c- Sahabe ve Tâbiûn Tefsîrindeki Nakillerde
Zemahşerî ve Beydâvîden İstifade Eder.
d- Nakillerinde Umumiyetle Kısaltmalar Yapar
4- Âyetlerde Nüzul Sebeblerini Zikredişi
a) Nüzul Sebebleriyle İlgili Haberleri Kütüb-i Sitte'den
Nakleder.
b- Nüzul Sebebini Anlatan Metni Özelle Verir, İstifade
Ettiği Kaynağı Belirtmez.
c-Verdiği Nüzul Sebeblerimn Sonunda Görüşlerini Belirtir,
d- Nüzul Sebebleri İle İlgili Haberlerde Zemahşerî ve
Beydâvî'yi Tenkit Eder.
5- İsrâili Haberler Ve Kıssalara Yer Verişi
a- İsrâilî Haber ve Kısalarda Teferruala İnmez.
b- İsrâilî Haberlerde Kaynağı, Genellikle Zemahşerî ve
Beydâvî'dir.
c- Kaynaklarından Naklettiği Haberlerde Bazen Tenkit ve
Görüşlerini Bil. dirir.
6- Nâsilı-Mensûh âyetleri Belirtmesi
a- Âyetin Nâsih-Mensûh Olduğunu Ekseriya Rasûlullah ve
Sahâbe'nin Sözüyle Tayin Eder.
b- Kaynaklarından İstifade Ettiği Kadar İtirazda Bulunur.
3 - Dirayet Tefsiri Yönünden Özellikleri
1- Tefsîrin Luğavî-Nahvî Tahlilleri ve Mânâya Dikkati
a-Kelimelerin Luğat Mânâlarını Verir.
b-Arapça Asıllı Olmayan Kelimeleri Belirtir
c- Nahvî Tahlillerle Mânaya Açıklık Getirir.
d- Nahvî ve Mânâ Tefsirinde Kaynaklarını Tenkit Eder.
e-Âyetİn Mânâsında Tercihini Belirtir.
f- Nadiren Zahirî Mânâdan Ayrılır, İşârî Mânâ Verir.
g- Kelime Mânâsını Arap Şiiriyle Istişhâdı
2- Tefsirin İ'caz ve Belagata Yer Verişi.
a- İ'câzu'l-Kur'ân Yönünden Tefsiri.
b- Belagat Esasları Yönünden Tefsiri
3- Tefsirin, Âyet ve Sûreler arasındaki Münasebete Teması
4- Tefsirin Kıraat Vecihlerini İnceleyişi
a- Kıraati, Nahvî-Luğavî Tefsirin Esası Yapar.
b- Kıraatler Arasında Tercihini Bildirir
c- Keşşâf ve Envâru'l-Tenzîl'i Tenkit Eder.
5- Tefsîrinin Kelâmî Meseleleri İnceleyîşi
a- Kelâmî Ayetlere Kısaca Temas Eder, Kendi Görüşünü
Verir, Hükümler Çıkarır.
b- Keşşafın Mûtezîli Yönünü Tenkil ederek Ehl-i Sünneti
Savunur.
6- Tefsirin Fıkhî Âyetleri İnceleyişi
a- Âyetin Tefsirini İmamların Görüşüyle Takviye Eder.
c- Görüşünü Doğrudan veya Soru-Ccvap Şeklinde Belirtir.
d-Zemahşerî ve Beydâvi'ye Tâbi Olduğu Kadar Tenkid de
Eder.
1- Ğâyetu'l-Emânî'nin Kendinden Sonraki Tefsirlere Tesiri
a- Kaynaklan Yönünden Özellikleri.
b- Rivayet Tefsîri Yönünden Özellikleri
c- Dirayet Tefsîri Yönünden Özellikleri
Verdiği birkaç eser İsmi dışında' tefsîr'ine malzeme teşkil eden arını açıklamaz. Metni, Zemahşerî ve Beydâvî'dekilerle karşılaştırılacak olursa bir kısmının, iki müfessirin metinleriyle çok yakın benzerlikleri olduğu görülür. Aşağıdaki misallerde bu yakınlığı açıkça görmek mümkündür.
1- Bakara sûresinin 143. âyetinde İbn Abbâs'dan naklettiği bu rivayet[1] aynen Zemahşerî'de mevcuttur. [2]
2-Aynı sûrenin 271. âyetini tefsir ederken verdiği aşağıdaki metin, [3]Beydâ-vî'ninkine çok uyar. [4] Zemahşerî'deki aynı metin, daha uzundur. [5]
3-Hıcr sûresinin 44. âyetindeki cehennemin yedi kapısını Gûrânî, sahabenin kavliyle tefsîr ederek Ali b. Ebî Tâlib ile Ibjı Abbâs'ın rivayetlerini alır. [6] Naklettiği ikinci rivayet aynen Zemahşerî'de mevcuttur. [7] Ebussuûd Efendi büyük bir ihtimalle Zemahşerî'den istifade ederek aynı haberi vermiştir. [8] Beydâvî'de İbn Abbâs rivayeti mevcut değildir. [9]
Rivâyet tefsirinin meşhurlarından olan Taberî ve İbn Kesîr tefsirlerinde mevcut ayı mealdeki haberlerle Gûrânî'nin metni mukayese edildiğinde, ya kısaltarak özet halinde verdiği, veya râvî ismi aynı olsa bile metninde farklar olduğu çarpar. Yukarıda misallerini verdiklerimizden ayrı olarak hadîs metinlerin-Zuyguladığı aynı metodu, burada da görmemiz mümkündür.
1- Bakara sûresinin 97. âyetinde Şa'bî'den yapılan aşağıdaki nakil[10] İbn Kede iki ayrı metin halinde mevcut olmasına rağmen Gûrânî'ninki, her ikisine de uymamaktadır. İbn Kesîr, âyetin tefsirinde verdiği bu iki rivayetin sonunda görüşünü belirterek şöyle der. [11]
Gûrânî böyle bir ilâvede bulunmadığı gibi, rivayetin kaynağını da vermez.
2- Molla Gûrânî Bakara sûresinin 124. âyetini tefsîr ederken, Hâkim'in ri-vayetiyle ibn Abbâs'dan aşağıdaki metni nakleder. [12]Rivayet tefsirinin meşhur eserlerinden İbn Kesîr aynı nakli verdiği halde, aralarında ibare farkları olduğu görülür. [13] Gûrânî'nin metinde yaptığı kısaltmaları göstermek üzere her iki metni aynen veriyoruz.
ifan Kesîr bu rivayeti aynen Taberî'den almıştır.[14]
Çoğu müfessirlerin tefsîrde temas ettikleri konulardan biri de, Kur'ân ilimleri arasında şöhret bulan esbâb-ı nüzuldür. Bir kısım âyetlerin iniş sebeblerini açıklayan bu ilim, sahâbe'den hadîs rivayeti konusunda takip edilen metotla hadîslerin toplanması sırasında tesbit edilmiş, meşhur hadîs mecmualarında, sûrelere ayrılan tefsir bâbları içinde tanzim edilerek, hadîs ilmiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bilindiği gibi Kur'ân'ın büyük kısmı, ilahi bir hikmete bağlı olarak doğrudan doğruya indiği halde, cüz'i bir bölümü vahyin devamı esnasında ortaya çıkan meselelere cevap olmak, karşılaşılan güçlükleri gidermek, Hz. Pey-gamber'e sorulanları açıklayıp yeni.dinin tatbikini kolaylaştırmak üzere nazil olmuştur.
Vahyin ilk muhatabı olan Hz.Peygamber, teblîğ ettiği dinin esaslarını sahabe'ye açıkladıkça tatbiki esnasında hukukî, içtimaî ve ailevî yeni bir takım meseleler çıkıyor, Allah'a ve Resulüne aşın bir bağlılık içinde olan sahabe, cahiliye âdetlerinden kurtulup düşüncesini olduğu kadar, kalbini ve yaşayışını değiştirmek arzusuyla peşinden ayrılmıyor, teblîğ ve irşad vazifesini yerine getiren Peygamber'e hiç çekinmeden kadın olsun erkek olsun- sorular soruyor cevap bekliyordu. Allah, Peygamber'e tevcih edilen sorularda veya açıklığa kavuşturulması gerekli meselelerde cevap bekleyen kulun müşkilini gidermek üzere hükmünü, yapılması gerekeni hemen Rasülüne bildiriyordu.[15] İşte bu şekilde, nazil olan âyetlerin sebeblerini tesbit eden, Peygamberin söz ve fiillerini aktaran sahabe ve tâbiûn rivayetlerine, sebeb-i nüzul deniyor ki hadîs hükmündedir. Şayet senedi sahih olarak Rasûlullâha veya sahabeye iniyorsa bu rivayete "merfû" veya "musned", şayet tâbiûn, sahabeyi atlamak suretiyle Rasûlullâha izafe etmişse böyle rivayete de "mursel" adı veriliyor.
Vahyin iniş sebebine şahit olan sahabe, sebeb-İ nüzulla ilgili haberleri naklederken belirli tabirler kullanır. Ulemâ bunları ayrı ayrı değerlendirerek bazı esaslar getirmişiir. Şayet sahâbî'den "nezelet hâzihi'l-âyetu fi keza" şeklinde bir haber rivayet edilmişse bu, "musned" hükmünde kabul edildiği gibi-buna diğer nıuhaddisler gibi İbn Salah da iştirak etmiştir- âyetin tefsiri olarak da kabul edilmiştir. [16]
Tefsirlerde, sebeb-i nüzulle ilgili haberlerin naklinde kullanılan formüller arasında "sebebu nuzûli hâzihi'l-âyeti keza..", "nezelet fîkezâ.." "fe enzele'llâ-hu..", "fe nezelet.." gibi tabirleri sayabiliriz. Müfessir bu tabirlerden birini veya hepsini kullanıyorsa, kat'i olarak âyetin nüzul sebebini verdiği anlaşılır. [17] Bir âyetin veya sûrenin bir nuzül sebebi olduğu gibi, bazan birkaç sebebi nuzûlü olabilir. [18]Mesela Fatiha sûresi iki kere, Mekke ve Medirıede; ruhla ilgili âyet de (İsrâ, 17/85) iki kere nazil olmuştur. [19]
Mükerrer nüzulü olan belli sayıdaki bu âyetler dışında müressirler, umumiyetle bir âyet hakkında bazan birden fazla nüzul sebebi zikrederler, aralarında tercih yaptıkları gibi, çoğu kez herhangi bir tercih olmaksızın ardarda sıralarlar. Usûl ulemâsı birden fazla haber naklinde dikkat edilmesi gereken esasları tesbit etmişlerse de[20] bu esaslara uyulmadığı, hatta "ruviye" lafzıyle zayıf haberler bile nüzul sebebi olarak verildiği görülür. Taberî tefsiri ile Vâhidî'nin Esbâbu'n-Nuzûl'ünde bu tarz zayıf haberlere rastlanmaktadır. [21]
Bu gibi eserlerde görülen zayıf haberler, daha sonraki müfessirierce tetkik edilmeden aktarıldığından, öncekilerden nakilde bulunanlar bazı yerlerde mevcut haberlere uymaları yüzünden âyetin nüzul sebebi ile ilgisi olmayan haberler tereddüdsüzce nakledilmiştir. [22]
Nüzul sebebleri ile ilgili haberler, genellikle naklî tefsîr adı verilen rivayet tefsirinin esasları içinde mütalaa edilir. Tefsîrinde bu haberleri nakleden müfes-sir, [23] aynı zamanda naklî müfessir olarak bilinir. Haber, bizatihi rivayet tefsîri içinde mütalaa edilse bile, haberin nakli, sahih olsun zayıf olsun, müfessirin dirayetine bağlı olduğundan, sahihle zayıfı birbirinden ayıracak, zayıflarından titizlikle kaçınacak bilgilere sahip olması gerekmektedir. Bu bahiste Gûrânî'ye büyük ölçüde kaynak olan Zemahşerîve Beydâvî tefsîrleri, usûlcülerin ileri sürdüğü şartlara, dikkat edilmesi gereken esaslara fazla ehemmiyet vermedikleri için, nüzul sebebleri ile ilgili haberlerde sahih-zayif ne varsa almışlar, "ruviye" ve "kîle" kelimeleriyle pek çok rivayeti tefsîrlerine dercetmişlerdir.[24]
Molla Gûrânî, nüzul sebebi olan âyetleri tefsîr ederken âyetin mânâsına açıklık getirmede, verilecek hükmü sebeblere bağlamada dikkati elden bırakmamıştır. Hatta ana kaynaklarında görülen zayıf noktaları gidermek için onlardan farklı davranmasını bilmiş, sebeb-i nüzulla ilgili haberlerin umumiyetle sahihlerini alarak, mahzurları kaldırmağa çalışmıştır. Şu kadar var ki, bu konuda gereken azamî dikkati sarfetmiş istisnasız sahih haberler vermiştir denilemez. Fakat, muhteva yönünden büyük ölçüde benzerliği olan, Zemahşeri, Beydâvî ve Nesefi tefsirleri vefatından sonra tefsir yazan, bilhassa Zemahşerî ve Beydâvî'yi pek çok konuda yakından takip eden Ebussuûd Efendi'ye nazaran, daha dikaili ve daha titiz davranmıştır.
Sebeb-i nüzulla ilgili haberlerde takip ettiği metodu daha iyi anlayabilmek! için, konuyu genel olarak şu bölümlerde özetlememiz mümkündür.[25]
Gûrânî, nüzul sebebleriyle ilgili haberlerde, kaynaklarından ve benzer tef-sîrlerden farklı olarak kütüb-i sitte imamlarının rivayetine öncelik tanır, hadîs naklinde gördüğümüz gibi eser adı ile, bazen de ilk râviyi vererek haberi nakleder. Yalnız bu konuda naklettiği haberi kısaltır, metni ayniyle vermez. Kütüb-i sitte içinde en fazla nakilleri, Buhârî ve Müslim'den yaptığı nakiller teşkil eder.
1- Bakara sûresinin 143. âyetinin sonundaki "Allah îmanınızı boşa götürmez" cümlesinin tefsîrinde Gûrâni1 "kıblenin tahvilinden önceki namazlarınızı" manasını verir, âyetin nüzul sebebi olarak Buhârî'nin .Berrâ1 dan rivayet ettiği[26] hadisi zikreder. Buhâride ki metin daha uzundur. Gûrâninin rivayet-i bil-ma'nâya göre naklettiği Buhârî metninde yanhz son cümle uyabilir. Taberî de, berrâ ve diğer sahâbe'den nakiller verirse de, [27] Gûrânî'nin aşağıdaki cümlesihe benzerini bulmak imkansızdır.
2- Safa ve Merve tepeleri arasında sa'y ederek tavafta bulunmanın bir günahı olmadığını bildiren Bakara sûresinin 158. âyetinde nüzul sebebi olarak Buhârî ve Müslim'in Hz.Âişe'den rivayet ettiği hadîsi zikreder.[28]
Gûrânî, Buhârî metninden sadece şu ilgili cümleyi alır. [29]
Ebussuûd naklettiği aynı mealdeki haberin Buhârî'de mevcut olduğunu belirtmez. [30]
3- Aşağıdaki metinde görüleceği gibi Gûrânî, aynı sûrenin 178. âyetinde kısas'la ilgili açıklamada bulunurken Buhârî'de mevcut, Ibn Abbas'a ait bir tefsîr şeklini naklederek "fe nezelet" tabiriyle bunun nüzul sebebi olduğunu belirtir.
Yukarıda izah ettiğimiz gibi, sebeb-i nüzul olarak verilen rivayetler sebebi gösterdiği kadar bazen âyetin sahabe kavliyle tefsîri mahiyetindedir. îbn Kesîr aynı görüşte olduğundan, Saîd b. Cubeyr'den Gûrânî'nin kısaltarak zikrettiği ikinci haberi, sebeb-i nüzul kabul eder. [31]Onun bu dikkatini Gûrânî de görmek imkansızdır, tefsîrinde biraz farklı olan metni aynen şöyledir.
4- Mâide
sûresinin 101. âyetinin nüzul sebebinde Gûrânî iki rivayet verir.[32]
Birincisi Tirmizî'den nakledilen şu haberdir.
İkincisi de Buhârî'den alınmıştır.
Halbuki aynı hadîs metni Buhârî'de şöyledir. [33]
İbn Kesîr bu hadîsi Buhârî'deki şekliyle aynen nakleder. [34]
Gûrânî'nin bu tutumu tefsirinde sık sık görülür. Âyet hakkında nüzul sebebi diye nakledilen birden fazla rivayetler varsa bunları kısa cümlelerle verir, aralarında bir tercihe gitmez.
1-Bakara sûresinin 114. âyetinin önce mânâ tefsirini verir, sonra "men" zamiri ile sözü edilenlerin kimler olduğunu açıklar, çok kısa ibarelerle âyetin nu-zûlüne sebeb olan olayı özetler.[35]
2-Gûrânî, Bakara sûresinin 115. âyetinde aşağıda sunduğumuz metinde görüldüğü gibi önce mânâ tefsirini verir, sonra da çok kısa ibarelerle nüzul sebeb-îerini sıralar, aralarında bir tercih yapmaz. [36] İbn Kesîr, Câbir'den rivayet edilen nüzul sebebini daha uzun metinle verir. [37]
3-Bakara sûresinin 195. âyetinin tefsirinde önceki iki misalden farklı bir yön vardır. Gûrânî, nüzul sebeblcri ile ilgili haberler arasında önce Tirmizfden, sonra Buhârî'den kısaltarak nakilde bulunur, müteakip iki rivayette ise kaynak belirtmeden, nüzul sebebi bile olduğu iyice açıklanmayan çok kısa nakiller yapar.[38]
Tefsirinde zaman zaman görülen bu tarz nakilleri, nüzul sebebleri konusunda kaynaklarından farklı davrandığı, rivayetleri aynen verse bile sonunda görüşlerini belirtmekle onlardan ayrıldığını ortaya koyar.
1- Hûd sûresinin 5. âyetinde nüzul sebebi ile ilgili üç ayrı rivayet verir, fakat sonuncu rivayetle âyetin yakınlığını bulamaz. Sûrenin Mekke'de nazil olduğunu, nifak belirtilerinin ise Medine'de başladığım söyler. [39]
2- Gûrânî, Isrâ sûresinin 76. âyetinde verdiği nüzul sebebinin sonunda aslı olmadığını söyler. [40]Halbuki aynı nüzul sebebi [41]Zemahşerî Beydâv[42] ve Hâzin'de[43] yer aldığı halde, hiçbiri görüşünü belirtmez, fbn Kesîr, aşağıdaki cümleleriyle bu rivayetin sahih olmadığını söyler. [44]
Gûrânî'nin ifadesi ise aynen şöyledir.
3- Müfessirimiz, Furkân sûresinin 27. âyetinde İbn Abbâs'dan aşağıdaki nüzul sebebini verir[45] fakat bunu kesin bir ifade ile belirtmekten kaçınır. Şayet bu, âyetin nüzul sebebi ise; kıyamet günü elini ısıran herkesin zâlim olacağını bildirir.
Bu nüzul sebebi Beydâvî'de [46]yakın ibareyle mevcut olduğu haîde Zemahşe-rîde yoktur. [47]
Aynı rivayeti Hâzin, daha uzun metinle verir. [48] İbn Kesir, naklettiği aynı rivayetin sonunda, âyet Akabe hakkında nazil olsa bile bütün zâlimlere şâmil olduğunu söyleyerek görüşünü belirtir. [49] Nesefî, İbn Abbâs'ın rivayetine eserinde yer vermez. [50]
4-Nasr sûresinde sözü edilen fetih, Mekke fethidir. Sûre veda haccı sırasında nazil olduğundan Rasülullah, bilinen meşhur hutbesini îrad etmiştir. Gûrânî burada, Mekke fethi ile veda haccı arasında tarihî yakınlık arar, sûrenin veda haccı sırasında nazil olmasının nasıl doğru olacağını sorusunu sorar ve bunu aşağıdaki şekilde cevaplandırır. [51]Müfessirimizin metnin sonunda belirttiği bu görüşü Zemahşerî, [52]Beydâvî[53] ve Ebussuûd, [54]tefsirlerinde yer almaz.[55]
Rivayet ve dirayet tefsirinin çeşitli konularında verdiğimiz örneklerde görüleceği gibi, Gûrânî yakinen takip ettiği Zemahşerî ve Beydâvî tefsirlerini, bu iki tefsire bağlı kalan bazı müfessirlerden farklı olarak, bu konuda da tenkit etmekte, naklettikleri haberlere katılmadığını çeşitli vesilelerle belirtmektedir. Tenkit-lerindeki hedef esasen Zemahşerî olmakla beraber, Beydâvî buna aynen uyduğu, cümlelerini naklettiği için dolaylı olarak tenkit edilmektedir.
1-Zemahşerî, ondan istifade ile Beydâvî, îbn Ummi, Mektûm'un Rasülul-lâh'a söylediği sözü naklederek, Nûr sûresinin 61. âyetinin nüzulüne sebeb olduğunu kaydederler. [56]Gûrânî, Tevbe sûresinin 41. âyetinin tefsirinde bunu reddederek sûrenin Tebuk gazvesinden dönüşünde, bu âyetin ise Hudeybiye'de nazil olduğunu belirtir, İbn Ummi Mektûm hakkında nazil olan bu âyet değil. Nisa sûresinin 95. âyeti olduğunu açıklar. [57]Böylece, her iki müfessire cevap vermiş olur. Metni aynen şöyledir.
2- Müfessirimiz, Hacc sûresi 54. âyetinin tefsirinde Zemahşerî'nin bir rivayetini naklederek, Rasûlullah'la ilgili olmayan Ğarânik hâdisesi üzerine söylediği sözlerinden dolayı şiddetle tenkit eder. Çünkü Zemahşerî bu sözü, sanki Rasûl'dan sâdır olmuş gibi kabul ederek şöyle demektedir:[58]
Gûrânî'nin tefsirinde verdiği aşağıda nakledeceğimiz cevabına yakın sözleri, Zemahşerî'ye bağlı bazı müfessirlerde de görmek mümkündür. Beydâvî "ve huve merdûdun 'ınde'l-muhakkıkîn, [59] Nesefî "ve hâze'l-kavlu ğayru mardıyyin, [60] Ebussuûd, Beydâvî'ye tâbi olarak "ve huve merdûdun mde'l-muhakkikîn[61] şeklinde cevap verirler. İbn Kesîr bu konudaki rivayetleri serde-rerek, hepsinin "mursel" olduğunu belirtir ve şöyle der. [62]
Suyûtî Esbâbu'n-Nuzûl'ünde[63] İbn Hacer'den naklen, bu konudaki rivayetlerin hepsi bâtıldır, aslı yoktur şeklinde ifade kullanır.
Gûrânî'nin Zemahşerî'ye cevap teşkil eden metni aynen şöyledir. [64]
3- Secde sûresinin 19. âyetinde Gûrânî'.nin nüzul sebebi olarak zikrettiği aşağıdaki rivayeti, Zemahşerî uzunca nakleder.[65]Gûrânî haberin sıhhatına inanmadığı için sûrenin Mekke'de nazil olmasına dayanarak âyette kastedilen fâsık'dan muradın kâfir olduğunu belirtir. Buna ayrıca âyetin Bedir muharebesinden sonra nazil olması görüşünü de katar, bu tarihi doğru bulmaz.
Gûrânî'nin Zemahşerî'ye yaptığı bu itirazı Beydâvî, [66] Nesefî[67] ve Ebussuûd'da yoktur . [68]Ebû Hayyân, Gûrânî'ye yakın olan görüşünü bildirerek âyetin Mekkî olduğunu, Akabe'nin Medine'de olamayacağını belirtir. [69]
4- Gûrânî, Müzemmil sûresinin 1. âyetini tefsîr ederken Zemahşerî[70] ve Bey-dâvî'de mevcut', [71]Bezzâr'ın Câbir'den rivayet ettiği bir haberi nakleder. Her iki müfessir, vahyin başlangıcında cereyan eden bu olayda Hz.Âişe'nin adını verdiklerinden, Gûrânî buna "ve mâ kîle" cümlesiyle itiraz ederek görüşlerine iştirak etmediğini belirtir. [72] Gâyetu'l-Emânî'deki rivayet metniyle, Zemahşerî ve Beydâvî'ye itirazı aynen şöyledir.
5- Dehr sûresinin, sabırlarına karşılık mü'minleri cennetle müjdeleyip orada ipek elbiseler giyeceklerini bildiren bu 12.: âyetinde Gûrânî, Zemahşerî[73] ve ondan naklen Beydâvî'rıin[74] İbn Abbâs'dan rivayet ettikleri habere temas eder, bunun Hz.Ali'den nakledildiğini doğru bulmaz, sebeb olarak da sûrenin mekkî olduğunu söyleyerek her iki müfessire itirazda bulunur. [75] Gûrânî'nin rivayet üzerindeki bu dikkati, Nesef[76] ve Ebussuûd'da görülmez. [77]
Naklî tefsir yönü olan eserlerde ekseriya karşılaşılan konulardan biri, bir kısım âyetlerin izahı sırasında verilen haberler, zaruret olmadığı halde teferruata inmek suretiyle Kur'ânı, Kur'ân ve Sünnet'te bulunmayan ifadelerle açıklamadan ibaret olan nakillerdir. Bunlara tefsir ıstılahında, isrâiliyyât adı verilmiştir. Bu terim isrâilî kelimesinin çoğulu olmasına rağmen, sadece yahudi kaynaklarından gelen dinî menşeli hikâye ve kıssaları değil, aynı zamanda hıristiyanhk veya diğer dinlerden gelen rivayetleri de içine almaktadır. Yahudi menşeli haberler, rivayetler arasında ekseriyeti teşkil ettiğinden isrâiliyyât sözü şöhret bulmuş, islâmiyet dışındaki diğer dinlerden gelen her habere, bu genel terim altında isrâiliyyât denmiştir. [78]
Isrâiliyyâtın tefsire girişi kısmen sahabe devrinde başlar, tâbiûn devrinde gelişir. Tefsir ilmi bu sıralarda henüz müstakil bir ilim haline gelme faaliyeti içinde olduğundan, isrâiliyyâtın zuhuru bu kadar erken başlamıştır. Çeşitli sebeblerle îslâmiyete yeni giren, yahudi ve hıristiyan kültürleriyle yetişmiş kimseler, Kur'â-nı kendi Kitâb'larından edindiği bilgilerle açıklamağa çalıştıklarından sözleri kolaylıkla yayılmış ve benİmsenmişür. Yaptıkları bu açıklamalaı genellikle, Hz. Adem ile ondan sonra gönderilen Peygamberler ve kavimleriyle olan münasebetlerini konu alan, yaratılışla ilgili bilgiler veren âyetlerin tefsirinde etkili ol-muşiur. Bilindiği gibi Kur'ân, bu tarz âyetlerde vecîz ifadeler kullandığından teferruata İnmemiştir. Hz.dem'in yaratılışı, Nuh tufanının başlayış ve gelişmesi, geminin yapîlışı ve malzemesi ve malzemesi, içinde kimlerin bulunduğ, Hz. Mû-sâ'nın asası, annesi tarafından suya bırakılması, Fir'avnla mücadelesi, meşhur lâbut hikâyesi v.s. gibi bir çok konular uzun uzadıya anlatılmamıştır. Bunların Kur'ân'da zikredilişinin sebebi tarihî bilgiler vermek değil, önceki kavimlerin bozulmuş ahlâk ve inancını düzeltmek için Allâhın dinine davet eden peygamberlerin karşılaştığı güçlükler ve mücadelelerinden, ibret dersi alınmasıdır. A'raf ve Yusuf sûrelerinin iki'âyetindc bu husus açıkça ifâde edilmiştir.[79]
Kur'ânm, kıssaları vecîz bir şekilde anlatışındaki maksadı belli olduğu halde, Tevrat ve İncil'le kısmen benzerliği olan âyetlere açıklık getirmek maksadiy-le, tâbiûn devrinde haber toplamakla şöhret bulan Katâde, Mesrûk, Mücâhid, Ka'b, Vehb, İkrime, Hasen, Dahhak, Saîd b. Cubeyr, Zeyd b. Eşlem ve Tavus gibi şahıslar, [80] ekserisi Kur'ânın özüne ters düşen haberler nakletmişlerdir. Bunlar, ilk müfessirlerce benimsenip tefsirlerine girince, öncekilere beslenen itimat yüzünden, her asırda tefsîr yazan müfessirin hazır malzemesi haline gelmiştir.
Görülen bu gelişme karşısında, Hz.Peygamberin sözlerini de gözönünde tutarak, islâm ulemâsı isrâilî haberleri sınıflamaya tâbi tutmuş, naklinde mahzur olanlarla olmayanları ayırmıştır. îbn Kesîr ve İbn Teymiyye, mahiyeti itibariyle isrâiliyyâtı şöyle değerlendirmişlerdir . [81]
1- Doğruluğu delilerle bilinen sahih haberler.
2- Yalan ve uydurma olduğu bilinen haberler,
3- Doğruluğu veya uydurma olduğu tesbit edilemeyen, zahirine inanılıp ya-lanlanamayan haberler.
Görüldüğü gibi, birinci ve üçüncü şıkka uyan haberlerin nakline cevaz verildiği anlaşılmaktaysa da, Taberî muhakkiki merhum Ahmed Şâkir üçüncü şıkta mütâlâa edilenleri bile şüpheli karşılar, bunların da naklini mahzurlu görür. [82]
Buhârî'de: "Benî Isrâilden rivayet ediniz, beis yoktur" hadîsi ile1, "Ehl-i Kitabı ne tasdik ediniz, ne de yalanlayınız"[83] hadîsinin mevcudiyeti, isrâilî haberler hususunda ruhsat sayılırsa da Rasûlullâhm bu sözlerindeki hikmetin esası iyice değerlendirilmemiştir. Kur'ânda da belirtildiği gibi ehl-i kitabın; Aîlahın varlığı ve birliğini kabul ederek peygamberler arasında ayırım yapmadan son Pey-gamber'e uymalarım sağlamak, düşmanlık ve husumet yerine, aralarında "müsavi olan bir kelimede" toplamaktır. Hadîslerdeki mülayim tutum, ne mutlak cevazı ne de mutlak inkârı hedef almaktadır. Vahyin muhatabı olan Hz.Peygamber Kur'âmn teferruatına Jüzum görmediği bilgilerin, bilinmesi ve öğrenilmesini tavsiye edemez. Zaten tefsîre muhtaç âyetleri kendileri tefsîr etmişler, emrolunduğu "beyân" görevini yerine getirmişlerdir.
Durum böyle olmasına rağmen, yukarıda da belirttiğimiz gibi isrâiliyyât, başlangıçtan itibaren her devirde, sıhhat dereceleri ve ilim açısından faydası düşünülmeden müfessirden müfessire intikal suretiyle devam etmiş, pek çokları eserlerinde yer vererek hem naklini sağlamışlar, hem de tenkidini yaparak asılsız, uydurma, yalan ve hurafe olduğunu açıklamışlardır. Taberî'den daha titiz davranan İbn Kesîr'in tutumu, buna en güzel örnektir. [84]
Ğâyetu'l-Emânî tefsiri, kıssalar ve isrâilî haberlerde selefe uyarak teferruata inmeden, kısa cümlelerle de olsa, naklinden tamamen kurtulamamıştır. Çoğu kere, tefsirlerde mevcut-olduğu halde nakletmediği rivayetler de mevcuttur. Bu tutumuyla isrâilî haberleri bir derece azaltmış, mümkün olan asgarî hadde indirmiştir. Molla Gûrânî dirayetini tam olarak kullanamadığından bir noktada kararsız kalmış, itimat ettiği kaynaklarda sık sık tesadüf ettiği için, onlara uymaktan kendini kurtaramamiştır. Böyle hallerde bile, naklettiği haberin Kur'â-nın nassma aykırı olduğunu farketmiş, düşüncelerini sonunda belirtmiştir. Bu gibi örnekleri tefsîrinde görmek mümkündür.
İsrâiliyyât ve İsrâilî haberleri, Ğâyeiu'İ-Emânî'nin nakletmedeki tutumunu kısaca bahsettikten sonra, Gûrânî'nin bunlarda takip ettiği nakil şeklini misalleriyle açıklayalım.[85]
Gûrânı, tefsîrle pek alâkası olmayan bu haberlere -tefsîrinin bütünü içinde kıyaslanacak olursa- fazla yer ayırmamıştır. Çünkü o, ahbârm gayesini şekvâ'-nın yayılıp genişlemesi şeklinde kabul eder. [86]Ekseriya kısa metinlerle yaptığı nakillerde sened yoktur, tesadüf edilen haberlerin hepsi, "ruviye" veya "kîle" tâbirleriyledİr. Bunları, bilhassa zayıflığına inandığı haberleri verirken kullandığına bakılırsa isrâili yâtı, selefi taklit etmek, ondan ayrılmamak için naklettiği anlaşılır.
Aşağıdaki rivayette Gûrânî, Bakara süresinde anlatılan sığırın, kırk sene aranan bir özelliği olduğu, sahibine satılmasında üstün bir fiat biçildiği Man haberi verir.[87] Tefsirine aldığı bu metin ile âyetin yakın bir ilgisi yoktur,
de hiçbir fayda sağlamamıştır. [88]Gûrânî bunu Beydâvîden aktarmıştır, aynı ki haberi Nesef ve Ebussuûd[89] da naklederler. İbn Kesîr, rivayeti vermeşu önemli kaydı koyar. [90]
Gûrânî'nin aranan sığırla ilgili haberi şöyledir:
2-Çoğu tefsîrlerde uzunca nakledilen aşağıdaki haberi, Molla Gûrânî özetle verir. Kâbenin inşasını anlatan Bakara sûresi 127. âyetinde, Hz.Âdem'in aynı yerde önceden, malzemesi yakuttan bina inşa ettiğini bildiren bir rivayet nakledilir. Bunu Zemahşerî[91] ve Ebussuûd[92]naklettiği halde Beydavî'de yoktur. Haberin uzun metni Hâzin'de mevcuttur. [93] Taberî'de Atâ b. Rebâh'dan yapılan [94]naklin son kısmı[95], Gûrânî metnine benzer. [96]
Gûrânî, naklettiği isrâilî haberlerin çoğu zaman sıhhat derecelerine dikkat etmediği gibi, nereden aldığını da belirtmez. Böyle olsa da yaptığı nakillerin büyük kısmını, cümle ve mânâ benzerlikleriyle Zemahşerî ve Beydâvî'de bulmak mümkündür. Sağlamlığına güvenilmeyen bu nakillerde, iki müfessirin tesirinden uzaklaşamadığı anlaşılır.
Aşağıda, isrâilî haber, kıssa ve hikâyelerin metnini vermeden, nüshalardaki yerlerini belirterek bu iki müfessirden yaptığı nakillere dair bazı misaller sunalım.
1-Bakara sûresinin 251. âyetinde Hz.Davud'un Câlûl'u katlettiği bildirilir. Gûrânî âyetin tefsirinde, kaynak zikretmeden Beydâvî'den[97] Hz.Dâvud'la ilgili bir haber nakleder . [98] ibn Kesîr bunu "isrâiliyyât" olarak niteler. [99]
2-Bakara sûresinin 259. âyetinin "ve li nec'aleke âyeten lin-nâsi" cümlesinin tefsîrinde, Zemahşerî[100] ve Beydâvî'de[101] mevcut olan, bir asır ölü kaldıktan sonra diriltilen kimsenin hikâyesini anlatır. [102]İbn Kesîr'de aym mealde bir rivâ-yeı mevcut değildir[103]
3- Müfessirimiz A'râf sûresinin 107. âyetinde, Hz.Musa'nın elindeki asayı bırakır bırakmaz ejderhâ oluşuna dair veciz ifadeyi açıklamak üzere Beydâvî'den[104] "ruviye" lafziyle isim zikretmeden nakilde bulunur. [105]Bu isrâilî haberde ejderhanın şekli anlatılır, bir sakalı yere değerken, diğer sakalı ile Firavn'ın sarayına yetişip ona yaptıklarından sözedilir. Ibn Kesîr aynı haberi verir, sonunda "ve fî-hi ğarâbetun fî siyâkı-hî" cümlesini ilâve eder. [106]
4- Hûd sûresinin 38. âyetinde Nuh peygamberin gemisinden bahsedilir. Bu münasebetle birçok müfessirler gemi ile ilgili ne kadar bilgi varsa âyetin tefsirine vıgarlar. Gûrânî, Zemahşerîden[107] istifade ile, kaynak zikretmeden üç rivayet nakleder. [108] Aynı haberler Taberî ve İbn Kesîr'de daha uzun metinlerle verilmektedir. [109]
5- Müfessirimiz, isrâilî haberlerde olduğu kadar kıssalarda da bu iki müfessirden istifade etmektedir[110]A'raf sûresinin 74. âyetinde Hûd kavminin kıssasına yer verir, onların Amman ve Hadramevt arasında yerleştiklerini, putlara taptıklarım anlatır. Bu kıssa Zemahşerî[111] ve Beydâvî'de[112] yer almaktadır. Gûrâ-nî'nin metni bazı kelime değişiklikleriyle Zemahserî'deki kıssasaya uymaktadır. Hâzin aynı kıssayı daha uzun metinle nakleder. [113]
6-Gûrânî'nin naklettiği Enbiyâ sûresinin 79. âyetindeki kıssa, büyük benzerliklerle Zemahşerî'den[114] alınmıştır. Beydâvî de[115] Zemahşerî'den istifade eder. İbn Kesîr kıssayı, senedleriyle birlikte daha uzun metinle verir'[116] Ebussuûd aynı kıssayı Zemahşerî metnine benzer şekilde naklederı[117]
7- îbrâhim sûresinin 46. âyetinde Gûrânî "kîle" lafzıyla bir kıssa nakleder[118]
Hâzin, daha uzun metinle naklettiği kıssa hakkında şu görüşü İlâve eder, [119] anlatılanların akla uymadığını, haberin itimat edilecek sıhhatta olmadığını belirtir. Şu halde müfessir olarak Gûrânî, beklenen titizliğ lefsîrinde bazen göstereme mek tedir.
