde Şam'a geldi)[261]derken, Sehâvî de, kendisi Haleb'de iken oraya geldiğini belirterek:" ve lemmâ kuntu bi Halebe, ve zâlİke fî seneti tis'ın ve hamsîne, dehale-hâ summe'l-bilâde'ş-Şâmiyye"(859 senesinde ben Haleb'de iken Gûrânî de oraya geldi, sonra Şam'a geçti) [262] diyerek, ya Gurânî'nin gelişini duyduğunu, ya da bizzat gördüğünü belirten sağlam bir ifade kullanır.
Bursa'dan ayrılışının müteakip Mısır'a gidip Kayıtbay nezdinde kalmadığını belirten diğer delil de, 860/1456 senesinde Kudüs'de bulunduğuna dair çok sağlam iki kaynağımızın oluşudur. Kudüs'e geldiğinde, tahminen Mescid-i Aksâ'mn odalarından birinde çalışıyor, vaktini eser telifiyle geçiriyordu. Buradaki çalışmalarının semeresi olan Şerhi Cem'ı'l-Cevâmi adlı eserini 2 raceb 861/26 Mayıs 1457 günü Mescid-i Aksa'da tamamladığını haber veriyor. [263] Bir diğer kaynak da, tezimizin ağırlık noktasını teşkil eden öâyetu'l-Emânî adlı tefsiridir ki bunu 860 senesi sonlarında gene aynı yerde yazmağa başlamıştır. [264]
Şu halde Gûrânî 859 senesi sonlarında önce Haleb'e, sonra Şam'a uğruyor, Kısa süren ikâmeti akabinde Kudüs'e geçip telif hayatına başlıyor. Bikâ'î ve Sehâvî'nin ifadelerinden 861/1457 senesi hac mevsiminde Mekke ve Medine'ye gittiğini, hac farizasını îfa ettiğini öğreniyoruz. Sehâvî'nin verdiği bilgiye göre Gûrânî, haccı esnasında Bikâî ile karşılaşıyor, [265] Anadolu'ya dönecek olursa o sıralarda telif ettiği en-Nazmu'd-Durer fî Tenâsubi'1-Âyi ve's-Suver adlı tefsirinin Osmanlılar nezdinde tanıtılması ricasında bulunuyor. Buna karşılık Gûrânî Bikâ'î'ye, yeni yazdığı Cem'u'l-Cevâmi şerhinin tanınması için yardımını rica ediyor.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Gurânî'nin Kayıtbay nezdine giderek iltifat görmesi ne derece tarihî gerçeklere aykırı ise, gene aynı kaynaklarda ifade edilen, Fâtih'in Gûrânî'yi tekrar İstanbul'a getirtmek için mektub göndermesi, yani ilk teşebbüsün Fâtih'den gelmesi meselesi de o derece asılsızdır. Bikâ'î'nin verdiği habere göre[266]ilk adım Gûrânî tarafından atılmış, uzun bir kaside yazarak Fâtih'i methetmiştir: "..ve medeha's-Şihâbu'l-Gûrânî'ilâ Muhammed b. Sultân Murad bi kasîdetin tavîletİrs". Bu kasîdenin bazı mısralarını Bikâ'î ayın satırlarda nakleder.
Fatih'i metheden kasîdenin yazılışı, dönme arzusunun Gûrânî'den geldiğini, bunun tahakkuku için imkânlar arama gayreti içinde olduğunu gösterir. Kasidesi Fâtih'e ulaşınca, belki aralarında geçenlerden üzüldüğü, teşekkür borcu olarak mektup yazıp gelmesini istediği tahmin edilebilir. Her hâl ü kârda ka-sîde, ümid edilen yumuşama havasını yaratıp dönmesine yardımcı olmuş, vakit geçirmeden ikâmet ettiği Kudüs'den ayrılarak İstanbul'a gelmiştir.
Dönüş tarihi bazı eserlerde 862/1458 olarak açıkça ifade edildiği halde, [267]bir kısmında kesin tarih verilmez veya "Arabistandan" geldiği kaydı konulur . [268]
862 senesinde İstanbul'a döndüğünü söyleyen kaynakların ifadesine aynen iştirak ediyoruz. Çünkü 861 senesinde hac farîzasını îfa etmişti ki bu mevsim, senenin son aylarına tekabül eder. Kesin tarih vermeyen kaynaklardan anlaşıldığına göre[269] Fâtih, Semendire fethinden sonra Edirne'ye dönmüş "..ve Molla Gûrânî bu tarihde Arabistan'dan gelüb Burusâ kazası kendisine tevcih olunmuştur". Semendire fethi 862/1458 de gerçekleştiğine göre, dönüş tarihi bir başka yönden de kesinlik kazanıyor. [270]
Şemsuddîn Ahmed 862/1458 senesi ortalarında Kudüs'den döndüğü sıralarda, saray'a hâkim olan İki sen-e önceki siyasi atmosfer değişmiş, o günün şartları için alınan kararlar ve takip edilen devlet politakası, Fâtih'in gün geçtikçe artan siyasi ve idarî nüfûzuyla ayrı bir veçhe bürünmüş, dahilî ve haricî otorite sağlanarak Ayasofya ve Zeyrek medreselerinin tedrise başlamalarından sonra, daha büyük ilmî hamleler için faaliyetlere girişilmiştir.
Molla Gûrânî İstanbul'a gelince Fâtih, Bursa kadılığı tevcihiyle hocasını tekrar bu şehre gönderir. [271]Böylece iki senedir kesilen münasebetlerden sonra Gûrânî'nin hayatı tekrar istikrara kavuşur, vefatına kadar bu istikrar ve itibarı devam edip gider. [272]
Molla Gûrânî'nin ikinci Bursa kadılığı ve faaliyetleri hakkında kaynaklarda en ufak bir bilgi mevcut değildir. Burası onun eski mekânı sayılır, Anadolu'da ilk tedrisini buradaki Kaplıca ve Yıldırım medreselerinde yapmıştır, iki sene önce 7-8 ay kadar burada kalmıştır. Aynı medreselerde ders vermesi mümkündür. Elimizde kesin bilgiler olmamasına rağmen, belki medresede ve dışarda ders halkaları teşkil edip arzulayanları okutmuştur.
Kazâî vazifesi sırasında verdiği bir karar, [273] Fâtih'e takdim edilmek üzere gönderilen bir mektupta söz konusu edilmiş, Hintli tüccarların Acem'lerle anlaşarak halkı kandırdıkları, hem devlete hem de halka zarar verdikleri ileri sürülerekbir nevi soygunculuk ve kaçakçılık yaptıkları, bunun bir an evvel önlenmesi gerektiği ibhar edilmiştir. Bugün elimizde mevcut, Topkapı Saray Arşivi E 5482 numarada saklı olan bu vesikanın ilgili satırlarını(4 dvm.) aynen alıyoruz.[274]
"..Destur Hân, Hindistan vilâyetinden geleli, tüccâr-ı eâcim birle envâ-i hiyel ü telbîsât ve muvadda'la birle müttefiklerdir kim, Pâdişâhın hazînesine beytu'f-mâl mâlinden nesne girmeye. Sıdkıma delil budur kim, geçen yıllarda bir Acem bâzirgânla altmışbin akçe beli itdiler. Ol kadıyyenin aslına, kemîne vekildim. Öksüz tarafından yetmişbin akçe öksüze hükmetti Molla Gûrânî. Öksüz öldü, !â vârise le-hû ğâyra'ummi-hî. Öksüzün anası(na) beşbin akçe aldadı(lar) ki oğlun kardaşlan vardır, gelicek (miras payından) sana habbe değmez didi".
Kazaî vazifesinin yanı sıra, özel faaliyetleri arasında en mühimi diyebileceğimiz faaliyeti, 860 senesi sonlarında Kudüs'de başlayıp henüz bitiremediği tefsirinin tamamlanmasıdır. Eserin hatimesinden öğrendiğimize göre, Gâyetu'l-Emânî 3 rateb 867/24 mart 1463 perşembe günü tamamen sona ermiş, akabinde Fâtih'e takdim edilmiştir.
Burada karşımıza halli güç bir mesele çıkıyor. Hiçbir kaynak Gûrânî'nin Bursa'da kaç sene kaldığından, kadılık vazifesinin ne zaman sona erdiğinden bahsetmiyor. [275] Buna ilâve olarak Tefsîr'ini hangi şehirde bitirdiğini de bilemediğimizden, Bursa'dan 867 den önce ayrıldığını söylememiz, her hangi bir belgeye dayanmıyor. Böyle olmakla beraber, bu düşüncenin aksini gösterebilecek bazı deliller de mevcut. Meselâ; devrin sayılır âlimi ve İstanbul kadı'si Hıdır Bey (ö.863/1459) "aceletu'I-leyleteyn" adiyle bilinen bir kasîdesini Fâtih'e sunmuş, o da bunu Gûrâ'nî'ye göstererek fikrini almak istemiştir. [276] Hıdır Bey 863 de vefat ettiğine göre, Gûrânî'nin bu tarihden önce İstanbul'da olması, Fâtih'e yakın bir çevrede bulunması gerekir. Bir başka misal de, 867/1463-64 senesinde bir düğün cemiyetinde, Fâtih'in Gûrânî'yi sağına, Molla Husrev'i soluna oturtması, Molla Husrev'in buna gücenip Bursa'ya dönmesidir . [277]
Bu iki misal gösteriyor ki Gûrânî, Fâtih'le beraberdir. Kanaatımızca bu beraberlik, onun belki zaman zaman istanbul'a gidip gelmesiyle sağlanıyor, belki de mâhiyetini bilmediğimiz bir vazife ile Bursa'da değil, Sultân'ın çevresinde bulunuyordu.
862 den sonra 4-5 senelik hayatiyle ilgili zaruri bilgiler meçhulümüz olduğu halde Molla Husrev'in, Fâtih'e gücenerek İstanbul müftîliği ve kadılığı vazifesini bıraktığı tarih 867/1463 de, Gûrânî'nin aynı vazife ile yerine geçtiğini bilmekteyiz.[278] Tefsîr'ini bu vazifeye getirilmeden Önce takdim etmiş olmalı ki, Fâtih, yaptığı bu takdime şükran borcu olarak Gûrânî'yi müftîlik vazifesiyle taltif etmiş, Kur'ân'a hizmetinden dolayı devrinin bir müfessiri görerek, lâyık olduğu mevkie getirmiştir.[279]
Bundan önceki bahiste belirttiğimiz gibi şahsî gayretleri, sahip olduğu ilmî kudreti, tabiatında mevcut fesahat ve belâğatisayesindegün geçtikçe artan hürmet ve takdiri ile Ahmed Gûrânî, Fâtih ve çevresine hâkim olan Osmanlı siyasetine kendini kabul ettirmiş, bu kabiliyetini 867/1463 den sonra muhafaza ederek Osmanlı ilim ve siyâsi çevrelerinde kendinden bahsedilen sayılı kişilerden olmuştur.
867 de Molla Husrev'den boşalan müftîlik makamına getirilişinden, 893/1488 de vefatına kadar geçen 25 senelik hayatı, Gürânî'nin Osmanlı siyaset ve devlet idaresinde ağırlığını hissettirdiği en önemli devresidir. Fâtih'in çocukluğundan vefatına kadarki zamanda, genellikle itibarını kazandığı gibi, oğlu II. Bayezid'in devresinde de aynı itibarını devam ettirmiş, işgal ettiği mevkii sarsmadan ve kaybetmeden koruyabilmiştir.
Sözünü ettiğimiz bu uzun dönem, Gûrânî açısından daimî bir istikrarın mevcudiyetini göstermekte ise de, senelere göre faaliyetleri ve hizmetleri açısından düşünülecek olursa lüzumlu bilgileri verecek, bu istikrarı sağlamadaki başarısını gösterecek bilgilere sahip değiliz. Müftîliğe başladığı tarihten itibaren 885/1480 senesinde şeyhülislâm olana kadar geçen 17-18 senenin detaylarından mahrumuz. Bu seneler arasındaki hayatı kaynakların pek çoğunda yer almadığı gibi, üstelik şeyhülislâmlık dönemi ile karıştırılmış, bu uzun süre içindeki hizmet ve faaliyetlerinden hiç bahsedilmemiştir. Aynca bu seneler zarfında bir başka görevde olduğunu söyleyen kaynaklara da rastlamıyoruz. [280] Bu müddete dair bilgi verilmediğine bakılırsa, kesintisiz olarak şeyhülislâmlığına kadar bu vazifeyi devam ettirmiş, işgal ettiği mevkiin sahasına giren hizmetleri yürütmüştür.
Fâtih Sultan Mehmed zamanında yapılan kâfiunnâmede müftîlik ve şeyhülislâmlık iki ayrı müessese olarak tesbit edilmesine rağmen, [281] bunların ayrı kişilerce mi temsil edildiği, yoksa her ikisinin mes'ûliyeti bir kişide mi toplandığı, açıkça ifade edilmemiştir. Uzunçarşılı bu hususta; önceleri her iki makamı bir kişi idare ederken, sonraları müftîik ve şeyhülislâmlığın birbirinden ayrıldığın söyler,[282] ilmiye Sâlnâme'sinde "Meşîhat-ı fslâmiyye Târihçesi"ni yazan Ali Emîrî Efendi[283] bu iki makamı birlikte mülâhaza ederek: "..kânûni devlet-i aliy-ye'de müftîulenâm ve şeyhülislâm hazerâtı.." ifadesini kullanır, makamın kıymetini de şöyîe tarif eder: "Bu makâm-ı sâmînin rütbe-i celîlesi ğâyet âlidir. Zira bu rütbe-i aliyye-i dîniyye ve vazîfe-i nazîfe-i ılmiyye sahibi, vâris-i ulûm-i eimme-i müctehidîn'dir ve asrında halîfe-i Hazret-i Ebû Hanîfe-i güzîndir. Selâ-tîn-i ızâm bunlara ta'zîm ü kıyam iderler ve mecâlis-i mulûkânelerinde kıyam it-dürmeyüb, mahsûs ihrâm-ı ferş itdürüb ve izn-i kuûd ile teşrîf ü muvakkır buyururlar" diyerek derecelerini ve gördükleri itibarı dile getirir. Ayrıca bunların, vekâlet mührü taşıyan vekiller dışında bütün vüzerâya tekaddüm ettiklerini, ilmî ve askerî ricalin önde gelenleri, ancak bunların elini öperek iktibâs-ı şeref ve makam istedikleri, şeklinde vazifelerini de kısmen belirtir.
Pakalın: "Kanunnâmede Şeyhülislam ile Müfti tabirleri müteradif el-fâz-dan olarak kullanılmıştır. Hatta İbare, resmî tâbirin Müftî olduğuna ve müftülere Şeyhülislâm denildiğine delâlet etmektedir. Nitekim o zamanlarda ve halta çok sonralara ait eserlerde müftî tabiri kullanılmış"tır[284]demek suretiyle müftî ile şeyhulislâm'ı müşterek makamın sahipleri olarak kabul etmiştir.
Verdiğimiz bu bilgilere rağmen, Molla Husrev'in müftî olarak görev yaptığını, boşalan bu mevkie Molla Gûrânî'nin getirildiğini biliyoruz. [285] Kaynaklar bu iki tâbiri aynı gösterseler bile biz, ayrı olacağına, Gûrânî'nin Öne müftîlik sonra da şeyhülislâmlık görevinde bulunduğuna inanıyoruz.
Müftîliği dönemine ait fetvaları ile gördüğü hizmetlere dair elimizde bilgiler mevcut olmadığından, bu aslî vazifesi dışındaki faaliyetlerinden bir nebze bahsedelim. Tefsîr'ini 867/1463 raceb başında tamamladıktan sonra ikinci eseri Ref'u'l-Hıtâm'ı 868/1463 raceb sonunda bitiliyor, arkadan yazılış tarihini vermediği el-Abkarî'yi bitirerek Fâtih'e takdîm ediyor. İşte bu eserinin mukaddimesinde: "fe'innenî rabîbu devlet-hî ve ğarîku ni'meti-hî"[286] ibaresini kullanarak, bulunduğu makam ve mevkiinden ötürü Fâtih'e şükran borcu olarak kendini, devletinin hizmetinde nimetlerine dalmış bir kul şeklinde görüyor. Müellifin bu cümlesi, maddî yönden oldukça geniş imkânlar içinde bulunduğunu belirtiyor.
Osmanlı devlet teşkilâtında önemli bir mevkiye getirilmiş olmasına rağmen, Gûrânî'nin müftîlik döneminde olduğu gibi şeyhülislâmlık dönemine ait bilgimiz yok denecek kadar azdır. [287] Hayatından bahseden kaynakların bazılarında
Sultân II. Bayezid'e gönderdiği mektubunda[288] ise şu mâruzâtı dile getirir.
"Hazret-i a'lâ'ya (yani Bayezid'e) dahi ma'lûmdur ki cemî-i pâdişâhlarda), envâ-i şükr-i ü kalemle kıyam idüb dururam. Ma'a hazâ, kırk yıldır ki mecâli-sim ders-i ilmî ki âyât-ı beyyinâtla mecâlis-i Enbiyâ'ya benzer" demek suretiyle bir yandan seferlere iştirak edip kılıç kuşanırken, bir yandan da kalemiyle hizmet edip eser telifine çalıştığını, açtığı ilim merkezlerinde dersler vererek hizmete bir başka yönden devam ettiğini belirtir.
Şu halde Molla Gûrânî, sahip olduğu makamın sağladığı maddî imkânı Pâdişâhtan aldığı diğer aynî yardımlarla birleştirerek cami, medrese ve benzeri ilim merkezleri açma yarışına girmiş, sadaka-i câriye kabilinden olan hizmetlere ha-yatanm son senelerine kadar önem vermiştir. Belki bu arzusu yüzünden olacak, borçlarını ödeyemediğinden, borçlu defnedilmemesi için II. Bayezid'e bizzat vasiyette bulunarak, defninden önce ödenmesini istemiştir.[289]
Ahmed Gûrânî'nin şeyhülislâmlık makamına tayininin daha ilk senesi içinde, çok sevdiği talebesi ve hükümdarı Fâtih Sultan Mehmed, 4 rabîu'l-evvel 886/3 mayıs 1481 cuma günü İstanbul dışma çıktığı bir seferinde, Üsküdarla Gebze arasında Hünkâr Çayırı, bugünkü adıyla Maltepe diye anılan yerde, büyük bir ihtimalle zehirlenmesi akabinde vefat etmiştir. [290] Bu büyük insan, can yoldaşının ufûlü, Gûrânî'yi üzmemesi imkânsızdır. Kaynaklarda bir kayıt bulamamıza rağmen, her şeyden önce şeyhülislâm olarak Gûrânî'nin, Sultân'm cenazesinde hazır olduğuna inanıyor, hatta vefat haberi gelir gelmez bazı yetkili çevrelerle temasa geçtiğini, bulunduğu mevkii icabı, çıkması muhtemel hâdiselerde ağırlığını koyduğunu, kuvvetle kabul ediyoruz. Bunu, aşağıda vereceğimiz bilgilerle kısmen olsun ısbatlamağa çalışacağız.
Fâtih'in vefatı sırasında büyük oğlu II. Bayezid Amasya'da, küçük oğlu Cem ise Karaman'da vali idiler. Vefat haberi Önce Bayezid'e ulaştı, çevresindekilerin yardımı ve yeniçerilerin desteği ile Bayezid tahta çıkarak hükümdarlığını ilân etti. Ağabeyi kadar Osmanlı tahîında gözü olan, sultanlığını ağabeyi kadar meşru ve haklı gören Cem, taht kavgası için mücadeleye başladı. Kardeş kanı akmaması için mâkul teklifler ileri sürüldü ise de kabul etmedi, kendisinden onbir yaş büyük olan ağabeyi ile mücadeleye karar verdi. Belki tahtı ele geçirebilirim diye Anadolu'nun bazı yerlerinden karşı koyma gayreti gösterdiyse de muvaffak olamadı; Mısır, Rodos, İtalya hatta Fransa'ya kadar uzanan kaçma, kuvvet toplayıp hücum etme politikası başarıya ulaşamadı, ömrünü kendince haklı gördüğü mücadele hırsı içinde heder etti, eceliyle veya zehirlenerek 29 cumâde'1-ûlâ 900/25 Şubat 1495 de vefat etti. [291]
Özetle anlattığımız, iki kardeş arasındaki taht mücadelesinde Gûrânî'nin gayret ve faaliyetleri, görebildiğimiz kadarıyle tarihlerimizde yer almamıştır.
Konuya kısmen temas eden Dr. Tansel, II. Bayezid devri üzerinde ihtisaslaşmasına rağmen, Cem hâdisesinde Ahmed Gûrânî hakkında yanlış ve eksik bilgiler vermektedir. [292] Elde ettiğimiz vesikalar yardımiyle Gûrânî'nin Cem hâdisesinde takındığı tavrı ve arabuluculuk gayretlerini, konumuz yönünden kısaca anlatmayı, faydalı buluyoruz.
Peşinen söylemek lâzım gelirse; Gürânî bu hâdisede Bayezid'i açıkça desteklemiş, imparatorluğun selâmeti yönünden neticenin daha da kötüleşmemesi için kardeşine isyandan kaçınması hususunda Cem'i iknâya, hatta tutumundan vazgeçirmeğe çalışmıştır. Cem hadisesiyle uzak-yakın alâkası olmayan bir vesikayı yanlış değerlendiren Dr. Tanse[293] "Bu tarihlerde büyük bir nüfuza sahip olan Molla Gurani'nin bile onun saltanat hususundaki isteklerini takviye eder şekilde konuştuğu anlaşılmaktadır" demek suretiyle, vesikanın mâhiyetini kavrayamadığından"., bu mektubda Cem'in annesi, Molla Gurani'nin de bazı tavsiyelerde bulunmuş olduğunu ve bilhassa korkmamalarını (..) açıklamaktadır" gibi yorumlara kapılmış, [294] Gûrânî'yi Cem tarftan göstermiştir. Fakat verdiği dipnotta Gûrânî'nin Bayezid yanlısı olduğunu açıkça belirten sözlerini de naklederek, hem Cem'e hem de Bayezid'e taraftarmış gibi göstermeğe çalışmıştır. Yaratılan bu şüpheli durumu açıklığa kavuşturmak ümidi ile elimizdeki vesikalardan ilgili pasajları sunalım.
Gûrânî, Dr. Tansel'in de naklettiği, II. Bayezid'e yazdığı mektuplarından birinde, gördüğü rüyalardan bahsederek Bayezid yanlısı olduğunu aynen şu satırlarla ifade etmiştir . [295]
"İmdi bizim rüyamız hiç tehalluf itmez. Nice ki; Karaman'da iki ay gördüm, birisi tam ve birisi nakıs. Nâgah nakıs ma'dûm oldı, mevti ma'lûmum de ğildir, lâkin ma'dûm olur deyû hazret- i a'lâ'ya (Bayezid'e) arzeylemiş idim. Ve hem şâir sulahâ Sultânımın hâlini eyu görürler, el-dâ'î bi'1-ıhlâs, Gûrânî."
Gûrânî'nin faaliyetlerini anlayabilmek için Cem hâdisesinin zuhurundan bir nebze bahsetmek yerinde olacaktır. Bayezid, 20 Mayıs İ481 de hükümdar ilan edilmeden önce, 10-15 günlük zamandan istifade ile imparatorluk içinde karışıklık çıkmış, veziriazam Karamanı Mehmed Paşa yeniçerilerce katledilmiş, yerine Önce vekâleten, sonra asaleten İshak Paşa getirilmişti. Kendisine taraftar olan Karamânî Mehmed Paşa öldürülünce Cem, topladığı kuvvetlerle Bursa üzerine yürümüş, Bayezid kuvvetlerini yenerek 28 Mayıs 1481 de hükümdarlığını ilân edip adına para bastırmış ve hutbe okutmuştu. 18 gün süren bu hükümranlığı, ağabeyinin Bursa'ya hücumu ile sona ermiş, Cem güçlükle kurtularak Eskişehir üzerinden Karaman'a doğru yola çıkmış, yaralı olan sol bacağının ıstırabı ile yol alırken, Ermeni derbendinde eşkıya taarruzuna uğramış, nihayet 25 haziranda Konya'ya gelmiştir. Üç gün sonra yanında annesi Çiçek Hatun, ailesi ve çocukları ile Suriye üzerinden Memlûk Sultânı Kayıtbay'a sığınmak üzere yola çıkmıştır.[296]
Bu hâdisede şeyhülislâm olarak Gûrânî'nin faaliyetleri, Cem'in Karamanl vilâyetini terkedişine kadar geçen iki ay içinde devam etmiş, sonradan her hangf bir faaliyeti olup olmadığı tesbît edilememiş, zaten Cem Paris'te iken Gûrânî vefat etmiştir. Cem hâdisesinde yapabildiklerini anlatan, günümüze kadar gelebilmiş, kendi yazısı ile bir tek vesikası vardır. [297]Baştan iki satırı çürüyüp kopmuştur. Ya acele yazıp tashih etmediğinden, ya da konuştuğu ve yazdığı dili aynen kullandığından olacak, sözlerinin anlaşılması pek kolay olmuyor. Buna ay rica elyazısını okuma zorluğu da eklenince vesikanın çözümü gerçekten güçleşiyor. Şimdiye kadar neşredilmemiş vesikanın ilgili kısmını, mânâ bütünlüğünü sağlayabilmek üzere yardımcı cümleler ilâve ederek, okuyabildiğimiz kadariyle aynen aktarıyoruz.
"..hazret-i alâ Pâdişâhım ki a'lem ve a'del ve etkâ-i mülûk-i zamandır, zill-i İlâhîden serîr-i saltanat dâimdir, terakki bâd. Ol haber ki vâhibu'l-mineni Taâlâ taht-ı saltanat (ı) anlar içün hâlî kıldı. Dirler ki hutbe-i li men ihtâra-hu'llâh (içün) ism-i muayyen yoktur. İshak (Paşa) ve Kadıasker-i millete maâ-zallha (haddim olmayarak) ism-i Sultân(a) sair elkâb-i şerîf yazdım. Ve Burû-sa'ya ve Edirne'ye gönderdi Kâdıasker. Ve (arkadan kendisi de) azm-i Karaman oldı. (Yazımı) vüzerâ (ya).arz iden hazret-i İshâk'a (dedim) ki rikâb-ı hümâyûn ile bile olam (Gedik Ahmed Paşa ile orduya katılıp gideyim). Zira ki (Bayezid'-in) aduvv (u) kardaşıdır, cehele-i nâs evham ilkâ iderler. Cevâb-ı şâfi gelmedi. Saniyen ki sefer-i Karaman Oldı, adam gönderdim. Ermeni derbendde buluşdı.
(Cem'le görüşmemize dair) icazet oldı, bi ciddin vardum.........der ğad, hırâm-
ı bi lâ mübâlât Hazret'e vardım {Cem'e geldim). Ve ümerâ ve ahfadı içinde bi lâ hicâb didim ki, kim Cem yâhud kim ki tâbi (i) dir öldürür (öldürülürse) ne kısas, ne diyet ve ne keffaret (lâzım gelir). Zira ki hadîs-i Risâlettir ki: îzâ'in 'akade'l-'emru li'ehadi'r-Raculeyni, 'uktulû's-Sânî. Ve ol vakt ki âdem gönderdiler Cem'e, ben didim ki men varayım ki bu sözi yüzine diyem. Ve bu yıl kable sefer Yengîçeri macerası ağayla, ve eğer ben olmasam İstanbûlı harâb iderler idi. Bana tenbîhen yeddim (yetiştim) vardım. Ben idtim (dedim) ki: Muselmânsız ya kâfir? İmdi kim Pâdişâh emrinden hâriç bir hareket iderse küfrüne fetva vire-rem, Ol fitne ref oldı ve ihtimâl vardı ki ğazâ ola, Geldim, bi hamdillâh. Rikâb-ı Hümâyûn (a) şeref ü saadet müyesser oldı."
"Şimdi bu amel-i hâlis sırasına geldik. Ol ki (Bayezid) serîr-i devlete cülus oldı, kim (in) ki sabıkan iki akçesi vardı, dört beş oldı..."
Bu vesikadan anlaşıldığına göre Gûrânî, Sultan Bayezid'i çok kültürlü, âdil ve müttakî bir hükümdar olarak görüyor, saltanatın kendileri için boş bırakıldığı sonunda dâim olarak nasbedildiğini ifade ediyor. Cem hâdisesi başlayınca veziriazam İshak Paşa ile Kadıasker'e, Edirne* ve Bursa'ya gönderilmek üzere yazı yazıyor. Cem Bursa'da mağlub olunca arkasından takibi için Gedik Ahmed Paşa görevlendirildiğinden Gûrânî, beraberce Karaman'a gitmek istediğini bildiriyor, fakat müsbet cevap gelmiyor. Buna rağmen Cem'e adam gönderiyor, giden kimse Cem'e Ermeni derbendinde yetişip, konuşuyor. Cem, Gûrânî'nin görüşme isteğini kabul ediyor. Konuşması esnasında; yaptıklarının doğru olmadığını, kendisi veya yakınlarından birisinin öldürülmesi hâlinde hiçbir kısas, diyet veya keffaret olmayacağını belirten Molla Gûrânî, sözü bir başka yöne getiriyor, Yeniçeri Ağa'sı ile beraber olmasa idi, Bayezid'in tahta çıkmasından önceki ayaklanmaların İstanbul'da büyük tahribata yol açacağım, müdahalesiyle bunu önlediğini ifade ediyor. Tekrar Cem'le konuşmasına dönüyor, şu kesin kararı vererek Cem'e son ihtarım yapıyor." Kim ki Pâdişâh emrinden hâriç bir harekette bulunursa, küfrüne fetva verir, başını tehlikeye atarım" diyor. Cem'i böylece susturup ikna ettikten sonra belki Mısır'a kaçmaları, memlekette fitneyi daha fazla devam ettirmemeleri nasihatında bulunuyor.[298]
Anadolu'ya gelişindeki yoksul hali, bir kısım Kahire ulemâsının gadrine uğramış olmanın verdiği ıztırabla yüklü olan Şemsuddîn Ahmed; zekâsı, ilmî kudreti, şahsiyeti ve ahlâkî olgunluğu ile kısa zamanda kendini çevresine tanıtmıştı. Önce II. Murad, sonra oğlu Fâtih Sultan Mehmed, nihayet Fâtih'in oğlu II. Bayezid devrinde ulemâ ve devlet ricali arasında yerini almış, gün geçtikçe düzelen maddî imkânları, başarısına mukabil yapılan bağışlarla bulunduğu yerlerde mal-mülk sahibi olmuştu. Bursa, Edirne ve İstanbul'daki ikâmetleri esnasında, büyük bir ihtimalle devrin sultanları ile vüzerâsı ve âyâ.nı tarafından bağışlandığı veya hediye edildiğini tahmin ettiğimiz emlâki gözönüne alınırsa Gûrânî'nin, mensubu olmakla iftihar ettiği Osmanlılar nezdinde ne derece müreffeh bir hayat sürdüğü kolayca anlaşılır.
Müellifimizin maddî yönü ve sahip olduğu bütün emlâkini,, vefatından takriben dört sene önce, 889 rabîu'l-evvel/1489 nisanında tanzîm ettirdiği vakfiyesinden öğreniyoruz. O gün tanzîm edilen vakfiyenin bir sureti, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde 570 numaralı İstanbûl-i Evvel Vakfiye Defterinde 220. sa-hife ve 130. sırada Arapça aslı iÜ aynen mevcuttur. Adıgeçen Genel Müdürlüğün Vakıf Kayıtlar 138 sayılı defterinde 25-33. sahifelerinde, aynı vakfiyenin giriş kısmındaki düa cümleleri ile, metinde mevcut âyet ve hadîsler hâriç olmak üzere, 5.6.1942 tarihinde dilimize çevrilmiş 9 daktilo sahifelik bir tercemesi vardır. Vakfiyede 39 parça vakıfla, bunların nasıl ve ne şekilde kullanılacağı, yerlerinin bütün hududlan ile tarifi, vakıfta hizmet edeceklerde aranan şartlar, ödenecek günlük, aylık, senelik ücretleri ile donatım masrafları yer almaktadır. Gûrânî, vakfettiği emval ve emlâkin tevliyetini oğlu ibrahim Çelebi'ye ve onun neslinden gelecek en son evlâdına kadar bırakmış, şayet inkıta vuku bulursa, sultânın münasip göreceği sâlih, müttakî bir erkeğe şart kılmış, nezaret vazifesini de veziriazam Dâvud Paşa'ya emânet etmiştir.
Ord. Prof. Ö. Lütfi Barkan - E. Hakkı Ayverdi'nin müştereken neşrettikleri 953/1546 tarihli İstanbul Vakıflar Tahrir Defteri adlı eserde,[299] aynı vakfiyenin dökümü diyebileceğimiz, Gûrânî vakıflarının adedi ve yeri ile senelik aylık, günlük harcamaları gösteren tertipli bir neşri vardır.
Bunlar dışında, Gûrânînin Galata'da mevcut vakıfları, Fâtih Mehmed II Vakfiyeleri içinde yer almaktadır. [300] Vakfiyedeki ifadeler aynen şöyledir: "Evkâf-ı şerîfelerinden Cami mahallesinde iki mahzen ve iki beyt-i süflî vardır, birbirine muttasıldır. Mahzenler üstünde iki ğurfe vardır, etrafı tarîk-ı âmm ve hâss ile mahdûddur. Mahalle-i mezbûrede üç hücre vardır, Molla Gûrânî mescidi ile mahdûddur. Vakf-ı şerîfeden yine Cami mahallesinde İki mahzen ve üstünde iki ğurfe ve iki beyt-i süflî vardır, birbirine muttasıldır. Bunlar dahi Molla Gûrânî mülki ile mahdûddur".
Gûrânî'nin İstanbul'da mevcui bu emlâkinden başka 890/1489-90 tarihinde Edirne'nin Çirmen sancağına bağlı altı köyde hâssa'sı veya timâr't olduğunu da biliyoruz. [301]
Vakfiyeleri ile emlâki hakkında kısaca bilgi verdikten sonra İstanbulda mevcut cami, medrese, günümüz eserlerinde mescid adiyle anılan dâru'l-hadîs ve dâru'l-kurrâ'larından bir nebze bahsedelim.
İnşa ettirdiği ibadethane ve eğitim müesseseleri için harcadığı paranın büyük kısmı, Fâtih ve oğlu II. Bayezid tarafından yapılan yardımlarla karşılandığını, Fâtih'in sadakasından biri Gaİata'da, ikisi İstanbul'da üç dâru't-ta'lîm yaptırdığını, Vefa'daki kiliseyi dâru't-ta'lîm yapmak üzere Fâtih'ten istediğini önceden bahsetmiştik. [302]
Aksaray'da, bugün Taşkasab diye anılan mahalde önceleri mevcut olan, fakat Millet Caddesi geçtiği için kalıntılarından hiçbir eser kalmayan Camiini 876/1471 de bitirmişti. [303]Masrafını büyük ölçüde kendi imkânları ile karşıladığı tek eserin bu Cami olduğuna inanıyoruz. Camiin tarihçesi ve sanat değeri hakkında hiç bilgimiz yoktur. Yalnız 1334/1917 senesine kadar ibâdete açık olduğunu, bu sene vuku bulan Fâtih yangınında tamamen yanmış olduğunu biliyoruz[304] İkinci bir câmü de Vefa'da, Vefa Camii karşısında, bir kiliseden tahvil suretiyle inşâ ettirdiğini, Ayverdi haber vermektedir. [305] Müellif Camiin resmini vermekle beraber, mahiyetinden söz etmemekte ancak Tahsin Öz, yeterli bilgi vermektedir. Gûrânî'nin, günümüzde izleri kalan yapılarından ilk defa geniş bilgi veren bu müellif Camii, kilise Camii olarak tanıtmakta, esasının X-XI. yüzyıllara ait olduğunu, birinci kısmın dört sütun üzerine oturtulmuş bir kubbesi ile, kubbe kasnağında 12 penceresi bulunduğunu, mevcut narteks'e XIV. yüzyılda bir dış narteks ilâve edilerek genişletildiğini söylemektedir. Fetihten sonra kilise, camie tahvil edilirken apsit duvarı oyulmak suretiyle yerine mihrâb yapılmış, sağ taraftaki kalın duvara şerefesine kadar tuğla olan dilimli bir minare eklenmiş, minberini de müderris Ahmed Efendi vazettirmiştir.[306]
Açtığı dâru'l-hadîs ve dâru'I-kurrâsının su meselesi ortaya çıktığı zaman II. Bayezid'e müracaatta bulunarak şöyle der[307]ve dahi mâ medâ'dan sarây-ı âmire suyundan Pâdişâhımızdan bir barmak dâru'l-hadîs'e su tevakku itmiş idim. Şöyle cevab buyurulmuş ki; saray suyunda kıllet vardır. Şimdi bi hamdil-lâh Pâdişâh devletinde suyun kesreti var. Ve hem Pâdişâhın zamîr-i münîrine lâyıhdır ki bundan efdal hayr çün mevzi1 yokdur. İmdi mütevakka' budur ki bir barmak su sadaka oluna ki dâru'l-kurrâ ve dâru'l-hadîs'e bir şâdrevân olub tâ kıyamete değin sevabı, Pâdişâhın sahîfe-i hayratına yazıla. Ve hem sarây-ı âmire kapusuna muvadda' olan çeşmeden bir gîce su tevakku' olundu ki Camie vakfettiğimiz hammâm içün, cevâbında ol gîce İbrahim Paşa'ya sadaka olunub durur denilmiş, el-hâletu hazâ; İbrahim Paşa'nın evine muttasıl iki çeşme var, sâray-ı âmire kapusuna gelen su, bizim evlerimize muttasıldır. Cemî-i beyne'l-maslahateyn budur ki, anlara muttasıl olanı anlara sadaka oluna, bize muttasıl olan bizlere sadaka oluna..".
Vefa'da, kiliseden tahvil suretiyle inşâ ettirdiği bir medresesi olduğu, fakat bugün yapıdan bir eser kalmadığını biliyoruz. [308]Faal olduğu sıralarda medrese, hâşiye-i tecrîd payesinde tedrîs yaptığını aynı kaynak haber verir. Tedrise devamı sırasında derecesi artmış, 961/1553-54 de yirmili, 992/1584 de ellili payesine yükseltilmiştir. Burada müderris olan Kefevf den[309] önce 927/1521 de vefat eden, Paşa Çelebi[310] adiyle meşhur Ğıyâsuddîn Hanefî, aynı medresede uzun yıllar tedriste bulunmuştur.
Galata'da[311]ismi meçhul bir kiliseden çevrilerek Gûrânî'nindâru't-ta'lîmdi-ye adlandırdığı, Ayvansarâyî'nin Manastır Mescidi adını verdiği[312] mescidden, bugün her hangi bir eser kalmamıştır. Tahminen Arab Camii yolu üzerinde vaktiyle mevcut olabileceği düşünülmektedir[313]
Ahmet Gürani'nin günümüze intikal eden eserlerinden bir diğeri de Riza-Paşa Yokuşu'ndaki mescididir. İki cepheden resmini neşreden Ayverdi[314]
Gûrânî vakfiyesinde mescidden söz edilmeden yalnız hamamın varlığına işaret bulunduğunu, 1950 de toprağa gömülü vîrane haldeki hamamın bugün son kalıntılarının da ortadan kalktığını söyler. Sözü edilen mescid tek kubbelidir, sivri kemerli kubbe, dilimli köşe alîkalanna oturmuştur. Üstte 4, altat 10 pencere ile mescidin iç kısmı aydınlatılmaktadır. Gayet dar bir araziye sıkıştırıldığından iki köşeleri pahlıdır. Minaresi yıkılmıştır, sadece kaidesinin bir kısmı gözükmekte-ir. Bina iki sıra tuğla, bir sıra kesme taşlarla yapıldığından sağlamlığı iddia edilemez, zaten harap bir halde kadro haricinde kalmıştır.[315]
İtimâda şayan kaynakların belirttiğine göre, Gûrânî'den günümüze ulaşan iki eseri kalmış, isimlerini verdiklerimizle birlikte vakfiyesinde zikredilen diğer hayırları tamamen yıkılıp kaybolmuştur. Temennimiz; beş asırdır varlıklarını sürdüren bu iki eserinin daha nice asırlar, kuruluş ve hizmet gayesine uygun olarak hayatiyetini koruması, banisinin kendilerinden beklediği manevî feyzin, arzusu doğrultusunda devam etmesidir. [316]
Ahmed Gürânî'nin özel olarak taîebeye ders verdiği yılları, kaynakların müderris sıfatiyle tanıttığı şekilde değerlendirecek olursak kabarık bir rakam, uzun bir tedris dönemi tesbit etmekte güçlük çekeriz. İlk müderrisliği, Berkûkıye medresesinde fıkıh dersleri verdiği sıralarda (842-44/1438-40) başlamıştı. Gene kaynaklara göre, müderrisliğini Bursa'da Kaplıca ve Yıldırım medreselerinde devam ettirmişti. Bunların dışında her hangi bir medresede ders verdiği kaydına rastlamak imkânsızdır. Şu halde resmî tedris dönemi 3 veya 4 seneye ulaşmaktadır. Medrese dışı olmasına rağmen, Şehzade Mehmed'e Manisa'da özel ders verdiği müddeti de müderrislik dönemine ilâve edebiliriz.
Kolayca hesaplanabilen bu müddete karşılık Gürânî'nin ifadesine bakılacak olursa, ömrünün kırk yılını ders vermekle geçirdiği, talebelerin teşkil ettiği guruplara yüksek seviyede ilmî dersler verdiği anlaşılır. İfadeleri aynen şöyledir: "..kırk yıldır ki mecâlisim ders-i ilmî ki âyât-ı beyyinâtla mecâlis-i enbiyâ'ya benzer. [317]
Bu durum karşısında müderrisliğini, resmî ve gayrı resmî olmak üzere ikiye ayırmamız gerekir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi resmî görev yerleri bilinmektedir. Gayrı resmî müderrisliğine dair elimizde delil olmadığına göre, bir vazife ile tayin edildiği şehirlerde -Bursa, Edirne ve İstanbul'da- günün belli saatlannda, arzu eden talebelere evinde, cami ve mescidlerde toplamak suretiyle özel dersler verdiği söylenebilir. İnşa ettirdiği dârût-t'alîm,dâru'l-kurrâ ve dâru'I-hadîs'Ieri sırf bu gayeye hizmet için kullandığı, mevcut talebelere dağınık yerlerde cevap vermekten çok, belli çatı altında, talebeyi daha iyi barındırmak ve belli sahalarda yetiştirmek için açmış olduğu düşünülebilir.
Kırk senelik tedris hayatında tahmin edildiği gibi çok sayıda talebe yetiştirmesi gerekir, fakat bize intikal eden sayı oldukça azdır. Hoca Sâduddîn; talebesinin çokluğunu, verdiği dersleri şu cümlesiyle belirtir: "Hıdmetinde telemmüz iden ashâb-ı istifâdeden çok kimesne tefsir, hadîs ve kıraat ulûmunda temehhür haddine müntehi olmuşlardır. [318]Bu cümle aynı zamanda Gûrânînin meşgul olduğu üç ayrı branş ile yetiştirdiği talebelerin bilgi derecesini göstermesi bakımından da bir değer arzeder.
Kaynaklarda tesadüf edebildiğimiz talebe sayısı sadece üçtür. Bunun yanı sıra bazı eserlerinde müstensih olarak tesbit ettiğimiz talebeleri de mevcuttur. Bildiğimiz ilk talebesi Alâuddîn Ali Arabi'dir[319] Haleb civarında doğmuştur. Tahsilinin bir kısmını Haleb'de tamamladıktan sonra Anadolu'ya gelmiş. Bur-sa'ya giderek, Gûrânî Yıldırım medresesinde müderris iken derslerine devam etmiştir. Alâuddîn'in hocasından hangi dersleri okuduğunu bilmiyoruz. Yalnız, talebesinin bilgi ve zekâsına hayran kalan Gûrânî bir gün kendisine: "Sen benim katımda, Mübârekşâh katındaki Seyyid Şerif gibisin.." dediği rivayet edilir. Seyyid Şerif Cürcânî (ö. 816/1413) Mübârekşâh'dan ders almağa başladığı sıralarda çok gençti. Aşırı zekâsından ve bilgisinden dolayı üstadı çok memnun olmuş, bir ara sevincinden kendini kaybederek oynamıştı. [320]
Gûrânî Fâtih'e hoca olarak Manisa'ya gittiği sıralarda, Molla Alâuddîn de Molla Hıdır Bey b. Celâliddîn'in Edirne'deki dâru'l-hadîs'de verdiği derslerine katılmış, uzun müddet bilgisinden istifade etmiştir. Sonradan Halvetiye tarikatına girmiş, tasavvuf sahasında hayli derinleşmiştir. Müderris olarak Edirne, Manisa ve Semâniye medreselerinde ders vermiş; tefsir, hadîs ve usûl-i fıkh ile, diğer naklî ilim dallarında bilgisiyle şöhret kazanmıştır. Gûrânînin şeyhülislâmlığı sırasında II. Bayezid tarafından İstanbul müftîsi tayin edilmiş, 901/1496 da vefat etmiştir.
Molla Alâuddîn'den sonra talebeleri arasında Fâtih Sultan Mehmed'i de zikretmemiz yerinde olur.
Kaynaklarda adı geçen talebelerinden bir diğeri de Molla Muhyiddîn Acemî'dir (ö. ?). Gûrânî'den ne zaman ve nerede okuduğuna dair hiç bilgimiz yoktur. Başka hocaların adı kaynaklarca verilmediğine bakılırsa[321] sadece Gûrânî'den ders görmüştür. İcazet aldıktan sonra çeşitli medreselerde ders vermiş, bilâ-here Semâniye medreselerinden birine geçmiş, hayatının sonlarına doğru Edirne
Kadılığına tâyin edilmiş, bu vazifede iken vefat etmiştir. Vefat tarihi tesbit edilememiştir. Seyyid Şerifin Şerhu'l-Ferâiz'ine bir haşiyesi ile bazı ta'lîkaları vardır. Hüsn-i hatta son derece mahir olduğu söylenir.
Gene kaynakların haber verdiği bir diğer talebesi de Şükrullah Şirvânî'dir. Tıp ilmiyle meşguliyetinden dolayı Fâtih'in hizmetine girmiştir, kuvvetli bir tabib olarak tanınır. Tefsir ve hadîs sahasında geniş bilgisi vardır. Hac dönüşünde bir müddet Kâhire'de ikâmet etmiş, bu arada Sehâvî'den hadîs okumuştur. İstanbul'a tekrar geldiğinde Gûrânînin Şeyh Vefa camii yanındaki dâru'l-hadîs'inde hadîs derslerine devam etmiş, hocasından bu sahada icazet almıştır. Şekâ'ik müellifi verilen icazetlerin hepsini gördüğünü kaydeder. 890/1485 de vefat ederek Şeyh Vefa hazîresine defnedilmiştir.
Araştırdığımız kaynaklardan mevcut bu isimler dışında, talebelerinden bir; kısmını, eserlerinin sonunda veya belli yerlerindeki müstensih isimlerinden t bit ettik. Ğâyetu'l-Emânî adlı tefsirinin Süleymaniye/Hekimoğfu nüshasımrf vrk. 301° deki bir cümlesinden, ismini zikretmeyen bir talebesi: "Şeyhimiz ve müftî-i enam ve şeyhulislâm'ın nüshasından mukabele yapılmıştır" kaydım koyar.
Gene aynı tefsîrin Murad Molla 165 nolu nüshasının vrk. la daki kaydından, 874/1469-70 tarihinde, Mehmed b. Yahya Mâzenî adlı bir talebesi olduğunu, tefsirini istinsah ettiğini öğreniyoruz. Mâzenî eseri tanıtırken: "Şeyhim ve üstadım Ahmed Gûrânî'nin te'Iîfâlındandir" cümlesini kullanır.
Gürânî'nin, Keşfu'l-Esrâr adlı eserinin Süleymaniye/İbrahim Efendi 72 nolu nüshasının istinsahını yapan Mehmed b. Ali, vrk. 83° de: "Muhaddislerin üstadı, kurrâmn şeyhi, şeyhimiz aliâmenin evinde bu nüshanın tesvîd'i sona erdi" diyerek Gûrânî'den hadîs ve kıraat sahalarında ders aldığını belirtir.
Çok sayıda talebesi olduğunu bildiğimiz Gûrânî'nin, tesbit edebildiğimiz talebeleri bunlardır. Çalışmalar devam ettikçe verdiğimiz isimler dışında yenilerin de ortaya çıkacağı, başlatılan bu gayretin tamamlanacağı ümidindeyiz.[322]
Şemsuddîn Ahmed kanaatımizca; fakir, mütevâzi, ilim aşkıyla dolu bîr ailenin çocuğu idi. İlk tahsilini doğduğu kasabada yapmıştı. Daha sonraki tahsil safhları için ailesinden ayrılmış, kendi başına hayatını ve geçimini tanzim etme mecburiyeti ile karşı karşıya kalmıştı. Karşılaştığı her türlü zorluğu kendi başına yenmiş, idealini gerçekleştirmek için yeme-içme, yatıp-kalkma, ders âlet ve edevatını sağlama yollarını kendi başına arama mecburiyetinde kalmıştı. Bu durumda, hayat mücadelesinde yalnız sayılırdı, elinden tutacak kuvvetli bir dayanağı yoktu. Her ne kadar kendilerinden ders aldığı hocaların tavsiye, teşvik ve yardımları hayatını etkilemişse de, esasen tabiatında mevcut bazı ruhi ve zihnî farklılıklar onun iç dünyasında daha etkili olmuş, karakter ve şahsiyetim daha ziyade bizzat kendi aklî gayretiyle çizme mecburiyetinde kalmıştı. Buna bir de tahsil çevresi ile bölgenin coğrafi ve sosyal yapısı da eklenirse, Gûrânî'yi Gûrânî yapan bariz vasıfların gözönüne getirilmesinde zorluk çekilmez.
Kaynakların ifadesine göre Molla Gûrânî; uzun boylu, iri yapılı, gür sesli ve sakallı idi.[323] Hazine Kütüphanesi 1263 numarada kayıtlı Şeka'ik-ı Nu'mâniye Tercemesi vrk. 66° de mevcut, ressam Mehmed Nakşi'nin çizdiği bir minyatürü bazı eserlerde neşredilmiş[324] aynı minyatür renkli olarak portre halinde Süheyl Ünver tarafından büyütülmüştür. [325]
80 yaşında vefat ettiği düşünülürse, kuvvetli bir fizikî bünyeye sahipti. Vefat gününü anlatan kaynaklardan anlaşıldığına göre, son nefesine kadar şuurunu kaybetmemiş, yaşlılıktan mütevellid bünye zayıflığından başka rahatsızlığı olmadan hayata gözlerini yummuştur.
