Bu sûre-i şerife; Mekke-i Mükerreme'de nazil olan sûrelerdendir. Yalnız sekiz âyetinin Medine-i Münevvere'de nazil olduğu mervidir. İki yüz altı âyeti hâvidir.
Eslâf-ı kiram, müteşâbihâtm ve bilhassa süver-i Kur'âniye evvelinde bulunan bu misilli hurufatın manâsını «Allahü Tealâ bilir, binanealeyh; bizim için te'viliyle iştigal lâzım değildir» demişler-se de ancak ahlâf indinde ehl-i dalâlin arzularına muvafık te'vil-lerine meydan verilmemek üzere teVili caiz olduğuna nazaran harfi; insanı kâmil olan Resulullah'a, harfi; liya-katına, harfi; müeyyed min indillâh olduğuna harfi de sâdık ve safî olduğuna işarettir. Buna nazaran Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile manâ-yı şerifi: [Ey halâikm ahlâkını ikmâl etmeye lâyık ve ind-i ilâhiden müeyyed, sözünde sâdık ve insan-ı kâmil olan nebi'yyi zişan! Sana nida ederim şu Kuran bir kitaptır ki, taraf-ı ilâhimizden sana inzal olundu] demektir.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran esmâ-ı ilâhiyeden bir isimdir ve kasemdir. Cevabı; 'dir. Buna nazaran manâ-yı âyet: ismine kasem ederim şu Kur'ân bir kitaptır ki, taraf-ı ilâhimizden habibim sana inzal olundu.] demektir. Yahut esmâ-i Kur'ân'dan bir isimdir, yahut bu sûrenin ismidir ve müptedâdır. Haberi lâfz-ı şerifidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: sûresi bir kitaptır ki, taraf-ı İlâhiden sana inzal olundu] demektir.
Tefsir-i Taberi'de İbn-i Abbas'tan naklolunduğuna nazaran meâl-i münifi «Ben Allahü Tealâ, ahkâmı kullarıma tafsil ederim» demektir.
[Kur'ân bir kitaptır ki, sabıkta inzal olunan kitapların cemi' fevaidini ve ulûm-u dünya ve uîûm-u âhireti cami olarak taraf-ı ilâhiden kullarını irşad ve risaletini te'yid için habibim sana inzal olundu. Binaenaleyh; bu kitabın ahkâmını tebliğ ve nâs beyninde neşretmekten senin kalbinde darlık olmasın. Zira; biz bu kitabı sana kalbin daralsm için inzal etmedik, belki o kitabı, senin nâsi inzâr etmek ve müminlere vaaz ve nasihat olmak için inzal ettik.]
Yani; şu âyet nazil oldu.ğu vakitte ne kadar Kur'ân nazil olmuşsa, o Kur'ân insanların menâfi-i diniyye ve dünyeviyelerini cami bir kitaptır ki, o kitapla nâsı inzar ve müminlere vaaz etmen için taraf-ı îlâjıiden sana inzal olundu. Şu halde o kitabın ahkâmını tebliğde nâsın kabul etmemelerinden ve sana eza eylemelerinden kalbine darlık gelmesin. Zira; Cenab-ı Hak tarafından inzal olunan kitabı kullarına tebliğinde Allahü Tealâ senin muîn ve nasırındır ve düşmanların şerrinden seni hıfzedicidir. Binaenaleyh; kalb-i nebevini tazyik etmekte bir fayda yoktur.
Tefsir-i Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile'de bulunan nehye taallûk' eder. Buna nazaran manâ-yı âyet;
[Yâ Ekrem-er'Rusül! Kur'ân'da taraf-ı ilâhiden inzal olunduğunda kalbinde şek olmasın ki, nâsı Kur'ân'la inzara kaadir- olasın] demektir. Zira; taraf-ı ilâhiden olduğunu yakın üzere bilen bir kimse Kur'ân'dan maksad-ı asli olan kâfirleri inzar ve tehdid etmekte şeci' olduğu gibi Rabbisine itimadı ve tevekkülü ziyade olduğundan Kur'ân'la inzarda hiç kimseden perva etmez. Yahut kavl-i lâtifinde bulunan lâfzına mütealliktir. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Senin Kur'ân'la nâsı inzar etmen için Allahü Tealâ senin üzerine Kur'ân'ı inzal buyurdu. Allah'ın inzal ettiğini bilince iyi bil ki, inayet-i ilâhiye seninledir ve inayet-i ilâhiye seninle olunca kalbinde müzayaka olmasın. Zira bir kimse; hafızı ve yardımcısı Allahü Tealâ olduğunu bildikten sonra hiç kimseden korkmaz. Kalbinde korku zail olunca serbest olarak inzar ve. ahkâm-ı Kur'ân-ı tebliğle iştigal et, ehl-i dalâl ve fesada mübâlât etme] demektir. [1]
Vacip Tealâ resulüne kalb-i kavı ve cidd-i sahih ile tebliğ etmesini emrettikten sonra ümmetine de azîmet-i sâdıkayla ittibâ etmelerini emir zımnında buyuruyor
[Rabbinizden size inzal olunan Kur'ân'a ittibâ' edin, Allah'ın gayrı ins ü cinden umurunuza mütevelli ve yardımcı dostlara te-baiyet etmeyin. Zira; ins ü cinnin şeytanlarını dost ittihaz ederseniz sizin taât-ı ilâhiyeden hurucunuza sebep olurlar. Az bir zamanda sizden azıcık bir cemaat tezekkür eder ve Kur'ân'la müt-teız olursunuz.] Çünkü; ekseriniz Kur'ân'a tâbi olmaz hava ve hevesinize ve ins ü cinnin şeytanlarına tâbi olursunuz.
Yani; sizi envâ'-ı nimetleriyle-terbiye eden Rabbinizden inzal olunup resulünüzün size tebliğ ettiği Kur'ân'a ve sünnet-i ne-beviyeye ittibâ edin ve Allah'ın gayrı sizi küfre ve şirke davet eden dostlarınıza ittibâ etmeyin ki, sizi idlâl etmesinler. Siz, müt-teız olmaz, illâ azıcık kimseler mütteız olursunuz. Çünkü; havanıza ittibâ'mız gaaliptir. Binanealeyh; din-i ilâhiyi terkeder edyân-ı batılaya ittibâ' edersiniz ve Allah'ın gayrıya ittibâ'mız sebebiyle hâib ve hâsir olursunuz.
Ayet-i celile; Kur ân'a ve ehâdise ittibâ'm vücubunu ifade ettiği gibi Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile Kur'ân'm maâ-nîsini taallümün vücubuna dahi delâlet eder. Çünkü; Kur'ân'a it-tibâ'; ahkâmını bilmekle olur. Ahkâmını bilmezse ittibâ' mümkün olamaz. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette lâfzı Kur'ân'a
ve hadîse şâmildir. Çünkü; hadîs-i peygamberinin vahy-i ilâhî olduğunu sarahat-ı Kur'ân nâtıktır. Zira; Vacip Tealâ Resulullah hakkında : buyurmuştur. Yani «Resulullah (S.A.) hava ve arzusu üzere aklına gelen şeyi söylemez, belki nutk-u nebevileri taraf-ı ilâhîden ilham olunur vahy-i rab-bânî» demektir. Çünkü; Mir'âtta beyan olunduğu veçhile vahyin üç kısmı vardır ; Birincisi; Cibril i Emin'in lisanıyla taraf-ı ilâhiden Resulullah'a kıraat ve tebliğ olunur. Kur'ân gibi. İkincisi; kıraat etmeksizin İşârâtı melekle Resulullah'a zahir olur. Üçüncüsü; kalb-i nebeviye lemeân eden nûr-u ilâhiyle ilham olunur. Ehâdis4 nebeviye bu iki kısımdandır. [2]
Vacip Tealâ resulüne nâsı inzar etmesini ve ümmetine de ittibâ' eylemelerini emrettikten sonra, Kur'ân'a ittiba etmeyenleri tehdid etmek üzere buyuruyor.
[Çok karyelerin ahalisini biz ihlâk ettik.]
[Binaenaleyh; onlara şiddetle azabımız geceyle evlerinde istirahat ederken veyahut kuşluk vakti uykuda oldukları halde geldi.]
[Onlara bizim azabımız geldiğinde duâîari olmadı, illâ; «Biz nefsine zulmeden zâlimlerden olduk» demeleri oldu.]
Yani; karyelerden çok karye ahalisini küfürleri ve isyanları sebebiyle helake müstehak olduklarında biz ihlâk ettik. Bizim ih-lâkle hükmümüz üzerine gece hanelerinde beytûtet eder veyahut kuşluk vakti kaylûle ve istirahat eder oldukları halde bizim azabımız ve kahr u gazabımız o karye ahalisine geldi. Onlara bizim azabımız geldiğinde duaları, tazarru ve niyazları «Ancak biz zâlim olmuştuk» demeleri oldu. Yani; çok karyelerin azaba istihkakları sebebiyle gece uykuda veyahut gündüz istirahat ettikleri zamanda onlara bizim azabımız geldi, ihlâk ettik. Bizim azabımız geldiğinde onların hal ü şanları hemen zâlim olduklarını itiraf etmekten ibaret oldu ki, azabı defa kaadir olamadılar.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyetten maksud; azabın füc'eten geldiğini ve esbab-ı emniyet ve rahata mağrur olmamak lâzım olduğunu beyandır. Yani; «İnsan kusuruna karşı Cenab-ı Hakkın müsaadesine mağrur olmamalı Ve her vakit azab-ı ilâhinin gelmesinden korku ve endişe üzre bulunmalı» demektir. Çünkü azabın gece yatakta ve gündüz kuşluk vakti geldiğini beyan etmek; her vakit gelmek ihtimali olduğunu beyanla insanların daima endişe üzere olmalarını müstelzimdir. Binaenaleyh Bey-zâvî'nin beyanı veçhile âsîlere azap; şenâatta ve fezâhatta ziyade olsun için vakt-ı rahat ve emniyette geldiğini beyan etmek üzere gecede beytûtet ve gündüzde kaylûle zamanı zikrolunmuştur. Kaylûle; kuşluk vakti uykuyla veya uykusuz istirahat etmektir. Kuşluk vakti bir miktar istirahat ederek yatmak sünnet-i Resulullah'tandır. Her ne kadar azap geldiğinde cürümlerini itiraf ederlerse de azabı muayene zamanı itirafın faydası olmadığına âyet delâlet eder. Çünkü; azap gelmeksizin itiraf-ı cürmederek dergâh-ı ülûhiyete iltica etmek lâzımdır ve o zaman tevbe kabul olur. Amma azap geldikten sonra tevbe kabul olunmaz. Çünkü; zaman-ı yeiste iman bile makbul değildir.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran bu âyette kelimesi tafsil içindir, şekk için değildir. Buna nazaran manâyı âyet: [Bizim azabımız âsîler üzerine bazı kere gece gelir, kavm-i Lût gibi, bazı kere kuşluk vakti gelir, kavm-i Şuayb gibi. Azabımızın nüzulünde geceyle gündüzün farkı yok] demektir.
Âsîlerin helaklerinden sonra duaya iktidarları olamayacağı bedihi olduğundan.bu makamda azabın gelmesiyle duadan murad; azabın emmareleri geldiğinde duadır. Yoksa ayn-ı azap gelip helak olduklarında dua ve tazarru manâsına değildir. Çünkü; helakten sonra duâ mümkün olamaz. İşte bu gibi helaki Kur'ân'da beyan etmek; ümmet-i Muhammed'i intibaha davet etmektir. [3]
Vacip Tealâ kâfirlere azap gelince zulümlerini itiraf ettiklerini beyan ettiği gibi mücerret itirafları kâfi olmayıp elbette herkesin a'malinden sual olunacaklarını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Biz Azîmiişşan kendilerine resuller irsal olunan ümmetlere dar-ı âhirette dünyadaki hallerinden ve resullerimizin davetlerine icabet edip etmediklerinden elbette sual ederiz ve onlara irsal ettiğimiz resullerden de ümmetlerine şeriatlarını tebliğ edip etmediklerinden sual ederiz. Ve resullerine ve ümmetlerine elbette ilm-i yakın üzere biz amellerini haber veriyoruz. Zira; biz ahvalden hiç bir hâl üzere onların amellerinden kaybolmadık. Çünkü; ilmimiz her zaman onların hâllerine lâhiktır.]
Yani; zâlimlerin helakleri zamanında cinayetlerini ikrarları kâfi değildir. Elbette biz resullerimizi gönderdiğimiz ümmetlere resullerimizin dâvetine icabet edip etmediklerini ve icabet ettiklerinde ne gibi amel işlediklerini, resullerini resullerden risaletle-rinin tebliğini, ümmetlerini davetlerinin keyfiyetini sual eder ve onlara ilm-i yakîn üzere cümlesinin amellerini haber veririz. Zira; biz onların a'malinden kaybolmadık.
Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran kâfirlerin zulümlerini ve sair cinayetlerini ikrardan sonra sualin faydası; âsîleri tev-bih ve tekdir etmek, zulmün ve taksiratın sebebinden sualdir, yoksa sual; istilâm için değildir. Zira; "Allahü Tealâ herkesin a'mâlini ve ahvalini bildiğinden istilâma hacet yoktur.
Fahr-i Razi ve Hâzinin beyanları veçhile enbiyâ-yı izamdan kusur sadır olmayıp risaletlerini lâyıkı veçhüzere edâ ettikleri malûm olduğu halde sualin faydası; kafirleri tahkir ve tevbih, enbi-yâ'yı izamın beraetlerini ehl-i mahşere izhar etmektir. Çünkü; kâfirler resullerinin tebliğini inkâr ederler. Enbiyanın tebliğjeri sabit olunca kâfirlerin zilleti, enbiyanm izzeti artar ve hakikat-ı hâl herkese malûm olur. Binaenaleyh; hiçbir itham altında kalmazlar.
Bu âyette beyan olunan sual âyetinde nefyolunan suale münâfî değildir. Zira suali beyan; mahşerin bazı mevkiine ve sual olunmayacaklarını beyan; mevki-i âhara ait olduğundan âyetler beyninde münâfât olmadığı Beyzâvî'nin cüm-lei beyânâtındandır. Çünkü; mahşerin birçok mevkıfleri bulunduğundan bazı mevkıfte sual vaki olur ve bazı mevkifte sual olunmaz. Binaenaleyh; bazı âyette sual olunacaklar^ ve bazı aharda da sual olunmayacakları beyan olunmuştur ki, mevkıflerin tebeddülüne işarettir. [4]
Vacip Tealâ kıyametin ahvalinden, sual ve hesaba işaretten sonra kıyametin ahvâlinden birisi de a'mâlin veznolunacağmı beyanetmek üzere buyuruyor.