8-Gûrânî, âyetlerin tefsîrini verdikten sonra ender olarak bazı hikâyeler nakleder. Bunları da ekseriya kaynaklarından aktarır. İsrâ sûresinin 70. âyetinde bu hikâyelerden birine tesadüf edilir. [120] Büyük bir ihtimalle Gûrânî bunu,Zemahşe-rî'den almıştır. [121]Keşşaftaki bu metin aynen Nesefî'de[122] yer aldığı halde, Beydâvî ve Ebussuûd'da mevcut değildir.[123]
Gûrânî, kaynaklarından aynen veya kısmen alarak naklettiği haberleri, ara sıra tenkit ederek onlardan ayrılır. Bağlı olduğu müfessirler grubu bazı tefsir vecihlerinde Keşşafı nasıl taklit etmişlerse, bu konuda da ona uymuşlardır. Tefsirler arasında Keşşaf aklî tutumu ile tanınmasına rağmen, bu özelliğine ters düşen isrâilî haberler, sıhhati şüpheli zayıf rivayetleri yönüyle tenkit edilmektedir. Remzi Na'nâ'a; bir taraftan akla ve aklî olana uyan Zemahşerî'nin bu konuda ciddî davranmayışını, müdafii olduğu i'tizal fikrine olduğu kadar, kendinden önceki mutezile imamlarının meıoduna muhalif hareket ettiğini belirtir.[124]Keşşaftan büyük ölçüde istifade eden Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd Efendi İsrâiliyyât konusunda, dolaylı olarak aynı tenkidin hedefi altındadırlar. Gûrânî, bu tenkit çemberine kısmen sokulabilirse de, büyük ölçüde lâyıktır denilemez. Çünkü o, Zemahşerî'den çok noktalarda farklı düşündüğü gibi, isrâilî haberler ve kıssalarda farklı davranmakta, onun tenkit zarureti duyma
madiği rivayetlerde cüz'î de olsa tercih yapmakla veya görüşünü belirtmektedir. Tefsîrinden vereceğimiz metinlerde bu husus açıkça görülür.
1-Bakara sûresinin 36. âyetinde Hz.Âdem ve Havva'nın, içinde bulundukları cennet nimetlerinden şeytanın uzaklaştırıcı anlatılır. Müfessirler bununla ilgili olarak, çeşitli rivayetler naklederler. Gûrânî'nin de çok kısa zikrettiği bu rivayetler, Zemahşerr ve Beydâvî'de[125] herhangi bir tenkit veya [126]tercih yapılmadan nakledilmektedir. Tâbi olduğu,bu iki kaynaktan farklı olarak müfessirimiz, kısa da olsa görüşünü belirtmekte, bu tarz rivayetlerin zandan ibaret olduğunu, doğruluğuna inanmak için bir delil bulunmadığını söyler . [127]
2-Bakara sûresinin 248. âyetinde, Hz.Musa'nın peygamberlik ve hükümdarlığına delil olarak, içinde Tevrat levhaları bulunan, melekler tarafından taşınarak getirilecek olan tâbut'tan söz edilir. Müfessirler âyette geçen bu tâbutun cinsi ve şekli hakkında, aslı olmayan uzun haberler verirler. Bu mealdeki rivayetler Zemahşerî[128] ve Beydâvî'de de[129] mevcuttur. Rivayeti kısaca nakleden Gûrânî, [130]bilhassa Beydavî'yi kasterek onun; tâbut kalptir, sekînet ise içinde olan ilim ve ihlasdır sözüne karşı çıkar, "ve men kale" sözüyle cevap ister.
3-Sâd sûresinin 34. âyetinde; Hz.Süleyman işlediği bir hata yüzünden kısa bir müddet tahtından alınıp yerine bir cin oturtulduğu, sonra iade edildiği belirtilir. Gûrânî, âyetin tefsîrinde Buhârî'den Hz.Süleymamn suçunu bildiren hadîsi nakleder . [131] Tahta, cinlerden biri oturmasiyle ilgili olarak bazı tefsirlerde yalan ve hurafeden ibaret haberler verildiğini söylerken, "ba-du-hum" (bazıları) İle Bey-dâvî'yi kasteder. Çünkü o bu âyette uzunca bir haber nakleder[132] ki Gûrânî bunu tefsîrinde vermez. Zemahşerî aynı konuda uzunca iki haber nakleder, fakat sonunda: "hazâ min 'abâtîli'l-Yehûdi" kaydını koyarak tefsirine aldığı haberin tenkidini yapar. [133]
Gûrânî'nin ilgili sözleri aynen şöyledir:
4-Yûsuf sûresinin 24. âyetini tefsir ederken âyette, Hz. Yûsuf ile ona musallat olan kadın arasında şehvanî duygular belirir belirmez Allanın yardımı ile Hz.Yûsuf'un kendine hâkim olduğu anlatıldığından, Gûrânî bu sırada bazı asılsız hikâyelerin anlatıldığını belirtir. Gûrânî'nin yer vermediği isrâilî haberler, Zemahşerî1 ve [134]Beydâvî'de[135]daha uzun metinlerle tenkitsiz olarak nakledilir. Gûrânî'nin "kîle" ile verdiği kısa cümleleri ve tenkidi aynen şöyledir. [136]
Kur'ân-ı Kerîm getirdiği prensiplerle insanı, mazideki dinî ve ahlâkî alışkanlıklarından koparıp, yavaş yavaş yeni din anlayışına götürmek istemiş, hatta vahyin başlangıcında koyduğu bazı hükümlerin tatbikini kaldırarak, daha mükemmelim vermek suretiyle, ruhuna uygun bir tekâmül yolunu seçmiştir. 23 senelik vahiy müddeti içinde, birkaç asırdanberi devam edegelen cemiyet hayatını ve âdetlerini birer birer ortadan kaldırmış, onların yerine yenilerini, insanı ruhen ve bedenen olgunlaştıracak hükümleri, uygulama safhasına koymuştur. Bu uygulama, Kur'ânın âyet âyet fasılalarla inme özelliğinden dolayı âni olarak yürürlüğe konmamış, birbirini takip eden zaman farkları içinde gerçekleşmiştir. Bu yüzden insana ve yaşadığı cemiyete verilmek istenen yönün tatbiki kolaylaşmıştır.
Kur'ânm, önceden koyduğu bazı prensipleri kaldırarak yerine yenilerini getirme özelliğine, -Kur'ânın kendi tâbiri olarak- nesh adı verilir. Neshi yapan, yani nâsih Allahtır. Mutlak irâdesi olan Allah, hükmünü dilediği gibi icra eder, kararı bizzat Kendisi tâyin eder. Bunun en güzel ifâdesi Bakara sûresinin 106. âyetinde görülür: "Biz, bir âyetin hükmünü diğer bir âyetle nesheder veya unut-turursak, bundan daha hayırlısını veya buna eşit olanını getiririz. Allahın herşeyi yapmağa kadir olduğunu bilmez misiniz?" .Nahl sûresinin 101. âyetinde ise: "Biz, bir âyeti diğer bir âyetle değiştirdiğimizde -ki Allah neyi inzal kılacağını en iyi bilendir (Rasûlüm sana) şöyle derler: Gerçekten sen bir iftiracısın. Halbuki böyle diyenlerin büyük kısmı bunu (lehlerine olan yeni hükmün faydasını bir türlü) anlayamazlar".
Nesh meselesi üzerinde, ulemâ bazı şüpheler[137]ortaya koymuş olsalar bile neshin hak olduğu, yukardaki âyetlerden açıkça anlaşılıyor. Konuya önem veren bütün tefsirler, nâsih-mensuh âyetleri belirtmişler, herhangi bir itirazda bulunmamışlardır. Şu halde neshin Kur'ânda varlığı üzerindeki tartışmalar, esasta önemli olmaması gerekir.
Lugatta; değiştirmek, yok etmek, izâle etmek, nakletmek anlamlarına gelen nesh, bir müfessir için bilinmesi zaruri olan bir konudur. Çünkü müfessir, nüzul sırasına göre, önce nâzı! olan bir âyelin sonradan nazil olan bir âyetle neshedildi-ğini bilmezse, hüküm çıkarıp neticeye varacağı meselede yanılacak, âyetleri bu yüzden yanlış tefsîr etmiş olacaktır. Bu mahzuruna binâendir ki Hz.Ali: nâsih-mensuh âyetleri bilmediğini itiraf eden bir kimseye: "Sen kendini de, başkalarını da helak ettin" demişi, [138]bu ilmin önemini ortaya koymuştur.
Müfessir, nâsih-mensuh âyetleri belirtirken kendi görüş ve içtihadına göre hareket edemez. Naklî (rivayet) tefsirin esasları içinde mütalaa edilen bu mesele, müfessirin kararına ve reyine bırakılmamıştır. Gerçekte nâsih-mensuh âyetler, Hz.Peygamberden ve sahâbe'den açık bir ifade ile "şu âyet şu âyeti neshetmiştir" şeklindeki sözleriyle bilinmektedir. [139] Durum böyle olunca müfessire düşen iş, Kur'-ânda hangi sûrelerde sadece nâsih vardır, adedi nedir, hangi sûrede mensûh vardır, adedi nedir, her ikisinin müştereken bulunduğu sûreler kaç tanedir, kaç sûrede her ikisi de mevcuttur, hususunu iyice kavraması ve bilmesidir. Usûlcüle-rin verdiği bilgiye göre; sadece 6 sûrede nâsih, 40 sûrede mensûh, 31 sûrede hem nâsih hem mensûh, 43 sûrede ise nâsih-mensûh yoktur. [140] Suyûtî; içinde hem nâ-sih hem mensûh bulunan sûre adedini 25 olarak kabul ediyor, [141] mensûh âyet sayısının ise 20 ye ulaştığına inanıyor. Subhi Salih nâsih âyetlerin 10 dan fazla olamıyacağım söylerken[142] Dihlevî, el-Fevzu'1-Kebîr adlı eserinde Suyûtî'nin 20 mensûh âyet adedini 5 e indiriyor. [143] Kur'ânda nâsih mensûh âyetlerin mevcudiyeti sadece emr ve nehy'e işaret eden ahkâm âyetlerinde görüldüğü, [144]bunun dışında diğer âyet nevilerinde nâsih-mensûh olmadığı ulemânın ittifakiyle kabul edildiğinden, Suyûtî'nin verdiği rakamda mübalağa olması gerekir.
Bunlar arasında Ğâyetu'l-Emânî tefsîri de bulunmaktadır. GÛrânî, nâsih mensuh âyetlerin Kur'ânda var olduğunu kabul eder, Nahl sûresinin 101. âyetinin tefsirinde: "ve fî-hi işâratun 'alâ enne'n-nesha hakkun"[145]cümlesiyle neshin hak olduğunu belirtir. Bakara sûresinin 106. âyetinin tefsirini verirken neshin lügat mânâsının, izâle ve nakl olduğunu, bütün usul kitaplarında geçen meşhur iki cümleyle gösterir . [146]
Luğat mânâsını verdiğimiz nesh, şeriatta; şer'î bir hükmün, buna muarız olan diğer şer'î bir hükümle sona ermesi, bir kavle göre de şer'î bir hükmün kaldırılmasıdır. Gûrânî'ye göre nesih, lafızda ve hükümde cari olduğu gibi, sadece hükümde cari olabilir. Birinciye dair misaller çok olmasına rağmen, manası baki kalmak suretiyle sadece lafzın neshedilmesine dair misaller azdır, der.
Gûrânî, âyetin âyeti neshettiğini kabul ederek tefsirinde misaller verdiği gibi, âyetin sünneti neshettiğini de kabul eder, bunu Mumtehıne sûresinin 10. âyetinde: "fe kânet nâsihaten li's-sunneti" cümlesiyle belirtir. [147] Bu konu ulemâ arasında ihtilaflıdır [148]Sünnetin Kur'ânı neshi meselesinde ise tutumunu açıkça ortaya koymaz. Nisa sûresinin 15. âyetinde
ve diğer imamların Ubâde b. Sâmit'ten rivayet ettikleri, evlilerin zina yapmaları halinde recmedilmelerini emreden hadîsi zikreder, soru-cevap şeklinde görüşünü sövle belirtir: [149]
Görüldüğü gibi zikrettiği hadîs'in nâsih olamıyacağım, ancak âyetteki mücmeli tefsîr edebileceğini söyler, ibn Kesîr, sünnetin Kur'ânı neshettiğini açıkça belirtmeden, âyetin mensûh olduğunu çeşitli haberlerle ısbat eder.[150]
Ğâyetu'l-Emânî mutavassıt hacimde bir tefsîr olmasına rağmen, nâsih mensûh âyetler meselesine gereken önemi vermiştir. Kullandığı tâbirler, müfessirle-rin ortaklaşa kabul ettikleri şu meşhur tâbirlerdir: nusihat hâzihi'l-âyetu bi âyetu mensûhatun; vekîlemensûhunbi...; hâzihi'l-âyetu mensûhatunbi...
Gûrânî'nin nâsih-mensuh âyetleri ele alışını, genel hatlariyte şu iki konuda toplayabiliriz. Bunları,'tefsirin bütünü içinde tesbit ettiğimiz misallerle açıklamağa çalışalım.[151]
Bu hususta kütüb-i sitte den yaptığı nakillerde kaynak verdiği halde sahabe kavillerinin sened ve kaynağını belirtmez. Bazan "kîle" lafziyle de nakilde bulunduğu görülür.
1- Bakara sûresinin 177. âyetinin tefsîrinde, Buhârî ve Müslim'den rivayet ettiği "sadakanın en hayırlısı hangisidir" sorusuna cevap olan hadîsi zikreder.
Sonunda Tirmizî ve îbn Mâce'nin Fâtıma binti Kays'dan rivayet ettiği aşağıdaki hadîsi verir, zekâtın her sadakayı neshettiği hükmüne varır. [152]
2- Bakara sûresinin 284. âyetinde nesihle ilgili olarak Müslim'den bir hadîs nakleder, âyetin bir sonraki âyetle mensuh olduğunu belirtir. [153]
3- Nİsâ sûresinin mirasla ilgili 33. âyetin tefsirinde İbn Abbâs'dan mervî aşağıdaki sözü nakleder, âyetin mensûh olduğunu açıklar.[154]
4- Mâide sûresinin 2. âyetinde İbn Abbâs ve Şa'bî'den rivayetle âyetin bir başka âyet tarafından neshedildiğîni bildirir. [155] Taberî'de aynı rivayet mevcuttur. [156] Şevkânî de Şa'bî'den rivayetle bu sûrede, ancak bu âyetin mensuh olduğuna dair bilgi verir. [157]
5-Müfessirimiz Talâk sûresinin 4. âyetinde tbn Mes'ûd'dan gelen rivayeti verir. Bakara süresindeki aynı mealdeki âyetin nâsihi olduğunu bildiren metin şöyledir. [158] Gûrânî, bunu Beydâvî'den istifade ettiğini belirtmek üzere A nüshamızın kenarındaki notta "kelâmu-hu ma'a'1-Kâdî" kaydını koymuştur.[159]
Nâsih-mensûh âyetlerde kaynaklarından İtirazda bulunmadan nakiller yaptığı halde bazan âyetin iddia edildiği gibi mensûh olamayacağım, verilen bilginin yanlış olduğunu belirtmek üzere, sözünü nakleıtiği kaynağa itirazda bulunur. Buna dair bazı misaller verelim.
1-Bakara sûresinin vasıyyet'le ilgili 180. âyetin tefsirinde gerekli bilgileri verdikten sonra, âyetin mensuh olduğunu belirten Keşşaf ve Envâru't-TenzîFe cevap olmak üzere itirazını yapar ve bunu "yeruddu ala'l-Keşşâf ve'1-Kâdî" sözüyle de belirtir. [160]Suyûtî, Gûrânî'nin aksine, âyetin mensfih olduğunu, verdiği değişik tarikli haberlerle iddia eder. [161] Ebû Hayyân, âyetin hem muhkemhem de mensuh olduğuna dair deliller getirir. [162] Hâzin, aşağıdaki cümlesiyle mensuh olduğunu cumhurun kavliye tayin eder. [163]
Gûrânî'nin, âyette verdiği izah ile, itiraz cümlesi şöyledir.
2-Bakara sûresinin 240. âyetinin tefsirinde Önceki 234. âyetle mensuh olduğunu belirtir, bunu şöyle izah eder.[164]
İbn Kesîr, âyetin mensuh olduğunu söyler ve buna Buhârî'den bir hadîsle delil getirir. [165]
3-Gûrânî, En'âm sûresinin 106. âyetini, aşağıdaki sözüyle mensuh kabul etmekle[166] Beydâvî'nin şu cümlesine uyar. [167]
Zemahşerî, mensüh olduğuna işaret etmez. [168]Hâzin, âyete verilen mânâya göre neshi tayin ederek şu görüşü ileri sürer. [169]
Ebussuûd Efendi, aynen Beydâvî'nin cümlesini alır. [170]
4- Zemahşerî, Tevbe sûresinin 36. âyetinde nesh olduğunu söylemese de[171]Beydâvî neshi kabul ettiğini şu kısa ifadesiyle açıklar. [172]
Gûrânî, Beydâvî'ye uyarak neshi kabul ettiğini şu cümleleriyle belirtir. [173]
5- Nahl sûresinin 67. âyetinde Gûrânî, kısa bir cümleyle mensuh olduğunu söylerken[174]Zemahşerî'ye uyar. Çünkü o, bu konuda iki vecih olduğunu belirterek şöyle der. [175]
Nesefî aynen zemahşerî'ye uyar[176]Ebussuûd, Beydâvî gibi nesihten bahset mez. [177]Hâzin, âyette neshin mevcudiyetini şarta bağlar, mânâya göre, mensûh olup olmayacağını belirtir, [178] şevkânî ise Gûrânî gibi âyetin mensûh olduğuna inanır, bunu delilleriyle gösterir. [179]
6-Nâsih-mensûh âyetlerde kaynaklarına yaptığı tenkitler arasında Nesefî de bulunmaktadır. Mu'minûn sûresinin 96. âyetinde Nesefî, âyetin mensûh olduğunu, bir rivayete göre de muhkem olduğunu söyler: [180]
Gûrânî, kaynak zikretmeden mensûh olmadığım söylerken, aşağıdaki ifadesinden de anlaşılacağı gibi, Nesefî'ye cevap vermektedir. [181]
7-Ankebût sûresinin 46. âyetinde Gûrânî, "kîle" lafziyle âyetin mensûh olduğunu söyleyen Zemahşerî[182] ve Beydâvî'ye[183] tenkitte bulunur, mensûh olmayacağı görüşünü savunur. [184]Ebussuûd aynen Beydâvî'nin kavline uyar [185] İbn Kesîr âyeün bir görüşe göre mensûh, bir görüşe göre de muhkem olduğunu belirterek şöyle der. [186]
Gûrânî, ehl-i kitâbla mücadelenin en iyi şekilde yapılmasını tavsiye eden âyetin tefsîrinde kısa bir açıklama yaptıktan sonra, âyetin mensûh olmadığını şöyle anlatır.[187]
Bundan önceki bahsimizde Ğâyetu'l-Emânî'nin rivayet tefsîri yönünden tahlilini yaptık, bu tefsîrin bünyesine giren konulan, açtığımız başlıklarda inceleyerek, müfessirimizin tefsîr metodunu misalleriyle göstermeğe çalıştık.
Bu bahsimizde, aynı tefsîrin dirayet yönü üzerinde duracağız. Buna dair önceden kısaca bilgi vermiştik.[188] Gayemiz; dirayet tefsîri üzerinde usûl kitaplarında yer alan teorik bilgileri uzun uzadıya vermekten ziyade[189] Ğâyetu'l-Emânî'de dirayet tefsîr şklinin uygulamasını göstermektir. Bu açıdan aşağıdaki sahifelerde Gûrânî tefsirinin bir değerlendirmesini yapacak, her konuyu kendi bünyesi içinde açıklığa kavuşturarak, bunlardan her birinin nasıl işlendiğinim takip edilen metodun neler olduğunu ana hatlarıyle tanıtacağız.[190]
Müfessirin Kur'ân-ı Kerîm'i tefsîr ederken güttüğü ilk gaye; Arap dilinin
en fasih, en vecîz usîûbu ile nazil olan âyetlerdeki kelimelerin lügat mânâlarını âyetin ruhuna uygun bir şekilde açıklamak, garip luğatta olanlarını Rasûlullah ve sahâbe'den geldiği şekliyle almak, mecazî olanları te'vil ederek Allah'ın zât ve sıfatlarına uygun mânalar vermek, birbirini açıklayan âyetleri gözönünde tutarak kelimenin ifade ettiği özel anlamı yakalamak, cümleleri irab yönünden tahlil ederek vereceği mânâyı ona göre tesbit etmektir. Bu ve buna benzer diğer önemli noktalan yerine getirebilmek için müfessirin arapçayı en iyi şekilde bilmesi, dilin edebî yönünü ele alan san'atlara hakkiyle vâkıf olması, aynı zamanda geniş bir lügat bilgisinin bulanması gerekir.
Usûl-i tefsîr ulemâsı müfessir olmanın şart ve âdabını tesbit ederken bilinmesi gereken belli konular arasında, önce luğat, sonra nahiv, tasrîf iştikak, daha sonra da maânî, beyân ve bedi san'atlarını sayarlar. [191] Şu halde bir âyetin mânâsına açıklık getirmek, daha doğrusu âyetin zahirine nüfuz edip anlamak, bu esaslara sahip olmak suretiyle gerçekleşir.
Gûrânî, Kur'ân tefsîrinde önemli bir yer i$gal eden Arap dili ve gramerine, tahsilinin çeşitli safhalarında edindiği bilgilerle vâkıf olmuş, bu konuda yazılmış eserleri okuyup ezberlemişti. Bundan dolayıdır ki tefsîrinde, âyetlerin nahvî-luğavî ve bediî tahlillerine ihtimam göstermiştir. Bunu yalnız, eserin hacmi oranında, fazla teferruata inmeden, uzun münakaşalara kapılmadan sadece zaruret duyduğu âyetler ve kelimelerinde uygulamıştır. Bu konuda mesela, Zemahşerî ve Ebû Hayyân'dan ileri gittiği söylenemez. Hacim yönünden yakın sayılabilecek Beydâvî ve Nesefî tefsîrferini bazen geride bıraktığı, hatta Ebussuûa Efendi'den daha dakik davrandığı, gerek nahvî tahlillerdeki titizliği, gerek âyete verdiği mânâlar arasında en yakınını seçerek tercihte bulunduğu görülür. Kayaklan bahsinde belirttiğimiz gibi, Zemahşerî ve'Beydâvfden bilhassa nahvî fsîrde ayrılmış, her iki müfessirin fikirlerine çoğu zaman iştirak etmemiştir.
Onun farklı görüşü, bu sahadaki dikkatinin derecesini göstermesi bakımından kayda değer bir özelliktir.
Kısacası Ğâyetu'l-Emânî; nahvi tefsire ağırlık veren, her âyette bunu bütün genişliği ile uygulayan, daha doğrusu, nahvi tefsîr intibaı bırakan bir tefsîr değildir. Müfessir, bir tefsirde yer alması gereken konular arasında bir aralelik sağlayabilmek düşüncesiyle hareket ettiğinden, mutavassıt hacimdeki
tefsire yakışır biçimde konuya eğilmiştir.
Gûrâni'nin bu tefsir şeklindeki üslûbunu tanıtabilmek gayesiyle konumuzu aşağıdaki başlıklarda işlemeye çalışalım.
a- Kelimelerin luğat mânâlarını verir.
b- Arapça asıllı olmayan kelimeleri belirtir.
c- Nahvî tahlillerle mânâya açıklık getirir.
d- Nahvî tefsir ve mânâda, müfessirlere tenkitlerde bulunur.
e- Ayetin mânâsında tercihini belirtir.
f- Nadiren zahiri mânâdan ayrılır, işârî mânâ verir.
g- Kelime mânâsını Arap şiiri ile istişhâd eder.[192]
Molla Gûrânî bu konuda hiçbir luğata başvurmadan hareket eder. Kelime mânâsım, kısa ve özlü cümlelerle \crir, gerekirse aynı kelimenin diğer mânâlarını da ilâve eder, âyetlerle de takviyeye çalışır. Bunu yaparken okuyucu seviyesini gözönünde bulundurmaz. Bilinmesi ve açıklanması her seviyeye faydalı olacak ğarîb luğatlar üzerinde, bazan çok az durur, bazan da hiç temas etmeden geçer. Bu yönüyle Beydâvî'ye çok yaklaşır.
Aşağıdaki misallerde, bu tutuunu daha yakından görelim.
1- Bakara sûresinin 2. âyetinde Gûrânî, "huden" kelimesinin, fe'ale-yef u-lu vezninden masdar olduğu, bununla neler kastedildiğini açıklar. Bu arada: "ve kevnu-hû huden, lâ yaktadî..." cümlesiyle Beydâvî'nin :"velâ yakdehu mâ fî-hi mine'l-mucmeli.." cümlesini[193] tenkit eder, daha sonra muttaki kelimesine geçerek şeriat lisanında ifade ettiği mânâları âyetlerden alınan misallerle açık lar. [194]
2- Şimşek ve yıldırım korkusuyla kulaklarını tıkayan kâfirlerin halinde rlâk-ı küll ve irâde-i cüz kabulinden mübalağa olduğunu belirten Gûrânî, "şâ'i-ka" (yıldırım) kelimesinin luğat mânâsını, buluttan ayrılan son derece şiddetli bir ateş parçası olarak tarif eder, "şa'ıka" fiilinden müştak olduğunu, âyetten misal vererek açıklar.
3- Bakara sûresi 224. âyetteki "urdaten" kelimesinin Gûrânî, berzah (engel) ve hicâb (örtü, engel) kelimeleriyle açıklar, bunun "eymân" (yeminler) kelimesiyle olan münasebetini, nahvî yönden belirtir, "urda" kelimesini aynı zamanda "marid" karşılığında alarak âyete mânâ verir, bunu Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadisle teyit eder.
4- Gûrânî, ğarîb kelimelerin luğat mânâlarında âyet ve hadislerden istifade ettiği gibi, sahâbe'nin rivayetlerini de nakleder. Nahl sûresinin 47. âyetindeki tefsirinde bunu görmek mümkündür. Bu misal aynı zamanda, şiirle istişhadın önemini de belirtmektedir. [195]
Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde, nasıl olduğu dilin "Arapça" olduğu, [196] bu özelliği bir sıfatla pekiştirilerek "apaçık" bir uslubla geldiği ifade edilir. [197] Çoğu tefsirlere müracaat edildiğinde, Kur'ânda mevcut bazı kelimelerin aslı üzerinde dururlarken, bunların Arapçaya dahil olmuş, civar kabile veya milletlerden gelmiş kelimeler olduğunda ittifak ettikleri görülür. Kur'ânın ifadeleriyle müfessirlerinki arasında farklılık olduğu zannını uyandıran bu konu, usûl ulemâsını da oldukça meşgul etmiştir. [198] İleri sürülen iki görüş vardır. Birinci görüşte olanlar, âyetlerin zahirine göre hareket ederek Kur'ândaki kelimelerin tamamen Arapça olduğunu kabul ederler. Buna karşılık ekseriyeti teşkil eden ikinci görüş taraftarları; Arapça dışında başka dillerden olan az sayıdaki Arapça kelimelerin varlığı Kur'ânın Arapça olmasını engellemez, derler. [199]
Gerçekte Kur'ânın "arabiyyu'l-Mubîn" ifadesi, Kur'ânda Arapça olmayan kelimeler vardır, yoktur münakaşası açacak nitelikte değildir. Kur'ân* dil ve millet mefhumu gözetmeden, insanlar arasında herhangi bir ayırım yapmadan, bütün kâinata hitap eden bir Kitâb olması özelliği yanında, sadece dil yönünden "Elçisinin" bildiği, konuştuğu kelimeleri kullanmıştır. Bu husus ilâhî takdirin isteğine bağlı olduğuna göre, elçisinin lisaniyle kullarına hitap etmiş, lisanın ogünün üst seviyedeki kültüründen üstün tutarak "mubîn" kılmıştır.
Kur'ân bir mânâda hitaptır, sözdür. Bu yüzden anlaşılmak, öğrenilmek, düşünülmek üzere indirilmiştir. Allah, kullan için İslâm'ı seçerken, onu önceki dinlerden ve peygamberlerden ayırmamıştır. Bütün peygamberlerden ve kavimleri ile olan münasebetlerinden, değişik sûrelerde bahsetmiştir. Bu peygamberlerin Kİtab'lan ve isimleri, o zamankilerden farklı olarak Kur'ânda yer alamazdı. Bunlar yeni dinin de kendi öz isimlen, kendi "kelimeleriydi. Peygamberi vasıtasiyle insana hitap eden Kitâb, İnsanın konuştuğu, bildiği kelimeleri kullanacaktı. Arabistanın o günkü insanı, ticaret ve kültür faaliyetleriyle çevresindeki diğer dillerle temasta idi, onlardan geçen bazı kelimeleri öğreniyor ve kullanıyordu. Şu halde Arapların duyup öğrendikleri bazı kelimelerin Kur'ânda yer alması, O'nun Arapça özelliğini bozacak nitelikte değildir. Bu, olsa olsa yaşayan bazı kelimelerin canlılığını devam ettirmesidir. Bu bakımdan O'nun "apaçık arapça" olarak indirilmesi sözünden, Arapça dışında bir tek kelime yoktur mânâsı anlaşılmamalıdır. Zaten çoğu müfessirlerin görüşü bu noktadır.
Kur'ânda ekserisini kabile, millet ve şahıs isimleri teşkil eden bu mehdud sayıdaki kelimelerin[200]luğavî tefsirleri yapılırken, sadece menşeleri hatırlatılır, Arapçaya girmiş veya arapçalaşmış kelimeler olarak kabul edilir. Gûrânî de umumiyetle bu görüştedir, prensip olarak Kur'ânda a'cemî kelimelerin varlığını kabul eder, bu tarz kelimelerin iştikakını yaparken bir kısmının Arapça asıllı olduğunu belirtirken, bir kısmının da a'cemî olduğunu söyler, bir kısmında ise aslı şudur gibi açıklama yapmadan, sanki Arapça imiş gibi davranır.
Bunlara dair tefsirinden bazı misaller verelim.
1- Bakara sûresinin 40. âyetindeki "İsrâîl" kelimesinin îbrânî asıllı olduğunu, safvetullah veya abdullah manasına geldiğini bildirir.[201]
2- Bakara Sûresi 31. âyetindeki Âdem kelimesinin Arapça olmadığını, ara-bîmasdarla geldiğini iddia edenlerin iddiasının geçerli olamıyacağını söyler. [202]
3-Âlı Imrân sûresinin 3. âyetinde adı geçen Tevrat ve Incîl kelimelerinir Arapça iştikakını yaparak aslen Arapça olduklarını göstermeğe çalıştığı gibi, biı rivayetle, her ikisinin de Arapça olmadıklarını kaydeder.[203]
4-Âl-i Imrân sûresinin 45. âyetinde geçen "Mesîh" kelimesinin ibranî asıllı olduğu kadar, arabî asıllı olduğunu da söyler, bu ikinci ihtimali İbn Abbâs'dan nakledilen bir rivayetle doğrulamağa.çahşir. [204]
5-Kehf sûresinin 31. âyetindeki "istebrak" kelimesinin aslım GÛrânî bildirmediği halde, Suyûtî acem asıllı olduğunu kaydeder. [205]
Tefsirlerde, mânâ tefsiri yapıldığı kadar i'rab tefsiri de yapılır.[206] İkisini bir-birinden ayırmak imkânsızdır. Müfessir bunda öncelik sonralık aramaz. Gûrânî de aynı şekilde hareket eder. Âyetleri cümleciklere bölerek tefsir ettiği için, her cümleciği kendi içinde bir bütün farzeder, bazen sadece mânâsı üzerinde durur, i'rabına tevessül etmez, bazan da önce i'rabını tayine çalışır, sonra bu izahları doğrultusunda mânâyı verir.
Bu konudaki tahlilinde kesin olarak metodu şudur denilemez. Bir müşkilini çözmek isteyen okuyucu öâyetu'l-Emânî'ye müracaat etse, buna hemen kavuşacağını söylemek imkansızdır. Tefsirinde tesadüf edilen öyle âyetler vardır ki i'rab ve mânâ tefsiri, yerini tamamen kıraata bırakır, âyetin i'rab ve mânâsını araştıran, aradığını bulamaz. Bunun benzerlerini Zemahşerî'de ve Beydâvî'de görmek mümkündür. Tefsirinde cüz'î bir yer işgal eden bu gibi durumlar dışında büyük kısmı, orta hacimdeki tefsirden beklenecek bilgileri ihliva etmektedir. Ğâyetu'l-Emânî'den alacağımız misallerle, i'rab ve mânâ tefsirindeki tutumunu daha açık gösterelim.
1- Bakara sûresinin 6. âyetinde i'rab ve mânâ tefsirinin güzel bir örneğini vermiştir, tefsîrinden aynen alıyoruz . [207]
2- Aşağıdaki Tevbe sûresinin 62. âyetinde Gûrânî, önce mânâ tefsîri yapar sonra "yurdû-hu" fiilindeki "hu" zamirinin müfred olma meselesini ele ahr, daha sora nahvî tefsire geçer, sonunda da tercihini belirtir.[208]
3- Nahl sûresinin 57. âyetine kısaca mânâ veren Gûrânî, "yeştehûne" fiilinin nahvî tefsîri üzerinde durur, merfu ve mensup halinden hangisinin caiz olacağını ele alarak Zeccâc'ın kavline muhalif tutum alır. [209]Aşağıdaki tefsir seklini Zemahşeri[210] Beydâvî, [211]Ebussuûd[212] ve Nesefî'de[213]görmek imkânsızdır.
4- Ihlas sûresinin ilk âyetinde önce kısa bir nüzul sebebi verir, arkasından nahvî tefsire geçerek "huve" zamirinin cümle içindeki yerini tayin eden görüşleri sıralar cümlesinin haber cümlesi olduğunu, bu yüzden aide muhtaç olmadığını söyler.[214]
Gâyetu'l-Emânî'nin bariz özelliklerinden biri, istifade ettiği kaynaklan arasında Zemahşerî ve Beydâvî tefsirlerinin nahvî tefsîrdeki sözlerini tenkit etmesidir. Bu yönüyle GÛrânî, bilhassa bu iki müfessirin musahhihi durumundadır, kendilerinden istifade ettiği nakillerde ekseriyetle itirazları yer alır. Kaynaklan bahsinde belirttiğimiz gibi, [215]itiraz metinleri, nüsha kenarlarına dercedilmiştir. Tenkitlerinden bazılarını metinleriyle görelim.