Özel ailevî hayatının belli bir süresi dışında yeterli bilgimiz yoktur. Yalnız Kâhire'de Berkûkıye fıkıh müderrisliği görevini yaparken 842-44/1438-40 yıllarında, 30-32 yaşlan arasında, çocukluğundanberi çektiği fakr ü zaruretten kurtulupmaddî imkânlara kavuşunca muasırı iki müellif tarafından verilen bilgilere göre[326]üstüste evlenip boşandığı, bu yüzden "kadınlara rağbeti" fazla olduğu söylenir. [327] Berkûkıye müderrisliğine tâyini ile etrafında çekemeyenler zümresinin ortaya çıktığı o günlerin Kâhire'sinde, Gûrânî için söylenen bu gibi sözlere, ihtiyatlı kulak verme zarureti de gözönünde tutulmalıdır. 844/1439 larda uğradığı acı günleri yukarıda anlatmıştık, böyle bir ortamda yayılan sözlerin önemi, o şahsın yaşayışım gölgeleyecek mâhiyette olmamalıdır.
Anadolu'ya gelişinden itibaren aile hayatı ile ilgili bilgiler kaynaklarda verilmemiştir. Yalnız İbrahim Çelebi isminde bir oğlu olduğunu, 925/1519 tarihli bir vakfiye kaydına göre Malkara kazası sabık kadı'sı unvanı ile tanındığım bili yoruz.[328]Ayrıca, el-Kevşeru'1-Cârî adlı Buhârî şerhinin Murad Molla Kütüphanesi no 514 nüshasının 944/1537-38 de istinsahını yapan Ebû'1-Beka, oğlu Zey-nuddîn Ömer'de mevcut nüshayı alarak yazdığını kaydeder ki buradan bir diğer oğlunu, o senelerde Şam'da oturduğunu öğreniyoruz. [329]
Molla Gûranî, şahsiyetinin gelişeceği gençlik yıllarını büyük sıkıntılar içinde geçirmiş, çoğu yerde kendini müdafaada yalnız başına hareket etmişti. Bu yaşayışı onu sert tabiatlı, hakkını müdafaada azimli, ciddiyeti elden bırakmayan, tok sözlü, konuşma ve ikna kabiliyeti üstün, cesur yaratılışta, baş eğmesini sevmeyen bir karaktere sürüklemişti. Böyle olmasına rağmen, son derece dindar ve âbid yaratılışta bir insandı. İnanç sistemini akla dayandırdığı için asla taassuba.kapılmamıştı. Şafii mezhebi üzere küçüklüğündenberi amelî tatbikatta bulunduğu, talebeliği sırasında şâfii fıkhını okuduğu halde, mezhep taraftarlığı zihniyetine kapılmadan tereddütsüzce hanefî olmuştu.
Bizce onun en önemli yönü, akılcı tutumuydu. Bu yüzden zamanın otoritesi sayılan bir kısım ulemâyı tenkit etmiş, gerek Tefsîr'inde, gerek diğer eserlerinde görüşlerine iştirak etmediğini, kendine has üslûbu ile ortaya koymuştur. Kanaa-tımızca başkalarını tenkit etmesi, kendini beğenmişliğin eseri olmaktan çok, bilgisine ve sözlerine olan güveninden ileri gelmektedir. Hedefi şahıslar değil, onlardan sâdır olan söz ve fiillerdir.
Hayatında hiç bir zaman makam ve mevki peşinde koşup çalkalanmarmş-tır, aksine makam ve mevki kendisini bulup yakalamıştır. Gücendirdiklerinin gönlünü almasını bilmiş, hatır için iş yapmamış, işgal ettiği mevkiin hakkını vererek akıl ve şeriat çizgisinden çıkmamıştır. Haksızlığa, adaletsizliğe göz yummamış, padişahtan gelen emirlere bile rahatlıkla karşı gelip -şayet yersiz ise-reddetmiştir. Taşıdığı Osmanlılık ruhunu hakikî mânâsı ile yaşamış, 12 yaşındaki -ilerde İstanbul fâtihi olacak çocuğu- bu ruhla yetiştirmiş, İstanbul fethine bu ruhla bağlanmıştır.
Kaynaklar onu: "..ilmî kifayetinden oaşka, zaman ve mekân ölçüsünde kıymetini kaybetmeyecek mazbut ve çok dürüst bir mîzaca sahip" olduğunu, dünya mesnetlerinin cazibesiyle tutumunu değiştirmeyen, büyük mevkilere göz koymayan hak ve adaletten ayrılmayan, talebesinin zihnî inkişâfı kadar ruhi fab aliyetlerinin de muvazi bir hakka sahip olmasını lüzumlu gören müstesna bir kimse" olarak tanıtır. [330] Günümüzde Gûrânî'yi büyük ölçüde tanıyan Ahmed Ateş onu: "bazen sertlik ve mânâsız gurur derecesine varmakla beraber sağlam ve sarsılmaz bir ilim, haysiyet ve ahlâkına sahip" kimse şeklinde tanıtır, bu. arada bazı ahlâki özelliklerini saydıktan sonra: "..ilim adamlarına mütevâzi davranır ve onlara kıskançlık göstermezdi: hatta resmî vazifelerde kendisini geride bırakanların meziyetlerini tasdik eder ve haklı olarak ilerlemiş olduklarını söylerdi" diyerek Osmanlı ulemâsı İçindeki yerini şöyle tarif eder: "..sağlam ahlâklı, hiçbir kuvvet karşısında ilmî kan a ati arından fedakârlık etmeyen ve ilmi her şeyin üstünde tutan bir âlim timsâli olarak mümtaz bir mevki almıştır" der.[331]
Osmanlı tarihçisi Hoca Sâduddîn, Gûrâni'yî uzun uzadıya anlattıktan sonra: "..Mevlânâ'nın hısâl-i hamîdesi ve etvâr-ı pesendîdesi, bu mültezemü'l-icmal olan makâl ile istifaya kabil değildir" demek suretiyle, saymakla bitmeyecek iyi meziyetlerle dolu bir kimse olduğunu söyler. [332]
İlmî kabiliyet ve üstünlüğünü kabul etmeyen hiçbir kaynak mevcut değildir. Bilgi derecesi ve kültürü zaten talebeliğinin bitiminde kabul edilmiş, aklî ve naklî ilimlerde, sarf-nahiv, maânî-beyân'da, tefsîr, hadîs ve kıraat'taki mahareti kaynaklarda müştereken tescil edilmiştir. [333]
Gûrânî'nin Osmanlılarca tercihi, kanaatımızca olgun karakteri ve ilmî yönünün sağlamlılığı sayesinde olmuştur. II. Murad, edindiği bilgilerle beslediği itimâdı üzerine, oğlunun eğitim ve öğretimini rahatlıkla Molla'ya devredebil misti, aksi takdirde Şehzade Mehmed eline teslim edilmezdi. Bunda en büyük rolü oynayan Molla Yegân'dır, Gûrânî'yi çok iyi tanımış ve tanıtmıştır. Bu yüzden kendisine verilen hizmetler hep yüksek seviyede, önemli vazife ve hizmetler olmuştur. Üç pâdişâhın saltanatını yaşayan Molla Gûrânî, II. Murad devrinde idâri hizmetlerden ziyade, saraya bağlı yan hizmetlerden diyebileceğimiz lalalık ve tedrisle meşgul olmuştur. Gûrânî'nin yıldızı, Fâtih Sultan mehmed zamanında parlamış, devletin idâri ve siyâsi kararlarında sözü dinlenen, hizmeti görülen kişilerden olmuştur. Fâtih onu, danışman olarak çevresinden ayırmamış, özel ve resmî vazifelerle taltif ederek politikasını destekleyen aktif beyinler arasında yer vermiştir. Gûrânî'nin en uzun ve aktif hizmet dönemi Fâtih zamanında olmuş, aktivite ve mevkiini dokuz sene kadar II. Bayezid döneminde de sürdürmüştür.
Kaynaklar; Fâtih ve Bayezid'le ilgili bazı hâtıraları ile, devrin âlimlerinden bir kısım zevatla olan münasebetlerinden bahsederler. Taşköprî-zâdeden istifade ederek nakledilen bu haberler[334] Gûrânî'nin cesareti, açık sözlülüğü, kibir ve gösterişten uzak oluşu, konuşmalarından hep iyiliği tavsiye edip şeriat çizgisinden uzaklaşmamayı, hanefî mezhebi üzere itikat ve amelin korunması, içtihadı mes'elelerdeki titizliği, davet edilmeden bayram ve şâir günlerde toplantılara sık sık katılmak istemiyişi v.b gibi konulan ele alır. Biz bunların hepsini anlatmadan Fâtih, Bayezid ve Molla Husrev'le ilgili hatıratından birer Örneği nakledeceğiz.
Molla Gûrânî, Fâtih Sultan Mehmed'le sohbete başladıklarında daima sert konuşur, sırası geldikçe nasihattan geri kalmaz, hatta yediklerine kadar karışır, haramdan sakınması için tavsiyede bulunurdu. Bir gün beraberce yemek yerlerken Fâtih hocasına:
Şimdi siz de haramdan yemiş oldunuz, çünkü yediklerime haram karıştığını söyler durursunuz, demiş. Gûrânî aynı kaptan müştereken yedikleri yemeğe işaret ederek:
Sizin canibinizde olan haramdır, benim canibimde olan helaldir, şeklinde cevap verince Fâtih, Gûrânî'nin farketmediği bir sırada tabakta önünde olan tarafı hocasına doğru gizlice çevirmiş:
Bu kere hürmeti mukarrer olandan tenâvül eylediniz, önümde olan haramı siz de yemiş oldunuz, der. Gûrânî, sözünü hemen cevaplandırarak:
Sizin canibinizde haram tamâm olub helâli kalmış-ve-benim canibimde helâl tükenmiş, haramı kalmıştı. Anın çün tahvîl-i taraf-ı zarf eyiedünüz, şeklinde yerinde bir cevapla Fâtih'i susturmuş, latîfe de olsa dikkat etmesi gereken bir noktayı hatırlatmıştır.[335]
II. Bayezid zamanında, bir bayram arafesi Gûrânî saraya davet edilir. Sultan, adamlarından birini gönderip teşrifini ister. Gelen Kapucubaşı:
Yarın tehnît-i îd içün kudûm-i şeref-i lüzumunuza Sultân-ı Rûm munta-zırdır, adem-i tehâlüfünüz rica iderler.
Gûrânî gitmemek için bazı sebebler bulur, mevsim yağmurluktur gelme zorluğu vardır, yar'm bizi affetsinler, uzaktan düâcı olalım, bayramını uzaktan tebrik edelim deyip,davetçiyi geri gönderir. Sözleri Sultân'a ulaştığında gelmeme isteği açıkça anlaşıldığı halde, adamı tekrar evine kadar yollar, davetinde ısrar ettiğini bildirmesini söyler. Kapucubaşı ikinci kez gelişinde:
Pâdişâh hazretleri selâm idüb buyurdular ki; îd'imiz anların kudûmı ile saîd olur, behemehal teşriflerin recâ iderüz.
Bunun üzerine Gûrânî arafeden saraya gelir, Pâdişah'ın misafiri olarak özel bir Üibar görür. [336]
Molla Gûrânî'nin baş eğmez sert tabiatına karşılık ne kadar mütevâzi olduğunu şu olay açıkça ortaya koymaktadır.
Molla Husrev'le Gûrânî uzun müddeç Fâtih'in çevresinden ayrılmamışlar, yapılan toplantılara müştereke iştirak ederek davete icabet etmişlerdi. Fâtih gene bir toplantı için her ikisini de davet etmiş, Gûrânî'ye önceden haber gön dererek gönlünü almak bakımından nerede oturma arzusunda olduğunu sordurmuştur. Gûrânî gönderdiği cevapta:
Bize lâyık olan oldur ki; ol meclisde culûs itmeyüb ikâmet-i hıdmet mevkıfında kıyam idevüz, dediğinden sözü, Fâtih'in çok hoşuna gitmiş, toplantıya geldiklerinde Gûrânî'yi sağına, Molla Husrev'i soluna oturtmak için karar almıştı. Molla Husrev aşın gururundan olacak, Fâtih'in bu kararını duyunca sinirlenmiş, Gûrânî'ye kıyasla kendini daha büyük gördüğünden olacak Pâdişah'ın solunda oturmayı ilmî haysiyetine yedirememiş, toplantıya gelmediği gibi, öfkesinden İstanbul'u terkederek Bursa'ya yerleşmiş, uzun zaman Fâtih'in semtine uğramamıştır.[337]
Molla Husrev, geniş bilgisi ve şöhreti yanında bu gibi tefâhür derecesine varan tutumlarından olacak, Gûrânî'ye karşı-ortada mâkul sebeb yok iken- yegâne hedef alan muâsırlarındandır. Tahminen bu hâdisede suçun Gûrânî tarafından geldiği zannına kapılmış, aralarında bu günlerden sonra gerginlik başlamış, OsmanhlariçindeGûr'anî'm'neserlerinde itiraz eden tek muasırı olmuştur.Yaptığı itirazlarla Gûrânî'nin cevaplarını ilerde daha geniş ele alacağız.
Ahmed Ateş'in Gûrânî'yi "mânâsız gururla" tanıttığını yukarıda naklettiğimiz ifadesinde görmüştük. Hakikatte "mânâsız gurur" Gûrânî'de değil, baş kalanndadır. Çünkü o, söylediği sözle bilâkis tevâzûun en açık örneğini vermiştir. Onun karakterinde takdîr ettiği kişilerin hakkını verme, lüzumsuz sebeblerle kişileri hemen kötüleme âdeti yoktur. Hatta bir diğer muasırı Şeyh Vefa (Ö.896/1491), [338] Molla Husrev'i ziyaret ederken Gûrânî'yi ihmal edermiş. Sebebi Gûrânî'ye soruldukta, takdire lâyık bir anlayışla: "...isabet eylemiş. Molla Husrev âlim-i âmildir, anın ziyareti mahz-ı savâb ve müsteclib-i sevâbdır. Ben eğerçi âlim isem, muhâlata-i selâtîn ile, ser-hadd-i ilimden dûr ve nazar-ı ehi-i takvâ'dan mehcûr olmuşum" diyerek[339] Molla Husrev lehinde, islâm âdabına yakışır bir şekilde hüsn-i zanda bulunmuş, güya kendini bazı hususlarda eksik görerek itibara lâyık olmadığını bütün samimiyctiyle belirtmiştir. Bir tek bu meziyeti ve şahsî olgunluğu, Gûrânî'nin gerçeklen takdîre lâyık bir insan olduğunu göstermeğe kâfidir.
Gûrânî'ye hâkim olan tevazu ve iyilik duygusu; ilmine, irfânma şahit olduğu kişileri destekleme ve yardımcı olmağa sürüklemiş, Alâuddîn Fenârî'yi (Ö.903/1498) ilminden dolayı takdim, [340] Hatîb-zâde'yi (ö.901/1496) müdafaa gayesi ile[341] Fâtih nezdinde ısrarda bulunmuş, ilmî ve şahsî üstünlüklerini kabul ettirmiştir.[342]
Molla Gürânî inşa ettirdiği dâru'l-hadîs, dâru'l-kurrâ ve dâru't-ta'lîm'ini. açıp, tedrîs kadrosu ile diğer lüzumlu eksikliklerini tamamladıktan sonra şeyhülislâmlık mesâisi ile birlikte müderrislik görevini müştereken yürütüyor, büyük zevk aldığı Öğretim hizmetine, zamanı nisbetinde devam ediyordu. Bu arada, vefatından dört sene önce, mevcut bütün emlâkini de vakfetmişti. Böylece dünyevî olan geçici bağlardan kurtulmuş, zaten hazırlıklı olduğu ecel gün ve saaM-na, öncekinden daha ziyade ibâdet vetaatlahazırlanmağa başlamıştı. Kaynakların rivayetine göre onun bu hâlini canlı bir şekilde dile getiren güzel bir anekdot anlatılır, bunu Hoca Sâduddîn şöyle nakleder.[343]
"...ale't-tevâlî ihyâ-i leyâlî iderlerdi. Hatta telâmizelerinden biri, bir gîce bile ta'şî idüb menzil-i şeriflerinde beytûte eylemiş, salât-ı ışâ edasından sonra Mevlânâ, Kur'ân-ı Azîm tilâvetine evvelinden suru' eylemiş, tilmîz-i mezbûr'e nevm galebe idüb hâb'a varmış. Sabaha karîb bîdâr olub görmüş ki Mevlânâ sû-re-i Mülk tilâvet ider. İstimâa meşgul olmuş, hîyn-i tulû-i fecr'de hatm eylemiş. İrtesi huddâmından sâl itmiş, dimişler ki; her gîce bu halden hâli olmaz ve bu âdet-i müstemirresi tehâlüf bulmaz".
Gûrânî'nin bu iyi alışkanlığı, sadece kendi yaşayışına tatbikte görülmez, çevresinde gerekli gördüğü kişilere açar, bu yolda teşvik ve cesareti vermekte âzami dikkati gösterirdi. 865/1461 ferden sonra yazıldığına kani olduğumuz bir mektubunda talebesi Fâtih Sultan Mehmed"e şöyle nasihatte bulunuyordu. [344]
"Zamîr-i gevher-bâr'e lâyıhdır ki, hadîs-i meşhûr'dur, bel mütevâtirdir: Men senne sunneten haseneten, fe le-hû ecru-hâ ve ecru men 'amile bi-hâ ilâ yevmi'l-kıyâmeti. Mesâk-ı hadîs budur ki; Allâhu Taâla min lutfi-HÎ, zamîr-i gevher-bâr'e ilham itdi ki, kirâat-ı Buhârî ve Hidâye ve iştiğâl-i ılm-i şer' oluna. Mısdâk-ı hadîs mezkûrdur, tâ ilâ yevmi'l-kıyâme, sevâb-ı cezîli, mütevâsıl sahâif-İ a'mâl-i kerîme'de yazılır. Lâkin bu muktezâ-i kavli-nî Taâlâ: 'Ulâ'ike yusâri'ûne fî'1-hayrâti ve hum le-hâ sâbikûn. Mercuvv ve me'mûl-i ahlâk-i kerîme-i Hânî'den budur ki, evkât-ı seheri ibâdet ile mahfuz ola. Bir dahi budur ki her gün bir vakit Kur'ân-ı Kerim tilâvetine meşgul olalar. Hadîs-i nebevî muttefekun aleyhdir: Li külli Melikin 'ehlun ve ehlu'l-Kur'âni, ehlu'llâhi ve hâssatu-Hû."
"Ve ba'd. İbn Cezerî Kitâb-ı Neşr'de Ahmed b. Hanbel'den naklider, bi senedi hâ: Ra'eytu Rabbe'U'Izzeti Taâlâ fî'1-menâmi. Kultu: ellezîne yefhemûne ma'nâ-hu ? Kale: Sevâ'un fehimû ev lem yefhemû. Ve hem şeyh İbn Arabî-i Mağribî Futûhât'mda ider ki; Her amelin Hazret-i 'Izze'den bir tecellîsi vardır, tecellî-i Kur'ân, ba'de hatmi-hî, efdal-i teccelliyât'dır. Ve hem İmâm-ı Nevevî ider: Kırâatun fî mushafin, efdaldir kırâat-ı hıfz'dan. Eğer bir sahîh-i kıraat okusa, hazret-i a'lâ (Fâtih hazretleri) dinlese, ol efdaldir kendi kırâatmdan. Zira hadîs-i sahîhdir: Li's-sâmi'i 'ecrâni ve li'1-kâri'i ecrun vâhıdun. Kazıyye dahi vardır"
Yaptığı tavsiyeleri arasında bize ulaşan bu bir tek tavsiyede görüldüğü gibi Gûrânî, iyiyi ve iyiliği emir hususunda en ufak ihmal nişanesi göstermiyor, yaşadığı hayatın, bağlı olduğu bir takım temel esasların başkalarınca da yapılması ve uygulanması için bildiğini söylemekten çekinmiyordu. Bu cesur ve korkusuz insan, yaşının ilerlemesine rağmen vazifesine devam ediyor, tevdî edilen fetva vazifesini îfaya çalışıyordu.
893/1488 senesinde tam 80 yaşına basmıştı. Aynı senenin bahar ortalarında vücuduna zafiyet ânz oldu, tebdîl-i hava ve mekânda fayda umulur mülâhazası ile İstanbul dışında satın aldığı bir sayfiyeye taşındı. Sonbaharın ilk serinliği hissedilinceye kadar, tedâvî ve dinlenmek üzere burada oturdu. Hayatının son gün lerinden bahseden kaynaklar, [345]hangi ayda ve nereye gittiğini, İstanbul'daki evine ne zaman döndüğünü belirtmeden, sadece ilkbahardan sonbahara kadar satın aldığı bahçesinde kaldığını söylerler. Sayfiyede bulunduğu sırada vüzerâ, haftada bir kere ziyaretine gelirler, sohbetinde bulunurlardı.
Tahminen eylül (şevval) ortalarında evine döndüğünde, halsizliği ve rahatsızlığı gün geçtikçe belli oluyordu. Ya şevval sonu, yahut zilkade başlarında halsizliği artmıştı. Son günlerine ait bilgileri Hoca Sâduddîn'den dinleyelim. [346]
"..hengâm-ı harîf'de gayette daîf olub İstanbul'da olan menzillerine göçdiler. Ol esnada bir gün salât-ı fecr edasından sonra ashabına buyurdu ki, menzilin bir canibine bir şerir vaz Udiler, salât-ı işrâkı edâ idüb ol şerirde cenb-i eymeni üzre kıbleye teveccüh idüb yatdı. Hıdmetinde tekmîl-i fenn-i kıraat iden huffazı davet idüb, buyurdu ki: Zimmetinizde olan hukukun edası vakti bu gündür, vakt-i asr'a dek tilâvet-i Kur'ân'la iştigal idin ki zamân-ı teklifin imtidâdı yoktur. Anlar dahi tilâvete meşgul oldılar. Vüzerâ haberdâr olup ıyâbete geldiler. Dâvud Paşa'nın fart-ı mahabbeti olmağın bukâ1 eyledi. Mevlânâ dimişler ki: Niye giryân olursun ey Davud ? Paşa dahi dimiş: Gâlebe-i da'fınız müşahedesi mûcib-İ bukâ1 oldı. Mevlânâ dimiş ki: Ey Dâvud, kendi hâline giryân ol ki ben dünyâda selâmet üzre zindegânî İtdim. Fadl-ı Hak'dan ümidim budur ki hâtime-i kârım dahi selâmet .üzre ola. Böyle diyüb hitâb itdi ki: Bayezid Hân'a benden selâm idesüz ve diyesüz ki adi ü dâd üzre olub himâyet-i ıbâd ve vikâyet-i bilâd üzre olsun. Ve benüm namazıma bizzat gelmekten icîinâb eylesün (eylemesün) [347]beni defnitmemiş iken düyunumu beytu'l-mâlden kaza eylesün. Ve hem dimiş ki: Beni şefîr-i kabre götürdüğünüz zamanda ayağımdan sürüyüb ol hufre'ye ilkâ idesüz".
"Ba'de itmâmi'l-vasıyye, salât-ı zuhr'ı îmâ ile edâ eyledi, sonra: Asr karîb midir? deyû suâle şerû itdi. Müezzin "Allâhu Ekber" didikte Mevlânâ kelime-i şahadetle tekellüm idüb neşîmen-i bekâ'ya azmeyledi".
Naklettiğimiz bu habere göre; Şemsuddîn Ahmed Gûrânî, îma ile öğle namazını edâ eyledikten sonra, davet edilen hafızların kıtaatlarını dinlemiş, önceden de hissettiği ölüm ânını beklemek üzere iken, ikindi ezanın tatlı nâmeleri arasında pek az kula nasib olan rahatlıkla son nefesini vermiş, hayata gözlerini kapatarak Hak'kın rahmetine kavuşmuştur.
Vefatını, Sııyûtî hariç[348] bütün müellifler 893/1488 yılı olarak kabul etmelerine rağmen, hangi ayda ve günde olduğunu belirtmemişlerdir. [349] Sehâvî bunun racep ay'ı olduğunu kaydediyorsa [350]da bu, Haziran sonlarına tekabül eder ki Osmanlı kaynaklarında ittifâken kabul edilen sonbahar mevsimine uymamaktadır. Bu teze göre müellifimiz 893 şevval sonian, 1488 Ekim başkamda vefat etmiş olmalıdır.
Vefat haberi duyulur duyulmaz, vasıyyeti üzere Sultan İL Bayezid 180.000 akçelik borcunu[351] şahitlere lüzum görmeden ödemiş, cenazesinde hazır bulunarak namazını kıldırmıştır. [352] Cesedinin ayak ucundan bağlanarak kabre kadar sürüklenmesi isteği, ikinci ve son derece hayretâmiz vasıyyeti -ki islâm âleminde benzeri duyulmuş değildir- arzuladığı şekilde olmasa bile, son hizmette şahsına hürmet nişanesi olarak tabuttan çıkarılıp bir hasır üzerine konulmuş, vasıyyeti-ne uygun bir şekilde sürüklenerek kabre getirilip defnedilmiştir.
Vefat haberi şehirde büyük üzüntü yaratmış, başta devlet erkânı olmak üzere kendisini seven büyük bir topluluk namazında hazır bulunarak ebedî istirâhatgâhına tevdî edilmiştir. Vefatına "devtet-İ cennet"(893) terkibi tarih
düşürüldüğü gibi[353] T'acî-zâde dört beyitlik bir manzume ile aynı tarihi, şahsım ve ilmî kudretini de dile getirerek tesbit etmiştir. [354]
Kaynakların belirttiğine göre kabri, [355]yukarıda bahsettiğimiz Aksaray Taş-kasab'ta 1334/1917 de Fatih yangınında tamamen yanan camiin güney cehpe-sinde mihrâb önünde bulunuyordu. Yangından sonra yaklaşık kırk sene kadar moloz ve yıkıntılar altında kalan kabir, fethin 500. yılında, camiin eski yerine nisbetle takriben 100-150 m güney batısında olan bugünkü bulunduğu mevki-taşınmış, lahdi yeniden tanzim edilerek beyaz mermerle kaplanmıştır. 1976 senesi Eylül ayındaki görünümü ile gene perişandır. Blok mermer sütunlardan biri düşüp kırılmış, hazîrenin içi çöpltikhaline dönmüştür.
Kabir taşındaki yazı
aynen şöyledir:
1-Lâ'ilâ'e'illa'llâh Muhammedun Rasûlullâh.
2- Kad'intekale min dâri'l-fenâ'i'ilâ dâri
3- '1-bekâ, el-merhûm el-mağfûr el-muhtâc
4- 'ilâ rahmeti Rabbi hi'1-ğafûri le hu, el-'allâme
5- Şeyhu'l-îslâm 'Ahmed.
6- el-Gûrânî, kuddise sırru hû
7- el-a'lâ ma'a's-salavât.
8-sene 893.
Kitabenin bulunduğu taş, mütehassıslarca Gûrânî devrine ait kabit taşlarından olmadığı iddia ediliyor. Buna göre ilk taşın kırılıp, kaybolduğu, bugün mevcut olan taşın hayırsever bir kişi tarafından dikildiği söylenebilir. Bu konuda bir kayıt mevcut olmadığından taşın ne zaman, kim tarafından hakkettirilip yerleştirildiği meçhuldür. Görünüşü itibariyle yaşlı ve zenginbirfcadının ayak ucu taşını andırmaktadır. Süs ve işlemleri ile erkek mezar taşlarına benzemeyen bir hususiyeti vardır. Yukarıda verdiğimiz kitabenin resmi bazı eserlerde neşredilmiştir.[356]
Verdiği eser adedi yönünden, Gûrânî'nin velûd bir müellif olduğu söylenemez. Bunun başlıca sebebi, yazı hayatına çok geç başlamış olmasıdır. Yaptığımız tesbitlere göre ilk eseri, Cem'u'l-Cevâmi'şerhidir. Telif tarihi 861/1453 olduğuna göre, 47-48 yaşlarında iken tamamlamıştır. Bu yaşa kadar herhangi bir eser vermemiş, kendini daha ziyade tedris için hazırlamıştır. En faal gençlik yıllarında yapacağı iş, böylece olgunluk çağına kalmış, ne talebeliğinin bitiminde iki sene kadar Berkûkıye'de tedrisle uğraşırken, ne de Anadoluya gelişinden sonra geçen 15-20 senelik zamanda herhangi bir teşebbüste bulunmamıştır.
Tesbit edebildiğimiz 10 eserinden eş-Şâfiye, Ğâyetu'l-Emânî ve el-Kevşerû-Carî telif, diğerleri şerh ve haşiyelerden ibarettir. Son iki eseri gerçek ilmî hüviyetini gösterecek nitelikte olmasına rağmen fazla şöhrete ulaşamamış, muasırları ve sonrakilerin eserlerine köklü bir kaynak olamamıştır. Sebebini, fikir ve muhtevaları yönünden yetersizliklerinde aramak, kanaatımızca büyük bir haksızlık olur. İlerde tefsîr'ini İncelerken göreceğimiz gibi, çeşitli yönleriyle, şöhrete ulaşmış pek çok tefsirden geri kalacak nitelikte değildir. Belli başlı tefsir vecih-lerini ele alıp âyetlerin muhtasar tefsirini yapmasının yanı sıra, Beydâvî hatta Ebussuûd Efendi'den farklı olarak kaynak zikretmeden yapılan nakilciliği bı rakmış, bazı tefsirlerde tesadüf ettiği hatalı görüşleri tenkit ederek düzeltmeğe çalışmıştır. İstifadeden uzak olmayan bu özelliklerine rağmen, tefsirler arasında haklı yerini alamamıştır. İlerde bu konuya temas edeceğimiz gibi, burada kısaca bilgi vermeği faydalı buluyoruz. Bize göre bunun sebebi, tefsirin muhtevaca yetersizliğinden değil, büyük bir ihtimalle yazılışından sonra ulemâ arasında tu-tunmayışı, vefatını müteakip durumun aynen devam edişinden ileri gelmektedir.
Eserlerinin arzu edilen şekilde tutunamamasım bir de, yakın çevresinin ve bilhassa talebelerinin, vefatından sonra Gûrânîyi yeterince tamtamaması, ilmî kudretinin değerini yayamamasma bağlayabiliriz.
Değerleri henüz tâyin edilememiş eserlerini tarihî sıraya göre sunmadan önce şurasını kaydedelim ki, tesbit ettiklerimiz tam olarak hiçbir müellifin listesinde yer almamıştır. Aşağıdaki listede üçüncü eser hariç , diğerlerinin nüshaları kütüphanelerde mevcuttur. Yalnız bunlar arasına, tefsirine yapılan tenkitlere verdiği cevapları ihtiva eden risalelerini almadık. Bunları ilerde, Tefsî-rine Yapılan Tenkitler bahsinde inceleyip tanıtacağız. Yazılış tarihlerine göre Gûrânî'nin eserleri şunlardır:
1-ed-Dureru'1-Levâmi fî Şerhi Cem'ı'l-Cevâmi (861/1457)
2- EUAbkarî fî Havâşî'l-Ca'berî (861/1457)
3- eş-Şâfiye fî'l-'Arûd ve'1-Kâfiye (862/1458
4- Ğâyetu'l-Emânî fîTefsîri SebYl-Meşânî (867/1463)
5- Raf'u'l-Hıtâm 'an vakfi Hamzeti ve Hişâm (868/1464)
6- Risâletu'Urs bi'1-Velâ' (873/1468)
7- el-Kevserû'1-Cârî'iiâ Riyâdı'l-Buhârî (874/1469)
8-Ferâ'idu'd-DurerveŞerhu Levârni'u'l-öurer (884/1479)
9- el-Muraşşah (alâ'l-Muvaşşâh) (887/1482)
10- Keşfu'l-Esrâr'an
Kırâ'ati E'immeti'l-Ahyâr (890/1485)
Araştırmalarımız esnasında tesbit ettiğimiz, nüshaları bulunan, aynı zamanda muteber kaynaklarda adları geçen sahih eserleri bunlardır.
Müellifimiz, eserlerinin adlarını ihtiva eden tam bir liste bırakmış değildir. Yalnız, Topkapı Saray Arşivi E 6089 numaralı vesikanın 5. satırında üç eserinden bahsederek şu bilgiyi verir: "..Tesânîf-i şerîfem ki Tefsîr-i Kur'ân ve Şerh-i Buhârî ve Hâşiye-i Ca'berî'dir, meşrık ve mağribi dutubdurur. Ve bu tesânîf-i şerîfe Seyyid Ömer'le (?) diyâr-ı mağribe gönderdim idi. Ve Seyyid Ömer mek-tubla i'lâm itdi ki diyâr-ı mağribde bu tesânif-i mezkûreye ne veçhile i'zâz ü i'tibar olmuşdur, Sultânımın nazariyle dahi ma'lûm olubdurur". Gûrânî'nin yazılarında tesadüf ettiğimiz bu kısa bilgi dışında diğer eserlerinde, bilhassa son eserinde herhangi bir bilgi verilmez.
Müellifin kısa isimlerim verdiği; Gâyetu'l-Emânî, el-Kevseru'l-Cârî, el-'Abkârî adlı üç eseri dışında, diğer eser isimlerine rastlamak imkânsızdır. Her ne kadar bu üç eserin, islâm âleminin doğusunda batısında tanındığını ve itibar gördüğünü kaydediyorsa da, tarihin akışı aksini göstermiştir. Demek ki Gûrânî aldığı bilgiye inanarak bu kanaata sahip olmuşsa da, vefatından sonra başlayan, günümüze kadar gelen gerçekler kanaatini doğrular biçimde gelişmemiş, eserleri beklenen tesirini gösterememiştir.
Gûrânî'den intikal eden bu cüz'i eser isimleri dışında müelliflerin zikrettiği eserler gözden geçirilince, sahih olanlarıyle kendisine izafe edilen, nüshaları bulunmayan şüpheli isimlerle de karşılaşılır. Bunları sıra ile sunalım.
Muasırları arasında
eserlerinin varlığından ilk kez Sehâvî bahseder; tam isimlerini vermeden;
tefsîr'i, Cem'u'l-Cevâmi şerhi, Buhârî şerhi ile Şâfiye adlı kasidesinin adını kaydeder.[357]
Suyûtî ise, Fâtih Sultan Mehmed'e ithâfen yazdığı eş-Şâfiye fî'Ilmi'l-Arûd'u
ile Şerhu[358] Cem'i'l-Cevâmi adlı
eserini, [359]Taşköprî-zâde ve ondan
istifade ile diğer Osmanlı müellifleri; Gâyetu'l-Emânî, el-Kevseru'l-Cârî'yi, [360]
Kehhâle; Ğâyetu'l-Emânî ve Şerhu Sahîhi'-Buhârî'yi, [361]
Brockelmann; bazı yanlışları olan kısa hayat hikâyesi yanında Keşfu'İ-Esrâr,
Ğâyetu'l-Emânî ve Risâletu'l-Vela'yı[362]
zikrederler. Yalnız Bursalı Tahir ile ondan aynen istifade ettiğine inandığımız
Ö.Nasuhi Bilmen, [363] verdikleri listede
Ğûrânî'ye ait olmayan, aşağıdaki 3 ve 4 numaralı iki eseri de katarak aynen şu
isimleri sayarlar:
1-Ğâyetu'l-Emânî fî Tefsiri SebYl-Mesânî
2- el-Kevseru'1-Câri 'alâ riyâdı'l-Buhârî
3- İbn Temcîd'in Sahîh'i üzerine bir şerhi
4- Tefsîr-i Kâdî'ye havâşisi
5- Kasîde-i Şâübiyye şerhlerinden Ca'berî'ye haşiyesi
6- Aruzdan Fâlİhnâme isminde 600 beyitli bir manzumesi
7- Usûl-i fıkıhdan Durer-i Levâmi'si
8- İlm-i kıraattan Ferâidu'l-durer fî Şerhi Levâmi'ı'l-Ğurer
Ahmed Ateş de bazılarının kütüphane numaralarını vererek şu eserlerini kaydeder'.[364]
1-
Ğâyetu'l-Emânî fî Tefsiri'l-Seb'ı'I-Meşânî (veya Kelâmi'l-Rabbânî)
2- el-Kevseru'lcârî'ilâ riyâdı'l-Buhârî
3- Keyfu'l-Esrâr 'an-Kırâatiİ-Eimmeti'1-Ahyâr
4- Levâmi'u'l-Ğürer fî Şerhi Fevâ'idi'd-Durer
5- Def u'1-Hıtâm'an vakfi Hamzeti ve Hişam
6- el-Budûru'l-(ed-Dureru'l) levâmi' fî Şerhi Cem'i'l-Cevâmİ'
7- Risâletu'l-Velâ'iyye
8- eş-Şâfiye fî'l-'Arüd
Müelliflerin verdiği yukarıdaki eser adları arasında iki eksikle beraber gerçeğe yakın olanını Ahmed Ateş tesbit etmiş, diğerlerinde ise 2-6 arasında değişen sahih eserlerin adları verilmiştir. Yaptığımız araştırmalarda, Bursalı Tahir ve Ö.Nasuhi Bilmen'in listelerinde yer alan, isimleri bile gerçek eser ismi olmadığı belli olan İbn Temcîd'in Sahîh'İ üzerine bir şerhi ile Tefsîr-i Kâdî'ye havâşî'nin Gûrânî'ye ait eserler olmadığını, bunların yanlışlıkla müellife izafe edildiğini tesbit ettik.
Bu arada, Suyûtî'nin Nazmu'l-'Ikyân'ını neşreden P.K. Hitti, hazırladığı fihristin (M) harfindeki eserler arasında Muhtaşaru.'l-Ravda li'1-Şemsi'l-Hıcâzî adlı, sh. 30 da Gürânî'nin bir eseri zikredilirse de, verdiği sahifede bu eserin adı geçmemektedir. [365] Şayet eser sahih ise, Gürânî Anadolu'ya gelmeden talebeliğinin bitiminde ilk eserini vermiş olacaktır ki bu, onun müellif olarak erken yazı hayatına başladığını gösteren bîr delil olabilir.
Eserleri hakkında genel bilgileri verdikten, adedlerini kaynaklardan da istifade ile tesbit ettikten sonra, ayırdığımız dallara göre nüshalarını tanıtalım. Yalnız buna geçmeden önce Gûrânî'ye ait birer eser sayarak, araştırmalarımız esnasında aydınlatıcı yeni bigiler edindiğimiz bazı arşiv metinleri ve muhtevalarının aynen neşrini uygun görüyor, tarihî kıymeti olan Fâtih ve oğlu II. Bâye zid'e gönderdiği mektupları, Gûrânî ile yakından alâkalı olan diğer vesikaları buraya almayı, çalışmalarımız yönünden son derece faydalı buluyoruz.[366]
Molla Yegân'm Gûrân'ıyi Anadolu'ya Getirdiğinde Sultan II. Murad'a yaz-i dığı mektup
1 Ba'de'd-du'â. Benim Sultanım, selâm ve duâ idüb iki şâh gözler gözden öperim. Kabul kılasız, işte Molla Gûrânî geldi, ve buyurursunuz? Anda göndereyim mi, yoksa bunda bir iki gün eyle-
5 yelüm? Sizden haber gelince. İmdi benüm Sultânım, varan adama ta'cîlce bir mektub yazub mühürleyüb gönderesiz. Sizünle bizüm aramızda kalsun Sultânım. Hele bir aziz kişidür, sözümüz sımadı geldi. Siz dahi nice 10 olmahysa öyle idün. Elhamdülillah kim devlettin gürdür, üşünme benüm ol-mahysa öyle idün. Elhamdülillah kim devletün gürdür, üşenme benüm Sultânım, aç gözini aç. Ebûnun Pâdişah(ı)sm, kimine virmekle kimine eyi söylemekle güler surat gösterün, duâ-
15 dan unutman didüm. Eyitmiş; Biz dâim duadayız. Kendûye, oğul gerekirse oğluna, beglik gerekirse tevbesini zinhar sımasun. zira kim, ben kendümden söylemedüm, erenler izniyle söylerem, dimiş. İmdi benüm
19 Sultânım ve benüm canım, zinhar tevbeni sıma kim, hem dünyâ Pâdişâhı, hem âhiret Pâdişâhı olasız. Hem eyitmiş: Korkman, üşenmen devleti gürdür. He-mân tevbesin sımasun, dimiş. Gîce ve gündüz hayr duaya meşgul bilesiz, benim Devletlüm. sizin bâşınızçün gelen adam(ı) anlamalısınız. [367]
Vâlidin, tahıyyeten[368]
1 A'lâ'llâhu şe'ne-hû ve şebbete bi'l-'ızzi erkâne-hû. İnha olunan oldur ki ol merhûm-i
2 mağfurun leh zammında Sultânıma ömürler olsun. Buğdan seferinde Çelebi oğlundan
3 bir fi'l-i kabîh sâdır olmuş idi. Ol merhûm-i mağfurun leh eyitmiş ki, vâcibu'l-katl'dir.
4 Bu illâ neyleyin, hâcem oğuldur. Mesâk-ı hadîs budur ki, seyidü'l-fudalâ
5 Edirne Kadısı Mevlânâ Muhyiddîn duacınız hakkânî kişidir, ehl-i fadldır.
6 Evâilden, dâî-i munlis meclisinde olmuşdır, hakikatin dâî-i muhlis bilürin.
7 Hem hazret-i a'lâ'ya hukûk-i sabıkası ma'lûmdur. Şöyle istima' ohndı ki
8 hazret-i hilâfet-penâhîye bir mükâtebet itmiş, ibaretinde bir nevi küstahlık
9 vâki olmuş, Pâdişâhımız-hullidet hılâfetu-hû-mn ahlâk-i hamîdesinden
10 mercüvv
ve mütevakka' olınan oldur ki hukûk-i sabıka riâyet olınub küstahlığı
11 afv olınub ziyâde in'âmât olına, binâen 'alâ kavli Rasûlillah sallellâhu aleyhi ve sellem:
12 Tehallakû bi'ahlâkı'llâhi, yağfiru'z-zunûbe ve ya'fu ve yu'tî min fadli-Hî mâ yeşâ'u.
13 Vallâhu yuvaffıku'1-makâme'l-a'lâ li suiûki sâ'iri tarâ'ikf Mıayrâti Mu-hammedin ve âli-hî ecma'in. ed-dâ'î bi'1-ıhlâs, Gûrânî.[369]
Bazı İlim müesseselerinin İnşâsı için Fâtih'e Yazdığı Mektub
1 Zâde'llâhu'1-makâme'l-a'lâ, tevfikan li sıyâneti'l-şerîati'I-Nebeviyyeti ve kavânîni'l-milleti'l-Mustafaviyyeti. Zamîr-i
2 gevher-bâre lâyıhdır ki, hadîs-i meşhurdur, bel mütevâtirdir: Men senne sun-neten haseneten, fe lehû ecre-hâ ve ecru
3 men 'amile bi-hâ ilâ yevmi'l-kıyâmeti. Mesâk-ı hadîs budur ki Allâhu Taâlâ min lutfi-Hî zamîr-i gevher-bâre ilham itdi ki
4 kırâat-ı Buhârî ve Hidâye ve iştiğâl-i ilmi şer'î oluna. Mesâk-ı hadîs mezkûrdur, tâ ilâ yevmi'l-
5 Kıyâme sevâb-ı cezîli, mütevâsıl sahâif-i a'mâl-i kerîmede yazılur, lâkin bu muktezâ-i kavli-hî Taâlâ: Ulâ'ike yusâri'ûne
6 fi'1-hayrâti ve hum le-hâ sâbikûn. Mercuvv ü me'mûl ahlâk-i kerîme-i Hânî'den budur ki; evkât-ı
7 seheri ibâdet ile mahfuz ola. Bir dahi budur ki, her gün bir vakit Kur'ân-ı Kerîm tilâvetine meşgul
8 Olalar. Hadîs-i nebevî müttefekun aleyhdir; Li külli Melikin ehlun. Ve eh lu'1-Kurâniehlu'llâhi vehâssati-Hî. Veba'd:
9 İbn Cezen, kitâb-ı Neşr'de Ahmed b. HarlbePden naklider. Bi senedi-h^
Ra'eytu Rabbe'l-ızzeti Teâlâ fî'1-menâmi.
10 Kultu: Yâilâhe'l-âlemîn. Men'akrabu'n-nâsi Mndek? Kale: Kurrâ'u'l-Kur'-âni. Kultu: ellezîne yefhemûne ma'nâ-hu ? Kale: Sevâun
11 fehimû ev lem yefhemû. Ve hem Şeyh İbn Arabî-i mağribî FütÛhât'ında eydür ki; her amelin Hazret-i Izzetden bir tecellîsi vardır,
12 tecellîi Kur'ân ba'de hatmi-hî, efdal-i tecelliyâtdır. Ve hem İmâm-ı Ne-vevî eydur; Kırâ'atun fî mushafin, efdaldir kırâat-İ
13 hıfz'dan. Eğer bir sahîhu'l-kırâat okısa, hazret-i a'lâ değil, ol efdaldir kendû kırâatından. Zira hadîs-i sahîhdir:
14 H's-Sâmi'i ecrâni ve li'I-kâri'i ecrun vâhıdun. bir kadıyye dahi vardır zam'îr münîr ola ki, muhlis duacının Pâdişâhı
15 sadakasından üç dârü't-ta'lim vardır. Birisi Kalata'da, ikisi İstanbul'da. Bir kenîse vardır, evvel medrese
16 idi, cami yanında, camie musallatdir, vîran olub dunr. Pâdişâhın sadakasından ehadü'l-emrin me'mûldür.
17 Eğer bu muhlis-ı dâî'ye izn olursa dâru't-ta'lîm idem. Hazret-i İsmet penâh-i Hu(dâ) vendigâr'ın validesi -kesâ-hâ'Ilâhu
18 hulele'l-rıdvâni ve elbese-hâ melâbîse'l-ğufrâni-rûhîcün. Zira bu muhlis-i dâî'ye sadakat çok yetişmişdir, hayâtında
19 hem hakk-ı civar vardır, hadîs-i Nebevîdir: Men kâne yu'minu bi'llâhi ve'1-yevmi'l-âhiri felyukrim câra-hu. Ve hem dâr-ı âhirete
20 intikâl itdikde huvendgâr ömürler olsun, namazın bu muhlis hizmetlerinde bile olam. Eğer bu müstahsen ise febihâ, ve illâ
21 ola idi Mekke-i şerîfe seferin ideler, bu muhlis hizmetlerinde bile olam. Eğer bu müstahsen ise febihâ, ve illâ
22 hazret-i a'lâ'dan vüzerâ-i hazrete emr ola, tâ ki ol makâm(ı), bir makâm-ı şerîf idüb dâru't-ta'lîm ideler.
23 ol hazretin rûh-i azîzi içün. Ve dahi leylen ve nehâran Allâhu Taâlâdan mes'uldür ki, sair subul-i
24 hayrata makâm-ı a'lâ'ya tevfik-i erizânî kıla. Bi Muhammedin ve âli-hi ecmaîn. Ve'llâhu'l-muvaffıku ve'I-mjuîn.
Şu devlete ve ma'mûr ni'mete. edl-Dâî bi'1-ıhlâs, Gûr'anî.[370]
Topkapı Saray Arşivi E 5429
1 Erkân-ı devlet-i kahire ve anâsır-ı seadet-i bahire ve ma'den-i ahkâm-ı naşire
— ebkâ-h'um'llâhu li nizâmi'd-dunyâ vje'd-dîn. Ba'de tah'ıyyetin, a'tara mi-ne'n-nesîmi vea'zebe
— mine't-tesnimi âlî hazretlerine mahfî değil ki, ol vakt ki Husrev, Allâha müntakıl
— oldı, bu muhlis'a Sultân Mehmed mjübâlağât idüb fetva virsünler deyû.
5 Mürtekıb olmadım. Âhir ba'de'I-rmübâlağât ol habîs ki vezîr idi, ben didim ki fetva
— neylersiz ki nass-ı Kur'ândır, vârise, virmezsiz, vasıyyet-i mûsî leh virmez-siz. Mürtekıb
— olmadım. Ba'dehû ki Allâhu Taâlâ, zıll-i humâyûn-i ilâhî Pâdişâhımız -hul lidet hılâfetu-hû-taht-ı saadete.
— müstevli olduğu vakit, redd-i mezâlim ve âsâr-ı bid'a ref idüb bu muhhsa iki kâdîasker
— âdem gönderüb ki, hazret-i a'lâ-a'lâllâhu şâne-hû- fetva buyırdı. Ben eyiîdim ki,
10 Ğazâlî Ihyâ'da dimiştir ki: Şart-ı müftî budur ki, on mânâdan ihtiraz ide lâkin
— Pâdişâhın emri, muta'dır. Kabul iderem. Tevfîk mine'llâh. Didiler ki Burûsada ve Edirne'de
— müftî komağa izn var ise koyalım. Muradı bu ki; beni riâyet eyler, revadır didim.
— El'ân ol bî dîn-İ câhil varsak, istiklâlen fetva virir. Andan sizlere malum
— ola ki varsak didüğüm mücâz değil. Babası varsak Edirne'ye geldi. Bu şakı nefy-i neseb
15 ildi, atası ağlayû ağlayû gitdi. Ehl-i ılm hep bilür ve hadîs-İ Buhârî'dir ki:
— Men'intesebe ilâ gayri ebî-hî, fe'1-cennetu aleyhi harâmun. İmdi varsak ol vakit ki dâru'1-hadîs-i
— Edirne'de muîd oldı, Acem Kasım İslama mersiyye itmişdi, beyne'n-nâs ma'rûfdır. Ve ba'de-hû
— Mağnîsa'da on akçeye müderris oldı, ve ol eyyam ki Ali Kûşçî Semerkant-dan küfr ü felsefe
— içün getürdiler, varsak'ı küfr ü ilhâd İçün getirdiler. El'ân şeyh-i ilhâddir, avam (a) telkîn
20 ü tevbe virir. Üste bir fetvası (nı) İstanbul kadısı bize gönderdi. Kenarında hatâsını
— yazubdır, cehlinden şikâyet eyler, çok buncalayın mühmelât yazar, dir. Kıyâs eylen ki ber nakl-i
— şehâdet içün Kâdı'yle bile görsün dinilmiş. Bir ay mikdârı oturdılar, mirâ-ren cem
— oidılar, mes'ele(yi) fehm itmedi. Eğer maksûd budur ki, ben fetvaya mübaşir olam, Pâdişâhdan
— bir hükm gönderesiz ki yasak ideler. Ve hem evkâfdan varsak, ketb-i fetva almışdır.
25 Andan alub bize göndereler ve illâ, elüme kalem almazam. Hazret-i a'lâya arz eylen
— Şimdi fetva yazmazam, tâ bu didüğüm kadıyyenin cevab(ı) gelince... Şehr kadısına
27 bakî devlet-i dâim ve kâim bâd.
Muhibbu-kümü'l-muştâk, Gûrânî.[371]
Topkapı Saray Arşivi E 5482
Hallede'llâhu devlete-kum'alâ memerri'l-a'sâri ve ceddede meserrate-kum mâ tarade'l-leylu'n nehâru ve feteha lekumu'1-seb'a akâlîm bi 'avni'l-lâhi'l-'azîzi'l-'alîm.