[A'mâl-i ibâdı tartmak yevm-i kıyamette sabit ve vâkidir. A'mâl veznolununca şol kimse ki, hasenatı ağır oldu, işte şu mizanı ağır olanlar ancak felaha dahil olup necat bulanlardır ve şol kimse ki, ibadetinin azlığı ve günahının çokluğu sebebiyle mizanı hafif oldu. İşte şu mizanı hafif olanlar şol kimselerdir ki, onlar bizim vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimizi tekzibleri ve nefislerine zulümleri sebebiyle zarar ettiler ki, hasenatı ağır olan kimselerin nail oldukları ihsan-ı ilâhiden mahrumlardır.]
Fahr-i Razi, Hâzin ve Kazi'nin beyanlarına nazaran vezin; adaletle hükmetmek manâsına diyenler varsa da, esah olan a'mâli tartmak manasınadır. A'mâli tartmanın keyfiyeti; amel defterleri Cibril-i Emin'in nezâreti altında olarak hakîkî bir mizanda bir gözüne hasenat defterleri diğer gözüne seyyiat defterleri vaz'olunmak suretiyle .tartılır. Şu halde tartılacak amel değil, belki amelin defterleridir. Çünkü amel; a'raz kabilinden olduğu cihetle tartılmak mümkün değildir.
Yahut (İbn-i Abbas) Hazretlerinden naklolunduğu veçhile hasenat bir cism-i nurânî ve seyyiât bir cism-i zulmânî suretinde tartılır.
Yahut a'malin sahibi bir kere sevabıyla tartılır ve bir kere de günahıyla tartılır, her hangisiyle ağır gelirse ona itibar edilir ve ona göre mükâfat veya mücâzât görür. Binaenaleyh; insan için Cenab-ı Hakkın mükâfatına nail olmaya sa'yetmesi lâzımdır. Aüahü Tealâ kullarının a'mâlini bildiği halde adaletini izhar ve kimseye zulmolunmayacağmı ilân ve herkesin amelini tartmakla hayr-ı kesir olanların ferah ve sürurlarmı ve şerr-i kesîr olanların gumum ve humumlarını tezyid ve ehl-i cinayetin i'tizarlarını kat'etmek için kullarının a'mâlini vezneder ki, gizli birşey kalmasın ve herkes kendinin ve diğerlerinin hallerini açıktan bilsin ve erbâb-ı saadet ve şekaavet herkes indinde malûm olsun, kimsenin şekki ve şüphesi kalmasın ve herkes adalet-i ilâhiyeden'emin olarak yerlerine gitsin ve hiçbir kimse kendine zulmolunduğunu zannetmesin.
Fahr-i Razi ve Hâzin ve Feth-ül Beyan sahibinin beyanları veçhile mevâzîn ; mizanın cem'i olduğuna nazaran her şahsın bir mizanı olacağına veyahut mizanın iki gözü ve dili olduğuna işaret için cemi' sıyğasıyla varid olmuştur.
Mezân; mevzunun cem'i olduğuna nazaran insanların kalpleri, azaları ve lisanlarının amelleri için ayrı ayrı mizan olacağına işaret olmak üzere cemi* lafzıyla varid olmuştur. Şu halde mizanın ağırlığı yla murad; hasenatın ağırlığı ve mı-, z ânın hafifliği yle murad; hasenatın hafifliğidir. Tefsir-i Taberî ve Hazin'de beyan olunduğuna nazaran mîzâmn sahibi Cibril-i Emin'dir. Çünkü; Huzeyfe (R.A.)'den rivayet olunan te hadîste Allahü Tealâ Cibril'e emreder ve buyurur ki, «Kullarımın beyinlerinde amellerini tart, bazılarının amellerini borçları mu-kaabili alacak sahiplerine ver, A'mâlin tartıldığı yevm-i kıyamette altın ve gümüş yoktur. Zâlimin hasenesi varsa hasenesini mazluma ver, hasenesi yoksa mazlumun seyyiesini zâlime ver» buyuracağı mervidir. Şu halde hiçbir kimsenin ettiği yanma kalmayıp her halde herkes amelinin cezasını alacak ve hak yerini bulacaktır. Binaenaleyh; zâlim, zulmü miktarı sevabını mazluma vereceği gibi sevabı yoksa mazlumun günahım zulmü miktarı almak suretiyle ödeşecektir. O halde Cibril-i Emin emr-i ilâhi üzere icrâ-yı adalet eder, mazlumlar zâlimlerden haklarını alırlar ve zâlimlerin sevapları yaptıkları zulümleri mukaabilinde mazlumlara verilir. Sevapları borçlarını ödemezse mazlumların günahları zâlimlere verilir. Hulâsa; Allahü Tealâ'nın rusül-ü kirama ve ümmetlerine amellerinden suâl ettiğinde herkesin a'mâli adalet üzere tartılacağı ve hasenatı ağır gelenin fevz ü felah bulacağı ve seyyiâtı ağır gelenin hâib ve hâsir olacağı ve âyât-ı ilâhiyeyi inkârları sebebiyle azab-ı ilâhiye dûçâr olacakları bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [5]
Vacip Tealâ resulüne ahkâmı tebliğ ve ümmetine ittibâ'ı emredip ittibâ' etmeyenleri dünyada ihlâk ve âhirette suâl ve amellerinin tartılacağını beyanla tehdid ettikten sonra nimetin kesretini ve nimetin kesretine mukaabil şükürlerinin kületiyle tevbih edeceğini beyanetme.k üzere buyuruyor.
[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, muhakkak Biz sizi yeryüzüne mâlik ve arzı sizin karargâhınız kıldık ve istediğiniz gibi tasarruf etmeniz için size kudret verdik ve size yeryüzünde envâ'-ı menâfimizi halkettik ki, eyyâm-i hayatınızda yer içer, giyer, kuşanır ve istediğiniz gibi taayyüş eder ve şu nimetlerimize karşı siz gaayet az şükreylersiniz. Halbuki size lâyık olan nimetlerimizle telezzüz ettikçe nimetin kadrini bilmek ve mün'iminiz olan Allahü Tealâ'ya şükretmektir.]
Yani; biz muhakkak arzı size mekân kıldık ve arzda tasarrufa iktidar verdik ve arzı size temlik ettik ki, istediğiniz gibi tasarruf edesiniz ve arzda sizin için esbab-ı maişeti hazırladık. Siz ise gaayet az şükrediyorsunuz.
Maâyis; maişetin cem'idir. Maişet; Feth-ül Beyan ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ekmek, dikmek ve şâir esbaptan, maişet kendiyle hâsıl olan şeylerdir. Şu halde manâ-yı nazım: [Biz size arzda tasarrufa kudret verdik. Hububat, meyva, mat'ûmât ve meşrubat gibi vücûh-u menâfiinizi arzda halkettik. Bu kadar nimetlerimize nail olmuşken şükrünü ifa etmiyorsunuz] demektir. Halbuki bu kadar nimetleri size veren Vacip Tealâ'ya gecede ve gündüzde nimetin şükrünü eda etmekle ubudiyetinizi daima izhar etmeniz lâzımdır.
Esbâb-ı maişet; ikidir: Birincisi; Allahü Tealâ'nin halk ettiği nimetlerdir. İkincisi; ticaret, sınaat ve sair esbabı kisible hâsıl olan nimetlerdir. Bunların cümlesini abde ihsan eden Allahü Tealâ olduğu için envâ-ı maişeti ve vücuh-u menâf ü halk ettiğini beyan buyurmuş ve az şükrettiklerini beyanla kullarını tevbih ve insafa davet etmiştir. [6]
Vacip Tealâ insanı arz üzerinde tasarrufa mâlik kıldığını ve envâ'-ı maişetini halkettiğini beyandan sonra arza mâlik kıldığını şerh u tafsil etmek üzere buyuruyor.
[Zât-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, muhakkak Biz sizi icad ettik. Sonra validelerinizin rahminde sizin suretinizi halkla tasvir ve havâss-ı hamsenizi vücudunuz üzerinde şak ve envâ'-ı ziynetlerle sizi tezyin ettik. Şu tasvir ve tezyinden sonra Biz meleklere hitaben «Siz Âdem'e secde edin» dedik. Emrimize imtisalca melekler derhal secde ettiler, illâ İblis secde edenlerden olmadı.]
Hz. Âdem ebülbeşer olmak itibarıyla şanına tazim için cemi' sıyğasıyla tâbir olunmuştur. Çünkü Kazı, Fahr-i Razi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette halk ve tasvir olunanla murad; Âdem (A.S.)'dır. Zira; meleklerin secdesine kıble olan Âdem (A.S.)'dir, zürriyeti değildir. Fakat ebülbeşer olduğu cihetle Âdem'i halk; cümle zürriyetini halk ve Âdem'i tasvir; cümlesini tasvir menzilesinde kılındığı için hitap cemisine varid olmuştur. Yahut halk ile murad; Âdem'i halk etmek ve tasvirle murad; Âdem'in zahrında zürriyetini tasvir etmektir. Buna nazaran manâ-yv âyet: [Muhakkak sizin babanız olan Âdem'i halkettikten sonra onun zahrında sizi tasvir ettik. Badehu meleklere Âdem'e secde edin emrini verdik. Onlar da emrimize imti-' sâlen derhal secde ettiler, illâ nüfûs-u habîsenin reisi olan İblis secde edenlerden olmadı. Halbuki secdeyle emrettiğimiz zaman meleklerin içinde bulunduğundan onların idâdmdan ma'dud ve secdeyle emirde dahildi. Lâkin tab'ında olan kibir; secdesine mâni oldu] demektir..
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran secdede üç ihtimâl vardır: Birincisi; secdeyle murad; Âdem (A.S.)'a mücerret tazimdir. Nefs-i secde değildir. İkincisi; secde Allahü Tealâ'ya-dır, fakat Hz. Âdem secdeye kıbledir. Üçüncüsü; secde Âdem'edir. İblis'in meleklerle beraber secdeyle emrolunmasmdan istidlal ederek bazıları melektendir demişlerse de esâh olan İblis cindendir, meleklerden değildir.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran secde; Cennet'e girmezden evvel Cuma günü zevalle ikindi arasında vaki olmuştur. Evvel Cibril-i Emin ikincide Mikâil, üçüncüde İsrafil, dördüncüde Azrail (A.S.) ve" sonra sair melekler secde etmişlerdir.
Secdeyle emrolunan meleklerin küllisi midir, yoksa bazısı mıdır? İhtilâf varsa da esah olan küllisidir, bazısı değildir. . Zira; âyet-i uhrâda küllisinin secde ettğiine sarahat vardır. [7]
Vacip Tealâ meleklere secdeyle emredip İblisin muhalefet ettiğini beyanden sonra İblis'e muhalefetinin sebebini sual ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.
[İblis secde etmeyince Cenab-ı Hak «Ey İblis! Ben sana secdeyle emrettiğim zaman seni secde etmekten hangi sebep m en e t ti» dedi.]
[İblis cevabmda «Ben Âdem'den hayırlıyım. Zira; beni ateşten halkettin ve Adem'i çamurdan halkettin. Ateş ise çamurdan hayırlıdır»' dedi.]
[İblisin şu cevabına karşı Cenab-ı Hak «Ey İblis! İn Cennetten. Zira; senin için Cennet'te tekebbür etmek caiz olmaz» dedi.]
[Binaenaleyh çık Cennet't en. Zira; sen muhakkak zeliller zümr esindensin» demekle İblisi Cennet't en tard etti.] Çünkü; İblis tekebbür etti. Cenab-ı Hak da onu zelîl ve hakîr kıldı. Zira tekebbürün cezası; neticede zillettir.
Yani; Vacip Tealâ İblis'in tıynet-i habisesi olarak ilm-i ilâhisinde mevcut ve mahfuz olan şeyi tahkik ve izhar etmek üzere İblis'e hitaben buyurdu ki «Biz sana secdeyle emrettiğimizde seni secdeden ne gibi şey menetti ve seni secde etmemeye sevkeden dâî ve sebep nedir?» Şu sualin cevabında İblis «Ben Âdem'den hayırlıyım. Zira; beni nur ve ziya verici ateşten ve Adem i zulmâ-nj ve kesif olan topraktan halkettin. Efdalin mefdula tezellülü lâyık olmaz. Binaenaleyh; benim Adem'e secde suretiyle tevâzuum ve tezellülüm lâyık değildir» demekle kendinin hasebi itibarıyla Âdem'den daha hayırlı olduğundan bahsetti. İblis Cenab-ı Hakka karşı tekebbürünü izhar edince Vacip Tealâ huzur-u izzetinden tardetmek tarîkıyla buyurdu ki, «Yâ İblis! Sen Âdem'den efdal olduğundan bahisle emrimize muhalefet edince kemâl-i zül ve hakaaretle Cennet'ten veyahut semâdan yeryüzüne in. Zira; senin için Cennet'te tekebbür etmek ve taatımdan çıkmakla beraber zevk u sefa mahalli olan Cennet'te karar etmek sahih ve caiz olamaz. Binaenaleyh; matrud ve merzul olduğun halde çık Cennet'-ten. Zira; sen zelîl ve mahrumlardansın» demekle tardetti.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyette lâfzı zâiddir. manâ-yı nazım: [Seni secde etmekten ne gibi şey menetti?] demektir; diyenler varsa da, esah olan zâid değildir, nefiy manâsını mufiddir. O halde manâ-yı nazıra: [Senin secde etmemene dâî ve secdeyi terkine sebep olan nedir?] demek olur.
Emrin fevren vücub ifade ettiğine âyet delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ İblis'i derhâl muhalefetinden dolayı zemmetmiştir. Eğer emr-i ilâhî aceleten vücub için olmasaydı derhâl secdeyi terki zemmi mucip olmazdı.
İblis'in kelâmında üç cihetle ma'siyet vardır : Birincisi; emr-i ilâhiye muhalefet, ikincisi; cemaattan ayrılmak ve mukarreb olan meleklerin intizâmından çıkmak, üçüncüsü; Âdem (A.S.)'ı tahkir etmektir.