1-Zemahşerî, Bakara sûresi 5. âyetinin nahvî tefsîrinin yaparken, Önceki iki âyette mevcut ism-i mevsûl hakkında görüşlerini açıklar, isti'nâf cümlesinin 5. âyet olan "ulâ'ike'alâ huden" olduğunu belirtir. [216]
Gürânî, Keşşaf adını vermeden bu görüşünü cevaplandırır, sözlerinin sonunda izahını yerinde bulmadığını söyler. [217]Bu konudaki cümleleri aynen şöyledir:
2-Zemahşerî, Bakara sûresi 150. âyetinin bir cümlesi olan "ve li'utimme ni 'metî'aleykum ve le'allekum tehtedûn" cümlesini, aynı âyetin bir Önceki "li ellâ yeküne.." cümlesine ma'tûf olduğunu "kîle" ile belirtir. [218] Gürânî bu izah şeklini kabul etmediği için, ismini belirtmeden Zemahşerî'ye cümlesiyle itiraz eder. Âyetin nahvî tefsîrindeki sözleri aynen şöyledir. [219]
3-En'âm sûresinin 33. âyetindeki "kad" kelimesinin taşıdığı mânâyı Gûrânî, "tahkîk" mânâsında alır, "teksir" ifade etmediğini söyler.[220] Zemahşerî [221] ve ondan naklen Beydâvî[222]bunu "ziyâde" ve "kesret" manasında alırlar. Gûrânî'nin itiraz cümlesi şöyledir:
4-İsrâ sûresinin, Rasûİullah'ın hata işlemek üzere olduğunu bildiren 75. âyetin tefsirinde Zemahşerî, zayıf bir haber nakleder[223] Hz. Peygamberin kâtibi Sakîf kabilesine yazılacak bir mektup yüzünden emre itaatsizlik sayılacak bir harekette bulunur.
Keşşafta yer alan, âyetin mânâ tefsîriyle ilgili bu haberi, Gûrânî isim vermeden tenkit eder. Kur'âm tefsîrde hata ettiği kadar, bir müslümanın yapamayacağı isnadı Rasûlullaha yapmakla suçlar. Gûrânî'nin âyete verdiği mânâ İle tenkit cümleleri aynen şöyledir?. [224] Bu itirazı Beydâvî'de görmek mümkün değildir. [225] Beydâvî'ye bağlı kaldıkları; için Nesefî ve Ebussuûd, Zemahşerî'ye bir itirazda bulunmamışlardır. [226]
5-Beydâvî, A'râf sûresinin 157. âyetinde "..onlar ummî olan Rasûle tâbi olurlar" cümlesinde, [227]cümlenin yeri hakkında nahvî tahlillerde bulunur. Gûrânî bunlar üzerinde durarak, Beydâvî ismini vermeden, aynen şöyle der. [228]
6- Yûnus sûresi 53. âyetinde Gûrânî, Beydâvî'ye iştirak ederek nahvî tefsiri yaparsa da bir noktada ondan ayrılır, "yestenbi'ûne" fiilinin taşıdığı mânâda istifham olmadığını belirtir. Beydâvî ve,[229] ona itirazda bulunan Gûrânî'nin cümleleri şöyledir. [230]
Mânâ tefsirinde müfessirin kudretini gösteren özellik, her şeyden Önce âyete verdiği mânâda belli olur. Âyetler birbiriyle yakın mânâlar taşıyabildiği gibi, bazı kelimeleri yönünden farklı mânâları alabilir. Bir kelimenin bir kaç mânâsı olunca, müfessir bunlar arasında âyete en uygun olanını seçmelidir. Çünkü, yapılacak nahvî tefsirde bir harf, bir yan cümle veya bu cümlenin âyetteki yeri ve önceki âyetle -şayet varsa- yakınlığı, mânâyı etkileyebilir. Bunlar, verilecek mânâya en çok tesir eden hususlardır.
Gûrânî bu konuda, Zemahşerî ve Beydâvî'de dahil, pek çok müfessirde görülmeyen bir metot uygular, âyete verdiği mânâlar içinde umumiyetle tercihini belirtir. Bunun için kullandığı, değişik tâbirler vardır. Bazılarını, B nüshamızdakİ yerlerine göre tanıtalım.
Bu tâbirlerin âyetteki kullanış yerlerine dair, hemen her sahifede (varakta) karşılanabilecek misalleri vardır. Bunlardan bazılarını sunalım.
Böyle bir tercih Beydâvî'de[231]yoktur, o yanhz âyetin mânâsını vermekle yetinir. Gûrânî ise iki ayrı mâna verir, bâ harf-i cerri'nin bu iki mânâya göre durumunu tayin eder, birinci mânâya göre harf-i cerrin "sıla" olmasını daha uygun görerek sebebini açıklar.
Bakara Sûresi 60. âyetin "bi'asâ-ke'1-hacera" cümlesinde Gûrânî, nahvi tefsirle âyeti izah ederken "el-hacer" kelimesindeki lâm-ı tarif üzerinde durur, buna iki ayrı mânâ verir. [232]Aynı âyetin tefsiri daha teferruatlı olarak Beydâvîde yakın ibarelerle, üç ayrı şekilde mevcuttur. [233]Envâru't-Tenzîlde nadiren rastlandığı halde, üçüncü mânâ üzerinde "ve hâzâ'azheru" şeklinde tercihini belirtir. Beydâvî bu üç mânâyı, Keşşaf adını vermeden, aynen Zemahşeri'den alır. [234] Fakat Zemahşerî, verdiği mânâlar arasında tercihini belirtmez.
Aynı âyetin "fe'nfecerat minhu.." kelimeleriyle başlayan cümlesinde Gûrânî, Beydâvî'den istifade ederse de, nahvî tahlilde ondaki boşluğu doldurarak "fen'nfecerat" fiilindeki "fâ" harfi üzerinde durur, bunun fâ-i cezâiyye olmadığını, fesahat için geldiğini bildirir, tercihini de bu yönde yapar; Verdiği mânâ Zemahşerî'dekinden[235] farklı olmasa da, yaptığı tercihle ondan ayrılır. [236]
Âyetlerin zahiri mânâsı dışında, tasavvuf erbabının sezgi yoluyla kavradığı, âyetlerin lübbüne nüfuz ederek mânâ verme âdeti, tefsîr hareketinin zuhurundan kısa bir zaman sonra başlamış, bilhassa kendini tasavvuf terbiyesine vererek yetişenlerin gayretiyle, bildiğimiz tefsirlerin yanı sıra -rivayet ve dirayet tefsîr esaslarının dışında- İslâm ulemâsının büyük çoğunluğunca tasvip gören İşârî-tasavvufî tefsirler yazılmıştır. [237]
Sadece işârî mânâya bağlı kalarak yazılmış bu tefsirlerde dirayet ve rivayet esaslarına uyan tefsîr şeklinde rastlanmadığı halde, zâhîrî tefsirlerden bir kısmı, belli bazı âyetlerde işârî mânâya yer vermişler, tasavvufla yakın ilgileri olmadığı halde zamanın ilim anlayışına uyarak, çevrenin de tesiri İle bu yola yönelmişlerdir. [238]
Gûrânî'nin tasavvuf! yönü olmadığı halde, cüz'î sayıdaki bazı âyetlerde işârî mânâ vermiştir. Ne tahsil hayatı boyunca, ne de hayatının çeşitli safhalarında böyle bir tedrîs şekline heves etmediğine göre, tefsîrindeki işârî mânânın varlığını iki sebebe bağlayabiliriz. Gûrânî, genel hatlariyle Beydâvînin tefsîr şekline uymuş, onun tesirinde kalmıştır. Beydâvî tesirinin yamsıra tasavvufla hiç iştigâli olmamasına rağmen, II. Murad ve Fâtih zamanında isim yapmış, sultanlarca itibar görmüş Akşemseddin'lerin, Şeyh Vefâ'lann muhitinde yaşamasında bunda tesirleri olmuştur. Bunlardan bilhassa Akşem seddin'le, İstanbul fethi öncesi ve esnasında daimi temas halinde olduğundan, kendinde bu yönde bir sempati uyandığı söylenebilir. Kanaatımızca bu iki tesir, tefsirinde işârî tefsire dair satırların yer almasına sebeb olmuştur.
Arızî bir özellik hüviyeti taşıması sebebiyle, ĞâyetuM-Emânî'de işârî tefsîr yönü vardır hükmüne varmamız, imkânsızdır. Bu; müfessirin taklitçi tutumunun neticesidir, kaynak olarak istifade ettiği Beydâvî ve Nesefî tefsirlerinden gelmiştir.
Esasen, işârî tefsirle ilgili cümlelerinin bir kısmı bu tefsirlerle karşılaştırıldığında, söylediğimiz bu husus hemen ortaya çıkar. Naklini aynı kelimelerle yap-rnasa bile, mefhum olarak Beydâvî'den farklı bilgiler vermez. Nesefî de, aynen Beydâvî tesirindedir. Hâzin'in Lubâbu't-Te'vîl'i de işârî mânâya yer vermiştir. Gûrânî'nin Nesefî vç Hâzin metinlerine uyan ibareleri de vardır, hatta bu üç tefsirde olmayan cümlelere de rastlanır. Bunlara dair birer misal vererek, Gûrânî'nin işârî mânâlarını görelim.
Gürânî'nin, Bakara sûresi 21-22. âyetlerinden hareketle, 2. âyetin sonunda verdiği bu mânâs [239]Beydâvî'nin aşağıdaki cümleleriyle çok yakın bir benzerlik içindedir. [240]
2-Bakara sûresinin 260. âyeti, Hz. İbrahim'in ölülerin nasıl ı görmek üzere, parçalayarak ayrı ayrı yerlere koyduğu dört kuşun yanına geldiğinden bahseder. Gûrânî, âyetin tefsirinden sonra gene Beydâvîv" yakınlığı olan şu işârî mânâyı verir.[241]
Beydâvî'nin metni de aynen şöyledir[242]
3-Curanı, Al-ı Imrân sûresinin 200. âyetinde Buhârî, Müslim ve Ebû Dâ-vuddan naklettiği hadîslerle mânâ tefsirini yaptıktan sonra, şu işârî mânây. da ilave eder[243] Bu şekildeki işârî tefsiri Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd, eserlerinde yer vermemişlerdir. [244]
4- Gûrânî, En'âm sûresinin 112. âyetini tefsîr ettikten sonra meşhur muta-avvıf Mâlik b. Dinar'dan (ö. 131/747-48) bir nakilde bulunur. [245]Bu haber aynen Hâzin ve Nesefî tefsirlerinde de mevcuttur. [246]
5- Müfessirimiz, Nûr sûresinin 35. âyetinin büyük kısmını, zahirî tefsîrden ziyade işârî tefsirle açıklar. [247] Kîle lâfziyle yaptığı bazı nakilleri, Beydâvî ve Nesefî'de görülmez [248]Âyete verdiği işârî mânânın sonunda, başka te'vîl ve tahayyulât olduğunu söyler, bunlardan kaçınılması gerektiğini belirtir.[249]
Arap şiiriyle istişhâd konusu luğavî tefsirin esasları arasında mütalaa edildiğinden, ilk tefsirlerden itibaren müfessirler tarafından benimsenmiştir. Kur'ândaki bazı ğarîb kelimelerin, konuşulan halk dilinde de geçerliliğini koruduğunu ispatlamak üzere seçilen bu yol, Hz. Ömer'in tavsiyesiyle gelişmiştir. Sahabe arasında İbn Abbâs, Arap şiirini en çok bilenlerden biri olarak tanınmıştır. Nâfi' b. Ezrâk'in (ö.65/684) sorduğu her kelimenin, İbn Abbâs tarafın dan bir şiirde kullanıldığını Suyûtî kaydederse de,[250] tefsirlerde İbn Abbas'dari bu konuda fazla nakiller yapıldığı görülmemiştir.
Müfessirin nakletmekle mecbur olmadığı bu husus, esasen şiire karşı duyulan bir zevk meselesidir. Şiir ezberlemede kendini yetiştirenler, alışılmış olan bu âdeti tefsirde uygulamak suretiyle, tefsîr için zaruri olanı yapmış sayılamaz. Çünkü; kelimenin mânâsını doğru veren müfessir şiirle İstİşhâde gitmese, yaptığı tefsîr geçersiz sayılamaz. Bu yüzden şiirle istihâd, müfessirin reyine bağlı bir tefsîr şeklidir.
Müfessir, muhaddis,fakiri, ehl-i kurrâ özellikleri yanında, kasîdeleriyle de tanınan Gûrânî'nin, zamanın ileri gelen şahsiyetlerine, özellikle Fâtih Sultan Mehmed'e yazdığı kasîdelerinden sözetmiştik. [251] Ayrıca tefsirinden, Hz. Ömerin bu konudaki rivayetini nakletmekle[252] istişhâd hakkında söylenenlerden haberi olduğunu görmüştük. Arap şiirinde kabiliyeti olduğu, üstelik âyetlerdeki bazı kelimelerin tefsirinde kullanıldığını bildiği halde Gûrânî, şiirle istişhâdda kendini çoğunlukla kaynaklarına bağlamış, Zemahşerî, Beydâvî, Hâzin ve Ebû Hayyân tefsirlerine kıyasla bu konuya fazla önem vermemiş, mevcut olanların bir kısmını Zemahşerî ve Beydâvî'den nakletmiştir. Bu iki müfessîrde bulunmayan şiirleri de vardır.
Bunları umumiyetle, "kale şi'run", "kale şâ'irun" şeklinde, bazan şâirin adiyle, bazan da hiç birini kullanmadan sadece beyti nakleder, bunun âyetteki şu kelimeye istişhâd olduğunu belirtmez.
Aşağıda, Zemahşerî ve Beydâvî'den naklettikleri ile, isim vermeden başka kaynaklardan aldığı şiirlerinden bazı misaller verelim.
1-Bakara sûresi 34. âyetinde "meleklere; Âdem'e secde ediniz.." cümlesin deki "secde" kelimesinin luğat mânâsını veren Gûrânî, şiirle istişhâd olduğunu
belirtmeden, "kale şi'run" veya "kale şâirun" da demeden, sadece "kale" ile birer mısra nakleder, buradaki secde mânâsı ile âyetteki secde mânâsının aynı olduğunu belirtil». Bu nakli, isim zikretmeden Beydâvîden yapmıştır.[253]
2-Bakara sûresi 136. âyetteki "esbât'? kelimesinin mânâsını kısaca açıklayan Gûrânî, "kale şi'run" demek suretiyle şu mısraı verir. [254]
Gûrânî bunu, kaynak zikretmeden Zemahşerî'den almıştır, cümleleri aynen şöyledir. [255]
4- En'âm sûresinde 109. âyetin "enne-hâ'izâ câ'et lâ yu'minûn" cümlesindeki "enne" kelimesini Gûrânî, "le'alle" mânâsıyle açıklar ve bunu 'îmriVi-Kays'dan bir mısra ile istişhâd eder.[256]
Bu şiir aynen Zemahşerî'de mevcuttur, [257]Beydâvî nakletmemiştir.
5-Gûrânî, Tevbe sûresinin 8. âyetindeki "illen" kelimesine "karâbeten" (yakınlık) mânâsı verir, bu mânâyı Hassan b. Sâbit'in mısrâsmdaki aynı kelime ile istişhâda çalışır. [258] Zemahşerî'de mevcut olan bu şiiri, [259] Beydâvî de aynen nakletmiştir. [260]
Bundan önceki bahiste Kur'ân-ı Kerîm'in filolojik yapısını teşkil eden hususlarda, müfessir olarak Gûrânî'nin tefsîr tarzını inceledik, takip ettiği metot ve tefsîr şeklini gösterdik. Bu konuya yakınlığı dolayısiyle, münzel Kitâb olarak Kur'ân-ı Kerîm'in kendisinden önceki semavî Kitâb'lardan ayrılan en büyük özelliğine temas edip, nazmındaki üstünlüğü, hitâbındaki vecizliği, kelime ve cümlelerin tertibinde insan gücünü aşan i'câz ve belagat konusunu ele alacağız. Başlıkta kullandığımız ifadeden anlaşılacağı üzere konu, birbirine yakın iki ayrı ilim dalından meydana gelmektedir. Bunlardan biri i'câzu'l-Kur'ân, diğeri; maânî, beyân ve bedi' san'atlarını içine alan ilm-i belagattır. Kur'ânı tefsîr edenin şayet bu ilimlerde nasibi varsa, tefsîr metodu içinde bu kabiliyetini gösterir, tefsîr ettiği kelâmın üstünlüğüne nüfuz edebiliyorsa bunu belirtmek zaruretini duyar ki bu yöndeki sözleri, onun dirayet tefsîrindeki yerini tayin eder.
Kuran-ı Kerîmin , içinde şüphe olmayan Allah kelâmı olması, O'nun vahycttiği âyetlerin, terkîb ve mânâ yönünden benzerinin getirilememesi, tak-lîd etmek isteyenlerin başaramayıp âciz kalmasiyle ortaya çıkar. Bu hususu ilâhî kelâmın sahibi, bazı âyetlerde bizzat açıklamak suretiyle benzerinin getirilmesi daveti de bulunur. Müşrikler, Hz. Peygamberi kastederek: "Yoksa Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu? derler. (Bu soruya karşılık olarak şunu) Söyle: Şayet ithamınızda sâdık iseniz, Allah'tan başka size yardım edecekleri çağırıp toplanın. Kur'âmn aynısı olan (iftira dediğiniz) uydurma on sure getirin. Yok eğer (yardıma çağırdığınız kimseler) size yeterli cevap veremedilerse bilin ki o Kur' ân, Allanın ilmiyle indirilmiştir" (Hûd,11/13-14). Bunun neticesi çıkmayınca on sûre yerine, bir tek sûre getirilmesi teklif edilerek: "Kulumuza indirdiğimiz (Kur'ân) hakkında şüpheniz varsa Kur'âmnkine aynen benzeyen bir tek sûre kalema alın" (Bakara,11/23) denilir. Kulun Allah'la mücadelesi bir netice vermeyeceği, değil on sûresi, kısa bir sûresini dahi getirmekten âciz kalacakları için Allah son hükmünü verir:" (Rasûlüm Bana karşı yarışacaklara) Söyle, insanlar ve cinler bu Kur'âmn aynısını yazmak üzere bir araya gelip toplansalar, birbirlerine (her yönden) yardımcı olsalar bile, o'nun aynısını imkânı yok getiremezler" der.[261]
Müfessirin tefsîr etmek üzere ele aldığı kelâm, bu derece vecîz, bu derece muhkem, değil insanların, cinlerin dahi benzerini getiremiyecekleri bu derece mükemmel bir kelâmdır. Bunun kavranıp anlaşılması, müfessirin Arap dili gramerini sarf-nahiv ve îrap esaslariyle bilmesi, hem mensur, hem manzum yazı kaidelerine vâkıf edîb olmasiyle mümkün olur. Ahmed Gûrânî, saydığımız bu bilgileri tahsili sırasında edinmiştir. Aynı zamanda i'caz ve belagat sahasında kendini yetişdirdiği tefsirinin mütâlâasından anlaşılmaktadır. Bu bakımdan Gâyetu'l-Emânî'nin üzerinde durduğu tefsir vecîhleri arasında Kur'ânın i'caz ve belagatı konusu da yer almakta, çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîmin mu'ciz ol. duğunu, nazmında edebî san'atlann bulunduğunu belirtmektedir. Onun bu ko-nuya verdiği önem Keşşafla kıyaslanamasa bile, Osmanlılar içinde kendinden Önce yazılan tefsirler arasında ilk sırayı alacak nitelikte olduğu söylenebilir' Hatta bazı sözleri dikkate alınınca, tefsîr ettiği aynı âyetler Zemahşerî, Beydâvî Nesefî ve Ebussuûd tefsirlerine bakıldığında bu derece net ve yerinde ifadeler kullanmadıkları görülür. Bir iddia derecesinde olmasa bile, tefsirin, tasarlandı»! normal hacmi içinde konuya gereken ehemmiyeti verdiği, âyetlerin i'caz ve belagatına dair malumatı yeterince dcrcetiği söylenebilir. Bu açıdan, kendisinden yaklaşık olarak yarını asırlık bir süre sonunda yazılacak irşâdıı 'Aklı's-Selîm'in ustalığını yaptığı, Ebussuûd Efendi'nin ulemâ arasında bilinen şöhretinde Gü-rânî'nin de payı olduğu söylenebilir.
Bu genel bilgilerden sonra tefsîrindeki sözlerine geçerek, i'câz ve belagat yönünden düşüncelerini öğrenelim.[262]
Ğâyetu'l-Emânî'de Kur'ânın i'câzı ile ilgili sözler, âyetlerin tefsiri sırasında yaptığı açıklamalarda görülür. Ayrı bir bölüm teşkil edecek kadar geniş malûmata sahip olduğundan, i'caz konusundaki sözlerinden bazılarını nakletmekle yetineceğiz.
1- Gûrânî Kur'ânın i'cazım, İsrâ sûresinin 46. âyetinde lûğavî tefsirini yaparken kısaca açıklar, şöyle der.[263]
Kur'ânın çeşitli yönlerde görülen i'cazı arasında en önemlisi, lafzında ve mânâsındaki i'cazıdır. Çünkü kulların benzerini getirmekte âciz kaldığı nokta, hem lafzında hem de mânâsındaki vecizliktir. Hele kalplerinde bir örtü, kulaklarında bir ağırlık olan müşrikler, bu icazı anlamaktan uzaktırlar.
2- Bakara sûresinin 23. âyetini tefsîr ederken Kur'ânın i'cazını aynen şöyie açıklar: [264]
Bu izahında görüldüğü gibi Kur'ânın en büyük mucizesi,âlemin başlangıcından kıyamete kadar, meydana gelmiş ve gelecek haberleriyle, baki kalmasıdır. O'nun bu özelliği, akla gelen her türlü şek ve şüpheyi kaldırır. Çünkü O, kendisiyle çekiştikleri Allah'ın lisanıdır. Halbuki karşı çıkanlar; Allah katından mı nazil oldu, yoksa Peygamber'in kendi sözü müdür? dedikleri Kur'ânın en kısa sûresinin, dilini bilip konuştukları, anladıkları halde benzerini meydana getirememişlerdir. Bu aczleri ortaya çıkınca, yenilgilerini kibire çevirmişler, tevhîd akîdesine; inatla, şuursuzca karşı çıktıkları gibi, akla uygun olan Kur'ân'ın i'câzına da karşı çıkmışlardır. Kur'ânın bir defada toptan idirilmeyip münec-cem olarak nâzİI oluşu, şüphelerin ve karşı çıkmaların menşei olmuş, şiirleri, kitapları ve hitapları tarzında gelişi, onları şaşırtmıştır.
Önceki misale yakın mânâda olan yukardaki cümleler, Nemi sûresinin 76. âyetinin tefsirinden alınmıştır. [265]Gûrânî burada. Kur'ânın "ahbâr" la ilgilj özelliğine temas eder, en büyük mucizesinin bu olduğu, i'cazının da buısda bulunduğunu hatırlatır. Çünkü; aradan asırlar geçtikten, bunları bilenler kaybolduktan, doğru şekilleri tahrif edilip aslından uzaklaştırıldıktan sonra kendilerine tekrar bildirilmesi, Kur'ânın en büyük i'caz Örneğidir. [266]Hele, okuma-yazma bilmeyen, yeterli tarih kültürüne sahip olmayan, kendisine sadece vahiy gelen Hz. Peygamber'in cennet-cehenneme ait konularda haber verip inandırması, Hz. İsa'nın yarıtılışı, peygamberliği, Allah katma çekilişi, gibi sözlerin bu durumdaki bir İnsanın bilmesine imkan olmayan sözler olması. Kuranın i'cazı gerçeğini açıkça orlaya koyar.
4-Gûrânî, Nisa sûresinin 82. âyetini tefsir ederken, bu şüpheleri olmasaydı Kuı'âni risâletine delil sayarlardı. Zira o, insan gücünün üstünde bir kelamdır, ne hitabet, ne şiir, ne okuma-yazma öğrenmemiş bir "ümmr' den sâdır olmuştur şeklinde ifade kullanır. [267]
Âyeün devamım şerhederken de Kur'ânın i'cazım müdafaa ederek âyete; usûl ve fürû yönünden şer'i ahkâmı, mebde' ve maâd konularında ihtiva ettiği bilgilerle önceki Kitablarda bulunanlar arasında birbirine zıt nakiller bulunurdu şeklinde mânâ verir, "kîle" ile konuyla ilgili, Zemahşerî'den bazı cümleler nakleder. [268]
Gûrânî, âyetin tefsirinde aynen şöyle der;
Kur'ânm i'cazı üzerindeki müdâfaalarını ilgili âyetlerde yeri gelince açık
lar , âyetlerin terkibinde ve mânâsında olduğu kadar ihtiva ettikleri bilgiler yönünden Kur'ânm i'cazını açıkça belirterek, Tefsirinin önemli bir özelliğini ortaya koyar.[269]
Gûrânî, Kur'ânm i'cazı kadar cümle yapısı ve vecîz kelimeleriyle de edebî san'atların şahikası olan belagatından da söz eder. Dil yönünden eşsiz üslûbunu, kelimelerin ve cümlelerin insicâmındaki ahengi ve akıcılığını, luğavî tefsiri yaparken belirtir. Belagat üzerine söylediği sözlerin bazılarını gene tefsîrindeki ifadelerinden naklederek, bu konudaki tutumunu ortaya koyalım, sonra da be-lâğatın, temelini teşkil eden bedî've beyan ilminin,a yetlerde mevcut olan mecaz, kinaye, teşbih v.s. gibi sanatlara.dair verdiği misalleri gözden geçirelim.
Görüldüğü gibi Gûrânî, Bakara sûresinin 179. âyetini açıklarken önce mânâ tefsirini verir, sonra âyetin, belagat yönünden fevkalâde üstünlüğüne temas ederek/Arapların buna benzer çok belîğ saydıkları sözleriyle kıyaslar, bu âyetin daha az kelime ile beşer kelâmının fevkine çıktığını belirtir.[270]
Âyette matlûb olan İnsanın yaşaması olduğuna göre, hayat kelimesinin kısas neticesi meydana gelecek ölümle aynı cümlede bulunması bir tezat gibi görünürse de aslında bunun, hayatın bağışlanması yönünden bir ta'zim olduğuna işaret edilir. Bir kimsenin hayatına kastetmekle işlenecek bir zulüm, neticede bir diğer katle yol açacak, intikam,hissini devam ettirecektir. Vazgeçildiği takdirde tekrarından kaçınılacaktır. Bu bakımdan âyetin mânâsı, zıddiyle müsbete çevrilmiş, bağışlamak suretiyle hayatın devamı sağlanmıştır.
İşte bu uzun açıklama, âyette çok kısa birkaç kelimeyle ifade edilmiştir. Esasen Kur'ânın belagatı da buradadır.
Zemahşerî âyetin bu şekline, kelâm-ı fasîh olarak nitelemiş, hayat kelimesi ile kısas kelimesinin aynı cümlede bulunmasını, hayat kelimesinin nekre olarak
gelmesine bağlamıştır. [271]Beydâvî cümlelerini çoğunlukla Zemahşerîden, [272]Ebus suûd da Beydâvî'den nakletmişlerdir.
Gûrânî, Fussılet sûresinin 26. âyetinde Kur'ânı dinlemekten meneden, okunmasını engellemek için gürültü patırtı edilmesini isteyenlerin, lafızlarındaki .fesahati, mânâsındaki halâveti bildiklerini kaydederek Kur'ânm kalpleri kendine çeken, akıllara durgunluk veren bir üslûbu olduğunu, düşünerek dinleyen, sözlerini kavrayarak işiten O'nun ne şiir, ne de sihir olmadığına inandığını, beşer gücü üstünde bir üslûbu olduğunu belitir.[273]
Kur'ânın belagatını bu derece açık bir dille anlatan Gûrânî'nin âyetteki bu izahını, Zemahşerî ve Beydâvî'de görmek imkânsızdır. [274]Ebussuûd Efendi âyetin tefsirinde bu iki müfessire uymuştur. [275]
Yunus sûresinin 107. âyetini yukarıdaki şekilde tefsir eden Gûrânî, âyetlerin terkip yönünden bile aralarında belagat farkları olduğuna dikkati çeker, bu âyetin, yakın mealde olan Zumer sûresinin 38. âyetinden daha beliğ olduğunu belirtir. [276]
Enbiyâ sûresi 93. âyetinde, muhataba olan hitabın ğâib sîğasma çevrildiğini, bunun ifade şekli yönünden belagat olduğunu belirten GÛrânî,aynı kelimelere sahip olan iki âyeti karşılaştırır, bu âyet "ve tekatta'û" fiiliyle Mu'minûn sûresinin 53. âyetindeki "fe tekatta'ü" fiili arasındaki "vav" ve "fâ" harflerinin münasebetini aniatir, "ve tekatta'û" ile başlayan bu âyetin belagat esasları yönünden daha üstün olduğunu söyler.[277]
Zumer sûresinin 67. âyetinde GÛrânî; hitabetin özü, müfred kelimelerin hakiki veya mecazî mânâsına itibar edilmeden alındığını belirtir. Âyette "ard" kelimesinin.müfred siğasiyle gelmesini, yerine göre hakiki veya mecaz olarak kullanılmasının mümkün olduğunu söyler.[278]
Zemahşerî aynı âyetin tefsirinde daha açık ifade kullanır, naklinde fayda umduğumuz şu bilgileri verir. [279] Onun bu izahı, Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd tef-sîrlerinde görülmez. [280]
Kur'ânın belagatı hakkındaki düşüncelerini, âyetlerden aldığımız misallerle belirttikten sonra bu ilmin bünyesinde mütâlâa edilen bazı edebî, san'atlardan bahsedelim.
•GÛrânî, dirayet tefsir esaslarına uyan diğer müfessirler gibi tefsirinde, bedâiu'l-Kur'ânla ilgili konulara temas etmiş, tefsir ettiği âyetlerde bir yandan mânâyı açıklığa kavuştururken, bir yandan da mânâ ile yakın alâkası olan san'atları belirtmiştir. [281]Biz, çok geniş ve çeşitli kısımları olan bu konunun detaylarına inmeden, Ğâyet'l-Emânî'nin âyetlerde belirttiği san'at şekillerini ayrı ayrı incelemeden, mecaz, istiare ve teşbih gibi bazılarından örnekler sunacağız.[282]
Kur'ânm her kelimesi ve cümlesi Allah kelâmıdır, haktır, yapısı ve menşei itibariyle içinde şüphe olmayan hakikatin ifadesidir. Fukahâ, mütekellimîn ve bir ölçüde muhaddisîn, âyetlerin sadece hükmîve ser'î yönüyle meşgul olmaları, itikat, ibadet ve muamelât esaslarım bu ayetlerden çıkarmalarına karşılık, nahviyyûn ile ilm-i bedi' ve belagat ehli, cümle kuruluşu ve edebî san'atlar yönünden meşgul olurlar, Hak kelâmı içinde mecaz, istiare, teşbih, kinaye gibi san'atlar ararlar. Ulemâ, bu san'atlann varlığı, Kur'ânın kelâm-ı hakikat ol-masiyle mütenâkız değildir düşüncesindedir.[283] Meselâ mecazın olmayışıyle, naz-mındaki güzelliğin düşeceği söylenir, hatta mecazın hakikatten daha belâğath olduğu belirtilir. [284] Bir kelimenin cümledeki mânâsı dışında kullanılması demek olan mecaz; hazf, te'kid, teşbih, kinaye, takdim ve te'hir, iltifat gibi kısımlara ayrılır. [285]
Bakara sûresi 19. âyetinde Gûrânî son cümleyi tefsir ederken "kâfirîn" kelimesi üzerinde durur, nahvî ve mânâ tefsirini verir, sonra âyetin mânâsı içinde kâfirlerin haline geçer, takdim - te'hir cihetiyle bunun müşebbehun bih ile kıyas arasında olduğunu söyler, âyetteki "muhîtun" kelimesinin, kudret'i ilâhînin şümulünü göstermesi yönünden mecaz olduğunu belirtir. [286]
2- Secde sûresinin 24. âyetinde de mecaz olduğunu açıklar. [287]
Yukarıdaki misalde görüldüğü gibi, tefsir ettiği âyetlerde bu san'atlan kısa metinlerle açıklar, sözü uzatmaz. Mâide sûresinin 64. âyetindeki "elğıllu ve'l-bastu" kelimelerinin gerçek mânâları dışında, mecaz veya kinaye olabileceğini ifade etmesi buna bir delildir.[288]
Aym sûrenin 66. âyetinde, "le'ekelû" kelimesinin rızıktaki genişliği ifade etmesinden dolayı, kinaye olduğunu belirtir, buna benzer âyetleri delil olarak getirir. [289]
Kelimenin asıl mânâsını, daha iyi beyan gayesiyle bir başka mânâya hamle-dilmesine istiare dendiği gibi, [290]teşbihle mecazın birleşmesinden doğan san'attır şeklinde tarif edilmiştir. [291]
Buna misal olarak, istiarenin kısımları hakkında bilgi verdiği Nah! sûresinin 112. âyetindeki sözlerini nakledelim[292]
Bakara sûresinin 61. âyetini tefsir ederken mânâsında istiâre-i mekniyye olduğunu, âyete verilen böyle bir mânânın aynı zamanda kinaye de olabileceğini söyler [293]
Bakara sûresi 5. âyeti tefsir ederken, "alâ" harfinde istiare olduğunu belirr terek şu bilgileri verir. [294]
Âl-i Imrân sûresinin "hepiniz Allah'ın ipine (dinine ve Kur'ânına) sımsıkı sanlın" mealindeki 103. âyetini tefsîr ederken de mânâ yönünden istiare san'ati bulunduğuna işaret eder, bunu şöyle açıklar. [295]
En'âm sûresi 125. âyette, iman etmeyenlerin kalbine verilen darlık sebebiyle, inanmak isteseler bile yapamayacakları, böyle bir teklifin kendilerine göğe tırmanmak kadar zor geldiği anlatılır. Gûrânî bunu kısaca izah ederek, bir cümle ile âyette istiare olduğunu belirtir.[296]
Bir şeyin diğer bir şeye benzetilmesi san'atına teşbih denir ki bu, kavlî olduğu kadar nefsî de olur. [297] Benzetme ekseriya "ke" harfiyle yapılır. Kur'ânda bunun pek çok misalleri vardır, birkaçını Gûrânî'nin cümleleriyle verelim.
Benzetmenin güzel bir örneği verilen Bakara sûresi 17. âyetinin tefsirinde Gûrânî, bir paragraf açarak şu bilgiyi verir. [298]
Münafıkların halini ikinci bir benzetme ile anlatan Bakara sûresinin 20 âyetinde Gûrânî, açtığı paragrafla teshinden sözeder, miişebbeh ve müşebbehu bin olanları açıklar. [299]
Hûd sûresinin 24. âyetindeki teşbüıe de temas eder, şu bilgiyi verir. [300]
Ra'd sûresinin 14. âyetinin mânâ tefsirini yapan Gûrânî, âyetteki teşbihi şöyle açılar.[301]
Nahvî tahliller ve mânâya dikkat eden müfessir, şerhetmekte olduğu ilâhî kelâmın bütün özelliklerini gözönünde tutuyorsa, mekkî-medenî oluşları, nüzul sırası ve sebeblerine göre sûre ve âyetlerin tertîbindekİ insicamı farkedebilir. Bu tertibin tevkîfî olmasında bir takım makul sebebler olduğu gerçeği, düşüncesini bundaki incelikleri aramak için yoranlara gizli değildir. Bilindiği gibi Allah kelâmı, ilmî eser niteliği taşıyan kitaplardaki tertip ve tanzimden çok farklıdır, hatta hiç benzememektedir.
Bütün ilâhî kitapların kendine has vasıfları gibi, Kur'ânın kendine has vasıflan, gayesi ve hedefi vardır. Esasen gaye ve hedefi farklı olan kitaplar arasında bir benzerlik aramak ne kadar yersiz olursa, tertip ve tanzim şekli yönünden belli zaman dilimleri içinde geçerli olan, asırdan aşıra değişen insan zekâsı ve buluşlarına göre yeni şekillere bürünen eserlerle Kur'ânı kıyaslamak, o derece yersiz ve lüzumsuzdur. Çünkü yeryüzünde hiçbir eser, insanın günlük hayatına, düşünce ve duygularına hitap eden, üzerinde yapılan binlerce çalışmalara rağmen gene de yapılacak, yazılacak nitelikte olamaz. Bundaki incelik, se-beb ve hikmetler, ancak ulvî değerleri araştıran, kendini bütünüyle buna veren kafalarca ortaya çıkarabilir.