Yenşuru men yeşâ'u ve huve'l- azîz'ur rahîm. Ve ba'du. Fe'l-'abdu'l-dâ'î bi'I-ihlâs ilâ yevmi'l-kısâs, 'a'zam-ı selâtîn-i rûy-i zeminin hâk-i pâyine arz kılur kim: Destur Hân, Hindistan vilâyetinden geleli tüccâr-ı eâcim birle envâ-ı hıyel ü telbîsât ve muvadda'Iar birle müttefiklerdir kim Pâdişâhın hazînesine beytûl-mâl mâlinden nesne girmeye. Sıdkıma delil budur kim, geçen yıllarda bir Acem bâzirgânla altmişbin akçe beli'itdiler. Ol kadıyyenin aslına, kemîne vekildim. Öksüz tarafından yetmişbm akçe öksüze hükmetti Molla Gürânî. Öksüz Öİdi. Lâ vârisele-hû gayra ummi-hî. Öksüzün anasını beşbin akçeyle aldadi ki oğlun kardaşlan vardır,
gelicek sana habbe değmez didi. Bu hud'ayla dâvasından geçdi. Pâdişâhın hazînesine giren malı, Acem'le beli' itdiler. Şimdiki halde bi'ayni-hî ol Acemle on altıbin akçe ki onbini beytu'l-mâldir ve altıbini bir daifenin irs cihetiyle hakkidir, kemînenin helâlidir. Alâ sebîli'l-vekâle,murafaa idevüz didik.. Destur Hân, ol Aceme yohndan kalma, sefere git didi. Onbin akçebeytu'1-mâl ve altıbin akçe ol daîfenin hakkı, ol Acemle bile gitti, nice mâl-ı ğâib bile gitti. Eğer ihmâl olınırsa Burûsa'dan beytu'1-mâl kat' olır. Karâin dâll'dır ki ekser beytu'1-mâl acem bâzirgâniarından hâsıl olır. Bakî ferman
Sultâmmındır ki devlet-i ebedî ve seâdet-i sermedi dâim ve kâim bâd. bi'n-Nebiyyi veâli-hî'1-emcâd. Âmîn yâ Rabbe'l-âlemin. [373]
Şeyyede'llâhu erkâne mulki-hî ilâ yevmi'l-mev'üdi
ve rabeta'ıtnâbe 'ızzi-hî bi evtâdi'l-'Hulûd. ,
Fî'ş-şehri 'îdun, ve lî fî'1-yemi 'îdâni. 'îdu'd-dahâyâ ve 4îdu'i-Hân ibn Hâkân[374]
Vefa'daki Dâru'l-kurrâsma ait Vakıfların Kiraya Verilmesine Dair Tanzim olunan 1002/1594 Tarihli Zabıt
1 Bâis-i tahrîr-i hurûf budurki, mahrûse-i istanbul'da, merhum ve mağfurun leh Munlâ Gûrânî -nevvera'llâhu merkadehu- hazretlerinin bina eyle-düği câmi-i şerifleri evkafından, kutbu'l-ârifîn hazret-i Şeyh Vefa mahallesi kurbunda vâki olan dâru'l-kurrâsı ihrâk olub, işbu sene İsnâ ve elf îarihinde müceddiden bİnâ olındıkda mezbûr dâru'l-kurrâya muttasıl bir bâb yeni dükkan ve altında zîr-i zemîn ve bundan gayri mezkûr dükkanın üzerinde bir bâb evde ve öni hayât, bunları almak içün
5 işbu sâhibu'l-kitâb Sinan Beg tâlib oldıkda, cânib-i vakf içünıyedibin akçe icâre-i muaccele virüb ve her günde
sekizer akçe icâre-i müeccele virmeği uhdesine kabul eyledikten sonra tasarrufuna izn ü temellük îaleb itmeğün, bu hurûf tesvîd kihnib yedine def olındı. Mâdâme ki vakfın binasından gayri, muhalif
bina vad'idüb vakfa nezreylemeye ve mâh be mâh kabul eyledüğü her gün, sekizer akçe hisâbı üzre icâresin ve vakf içün vakfın zabıtlarına edâ edâ eyleye (?) tasarrufında cHub, tasarrufma hılâf-ı şer'i şerîf hâricden bir ferd mâni ve dâfi' olmaya. Tahrîran fî
10 şehri zi'1-ka'deti'I-şerife. Sene isnâ ve elf, mine'l-hicrati'l-nebeviyye ,; el-abdu'I-hakîr, kâimmakâm-i mütevelliye alâ vakf-ı mezbûr. (Metin dışı yan satırlar)
Mezbûr Sinan beg kendûnin hakk-ı tasarrufın işbu sâhibu'l-kitâb dergâhı âlî müteferrikalarından kudvetu'l-a'yân Hüseyin ibn Abdullah nâm kimesneye
feragat idüb ve vakfa râci olan resmin, vakf içün eda eyledikten sonra tasarrufı, mezbûr Hüseyin Ağa'nm üzerinde mukarrer kılınib, ve bu hurûl tesvîd olınub beyân-ı mâ cerâ olmak içün, yedine def olındı. Mâdeme ki tasarruf îdüb zikr olınan sekizer akçe icâresin, mâh ve mâh cânib-i vakfa eda eyleye taht-ı tasarrufında olan tasarrufın hâricinden bir ferd mâni' ve dâfi' olmaya. Tahrîran fî evâsıtı şehri ramadân, sene seb'm ve elf. (JM el-'abdu'd-dârıye Fâtıma el-mütevelliye ber mûcib-i şart-ı vâkıf hâlen. [375]
Aşağıdaki satırlarda, yazılış tarihlerini dikkate almaksızın verdiğimiz listede mevcut eserlerini mevzûlarına göre tasnif ederek sıra ile; aruz, nahiv, kıraat, fıkıh ve hadîs sahalarındaki telif ve şerhlerini, şimdiye kadar bir arada ele alınmadığı için, muhtevalarına girmeden tanıtmağa çalışacağız. Bunu yaparken'; takip edeceğimiz metot, her eser için aynı olacak, önce eserin tam adı, altına ise parantez içinde telif tarihi verilecek. Şayet varsa, en eski nüshadan başlamak üzere istinsah tarihlerine göre bir satır halinde, çeşitli nüshaların varak adedi, satır adedi, ebadı ve yazı cinsi yazılacak, hemen altına şayet nüshada mevcutsa, müstensih adı ve istinsah tarihi ilave edilecek. Bunu takiben, her eserin başlangıç ve son cümleleri yazılacak, mukaddimesi olanlardan, ne maksatla kaleme alındığı hakkında bilgi verilecektir.[376]
600 beyitten meydana gelen, Fâtih Sultan Mehmed adına yazılan bu kasidenin tamamına, ya kataloglara geçmemiş olmasından ya da kaybolmasından, her hangi bir nüshasına tesadüf edilememiştir. Buna rağmen, kasîdenin ilk be- i yitleri zamanın eserlerinde yer aldığı için kısmen de olsa bilinmektedir. [377] Şimdiye kadar kasîde üzerinde her hangi bir çalışma yapılmamış, bütünüyle neşredilme mistir. [378]Hiçbir kaynak yazılış tarihini vermediği halde meslekdaşı ve yakın arkadaşı Bikâ'î, Kudüs'de ikâmeti esnasında Fâtih'e uzun bir kasîde yazdığı eserleri kaydetmiş, [379]aynı zamanda bunun dışında cş-Şâfiyc adlı 600 beyitlik ayrı bir kasîde yazarak, gene Fâtih Sultan Mehmed'e gönderdiğini bildirmiştir. [380] Gûrânî, cş-Şâfiye'sinden başka, Anadolu'ya geldiği sıralarda Rumeli Kadı-askcrliği göevindc bulunan Ahmed Paşa b. Veliyyuddin'e [381]daha önceleri de Kâıibu's-sırr Kâdî Kemâluddîn b. Râzî (?) ile rasûlullâh'a methiye tarzında kasideler yazmıştır. [382]
es-Şafiye 'si şu beytlerle başlar[383]
İbn Hâcib'in (ö. 646/1248) meşhur nahiv kitabı el-Kâfiye'nin çeşitli şerhleri arasında, Şemsuddin Muhammed b. Ebî Bekr b. Muhammed Hubeysî'nin el-Muvaşşah adını verdiği şerhi, Seyyid Şerif Curcânî tarafından tahşiye edilmiş olmasına rağmen, Gûrânî aynı Muvaşşah üzerine el-Muraşşah adını verdiği haşiyeyi yazmıştır. Kâtib Çelebi telif tarihini 889/1484 olarak bildirirse de[384] Zi riklî, el-Muraşşâh hatimesinin fotokopisini neşrettiği için, [385]müellif hattıyle yazılan nüshadan 887 rabîu'l-evvel sonunda bitirildiğini öğreniyoruz. el-A'lâm sahibinin verdiği bilgiye göre haşiye, Tunus'da Dâru'l-Kutubi'l-Âmme'de 1006 numarada kayıtlıdır.
Kâtib Çelebi'nin kaydettiği, el-Muraşşah'ın ilk cümlesi aynen şöyledir.
el-A lâm'daki fotokopiden okuduğumuz hâtime'de ise şunlar yazılıdır. [386]
Süleymaniye/Cârullah no. 9
199 vrk., 25 str., 270 x 175,202 x 157, ta'lîk-neshî
979/1571-72de istinsah edilmiştir. Süleymaniye/Kadizade Mehmed no 10
481 vrk., 18 str., 214 X 155, 154 X 92, ta'Iîk
Hailb. Beri, 1006/1597-98 Nuru Osmaniye no 63
352 vrk., 21 str., 205 x 142 x 162 x 95, nesih kırması
1028/1619 da istinsah edilmiştir.
Not: Bayezid Umumi Kütüphanesi Defterinde 145 numarada bu eserin adı zikrediliyorsa da yanlıştır. Zikredilen mumaradaki eser, müelifin Raf'u'l-Hıtâm adlı eseridir.
Ebû Muhammed Kasım b. Şâlıbî'nin (Ö.590/1I94) Hırzu'l-Emânî ve Vechu'l-Tehânî ff 1-Kırâati'l-Seb'i adlı, ekseriya Şâtıbiye diye bilinen 1173 be-yitlik eserini, Burhânuddîn İbrahim b. Ömer Ca'berî (Ö.732/1332) Kenzu'l-Me'ânî adiyle şerhetmiştir. Gûfânî, sık sık mütâlâa ettiği Ca'berî'nin Kenzu'l-Meânî'sini, ibaresindeki güçlüğü hafifletmek üzere şerhederek Fâtih'e ithaf etmiştir. Eserde müellifin cümlelerini "kale", kendilerininkini de "ekûlu" sözüyle belirtmiştir. [387]
Süleymaniye/ Lâleli no 57/2
221b-247a, 19 str., 210 x 150,145 x 70, neshî 1125/1713 de istinsah edilmiştir. Süleymaniye/Bağdatlı Vehbi no 27 la-21b, 21 str., 230 x 182, 168 x. 112, neshî Mehmedb. Hüseyin, 1130/1718. Bayezid Umumi no 145
36vrk. 17 Str., 150 x 100,102 x 60, neshî müstensih ve istinsah tarihi zikredilmiyor.
İlm-i kırâaila ilgili bu ikinci eseri, gene Ca'berî'nin Ferâ'idu'l-Esrâr min Vakfi Hamzeti ve Hişâm adlı manzumesinin şerhidir. Gûrânî, dağınık halde ifade edilen Mevzuu bir fikir silselesi içinde "icmalden sonra tafsil" etmek suretiyle müşkilini kaldırmıştır. Risalesinde, tecvîd ve kıraat yönünden meşhur urrâdan hamze ve Hişâm'ın vakf konusundaki görüşlerini izaha çalışır. [388]
Süleymaniye no 47/1la-93a, 19 str., 242 x 162,156 x 94, neshî
Müellif hattı veya ismini vermeyen bir talebesinin istinsahı.[389]
Kırâat-ı seb'a konusunda, Ahmed b. Muhammed b. Saîd Yemenî'nin Şâtıbıyeye bahr ve kâfiye yönünden uyan, Gûrânî'nin ismini vermediği kasidenin şerhidir. Müellifimiz, Yemenî'nin nazmı ile Şâtıbî'nin nazmı arasında irtibat olduğunu, bu yüzden görülen ihtilafları bertaraf etmek üzere beytler arasında yakınlık kurarak maksûdu anlaşılmasında kolaylık yoluna gittiğini söyler ve yazdığı şerhini Sultan II. Bayezid'e takdim ettiğini bildirir.
Gûrânî, ismini vermediği kasideninşerhine şu beytle başlar. [390]
Süleymaniye no 47/2
95a-205a, 19 str., 242 x 162, 156 x 94, neshî
Müellif hattı veya ismini vermeyen bir talebesinin istinsahı. Süleymaniye/İbrahim Efendi no 72 m.
83 vrk. 23 str., 199 x 145,150 x 79, neshî
Mehmed b. Ali, 892/1487.
Nuru Osmaniye no 84
123 vrk., 21 str., 185 x 124,133 x 78, neshî
896/1491 de ismini zikretmeyen bir talebesi istinsah etmiştir.
Süleymaniye/Giresun no 51
91 vrk., 207 x 107,142 x 95,17 str., neshî
Barbarzâde Mehmed b. Ahmed, 1090/1679.
Muhammed b. Muhammed
Cezerî'nin (ö.833/1430), ismini vermediği bir manzum eserini şerheden Gûrâni,
kıraat ilmindeki dördüncü ve aynı zamanda son eserini yazmış, devrin Sultânı II.
Bayezid'e ithaf etmiştir. beytiyle
başlayan, kırâat-ı selâse adiyle bilinen İbn Muhaysm, A'meş ve Hasan Basrî'nin
kıraatlarmı konu alan bu şerhi, Kâtib Çelebi'nin ifadesine göre,[391] 54
beytlik, anlaşılması oldukça güç olan manzumenin şerhidir. [392]
Süleymaniye/Kara Çelebi-zâde no 81
158 vrk., 25 str., 271 x 185, 198 x 126, neshî
Ahmed b. Muhammed b.Ömer, 863/1459.
(Müellif nüshasından istinsah edilmiştir.) Süleymaniye/Yozgat no 172
128vrk.,29str.,275 x 181,199 x 130, ta'lîk
Ahmed b. Şeyh İbrahim Trablûsî, 863/1459, Bu nüsha, Şeyhülislâm
b. Kâdî Şuhbete'l-Bedrî Esedî Yâfîfi'de bulunan asıl nüshadan istifade ile istinsah edilmiştir.
RâğıbPaşano414
139 vrk., 31 str., 270 x 173, 187 x 113, arabneshi Müstensih adı ve istinsah tarihi zikredilmemekle beraber, nüshanın Gûrânî zamanında, asıl nüshadan istinsah edildiği kolayca anlaşılmaktadır.
Tefsîr'İne başladıktan sonra kaleme aldığı ilk eseridir. Mecid-i Aksâ'da Fâtih siyasetinin katı tutumundan uzaklaştığında bitirmiştir. Şerhin aslı olan Cem'u'l-Cevâmi fî'Usûli[393]-Fıkh, Tâcuddîn Subkî'nin (6.771/1369-70) meşhur eserlerindendir, pek çok şerh ve haşiyeleri vardır. Muasırlarından Sehâvî bu şerhin, Gûrânî'nİn Mahallî'ye beslediği menfî duyguların etkisiyle bilhassa Berkûkıye'den alınışının akabinde Gûrânî'nİn yerine geçmesiden dolayı kapıldığı taassuba karşılık kaleme alındığını, bu yüzden eserin çok yerinde Ma-hallî'nin tenkit edildiğini zikreder. [394]
Gûrânî ise, mukaddimesinde Sehâvî'nin İleri sürdüğü iddiayı doğrulayacak bir tek cümle kullanmamıştır. Yalnız eseri karıştırıldığında, kaynaklarında kullanmayı âdet edindiği usûl üzre sahife kenarlarında, sık sık "raddun 'alâ'l-Mahallî" ibaresine rastlanır. Bunun bir taassub neticesi olacağını iddia etmek yersizdir. Mahallî'nin eksik veya yanlış görüşlerle şerhedebileceği düşünülürse, Gûrânî'nin tenkit etmesine, ilimde şahsî şöhretin değil kalemin üstün tutulmasına mütehammil olmadıkları anlaşılır. Belki bu yüzden taassubu Gûrânî'de değil, tenkidini küçümseyenlerde aramak daha yerinde olur.
Şerhe karar veren Gûrânî'nİn kanaati, "eserin zorluklarını giderecek, nikâhını kaldırıp metnini açacak bir şerhin bulunmadığı", bu hizmeti ifâ için de "müşkilâtını tavzih, kapalı ibarelerini izhâr ve mücmelâtını tebyîn" olduğu merkezindedir. Buna önceden karar verdiği halde, takdîr-i ilâhî'nin kendisini bir o yana bir bu yana sürüklemesinden geç katmış, düşüncesini ancak Mescid-i
Aksâ'da gerçekleştirebilmiştir.
Şerhin sadece baştan bazı sahifeleri gözden geçirilirse, Gûrânî'nin fıkıhtaki üstünlüğü kolayca anlaşılır, bilhassa Mahallî'ye Yaptığı tenkitlerin ne kadar yerinde olduğu görülür. İlk satırlar: [395]
Risalenin nüshalarına sadece Süleymaniye kütüphanesinde tesadüf ettik, içlerinde ancak ikisinin istinsah tarihleri biliniyor, Herbiri çeşitli risalelerden meydana gelen mecmua içindedir. H.Hüsnü no 654/14
176a-181a, 17 str., 197 X 120,155 x 95, ta'lîk
1086/1675 de istinsah edilmiştir. Esad Efendi no 3631 /35 310-312 vrk, 37 str., 296 X 205, 229 x 107, neshî
1139/1727 de Abdulhâdî tarafından istinsah edilmiştir. Şehit Ali Paşa no 946/4
20-27 vrk.,13 str., 176 x 134,113x60, ta'lîk
Süleymaniye no 1051/2
7-11 vrk., 17 str., 212x145, 155x90, neshî Lala İsmail Paşa no 706/6
51b-53avrk.,32str., 200x120,160x90, neshî Ayasofya no 1423/3
161-163 vrk., 29 str.,290x 145,187x80,ta'lîk Kara Çelebi-zâde no 213/2
102-106 vrk., 15 str., 208x 155,150x70, ta'lîk ' Yenicami no 1186/15
420-427 vrk., 23 str.,210x 154, 130x77, neshî Hamîdiyeno 188/32
113-115 vrk.,23 str.,205 X 125,142x70, ta'lîk
Molla Husrev'in aynı addaki Risalesini tenkit için yazılmış bu Risale, irsiyet bakımından velayeti ele aldığı, bu konudaki fıkhı hükümleri incelediği için fıkhî eserler arasında mütalaa ediyoruz.
Gûrânî, gerek arap dili grameri, gerek muhtevadaki fikirleri bakımından Molla Husrev'in Risalesini haklı olarak ele alıp bazı noktalarda tenkit
Molla Husrev'in Risalesini haklı olarak ele alıp bazı noktalarda tenkit ederek doğru bildiği hususları açıkladığı için, Molla Husrev'in şiddetli hücumuna uğramıştır. Önceden de temas ettiğimiz gibi,[396] aralan hafif açılmış, 867/1463 senesinde bir düğün münasebetiyle Fâtih'in Gûrânî'yi sağına oturtmak istemesi üzerine Molla Husrev kızıp Bursa'ya yerleşmiş, bir tertip karşısında kaldığım sanarak Gûrânî'yi bu hususta suçlu bulmuştu. Belki bu hiddetinden olacak, Gûrânî'nin tenkitlerine çok ağır kelimelerle hücum etmiş bazı lâyık olmadığı sıfatlan sıralamıştır.
Cevap olarak yazdığı Risalesi, Süleymaniye no 1051 de 11 14b varaklar arasındadır. Kâtib Çelebi, bu red ve cevapla birlikte Molla Hıdır Şâh'ın da ayrıca bir reddiyesi olduğunu kaydeder. [397]
İlk satırlar: [398]
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Mustafa Çon koleksiyonu no B 53
I. cilt kayıptır.
II. cilt: 435 vrk., 34 str., 325 x240, 250x 155, neshî Kasım b. Abdillah, 873 zilhicce
III. cilt: 396 vrk., 33 str., 327 x 248, 240x 160, neshî Kasım b. Abdillah, 874 rabîulevvel/1469 eylül.
Fâtih Sultan Mehmed'e takdim edilen, aynı zamanda eserin ilk temize çekilen nüshasıdır. Çok nefis ciltli, müzehhebdir.
Süleymaniye/Ayasofya no 686 [399]
493 vrk.,37str., 368 x 225,251 x 154, neshî Müellif nüshası, 874 cumâde'l-ûlâ/1469 kasım Köprülü Kütüphanesi no 328[400]
507 vrk., 35 str., 357 x 244,265 x 157, neshî
885/1480 de istinsah edilen nüshada, müstensih adım zikretmiyor. Not; vrk. 507a da, baştan sona tashih ettiğine dair Gûrânî'nin ketebe kaydı mevcuttur.
Atıf Efendi Kütüphanesi no 523
638 vr., 35 str.,310x215,235 x 143, değişik yazı
Nüsha dört ayrı kalemin iştirakiyle tamamlanmıştır. İstinsah tarihi ve müstensih zikredilmiyor. Kenarlarda Gûrânî'nin şerh ve tashihleri mevcuttur. Murat Molla Kütüphanesi no 514
602 vrk., 35 str., 310x 215, 195 x 130, ta'lîk Ebû Beka bi'l-Şâm, 944/1537-38
Not: Matbu kütüphane defterinde yanlışlıkla 508 numarada gösterilmiştir, nüshanın kayıt numarası 514 dür. Rağıb Paşa Kütüphanesi no 297 742vrk., 37 str., 275 x 168,195 x 94, neshî
Solak-zâde Ahmed, 1171/1758.
Süleymaniye/Fatih no 497 421 vrk.,29 str.,329 x 224, 240 x 135, nesih kırması V 953/1546 da İstinsah edilmiştir, müstensih adı verilmemiştir. Süleymaniye/Fatih no 946
394 vrk., 29 str., 330 x 210, 240x 136, nesih kırması; .Müstensih adı ve istinsah tarihi bilinmiyor. Süleymaniye/Hamidiye no 300 574 vrk., 39 str., 295 x 185, 220 120, neshî müstensih adı ve istinsah tarihi bilinmiyor. el-Kevseru'1-Cârî, müellifin Ğâyetu'l-Emânî tefsîrinden sonra yazdığı en önemli eseridir. 873 h. senesinin son ayında tamamladığına bakılırsa, önceki senelerde bu faaliyetine devam etmesi gerekir. Fakat şerhe ne zaman başladığını bildirmediği için, kaç senede bitirdiğini bilmiyoruz.
Yazdığı şerh, el-Câmi u's-Sahîh'in tamamını içine alır. Kâtib Çelebi'nin de belirttiğine göre[401] mutavassıt hacimde bir eserdir. Kendisinden önce yazılmış şerhler arasında, bilhassa Kirmânî(ö.796/1394) ile İbn Hacer (ö. 852/1448) şerhlerinden çok istifade etmiş, yeri geldiğinde tenkitlerde bulunmuştur.
Şerhe başlarken yazdığı uzun mukaddimede bir ara tefsîrinden bahseder, ömrünün gün geçtikçe azalmakta olduğu, her gün tanıdıklarının birer birer kaybını işittiğini, yaşlılık alâmetlerinin başladığını belirtir. Bu durumda Allah! kelâmından sonra muteber kitab olan Buhârî'nin Sahîh'inî şerhe niyetlenir. Yazılan şerhlere baktığında ilâve edilecek bazı noktalar olduğunu görür! hatalarının temyîzineinanır, bu yüzden bunların işaretini bir vazife bilir.[402]
Karar verdiği bu vazifenin ifasında ifrat ve tefrît'e kaçmadan vasat yolu tu-l tacağını belirterek özetle şu metodu uygulayacağını açıklar: Buhârî metninde! luğat vecihlerine inmek, râvî isimleri üzerinde durmak, muhtasaran onlarla ilgili? önemli haberleri vermek, mânâ tahkiki konusunda öncekilerin görüşlerini: nakledip, ihtilaf menşelerini belirtmek.
Özetle öğrendiğimiz bu bilgilerden sonra eserin ismini açıklar, el-Kevserî-j Carî ilâ Riyâdı Ehâdîsi'l-Buhârî adını verdiğini bildirir. [403]
Süleymaniye/Damat İbrahim Paşa no 146 351 vrk.,35 str., 35Ox 24,260+ 153, neshî
Talebesi, İbrahim b. Ahmet 884/1479 da istinsah etmiş, Gûrânî baştan
sona tetkik ve tashih
ederek nüshanın sonuna imzasını koymuştur.
Murat Molla Kütüphanesi no 164 441 sh., 29 str., 265 x 175, 175 X 115, neshî
Talebesi, Muhammed b. Yahya Mâzenî tarafından istinsah edilmiştir.
Nüshaya, matbu kütüphane defterinde 165 numara kaydı konuîmuşsa da 164 numarada mahfuzdur. Varaklar arkalı önlü numaralanmıştır, eser aslında 222 varaktır.
Millet Kütüphanesi/ Feyzullah Efendi no 210 (iki cilt) I. cilt: 385 vrk-, 35 str., 215 x 150,143 x90, nesih kırması
(Fâtiha-Kehf) II. cilt: 342 vrk., 25 str., 215 x 150, 143 x90nesih kırması (Meryem-Nâs)
Kasım b. Osman Burûsevî, 960/1553
Üsküdar/Selim Ağa Kütüphanesi no 93 (iki cilt) I. cilt: 348 vrk., 25 str., 268 x 182,203 x 113, neshî
(Fâtiha-Kehf) Mustafa b. Mehmed, 1064/1653 II. cilt: 299 vrk., 25 str., 268 X 182, 203 x 113, arap neshi
(Meryem-Nâs) I.ye nazaran çok eski bir nüshadır. Muhtemelen ilk cildi kaybolduğu için sonradan ilâve edilmiş, tamamlanmıştır. Müstensih adı kaydedilmemekle beraber, büyük bir ihtimalle müellifin talebelerinden olduğu anlaşılmaktadır.
Râğıb Paşa Kütüphanesi no 207
590 vrk., 31 str. 283 x 170,215 x 100, ta'lîk Mehmed Mar'âşî, 1066/1656
Bayezid/Veliyüddin Efendi no 248
511 vrk., 31 str., 261x155, 176x88, neshî
Mehmed b. Mustafa, 1069/1659 da müellif nüshasından istinsah etmiştir.
Süleymaniye/Hasan Hüsni Paşa no 14
533 vrk., 31 str., 230 x 130, 165 x 75 ta'lîk kırması Seyyid Ali, 1164/1751
Süleymaniye/Hacı Mahmud Efendi no 162
484 vrk.,31 str.,235x135,180x80, neshî Hafız Salih, 1364/1751
Nuru Osmaniye Kütüphanesi no 423
463 vrk., 31 str.,234X 135, 188x92, neshî Mehmed b. Osman, 1166/1753
Süleymaniye/Nafız Paşa no 118-119 (iki cilt)
I. cilt: 608 vrk., 19str.,240x 165, 160x90, neshî
(Fâtiha-Kehf) II.cilt:653vrk., 19 Str.,240 x 162,160 x 90, neshî (Meryem-Nâs)
Süleyman b.Yûsuf Bosnavî, 1166/1753
Râğıb Paşa Kütüphanesi no 206
424 vrk., 39 str., 283 x 175,201 x 98, neshî Hafız Mehmed b. Hüseyin, 1168/1756
Nuru Osmaniye Kütüphanesi no 424 125 592 vrk., 31 Str.278 x 160,207 x 92, neshî
Kadi-zâde Hafız Feyzullah, 1197/1783
Süleymaniye/Hamidiye no 109
659 vrk., 31 str., 230x 160,140x70, neshî el-hâc Salih, hâfız-ı Kur'ân, 1169/1756
Müstensih Adı ve İstinsah Tarihi Bilinmeyen Nüshalar Süleymaniye/Halet Efendi no 26
266 vrk., 35 str.,340x 243,251 x 169, ta'lîk Süleymaniye/Ayasofya no 0.253[404]
398 vrk., 35 str., 35Ox 227,255 x 138, neshî Süleymaniye/Hamidiye 108
581 vrk., 31 Str., 245x170,150x80, neshî ; , Râğıb Paşa Kütüphanesi no 204
530 vrk., 31 str., 266x 160,202x94, ta'lîk Râğıb Paşa Kütüphanesi no 205
521 vrk., 31 str., 281 x 178,218,112, neshî Eksik Nüshalar
Süleymaniye/Hekimoğlu no 108 (Kehf-Nâs)
II. cilt: 301 vrk.-, 27 str., 258x180, 181 x 124, arap neshi
Talebesi, Muhammed b.
Salim b. Muhammed b. Salim b.
Ömer Mısrî, 891/1486
Süleymaniye/Ayasofya m.o.253
I.cilt: 351 vrk., 27 str., 262x 182,136x 115, ta'lîk Muhammed b. Salim, 891/1486
Bu nüsha, ilk kayıtlar esnasında bir yanlışlık yüzünden iki ayrı kütüphanede numaralandırılmıştır. Hekimoğlu no 108 nüshasının aynıdır. Gûrânî'nin sağlığında yazıldığı için kıymetli nüshalar arasında mütalaa edilebilir.
Süleymaniye/Fatih no 325 246 vrk., 25 Str., 180x 273, 212 x 131, ta'lîk
Mehmed b. Bayezid b. Yûnus Kastamönî, 902/1497 (ÂI-i İmrân 92. âyet-Nîsa sonu)
Nüshaların, bulunduğu kütüphanelerle birlikte tanıttığımız Gûrânî'nin en önemli eseri Gâyetu'1-Emânî, çalışmamızın ağırlığını teşkil eden, metodu yönünden inceleyip tanıtacağımız bir tefsîrdir. İlerde Kaynaklan bahsinde, niçin ve hangi düşünceyle karar verdiğine dair bilgi vereceğimizden, burada tekrarını
lüzumsuz buluyoruz. Bilinmesinin çok faydalı olacağını umduğumuz bu konuda, ne müellifden ve talebelerinden ne de muasırları ve hayatını inceleyen naklardan bilgi edinemedik. Aynı şekilde, tefsirine yazdığı kısa mukaddime den de metodu, muhtevası ve kaynaklan konusunda yeterli bilgileri "lavamadık. Mukaddimesinde ancak; kendini müfessir olarak görmese, nlardan biri sayılmasa bile, onlar arasında hayredilme.arzusunu belirtir, bu duyguyla Cenâb-ı Hak'ka teveccüh edip, Hak'ka bağlanıp bâtılı izâle etmek düşüncesiyle hareket edeceğini söyler, metodu hakkında sadece; Kur'ân'ın mânâsına açıklık getirmek üzere mütevâtir yedi kırâata uyarak şâz'ları hazfedeceğini açıklar.
Aradığımız önemli bilgilere tefsirinin hatimesinde de yer vermez. Burada belirttiğine göre: 860/1456 senesi sonlarında Mescid-i Aksâ'ya yerleştiğinde niyetini gerçekleştirme yolunda ilk adımını atar, fakat kaldığı iki sene zarfında ne kadar yazdığım, Anadolu'ya dönüşünde hangi sûre veya âyetten başladığını bildirmez. Bazı müfessirlerde görüldüğü gibi, sûrelerin sonunda bitiş tarihini vermediğinden eserini, Kur'ânm tertip sırasına uyarak mı, yoksa baştan bazı sûreleri atlayıp bunları sonradan mı tamamladığını açıklamaz. Bu konuda da kesin olarak bildiğimiz; tefsirin bitiş tarihidir ki bu da, 3 racep 867 / 24 mart 1463 perşembe günüdür.
Mukaddimesinin son cümlelerinde ifade ettiğine göre nüshasını, zamanın hükümdarı, aynı zamanda talebesi Fâtih Sultan Mehmed'e sunar. Bu nüsha, .daha sonraki el-Kevşeru'3*Cârî nüshası gibi günümüze ulaşmıştır, gerçi Ord.
Prof. Süheyl Ünver: "Tefsirinin bir nüshası Fâtih'in şahsı için yazılmıştır. Bu,
iki cilt halinde halen Ankara Dil ve Tarİh-Coğrafya Fakültesi kütüphanesinde-' dir, no 351" diye 1945 den önce tesbit etliğini bildirmişse de1, 1976[405] yazında biz-zal kütüphanenin kayıt defterlerine kadar müracaat ettiğimiz halde ne bu numarada, ne de diğer kayıt defterlerinde sözü edilen orijinal nüshaya rastiayamadık. Şu halde Süheyl ünver'in tesbitinden sonra eser, ya gizlice kütüphaneden çekilip kayıtları kaldırılmıştır, yada sehven tefsiri diye bir başka nüsha üzerinde durulmuştur. Birinci şıkla ilgili, kütüphanenin o günlerini iyi bilenlerin sözleri üzerinde durmayacağız, bizce, muhtemelen ikinci şık doğru olabilir, yukarıda el-Kevseru'1-Cârî nüshalarını verirken ilk sırada bahsettiğimiz Mustafa Çon Koleksiyonunda mevcut nüshayı görmüş olabilirler. [406] Çünkü bu da iki ciltlik bir nüshadır. Üstelik her ikisi de bazı âyetlerle başlamakta, Fâtih'e takdim edildiği müzehheb bir motif içinde belirtilmektedir.
Üzerinde epeyce durduğumuz bu haber bizi neticeye götüremese, orijinal nüshanın mevcudiyeti tesbit edilemese bile, onun kadar kıymetli kabul edilecek, Gûrânî'nin sağlığında yazılmış, baştan sona tarafından tetkik ve tashih edilmiş, sonuna da bunu belirten bir ketebe kaydı konulmuş nüsha, günümüze kadar ulaşmıştır. Bu nüsha, 116. sahifede sunduğumuz yazmaların ilk sırasında tanıttığımız, Damat İbrahim Paşa nüshasıdır. Elimizde böyle sağlam, ilk nüsha kadar kıymetli bir nüshanın bulunması, çalışmamız, edisyon kritik tarzında metin tesbiti hüviyetinde bir çalışma olmaması sebebiyle, bu nüshayı tefsî metninin temeli kabul ederek, metot araştırmamızı bunun üzerinde yaptık verdiğimiz dipnotlarda, kütüphane isim ve numarasını zikretmeden bu nüshaya A nüshası olarak nitelendirdik. Nüsha metninde bazı harflerin noktaları konul madığından okunuş ve değerlendirilmesinde en ufak yanlışlıktan kaçınmak en" dişesiyle, metnin son derece titiz ve sağlam istinsah edildiğini, yaptığım,, karşılaştırmalarla tesbit ettiğimiz diğer bir nüshayı, yardımcı nüsha olarak seçtik. Bu da Süleymaniye Kütüphanesinde Hamidiye 109 nüshasıdır. Dipnot Iarımızda bunu, B nüshası olarak gösterdik. A nüshamız müellifin bizzat tetkikinden geçtiği, eksik kalmış kelimelerin veya yanlışlıkların bizzat müellif tarafından ilâvesi yapıldığından, iki nüsha böylece birbirini doğrulamış ve kuvvetlendirmiş olmaktadır. Bu inançla çalışmamızı, başka nüshalara müracaatı zaruri görmeden güvenle yürüttük. [407]
Tefsîr ilminin başlangıçtan itibaren târihi seyir içindeki gelişimini, konuya girmeden önce özetlemekte bazı yönlerden faydalar vardır. Bunun için önce; vahyin cemedilerek Mushaf hâline getirilişi, hadîslerin toplanışı, tefsîr ilminin ilk safhalarından kısaca bahsedilmesi gerekir.
Vahyin tamamlanması ile Hz. Peygamberin vefatından sonra yapılacak son derece zaruri, İslâm'ın can damarı olan önemli işler mevcuttu. Bunların en Önemlisi şüphesiz, henüz hıfızlarda ve günün yazı malzemelerinde saklı 23 senede nüzulü tamamlanmış vahyin, bir araya getirilip toplanması teşkil ediyordu. Gerçi Hz. Peygamber Cebrail'in iştirakiyle, Ramazan ay'ının'Kadir gecesinde ilk defa nazil olmağa başlayan Kur'ân'i, gene aynı ay içinde "arza" adı verilen özel toplantıda, o güne kadar indirilmiş âyetleri Cebrail'e okumak suretiyle tekrar etmiş, hatta son "arza" yi vefatından önceki Ramazan ay'ında iki kere yapmış,[408] vahyin tamamını içine alan bu kıraati, en sahih şekliyle ashabına da aktarmış ve öğretmişti.
Vahyin nuzûlü sırasında sahabe içinde Kur'ân'ı kısmen veya tamamen ez berleyenler, ezberlediklerini gelir Peygamber'e okurlar, ezber yapamayanlar yazmak veya yazdırmak suretiyle ellerindeki metni Hz. Peygamber'e gösterirlerdi[409] Bazı usûl kitaplarında Hz. Peygamberin vefatından evvel sahâbe'den bazılarının ellerinde cem ettikleri Kur'ân nüshaları bulunduğu ifâde edilir. [410]Nesâî'nin sahihi senedle, Abdullah b. Amr'ın Kur'ân'ı cem ederek her gece okuduğu, bunu rasûl'ün de duyduğunu bildiren bir rivayeti vardır. [411] Demek ki Kur'ân Mushaf haline gelmeden Önce bütünüyle hem ezberlenmiş, hem de yazı ile tesbît edilmişti. Üstelik hangi âyetin nereye konulacağı Rasûlulîah tarafından bizzat belirtilmiş, tanzim edilecek bir metin için lüzumlu bütün şartlar hazırlanmıştı.
Vahyin bir araya toplanması işi, ortaya çıkan zaruratler üzerine ilk defa Rasûlullâh'm vefatından altı ay sonra Hz. Ebû Bekir zamanında başlamıştır. Kur'ân'm cem'i görevini yüklenen Hz. Peygamber'in vahiy kâtipliğini yapmış olan Zeyd b. Sâbit'ti. O bu görevi yerine getirirken Hz. Peygamber'in huzurunda yazılmış âyetleri bulup tesbit etmiş, üstelik son arz'da Rasûlün ağzından Kur'ân'm tamamını dinlediğinden, sûre ve âyetlerin tertibinde tevkifi olan esasları gözönünde tutmuş, kendi hıfzından olduğu kadar, sahabî hafızların iki şahitle ısbat ettikleri hıfzından da geniş ölçüde faydalanmışdır . [412]
Hz. Peygamberin risâleti boyunca devem eden vahiy; Hz. Ömer'in teşvîki, Hz. Ebû Bekr'in gayreti, Zeyd b. Sâbit'in görevi eksiksiz ifasıyla dağınık sahifeler halinde kalmaktan kurtarılmış, iki kapak arasında toplanmış sahifeler anlamında olan Mushaf, bir bütün olarak tek nüsha haline getirilmiştir. Bu nüsha Hz. Ebû Bekre teslim edilmiş, ondan Hz. Ömer'e, ondan da kızı ve Hz. Peygamber'in eşi Hafsa'ya verilmişti.[413]
Üçüncü halîfe Hz. Osman zamanında yeni İslâm devletinin sınırları genişlemiş, bölgeler arasındaki kıraat farkları yüzünden ihtilâflar ve zorluklar ortaya çıkmıştı. Hz. Osman, hafsa'da mevcut asıl nüshadan hareketle, gene Zeyd b. Sabit başkanlığında toplanan Saîd b. Âs, Abdurrahmân b. Haris b. Hişâm ve Abdullah b. Zübeyr'den müteşekkil dört kişilik komisyona[414] asıl nüshanın çoğaltılması görevini vermiş, kıraattaki ihtilâf farkları gözönünde tutularak, Kur'ân'in nazil olduğu Kurayş lehçesine göre hareket etmeleri de esasa bağlanmıştı [415]Komisyon çalışmaları sonunda istinsah edilen nüshalar; Mekke, Yemen, Küfe, Basra, Şam ve Bahreyn'e gönderilmiş, Medine'de kalan nüshaya da "İmâm Nüsha" adı verilmiştir. [416]
Böylece, müfessirlerin ana kaynağı olan Kur'ân-ı Kerîm son ve resmî şeklini almış, bugün elimizde mevcut olan tertip üzere Hz.Osman'ın gayret ve teşvikiyle meydana geldiğinden Mushaf-ı Osmânî adiyle şöhret bulmuştur. [417]
İslâmın temel Kiıâb'ı tamamlanınca ikinci merhale başlamış, Kur'ân âyet-leriyle karışır endişesi karşısında yasaklanan hadîslerin cem'i işine hız verilerek, ikinci temel kaynağın teşkili yolunda, birinciye nazaran daha uzun süren çalışmalara girişilmiştir. Hadîslerin yazılması haklı endişelere binâen her ne kadar yasaklanmışsa da, Hz. Peygamber'in sağlığında kendi müsâadesi ile yazma emri verildiği, sahabeden Abdullah b. Amr, Câbir b. Abdillah, Ebû Hurayra, Ali b. Ebî Tâlib, Semûra b. Cundeb ve Enes b. Mâlik'in hadîs mecmuaları meydana getirdikleri bilinmekledir. [418] Bu hal, tâbiûn ve tebei tâibûn için de söylenebilir, onlar da hadîslerin toplanmasına kolaylık sağlayacak, yazı ile tesbit ve hıfz işine gereken önemi vermişler, tertip ettikleri mecmualarla bir müddet sonra başlayacak faaliyetlere kaynak olmuşlardır.
Hadîslerin toplanması ve öğrenilmesi için her türlü meşakkatin, en büyük ideal ve şevk sayıldığı bir devirde, hadîs ashabının fazileti de ortada idi. [419] Bu meşakkat neticesi elde edilen şeref, şahsî olmaktan öte İslâm'ın şerefi olmuş,
sahâbîlerin başlattığı bu faaliyet, binlerce hadîsin en ciddi usullerli bir araya getirilerek İslâm'ın ikinci kaynağı olan hadîslerin toplanmasını sağlamıştır .
Hadîslerin resmen tedvini, Emevî halifelerinden Ömer b. Abdilazîz'in(ö. 101/720) in şahsi gayretiyle başlamış, sahabe devrinden sonra gelişen mevzî i ve kısmî faaliyetler, bu halîfe zamanında başgösteren endişe verici hadîs uydurmacılığı karşısında mevzîi kalmaktan çıkmış, Zuhrî'nin (ö.124/742) tesbit ettiği 2200 kadar hadîsle1 hicrî [420]II. asrın başlarında hadîs ilmi gelişme yolunda sağlam
adımlarını atmağa başlamıştır. Hazırlık safhası olan bu asır sonlarında, hatta III. hicri asır iptidasında hadîs ilmi en mükemmel şeklini almış, hadîslerin top-lanması, tasnifi, cerh ve ta'dîli ile başta Buhârî, Müslim olmak üzere içinde, yani Abbasîler devrinde vererek, bu ikinci ana kaynak olan hadîsleri, İslâm'ın ve müslümanlarm hizmetine sunmuştur. [421]
Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kur'ân'ın cem'i, hicrî II. asîr ortalarına kadar devam eden hadîslerin tedvîn ve tanzimi sırasında, tefsir ilmi henüz gelişmemişti. Gerçi Hz. Peygamber nazil olan âyetleri vâki sorular üzerine açıklıyor, tefsirini yapıyordu. Sahabeden ve tâbiûndan ilimde nasibi olanlar, âyetleri mânâ yönünden olduğu kadar kıraati, nâsih-mensûhu ve nüzul sebeb-leri üzerinde bildiklerini söylemekten geri durmuyor, re'yleri ve Rasûlullâh'dan işittikleri ile Kur'ân'ı tefsir ediyorlardı. Fakat yaptıkları bu tefsîr kendine has bir ilim dalı halinde değil. Rasulullah'in sözleri cümlesinden olarak tamamen hadisler içinde mütâlâa ediliyordu. Şu halde tefsîr ilmi I. hicri asır sonlarına kadar müstakil bir ilim olmaktan çok, hadîs ilminin bir cüz'ü şeklinde [422] hadîs mecmualarına dercedilen müstakil bâblarda kalmıştır.
Tefsîr ilminin hadîsden kopup, müstakil bir ilim hâline gelmesi, bugün tefsîr ilmi içinde mütâlâa ettiğimiz yan ilim dallarında verilen eserlerle ortaya çıkmasından sonra başlamıştır. Bu İlimler her ne kdar kendi sahalarında müstakil iseler de, hepsi kaynağını Kur'ân ve Sunnet'ten aldığı için, tefsîr ilminin yan dallan sayılır. Bu bakımdan fıkıh, kelâm, sarf-nahiv, maânî beyân ve siyer gibi ilimler tamamlanmadan, tefsîr ilmi bir bütün olarak gelişememiştir.
İlk tefsîr hareketleri sahabe devrinde Abdullah b. Mes'ûd (ö. 32/652), Abdullah b. Abbâs (ö.68/687) ve diğer sahâbîlerle başladığı biliniyorsa da[423] bu sıradaki tefsirlerde daha ziyade rivayet tefsirinin izlerine rastlanır. Âyetlerin izahı yapılırken kelime mânâsı üzerinde durulur, ğarîb kelimeler açıklanır, âyete kısaca mana verilir, nunûl sebebi zikredilir, târihi olaylar ve peygamberlerle ilgili âyetlerde yabancı kültürlerden gelen Isrâilî haberler yer alır, bazı hallerde şiirle istişhâde gidilirdi. Fıkhî ve kelâmî mes'eleler ancak hicrî II. asırdan sonra, tâbiûn ve tebe-i tâbiûn zamanında fıkhî ekollerin, çeşitli kelâmi mezheplerin ortaya çıkmasıyle gelişmeğe başladığından, sahâbî tefsirlerinde görülmesi imkânsızdır.
Tefsirin müstakil ilim olarak hadîsten kopmağa başladığı II. hicri asır ortalarında Hanefi, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî ekolleri kuruluşunu tamamlamış, Haricî, Şîî, Mutezile, Cehmiyye, Kaderiyye v.b. mezhepler, I. asrın ortalarındanberi sürdürdükleri faaliyetleriyle taraftar toplamış, görüşlerini tesbit etmişlerdir. Bu arada arap dili grameri, maâni ve beyan ilimleri, el-Halit(ö.I75/79)Ve Sîbeveyh'in (ö.180/786) eserleriyle temelini atmış, -Basra ve Küfe şehirleri bu ilimlerin merkezi haline gelmişti. İslâm'ın ilk günlerinde belirten Ashâb-ı Suffa mensupları İslâm tasavvufunun doğmasında ilk adımı teşkil etmiş, daha Suİemî(ö.206/821) [424]daha sonlan Tusterî(ö.283/896) ait olduğu söylenen[425] tefsirim lerle fıkhı, kelâmı, nahvi eserler yanında tasavvufî tefsîrler de İslâm kültürünün vV!; nıah olmuştur.
Görüldüğü gibi sahabe devrinde başlayan kısmî tefsir faaliyetleri, tâbiûn ve tebe-i tâbiûn devrinde biraz daha ilerleyerek rivayet tefsîri tarzında gelişmesini tamamlarken, dirayet yönünden atılan adımlarla kendi Öz bünyesini kurmağa çalışmış, Taberî'de (ö.310/922) ilk mükemmel şeklini bulacak olan yapısı ile, İslâm kültüründe bütün ana ilimleri çatısı altına alan sağlam bir ilim dalı haline gelmiştir. Taberî; kaynaklan, metodu ve muhtevası ile ilk mükemmel tefsir sahibi olarak tanınıyorsa da, kendisinden bir asır önce yaşamış olan Yahya b. Sellârn (ö.200/815), Taberî kadar olmasa bile tefsirde önemli gelişmeler kay detmiş, tefsîre nazar, nakd ve tercîh gibi önemli unsurları getirmiş bir müfessir olarak bilinmektedir.
Taberî ile başlayan ilk mükemmel tefsîr hareketi, her asırda yazılan tefsirlerle gelişmesini sürdürmüş, birbirinden istifâde ve bazı yeniliklerle hicrî VI. asra kadar ilerleyerek, çeşitli özellikleri ile üstünlüklerini ısbas eden eserlere kavuşmuştur. [426]
Buraya kadar verdiğimiz genel bilgilerden sonra, naklî ve aklî çığırın devamim sağlayan, tefsîre yeni boyutlar kazandıran, tefsirin yan dallarını teşkil eden bazı ilimlerden bahsedelim.
Bilindiği gibi müfessirin gayesi; âyetlerdeki mânâ ve nükteleri açıklamak, izaha muhtaç âyetleri nahvî, fıkhı, kelâmı yönden vereceği bilgilerle vuzuha kavuşturmak, bunlardan neticeler çıkararak îman, ahlâk ve içtimaiyatla ilgili konularda okuyucuya yön vermek olduğuna göre, her müfessirin bu ve buna benzer konularda geniş bilgi sahibi olması gerektiği iddia edilemez. Herkesin geçirdiği tahsil hayatı, okuduğu eserler, edindiği bilgiler eşit olmadığı gibi, zekâ ve kabiliyeti de eşit olamaz. Bu yüzden genel tefsîr tasnifine giren eserler arasında muhteva yönünden ağırlığı, bazı tefsîr vecihlerinde kalmış, her konuda başarılı olamamış tefsîrler vardır. Bu açıdan bakılacak olursa, Kur'ân tefsirinde belli konularda bir nevi ihtisaslaşmaya gidilmiş, müfessirin bilgi ve kültür derecesine eöre tefsîrler, aşağıda genel olarak sınıflayacağımız tefsîr dallarının bir kısmın, başarılı olurken, bir kısmına fazla önem vermemişlerdir. [427]
Taberî ile başlayan şümullü tefsîr hareketinde dikkati çeken nokta; rivayet ve dirayet tarîkinin tefsirde müştereken yer alması, bilhassa rivayet ile ilgili naklî tefsirde Rasûlullah, sahabe ve tâbiûn'dan gelen sözlerin senedlerle aktarılmasıdır. Rivayet tarîkinin esaslarından olan bu husus, ilk tefsirlerde üzerinde önemle durulan konulardandı. Taberî de dahil, daha önceki tâbiûn ve tebe-i tâbiûn'dan olan müfessirler, her ne kadar nakillerini senetlere dayanarak verseler bile, ahkâm-ı şer'ıyye,dışında kalan, Kur'ân'ın tafsile girişmediği kâinat, mevcudat ve geçmiş kavimlerin ve peygamberlerin kıssaları ile ilgili konularda yahudi, nasrâni kültürlerinden gelen isrâilî haberleri tetkik ve tenkid etmeden. [428]fayda ve zararını iyice düşünmeden kur'ân tefsirine dahil etmişlerdir. Daha başlangıçta görülen bu isrâili haber ve kıssalar Abdullah b. Selâm (ö.43/664). Ka'bu'l-Ahbâr (ö.32/653), Vehb . Münebbih (ö.116/734) yoluyla her asırda, yazılan tefsirlere sirayet etmiş, bilhassa Sa'lebî (ö.427/1035),talebesi Vahidî (ö.468/1075) ve Beğavî (ö.516/1122) eserlerini bunlarla doldurmuşlardır. Müfessirin tutumuna göre isrâilî haber ve kıssalar az veya çok, tesirini devam ettirerek XIX. asır başlarına kadar gelebilmiştir. [429]
Âyetlerin sadece nahvî tahlilleri, irabı, ihtilafları, kelimelerin İştikakı, cümledeki yerlerine göre mânâları, bunların arap şiiri ile istişhâdi, bedii ve beyân yönünden değeri, hatta kıraat şekilleri bile bu eserlerin mevzuuna girer.