İblis; madde-i asliyesinin efdal olup, efdalden halk olunan kimsenin de efdal olacağından kendinin efdal olduğu cihetle secdeyi terkettiğini beyan etti. Halbuki fazilet; atiye-i ilâhiyedir. Maddesinin efdal olmasından o maddeden halk olunan kimsenin efdal olması lâzım gelmeyeceğini idrak edemedi. Halbuki fazilet; emr-i ilâhi'ye imtisal ve mucibiyle amel etmekte ve Allah'ın hal-ketmesiyledir, haseb ve nesebe itibar yoktur. Binaenaleyh; haseb ve neseb sahibi olan bir fâsık hiçbir zamanda haseb ve neseb sahibi olmayan bir âbide müsâvî olamaz. Zira; âbidin mertebesi daha âlâdır.
Vacip Tealâ'nın İblis'le tekellümü ihanet tarikıyla olduğu için İblis'in zillet ve hakaaretini icab etmiştir, yoksa enbiyadan bazısına tekellümü gibi şerefini icab etmemiştir. Çünkü enbiyaya tekellümü; alâveçhittazim vetteşrif olduğundan Vacip Tealâ'nın onlara tekellümü şereflerini icab etmiştir. Şu halde İblis'e tekellümü enbiyâya tekellümüne kıyas olunamaz. Çünkü; izzet-i huzurdan makam-ı zillete tardettiği cihetle İblis'in hakaaret ve zilletini mucip olmuştur. İblis tekebbürünü izhâr edince Allahü Tealâ zilletle müptelâ kıldığım beyanla mütekebbir olanların akıbetleri zillet ve meskenet olacağına işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; kibir ve azamet sahiplerinin akıbetleri her zaman zili ü meskenet olduğu görülmektedir. Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile umur-u dinde kendi re'yiyle evvel kıyas takrir eden İblis'tir. Emr-i dinde kendi re'yiyle kıyas beyan eden ve tarîkı haktan çıkan kimseyi Allahü Tealâ'nm yevm-i kıyamette İblis'e mukaarin kılacağı (Ca!-fer) Hazretlerinden mervidir. Çünkü; bu bid'at-ı seyyieyi evvel meydana koyan İblis olduğundan, onun bid'atına ittibâ' edenlerin bayrağı altında bulunacaklarında şüphe yoktur. [8]
Vacip Tealâ; İblis'i dergâh-i ülûhiyetinden tardedince zat-ı ülûhiyetinden mühlet talebetmesi üzerine mühlet verdiğini be-yanetrr°V üzere buyuruyor.
[Cenab-ı Hak İblis'i tardedince İblis «Yâ Rabbi! Onların ba's olunacakları yevm-i kıyamete kadar bana mühlet ver kî, ben onları idlâl ve iğvâ edeyim» demekle tazarruda bulundu. Cenab-ı Hak mühlet verdiğini beyan etmek üzere «Ey İblis! Sen mühlet verilenlerdensin» buyurunca İblis dedi ki, «Yâ Rabbi! Onlar için beni iğvâ etmen sebebiyle elbette onlardan ahz-ı intikaam etmek ve onları idlal eylemek için ben din-i müstakim olan Din-i İslâm ve din-i hak üzerine oturur onların yollarını şaşırtırım.»] İşte İblis böyle demekle evlâd-ı Âdem üzerine musallat olacağına ahd ü peymân etti.
Yani; İblis nâsın kabirlerinden kalkacakları güne kadar mühlet istedi ki, ölümün acısını tatmasın. Halbuki dünyada kimsenin bekaası yoktur, elbette kendi de fenaya gidecektir. Vacip Tealâ mühlet verdi, lâkin onun istediği gibi vakt-ı ba'sa kadar mühlet vermedi. Belki mutlak olarak murizarînden yani uzun müddet muammer olmak üzere müsaade verdiğini beyan etmiştir.
lâfzı sebebiyye ve 'de bulunan mâ-i masdariyyedir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Yâ Rabbi! Senin beni iğvâ etmen sebebiyle beraber elbette ben de sırat-ı müstakim olan dinin üzerine onları idlâl içirt oturur nefsimi onları idlâle hasrederim ve sana vuslat için yürüdükleri yollarını
keserim ve takarrublarına mâni olurum] dedi. Yahut mâ-i kasemdir ve 'deki lâm kaseme cevaptır. Buna nazaran
manâ-yı nazım: [Yâ Rabbi! Beni senin iğvâyla helak etmene kasem ederim ki, elbette din-i haktan onları idlâle sa'y-i beliğle
sa'yederim] demektir. Yahut ; mâi istifhamdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Sen beni esbâbtan hangi sebeple iğvâ ve ih-lâk ettinse ben de onları sırat-ı müstakîmdan iğvâya sa'yederim] demektir. Yahut manasınadır. Buna nazaran: manâ-yı nazım: [Senin beni iğvânla beraber ben de onları iğvâya sa'yederim] demektir. Sırat-ı müstakim üzerine oturmaktan maksadı; ifsad üzre devam edeceğini beyan etmektir,
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile İblis'in küfrü; küfrü :nâdîdir, küfr-ü cehlî değildir. Ziti& mezhebinin tarîk-ı gavâyet dalâlet ve tarîk-ı ilâhinin tarîk-ı müstakim olduğunu ikrar ve itiraf etmiştir. Binaenaleyh; Şeytan'm küfrü cehlinden neş'et etmedi, belki sırf inadından ileri gelmiştir. İnsanlarda dahi küfr-ü inâdî olduğu gibi bilerek inad için kendi zararını kasdedenler dahi vardır.
Allahü Tealâ üzerine ibâdm mesalihine riayet vacip olmadığına âyet delâlet eder. Çünkü; eğer Mu'tezile'nin dedikleri gibi mesâlih-i ibâda riâyet lâzım olsaydı İbiis'i halketmezdi ve halket-tiğinde nâsı ifsad ve kalplerine vesvese ilkaası için uzun müddet müsaade edip muammer kılmazdı. Çünkü; bunların cümlesi ibâdın mesâlihinin hilâfmadır. Gerçi efâl-i ilâhiye maslahattan hâli olmaz, elbette maslahatı mutazammm olur. Lâkin o maslahat abdin menfaatına olmak lâzım olmadığı gibi Allahü Tealâ üzerine vacip de değildir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile İblis'in kutta'-ı tarîk gibi her taraftan beni Âdem'in yollarını keseceğine işaret için herkesin gittiği yolu gözetmek üzere yol üzerinde oturacağını açıktan beyan, etmiştir. Binaenaleyh; bazı kimsenin imandan yolunu keser, küfre ve bazı kimsenin ibadetten yolunu keser, fıska ve bazı kimsenin adaletten yolunu keser, zulme ve bazısını ibadette riyaya sevk eder. Velhâsıl herbirisini birer belâ ile müptelâ kılacağı gibi herkesin istidadına göre ayrı ayrı iğfâlâtta bulunur. Binaenaleyh; İblis insanları aldatmak hususunda asla fırsatı fevtetmez. Şu halde insanlar da buna karşı silâh isti'mâl etmek üzere açıkgöz bulunmak ve Allah'ın emrine itaata dikkat etmek ve şeytan'ın iğfalâ-tına aldanmamak çarelerini düşünmek lâzımdır. Çünkü; madem ki bir düşman ilân-ı harbe ve husumete karar veriyor. İnsanın da hasmına karşı silâh isti'mâl etmesi ve uyanık bulunması meşru' bir vaazife-i diniyesidir.
Hulâsa; pederimiz Âdem'e secde etmediğinden dolayı şeytan matrud olduğu için evlâdından ahz-ı intikaam etmek üzere Vacip Tealâ'dan ömür istediği ve Vacip Tealâ'mn da uzun Ömre müsaade ettiği ve şeytan'm insanları idlâle sa'yedeceğine ahd ü peymân eylediği bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [9]
Vacip Tealâ İblis'in kutta'-ı tarîk gibi beni âdem'in yolları üzerine oturup gözeteceğini beyandan sonra beni âdem'i her taraflarından ihata edeceğine ahdettiğini beyanetmek üzere İblis'ten hikâye tarikiyle buyuruyor.
[Beni âdem'in yolları üzerine oturup tarassud ettikten sonra ben onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından elbette gelir her taraftan iğfal ederim. Binaenaleyh; sen onların ekserisini şükredici bulmazsın.]
Yani; ben onları iğfal etmek için tarîk-ı müstakim üzerine oturduktan sonra elbette onlara her cihetlerinden gelirim. Binaenaleyh; onların Ön taraflarından gelir âhirete şekkettirir, arka taraflarından gelir dünyaya terğib eder, sağ taraflarından gelir emr-i dinlerinde şüphe verir ve sol taraflarından gelir maâsîyi tezyin ederim. Hatta onları bir dereceye getiririm ki, yâ Rabbi! Sen ekserisini nimetlere şükr'edici bulmazsın ve küfrân-ı nimet ederler bulursun.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile şu manâda âhirete doğru gittikleri için âhiret önlerinde
ve dünyayı terkettikleri için dünya arkalarında kalacağına binaen ey dileri yle
murad; âhiret ve half leriyle murad; dünya denilmiştir. (İbn-i Abbas)'-tan
naklen bir rivayette eyd ile murad; dünyadır. Çünkü; insan 'dünyaya sa'yedip
huzurunda olduğu için. dünyaya eydî ve âhiret kaybolduğu için âhirete half
denilmiştir. Yani; «Onların önlerinden gelir dünyayı tezyin ve arkalarından
gelir âhiret-ten tenfir ederim» demiştir. Yahut eydî ile murad; ömürlerinden
bakî kalanda taattan menederim ve half ile murad; ömürlerinden geçmişte vaki
olan seyyiâtlarına tevbeden menede demektir.
Herhangi manâ murad olunursa olunsun,
insanm etrâf-ı erbaasmı şeytan'ın
ihata edeceğini vaad ettiğini âyet-i celi-le beyan etmiştir.
Üst tarafından nazil olan rahmet-i ilâhiyeye hâil olmayacağına işaret için fevk ciheti ve alt tarafından gelmediğine işaret için taht ciheti zikrolunmamıştır. Zira; mütekebbir olduğundan alt cihetinden gelmeyi zikretmemiştir.
İnsanda alet-i şer müteaddid ve alet-i hayır vâhid olduğunu gördüğü için zan ve tahmin üzere insanların ekserisinin şâkir olmayacağını beyan etmekle idlâle muvaffak olacağını iş'âr etmiştir.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran insanın sağında ve solunda melekler olup, şeytan'ın da meleklerden nefret ettiği cihetle kuvvetli gelmeyeceğine işaret için tecavüze delâlet eden ( jft ) lafzıyla varid olmuştur. Sağ ve sol cihetlerinden iğfale çalışmaktan geri durmayacağını beyanla beraber meleklerden fırsat bulamazsa o cihetlerden sarf-ı nazarla geçivereceğine işaret etmiştir.
Hulâsa; gerek dünya, gerek âhiret, gerek gına gerek fakr, gerek hasenat ve gerek seyyiât cihetinden şeytan'm insanı ifsada sa'y ve bu sa'yiyle ekserisini ifsad edeceği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [10]
Vacip Tealâ şeytan'ın her cihetten ifsada sa'y edeceğini beyandan sonra şeytanı kemâl-i zili ü hakaaretle tardettiğini beyanet-mek üzere buyuruyor.
[İblis'in beyan ettiği serkeşlik üzerine Vacip Tealâ dedi ki, «Sen mezmum ve raatrud olduğun halde Cennet'ten çık. Zat-ı ülû-Jıiyetime kasem ederim ki, beni âdem'den sana tâbi olan kimselerle beraber sizin ceminizden Cehennem'i elbette doldururum.]
Şu halde beni âdem'e lâyık olan, şeytan'a ittibâ' etmeyip şerrinden istiâze ve ihtiraz etmektir.
Tefsir-i T aberi'de beyan olunduğuna nazaran manasınadır. zamiri Cennefe yahut semâya yahut melâikeye râci'dir. Buna nazaran manâ-yt şerifi: [Yâ İblis! Mel'un, menfî ve hakîr olduğun halde Cennet'ten veyahut semâdan veyahut meleklerin arasından çık.] demektir.
Hulâsa; kemâli hakaaretle şeytan'm tardolunduğu ve şeytan'a tâbi olanların onunla beraber Cehennem'e girecekleri bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [11]
Vacip Tealâ şeytan1] tardettikten sonra Hzİ Âdem'e Cennet'te sâkîn olmasını emrettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey Âdem! Sen ve zevcen Cennet'te sakin olun, istediğiniz yerden ye nimetten ekledin ve şu ağaca yakın olmayın ki, zâlimlerden olmayasınız.]
Yani; şeytan'ı tard u teb'îd ettikten sonra Vacip Tealâ Hz. Adem'e tavsiye etmek ve mertebesini muhafazayı emir olmak üzere tafahhum tarîkıyla nida ederek dedi ki, «Yâ Âdem! Sen ve zevcen Havva ehi-i tevhidin makam ve makaamı olan Cennet'te sakin olun ve istediğiniz meyvalardan, istediğiniz mahalden ekledin ve şu ağaca yakın olup meyvasmdan ekletmeyin. Eğer eklederse-niz zâlimlerden olursunuz.» Hz. Âdem hitapta asıl olduğuna işaret için ismini zikretmiş ve Hz. Havva tâbi olduğu için ismi zikrolunmamıştır.
Tefsir-i Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile Cennet'te sakin olmalarıyla emir; emr-i taabbüdî veyahut emr-i ibâhe olup, emr-i teklifi değildir ve Hz. Âdem'in zevci Havva (R.A.)'dır. Cennet le murad;Cennet-i Huld'dur. Ve ekletmekle emir; İbâhe içindir. Binaenaleyh; Cennet meyvalarından ekletmek onlar için vacip değildir.
Hulâsa; Vacip Tealâ'nm Hz. Âdemle zevcesine Cennet'te ika-ametlerini ve istedikleri mahalde istedikleri meyvalardan ekletmelerini emrettiği ve Cennet'te bulunan ağaçlardan bir nevi ağacın nıeyvasmdan ekletmeleri memnu1 olduğu ve eğer eklederlerse nefislerine zulmedecekleri cihetle zâlimler zümresinden olacakları bu, âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [12]
Vacip Tealâ Âdem (A.S.) a, iskânla emirden sonra şeytan'm iğfal ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Bizim Cennet'te iskânla emrimiz ve mezkûr ağaca yaklaşmaktan nehyimiz üzerine şeytan Âdem'le Havva'ya örtülü olan avret mahallerini kendilerine izhâr etmek için onları iğfal etti.]