Bundan önceki bahiste gördüğümüz Kur'ânın i'caz ve belagatını, söylenebilecek sözlerin en güzeli, ifade şeklindeki üslûbu en mükemmel uslûb olarak görenlerin yanı sıra, âyetlerin Kur'ânda işgal ettikleri yer ile taşıdıkları mânâ yönünden birbirine uygunluğunu düşünenler olmuş, sadece mânâ ve laf12 tefsirinde kalmayarak, aynı yolda yürümek suretiyle usûl-i tefsirde "münâse bât" ilmi diye bilinen, bütünüyle dirayet esaslarına uyan bir tefsir şekli ortaya konmuştur.[302]
Her müfessirin bu konuda ihtimam gösterdiği söylenemez. Bu özelliği i]e bilinen en meşhur tefsir, Râzî'nin Mefâtihu'l-Ğayb'ıdır. Gûrânî de, mutavassıt hacimli tefsirinde, ana kaynaklarından farklı olarak, münâsebetle ilgili bilgileri vermek suretiyle dirayetini göstermiştir. Zaman zaman da olsa, âyetler arasındaki mânâ ve lafız insicamına temas etmiş, Kur'ânın Kur'ânla tefsiri bahsinde sözünü ettiğimiz müfessir âyetlerin, ayrıca birbirleriyle irtibatını da gözönünde tutarak bilgi vermiştir. Bununla beraber, belli konulan işleyen âyetlerin bitiminde, müteakip âyetlerde verilen, bir Öncekilerden mefhum itibariyle farklı olan âyetlere geçmeden önce, o âyetlerdeki fikri özetleyerek tevkifi olanı âyeflerin tertîbindekimâkul yakınlığı da belirtmiştir. Onun bu sahadaki kabiliyeti, Kur'ânın lisanına hâkimiyeti kadar, Kur'ânı bütünüyle kavramış olduğunun bir delilidir. Aralarında lafız ve mânâca yakınlığı olan âyetleri tefsîr ederken hatırlaması, birinde bulunmayan kelimelerin aynı mealdeki benzer âyette niçin geldiğini araştırması, münâsebet ilminden habersiz olmadığını gösterir.
Tefsirinin çeşitli yerlerinde görülen bu tarz misallerden bazılarını naklederek düşüncelerini kendi sözleriyle inceleyelim.
Gûrânî, Bakara sûresinin bu 8. âyetini tefsîr etmeden önce ilk sekiz âyette de edilen fikirleri özetleyerek, 8. âyetten itibaren işlenecek konularla ilgisini tırlatır, önce anlatılanların bu âyetle bağlılığını belirtir: "kıssanın kıssaya atfı gayedeki tenasübe yeterlidir" diyerek bunu kavramavanm Kur'ânın nüzul ve tertîbini anlamakta zorluk çektiğini söyler.[303]
Aynı sûrenin 25. âyetini tefsire başlarken âyetler arasındaki tenasübe tekrar temas eder, birbirine zıt olan şeylerle bunların mukabili olanlar arasında yakınlığı sağlamak. Allâhm sünnetinin (âdetinin) cereyanıdır, der. [304]
Isrâ sûresinin 2; âyetini tefsîr ederken -birinci ve ikinci âyetler ilk bakışta birbirinden farklı mânâda oldukları görülürse de Gûrânî, her iki âyet arasında irtibat bulunduğunu belirtir. Birinci âyette Hz. Peygamberin miracından söz edilirken, ikinci âyette Hz. Musa'ya verilen Tevrat'tan bahsedilir. Hz. Mûsa'nın, Hz. Peygamberin miracı durumunda olan Tûr dağına giderek İsrail oğulla rina "hidâyet" rehberi olarak vahyedilen Tevrat'ı alması ile Hz. Peygambere vahyedilen Kur'ânm, insanları en doğru yola ileten "hidâyet" rehberi olmas arasında bir' 'tevazün'' olduğunu söyler. [305]
Bu izahı, yakın benzerliği olan Zemahşerî, Beydâvî, Nesefi ve Ebussuûd tefsirlerinde mevcut değildir.
Farklı sûreler arasındaki âyetlerin münasebetine bir örnek teşkil eden yukarıdaki Nahl sûresinin 18. âyetinde, İbrahim sûresinin 34. âyeti ile irtibatını arar,i insanın zâlimve nankör vasfı, Allahın affedici ve bağışlayıcı vasfına tekabül ettiğini söyleyerek, Allaha ait bu iki sıfatın "rahmetim ğadabımı geçmiştir" sözüne îmâ olduğunu belirtir. [306]
Gûrânî, âyetler arasındaki mânâ bütünlüğü ve irtibatını yukarıdaki misallerde görüldüğü gibi izah etmesi yanında, ayrı sûrelerdeki birbirine benzer âyetlerin kelimeleri arasında irtibat arar, mevcut farkları belirterek, bunun sebebini soru-cevap şeklinde açıklar. Bu konudaki örneklerinden bazılarını sunalım.
Hicr sûresinin 4. âyetini tefsîr ederken aynı mealde olan Şuarâ sûresinin 208. âyetiyle irtibat kurar, "illâ" dan sonra "vav" harfinin bu âyette bulunmayışının sebebini sorarak, uslub aynı uslub olduğu halde aradaki farkın ne olduğunu araştırır.[307]
Enbiyâ suresinin 94. âyeti ile, bir önceki Tâhâ sûresinin 112. âyeti, terkip ve mânâ yönünden büyük benzerlik arzeder. Aradaki tek farklılık, Enbiyâ sûresinde "fe men ya'mel" cümlesinde "fâ" harfi ile geldiği halde, Tâhâ sûresinde "ve men ya'mel" şeklinde gelmiştir. Bu farklılığı Gûrânî kısaca açık mistir. [308]
Hac sûresinin 5. âyetinde, öldükten sonra dirilme hakkında mevcut Şüpheleri gidermeki cin yaratılış şekline dikkati bilgiler verilir, bir damla sudan başlamak üzere, doğumuna kadar insanın geçirdiği merhaleler ile, doğumundan ölümüne kadarki değişiklikler sıralanır, sonunda yaşlılık haline erişenlerin bilgilerini (şuurunu) kaybedip tekrar çocuklaşır duruma geldiği hatırlatılır, bir sonraki Mu'minûn sûresinin 14. âyetinde de, insanın gelişim safhalarından sözedilir.
Gûrânî, benzer iki âyet arasındaki münasebette, bir farklılık olduğunu belirterek, birinde ihtiyarlıktan bahsedildiği halde diğerinde niye gizlendiği sorusuna cevap arar.[309] Bu izahını Zemahşerî, Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd tefsirlerinde görmek imkansızdır. [310]
Müfessirimiz, Mu'min sûresinin 62. âyetinde, terkip yönünden büyük benzerliği olan En'am sûresinin 102. âyetiyle münasebetini arar, bu âyette "hâliku külli şey'in" cümlesi Önce geldiği halde, niye En'am sûresinde kelime-i tevhidden sonra geldiği sorusunu sorar, aradaki münasebeti cevaplandırır. [311]
Bundan önceki konularda Ğâyetu'l-Emânî'nin; luğat, mânâ, nahiv tefsiri ile Kur'âm, i'caz ve belagat yönünden nasıl tefsir ettiğini gördük. Bu konular;
âyetlerin kelime yapısı ve cümleleriyle ilgili olduğundan, gene kelimeleriyle uğraşan bir diğer ilme bu arada yer vererek, Gûrânî tefsirindeki durumunu ele alacağız.
Bilindiği gibi Kur'ân, getirdiği prensiplerle dünya ve âhiret hayatını düzenlemiş, insanın düşünce, inanç ve davranışlarını en iyi ve en doğru yöne çevirerek iki hayat şekli arasında bir denge sağlamış, bunun için uyulması zaruri hükümler vazetmiştir. Âyetlerin ihtiva ettiği prensip ve hükümlerin uygulanması farz olduğu gibi, sadece kelime olarak okunup öğrenilmesi, günlük ibâdetlerde Allah'a hitap edilirken telaffuz edilmesi de farzdır. Şu halde anlamak, doğru okumak için kıraat ilmine ihtiyaç vardır, âyetlerin'nazil olduğu şekilde muhafazası gerekmektedir.
Bu iş, tslâmın ilk günlerinde ciddiyetle ele alınarak tamamlanmış, nazil olan âyetler tertip edilerek Mushaf haline getirilmiş, çeşitli bölgelere gönderilmiştir. Bu da, zamanla bölgeler arasında bazı kıraa\ farkları belirmesi üzerine düşünce ve inançta sağlanan vahdetin bizzat Kitâb üzerinde de sağlanması gayesiyle, Kur'ânın Kurayş lehçesine göre tanzim edilmesi ve çoğaltılmasiyle gerçekleşmiştir. Kıraat ilmi, Kur'âm çeşitli bölgelere götüren kurrâ ile başlamış, temelleri yetiştirdikleri talebeleriyle atılmıştır. Bu temel, hicrî II. asrın ortalarında başlamak üzere IX. asrın başlarında İbn Cezerî ile (ö:833/143O) tekâmülünü tamamlamış, önce yedi kıraat, sonra on ve ondört kıraat şekilleriyle usûl ve "mevzusu belli bir sistem haline gelmiştir.
Müfessir, vereceği mânâda şer'î ahkâmı tayinde, kıraat ilmine muhtaçtır. Bu sahada bilgisi varsa konuyu kendi ölçüleri içinde ele alır, aksi takdirde önceliklere tâbi olarak yaptığı nakillerle duyulan zarureti gidermeğe çalışır.
Ahmed Gûrânî, kendini kıraat ilmine vermiş, bu sahada yetişmiş bir müfes-sirdir. İstanbul fethini takip eden senelerde açtığı dâru'l-kurrâ'sı, onun bu ilme hevesi ve hizmet aşkının bir delilidir. O sadece böyle bir müessese açmakla kalmamış, mütevazi sayıdaki eserleri içinde ekseriyette olan şerhleri yazarak, hizmetini yaziyle de sürdürmüştür. [312]Tefsîrinin kısa mukaddimesinde, şâz'ları hazfedip mütevâür yedi kıraata uyacağını belirtmesi, [313]bu konuya özellikle ihtimam gösterdiğininbâriz delilidir. Zaten metodu hakkında verdiği tek cümle budur.
Kıraatlar; mütevâtir, âhad ve şâz adlariyle üç ana bölüme ayrılmış, bunlar seb'a (yedi), aşara (on), erbaa aşara (ondört) adiyle bilinen üç kıraat tarîkinin temelini teşkil etmişlerdir. Mütevâtir olanlar, meşhur kıraatlardır. Kıraat-ı seb'-anm aslını mütevâtir kıraatlar teşkil eder ki sahih senedle rivayet edildiği için uyulması vaciptir, reddi ve inkârı imamlarca söz konusu olamaz. Âhad kıraatlar, sahâbe'den nakledilen kıraatlardır ki üç kurrâ ilâvesi ile kıraat-ı seb'a ile birlikte kıraat-ı aşara'yı teşkil eder. Şâz kıraatlar da tâbiün kiraatlarıdır. [314]
Sahih kıraatlarda şu üç şart aranır:* Bir yönden bile olsa, Arapçaya uygun olması, Mushaf-ı Osmânî'den birine uyması, rivayet senedinin sahih olması. Bunlardan biri eksik olursa, yukarıda saydığımız üç tarikten biriyle de nakledilmiş olsa kıraat zayıftır, şâz veya bâtıldır. [315] Bu tarz misaller üzerinde duranlar, ihtilaf olduğu İddiasında iseler de, bunlar kıraat imamlarının tasniflerine aldığı zayıf ve bâtıl kıraatlardır. [316]
Gûrânî, ihtilaf konusuna temas etmeden, kıraat-ı seb'a ve aşara imamlarından nakiller yapmış, âyetlerdeki okuyuşları tesbit etmiştir. Tefsirinde seb'a ve aşara imamları sık sık geçtiği için, bunları birinci ve İkinci râvileriyle, temsil ettikleri ekolleri belirtmekte fayda umuyoruz.[317]
Kıraat ilmiyle ilgili
bu bilgileri verdikten sonra Ğâyetu'l-Emânî'nin bu konudaki metodunu şu
noktalarda toplayabiliriz,
a- Kıraati
nahvî-luğavî tefsirin esası yapar,
b- Kıraatlar
arasında tercihini bildirir,
c- Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl'i tenkit eder.[318]
Ğâyetu'l-Emânî'de kıraatlara verilen önemin izleri en çok bu konuda görülür. Müfessirlerin ekserisi gibi Gûrânî de, nahvî-luğavî tefsiri âyetin mânâsına açıklık getirmede yardımcı bir unsur kabul ettiğinden, kıraat imamlarının bu esaslara hizmet eden sözlerini almayı, bunlara dayanarak âyetin yapısını teşkil eden kelimenin okunuşunu tesbit etmekle, kıraati kadar mânâsına da sağlamlık kazandırmayı hedef edinir. Misalleri sık sık görülen bu özelliğin daha iyi anlaşılması için, tefsirinden bazılarını nakledelim.
Âyetteki sırât-i müstakîmi islâm'la tefsir eden Gûrânî, hiç sapmadan ebedî saadete ulaşılacağını bildirerek "es-sırâta" kelimesinin aslı üzerinde durur, bunun "serata" (yutmak, aşağı indirmek) fiilinden geldiğini söyler.
Bu açıklamasından sonra kıraata geçer, âyetteki *'sırât"ın sîn ile okunuşunu Kunbul'un da rivâyetiyle Mekke'Ii kurrâdan İbn Kesîr'in kıraati olduğunu açıklar. Sin ile okunuştaki tek Jcıraata karşılık cumhûr'un, sin'in tâ'ya münasebeti dolayısiyle "ıtbak" esasına göre "sad" ile tercihini belirtir. Bu kıraatin aynı zamanda Kur'ânın nazil olduğu Kureyş lehçesine uyduğunu Hz. Osman'ın teksir ettirdiği Mushaf ta da böyle olduğunu belirterek, kelimedeki diğer kıraat esasına geçer, işmâm sanatını anlatır.[319]
Nahvî-luğavî tefsire kolaylık sağlamak üzere âyetteki "e'enzerte-hum" kelimesinde iki hemze meselesinden dolayı kıraat tarzını araştıran Gûrânî, daha önce istiva ile inzâr kelimelerinin mânâsını açıklar. Kelimenin kıraati hususunda teshîl'i söyleyenlerle, inzâr kelimesindeki hemzenin, hemze-i kat' olmasından dolayı harekesinin meftûh olacağını savunanların görüşünü verir. [320]
Gûrânî, Hamze ve Kisâî'nin "kutubi-hî" şeklindeki çoğul kelimeyi "kitâ-bi-hî" şeklinde müfred okuduklarını bildirerek, kutubi-hî kıraatinin daha yaygın olduğuru, muarraf bir kelimede müfredin şümullü, cemi sîğasının da müteradif olmasının doğru olmayacağını, bu yüzden Hamze ve Kisâî'nin sözleri tevatür hükmündeki kıraatlara nazaran uzak kaldığından, ancak şâz kıraatlardan sayılabileceğini belirtir.[321]
Âyetteki "tekatta'a" fiilini bir kısım imamlar "tekatta'u" şeklinde merfu okumalarına karşılık, diğerlerinin mensub okuduklarını kaydeder ve buna benzer malum sığasında olan sebe' sûresinin 54. âyetini misal getirir, luğavî tefsire uygunluğu sağlar[322]
Beydâvî, âyetteki kıraat tefsirini. [323] cümlesiyle verirken.Zemahşeri [324]sadece şu kısa ifadeyi kullanır.
Gûrânî, âyetteki (25/48) "buşrâ" ve "riyâh" kelimeleri üzerinde vârid olan kıraatlan nakleder, kurrânın okuyuş tarzlarına göre nahvî durumlarını bildirir[325] Gûrânî'nin bu geniş izahı, Nesefî'demvcut değildir. [326]
Gûrânî, isimlerini verdiği kurrânın, nahviyyundan Ferrâ'nın sözüne uyarak âyetteki "yerda-hu" fiilinin zamirini bir kısım kurra sükûn üzere, diğer bir kısmı da merfu üzere okuduklarını belirtir, aslında sükünyerine merfû okunması gerektiğini, çünkü hâ zamirinin iki harekeli kelime arasında bulunduğunu söyler.[327] Bu izahı Zemahşerî (111,389) ve Beydâvî'de (11,354) yoktur.[328]
îki ana kaynağına nisbetle kıraat şekillerinin Gûrânî'de farklılık göstermesi, onun çoğu yerde, verdiği rivayetler arasında tercih yaparak âyete uygun olan kıraati göstermesidir. Kıraatlara yer veren bir tefsirden beklenen de bu olmalıdır. Farklı kıraatları zikredip okuyucuyu bunlar arasında bırakmaktan ziyade, müfessirin kolaylık sağlaması istifade yönünden en geçerli metoddur. Zemahşerî, Beydâvî, bunlara bağlı olan Nesefî ve Ebussuûd tefsirlerinde Gûrâ nî'nin sağladığı bu kolaylığı görmek imkânsızdır. Zaten üç müfe'ssir, kıraat hususunda büyük ölçüde Zemahşerîye uymaktadırlar, fakat Beydâvî çok nâdir de olsa müraccah kıraati belirtir.
Yaptığı tercihlere dair tefsîrinden bazı misaller verelim.
Gûrânî, âyetteki (11/97) Cibril kelimesinin Cebrâîl ve Cibriîl şeklindeki kıraatlarını nakleder, hemzenin hazfiyle kandil vezninde Cibril kıraati, Hicaz lehçesine uyduğundan tercih edildiğini bildirir. [329]Beydâvî, iki ayrı kıraati verdiği halde, müraccah olanım belirtmez, [330]Ebussuûd Efendi ise kiraata yer vermez. [331]
Gûrânî, Bakara sûresinin 126. âyetinde "fe'ummetti'u-hû" fiilini, Nâfi' ve Ih Âmir'in "fe'umti'u-hû" şeklinde okudukları, fakat meşhur ve eblağ olanın "umetti'u-hû" kıraati olduğunu belirtir.[332]
Gene aynı sûrenin 128. âyetindeki "ve erinâ menâsike-nâ" cümlesinde iki farklı kıraati nakleder, ikinci kıraatin muhtar olduğunu açıklar. [333]
Nisa sûresinin 42. âyetindeki "tusevvâ" fiili, "tesevvâ" ve 'tesvâ" şeklinde okunmuştur. Gûrânî bunlar arasında muhtar ve asıl olan kıraatin "tusevvâ" şeklindeki kıraat olduğunu belirterek tercihini yapar. [334]Zemahşerî aynı bilgileri verdiği halde tercih yapmaz, [335]Beydâvî ve Ebussûud kıraata yer vermezler. [336]
Gûrânî, Nisa suresinin 58. âyetindeki "ne'ımmâ" kelimesinin kıraat . imamların ismiyle verir, bunlar arasında "ne'ımmâ"nın asıl, 'ni'ımmâ» muhtar kıraatlardan olduğunu belirtir.[337]
A'raf sûresi 161. âyetteki "nağfir" ve "hatâyâ-kum" kelimelerinin kıraat-larını nakleden Gürânî, mef ulü bih olan hatâyâ-kum kıraatındaki Ebû Amrın okuyuşunu, hatanın çokluğundan âyetin mânâsına daha uygun olduğu gerekçesiyle muhtar kıraat sayar. [338]
Hûd sûresi 42. âyetindeki. "buneyye" kelimesi ile "irkeb" kelimesindeki gam üzerinde kurramn kavilerini nakleder, Âsım'ın "buneyye" kıraatini, fe-hat yönünden üstünlüğü, kelimedeki tağyirin azlığı sebebiyle tercih eder.
Verdiği bu bilgiler[339] Zemahşeri[340] ve Beydâvî'de[341] mevcut olsa bile tercih yapmaz.[342]
Ğâyetu'I-Emânî'yi kıraat ilmi yönünden diğer tefsirlerden ayıran Özelliği, bundan önceki bahiste incelediğimiz tercihleri olduğu kadar, bu bahiste göreceğimiz iki meşhur müfessire, hemen hemen her sûrede rastlanacak haklı ve yerinde Tenkitlere bulunmasıdır. [343] İkinci bölümün pek çok konularında şimdiye kadar görüldüğü gibi, Gûrânî'ye dirayet tefsirinde değer kazandıran husus, ken
dilerini yakından takip ettiği Zemahşerî ve Beydâvîye bağlı kalmayı âdet Haline getiren müfessir veya sarihlerden farklı olarak, tefsirinde ele aldığı her konuya şahsî damgasını vurmasıdır. Bütünüyle ele alınacak olursa bir nevi rivayetten ibaret olan kıraat konusunu Gûrânî, sadece naklî bilgiler olmaktan kurtarmış, bu ilme vukûüyetinden dolayı dikkat için tenkide sarılması değil, düşünce sisteminin tahsil yıllarından beri bu şekilde geliştirmesinden ileri gelmektedir. Tenkitlerinde kendine has metoduyle isimlerini vermeden, Zemahşerî ve Beydâvî'-nin cümleleri üzerinde durur Halbuki Nesefî ve Ebusuûd Efendi, Gûrânî'de görülen dikkati bu iki müfessirden istifade ederken yetirence gösterememişlerdir.
Her iki müfessire yönelttiği tenkitlerini ayrı ayrı ele alarak kendi metniyle görelim.
Gürânı, En'am sûresinin 137. âyetine mânâ verdikden sonra kıraata rek ibn Amır'in "zeyyene" fiilini "zuyyine" şeklinde meçhul sîğasiyle « hım ı mensup olarak, "şurakâ'u-hum" kelimesini de "katle" ye muzaf ı rnecrur okuduğunu kaydeder. İki muzaf arasında fasıl bulunmaması şiirinde görülmese bile, rivayetteki kıraatin Rasûlullaha ait olduğu İ edenin ayağım kendi kendine kaydırdığını söyleyerek tenkit eder.[344]
Bu tenkidine sebeb, Zemahşerî'nin şu sözleridir. [345]
Beydâvi, Zemahşerî adını anmadan İbn Âmir kıraatini "zayıf" bulur, [346] Ne-sefî ve Ebussuûd kıraat hakkında tenkit yapmazlar. [347]IbnMuneyyir,Kur'ânıarap şiiri ile kıyasladığı için Zemahşerî'yi kınayarak "muttarid" sayar, îbn Âmirkı-raatında bir muhalefet olmadığını belirterek: "Gayemiz, arapdili kâideleriyle Kur'ânı tashih değil, aksine Kur'ânın kıraatıyle arap dilini tashih etmektir" der. [348]
Enfâl sûresinin 59. âyetinde mânâ tefsiri verirken "tahsebenne" fiilindeki hitabın Rasûlullaha olduğunu, "ellezîne keferû sebekû" cümlesinin iki mef'ul yerine geçtiğini söyler. Hamze, îbn Âmir ve Hafs tarikiyle gelen bir rivayette fiilin "yahsebenne" şeklinde bir kıraatini nakleder ve bu konuda Zemahşerî'nin tarzında Hamze
kıraatini tenkit etmesini ele alır, Hamze'nin teferrüdünü ileri süren Zemahşerî' nin görüşünü [349]"bâtıl" olarak niteler, "men" zamiri ile ona cevap verir.[350]
İbrahim sûresinin 22. âyetinde Gûrânî, Hamze'nin kıraatına göre "bi mu rihıyye" kelimesini yâ'nın kesriyle "bi musrihıyyi" şeklinde okunduğunu söv ve bunun İ'lâlım yapar. Aynı âyette Zemahşerî:
sözüyle, kıraati zayıf gördüğü, bunun şâiri meçhul bir şiirle ısbata çalıştığı için Gûrânî'nin hedefine uğrar, "bunu zayıf diyenin basireti zayıflamıştır. Arapçaya uymasa bile vahiy sahibi Peygamberden geldiği için kabulü vaciptir" dedirtir.[351] Ebû Hayyân, âyetin kıraati Üzerinde daha çok durur. [352]
Beydâvî'ye tenkitleri de şu âyetlerdedir.
Bakara sûresi 284. âyetteki "yafıru" ve "yu'azzibu" fiillerini cevab'a atf k cezm okuyan imamların adını verir, Gûrânî sonra, Ebû Amr'ın ° gfiru"nun râ'sı ile "Iimen"in lâm'ını idğâm yaptığını, Sîbeveyhin kavline " râ harfinde tekrir sıfatı olduğundan idğâmın muallel olacağını belirtir. a konuda Bakara sûresinin 7, âyeündeki.'*ebsâri-him" kelimesinde imâm naklen.râ'da tekrir sıfatı olmadığını kaydettiğinden sözü Beydâvî'ye getirir. Çünkü o:demektedir?[353]
Beydâvî bu cümlesiyle Zemahşerî'ye uymuştur. Fakat Zemahşerî'nin ibaresi, Gûrânî'ye, yaptığı tenkitte hak verdirtecek niteliktedir. [354] Zemahşerî aynen şöyle der:
Gûrânî, Zemahşerî ve Beydâvî'ye ayrı ayrı tenkitler yönelttiği gibi, Beydâ-vî'nin çoğu yerde Zemahşerî'den nakilde bulunması yüzünden, o da aynı tenkide hedef olmaktadır. Lokman sûresinin 23. âyetinin tefsirinde Gûrânî Beydâvî ile birlikte Zemahşerî'yi de tenkit eder. Bunu A nüshamızın kenarında ilâve ettiği notta açıklayarak söyle der. [355]
Beydâvî'nin de iştirak ettiği Zemahşerî'nin cümleleri şöyledir.[356]
Tefsir ilminin iki ana unsurunu -rivayet ve dirayet tefsirini- kendisine prensip edinen her müfessir, dirayet tefsir özellikleri içinde, buraya kadar incelediğimiz yönleri ele aldıktan, yani âyetlerin lafzî durumunu tetkik edip luğat mânâ cümle yapısındaki üstünlük, mütevatiren gelen kıraatları inceleyip açıklı! ğa kavuşturduktan sonra, âyetlerin fikrî yönüne geçer. İslâm kelâmının konularından olan Allah'ın zât ve sıfatları, îman, küfr, âhiret hayatı, hidâyet-dalâlet iyilik-kötülük, cezâ-mükâfat, âlemin yaratılışı, mebde' ve maâd v.s hakkında kısa veya detaylı olarak düşüncelerini açıklar. Tefsir ettikleri âyetin Özelliğine göre, mufessirlerin takip ettiği metot genellikle böyledir, değişen husus, âyetin tefsirine eğiliş ve işleyişindedir. Bunda en mühim rolü oynayan, tefsirin tasarlanan hacmidir. Orta hacimde tasarlanan ve yazılan bir tefsirle, geniş hacimli bir tefsirin ele aldığı konulan kıyaslamak imkânsızdır. ĞâyetuM-Emânî'nin durumu aynen böyledir, bir Mefâtihu'1-Ğayb, bir Keşşaf veya bir Bahru'l-Muhît'le kıyaslanamaz.
Kelâm ilmi, I. hicrî asır ortalarında başlamak üzere VI. asra kadar devamlı gelişmelere uğramış, İslâm'da düşünce hürriyeti tahdid edilmediği için, âyetler üzerinde ortaya çıkarınca, her birinin savunucuları fikirlerini bir müddet yaşatabilmişler, karşı mezheplerin fikrî mücadeleleriyle sönük kalarak değerlerini kaybetmişler, sadece isim olarak kalmağa mahkum olmuşlardır. Bu fiktî mücadele zamanla, ehl-i sünne,t görüşü ile bunun dışında kalan mutezile, kadariye, hâriciye ve şîa ile şîa'mn Bir kolu râfızîler olmak üzere İslâm kelâmını iki ana kampa ayırmıştır.
Müfessirler kelâmî meseleleri, iki grupta topladığımız mezheplerin hâkim fikirleri çerçevesinde ele alırlar, müdafii veya muhalifi olarak tavır takınırlar. Bildiğimiz kadanyle bellibaşh tefsirlerde yer alan kelâmı konular, büyük bir ekseriyetin savunduğu ehl-i sünnet mezhebi ile, şiddetli tenkitlere uğrayan, mutezile, kaderiye, şîa ve râfızî mezhepleri'etrafında dönüp dolaşmaktadır. [357]Üzerinde durduğumuz müfessir açısından düşünecek olursak, Osmanlı medreseleri ile bunun dışında diğer ilim merkezlerinde Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl en çok okutulan tefsirler olduğuna göre, hicrî VIII-IX. asır müfessirleri bütün dikkatlerini Keşşafa çevirmişler, Beydâvî'de görüldüğü gibi, kelâmî konulan mûtezîle'nin reddi etrafında toplamışlardır.
Câyetu'l-Emânî, ele aldığı konularda teferruata inmeyen bir tefsirdir. Kelâmî âyetlerin tefsîrini yaparken ne Mefatihu'1-öâyb, ne Keşşaf, ne de Bahru'l-Muhît gibi derinleşmiş, ölçüsünü, Envâru't-Tenzîl ile Medâriku't-Tenzîl ayarında tutmuştur. Bir başka deyimletefsirindebir kelama gibi davran-rnarnış, kelâm ilmine vâkıf bir müfessir olarak kendini göstermiştir. Bu yüzden kelâmın problemleri ve münakaşalarına inmemiş, âyetin delâlet ettiği kelâmî meseleyi belirtmekle yetinmiştir.
Gûrânî, ehl-i sünnete mensup bir müfessirdir. Tefsirinde, bilhassa Ze-nıahşerî ile şöhret bulan mutezileye -çoğu yerde açıkça belirtmese bile- karşı çıkmış, sünnî görüşü müdafaa etmiştir. Önceki bahislerde gördüğümüzden ayrı olarak, Keşşafa bu yönde de cephe almıştır. Bu arada Keşşafa uymasından dolayı, Beydâvî'yi bile bazan tenkit ettiği yerler olmuştur.
Şu halde Ğâyetu'l-Emânî; yeri geldikçe kelâmî meselelere temas eden, mezheplerin görüşlerini nakledip uzun uzadıya münakaşasına girmeyen, mutavassıt hacmine uygun bilgiler veren, mutezile karşısında sünnî görüşü savunan, bu mezhebin İmamlarında olan Eş'arî ve Mâturîdî'ye arasıra atıfta bulunan bir tefsirdir.
Görebildiğimiz bu genel özellikleri tanıttıktan sonra, kelâmî âyetlerdeki tefsir şeklini iki ana başlıkta toplayabilirz.
a- Kelâmî âyetlere kısaca temas eder, kendi görüşünü verir, hükümler çıkanr.
b- Keşşafın mûtezilî yönünü tenkit ederek, ehl-i sünneti savunur.
Tefsirinden nakledeceğimiz değişik misallerle, bu iki konuyu biraz daha açıklığa kavuşturalım.[358]
İtikâdî yönden ehl-i sünnet mezhebinden olduğunu söylemiştik. Eş'arî ve Mâturîdî'nin sözlerinden istifade ederek âyetlere mânâ verir. Hâzin, Ebû Hay-yân, Beydâvî, Nesefî, Ebussuûd v.s. gibi müfessirler, "bize göre" veya "ehl- sünnet ve cemâat şöyle der" şeklinde tâbirler kullandıkları halde Gûrânî'de buna hiç raslanmaz, sadece görüşler aktarılır. Aşağıdaki misallerde görüleceği gibi, iki büyük sünnî imamın isimleri verilir..
Muhkem-müteşâbih âyetlerin tefsirinde aynı tutumu görülür. Âl-i İmrân sûresinin 7. âyetinde müteşâbihi şöyle tarif eder.[359]
Âyetin devamında, müteşâbihat hakkında sünnî görüşe uygun bilgi vererek şöyle der:[360]
Yukarıdaki cümlelerinden anlaşılacağı gibi müteşabih âyetlerin tefsirini ehl-i sünnet itikadı üzere yapar, tecsîmden şiddetle kaçınır. Bunun bariz misalini Bakara sûresinin 29. âyetinde daha açık görmek mümkündür. Gûrânî, âyet-i şu cümlelerle tefsir eder. [361]
Aynı mealdeki A'raf sûresinin 54. âyetinde, şu tefsiri verir:[362]
Görüldüğü gibi her iki âyette "istiva" ya mânâ verirken tecsîm'e gitmemiştir. İstiva kelimesinin "sevâ" dan geldiğini, vasat ve ihata mânâsında olduğunu,
Allahın arzı yaratmasından sonra başka bir şey ihdas etmeden göklerin yaratılışına yöneldiğini, böylece hükmünü bütün mevcudatta icra ederek kudretiyle her şeyi ihata ettiğini söylemiştir. Verdiği izahta ayrıca, zât-ı İlâhînin kadîm olduğunu, eşyanın yaratılmasından sonra saltanatının belirtileri devam ettiğim, hâlini, tahta oturmuş bir melik'e benzeterek hükmü altında olanların her şeyinden haberdar olduğunu belirtmiştir. Beydâvî, arş-ı İlâhîyi diğer küreler gibi kuşatılmış bir cisim şeklinde tarif ettiğinden [363] "ve'1-k'avlu bi" sözüyle Gûrânî buna da cevap vermiştir.
En çok Zemahşerî'de rastlanan soru-cevap şeklini, Gûrânî de sık sık kullanır, bunu kelâmı konularda da devam ettirir, açıklamak istediği fikri bir soruyla kendine mal ederek, cevap verir. Böylece önemli bir hususa dikkati çektiği gibi, müstakilleri cevaplamak suretiyle şahsî düşüncesini ortaya koyar. Bu konudaki misallerden bazılarını tetkik edelim.
Bakara sûresi 3. âyetinin nahvî ve mânâ tefsirini yapıp, lüzumlu açıklamalânverdikten sonra Allah'a iman meselesine geçer, Allah katında kurtuluşa sebeb olan îmanın özelliği nedir sorusunu sorar, cevabında; Rasûlün getirdiklerini zaruri olarak bilip tasdik etmektir şeklinde cevap verir ve çeşitli mezhepîeregöre imanın tarifini yapar.
Bu bilgileri, A nüshamızın kenarındaki notta Beydâvî'den naklettiğini açıklar.[364]
Yûnus sûresinin 10. âyetinde imanın, her türlü hayrın esası olduğunu Allahın, imanla ameli cemettiğini bildirir, sorduğu soruya, mücerret imanın kâfi geleceği şeklinde cevaplayarak, bunu aynı sûrenin 2. âyeti: "iman edenleri Rableri katında yüksek dereceleri olmakla müjdele" âyeti ile sahih hadîslerin delâlet ettiğini bildirir. [365]
Yahudilere hitaben nâsil olan Yûnus sûresinin 93. âyetinde, Kur'ânın ittifak sebebi olması gerekirken, ihtilaf vesilesi yapılmasında şiddetli zem bulunduğunu hatırlatan Gûrânî, "ümmetimin ihtilafı, rahmettir" hadîsini zikreder, sahabe ve sonrakiler bir kısım âyet ve hadîslerde ihtilaf etmişler midir sorusunu sorarak, ümmetin ihtilafı furûdadir, içtihadı meselelerde, usûlde ve akâidde değildir şeklinde cevap verir, islam ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağı hadîsini hatırlatarak, ihtilafın rahmet olduğunu açıklar.[366]
Gûrânî, İsrâ sûresinin ilk âyetini şerhederken Hz. Peygamberin Allah'ı gözle görüp görmediğini sorar cevabında, bu meselenin ihtilaflı olduğunu
belirterek Hz. Âişe'nin bunu kabul etmediğini En'am sûresinin 103. âyetiyle, Şûra sûresinin 51. âyetine dayanarak gözlerin Allah'ı göremeyeceğini bunu İbn Abbâs, sahabe ve tâbiûndan gelen rivayetlerin doğruladığını belirtir.[367]
Yukarıdaki misallerde görüldüğü gibi soru-cevap şeklindeki cümleleriyle görüşlerini açıklayan Gûrânî, tefsîr ettiği âyetlerden kelâmı hükümler çıkarır âyetin delâlet ettiği mânâdan bazı neticelere ulaşır. Buna dair misalleri, tefsir ettiği âyetlerin sonunda zaman zaman görmek mümkündür. Tefsirinden nakledeceğimiz metinlerle bazılarım tetkik edelim.
Bakara sûresi 8. âyetin son cümlesini tefsîr ederken, hitabın burada da münafıklara ait olduğunu, müminlerden sayılsalar bile bu halleriyle mü'min olmaktan uzaklaştıklarını söyler, âyetten şu neticeyi çıkarır. İmân, küfrü gizlemek suretiyle sadece dil ile ikrardan ibaret olamaz. Bu sözüyle, aynı görüşte olan Kerrâmiye cevap verir, iddialarım reddeder. [368]
Yunus sûresi 33. âyetinin delâlet ettiği mânâdan, azabın kâfirlere olacağı, mü'min fâsık olsa bile necata kavuşacağı hükmünü çıkarır.[369]
Aynı sûrenin 44. âyetinden insanın fiillerinde muhtar olduğunu, çünkü işlediği fiili kendi arzusuyla işlediğini, buna göre sevap veya cezaya duçar olacağını söyler. [370]
İbrâhim sûresinin 22. âyeti, şeytanın işlettiği suçu üzerine almaktan kaçındığını, halbuki insanın ona kanıp suç işlediğini ifade eder. Gûrânî bu âyetten de; insanın fiilinde muhtar olduğu, herhangi bir zorlama ile karşı karşıya kalmadığı hükmünü çıkarır, bunu, aynı âyetin bir önceki cümlesinin de belirttiğini söyler[371]
Beydâvî, mutezilenin bu âyeti kendilerine delil saydığını belirterek Gûrânî'den farklı bilgi verir. [372]
Nesefî ise aynı âyetin mealinde, mutezilenin bir başka iddiasına cevap verir, jjeri sürülen delilin bâtıl olduğunu söyler.[373]
Tevhîdle ilgili olan Enbiyâ sûresinin 22. âyeti, yer ve göklerin idaresinde hükmün ancak Allah'ta olduğu, şayet iki ilâh olsaydı fesat meydana gelip âlemin nizamı bozulacağı meâlindedir.