Bu tarz eserler arasında; Ahfeş'in (ö.177/793) Kitâbu Maâni'l-Kur'ân, Ma'mer b. Musennâ'nın (ö.210/825) Mecâzu'l-Kur'ân, Mâzinî'nin (ö.203/818) Ğarîbu'l-Kur'ân, Ferrâ'nın (Ö.207/822) ma'ânil-Kur'ân ve Ğarîbu'l-Kur'ân,[430] Zeccâc'ın (ö.311/923) meşhur Ma'ânî'l-Kur'ân, îrabdan el-Halil b.Ahmed'in (ö.175/791) Kitâbu'!-1 Ayn, Sîbeveyh'in (ö. 180/796) el-Kitâb'ını sayabiliriz. [431]
Sadece ahkâm âyetleri ve bununla ilgili hadîsleri konu edinen bu tefsirler, hakikatte bir tefsîr kitabı olmaktan çok fıkıh sahasında yazılan meşhur eserlerdir. Bu yüzden adı geçen eserlerin isminde "tefsîr" adına rastlanmaz. Fıkhî mezheplerin sahipleri olan Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Mâlik b. Enes (ö. 179/795), Şafiî (ö.204/819) ve Ahmed b. Hanbel'in (Ö.241/855) bu sahada verdiği eserler ve yetiştirdikleri talebelerle yayılan bilgilerine muvazi olarak, daha sonraları müstakil eserler yazılmış, doğrudan doğruya ahkâm âyetlerini tefsîr eden bu eserlere 'Ahkâmu'l-Kur'ân adı verilmiştir. [432]Aynı isim altında Cessâs'ın (Ö.370/981) ve Kâdî Ebû Bekr b. Arabi'nin (ö. 543/1148) eserleri de fıkhî tefsirlerin meşhurlarmdandır. [433]
Hicrî I. asrın ortalarına doğru gelişmeğe başlayan kelâmı mezhebler; kader, cebr, teşbîh ve irca meseleleri etrafında görüşlerini genişleterek İslâm kültür hayatında muazzam bir fikir cereyanının doğmasına sebeb olmuşlardır. Kaderiye, Cebriye, Müsebbibe, Murcie mezhebleri yanında tefsirde en büyük tesiri olan Mu'tezîle ortaya çıkmış, Kur'ân'ın kadîm olup olmadığı münakaşası ve kader meselesi ile Vâsıl b. Atâ mutezîli cereyanı başlatmış, sonradan Nazzâm'ın (ö.231/846) gayretleriyle yetişen Câhız (ö.255/869), Vâsıtî (ö.306/918), Rummâ-nî(ö.384/994) ve Kâdî Abdulcebbâr'ın (Ö.415/1024) elinde usûl-i hamze adı verilen; tevhîd, adi, menzile beyne menzileteyn, emru bi'lrma'rûf nehyu ani'lmen-ker, va'd ve vaîd konulan gelişmiş, ekserisinin nahivle meşgalesinden dolayı, Kur'ân'ın i'câz'ı meselesi de, ele aldıkları konular arasına girmiştir. Mû'tezîlenin, ehl-i sünnete aykırı olan görüşlerini tefsire aktararak Zemahşerî (0.538/1143), müfessirler arasında bilinen yerini almıştır. Kerrâm'ın (ö.256/870 ) mutezileye şiddetle karşı gelmesi ve teşbih meselesine ağırlık vermesi, mutezilenin gelişme hızını kesememiş, ancak Eş'arî (ö.330/942), Kitâb ve Sunnet'e bağlı kalarak gelişen bid'ate karşı durmuş, mutezile ve şîaye karşı olarak sunnî görüşü yerleştirmiş, muasırı Mâturîdî'nin (ö.333/945) de müdahe-lesiyle sunnî görüş kuvvet kazanmıştır. Daha sonra Bâkıllânî (Ö.403/1012), Cuveynî (Ö.478/1085) ve talebesi Ğazâlî (ö.505/1111) kelâmda sunnî görüşün en sağlam müdafileri olmuşlardır. Bütün bu gelişmeler sonunda Râzî (ö.606/1209) yetişmiş, Mefâtihu'1-Gayb adlı muazzam tefsîriyle bütün kelâmı mezheblerin münâkaşasını yaparak sunnî görüşe göre, delillerini ve fikirlerini çürütmüştür.
Kelâmı âyetlerin tefsirinde hiçbir müfessir Râzî kadar teferruata inememiştir. Kelâmcıian ehl-i sünnet ve karşısındaki diğer mezheblere ait fikirleri neşrettikleri eserlerde yer verdiklerinden, çoğu müfessirler kaynak zikretmeden ehl-i sünnet'i Eş'arî ve Mâturîdî'nin fikirleriyle müdafaa etmişlerdir. [434]
İslâmda gerçek tasavvuf hareketleri tâbiûn ve tebe-i tâbiûn devrinde başlamış, Kur'ân'ın zahiri ile amel etmekle beraber, âyetlerde gizli (bâtınî) manalar arama yoluna gidilmiştir. Bâtınî ve Şîa müf ürleri âyetin zahirinden tamamen uzaklaşarak Kitâb ve Sunnet'e muhalif mânâ vermeleri bir yana, İslâm'da işârî mânâlar arama volu Tusterî (ö.283/986), Cuneyd (ö.298/910) ve Vâsıtî (ö.331/942)[435] ile başlamış1, Sulemî'nin (ö.412/1021) Hakâ'iku't-Tefsîr'i, Kuşey'-rî'nin (ö.465/1072) Lefâ'ifu'l-İşârâl'ı ve Gazâlî'nin llıyâ'u 'Ulûmi'd-Dîn'i ile gelişerek Ruzbehân-ı Baklî'nin (ö.606/1200) 'Ara'isu'l-Beyân'ı ve Necmuddîn Kubrâ'nm {ö.618/1221) Te'vilâiu'n -Necmiyye'si ile en mükemmel şeklini almıştır.
Tefsir tarihinde, yukarıdaki eserlerde olduğu gibi tamamiyle işârî mânâya hasredilmiş tefsirlerin mevcudiyeti yanında, bazı âyetlerde işâri tefsire yer verip bir kısmını zahirî tefsire göre, veya hem işârî, hem de zahirî tefsir esaslarına uyarak eser yazan müfessirler görülmüştür. Ebû'1-Leys Semerkandî'nin
(ö.375/985) el-bahru'1-Muhît'i, Sa'lebî'nin (ö.427/1035) el-Keşf ve'l Beyân'ı, Beydâvî'nin (ö.685/1286) Envâru'l-Tenzîl'i, Nesefî'nin (ö.701/1302) Medâri-ku't-TenzÜ'i, Hâzin'in (ö.741/1340) Lubâbu'l-Te'vîl'i, Nîsâbûrî'nin (0.728/ 1328) Ğârâ'ibu'l-Kur'ân ve Rağâ'ibu'l-Furkân'ı bu saydığımız özelliklere az-çok uyan tefsirlerdir. [436]
Tefsir ilmi içinde mütâlâa edilen, müfessirlerin üzerinde durdukları belli-başlı tefsîr çeşitleri hakkında bilgi verdik. Aşağıdaki satırlarda ise tefsîr tarihinde isim yapmış, metot .ve muhteva yönünden sonraki tefsirlere kaynak olmuş bazı tefsirlerin bariz özelliklerinden bahsederek, Gâyetu'i-Emânî'dcn önce yazılmış tefsirlerden Gûrânî'nin ne derece etkilendiğini, detaylara inmeden anlatmağa çalışacağız. Ğâyetu'l-Emânî'nin kaynaklan bahsinde bu tefsirlerden bazılarının Gûrâni tarafından nasjl-İstifade edildiği gösterilecek, tefsirde ana kaynakları ile tâli kaynakları belirtilecektir. Biz burada konuyu Ğâyetu'l-Emânî'nin dışında ele alacak, aralarında bir nevi kıyaslama yaparak Gûrâni tefsirinin bir bütün olarak, tefsîr tarihindeki yerini belirlemeğe gayret edeceğiz. Kıyaslamamız daha ziyade, şekil ve muhtevanın genel hatları yönünden olacak, klasik tefsirler karşısında Gûrânî'nin seçtiği yol tayin edilecektir.
Şurası unutulmamalıdır ki, ilk mükemmel tefsiri Taberî ile başlatacak olursak Gûrânî'ye kadar aradan beş asırlık bir zaman geçmiştir. Tefsir hareketi gerek muhteva, gerek metot yönünden hicrî VI. asrın ortalarında erişebileceği zirveye ulaşmış, ideal bir tefsir için düşünülebilecek bütün konular ve malzeme ortaya konmuştur. Artık bu devirden sonra tefsîr yazacak müfessirler için önemli zorluklar aşılmış, anlaşılması ve halli güç olan âyetler büyük ölçüde açıklığa kavuşmuş, III.-VI. asırlar arasında gelişen itikâdî, amelî, felsefî ve kelâmî problemler İslâm dünyası ve zamanın ilmî çevreleri'nin müşterek malı olmuştur. VI. asırdan Gûrânî'ye kadar uzanan iki asırlık zamanda yenilik, muhtevadan ziyade şekilde olmuş, önünde muazzam bir literatür bulan her tefsîr yazma heveslisi, büyük ölçüde halledilmiş olan temel problemlere eğilmekten çok, önceki tefsirlerde göze çarpan kısmî eksiklikler, bir başka deyişle doğru olabile cek cüz'î yanlışlıklar, ifadede anlamı güçleştiren kapalı cümlelerdeki zorluklarla uğraşmıştır. Bu yüzden VI. asırdan sonra yazılan tefsirlerde karşılaşılan güçlük malzeme bulmakta değil, seçilecek metotta ve bu metodu uygulamada olmuştur. Bu noktayı iyice kavramış olan ö zamanlar ulemâsı dikkatlerini kompozisyon dediğimiz tertib ve tanzime çevirmişler, metot ve muhtevada yeni ilâveler yapamayacalarım anladıklarından hizmetlerini ya şerh, haşiye ve ta'lîka yoluyla, ya da ihtiyaca cevap veren belli sayıda tefsirleri ana kaynak alıp, üzerlerinde düzeltme ve ilâvelerle meşgul olmuşlardır. Kanaatımızca Beydâvî de dahil, sonraki bütün müfessirler arzuladıkları hizmeti bu yolda gerçekleştirerek, kazandıkları ayrı ayrı şöhrete bu şekilde erişmişlerdir. Gösterilen gayret hulûs-i niyetle birleşince hem yaşadıkları devir insanına, hem de sonrakilere aynı zahmetten kurtardıkları için şöhretleri inkâr edilmemiştir.
Ne var ki günümüz insanında değer ölçüleri farklıdır. Asırdan aşıra gelişen tabiî ve fizikî ilimlerin izlerini, yeri geldikçe bulmak, okumak istemekte, arzusu tatmin edilmeyince vereceği değer de ona göre farklı olmaktadır. Bu yüzden, önceki asırlarda olduğu gibi günümüzde de mükemmel bir tefsir yazma işi, bir kişinin emek ve gayretinden ziyade müşterek (anonim) bir çalışma tarzında Kur'ân tefsirinin bütün yönlerini içine alan, aynı inanç ve hedefi paylaşan ihtisas guruplarının işidir.[437]
Bu düşünceden hareketle tefsirde; rivayet tefsirinin konusuna giren, üzerinde söylenecek sözlerin değişmediği âyetler vardır. Buna mukabil; kâinat, yer ve göklerin yaratılışı, bunlar arasında yaratıldığı gündenberi değişmeden çözüm bekleyen tabiat sırlan, insanlığın emrine verilmiş denizler ve göklerle ilgili asırdan aşıra değişebilecek, buna göre tefsiredilecekâyetler de mevcuttur. Genel olarak sıraladığımız bu âyet nevilerine verilecek cevaplar, bilindiği gibi XVIII. asır sonundan günümüze kadar uzanan ilmî faaliyetler ve bunların getirdiği deneyler ve tesbit edilen prensiplerle anc#k tefsir edilip, açıklanabilir. İlk tefsirlerde bu âyetlerin cevabı, islâmiyetin ilk zamanlarında hâkim olan zihniyete göre verilmiş nükteli sözlerdi. Taberî ve daha sonraki müfessirler hep bu görüşü tekrar etmişler, yalnız Râzî kendisinden önce görülmeyen bir ustalıkla, kâinat ve varlık âlemi hakkında asrın ilmî anlayışını, tefsire aktaran ilk müfessir olmuş, Râzi'nin zihnî kapasitesi Beydâvî'de tatbik imkânı bulamadığından tekrar sönmüş, Ebû Hayyân'm (ö. 745/1344) mükemmel eseri el-Bahru'1-Muhît'inde yeniden canlanmış, bu sahaya rağbet tekrar kaybolarak Âlûsî'nin (Ö.1270/1854) Rûhu'l-Ma'ânî'sinde bir daha ortaya çıkmıştır.
Görüldüğü gibi müfessirlerin büyük kısmı, üzerinde söylenecek sözlerin pek değişmeyeceği tefsir şekliyle meşgul olmuşlar, ikinci nevi âyetlerin tefsiriyle başbaşa kalınca sahabe, tâbiûn devrine kadar inen sözleri kültür seviyeleri ulaşamadığı İçin aktarmakta tereddüd etmemişlerdir. Bu da küçümsenecek veya yazıklanacak bir duygu olmamalı, biraz önce dediğimiz gibi tefsir eseri, zekânın ve ferdî formasyonun mahsûlü ve aynasıdır, her müfessirden bunu beklemek haksızlık olur, insan tabiatım ve zekâsının hududlannı bilmemek anlamına gelir. [438]
Bu bilgileri verdikten sonra Gûrânî'den önce yazılmış tefsirlere geçebiliriz.
Bunu ele alırken yazılmış bütün tefsirleri gözden geçirmekte fayda
Bunu ele gerçektir. Şu halde bakış açımızı Ğâyetu'l-Emânî'nin bünyeIamarmz, onu en çok etkileyen tefsirlerle, metot yönünden yakıntefsirlere kuşbakışı temas etmemiz yerinde olacaktır veya ırmamızi tarihi sıraya uyarak şu müfessirler ve tefsirlerine göre yapmayı tercih ettik..
Bunlar: Beğavfnin (ö.510/1116) Me'âlimu't-Tenzîl'i
Zemahşerî'nin (ö.538/1143) Keşşâf'an Hakkâ'ikı't-Tenzîl'i Beydâvî'nin (ö.685/1286) Envâru't-Tenzîl'i Nesefî'nin (ö.701/1302) Medâriku't-Tenzîl'i Nisâbûrf nin (Ö.728/1328) Ğârâ'ibu'l-Kur'ân'ıdır.
Görüldüğü gibi bu tefsirleri çok kısıtlı tuttuk. Kaynakları bahsinde Taberî ve Razı gibi müfessirler bulunduğu halde bunlar, Ğâyetu'l-Emânî'nin çok üstünde kaldığı için metot ve muhteva yönünden bir yakınlık bulamadığımızdan kıyaslamamız içine almadık. İsmini verdiğimiz Nîsâbûri, Gûrânî'nin kaynaklan arasında olmadığı halde, sırf tefsir şeklindeki benzerlikten dolayı bu tasnife almamıza karşılık, tefsir metodu yönünden bazı benzerlikleri olan İbn Atıyye'nin (ö.546/1151) el-Muharreru'1-Vecîz adlı eserini zikretmedik. Şimdi tasnifimizde-ki tefsirlere dönelim.
Beğavî, Gûrânî'den üç asır önce yaşamış şâfii mezhebine mensup fakîh, muhaddis ve müfessir olarak şöhrete ulaşmıştır. Gûrânî'de görüldüğü gibi hadîs sahasında ve fıkıhta muteber eserleri vardır. Lubâbu't-Te'vîl sahabi Hâzin (ö.741/1340) tefsirinin mukadimesinde[439] bu eserden, senedleri hazfederek istifade ettiğini belirtir, tefsirin; sahîh rivayetleri toplayan, şüphe, boş sözler ve tebdilden âri, hadîs-i nebevî ile dolu, şer'î ahkâmı ele alan, acâİb kıssalar ve önceki milletlerin haberleriyle süslenmiş bir tefsir olduğunu söyler. İbn Tey-miyye (ö.728/1328) ise bu tefsiri, mevzu hadîslerden arınmış, bid'âî olacak fikirlere yer vermeyen bir tefsîr olarak vasfeder. [440]Zehebî, yaptığı tetkikte, Beğavî'nİn; âyetleri kolay ve mûcez kelimelerle tefsîr ettiğini, seleften senedleri vermeden nakilde bulunduğunu, kıraat şekillerinde sözü uzatmadan bilgi verdiğini, îraba geniş yer ayırdığım, nahvi konulara ağırlık verdiğini, isrâilî haberleri tenkit etmeden naklettiğini, selefin ihtilaflı meselelerine çözüm getirmediğini, zayıfı ile sahihini ayırmadığını söyler. [441]
Bu genel Özelliklerine bakılırsa Lübâbu't-Te'vîl İle Ğâyetu'l-Emânî aras da yakınlıklar vardır. İrab, nahvî tahliller, sahabe ve tâbiuûn tefsiri, hadîsler" sahihi, fıkhî hükümler ve kıraat şekillen, fazla derinleşmeden, kolay ve ve ibarelerle ele alınışı, tefsirin mutavassıt hacimde oluşu, Ğâyatu'l-Emânî'nin va sıflarıyle uyuşmaktadır.
Zemahşerî. Müfessirin Keşşafı, Ğâyetûl-Emânî'ye ana kaynak olduğun, ilerde tefsirin kaynakları bahsinde ele alacağız. Buradaki karşılaştırmamız Kes şâf'tanĞâyetu'l-Emânîye büyük benzerliklerle nakledilen bellibaşli konular üze rinde olacaktır. Ğâyetu'l-Emânî Keşşafı, iki ana hedef için kendine kaynak seçmiştir. Birincisi; iştikak, mânâ, tefsirde ağırlık verdiği kıraat, fıkhî ahkâm-kelâmî meseleler, şiirle istişhâd, kıssalar, isrâ'ilî haberlerde Keşşaf gibi hemen hemen aynı konulan işlemesi, Keşşafın ifade üslûbundan olan soru cevap şekli "fe'in külte - kultu" tâbirini, Gûrânî'nin de sık sık kullanmasıdır. Bu yönleriyle Keşşaf Gûrânî tefsirini etkilemiş, hattaifadeleri kısa veya uzun cümleler halinde aynen veya yakın benzerliklerle Gâyetu'l-Emânî'ye geçmiştir.
İkinci hedef: Keşşafın tenkit edilecek yönlerini ve ifadelerini tashih etmek bilhassa mûtezilî görüşleri ve hadîs naklindeki eksikliklerinden uzaklaşmak. Gûrânî bu konuda Beydâvî'den oldukça ileri gitmiş, Envâru't-Tenzîl
Keşşaf dan sadece mûtizili görüşlerden ayrılırken Ğâyetu'l-Emânî; kıssalar,[442]isrâilî haberlerde kısmen, sûre ve âyetlerin fazîleti ile ilgili zayıf ve mevzu hadîslerden kendini tamamen kurtarabilmiştir. Muhteva ve hacim yönüyle Keşşaf gibi teferruata inmeden, kısa ve özlü ibarelerle mutavassıt bir tefsir hacminde kalmıştır.
Beydâvî. Şafii mezhebinden olan bu müfessîr, Osmanlılarda Keşşaf kadar çot tutunan Envâru't- Tenzili ile Gûrânî'yi de etkilemiş, tefsirinin ana kaynakları arasına girmiştir. Gâyetu'I-Emânî'nin Envâru't-Tenzîl'e yakındığı hem şekil, hem de muhtevada kendini gösterir. Esasen Beydâvî tefsirini, Keşşaftan telhissuretiyle meydana getirmiştir'. En büyük özelliği olan, onun mutezili görüşlerini temizleyip kelâmî konularda sunnî görüşü savunduğundan çok tutulmuş, aynı görüşte olan Gûrânî de kendisinden rahatlıkla etkilenmiştir. Tefsirinde bu etki önce, âyetler şerhedilirken yapılan küçük cümle veya kelime taksiminde başlamış, verilen mânâlar, sahabe ve tâbİûn devri tefsirlerine kadar çeşitli konulardaki tefsir şekilleri aynen Gûrânî'ye kaymıştır. Daha açık bir ifade
ile, Beydâvî'nin hedef edindiği tefsir metodu, büyük benzerliklerle Gûrânî'ye geçmiştir.
Zemahşerî için söylediğimiz gibi Beydâvî tefsiri, Gûrânî'nin hem istifade, hem de tenkit etliği bir kaynak olmuştur. Bu açıdan düşünülecek olursa bu iki müfessir, sahip oldukları şöhrete rağmen Gûrânî gözünde mükemmel sayılmamış, yanıldıkları noktalar hemen her sahifede tenkit edilerek düzeltilmek istenmiştir. Gûrânî'deki bu bariz özellik, bu iki tefsirden azamî ölçüde istifade eden Nesefî ile, daha sonraki Ebussuûd Efendi'de (ö.982/3574) Gûrânî ölçüsünde gerçekleşememiştir.
Nesefî. Müfesserin Medâriku't-Tenzîl'i Ğâyetu'l-Emânî hacminde mutabir tefsirdir. Ana kaynak olarak o da Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl'i seçmiş bu noktada aralarında yakınlık vardır. Gûrânî'nin tâli kaynaklan arasında
alan Medârik tefsiri İle Ğâyetu'l-Emânî karşılaştırılınca âyetlerin tefsirinim ki konular yönünden etkilediği anlaşılırsa da, Gûrânî tefsirinin muhtevaca
İnliSi tefsir vecihlerinde Gûrânî'nin daha titiz ve münekkit tutumu N sefî'de görülmez. İstifade yönünden iki tefsir yanyana konulsa, Ğâyetu'l-f ânî'nin hâlâ neşredilmemesinin, tefsir tarihi açısından bir eksiklik olduğu hemen farkedilii".
Nîsâbûrî. Gûrânî tefsirinin kaynaklan arasında mevcut olmayan Ğarâ'i bu'1-Kur'ân; hacmi, âyetleri tefsir şeklindeki yakınlığı, Keşşaf ve Mefâtihu'l-Ğayb gibi tefsirleri kaynak edinişi, bunlardan naklettiği görüşlere tenkitte bulunuşu, sahabe ve tâbiûn tefsirlerine riâyet edişi, kıraat şekillerine yer verişi, fıkhî âyetlerde gerekli itinayı gösterişi, kelâmî meselelerde ehl-i sünnet görüşünü müdafaa edişi, hadîslerin sahîhini alarak Keşşafın fazîletle ilgili mevzu hadîslerini terkedişi, âyetlerin sonunda bazı.işârî mânâlar verişi[443] gibi hususlarda Ğâyetûl-Emânî ile yakınlığı vardır. Nisâbûrî'ye bu tasnifte yer verişimiz, genel hatları ile aynı konuların Gûrânî tarafından da işlenmiş olması, kaynaklarının benzerliğidir.
Bu arada 836/1432-33 yılında Konya'nın Lârende (Karaman) kazasına yerleşmiş, 860/1456 civarında vefat ettiği söylenen Alâuddîn Semerkandî'nin Hadîd sûresinin (57. sûre) sonuna kadar yazdığı dört ciltlik Bahru'l-'TJlûm adlı bir tefsîri vardır. [444]Zehebî, Alâuddîn Semerkandî ile 373/983'dc vefat eden Ebu'I-Leys Semerkandî'yi karıştırmış[445] yanlışlıkla Alâuddîn'in BahruM-'LJlû-munu Ebû'l-Leys'e nisbet etmiştir. Ebû'I-Leys tefsirinin adı Bahru'l-Mûhît değil, Tcfsîru Kur'ânı'l-'Azîm'dir. [446]
Bahru'l-'Ulûm, dirayet ve rivayet yönünden Osmanlılarda telif edilen ilk büyük hacimli tefsirlerden sayılabilirse de müellifin ömrü vefa etmediği için bitirilememiş, 58. sûre olan Mücâdele sûresinde kalmıştır. Gûrânî Anadolu'ya gelişinden sonra Semerkandî adını duymuş mudur, yazmakta olduğu tefsirin yankıları İstanbul'a ulaşmış mıdır, bilmiyoruz. Duyulmuş olduğunu kabul etsek bile, Bahru'l-'Ulûm tamamlanmadığı için Gûrânî'nin görmesi imkânsızdır. Üstelik Semerkandî'nin vefatı sırasında Gûrânî Kudüs'te henüz tefsirini yazmağa başlamıştı. Bu yüzden büyük bir ihtimalle ne tefsîri görebilmiş, ne de yazıldığından haberi olmuştur. Bu noktayı gözönünde bulundurarak, Semerkandî-Gûrânî tesirleri arasında metot-muhteva yakınlığı olup olmadığını araştırmadık. [447]
Gûrânî'den önce şekil ve muhteva yönünden benzerliği olan tefsirlere yukarıda kısaca temas etmekle, Gûrânî'nin yeni bir metodla tefsîr yazan müellif olmadığını, alışılmış bir geleneği devam ettirerek tefsir ilminin tarihi gelişimi içinde açılan yoldan yürüyen bir müfessir olduğunu göstermeğe çalıştık Bundan sonra da Osmanlılarda tefsir hareketlerini genel olarak özetlemek Gû-rânî'ye kadar yazılan tefsirlerle, Gûrânî'nin bunlar arasındaki yerini tayin etmek, konumuzun daha iyi anlaşılmasına vesile teşkil edecektir. Şurasını üzülerek söyleyelim; gerek Selçuklular, gerek Osmanlılar zamanında Türklerin tefsir hareketlerinde, diğer müslüman beldelere kıyasla neler yaptığı, çeşitli türk illerinde yazılan tefsirlerin, tefsîr ilmine metot ve muhteva yönünden katkılarının ne olduğu bugüne kadar araştırılmış, derli-toplu bir halde örneklerle İlmin hizmetine sunulmuş değildir.[448] Bu eksikliğe rağmen, sadece Anadolu sınırları içinde kalmak şartıyle Gûrânî'ye kadar tefsire dair eser yazanları kısaca tanıtmakta faydalar vardır.
Bu konuya girmeden önce önemli saydığımız şu noktayı da açıklamayı yerinde buluyoruz. Bize göre; tefsîr tarihinde mevcut yüzlerce eser arasında metot ve muhteva yönünden zirve noktasını teşkil eden, tasavvufî tefsirler hariç üç kıymetli müfessir vardır. Bunlar; Taberî, Zemahşeri ve Fahruddîn Râzî'dir.Kanaa-tımızca tefsirde bir çığır açan, yeni tefsîr ekolü ortaya koyan bu müfessirlerdir. Böyle bir görüş ileri sürerken bu üç müfessirin müstakil olarak hareket ettiklerini, önceki fikir hareketleri ve müelliflerden ayrıldıkları iddiasında değiliz. Şüphesiz her üçünü de hazırlayan köklü bir mazi, sağlam bir kültür hazinesi mevcuttu, zaten böyle bir hareket olmasaydı bunlar anladığımız mânâda ortaya çıkamazdı. Bu üç müfessir kendilerinden Önce aldıklarını kompoze ederek öyle bir metot ve muhteva geliştirmişler ki meydana getirdikleri eserler, sahalarında asırlar boyu tek kalmış, kendilerinden sonra yazılanlar onlara müracaat etmeden bu sahada kalem oynatmağacesarel edememişler, etseler bile benliklerini bunlara bağlı tutmak şartıyla ancak tamamlayıcı, bütünleştirici olmuşlardır.
Menşe itibariyle düşünülürse, tefsir ilminin muazzam eserleri islâm kültürü almış Arap olmayan kafalarca geliştirilmiştir. Taberî bir yana bırakılırsa, Zemahşerî ve Râzî bu görüşümüzün bütününe giren mümtaz sunalardır. Gerçi her iki müfessirin tefsirleri bazı yönlerden tenkide uğramışsa da, bu yönleriyle bile kendilerinden sonrakilere yeni ufuklar, düşünme ve araştırma zeminleri ya ratılmasına vesîle olmuşlar, tefsîrde nakilci zihniyetin yanında düşünücü, bulucu zihniyetin gelişmesine imkân sağlamışlardır.
Gûrânî de dahil Osmanlılarda tefsîr hareketlerim değerlendirirken, bu görüş dahilinde hareket edecek, bu ekoller dışında kalan veya kısmen de olsa tatbik edenleri, belirtmeğe çalışacağız. Bu suretle Osmanlılarda gelişen tefsir hareketleri kendiliğinden ortaya çıkacak, müfessirierin temayülü ve ağırlık verdikleri tefsirler görülmüş olacaktır.
Osmanlılarda ilk medrese Orhan Bey zamanında, İznik'in fethinden bir ne sonra 731/1331 senesinde aynı şehirde açılmıştır. Medresenin müderrisliğine ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Kâhir'ye giderek tefsîr, hadîsle birlikte usûl dersleri okuyan, dönüşünde Konya'da Kâşânî'den (Ö.730/1330) tasavvuf dersleri alan Dâvud Kayseri (ö.751/1351) getirilmiştir.[449] Bilâhere Rursa'dan gene Orhan Bey zamanında açılan medresede olsun , [450]tefsîr hadîs gibi derslerin okutulması mümkün olduğu halde, kaynaklarda bunu teyit edecek bilgiye rastlamıyoruz. I. Murad ve Yıldırım Bayezid zamanlarında Bursa'da açılan Kaplıca ve Yıldırım medreseleri, İznik medresesinden sonra bazı değişikliklerle Osmanlı ilim hayatını canlı tutmuşlardır. Bu iki medresenin ilk zamanları hakkında yeterli bilgi yoktur.
Başlangıçtan itibaren uzun zaman, medreselerdeki müderrisler umumiyetle Anadolu dışında ihtisaslarını tamamladıklarından, müstakil bir osmanlı kültürü gelişememiş, zamanın ilmî cereyanlarının tesirinde kalmışlardır. Zaten Osmanlıların tarih sahnesine çıkışlarına kadar, yukarıda izah ettiğimiz gibi, tefsir hareketleri ulaşacağı zirveye çoktan erişmiş, şerh ve haşiyeler devri başlamıştı. Devrin insanı, zamanın ilim anlayışı dışına çıkamayacağına göre daha başlangıçtan itibaren bu anlayışla yetişmişler, Osmanlı müfessirleri olarak iki ayrı sahada faaliyette bulunmuşlardır. Bunlar, işârî tefsîr sahasında gelişen sûfî müfes-sirlerle, bu cerayanm dışında kalan müfessirlerdir.
İşârî müfessir diyebileceğimiz ilk Anadolu âlimi, Sadruddîn Konevî'dir (Ö.673/1274). Beydâvînin muasırı olan Konevî, Anadolu'da köklü bir şekilde gelişen İbn Arabî (ö.638/1240) nin tasavvufî-felsefî sisteminin temsilcisidir. Bu cereyan Türkler arasında gelişmesini, Konevî'nin faaliyetleriyle sağlamış, Anadolu'ya tasavvufu aktaran ve yayan, o olmuştur.
Selçukluların son zamanında yaşayan Konevî'nin Î'câzu'l-Beyân adlı, Fâtihâ tefsiri olarak da bilinen tasavvufî bir tefsiri vardır, işârî mahiyet arzettiği için anlaşılması güç bir eserdir. [451]Osmanlı medreselerinin ünlü sıması Molla Fenârî (0.834/1431), Konevî ekolünü sonradan devam ettirmiştir.
Osmanlı ülkesinde (Anadolu'da) Konevî'den ayrı olarak rivâyet-dirâyet tefsir tarikinin, yani ikinci sahanın ilk temsilcisi de Karaman'da müderrislik yapan Cemâluddîn Aksarâî'dir (ö.770/1369). CemâluddûVe aynı zamanda ilk Osmanlı müfessiri denebilirse de, Karaman Beyliğinin Osmanlı topraklan içine dahil olmadığı düşüncesinden hareket edilecek olursa, pek yerinde sayılmaz. Kaynakların verdiği bilgiye göre Cemâluddîn, Fahruddîn Râzî'nin dördüncü neslindendir. [452] Dedesinin tefsiri üzerine ayrı bir eseri yoksa da Zemahşerî'nin Keşşafına haşiyesi vardır. Haşiyenin muhtevası ve değerini bilmiyoruz. Yalnız Kâtib Çelebi, [453] Kutbuddîn muhammed b. Muhammed Tahtanı Râzî'nin (ö.766/1365)Keşşâfhâşiyesine Cemâluddîn Aksarâînin itiraz ettiği, bu itirazlara da Abdulkerîm b. Abdilcebbânn cevap vererek Kutbuddîn'e yapılan tenkitlerin yersiz olduğunu, bunu belirtmek üzere Cemâluddîn'e cevap olarak el-Muhkemât adında bir eser yazdığını kaydeder. Burada İşaret etmek istediğimiz husus, Ce-mâluddîn Aksarâî'nin tenkit zihniyetine sahip olması, nakilcilikle yetinmeyip kabiliyeti nisbetinde aklî Düşünce tarzını eserinde göstermesidir. 'Tefsir tarihinde aklî yolu Zemahşerî ve Râzî temsil ettiklerine göre, Anadolu ulemâsından olan Cemâluddîn bu iki müfessirin tefsirdeki tutumlarını benimsemiş, büyük bir ihtimalle, osmanh medreselerine eserleriyle birlikte düşünce sistemlerini de yerleştirme gayretini gösteren ilk müfessir olmuştur. Tzunçarşılı, osmanh medrese teşkilatında Razı ekolünün büyük rolü olduğunu söylerken bunun Molla Fenârî ile başladığını belirtirse de [454]biz, Râzî soyundan geldiğini kaynaklardan öğrendiğimiz Cemâluddîn ile başlayabileceğine inanıyoruz. Hatta Cemâluddîn yardımıyle Keşşafa haşiye yazanlardan olması hasabiyle-Zemahşerî, osmanh medreselerine girmiş, belki de haşiyesini tedrisi esnasında tamamladı ise Karaman medresesinde bile Keşşafı okutmuştur.
Osmanh medreselerine Zemahşerî ve Beydâvî'nin intikâlini sağlayan, kana-tjmızca, Cemâluddîn'den sonra Teftâzânî (ö.793/1391) ile muasırı Seyyid Şerif Cürcânî (ö.816/1413) dir. Teftâzânî'nin Osmanlı ülkesine gelerek ulemâ ile temas ettiği, bu tarihten sonra eserlerinin Osmanlılarda pek rağbet gördüğü bilinmektedir. Ayrıca Keşşaf haşiyesi de Osmanlılar nezdinde o derece itibar görmüştür. [455]Seyyid Şerif de Cemâluddîn Aksarâî'nin methini duyarak Karaman'a gelmiş, şehre girdiğinde cenazesiyle karşılaştığından sohbetine mülâki olamamış, fakat talebesi Molla Fenârî ile tanışarak beraberce Mısır'a dönmüşlerdir. Bunun da, Keşşaf üzerine Bakara süresinin 26. âyetine kadar gelen bir hâşi-hâşiyesiyle, Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîl'ine ta'likası vardır, her ikisi de osmanh ulem'asmca makbul addedilmiştir. [456]
Osmanlı müfessirleri arasında haşiye tarzında eser yazanlardan kurtulup ilk müstakil tefsîr vücuda getiren, Şihâbuddîn Ahmed b. Mahmûd Sivâsî'dir. (ö.803/1401). Aslen sivaslı ise de olgunluk çağında şeyhi Muhammed Halîfe ile beraber Ayasluğ'a (Aydın) gitmiş, orada ikâmet ederek vefatına kadar buradan ayrılmamıştır. Sivâsînin, Tefsîrû'ş-Şeyh adiyle bilinen 'Uyûnu't-Tefâsîr li'l-Fudâlâ'i's-Semâsîr adında bir tefsiri vardır. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Sivâsî, eserini kendinden önceki tefsirlerden istifade ile yazmış, gaye olarak kolaylığı, selîs müfîd ve muhtasar bir tefsîr özelliğini gözönünde tutmuştur. Eser üzerinde bir çalışma mevcut olmadığı için mahiyeti ve diğeri bilinmemektedir. Kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. [457]
Yalnız eserin Rûhu'I-Beyân sahibi İsmail Hakkı Bursavî'nin (ö.1137/1725) kaynaklan arasında yer almış olduğunu biliyoruz. [458]
Çeşitli kaynaklardan istifade ile de yazılsa haşiye tarzından kurtulup Os-anlılar arasında ilk tefsir sahibi olması yönünden Sivâsî'nin iyice bilinmesi
kir Tefsîrinin önemi, bu geçişi sağlaması ile metot ve muhtevadaki başa-nsımn ölçülmesiyle ortaya çıkacaktır.
Muhtevası, metodu ve kaynaklan hakkında bilgimiz olmayan tefsirler arasında, aslen Konyalı olup Aydın'a yerleştiği için Aydınî Hacı Paşa diye bilinen MecnieVl-Envâr fî Cemî'ı'l-Esrâr adlı tefsirin sahibi Celâluddîn Hıdır b. Hoca Ali (ö.820/1417) vardır. Kâtib Çelebi tefsiri, birkaç ciltlik büyük bir tefsîr olarak tanıttığına bakılırsa, [459]geniş ve zengin bilgiler ihtiva ettiği anlaşılmaktadır. Müfessirin aynı zamanda kelâm ve tıp sahasında eserleri olduğu da düşünülürse, [460] tefsirinin muhakkak tetkike değer özellikleri olacağı anlaşılır.
Osmanlı ulemâsı [461]içinde aklî ve naklî ilimlerde büyük şöhrete sahipr Molla Fenârî (ö.834/1431) Bursa medreselerinin müderrisi olduğu kadar, Osmanlıların da ilk şeyhülislâmıdır. Tahsil ve tedris hayatının bir kısmım Anadolu dışında tamamlamış, İbn Hacer (ö.852/1448) ve Muhyiddîn Kâfiyeci (ö.879/1474) gibi ünü İslâm âlemine yayılan âlimlere icazet vermiştir. Zahirî ilimferdeki kabiliyeti kadar tasavvuf sahasındaki üstünlüğü kabul edilmiş, önceden de bahsettiğimiz gibi Sadruddîn Konevî ekolünün müdafii olmuştur. Üstadının tesirinde kalarak bir Fatiha tefsiri yazmış, adını 'Aynu'l-A'yân koymuştur. Eserin özelliği; Keşşaf, Beydâvî ve Râzî tefsirlerinden istifade etmesi, Osmanlıların temel tefsir kaynağı olan bu üç eserin, medreselerde devamına yardımcı olmasıdır.
'Aynu'l-A'yân'ın bir diğer özelliği tasavvufî-felsefî cereyanı Konevî'nin etkisiyle devam ettirmesidir. [462]
'Aynu'l-A'yân kısmî bir tefsîr de olsa, kaynakları yönünden osmanh tefsir ekolünün devamına hizmet etmiş, ilim çevrelerinde şerh ve haşiye şeklinde gelişen tefsir akımının dışında kalabilmiştir.
Konya'nın Karaman (Lârende) ilçesinde vefat edenAlâuddînSemerkandî-den (ö.860/1456) yukarıda bir nebze bahsetmiştik. Ö. Nasuhi Bİlmen'in: "...birçok tefsir kitaplarından İntihâb edilen ve müellifi tarafından da ilâve olu nan pek faideli malumatı camidir. Bu tefsir, mütalaa erbabını birçok tefsirlerden müstağnî kılacak tarzda yazılmıştır. Ayetler, kelimeler güzelce tahlil ve tavzih edilmiş, tefsir vecihleri gösterilmiş, bilhassa belagat cihetine pek İtina olunmuş, arasıra pek güzel mutasavvifâne şeyler de bildirilmiştir[463] dediğine bakılırsa, eser tamamlanamadan Mücâdele sûresinde kalmasına rağmen dört ciltlik bir hacimde olması, tefsirin şeklen de olsa değerini ortaya koymaktadır. Kaynaklan ve tefsir metodu yönünden incelenmesi, üzerinde durduğumuz devreye ışık tutacaktır. Sadece hacmi üzerinde düşünerek bir değerlendirme yapılırsa, Osmanlılarda bir asırdan fazla zaman içinde böyle bir tefsire tesadüf edilemez. Bu tarzdaki tefsiri Semerkandî'den sonra, ancak Ebussuud Efendi 'İrşâdu
Akh's-Selîm'i ile vermiştir.
Osmanlı müfessirleri içinde Gürânî'ye kadar Bahru'l-'Ulûm ayarında, çeşitli tefsir vecihlerine temas eden eserler yazılmamış, Fatiha ve Bakara sûrelerinde kalan telif ve şerhler kaleme alınmıştır. Bu eserler sıra ile şunlardır.
Multekâ'l-Bahreyn adlı 142 vrk.lık Besmele ve Fatiha sûresini, farsça arap. çakarışımı bir dille telif eden Musannifek (ö.875/1470) kendi hattı olan nüs hasını Fâtih'e takdim etmiştir.[464] Mukaddimesinde farsça olarak usûl-i tefsir hakkında bilgi verir. Fahruddîn Râzî soyundan geldiği söylenen Musannifek[465] küçük eserinde Râzî'ninkine benzer bir metot takip etmiş, âyetleri çeşitli bahislere ayırarak genişçe tefsirlerini vermiştir. Müellifin ayrıca bir Keşşaf haşiyesi vardır.
Seyid Ahmed Kırîmî (ö.879/1474) Fatîh devri ulemâsındandır. [466] Beydâvî tefsirine Mışbâhu't-Ta'dîl ft Keşfi Envâri't-Tenzîl adlı bir haşiyesi vardır. Fâtih zamanında açılan Salın medreselerinde Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl resmen okutulmakta olduğundan, tedrîsle meşgul olan herkes günün modası olan haşiye telifine koyulmuş, bazı Keşşaf haşiyeleri de dahil olmak üzere bizzat Keşşaftan da istifade ederek Beydâvî haşiyeleri yazılmıştır. Kırimî'nin haşiyesi de bu cümledendir.
Aynı yolu takip eden Molla Husrev'in (ö.885/1480) Envâru't-Tenzîl üzerine Bakara 126. âyette sonra eren bir haşiyesi vardır. [467] Konumuz olan Ğâye-tu'1-Emânî adlı tefsîre, müellifinin sağlığında, büyük bir ihtimalle Molla Husrev, isim tasrih etmeden, kısmî tenkitlerde bulunmuştur. Bu konuyu ilerde genişçe ele alacağız. Kaynakların en mükemmel haşiye diye tanıttıkları[468] bu şerhin telif tarihini, nüshalar üzerinde yaptığımız araştırmaya rağmen bulamadık. Kanaatımızca Molla Husrev, özenerek başladığı fakat tamamlaya-madan Bakara sûresinin yarısında bıraktığı bu eserini, Gâyetu'l-Emânî'nin Fâtih'e takdiminden, tahminen ulemâ arasında adından sözedilmeğe başlamasından sonra başlamıştır. Molla Husrev adıgeçen haşiyesini büyük ölçüde Keşşaftan istifade etmek suretiyle yazmıştır. Gûrânî gibi, Keşşaf ve Envâru't-Tenzîli bilhassa zayıf hadîsler yönünden delillerle tenkit etmiştir ki bu noktada Gûrânî'-nin tenkit metodundan örnek almıştır denilebilir.
Molla Husrev'in tamamlayamadığı haşiye tarzında, Ahmed Gûrânî'nin sağlığında İbn Temcîd adiyle şöhret bulan Muslihuddîn Mustafa b. İbrahim (ö.890/1485) de üç ciltlik muazzam bir haşiye yazmış, kaynak olarak Teftâzâ-nî'nin Keşşaf haşiyesini, Keşşafı ve diğer muteber eserleri seçmek suretiyle En-vâru't-Tenzîl'i baştan sona şerhetmiştir, eseri neşredilmiştir.
Buraya kadar verdiğimiz genel bilgilerle başlangıçtan itibaren hem tefsir ilminin doğuşu ve gelişimini, hem de Gûrânî'den önce yazılmış bazı tefsirlerde metot ve muhteva benzerlikleri olanlarla, Osmanlılardaki tefsir faaliyetlerini genel hatlarıyle Özetledik. Gayemiz; Gürânî'yi müfessir olarak tefsir tarihi ve Osmanlılardaki yerini, tefsirinin tetkikine geçmeden önce bazı ana hatlarıyle belirtmekti .Verdiğimiz bilgilerden de anlaşılacağı üzere, müfessirimiz selefin tefsir metodundan ayrılmamış, pek çok müfessirler gibi geleneğe bağlı kalarak rivayet ve dirayet tefsir esaslarının çoğuna uymuş, yaşadığı devirde şöhrete ulaşmış iki tefsiri ana kaynak seçmesine karşılık nakilci zihniyetten uzaklaşmasını bilmiş, ilmî şahsiyetini yaptığı tercih ve tenkitleriyle pekçok müfessirden farklı olarak göstermiştir. Bilhassa tefsirsahasında görülen haşiye ve şerh müellifliğini bir kenara bırakmış, onların da istifade ettiği kaynaklara itimat etmek suretiyle Kurân'ı baştan sona tefsir eden müfessirler arasında yerini almıştır. Devrinde hâkim olan tasavvuf! yaşayışın dışında kalsa bile, Beydâvî'den gelen bir a-lışkanlıkia işârî tefsir tarzını cüz'î de olsa muasırlarının etkisiyle devam ettirmiştir. [469]
Ahmed Gûrânî tstanbul fethine iştirak edip bir müddet kadıaskerlik görevini ifa ettikten sonra, Fâtih ve çevresinin yeni siyaseti icabı İstanbul'dan uzaklaştırılmış, Bursa'ya ecdadının evkafını tanzim bahanesiyle gönderilmişti. Bu hareket aslında Gûrânî'ye saray tarafından oynanan oyunun başlangıcıydı. Nihayet gerçek çok geçmeden su yüzüne çıkmış, bir müddet sonra Bursa'yı da terkederek Haleb ve Şam üzerinden Kudüs'e gidip yerleşmişti. 860/1456 senesi sonlarında Mescid-i Aksâ'da iken Gâyetu'l-Emânî adını verdiği tefsirini yazmağa başlamış, iki seneye yakın burada kaldıktan sonra tekrar Anadolu'ya! dönüp gene Bursa'da kadıaskerlik vazifesiyle devlet hizmetine girmişti.
Tefsîrini yazmağa karar vermesinde birinci derecede rolü olan gerçek sebebleri bilemiyoruz. Çünkü ne kendisinden, ne de eser üzerinde her hangi bir çalışma olmadığından bilgi edinemedik. Gerçi her müfessir her şeyden önce, Allah kelâmı olan Kur'ân'a hizmetin sevapyöminden üstünlüğünü,âhirette kendisine bir "necat" kapısı olmasını düşünerek yazmağa başladığım söylerse de, bunu hemen takip eden diğer hârici sebeblerin karar vermede büyük rolü olduğu inkar edilemez. Bu bakımdan, Gûrânî Bursa'dan ayrılırken tefsir yazma arzusu taşıyor muydu?Yoksa Haleb ve Şam'dan geçerken temas ettiği kimselerden bir
teklif almış veya teşvik mi görmüştü?. Bu iiki sorunun cevabı, bu konuda gerekli olan bilgi yetersizliğinden- kesin olarak verilemez. Fakal şu kadar varki; ikincinin zayıf olma ihtimâline karşılık, birincinin doğru olacağı düşünülebilir.
Tefsir gibi zengin ve çeşitli konuları ihtiva eden bir eser yazma arzusunda olan müellif, karar verdiği anda hemen redaksiyona geçemez. Önceden bir araştırma safhasına, yazacağı eserde kullanacağı malzemeyi büyük ölçüde toplama süresine ihtiyacı vardır. Kendisinden bu konuda en ufak bilgiye sahip olmasak bile, tahminen müfessirimiz bu safhayı önceden tamamlamış, çeşitli tefsirlerin mütâlâasını bitirmiş, topladığı malzeme iile bir eser yazma cesaretini gösterecek bilgileri elde etmiş olmalıdır. Şayet tahminimizde yanılmıyorsak, Bursa'dan ayrılırken topladığı bu malzeme ile birlikte tefsirinde kullanacağı ana kaynaklan daberaberinde götürmüştür. Yoksa bu şartlan yerine getirmeden tefsirini yazmağa başlaması imkânsızdır. Şu halde; Ğâyetu'l-Emânî'nin tasarı safhası ya talebeliğinde bazı tefsirleri okurken ortaya çıkmış, ya da sonradan duyduğu bazı zaruretlerle zihninde gelişmiştir.
Gerçek olan şudur ki; Kudüs'e geldiğinde tefsirini yazmak için bütün şartlar hazırdı, bu bahiste inceleyeceğimiz kaynaklan, çalışma odasındaki rahleler üzerinde dizili, âyetlerde işleyeceği mevzular topladığı notlarında belli ölçüde mevcuttu.
Tefsirini yazmağa başlayan müfessirimiz kaynaklarını kullanırken üç ayrı usûl takip etmiştir. Bir kısmını tamamen eserin metni içinde vermiş, bir kısmını kenar haşiyelerinde zikretmiş, belli bir kısmını da "kîle" veya diğer anonim lafızlarla istifade ettiği eser veya müellifin adını hiç kullanmamıştır. Birinci ve üçüncü şıklar müfessirlerin umumiyetle takip etlikleri klasik bir anlayışın devamı olduğu halde, ikinci şık hemen hemen çok nâdir görülen bir usûldür denilebilir.
Ğayetu'l-Emânî şimdiye kadar yazma nüshalar halinde kalmıştır. Devrine ait çeşitli tefsirler ve haşiyeler basıldığı halde, eserin kıymeti takdir edilemediğinden olacak, neşrine hiçteşebbüsedilmemiştir. Günümüzde mevcut nüshalar arasında orijinal nüshanın varlığı henüz bilinmemekte ise de, orijinal nüsha kadar kıymetli, müellifin baştan sona gözden geçirip tashih ettiği kenarlarına haşiyeler koyduğu, sonunda ketebe kaydı bulunan nüsha elimizdedir.[470] İşte bu nüshanın kenarlarında, bizzat Gûrânî'nin kalemiyle yazılmış, metin içinde mevcut olmayan kaynak isimleri bulunmaktadır. Tahminimize göre orijinal nüsha da aynı şekilde tertip edilmişti, çünkü bazı nüshaların kenarlarında aynı bilgileri bulmak mümkündür. Çalışmamıza esas nüsha olarak seçtiğimiz tefsir metni, müstensih tarafından Gûrânî'ye takdim edildiğinde, gerekli tashihleri ve ilâveleri büyük bir ihtimalle, elindeki esas nüshadan hareketle yapmıştır.