[Ve dedi ki, «Şu ağaçtan Rabbiniz sîzi mene*tmedi. İllâ o ağaçtan yediğiniz surette melek olmanızı veyahut muhalled Cennet'te kalanlardan olmanızı sevmediğinden menetti. Şu halde men olunduğunuz ağaçtan yerseniz ya melek olacaksınız veyahut ebeden Cennet'te kalacaksınız.] Şeytan böyle demekle hilesine devam etti.
[Şeytan böyle demekle de iktifa etmedi, yemin etti ve dedi ki, «Sözümü iyi dinleyin. Zira ben; size elbette nasihat edenlerden ve hayır Öğüt verenlerdenim.]
[Binaenaleyh; şeytan onları azıcık birşeyle aldatmaya delâlet etti ve çalıştı.]
Yani; Şeytan Âdemle Havva'ya vesvese ilkaa etti ki, onları mestur olan avret mahallerini onlara izhar ettirsin ve kendinin rüsvâ olduğu gibi Âdem'le Havva'yı ehl-i Cennet arasında mahcup etsin. Binaenaleyh;. Şeytan vesvesesinde «Sizin Rabbiniz şu ağaçtan ekletmenizden nehyetmedi, illâ sizi melek veyahut Cen-net'te muhalled kalanlardan olmanızı kerih gördüğü için nehyet-ti» demekle iğfale sa'yetti ve sözünü terviç için yemin etti ve dedi ki, «Ben muhakkak size nasihat edicilerdenim». Binaenaleyh; onlara birtakım gururla hile etti ve mertebe-i izzetten iskaata çalıştı.
Fahr-i Razi> ve Hâzin'in beyanları veçhile vesvese; mü-kerreren gizli söylemektir. Şeytan Hz. Âdem'in ve Havva'nın kalplerine şecereden ekletmeyi ilkaa etti. Binaenaleyh; eklettiler. Ve akıbet Cennet'ten çıktılar.
Vesvesenin keyfiyetinde ihtilâf varsa da Hz. Âdem ve Havva Cennet'in kapısının iç tarafına gelirler ve şeytan da kapının dışına gelip kapının dışından hafi surette söz söylemek suretiyle vesvese ettiği ekser-i müfessirînin kelâmlarından müstebandır. Yahut Şeytan Cennet'e duhulden menolunmuşsa da bir hayvan suretine temessül ederek girdiğinden hazene-i Cennet bilemediler. Yahut tekrim suretiyle girmekten memnu' ise de zillet ve meskenet suretiyle girmekten memnu olmadığından Hz. Âdem'e iptilâ için zillet ve meskenetle'gitmiş ve mefsedetini ikaa etmiştir.
Âdem (A.S.) şeytan'ın secdeden imtinâ'mı ve ilâyevmilkıyâm adavetini bilirse de kirâren ve mirâren şecereden eklini söyleyip ve ekletmekte menfaat olduğuna dair yemin ettiğinden sözüne inanmıştır. Çünkü; düşmandan harikulade olarak nasihat sudur etmesi baid olmadığından ve defaatla ısrar ve ilhah ettiğinden kelâmım doğru zannetmiştir. Beyzâvfnin beyanı veçhile ihtiyaç olmaksızın halvette avret mahallini açmak hatta zevcesi yanında bile bilâzarure açmak kerahet olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; örtülü mahallin açılmasına sev'e tâbir olunmuştur. Sev'e ise fena ve kotu manasınadır. Binaenaleyh; örtülü mahalli lüzumsuz açmak fena ve kötü diye menolunmuştur.
Şeytan'm vesveseden garazı; Âdem (A.S.)'m hürmetini iskaat ve mansıbını zayi etmek olduğuna işaret için garaza delâlet eden ile varid olmuştur.
Şeytan'm vesvesesinde «Rabbinizin nehyi; sizin melek veyahut muhalled olmamanız içindir» demesi melek olmak veyahut muhalled kalmaya ümitlendirmektir., Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hz. Âdem'in tamaı; meleklerde olan kemâlât-i fıtriyeye ve yemek, içmek gibi ahval-i beşeriyeden kurtulmak cihetineydi. Binaenaleyh Hz. Âdem'in tamaı meleklerin enbiyadan efdal olmalarına delâlet etmez ve Âdem (A.S.) in şu talebi nübüvvetini izhar etmezden evvel olduğu mervidir. «Şecereden eklettirmekle mertebe-i âliyeden derece-i süflâya tenzil etti ve onları birtakım evhâmâtla mağrur kıldı» demektir. Çünkü tedIiye ; Bey-zâvî'nin beyanı veçhiie bir şeyi yukarıdan aşağıya irsal etmektir. Gurur; dünya metamdan ehemmiyeti ve değeri olmadık bir şeye hud'ayla aldatmaktır. İblis; Âdem'le Havva'nın Cennet'teki rahatlarına ve nail oldukları nimetlere nispetle hiç değeri olmayan belki ayn-ı mazarat olan şecereden eklettirmekle aldattığını Ce-nab-ı Hak beyan buyurmuştur.
Hulâsa âyet; üç hükmü hâvidir: Birincisi; açılması kerih olan mahalleri açılıp mahcub etmek için şeytan'ın Âdem'le haremi Havva'yı aldattığı; ikincisi v; vesvesesinin hulâsası «Cenab-ı Hak sizin melek veya muhalled olmanızı istemediği için sizi nehyetth demesi olduğu, üçüncüsü; sözüne revaç vermek için aBen size nasihat ederim» diyerek yemin etmesidir.[13]
Vacip Tealâ şeytan'm hilesi üzerine şecere-i mezkûreden eklettiklerini ve ekledince zuhur eden hâlâtı bevanetmek üzere buyuruyor.
[Seylan'ın iğvâsı üzerine Âdem ve Havva menhî olan ağacın meyvasından azıcık ta Kılarsa menhî olan şeyi irtikâb ettiklerinden dolayı söylenmeyecek mahalleri kendilerine zuhur etti. Kemâl-i hayalarından ve o mahallerinin açılmasının kabili olduğunu bildiklerinden Cennet'in ağaç yaprağından üzerlerini setrettiler. Adem'le Havva'ya Rableri nida etti ve dedi ki «Ben sizi şu şecerenin eklinden nehyetmedim mi ve size şeytan adaveti meydanda bir düşmandır demedim mi?»]
Yani; Âdem'le Havva ekli memnu' olan ağaçtan ekletmek üzere ta'mmı tattılarsa ma'siyetin şeameti sebebiyle derhâl ukubet-i ilâhiye kendilerini yakaladı. Üzerlerinde olan kisveleri soyuldu. Birbirlerinden görülmeyecek mahalleri zuhur etti. Aklen o mahallerin açılması çirkin olduğu için filhâl Cennet ağaçlarının yapraklarından üzerlerini setretmeye müsaraat ettiler ve Rableri de itab tarikıyla1 nida etti ve dedi ki, «Ben sizi şu ağacın eklinden nehyet-medim mi ve şeytan size düşmandır demedim mi; memnu' olan şeye niçin cüret ettiniz?» suretiyle hitab-ı ilâhi zuhur etti.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile gaayet az eklettiklerine işaret için mezkûr ağaçtan tattıkları beyan olunmuştur. Çünkü zevk; birşeyin ta'mını bilmek için azıcık birşeyi yutmaktan İbarettir. Nehyblundukları ağacın buğday veya bağ çubuğu ve şâire olduğuna ve nehyin hikmetine dair tefsîlât Sûre-i Ba-kara'da geçmiştir [14]. Avret mahallini keşfetmek zaman-ı Âdem'de dahi kabîh olduğuna âyet delâlet eder. Zira; Âdem ve Havvâ'-nın açılan mahallerini derhâl setretmeye sa'yettiklerini âyet nâtık-tır. Bazı rivayete nazaran incir ağacının yaprağiyla setretmişler ve yaprağı yaprak üzerine sıvamak istemişlerdir.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Cennet'te Âdem (A,S.) la Havva (R.A.) nın libasları nurdan olup yekdiğerinin vücutlarım görmezlerdi. Mahut şecereden ekledince derhâl nur üzerlerinden zail olmuş ve açığa çıkmışlardır. Yahut libasları tırnak şeklindeymiş. Menhî olan ekil vuku bulunca hemen o libas üzerlerinden zail olmuş, şu kadar ki, hatıra olmak üzere ellerinde ve ayaklarında tırnak mahalleri bakî kalmıştır. [15]
Vacip Tealâ Âdem (A.S.) m ve Havva (R.A.) nın menhî olan şecereden eklettiklerini beyandan sonra şecereden ekledince vaki olan nedametlerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Menhî olan şereceden şeytan'ın iğvâsiyla eki o d ip üzerlerinde olan kisvenin zail olmasıyla hata ettikleri tezahür edince Adem ve Havva tazarru ve niyaz tarikıyla dediler ki, «Ey bizi envâ'-i nimetleriyle terbiye eden Rabbimiz! Biz ma'siyetle nefsimize zulmettik ve Cennet'ten ihraç olunmaya müstahak kılmakla nefsimizi ızrar ettik. Eğer sen bizim kusurumuzu afla mağfiret etmez ve tevbe-mizi kabulle merhamet buyurmazsan elbette biz helak oluculardan oluruz» demekle dergâh-1 ülûhiyete iltica ettiler.]
Beyzâvî'nin beyanına nazaran mağfiret olunmadığı takdirde günah-ı sağire üzerine azap terettüb edeceğine âyet delâlet eder. Zira; Âdem (A.S.) la Havva (R.A.)'nın hatîeleri günah-ı sağire kabilinden olduğu halde «Eğer ya Rabbi! Sen bizi mağfiret etmezsen biz helak oluruz» dediler. [16]
Vacip Tealâ şeytan'ın iğfali üzerine vaki olan zellelerine binaen Âdem (A.S.) la Havva (R.A.) nın istiğfarlarını beyandan sonra Cennetten yeryüzüne inmelerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ dedi ki, «Bazınız bazınıza düşman olduğunuz halde inin Cennet'ten, durmayın. Sizin için yeryüzünde mahail-i karar ve vakt-i merhûnuna kadar nimetlerinden tena'um ve telez-züz Vardır ve arz üzerinde hayat bulur ve yeryüzünde ölür ve yevm-i kıyamette yerden çıkarsınız» demekle hatt-ı hareketlerini tayin buyurmuştur.]
Yani; İblis iğfal edince vaki olan hataları üzerine istiğfar ve kusurlarını itiraf ettikten sonra Vacip Tealâ Âdem (A.S.) a ve Havva (R.A.) ya ve zürriyetlerine hitaben veyahut Âdem, Havva ve İblise hitaben dedi ki, «Sizin bazınız bazınıza şiddetle adavet edici olduğunuz halde inin Cennet'ten yeryüzüne. Sizin için yeryüzünde mahall-i kararınız ve yevm-i kıyamete kadar metâ'-ı dünya ile telezzüz ve taayyüş etmek vardır» demekle karargâhlarını tayin ettikten sonra «Siz dünyada ve arz üzerinde hayat bulur ve hayatınızın hitamında arz üzerinde ölür ve haşir günü arzdan ihya olunur ve huruç edersiniz» demekle hayatlarının ve mematlarının ve kıyamette huruşlarımn hepsi arzda vaki olacağını beyan buyurmuştur.
Bu âyette hutîutla emir; Âdemle Havva'ya ve zürriyetine olmak ihtimali varsa da Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile esah olan Âdem (A.S.) a ve Havva (R.A.) ya ve İblis'e emirdir. Binaenaleyh, Âdem'le İblis'in zürriyetleri beyninde ilâyevmilkıyâm adavetin bekaasma âyet-i celile delâlet eder ve şeytan ilâyevmilkıyâm beni âdeme düşman olup fırsat düştükçe idlâl etmekten hâlî kalmaz. [17]
Vacip Tealâ yeryüzüne inmelerini emredip ve -yeryüzü karargâhları olduğunu beyandan sonra yeryüzünde muhtaç oldukları nerşeyi inzal ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey âdem oğulları! Sizin avret mahallinizi setrettiğiniz libası ve tezeyyün eylediğiniz ziynetlerinizi, üzerinize Biz Azîmüşşan muhakkak inzal ettik. Mahârim-i ilâhiycden ittikaadan ibaret olan libas-i takva size libas-ı cemalden hayırlıdır. İşte şu inzal olunan libas; kudret-i ilâhiyeye delâlet eden alâmât-ı ilâhiyedendir. Me'-mul ki, beni âdem ta'dâd olunan nimetleri tezekkür eder düşünürler ve 121 ün'imin hukukunu edâ etmek üzere nimetlerin şükrünü ifâ ederler.]
Vacip Tealâ Âdem'le Havva'yı yeryüzüne indirince dinde ve dünyada muhtaç oldukları libası halk buyurduğunu beyanla libasın nimet-i uzmâ olduğunu tasrih buyurmuştur. Zira; Tefsir-i Hâ-zin'de beyan olunduğu veçhile namazda setr-i avret lâzım olduğu cihetten libasa umur-u dinde ihtiyaç olduğu gibi sıcaktan ve soğuktan muhafaza hususuna dair umur-u dünyada dahi libasa şiddetle ihtiyaç vardır. Binaenaleyh; libas insanlar üzerine şükretmesi vacip olan nimetlerdendir. Pamuk, keten ve saire gibi libasa esas olan nebatatın husulüne sebep olan yağmurun semâdan nazil olduğu cihetle Vacip Tealâ libası «İnzal ettik» buyurmuştur ki, müsebbib olan libas zikrolunmuşsa da sebeb olan yağmur mut-ad olduğu Fahr-i Razi'nin cümie-i beyanatındandır. Yahni arzda bulunan cümle berekâtm esası semâdan nazil olduğu cihetle libasın esası da semâdandır. Binaenaleyh; «Sizin avret mahallinizi setre-decek libası sizin üzerinize inzal ettik» buyurmuştur. Yahut ve manasınadır. Yani «Biz Azîmüşşan sizin dinde ve dünyada muhtaç olduğunuz v^ açılması ayıp olan mahallinizi setrettiğiniz libasınızı halketmekle sizi merzuk ettik ki, üzerinizi setreder, huzur-u ilâhide kemâl-i edeble bulunur ve hararet ve burudetten nefsinizi vikaaye edersiniz» demek olur..
mutlaka mal manâsına olduğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervidir. Yahut insanın taayyüş ettiği herşeye ıtlak olunur. Yahut insanın gerek üzerine giymekle ve gerek altında döşenmekle ziynet ve tecemmül için ittihaz ettiği melbûsât ve mefruşattır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ey beni âdem! Biz Azîmüşşan sizin üzerinize iki nevi libas inzal ettik. Birincisi; bir libas ki, onunla avret mahallinizi setredersiniz. İkincisi; bir libas ki, onunla tezeyyün eder ve güzel görünürsünüz.]
ile murad; -avret mahallîni setreden libastır. Ve şanına ihtimam için tekrar zikrolunmuştur. Yahut harpte istimal olunan zırh ve'kalkan gibi dldt-ı harptir. Yahut edâ-yı salât için istî'mâl olunan libastır.