Gûr'anî, iki ilâhın bulunması halinde meydana gelecek bazı ihtimalleri sıra-lar, kısa izahlarla bunların butlanına hükmeder, sonunda âyetin delâlet ettiği hükmü belirtir.[374]
Bilindiği gibi Keşşaf, sünnî müfessirlerce kelâmı konular dışında en çok itibar edilen bellibaşlı tefsirler arasındadır. Çeşitli tefsîr vecihlerindeki sözleri pek çoğuna, bu arada müfessirimize de yardımcı olmuş, fikirleri çoğunlukla tasvip görmüştür. İslâm akidesine uymayan bir tek yönü, istisnasız bütün sünnî müfessirlerce ihtiyatla karşılanmış, ileri sürdüğü mûtezilî görüşler itiraza uğrayarak, yerine göre şiddetli sayılabilecek tenkitlere maruz kalmıştır.
Kelâm ilminde usûl-i hamse diye bilinen[375] mutezilenin en mühim görüşlerini toplayan bu esaslar, menşeini Kur'ândan aldığından tefsîrini yapan müfessirlerce veya sadece kelâmı nıeselelerdeki yönünü tenkit eden müelliflerce tetkik edilmiş, gereken cevaplar verilmiştir.
Biz burada Gûrânî'nin, usûl-i hamse'ye karşı olan görüşlerini ayrı ayrı ele alıp incelemeden, bunlardan bir kaçı hakkındaki sözlerini nakledip önce Keşşafa, savunduğu fikirler yönünden de mensubu olduğu mutezileye yaptığı tenkitleri, gözden geçireceğiz. Bunlarda dikkati çeken Önemli bir husus, tenkitlerini açık ifadelerle yapmaması, ehl-i sünneti savunduğunu gene açık ifadelerle belirtmemesidir. Vereceğimiz İlk misalde olduğu gibi, çok nâdir ehl-i sünnet sözleri geçerse de, bunun bir önemi olduğu söylenemez.
Keşşafa, dolayısiyle mutezileye yaptığı tenkitlerden bazılarını tefsîrindeki metniyle gözden geçirelim.
Gûrânî,.A'raf sûresi 169. âyetinde Zemahşerî'yi, verdiği tefsîr şeklinden dolayı tenkit eder, mağfiret konusundaki sözlerini reddederek ehl-i sünneti bilmemezlikle suçlar1. Tefsirinde, Zemahşerî şu ifadeleri kullanır.[376]
Gene A'raf sûresinin 143. âyetinde, Hz. Musa'nın Allah'ı görmek istediği halde göremediği, zâtı tecelli edince şiddetinden düşüp bayıldığı anlatılır. Burada ru'yetullah meselesi müfessîrleri meşgul eder, uzun uzadıya bilgiler ve rilir. Gûrânî, ru'yetullâh'm mümkün olduğunu savunarak sözü, Zamahşerî'nin 'ddiasma getirir, onu, zaruret olmadan hakikati değiştirmekle suçlar. [377]Aynı zamanda "lâ tudrikuhu'l-ebsâr" âyeti-ru'yetin nefyine delil olamaz Çün, idrâk, ıhâta manasındadır, şeklinde' cevap verir. Meseleyi genişletmek, sakındığı için sözün bitiminde; bu mesele genişliği ile ılm-i kelâmda mevcutt diyerek kelâmî münakaşalara girmek istemediğini ortaya koyar.
Yukardaki misalin sonunda delil getirdiğini En'am süresinin 103. âyetinde mutezileye karşı -ismen beürtmese bile- ehl-i sünnet görüşünü savunur, ru'yetul-lâha karşrçıkan mutezilenin aksine, bunun imkân dahilinde olduğunu kabul eden fikri benimser.[378] Gûrânî'nin bu konudaki sözleri, Beydâvîve Hâzin'inkiler kadar açık değildir, [379]bunu görmek üzere Beydâvî metnini nakledelim.
Allahîn adaleti meselesinde mutezile, hüsn ve kubh iddiasını ortaya attıkları halde, ehl-i sünnet buna karşıdır. Gûrânî, A'râf sûresinin 28. âyetini tefsir ederken mutezilenin aksine, Allahtan kabih fiiller sâdır olamayacağını, bilakis kullan için iyi amelleri seçtiğini söyleyen ehl-i sünnet görüşünü kabul eder, [380]böylece Zemahşerî'nin şu sözüne cevap vermiş olur.[381]
5- Gûrânî, Nisa sûresinin 48. âyetini tefsir ederken ehl-i sünnete göre şirkin mağfireti olmadığı, bunun dışında kalan kebâirin, Allahın dilemesiyle affedileceği görüşünü kaydeder, bunun delillerini saymağa lüzum görmeden âyet ve hadislerde mevcut olduğunu belirtir. [382] Yalnız, sözünün sonunda Zemahşerî'ye "men" zamiri ile cevap vererek, âyetin ifade ettiği mânâdan uzaklaştığını belirtir. Zemahşerî'nin, âyetin tefsîrindeki ilgili cümlesi şudur: [383]
Ğâyetu'l-Emânî metni de şöyledir.[384]
Kur'ân-ı Kerîmin yerleştirmek istediği cemiyet modelinde; içtimaî-hukûkî kaideler, mâlî-bedenî ibadetler, uyulması gereken ahlâkî prensipler vardır. O'-nun yegâne hedefi, en mükemmel yaratılışı ile yeryüzünün idaresini eline bıraktığı, mevcudatın yüklenmekten kaçındığı "emânetleri" teklif edilir edilmez kabul ettiği, İnsandır. Kur'ân, emânetleri yüklenen insana bedenî ve ruhî olgunluğun zirvesine çıkaracak yolları öğretirken; ailesi, akrabaları, evlenme-boşanma, vasiyet etme. miras alma, kadın-erkek münasebetleri ve sorumlulukları, yiyeceği-içeceğinde helal-haram olanları, nefsini ve birlikte yaşadığı kimselerin can ve mal güvenliğini sağlama yollarını, bedenî ve mâlî ibadetlerde uygulanacak temel prensipleri de belirtmiş, tesbit etmiştir. Bu ve buna benzerlerinin uygulanması ve takibini, kendisine karşı sorumlu ve muhatap seçtiği Peygamberine bırakmıştır. Vahiy müddeti içinde, bunlardan bazılarının hükmü kaldırılırken yerine daha iyileri getirilmiş, Peygamberin icraatına ashabı da yardımcı olarak tatbiki sağlanmıştır.
Hz.Peygamberin sağlığında uygulamaları büyük ölçüde yerine getirilen bu prensipler, hicrî II. asrın ortalarından itibaren bir asra yakın zamanda ayrı ayrı incelenmiş, âyet ve hadîslerde mevcut hükümler konulara ayrılarak gözden geçirilmiş, Peygamberin de müsaade ettiği içtihat müessesesi çalıştırılarak yeni bir ilim dalının nüvesi atılmıştır ki buna, fıkıh denilmiştir. Temel prensiplerde birlik esas olmak üzere, uygulamadaki farkları dikkate alanların gayretleriyle fıkhî mezhepler doğmuş, isimlerine izafeten gelişen mâliki,1 hanefî, şâfiî ve hanbelî mezhepleri, itikadı mezhep olarak gördüğümüz ehl-i sünnet'in, amelî sahadaki temsilcileri olmuşlardır. Yetiştirdikleri talebelcriyle görüşleri yayılmış, çeşitli bölgelerde tatbik imkânı bulmuştur. Herbiri meydana getirdikleri eserlerde fikir ve düşüncelerini tesbit ettiklerinden, aynı asırlarda ayrı bir ilim dalı halinde ortaya çıkan tefsir ilmi, ilgili âyetlerin şerhinde fakihlerin görüşünden istifade edince, gelişmekte olan fıkıh ilmi tefsîrin kaçınılmaz yardımcı ilim dallarından biri olmuştur. Fıkhî hükümler taşıyan âyetlerin tefsirinde bunların görüşlerine müracaat edilmiş, müfessirin de sahip olduğu bilgilerle, dirayet tefsîrinin bu yönü işlenmiştir.
Müfessirimiz Gûrânî, tahsili boyunca şâfiî fıkhı okumuş, gençlik yılları ile tedrise başlayışının ilk senelerinde onunla amel etmiş, onu okutmuştur. Anado-luya gelişinden kısa bir zaman sonra Bursa medreselerinde ders vermeğe başlayınca, Sultan II. Murad'ın ricasiyle hanefî mezhebine geçmiş,[385] hayatı boyunca bu mezhepten ayrılmamıştır. Bununla mezhepler konusunda katı fikri olmadığı-gösteren Gûrânî, tefsirinde de dört mezhep imamının görüşlerine yer vermiştir Nâdir de olsa, bazı âyetlerde şâfii görüşüne meylettiği olmuştur. Zemahşerî ve Ebussuûd gibi tercihlerinde hanefî mezhebinden olduğunu açıkça belirtmemiş şâf'î taraftarı olduğunu isbatlayacak İbareler de kullanmamıştır.
Fıkhı âyetlerin tefsîri aslında dirayeti gerektiriyorsa da, imamların âyet ve hadîslerden hareketle sistemlerini kurmaları, vardıkları neticeleri tesbit edip hükme bağlamalarından sonra, bir nevi nakilden ibaret olmuştur. Çünkü müfessir, fıkhî âyetlerin tefsirinde bu görüşler doğrultusunda bilgi vermekte, imamlardan birinin veya birkaçının görüşünü nakletmektedir. Onun bu konudaki dirayeti, önündeki hazır bilgileri sunuşunda ve işleyişinde görülür. Ayrıca kendilerinden nakilde bulunduğu imamların fikirlerine genişçe veya muhtasaran yer vermesi, ilmî kifayeti varsa içtihat ve kıyasla, ortaya çıkan durumlarda âyetlere yeni tef-sîr şekli getirmesi, imamların işaret etmediği hususlarla karşılaşmışsa bunlara cevap vermesi de müfessirin dirayetini gösterir. Tefsirlerin ekserisinde, bunların bütünüyle tatbikini bulmak biraz zordur.
Gûrânî için düşünülecek olursa, durum aynıdır. Tefsîrini 6-7 senede yazdığını biliyoruz. Eserini tamamladığında 53-54 yaşlarında idi. Şayet şeyhülislamlığı sırasında, edindiği tecrübelerden de istifade ile tamamlamış olsaydı, 20-25 sene önceki düşüncelerinden farklı olarak fıkhî âyetleri ele alacak, zaruri hallerde, hiç olmazsa fetva müessesesinden edindiği tecrübeleri katıp amelî, hukukî meselelerde kendi görüşlerini (dirayetini) daha farklı şekilde belirtecekti.
Müfessirin fak İh olarak bilinmesine rağmen Ğâyetu'l-Emânî, önceki bahislerde gördüğümüz tefsir şekillerinden farklı olarak, fıkhî tefsirde ayrı bir özelliği olduğu söylenemez. Bizce bunda en büyük rolü oynayan husus, tefsîrin mutavassıt hacimde yazılmasıdır. Buna muhtevasındaki konular yönünden Zemahşerî ve Beydâvî'den ayrılmadığı da ilâve edilirse, eserden daha fazlasını beklemek imkânsızdır. Bunlar Ğâyctu'l-Emânî de geçerli olduğuna göre, Keşşaf ve Envârut-TenzîFden istifade eden Nesefî, Ebussuûd veya diğerlerinin tefsîrleri için de geçerlidir. Bu genel hükmün, yer yer farklı yönleri olabilir. Birinin bazı âyet ve sûrelerde gösterdiği ihtimam, diğerlerinde bulunmayabilir. İşte bu farklar, her müfessirin metodunu meydana getirir.
Gâyetu'l-Emânî'nin fıkhî âyetleri tefsir edişindeki metodunu genel olarak şu dört noktada toplayabiliriz.
a- Ayetin Tefsîrini İmamların Görüşüyle Takviye Eder.
b- Şâfii ve Hanefî'den Daha Çok Nakilde Bulunur, Nadiren Tercih Yapar.
c- Görüşünü Doğrudan veya Soru-Cevap Şeklinde Belirtir.
d- Zemahşerî ve Beydâvî'ye Tâbi Olduğu Kadar Tenkit de Eder.
Tesbit ettiğimiz bu özelliklerini, kendi sözleriyle inceleyelim.[386]
Gûrânî, fıkhı âyetleri tefsîr ederken âyetin mânâsını açıklığa kavuşturmak düşüncesiyle mezhep imamlarının görüşlerini verir, bu konuda iîâve etmek istediği düşüncesini, böylelikle mezhep imamlarının sözlerinden kuvvet alarak açıklar. Bunu yaparken ya önce imamların ilgili sözlerini nakleder, arkasından âyetin tefsirine dair açıklamasını yapar, ya da önce fıkhî tefsire dair bilgi verir, bunu imamlannkiyle takviye eder. Buna misal teşkil eden âyetlerden bazılarını, tefsî-rindeki metniyle inceleyelim.
Bakara sûresinin 203. âyeti hac farîzasiyle ilgilidir. Zilhıcce'nin 11-12. günleri Minâ'dan dönmekte acele eden veya geri kalanlar hakkında bir hüküm getirmekte, acele de edilse, geri de kalınsa, bir günah olmadığı belirtilmektedir.
Gûrânî "tehir edenlere günah yoktur" cümlesinin şerhinde bunun, teşrik günlerinin ikincisinde Şafiî'ye göre taşlamadan sonra, Ebû Hanîfe'ye göre fecrin tulûundan sonra olduğunu belirtir, birinci görüşü "daha açık" bularak tercihini yapar. Sonunda fikrini belirterek "ikisi arasında efdal ile fâdıl olmadan başka bir fark bulunmadığım, her ikisine de cevaz verilebileceğini" söyler.[387]
Bakara sûresinin 217. âyetinde, dininden dönenin kâfir olarak öleceği, yaptığı bütün amellerin boşa gideceği ifade edilir.
Gûrânî âyeti tefsîr ederken Şafiî ve Ebû Hanîfe'nin sözlerinden istifade ederek, Şafiî'ye göre amellerin boşa gitmesindeki şart, küfr üzere ölmek olduğu, Ebû Hanîfe'ye göre de Mâide sûresi 5. âyetinde ifade edilen imânın inkârı şartı bulunduğunu belirtir.
Müfessir, âyette mutlakın mukayyed'e hamli meselesi olduğunu hatırlatır, ihtilâfın; önceden namaz kılıp irtidadeden, gene aynı namaz vakti içinde müslü-man olanmdurumunda olduğunu belirtir. Şafiî'ye göre kılmış olduğu namazı iade etmez, Hanefî'ye göre vakit henüz geçmemişse irtidâdm akabinde namazın iadesi gerektiğini söyler.[388]
Boşanan kadının tekrar evlenebilmesi için üç âdet müddeti beklemesi gerektiğini ifade eden Bakara sûresinin 228. âyetinde müfessirimiz, "el-kar'u" kelimesinin mânasını verir, âyetin tefsirini Ebû Han'ıfe ve Şafiî'nin görüşleriyle yapar. Bu iki görüşten hareketle âyete vermek istediği mânâyı izaha çalışır.[389]
Köleliğin kaldırılmasını kolaylaştırıcı esaslar getiren Nûr sûresinin 33. âyetini tefsir ederken Gûrânî, "AHahın malından onlara veriniz" cümlesini, sadaka edilen veya beytulmâl malından şeklinde açıklar, bunu Bakara sûresi 177. âyetinin mânâsıyle takviye eder, bu gibi kimselerin mukâtebûn (para vererek kölelikten kurtulmak isteyenler) olduğunu belirtir. Bunlarla ilgili muameleler için sadece Şafiî'den bir nakilde bulunur. [390]
Bu arada soru-cevap şeklinde, âyetin mânâsına açıklık getirmek üzere kısaca bilgi verir. Cessâs [391] ve Râzî, [392] Şafiî ve Ebû Hanîfenin sözlerini naklederek bu önemli konu trzerrnde daha geniş açıklamada bulunurlar.
Savaş sonrası durumla ilgili olarak Muhamnıed (Kıtal) sûresinin 4. âyeti, esirlerin ya iadesi, ya da karşılığında fidye alınması esasını getirir. Gûrânî, âyetin bu cümlesini tefsîr ederken, ya tamamen salıverirsiniz, yahut fidyeye lüzum görmeden esir alırsınız şeklinde mânâ verir. Buna göre âyetin Bedir'den sonra nazil olduğunu belirterek, aksini söyleyen Zemahşerî'ye -ki o, âyet Bedir'de nazil oldu, sonra neshedildi şeklinde bilgi verir[393] itirazda bulunur. [394]
Bu şekilde tefsîr ettiği âyetin mânâsını takviye etmek üzere Ebû Hanîfe ve Şafiî'nin bu konudaki görüşlerini aktarır.
Cessâs, Ebû Hanîfe ve Şafiî'nin görüşlerine daha geniş yer vererek âyetin tefsîrine açıklık kazandırır. [395]
b- Şafiî ve Ebû Hanife'den Daha Çok Nakilde Bulunur. Nadiren Tercih yapar.
Gûrânî'nin bu tutumu, sadece iki mezhep imamına uyduğu, diğer ikisine itibar etmediği anlamında alınmamalıdır. Şerhettiği âyetlerde bu iki fakîhin sözleri, bilhassa müfessirler tarafından daha çok delil olarak alındığı, veya bu iki imamın bütün fıkhî âyetlerde içtihadı bulunduğundandır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Gûrânî, mezhepler arasında herhangi bir ayırım yapmamıştır. Yeri geldiğinde her birinin görüşlerinden istifade etmiştir. Yalnız Şafiî ile Ebû Hanîfe'nin sözlerini naklettiğinde, ikisi arasında bazan tercihini belirtmiş, Şafiî'nin görüşünü desteklediği yerler olmuştur. Vereceğimiz misallerde görüleceği gibi, pratik yönü daha kuvvetli, âyete daha yakın çözüm getiren hükümlerde bu yolu seçmiştir. Tefsirin bütünü içinde düşünülecek olursa bu gibi misallere ender rastlanır, ekseriyeti tercihsiz nakilleri teşkil eder.
Kadınların özel durumlarına dair sorulan bir suale karşılık nazil olan Bakara sûresinin 222. âyetinde, hayız halinde kadınlara yaklaşmanın yasak edildiği belirtilir. İslâm, Yahudilerin yataklarını ayırıp uzaklaşmaları ile, Hıristiyanların bu temizliğe riayet etmeyişi gibi iki ayrı ifratı kaldırır, orta yolu seçer.
Gûrânî, âyetin tefsirinde "hattâ yethurne" kelimesinde iki kıraat olduğunu, Hamze ve Kisâî'nin "ta" harfini şeddeyle okuduklarını belirtir. Buna göre iki imamın görüşlerini tercihsiz olarak nakleder.[396]
Ebû Hanîfe şeddesiz kıraati hayız müddetinin son haddine hamlederek kanın kesilmesiyle münasebetin helal olacağı, çünkü âyetteki temizlikten hayzin zıddı anlaşıldığı hükmünü çıkarır. Şeddeli kıraala göre ise, kesilme müddeti on günden aşağı olursa zimmîler hariç, temizlenmedikçe veya üzerinden bir namaz vakti geçmedikçe helal olmayacağı görüşünü ileri sürer.
Şafiî ise şeddesiz kıraati "ğusle" hamleder, çünkü temizliği "iğtisâl" mânâsına alır, bunu Ummu Seleme'den rivayet edilen bir hadîsle de teyit eder, veya bu konudaki ittifaka (yani temizlenmeğe) dayanarak "yathurne" kelimesinde mecaz olduğunu söyler.
Görüldüğü gibi Gûrânî, iki imamın sözlerini nakletmekle yetinir, bunlara bir ilâvede bulunmaz. Beydâvî, böyle bir izaha girmeden, sadece Ebû Hanîfe'-nin kısa bir sözünü nakleder [397]
Bakara sûresinin 236. âyeti, boşanan bir kadının tamamen terkedilmemesi için zengin veya fakir olanın kudretine göre, boşadıklan kadına yardımda bulunmayı emreder. Müfessirimiz âyetteki "metâ'an" kelimesini Ebû Hanîfe ve Şafiî'nin kavilleriyle tefsire çalışır.
Ebû Hanîfe bu kelimenin eşya, gömlek, elbise, çarşaf ve başörtüsü gibi yardımlar mânâsında olduğunu, bunun ancak mîhir miktarı azsa yapılacağını, aksi takdirde mihir miktarının yansı verileceğini söyler. Şafiî de, 30 dirhemden az olmamak üzere yardımı yerinde görür.
Gûrânî âyetin tefsîrinde aynca, Şafiî'nin bir diğer görüşünden istifade eder, birini diğerine tercih edecek bir ilâvede bulunmaz.[398]Beydâvî âyette Şafiî'nin gö rüşünü tasvip eder, [399] Ebussuûd âyeti, iki imamdan nakiller yapmadan tefsîr eder. [400]
En'âm sûresinin 121. âyeti, Allahın adı anılmadan kesilen hayvanın eti yenmeyeceğini belirtir. Gûrânî bundan, icmâen eti yenen hayvanın kastedildiği, âyette aynı zamanda mutlak olarak besmelenin terki halinde etin yeneceğine delil bulunduğunu söyler.
Âyetin tefsirinde dört imamın görüşlerine yer vererek Ebû Hanîfe, Mâlik ve Ahmed b. Hanbeî'in, besmele unutularak kesilen hayvan etinin yeneceğine dair hadîs'den hareketle ittifak halinde olduklarını, ŞâfTnin ise, ister kasten ister unutularak terkedilmiş olsun, etin mutlak olarak helal olduğu görüşünü nakleder.[401]
Abdestin farzlarını açıklayan Mâide sûresinin 6. âyetinde Gûrânî, "başınızı mesnedin" cümlesi üzerinde fukahâmn görüşlerini nakleder, dört imamın içtihadına yer verir.
Şafiî, mesihten kasdın bir şeyin en sonu anlaşıldığı, hatta saçın bir kısmı dahi buna girdiği; imâm-ı Mâlik ve Hanbel, Buhârî ve Müslim'in rivayeti üzere başın bütünüyle meshi gerektiği; Ebû Hanîfe ise, Muğîre hadîsine göre sadece dörtte birinin meshedilmesi hükmünü vermişlerdir.
Gûrânî burada, imamlar arasında tercihini belirtmiş, Şafiî'nin içtihadını diğerlerinden zahir bulmuştur.[402]
Hac sûresinin 25. âyeti, Mescid-i Harâm'a ibadet ve oturma gayesiyle gelmek isteyenlerin engel olunması halinde, azaba duçar olunacağım bildirir. Âyetin tefsîrinde Ebû Hanîfe ile Şafiî'nin sözlerini nakleder.
Ebû Hanîfe'ye göre âyette, Mekke çevresinde ahş-verişe cevazyoktur. Şafiî ise cevazolduğu görüşündedir.
Gûrânî, iki imam arasında tercih yaparak Şafiî'nin görüşüne katılırsa da bunun, aynı sûredeki 40. âyete muarız olduğunu kaydederi[403]
Âyetin bu şekilde tefsîri, Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd'da [404] mevcut değildir.[405]
Önceki bahislerde gördüğümüz gibi, Gûrânî bu metodunu fıkhî âyetlerin tefsîrinde de uygulamıştır. Doğrudan görüşü sözünden, "ve fî'1-âyeti delâletun" "ve'1-işâretu fî-hi", 've lâ delâlete fî-hi" gibi deyimler kullanarak, âyetin tefsirini yaptıktan sonra mevcut bilgilerden hükümler çıkarması, okuyucuya âyetin mânâsından hareketle pratik bilgiler vermesini kastediyoruz.
Görüşünü bu deyimleri kullanarak belirttiği gibi, gene tefsîrinde çeşitli konularda uyguladığı soru-cevap şekliyle de belirtir. Bu uygulamasında Zemahşe-rî'yi taklit ettiğini önceden de söylemiştik.
Gâyetu'l-Emânî'de sık sık rastlanan bu misallerden bazılarını nakledelim.
1- Bakara sûresinin 187. âyeti, ramazan ayf boyunca kadınlarla olan mtina-'sebellerde uygulanacak bazı esaslar yanında, orucun başlama vakti hakkında bilgi verir. Gûrân'ı bu uzun âyetin "kulu v'eşrabû" cümlesinde Hz.Aişe hadîsine dayanarak; Rasûiullah cünub olduğu halde oruca devanı edip sabahladığı, buradan hareketle, aynı haldeki kimsenin sabahlaması halinde orucunun bozulmayacağı hükmünü çıkarır.[406]
Aynı âyetin "orucunuzu bir sonraki geceye kadar tamamlayın" cümlesinden de, yukarıda görüldüğü gibi, bir başka hüküm çıkarır, gündüzün oruca niy-yetin cevazı olmadığı, geceleyin de vücûbuna delâlet bulunmadığını söyler.
Aynı âyetin son bölümünde, itikatla ilgili bir üçüncü görüşü mevcuttur.
Nisa sûresinin 161. âyetinde, yasak edildiği halde Yahudilerin ribâyı almaları, haksız yere veya rüşvetle, kendilerine ait olmayan malları yemelerinden dolayı uğrayacakları azâb hatırlatılır. Gûrânî, "ve fî-hi delâletun" terimiyle âyetten ribâ hakkında bir hüküm çıkararak görüşünü belirtir[407] Bunu Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd'da görmek imkansızdır. [408]
Bütünüyle mirasa dair hükümlerden bahseden Nisa sûresinin son âyetinde müfessirimiz, önceki misallerden farklı olarak, görüşünü soru-cevap şeklinde açıklar.[409]
Hadîd sûresinin 27. âyeti, Hz.İsa'ya rehbâniyeî izafe eden Hıristiyanların icad ettikleri bu yola, gereği gibi râyet etmediklerini bildiriri
Gûrânî bu âyetten ibâdete ait bir hüküm çıkarır, Allanın farz kıldığı, Rasü-lün emrettiği şeklin dışına çıkarak kendini zorlamanın ve aşırı davranmanın dinen mezmûm olduğunu belirtir, bunu Buharı hadîsiyle doğrular. [410]Âyetten çıkardığı bu görüşü; Zemahşerî, Beydâvî, Nesefî ve Ebussuûd tefsirlerinde yoktur. [411]
Gâyetu'l-Emânî'nin, bilhassa adıgeçen iki mü'fessire muhtevada genellikle tabi olduğu halde, hatalı gördüğü bazı açıklamalarına katılmadığı için tenkit ettiğini, rivayet ve dirayet tefsirinin bundan önceki bahislerinde görmüştük. Fıkhî âyetlerin tefsirinde diğer kaynaklarına kıyasla, ana kaynağı olan bu iki müfessiri daha çok tenkit etmiştir. Bu bakımdan diğer kaynaklara yaptığı tenkitlerini dikkate almadan burada sadece iki müfessir üzerinde duracak, önce Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîrden, Gûrânî'nin muhtevada nasıl tâbi olduğunu göstermek üzere iki misal verecek, metinlerdeki mefhum yakınlığına dikkati çekeceğiz. Beydâ-vî metnini bütünüyle değil, Gûrânî'nin istifade ettiği cümlelerden itibaren alacağız. Diğer misallerimizde, tenkitlerinden bazılarını kendi metniyle birlikte sunacağız. Daha sonra da Zemahşerî ile ilgili tenkitlerine geçeceğiz.
Bakara sûresi 114. âyetin tefsirinde Beydâvî, üç imamın yukarıdaki sözlerini nakleder[412]Gûrânî kaynak ismi vermeden bu cümleleri tefsirine şöyle geçirir.[413]
2- Bakara sûresi 117. âyetin ilk cümlelerini Beydavî şöyle tefsir eder. [414]
Gûrânî, mefhum olarak yukardaki cümlelerden istifade ederek şu metni verir.[415]Birbirine yakın cümlelerle, Beydâvî'ye ne kadar tâbi olduğunu gösterir.
Fıkhî meselelerde Beydâvî'ye tenkitlerinden biri, Bakara sûresinin 144. âye-tindedİr.Beydâvî âyetin "şatra'I-rhescidi'l-harâm" cümlesini şöyle tefsîr eder. [416]
Gûrânî, tenkidin Beydâvî'ye hedef aldığını belirtmeden, sözlerinin tenkit hedefi taşıdığını açıklamadan "leyse" kelimesiyle başlayarak Beydâvî'nin cümlelerine cevap verir. Tefsîrindeki metni aynen şöyledir. [417]
Gûrânrnin En,anrde Keşşâfa y-p,lan tenki.lerden baz, örnekler verdim[418]
1-Zemahşerrnin bu tef şeklini "ve mefhûme li'1-âyeti sözüyle reddederek tenkidini aynen şu cümlelerle yapar. [419]
2-Zemahşerî, Nahl sûresinin 8. âyetinde at eti yenmesinin haram olduğu görüşünü savunur, buna sebeb olarak yaratılışındaki hikmetin, binilmesi ve dış görünüşündeki güzelliği öne sürer, aynen şöyle der; [420]
Nesefî bu konuda Zemahşerî'nin görüşünü rjaylaştığı halde, [421]Beydâvî Ze mahşerî'ye iştirak etmez helal olduğunu ileri sürer[422] Ebussuûd, âyetten böyle biı hüküm çıkararak lehte veya aleyhte bir fikir beyan etmez . [423]
Gûrânî, Zemahşerî'nin yukardaki hükmüne karşı'çıkar, aksini savunarak aynen şu cevabı verir [424]
3-Zemahşerî, Mu'minûn sûresinin 6. âyetinden hareketle, mut'a nikâhının haram olmadığı hükmünü çıkarır, görüşünü soru-cevap şeklinde şöyle açıklar: [425]
Nesefî böyle bir nikâhın tahrimine inandığı halde, [426] Beydâvî bundan söz etmez4. Gûrânî âyete bu yönde bir tefsir tarzı getirir, Zemahşerî'nin haram saymadığı mut'a nikâhını icmâen bâtıl kabul ederek şöyle der .
4- Şûra sûresinin 10. âyetinin tefsirinde Zemahşerî, Rasûlullah huzurunda içtihadın caiz olmayacağı söyler. [427]Gûrânî.A nüshamızın kenarındaki notta "fî-hi raddun 'aİa'l-Keşşâf" şeklinde açıklama yaparak âyete mânâ verir, Rasûlullah zamanında ve huzurunda içtihad yapıldığını Buhârî'nin bir hadîsiyle belirterek Zemahşerî'nin bu fikrini çürütür .[428]
Dokuzuncu tabaka müfessiHerinden olan Molla Gûrânî'nin tefsîri, kendinden sonra yazılan tefsirlere geniş çapta etkileyecek ve kaynak olacak bir şöhrete ulaşamamıştır. Önceki bahislerimizde buna dair birkaç sebeb ileri sürmüş, kısaca açıklamağa çalışmıştık.[429] Konuyu burada genişliği ile ele alıp bütünleştirmek mümkündür. Tefsiri açısından önemli olan bu husus için, değişik karakterde bazı sebebler düşünülebilir,
Ğâyetu'l-Emânî daha çok; nahvî, luğavî, mânâ ve kıraat tefsirleri üzerinde duran, kısa ve özlü bilgiler veren bir eserdir. Bu ayardaki Beydâvî tefsiri aynı bilgileri sağladığına ve daha çok tanındığına göre, Gûrânî tefsîri yerine, şöhretinden dolayı Beydâvî tercih edilebilir. Bu da Ğâyetu'l-Emânî'nin geri planda kalmasına, dikkatleri çekmemesine sebeb olabilir.
İkinci sebeb de, doğrudan doğruya tefsîrin ana hedefiyle ilgili olabilir. Rivayet ve dirayet tefsir vecihlerini incelerken sık sık temas ettiğimiz gibi Ğâyetu'l-Emânî, Osmanlı medreselerinin yüksek sınıflarında resmen okutulan Keşşaf ve Envâru't-Tenzîl tefsirlerini, hemen her konuda tenkil etmiş, şöhreti ulenıâce kabul edilen bu iki tefsîre muhalefette bulunmuştur. Bu tutumu, eseri mütâlaaya başlayan dikkatli bir okuyucu tarafından kolayca görülebilir. Üzerinde pek çok şerh ve haşiye yazılan, köklü bir şöhrete sahip, allâme sıfatiyle tanınan Zemah-şerî ve Beydâvî tefsirlerini tenkîdi, kanaatımızca buna razı olmayan çevrelerce hoş karşılanmamış, Ğâyetu'l-Emânî aleyhine muhtemelen menfi bir puan kazandırmıştır.
Diğer bir sebeb ise, eserin muhtevasından ziyade, haricî veya yan sebebler diyebileceğimiz, yazarın şahsiyeti, içtimaî mevkii ve çevresi ile ilgilidir. Bunları da şöyle sıralayabiliriz.
Molla Gûrânî tahsilinin bütün safhalarını Osmanlı eğitim merkezlerinin dışında tamamlanmış, sahip olduğu ilmî otoritesinden dolayı Padişah'ın dikkatine sunularak özel gayretleriyle davet edilmiş, Osmanlı siyasi ve ilmî muhiti içine doğrudan dahil edilerek daimi gözde mevkilerde vazife almış, yerine göre devrin yerli ilim adamlarından daha fazla itibar görmüş bir şahsiyettir. Aynı dille, aynı kültür ve inanca sahip olduğu, kendini Osmanlılardan ayrı görmediği halde Gûrânî, bazı yerli ilim adamlarının gözünde "taşralı" olarak değerlendirilmiştir. Bunun en bariz delilini, Molla Husrev bir toplantı esnasında, Fâtih'in soluna oturtulması meselesinde ortaya koymuştur. Padişah tarafından bizzat takdir edilmesine rağmen, Molla Husrev toplantıyı terketmekle Molla Gûrânî'ye beslediği derûnî kıskançlık duygusunu aleniyete dökmüştür. Bu sebebledir ki ilmî çevrelerde şahsına karşı gizlice geliştirilen bu tarz duygular tefsirini de etkilemiş, aynı çevrelerin tasvip ve takdirine lâyık olmayan Ğâyetu'l-Emânî, müellifin sağlığında veya sonradan yeterince İstifade edilmemiştir.
Bunun dışında akla gelebilecek diğer bir sebeb de, eserin zamanında iyi tanıtılıp» meşhur edilmeyişidir. Gerçi bu konuda müellif normal Ölçüler içinde gayret sarfetmiş, özel bir nüshayı saraya kadar ulaştırarak Fâtih'e sunmuş, Mağrib'e kadar gönderilmesini sağlamıştır. Nedense bunlar yeterli olmamış, belki yukarıdaki sebebe bağlı olarak bu normal faaliyeti, tefsîrin tanınmasına fayda sağlamamıştır.
Akla gelebilecek bir sebeb de, talebeleri ve yakın çevresiyle ilgilidir. Gûrânî, resmî vazifesinin yanısıra, açtığı özel medreselerde talebe yetiştirmiş, tefsir nüshalarının istinsahını bunlardan bazılarına havale ederek yardımlarını görmüştür. Şayet bunlar, bulunduğu yerlerde, İstanbul ve Anadolu medreselerinde adını duyurmuş veya tanıtmış olsalardı, eser daha çok okunur, beğenilmese bile tenkit edilirdi, zamanında veya sonradan çeşitli vesilelerle neticeleri görülürdü.
Bu sebebler birbirine bağlı olarak mütalaa edilince neticeleri ortaya çıkmış, Gûrânî ve tefsîri için puan kaybettirmiştir. Şayet bu düşüncelerimiz o zamanın insanında etkisini göstermişse, bu tutum ilim anlayışı yönünden, gerçekten bir eksiklik sayılabilir. Çünkü Gûrânî, altı sene boyunca, geceli gündüzlü devam eden dikkatli bir çalışma sonucu eserini meydana getirmiştir. Böyle zahirî sebeblerle, kasten veya söylentilerle bir eserin dikkatlerden uzak tutulması, kolayca kabul edilemez ve bağışlanması mümkün olamaz.