Bu ilâve notlar sayesinde, Ğâyetu'l-Emânî'nin kaynaklarını büyük ölçüde tesbît kolaylığına kavuştuk. Hangi tefsirlere daha çok ağırlık verdiğini, tefsire yardımcı diğer ilimlerde kaynaklarının neler olduğunu bunlar sayesinde ortaya çıkarabildik. Bundan dolayı denilebilir ki Gûrânî, kaynaklarının büyük kısmını isim vermek suretiyle belirtmiş, bir kısmını tefsirinin metninde zikretmese bile, takip ettiği şahsî metoduna uyarak istifade ettiği kaynaklarını metindeki cümlelerin karşısına koymak suretiyle naklettiği sözün sahibini açıklamıştır. Bu yüzden -tamamiyle olmasa bile- metinde geçen "kîle" veya diğer ifadeleriyle hangi eserden istifade ettiği ortaya çıkmıştır. Ancak çoğu müstensihler esas nüshadan hareket etmedikleri için Ğâyetu'l-Emânî metinlerinin bir kısmı bu ilâvelerden yoksun, yalın metin halinde günümüze intikal etmiştir.
Verdiğimiz bu bilgilere paralel olarak kaynaklarını; metin içinde ve haşiye olarak metin kenarında zikretmesi bakımından ikiye ayırabiliriz. [471]
Hadîs: Yukarıda zikredilen bütün hadis mecmuaları, nakledilen hadîsin kaynağı verilmediği zaman kenar haşiyede geçmektedir. Burada aynı isimlerin tekrarına lüzum görmedik.
Tefsirden 13, hadîsten 11, fıkıhtan 1, sarf-nahiv veluğattan 1 l,kıraattan 2, maânî-beyândan 1, tasavvufî tefsirden 2 eser olmak üzere Gâyetu'l-Emânî'nin kaynakları 41 eserden meydana gelmiştir.
Eserleri böyle bir sınıflamaya tâbi tuttuktan sonra, bunlardan nasıl ve ne şekilde istafede ettiğini, sadece müellif ve eserinin tam adım belirtmek, suretiyle çalışmamıza temel teşkil eden iki nüshanın varak numaraları ile göstermeğe çalı-şalım.Kaynakİarı arasında en fazla yeri tefsirler teşkil ettiği için önce bunları ele alalım.
Ğayetu'l-Emânî'de, sahabe ve tâbiûn devri müfesshieri arasında şöhret bulan İbn Abbâs (ö.68/687), İbn Mes'ûd (ö.32/653), Ali b. Ebî Tâlib (ö.40/660), Saîd b. Cubeyr (ö.95/714), Mucâhid (ö.104/722), Ikrime (ö. 104/722), Katâde (ö. 117/735), Suddî (ö. 127/744), Kelbî (ö. 146/763) v.s gibi müfessirlerin adı geçmekte ise de, bunlardan yaptığı nakilleri kaynaklarından aktardığı inancında olduğumuzdan, isimlerini vermediğimiz bu ve diğer kaynaklan sıralamamıza katmadık.
Müfessirin vefat tarihi ile eserin önemini dikkate almadan Ğayetu'l-Emânî'de Gûrânî'nin en çok nakilde bulunduğu kaynaklan sıra ile gözden geçirelim, bunlardan ne şekilde faydalandığım, kullandığı nakil terimleriyle birlikte göstermeğe çalışalım. [472]
Zemahşerî, Ebûl-Kâsım Mahmud b. muhammed b. Ömer (ö. 538/1143)' el-Keşşâf an Hakâ'iki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl Gûrânî'nin istifade ettiği tefsirlerin başında Zernahşerî'nin Keşşafı gelir. Eserde mevcut her konuya müracaatı esas alan Ğâyetu'l-Emânî, sadece mûtezîlî görüşleriyle hadîs rivayetindeki tutumundan ayrılır, teferruata girmeden muhtasar bir şekilde nakilde bulunur. Zemahşerî'nin "fe'in kulte-kultu" tabirini, Beydâvî ve Nesefî'ye kıyasla daha çok kullanır.
Gûrânî'nin bu tefsirden istifadesi üç ana esasa dayanır.
1- İsim vermek suretiyle yaptığı nakiller.[473]
Gûrânî bu tarz nakilde Keşşaf ismini daima kenar haşiyesinde verir. Tefsîr metni içinde sadece bir yerde Keşşaf adını kullanır, [474] bu istisna dışında bütün na-killerindeki kaynak adını o cümlenin hizasına koyduğu haşiyede zikreder. Bu notlarda müellifin adından hiç söz etmez, şu belli tâbirleri devamlı tekrar eder: Kâ'iIu-hû'1-Keşşâf (A vrk,10b), Vaka'a fî'1-Keşşâf (A vrk. 13b), Zekera-hû fî'I-Keşşâf (A vrk.88b, 137b), Kale fî'1-Keşşâf (A vrk. 134b), Zehebe'ileyhi sâhibu'l-Keşşâf(Avrk.97a).
2- Keşşaftan bir cümleyi kısaca naklederek tenkit gayesiyle kullandığı tâbirler.
Bu tarzdaki nakilleriyle, tenkitsiz nakilleri kıyaslanacak olursa birincilerin tefsirinde daha çok yer işgal ettiği görülür. Bu noktadan hareketle düşünülünce, büyük ölçüde tenkid hedefiyle Keşşafı kaynaklan arasına aldığı akla gelir. Tenkitlerini tefsîr metninde asla belirtmez, kenar haşiyelerinde haber verir. Bu tabirler şunlardır: yeruddu 'alâ'l-Keşşâf (A vrk.26b, 30a, 42b, 72a), raddun alâ'I-. Keşşaf (A vrk. 12a) fî-hî raddun 'alâ'l-Keşşâf (A vrk. 302a).
3- Metin içinde ve dışında Keşşaf adını anmadan yaptığı nakiller.
Bu usûlü Beydâvî tefsirinde fazlasiyle görmek mümkündür. Tahminen Gûrânî de aynı yolu takip etmiş, Keşşaftan aldığı cümleleri bazen kendi ifadesiymiş gibi eserine geçirmiştir. İki tefsîr birlikte okununca Gûrânî'nin Keşşaftan aldığı cümleler hemen ortaya çıkar. Fakat bu tarz nakillerin işgal ettiği yeri kesinlikle söylemek imkânsızdır. Kanaatımızca bunlar, isim zikrederek verdiği nakillerle, eşit gibidir.
Bir örnek olmak üzere Gâyetu'1-Emânî ve Keşşaftan aldığımız cümleleri aynen verelim.
1- Gûrânî, Bakara sûresi 20. âyetini tefsîr ederken, kaynak zikretmeden Keşşaftan şu şekilde istifade eder. [475]
Keşşafın cümlesi ise aynen şöyledir.[476]
Bu cümleyi kısmen Beydâvî de almıştır. [477] Nesefî ise Gürânî gibi Keşşaf adını anmadan, Gûrânî'den daha geniş olarak aynı cümleleri nakletmiştir. [478]
2- Gene Bakara sûresi 143. âyetinde aşağıdaki ibareyi, Keşşaftan aldığını belirtmeden metni içinde nakleder. [479]
Gûrânî'nin ufak değişikliklerle aldığı metin biraz farklı olsa bile bunun mânâ yönünden önemli görülür. Zemahşerî'nin ibaresi aynen şöyledir. [480]
Beydâvî, Zemahşerî metninden ile benzer cümleler nakleder. [481] Nesefî de büyük benzerliklerle Zemahşerî'den aynı şekilde cümleler alır. [482]
Envâru't-Tenzîl ve 'Esrâru't-Te'vîl
Gûrânî'nin Keşşaf gibi diğer ana kaynağını, Envâru't-Tenzîl teşkil eder. Bu müfessirlerin, bilhassa Osmanlıların kuruluşundan itibaren medrese-fS " de en fazla okutulan temel kaynaklarından biridir. Bu yüzden Osmanlı I mâsı içinde, müfessirimizin muasırları arasında, pek çok itibar gören bir tefsirdir.
Gûrânî, Keşşaf için söylediğimiz hususlarda olduğu gibi, Envâru't-TenzîP-d n yaptığı nakillerde de aynı tefsîr vecihlerinden istifade etmiş, veya şekil ve muhteva yönünden Beydâvî'yi kendine rehber seçmiştir. Bunun en bariz örneği, âyetleri tefsîr ederken, bir âyeti birkaç cümleciğe bölüşünde görülür. Beydâvî'-nin bu taksimi ile Gûrânî'ninkiler karşılaştırılınca aradaki benzerlik, bazı küçük farklarla da olsa hemen göze çarpar. Beydâvî, âyetleri tefsîr ederken ağırlık noktasını genellikle nahvî tahliller, mânâ ve kıraat şekilleri üzerinde toplamıştır. Gûrânî'nin de tefsîr anlaylışı genel hatlarıyle düşünülecek olursa, Beydâvî1 den farklıdır denilemez. Farklılık; Beydâvî kadar Zemahşerî'ye fazla uymaması, mûtezilî görüşlerin reddİnde birleştikleri halde, hadîs nakillerinde ve çoğu zaman nahvî tahlillerde hem Zemahşerî, hem de Beydâvî'den ayrılmasındadır. Bu arada en mühim husus, Envâru't-TenzîFi de doğrudan nakil kaynağı değil, yerinde görmediği ifadelerini düzeltme yönünden tenkidine de önem vermesidir. Bir diğer farklılık; Beydâvî kaynaklarını ender zikrettiği halde, Gûrânî'nin bunları kendine has metoduyla daha çok zikretmesidir. [484]
Gûrânî'nin Beydâvî'den istifadesi, aynen Zemahşerî'de olduğu gibi, üç ana esasta toplanabilir. [485]
Bunlar, hemen hemen her sahifede görülmesi mümkün olan nakillerdir. Keşşaf adını tefsir metninde bir kere söylemesine karşılık, Envâru't-Tenzîl'i meiin içinde asla zikretmemiştir. Tefsiri baştan sona okunduğunda ne eserin, ne de müellifinin adını görmek imkânsızdır. Beydâvî'den istifade ettiği cümlelerin varlığı, ancak kenar haşiyelerinde, aldığı cümlenin hizasına koyduğu ibarelerden anlaşılır. Tefsîrin bütününde bir kere Beydâvî adını verir (A vrk. 37 ), Envâru't-Tenzîl adını hiç zikretmez, beydâv'ı'nin müfessirjer arasında meşhur adı el-Kâdî olduğundan, Gûrânî metin kenarlarına koyduğu kısa cümlelerde devamlı şu tabirleri kullanır.
Kâ ilu-hû'1-Kâdi (A
vrk. 12a, 12b, 13b, 19a, 22b, 23b, 24a, 24b) cevveze'1-Kâdî (A vrk. 42b),
kelâmu-hû ma'a'
Kâdî (A vrk. 16a, 297a, 323b, 346a, 351b). Metin içindeki nakillerinde, diğer kaynaklarında olduğu gibi ile istifade eder.
Bu guruba örnek olarak şu cümlelerini gösterebiliriz. ile nakilde bulunur. Cümlenin hizasına ibaresini koyar. Gûrâ nın tenkitli cümlesi avnpn
Beydâvî metnindeki cümle ise şöyledir.
Gûrânî, Bakara sûresinin 15. âyetindeki cümlesinin tefsirinde Beydâvî'den demek suretiyle şu cümleyi alırJ.
İstifade ettiği iki ayrı cümle Beydâvî'de aynen şöyledir4.
Bu misaller gösteriyor ki, Gûrânî kaynaklarından nakilde bulunurken' cümlelerini aynen veya kısmen değiştirerek almakta, ifade ettikleri mânâyı kaybettirmeden nakletmektedir. [486]
Yukarıdaki misallerde görüldüğü gibi, Gürânî Beydâvî'nin cümlelerinden ederken, her nakilde yerine göre bir tenkit gayesi güttüğü intibaını uyandırır.
Metin kenarlarında görülen: yeruddu 'ala'1-Kâdî (A vrk. 15a, 16a, 18b), fiihi raddun 'alâ'1-Kâdî (A vrk. 24b), raddun 'alâ'l-Keşşâf ve'1-Kâdî (A vrk.veya ruddun 'alâ'1-Kâdî (A vrk. 21a) gibi tabirleriyle Beydâvî'nin sözlerini
ddederek tenkit etmektedir. Bu noktadan düşünülecek olursa Gâyetu'l-Emânî Kessâf kadar Envâru't-Tenzîl'i de tenkil gayesiyle kaynakları arasına almış, doğrudan nak-il yerine, müfessirinin kabiliyetini gösteren bir düşünce mahsulü alarak ortaya çıkmıştır. Hemen hemen her sahifede görülecek tenkitlerinden misalleri, ilende rivayet de dirayet tefsirinin bölümleri içinde ele alacağız. [487]
Gûrânî, Zemahşerî için söylediğimiz metodunu Beydâvî'ye de uygular, ne metin içinde ne de metin kenarında eser ismi vermeden nakillerde bulunur, şerekirse bu nakle görüşünü de ilâve ederek tenkit eder. Müfessİrin seçtiği bu üçüncü yol, bizzat Beydâvî'nin fazlasıyle uyguladığı yoldur. Tefsîri okunduğunda kaynaklarını bulmanın, ileri sürdüğü bir fikrin kendisine ait olup olmadığını öğrenmenin güçlüğü hemen ortaya çıkar. Gûrânî de nakillerinin bir kısmını
"Kîle" veya "men kale" gibi ifadelerle, yahut da böyle bir ifade kullanma lüzumu duymadan yapar. Pek çok müfessirin takip ettiği bir yol olmasına rağmen, dikkatli okuyucular için kolayca çözülecek, sözün kime ait olduğunu rahatça tesbit edilecek nitelikte değildir.
Yukardaki iki nakil şekline kıyasla bu üçüncünün, tefsirinde fazla yer işgal ettiği söylenemez. Fakat gerçek oranı bulmak, iki tefsîrin mukayesesiyle olacağından, bu konuda kesin bir ifade kullanmak imkânsızdır.
Bu tarz nakillerinden birkaç misal verelim.
1- Bakara sûresinin 38 ve 39. âyetlerinde Gûrânî, Beydâvî'nin eserinden istifade ederken, aynı zamanda verdiği tefsir, şeklini kabul etmediğini de ortaya koyar, aynen şu cümleyi kullanır.[488]
Aynı âyette Beydâvî'nin ibaresi ise şöyledir. [489]
2- Gene aynı âyette Gûrânî Beydâvî'den "kîle" ile şu cümleyi nakleder.[490]
Beydâvî'nin cümlesi ise aynen şöyledir . [491]
3- Bakara 39. âyetin tefsirine başlangıç cümlesini, kısaca Beydâvî'den alır, ne metinde ne de kenar haşiyesinde bunu açıklamaz. [492]
Beydâvî'deki kısa cümle ise şöyledir.[493]
Fmûhu'1-Ğayb fî'1-Keşfi'an Kınâ'ir-Rayb Keşşafın en muteber hâşiyelerindendir, mûtezilî görüşlerini en ince dikkat-vıklarnış, anlaşılmasına açıklık getiren ibarelerleKeşşâf'a ayrı bir kolaylık getirmiştir- Altı cilt halinde basılmıştır.
Gûrânî'nin, Zemahşerî
ve Beydâvî'den yaptığı nakillere kıyasla çok cüz'i de olsa, kenar
haşiyelerinden yaptığımız tesbitlere göre, üçüncü derecede istifa-H ettiSi
kaynağı Futûhu'l-öayb'dır. Tefsir metni içinde müellifin adını ve eserini
görmek imkânsızdır, varlığı ancak kenar haşiyelerinden anlaşılmaktadır.
Müellifin meşhur adı Tîbî, tefsirinin ki ise el-Keşf'dir. Gûrânî verdiği kenar
haşiyelerinden birinde sadece et-Tîbî adını kullanır(bkz.A vrk.l31b)
diğerlerini "sâhıbu'i-Keşf" şeklinde tanıtır. Bu eserden nakilde
bulunurken önceki iki tef-sîrde görüldüğü gibi: kâilu-hû sâhıbu'1-Keşf (A vrk.
22a, 31a, 131a, I63a), kelâmu-hû ma'a sâhıbi'1-Keşf (A vrk. 332a) tabirlerini,
tenkitlerinde ise: yeruddu 'alâ sâhıbi'1-Keşf (A vrk. 123b, 131b) şeklini
kullanmıştır.[495]
Hâşiyetu'l-Keşşâf
Osmanlı ulemâsı arasında çok sevilen, eserleri büyük rağbet gören bir âlimdir. Gûrânî'nin doğumundan 20 sene önce vefat ettiğine bakılırsa, eserlerinin yeni şöhret bulduğu bir sırada, Gûrânî tahsil hayatına devam etmekte idi.
Kaynakların ifadesine göre Teftâzânî eserini Tîbî'nin Futûhu'l-Gayb'ını telhis suretiyle meydana getirmiş, Fetih sûresine (48. sûreye) kadar geldiğinde, ihtiyarlığı dolayısiyle tamamlayamadan vefat etmiştir.
Gûrânî bu eserden yaptığı nakillerin hiçbirini metin içinde belirtmemiştir, önceki müfessirlerde gördüğümüz aynı tâbirleri kullanmak suretiyle nüsha kenarındaki haşiyelerde açıklamıştır. Meselâ; Bakara sûresinin 40. âyetinin cümlesinin sonunda tabiriyle Teftâzânî'den nakilde bulunduğu cümlenin hizasına yazdığı ibaresinden anlaşılmaktadır. Gene Bakara sûresinin 156. âyeti olan cümlesinde şu ibareyi
Misaller, bu belirttiği ibarelerden çoğaltıldıkça demiş olsa bile- hep tenkit için alındığını gösterir. Bunun en bariz misali, gene Bakara sûresinin 212. âyeti olan de bulmak mümkündür. Gûrânî naklini "ve kîle" ile çok kısa yapar, hemen tenkidini belirtir. [496]
mefâtihu'I-Ğayb .[497]
Kaynaklan arasında, isminden sadece tefsir metni dışında bahsetti»; müfessirlerden biri de Râzî'dir. Çeşitli tefsirlerde görüldüğü gibi öâyetu'I-Ema. nî de müfessirin ismi dışında şöhret bulan lakabını kullanır, ne Râzî adını ne de mefâtihu' Ğayb adlı eserini zikreder, kenar haşiyelerinin hepsinde el-İmâm kelimesiyle Fahruddîn Râzî'yi kasdeder.
Gûrânî, tefsirini muhtasar tefsîr şartları arasında tanzîm ettiğinden Mefâtihu'I-Ğayb gibi son derece şümullü bir tefsirden istifadesi özetle olmakta, böyle tefarruatlı bir tefsirden ihtiyaç duyduğu her türlü tefsîr vecihlerinden kısaca veya Özetle nakilde bulunmaktadır.
Kaynaklarını tasrih için tefsirinde kenar haşiyesi olarak verdiği aynı tâbirleri, bu tefsîr için de kullanır. Kâilu-hû'l-'İmâm (A vrk.92b), zekerahû'1-İmâm (A vrk. 165°), yereddu 'alâ'1-İmâm (A vrk. 121a) gibi cümleleriyle nakil ve tenkitlerde bulunur. Râzî tefsirinden istifadesi, önceki tefsîrlerde söylediklerimizden farksızdır. Bunları birkaç misalle belirtelim.
1 - En'âm sûresinin 159. âyetinde kıraatla ilgili bir meseleyi "kâiluhû'l-İmâm' ibaresiyle Gûrânî şöyle nakleder. [498]Fahruddîn Râzî bu âyetin kıraatla ilgili bölümünde aynen şu bilgiyi verir[499]
Gûrânî, Râzî'nin bu görüşünü tenkit ederek, zuhûl olduğunu belirtir. ilgili Tevbe sûresinin 107. alır, Râzî'yi şöyle tenkit eder. [500]
Mefâtİhu'l-Ğayb'm cümlesi ise aynen şöyledirı.[501]
2- Tevhîdle ilgili Enbîyâ sûresinin 22. âyeti olan etinde Gûrânî, bu konudaki sözlerini bitirdikten sonra
bîr ifade kullanır, karşısında "zannedenin" kim olduğunu açıklayarak[502]
Râzî tefsirinde bu âyet ondört şekilde tefsîr edildikten sonra şöyle denilir[503]
Gûrânî'nin tenkidi, tahminen delillerin zikrinde değil, aynı sahifenin altında bulunan Râzî'nin şu cümlesinde olması gerekir.[504]
Câmi'u'l-Beyân fî Tefsîrİ'l-Kur'ân
Taberî, Gûrânî'nin sadece metin içinde ismini zikrettiği kaynaklarından bindir. Bu eserden belli sayıda nakillerde bulunan Gûrânî, Taberî'den sözede-rek daima İbnu Cerîr adını kullanır, tefsîri-i Taberi diye bilinen tefsirinden hiç sözetmez. Metin içindeki cümlelerinde hep: ravâ' İbnu Cerîr, ravâ-hu İbnu Cerîr veya 'an İbni Cerîr tâbirlerini (eki ar eder. Tefsîrinde İbnu Cerir adiyle zikrettiği sadece on nakle rastladık, bunlar B vrk. 27a, 121a, 126a, 139b, 140a, :l62aJ352a,555a,6O3a,61Obdır.
Gûrânî, rivayet senedlerini hazfeden müfessirler arasında bulunduğundan Taberî'den sadece metni alır. Nakilleri genellikle sahabe ve tâbiûn tefsirleriyle ilgili haberlerle, bazı hadîs rivayetlerine dayanmaktadır. Diğer müessirler için-yaptığı tenkitler, Taberî için sözkonusu değildir. Bu tefsirden istifade ettiği bazı cümleler mukayese edildiğinde, naklinin doğru olduğu anlaşılır.
1- Meselâ: Bakara sûresinin 34. âyetinde İblîs'den bahsederken Taberî'den kısa bir nakilde bulunur.[506]
Taberî bu sözü îbn Abbâs'dan rivayet eder, senedini verdikten sonra aynen şöyle der. [507]
2- Nisa sûresinin 86. âyeti olan âvetinin tefsirinde Gûrânî, Taberî'den şu hadîs'i nakleder. [508]
Taberî'de bu metnin son cümleleri biraz farklıdır. Bu farklılık, ya Gûrâ-nî'nin elindeki nüshadan, ya da metni bu şekilde almasından ileri gelmektedir. Taberî'nin metni aynen şöyledir. [509]
Beydâvî bu haberi "li mâ ruviye" lafziyle verir, [510]Nesefî Gûrânî'de mevcut rivayeti tesirinde zikretmez. [511]
3-Gûrânî, Mâide sûresinin 3. âyetini tefsir ederken, âyetin sebeb-i nüzûluna temas eder, şöyle der. [512]
Gûrânî'nin farklı olan son cümlesini göstermek üzere Taberî metnini aynen veriyoruz. [513]
Keşfu'l-Hakâ'ikveŞerhu'd-Dakâ'ik
Metin.dışında ismini verdiği tefsirlerden olan Keşfu'l-Hakâ'ik Gürânî'nin enderkullandığıkaynaklar arasındadır. Nüshamızdaki kenar haşiyelerinde En'-âm sûresinin sonuna kadar olan kısmında müellifin adına rastlayabildik, müteakip sûrelerde Kevâşî'ye ait bir kayıt bulamadık. Zaten bu tefsirden sonraki kaynak isimlen, Ğâyetu'l-Emânî'de çok nâdir geçen talî kaynaklar olacaktır. Gûrânî'nin haber verdiği nakillerin hepsi: zekera-hû fî'1-Kevâşî, raddun 'alâ'I-Kevâşî, yeruddu alâ sâhıbi'l-kevâşî lafızlarını taşımakta, herbirinde Kevâşî'yi tenkit etmektedir.
Meselâ; Bakara sûresinin 143. âyetinde cümlesini tefsir ederken kenar haşiyesinde "zekera-hû fi'1-Kevâşî, metin içinde de "ve kîle" lafzını kullanır, aynen şu cümleyi nakleder.[515]
Bakara sûresiin 190. âyetinde ibaresini tefsir ederken kıtal hakkında ilk nâsil olan âyetlerden olduğuna dair iki rivayet naklederek metin dışında şöyle der . [516]
Medâriku't-tenzîl ve Hakâ'iku't-Te'vîi
Gûrânî'nin hem tefsîr metninde, hem de kenar haşiyelerinde belirttiği bu tefsir, kaynaklan arasında fazla yer işgal etmemektedir. Ğâyetu'l-Emânî metni içinde sadece bir yerde Medâriku't-Tenzîl, [518] metin dışında iki yerde Nesefî adına^ tesadüf ettik, bu tasrihleri dışında her hangi birnakil bulamadık, Esasen Nesefî ve Gûrânî, Zemahşerî ve Beydâvî'nin nâkilleri olduğundan Medâriku't-TenzîPin Ğâyetu'l-Emânî üzerinde bir tesiri olmuştur denilebilir, fakat bu tesir, muhteva yönünden uygunluğundadır, yoksa istifade ettiği temel kaynaklan arasında olmasından değil. Zaten tesadüf ettiğimiz bu'üç nakil, Nesefî'den ne derece az istifade ettiğini doğrulayacak niteliktedir.
Gûrânî, Bakara sûresinin 196. âyetini tefsîr ederken vcümle sinde kaynak vererek iki hadîs nakleder, Metni aynen şöyledir . [519]
Nesefî ise bu âyetin tefsirinde şöyle der.[520]
ooruıaugu gibi bu
misalde Gûrânî, Nesefî'yİ verdiği mânâda desteklemekte, fikrin menşeinin de
Medâriku't-Tenzîlolduğunu belirtmektedir.[521]
Takrîbu'l-Keşşâf Ğâyetu'l-Emânî'nintemel kaynaklarından olan Keşşafın haşiyeleri arasında, Zemahşerî'nin îtizâlî tutumunu izale eden Sîrâfî Gûrânî tarafından tâli kaynak olarak seçilmiştir. Tefsîrin bütünü içinde isminden ancak üç yerde A vrk. 204a, 276b, 3O8a, kenar haşiyelerinde bahsedilmekte, Sîrâfî'nin adı zikredilmeden sadece et-Takrîb veya sâhibu't-Takrîb tâbirleri kullanılmaktadır.
Buraya kadar Gûrânî'nin kaynaklarından istifade şeklini, yaptığı nakillerin doğru ve yerinde olduğunu, bu arada çoğu müfessirler gibi "kîle" kelimesini kullandığından kaynaklarını açıklamadığı haller bulunduğunu gördük. Bundan sonra vereceğimiz kaynaklarından, tefsîrle ilgili nakilleri oldukça az denecek derecede olduğundan, üzerinde teker teker durmayı konumuzu aydınlatma yönünden pek fayda getirmeyeceği inancındayız. Bu yüzden Önce tefsirler hakkında verdiğimiz açıklamaların yeterli olacağını düşündük. Geri kalan diğer tefsîr kaynaklarını, müellifiyle birlikte eser ismi ve hangi varaklarda nakillerde bulunduğunu belirtmekle yetineceğiz.[523]
el-Basît, el-Vasît, el-Vecîz adlarında tefsiri vardır. Gûrânî bunların hangisinden nakil yaptığını açıklamadan, bir kere metin dışında, [524]bir kere de metin içinde, [525] sadece Vâhıdî'nin adını anmak suretiyle nakilde bulunur.[526]
'Aynu'I-Ma'ânî fîtefsîri's-SebYl-Meşânî
Gûrânî bu tefsirden çok az faydalanmıştır. Tefsirinin bütününde, sadece bir yerde A nüshamızın kenarındaki[528] "yereddu 'alâ's-Secâvendî ibaresinde görebildik. Metin içinde adı zikredilmediğine göre, "kîîe" ile verilmiş her hangi bir nakil olup olmadığı, ancak karşılaştırma ile ortaya çıkabilir.[529]
Müfessirimiz eserinin sadece bir yerinde, kenar haşiyesinde[531]kâ'iluhu'r-Râğıb" demek suretiyle, isim zikrederek nakilde bulunur, metin içinde İsminden hiç bahsetmez. Râğıb'm el-Mufredât fî Garîbi'l-Kur'ân'ı yanında Tefsîru'I-Kur'ânî Kerîm adlı bir eseri olduğuna göre, bu iki eserin hangisinden naklettiğini belirtmez. el-Mufredât'ta kelimelerinde yaptığımız araştırmada Gûrânî'nin metnine uyan cümleye rastlayamadık. [532]
Letâ'ifu'l-İşârât
Gûrânî, Ğâyelu'l-Emânî metni içinde iki yerde Kuşayrî adını verir, fakat eserinin adım zikretmez. Birinci naklini "kâle'l-Kuşayrî" diyerek Âl-i Imrân 176. âyetinde yapar, [533] ikinci naklinde ise "ve'anİ'l-Kuşayrî" tâbirini kullanır, Şuarâ sûresinin 89. âyetinde kısa bîr cümle verir. [534] Metin dışında Kuşayrî'den nakline haber veren kayıtlara rastlanmaz. Gûrânî'de rastladığımız diğer tasav vufî cümlelelerle ilgili hususu, ilerde tekrar ele alacağız. [535]
'İhyâ'u 'Uiûmi'd-Din
Ğâyetu'l-Emânî'de
sadece metin dışında Gâzâlî'nin adından bahsedilmekte, kısaca nakiller
yapılmaktadır. Tevbe sûresinin 123. âyeti hizasında "hazâ zekera-hû'l-Ğâzâlî ve ğayruhu" sözüyle bir hadîs
nakletmekte, "Fakat isnadına vâkıf olamadım" kaydını koymaktadır. [536]İkinci
nakli Tâhâ sûresinin 94. âyetinin hizasında "zekera-hû'1-Ğazâlî
fî'1-Ihyâ'i "cümlesiyle, eser ve müellif adını birlikte açıklamaktadır. [537]
Üçüncü nakli Şûra sûresinin 25. âyetindedir, metin içindeki ifadenin Gazâlîye
ait olduğunu "hâz'â mâ'htâra-hû'l-Ğazâlî fî'1-lhyâ'i" ibaresiyle
belirtmektedir. [538]
Ğâyetu'l-Emânî, hadîs kaynakları yönünden oldukça zengin sayılacak tef sîrlerdendir. Âyetlerin tefsîri sırasında nakledilen hadîsler, başta kutub-i sitte olmak üzere diğer muteber hadîs kitaplarından alınmakta, kaynak adlarının büyük kısmı metin içinde belirtilmektedir. Tefsîr metni içinde kaynağı verilmeyen 50 kadar hadîsin hangi eserlerden rivayet edildiği de açıklanmakta, böylece kaynağı verilmeyen hadîslerin bu tefsirde, kaynağı verilen hadîslere oranla çok cüz'i bir yer tuttuğu görülmektedir. Hadîs nakli hususunda Gâyetu'l-Emânî'nin ciddiyeti, ana ve diğer kaynaklara kıyasla açıkça ortadadır. Eserin bu yönü, ilerde Kur'ân'ın Sünnet'le tefsîri bahsinde misalleriyle daha geniş biçimde ele alınacaktır.
Gûrânî'nin en çok hadîs naklettiği eserlerin başında ilk sırayı Buhârî, ikinci sırayı Muslini almaktadır. Müfessirimizin hadîs nakil şekilieri üzerinde durmayacağız, çünkü bütün kaynaklar müşterek nakil tâbirleri kullanmakta, birbirlerine benzer tâbirlerle nakiller yapmaktadır. Yalnız Gâyetu'l-Emânî'nin hadîs naklinde bariz Özelliği, rivayet ettiği hadîs kaynaklarını ekseriya belirtmesine
karşılık râvi silsilesini yani senetleri hazfetmekte, çoğu kere metnin sadece kendine delil seçtiği kısmı veya cümlesini almaktadır.
Aşağıda, Gâyetu'î-Emânî'de mevcut hadîs mecmualarını müeîlifleriyle birlikte kısaca zikredecek, metin içinde verdiği hadîs kaynaklarının varak numarasını belirterek her kaynaktan yaptığı hadîs rivayetinin miktarım B nüs-hamızdaki durumuna göre göstereceğiz. Bunu yaparken, bir misal verebilmek gayesini güttüğümüzden, baştan üç sûrede mevcut hadîslere göre sıralayacak, tefsirinin bütünündeki hadîsleri sayma yoluna gitmeyeceğiz. Bir de ilâve olarak A nüshasında mevcut, metin içinde belirtilmeyen kaynak isimlerinden bazılarını, müfessirin nasıl verdiğine dair birkaç Örnek sunacağız.[539]
el-Câmi'us-Sahîh (veya Sahîhul-Buhârî)
Gûrânî'nin İlimad ettiği başta gelen hadîs mecmualarından ilki, Buharıdır. Tefsirinde, Kur'ân'dan sonra İslâm'ın ikinci ve en muteber kaynağına[541]gereken ihtimamı göstermiş, en çok hadîs rivayetini bu eserden yapmıştır. [542]Bütün kaynaklarda olduğu gibi Gûrânî de hep Buharı adiyle nakiller yapmış, eser ismini hiç kullanmamıştır. Metin içinde kaynak vermediği rivayetlerinde, hadîsi hangi eserden aldığını genellikle belirtmiştir. Meselâ; Nisa sûresinin 123. âyetinde "...li mâ ravâ Ebû Sa'îdin ve Ebû Hurayrate" şeklinde bir hadîs rivayet etmekte, bunun menşeini de kenar haşiyesinde "el-hadîsu Buhârî ve Müslim" İbaresiyle belirtmektedir . [543]
el-Câmi'u's-Sahîh
Buhârî'den sonra muteber hadîs mecmuası olanCâmi'u's-Sahîh (Sahîhu Müslim) Ğâyetu'l-Emânî'nin de ikinci derecede hadîs naklettiği eserdir. [545] Sadece Müslim'den yaptığı rivayetler mevcut olduğu gibi, Şeyhayn tabir edilen iki müellifin birlikte naklettikleri müttefekun aleyh hadîsler bu tefsîrde mühim bir yer işgal eder. Kenar haşiyelerinde verdiği hadîs kaynaklan içinde Müslim adı daima Buhârî ile beraber zikredilir.[546]
el-Câmi'u's-Sahîh (Sunenu't-Tirmizî)
Kutub-i sitte'deki mecmualar arasında Hasen hâdisleriyle şöhret bulan eserdir. İhtiva ettiği hadîsler arasında sahîh'i, Ebû Dâvud ve Nesâî'nin şartlarına uyan hadîsler, illetini belirttiği hadîsler ve zayıf hadîsler vardır. Ğâyetu'l-Emânî'de Tirmizî'den nakil, ilk iki esere nisbetle azdır. [548] Kenar haşiyelerinde verdiği notlarda bazan senet yönünden kritiğini yapar, meselâ A vrk. 242" de "ravâ-hû't-Tirmizî, vefîîsnâdi-hîda'fun" şeklinde bir İşaret koyar,[549]
Sunenu Ebî Dâvud
Sahîh olduğu kadar hasen hadîslerin de bulunduğu Ebû Davud'un Süneni, bilhassa ahkâmla ilgili hadîsler yönünden meşhur bir eserdir, dercettiği zayıf hadîsleri bizzat belirtmiştir. Bu eserden yapılan nakiller Gâyetu'l-Emânî'de fazla yer işgal etmez, sayıları azdır. [551] Metin İçinde kaynağını vermediği hadîsleri kenar haşiyesinde belirterek ' 'ravâ-hu Ebû Dâvud" ibaresini kullanır. [552]
Sunenu'l-Kebîr
Eserinde mevcut hadîslerden hepsinin sahih olmadığını itiraf eden Nesâî, Sunenûl-Kebîr'inden zayıf hadîsleri çıkararak el-Muctebâ adını verdiği Süne-nu's-Sağîr'ini yazmıştır. Bu eser sahihayn'dan sonra sıhhat derecesi bakımından muteber hadîs mecmualarından sayılır.
Ahmed Gûrânî, Nesâî'den fazla rivayette bulunmamıştır, tesbit ettiğimiz hadîsler şu varaklardadır: B 5b, 45b, 75a, 83a, 94b. Kenar haşiyelerinde ancak bir yerde Ebû Dâvud, Tirmizî ve İmâm-ı Ahmed'le birlikte kaynak olarak adı geçer. Avrk.287b.[554]
Musned
Sened ve metin yönünden bazı tenkitlere uğrayan, hatta mevzu hadîsler bulunduğu söylenen, Kütüb-i sitte dışında kalan Musned'de onbine yakın mükerrerden başka otuzbine yakın hadîs mevcuttur.
Gûrânî bu eserden mahdud sayıda hadîs rivayet eder, bunları şöyle siraya-biliriz: B vrk. 46b, 57a, 59b, 80a, 85a, 108b, 110b. Metin dışındaki haşiyelerde ekseriya "ravâ-hû'1-İmâm Ahmed" tabirini kullanarak metinde verdiği hadîsin kaynağını belirtir. A vrk. 32a, 60a, 84b, 203a, 246a, 247b. [556]
Sunenu İbni Mâce
Kütüb-i sitte'nin sonuncusudur. Sımen'in sıhhati üzerinde şüpheler vâki olmuşsa da ahkâma dair diğer mecmâlarda bulunmayan sahih hadîsler yönünden ittifaken Kütüb-i sitteden sayılmıştır.
Konuyu sınırladığımız üç sûre içinde sadece bir yerde B vrk. 54b îbn Mâce'den hadîs rivayetine rastladık, kenar haşiyelerinde hiçbir işaret bulamadık. Bunların dışında isimleri ender geçen mecmualar şunlardır. [558]
el-Mustedrak 'alâ's-Sahîhayn[560]
Sunenu'l-Kebîrve's-Sağîr[562]
Mu'cemu'1-Ke-bîr. [564]
el-Muktefâ'fî Hali Elfâzi'ş-Şifâ
Ebû FadI İyâd b. Musa'nın (ö.544/1149) eş-Şifâ fîTa'rîfi Hukûkı'l-Mustâ-
fâ adlı eserinin şerhidir. Eseri burada zikredişimizin sebebi, tefsir, hadîs ve usûl-i din'e dair çeşitli meseleleri ihtiva etmesindendir.
Gûrânî, Şerhu'ş-Şifâ'dan metin dışında, tefsirinin kenar haşiyesinde, Bakara sûresinin 204. âyetinde "kîle" ile sebeb-i nüzûla dair bir haber verir (A vrk.30b). Bunun dışında ismini tasrih ederek yaptığı bir nakli mevcut değildir. [566]
Ahmed Gûrânî, hadîsdeolduğukadar fıkıhta da, zamanın ulemâsı arasında tanınmış bir müfessirdir. Osmanlı ülkesine gelip Bursa medreselerinde tedrise başlayana kadar şâfii mezhebine bağlı iken, II. Murad'ın isteği üzerine hanefî mezhebini kabul etmişti. Tefsirinde mezheb farkı gözetmeksizin, mezheb imamlarının görüşlerine hürmet ederek fıkhı ahkâmla ilgili meselelerde, hak mezheb olarak kabul ediSen dört mezheb imamının fikir ve içtihatlarına yer vermiştir. Fıkhî âyetlerin tefsiri sırasında bilgi vermek üzere gereken ihtimamı gösterdiği halde, bu konudaki kaynaklarını belirtmemiştir. Kendi fıkhî bilgisinden istifade ile mi, yoksa ismini vermediği fıkhî eserlerden mi nakilde bulunduğu bilinmemektedir.
Kaynak olarak sadece, Fahru'l-İslâm Ali b. Muhammed Bezdevî (ö.482/1089)'nin 'Uşûlu'İ-Bezdevî adiyle meşhur, hanefî fıkhına dair yazılmış eserinden söz eder. Bu eserden yaptığı iki nakli de kenar haşiyesinde verir. İlk nakli A vrk. 65a da Nisa sûresinin 101. âyetini tefsîr ederken: "kâ'ilu-hû'1-Bez-devî mine'l-hanefiyyeti" ibaresiyle, metin içindeki: "ve bi-hâ yeskutu mâ kîle" cümlesini izah olarak getirmiştir. İkinci nakli ise gene kenar haşiyesinde A vrk. 347a da İnşirah sûresinin 6-7. âyetlerini tefsîr ederken: "femâ tekûlıı fîma'nâ'l-hadîsi, men hamile's-sânî 'alâ'l-te'kîdi" cümlesinde geçmektedir. Gûrânî bunu metin dışında izah etmiş, müellif ismini vererek aynen şöyle demiştir. [567]
Ahmed Gûrânî; hadîs ve fıkıh sahasında olduğu kadar kıraat ilmi sahasında da otorite sayılacak bir müelliftir. Bunu tefsirini tamamladıktan sonra yazdığı şerhlerle ortaya koymuştur. Zaten kuvvetli olan bu yönünü tefsirine de aktarmış, Gâyetu'l-Emânî'ye kıraat ilmi bakımından ana kaynaklarının üstünde değeri olan bir eser niteliğini kazandırmıştır. Tahsili sırasında edindiği bilgilerle, tatbikî ve nazarî olarak kıraatlara hâkim olduğundan, mülevâiir hükmünde olan kıraat-ı scb'a'yı tefsirinde işlemesini bilmiştir.
Gayetu'l-Emânî'de, metin içinde ve dışında ismi geçen iki meşhur kıraat imamının eseri zikredilir. Kıraatîara Önem veren bir tefsîr olmasına rağmen, yaptığı nakillerin ekserisinde kaynak adı bulmak imkânsızdır. Aşağıda ismini vereceğimiz iki eser, tefsirin bütünü içinde adından çok az sözedilen eserlerdir. Bu nokta gözönündc bulundurulursa, müfessir bilhassa kıraatla ilgili nakillerde istifade ettiği kaynaklan belirtmemiş, ya da kıraata önem veren diğer nıüfessir-ler gibi, kaynak zikretme ihtiyacını duymamış, tatbik edilen geleneğe uymuştur. [568]
et-Teysîr fi'1-KırâaU's-Seb'i (veya) el-Mukni
Kırâat-ı seb'a üzerine yazılmış, ulemânın rağbetini kazanmış, sahasında teber olan eserlerdendir. Belirttiğimiz gibi eser iki adla meşhurdur. Gûrânî İbrahim sûresinin 21. âyetinde metin içinde nun yazılışı hakkında bilgi verirken aynen şöyle der. [570]
Bu metnin karşısına, eserin adını açıklamak üzere şu ibareyi koyar.
Bu nakilde görüldüğü gibi Gûrânî, birincide Dânî'nin görüsünü reddederek sebebini açıklar, ikincisinde ise tasvib ederek destekler. [571]
Kenzu'l-Me'ânî fi Şerhi Hırzi'l-Emânî
Ca'berî, Şâtıbiyye adiyle meşhur Ebû Muhammed Kâsım'm (ö.590/1194) Hırzu'l-Emânî ve Vechu't-Tehânî adlı 1370 beyitlik manzum eserini şerhetmiştir. Eserin mevcut şerhleri arasında en meşhurudur. Müellifimiz Gûrânî, Ca'berînin adı geçen eserini el-'Abkarî adiyle şerhederek anlaşılması güç metni kolaylaştırmış, bilgisini eserinde ortaya koymuştur.
Ahmed Gûrânî, Kenzu'I-Me'ânî'den yaptığı nakilleri hep metin dışındaki kenar haşiyelerinde haber vermiş, sadece müellifin adını zikretmiştir. Meselâ; İbrahim sûresinin 46. âyetinde Nemrûd hakkında "kîle" ile isrâilî haber nakleder, tam hizasına aynen şu ibareyi koyar . [573]
Ca'berî'den mevzu dışı nakiller yapiığı gibi, ekserisini kıraalla ilgili cümlelerin teşkil ettiği nakillerde bulunur. Yûnus sûresinin 58. âyetinde metin
Gene metin içinde verdiği kıraatla ilgili bilginin Ca'berî'ye ait olduğunu kenar haşiyesinde açıklar. Sâffât sûresinin 47. âyetinde fiilinin kıraati ile ilgili, metin içinde şu cümleyi nakleder:[574]
Şu bir kaç misal gösteriyor ki, kıraatla ilgili bilgilerde ekseriya Ca'berî'den istifade etmekte, metin içinde kaynağını belirtmemektedir. [575]
Ğâyetu'I-Emânî, âyetlerdeki kelimelerin lu£ ıvî manaları üzerinde uzun .uzadıya duran bir tefsîr değildir. Muhtasar yapısı içinde her zaman olmasa bile, ğarîb kelimelerin izahını yapar, iştikakını kısaca anlatır. Bu konuda, pek çok müfesshier gibi Keşşafa bağlansa bile, manaya açıklık getirmek için aşağıda vereceğimiz iki ana kaynaktan istifade ettiği kadar, nahvi tahlilleri ile şöhret yapmış bazı eserlerden de istifade eder. Tefsirinde tesbit edebildiğimiz, bu konu ile İlgili kaynakları şunlardır. [576]
el-Kitâb
Nahiv ilminin temel kitabı olan bu eser, Ahmed Gürânî'nin (efsîrinde daima metin içinde zikredilmiş, müellifin ismi: "kale Sîbeveyh", 'zehebe ileyhi Sîbeveyh" v.s. gibi tâbirlerle verilmiştir.
Gûrânî, Bakara sûresinin ilk âyeti olan hurûf-i mukattaa hakkında bilgi erirken Sîbeveyh'den şu cümlede bahseder. [578]
Bakara sûresinin bu 6. âyetinde, hemze ve "em" soru edatlarını açıklarken Sîbeveyh'den istifade eder. Gûrânî1 nin cümlesi aynen şöyledir.[579]
Gene Bakara sûresinin 26. âyetini tefsîr ederken, âyetteki "emmâ" kelimesi üzerinde bilgi verirken Sîbeveyh'den istifade ederek şu cümleyi nakle der. [580]
Gûrânî, Sîbeveyh'in adını sürekli zikretmez. Metin içinde yer alan diğer nakillerinin de nahvî tahlillerle ilgili olduğu görülür. [581]
Kitâbu'l-'Ayn
Bu ilk nahiv kitabının müellifi tarafından yazılıp yazılmadığı üzerinde çeşitli görüşler olmasına rağmen, Kitâbu'1-Ayn Sîbeveyh'in hocası el-Halil'e ait olduğu kabul edilmiştir. Nahivde Küfe ekolünü temsil etmektedir.
Gûrânî bu eserden ilk naklini yaparken metin içinde sitayişle aynen şu ibareyi kullan. [583]
Diğer nakillerini ekseriya "ve 'an Halîlin" şeklinde yapar, kitab adından hiç bahsetmez. Metin dışındaki haşiyelerinde el-Ha!îl adı görülmez, bütün na-killerini melin içinde verdiği müellif adiyle belirtir.
İsminden Bakara sûresinin 7. âyetinde de bahsederek Halil'in görüşüne yer verir[584]
Bakara süresi 24. âyette fiilindeki harfi üzerinde dururken şu kısa nakli yapar. [585]
Bakara sûresinin bu 284. âyetini tefsir ederken Gûrânî; Nâfi Ibn Kesîr, Ebû Amr, Hamze ve Kısâî'nin âyetteki [586]Bu cümlesiyle Beydâvîye şiddetle çatmakta, isim tasrih etmediği bu cümle de hitabın Beydâvî'ye ait olduğunu A nüshamızın haşiyesinde ka ılunü dernek suretiyle açıklamaktadır. [587]
el Kâmilu fi'1-Luğati ve'1-Âdâbi ve'n-Nahvi ve't-Tasrîf
Gûrânî bu eserden daima metin içinde, müellifin adiyle nakilde bulunur. filleri, önceki iki esere nazaran azdır
Mâide sûresinin 38. âyeti olan
Muhprrid'den avnen şöyle istifade eder . [589]
Metin içindeki bir diğer nakli de şöyledir. [590]İbrahim sûresi 31. âyetini tefsir ederken nahvî bir meseleye temas eder, Muberrid'den yaptığı nakli yukarıda görüldüğü gibi tenkitle kapatır.[591]
Ma'ânî'l-Kur'ân
Ğâyetu'l-Emânî'nin ana kaynaklarından biri olan Keşşafın en çok ıstıtade ettiği nahvî, luğavî, bedi' ve beyân'la ilgili bu eser, Gûrânî'nın de kaynakları arasındadır. Ma'ânil-Kur'ân'dan yaptığı nakiller "ve'ani'z-Zeccâc" tabiriyle daima" tefsir metni içinde, görüldüğü gibi müellif adiyledir. Zeccâc'dan ilk nakli, Fatiha sûresinin sonundaki Âmîn lafziyle ilgilidir.[593] İbare aynen şöyledir:
Bakara sûresinin 130. âyetinde fiilinin manasını Zeccâc'dan şu rivayetle verir.[594]
Al-i Imrân sûresinin 155. âyetindek kelimesinin manasını Zeccâcdan nakleder. [595]
Bu eserlerden başka Ğâyetu'l-Emânî'de aynı sahada yazılmış şu eserler de zaman zaman tâli kaynak olarak zikredilir. Bu eserlerden her biri metin içinde belirtilmeden, metin dışındaki haşiyelerde verilir. [596]
es-Sıhâh fî'I-Lûğa (A
vrk. 177a..) [597]
et-TıbyânfîI'râbi'l-Kur'ân(Avrk.
H3a, 135b, l70a) [598]
es-Şâfiye fî'n-Nahv (A
vrk. 13a, 134b, 150b, 166b) , [599]
Şerhu'ş-Şâfiye (A vrk. 295a) [600]
Şerhu'l-Etfiye fi'n-Nahv
(A vrk. 61b) [601]
el-îdah fî'n-Nahv (A
vrk.lOb,. 195b, 320b) [602]
Miftâhu'l-'Ulûm
Maânî ve beyân sahasında yazılmış eserlerin meşhurlanndandır. Metnine yazılan şerh ve haşiyeler kitabın kıymetini ortaya koymuştur.
Gûrânî bu eserden yaptığı nakilleri meiin içinde "kîle", metin dışında ise müellif admı kullanmadan "el-Miftâh" veya "sâhıbü'l-Miftâh" şeklinde belirtir. Kenar haşiyelerde bu eserden dört yerde bahsedilmesi,[604] Gürânî'nin eserden cok istifade etmediği, ya da istifade ettiği yerlerde isim vermediğinin delilidir.
Bakara sûresinin 25. âyetinde Gûrânî, âyetin nahvî tahlili üzerinde dururken Sekkâkî'den "kîle" ile şu cümleyi nakleder. [605]
Burada kendi görüşünü de ilâve etmiştir. Aynı konuda verdiği üç nakil ara-;ında ilkini yani Keşşafın ifadesini kabul ederek "ve'1-evvelu huve'l-vechu" temek suretiyle ikinci nakli olan Sekkâkî'nin yukarıdaki ifadesini tercih dışı bı-akmıştır.
Meryem sûresinin 45. âyetini tefsir ederken de "kîle" ile Sekkâkî'den na-:ilde bulunarak şu cümlesini verir. [606]arkasından görüşünü açıklar.