Şu manâların kâffesine nazaran libas lâfzı manâ-yı hakîkîsinde müsta'meldir. Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran İbas-ı takva ile murad; imandır. Zira; imanla, mümin nefsini Cehennemiden vikaaye ettiği içm imana libas-ı takva denmiştir. Yahut amel-i salihtir. Yahut havfullahtır. Yahut hayadır. Yahut iffet ve namusu muhafazadır. Şu imanların hangisi murad olunursa olunsun, libas lâfzı bu manâlarda mecazdır. Binaenaleyh; libası bu manâlarda isti'mâl; imanı, ameli salihi, havful-lahı, hayayı ve iffeti, hakiki bir libasa teşbih târîkıyla istimaldir. Şu halde manâ-yı nazım şöyledir : [Yâ beni âdem! Biz, Azîmüşşan sizin için muhakkak bir libas inzal ettik ki, onunla avret mahallinizi setredersiniz ve diğer bir libas inzal ettik ki, o libasla tecemmül ve tezeyyün eder, nimet-i ilâhiyenin eserini üzerinizde izhar edersiniz ve avret mahallinizi setir ve muharebede kendinizi vikaaye ve namazınızda isti'mâl ettiğiniz libas-ı takva sizin için uryân olup, avret mahalliniz görünmekten ve harpte düşmana mağlûp olmaktan hayırlıdır.] Yahut [Envâ'-ı mazarrattan sizi vikaaye etmekte hakîkî libasa benzeyen imanınız, ameliniz, Allah'tan korkunuz, iffet ve namusunuz dünyada ve âhirette sizi envâ'-ı mazarrattan vikaaye eden şu libas-ı takva için imanın zıddı olan küfürden veamel.-i şalinin zıddı ola fısk u fücurdan elbette hayırlıdır. Binaenaleyh; libas-ı takvaya mülazemet etmeniz lâzımdır. Zira; sizi her türlü nedamet ve mazarrattan vareste kılar] demektir.
Nisâbûrî'nin beyanına nazaran bir rivayette bu âyette Iibas- takva ile murad; insan üzerinde zahir olan sekinet, vakar, tâat ve amel-i salihtir. Zira; şu beyan olunan âdâb-ı şer'iye-ye riâyet olunduğu surette bu ahkâm insanı her türlü mehlekeden vikaaye ettiği için libas-ı takva denmiştir.
Beyzâvî'nin beyanına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; zaman-ı cahiliyede Araplar, Beyt-i Şerifi uryân olarak tavaf ederler ve «Biz isyan ettiğimiz elbisemizle huzur-u Beyt'e gelip tavaf etmekte Allah'tan korkarız. Şu halde uryân olarak tavaf etmek lâzımdır» demeleri üzerine onları menetmek için âyetin nazil olduğu mer-vidir.
Şu rivayete nazaran Iibâs-ı tekvâ ile murad; hakîkî libastır, mecaz değildir. Binaenaleyh; keşf-i avretin şer'an mezmum olup setretmek ittikaadan ma'dud olduğuna âyet delâlet eder.
Âdem (A.S.) m kıssasını zikretmek libasın nimet olduğunu zikre bir mukaddimedir ki, insana şeytan'm iğvâsıyla evvel isabet eden kötülük keşf-i avret olduğu bilinsin. Şeytan; babamız olan Âdem (A.S.) ı iğva edip keşf-i avret vuku bulmakla huzur-u ilâhide mahcup ettiği gibi evlâd-i Âdem'i bu yolda daima mahcup etmeye sa'y eder ki, işlenilen günahlarla insanların rüsvalığına mesrur olur. Zira; bu cihetle yemini yerini bulur ve hazzını alır. [18]
Vacip Tealâ şeytan'ın Âdem (A.S.) ı iğvâ ettiğini ve cümlesinin yeryüzüne indiklerini beyandan sonra şeytan'a aldanılmama-sını evlâd-ı Âdem'e tavsiye etmek üzere buyuruyor.
[Ey beni Âdem! Peder ve validenizi Cennet'ten çıkarıp avret mahallerini göstermek için onlardan libaslarını soyduğu gibi şeytan sizi aldatmakla \ fitne yapıp ifsad etmesin ve idlal edip Cennet'-ten mahrum eylemesin.]
[Zira; şeytan ve zürriyeti sizin onları görmediğiniz mekânda onlar sizi görürler, binaenaleyh; görmediğiniz düşmanın şerrinden fazlaca içtinab etmek lâzımdır:]
[Çünkü; biz şeytanları iman etmeyen kâfirlerin dostları kıldık. Şu halde müminlerin onların şerrinden istiâze etmeleri vaciptir.]
Yani; ey beni âdem! Valideniz ve pederiniz olan Âdem'le Havva'yı Cennet'ten çıkardığı gibi şeytan size fitne ve fesacj ilkaasıyla dalâlette kılıp Cennet'e duhûlden mahrum etmesin. Zira; valide ve pederinizi dar-ı sürür ve mahall-i huzur olan Cennet'ten ma-hall-i sürür Olan arza inzaline sebep oldu ve bir derece adavet etti ki, onlara görülmeyecek mahallerini göstermek için elbiselerinin onlardan soyulup mahcup olmalarına sebep olmakla intikamını aldı. Şu halde ey evlâd-ı âdem! Şeytan'ın hilelerinden içtinab edip Cenab-ı Hakka iltica etmeniz lazımdır. Zira; sizin onları görmediğiniz cihetten şeytan ve etba' ve a'vânı sizi görürler. Binaenaleyh; sizin pederiniz Âdem'in kıssasından ibret alıp şeytan'ın şerrinden himaye-i ilâhiyeye iltica etmeniz ehemm-i umurunuzdandır. Çünkü; biz şeytanları iman etmeyen kimselere dost ve onlara musallat kıldık! Binaenaleyh; şeytan sizi gururuyla aldatmasın ve maâsîyi size tezyin etmekle idlâl edip yoldan çıkarmasın. Pederinize yapmış olduğu hileyi unutmayın, daima hatırınızda tutun. Zira; ebeveyninizin görülmeyecek mahallini yekdiğerine göstermek için onların libaslarının soyulmasına sebep olmuştur. Bu vak'a size ibret yönünden kâfidir. Zira; Allahü Tealâ onların gözlerinde sizi görecek bir cevher halk etti Lâkin sizin gözünüzde onları görecek cevher halk etmedi, onlar sizi görür, siz onları göremezsiniz. Şu halde onlar sizin her halinize muttali oldukları için sizi idiâle iktidarları vardır. Sizin, onları redde iktidarınız olmadığından Vacip Tealâ'-nm muhafazasına sığınmanız lâzımdır. Zira; biz şeytanları kâfirlere dost kıldık. Binaenaleyh ehl-i iman şeytan'ın dostluğundan sakınmalıdır.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ beni âdem'e şeytan'ın şerrinden ihtiraz etmelerini iki cihetle te'kid buyurmuştur : Birincisi; Hz. Âdem'i iğvâ edip Cennet'ten çıkarmasıdır. Çünkü; Hz. Âdem'e secdeye muhalefet etmekle adaveti meydanda olup Hz. Âdem'in ulüvvü kadriyle beraber ona vesvese ikaa edince âhad-i nâstan olan evlâd-ı âdem'e vesvese Ükaa edeceği evleviyetle sabittir. İkincisi; şeytan'm ve cemaatının beni âdem'i görüp beni âdem'in onları görmemesidir. Çünkü* görünmeyen düşmanın şerrinden ihtiraz gaayet güçtür. Binaenaleyh; insanlar arasında şeytan'ın şerrinden kurtulanlar pek azdır. Çünkü; herbirini bîr hava ile aldatmıştır. Bazı ulemâ şeytan'ın beşer suretine temessül edemeyeceğini bu âyetle istidlal etmiştir. Zira; beşer suretine girmiş olsa insanların görmesi lâzım geldiği gibi insanların yekdiğerini temyiz ve tefrikları haleldar olurdu. Çünkü; dün gördüğü bir şahsı bir gün sonra gördüğünde acaba o şahıs mıdır, yoksa şeytan o şahsın suretine temessül etti de şu gördüğüm şahıs şeytan mıdır, değil midir? diyerek elbette bir şüphe gelirdi. Halbuki böyle bir şüphe gelmiyor. İşte insanların göremeyeceğini bu âyet nâtıktır. Şu halde şeytan'ın beşer suretine temessülü bâtıldır demişlerde de Beyzâyî'nin beyanına nazaran bizim onları göremediğimiz ekser-i evkatta ve vesvese zamanındadır. Bazı zamanda beşer suretine temessül edip bizim görmemizin cevazına bir mâni yoktur.
Feth-ül Beyan, Fahr-i Razi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile nez'olunan libasta dört ihtimal vardır: Birinci ihtimal; tırnaktır. Çünkü; (İbn-i Abbas) Hazretlerinin «Cennet'te Ademle Havva'nın libası tırnaktı. Hatiede vaki olunca soyuldu. Hatıra, ziynet ve bazı menâfie hizmet, için ellerinde ve ayaklarında tırnak kalmıştır» buyurduğu mervîSir. İkinci ihtimâl; libasları nurdandı. Üçüncü ihtimal; takva ve muhar-remâttan içtinab etmekti. Dördüncü ihtimal; esvaba Cennetten bir sevb idi. Lâfz-ı âyete muvafık olan dördüncü ihtimaldir. Zira; ilbas lâfzından müstefâd olan hakîkî manâ sevbdir. Manâ-yı hakîkî mümkün olan yerde mecaza intikalde bir fayda ve ihtiyaç yoktur. Nez'in soymak manâsına olması dahî hakîkî sevb olduğuna delâlet eder. Çünkü; soyunmak giyindikten sonra olur. Madem ki âyette soyuldu, deniyor, herhalde giyinilmiş bir libas olması icab eder. [19]
Vacip Tealâ şöytan'a ittibâ' eden dostlarının hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şeytanların dostları bir günah işlediklerinde «Biz babalarımızı böyle bulduk ve fahişeyle AUahü Tealâ bize emretti. Binaenaleyh; Allanın emçjni işleriz» derler.]
[Habibîm! Sen onlara «Allahü Tealâ çirkin ve günah olan şeylerle emretmez» demekle sözlerini reddet.]
[«Siz bilmediniz mi Allahü Tealâ üzerine söyler ve iftira edersiniz ve hangi şeriatta ve kitapta Allahü Tealâ size fahşâ ile emretti ve bilmediğiniz şeyi nasıl (Allah'a isnad edersiniz?» demekle mezheplerinin batıl olduğunu kendilerine söyle.]
Yani; hudud-u ilâhiden huruç edip şeytanlaa dost ittihaz eden kâfirler Allah'ın nehyettiği maâsîyi işlediklerinde «Biz babaları-' mızı o fiil üzerine bulduk ve Allahü Tealâ bize fahişeyle emretti.
Zira, emretmese babalarımız işlemezdi» derler. Yâ Ekrem-er Ru-sül! Sen onların şu kelâmlarına cevap olarak de ki, «Allahü Tealâ fahşâ ile emretmez ve Allahü Tealâ üzerine bilmediğiniz şeyi söyler ve Allah'a lâyık olmayan şeyi mi isnâd edersiniz? Fâhi§eyle murad; rical ve nisvânın uryân olarak tavaf etmeleridir, diyen v^arsa da esah olan Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kebire olan her ma'siyete fahişe ıtlak olunur.' Şu halde fahişe lâfzı şirke ve şâir envâ'-î küfre ve maâsîye şâmildir. Kâfirlerin maâsîye fahişe diyerek işlemeyip belki ibadet kasdıyla işlediklerinin bu âyette Cenab-ı Hak iki delilini beyan buyurmuştur: Birincisi; âba' ve ecdatlarım taklid, ikincisi; Allah'ın emri olduğunu itikad etmektir. Şu" delillerin her ikisinde ibadet maksadıyla işlediklerine sarahat vardır. Halbuki, umur-u itikaadiyede âbâ' ve ecdadı taklid bâtıl olduğundan bu cihete cevap vermeksizin Allahü Tealâ ikinciye cevap vermesini resulüne emir buyurmuştur. Çünkü; onlar irtikâb ettikleri fahşâyı Allahü Tealâ'nın emrettiğini ve emr-i ilâhiye istinaden işlediklerini beyan edince Allahü Tealâ bu davalarını reddetmiştir. Zira; Allahü Tealâ'nın âdet-i kâdımesi; maha-sin-i ef âl ve mekârim-i ahlâk ile emretmektir. Yoksa tab'-ı selim ve akl-ı kâmilin nefret edeceği fahşâyı emretmediği ve etmeyeceği ednâ aklı olan kimse için malûmdur. Binaenaleyh; nazmında bulunan hemze istifhâm-t inkârî^ve tevbih içindir. Yani; «Fahşâ ile Allah'ın emrettiğini bizzat Vacip Tealâ'dan işittiğinizi iddia edemezsiniz? Zira; sizin için kelâm-ı ilâhiyi işitmek mümkün değildir. Ve Allah'la kulları beyninde vasıta olan enbiya-yı kiramdan dahi işitmediniz. Çünkü; nübüvveti inkâr ediyorsunuz. Şu halde nasıl cesaret edip de bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ'ya isnad ediyorsunuz?» demektir. Binaenaleyh; âyette kâfirleri tekdir olduğu gibi cehille zem ve takbih de vardır.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile insanlar için taklidden ziyade muzır ve itikadı ifsâd eder birşey yoktur. Zira Yehûd'un Ychûdiyet üzere ve Nasarâ'nm Nasraniyet üzere ve ehl-i bid'atın bid'at üzere bekaası; ancak taklid ve babalarına hüsn-ü zann edip delâili tetkikten sarfınazar ederek lâyık olduğu veçhile hakkı talep etmemektir. Eğer hakkı arayıcı olsalar delilleri tetkik ederek hakikata vâsıl olur, taklidden kurtulurlardı. Amma umur-u dinde muhik olduğu malûm olan enbiyaya ve furu-u a'mâlde müçtehidîne ittibâ'; taklid değildir. Belki Allah'ın inzal ettiği şeriata ittibâ'dır. Çünkü; bu suretle taklid mezmum değildir. Zira; beşer için doğru yolu bulmak enbiya-yı izam vasıtasıyla olabileceğinden enbiyaya ittibâ1; hakka ittibadır. [20]
Vacip Tealâ fahşâ ile emretmediğini beyandan sonra adaletle emrettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Habibim! «Rabbim bana adaletle emretti» demekle «Bize fahşâ ile Allahü Tealâ emretti» diyenlere cevap ver.]