Bütün bunlara rağmen, Ğâyetu'l-Emânî, tamamen dikkatlerden uzak kalmış, kendisinden hiç istifade edilmemiş bir tefsîr değildir. Bunu, 867/1463 de tefsirini tamamlayıp Fâtih'e takdim edilmesinden sonra en yakın tarihten başlamak üzere, yaklaşık üç asır sonrasına kadar gitmek suretiyle şerh, haşiye ve tef-sîrleri ayrı ayrı gözden geçirmekle ortaya çıkardık. Araştırmamızın büyük kısmını Süleymaniye Kütüphanesindeki yazmalar üzerinde sürdürdük. Çalışmaya önce Gûrânî'nin sağlığında yazılmış eserlerden başladık.[430]
Tarihî sıraya göre tetkike tabi tuttuğumuz müellifler ve eserleri şunlardır: Musannifek'in (Ö.871/1466,67) Multekâ'l-Bahrayn'i (Fatih no 636), İbn Âdil'in (Ö.880/1475) 7 ciltlik Lubâb, fî'Ulûmi'l-Kitâb'ı (Damat İbrahim Paşa no 42-48), Molla Husrev'in (ö.885/1480), Havâşî Tefsîri'l-Kâdî'si (Fatih no 491), BikâT-nin (885/1480) Nazmu'l-Durer'i (Mihrişâh Sultan no.44), Molla Hanefî'nin (0.900/1494-95) Tefsîru'l-Hanefî'si, (Süleymaniye/Yozgat no 33), Mehmed Ka-rahisârî'nin (ö.900/1495) Revnâku'l-Tefâsîr'i (Hacı Mahmut no 173) îbn Tem-cîd'in (902/1496-97) Haşiye 'ala'l-Kâdî'si (matbu Konevî Tefsîri kenarında), Abdurrahmân îcî'nin (ö.906/1500) Cevâmi'u'l-Tibyân'ı (Amcazade Hüseyin no 24), Suyûtî'nin (ö.911/1505) Nevâhidu'I-Ebkâr'ını (Kadızâde Mehmed no 58), Cemâluddîn Karamînî'nin (Ö.923/1M7) Tefsîru Cemâl Halîfe'si (H.Halit no 23 m), Ebû Zekeriyyâ Ensârî'nin (926/1520) Fethu'l-Celîl bi Beyâni Esrâri'l-Te'vîl'i (Fatih no 521), Kemalpaşa-zâde'nin (940/1533-34) Tefsîru Kemalpaşa-zâde'si (Düğümlü Baba no 5), İsâmuddîn İbn Arabşâh'ın (Ö.945/1538) Haşiye 'alâ Tefsîri'l-Kâdî'si (Esad Efendi no 18), Sa'dî Çelebi'nin (Ö.945/1538) Haşiye 'alâ Tefsîri'l-Kâdî'si (Fatih no 496), Ali b. Hasan Zivârî'nin (Ö.960/1553) Haşiye 'alâ Tefsîri'I-Kâdî'si (H.Hüsni Paşa no 56), Sâdık Geylânî'nin (ö.970/1562-63) Haşiye ' Envâri'l-TenzîPi (Amcazade Hüseyin no 53), Hatîb Şirbînî'nin (ö,977/]569)| Sirâcu'l-Munîr'i (Düğümlü Baba no 29), Birgivî'nin (ö.981/1573) Tefsîr-i Birgi-I vî'sİ (Fatih 230), Sinânuddîn Amasyevî'nin (ö.986/1578) 2 ciltlik Haşiye 'al| Tefsîri'l-Kâdî'si (Fatih no 504,512) Mchmed Bedruddîn Akhisârî'nin (ö.l00İ/1593)NezîIu'l-Tenzîl'i(Mihrişah Sultan no 19), ve nihayet kaynaklarını doktora tezimizden tanıdığımız İsmail Hakkî Burûsevî'nin (1137/1727-28) Ruhu']-1 Beyân'ı.
Bütün bu eserleri baştan sona karşılaştırma zorluğunu gözönünde tutarak çalışmamızı yalnız Bakara sûresinin belirli âyetlerinde yaptık. Ayrıca mukaddi'j meleri olanları okuduk, bütün sahifelerini gözden geçirdik. Hiçbirinde Ğâyetu'l-Emânî veya Molla Gûrânî adını göremediğimiz gibi, "kîle" ile yapılmış nakillerde de Ğâyetu'l-Emânî metnine uygun cümlelere tesadüf edemedik.
Yalnız Molla Câmî'nin (ö.898/1493) Tefsîr-i Mevlâ Câmî'sinde (Şehit Ali Paşa no 59), Hüsâmuddîri Ali Bidlîsî'nin (ö.927/1521) 4 ciltlik Câmi'u't-Tenzîl ve't-Te'vîl'inde (Şehit Ali Paşa no 109-112), EbûssuÛd Efendi'nin (ö.982/1574-75) İrşâd'ında (matbu), İsmail Koııevî'nin (ö.1195/1781) Hâşiye'sinde (matbu), Ğâyetu'l-Emânî'den alındığına dair açık ifadeler olmasa bile, ibarede yakm benzerlikler bulduk. Her müfessirde görülen kaynak zikretmeme alışkanlığını dikkate alarak, tesbit ettiğimiz benzer ibarelerden, bu dört müellifin Ğâyetu'l-Emânî'yi kaynaklan arasına aldıklarını, müracaat ederek tefsîr tarzını benimsedikleri veya reddettiklerini gördük.
Bunlar her ne kadar -açıkça olmasa bile- Ğâyetu'l-Emânî'den istifade edildiğine delil teşkil ederse de, müfessir olarak Gûrânî'mn, kendisinden sonrakilere tesiri olduğunu ispatlayamaz. Çünkü bir tefsîrin diğer tefsirlere tesiri; ismi verilerek nakledilmesi yanında, izah şekli ve metodun benimsenmesi, cümlelerinin aynen nakli, fikirlerinin devamlı olarak her tefsîr yazanın malzemesi olma-siyle, belli olur. Bunların azlığı veya çokluğu tefsîrin tesir derecesini gösterir. Halbuki Gûrânî'de, bu söylediklerimize rastlamak imkansızdır. O, kendinden sonrakilere müessü olamamış, fakat, varlığı bilinerek -tetkik edebildiğimiz eserlere kıyasla- müracaata lâyık nitelikte görülmüştür. Aşağıda, Ğâyetu'l-Emânî metniyle birlikte nakledeceğimiz cümlelerde bu husus daha iyi anlaşılacaktır.
Molla Câmî, Bakara sûresinin 9. âyetini tefsîr ederken, Gûrânî'nin metnine kısmen benzeyen bazı cümleler kullanır. Birbirine yakın âyetlerden aldığımız ibaresi şöyledir.[431]
Aynı âyette Gûrânî, şu açıklamayı vermiştir.[432]
Molla Câmî, müteakip 10. âyetin son cümlesinde şöyle der. [433]
Buna çok benzeyen Gûrânî'nin ifadesi de şöyledir. [434]
Molla Câmî, aynı âyette "kizb" in tarifini Curanı g.bı yapar. [435]
Gûrânı ise âyeti şu cümleyle açıklamıştır: [436]
Birbirini takip eden üç âyetten aldığımız son misalimiz Bakara sûresinin 11. âyetinin ilk cümlesidir. Molla Câmî bu âyette de Gûrânî metnine benzer tefsir şekli kullanmıştır.[437]
Bu âyetin tefsiri ĞâyeııTl-Emâm'de şöyledir: [438]
Yakın benzerlikler bulduğumuz bir diğer tefsir de Hüsâmuddîn Ali Bidlîsî'-nin Câmi'u't-Tcnzîl vc'1-Te'vîridir. Vereceğimiz iki misal, Ğâyeiu'l-Emânî'njn metnine az da olsa uyduğunu göstermektedir. Bidlîsî, Bakara sûresinin 13. âyetinde, Ğâyetu'l-Emânî'ye yakın olan şu cümleleri verir: [439]
Ğâyetu'l-Emânî'nin aynı âyetteki cümleleri şöyledir. [440]
Bidlîsî, aynı sûrenin 21. âyetinde Gâyetu'l-Emânî metnine benzeyen cümleler kullanır, âyeti şöyle tefsir eder:[441]
Gûrânî âyeti, biraz farkla şöyle tefsîr etmiştir. [442]
Üzerinde araştırma yaptığımız tefsirler arasıda Ğâyctu'l-Emânî'den istifade eden, meinini bütün ciltlerde takip etliğimiz Ebussûd Efcndi'nin İrşadı'dır. Zcmahşerî ve Bcydâvî tefsirlerine bağlı kalmalarından ileri gelmekledir. Gâye-tu'l—Emânî ve İrşâd birlikte okununca, Zemahşeıî ve Beydavî'dc olmayan benzer kelimelere, veya kelime benzerliği olmasa bile, mefhûm yakınlığına tesadüf edilir. Bu noktadan hareketle düşünülecek olursa, Ebussuûd Efendi, Gâyetu'l-Emânî1 yi devamlı yanında bulundurmuş, ona müracaat ederek bilgi almıştır. Fakat İrşâd, kaynaklarını çoğu zaman zikretmediği, bu cümleden olarak Gâyetu'l-Emânî veya Gûrânî adını hiç kullanmadığı için, düşüncemizin ısbatı güçleşmekledir. Buna rağmen "kîle" lafzıylc yaptığı nakiücre bakılınca güçlük kısmen ortadan kalkmakta, Ğâyetu'l-Emânî'ye yakın ibareler kulandığı meydana çıkmaktadır. Aşağıda vereceğimiz misaller, bu görüşümüzü doğrulamaktadır.
Ebussuûd Efendi, Yûsuf sûresinin 10. âyetinde "fîğayâbeti'l-cubbi" cümlesini tefsîr ederken, kaynak zikretmeden, büyük ölçüde Zemahşerî ve Beydâvî'-den istifade eder. Hz. Yûsuf'un içine atıldığı kuyunun yeri meselesinde Gûrânî'nin görüşüne paralel olarka, şu şekilde mânâ verir. [443]
Gûrânî'nin aynı âyetteki cümlesi ise şöyledir.[444]
Tefsîr-i îrşâd, yukardaki misalde öâyetu'I-Emânî'ye uygun ifade şekli kullanırken Ra'd sûrenin 13. âyetinde, gene "kile" lafzıyle aksini yapar, "fe lâ mecale lehû" sözüyle şu cevabı verir. [445]
İrşâd'm iştirak etmediği bu tefsir şeklinde Câyetu'l-Emânî, âyetteki "vav" harfi için şu bilgiyi vermiştir. [446]
Ğâyetu'l-Emânî metniyle benzerliği doğrulayan bir başka misal de, !srâ sûresinin ilk âyetinde görülür. Gûrânî, âyetin tefsirinde "Subhâne" kelimesi üzerinde durur, şu açıklamayı yapar:[447]
Ebussuûd Efendi, tefsirinden aldığımız metnin ikinci paragrafında, Gûrânî'nin izah şekline çok uyan kelimeler kullanır [448]
Gûrânî, Enbiyâ sûresinin 79. âyetini tcfsîr ederken Hz. Davud'un verdiği hükmü vahiyle almadığı, içtihat yaparak ihtilafı gidermeğe çalıştığım belirtir [449] Hz. Süleyman'ın içiihadiyle nakzetmediğini savunur.
Ebussuûd Efendi bu konuda aynen Gûrânî'nin görüşünü benimser, kaynak zikremeden sözü kendine mal ederek baba-oğul iki peygamberin verdikleri hükmün, vahiyle değil, içtihatla olduğunu söyler: [450]
Ahmed Gûrânî, Necm sfesinin 27. âyetinden, aşağıdaki hükmü çıkarır, kehânetin bâtıl olduğuna, kerâmet-i evliyanın da melâikeden geldiğine dair âyette delil bulunmadığına inanır, [451]bunu şöyle ifade eder:
Ebussuûd da mânâ itibariyle aynı görüşü savunarak, şu tefsiri verir. [452]
Gûrânî'nin tesirini gördüğümüz son eser de, Konevî'nin Beydâvî hâşiyesidir. Bakara sûresinin ilk âyetlerinde yaptığımız karşılaştırmalarda, Ğâyetu'I-Emânî ile benzerliği olan şu cümleleri tesbit ettik.
Gûrânî, Bakara sûresinin. [453] âyetinde "kîle" lafziyle Beydâvî'yi tenkit ederken şu ifadeyi kullanır: [454]
Gûrânî'nin "ve leyse bi vechin" şeklindeki tenkidine Konevîde iştirak eder, aşağıdaki cümlede görüleceği gibi, "ve fî-hi da'fun" sözüyle Beydâvî'ye cevap verir
Gûrânî, Bakara sûresinin 26. âyetinde Beydâvî'nin tefsîr şeklini "ğayru sedîdin" sözüyle [455] tenkit ederken, Konevî kaynak zikretmeden bu tenkide karşı çıkar, verdiği izahın sonunda aynen şöyle der.[456]
2- Ğâyetu'l-Emânî'ye Yapılan Tenkitler ve Gûrânî'nin Cevaplan:
Tefsîr tarihinde şöhrete ulaşmış her eser, kendisinden sonrakilere az çok, metot ve muhteva yönünden yenilikler aktarsa bile, İstifade edilen yönlen kadar, halefleri tarafından bazı fikir ve görüşleri paylaşılmadığında, tenkit edilmiştir. Tenkit, tefsîrin bütünü içinde belli bir konuda yapıldığı gibi, tefsîr vecihlerinin hepsine şâmil olan, bazen kısa cümlelerdeki fikirlere kadar inen konulan da içine almıştır. Taberî'nin; senedi zayıf rivayetlerinde, Râzî'nin; tefsîrin dışına taştığı iddiasiyle uzun uzadıya ele aldığı kelâmî konularda, Zemahşerî'-nin; mûtezilî görüşleriyle, zayıflığı bilinen hadîsler ve isrâilî haberlerde, Beydâvî'nin, Ebussuûd Efcndi'nin, İsmail Hakkî Burûsevî'nin Zcmahşerî'yi laklid elliği zayıf haberler ile, sûre ve âyetlerin faziletiyle İlgili mev/û hadîslerde, tenkit edildiği bilinen gerçeklerdir.
Tefsîr tarihinde her tabakadan bir kaç müfessirin, kendisinden sonrakilerce istifade edilmesi yanında tenkide mâruz kalması, fikir hürriyeti bakımından sevindirici bir gelişmedir.V. hicrî asır sonlarında tefsirlerde görülmeğe başlayan bu hareket günümüze kadar devam etmiş, tenkitler müfessirin sağlığında yapılmışsa cevaplan verilmiş, vefatından sonrakiler ise, aynı hataya tekrar'düşülmemek yönünden, yazılacak tefsîrlere ışık tutmuştur. Tefsir ilmindeki bu gelişmenin aslı, müfessirin genellikle fikir ve düşüncelerine dayandığı halde, bazen şahsî kırgınlıkların veya insanî zaafların neticesi olarak da tezahür etmiş, ilimde yeri olmayan şahsî problemler sözden yazıya geçerek, sırf tenkil için tenkitler yapıldığı görülmüştür.
Gûrânî de, bu çeşit tenkitlerin hedefine maruz kalmıştır. Bunlar, bir müfes-sirin eserinde yaptığı tenkitlerden farklı olarak müstakil risaleler halinde yazılmış, Ğâyetu'l-Emânî'nin bazı sûrelerdeki tefsîr şekline yöneltilmiştir. Bir eser veya müellifi, takdir edildiği kadar tenkit de edilebilir. Nitekim Osmanlı kaynaklarından bazıları Ğâyciu'l-Emânî'yİ, allâmcteyn Zemahşerî ve Beydâvî'yc mcvâdd-ı kesîrede tenkilleri vardır, şeklinde tanıtırlarken[457] son zamanlarda bazı müellifler takdirlerini bildirmişler, [458]genel yapısı hakkında düşüncelerini ifade etmişlerdir. Bir kısmı da, tefsirin değerini gözönünde tutarak, neşredilmeyişini büyük bir eksiklik saymışlardır. [459] Görüldüğü gibi, Ğâyetu'l-Emânî'yi -az da olsa- tenkit edenler kadar, takdir edenler de olmuştur.
Câyetu'l-Emânî'ye yapılan tenkitlerin varlığından, şimdiye kadar hiç bir kaynak söz etmemiştir. Biz bu tesbiti, Süleymaniye Kütüphanesinde mevcut, Fâtih ve II.Bayezid zamanından kalma, çok sayıdaki "mecmuâ"yı ayrı ayrı karıştırmak suretiyle gerçekleştirdik. Bulabildiğimiz küçük hacimdeki risalelerin değeri, bizce çok büyüktür. Fatih ve Kasidecizade bölümlerinde kayıtlı olan iki "mecmuâ"mn, konumuzla ilgili olan yerlerini ayrı ayrı tanıtalım.
Fatih bölümünde, 3896/4 numarada kayıtlı olan birinci risalesi, 169b-373b arasında 4 varaktan ibarettir. Ebadı, 209 x 114, 173 x 110 dur. Varaklarda normal olarak 26 satır vardır. Mahmud b. Mehmed hattiyle yazılmıştır, müstensih bu varaklan nereden aldığını, hangi tarihte istinsah ettiğini bildirmemiştir. Risalenin adı yoktur, tetkik ve tasnif sırasında kütüphane yetkililerince "Meclis" başlığı konmuştur. Söz başında müstensihin yazısiyle "Bismillâhirrahmânirrahîm ve bi-hî nesteîn" cümlesi vardır. Yazısı, oldukça güç okunan yazılardandır. Ta'-lîk kırmasına uyduğu söylenebİlirse de, müstensihin tahminen aceleci tutumu veya hat san'atındaki yetersizliğinden olacak, yazıda herhangi bir kalite özelliği yoktur. Bazı harflerin normal yazılışları bile aslını kaybetmiş, çok harflerin noktaları kaldırılmıştır.
Metinde, önce Gûrânî'nin Gâyetu'l-Emânî'deki tenkit edilen cümleleri yer alır. Bunu, itiraz edenin ismi verilmeden "kâle'I-fâdılu'l-mu'terid" ibaresiyle itiraz cümleleri takip eder. Daha sonra da Gûrânî'nin "ene ekûlu" veya "ekûlu" laf-ziyle başlayan cevapları yer alır.
Kasidecizade 712 numarada kayıtlı diğer üç risalenin ilki, 16 -I8b, ikincisi 31a-34b, üçüncüsü ise 34b-38b varaklan arasındadır. Ebadı, 181 Xİ35, 123x85 dir, her varakta normal olarak 24-25 satır vardır. Müstensihi ve istinsah tarihi belli değildir, Yazı şekli ta'Iîk-nesih kırması karışımı, çok yerde harfler noktasız, okunmasında güçlükler olan bir yazıdır.
Birinci risale, "Kad Evrade Ba'du'i-FudalâM Şubhen Alâ Mevâdı'in fî Sûrati'l-En'âm" başlığını taşımaktadır, tahminen müstensih tarafından ilâve edilmiştir, mukaddimesi mevcut değildir. Gûrânî'ye ait olduğu ancak, vrk.l7a str.10 da geçen Ğâyctu'l-Emânî adından anlaşılmaktadır. Risale önce Gûrânî-nin tenkit için seçilen cümleleriyle başlar, sonra "kâle'l-mu'terid" ibaresiyle Ğâyetu'l-Emânî'yi tenkit edenin sözleri yer alır, sonunda "ekûlu" sözüyle müfessirimiz, yapılan itiraza cevap verir.
İkinci risalenin başında, Gûrânî'ye ait olmadığını tahmin ettiğimiz "Hâzihi ftirâdâtun Alâ Ğâyeti'I-Emânî, Tefsîri'I-Gûrânî" sözü bulunmaktadır. îlkin Ğâyctu'l-Enıânî'dcn, En'âm ve A'râf sûrelerinden tenkit edilecek cümleler yer alır, gene münekkid ismi verilmeden, sadece "ekûiu" lafziyle tenkit edenin sözleri bunu takip eder. Gûrânî'nin cevaplan olmadığı için bu risale, müfessirin vefatından sonra kaleme alınmıştır.
Üçüncü risale, Fatiha ile Bakara sûresinin ilk âyetlerinde, Gûrânî'nin Keş-şâl ve Envâıu'ı-Ten/îl'c yaptığı tenkitlere tenkit olmak ü/cre yazılmıştır. Bu risalenin de ismi yoktur, ilk cümle Besmele ile başlamıştır, kısa bir mukaddimesi vardır. Fakat burada, Ğâyetu'l-Emânî'yi reddetmek için yazıldığına dair bir cümle mevcut değildir. Bazı muddaîlerin fadl iddiasında bulunduğu, Keşşaf ve Kâdî'yi ikmâl etmek istediği şeklinde ifade kullanılmıştır. İsmini vermesen iiira/ sahibi, meşhur iki tefsirin tenkidine tahammül edemediği için risaleyi yazma ve Ğâyetu'l-Emânî'yi tenkit etme hevesine düşmüştür. Çok az yol aldıktan sonra, başlarken bırakmayı tercih etmiştir. Böylece etiz'î sayıdaki Zemahşcrî ve Beydâ-vî müdafaası yanda kalmıştır.
Fatih nüshası ile Kadızâde nüshasının ilk risalesini Gûrânî cevaplandırdığı halde, hiçbirinde itiraz edenin adı verilmemiştir. Bu gizlilik, bizce önemli olan itiraz sahiplerinin adını bulmakta güçlük yaratmaktadır, Gûrânîyi, sağlığında ve ölümünden sonra tenkit edenler kimlerdir? Elimizde bir delil olmadığına göre, Kadızâde nüshasındaki ikinci ve üçüncü risalelerin sahiplerini, tahminen de olsa, tesbiı etmemiz imkânsızdır. Buna karşılık, diğer iki risale için, bazı ipuçlarından hareket ederek, muterİzin kim olabileceğini tahmin etmek mümkündür. Bunun için elimizde iki delil vardır. Önceden de bahsettiğimiz gibi, [460]Gûrânî tefsirini yazdığı sene Molla Husrev'le arası açılmıştı. Molla Husrev Fâtih'in, kendisini soluna oturtmak istemesi kararını yanlış değerlendirerek Gûrânî'yi suçlu bulmuş, bundan öç almak gayesiyle henüz yeni intişar eden Ğâyetu'l-Emânî'yi tenkit hevesine düşmüştür. Bu, itiraz sahibini bulmakta birinci delilimizdir. Hatta Molla Husrcv'in ianıanılayanıadan bıraktığı Envârıı'ı-Tenzîl haşiyesi, büyük bir ihtimalle ĞâyciuM-Emânî'yc nazire olmak üzere kaleme alınmıştır. Şu haİdc Molla Husrev, sahip olduğu ilmî şöhreti yanında tefsirde kabiliyeti olan, yazdığı haşiyesi tutunup çokça okunan bir nıüfcssirdir.
Ayrıca, müellifler arasında Mecdî Efendi ve Reşâd Faik, onun Tefsîr-i Sû-re-i En'âm'a müteallik risalesi[461] olduğunu haber vermeleri dikkate alınırsa, tahminimizde, gerçeğe oldukça yaklaşmış sayılırız. Çünkü; Kadızâdc nüshasmdaki ilk risalede yer alan tenkillerin çoğu, En'ânı sûresinin âyetleridir. Bu risaleyi çok aradık, maalesef bulamadık. Bize öyle geliyor ki, Molla Husrev Gâyetu'l-Emânî'ye tenkitlerini, yazdığı bu nüshada ele almış, Gûrânî de buradan naklettiği cümlelerle kendisine cevap olmak üzere, günümüze kadar ulaşan iki risaleyi yazmıştır.
İkinci delilimiz, birinciye nazaran daha sağlamdır. Garip bir tecellidir ki, Gûrânî ile Husrev Molla -o zamanın ilim anlayışının gereğinden olacak- birbirlerine muhâsım iki şöhret, iki tarihî şahsiyettir. Husûmetlerini söze döktüklerini bilmiyoruz ama, yazıya dökülenler elimizdedir. Büyük bir ihtimalle, tefsîrini tenkit ettiği için Gûrânî, Molla Husrev'in Risâle-i Velâ' adlı eserine bir tenkit yazmıştır. [462] Burada Molla Husrev'in yanlışlarını bulmuş, ilmini hafife alarak cehaletini ifade eden bazı sıfatlar kullanmıştır. Arkadan Molla Husrev bu itirazlara cevap vermiş, daha da ağır sıfatlarla Gûrânî'ye mukabelede bulunmuştur.
İşte bu iki delilden hareket ederek Gûrânî'yi tenkit eden "faziletli mûterizin" Molla Husrev olacağına inanıyor, mevcut gizliliğe bu şekilde açıklık getiriyoruz.
Risaleler hakkında verdiğimiz bu bilgilerden sonra, sıra ile her birinden bazı pasajlar naklederek Gâyetu'I-Emânî'ye yapılan tenkitlerden misaller sunalım. [463]
Molla Gûrânı ve Tefsîrindeki Metodu üzerine hazırlanan bu çalışmanın I. bölümü, mevcut kaynaklardan istifade edilerek, diğer bölümleri ise, yazma halindeki tefsirin bütünüyle tetkik ve sentezi yapılarak gerçekleştirilmiştir. Ağırlık noktası, tefsirin metodu üzerinde toplanacak şekilde planlanmış, bu arada mü-fessirin hayatı bütün kaynaklarda araştırıldığından, elde edilen malzemenin değerlendirilmesine gidilmiş, bununla bir yandan, yeniden bir çalışma yapılması önlenmiş, bir yandan da tefsir sahibinin çeşitli yönleri tanıtılarak tefsirine ışık tutulmuştur.
Bu maksatla; çalışma planındaki ilk hedef, Gûrânî'nin 80 yıllık ömrünün son günlerine kadar olan dilimleri ele alınmış, her dilim birbirine mümkün mertebe bağlanarak, bir bütün elde etme gayreti güdülmüştür. Böyle bir bütünü sağlamak üzere önce, doğum yeri hakkında mevcut ihtilaf çözüme bağlanmıştır. Ahmed Gûrânî'nin, kaynaklardakinİn aksine, îsferayin veya Şehrezûr'da doğmadığı ilk kez ortaya konmuştur.
Tahsil ve icdrîs hayatı ile, Berkûkıye'de karşılaştığı önemli bi olay gözden geçirilmiş, Ebû Hanîfe neslinden geldiği iddiasiyle ileri sürülen Hamîduddîn adında birinin, gerçek yönü ve olayın içyüzü araştırılmıştır. Bazı kaynakların iddia ettiği haksız ve taraflı sözleri karşılaştırılarak, Gûrânî'nin, hazırlanan bir komplo karşısında kaldığı, olayda suçu olmadığı görülmüştür.
Osmanlı ülkesine gelişi, II.Murad'a takdimi, Şehzade Mehmed'e hocalığı ve ilk dersleri hakkında ileri sürülen görüşlere yeni boyutlar kazandırılmış, yanlışlıklar bir ölçüde giderilmiş, kapalı bulunan noktalara bazı açıklamalar getirilmiştir. Padişah ve saraya yakın çevrelerce takdir edilen ciddiyet ve sağlam karakteri, Şehzade Mehmed üzerindeki başarısiyle ortaya çıkmış, Gûrânî'ye kısa zamanda ikbal kapılarını açmıştır. Bilhassa İstanbul fethine iştiraki, planlama ve tatbik safhalarında Fâtih'e sağladığı destekler, ilini adamı vasfı yanında onun en belirli özeliği olan tarihî şahsiyetini yaratmıştır.
Tarihin akışını değiştiren, 22 yaşında koca Bizans'ı devirerek yeni çağı başlatan genç Sultân, 12 yaşından beri onun fikir ve düşünceleriyle yoğurulduğun-dan, fetih sonrası, resmî görevlerle taltif ettiği hocasını yanından ayırmamıştır. Tayin edildiği kadıaskerlik görevini başarıyla yürütürken, idarî sorumlulukların gereği olan tasarrufları gönlünce yaptığı, üst kademeyi dikkate almadığı iddiala-riyle Fâtih'le olan yakınlığına gölge düşürülmüş, bir ara Anadolu'yu (erketme zorunda bırakılmıştır. Bu terki, Osmanlı kaynaklan jjibi, günümüz müelliflerinden bazıları da yanlış değerlendirmiş, onu Mısır'a Kayıtbay nezdine göndermiştir. Bu sıralarda Gâyetu'l-Emânî yazılmağa başlandığından, devam eden yanlışlık giderilmiş, Mısır'a değil, Şam üzerinden Kudüs'e gidip yerleştiği belirtilmiştir.
Dönüşünü takip eden günler, kazandığı tarihî şöhretin devamını sağlamış, tekrar kadıaskerlik, ardından müftîlik, sonunda şeyhülislamlık vazifeleriyle ilmî-siyasî hayatı, Osmanlı İmparatorluğunda hissedilir boyutlara ulaşmıştır. Üç padişahın siyasî ve ilmî icraatlarına katkıları olmuş, son siyasî otoritesini Cem Sultan hâdisesinde göstermiştir.
îkbal, bu tarihî şahsiyetin peşinden koşarak onu daima yükselttiği halde o, insanî kalıbına çekilerek küçülmek istemiş, cesedinin omuzlarda değil, yerde sürüklenen bir hasır üzerinde taşınmasını tavsiye ve vasiyet edecek kadar tevazu ve alçak gönüllüğünü de, eşine ender rastlanan bir tarzda, tarihe mal etmiştir. Çalışma planındaki ikinci hedef, gerçekleştirilen I. bölümün hacmine dengeli olarak Ğâyetu'l-Emânî'ye çevrilmiş, kaynakların sustuğu, üzerinde hiçbir ciddi incelemenin bulunmadığı tefsîri, yazılış sebebleri ve nüshaları dahi] kaynaklariyle tesbit edilmiştir. Başka bir deyimle, tefsirin dış ve iç yapısı, önceki eserlerle olan. benzerlik ve farklılıkları ortaya konmuştur.
Ğâyetu'l-Emânî,
rivayet ve dirayet tefsîr esaslarım meydana getiren çeşitli konulara ayrı ayrı
tatbik edilerek, şu özellikleri tesbit edilmiştir.[464]
Gûrânî eserini, zamanın tefsîr anlayışına uyarak selefe bağlı bir metotla geliştirmiştir. Kaynaklarından iki şekilde istifadeyi planlamış, Zemahşerî ve Bey-dâvî'ye hemen her âyette müracaat ederken, diğerlerine zaruret halinde yönelmiştir. Bu tutumuyla iki müfessirin genel tefsîr anlayışını benimsediğini belirtmekle beraber, bunlara sık sık müracaatında bir sebeb aramış, âyetleri tefsîr ederken verdikleri bilgilerde yanıldıkları noktalan ortaya çıkarmak istemiştir. Bu iki müfessire bağlanan seleflerinden farklı olarak, tefsirini sanki Zemahşerî ve Beydâvî'nin yanlışlıklarını düzelten bir eser havasına bürütmüş, kabiliyetini, onlara yönelttiği tenkitlerde göstermiştir. Zaten diğer kaynakların tefsîrinde yer alışı genellikle aynı tutumun neticesi olmuş, istifadesi kadar, fikrî yönden ıslahlarını gaye edinmiştir.[465]
Ğâyetu'l-Emânî, rivayet tefsirinin bütün şartlarına uyarak kaleme alınmıştır. Kuranın Kur'ânla, Hz.Peygamberin, sahabe ve tâbiûn'un sözleriyle tefsîri ihmal etmemiş, âyetlerin nüzul sebebleri, nâsih-mensûh oluşunu, kendi ölçüleri içinde belirtmiştir. Bilhassa hadîslerin sahîh olanlarına fazla yer vermesi, âyet ve sûrelerin faziletini bildiren mevzu hadîslerden bilerek kaçınması, Ğâyetu'l-Emânî'ye ayrı bir özellik kazandırmıştır. Zaten yerleşmiş olan, senedlerin hazfi-ne Gûrânî de iştirak etmiş, hadîs metinlerini mecmuâlardaki şeklinden biraz farkla kısaltarak almış veya muhaddislerce cevazı kabul edilen, mânâyı bozmadan yapılan rivayeti benimsemiştir. Bu tarz hadîs naklinde sakınca görmemesi, tutumunun hatalı olmadığına inanması yanında-, tasarladığı tefsîr hacminin şartlarına uymak zaruretinden ileri gelmiştir.
Naklî tefsîrin bünyesine giren isrâİIî haberler, kıssalar, nadiren görülen hikâyeler, tefsîr sahifelerini uzun uzadıya doldurmamişsa da, Gâyetu'l-Emânî'den tamamen silinip anlamamış, Zemahserî'nin akılcı tutumuna ters düşen, çoğunda gerçek payı olmayan sözler Gûrânî'ye, bu müfessîrden sıçramıştır. Şayet hadîs naklinde uyguladığı metodunu isrâilî haberlerde de uygulamış olsaydı, Ğâyetu'l-Emânî, rivayet tefsîri yönünden bütünüyle sağlamlık kazanır, günümüzde üzerinde ciddiyetle durulan isrâiliyyât meselesi, bu tefsîr için söz konusu olmazdı. [466]
Kur'ân-ı Kerîm'i baştan sona tefsîr etmesine rağmen Gûrânî, metot, ve muhtevada yenilik getiren, seleften kopup ayrı bir ekol yolunda adımlar atan, yani otorite vasfı bulunan bir müfessir değildir. Beydâvî, Nesefî, Ibn Temcîd, Ebussuûd Efendi ve diğer müfessirler kendi çapında nasıl şöhrete ulaşmışlarsa, Gûrânî de bunların paralelindedir, eserinde büyük iddialarla ortaya çıkan bir müfessir değildir. O, bugün bile geçerli olan, zamanın ilim anlayışına uymuş bir mü-fessirdir. Tefsîrini olgunluk çağı olan 40 yaşında yazma teşebbüsünde bulunması onu, geniş çapta eser vücuda getirmekten alıkoymuş, bu yüzden hacmini, ömrünün elvereceği ölçüde hesaplamıştır. İşte bu şartlar Ğâyetu'l-Emânî'yi dirayet tefsîri yönünden etkilemiştir.
Buna rağmen konulan işlerken verilen misallerde görüldüğü gibi, Ğâyetu'l-Emânî dirayet tefsîrine gereken ihtimamı vermiş, âyetlerin nahvî, luğavî ve mânâ tefsîrini ön plana almıştır. Kelime ve terkip yönünden cümleleri nasıl tahlil etmişse, i'caz, belagat ve edebî san'atlar yönünden âyetleri tefsîr etmekle, benzeri müfessirlerden ayrılmıştır. Tefsîrinde bu ayrılığın daha belirli izlerini, kıraat-ı seb'a ve aşara tarikiyle yaptığı tefsîr şeklinde göstermiş, kaynaklarından hadîs naklinde nasıl ayrılmış ise, kıraat tefsîrinde de bu kabiliyetini ısbat etmiştir.
Hayatının belil bir döneminde şâfiî mezhebinin esaslarını uyguladığı halde, hanefî mezhebine geçme teklifini reddetmemiş, bu toleranslı görüşünü tefsîrinde de göstererek, mezheb imamları arasında tercihler yapmadan, âyetlerdeki fıkhı ahkâmı, yerine göre dört imamdan faydalanarak açıklamıştır. Bazı müfessirler bağh olduğu mezhebin görüşünü tercih sebebi kıldıkları halde, Gûrânî "bize göre", "ashabımıza göre" deyimlerini hiçbir zaman metnine dahil etmemiştir. Ehl-i sünnet mezhebini, mutezile karşısında müdafaa ederek, kelâmî âyetleri bu yönde değerlendirmiş, fırkaların münakaşalarına katılmadan bu konudaki tatvîlden kaçınmıştır. [467]
Ğâyetu'l-Emânî'yi tefsîr ilmi yönünden ele almadan, istifade etmek üzere okumak isteyen bir okuyucunun gözüyle bakmak gerekirse, bariz özellikleri arasında şunlar söylenebilir. Gûrânî tefsîri, orta hacimde bir tefsirdir. Bundan dolayı işlediği her konuyu kısa ve özlü olarak ele almış, teferruattan kaçınmıştır. Bu yönü aynen, Beydâvî'nin ibarelerindeki hacme benzemekle beraber, Nesefî .metninden daha teferruatlıdır. Beydâvî'yi okumak isteyen her okuyucu, Gûrânî'de aradığını rahatlıkla bulabileceği gibi, bazı yönlerde daha sağlam ve doyurucu bilgiler sağlayabilir. Nesefî ve Ebussuûd, Zemahşerî ve Beydâvî'den uzun nakiller alarak tefsirlerini doldurdukları halde, Gûrânî'de isim zikretmeden yapılan bu şekil nakillerin fazlalığı iddia edilemez.