Kur'ân'da kıssalar ve peygamberlerle ilgili haberlerde kaynağı, Muhammed b. İshâk'ın Siyer'idir. [607]Tefsirinde daima metin içinde eser adı verilmeden an ibni İshâk" şeklinde verilir. " Kâle'bnu İshâk" şekil de kullanılır. [608]
Kaynakları arasında ender kullandığı diğer eserler varsa da bunları tasnifimize almadık. Çünkü bunlardan bir veya iki kere sözedilmekte, kaynak vasfını taşıyacak nitelikte görülmemektedir. [609]
Tefsir Metodunda Rivayet ve Dirayet Tefsîri
Kaynaklan hakkında sahip olduğumuz bilgilerin ışığı allında, Ğâyetu']. Emânî'ye sağlamlık kazandıran, bir nevi dış yapı özelliğini belirleyen temel eserlerin neler olduğu, bunlardan ne şekilde istifade ettiği, kalemiyle ustalığını nasıj ortaya koyduğunu gördükten sonra, iç yapı diyebileceğimiz tefsirin muhtevasına geçecek, verdiği bilgilerden tefsir metodunun bariz özelliklerini tesbite çalışa. cağız. Konuya bir giriş olmak üzere, her tefsîr eserinin muhtevasında mevcut iki özellikten kısaca bahsedeceğiz.
Kur'ân tefsirinin bütününü içinde bir müfessirin tesir metodu denilince, iki temel konu akla gelir. Müfessir;' ister muhtasar, ister mufassal tefsîr yazsın, bu iki özelliğe uyarak âyetleri tefsîr etme mecburiyetindedir. Tefsîr usûlünde bu iki tefsir şekline; tefsîru bi'I-me'sûr (rivayet) ve tefsîru bi'rre'y (dirayet) denir.
Tefsir ilmi hadîs'den ayrılıp müstakil ilim olarak gelişme yolunu tutarken, ekseriya me'sûr tefsir yolunda adımlar atmış, o günün müfessiri, Hz. Peygamber, sahabe ve tâbiûndan naklen duyduğu, öğrendiği rivayetlerle Kur'âni tefsir etmeğe çalışmıştır. Mümkün mertebe, Allah kelâmının gerçek hedefini belki yanlış anlar ve değerlendiririm korkusuyla o, sadece duyduğu ve öğrendiklerini nakletmek suretiyle, hem bu endişesinden uzak kalmış, hem de hataya düşmeme konusunda ihtiyatlı davranmıştır. Çünkü; tâbiûn devri sonlarıyla tebei tâbiûn'un yaşadığı Abbasîler zamanındaki tefsîr anlayışı, son derece ciddi idi. Hz.Peygamber'in: "Men kezibe 'aîeyye mute'ammiden fe'yetebevvc'mak'adehu rnine'n-nâr" (kim, bilerek aleyhimde yalan söylerse cehennemde kalacağı yerine hazır lansin) hadîs'i [610]çoklarını korkutuyor, tebliğ ve tefsîr vazifesinin sadece Hz. Pey-gamber'e ait olduğuna inanıyor, Kur'ân-ı Kerîm'den kendi görüşü doğrultusunda mânâ çıkarmaktan kesinlikle kaçınıyordu. Hatta bu yüzden, Rasûluilâhın vefalından sonraki günlerde Hz. Ebû Bekr: "İyice bilmediğim halde zekâma güvenerek Kur'ân'ın mânâsı hakkında bir şey söylersem, hangi yer beni taşır, hangi semâ beni gölgelendirir[611] diyecek kadar korku ve takvasını belirtmişti.
Kur'ân'ın tefsîri hususundaki bu tereddütler belli bir zaman devam etmiş, re'y tefsirine cüz'î de olsa yer verilmekle beraber, me'sûr tefsire rağbet daha fazla olmuştur. Aslında böyle bir tefsir, müfessiri mes'ûliyetten uzaklaştırır, sadece toplayıcı ve nakilci yaparsa da, vahyin ilk muhataplarından duyulanları tesbH etmenin önemi ve zarureti de ortadadır. Zaten bu zaruret, me'sûr tefsirin vazgeçilmez bir unsur olduğunu ortaya koymuştur. Rivayet tefsîri de denilen me'sûr tefsirinin muhtevası içinde, umumiyetle şu konular mütalaa edilmiştir: Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulü sırasında âyetlerin tefsîri mahiyetinde Rasûl'ün sözleri, varsa nüzul sebebleri, nâsih-mensûhu, sahabe ve tâbiûnun bu konularda öğrendikleri ve naklettikleri. Şu halde kısaca ifade edilecek olursa me'sûr tefsîr; bu rivayetleri içine alan, sahih sened ve metniyle nakledilen haberlerdir. Fakat bu tarz tefsirin sağlamlığı kadar, zayıf ve uydurma haberlerin başlangıçta aytk-lanamaması yüzünden tefsîre girmesiyle, zayıf yönleri de vardır.
Re'y tefsîri bunun aksidir. Zaruret halinde me'sûr tefsîre başvurmakla beraber, âyetler hakkında bu tarz rivayetler mevcut değilse yapılacak iş, gene âyet ve sünnet'in ruhuna uygun şekilde içtihat yaparak me'sûr tefsirin dışında kalan noktalarda müfessirin; ya kendi bilgisiyle, ya da bilgi aldığı ilim dallarından istifade ile veya tefsirler çoğaldıkça görülen âdet üzere Önceki müfessirlerden nakletmekle, âyetlere açıklık getirmesidir. Bir başka deyimle müfessirin; âyetlerden hükümler çıkarması, kelimelere uygun mânâlar bulması, tâbi olduğu mezheb veya fırkanın görüşlerine saplanmadan şahsî veya bir zümre menfaatına davranmadan, sağlam îman ve ittikâ duygusu ile âyetleri lügat ve mânâ yönünden tefsîr etmesidir.
Her iki tefsîr tarzının tutarlı yönleri olduğu kadar, tenkit edilecek veya eksikliği söylenebilecek noktaları vardır, usûlcülerin bu münakaşasına girmek istemiyoruz.[612]Gerçek şudur ki; III.hicrî asırdan sonra çoğu müfessirler tefsirlerini rivayet ve dirayet esaslarına uyarak yazmışlardır. Müfessirimiz Gûrânî de, yerleşmiş ve klasik bir hal almış geleneğe uyarak Ğâyetu'l-Emânî'sini, her iki tefsîr-de mütalaa edilen esaslar içinde meydana getirmiştir. Aşağıda satırlarda bunları, misalleriyle birlikte inceleyelim. [613]
Müfessirin Kur'ânı tefsîr ederken, tefsîr ettiği âyetin diğer âyetlerle, önce veya sonra nazil olması yönünden ilgisi olup olmadığını araştırması, vereceği mânâda daha titiz davranabilmesi için tefsirini gene Kur'ândan araması gerekir. Çünkü 23 sene devam eden vahiy müddeti içinde nazil olan âyetler, i'câz ve belagat esasları yönünden değişik uslubda gelmiş, başlangıçta Mekke'de nazil olanlarda görülen ifâde ve uslûb, hicretten sonra Medine'de nazil olan âyetlerde kısmen değişerek ifade yakınlıkları ile tekrar edilmiş, tamamlayıcı, açıklayıcı, bütünleştirici bilgilerle muhkemliği sağlanmıştır.
Âyetler -ister Mekke'de, İster Medine'de nazil olsun- içinde hiç şüphe bulunmayan Allah kelâmı olduğundan, ilâhi takdîrin gereği olarak bir kısmı vecîz, mücmel, mutlak ve umûmî mânâlarda nazil olmuştur. [614] Kaynak aynı kaynak, kelâm aynı Allah'ın kelâmı olduğundan vecîz halde inen âyetler, bir başkası ile geniş mânâya yöneltilmiş, mücmel olan tebyîn edilmiş, açıklanmış, mutlak mânâ ifade edenler mukayyed mânâya kavuşturulmuş, umûmi ifadede olanlar hususileştirilmiştir. ilâhî Kitâb olarak Kur'ân'ın özelliklerinden biri olan bu hususa müfessirin yabancı kalması, onu, yapacağı tefsirde hem yanıltabilir, hem de bazı âyetlerde vereceği mânanın doğruluğundan uzaklaştırabilir. Onun için müfessirin bu yönde kuvvetli bir hıfza sahip olması, birbirinin tefsîri durumunda olan âyetleri iyice bilmesi gerekir. Usûlcüler; müfessir olan bir âyetin tefsîrine, Kur'ân'ın Kur'ânla tefsiri adını verirler ve bunun, Kur'ânı tefsirde takip edilen en iyi yol olduğunu belirtirler.[615]
Müfessir olarak Gûrânî, Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsîrine gereken önemi verir, sadece yukarıda saydığımız hususlarda değil, âyete verdiği mânâyı kuvvetlendirmek, nahvî yönden yaptığı bir tahlilin doğruluğunu göstermek, bazı kelimelerin mânâlarını daha iyi açıklamak için âyetlerden misaller almayı kaçınılmaz bir zaruret olarak görür, takip ettiği bu metodu tefsirinin tamamında uygular. Yalnız, âyetlerin bu tarz tefsirini yaparken her defasında bu, Kur'ânm Kur'ânla tefsiridir şeklinde açık bir ifade kullanmaz. Esasen pek çok müfessirin yaptığı da budur. Takip ettiği yol, bu esasa uyduğunu belirten değişik ifâdeler kullanmasıdır. Bunun için tefsirinde görülen tâbirler genellikle şunlardır: yu'eyyidu-hâ kavlu-hu, fessera-hû fîtilke'l-âyeti, li kavli-hî, huve nazîru kavli-hîgibi bu tarz tefsire İşaret sayılacak tâbirlerdir. Gayet sarih olarak kullandığı ifadeler, tefsirinde çok nâdir görülür. Yalnız birkaç yerde: ve'1-Kur'ânu yufessiru ba'da-hû ba'dan, en yekûne hazâ mufessiran li zâlike, tâbirlerini kullanır veya bunlara hiç lüzum görmeden, müfessir âyeti doğrudan nakleder.
Eserinde fazlaca görülen Kur'ânın Kur'ânla tefsîrine dair misallerden bazılarını vermeden önce, bir hususu belirtmekte fayda umuyoruz. Kur'ânın Kur'-ân'la tefsirini usûl ulemâsı her ne kadar me'sûr tefsirin esasları içinde-mütâlâa etmişlerse de, her müfessirin belli miktarda olan bu âyetlerde istisnasız aynı misalleri kullandıkları söylenemez. Şayet bu husus gözönüne alınırsa, me'sûr tefsirin bir yönünü teşkil eden Kur'ân'ın Kur ân'la tefsîri konusunda müfessir reyi ile hareket edebilmekte, âyeti gereği gibi kendi metoduna uygun esaslar dahilinde tefsir etmişse, verdiği açıklamalara delil olacak ayeti misal getirmekte kendini zorlamamaktadır. Buna bir misal verelim. Taberi; "ğayri'I-mağdûbi 'aleyhim" (1/7) âyetinin tefsîri olarak Mâide sûresinin 60. âyetini alır. [616]Hâzin , [617] Zemahşerî, [618]Beydâvî[619] "kîle" lafzİyle başka âyeti misal olarak getirirler.
Söz bu âyetten açılmışken Ğâyetu'l-Emânî[620] aynı âyetin tefsirinde nasıl hareket ettiğini görelim. [621]
Gûrânî âyetin tefsîrine nahvî tahlillerle başlar, cümle olarak âyetin yerini tayin eder, sonra "gayri" kelimesinin ifade ettiği mânâları açıklar, daha sonra da âyetin tefsîrine geçer, aynen şöyle der:
Görüldüğü gibi âyette umumî mânâda olan "mağdûb" ve "dâllîn" kelimelerini açıklayan husûsi mânânın, Yahudi ve Nasrâniler olduğunu belirten âyetleri "kîle" ile nakleder. Bununla yetinmeyerek, kâfir olarak ölen herkesin mağdûb ve dâllîn olacağı görüşünü savunur. Bu arada "kîle" lafzıyle Beydâvî'nini[622]bir cümlesini naklederek tenkidini yapar. [623]
Âyetin bir bölümünü teşkil eden bu cümlenin tefsirini yaparken, Hz. Mû-sâ'nm seçtiği 70 kişilik bir gurubun Mîkâd'da beklerken Tür dağının sarsıîma siyle öldüklerini, sonra yeniden diriltildiklerini bildiren Bakara 56. âyetini zikrederek şu soruyu yöneltir, buna şu cevabı verir. [624]
Görüldüğü gibi Nisa sûresinin 153. âyeti; yaptıkları zulüm yüzünden onlara yıldırım çarptığını, diriltildikten sonra buzağı heykeline taptıklarını bildirir. Gü-rânî burada, buzağı heykeline Allah diye ibâdet etmelerinin, dağın onları sarsmasından sonra olduğunu hatırlatır ve âyetteki "summe" kelimesinin müfessirlerin ittifakı üzere tertibi bir gecikme mânâsında olduğunu, esasen buzağıya tapmaları, Hz.Musa'ya Tevrat'ın vahyedilmesinden önce vuku bulduğunu, bunu da Bakara sûresinin 54. âyeti bildirdiğini söylerek: Kur'ân âyetleri birbirini tefsir eder,[625] der. [626]
Allah katında en şirretli hayvanlar, küfre sapan insanlardır. Onlar asla inanıp iman etmezler.
Bu âyette "ellezîne keferû" cümlesinde mânâ, mutlak olarak bütün küfür ehlini içine alırken, Gûrânî bu mânâyı takyîd eden bir diğer âyeti misal getirir, küfredenlerin kimler olduğu sorusunu, gene aynı Enfâl sûresinin 22. âyeti ile açıklayarak: Allah katında en şirretli hayvanlar, (hakikatları anlamayan ve görmeyen) sağır ve dilsizlerdir, cevabını verir, böylece misalimiz olan 55. âyetin 22. âyetle tefsir edildiğini belirtir. [627] Gûrânî'nin metni aynen şöyledir. [628]
Bu âyette melekler Hz. Âdem'e secde ettikleri halde İblîs'in secdeden kaçındığı ve kibirlendiği ifade edilir, niçin kaçındı, neden kibirlendi sorulan
izah edilmez. Gûrânî âyeti daha anlaşılır şekilde tefsir etmek gayesiyle A'râf sûresinin 12. âyetini metnine alır, üzerinde durduğu âyeti bu âyetle tefsir ederek mutlak mânâda olan birinciyi tebyîn eder, âyette zikredilmeyen gerçek sebebi, bir diğer âyetle cevaplandırmış olur. Fakat misal verdiği âyetin bu âyeti tefsir ettiğini belirtmez. Gûrânî'nin metni aynen şöyledir. [629]
Bu âyette '"ahdî" kelimesinin neler olduğu mücmel bırakılmıştır. Gûrânî, tefsir ederken bu mücmeli beyân etmek üzere Mâide sûresinin 12. âyetini misal getirerek tebyîn eder. Aynı şekilde " 'ahdikum" kelimesinin tefsiri olmak üzere A'râf sûresinin 157. âyetini alır, böylece bu iki âyetle Bakara sûresinin 40. âyetine açıklık getirir. Yaptığı tefsirin, âyetin âyetle tefsiri olduğu hükmünü bildirmeden "eşâra" kelimesini kullanır.[630]
Âyette "size haram kılınanları açıkladığı halde" cümlesinde, haram kılınanların neler olduğu hususu belirtilmemiştir. Gûrânî; umûmi mânâda olan bu âyeti tefsir ederken aynı sûresinin 145. âyetini müfessir olarak getirir, [631] aynen şöyle der. [632]
Gerçek hedefi insanın kurtuluşu ve olgunlaşması olan ilâhi vahiy, hidâyet ve rahmet rehberi olarak kıyamete keder baki kalmak üzere, Cebrail vasitasiyle Hz. Peygambere gönderilmiştir. Vahyin ilk muhatabı Rasûlullah'tır. Önceki bahiste görüldüğü gibi ilâhî vahiy, kendisini bazı hususlarda her ne kadar açıklığa kavuşturmuşsa da muhtevasının kavranması, daha iyi anlaşılmasında yardımcı olmak üzere Peygambere elçilik görevi yüklemiş, kullara tebliğ ve beyânı "elçi'-'sine bırakmıştır. Bu yüzden Allah, peygamberlik görevi verdiği andan itibaren yüklediği sorumluluğu yerine getirmesi için "elçi"sini zorlamış; "Durma kalk, hemen inzâr et" (Muddessir, 74/2), "Biz bu Kitâb'ı sana ancak, kulların ihtilaf ettikleri, anlamak istedikleri hususları açıklayasın diye indirdik, inanancak kimseler için bu Kitâb, gerçek bir hidâyet ve rahmettir" (Nahl, 16/64) diye öğütle-miştir. Şu halde ilâhi vahiy mahsûlü olan Kur'ân'ın tefsiri, açıklanması yetkisi, öncelikle Hz.Peygamber'e verilmiştir. Gerçek böyle olunca Kur'ân'a hizmet için yazılan her eser, kaynağını muhakkak Peygamber'den alacak, kendisine nazil olan âyetler hakkında söylediklerini gözönünde bulunduracaktır.
Bilindiği gibi O'nun bütün sözleri, azamî bir titizlik ve dikkatle birer birer toplanmış, çeşitli başlıklar altında tertip edilen hadîs kitaplarında muhafazası sağlanmıştır.[633] Şu kadar var ki; tesbit ve toplama işinde gereken titizlik ve dikkat gösterildiği halde, zamanla Hz.Peygamber'e nisbet edilmek suretiyle pek çok hadîsler uydurulmuş, bu haberler tefsir de dahil diğer ilimlere girebilmiştir. Bu konuda memnuniyet verici taraf, sahih hadîsler nasıl tesbit edilip toplanmış, hadîs usûlüne göre sıhhat dereceleri yönünden sınıflanmış ise, uydurma (mevzu) hadîsler de toplanıp tesbit edilmiş, ulemânın hizmetine sunulmuştur.. Böylece kaynakları ve kendine has metodu ile Peygamber'in; söz, fiil ve takrirlerinin meydana getirdiği Sünnet, müstakil ilim olarak gelişmiştir.
Gerçek mânâda müfessir, aynı zamanda muhaddistir, çünkü tefsîr edeceği Kur'ân'ın müfessiri de, Hz. Peygamber'in hadîsleridir kî Kur'ândan sonra İslâm dininin ikinci ana kaynağını teşkil ederz. [634] Müfessirin hadîs bilgisi ne kadar kuvvetli olursa, tefsîrinin itibar ve sağlamlığı o derece önem kazanır.
Hz.Peygamberin görevi Kur'ânı açıklamak olduğuna göre, bunu hangi ölçüde yerine getirmiştir? Başka bir deyimle, Sünnet Kur'ânı tamamen tefsîr etmiş midir? Bu konu, usûlcüler arasında farklı görüşlere yol açmıştır, lbn Teymiye (Ö.728/1328); Peygamberin, Kur'ân'ı tamamiyle açıkladığı görüşündedir.[635] Suyûtî (Ö.911/1505) ise; Allâhın, Peygamberine bütün Kur'ân'ı açıklamakla emretmediğini söyler. [636] Bu ikinci görüş daha çok taraftar kazanmış, Sünnet Kur'ân'ın mücmelini tafsil, müşkilini beyân, muhtasarını genişletir, denilmiştir. [637] Ahmed b. Hanbel de (ö.241/855) Sünnet'in Kitâb üzerine hükmettiğini söylemeğe cesaret edemesem de, Kitâb'ı tefsîr ve beyân eniğini söylerim, demiştir. [638]
Görüşler farklı olsa bile, Sünnet'in Kur'ân'ı tefsîr ettiğinde herhangi bir ihtilaf mevcut değildir. [639]Bu yüzden hemen hemen bütün müfessirler hadîslerle âyetlerin tefsirine açıklık getirmişler, Rasûîullah'dan nakledilen sözleri yeri geldiğinde kullanarak âyetin ifade ettiği mânâda, nüzul sebeblerinde, fıkhî ahkâmın izahında, ahlâkî ve itikâdî konularda hadîsleri bol bol veya bilgileri nisbetinde nak-letmişlerdir.
Gûrânî, rivâye! tefsirinin bu yönüne gereken ağırlığı vermiş, naklettiği hadîslerin büyük kısmında itina göstererek temel kaynağını teşkil eden Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl'den tamamen farklı olarak hadîs naklinde bulunmuştur. Bu husus, hiç şüphe yok ki tahsili sırasında edindiği hadîs bilgisi ile, İbn hacer (ö..852/1448) gibi zamanın en büyük otoritesinden Buhârî kıraati üzerine icazet almasına atfedilebilir. Hadîs rivayeti hususunda şeyhlerini Buhârî'ye kadar çıkaran senedi vermiştir, önemine binâen aynen naklediyoruz. [640]
Tefsirinin bu konuda bariz özelliklerinden biri, şüphesi rivayet ettiği hadîs-lerdeki titizliğidir. Eserinde mevcut hadîslerin büyük kısmını, Buhârî ve Müslim'in hadîsleri teşkil etmekte, bu arada diğer hadîs mecmualarından yaptığı nakillerde umumiyetle sahih hadîsleri aldığı ilk bakışta göze çarpmaktadır.[641] Hadîs naklinde takip ettiği metodu şu ana noktalarda toplanabilir. Bunları bazı misalleriyle açıklayalım.[642]
Senedleri hazfederken önceki asırlarda hadîs tedvîninin tamamlandığını düşünerek tatvîlden kaçınır, senedlerin hazfiyle ihtisarı tercih eder. Ğâyetu'l-Emânî henüz yazma halinde bulunduğundan, mevcut nüshaların bir kısmı, esas nüsha kabul ettiğimiz nüshaya uygun biçimde istinsah edildiği halde, diğer bir kısmı Gûrânî'nin tashihinden geçen nüshadaki kenar ilâveleri dikkate almadığından, bazı hadîslerin kaynağı belirtilmemiştir. Bu ilâveler, metin içinde verilmeyen kaynakların müellif tarafından açıklanmasıyle, okuyucuya kolaylık sağlama gayesini gütmüştür. Yaptığmız tesbite göre A nüshasının metni içinde zikredilmeyen 50 ye yakın kaynak ismi müellif hattıyle, metindeki hadîslerin hizasına yazılmıştır. Bu ilâvelerden bazı örnekler verelim: ve "1-Hadîsu'l evvelu ravâ-hu'I-'İmâm 'Ahmed ve'1-şânî 'İbnu Cerîr, vrk.32a; vrk.42" de fi rivâyeti'l-Beyhakî; vrk.52a da ravâ-hu'1-Buhârî; vrk.60a da zehebe'l-'İmâmu 'Ahmed ve't-Taberânî; vrk.66b de el-hadîsu fî'1-Buhârî ve Müslim; vrk.84" de el-hadîsu ravâ-hu'l-'İmâmu 'Ahmed; vrk.l24a da ravâ-hu'1-Buhârî, v.s. [643]
Metin içinde hadîslerin kaynağı verilerek yapılan nakiller, Gâyetu'I-E mâ-r nî'de ekseriyeti teşkil eder. Bunlar umumiyetle birinci ve ikinci râvilerİyle zikredilir. Aşağıdaki misallerde bu husus açıkça görülmektedir.
Nisa sûresinin 123. âyetindeki bu misalde, hadîsin ilk iki râvisi metin içinde kaynağı da A nüshasının kenarında verilmiştir.[644]
Bakara sûresinin 26. âyetinde "fe mâ fevka-hâ" cümlesinin tefsirinde yukarıdaki hadîsi, ilk râvisi ve kaynağı[645] ile birlikte verir. [646]
Bakara sûresinin 40. âyetinde görüldüğü [647]gibi, manayı takyîd için râvisini vermeden, doğrudan hadîs kaynağını zikreder. [648]
Aynı sûresinin 43. âyetindeki[649] hadîs nakli, Gûrânî'nin en çok uyguladığı şekildir. Hadîsin râvisi ve yer aldığı mecmua adları birlikte verilmiştir[650]
Gûrânî kaynak vermediği hallerde aşağıdaki formüllerden birini kullanarak hadîsi, ya doğrudan doğruya Peygamber'e dayatır, ya da ilk râvinin admı vermekle yetinir. Bu formüllerle naklettiği hadîsler, tefsîrinde pek fazla değildir. Bunlardan bazı örnekler sunalım.
Bakara sûresinin 185. âyetinde nakledilen bu hadîsin çeşitli[651] mecmualarda zikri geçmektedir. [652] Yukarıdaki metinde görüldüğü gibi râvi ile hadîsi nakleden mecmua adı verilmemiştir.
Bakara sûresinin 238. âyetinde "salât-ı vustâ"yı açıklayan hadîsler çeşitli mecmualarda yer aldığından[653]Gûrânî, râvi ve kaynak adı vermeden doğrudan doğruya Rasûlullah'dan nakilde bulunur. [654]
Aynı,sûrenin 87. âyetinde zikredilen yukarıdaki hadîs, sadece Hz. Âişe tarikiyle rivayet edilmiş[655]hangi mecmualarda olduğu belirtilmemişti . [656]
Âl-i îmrân sûresinin 180. âyetinde verilen bu hadîs de Ebû Hurayra'dan nak-Jedilmiş, mecmua adı tefsir metnine alınmamıştır. [657] Hadîs, bazı muteber eserlerde mevcuttur. [658]
Gûrânî, mecmualarda mevcut metinlere kıyasla ihtisara yönelir, taktî'in yanı sıra, bazan da rivayeti bi'1-ma'nâ sayılacak şekilde kaynaklardan az farkla nakiller yapar. Çok sayıda-müfessirin uyguladığı bu usûlü, Ğâyetu'I-Emânî'de sık sık görmek mümkündür. Gûrânî naklettiği hadîsleri, vermek istediği mânâ ile doğrudan yakınlık kurabilmek için kısmen alır, âyetle yakın alâkası olmayan hadîs metnini eserinde zikretmez. Buna usûl-i hadîs'de et-taktî'u'1-hadîs adı verilir, böyle bir naklin cevazı kabul edilir, maksadın da "tatvîl'den ihtiraz" olduğu belirtilir [659]Gûrânî bu tür hadîs naklini daha ziyâde fıkhı ahkâmı tefsir ederken kullanır, bunun pek çok misallerini tesîrinde görmek mümkündür.
Hadîs mecmuâlarmdaki metinlerle, Gûrânî'nin naklettiği hadîsler kıyaslanınca, verdiği hadîs metninin aslına nazaran kelime yönünden olduğu kadar, bazı cümleciklerin alınmadığı göze çarpar. Bu usûl, hadîseiler arasında İhtilaflıdır. Hadîsin, bir nevi rivayeti bima'nâ ile nakli olan bu şekle Buhârî cevaz verdiği halde, Müslim karşıdır. Sahabenin çoğu bunu tecvîz, hatta tatbik etmişler, tâbiûn, ekser-i muhaddisîn cumhûr-ı fukahâ ve usûliyyûn da, tamâm-ı manâyı eda şartıylebunucâiz görmüşlerdir. [660]
Bu noktadan hareketle olacak ki Gûrânî de, böyle bir nakilde beis görmemekte, verdiği hadîsler üzerinde tasarruf yapabilmektedir. Ona bu noktada cevaz veren, hadîs, usûlündeki şu esaslar olsa gerektir: "..Hsân-ı arabîde bî hakkın tasarrufa kadir, elfâz'ü maânî ve terâkibin dakâikma bî hakkın vâkıf ve hadîsin hükmünü hiçbir veçhile tağyir etmeksizin başka elfâz ile nakle kadir olan, hâsılı mevâkî-ı hitabı bilen âlime.." rivayeti bi'1-ma'nâ caizdir . [661]Suyûtî; helâli haram, haramı helâl yapmayan bir metin değişikliğinde beis olmadığını söyler. [662] Bu hususta Gâyetu'l-Emânî'den aldığımız bazı misalleri, Gûrânî'nin hadîs naklindeki bu usûlünü göstermek üzere, tefsîrindeki metinle, hadîs mecmuasındaki metni aynen vererek mukayese imkânı sağlayalım.
Bakara sûresinin 152. âyetinde Buhârî'den naklettiği bu hadîsde[663] cümlelerin ihtisâriyle birlikte, aşağıdaki Buhârî metnine kıyasla kelime değişiklikleri olduğu görülürse de, mânâ ve mefhumda farklılık yoktur. [664]
Aynı sûrenin 156. âyetinin tefsirinde Müslim'den rivayet ettiği yukarıdaki
hadîs metniyle Müslim'de yer alan metin arasında, ihtisar ve rivayeti bi'l ma'nâ vardır. [665] İki metin karşılaştırıldığında cüz'î farklılıklar ortaya çıkar.[666]
Âli Imrân sûresinin 188. âyetinde Buhârî ve Müslim'den rivayet ettiği ha-dîsde de aynı misali görmek mümkündür.[667] Buhârî metninde yaptığı ihtisarı göstermek üzere hadîsi aynen veriyoruz [668]
Gûrânî, A'raf sûresinin 8. âyetini tefsîr ederken Tirmizî ve İbn Mâceden yukarıdaki hadîsi nakleder. [669] Metni, Tirmizî'dekiyle karşılaştırılınca bazı kelimeler
yanında, cümleciklerin de ihtisar edildiği, rivâyefı bima'nâya önem vererek Tirmizî metninden az farkla nakilde bulunduğu görülür. [670]
Beydâvî, kaynak vermeksizin sık sık istifade ettiği Zemahşerî'den nakildj bulunurken[671]hadîslerini de almayı ihmal etmez. Bu nokta, iki tefsîr müştereken' okunurken hemen göze çarpar. Gûrânî, ana kaynakları olan bu eserlere bazan uyduğundan, verdiği hadîsler dikkatle karşılaştırıldığında Önceki müfessirlerde de mevcut olduğu görülür. Nadiren rastlanan bu tarz nakillerinde, önceki mü-fessirlerdeki hadîs anlayışını Gûrânî de benimsemiş olur, sık sık tenkit ettiği Zemahşerî ve Beydâvî'nin durumuna kendisi de düşmüş olur.
Bu iki müfessirden aynı nakli yapmış olsa da, bazan hadîsin mevzu veya
İsnadının zayıf olduğuna işaret eder, Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl'de ekseriya görüldüğü gibi Gûrânî de "ve fi'1-hadîsi" veya "ruviye" lafızlarım kullanır, bazan da metin içinde verdiği hadîslerin kritiğini bizzat kendisi yapar.
Ana kaynaklarından naklettiği zayıf veya mevzu hadîslerden bazılarını tefsirinden nakledelim.
Zemahşerî[672]ve Beydâvî'nin[673] zikrettikleri hadîsi Gûrânî de aynen olmuştur. [674] Bazı kaynaklar yukarıda ki hadîsin zayıf ve mevzu olduğunu söylerler. [675]
Zemahşeri[676] ve Beydâvî'de[677] aynen yer alan bu sözü Gûrânî de [678]nakleder. Adı geçen rivayetin hadîs olması Kanevî tarafından reddedilerek, aslında böyle bir hadîs yoktur. Buna hadis gözüyle bakılamaz, der[679]
Zemahşerî'de[680] mevcut olan yukarıdaki haberi Gûrânî de alır. [681] İbn Hacer rivayet senedini vererek "daîf" olduğunu söyler. [682]
Zemahşeri[683] Beydâvî[684] ve Gûrânî'nin[685] zikrettikleri yukarıdaki hadîsi îbn Hacer senedleriyle vererek, Selmân tarikiyle gelenin merfû, diğer iki tarikle gelenin ise ğarîb ve metruk olduğunu söyler. [686]
Müfessirimiz, Zemahşerî ve Beydâvî'de mevcut haberlere bazan tenkitte bulunur [687]nakledilen hadîs hakkında düşüncelerini açıklar. Isrâ sûresinin 74. âyetinin tefsirinde Zemahşerî'nin naklettiği hadîs'e temas eder[688]ifadesi aynen şöyledir.
Bazı hallerde kaynaklardan aldığı hadîslerin kritiğini yaptığı gibi, hadîs mecmualarında olsun veya olmasın, hadîs diye verdiği metinde tenkitlerde bulunur. Bunlardan bazılarım metinleriyle sunalım.
Gûrânî, yukarıdaki hadîsi senedi yönünden tenkit eder, râvileri içinde İbrahim b. Yahya'nın yalancı olduğunu söyler.[689]
Lokman sûresinin 4. âyetinde verdiği bu hadîsi de senedi yönünden tenkit eder, A nüshamızın kenarındaki notta: "ravâ-hu't-Tirmizî ve fi isnâdi-hi da'fun" kaydını koyar . [690]
Kadr sûresinin 3. âyetinde Tirmizî'den naklettiği bu hadîsin sahih olmadığını belirterek "ehl-i hadîs bunu inkâr eder" kaydını koyar. [691]
Muteber hadîs mecmualarının çoğunda Hz. Peygamber'den rivayet edilen se-ned ve metniyie sıhhati kabul edilen muayyen sûre ve âyetlerin faziletiyle ilgili, bir veya birkaç hadîs mevcuttur. Bunların müfessirlerce, naklî tefsir esasları içinde zikredilmesinde hiçbir mahzur yoktur.
Sa'lebî (Ö.427/1036) ve talebesi Vahidî'den(ö.468/1076) itibaren gelişen bir akımla, Taberî (Ö.310/922) de bile görülmeyen tarzda âyet ve sûrelerin faziletiyle ilgili mevzu hadîsler tefsîrlere girmeğe başlamış, bu konuda dikkati gözden kaçıran müfessirlerİn tefsirleriyle XIX. asrın sonlarına kadar devam etmiştir. îs-lâm âleminde, bilhassa Osmanlılarda fazlaca itibar gören Zemahşerî ve Beydâvî tefsirlerinin, Sa'lebî ve Vâhidî'den gelen faziletle ilgili mevzu hadîsleri eserlerinde herhangi bir mahzur görmeden nakletmeleri, tefsirin bu yönüne zararı dokunmuştur.
Faziletle ilgili hadîs uydurma faaliyetleri, Kur'âna olan bağlılığın kaybolmağa yüztuttuğu, bütün gayretin Ebû Hanîfe'nin fıkhı ile İbn İshâk'ın Meğâzî'-sine yönelmesinden meydana geldiği, bunu gören Kerrâmiye'ye mensup Abadanlı birinin faaliyete geçip Kur'âna rağbeti sağlamak istediği söylenir. [692]Abdullah b. Mübarek (Ö.181/797), fedâil hadîslerini Zenâdıka'nın vazettiği görüşündedir. Ze-nâdıka'ya göre uydurma işi Rasûl'ün aleyhine değil lehine yapılmıştır. Aliyulkâ-rî(ö. 1014/1605) bu iddiaya şiddetle karşı çıkar: "Rasûlün söylemediğini söyledi diye aleyhine hadîs uydurmanın O'na karşı yalancılık olduğunu, en ağır cezaya müstehak olacağını bilmiyorlar mı?" diye cevap vererek, hadîs uydurmanın Rasûlün lehine değil, aleyhine bir hareket olduğunu savunur. [693]
Suyûtî, fedâil-i suver hakkında ortaya çıkan hadîsler içinde sahih, hasen ve daîf'lerin bulunduğunu, mevzu hadîsler olmadığını söylerken, [694] İbn Kesîr'İn haşiyesinde Muhammed Şâkir; Sa'lebî, Vahidî, Zemahşerî ve Beydâvî gibi müfes-sirlerin bunları nakletmeleriyle çok büyük hata işlediklerini belirtir, yalnız Sa'lebî ve Vâhidî'nin isnadı vermeleriyle mahzuru biraz hafiflettikleri, sened vermeden zikredenlerin ise fahiş hatada olduklarını, ifade eder. [695] Teftâzânî (ö.793/1391) ekserisinin mevzu olduğunu, [696] İbn Teymiyye (ö.728/1328) ise hadîs ulemâsının ittifakı üzere fedâil-i Kur'âna dair Sa'lebî, Vahidî ve Zemahşerî'nin haberleri, mevzu haberler olduğunu belirtir. [697]
Gerçek şudur ki, Zemahşerî ve Beydâvî'nin faziletle ilgili hadîsleri içinde sahih olanlar mevcuttur. Fakat bunların sayılan, her sûrenin sonunda zikrettiklerine nisbetle azınlıkta kaldığından itham edilmeleri, çoğunlukta olan uydurma hadîslerin varlığından ileri gelmektedir. Bu konuda söylenecek son söz, ne Suyûtî'nin dediği gibi içlerinde mevzu yoktur iddiası, ne de Ibn Teymİyye'nin ifadesinde görülen fedâil-i Kur'âna dair belli tefsîrlerdeki haberlerin, mevzu haberler olduğudur.
Gürânî'nin muasırı Suyûtî, bu konuda itimada şayan tefsirin İbn Kesîr tefsîri olduğunu, çünkü zikrettiği hadîslerin büyük kısmında mevzu bulunmadığını söyler.[698] Biz buna, şimdiye kadar bilinmeyen tefsirler arasında yer alan Ğâyetu'l-Emânî'yi de ilâve ediyor, İbn Kesîr gibi sened ve metinde âzami titizliği gösterdiği İddia edilmese bile, fazilete dair hadîslerde Gûrânî'nin arzulanan şartlarda bir müfessir olduğunu belirtmek istiyoruz. Müfessirimiz bu konudaki mevzu hadîslerden şiddetle kaçınmış, tefsirinde hadîs mecmualarının adîarıyle bidikte, âdeti olan ilk râviyi vermek suretiyle, sahih hadîsleri zikreden ilk Osmanlı müfessiri olmuştur. Hatta Gûrânî'den daha sonra, Türk müfessirleri İçinde, Zemahşerî ve Beydâvî'nin bu zayıf yönünden kurtulan, alışılmış geleneği yıkan müfessir yok denecek kadar azdır. [699]
Ğâyetu'l-Emânî'de mahdud sayıda olan bu hadîslerden bazılarını misal olarak verelim, gösterdiği titizliği kendi metninden takio edelim.
1- Fâtİhâ sûresinin fazîleti hakkında Buhârî'den[700] iktisar yoluyla şu hadîsi nakleder. [701]
Bu hadîsin Buhârî'deki ilgili cümleleri aynen şöyledir:
Beydâvî şârihi Konevî[702] hadîs sahihtir, vehmolunduğu gibi mevzu değildir, Çünkü Ubeyy'den rivayet edilen bu konudaki hadîslerin ekserisi mevzudur, der.
2-Fâtihâ sûresinin faziletiyle ilgili Buhârî hadîsinden sonra, Müslim ve Nesâ-î'den tahrîc ettiği yukarıdaki ikinci hadîs, [703] Nesâî'de aynen şöyledir. [704]
Âyetu'l-Kursî'nin faziletiyle ilgili olan buhadîs, [705] Zemahşerjî, Beydâvî Nese-fî ve Ebûsuûd tefsirlerinde zikredilmiyor. Yalnız İbn Kesîr, [706]Vluslim metninde bulunmayan bir cümle ilâve eder, hadîsin sahîh olduğunu söyler.
Gûrânî'nin Bakara sûresi sonunda zikrettiği yukarıdaki hadîs, [707]Buhârî de değişik sened ve metinlerle nakledilir. [708]Gûrânî'nin metinde muhtasaran verdiği yukarıdaki Bakara sûresinin son âyetleriyle ilgili fazilet hadîsinin[709]Müslim'deki metni, daha geniştir. [710]
Müfessirin uyması gereken rivayet tefsir esasları arasında, Kur'ân ve Sün-net'in tefsire kazandırdığı açıklayıcı vasfı yanında, sahabe ve tâbiûn'un tefsirle İlgili sözleri bulunmaktadır. Onların, vahyi yakından takip etmesi, Hz.Peygamberin tebliğ vazifesine doğrudan muhatap olmaları, bunun başta gelen sebebleri-dir. Çünkü içlerinde vahyi yazan, nazil olan âyetleri bizzat Resûl'den duyup ezberleyen, ne zaman, nerede, hangi sebebe göre indiğini bilenler vardı. Gene içlerinden bazıları çeşitli meseleler hakkında Rasûl'e soru yöneltmiş, haklarında, sorularına cevap olarak vahiy nazil olmuş kimseler mevcuttu. Sahabeden Abdullah b. Mes'ud'un şu sözü meşhurdur: Allah'a yemin ederim ki, Kur'ân'dan hangi âyet nazil olmuşsa ben onun; kimin hakkında, nerede nazil olduğunu bilirim. [711]Vahiy hakkında geniş bilgisinden dolayı İbn Abbas Hz.Peygamberin duasına nail olmuş, Abdullah b. Mes'ud da o'na "Kur'âmn tercümanı" unvanını vererek, kendisiyle iftihar etmiştir. [712]Sahâbe'nin, Kur'âna hizmetinden dolayı Hz.Peygamber tarafından methedildiğini, Sahîhayn'ın "fedâil-i ashâb" başlığı altında açtığı hadîslerden de anlıyoruz. [713]
Tâbiûn'un tefsirde işgal ettiği yer de mühimdir. Çünkü onlar da sahabeden bazılarıyla beraber yaşamışlar, Hz.Peygambere sağlığında yetişememiş olsalar bile, vahiyle ilgili çok meseleleri sahâbe'den dinlemişlerdir. Bu bakımdan usûl ulemâsı, sahabe ve tâbiûn'dan gelen nakillere itimadı zaruri kılmış, müfessirin onlardan gelen rivayetlere yer vermesini, rivayet tefsîrinin esasları arasında saymışlardır. [714] Hadîs ulemâsı tâbiûn rivayetlerine "mursel" hadîs adını vermişler, [715]fukahâdan hanefî ve mâlikîler, sahabe ve tâbiûn kavillerini icmâen, şâfiîler de beş esastan birinin bulunması şartıyle, mutlak olarak kabulünde ittifak etmişlerdir. [716]
Tâbiûn'un hadîs rivayetinde dikkat ettikleri en Önemli husus, dinledikleri hadîsin senedini sormaları, bu hususta ihtimam göstermeleridir. Bu konuda İbn Abdilberr'in Şa'bî'den, onun da Rabi' b. Husaym'dan sorduğu bir hadîs meşhurdur. [717]Ebû Dâvud Tayâlisî: "Hadîs'i dört kişide bulduk. Bunlar; Zuhrî, Katâde, Ebû İshâk ve A'meş'dir. Katâde ihtilaflı meselelerde, Zuhrî isnadda, Ebû ishâk Hz.Ali ve İbn Mes'ud'un hadîslerinde en çok bilgiye sahip olanlarıydır A'-meş ise hepsinde bilgi sahibi idi. [718]
Tâbiûn içinde bu derece sika ve udûl kimselerin bulunmasına karşılık, ikinci hicrî asır başlarından itibaren hadîsi "dabt" ve "tahammül" yönünden "da'f" hususunda belirtiler başlamış, tâbiûn'un son tabakası sayılanlarda, yaklaşık olarak hicri 105 senelerinde, rivayetlerinde "da'f" ihtimali endişe verici bir hal almış, içlerinde makbul rivayetler olduğu gibi metruk sayılacak rivayetler de ortaya çıkmıştır.[719] Bu yüzden sahabe devrinde başladığı müşahede edilen "cerh ve ta'-dil", tâbiûn devri başlarında, yukarıda söylediğimiz gibi zayıf rivayetlerin azlığı yüzünden tatbik edilemese bile, sonlara doğru ehil olmayan râvilerin artması, işittikleri hadîsleri senedlerini vermeden mursel olarak nakletmeleri, merfû'yu mevkuf, mevkufu merfû hükmüne çevirmelerinden dolayı tatbike konulmuş, çok sayıda râvi tenkit süzgecinden geçirilerek.hadîslerin ifsadı mümkün mertebe önlenmeğe çalışılmıştır. [720]
Sahabe ve tâbiûn'dan gelen pek çok rivayetler gün geçtikçe gelişen tesbit' hareketiyle bir araya getirilirken, III..hicrî asır başlarında Kütüb-i Sitte müelliflerinin faaliyetleriyle daha mükemmel şekle bürünmüş, hadîs ilmi tedvînini tamamlarken, tefsîre pek çok malzeme bırakmıştır.
îşte müfessirlerin sahabe ve tâbiûn kavilleriyle âyetleri tefsîr ederken kullandıkları malzeme, müstakil tefsir sahipleri olarak bilinen Yahya b. Sallâm (Ö.200/815) [721] Taberî(ö.310/922) ve diğer müfessirler tarafından yazılan eserlerde senedleriyle birlikte korunduğundan, sonraki müfessirlere gerektiğinde geniş ve zengin bilgi hazinesi vazifesini görmüştür.
Gûrânî, rivayet tefsirine gereken önemi vererek âyetlere sahabe ve tâbiûn sözleriyle açıklık getirme yolunu seçtiğinden, senedlerini vermeden, rivâyetiyle meşhur olan şahısları tefsîrinde sırası geldikçe zikretmiş, sözlerini tefsîrine delil yapmıştır. Bu hususta takip ettiği metodu, genel olarak şu noktalarda özetlenebilir.[722]
Molla Gûrânî, rivayet tefsirine mâkul Ölçüler içinde yer veren bir müfessir olarak, sahabe ve tâbiûn sözlerinin âyetleri tafsîr ettiğini zaman zaman belirtmiştir. Aşağıdaki misallerde görüleceği gibi âyete verdiği mânânın sonunda bu inancını açıklamış, kendilerinden rivayet edilen sözlere itimat ettiğini ortaya koymuştur.
1- Bakara sûresi 21. âyetin tefsîrinde "le'aile" kelimesinin mânâları üzerinde durduktan sonra takva konusunu ele alan Gûrânî, [723]verdiği mânânın sahâbe'-den bazılarının cevazına göre olduğunu aynen şu cümlelerle belirtir.
2- Gûrânî Lokman sûresinin 12. âyetinde, sûrenin adı olan Lokman hakkındaki rivayetleri kaynak vermeksizin "kîle" ile sıralar, sonunda sahabe ve tâbiûn'un müfessirlerinin ittifak ettikleri sözlerini nakleder.[724]
3- Fâtır sûresinin 32. âyetini, sahabe ve tâbiûn'a ait sözleri açıkça belirterek tefsîr etmese bile, verdiği mânânın bu sözlere uygun olduğunu, özetle verdiği tef-sîrde çoğu sahâbe'nin ittifak ettiğini şöyle açıklar. [725]
Genellikle dirayet tefsirlerinde senedlerin hazfı alışılmış bir gelenek halini aldığından, rivayet tefsîriyle ilgili nakillerde Gûrânî, selefin yolunu takip eder. Hadîs naklinde olduğu gibi, sahâbî nakillerinde de sadece ilk râviyi verir, Öncekilerden farklı olarak rivayet ettiği sözün kaynağını zikretmez. Müfessirimiz sahabe ve tâbiûn sözlerini; " 'an ibnİ 'Abbâsin", " 'an ibni Mes'ûdin", "ve "ani'l-Haseni", "keza 'an Saîd b.Cubeyrin ve'bni Curaycin" şeklinde naklettiği gibi rivayet sahibini, verdiği İzah içinde veya haberin sonunda belirtecek olursa, " alâ mâ ravâ'bnu 'Abbâsin" şeklinde zikreder.
Tefsîr'i baştan sona tetkik edilecek olursa en çok karşılaşılan, sahâbe'den gelen rivayetler olduğu görülür. Bunlar içinde sık sık adı geçen de Ibn Abbâs'-dır. Ehl-i sünnet'e göre sahâbe'nin hepsi " 'udûl" kabul edilmiş olmasına rağmen [726]Gûrânî, rivayetler içinde Ibn Abbâs'a daha çok yer vermekle, sahabe arasındaki yerinin daha şerefli olduğunu, tercümân-ı Kur'ân vasfının da bulunduğunu düşünmüş olmalıdır.
Bu husus, aşağıdaki misallerde açıkça görülmektedir.
1- Bakara sûresinin 33. âyetinde Gûrânî, Hz.Âdem'in yaratılmasından önce yeryüzünde cinlerin sakin olduğunu, aralarında fesat ve kan çoğalınca Allah, bir gurup melâike ile birlikte İblîs'i gönderdiği, onlardan bir kısmını öldürüp bir kısmını da bulundukları yerden kaçırttıkları şeklinde îbn Abbâs'dan rivayet edilen haberi verir, [727]aynen şu ifadeyi kullanır.
2- Gene aynı sûrenin 54. âyetinde "iftulû enfusekum" cümlesini tefsir ederken İbn Abbâs'dan rivayet edilen şu haberi verir, [728]fakat metni aynı mealdeki İbn Kesîr metniyle karşılaştırıldığında[729] ifade farkları olduğu görülür.
3- Gûrânî, Bakara sûresinin 68. âyetinde aynı kalıpla Ibn Abbâs'dan verdiği aşağıdaki metin bazı [730]değişikliklerle İbn Kesîr'de aynı râviden iki yolla rivayet edilmektedir. [731]
Ibn Kesîr metni ise aynen şöyledir:
4- Bakara sûresinin 124. âyetindeki "kelimâtin" ibaresini tefsir için Ibn Abbâs'dan naklettiği aşağıdaki rivayet, [732] yakın benzerliklerle Taberî[733] ve Hâzin'de mevcuttur. Taberî naşiri, isnadın sahîh olduğunu belirtir.[734]
[1] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları:5.
[2] Bu üç değerli i Hin adamı, eserin basımından önce
vefat dinişlerdir. Kendilerini rahmette anarız.
[3] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 11-14.
[4] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 15.
[5] Bu kelime, XIV-XV. asırlarda Osmanlı ilmiye sınıfına
verilen şeref unvanını ifade etmektedir. Mevlâ veya Mevlânâ kelimeleriyle aynı
anlamda olmasına rağmen Mevlâ telaffuzu yerine, Molla telaffuzu şöhret
bulmuştur. Mevlâ'nın diğer anlamlan için bkz: 1 A,VIII, 163-64.
[6] ed-Dav'u'l-Lami',I,241.
[7] a.g.e.,l,252.
[8] Vecîzu-Kelâm, Köprülü Kütüphanesi no 1189, vrk. 21 la.
[9] Kaynaklar bu ismi Bikâ'î veya Bukâ'î şeklinde
okumuşlarsa da Sehâvî'nin et-Tibru'1-Mesbük, Ayasofya no 3113, vrk. 226a da ve
diğer varaklarda Bekâ'î şeklinde harekelenmiştir. Biz doğrusu olan Bikâ'î'yi
kullanacağız.
[10] Unvânu'z-Zamân, Köprülü no 1119, vrk. 6b.
[11] en-Nucümu'z-zâhira, XV, 344.
[12] Nazmu'l-'İkyân,38.
[13] Tabakâtu'l-hanefiyye, Nuru Osmaniye no 3390, vrk. 34b;
el- Bedru't-Tâli', I, 39.
[14] Şekâ'ık,I, 88.
[15] Sellemu'l-Vusûl,ŞehidAliPaşano 1887, I, vrk. 17b.
[16] Devha-i Meşâyih, Bağdatlı Vehbi no 1148 no, vrk.4b.
[17] Silku'l-Le'al, Halet Efendi no 596, vrk. 165b.
[18] Ketâ'ib, Esad Efendi no 630, vrk. 427b.
[19] el-Kevseru'1-Cârî, Ayasofya no 686, vrk. 493a;
RafVl-Hıtâm, Lâleli no 57/2, vrk. 221a; Keş-fu'1-Esrâr, Süleymaniye no 47/2,
vrk. 204°.