[Ve her secde mahallinde ve namaz zamanında yüzlerinizi Kabe'ye dönmekle namazınızı ikaamc ve doğrulukla ibadetinizi eda edin.]
[Allah'a taatımzı ihlâs edici olduğunuz halde ibadet edin ve duanızı ihlâs üzere yapın ki, Allah'ın gayrıya ibadet ve duâ etme-y esiniz.]
[Çünkü; Allahü Tealâ iptida en nasıl halk ettiyse öylece iade eder ve siz de icad olunduğunuz gibi iade olunur ve ceza görürsünüz.] Binaenaleyh; ibadetinizi ihlâs üzere edâ edin ki, hüsn-ü ceza göresiniz.
[Sizden bir fırka irâdesini imana sarfla hidayette oldu ve imana muvaffak olmakla doğru yolu buldu ve diğer bir fırka iradesini küfre sarfla onun üzerine dalâlet vacip oldu.] Binaenaleyh; kıyamette böylece iki fırka olarak iade olunursunuz.
[Zira; fırka-i dâlle; şeytanları Allahın dûnunda dost ittihaz ettiler ve kendilerini ihtida etmiş ve doğru yolu bulmuş zannederler.]
Yani; yâ Ekrem-er Rusül! «Allahü Teâlâ bize fahşâ ile emretti» diyen kafirlere sen de ki, «Benim Rabbim bana ve umum kullarına adaletle emretti. Zira; evâmir ve nevâhîsînin cemisi adaletle emir ve nehiydir. İfrat ve tefrit cihetlerine asla meyil yoktur. Be- nim Rabbim adaletle emrinde dedi ki. her mescit ve ibadethane-nizde cânib-i manevi-i ülûhiyetime teveccühünüzü doğrultun, iki tarafa meyil ve inhiraf etmeyin, itaat ve inkıyadınızda müştakını ve dininizi Allahü Tealâ'ya mahsus kılıcı ve ibâdât ve taâtmıza riya ve sum'adan hâlî ihlâs edici olduğunuz halde Allah'a tazarru ve niyazla taat edin. Zira; iptidâen Vacip Tealâ sizi nasıl halk ve icad ettiyse yevnı-i kıyamette dahi o minval üzere sizi iade eder ve siz de avdet edersiniz. Binaenaleyh, sizden bir kısmi Allah'ın tevfikiyle mebdeinden maâdına istidlal ederek âhireti îtikadla hidayette olur ve sizden diğer bir kısım tevfikten mahrum olarak dalâleti ihtiyarla üzerlerine şekaavet sabit olur. Zira; onlar Allah'ın gayrı şeytanları veli ve ma'bud ittihaz ettiler. Binaenaleyh; küfür ve maâsîden şeytanlar her neyle emrettiyse ona ittibâ' ettikleri gibi zannettiler ki, onlar kendileri mühtedîlerdir ve gittikleri yollan doğrudur. Halbuki bu zanları fâsiddir. Zira; itikâadiyâtta zanna itibar yoktur.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in (İbn^i Abbas) Hazretlerinden naklen beyanlarına nazaran bu âyette kist ile murad; Kelime-i tevhidle emretmek; zatı ve sıfatı ve efâli itibarıyla Vacip Tealâ'yı ma'rifetle emri mutazammjndır. Şu halde Vacip Tealâ bu âyette üç şeye emretti: Birincisi; usul-ü itikaadiyedir, İkinci,s i; her mescid indinde yani namaz vaktinde kıbleye müteveccihen ibadet ve eda-yı salatla ve ibadetin kabulünde ihlâs şart olduğundan ihlâs üzere ibadet etmekle emretti. Üçüncüsü; âhireti itikad lâzım olduğuna işaret buyurdu. Zira; «İptidâen icad olunduğunuz gibi avdet eder, kabrinizden kalkarsınız» buyurmuştur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ kabirden kalkıp iade olunmak imkânını takrir için iptidâen icada teşbih tar;kıyla beyan buyurmuştur. Yahut «Topraktan halk olunduğunuz gibi toprağa iade olunursunuz» demektir. Yahut «İptidâen uryân olarak icad olunduğunuz gibi uryân olarak kabrinizden kalkarsınız» demektir. Yahut «İptidâen dünyada mümin ve kâfir olarak iki sınıf bulunduğunuz gibi kabirden kalktığınızda dahi iki fırka olarak kalkarsınız. Bir fırka tarîk-ı müstakime temessükle hidâyette ve diğer fırka.küfrü irtikâpla üzerine dalâl vacip oldu» demektir.
«Her mescid yanında yüzlerinizi kıbleye döndürün» demektir. Şu halde «Her mescid indinde yüzlerinizi ikaame edin» demek «Secde vaktinde ve secde zamanı geldiğinde herhangi mescid olursa olsun hemen o mescidde edâ-yı salât edin, kendi mescidinize avdet için namazı te'hir etmeyin» demektir. Çünkü; ümmet-i Muhammed'in namazı için her yer mescid olduğundan namaz için bir mahall-i muayyen aramak lâzım değildir.
Vacip Tealâ tevhid ve ihlâs üzere ibadetle emrettikten sonra ahvâl-i âhireti beyan buyurdu ki, me'mur oldukları ibâdâtı edâ edenlerin sevabı ve edâ etmeyenlerin azabı âhirette olacağına işaret etmiştir.
Fahr-i Razi, Kaazi ve Feth-ül Beyan sahibinin beyanlarına nazaran mücerret zannm umur-u dinde kâfi olmadığına âyet delâlet ettiği gibi kâfirin sülük ettiği dinde kendinin hak üzere bulunduğunu ve mezhebinin sahih olduğunu zannetmek fayda vermez. Şu halde batılı irtikâb eden şahıs gerek kendinin hak üzerine olduğunu zannetsin ve gerek zannetmesin her halde mezmum ve zem-me müstehaktır. Eğri yolu doğru zannıyla irtikâb eden kimsenin zemden halâs olması lâzım gelmez. «İbadetinizde Allaha ihlâs üzere duâ edin, amelinize riya karıştırmayın» demektir.
Hulâsa; namaz vakti nerede ve hangi mescit huzurunda bulunursa kıbleye müteveccihen edâ-yı salât etmek vacip ve Allah'a ibadette İhlasın lâzım olduğu ve iptidâen icad olunduğumuz gibi iade olunacağımız icabedeceği ve insanlar dünyada ehl-i hidayet olarak mümin ve ehl-i dalâlet olarak kâfir olduğu gibi kabirden dahi iki fırka olarak haşrolunacakları ve ehl-i dalâlin şeytanları dost ittihaz ettikleri ve bâtıl tarîka sülük eyledikleri halde kendilerinin hidâyette olduklarını zannetmeleri ve bu zanlarınm faydası olmadığı bu âyetten müstefâd olan fevaid cümlesindendir. [21]
Vacip Tealâ adalet, kelime-i tevhid ve- usul-ü itikaadiyeyle emrettiği gibi adalette dahil olan melbûsât, me'kûlât ve meşrubatla dahi emretmek üzere buyuruyor.
[Ey Adem evlâtları! Avret mahallinizi setriçin her mescid yanında ziynetiniz olan libasınızı takının ve Allah'ın verdiği nimetlerden yiyin, için ve israf etmeyin. Zira Allahü Tealâ müsrifleri sevmez.]
Yani; ey Beni Adem! Gerek tavaf için Kabe'ye ve gerek edâ-yı salât için her mescide geldiğinizde zinetiniz olan libasınızı giyinmekle avret mahallinizi setredin. Helâl ve mubah olan nimetlerden yiyin ve için, harama tecavüz ve helâli haddinden ziyade sar-fetmekle israf etmeyin. Zira; Allahü Tealâ müsrifleri sevmez ve muhabbet etmez.
Beyzavi ve Fahr-i Razi'niri beyanları veçhile ziynetle murad, libastır. Ahz-i ziynetle emir; vücub ifade ettiğinden avret mahallini setredecek. kadar elbise giymek vaciptir ve terki haramdır. Binaenaleyh; salâtın sıhhatinin şartı; avret mahallini setretmek olduğu için Cenab-ı Hak ziyneti ahizle emir buyurmuştur ki, setr-i avrete işarettir. Zira; avret mahallini keşfetmek haram olduğu gibi mekşuf-ü avre olarak namaz da caiz olmaz. Cuma ve bayram namazlarında ve cemaatla kılman namazlarda rical için elbisenin güzelini giyinmek sünnettir.
Avret mahallini setredecek elbise giymek vacip olduğu gibi ölmeyecek kadar yemek ve içmek dahi vaciptir. Eğer bilkülliye ekli terkederek vefat ederse nefsinin kaatili ve ehl-i" nârdan olur.
Namaza ve şâir ibadâta kıyamdan âciz olacak kadar ekli ve şürbü terk ederek zayıf düşmek haramdır. Kezâlik lüzumundan ziyade veya tok karma yemek israf olduğu cihetle yine haramdır. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak israftan nehyetmiştir.
Beyzavi ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile (Ali b. Vâkidî)'nin (tAllahü Tealâ ilm-i tıbbı bir âyetin nısfında cem'etti. O âyet de nazm-ı celildir» dediği menkuldür. Çünkü; Tefsir-i Nisâbûrî'de beyan olunduğuna nazaran bir tabib-i Nasranî (Ali b. Vâkıçlî)'ye «Sizin kitabınızda tıbba dair birşey yoktur. Halbuki ilim; ikidir : Birisi; ilm-i tıb ki, ilm-i ebdandır, diğeri; ilm-i fıkıh, ki, ilm-i edyandır» demiş. (Ali b. Vâkidî) de «İlm-i tıbbın cemi' mesailini bizim kitabımız nısf-ı âyette cemetti» buyurmuş ve bu cümleleri okumuş. Tabib-i Nasrânî «Sizin resulünüzden tıbba dair birşey varid olmadı» dediğinde (Ali b. Vâkidî) «Bizim resulümüz ilm-i tıbbın cemi' mesailini birkaç kelimede cemetti» demiş ve şu hadisi okumuştur :, maraz evidir. Himye yani az yemek
her dermanın başıdır. Her bedene âdet ettiği şeyi ver, âdetinin hilafını verme» demektir. Bunun üzerine tabib-i Nasrânî'nin «Sizin kitabınız ve resulünüz ilm-i tıbdan Calinosa birşey bırakmamış» dediği naklolunmaktadır. Çünkü; insana alelekser hastalık mideden gelir. Zira mide; vücudun yarar bir motoru menzilindedir. Motor lüzumundan ziyâde yanarsa patlar ve eğer lüzumundan az yanarsa yol vermez. Şu halde onun kıvamını bulmak ve itidal üzere islim vermek lâzım olduğu gibi yemek ve içmekte de midenin itidalini vermek lâzımdır,
Fahr-i Razi, Taberi ve Hâzin'in (İbn-i Abbas) Hazretlerinden rivayeten beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; zaman-ı ca-hiliyede erkek ve kadın Beyt-i Şerifi uiyan olarak tavaf ederler hac mevsiminde kestikleri kurbanların etini.ve yağını yemezlerdi. Allahü Tealâ onların bu âdet-i kerihelerini reddetmek üzere bu âyeti inzal buyurduğu mervidû
Hulâsa; her mescidde edâ-yı salât esnasında güzel libas giyinmek lâzım, yemek ve içmek mubah olup ancak yemekte ve içmekte israf in haram olduğu ve her türlü israf edenleri Cenabı Hakktfi sevmediği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [22]
Vacip Tealâ setr-i avret miktarı libasın vacip olduğunu ve helâlinden eki ü şürbün cevazını ve israfın marzî-i ilâblyeye muvafık olmadığını beyandan sonra Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram kılmak caiz olmadığını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Sen müşriklere de ki, «Allah'ın kullarının menfa-atma yerden çıkardığı ziyneti ve nzıktan güzel olan şeyleri kim haram kılabilir?» Ve Allah'ın kulları için halk ettiği tayyibât dünyada bilesâle müminlere ve bittebi' müşriklere şâmildir ye lâkin yevm-i kıyamette tayyibât müminlere mahsus olup, müşriklerin nasipleri olmadığını beyan et. İşte biz böylece Allah'ın vahdaniyetini bilen kavmiçin hill ü hürmete delâlet eden âyetlerimizi tafsil ederiz.]
Yani; yâ Ekrem-er Rusüî! Helâl olan şeyi nefsine haram addeden kâfirlere sen de ki «Allah'ın kullarının menfaati için ihraç edip halkettiği kisveleri ve rızıktan tayyib olan nimetleri kim haram kılabilir?» Kimsenin helâl olan şeyi haram kılmak vazifesi değildir. Binaenaleyh; habibim! Seri de ki «Allah'ın kullarına ihraç ettiği ziynetler ve rızıktan tayyibât; hayat-ı dünyada bil'esâle müminler ve bittebi' müşrikler ve yevm-i kıyamette hassaten müminler içindir.» Biz şu hükmü tafsil ettiğimiz gibi ahkâmımıza delâlet eden âyetlerimizi kullarımıza tafsil ederiz.
Beyzavi'nin beyanına nazaran ziynet; pamuktan, ketenden, ipekten, yünden ve maddinden hâsıl olan libasın kâffesine şâmil olduğu gibi insanın tecemmül ettiği at ve sair hayvanat ve hatta bedeninin tanzifatına ve tanzifata âlet olan tarak ve makas gibi şeylerin cümlesine dahî şâmildir. Kezâlik tayyibât; ' me'kûlât,.meşrubat, menkûhat ve sair lezzet verecek şeylerin cümlesine şâmildir. Şu halde âyet-i celile; me'kûlâtta, melbûsâtta, meşrubatta vesâir tecemmülâtta velhâsıl insanın menâfii için halk olunan herşeyde asıl olan mubah olduğuna delâlet eder. Ancak hürmetine delâlet eden delil-i şer'i olanlar müstesnadır. Çünkü insanın menâfii için hâsıl olan şeylerin helâl olması; umum şeriatlar da muteber ve düstur ittihaz olunan usuldendir.