Ğâyetu'l-Emânî, Beydâvî tefsîrinde görüldüğü gibi, metodik olmaktan uzaktır. Âyetlerin ele alınışında belli bir tefsîr sistemi takip edilmemiştir. Nahvî, mânâ, kıraat tefsirleri, icaz-belâğat esaslarına temas, nüzul sebebi, fıkhı ahkâmın izahında, aynı esaslara sonuna kadar uyulmamıştır. Tefsîrin bu umûmi havasına uymayan bazı istisnalar mevcutsa da, bunların işgal ettiği yer, pek önemli sayılmaz.
Tabiî ilimlerle ilgili âyetlerin tefsiri, işaret ettiği mânâlar, XIII-XIV asırla da izah edilldiği şekillerde bile açıklanmamış, bu gibi konular yönünden Ğâyetn' Emanı çok zayıf kalmıştır. Râzî'nin, Ebû Hayyân'ın verdiği öneme karşılık Pr ram, böyle âyetlerde âdeta susmuş, gözlerini kapamıştır.
Tefsirlerden istifade, okuyanın gayesine göre değiştiğinden, bir eser üzerinde kesin hükme varmak zordur. Âyetleri anlamada karşılaşılan bazı zorlukları gidermek, geniş bilgi almak isteyen okuyucu için, Ğâyetu'I-Emânî istifadeli olmayabilir. Fakat, tefsîr için tefsire müracaat edenler, Beydâvî'den Zemahşerî'-den Ebussuûd'dan Nesefî'den istifade etmeği nasıl tercih ederlerse, Gûrânî'den de aynı istifadeyi sağlayabilirler. Bu yönden bakılacak oIursaĞâyetu'l-Emânî metni, kendi çapındaki eserler kadar sağlamdır, yeterlidir, aktardığı bilgilerle beklenen hizmeti yerine getirmiştir. Bu sebebledir ki, ilim âleminde henüz yeterince bilinmeyen, hatta ismi dahi az duyulan Gâyetu'l-Emânî'nin Osmanlı tefsîr eko-lündeki yerini daha çok boş tutmak, hem eksikliğe göz yummak, hem de yazılış gayesindeki istifadeyi esirgemek olur.
Gûrânî ve
Gâyetu'I-Emânî'sini tarafsız bir gözle okuyup araştırdığımıza göre, müfessirin
bıraktığı manevî mirasın mes'ûliyetini üzerimize almayı, sönük kalan hizmet ve
mesâisini tekrar hedefine tevcih eimeyi, aslî görevlerimiz arasında sayıyoruz.
Bu derûni andımızı, elimizden geldiği ölçüde yerine getirmeyi, bütün imkânları
araştırıp kütüphane raflarında yazma eser halinde duran nüshaları tefsîr
tarihine -nasip olursa- mal etmeyi, hayatımızın şerefli bir hizmeti olarak
görüyoruz. Tevfîk Allah'tandır. [468]
Abdulbâkî, Muhammed Fuâd
el-Mu'cemu i-Mufehras li 'Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerîm, Mısır-1378. Adıvar Adnan
Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitabevi İstanbul-1970. Ahmed b. Hanbel
Musned, Mektebetu'l-İslâmî (ofset) 6 c, Beyrut (tarihsiz). Ahmed b. Mehmed
Tabakâtu'l-Mufessirîn, Bayezid/Veliyyuddin Efendi no.427 (yzm).
Ahmed Muhammed Şâkir
'UmdcTu't-Tefasîrlani'l-Hâfız b. Kesîr, Dâru'I-Maârif, Mısır-1956. el-Bâ'isu'l-Hasîs fî İhtisâri 'Ulümi'l-Hadîs Dâru'1-Fİkr, Beyrut-(tarihsiz) ofset. Ahmed Muhîâr
Feth-i Celîl-i Kostantmiyye, Matbaâ-i Tâhir Bey, fstanbuî-1316. Ahmed Munûfî
- el-Bedru'ı-Tâli' = el-Bcdru't-Tâli' mine'd-DavYl-Lâmî1 Köprülü Kü-tüphanesi no. 1012 (yzm).
Ahmed Naîm
Tecrîd-i Sarih Tercemesi,12 c.,3.bsk.,Ankara-1972.
Akgün, Saime
Molla Gürani, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Mezuniyet Tezi, Üniversite Kütüphanesi Tez no. 4409.
Âlî, Mustafa b.Ahmed
Kunhu'3-Ahbâr,5 c,Matbaâ-i Âmire İstanbul-1309.
Ali Emîrî
Osmanlı Vilâyet-i Şarkıyyesİ, Evkâf-ı İslâmiyye Matbaasi-1337.
Aliyyulkârî
Mevdû'âtu'l-Kubrâ =el-Esrâru'I-Merfû'a fî'l-'Ahbâri'l-Mevdû'a, elma'-rûf bi Mevdû'âti'l-Kubrâ. Tahkîk: Muhammed Sabbâğ, Beyrut-1971.
Altunsu, Abdulkadir
Osmanlı Şeyhülislamları, Ankara-1972.
Andrea, Cascola
Nasîhatu Sultân Murâd, Sadeleştiren: Abdullah Uçman, Tercüman 1001 Temel Eser no 76, lstanbul-197.5.
Arşiv Klavuzu, Topkapı Saray Müzesi [470]
Devlet Basımevi tstanbul-1938 Âşıkpaşa-zâde
Tevârîh-i Âl-i Osman, Matbaâ-i Âmire İstanbuI-1332. Ateş, Ahmet
Fâtih Sultan Mehmed Tarafından Gönderilen Mektuplar ve Bunlara
Gelen Cevaplar, Tarih Dergisi, IV,1953.
Molla Gürani mad.,ÎA,VIII,406-407. Ateş, Süleyman (Doç.Dr.)
Sulemî ve Tasavvufî Tefsîri (doktora tezi), İstanbul-1969.
Işârî Tefsir Okulu (doçentlik tezi), Ankara Üniversitesi Basımevi
Ankara-1974. Âşûr,Dr.Saîd Abdulfettah
eI-'Asru'l-MemâIikî,2.bsk.,Kâhire-I976.
Ayanoğlu, F.İsmail
Fatih Devri Ricali Mezar Taşlan ve Kitabeleri, Vakıflar Dergisi, sayı IV,
Ankara-1958. Ayvansarâyî, Hafız Hüseyin
Hadîkatu'l-Cevâmi' , 2 c,Matbaâ-i Âmire,İstanbul - 1281. Ayverdi, Ekrem Hakkı
Fâtih Devri = Osmanlı Mimarisinde Fâtih Devri, Baha Matbaası, İstanbul - 1973-74. Ayverdi, Sâmiha.
Edebî ve Manevî Dünyası İçinde Fâtih, Halk Basımevi, İstanbul-1953. Babinger, Franz
Mahomet II Le Coquerant et Son Temps, Trad. de L'Allemagne H.E.
del Medico, Payot, Paris-1954. Bâkıllânî, Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib
İ.'câzu'l-Kur'ân. Tahkîk: Seyyid Ahmed Sakar, Dâru'l-Maârif,
Mısır-1963. Baltacı, Cahit
Osmanlı Medreseleri = XV-XVI. Asırlar Osmanlı Medreseleri, İrfan Mî baası, lstanbul-1976.
Barkan, Ömer Lutfi-Ayverdi, Ekrem Hakkı
İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri (953/1546), Baha Matbaa; İstanbul-1970.
Baykal, Bekir Sıtkı
Fâtih Sultan Mehmedin Muhiti = Fatih Sultan Mehmedin Muhiti ve Şahsiyeti Üzerinde Bir Deneme, DTCF Dergisi, XVI. c. den aynbasim, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara-1957,
Baysun, Cavit
Cem Sultan mad., ÎA,III,69.
Beliğ, İsmail Burusevî
Güldeste-i Riyâz-ı İrfan, ve Vefeyât-ı Dânişverân, Hüdavendigâr Vilayet Matbaası, îstanbul-1302.
Berk, Hasan Basri
Meşhur Türk Hukukçuları (basımevi ve tarih belirtilmemiştir).
Berkî, Ali Himmet
Fatih Sultan Mehmed Han ve Adalet Hayatı = Büyük Türk Hükümdarı İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han ve Adalet Hayatı, Kutulmuş Basımevi, îstanbul-1953.
Beydâvî,
Envâru'i-Tenzîl = Envâru't-Tenzîl ve EsrâruVTc'vîl, Matbaâ-i Âmire, İsıanbul-1285,2c.
Bidlîsî, Emîr Şerefhân
Şerefnâme. Tahkîk: Muhammed Abbâs, Teherân (tarihsiz). Bikâ'î, Burhânuddîn Ebû'I-Hasen
Unvânu'z-Zamân = 'Unvânu'z-Zaınân bi Terâcimi'ş- Şuyûhi ve'l Akran. Köprülü Kütüphanesi no 1119 (yzm).
Bilge, Mustafa lutfi
İlk Osmanlı Medreseleri. İstanbul Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi no Dr.
Te. 34 (basılmamış doktora tezi). Bilmen, Ömer Nasuhi
Büyük Tefsir Tarihi = Tabakâtu'l-Müfessirîn, Büyük Tefsir Tarihi,
Ankara-1961. Brockelman, Cari
G.A.L. = Gescehichte der Arabischen Literatür, Leiden-1943-44
Supp = Supplement Band, Leiden-1937-1942. Buhârî, Muhammed b. İsmail
Buhârî veya Cânıi'us-Sahîh = Cânıi'u's-SahîhiM-Buhârî. Dâru'1-Turâ-si'1-Arabî, Kahire-1958 ofsel, 9 c.
Bursalı Mehmed Tahir
Osmanlı Müellifleri. Matbaâ-i âmire, îstanbul-1333,2 c. Cerrahoğlu, Dr.îsmail
Kur'ân Tefsirinin Doğuşu = Kur'ân Tefsirinin Doğuşu ve Buna Hız Veren Âmiller (doktora tezi) Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara-1968.
Yahya İbn Sallâm ve Tefsirindeki Metodu (doçentlik tezi). Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara-1970.
Tefsîr Usûlü (Usûlu't-Tefsir) Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara-1971.
Kitâbu't-Teysir fî Kavâİdi llmi't-Tefsir Bkz. Kâfiyeci, Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali
'Ahkâmu'l-Kur'ân. Tahkik: Muhammed Sâdık Kamhâvî, 2.bsk.,5
c.,Dâru'I-Mushaf Mısır (tarihsiz). Cevdet Bey
La Turqui d'Asie = La Turquie d'Asie, Geographie Administrative Desc-
riptive et Raisonnee de Chaque Province de l'Asie Mineure,4
c.,Paris-1892. Cuveynî, Mustafa Sâvî
Menhecu'z-Zemahşerî = Mcnhecu'z-Zemâhşerî fîTefsîri'l-Kur'ân ve Be-
yâni İ'câzihî. Dâru'l-Maârif, Mısır-1959. Danişmend, İsmail Hakkı
Fâtihin Hayatı ve Fetih Takvimi. İstanbul-1953.
İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi.2 c,Türkiye Yayınevi,İstanbul-1947.
Dâvûdî,Muhammed b. Ali b. Ahmed
Tabakâtu'l-Mufessirîn. Tahkîk:Ali Muhammed Umar,2 c.,Matbaatu'l-
İstıklâli'l-Kubrâ, Mısır-1972. Draz,Dr. Muhammed Abdullah
en-Nebc'u'l-'Azînı = en-Nebe'u'1-Azîm, Nazarâtun Cedîdctun fî'1-Kur'ân, Matbaatu's-Saâde Misır-1969.
Diyarbakır 1973 Yıllığı, Ankara-1973.
Ebû'1-Fidâ
Kitâbu Takvîmi'l-Buldân. M.Reinaud neşri, Paris-1840.
Ebû Hayyân Endclûsî
el-Bahru'1-Muhît fî Tefsiri'l-Kur'ân,8 c,(ofset) Beyrut (tarihsiz).
Ebussuûd, Muhammed b.Muhammed Imâdî
İrşadı 'Aklı's-Selîm = İrşâdu'Aklı's-Selîm İlâ Mezâyâ'l-Kur'âni'I-Kerîm. Matbaatu Muhammed Ali Sabîh, Misır-1952,5 c.
Ebû Şuhbc (Dr.)
FÎ'Uşûli'l-Hadîs, Mısır-1962 Erzi, Doç.Dr. Adnan
Bkz.Lugal
Bkz.Işıkozü Evliya Çelebi
Seyehatnâme,Il c,İkdam Matbaası, îstanbuI-1314. Fâtih Mehmed II Vakfiyeleri Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, Türk Vakfiyeleri no 1,
Ankara-1938:
Feridun Bey
Münşeat = Münşeât-ı Selâtîn. İstanbul-1274. Feyzİye Abdullah
Aynî mad.,İA,H,70. Fındıklılı Süleyman Efendi
MîriVl-Tevârih İstanbul-1338.
Goldziher,îgnas
Mezâhİbu'i-Tefsîri'İ-İslâmî, Almancadan trc. Dr. Abdulhalîm Neccâr.
Dâru'l-Kutubi'l-Hadîsiyye, Mısır-1955. Gökbilgi n, M. Tayyib
Edirne ve Paşa Livası = XV-XVI. Asırlarda Edirne ve Paşa Livası,
İstanbul-1952.
Molla Gürâni ve Padişaha Sunduğu Yazılar, The Müslim East Studies
Edirne mad.,ÎA,IV,Ill. Gürânî, Ahmed Şemsuddîn (Şihâbuddîn)
Ğâyetu'l-Emânî = öâyetu'l-Emânî fî Tefsîri SebYI-Mesânî. A = Damat ibrahim Paşa no 146 (yzm) B = Hekimoğlu no 109 (yzm).
el-Kevseru'I-Cârî = el-Kevseru'1-Câri ilâ Riyâdı'l-Buhârî, Ayasofya Kütüphanesi no 686 (yzm).
Keşfu'I-Esrâr, Süleymaniye/lbrahim Efendi no 72 (yzm). —Şerhu Cem'i'l-Cevâmi', Süleymaniye/Kara Çelebi-zâde no 81 (yzm). —el-'Abkarî = el-'Akbarî fî Havâşri-Ca'berî, Süleymaniye/Kadızâde Mehmet no 10 (yzm).
öazzî, Necmuddîn
el-Kevâkibu's-Sâira = el-Kevâkibu's-Sâ'ira bi'A'yâni'I-Mi'eti'l-'Âşirâ, 3 c.,Beyrut-1945-49 Hamevî, Şihâbuddin Ebû Abbâs
ed-Durru'l Manzum fîFadU'r-RÛm, Süleymaniye/Reîsulkuttâb no 1147/1.
Hammer, Purgstall
Devlet-i Osmaniye Tarihi, Fransızcadan trc.Mehmed Atâ, 11
c.,îstanbuI-133O Hasan Bey-zâde
Târih-i Osmânî, Rağıp Paşa Kütüphanesi no 987 (yzm).
Hatîb Bağdadî
Şerefu "Ashâbi'l-Hadîs, Tahkîk: Doç.Dr. Mehmed S. Hatîboğlu,
Ankara-1971. Hatîb, Muhammed Ucâc
353
îbn Kemâl
Tevârîh-i ÂI-i Osman,VII.defter., Neşre hazırlayan: Dr.Şerafettin Turan, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara îbn Kesîr, İsmail
el-Bâ'isu'l-Hasîs el-Bâ'isu'1-Hasîs bi Şerhi 'İhtisarı 'Ulûmi'l-Hadîs.
Tahkik: Ahmed muhammed Şakîr, 3. bsk., Mısır-1958.
Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm,4 c.Dâru İhyâi'l-Turâsi'l-Arabî,
Beyrut-1969.
İbn Muncyyir, Nâsıruddîn Ahmed b. Muhammed
el-lnsâf = el-İnsâf fi mâ Tedammenehû Keşşaf mine'l-J'tizâl. Keşşaf haşiyesinde. Bkz. Zemahşerî
îbn Salah
Mukaddime = Mukaddime fi Usûli'l-Hadîs,Misır-1931.
İbn Tağrîberdî, Yûsuf Cemâluddîn
Havâdİsu'd-Duhûr = Havâdisu'd-Dühûr fî Medâ'l-Eyyânıi vc'ş-Şuhûr.
Süleymaniye/Ayasofya no 3185 (yzm).
en-Nucûnıu'z-Zâhira = en-Nucûmu'z-Zâhira fî Mulûkı Mısr vc'i-Kâhira
Tahkîk: Dr.îbrahim AH Turhân,16 c.,Mısır-1971. ibn Teymiyye,Takıyyuddîn
Mukaddime = Mukaddime fi'Usüli't-Tefsîr, I. bsk., Tahkîk: Dr. Adnan
Zerzûr, Kuveyt-1971. îbn *Uleyf,Ahmed b. Muhammed
Kiıâbu Durri'l-Manzûm = Kitâbu Durri'l-Manzûm fî Menâkıbi's-Suliân Bâyczîd Meliki'r-Rüm, (müellif haltı) 918 h., Süleynıaniyc/Fatih no 4357. (yzm).
İmam-zâde Esad Efendi
Feth-i Kostantıniyye. Muhib Matbaası, îstanbul-1285. İnalcık, Halil
Fâtih Devri = Fâtih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar. TTK.Ba-
sımevi Ankara-1954.Mehmed II mad.,İA,VII,5O7.
Murad II mad.,İA,VIIIt 608. İorga,N.
İstanbulun Zaptı Hakkında İhmal Edilmiş Bir Kaynak. Çev.: Fazıl
Işıközü-Adnan Erzi, Belleten XIII,sayı 49, sene 1949.
İA = İslam Ansiklopedisi (bütün ciltler) M.E.Basımevi, İstanbul-1950 ve dvm. İsmail Hakkı Burûsevî
Rûhu'l-Beyân = Rûhu'l-Beyân fi Tefsîri'l-Kur'ân.4 c,îstanbul-1285. İstanbul Kütüphanelerinde Fatih Çağı Müelliflerine Ait Eserler, Işıl Matbaası-
es-SunneKable't-Tedvîn, I.bsk., Kahire-1963. —'Usûlu'l-Hadîs ve Mustalahuhû. Darû'I-Fıkri'-Hadîs, Beyrut-1966. Havlî, Muhammed Abdulazîz
Miftahu's-Sunne. Kahire (tarihsiz).
Hayrullah Efendi
Târih-i Dev!et-i Aliyye-i Osmaniye. Matbaâ-i Amire, İstanbuI-12/1.
Hâzin, Alâuddîn Ali b. Muhammed
Lubâbu'ı-Te'vîl = Lubâbu't-Te'vîl fi Ma'ânî't-Tenzil, 4.C îstanbuI-1317 ve 4 c, Matbaatu'l-Meymeniyye, Mısır-1317. Hezârfen Hüseyin Efendi
Tenkîh-i Tevârîh-i Mulûk, Süleymaniye/Halet Efendi no605 (yzm).
Hoca-zâde Sa'duddîn
Tâcu'l-Tevârîh, 2c, Matbaâ-i Âmire, İstanbul-1279. Huart, Claude
Kazasker mad,İA,VII,522.
İsferayin mad.,İA,V,ÎO74. Hûfî,Dr.Ahmed Muhammed
ez-Zemahşerî, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, Mısir-1966.
Hûlî,Emîn
et-Tcfsîr mad., Dâiratu'l-Maârifi'l-İslâmiye, İntİşârâl-ı Cehân, Teheran
J933 ofset,V. c. İbn Cezerî, Muhammed b. Muhammed
Takrîbu'n-Neşr = Takrîbu'n-Neşr fî Kîrââiİ'l-'Aşr. Takîk: İbrahim 'Utve
'İvad, Mısır-1961. İbn Ebî Dâvud, Ebû Bekr Abdillah
Kitâbu'l-Mesâhıf. Tahkîk: Dr.A.Jeffery,I.bsk., Matbaatu'l-Rahmâmyye,
Mısır-1936. İbn Hacer, Askalânî
el-Kâfu'ş-Şâf = el-Kâfu'ş-Şâf fîTahrîci Ehâdîsi'l-Keşşâf. Süleymani-
ye/Esad Efendi no 282 (yzm). —ed-Dureru'I-Kâmine = ed-Dureru'1-Kâmine fi A'yâni'l-Mi'eti's-Sâmine.
Tahkîk:-Muhammed Seyyid Câdulhak, Dâru'l-Kutubi'l-Hâdıse,5
c.,Mısır-1966. îbn Imâdî, Ebû Felah Abdulhayy
Şezerâtu'z-Zeheb = Şezerâtu'z-Zeheb fî'Ahbâri Men Zeheb, 10
c.,Kahire-1351. İbn Kayyim Cevziyye, Abdurrahmân
el-Menâru'1-Munîf. Mektebetu'l-Matbûâti'l-İsIâmiyye,Haleb-1970.
İstanbul-1953.
İstanbul Şehir Rehberi 1971
Harita Genel Müdürlüğü Matbaası, lstanbul-1971
Jeffery, Arthur
Mukaddimetân = Mukaddimetân fî'Ulûmi'I-Kur'ân.A.Jeffery neri,2.bsk., Kahire-1972.The Foreign Vocabulary of The Qur'ân. Rajaratna-1937.
Kâfiyeci, Muhyiddİn Mehmed
Khâbu't-Teysîr fî Kavâidi 'Ilmi't-Tefsîr. Doç. Dr. İsmail Cerrahoğlu Neşri, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara-1974.
Kâmil Paşa, Sadr-ı Esbak
Târîh-i Siyâsî = Târîh-i Siyâsî-i Devlet-i AHyye-i -i Osmaniye. Matbaâ-i Ahmed İhsan, İstanbul-1327.
Kandemir, Dr. M. Yaşar
Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları.Dr.Subhi Salih'in Arapça eserinin ter-cemesi. Ankara-1971.
Karaçelebi-zâde, Abdulaziz Efendi
Ravdatu'l-Ebrâr. Süleymaniye/Ayasofya no 3047 (yzm).
Karadeniz, Naci
Molla Gurani Medresesi Mezarları = Molla Gurani, Cerrah Mehmed Paşa, Haseki Sultan ve Bayram Paşa ile Nakşibendi Medresesi Mezarları. İstanbul Üniversbitesi Edebiyat Fakültesi, 1965-66, Mezuniyet Tezi no 4147.
Kâtib Çelebi, Hacı Halîfe
Takvîmu't-Tevârih. İstanbul-1146(taşbasma)
Sulemu'l-Vusûl = Sullemu'l-Vusul 'ilâ Tabakâti'l-Fuhûl.Süleyroani-
ye/Şehit Ali Paşa no 1887,3 c..(fotokopisi alınmış yzm.)
Keşfu'z-Zünûn = Keşfu:z-Zünün an Esâmî'l-Kulubi ve'1-Funûn.
Milli Eğitim Basımevi, lstanbul-1971,2. bsk.,2 c. Kaydu, Dr.Ekrem
Die İnstitution des Scheyh ül-îslamat' im Osmanischen Staat, Erlangen-1971. Doktora tezi, ofset bsk., Kefevî.Mahmud b. Süleyman
Ketâ'ib = Ketâ'ibu A'lâmi'l-'Ahbâr min Fukahâ-i Mezhebi'n-Nu'mâni'l-
Muhtâr. Süleymaniye / Esad Efendi no 630 (yzm). Kehhâle, Ömer Rıdâ
Mu'cemu'l-Müemfm, 15 c,Matbaatu'l-Terakkî, Dımaşk-1957. Kemalpaşa-zâde
Târîh-i Feth-i İstanbul. Süleymaniye/Şehit AH Paşa no 2720/17 (yzm). Kipert.H.
Anadolu Haritası.Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye Dâiresi.lstanbul-1305. Kristovulos
Târîh-i Sultân Mehmed Hân-ı Sânî. Karolidi trc.,lstanbul-1328.
356
Kocyigit.Prof.Dr.Talat
Hadîs UsûIü,2.bsk.,Ankara-1975. Konevî, İsmail
Hâşiyetu*l-Kâdî.4 c.,îstanbul-1285. Kenannda İbn Temcîd'in Hâşiye-i Ibn
Temcîd 'alâ'I-Kâdî'si vardır. Konyalı, İbrahim Hakkı
Karaman Tarihi. Baha Matbaası, İstanbul-1967. Köprülü, Fuat
Aybeg mad.,İA,II,58.
Baybars I mad.,İA,n,357.
Köylerimiz, Dahiliye Vekâleti Mahalli İdareler Umum Müdürlüğü, İstanbul-1933. Lugal, Prof.Dr.Necati - Doç.Dr.Adnan Erzi
Fatih Devrine Ait Münşeat Mecmuası, İstanbul-1956. Luknevî, Mevlânâ Abdulhayy
el-Fevâ'idu'I-Behiyye = el-Fevâ'idu'1-Behiyye fî Terâcimi'l-Hanefiyye.
Mektebetu Nedveti'l-Maârif-1967.
el-Ecvibetu'1-Fâdıla = el-Ecvibetu'1-Fâdila li Es'ileti'l-'Aşarati'l-
Kâmile, Mektebetu Nedveti'l-Maârif-1969. MacKenzie,D.N.
Gûrân mad.,EÎ2 = Encyclopedie de L'İslam,2.bsk.,EJ. Brill,
Leyde-1965. II.c,1166. Makrîzî, Takıyyuddîn Ahmed b. Ali
Hıtaî = Kiıâbu'l-Mevâ'ızve'l-İ'tibâr bi Zikri Hıtat ve'i-'Asâr.Dâru
Sâdır,Beyrut (tarihsiz) ofset.
Kiıâbu's-Sulûk = Kitâbu's-Sulûk li Ma'rifeti Duveli'l-Mulûk. Tahkik;:
Dr.Saîd Abdullatîf Âşûr. Matbaatu Dâri'l-Kutub, Mısir-1973. Mecdî Efendi
Şekâ'ik Tercemesi = Şekâ'ik-i Nu'mâniye Tercemesi, Matbaâ-i Âmire,
îstanbul-1269.
Mecmua,An.mlf.,Süîeymaniye/Esad Efendi no 2142 (yzm). Mehmed Hurşid
Seyahatnâme-i Hudûd. FaksmiIe,îstanbul-1260. Mehmed Murad
Târih-i Ebî'l-Fâruk,2 c.,Matbaâ-i Âmidî-1325. Mektûbî, îzzet-zâde Abduİaziz
Terâcim-i Ahvâl-i Ulemâ = Terâcim-i Ahvâl-i Ulemâ ve Meşâyıh. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi no TY 2456 (yzm). Mirmiroğlu, Vladimir
Fatih Sultan Mehmed Hân Hazretlerinin Devrine Ait Tarihi Vesikalar,
îstanbul-1945. Muallim Naci
Esâmi', Mahmud Bey Matbaası,' İstanbuI-1308. Müslim, Ebû Huseyn Müslim b.Haccâc
Müslim = Sahîhu Müslim, Tahkîk: Muhammed Fuad Abdulbâki, Dâru
İhyâi'l-Kutubi'l-Arabiyye.I. bsk.,5 c.,Kahire-1955.
Mu'min-zâdc Hasîb Efendi
Silku'l-Le'al (manzum tarih), Süleymaniye/Halet Efendi no.596 (yzm). Mustakîm-zâde, Sa'duddîn Emîrullah Abdürrahmân
Devha-i Meşâyıh = Devha-i Meşâyıh-i Kibar. Süleymaniye/Bağdath
Vehbi no 1148 (yzm).
Meccllciu'n-nisâb. Süleymaniye/Halet Efendi no.628,3 elik.fotokopi, (yzm). Muneccimbaşi, Ahmed b. Lutfullah
Sahâ'ifu'l-Ahbâr. Malbaâ-i Âmire, İstanbul-1285,3 c. Namık Kemal
Evrâk-i Perişan. İstanbuI-1301. Na'nâ a,Dr.Remzi
el-İsrâiliyyâl = eMsrâiliyyâi ve Eseruhû fî Kutubi't-Tefsîr. Dâru'l-Kalem,
Dımaşk-1970. Nesâî,Ebû Abdirrahmân
Suncn - Suncnu'n-nesâî, I,bsk.,8c, Mısır-1930ofset.
Nesefî,AbdulIah b. Ahmed
Medâriku't-Teıv.îl = Medâriku't-Tenzîl ve Hakâ'iku'ı-Te'vîl. pâru İh-
yâi Kutubİ'l-Arabİyye, Mısır (tarihsiz).4 c. Neşrî
Cihannumâ = Kitâbu Cihannumâ. Hazırlayan: F.Reşit Unat-Mehmet
Köymen, Ankara-1957. Nişancı Mehmet Paşa
Mir'âtu'l-Kâinât. Matbaâ-i Âmire,îstanbul-1290.
Okiç,Prof.M.Tayyib
Bazı Hadîs Meseleleri Üzerinde Tetkikler. İstanbul-1959. Osman-zâde Tâib Ahmed
Hadîkatu'l-Vuzerâ ve Zeyli. Süleymaniye/Yazma Bağışlar no 103 (yzm).
Öz, Tahsin
İstanbul Camileri. TTK.Basımevi, Ankara-1962,2 c Pakahn, Mehmet Zeki
Osmanlı Tarih Deyimleri,2.bsk., lstanbuI-1971. Pederson,J.
Mescid mad.,İA,VIII,62. Râğıb Isfahanı, Ebû Kasım Hüseyin
Müfredat = el-Mufredât fî Ğaribii-Kur'ân. Tahkîk: Muhammed Sey-
yid Geylânî, Matbaatu Mustafa Bâbî Halebî, Mısir-1961. Râzî, Fahruddîn
Mefâtihu'l-Ğayb,16 c.,Dâru'l-Kutubi'Hlmiyye,Teherân (tarihsiz) ofset.
Reîsulkuttâb, Hüseyin
Bedâ'i'u'1-Vekâyi'. Hazırlayan: Y.A. Petervesyan, faksmile, Moskova-1961.
Repp, R.C.Dr.
An Examination of The Origins and Developments of The Office of Sha-
ikh al-îslam in The Ottoman Empire. University of Oxford, Worcester
ColIege-1966 (basılmamış doktora tezi) Reşad Faik
Eslâf,2 c.ÂIem Matbaası, îstanbul-131 J.
Rifat Efendi
Devhatu'İ-Meşâyih ma'a Zeyl.Taşbasma (tarihsiz).
Ritter, Helmut
Ayasofya Kütüphanesinde Tefsir İlmine Ait Arapça Yazmalar. Türkiyat Mecmuası (TM), VII-VIII/II, Maarif Matbaası». İstanbul-1945. Sami Bey, Fraschery
Kâmûsu'l-A'lâm, 5 c.Mihrân Matbaası, İstanbuî-1314. Sehâvî, Şemsuddîn Muhammed b. Abdirrahmân
Vecîzu'l-Kelâm = Vecîzu'l-Kelâm fî Zeyli Târihi Duveli'I-İslâm. Köprülü Kütüphanesi no 1189 (yzm).
ct-Tibru'1-Mesbûk = et-Tibru'1-Mesbûk fîZeyli's-Sülûk. Süleymani-
ye/Ayasofya no 3113 (yzm).
ed-DavVİ-Lânıi1 = ed-Dav'u'1-Lâmi'li Ehli Karni't-Tâsi', 12 c,
Kahire-1353. Sem'ânî, Ebû Saîd Abdulkerîm
el-Ensâb. D.S.Margoliouth neşri,faksmile, Leyden-1912. Selâsu Resâ'il fî İ'câzi'l-Kur'ân, Dâru'l-Maârif, Mısır (tarihsiz)
Tahkîk: Muhammed Halefullah-Muhammed Zeğlûl Selâm. Sevengil, Refik Ahmed
Fatih Devrinde Alimler = Fatih Devrinde Alimler, Sanatkârlar ve Kültür Hayatı, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul (tarihsiz). Sobernheim
Kayıtbay mad.,İA,VI,462.
Memlûklar mad.,ÎA,VII,689.
Barsbay mad.,ÎA,II,317.
Çakmak mad.,İA,III,328. Solak-zâde, Hemdemî Mehmed Çelebi
Târîh-i Solakzâde, İstanbul-1297. Subhi salih
Mebâhis = Mebâhis fî'Ulûmi'l-Kur'ân,4.bsk., Dâru'l-Ilmi'I-Melâyîn,
Beyrut-1965. Suyûtî, Celâluddîn
eî-İtkân = el-İtkân fî'Ulûmi'l-Kurân,3.bsk.,2cc,Matbaatu Mustafa
Bâbî Halebî, Mısır-1951.
Tedrîbu'r-Râvî = Tedrîbuf-Râvî fî Şerhi Takribi'n-Nevâvî. Tahkîk:
Abdulvehhâb Abdullatîf,3. bsk.,Mısir-1966.
Esbâbu'n-Nuzûl. (Celâleyn Tefsîri kenarında), 3.bsk.,Mısır-1954.
ed-Durru't-Mensûr = ed-DurruM-Mensîr fî'I-Tcfsîri bi'1-Me'sûr, 6c,
Beyrut (tarihsiz) ofset.
Nazmu'l-'Ikyân = NazmuVIkyân fî A'yâni'l-A'yân, Philip K.Hitti
neşri, New York-1927. , Şâtıbî, Ebû İshak
el-Muvâfakât = el-Muvâfakât fî'Usûli'l-'Ahkâm. Tahkîk: Muhammed
Muhyiddin Abdulmecid,4 c, Kahire-1969. Şehâta, Dr.Abduîlah Mahmûd
Târîhu'l-Kur'ân = Târîhu'l-Kur'ân ve Tefsir, Mısir-1972. Şemsî, Mehmed Molla
Esnıâru't-Tevârîh, Süleymâniye/Haci Mahmul no 4939 (yz»ı). Şevkânî, Muhammed b. Ali
el-BedrıTt-Tâli', 2, c.,Matbaatu'l-Seâde, Mısir-1347. Şevkânî, Muhammed b. Ali
Fethu'l-Kâdîr = Fethu'l-Kadîr el-Câmi'u Beyne Fenneyi'r-Rivâyetİve'd-
Dirâyeti min 'Ilnıi'ı-Tefsîr, 5 c.,Mısır-1964.
Şeyh Veîiyyuddîn, Şeyh Abdulkerîm
Câmi'u'l-'Ehâdîsi'l-Envâriyye = CâmiVl-'Ehâdîsi'l-'Envâriyye ve'l-
'Ahbâri'î-Mustafaviyye. Süleymaniye/H.Hüsni Paşa no 232 (yzm). Bey-dâvî'nin Envâru'l-Tenzîl'indeki hadîslerin (ahricidir Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr
CâmiVl-Beyân = Cami 'u'1-Beyân 'an TeVîli'l-Kur'ân',16 C, Tahkîk:
Mahmud Muhammed Şâkir-Ahmed Muhammed Şâkir, Dâru'l-Maârif,
Mısır-1955. Tâcî-zâde, Sa'dî Çelebi
Münşeat. Prof.Dr.Sl.Lugal-Doç.Dr.A.Erzi neşri, lstanbul-1956. Târîh fî Ahvâl-i Devîet-i Osmaniye, An.mlf., Nuru Osmaniye no 3129 (yzm). Tansel, Dr.Selahattin
Sultan II. Bâyezidin Siyasi Hayatı M.E.Basımevi, îstanbuI-1966. Taşköprîzâde
Şekâ'ik = Şekâ .Ku'n-Nu'mâniyye fî'Ulemâi'l-Devleii'l-Osmâniyye, 2c,
(Vefeyâtu'l-A'yân kenarında), Mısır-1310. Tehânevî, Zafer Ahmdd Usmânî
Kavâ'id fî'Ulûnıi'l-Hadîs. Tahkîk: Abdulfetlâh Ebû Gudde, 3.bsk.,
Beyrut-1972. Tekin, Adil
Fotoğraflarla
Diyarbakır. Diyarbakır-1964. Tekindağ, Dr.Şehabettir» ,
Memlûk SufAnlığı = Berkûk Devrinde Memlûk Sultanlığı,
İstanbul-1961.
Mahmud Paşa mad.,İA,VII,184. Temîmî
Tabakâtu'l-Hanefiyye = Tabakâtu's-Seniyyc fîTerâcîmi'l-Hanefiyye.
Nuru Osmaniye no 3390 (yzm). .
360
Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa
Sünen = Suncnu'ı-Tirmizî. 10c.,-Matbaaiu'l-Endclûs, Hıms-1966.
Topkapı Saray Arşivi (Arşiv Klavuzu) E 6089
Turan, Prof.Dr. Osman
Türk Cihan Hakimiyeti = Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresı,2 c.,İstanbul-1969.
Tursun Bey
Târîh-i Ebi'1-Feth. İstanbul-1330. Uzunçarşıh, Ord.Prof.îsmail Hakkı
Anahatları eserinin müsveddeleri, no 44. (tarihsiz).