[20] Keşfu'l-Esrâr, tbrahim Efendi no 72, vrk. 83b.
[21] Ğâyetu'l-Emânî, Hekimoğlu no 108, II,vrk. 301b.
[22] Şerhu Cem'ı'lCevâmi', Karaçelebi-zâde no 81, vrk.la.
[23] Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi, 570 nolu Istânbûl-i
Evvel Vakfiye Defteri, sh.220, str.10.
[24] Fransızca İAda J.R. Walsh tarafından yazılan Gûrânî
maddesinde(bkz.Et2 II, 1167) Şeref (veya Şihâb veya Şems) el-dîn Ahmed b.
İsmail b. Osman şeklindeki nesebde, Şeref ismi öne alınarak tercihe şayan kabul
edilmiş gözüküyor. Ahmet Ateş, İA, VIII, 406, aynı maddede Şeref, Şihâb veya
Şemsuddîn'i zîkretmeksizin yukardakinin aynısını kabul eder.
[25] Ahmed Ateş, Molla Gûrânî maddesini yazarken el-Kürânî
veya Molla Gûrânî şeklinde iki ayrı tesmiye kullanmıştır. Bkz. tA, VIU, 406.
Aynı kelimeyi iki ayrı telaffuzla kullanmaktaki mahzuru göz-önüne alarak,
müellif isminin meşhur ve sahih telaffuzunu lercih ediyoruz.
Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 18-19.
[26] ed-Dav'u'l-Lâmi' I,
241; Şevkânî, el-Bedru't-Tâli',
14, 39;
Babinger, Mahonneı II,
Le Conquerant, 37 ; Cevdei Bey, Tefsir Tarihi, 130; İlmiye Salnamesi,
334 Luknevî, el-Fevâ'idu'l-Behiyye, 40; İA, VIII, 406 Ahmed Ateş (Gürânî mad.);
Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 431 ; Gökbil gin, Molla Gûrânî ve Padişaha Sunduğu
Yazılar, 75 : Sem'ânî. e!-Ensâb, 489.
[27] Leknevî, a.g.e.,37 ; Mustakîm-zâde, Mecelletu'n-Nisâb,
Halet Efendi no 628 vrk. 373°; Bilmen, a.g.e., 431 ; El2, II, 1166 D.N.Mac
Kenzİe (Gûrân mad.)
[28] Sehâvî, a.g.e., 1,241; Babinger, a.g.e., 37; Bursalı
Tahir, Osmanlı Müellifleri, 11,3; Ahmed Ateş, İA.VII1, 406; Tayyib Gökbilgİn,
a.g.mak., 75; Cevdet Bey, a.g.e, 130; Abdulkadir Altınsu, Osmanlı
Şeyhülislamları, 8; Ritter, Ayasofya Kütüphanesinde Tefsir timine Ait Arapça
Yazmalar, T.M., V1I-VI1I/H, 64; Babinger, a.g.e., 37.
[29] Bu İki şehir hk. bilgi için bkz. Ebü Pidâ, Kitâbu
Takvîmi'i-Buldân, 281, 413; Vİtal Cuinet, La Turquie D'Asie, II, 847; İA, V,
1074 Cl, Huart (lsferayin mad.); Şehrezûr'un yeri ve ahâlisi hk. Mehmed Hurşîd,
Seyehatnâme-i Hudûd, 233 ve 238 de yeterli bilgi vermekledir.
[30] 1973 Diyarbakır Yıllığı, Ergani Haritası, sn. 227.
Ayrıca Ergani Kaymakamlığından ilçe haritasını getirttik, küçülterek
çıkardığımız bir krokisini yan sahifeye ilâve ettik. Burada, Hilar ve Gfan'ın
yerleri görülmektedir.
[31] Bidlîsî, Şer'ef-nâme, 17, 20 not 1,23. 20
[32] Hayalı hk. daha geniş bilgi için bkz.: Şevkânî,
el-Bedru'ı-Tali', 1,19-20; ed-Dav'u'1-Lâmi', 1,101-110; tbn Imâd,
Şezerâtu'z-Zeheb, VII, 339-40.
[33] Bkz. a.g.e.., vrk. 6b. Yazma nüsha varak yerine sahife
esasına göre numaralandığındandan, aynı halayı tekrar etmemek için notlarımızda
sh. 12 yerine, varak 6b şeklinde vermeyi uygun bulduk.
[34] Köylerimiz, Dahiliye Vekâleti Mahallî İdareler
Neşriyatı, 340. Metinde olarak geçen bu köyün, bugün yazı ve halk dilinde Hİlar
şeklinde ifade edildiğini görmekteyiz. Bunu Adil Tekin, Hilar'a ait bir
fotoğrafın alıma ilâve ettiği "Ergani ilçesi batısında bulunan Hilar
mağara şehrinin, kale görünüşü" cümlesiyle belirtmiştir. Bkz.
Fotoğraflarla Diyarbakır, 62.
[35] Gürân kelimesinin telaffuzu hususunda kaynaklarda,
Kcvrân veya Gevrân şeklinde harekelemeler görüldüğü gibi, Gûrân şeklinde
okunduğu kaydedilir. Bkz. Hayruddîn Zirİklî, A'lâm, VI, 97 not 1. Kanaatımızca
şöhret bulan Gûrân okunuşudur.
[36] Bikâ'î'nin 'Unvânu'z-Zaınan'da. Gûrânî hk. verdiği
biografik bilgiler, yandaki fotokopidedir.
[37] Bkz. Mahomet II, Le Conquerant, 37 ve 574.J.R. VValsh,
Fransızca İslam Ansiklopedisinin Gûrânî maddesinde Babinger'in bu hükmünü
hafife alarak "par simple deduetion" (basit bir kıyasla) İfadesini
kullanıyor. Et ,11,1167.
[38] Çünkü Şehrezûr (Kerkük) havalisi halkının büyük
çoğunluğu, Türkmen müslümanlardan teşekkül etmiştir. Daha geniş bügİ için bkz.
VitalCuinet, LaTurquied'Asie, 11, 851.
[39] Etnik ayırımın yapılmadığı bir çağda yaşayan,
zamanında yazılmış kaynakların hiçbirinde sözü edilmeyen, doğruluğu kesin
olarak müellifin kendisinden veya sülalesinden bir başka şahısla tspat lanmayan
bir hususu, beş asırlık uzun bir zaman geçtikten sonra ortaya koymak; ilim
adına duyulacak en büyük üzüntüdür, bize göre ilim, belgelere dayandıkça ilim
olur. Tarihçi olarak Babin-ger'den beklenen, tarihi kaynaklara inerek doğum
yeri hakkındaki İhtilâfı açıklığa kavuşturmak, doğruluğuna inandığı bir hükmü
belgeleriyle ispatlamaktı. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi müellifimiz
Şehrezûr'da değil, Diyarbakır'da doğmuştur. Araştırmamızla, Şehrezûr veya
İsferâîn ihtimalleri tamamen kapanmıştır. Bulunduğu bölge o zaman Akkoyunlu
Türk devletinin idaresi altındaydı. Eğer ihtimaller üzerinde durulacaksa, bu Türk
devletini meydana getiren insanların asılları üzerinde durulmalı, belgelere
dayanarak, nesebini teşkil eden isimler araştırılarak karar verilmelidir.
Elinde vesikalar olmadan "zoraki" ve aynı zamanda "kasdî"
yakıştırmalarla oriaya çıkanların niyeti, bugün her zamankinden daha iyi
bilinmekte, acı neticeleri tarihin sayfalarında yatmaktadır.
[40] Topkapı Saray Arşivi no E 6089, slr.3.
[41] Ayasofya Kütüphanesi no 686, vrk. la.
[42] Merhum Ali Emirî, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkıyyesi, 85 de
Fahruddîn Acemî, Gûrânî, İdrîs-i Bidlîsî, Zenbilli AH Cemâiî'lerin sultanlara
ne deTece bağlı olduğunu kaydettikten sonra: "Böyle bir silsite-i âliyeden
vitâyet-i şarkıyye ahâlî-İ hamiyyetmendİ nasıl iftirâkı arzu eder?"
diyerek, bu bölgeden yetişen ulemânın tarih boyunca taşıdığı ruhtan
ayrılmadığı, Osmanlı kalarak devlete daima yardımcı oldukları, imparatorluk
içinde ayrı bir jnsur hüviyetine bürünmediklerini belirtir.
[43] Prof. Dr. Süheyl Ünver, Fatih Külliyesi, XXI (takriz)
[44] Sehâvı, ed-Dav'u'1-lâmi, 1,241.
[45] Sehâvî, a.y.: Bİkâ'î, 'Unvânu'z-Zamân, vrk. 6b;
Suyûtî, Nazmu'l-Ikyân, 38; Temîmî, Tabakâ-lu'1-hanefiyye, vrk., 34b; İA,
V1I1,406 A.Ateş (Gûrânî mad.)
[46] Sehâvî, a.g.e., 241. Walsh, El2,11,1167 de yanlışlığın
müstensih hatasından ileri geldiği kanaatın-dadır.
[47] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 20-23.
[48] Bkz. İA.I, 252, Mükrimin Halil Yınanç (Akkoyunlu mad.)
[49] A,I,a.g.mad., 253. Mükrimin Halil'in bu ifadelerinden
hareketle müellifimizin ecdâdî hakkında, kesin bilgimiz olmamasına rağmen, baba
ve dedelerinin de Oğuz Türklerinden gelen bir sülâleye mensup olabileceği,
Akkoyuniu'ların hüküm sürdüğü topraklarda yaşayıp Gûrân'da yerleşebilecekleri,
üzerinde düşünülecek bir konu olarak İleri sürülebilir.
[50] İA,İ,a.g.mad., 258; Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri,
65; tA,111,622 M.Halil Yınanç (Diyarbekİr mad.).
[51] Şebabettin Tekindafe, Memlûk Sultanlığı, 27-29,33-35;
İA,VII,689 Sobemheİm (Memlûkler mad.); Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 11,187.
[52] Tckİndağ, a.g.e., 23.
[53] Hayatı hk. bilgi için bkz. İ A,II, 58-60 Fuad Köprülür (Aybeg mad.)
[54] Hayatı ve faaliyetleri için bkz. tA, II, 357-362 Fuad
Köprülü (Baybars I mad.)
[55] İA, II, 362, a.g.mad. Fuad Köprülü.
[56] Tekindağ, a.g.e., 45-54; Dr. Saîd Âşur,
el-'Aşru'I-Memâlîkî, 160-64.
[57] Tekindag,-a.g.e., 112-13.
[58] a.e., 115,not 34.
[59] ÎA,II,317-18 M.Sobernheim (Barsbay mad.).
[60] A,III,328-29, M. Sobernheim (Çakmak mad.),
ŞezerâtıTz-Zehcb, VII, 247
[61] İbn Tağrîberdî, en-Nucûmu'z-Zâbira, XV. 503 Sultan
Gayrİ'nin de aynı gayret içinde ulemâ ile te-lemasını Said Aşur zikreder. Bkz.
el-'Aşru'l-memâlikî. 342.
[62] en-Nucûmu'z-Zâhira, XV,503.
[63] Hayan hk. daha geniş bilgi için bkz.
Şezcrâtu'z-£elıeb, VII,280-84.
[64] İbn Tağrîberdî, a.g.e., XV,549. Türkçeyi mükemmelen
konuşup yazanlar hk. bilgi için bkz. a.e., XV,531-32.
[65] ed-Dav'u'I-Lâmi1, 1,318.
[66] Dr. Saîd Abdulfettah Âşur, el-'Aşru'l-Memâlikî,
345-46.
[67] Dr. Nicola Ziyâde, Dımaşk fî Aşri'l-Memâlik, 119-122
[68] Bkz., a.e., 69; Dr. Saîd Âşur. a.e., 349-50.
[69] Bu konuda misaller pek çoktur. Memlûklar devri itim
hayatı, medresede okutulan eserler, meşâyih ve ulemâ üzerinde derli-toplu bilgi
vermemiz konumuz dışında kaldığından sadece Sehâvî*-. den istifade ile
söylediğimiz hususları aynen aksettiren birkaç mİsa! gösiermekle yetineceğiz.
Bkz: ed-Davu'u'1-Lâmi, 1,44-47, 175-178, 205-208, 227-231, 231-234, 316-319.
Yalnız bu sahîfelerin okun ması bile genel bilgi yönünden faydalıdır.
Okutuian dersler ve
£edrîs usulleri hk. genel bilgi için bkz. İA, VIII, 62-64 John Pedersen(Mescıd
mad.). Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 25-28.
[70] Bu eserler şimdiye kadar verdiğimiz dipnotlarda
görülen; Bikâ'î, 'Unvânu'z-Zamân, Köprülü no 1119, vrk. 6 ile Sehâvî'nin, ed-DavVl-Lâmî', 1, 241 dir.
Bu konu yazılırken iki müellifden daha ' çok istifade edildiği, verilen
sahifelerde bir değişiklik söz konusu olmadığından, sık sık dipnotu koymuyoruz.
[71] Taşköprî-zâde, Şekâ'ik, I, 88; Hoca Sâduddîn,
Tâcu't-Tevârîh, II, 441; Reîsul-kuttâb Hüseyin, BedâYu'l-VakâY, vrk. 187a;
Mecdî, Şekâ'ik Tercemesi, 1,102. Ahmed Ateş de ilk tahsilini memleketinde
başlatır, Bkz. İA, VIII,406.
[72] Ahmet Ateş bu sıralardaki yaşını belirtmek için
"pek küçük" kaydını koyuyor. Bkz. İA, VIII, a.y.
[73] Bilâd-ı Cezire veya sadece el-Cezîre, I A.nin verdiği
bilgiye göre Dicle ile Fırat arasındaki arazinin (Mezopotamya) şimal kısmına
verilen ad olduğu, Ebû Fidâ'ya göre de kuzeyde Malatya ve Âmid (Diyarbakır)le
başlayıp, güneyde Anbâr ve Tekrîd'c uzanan hat ile Irak'tan ayrılan bölge
şeklinde tarif edilir. Bkz. İA., IH, 152. Ş;ı Vıalde Gûrânî gene aynı bölge
içinde kalarak, ismini bilmediğimiz bir şehirde tahsiline devam etmiştir. Ahmed
Ateş Bağdat'ta tahsil elti kaydını koyarak yeni bir isim vermekle, bunu
cl-Cczîre'den mi çıkardığı iyice anlaşılmamaktadır, Bkz. lA.VIII, 406.
[74] Hayatı için bkz. Şezerâtu'z-Zeheb, VII,217.
[75] Şevkânî, Gûrânî':ıin Kazv'ınî'den, Tcftâzânî'nin
Keşşaf haşiyesinin yanı sıra, kırat-ı seb'a, nahiv, maânî-beyân, aruz ve
mantık'tan eserler okuduğunu, akü ve nakli İlimlerde bilgi sahibi olduğu gibi,
fıkıh tahsilini de Kazvînî'den aldığını kaydeder. Bkz. el-Bedru'l-Tali', I. 39.
[76] Bkz. a.g.e., I, 39. Gûrânî üzerinde tesiri olduğunu
tahmin etliğimiz hocası, Ibn Teymiyye aleyhinde bulunurak, tekfirini iddia
ettiğinden Şam'da şiddetli bir münazara havası doğmuştur. Bkz. Şezerâtu'z-Zehcb,
V1I1.211.
[77] Hayatı hk. daha geniş bilgi için bkz. Ahmed Munûfi,
ei-Bedru't-Tâii, Köprülü Kütüphanesi no 1012, vrk. I71a-n6b;Şezerâtu'z-Zeheb,
VII, 241-42 ;el-Bedru't-Tâir,U, 260-63.
[78] Medresenin tarihçesi için bkz. Makrîzî, el-Hıiat,
378-379; Tekindağ, Memlûk Sultanlığı, 117-118.
[79] Hayatı için bkz. ed-Dav'u'1-Lâmî', 36-40.
[80] Hayatı İçin bkz. a.g.e., IV, 136-37; Ştverâlu'z-Zdıeb,
VII.256.
[81] Hayattiçİn bkz. a.g.e.,X,!38-140; Ahmed
Munûfİ,ei-Bedru't-Tâİi1,vrk. 3O5a.
[82] Şevkânî, el-Bedm't-Tâli1,1,40.
[83] Ahmed Munûfî, a.g.e, vrk. 141a-14Sb. Bu eserin vrk.
143a, str. 14 de Kulkaşendîden şafİÎ fıkhı okuduğu tasrih ediir. Ibn
Tağrîberdi, en-Nucûmu'z-Zâhira, XVI, 12; ed-Dav'u'l-Lâmî1, V, 161;
Şezerâtu'z-Zeheb, Vll.289.
[84] Bkz.a.g.c.,1,88.
[85] Bkz. el-Kevseru'1-Cârî, Ayasofya no 686, vrk.2b, str.
23: Hadîs naklinde Buhâri'ye kadar uzanan şeyhleri hakkındaki sened
metnini.189. sahifede aynen verdik. Şu eserler de Ibn Hacer'den mücâz oluşunu
zikreder. Şekâ'İk, 1,89; Reîsulkuttâb Hüseyin, Bedâ'i'u'l-Vakâ'i', vrk.
187,aTâcu't-Tevârih, II, 441; Şekâ'ik Tercemesi, 1, 103.
[86] Hayalı hk. bilgi için bkz. en-Nucûmu'z-Zâhira,
XVI-13-16; Makrîzî, es-Sulûk, Süleymaniye/Fa-lih no 4389, vrk. 154a"b;
ed-Dav'u'1-Lâmi, IX, 236-39.
[87] Hayan hk. Bkz Şezerâtu'z-Zeheb, VII,291-92.
[88] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 29-32.
[89] ed-Dav'u'l-Lâmi, 11.243.
[90] Şezerâlu'z-Zeheb, VIII, 247. .
[91] Sehâvî, Vecmı'l-Kelânı, Köprülü no 1189, vrk. 211b;
ed-Dav'u'l-Lâmi', II, 243; İA, VIII, 406 Ahıneı Ateş (Gûrânî nıad.)
[92] Bcrkükıye'deki talebelerinden hiçbir kaynak bahseımcz.
Yalnız lesâdüfen ed-Dav'u'1-Lâmi'de Hasan b. Ali b. Talhâ\î'nin Gûrânî'dcn
okuduğu kaydına rasıladık. Bk/. a.g.e
İMİ 15-16
[93] Bkz. Topkapı Saray Arşivi no E 10231, str.5-7.
[94] Bkz. İA.V1M, 406-407 (Gûrânî mad.).
[95] Makrîzî, es-Sulûk, IV, 1212-13; Bikâ'î,
'Unvânu'z-Zamân, vrk. 6b-7a; en-Nucümu'z Zâhira, XV, 344; ed-DavVI-Lâmi\ 1,242.
[96] Hayalı için bkz. ed-DavVl-Lâmİ1, VI1,4647. Sehâvî,
hocasından naklen bu şahsın Ebû Hanife neslinden gelişi meselesinin bir tertip
olduğunu, asılsızlığının, adıgeçenin babasından senelle tesbit edildiğini
belirtir. Bkz. a.e., VII.47, str.8.
[97] Hayatı için bkz. Şezerâtu'z-Zeheb, VII, 254-55;
cd-Dav'u'1-Umi, 11,21-25.
[98] Bu konuyla İlgili cümleler için bkz. a.g.e., IV. 1212.
[99] Bkz. a.g.e.,IV,1212,str.I7.
[100] Bkz.'Unvânu'z-Zamân, vrk. 6b-7a.
[101] Hayatı için bkz. Şezerâtu'z-Zeheb, VII, 292-93.
[102] Hayatı hk. daha fazla bilgi için bkz. el-Dav'u'I-lâmî,
İV,İ34dvm. Aynı kadı, 852, h. de" bir silah
[103] Hayatı hk. bkz. Şezerâtu'z-Zeheb, VII. 294-95;
ed-Dav'u'1-Lâmî, IV, 198-203.
[104] Ibn Imâd'ın ifadesine güre Muhibbuddîn, ömrünün 78
sene Iû ay olmasına iki gün kala vefat etmiştir. Şu halde anlattığımız olaydan
hemen sonra fâni olmuştur. Hayatı için bkz. Şezerâtu'z-Zeheb, VII, 250-51.
[105] el-Bedru't-Tâli, 1,40-41.
[106] Brockelmann ve Ahmed Ateş, Şevkânî'yİ kaynak olarak
kullandıkları halde görüşlerine hiç yer vermemişler, nedense
Sehâvî'ye itimadı daha
lâyık görmüşlerdir. Bkz.
G.A.L. 11,295-296; Supp., II, 319-20. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 33-35.
[107] ed-Dav'u'1-Lâmi',1,242; Ahmed Munûfî, a.g.e., vrk,
189a. Bu varakta ayrıca, yerine hemen Mahallî'nin layin edilmesine Gürânî'nİn
son derece kızdığı, bu yüzden Cem'u'î-Cevâmi' şerhine pek çok yerde tenkit
ettiği söylenir.
[108] Hayatı hk. bkz: Munûfî, a.g.e., vrk. 187a-I92a;
ed-Dav'uM-Lâmi, VII, 39-41. Mahallî'nin bu mevkie hemen getirilişi son derece
ilgi çekicidir. Tertiplenen olayda parmağı olup olmadığı kesinlikle söylenmese
bile, belki insanî zafiyeti ile mevki ihtirası yüzünden, ustalıkla yürütülen
tertipte payı olduğu düşünülebilir. Çünkü Gûrânî, usûl-i fıkıhtan
Cem'u'l-Ccvâmi' üzerine yazdığı şerhde aynı esere önceden şerh yazan Mahalli'yi
bazan tenkil eder, hatasını bulur. Bu suretle dolaylı da olsa kendisine hasm
olduğunu ihsas ettirir.
[109] Unvânu'z-Zamân, vrk.7a.
[110] Ürdün'ün bir kasabasıdır. Bilgi için bkz. Yakut,
Mu'cemu'l-Buldân, V,13.
[111] Bu isim Bikâî'de Nasır şeklinde geçiyorsa da aslında
Nasıra olduSu yazılıdır. Bkz. Mu'cemu'!-l-uldân, V.251.
[112] Lübnan dağlan eteğinde bir şehir adıdır. Bkz. a.e.,
111,412.
[113] es-Sulük, IV,1212-13.
[114] ed-Dav'u'l-Lâmi\ 1,242.
[115] Ahmed Ateş Bikâ'î'nin eserini görmediği için mecburen
Sehâvî'ye itimat etmiş, "Fırat nehri ötesine sürüldü" cümlesini
kullanmak zorunda kalmıştır. Bkz. İA,VU1,4O6-4O7 (Gûrânî mad.) fakat bu
cümlesinden biraz aşağıda sh.407 de "belki Haleb'de" ifadesiyle
Sehâvî'dcn gelen bilginin doğru olmadığına inanmış, böylece akla daha yakın
olan yolu seçmiştir.
[116] Ibn Tağnberdî, en-Nucûmu'z-Zâhira. XVI, 503.
[117] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 35-37.
[118] Bkz. Akkoyunhı ve Memlûklar Devri liim Hayan, 10.
[119] Bkz. Fındıklı Süleyman, Miri'iTt-Tevarili, I, 463;
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 585.
[120] Prof. Dr. Necati Ugai-Doç.Dr.Adnan Em, Fâtih Devrine
Ait Mımşeat Mecmuası, bıı vesikaları ıhtiva etmekledir.
[121] Bkz. Osmanlı Tarihi, 11,647.
[122] Hayatı İçin bkz. Ta$köprî-zâde, Şekâ'ik, ı,83-84.
[123] Âyıkpaşa-zâde Tarihi, 202.
[124] Bkz. Cihannumâ, 11,839-40.
[125] a.g.e., 189.
[126] Târih-i Atâ, 1,36.
[127] Şu eserlerde de faydalı bilgiler mevcuttur. Bk?..
Tursun Beg, Târihu Ebu'1-Feth, 63; Fındıklılı Süleyman, Mîr'uVTevârih, 1,447;
Âli, Kunhu'l-Ahbâr, 1,37; İbn Imâd, Şezerâtu'z-Zeheb. 11,345; Ka-raçelebİ-zâde,
Ravdatu'l-Ebrâr, Ayasofyâ no 3047, vrk. 159b; Prof. Dr. O. Turhan, Türk Cihan
Hakimiyeti, 11, 46-48; S. Ay verdi. Edebî ve Manevi Dünyası içinde Fâtih, 7-8.
[128] Müellif eseri Iıalyanca olarak kaleme alınışı ir.
"lorunu, Marino de Cavalli'nin yardımı ile saray tercümanı Murad Hey,
Osmanlıca'ya aktarmıştır. Abdullah Uçman da sadelestirerek. neşredilmiştir.
[129] Bkz.İA, IV, 11! \e 122. M.TayyibGflkbilgiıı (Lirime
mad.)
[130] Hayan için bkz. Şckâ'ik, 1,104-108.
[131] Bkz. Prof. Dr. Süheyl Ünvcr, Fatih Külliyesi, 9-13.
[132] Bkz.a.g.e., 107-109.
[133] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 38-42.
[134] Herbiri için deta\İı biblioğrafik kaynak teshiline
ghmeden, sadece bilgi edinmek üzere nıahdud sayıda kaynak vermekle
yetineceğiz. Bkz. Şekâ'ik, I, 32; Şezerâtu'z-Zeheb, VII, 183: Kc^fu'z-Zünûn, 1,242.
[135] Keşfu'z-ZiıiHin. II. 1837. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 42.
[136] Şekâ'ik, 1. 39-49; îjevkârıî, el-BedruVTâli, II,
257-59; Şezerâtu'z-Zeheb, Vll, 204-206; Dâvûdi, Tabakâın'l-Miıfe^sirîn, I!, 60.
[137] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 42.
[138] Şekâ-ik.
1,24-32; el-Beclru'l-Tâli'. II, 266-68; Şcerâlu'z-Zehch, Vll.209-10; Kcşfu'z-ZUnûn. 11,1267.
[139] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 42-43.
[140] cl-Bedru't-Tâli', 1,79-81; Şe/erâluVZelıeb, Vll,
254-55; ed-Dav'u'1-l.âmi, 11,21.
[141] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 43.
[142] ed-DavVl-Lâmi, II, 36-40; el-Bcdru't-Tâli I, 87-93;
Şezerâtu'z-Zehcb, VIH, 270-75; Keşfu'z-Zünûn, 1,547-48; Prof.Dr.Koçyiğit,
Nuhbetu'l-Fiker Şerhi, 9-11.
[143] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 43.
[144] Şezerâtu'z-Zdieb, VII, 286-88; el-Bcdru't-Tâü,
11,294-95; İA,II,70-72; Keşfu'z-Zünûn, 1,548.
[145] Bkz. Keşfu'z-Züının, 11,1728.
[146] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 43-44.
[147] Şekâ'ik, 1,97-102; Uzuıiçarşılı, Osmanlı Tarihi,
11,652.
[148] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 44.
[149] el-BedruM-Tâli, II, İl 5; ŞezcrâlııV-Zelıeb, VII.
303-304; ed-DavVI-Lâmi; VII, 39-41.
[150] Bkz.. Kcşfu'7-Zünûn, 1,595-96.
[151] a.g.c, 11,1873.
[152] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 44.
[153] el-nedru'i-Tâli, II, 351-52; Şc.verâiıı'z-Zeheb,
VII.317-18. 44
[154] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 44-45.
[155] Şekâ'ik, 1,181; ŞczcrâlıTz-Zeheb, VII,319-20;
el-Bedru'l-Tâli, 1,497.
[156] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 45.
[157] ed-DaıVI-Lfimi, VII, 259-62; Şezcrâtu'z-Zeheb, VII,
226-28; el-Bedru'l-Tâli, II, 171; Şekâ'ik, 1,68-70;
koç.I)r.Cerrahoglu,Kilâbi]'l-Tcysîr, 7-11.
[158] Kâfiveci'nin Kitâbıı'l-Tejsîr'ini tcrcemesivlc
birlikle neşreden Doç.Dr.tsmail Cerrahoglu, doğum yerini Kökcekî (Kbkğâki)
şeklinde okumuştur (sh.7). Brockelmann'dan gelen bu yanlışlığın aslı, Gökçe
Kö>'dür. Sehâvî, osmanlıcadaki vav'lan hazfederek şeklinde yazmış olabilir,
tki vav ilave edilince (Gökçe Köy)
rahatlıkla ortaya çıkar. Nilekim-synı köyün Manisa il sınırlan içinde varlığı,
bugün de bilinmekledir. Bkz.KÖylerimiz, 282.
[159] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 45.
[160] el-Bedru't-Tâli', I. 495; Şekâ'ik, I, 177;
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 653.
[161] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 45-46.
[162] ed-Dav'ul'l-Lâmi, 1,101-111; el-Bedru't-Tâli,
I,19-22ŞezerâluV-Zeheb, VII, 399.
[163] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 46.
[164] Şezerâm'z-Zeheb, VII, 342-43; Uzunçarşılı, Osmanlı
Tarihi, 11,656-57.
[165] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 46-47.
[166] Şekâ'ik, 1,135; el-Bedru't-Tâli, ÎI, 306;
Şezerâtu'z-Zeheb, VIII, II; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 11,653-56.
[167] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 47.
[168] Şezerâtu'z-Zeheb, VII, 360-61; Bilmen, Büyük Tefsir
Tarihi, 435-39.
[169] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 47.
[170] Şezerâtu'z-Zeheb, VIII, 15-18; el-Bedru't-Tâli, II,
184-86.
[171] Keşfu'z-Zünün, 11,1779-80.
[172] a.e., 11,1089.
[173] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 47.
[174] Şezerâtu'z-Zeheb, VIII, 51-55; el-Bedru't-Tâli,
1,328-335.
[175] el-Bedru't-TâH, I, 329.
[176] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 47-48.
[177] Şimdiye kadar Gûrânî üzerine ciddiyetle eğilen,
hakkında yazılmış bütün bilgileri toplayıp değerlendiren bir çalışma
yapılmadığından, bu sorular cevapsız kalmıştır. Biz bunlara, yakın sayılabilecek
çözüm yolları getirme arzusundayız.
[178] Molla Yegân, hac dönüşünde Kâhire'de (Mısır'da)
karşılaştı tezini kabul eden kaynaklar şunlardır:
Âşıkpaşa-zâde Tarihi, 202; Taşköprî-zâde, Şekâ ik, 1, 89; Mecdî, Şekâ ik
Tercemesi, 103; Tâ-cu't-Tevârih, II,
442; Rifat Efendi,
Devhatu'l-Meşâyih, 10; Kunhu'l-Ahbâr, V,
326; ilmiye Salnamesi, 334; Kefevî, Ketâ'ib, vrk. 427b; Reîsulkuttâb
Hüseyin, Bedâ'i'u'l-vekâi, vrk. 187Mustakîmzâde, Devha-i Meşâyih, vrk. 4b;
Süheyl Ünver, Fâtih Külliyesi. 163.
[179] a.g.e., 196 da şu cemleler mevcuttur:
"Sultan Murad Gaziye kim Fadlullah Paşa vezir oldi, yine her yıl
Beylullâh'a gönderilen flori gönderilmeli oidı. Padişah ider: Fadlullah, ol
floriceği yine Halîlurrahmân'a ve Kuds-i şerîf'e ve Beytullâh'a ve Medine'ı
Rasül'e gönder kim mevlana Ycgen hacca niyyet itmiş ve alsın ol fioriyİ anda
Medîne-i Rasülün fakirlerine versün".
[180] İA,VIH,407(Gürânîmad.)
[181] Topkapı Saray Arşivi no E 10797. Vesikanın aslı için
bkz. Arşiv Vesikaları bahsimiz, 99.
[182] Sehâvî'nin Gûrânî'ye karşı takındığı bu tarafgir tutum
ve kararını Şevkânî cevap vererek reddeder. Bkz. el-Bedru't-Tâli,I, 40-41.
[183] Bkz. ed-Dav u'l-Lâmi, 1242, str.2.
[184] Bkz. Tâcu'ı-Tevârih, II, 442;Künhu'l-Ahbâr,V,326;
Devhatu'l-MeşâyihJ0;Şekâik,I,89; Şekâ'ik Tercemesi,103; ilmiye Salnamesi, 334;
Kâmûsu'I-A'lâm,V,39I6; Ketâ'ib,vrk.427b; Kâtib Çelebi,
SeIlemu'l-VusûLI,vrk.i7b; Devha-i Meşâyıh, vrk,4b;Leknevî,
et-Fevâ'idu'1-Behiyye, 39; Bedâ i u'l-Vekâi, vrk.187 : Bu eserlerin hepsi,
özetlediğimiz bu görüşü kısa veya uzun anlatmaktadır.
[185] Molla Yegân'ın Bursa'daki medreselerde müderrislik
yaptığını Taşköprîzâde haber vermektedir. Bkz.Şekâ'ik, 1,84. Bunu Süheyl Ünver
de teyit etmektedir. Fâtih Külliyesi, 163.
[186] Kendisinden istifade eitiğimiz Bikâ î bu konuda
(Unvânu'z-Zamân,vrk.7a) "..fe dehale ilâ bilâdi'r-Rûnı, fectema'a bi ulemâ
i-hâ ve nâzirî-him" (Anadoîuya girdi, ulem'a ve devle! ricali ile toplantı
yaptı) demek suretiyle bir yer tahsis etmemekte, belki de başkent olması
sebebiyle Edirne'yi kastetmekledir. Bikâ î ayrıca, burada kadıasker olan
Veliyuddin lîngerevî ile tanıştığını, soylu bir Şileden olan bu zâla Gûrânî'nin
bir kasîde takdim ettiğini de ilâve eder ki kanaatımızca bu şahıs, Rumeli
kadıaskeri Ahmed Paşa İbn Velİyyuddîn olmalıdır. Bkz. Gûrânî'nin Kadıaskerliği
bahsi, sh. 58. not 5: Aynı şahıs hk. bilgi için bkz. Baltacı, Osmanlı
Medreseleiri, 143.
[187] Kunhu'l-Ahbâr, V, 326; Bedâ İ u*l-Vek'a İ, vrk. 187b;
Devhatu 'l~Meşâyıh, 10; Kâmusu'I-A'lâm, V,3916; Şekâik, 1,89; Ketâ ib,
vrk.427b.
[188] Bu iki medrese hakkında dahU geniş bilgi için bkz..
Mustafa Bilge, İlk Osfnanlı Medreseleri, Yıldırım Medresesi için 146-153.
Kaplıca Medresesi için 171-173. Molla Gûrânî Yıldırım medresesinde ders
verirken, devrin şöhretli ulemâsı olan Alâuddîn Arabi'yi (0.901/1495/96)
yetiştirmiştir. Bkz. Tâcu't-Tevârih, M, 485; Şekfi ik, 1,166.
[189] Bkz. İA, VII,5O7(Mehmed II rnad.) Bekir Sıtkı Baykal,
İnalcık'ın bu sözüne itimat ederek 1443 senesini kabul ederse de "..ilk
hocasının Molla Gûrânî olduğu malumdur" sözünde, kanaatımızca yanılmıştır.
Bkz.Fâtih Sultan Mehmedin Muhiti,? 1.
[190] Ed-Dav u'Mâmi, 1,242; Sellem u'I-Vusûl, vrk. 17b; tbn
Uleyf, Kitâbu durri'l-Manzûm, Fatih no 4357, vrk. 28a; Tabakâtu'l-Hanefiyye,
vrk. 34b; Devhatu'l-Meşâyıh, 10; Nazmu'l-Ikyân, 39; Fatih Külliyesi, 184; İA,
VIII, 407 A.Ateş (Gûrânî mad.)
[191] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 48-52.
[192] Bkz. tA,VII,506(Mehmed II Mad.); Fâtih Devri, 55 not
lıFındıklıhSüleyman Efendi, Fâtih'in 833/1430 da doğduğunu
söyler.Mîri'üt-Tevârih, 1,437.
[193] Tâcu't-Tevârih, II, 442; Şekâ ik, I, 89; Şekâik
Tcrcemesi, 103-104; Ketâib, vrk. 428a, str.5.
[194] R.Ahmet Sevengil, Fatih Devrinde Alimler, 16; "öndört yaşında Manisa'ya
gönderildiği'; Cevdet Bey, Tefsir Tarihi, 130: "Gûrânî ile yedi yaşında
tedrise başladığı";_Mchmed Atâ (Hammer Tercemesi), Osmanlı Tarihi,
111,237: "henüz pek küçük yaşta olduğu"; A.Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim,10:
"Mehmet II küçüklüğünde" ; Fâtih Külliyesi, 182: "Fâtih o
devirlerde pek küçüktür"; ÎA,VIII,407 A.Ateş, Gûrânî mad.: "henüz
çocuk olan Şehzade" gibi değişik ifadeler kullanmışlardır.
[195] Bkz. Fâtih Sultan Mehmed'in Muhiti, 70.
[196] Baykal, a.g.mak-, 71 ve Ünver, Fatih Külliyesi,
182Gûrânî'yi ilk hocası Kabul ederler.
[197] Ünver, a.g.e., 183 de Fâtih'in başhocaları Molla
Gûrânî, Molla Husrev, Molla Hoca Hayruddîn ve Molla Sirâcuddîn vardır derken,
Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, 145 de "Fâtih Sultan
Mehmed'in şehzadeliğinde Halebli Siraceddin Mehmed, İbnu Temcîd, Mevlânâ Ayaş,
en sonra da Şemseddin Ahmed Molla Güranî hocaları olup. Molla Gürânî hocası
iken pâdişâh olmuştur" sözüyle
belli tarihler tesbitine yanaşmamışlardır.
Hocalarının bir diğer listesi için bkz. Hammer, Devlet-i Osmaniye
Tarihi, 111, 312 not 23
[198] Künhü'l-Ahbâr, V.327.
[199] Tâcu'i-Tevârih. 11,442; Ketâ'îb, vrk. 428a; Şekâ ik,
1,90; Bedâ i u'l-Vakâi,187b; Şekâ ik Terce-mesi, 104; Devlet-i Osmaniye Tarihi,
111,237; Menmed Murad, Târih-i Ebü'l-Fârük, H,29;tA.VIII, 407 A.Ateş(Gûrânî
mad.)
Bazı kaynaklar Gûrânî'nİn dövmediğine, yalnız şiddet gösterdiğine
kanidir. Fâtih Külliyesi, 163; Kâmûsu'l-A'!âm,V,3916; Edebî ve Mânevi Dünyası
İçinde Fâtih, 9.
[200] Gûrânî'nİn Şehzade ile ilk dersini teferruatı ile,
Taşköprî-zâde Mehmed Kemâluddîn'in Tuhfeiûl-Ahbâb veya Târih-i Şâf isimli
eserinden İ.Hami Danİşmend naklelmiştİr. Fazla bilgi için bkz.
Fâtih'in hayatı ve Fetih Takvimi, 5-7.
[201] Bkz. İA,V1II, 608 Halil İnalcık,(Murad II mad.); Fatih
Devri, 102.
[202] R.C.Repp, Shaikh al-tslam in the Ottoman Empire, 153
de Gûrânî'nİn Şehzadeye hocalığına tayinini, ikinci defa Manisa valiliği
dönemine, yani 1446 ağustosundan bir müddet sonra başlatır ki yukarıda izah
ettiğimiz gibi doğru değildir. Repp bu hataya, Gûrânî'nİn Anadolu'ya geliş
tarihini iyi tesbit edememesinden düşmektedir.
[203] Hayatı hk. bilgi için bkz. ÎA,III,354-55 Uzuncarşılı,
(Çandarlı mad.)
[204] UrR, Târih-i Edirne, tstanbu! Üniversite Kütüphanesi
no TY 3612, vrk. 32a.
[205] İA,VIII,407(Gûrânî mad). R.J. Watsh, önce Kaplıca,
854/1450-51 de de Yıldırım Medresesinde müderrislik yaptığını, sonra da
Manisa'da Fâtih'in hocalığına tayin edildiğini söylerse de, bize göre târihi
yönden imkansızdır. Bkz.El2, II,i 140-41,İng.(Gûrânî mad.) Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 52-55.
[206] Topkapı Saray Arşivi no E 10231, s(r. 12.
[207] Hayan ve Eserleri için bkz. A.İhsan Yurd, Akşemseddin,
XVII-CxlI.
[208] Bkz. İA,VII,510 (Mehmed II mad.); Fâlih Devri, 128;
Gökbügin, Edirne ve Paşa Livası 29-30.
[209] Târih-i Hasan Bey-zâde, Râğıp Paşa Kütüphanesi no 987,
vrk. 87a
[210] Türk Cihan Hakimiyeti, II, 49. 56
[211] nalcık, Fâtih devri, 125 de tarih verilmeden I.
toplantı, !28 de muhasara başlangıcında 2. toplantı, 129 da 26 veya 27 Mayısda
muhasaranın son günlerinde 3. toplamının yapıldığını zikreder.
[212] Fâtih Devri, 126; Kristovulos, Târih-i Sultân Mehmed
Hân-ı Şâni, 25.
[213] İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 1,238.
[214] Sahâ'ifııl-Ahbâr, 111, 367-68; An. mlf. Târihun
fTAhvâli Devleti 'Usmâniye, Nuru Osmaniye no 3129, vrk. 51 Osman Turan, yetmiş kadar büyük alim, velî,
şeyh ve dervişin iştirak ettiği ordu içinde Gûrânî'yi de zikreder. Bkz, Türk
Cihan Hâkimiyeti, II. 52. Turan, bu bilgiyi kaynak vermese de Evliya
Çelebi'den aldığı şüphesizdir. Bkz. Seyehatnâme, 1,95-96.
[215] Fâtih Devri, 127.
[216] Fâtih'in taraflar olmadığı bu sulh için Rum elçisine
söylediği sözler son derece enteresandır." Ben sulhu ancak şu şartlarla
kabul ederim; İmparator ve keza Patrik ve istedikleri takdirde şehirde ikâmet
edenler Mora'ya gitsinler, onlara hiçbir hakarette bulunulmayacaktır. Bana
şehri bomboş bı
raksıniar, bu suretle onlarla ebedî bir sulh yaparım ve ne Mora'ya ne de
Adalarına asla girmem. Şehirden ayrılmak isteyenler, orada benim hâkimiyetim
altında kaygusuzca kalabilirler. Bkz.N.İor-ga, Istanbulun Zaptı Hakkında İhmal
Edilmiş Bir Kaynak, çev.F.Işıközlü-A.Erzi,Belleten XIII, sayı 49, 107-147.
[217] Tâcu't-Tevârih, 1,423; Târih-i Solak-zâde, 195;
İmam-zâde Esad, Feth-i Kostantmiyye, 15; Tâ-rih-i Hasan Bey-zâde, vrk.87a;
Namık Kemal, Evrâk-ı Perişan, 168; Ahmed Muhtar, Feth-i Celîl-i Kostantmiyye,
163-64; Kâmil Paşa, Târih-i Siyâsî, 1,83; Fâtih Devri,128.
[218] İnalcık, a.g.e, 129-131.
[219] A.İhsan Yurd.Fâiihİn Hocası Ak Şemseddin,LXH.
[220] Târih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sâni, 69.
[221] Âşıkpasa-zâde, Tevârİh-İ Âl-i Osman,142.
[222] Danişmend, a.g.e., 1,253.
[223] Bkz. a.g.e., 43-44.
[224] İbn Kemâl, Tevârih-i Âl-i Usmân, VII. defter, 62.
[225] İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, 1,253.
[226] Ahmed b.Hanbel.cl-Musned, IV,335.
[227] Kemalpaşa-zâde, Târih-i Feth-i istanbul, Şehit Ali
Paşa no 2740, vrk.201b. Şihâbuddîn Hamevî, ed-Durru'1-Manzûm fî Fadii'r-Rûm,
Reisuikutlâp no 1147/1 vrk. 13a da cunıâde'l-âhİre-'nin 4. günü olduğunu
kaydeder.
[228] Ateş, bu mektubu Feridun Bey, Münşeat, 1,236 dan
terceme ederek gelen cevaplarla birlikte Tarih Dergisi, sayı IV, 13 ve dvm.
neşretmiştir.
[229] Topkapı Saray Arşivi no E 6089, sır.3.
[230] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 55-60.
[231] Fâtih Devri, 109-110.
[232] Şekâ'ik, 1,90; Tâcu't-Tevârih, 11,442; Şekâ'ik
Tercemesi, 104; Devhatu'l-Meşâyıh, 10; Terâdm-i 'Ahvâl-i 'Ulemâ, vrk. 19b;
Bedâ'i'u'l-Vekâ'İ.'vrk. İ87b; Devha-i Meşâyih, vrk. 4b; Tefsir Tarihi, 130;
Keiâ'ib, vrk. 428a; lA, VIII, 407 A.Areş.
[233] Tâcu'1-Tevârih, 11,442-43.
[234] Devhatu'l-Meşâyih.lO; Terâcim-i Ahvâl-i 'Ulemâ,
vrk.l9b. Tâyin tarihi ancak bu iki eserde zikredilir.
[235] An. mlf. Mecmû'a, Esad Efendi no 2142, vrk.200a.
Osmanlılarda tanınmış bir şâir olan bu kişi hk. bilgi İçin bkz. Uzunçarşılı,
Osmanlı Tarihi, 11,592.
[236] İA,VII,522Cl.Huart (kazasker mad.)
[237] Ha mmer, Devlet-i Osmaniye Târihi, 111,224.
[238] A.Himmet Berki, Fatih Sultan Mehmed Han ve Adalet
Hayatı, 68-69.
[239] Fatih Devri, 135-36.
[240] a.e.,135not 312.
[241] Bkz. Taçu't Tevârih 11,443.
[242] Künhü'l-Ahbâr,V,327.
[243] Kadiaskerlikten alınıp Bursa'ya gönderildiği şu
kaynaklarda da bahsedilir. Şekâ'ik,I,9O-91; Ke-tâ'ib, vrk.428b; Hayruilah
Efendi, Târih-i Devtet-i Aliyye-i Osmaniye, VIII, 90; Terâcİm-i Ahvâl-i 'Ulemâ,
vrk. 19b; Nişancı-zâde.Mir'âtu'l-Kâinât, 11,378; Sahâ'ifu'l-Ahbâr, III, 371;
DevhatuM-Meşâyih, 10; Umiyye Salnamesi, 334; İA, VIII, 407 A.Ateş(Gurani mad.);
tA, VIII, 512 H.înalcık (Mehmed II mad.) İnalcık aynı sahifede "Gûrâni
istifaya zorlandı, ulemanın tayinleri vezir-i azama bağlandı" der.
[244] R.C.Repp, Shaikh al-tslam in the Ottoman Empire, 155
de "855-57 yıllan arasında Molla Gurânî'nİn veya bir başkasının kadıasker
olduğuna dair elimizde bir vesika yoktur" demekle hataya düşmektedir.
[245] Terâcim-i Ahvâl-i 'Ulemâ, vrk. 19b.
[246] Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, 349.
[247] Rifat Efendi, devhatu'l-Meşâyİh, 10.
[248] Cihannümâ, II, 717. Yakın ifadeler; Nişancı-zâde,
Mir'âtu'l-Kâinat, II, 378; Solak-zâde, 213 de mevcuttur.
[249] İnalcık, Fâtih devri, 135-136.
[250] Osmanlı Tarihi, 11,530-531.
[251] İA,VII,184(Mahmud Paşa mad.)
[252] Yalnız: "839/1435-36 da Bursa'daBayezid Paşa oğlu
İsa Bey vakfiyesinde, kazasker iken Molla Gürani'nin elyazısı ile tasdiki
şeklinde bir haberi Süheyl Ünver söylüyorsa da tarih yönünden bir yanlışlığı
olacağı aşikardır. Bilindiği gibi Gûrânî bu tarihte Mısır'da tahsiline devam
ediyordu. Şayet yanlışlık, eserin nesri sırasında 859 yerine 839 olmasından
ileri gelmişse, doğru olabilir. Bkz. Fatih Külliyesi, 11,50.
[253] Bkz. Tâcu't-Tevârih, II, 443.
[254] Bedâ'i u'l-Vekâ i, vrk. 187b; Künhu'I-Ahbâr, V.327-28;
Şekâ'ik, 1,91; Şekâ ik Tercemesi, 105; Ketâ ib, vrk. 428b; ilmiye Salnamesi,
334; İA, VIII, 407 A. Ateş.
[255] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 60-64.
[256] Tâcu't-Tevârih,11,443-44; Şekâ ik. I, 91-92; Şekâ'ik
Tercemesi, 105-106; Ketâ ib, 428b; Künhü'l-Ahbâr, V,327-28; Muallim Naci Esâmi,
268; Bedâ'i'u'i-Vekâ'i, vrk. 187b; ilmiye Salnamesi, 334; Kâtib Çelebi,
Sullemu'l-Vusûl,I,vrk.l7b; Namık Kemal, Evrâk-ı Perişan, 271; Babinger, Mahomet
II, Le,Conquerant,II,575.
[257] vânu'z-Zamân, vrk. 7a; ed-Dav'u'l-Lâmi, t, 242.
[258] en-NiKÛmu'z-Zâhira,XVI,395; tA,VI,462-63 Sobernheim
{Kayıtbay mad.)
[259] Taşköprî-zâde, Gurânî'nin Kayıtbay'la görüşme senesini
hiç dikkate almamışken dönüş tarihini 862/1458 olarak tasrih etmiş(bkz.
Şekâ'ik, I, 92), verdiği bu tarihte Kayıtbay'ın henüz tahta çıkmadığını
düşünememiştir.
Onun bu hatasını kabul edemeyeceğine inandığımız Tayyİb Gökbilgin:"
Taşköprü-zâde ve diğer Osmanlı kaynaklarına göre Mısır'a giderek Memlûk
hükümdarı Kayıtbay'ın teveccühünü kazandığı görülmektedir" şeklinde ifade
kullanarak reddetmemiştir. Bkz. M.Gûrânî ve Padişaha Sunduğu Yazılar, 76.
[260] İA,Vm,407(Guranimad.)
[261] 'Unvânu'z-Zamân, a.y.
[262] ed-Dav'u'l-Lâmi, a.y.
[263] Süleymaniye/Karacelebizâde no 81 nüshası, vrk. 158a.
[264] Süleymaniye/Hekimoglu nüshası no 109, vrk .659a
[265] ed-Dav'u'l-Lâmi, 1,242.
[266] Unvânu'z-Zamân, vrk.7a.
[267] Şeka'ik, 1,92; Şekâ'ik Tercemesi, 106; Ketâ'ib, vrk.
428b.
[268] Âikpaşa-zâde, 151; Solak-zâde Taîhİ, 219;
Tâcu'l-Tevârih. 11,444; Esâmî, 268; Bedâ'i'u'1-Vekâ'i, vrk. I87b;
Sahâ'ifu'l-Ahbâr, 111,375; Devha-i Meşâyih, vrk. 4b.
[269] Solak-zâde Tarihi, a.y.; Şahâifu'İ-Ahbâr, a.y.
[270] Uzunçarşıh, Osmanlı Tarihi, 11,20. Ahmcd Ateş
dönüşünü, Âşıkpaşazâde'den istifade ederek 861 tarihini göstermekle yanılmıştır.