Cenabri Hakkın kullarına mubah ve halâl kıldığı şeyi haram addetmek emr-i münker olduğuna işaret için inkâra delâlet eden ve istifham için olan varid olmuştur. Yani «Allah'ın kulları için ihraz ettiği şeyi kim haram kılar ve hangi şahıs hurme-tiyle hükmedebilir?» demektir. Dünyada nimetlerini Allahü Tealâ dostları olan müminler için halketmişse de âdet-i ilâhiye dünyada nimetini kâfirlerden diriğ etmediğinden kâfirler de, bu nimette müşterektirler. Amma âhirette kâfirlerin gerek libas ve gerek sair lezâizden mahrum olduklarına işaret için âhiret nimetlerinin müminlere mahsus olduğunu tasrih buyurmuştur. Dünya nimetleri gumum, hunium ve kederden safî olmayıp, âhiret nimetleri kederden safî olduğuna dahi işaret için âhirette nimetin hâlis olduğu beyan olunmuştur.
Fahr-i Razi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran bu âyette ziynet ve rızıktan tayyibât; envâ'ı me'kûlât, meşrubat ve nisvanla telezzüz ve şâir müstelezât ve ziynetlere şâmil olduğuna Resulul-lah'm (Osman b. Maz'un)'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifi delâlet eder. Çünkü; (Osman b. Maz'un) birgün Resulullah'a «Ya Resulallah! Ben husyelerimi çektirip lezzet-i cima'dan feragat etmek isterim» dediğinde Resulullah «Benim ümmetimin orucu lezzet-i cima'dan feragata kâfidir» buyurmuş. (Osman b. Maz-'un) «Bir mağaraya çekilip ruhban olmak isterim» demesi üzerine Resulullah «Benim ümmetimin ruhbaniyeti; namaz için mescıdde intizar etmektir» buyurmuş. (Osman) «Seyahat etmek isterim» deyince, Resulullah «Benim ümmetimin seyahati; gaza, hac ve umredir» buyurmuş. (Osman) «Elimde bulunan malımı terketmek isterim» dediğinde Resulullah, «Nefsine ve ıyâline infak ettikten sonra fazla olursa fukaraya ver» buyurmuş. (Osman) Nisvana ka-rib olmamak isterim» deyince, Resulullah «Bir müslim ehline veya cariyesine karib olur veled hâsıl olursa dünyada ferah ve sürür ve yevm-i kıyamette refik u şefi' olur» buyurmuş. (Osman) «Et yememek isterim» deyince Resulullah «Cibril vasıtasıyla Cenab-ı Hak bana tayyibatı ekille emretti» buyurduğu mervidir.
İşte şu ahadis-i şerife insan için envâ'-ı ziynetin mubah ve taraf-ı ilâhiden ve taraf-ı risâletten me'zun olduğuna delâlet eder. Ancak hürmetine delil-i şer'î olan şeyler müstesnadır. Çünkü; onların hürmetine delil olunca ibâhesi mensuhtur ve nıensuh olan delille amel etmek caiz değildir. [23]
Vacip Tealâ insanların libasları ve me'kûlât ve meşrubata müteallik lezâizin mubah olduğunu beyandan sonra muharremât-tan bazılarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusül! Uryân olarak tavaf eden ve Allah'ın helâl kıldığı tayyibatı haram kılan müşriklere sen de ki, «Sizin haram kıldığınız şeyleri Allahü Tealâ haram kılmadı, belki kullarına helâl kıldı. Ancak ef âl ve akvâlden fahişe ve fena olan şeylerden aşikâr olup eseri gayra sirayet eden zulüm ve yalan yere şehadet ve itâle-i lisan ve gıybet gibi nüfus-u habiseden sudur eden kaba» yihi, zina ve saire gibi gizli olan günahları Allahü Tealâ haram kıldı.] Mutlaka sağîre ve kebîre günahları, hükümete isyan etmeyi, gayrın hukukuna tecavüz eylemeyi, hakkı olmayan bir şeyi ta-leb etmeyi ve bigayrıhakkm zulm ü taaddiyi haram kıldığı gibi [Birşeyi Allahü Tealâ'ya şerik itikad etmenizi dahi haram kıldı ki, o şeyin şerik olduğuna bir delil inzal olunmadı, ve aklen ve naklen Allahü Tealâ'ya sübutunu bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ üzerine isnad etmenizi haram kıldı ki, bunlardan içtinab etmeniz lâzımdır.] Zira; bunların hürmeti kafidir.
Yani; habibim! Müşriklere söyle ki, «Benim Rabbim küfür gibi zahir ve nifak gibi gizli fahşâyı kebîre ve sağîre günahları, bigayrıhakkm gayrın hukukuna tecavüzü ve asla şirke dair hüccet nazil olmadığı halde Allahü Tealâ'ya şirketmenizi ve haram olduğunu bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ haram kıldı demek gibi iftira etmenizi Cenab-ı Hak haram kıldı. Yoksa mubah olan şeyleri sizin haram demenizle, haram kılmadı".
Bu âyet-i celile; muharremâtın küllisini cami' olduğuna işaret için hasra delâlet eden ( ^ ) lafzıyla varid olmuştur. Zira; günahların küllisi; fahşâ ile ism ve bigayrıhakkm gayrın hukukuna tecavüzde dahil olduğundan bu âyet envâ'-ı muharremâta şâmildir. Kezâlik usul-ü itikadiyeden tevhidle emirdir. Çünkü şirkten nehiy; tevhidle emri mutazammındır ve Allah'a iftiranın hürmetini beyanettiği cihetle gerek usul-ü itikadiyyede ve gerek furu-u a'mâlde günahın cümlesi zikrolunmuştur. Çünkü insandan sudur eden cinâyâtm esası; beştir : Birincisi; zina ile neseb üzerine cinayet olur. Bunun hürmetine fevâhiş ile işaret olundu. İkinci; ukûl üzere cinayet olur, şürb-ü hamir gibi. Bunun hürmetine ism lafzıyla işaret olundu. Üçüncüsü; namus, ırz, nüfus ve emval üzere cinayet olur. Bunların hürmetine bağ-yile işaret olundu.' Dördüncüsü; tevhid-i ilâhiye ta'nü-zere cinayet olur. Bunun hürmetine ve ekber-i kebâirden olduğuna kavl-i şerifiyle işaret olundu. Beşincisi din-i ilâhiye itirazla cinayet olur. Bunun hürmetine kavl-i lâtîfiyle işaret olundu. Şu muharremim esası olan beş şey bu âyette zikrolununca furüatı dahi usûlün zımnında zikrolunduğundan bu âyet kâffe-i muharremâtı eâmidir. Binaenaleyh; hasra delâlet eden lafzıyla varid olmuştur ki, cümle muharrematın bu âyetin ahkâmında dahil olduğuna işaret olsun.
Fahr-i Razi, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanlarına nazaran fahişe; günah-ı kebire ve ism ; günah-ı sağiredir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Rabbim, sağire ve kebire cümle günahları haram kıldı] demek olur ve muharrematın kâffesi bu iki kelimede dahildir. Bundan sonra zikrolunanlar şanlarına ihtimam ve şenaatlarmı tasrih için zikrolunmuştur. Çünka şirkle zulüm; cina-yâtın en büyüklerindendir. Yahut fahişe; hadd-i şer}î vacip olmayan günah ki, yalan, gıybet, bühtan ve şâire gibi. Ism ; hadd-i şer'î vacip olan günahtır ki zina, kazif, sirkat v.s. gibi. Yahut bilâkistir. Yahut fahişe; günah-ı kebiredir. Ism ; mutlaka günahtır. Şu halde hassaten kebîre zikrolunduktan sonra mutlaka günahların haram olduğunu zikir buyurdu ki, hürmet yalnız kebireye münhasır zannolunmasm., [24]
Vacip Tealâ helâli ve haramı beyandan sonra her kavmin ve. her şahsın eceli olduğunu ve ecelinden takaddüm ve taahhur caiz olmadığını beyanla tekâlife terğib etmek üzere buyuruyor.
[Her ümmet ve kavmiçin indallah muayyen bir ecel vardır. Binaenaleyh; ecelleri gelince azıcık bir saat ecellerinden tekaddüm ve taahhur olunmaz ki, onlar için ecellerini takdim ve te'hir mümkün olamaz ve talep de edemezler. Binaenaleyh; her millet mukadder olan vakt-i muayyende münkariz olduğu gibi her şahıs da mukadder olan vakt-i muayyende vefat eder.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ecelin iki İhtimali vardır: Birinci ihtimal; resullerini tekzib eden her kavmin helaklerine ve azaba istihkaklarına bir vakt-ı muayyen vardır. O vakt-i mukadder gelmedikçe helak olmazlar, vakt-i mukadder geldiğinde azaplarının velev az bir zaman olsun te'hir ihtimali yoktur demektir. Şu manâya nazaran âyet-i celile; ehl-i Mekke'yi teh-did etmiştir. Yâni «Resulünüzü tekzibinizden dolayı azabın te'hi-rine mağrur olmayın. Elbette helak olacaksınız. Fakat vakt-i mer-hûnunda olacak» demektir, ikinci ihtimâl; her şahsın ecel-i muayyeni olduğunu beyandır. Buna nazaran maktul olan kimsenin kendi eceliyle vefat ettiğine âyet-i celile delâlet eder. [25]
Vacip Tealâ tekâlifin ahvalini ve her millet için bir eceli muayyen olduğunu beyandan sonra tekâlife riâyet edenlerin âhirette korkuları olmayacağını ve tekâlife riâyet etmeyip rusül-ü kiramı tekzib edenlerin ehl-i nar olacaklarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey Âdem oğulları! Kendinizden size resuller gelir ve sizin üzerinize âyetlerimizi hikâye ederlerse derhal kabul ve iman edin ve kabul etmemekten ve ifsad cihetine gitmekten sakının.]
[Zira; küfürden ve resulleri tekzipten ittikaa ve resullere ita-atla ıslah-ı nefseden kimseler üzerine korku olmadığı gibi onlar mahzun da olmazlar.] Binaenaleyh; ey âdem evlâdı! İttikaa ve ıslah-ı nefsedin ki, korkudan ve hüzünden kurtulmuş olasınız.
[Şol kimseler ki, onlar resullerin hikâye edip haber verdikleri âyetlerimizi tekzip ve âyetlerin ahkâmını kabulden kendilerini büyük addettiler. İşte onlar ebeden Cehennemide kaldıkları halde Cehennem'in yaranlarıdırlar.]
Yani; ey beni âdem! Eğer size, sizin kendi cinsinizden resuller gelir ve benim vahdaniyetime delâlet eden âyetlerimi üzerinize tilâvet ve maânîsini hikâye ederlerse muharremâttan içtinapla it-tikaa ve a'mâlini ıslah eden kimseler üzerine dünyada ve âhirette korku yoktur. Zira; vazife-i ubudiyeti edâ ettikleri için rıza-yı ilâhiye nail olmuşlardır ve onlar herkesin mahzun olduğu zamanda asla'mahzun olmazlar. Amma şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi tekzip ve o âyetleri kabulden istikbar ve iman etmekten imtina ettiler. İşte âyetleri ve resulleri tekzib ve imandan kendilerini büyük addedenler Cehennem ateşinin yaranları olduklarından ebeden Cehennem'de kalıcılardır.
Beyzâvfnin beyanı veçhile cümle-i şartiye harf-i şek suretinde ile iradolundu ki, rusül-ü kiramın irsali caiz olup vacip olmadığına işaret olsun. Resulullah hâtem-ül enbiyâ olup ve ümmetlerin ıslahı için âdet-i ilâhiye de bu minval üzere resul göndermek olduğundan vâhid-i muazzamdan cem'le tâbir olunmuştur. Resulün beşerden olması insanlar hakkmda nimet-i uzmâ olduğu için Cenab-ı Hak muhataplara «Sizden resul gönderdim» buyurmuştur ki, icabetleri suhuletle olsun. Çünkü; hem cinsiyle ülfet kolay olduğundan icabetin de kolay olacağı şüphesizdir.
İttikaa ; mahârim ve menâhîden ve rusül-i kirama muhalefetten kaçınmaktır. İslah la murad; me'murun bih olan şeyleri işlemektir. Şu halde ittikaa ve ıslah-i amel edenler için gelecek ahvâlden korkusu olmadığı gibi geçmiş amellere esefleri dahi olmaz. Ayetler le murad; Kur'ân ve hak üzere delâlet eden berâhin ve hüccetlerdir. Kur'ân-i tekzib edenlerin ehl-i Cehennem olduğuna âyet delâlet eder.
Hulâsa; insanlar iki kısım olup muti' ve münkaad olanlar üzerine asla havf ve hüzün olmayacağı ve âsî ve mütemerrid olanların havf ü haşyetle azab-ı Cehennem'e dûçâr olacakları bu âyetlerden müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [26]
Vacip Tealâ âyât-ı ilâhiyeyi tekzib edenlerin ehl-i nâr olacaklarını beyandan sonra Allah'a iftira ve âyetleri tekzib edenlerin hallerini beyanetmek üzere buyuruyor. .
[Allah'a iftira veyahut âyetlerini tekzib eden kimseden daha ziyâde zâlim kim olabilir?] Elbette demediğini, dedi demekle iftira eden ve dediğini tekzib eden kimseden ziyade zâlim kimse olamaz.
[İşte o zâlim kimselere erzak ve ecelleri gibi kitapta yazılı olan nasipleri kendilerine vâsıl olur ve iftiralarının cezası olarak yüzlerinin karası ve tekziplerinin cezası olarak şiddetli azap onları bulur.]
[Hatta onlara bizim ervahı kabza memur olan meleklerimiz gelip ruhlarını kabzettiklerinde derler ki, »nerededir sizin Allahin gayrı ibadet ettiğiniz ma'budlaıınız? Çağırın onları gelsin sizi kurtarsınlar.»]
[O kâfirler meleklerin şu suallerine cevapta derler ki, «Muhakkak bizim ma'budlarımiz bizden kayboldular. Zira; biz onları göremiyoruz» ve kendi nefisleri üzerine kâfir olduklarını beyanla şehadet ve küfürlerini ikrar ederler.]