Osmanlı Tarihi,2 c.,3. bsk.,TTK Basımevi, Ankara-1972. —Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı.TTK Basımevi, Ankara-1965. —Çandarlı mad.,İA,III,354. —Bayezid II mad.,İA,II,393.
'Ufî
Târîh-i Edirne. İstanbul Üniversite Kütüphanesi no TY 3612 (yzm).
Üner, Prof.Dr. A.Süheyl
Fâtih Külliyesi = Fâtih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayatı. İstanbul-1946. —Fâtih Devri İlim Sanat = Fatih Devri İlim Sanat ve İçtimai Tekamül Hamlelerine Umumi Nazar. Halk Basımevi, İstanbul-1953. Vâhif,
Esbâbu'n-Nuzûl. Kahire-1968. Walsh
Yınanç, lükrimin Halil
iyarbekir mad.,İA,III,622. -\kkoyunlu mad., ÎA,I,252. Yıldız, Dsâkib nâ'il Haqqî Burûsavî, Sa Vie, Ses Oeuvres et La Methode dans Son Taır Rûh al-Bayân, Paris-1972 (basılmamış doktora tezi) B,ük Türk Müfessiri İsmail Hakkı Burûsevî, Erzurum-1975 (basılacak) Zebîdî
Tecrîi Sarîh. Mütercim.Ahrned Naîm,2.bsk., Ankara-1957. Zehebî,Ebû >dillah
Tezkiiu'i-Huffâz. Mısır-1955. [471]
[1] Ğâyelu'l-Emânî.A vrk.23a B vrk.49a.
[2] Keşşaf,!,318.
[3] Ğâyetu'I-Emânî.A vrk.38b B vrk.78b.
[4] Envaru t-ienîl, 1,183.
[5] Keşşâf.1,397.
[6] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.!56a B vrk.3051
[7] Keşşâf,n,391.
[8] frşâdıı 'Akh's-Selînı, 111,151.
[9] Envâru'i-Tenzîl, 1,650. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 201-202.
[10] Ğâyetıri-Emânî, A vrk.l9b B vrk.39b.
[11] Tefsını'l-Kur'âni'l-'A2îm,I,131.
[12] Ğâ'l-Emânî.A vrk.21a B vrk.44b.
[13] Câmi'u'l-Beyân,lII,30.
[14] Dr. Şahâıa, Târîhu'l-Kur'ân vc'l-Tefsîr. 6S-69, 77-84.
Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 203-204.
[15] Bunun en güzel Örneğini "yes'«lu-ke"
kelimesiyle iki âyet (4/153,33/63) "yes'elûneke" ile başlayan 13
âyet (2/189,215,217,219,220,222,5/4,7/187, 8/1,17/85,18/83,20/105,79/42),
"yesleftûne-ke" ile başlayan iki âyet (4/127,176) teşkil etmekledir
[16] el-hkân,l,31.
[17] Cerrahoğlu, Tefsir Usûlü,114.
[18] Daha geniş bilgi için bkz. Menâhilu'l-'İrfân,1,114-16;
Mebâhis,147.
[19] el-hkân,l,35.
[20] a-g-e.,1,32-34; Tefsir Usûlü,115.
[21] Mebâhis, 138-39; Tefsir Usûlü, 116.
[22] Bu konuda bilgi için
bkz.Dr.Şahâta,Târihu'l-Kur'ân,79-80.
[23] Cuveynî, nıcnlıecu'z-Zemahşerî fîTcfsîri'l Kur'ân,
154,
[24] Ğâyelu'l-Emânî, A vrk.23a B vrk.49a.
[25] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 204-206.
[26] Sahîhu'l-Bııhârî, Tefsîru'l-Bakara,6.
[27] Cârnil-Bevân, 111,167-68.
[28] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 24b B vrk.51b.
[29] Sahîhu'l-Buhârî, Tefsîru'l-Bakara, 7.
[30] İrşadu'AkhVSclîm, 1,141.
[31] Tefsîru'l-Kur'âni'l-'A2Îm.I.2O9
[32] Ğâyetu'l-Emânî.A vrk.78b B vrk.l54b.
[33] Sahîhu'l-Buhârî, Tefsîru Sûrati'l-Mâide.ll.
[34] Tefsîru'l-Kur'âni'I-'Azîm,Il,105. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 206-208.
[35] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.20a B vrk.42b.
[36] Ğâyetu'i-Emânî A Vrk.20a"b B vrk.42b.
[37] Tefsîru'I-Kur'âniVAzîm,I,159.
[38] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.29a B vrk.59b. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 208-210.
[39] a.g.e.,A vrk.l29b B vrk.256b.
[40] Ğâyetu'I-Emânî A vrk.l72a B vrk 333b-334a
[41] Keşşâf,H,46]-62.
[42] Envâru't-Tenzîl, 1,707.
[43] Lubâbu'ı-Te'vîl, 11,174.
[44] Tefsîru Kur'âni'l-'AzînUII.
[45] Gâyetu'j-Emânî,A vrk.216a B vrk.41Ib.
[46] EnvâruVTcnzîl, 11,161.
[47] Keşşaf,III,90.
[48] Lubâbu'ı-Te'vîl, 111,347.
[49] Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm,IH,337.
[50] Medâriku'l-Tenzîl, III.164.
[51] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.35Ia B vrk.656a.
[52] Keşşâf,IV,293-94.
[53] Envâru't-Tenzîl, 1V.381.
[54] İrşâdu'AkhVSelîm,,289.
[55] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 210-212.
[56] Keşşâf,U,191; EnvâruM-TenzıI, 11,502.
[57] Keşşâf,U,191; EnvâruM-TenzıI, 11,502.
[58] Kewâf,HI,19.
[59] Envâru'l-Ten7.AıUI,!O8.
[60] Mcdariku'i-Tcnzîl,lll,106.
[61] lrsâdu'Akirs-ScIînı,IV,18
[62] Tefsîru'l-Kur'âni'l-îAzîm,III,229-230.
[63] Tefsîru Celâleyn kenarında,1,215.
[64] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.202a, B vrk.387a.
[65] Keşşâf,III,245; Ğâyetu'l-Emânî A vrk.246a B vrk.462b.
[66] Envâru'l-TenzîI. 11,262
[67] Mcdâriku'l-Tcnzîl, 111,291.
[68] trşâdu 'Aklı's-Sdîııı, IV,199.
[69] Bahru'l-Muhît,VII,203.
[70] Keşşâf,IV,I74.
[71] Envâru'i'Tenzîi,11,257.
[72] Ğâyetu'1-Emânî A vrk.332a B vrk.6l9b.
[73] Keşşâf,IV,197.
[74] F-nvâru'ı-Tenzî!, 11,571.
[75] Ğâyeiu'l-EmânîA vrk. 336a Bvrk.627a.
[76] Mcdârİku'l-Ten?.îl, IV,318.
[77] lrşâdu'AkhVSe1îm, V.216-217. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 213-216.
[78] Remzi Na'nâ'a, cl-İrsâliyyâl, 73-74; Zclıcbî cı-Tefsîr
vc'1-Mııfcssirün, 1,165; Cerralıoğlu, Tefsîr Usûlü, 240-241.
[79] A'raf,7/176; Yûsuf,12/lll.
[80] e1-lsrâiliyyât,165.
[81] a-g.e.,98-101.
[82] 'Umdetu'VTefsîi anİ'l-Hâfı? İbn Kcsîr, 100. ııoı 2.
[83] Cami 'uVSahîlı. VI,208; VI,25.
[84] Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm.1,138,141,301; 11,366 v.s
[85] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 216-218.
[86] Ğâyetu'l-Emânî B vrk.l43İ\ s'tr,7.
[87] Câyciu'l-Emânî. A vrk. I7b B vrk. 35a; E>.vânı'ı-Tcnzî!,
1,89-90
[88] Mcdâriku'i-Tciuîl, 1,55.
[89] İrşâchı'Akirs-Sclîııı, 1,89.
[90] Tersîru'l-Kur'âni'l-'AzîmII,112.
[91] Keşşaf,!,31J.
[92] İrşâdu'Akirs-Sclîııı. 1,124.
[93] LiilıIabu'ı-Te'vîl,I.84.
[94] Cami Vl-Beyfin, 111,59.
[95] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.21b B vrk.45b.
[96] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 218-219.
[97] Envaru'ı-Tenzîl,1,172-173.
[98] Ğâyeiu'l-Emânî.A vrk. 36a B vrk.73b.
[99] Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azi'm, 1,303.
[100] Keşsâf.1,390-391.
[101] EmSıu'l-Tcn/îU.177-78.
[102] Ğâyeiu'l-Emânî A vrk.37a B vrk.?6a.
[103] Tefsîru'I-Kur'fini'l-'Azîm,1.314.
[104] f;n\âıuIl-Tcnzîl,I,438.
[105] GâyciıTl-Emânî.A vrk.99b B vrk.l95b-]96a.
[106] Tefsînı'l-Kur'âni'l-'Azînı,11,236.
[107] Keşşaf,II,268-269.
[108] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.l31b B vrk 260b
[109] Câmi'u'].Beyân,XV,311-3J2;TefSfru'l:KUr'âiıiM-'Azan,
444-45
[110] Cayetu'I-Emânî A vrk.97b B vrk.l90b.
[111] Keşşâf,II,88.
[112] Envâru'i-Tenzîl, 1,430.
[113] Lubâbu't-Te'vîl,II,122-125.
[114] Keşşaf,II,579; ĞâyeEu'l-Emâm.A I96b B
[115] Envâru'ı-Tcnzîl, n,88.
[116] Tefsîru'l-Kur'âni'l-'AzîmJII,1986-87.
[117] İrşâdu'Ak!ı's-Sc1înı, 111,349.
[118] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.I53b B vrk.301a
[119] Lubâbu'.-Te'vîl, 11,86 da SU cümleler okı'
[120] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.I7Ib
[121] Keşşâf,II,458.
[122] Medâriku'i-TcnZîI, 111,322.
[123] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 220-221.
[124] el-İsrâliyyât, 288-89; Cuveynî de aynı konuda lenkiı
eder, Bkz. Menhecu'z-Zemahşerî, 287-S
[125] Keşşâf.1,274.
[126] Envâru't-Tcnzîl,71.
[127] Ğâyetu'I-Emânî A vrk.l4a B vrk. 27b. 222
[128] Keşşâf,I,380
[129] Envâru't-Tenzîl, 1,171.
[130] Ğâyetu'I-Emânî A vrk.35b B vrk. 73a.
[131] Ğâyetu'I-Emânî A vrk.269a B vrk. 5O3b.
[132] Envâru'i-Tenzîl,11,345.
[133] Keşâf, ıi, 374.75 '
[134] a.g.e., II, 312.
[135] Envâru'i-Tenzîl, 1,59i.
[136] Ğâyetu'l-Emânî A vrk. 139b B vrk.275a"b. Doç. Dr.
Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları:
222-224.
[137] el-Burhân,11,30; el-'ltkân,lî,21;
Menâhiru'l-'lrfân,11,78; Tefsîr Usûlü,119.
[138] el-Burhân, 11,29.
[139] McbShis, 272-73. Buna dair diğer misalleı için bkz.
cn-Neshfî'l-Kur'ân, 1,68.
[140] el-Burhân,II,33-34.
[141] el-Mtkân.H.21-22 ve 23.
[142] Mebâhis, 274.
[143] Cerrahoğlu, Tetfsîr Usûlü,123.
[144] Dr. M. Zeyd, en-Ncsh fi'1-Kur'ân,"1,226. tki
ellilik bu eser nesh konusunda en geniş bilgileri ver , başlangıçtan itibaren
konuyu ayrınnlarıylc İncelemekledir.
[145] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.l64b B vrk.320a.
[146] Bu cümle ile nesh hk. bilgi için bk2; Kâfiyeci,
cl-Teysîr, Cerralıoğlu neşri, 73-77.
[147] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.319b B vrk,596a
[148] el-Burhân, 11,32.
[149] Ğâyetu'f-Emânî A vrk.57a B 114b.
[150] Tefsîru Kur'âni'l-'Azîm,I 462.
[151] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 224-227.
[152] Gâyetu'I-Emânî A vrk.25b B vrk.54b-55a.
[153] Ğâyetu'l-Emânî A vrk. 40a B vrk. 82b.
[154] a.g.e-.A vrk.59a B vrk.ll8a.
[155] a.g.e-.A vrk.70a B vrk.l38b.
[156] Câmi'u'l-Beyân,IX,475^80.
[157] FhıTl-Kadir,İI,4.
[158] ĞâyetuM-Emânî, A vrk.232b B vrk.6O3ı
[159] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 227-228.
[160] ĞâyetuM-Emânî A vrk.26b B vrk.55b-56a
[161] ed Durru'1-Mensûr, İJİ74-75-.
[162] el-Bahru'l-Muhît,Il,17.
[163] Lubâbu't-Te'vîl,I,lI3.
[164] Ğâyelu'l-Emânî A vrk.35a B vrk.71b.
[165] Tefsîru'I-Kur'âni'l-'Azîm,I,296.
[166] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.88a B vrk.72a.
[167] Envâru't-Tenzîl, 1,396.
[168] Keşşâf.11,43.
[169] Lubâbu't-Te'vİL, 1.500
[170] lrşâdu'Akiri-SeIîm.11,126.
[171] Keşşâf.11,188.
[172] Envâru'l-Tenzîl.1,500.
[173] Ğâyetu'l-Emânî A vrk,115b B vrk.227a.
[174] a.g.e.,A vrk.l62a B vrk.3I6a.
[175] Keşşâf,II,4I7.
[176] MedârukuVTcn/îl. 11,291.
[177] lrşâdu'Aklı's-Selîıu, 111,182.
[178] Lubâbu't-Te'vİUI.123.
[179] Fethu'l-Kadîr,Hl,176.
[180] Medâriku't-Tenrtl, 111,127.
[181] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.207a B vrk.396a.
[182] Keşşaf,111,208.
[183] Envâru't-Tcnzîl,Il,235.
[184] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.238a B vrk.449
[185] irşâdu'Akirs-Sclîm. 111,172.
[186] Tefsîru'l-Kur'âni'l-'Azîm,111,415.
[187] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 229-233.
[188] Bkz.,sh. 183.
[189] Konu hakkında özet halinde bilgiler için bkz. Tefsîr
Usûlü, 226-27.
[190] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 234.
[191] el-lıkân, II, 180-181; Mukaddimetân, 260-61.
[192] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 234-235.
[193] Envâru't-Tenzî],l,19.
[194] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.8b Bvrk. 16a.
[195] a.g-e., vrk. 160b-16Ia B vrk.313b-314a. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 235-237.
[196] Yûsuf 2, Ra'd 37, Tâhâ 113, Zumer 28, Fussılei 3, Şûra
7, Zuhruf 3, Ahkâf 12.
[197] Nahl 103,ŞUarâl95.
[198] M35-141; Mukaddimelân, 276-77.
[199] İslam ulemâsının bu iddiasını A.Jeffery, The Foreign
Vocabutary of the Qurân adlı eserinde, aşın iddia ile ileri hadde götürmüş, nerdeyse
Kur'ân'ın Arapça olmadığını isbat edecek duruma düşmüşiür.
[200] Suvûtî, alfabetik sıraya göre tesbil ettiği bu
kelimeleri 120 ye çıkarır. Bkz. el-ltkân, 1,137-140.
[201] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 14b B vrk.28b.
[202] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 13a Bvrk.25a.
[203] a-g.e.,Avrk.4pbB/vrk.83a.
[204] a-g.e., A vrk. 44a B vrk. 89b.
[205] a-g-e., A vrk.l77b B vrk. 342b. Bkz. el-ltkân, 1,137.
Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar
Yayınları: 237-239.
[206] el-Iıkfin, 1.182.
[207] Ğâyetu'l-Emânî, a vrk.5b 6a B vrk. 10
[208] a.g.e., A vrk.l I7b B vrk.230b.
[209] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 161b B vrk. 314b.
[210] Keşşaf, 11,414.
[211] Envâru'ı-Tenzîl, 1,670.
[212] İrşâdu AklıVSelîm, 111,180.
[213] Medâriku'l-Tenzil, 11,289.
[214] Câyetu'l-Emânî, A vrk. 35Ia B vrk.657a. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 240-242.
[215] Bkz. sh. 159-164.
[216] Keşşaf, 1,139-140. 242
[217] ĞâyetuIl-Emânî,Avrk.5aBvrk 9a'b
[218] Keşşaf, 1,323.
[219] ĞâyetıTl-Emâiıî. A vrk.24a B vrk.5Ob.
[220] a.g.c, Avrk.82bBvrk.l62a.
[221] Keşşaf. 11,14.
[222] Envâru't-Tenzîl, 1,376.
[223] Keşşaf, 11,460.
[224] Ğâyetu'İ-Emânî, A vrk. İ72a B vrk. 333a.
[225] Envâru'l-TenzıI, [,707.
[226] Medâriku't-Tenzîl, 11,323-24; irşâdu'Aklı's
Sdîm.lll.227.
[227] Envâru't-Tenzît,I,45O.
[228] Câyetu'l-Emânî, A vrk.lO2b B vrk.20Ia
[229] Envârıı'ı-Teıızîl, 1,541.
[230] Ğâyctu'l-Emâiîî, A vrk. 126b B vrk.249b Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 242-246.
[231] Envâri!'l-Tenzîl,I,62.
[232] Ğâyetu'UEmânî, A vrk.l5a B vrk. 29a"b.
[233] a.g.e., Avrk 16b- B vrk. 32D
[234] Envâm'ı-Tenzîl, 1,83.
[235] a.g.e., a.y.
[236] Ğâyetu'l-Emânî, a.y. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 246-248.
[237] Bu konuda Tasavvuf! Tefsirlerden söz ederken bilgi verdik.
Bkz. 140
[238] Müfessir, kendi reyi ile böyle bir mânâyı uygun
gördüğünden, Ğâyelu't-Emânînin bu özelliğini dirâyeî lefsîr esasları içinde
düşündük. Zaıen işârî lefsîr, doğruya nıüfcssirin keşfe dayalı düşünce
mahsûlüdür.
[239] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.lOa B vrk. 19a.
[240] Envâru'ı-TenzîUM, 47-48.
[241] Ğâyelıt'l-Enıânî, A vrk. 37b B vrk. 76b
[242] Envârıı't-Tcıuîl, 1,179.
[243] Ğâyciu'l-Enıârıî, A vrk.54bBvrk. 110b.
[244] Envâru't-Tcn/îl, 1,254; Mcdâriku't-Tcnzîl, 1,203;
İRşâdu 'AklıVSeIîm.1,310.
[245] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.88b B vrk. 173a.
[246] l-nbâbın-Te'vî], 11,54; Mcdâriku'i-Tcnzîl. 11.29.
[247] Ğîi A vrk. 21 la B vrk.403a-b.
[248] Mcdâriku't-Tciız'ıl,lII,14S.
[249] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 248-251.
[250] el-İtkân, 1,149 ve dvnı.
[251] Bkz. sh. 117.
[252] Bkz. sh. 233,4. misal.
[253] Câycıu'i-Emânî.Avrk. 13b b vrk. 26b; EnvârıTt-Tcıızîl,
1.68.
[254] Ğâyetu'l-Emânî, 22b B vrk. 47b.
[255] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 34a B vrk. 69b.
[256] Ğayetu'l-Emânî.Avrk. 88aBvrk 172b
[257] Keşşaf, 11,44.
[258] Ğayetu'l-Emân'i, Avrlc. U3aBvrk 221b
[259] Keşşaf, II, 176.
[260] Envâru't-Tenzî1,1.490. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in
Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 252-254.
[261] Kur’anın 'Câzı hakkında Sen>5 bilgi için bkz.
Bâkıllânî, İ'câzu'l-Kur'ân, 48-50; Mukaddimetân,277-281
[262] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 255-256.
[263] Ğâyetu']-Emânî,Avrk. nt
[264] a.g.e., Avrk.lOaBvrk. 19a.
[265] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 228b B\Wk. 434a.
[266] Dr. Draz, Kur'ânın İ'câzım; luğaıvî, ilmî, ıstâiı-ı
ıchzîb-i içtimaî şeklinde (içe taksim eder. Bkz..Ncbc'u'l-'Azînı, 71-74.
[267] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 62b~63a B vrk. 125a"b.
[268] Keş$âf,1,546-47.
[269] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 256-259.
[270] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 26a B vrk 55b
[271] Keşşaf, 1,333.
[272] Envâru't-Tenzîl, I, 133; İrşâdu Aklı's-Selîm, I,, 151.
[273] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 282a B vrk. 526b.
[274] KeşşâfHI, 452; En vâru'ı-Tenzîl, 11,388.
[275] İrşâdu 'Aklı's-Selîm, V,23.
[276] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 129aB vrk 255b
[277] Ğâyetu'l-emânî, A vrk, I97b B yrk. 379a. 262
[278] a.g.e., A vrk. 275a B vrk. 514a"b.
[279] Keşşaf, 111,409.
[280] Envârıı'i-Tenzîl,Il,365; Medâriku't-Tenzîl, IV.65;
trşâdu 'Aklı's-Selîm, IV. 314-315.
[281] Bu san'atlar hakkînda daha geniş bilgi için bkz.
el-ltkân, 11,36-105
[282] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 259-263.
[283] a.g.c, 11,36.
[284] a.g.e.,a.v.
[285] a.g.e.,11.40-41.
[286] Ğâyetu'l-Emânî, Avrk.8bBvrk.I6a. .
[287] a.g.e-, A vrk. 248a B vrk. 467a.
[288] Ğâyelu'l-Emânî, A vrk. 75b B vrk. 149b.
[289] a.g.e., A vrk. 76a B vrk. 150a. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 264-265.
[290] Muhammed Halefullah, Selâsu Resâ'il Fî
t'câzi'l-Kur'ân, 79.
[291] el-İikân, 11,43.
[292] Ğâyciu'l-Emânî A 165b B 32Ib-322a.
[293] a.g.e.,Avrk. I6DBvrk.33a.
[294] ĞâyetuM-Emftnî. A vrk. 5b B vrk 9b
[295] a.e, A vrk. 47b B vk. 97a
[296] a-e., Avrk, 89b B İrk. 175a. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 265-267.
[297] Selâsu Resâ'i! fi i'câzİ'I-Kur'ân, 775.
[298] Gâyetu'I-Emânî, A vrk. 8a B vrk. 15a.
[299] Ğayetu'l-Emânî, 'AvHc.-8b-9a B vrk. I6b.
[300] a.e.,Avrk 130fa
B vrK. 259a.
[301] a.c.Avrk. 147bbVrk.290a. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 267-269.
[302] Bu konuda daha; geniş
bilgileri Zerkeşî eserinde toplamıştır.
Bkz. el-Burhân, 1,35-52; Doç.Dr.l.Cerralıoğlu, Tefsîr Usûlü,
200-202 de aynı konuda bilgi vermektedir.
[303] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.6b B vrk. llb
[304] a-e.,Avrk. 10bvrk.20b.
[305] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 167a B vrk. 324b.
[306] a.e., Avrk. 159a B vrk. 31 la.
[307] Ğâyetu'l-Em^nî, A vrk. 154b B vrk. 302b.
[308] a.e.,Avrk. 197b B vrk. 379a.
[309] a.e., Avrk. 198b- 199a B vrk. 381a.
[310] Keşşaf, III, 6; Envâru'l-Tenzîl, II, 96;
Medânku'tTenzîl, III, 94; Irşâdu 'Aklı's-Selîm, IV.5.
[311] Ğâyetu'l-Emânî,Avrk.297bBvrk.521b. Doç. Dr. Sakıp
Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 269-274.
[312] Şerhleri hakkında. Eserleri bahsinde bilgi verdik.
Bkz. 118-121.
[313] Ğâyetu'l-Emânî, Avrk. !bBvrk.2a.
[314] el-ltkân, 1,75.
[315] a.e.,a.y; Zerkânîbu konuda eı-Tayyibe'den naklen daha
geniş bilgi verir. Bkz. Menâhilu'l-İrfan, 411-414.
[316] Goldzİher, böyle zayıf ve bâtıl kıraatlardan derlediği
misalleri, Nöldeke'nin Kur'ân Tarihinden de istifade ederek "kıraatlardaki
İhtilaflar" başlığı altında ele almış, konuyu uzunca işlemiştir. İhtilaf
sebebini daha ziyade Arap hattında aramıştır. Müıercİm, Dr. Abdulhâlim Neccâr,
ileri sürdüğü ihtilâfın gerçekte ihtilaf sayılamayacağını delilleriyle
belirtmiştir. Bkz. Mezâhibu't-Tefiri'l-Islâmî, 7-17.
[317] Bu tasnif hakkında bkz. Takrîbu'n-Neşr, 65-68. 276
[318] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 274-276.
[319] Ğâyeiu'l-Emâıı;Âvrk. 3a B vrk. 4b
[320] a.e.,Avrk. 5b-6aBvrk. 10b.
[321] a.e., Avrk.40aBvrk. 82a.
[322] Ğâyctu'l-Emânî, A vrk. 87a B vrk. 1703.
[323] Envânı'i-Tcnzî], 1,392. 278
[324] Keşşaf, II, 36.
[325] Ğâyctu'I-EmflntAvrk. 2I7a Bvrk. 4I3b.
[326] Medâriku'l-Tenzîl, 111,169.
[327] Ğâyelu'l-Emânî A vrk. 272a B vrk.5O8a.
[328] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 276-280.
[329] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 19b B vrk. 39b.
[330] Envâru't-Tenzîl,l,100.
[331] lrşfldu'Aklı's-Sc!îm, 1,105.
[332] Ğâyelu'l-Emânî A vrk. 2Ia B vrk. 45b
[333] a.e., Avrk.21bBvrk'.46a.
[334] Câyetu'l-Emâm, A vrk. 59a B vrk. 120a.
[335] Keşşaf, I, 528.
[336] İr5âdu'Akirs-Sclînı,1,342.
[337] ĞâyeIu'l-Emânî, A vrk. 61a Bvrİfc. I22b.
[338] a.e.,Avrk. 103a Bvrk. 202a.
[339] Ğayeiu'l-Emânî, A vrk. 132a B vrk.261b
[340] Keşşaf, 11, 270.
[341] EnvânVt-Tenzîİ, IJ9O; ĞâyeiıTMinıSnî, A vrk. 40a B
vrk. 82a.
[342] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 280-283.
[343] Zenıahserî'nin kıraatlardaki zayıf durumunu Dr. Hûfi,
el-Zemahşerî, 175 de belirtir.
[344] Ğâyetu'l-Emânî A vrk. 90a~b B vrk. 176b.
[345] Keşşaf, II, 54.
[346] Envâru'!-Tcnzît. 1,563.
[347] Medâriku'(-Tenzît, 11,35; İrşâdu 'AklıVSelîm, 11,139.
[348] el-İnsâf, Keşşaf kenarında, 11,53-54.
[349] Keşşaf. 11,165.
[350] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 11 la B vrk. 217a.
[351] Keşşaf, II, 374-75; Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 151b B vrk
297b .
[352] El-Bahnı'i-Muhît, v, 419-20
[353] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 40a B vrk. 82a
[354] eşşaf, 1,407.
[355] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 244a
[356] Keşşaf, III, 235; Envâru'l-Tenzîl, 11,256. Doç. Dr.
Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları:
283-288.
[357] Burada, Kelâmî Mezheplere Ait Tefsirler bahsinde
verdiğimiz kısa bilgilerden istifade edebiliriz-Bkz.sh.139-140.
[358] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 288-289.
[359] a.e., Avrk.41aBvrk.83b.
[360] Ğâyet'l-Emânî, A vrk. 41a BiVrk. 84a.
[361] a.e.,Avrk. 12bBvrk.24a. .
[362] a.e., A vrk. 96b B vrk. 188a"b.
[363] Envâru'l-Tcnzîl, 1,425.
[364] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 4b B vrk. 8a.
[365] a.g.e., A vrk,123b B vrk. 243b.
[366] Ğâyctu'l-Emânî, A vrk.l28b B vrk. 254a"b. 294
[367] a.e., A vrk. I66b B vrk. 324a.
[368] Câyem'l-Emânî, A vrk. 6b H vrk. I2a.
[369] a.e., Avrk. 125a B vrk. 247a.
[370] a.e-, A vrk, 125b B vrk. 248b.
[371] a.c, Avrk. 15 lb B vrk. 297b.
[372] Envâru'ı-Tenzîl, 1,634. 296
[373] Medâriku't-Tenzil, II, 260
[374] Ğâyelu'l-EiTiânî, A vrk. !94;i B vrk. 372 Doç. Dr.
Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları:
289-298.
[375] CicyeİLi'I-Emânî, Avrk. ]O3bBvrk.2O3 298
[376] Keşşflf, 11,128.
[377] Ğâyetıı']-Emâııî, Avrk. 101bBvrk. 198b.
[378] Ğâyelu'l-Emânî, Avrk. 87b Bvrk. 171b"172a.
[379] Envârırt-Tenzîl, 1,395; Lubâbu'ı-Tc'vîl, 11,48.
[380] ĞâyeiuM-EmSnî, A vrk. 94b vrk. 184b.
[381] Keşşaf, 11,75.
[382] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 60b vrk. 121b.
[383] Keşşaf, I, 532.
[384] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 298-301.
[385] Bu konuda, I. bölümün ilgili sahifelerinde bilgi
verilmişti. Bkz.47.
[386] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 302-303.
[387] Ğâyetu'İ-Emânî, A vrk.30a B vrk.62a. 304
[388] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk. 31b B vrk.64b.
[389] A.e., A vrk.32b - 33a B vrk.67a.
[390] Ğâyelu'I-Emânî A vrk.210b B vrk.402b.
[391] 'Ahkâmu'l-Kur'ân.V.Bâbu'l-Mukâlebe, 180-184.
[392] Mefâtihu'I-Ğayb,XXIII, 219-220.
[393] Keş5âf,III,531.
[394] Ğâyelu'l-Emânî, A vrk.296a B vrk.551b.
[395] a.g.e.,V,270.
[396] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.32a B vrk.66a.
[397] Envânı'l-Tenzî],I,i56. 308
[398] Ğâyetu'J-Emânî, A vrk.34b B vrk.70b.
[399] Envâru't-Tenzîl, 1, 166.
[400] İrşâdu 'Akiı's-Selîm, ],J78.
[401] Ğâyetıri-Emânî, A vrk.89a.B vrk.174a. 310
[402] a.g.e., A vrk.71a B vrk.l40b
[403] Ğâyeiu'l-Emânî, A vrk.200a B vrk.383b.
[404] Envâru't-Tenzîl, 11,100; Mcdâriku'l-Tenrfj; 111,98;
İrşâdu 'AklıVSelînı, IV,10.
[405] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 304-311.
[406] Ğâyeiu'l-Emânî, A vrk.27b B vrk.58a.
[407] Ğâyelu'l-Emânî, A vrk.68b, B vrk.I36a.
[408] Envâru'ı-Tcnzît, 1,316; Medâriku'ı-ieıızîl, 1,263;
İrşfidu 'Aklı's-Selîm, 1,397.
[409] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.69b-70a B vrk.!38a'
[410] a.g.e.,A vrk.315a B vrk.587b.
[411] Keşşaf, IV',68; Envâru'l-Tcnzîl, 11,501;
Mcdfiku't-Tcnrfl, 1V.23O; İrş5du 'Akl.'s-Sclnn, V.142. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz,
Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 311-313.
[412] Envâru'i-TcnzîlJJOV.
[413] Ğâyelu'I-Emânî, A vrk.20a B vrk.43a.
[414] Envâru't-Tenzîl, 1,131. 314
[415] Câyetu'l-Emânî, A vrk.- 25b B vrk.54b
[416] Envârıı'[-Tenzî!, 1,120.
[417] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.23a~b B vrk. 49b.
[418] Keşşaf, 1,331.
[419] Ğâyelu'f-Emânî, A vrk.26a B vrk.55a.
[420] Keşşâf,II,402.
[421] Mcdarikıı'ı-Tcn?!!,11,281.
[422] Lnvâru'l-Tcnzîl, 1,658.
[423] İrşâdıı'Aklı's-Selînı.111,163.
[424] Medâriku't-Tenzîl, 111,114.
[425] Envfiru't-Tcnzîl, 11,115.
[426] Ğâyetu'l-Emânî, A vrk.2O3b B vrk 390a
[427] Keşşaf, 111,462.
[428] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 314-317.
[429] Bkz. Eserleri bahsi, 95
[430] Nüshaların bulunduğu kütüphane adı ve numarasını
parantez içinde verdik.
[431] Bkz.Şehit Ali Paşa nüshası no 59, vrk.33a.
[432] Câyetu'l-Emânî.A vrk.6b B vrfc.12a.
[433] Tcfsîr-i Mevlâ Câmî,373,
[434] Ğâyetu'l-Emânî A Vrk.7a B vrk.12 .
[435] Tefsîr-i Mevlâ Câmî, vrk.37b.
[436] Ğâyeiu'l-Emânî, A vrk.7a B vrk.12 .
[437] Tefsîr-i Mevlâ Câmî, vrk.38b.
[438] Câyetu'I-Emânî,a.y.,
[439] Ş.Ali Paşa no 109 nüshası, vrk.3Ia.
[440] Gâyelu'l-Emânî.A vrk.7a.
[441] Ş.Ali Paşa no 109 nüshası, vrk.37b.
[442] Ğâyetu'l-Emânî A vrk.9a vrk.l8b.
[443] 'lrşâdü 'Aklı's-Sclînı, 111,57
[444] Ğâyctu'l-Emanî B vrk.273b.
[445] 'Irşfıdıı'AklıVSclim. 111,101
[446] Bkz.Ğâvetu'l-Emâtıî B vrk.289fa
[447] a.g.e.,vrk. 32îb.
[448] İrşâdu 'AklıVSelîm, 111,203.
[449] Ğâyelu'l-Emânî, B vrk.377a.
[450] İrşadu 'AklıVSclînı, III,349.
[451] Ğâyclu'l-Emânî, B vrk.619a.
[452] İrşâclıı 'AklıVselinı, v, 202
[453] Ğâyelu'J-Emânî.B vrk.8b.
[454] Hâşiye(u'NKâdî,I,216.
[455] Ğâye-Emânî,B vrk.23a.
[456] Hâşiyelu'l-Kâdî,l,183.
[457] Şekâ'ik, I,')2; Ş(A;Vik Telemesi, l()d; KeuVib,
vrk.429'1; 1 ıkuVIevânh. 11,445- 4?; De\haiu'l-Mcsâyihh, I!.
[458] Cevdet Bey, Tefsir Tarihi, 131-132; Fatih
Külliyesi,184; İ.A,VIII,407 A.Ateş, (Gûrânî mad.)-
[459] Bkz.Bilmem,Büyük Tefsir Tarihi,431-32; Cevdet Bey,
Tefsir Tarihi,131-132; Kaynaklar arasında sadece bu müellif, tefsirin adını
yanlış vermiş, Ğâyeıu'1-Emâm yerine, Ncylu'l-Emânî adını kullanmıştır. Cevdet
Bey'İn yaptığı bu isim yanlışlığı yanında Mustafa Sâvî Cııveyııî,
Ğâyeiu'l-Emânî'yı Kc^al lıâ^iu'leıi atasında saymakla başka yönden halaya
dıbınıKiin. Hk/, McnliLTuV-Zcınahşeıî. 271.
[460] Bkz. sh.123.
[461] Şekâ'ik Tercemcsi.iOS; Eslâf.1.105.
[462] Bu risaleyi yukarıda, Gûrânî'nin eserleri bahsinde
nüshalariyle birlikte zikreitik. Bkz.Sh.123
[463] Risale metinlerinin şimdiye kadar bilinmediğini
gözönünde tuîarak, tamamını burada yayınlamamız mümkündü. Ancak, fazla yer işgalinden
çekindiğimiz için bunları bir bütiın olarak ayrıca neşretmeyi düşünüyoruz.
Bu yüzden, yalnız ilk varaklarının
fotokopilerini, verdiğimiz
metinlerle karşılaştırmak ü/ere yayınlıyoruz. Süleymaniyc/ Fatih no 3896M
nüshası Vrk. 169b-170. Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 318-330.
[464] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 345-346.
[465] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 346.
[466] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 346.
[467] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 347.
[468] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 347-348.
[469] Bibliyografyanın bütününde uygulanmadığı için
müelliflerin vefat tarihlerini almadık.
[470] Bir kısmı müsvedde halinde olduğundan, dipnotlarımızda
Arşiv Klavuzunu zikretmeden, sadice Topkapı Saray Arşivi deyimini kullandık.
[471] Doç. Dr. Sakıp Yılmaz, Fatih’in Hocası Molla Gürâni Ve
Tefsiri, Sahaflar Yayınları: 349-362.