Bkz. İA,VIII.407. Bundan daha büyük hataya Ritter düşerek: "Padişahla
arası açılıp Mısır'a kaçlı. Fâtih onu 872 h. de tekrar çağırdı" şeklinde
tarihî yönden yanlış bilgi verir. Bkz. Türkiyat Mecmuası, VIi.VIIlr./lI,64.
Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 64-66.
[271] Şckâik, 1,92; Âşıkpaşa-zâde, 151; Tâcu't-Tevârih ,
1,469; Şekâ'ik Terlemesi, 106.
[272] Dönüşünden sonraki hizmetleri devamlılık arzelıtiği
için bundan önceki iki konuyu bu bölüme dahil etmedik.
[273] Tayyib Gökbilgin bu kararın Şeyhülislâmlığı sırasında
olabileceğini tahmin etmiştir. Kazaî bir hüküm olduğu için felvâ ile İlgisi
yoktur. Bu bakımdan kadılığı sırasında olması bizce daha yerindedir, Bkz.
Molla Gûrânî ve Padişaha Sunulan Yazılar, 77, belge III.
[274] Vesikanın metni ve okunuşu, Tayyib Gökbilgin
tarafından neşredilmiştir. Şu cümlelerde okuyuş hataları vardır: "Ol
kaziyenin aslına kemine vekildim. Öksüz tarafından 70 bin akça öksüz hüknı
itdi. Molla Gûrânî öksüz öldü. Lâvarise gayre ümnvıhi öksüzün insini beş bin
akçayla aldı ki oğlun kardeşleri vardır". Bkz. a.g.mak., 80.
[275] 865 senesinde Molla Gûrânî'nin Bursa kadısı olduğu, bu
tarihte Molla Yegâna ait bir vakfiyeyi tasdik ettiğini, E.Hakkı Ayverdi haber
vermektedir. Bkz. Fâtih Devri, 111,102-103.
[276] Osmanlı Tarihi, II, 652 not 1.
[277] a.e.,657.
[278] Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı trfân, 260; İA,V,605(Husrev
Molla mad.) bunu Mecdî Efendi de tekit ederek: "...mahrûse-i mezkürede
emedd-i medîd, şerîaL-ı Nebeviyye-i Muhammedİyye üzre ihkâm-ı ahkâm-i şer'ıyye
eyledikten sonra müftî"~olduğunu söyler. Bkz. Şekâ'ik, Tercemesİ, 106.
[279] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 66-68.
[280] el-Kevşeru'İ-Cârî fit Şerhi Sahîhi'l-Buhâri adlı
eserini 874 senesi 14 cumâde'l-ûlâ'sında (20-21 kasım 1469) Edirne'de
bitirdiğine göre, bu svralarda veya daha önce Edirne'de bulunmuş olması
icabeder. Bkz. a.g.e., Ayasofya no 686, vrk. 493a.
[281] Bkz. Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı,
175. Fakat aynı müellif Osmanlı Tarihi, II, 590 da: "Fatih Sultan mehmed
zamanındaki kanunnâmeye göre şeyhü'l-islâm diye anılan müftü, ulemânın reisi,
yani müderrislerin arasında en yüksek derecede idi" demekle iki müesseseyi
aynı göstermektedir.
[282] Bkz. Osmanlı Tarihi, a.y. Müftîlik müessesesi için
bkz. İA, IV, 582-84.
[283] A.s.e. 318-19.
[284] Bkz. Osmanlı Tarih Deyimleri, XVI. Tas.. 601.
[285] Güldeste-i Riyâz-ı İrfan, 260 da: "Molla Hiisrev
867 senesinde ma'zûl, yerine Molla Gûrânî mev- sül olub.." der. Aynı
konuda bkz. Aşıkpaşa-zâda Tarihi, 202; "vüâyet-i Rûm'da muazzez müflî
[286] Sülcşmaniye.-Kaılı/adc Muhmed no. 10, vrk.
[287] Osmanlı Şeyhülislâmları ve müessesesine dair müstakil
iki doktora çalışması yapılmıştır, »irisi; R.C. Repp. An Examination of ihc
Oricins And Deveiopments of tiıe Office of Shaikh al-tslam in theOttoman
Empire, Univcrsity of Oxford-]966 dır. Diğeri; E. Kaydu, Die İnstitıuion des
Sclıeyh uMslamat im Osmanisehen Staaı,Er!angen-i97I dir. Her iki çalışmada ağırlık,
daha ziyade şeyhülislamların hayatlarına veya bu müessesenin değeri ile
çalışma sistemine verilmiş, işgal ellikleri mev-
[288] Topkapı Sarayı Arşivi no E 6089, sır. 11.
[289] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 68-72.
[290] Danişmcnd, Fâtihin Hayalı ve Fetih Takvimi, 16-17; İ
A, II, 392 Uzunçarşılı (Bayezid llmad.)
[291] Özetle verdiğimiz bu olay hk. daha geniş bilgi için
bkz. İA, II, 392-93 (Bayezid II NÎad.); İA, III, 69-81 M. Cavid Bay sun (Cem
mad.); Uzımçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 165-174.
[292] Bkz. Sultan II. Bayezid'in Siyasi Hayatı, 23-24.
[293] Molla Yegân'm Mıırad Hân'a yazdığına kuvvetle
inandığımız, Topkapı Saray Arşivi E 10797 nolu vesikayı Tansel, Cem'in
annesinden gelen mektub olarak iarmmış, bazı kelimeleri yanlış okuyarak k
ismen nakilde bulunmuş, vesika metninin hangi konuyla İlgili olduğunu
kavrayamamasın dan dolayı düştüğü hala yüzünden Gûrânî'yi Cem tarafları
göstermiştir. Vesika metni için çalışma mızın 100. sahi fesi ne bakım?..
[294] A.g.c, 23-24
[295] Topkapı Saray Arşivi E 6542, str. 18vedvm.
[296] Osmanlı Tarihi, II, 163-64; i A, III, 71-72 Cem Suitan
mad. den özele
[297] opkapı Saray Arşivi E 10231, s!r. 14vcdvm.
[298] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 72-75.
[299] Bk?. a.g.e., 161-62. Cahil Baltacı, Gûrânî
medresesinden bahsederken bu eserden istifade ettiği gibi, İstanbul Tapu
Defleri ile Kâmil Kepecİ tasnifi Ruûs Defteri no 244 den de faydalanmıştır.
Bkz. Osmanlı Medreseleri, 331. Ayverdi, Fatih Devri, III, 460 da vakfiyenin
muhtevasını ayrıca Özetler.
[300] Bkz. a.g.e., 180-181.
[301] Tayyib Gökbilgİn, Edirne ve Paşa Livası. 75.
[302] Bkz. Müftîliği ve Şeyhülislâmlığı bahsi, 72.
[303] İsmail Ayanoğlu, Fatih Devri Ricali Mezar Taşlan ve
Kitabeleri, Vakıflar Dergisi, sayı IV, 205; Faiih Külliyesi, 186.
[304] Bk/. Ayverdi. Fatih Devri, III, 460; Tahsin Öz,
İstanbul Camileri, I, 106. Camiin inşasından ayrıca şu eserler ele bahseder:
ed-DavVl-Lâmi', 1, 242; Evliya Çelebi, Seyahatname, I, 317; Ay vaıısarâyi,
Hadtkatu'UCevâmi. 1. 207.
[305] Bkz. a.g.e., MI, 459, 460 resim 721, 540; Ayvansarayi,
a.g.e., 1, 187
[306] İstanbul Camileri, I, 89.
[307] Topkapı Saray Arşivi E 6089 str. lövedvm.
[308] Osmanlı Medreseleri, 3İ1. Ayvansarâî, 1, 207 de
Vefa'daki Eski Saray burnunda dahi birer mes-cidleri olduğunu söylerken, burasını
kastetmiş olmalıdır.
[309] Bkz. Ketâ'ib,429b.
[310] Şezerâtu'z-Zeheb, VIII, 154; el-Kevâkibu's-Sâ'ira, I,
292.
[311] ed-Dav'u'1-Lâmi1,1,242.
[312] Hadîkatu'I-Cevâmi', 1, 207; İstanbul Camileri, II, 45.
[313] Ayverdi, Fâtih Devri, 111,461.
[314] a.g.e., 111,461-62.
[315] İstanbul Camileri, 1, 103.
[316] Çünkü İstanbul fethinin planlanması, başındanberi
feth-i mübîn'in gerçekleşmesi İçin maddî-mâ-ncvî emeği esirgemeyen, Hz.
Peygamber'in müjdelediği kimseler arasında bulunanlardan biri de Şemsuddîn
Ahmed Gûrânî'dir. İstanbul her ne kadar hâtırasını unutmamış, bugün bir tek
taşı kalmayan Câmiİ'nin bulunduğu Aksaray Taşkasab semiinde, Millet Caddesi
İle Vatan Caddesini bir-ieştiren uzun sokağa Molla Gûrânî Caddesi adını
vermişse de (bkz. İstanbul Şehir Rehberi, 1971. harita 23, pafta İ, 42-43)
kendisinden beklenen İki büyük hizmet daha vardır. Biri, ayakta kalan bu iki
eserini korumak, diğeri; kabrinin bulunduğu küçük toprak paTçasmı, adına ve
şahsına yakışır biçimde restore edip, hiç olmazsa ebedî İsıirahatgâhında
kıyamete değin bakî kalmasını sağlamaktır. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 75-78.
[317] Topkapı Saray Arşivi E 6089, sfr. 12-13. 78
[318] Tâcu'l-Tevârih, 11,445. Bu bilgiler Şekâ'ik, 1,92'dcn
alınmıştır.
[319] Hayatı hk. bkz. Şekâ'ik, 1, 166-172;
Şezcrâtu'l-ZÇeheb, VIII, 5-6.
[320] Şekâ'ik Tercemesi, 171-176; Ketâ'ib, vrk. 429b-430a;
Şezerâtu'z-zeheb, VIII, 5; Tâcu't-Tevârih, 11,318-19.
[321] Şekâ'ik, 1, 342; Şekâ'ik Tercemesi, 318-19.
[322] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 78-80.
[323] Tâcu'l-Tevârih, II, 445; Şekâ'ik Tercemesi, 107;
Esâmi, 269; ilmiye Salnamesi, 335; Cevdet Bey, Tefsir Tarihi, 131.
[324] Fatih Külliyesi, II, 50; Ebedî ve Manevi Dünyası
İçinde Fâtih, i0.
[325] İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü
neşriyatından alınmıştır, özel koleksiyonumuzda mevcuttur.
[326] ed-da\'u'l-Lâmi', 1,242; 'Unvanu-z-Zaman, vrk. 6b.
[327] Gûrânî üzerinde sathî bir mezuniyet iezİ hazırlayan
Saime Akgün, Gûrânî'nin bu döneminden bahsederken: "Durumu yükselince
kendinde gizli olan hafif meşreblik ve benzeri hailer meydana çıkmıştır.."
diyerek günün şartlan ve şahsını iyice tanımadığı kimseye basit sıfatlar
yakışîırma cesaretini gösterebilmiştir. Görânî'yi bu şekilde lekelemesi,
şahsiyetini bile anlayamadığı tez'inin sahibinden, ne kadar uzak kaldığını
gösterir. Yanıldığının farkına vardığından olacak, karalamak istediği
Gûrânî'yi, müteakip cümle ile temize çıkarmış: "..fakat bu hal pek devam
etmemiştir" sözüyle ağır hükmünü kısmen düzelîmeğe çatışmıştır. Bkz. Molla
Gûrânî, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, tez no 4409 (basılmamış), 6.
[328] Tayyib Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası, 292-93.
[329] Bkz. a.g.e.,vrk.602b.
[330] Ebedî ve Mânevi Dünyası İçinde Fâtih, 10.
[331] İA, VIII, 408 (Gûrânî mad.)
[332] Tâcu'l-Tevârih, 11,446.
[333] Şekâ'ik, 1,88; Sehâvl Vecîzu't-Kelâm, vrk.21 la;
Nazmu'l-'Ikyân, 38-39; Künhu'l-Ahbâr, V.326 ; Hammer, Devlet-i Osmaniye Tarihi,
III, 237,
[334] Şekâ'ik, 1,93-97.
[335] Şekâ'ik, I, 93-94; Şekâ'ik Terccmcsi, 107-108;
Tâcu'l-Tevârih, 11,446 dan Özelle.
[336] Şekâ'ik, 1,93; Şekâ'ik Tcrcemesi, 107; Tâcu'l-Tevârih,
II, 445 den özelle.
[337] Şekâ'ik, I, 126-27; Şekâ'ik Tercemesi, 137-38;
Tâcu'l-Tevârih, 11,464.
[338] Hayalı hk. bilgi için bkz. Şekâ'ik. 1,267-271.
[339] Tâcu'l-Tevârih, 11,446.
[340] Şekâ'ik, Tercemesi, 200; el-Kevâkibu VSâ'ira, 1,278;
Güldeste-i Riyâz-ı İrfan, 246.
[341] Şekâ'ik, 1, 162; Şekâ'ik Tercemesi, 167;
Tâcu'l-Tevârih, 11,483.
[342] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 81-85.
[343] Tâcu't-Tevârih, 11,445. Aynı konuda bkz. Şckâ'ik,
1,92-93; Şekâ'ik Tercemesi, 106-107.
[344] Topkapı Saray Arşivi E 11414.
[345] Şckâ'ik,1,95-97; Şekâ'ik Tercemesi, 109-111; Ketâ'ib,
429a~b; Tâcu't-Tevârih, 11,447-49.
[346] Tâcu't-Tevârih, 11,448.
[347] Kanatımızca bu kelimede bir baskı yanlışlığı vardır.
Diğer kaynaklarda "kendûlcri namazıma hâzır olub ikânıet-i imamet
eylesün" ibaresi olduğ uhaldc. burada "icîinâb eylesün"
ifadesiyle geçmekledir. Bu da Tasköprî-zâde ve Mecdî Efeııdi'nin ve diğer
müelliflerin ifadelerine ters düşüyor.
[348] Namu'l-'lkyân, 39 da 894 tarihi verilmektedir.
[349] Şekâ'ik. !,95; Şekâ'ik Tercenıesi, 109-111; Kâiib
çelebi, Takvimu't-Tcvârİh, 111; Mîri'u't-Teva-rih. I, 471: Aşıkzade Tarihi,
202; Hadîkatul Cevami' 1,207; Devha-i Meşâyİh, vrk.5a; Devhatu'l-Mesâvih. 11;
Ravdatul-Ebrâr, vrk. I62a;
Bedâ'iVİ-Vekâ'i, 188a; ilmiye Salnamesi.
334; Osmanlı Müellifleri, II, 3; F.sânıî, 269; Tefsir Tarihi, 131: İA. V11I,
408 Ahmet Ateş {Gûrânî mad.); GAL, 11, 228; SicÜ-i Osmânî, İM, 161 ve diğer pek
çok kaynaklar.
[350] ed-Dav'u'!-l_âmi, 1,243.
[351] Birikmiş olan bu borcun inşa ettirdiği cami, medrese
gibi ibadet ve eğilimle ilgili binalardan kalan borçlar olacağı gibi, son
zamanladaki masraflarından olması da ihtimal dahilindedir. Bu konuda başka
ihtimaller düşünmek yersiz ve imkânsızdır.
[352] Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 433 de, diğer
bülün kaynakların aksine borçlarını ödeyen namazını kıldıran Ffılİh'dir demek
sureliyle yanılmıştır.
[353] Hadîkaki'l-Cevfimi1,1,207; Osmanlı Müellifleri, 11,3.
[354] Münşeat, Necati l.ngal-A.Fr/i neşrİ,75.
[355] Hadîkalıri-Cevâmi1,
I, 207; Devha-i Meşâyih, vrk.5a;
Terâeim-i 'AhvâU 'Ulemâ, \rk.19b; İA.V11I, 408 A.Ateş (Gûrânî mad.); İsmail
Ayanoğlu, Talih Devri Ricali Mezar Tasları, Vakıflar Dergisi, IV,205; Evliya Çelebi, Scyahalnâme, 1,317;
Hasan Basri Berk, Meşhur Türk
Hııkukıı-çııiarı, 66; Cahil Baltacı. Osmanlı Medreseleri, 3! I; Naci
Karadeniz, Molla Gtirani Cerrah Mehmed Paşa Mezarlıkları, (basılmamış mezuniyet
tezi) Üniversite Küpüthanesi no 4147, 4-6 Karadeniz, bu çalışması ile ciddi bir
araştırma yapmış, kabrin 1966 daki durumunu 'asvir ederek hazîrede ınedfıın,
Gûrânî hariç, 34 zâtın isim ve vefat tarihlerini 6-26. sahifelerde sıra ile zikretmiştir.
Tezde ayrıca mezarların yerlerini gösteren krokiler de mevcuttur.
Ritter, Türkiyat
Mecmuası V11/VIII, 64 de kabrin bulunduğu mevkii Galata'da göstermiştir. Bu
görüşünde yanılmıştır. Aynı şekilde Bursalı Tahir "Yüksek Kaldırım"
da demekte hataya düşmüştür. Bkz. Osmanlı Müellifleri, 11,3.
[356] İsmail Ayanoğlu, Vakıflar Dergisi,a.e.mak., 205, resim
65; Meşhur Türk Hukukçuları, 66; resim sh. 71; Ayverdi, paiilı Dfvri. 111,460
resim no 722; Naci Karadeniz, a.g. mezuniyet tezi, 6. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 86-89.
[357] Vecîzu'l-Kelâm, vrk. 2Ilb; ed-Dav'u'!-Lâmi, 1,142.
[358] Nazmu'l-'Ikyân, 39.
[359] Şek'a'ik, 1,92; Şekâ'ik Tercemesi, 106;
Tâcu'C-Tevârih, 11,445-45; Ketâ'İb, vrk. 429a; Kunhu'I-Ahbâr, V.326;
Devhatu'l-Meşâyih, II; Ahmed b. Mehmed, Tabakâtu'UMüfessirîn, Veliyyudin Efendi
no 427, vrk. 82a; el-Fevâ'idu'1-Behiyye, 39; Kâtib Çelebi, SeUemu'l-Vusûl,I,vrk.l7b.
[360] a.g.e., 335.
[361] Mu'cemu'l-MuellİFîn, II 288
[362] G.A.L., II, 295-96.
[363] Osmanlı Müellifleri, 11,3; Büyük Tefsir Tarihi, 433.
[364] İA, VIII, 407-408 (Gûrânî mad.)
[365] Kâtib Çelebi, Keşfu'z-zünun, [, 930 da er-Ravdalu
fî'I-Furû' adlı Nevevî'nin (ö. 676/1277) eserini, Şemsuddîn Muhammed b.
Muhammed Kalyûbî (ö. 849/1445) tarafından İhtisar edildiğini fcıy-dederse de,
Gûrâni'ye ait bu adda bir muhtasar'ı olduğunu belirtmez.
[366] Bu vesikaların bîr kısmı, çalışmalarımızın başında
bilgilerin şifahen istifade eliğimiz hocamız Tayyib Gökbilgin tarafından
neşredilmiştir. Ancak metinlerin değerlendirilişi ile bazı kelimelerde okuyuş
farkları bulduğumuzdan, bunları yeniden ele almayı, bilhassa çözümünde büyük
zorluklar çekilen, şimdiye kadar neşredilmemiş olanların da bu bölüm
içinde neşretmeyi uygun bulduk. Bunu
yaparken, yaklaşık tarihî sıraya uymayı gaye edindik Bu yüzden vereceğimiz sıra
numaralan ile II. Murad, Fâtih ve II. Bayezid'a yazılan vesikalar birbirini
takip edecektir. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 90-94.
[367] Aynı metni, yukarıda 44. sahifede Osmanlı Ülkesine
Gelişi bahsinde vermiştik. Karşı sahifede vesikanın fotokopisini sunuyoruz.
[368] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 94.
[369] Aynı metni Tayyib Gökbilgin de neşretmiştir. Bkz.
Molla Gûrânî ve Padişaha Sunduğu Yazılar, 79. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 94-95.
[370] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 95-97.
[371] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 97-99.
[372] Bu vesika, bazı yanlış okunuşlarla Tayyib Gökbilgin
tarafından neşredilmiştir. Bkz. Molla ânî ve Padişaha Sunduğu Yazılar, 79-80.
[373] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 101.
[374] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 101.
[375] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 111.
[376] eş-Şafiye ve el-Mııraşşah dışındaki eser nüshaları
İstanbul kütüphanelerinde mevcuttur. Buna rağmen, görebildiğimi/ dünya yazma
eser katalogları İncelenmiş ve taramınşiır. Aralarında ağırlık verdiğimiz
Tefsir'ine ait orijinal nüshalara tesadüf edilememiştir Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 112.
[377] Bikâ'î, 'Unvânu'z-Zamân, vrk.7a; Nazmu'l-'lkyân, 40;
Tabakâltı'l-Hanefiyye, vrk. 34b.
[378] Kâlib Çelebi, kasîdeden kısaca bahseder. Bkz. Keşfu'z-Zünûn,
11,1022.
[379] Bkz. Bursadan Ayrılışı ve Kudüse İkameti bahsi, 62-63
[380] Bkz. a.g.c.,a.y.
[381] İsmi, Gûrânî'nin kadıaskcriiği bahsinde geçmişti.
Bkz.58.
[382] Bkz. Bikâ'i,a.g.c.,6b-7a.
[383] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 112.
[384] Bkz. Keşfu'z-Zünûn, II, 1371.
[385] el-A'!ânı,XI/I,resim58.
[386] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 113.
[387] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 113-114.
[388] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 114.
[389] Bkz. G.A.L., Supp., II. 980 de vefat tarihi
verilmeden, Tatimmat ul-ma'ânî va takmilal almatânî fi'l-qırâ'at, adlı eserin
ismi veriliyor.
[390] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 115.
[391] Bkz. Keşfu'z-Zunûn, 595-97.
[392] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 116.
[393] Bkz. Vecîzu'l-Kelânı, vrk. 211; ed-DavVl-Lâmi', 1,242.
[394] Bkz. 88-89
[395] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 117-118.
[396] Keşfu'z-Zunûn, 1,899.
[397] Nüsha başka bir isimle, Fatih Çağı Müelliflerine Ait
Eserler, 9 da zikredilir.
[398] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 118-119.
[399] Nüsha, a.e., a.y. zikredilir.
[400] Nüsha, a.e.,33 de zikredilir.
[401] Keşfıı'z-Zünûn, 1,553.
[402] Fâtih'e takdim edilen müzehheb nüshanın kapak, 1. ve
son vrk.lann fotokopileri yandakisahife terdedir.
[403] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 119-124.
[404] Bu nüsha Riüer tarafından tanıtılmıştır. Bkz. Ayasofya
Kütüphanesinde Tefsir İlmine Ail Arapça yazmalar, Türkiyal mecmuası,
V1I-V1II/II,65.
[405] Bkz. Fatih Küliyesi, 184, no! 2.
[406] Böyle bir halaya, eserin ismini verirken de düşmüşler,
Falih Külliyesi. 184 de Câyclu'l-Enıânîye-nne Ğâyciu'l-Mcânî yazmışlardır.
[407] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 124-128.
[408] el-Burhân, 1,232.
[409] Bkz. Tefsîr Usûlü, 63; A.Jeffery, Mukaddimetân,
272.
[410] el-Burhân, 1,241; el-llkân, 1,72
[411] el-İtkân,a.y
[412] lbnEbîDâvud,Kitâbu'l-Mesâhıf, 31-32.
[413] a.g.e., 21; Mukaddimelân, 274.
[414] a.g.c. 19.
[415] el-Burhân, 1,236.
[416] Tcfsîr Usûiü, 72.
[417] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 129-130.
[418] Koçyiğit, Hadîs Usûlü, 25-33.
[419] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bağdadî, Şerefu
Ashâbi'l-Hadîs, 26-27.
[420] Zchebî,Tezkiratu'l-Huffâz, 1,109.
[421] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 130-131.
[422] Ccrralıoğlıı, Kın'ân Tefsînııin Doğuşu, 110.
[423] Tasavvuf! tefsirlerin ilki sayılabilecek bu sofinin
eseri, Süleyman Ateş tarafından tetkik edilerek /, j doktora tezi olarak hazırlanmış ve
neşredilmiştir. Bkz. Sulemî ve Tasavvufî Tefsîri.
[424] Cerrahoğlu, Kur'ân Tefsirinin Doğuşu, 153.
[425] Doç. Dr. İ. Cerrahpğlu, Yahya Ibn Sallâm ve
Tefsîrindeki Metodu, 59.
[426] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 131-132.
[427] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 132-133.
[428] Zehebî.et-Tefsîrve'l-MufessirÛn, 1,130-131.
[429] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 133.
[430] Dr. Cerrahoğlu, Kur'ân tefsirinin Doğuşu, 163.
[431] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 133.
[432] (Bkz)Keşıu'z-Zilnün, 1,20; Dr. Cerrahoğlu, a.g.e.,
111-112.
[433] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 133.
[434] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 134
[435] Doç. Dr. Süleyman Al eş, İşârî Tefsir Okulu,
65-87.
[436] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları:134-135.
[437] Bu fikri derslerinde takrir eden Sayın Prof. Dr.
ismail Cerrahoğlu'na hak vermemek İmkânsızdır. Bİr müfessir ve tefsîri her ne
kadar zamanın aynası olsa da, zekâsı ve ilmî kapasitesiyle, kıyamete kadar
insanlığın hidâyet rehberi olan Kur*ân'ı bütünüyle eksiksiz lefsîr edip
yansıtması imkânsızdır. Yansıttığını kabul etsek bile, sadece yarım veya bir
asırlık zaman içinde bazı noktalarda geçerli olur. Yeryüzünün halifesi olan
İnsanoğlunun zekâsı, âlemin sırlarını gün be gün keşfetmekte, Ailah'ın
kendisine müsaade ettiği bu sırları birer birer çözmektedir. Bunlar, ilgili
âyetlerin tefsirinde yer almadıkça, günümüz insanı ve ilim anlayışını tatmin
etmek imkânsızdır.
[438] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 135-136.
[439] Bkz.a.g.e., 1.3; ct-Tefstr ve'1-mufcssirün, 1,235-36
[440] eı-Tefsîrve'1-MufessirÛn, 1,236
[441] a-g-c. ,1,236-37
[442] Bkz. KcşlVz-Zimûrı, I. 187.
[443] Tefsîrvc'l-MufcssirÛn, 1.228-30.
[444] Kcshrz-Zünûn, 1,455; İ.Hakı Konyalı, Karaman Tarihi,
213-216.
[445] Tefsîr vc'1-Mufcssİrûn, 1.224-26.
[446] Tabakaig'l-Mufcssirîn, 11.345.
[447] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 137-139.
[448] İhtisas sahamızı Osmanlı müfessir] eri ne tevcih
ettiğimiz için, hissetliğimiz bu boşluğu doldu-rabilmek üzere çalışmamız
gerekliğine kuvvetle inanıyoruz. Bunun için V. hicirî asra inip Melikşah
(ö.485/1092) devrinden başlamak üzere Buhârâ ve Semerkand'a kadar uzanan
bölgelerde, aralarına Osmanlıları da katmak şarnyle XIX. yüzyıla kadar lam
tefsir, haşiye ve ta'lika yazanları teker teker tesbitte faydalar vardır. Böyle
bir çatışma, gerekliğinde kollektif larzda devam edebilir, böylece mevcui
boşluk doldurulmak üzere ifk müsiakil atılmış olur.
[449] Uzunçarşıh, Osmanlı Tarihi, I, 522.
[450] iznik Medreseleri hk. bilgi için bkz. Osmanlı
Türklerinde İlim, 2-4.
[451] Konevî ve eseri hk. bilgi için bkz. İşârî Tefsir
Okulu, 192-196.
[452] Şeka'ık, 1,20; Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 391,
[453] Keşfu'z-Zünûn, 11,1478.
[454] Osmuıh Tarihi, 11,591.
[455] Bkz. Büyük Tefsir Tarihi, 396-97.
[456] a.g.e.,404-407.
[457] ŞekA'ik.1,34-35; Keşfu'z-Züıı'un,11,1185; BOyök Tefsir
Tarihi, 394-95; Işfirî Tefsir Okulu, 215.
[458] Basılmamış Plansızca doktora tezimizden hareketle
dilimize çevirdiğimiz, neşrini düşündüğümüz çalışmamızda slı.4] Vde bu konuda
bilgi verdik. Ayrıca bk/. Rûhu'I-Beyân, 1,33.46; 11,28.
[459] Keşfu'z-Züııûn, 11,1598-99.
[460] Büyük Tefsir Tarihi, 408-409.
[461] a.g.e.,412-13.
[462] İşâri Tefsir Okulu, 222-23.
[463] Büyük Tefsir Tarihi, 417.
[464] Bu nüsha Sülcytnaniye/Fatih no 636 da hâlen mevcuttur.
[465] Büyük Tefsir Tarihi, 420.
[466] a.g.e., 424,
[467] Bu nüsha Süleymaniye/Fatih no 491 de kayıtlıdır. 25
vrk.dır. Kılıç Ali Paşa no 150 nüshası, nesih hatla yazılmış okunaklı bir
nüshadır.
[468] Bkz. Keşfu'z-Zünûn, 1,190; Büyük tefsir Tarihi,
427-28.
[469] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 139-145.
[470] İlk ve son varakların fotokopileri yan sahifelerdedir.
Ayrıca ketebe kaydı da ilâve edilmiştir. Bkz. 154-155
[471] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 145-149.
[472] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 149-150.
[473] Bkz. Keşfu'z-Zünûn
11,1475-1483; el-Tefsîr vc'I-Müessirûn, 1,429-482.
[474] Bkz. Ğâyeiu'l-Enıâm.A vrk.327a, B vrk. 610b.
[475] öâycm'l-EmSnî, A vrk. 8b, B lfih.
[476] Bkz. a.g.e.,1,219
[477] Bkz. Envâru't-Tenzîl, 1,41.
[478] Bkz. Medâriku't-Tenzîl, 1,27.
[479] Câyctu'l-Emâoî, A vrk. 23 a, Bvrk.49a.
[480] Keşşâf.1.318.
[481] Bkz. Envâru't-Tenzîl! I, 119
[482] Bk/. Medâriku'l-Tcnzîl, 180. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 151-152
[483] Bakara sûresinin 2. âyetinde cümlesini tefsîr ederken
D Keşfu'z-Zünûn. I. 186- 193; ei-Tefsîr ve'l möfessirûn. I, 296-303.
[484] Bcydâvı'nin meîodu hk. fazla bilgi için bkz. İbn
Âşiir, et-Tefsir ve Ricâluhu, 96-99.
[485] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 153.
[486] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 153-154.
[487] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 155.
[488] Ğâycnı'l-Emânî, vrk. 14b, B vrk. 28 a
[489] Envânrı-Tenzî],1.72.
[490] Ğâyetu'-Emânî, A vrk. I4bB 28a.
[491] Envâru'ı-Tcnzil, 1,72.
[492] öâyem'I-Emânî, A vrk. 14b B vrk. 28a'b
[493] Envâru'l-Tenzîl, 1,73. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 155-156.
[494] Keşfu'z-ZünÛn, 11,1478; Büyük Tefsir Tarihi, 371:
[495] Önceki lkl.tefsirden bâriz misaller verdiğimiz İçin bu
tefsirden yaptığı nakillerin ayrı bir özellik maktadır inanmtyoruz- Çünku aym "akil
ibarelerini bütün kaynaklarda müştereken kullanmaktadır. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 156-157.
[496] Ğayetu’I-Emâni, A 31 Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 157.
[497] Keşfu'l-Zünün, II, 1756; et-tefsîrve'1-Mufessirûn,
1,290-96.
[498] Ğâyelû'l-Emânî, A vrk. 92b.
[499] Mefâtihu'1-Ğayb, XIV,7.
[500] Ğâyetu'l-Emâni, A vrk. 121a B 238a.
[501] Mefâtihü'i-Ğayb, XVI, 193.
[502] Ğâyelu'l-Emânî, A vrk.!94a.
[503] Mefâtihu't-Ğayb,XXII, 154.
[504] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 158-159.
[505] et-Tefsîrve>]-MufessirÛn, 1,205-224.
[506] öayetu'l-Emânî, B vrk. 27a.
[507] Câmi'u'l-Beyân, 1,507.
[508] Ğâyetu'i-Emânî, Bvrk. 126a.
[509] CâmiVl-Beyân, VII1.589.
[510] Envâru't-Tenzîl,1,292.
[511] Medâriku'l-Tenzîl, 1,241.
[512] Ğâyelu'l-Emânî, Bvrk. 139b.
[513] Câmi'u'l-Beyân, IX,519. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 159-161.
[514] Keşfu'z-Zünûn, 1,480; Büyük Tefsir Tarihi, 348-49.
[515] Ğâyetu'l-Emânî, Avrk.23a.
[516] a.e, ,A vrk. 29a. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 161-162.
[517] el-Tefsîr ve'l-Müfessirûn, 1,304-309.
[518] Ğâyetıı'l-Emânî, A vrk.29b B vrk.60a.
[519] a.g.e.,a.y.
[520] Medâriku'.-Tenzîl, 1,100
[521] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 162-163.
[522] KfV,11,1481.
[523] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 163.
[524] Ğâyetu'I-Emânî,Avrk.l32b
[525] a.g.e..Avrk.341bB637b
[526] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 164.
[527] Keşfu'z-Zünûn, 11,1182; Büyük Tefsir Tarihi, 309.
[528] Ğâyetu'1-Emâm, vrk.58b.
[529] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 164.
[530] Keşfu'z-Zünûn, 1,447.
[531] Ğâyelu'l-Emânî, A vrk.203 b.
[532] cl-Mufrcdâifîöarîbi'1-Kur'ân, 382-83 Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 164.
[533] Ğâyeiu'l-Emfinî, A vrk.53a B vrk. 107b.
[534] a.g.e.,22SbBvrk.421b.
[535] Bkz..sh. 226-229 Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 164.
[536] Câyciu'l-Emânî, A vrk. 122b
[537] a.g.e.,A vrk. 191a
[538] a.g.c.A vrk.285b Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 164-165.
[539] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 165.
[540] Kejlu-Züniin, 1.541-555
[541] Ahmed Naînı, Tecrîd-i Sarili Tercemesi, 1,217;
Kandemir, Hadîs İlimleri, 212-213.
[542] Ğâyenri-Enıânî, Fâliha B vrk.5a; Bakara B vrk. 29b,
32a, 45a, 48b, 49b, 49b. 51b. 54b. 55a-, 56a, 57b,58a,66b,67a, 68a,
74a,78b,79a,79b,82b; Âl-Imrân B vrk. 85b,86a, 87b, 88b,95a, 96a, 97b,99aJOObı
iO2b> İ05b 1O7'\ I0Sa, 109a,.110b.
[543] Ğâyeıu'l-Emânî, A vrk 66b. Ayrıca A 124a, 191b, 240b
v.s varaklardaki ibarelerde Buhârî'den nakillerine işarel vardır. Doç. Dr.
Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları:
165-166.
[544] KeşrLi'z-Zünûn, 1,555-59; Tecrîd-i Sanlı
Tcrcemesi,1,218-222; Kandemir, Hadîs İlimleri, 313-14.
[545] Ğâyeiu-emânî, Fatiha B vrk,5b; Bakara B vrk.22a, 29a
44b, 49b 51b, 54b, 58b, 65b, 66b, 67a,
71a, 77a, 77b, 78b, 80a, 81a, 83a; Âl-i Imrân vrk.88b, 95a"b, 96a, 97b,
lO5b, ]09a, 110b.
[546] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 166.
[547] Keşfu7-Züni)tı, I, 559, Tecrîd-i Sarih Tcrcemesi,
1,260-62; Hadis İlimleri, 314.
[548] ĞSyeıu'l-Emânî, B vrk. Bakara 45b, 54b, 67a, 68a, 68b;
Âl-i 'Imrân vrk. 89a, 96b, 98a, 105b, 110b,
[549] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 166.
[550] Keşfu'z-Ziinûn, 11,1004-1006; İtm Salah, Mukaddime,
38-39.
[551] Ğâye!u'ı-Emânî,Bvrk.67a, 67b,68b,75a, l05b, I10b.
[552] a.g.e, A vrk.107 b,198 a,203 a,301 b. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 166.
[553] KeştVz-Ziirtûn, II, 1006-1007; MH'tâlıu's-Sııtıne, 78.
[554] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167.
[555] a.e.,ll, 1680; Zchcbî, Tezkiralu'l-Huffâz, 11,431-32.
[556] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167.
[557] Keşfıı'z-Ziınûn, M, 1004; MifıâhuVSunc, 100.
[558] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167.
[559] a.g.e., 11,1672
[560] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167.
[561] a.g.e., 11,1007
[562] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167.
[563] a.g.e.,11,1737.
[564] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167.
[565] Kcşlu-Zünûn, 11, 1052-55.
[566] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 167-168.
[567] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 168.
[568] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 168.
[569] Keşfu-Ziiııûn. 1.520; II, 1809.
[570] Enıâm. A vrk,151a.
[571] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 169.
[572] Keşfıı.z.-Zimû]i, İ,646-49
[573] âyciı.'l-Emânî,Avrk.)53b.
[574] a.g.c, Avrk. 126b
[575] a.g.e.,Avrk.263b. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 169-170.
[576] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 170.
[577] Keşfu'z-Zünün, II, 1426-28.
[578] Ğâyeiu'l-Eınflnr, Bvrk.5b. Î70
[579] a.g.e.,Bvrk.l0b.
[580] a.g.e.,Bvrk.22b.
[581] a.g.c., îî vrk. 33b, 81a, 104b, 23!a, 300b. 533b, v.s.
Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 170-171.
[582] Keşri'z-ZuTiûıı, H, İ44İ-44.
[583] Ğâyciu’l-Emâm, Bvrk.5b.
[584] Gayet U:mâııî, B vrk.11°.
[585] a.g.c.,Bvrk.20a.
[586] a.g.c.,Bvrk.20a.
[587] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 171-173.
[588] Keşfu'z-Zunûn.U, 1382
[589] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.73 b B vrk.145 a.
[590] Ğtyetu'l-Emânî, Avrk. lS2a Bvrk. 298b.
[591] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 173.
[592] Keşfu'z-Zunûn, 11, 1730.
[593] Ğâyctu'l-Emânî, A vrk 3a B vrk.5a.
[594] a.g.c, Avrk.22aBvrk.46a.
[595] a.g.e., Avrk.5lbBvrk. I05a.
[596] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 173-174.
[597] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174.
[598] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174.
[599] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174.
[600] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174.
[601] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174.
[602] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174.
[603] Kcşfu'z-Zunûn,-Il, 1762-65. 174
[604] Ğâyeiu'l-EmânîAvrk. 10b. 182b 184a 231a
[605] a.g.e.,Avrk. 18bBvrk.2Ob
[606] a.g.e.,Âvrk. 184a B vrk. 354b.
[607] Keşfu.z. Zunûn, Il,ıoi2-13.
[608] âyetu'l-Emânî B vrk. 88a, 9Jb, 93b.
[609] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 174-175.
[610] Buharı, 1,38.Bu hadîsin 'Um 38 de çeşitli varyantları
verilmektedir.
[611] Bkz.Câmi'u'l-Bcyân,l,78; Mukaddimeıân,183.
[612] Bu konuda geniş bilgi için bkz.ct-Tefsîr
ve'i-Mufcssirûn. 1,256-65; İbn Âşûr, el-Tcfsîr ve Rieâlu-hû, 15-20; Hûlî,
el-Tefsîr mad., Dâiratu'I-Maârifi'l-İslâmiye, V,348-357.
[613] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 176-177.
[614] el-Tefsîr ve'l-Mufessirûn,I,156.
[615] Menâhilu'!-'lrfâ[1- 1.520; et-Tcfsîr ve'1-Mufessirûn,
[616] Câmi'u'l-Beyân,I,185.
[617] Lubâbû't-Te'vîl, I, 20
[618] Keşşaf,1,69.
[619] Envâru'l-Tenzîl, 1,12.
[620] A vrk.3a str.!8,B vrk.5a slr.6.
[621] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 177-178.
[622] Envâru't-Tenzîl,I,12.
[623] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 178-179.
[624] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.l02b, B vrk.200b.
[625] Kur'ân'm Kur'ân'ı leTsîr elliğini gösteren bu misali
Zemahşeri, Beydâvî, Nescfî ve Ehussuûd Efen-di'de mevcul değildir.
[626] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 179-180.
[627] Gurânî'mn bu tarz icf'sîıi Keşşaf, 11,164;
Erıvâru'l-Tcıuîl, 1,481; Medârikıı'i-Tcnzîl, (1,109 da mevcul değildir.
[628] Ğâyelu'1-Emâm A vrk.UOb, B vrk.216b.
[629] Ğâyeiu'l-Emâni A vrk.l3b, B vrk.26b. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 180.
[630] A.g.e., A vrk.l4b, B vrk.28b. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 180.
[631] a.g.e., A vrk.89a, B vrk.l73b-174a.
[632] Envâru't-ienzîl 1,400 de açıklama yoklur.
Medâriku'ı-Tenzîl, H,31 bunu "hürrimet 'aleykum" âyetiylc şerheder.
Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 181.
[633] el-Kütübü's-siIte adı verile»; Buharı (ö.256/870)
Muslini (ö.261/875), Tirmirf (ö.267/881), İbn Mâcc (ö.273/886), Ebû Dâvud
(6.275/888) ve Ncsâî (ö.303/915), meydana gelirdiklcri eserlerde, hadîsleri me\
zûlanııa göre sıralamışlar ve bâblara ayırmışlardır.
[634] Hadîs ilminin önemi ve Kur'ânla münasebeti iık. fazla
bilfii için bkz. M .Tayyib Okiç, Bazı Hadîs Meseleleri Üzerinde Tclkikier, 3-4
Halîb, es-Sunnc Kable'l-Tedvin, 23-27.
[635] Mukaddime fi UsOli'l-Tcfsîr, 5.
[636] el-ltkân, 11,174 sonu; Mukaddimetân, 262.
[637] Şâiıbî, el-Muvâfakâi, IV,9.
[638] Bkz. a.g.e., 19.
[639] Zerkânî, Menâhilu'l-lrfân, 1,491.
[640] Bunu el-Kevseru'l-Cârî, Ayasofya no 686, vrk.2b;
slr.23 de bizzat belirtir.
[641] Bu konuda Hadîs Kaynakları bahsinde bilgi verdik.
Bkz.156-160.
[642] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 182-184.
[643] Buhârî, Merdâ l;Muslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz
l;Ahmed b.Hanbel, 11,303,335.
[644] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.66b B vrk.l31b.
[645] Aynı hadîs Buhârî, Merdâ 3; Tirmizî, Cenâiz 1 de
mevcuttur. Konevî, Hâşuyetu'i-Kâdî, 1,2. kısım 176^ Şeyh Abdulkerîm, Cami
'u'1-Ehâdîs, vrk.8a da hadîsin sahih olduğunu kaydederler.
[646] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.llb, B vrk.22a.
[647] Buhârî, Enbiyâ 48; Müslim, Fedâil 145.
[648] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.l5a B vrk.293.
[649] Buhârî, Bed'u'1-halk 10;Muslim, Zühd 51; Ahmed b.
Hanbel, V,207,209.
[650] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk, 15a B vrk. 29b. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 184-185.
[651] a.g.c.A vrk.27a B vrk.57a.
[652] Buhârî, îman 28; Müslim, Sıyâm 203; Tirmizî, savm ];
Nesâî, Sıyâm 39.
[653] Buhârî, Cihâd 98; Müslim Mesâcid 202-206; Nesâî, Salâı 14; İbn Mâce,
Salât 6.
[654] Gâyeiu't-Emânî, A vrk.34*1 B vrk.7Ia.
[655] Buhârî, Mağâzî 83; Dârimî, Mağâzî II; Ahmed b. Hanbel,
VI,İS.
[656] Ğâyeiu'l-Emânî, A vrk.l9a B vrk.38a.
[657] Ğâyetu'l-Emânî.A vrk.53a B vrk.108°.
[658] Buhârî, Zekât 3, Tefsir 3/14; Müslim, Zekât 27-28;
Nesâî, Zekâl 2,6,20. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 185-186.
[659] Zebîdî, Tecrîd-i Sarîh, Ahmed Naîm tercemesi, 1,471.
[660] a.g.e.,1,457.
[661] a-g-e.,1,454-55.
[662] Tedrîbu'r-Râvî,II, 100-101.
[663] âyetu'l-Emânî,A vrk.24a B vrk.51a.
[664] Buhârî, Tevhîd 15.Bu hadîs ayrıca şu kaynaklarda da
mevcuttur. Müslim, Zikr2; Tİrmizî, Daavât İbn Mâce, Edeb 53,58; Ahmed b.
Hanbel, 11,251,405.
[665] âyeıu'l-Emânî, A vrk.24a B vrk. 51b.
[666] Müslim, Cenâiz 3.
[667] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.53b B vrk !09a
[668] Buhârî, Tefsîr 7.
[669] Ğâyelu'l-Emânî.A vrk.93a B vrk.l82a.
[670] Sımcnu'ı-Tirnıizî, İman 17. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 186-189.
[671] Dr. Ahmed Hûfî, ez-Zemahşerî, 244; eî-Tefsîr
ve'l-Mufessirûn, 1,297-98.
[672] Keşşâf,I,75.
[673] Envâru't-Tenzîl, 1,13.
[674] Ğâyeiu'i-Emânî, A vrk.3b B vrk.5b.
[675] İhtı Hacer, el-Kâfu'ş-Şâf, vrk. 3a; Koncvi,
Hâşİyeiu'1-Kâdî, i, 139; Şeyh Abdulkerim, Cami V 'Ehâdîsi'l-Envâriyve. vrk
4 .
[676] Keşşâf,I,47.
[677] Erıvâru'ı-Tenzîi, 1,7.
[678] Ğâyetu'l-Emânf,A 2a"b B 3b.
[679] Hâşiyeiu'l-Kâdî,I,75
[680] Keşşâf,I,295.
[681] Ğâyeiu'i-Emânî,A 19a B 38a.
[682] el-Kâfu'ş-Şâf, vrk. 8b-9a"b.
[683] Keşşâf,I,263.
[684] Envâru't-Tenzîl, 1,56.
[685] Ğâyeiu'l-Emânî, A vrk. 11b B vrk. 22a.
[686] e!-Kâfu'ş-Şaf, vrk.6b; CâmiVl-'Ehâdîsi'l-Enveriyyc,
vrk.8a da Ebû Dâvud ve Tirnıİzî'nin hadîsi "hasen" kabul ettikleri,
İbn Mâce ve İbn Hıbbân'm Selmân hadîsini sahih gördükleri kaydedilir.
[687] Keşşaf, 11,460; En vâr' t -Tenzil, 1.706-707.
[688] Ğâyeiu'l-Emânî,A vrk.172a B vrk. 333a.
[689] a.g.e.,A vrk.263 B vrk. 55 a. Bakara, 178.
[690] a.g.e.,A vrk.242b B vrk. 457b.
[691] a.g.e.,A vrk.248a B vrk. 651a. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 190-192.
[692] İbn Temcîd, Hâşiyetu'I-Kâdî,I,137; Konevî,
Hâşiyetu'I-Kâdî,a.y.
[693] el-Mevdû 'âtu'l-Kubrâ, 475.Zenâdıka'nın vazettiği
iddiasını İbn Cevziyye, el-Menâru'l-Munîf,l 13 de ifade eder.
[694] Tedrîbur-Râvî, 1,290
[695] el-Bâ'isu'l-Hasîs,88.
[696] İbn Temcîd,a.g.e.,a.y.
[697] Dr. Ebû Şuhbe, Fî'UşüIi'I-Hadıs. 89.
[698] Tedrîbu'r-Râvî, 1,290.
[699] Beydâvî haşiyesi ile şöhreı bulan İsmail Konevî,
fahru'r-rûm sıfauyle andığı Ebusuûd Efendi'-nin, sûre sonlarında mevzu
hadîsleri zikretmesine bir türlü tahammül edemez, bunu son derece acâ-ib
(a'cebu'l-1 acâib ) bulur, akıl bundan dolayı hayrette kalır, der.
Bkz.l,137.Luknevî de, Zemahşerî ve Beydâvî tefsirlerine tâbi olan Ebussuûd ve
İsmail Hakkı Burûsevî'yi bu tarz hadîslerde onları taklit etmelerinden dolayı
tenkit eder. Bkz.el-Ecvibetu'I-Fâdıla,132-33.
[700] Buhârî, Fâtihatu'l-Kitâb.l.
[701] Ğâyetu'l-Emânî.A 3a B vrk.5b.
[702] Hâşiyetu'l-Kâdî,I,137.
[703] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.3b B vrk. 5b.
[704] Sünen, Fâtihatu'l-Kitâb,25.
[705] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.36b B vrk.74b.
[706] Tefsîru Kur'âni'1-Azîm,1,3.04.
[707] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.40b B vrk.82b-83a.
[708] Câmi'u'l-Sahîh, FJadlu'l-Bakara l,Meğâzî I2,Misâfirîn
255-İ
[709] Ğâyetu'I-Emânî.Aİ vrk.40b B vrk.83a.
[710] câmi'u's-Sahîh, îVnan 279,Misâfirîn 203. Doç. Dr.
Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları:
193-196.
[711] İbn Teymiyye, mukaddime fi'Usûln-Tefsîr, 96 noı I.
[712] a.g.e.,96-97; Mukaddimetân,263.
[713] Buhârî,V,2; Müslim,IV,1854.
[714] el-ltkân,II,l76.
[715] Bu hadîs nev'İ hakkında daha geniş bilgi için bkz.
Prof.Dr.Talat Koçyiğit, Hadîs Usûlü,99-I00.
[716] Tehânevî, Kavâ'id fî'Ulûmi'I-Hadîs, 138.
[717] Hatîb, es-sunne Kable'ı-Tedvin, 223-24.
[718] es-Sunne Kable't-Tedvîn, 223-224.
[719] a.g.e.,236-37.
[720] Prof.Dr.Talat Koçyiğit, Hadîs Usûlü,48.
[721] İlk tefsir hareketine başlangıç teşkil eden bu zâtın
tefsir metodu üzerinde Doç.Dr.İsmail Cerra-hoğtu ciddi bir çalışma
hazırlamıştır. Yahya tbn Sallâm ve Tefsirindeki Metodu adlı eserde, müfessi-rin
hayatı ve tefsir metodu bütün genişliği ile ele alınıp incelenmiştir.
[722] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 197-198.
[723] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.9b B vrk.l7b-l8a.
[724] a.e.,A vrk.243a B vrk.458a.
[725] a.e.,A vrk.258a B vrk.484a. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 198-199.
[726] İbn Kesîr, el-Bâ'ısu'1-Hasîs - 181.
[727] Ğâyetu'l-Emânî.A vrk.l3b B vrk.26a.
[728] a.c, Avr. 16a B vrk. 31b.
[729] Ğâyetu'l-Emânî.A vrk.
[730] Tevsuru’I-Emani,A vrk.21 B vrk.44
[731] Ğâyetu'l-Emânî.A vrk.
[732] Cami’ul-Beyan, III,9 no 1910
[733] Lubabu’t-Te’vil, İ,79
[734] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 200-201.