Yani; Allahü Tealâ'ya şerik ve velet gibi münezzeh olduğu şeyleri isnad ve Allah'ın demediği şeyi dedi demekle yalan olarak iftira edenlerden veyahut vahdaniyete delâlet eden delilleri ve Kur'ân'ı inkâr etmekle tekzib eden kimselerden daha ziyâde zâlim ve kâfir kimdir ve kim olabilir? İşte şu iftira alâllah eden veyahut âyetleri tekzible muttasıl olan zâlimler levh-i mahfuzda yazılı olan azaptan nasiplerine nail ve vâsıl olurlar; Hatta onların - ervahını kabza müvekkel olan meleklerimiz ruhlarını kabz için geldiklerinde onlardan suâl ederler, tevbih ve tekdir tarîkıyla derler ki, «Nerededir Allah'ın dûnunda sizin ibadet ettiğiniz ma'budlarımz? Çağırın onları sizi nazil olan azaptan kurtarsınlar ve sizin müptelâ olduğunuz musibetinizi defetsinler.» Meleklerin şu sual ve tev-bihlerine karşı kâfirler «Bizi tarîk-ı haktan idlâl ettikten sonra o ma'budlar bizden kayboldular. Biz onları görmez olduk dedikten sonra kendi nefislerinin aleyhine şehâdet etmekle kendilerinin kâfir olduklarını ikrar ve itiraf ederler.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ'ya şerik itikaad etmek; gerek putlar olsun gerek yıldızlar olsun, gerek veled isnadı olsun ve gerek indî ahkâm-ı bâtılayı isnad etmek olsun cümlesi iftira alallahta dahil olduğu gibi Kur'ân'ı ve sair âyâtı ve nübüvveti Muhammediyeyi tekzip etmek de tekzipte dahildir.
Kitap ile murad; levh-i mahfuzdur. Kâfirlere isabet edecek nasiple murad; yüzlerinin siyahlanması, gözlerinin gü-vermesi, boyunlarının zincirlenmesi, Cehennem'e kakîr ve zelil olarak dahil olmalarıdır. Yahut nasiple murad; ömürleri ve mıhlandır. Çünkü küfür; rızka mâni değildir. Şu halde «Onlar her ne kadar iftira ederler ve âyetleri tekzib eylerlerse de onların levh-i mahfuzda yazılı olan amelleri, ömürleri ve rızıkları onlara isabet eder küfürleri nasiplerine mani değil» demektir.
karinesiyle bu âyette rusüIle murad; ervahı kabza müvekkel olan meleklerdir. Vefat ettirmek onların vazifesidir. Meleklerin sualden maksatları kâfirleri tekdir ve tevbihtir, yoksa sual istilâm için değildir. Çünkü melekler; onlara, Allah'ın gayrıya ibadet edip çağırdıkları şeylerin putlar olduğunu bilirler. Binaenaleyh; bu cihetten suale ihtiyaç yoktur. Şu halde sual; ancak onları tahkir içindir. [27]
Vacip Tealâ kâfirlerin iftira alallah ettiklerinden azlem-i hal-killâh olduklarını ve levh-i mahfuzda yazılı olan azaptan nasiplerine nail olacaklarını ve azabı muayene edince kendilerinin kâfir olduklarına şehâdet edeceklerini beyandan sonra bakiye-i ahvallerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Vacip Tealâ kâfirlere «Sizden evvel ins ü cinden geçmiş olan ümmetler içinde siz de Cehennem ateşine dahil olun» der.]
[Her ne zaman Cehennem'e bir cemaat girerse kendi dini ve milletinden olan diğer cemaata lanet eder.]
[Hatta Cehennemide içtima edinceye kadar lanete devam ederler, içtima edince onlardan sonra gelenler evvel gelenlere işaret ederek derler ki, «ey bizim Rabbimizî Şunlar bizi idlâl ettiler, yoldan çıkardılar. Binaenaleyh; onlara Cehennem ateşinden iki kat azap ver ki, biri; bizi idlâl etmelerinin cezası, diğeri de kendi küfürlerinin cezası olsun.»]
[Allahü Tealâ «Her cümlenize azap iki kattır ve lâkin siz bilmezsiniz» demekle cevap verecektir.]
Yani; yevm-i kıyamette Allahü Tealâ'ya iftira ve âyetlerini tekzib eden kâfirlere hitaben Vacip Tealâ «Ey kâfirler! İns ü ch> den sizden evvel geçen ümmetlerle beraber Cehennem ateşine dahil olun» buyurur. Her'ne zaman bir cemaat ateşe dahil olursa .kendi dininde kardeşine ve onunla beraber o dinde bulunan cemaata lanet eder. Hatta kâffesi nârda içtima edip ve birbirlerine lâhik olup toparlanmcaya kadar lanetleri devam eder. Bazısı bazısını idrak edip içtima edince tâbi olup Cehenneme arkadan giren cemaat metbû' olup önden gidenlere işaret ederek derler ki «Ey bizim Rabbimiz! Şu kavmin reisleri ve uluları bizi idlâl ettiler.» «Ya Rabbi! Sen onlara Cehennem ateşinden iki kat azap ver ki, bizi idlâl ettiklerinin acısını görsünler.» Onlarm şu tazarrularma karşı Hak Sübhânehu ve Tealâ buyurur ki, «Tâbi ve metbû' her cümlesi için azap ikidir ve lâkin siz bilmezsiniz.» Zira; rüesâ kendi dâll oldukları ve gayrıları idlâl ettikleri için iki kat azaba müs-tehaklardır ve tâbiler de kendi nefislerinde dâll oldukları ve şu tâğî olan kâfirleri taklid edip enbiyayı taklid etmedikleri için iki kat azaba müstehaklardır. [28]
Vacip Tealâ tâbi olanların şu kelâmlarına cevap olarak reislerinin kelâmını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Rüesâ tâbilerine derler ki, «Bizim için sizin üzerinize bir fazilet ve meziyet olmadı. Zira; dalâl ve azaba istihkakta cümlemiz müsaviyiz/ beynimizde fark yoktur. Şu halde keşfettiğiniz günahlarınız sebebiyle tadın Cehennem azabını» demekle kelâmlarını reddederler.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet-i celilenin bidâyesin-deki kavil; Allahü Tealâ'nın izniyle bir melek tarafından mıdır veyahut bizzat AUahü Tealâ'nm kelâmı mıdır? İhtilâf varsa da esah olan AUahü Tealâ'nındır. Allahü Tealâ, şirkle iftira ve âyetlerini ve resullerini tekziple küfredenlere hitaben «Sizden evvel geçen ins ü cinriin kâfirleriyle beraber girin Cehennem'e» buyurur.
'deki lâfzı manasınadır. Kâfirlerin Cehennem'e duhûlleri defaten olmayıp fevc feve ve cemaat cemaat olduğuna âyet delâlet eder. Sonra gelenler evvel gelenleri müşahede eder ve lanetle yâd ederler. «Her gelen cemaat kardeşine lanet eder» demek; «Ehl-i nârın bazısı bazısına lanet eder ve herkes nefsini kusursuz diğerini kusurlu görmek ister. Binaenaleyh yekdiğerine atf-ı cürmetmekten hâlî kalmazlar» demektir. Şu halde herkes kendi mensup olduğu mezheptaşlarma lanet eder. Meselâ; müşrik kendi gibi müşrikleri ve Yehûd kendi gibi Yahudileri, Nasrânî kendi gibi Nasrânîleri, Mecusî kendi gibi Mecûsîleri zemmeder ve bu hâl devam eder. Hattâ sonra gelenler evvel gelenlere idrak edip hepsi içtima edinceye kadar fırkalar gelerek Cehennem'e dolup Cehennem'e girenlerin arkası kesildiği zaman sonra gelenler evvel gelenlere işaret ederek onlardan Cenab-ı Hakka istika ederler ve azaplarının iki kat olmasını isterlerse de Cenab-ı Hak cümlesinin azaplarının iki kat olacağını beyanla onları reddeder.
Firka-i uhrdyla murad; Cehennem'e muahhar girenlerse ûIâ ile murad; Cehennem'e evvel girenlerdir. Yahut üIâ ile murad; dünyada kavmin ileri gelenleri ve reis olanla-nysa uhrâ ile murad; onlara tâbi olan avam, âhâdri nâs ve esâfil güruhudur. Çünkü; her zaman kavmin reisleri esâfilini id-lâl ettiklerinden onlara ittibâ* eden edânî «Bizi bunlar idlâl ettiler, bunların azabı iki kat olsun» demekle Cenab-ı Hakka tazarruda bulunurlar. Yahut üIa ile murad; dünyada o din üzere evvel geçenler ve uhrd ile murad; sonradan gelip onları taklidle ittiba edenlerdir. Şu halde «Evlât babalarından şikayet ederler» demektir. Zira; ekseriyetle dinde evlât babanın isrine ittibâ' ettiklerinden yevm-i kıyamette azabı muayene edip sülük ettikleri dinin butlanı zuhur edince evlât âbâya atf-ı cürüm ve lanet etmeye kalkışırlar ve «Bunlar bizi idlâl etti» demekle babalarının azabinin iki katı olmasını isterler. Onların idlâlihe gelince iki cihetle olur. Birincisi; rüesâ etbâ'vnı ve»pederler evlâdını dirili bâtila davet ve bâtılı tezyin etmek suretiyle kendi dinlerine ve mezheplerine ithal ederler, ikincisi; esâfil-i nâsın ekseriyetle âdetleri büyüklerini muazzam ve mufahham tanıyarak tak-lid etmek olduğundan rüesâ davet etmeksizin onların mezheplerine sülük etmekle olur. Herhangi suretle olursa olsun dinin butlanı ve azabın şiddeti zuhur edince esâfil, eşrafı lanete müstehak gördüklerinden lanet ederler ve her iki cihetle muktedâbih tanıdıklarını zemle azaplarının iki kat olmasını' Cenab-ı Hak'tan istirham etmekle ahz-ı intikam ve teşeffi-i sadretmek isterler.
Allahü Tealâ gerek tâbi ve gerek metbû-' cümlesinin azabının iki kat veya daha fazla olacağını beyan buyurmuştur. Zira; met-bû'da dalâlet ve ıdlâl gibi azabı icabeden iki sıfat olduğu gibi tâbi'-de dahi dalâlet ve kâfirleri taklîd gibi azabı icab eden iki sıfat olduğundan her cümlesinin azabı iki kat olacağı beyan olunmuştur.
Bu âyet-i eelüe; ehl-i küfrü tehdid ve ehl-i ma'siyeti mahiyetten zecr ü men' için sevk olunmuştur. Çünkü rüesanın etbâ'ına ve etbâ'm rüesâya atfı cürmederek lanet edip birbirlerinden teber-rî etmeleri, elbette şiddetle müzayaka neticesidir. Kalpte ıztırab olmasa yekdiğerine lanet edinceye kadar uğraşmazlar. Çünkü; bu hâl dünyada insanlarda dahi carîdir. Tutulan bir işte netice fena gelirse herkes o işten teberrî ve yekdiğerine kusuru tahmil etmek ister ve «Senden oldu, benden olmadı» - yollu münazaa kapıları açıldığı gibi-fenalık daha ilerledikçe münazaa daı ilerler ve yek- l diğerine sebbetmeye ve daha sonra iş mudâraba ve mukaateleye kadar dayanır. Ahirette azabı müşahede ettiklerinde dahî hâl böyle olacağını âyet-i eelile beyan etmektedir. İşte ahirette dahi mezheplerin butlanı zuhur edince sebep olanlara lanet ve müsebbep-leri de reddederler. Tarafeyn arasında bu suretle münazaa ve mü-bahasenin cereyan edeceğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyur- ı. muştur.
Hulâsa; kötü iş dünyada sahibini rezil ve rüsvâ kıldığı gibi bâtıl itikad ve kötü amel dahi ahirette sahibini rezil ve rüsvâ edeceği ve hatta beyinlerinde münazaa olup yekdiğerine atf-ı cürmedecekleri bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [29]
Vacip Tealâ kâfirlerin ahvâlinden bazılarını beyandan sonra tehdidini itmam ve vaîdini ikmâl etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi ve vahdaniyetimize delâlet eden delillerimizi tekzib ettiler ve âyetlerimize ve bilhassa Kur'ân'a iman etmekten istikhar ettiler. Onlar için ruhları kabzo-lunduğunda semânın kapıları açılmaz. Binaenaleyh; ruhları a'lâ-yı illiyyîne gidemez ve onlar devenin deve olduğu halde iğnenin deliğinden girinceye kadar Cennet'e girmezler. Şu bizim beyan ettiğimiz ceza-yı şedîd gibi biz kâfirleri cezalandırırız. Zira, onlar için Cehennem ateşinden altlarına döşek ve üstlerine yorgan vardır. Şu halde allarından ve üstlerinden her tarafına ateş ihata eder. işte şu altlarını ve üstlerini ateşin ihatası gibi ibadeti mevzi-i lâyı-kının gayrıya vaz eden müşrikleri cezalandırır ve onların irtikâb ettikleri cinayetin ukubetiyle onları muazzep kılarız.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kâfirlerin envâ'ına şâmildir. Çünkü kâfirlerden ı dehriyyûn Vacip Tealâ'nın zatına ve sıfatına. delâlet eden delillerini ve müşrikler; vahdaniyete delâlet eden delillerini ve nübüvveti inkâr edenler; nübüvvetin delâilini ve âhireti inkâr edenler; âhiretin delillerini inkâr ve tekzib ettiklerinden bu âyette cümlesi dahildir. İstihbar; hakkı kabulden imtina' ve bâtıl olan şeyi ihtiyarla tereffu etmektir. Kâfirler âyetlere imandan kendilerini büyük addettikleri için. haklarında «İstikbar ettiler» denilmiştir. Yani «Kendilerini büyük addettiler» demektir. Âyetleri tekzib eden kâfirlerin küfrü hallerinde amellerinin kabul olunmayacağına ve ruhlarının a'lâ-yı illiy-yîne yol bulamayacağına ve semâdan üzerlerine bereket-i ilâhiye nazil olmayacağına işaret için bu âyette Vacip Tealâ onlara semânın kapıları açılmayacağını beyan buyurmuştur. .Çünkü küfür; feyz-i ilâhinin feyezanına dünyada ve âhirette mânidir. Binaenaleyh; semâya amellerinin suûduna ve semâdan bereketin nüzulüne mâni olduğu bu âyetle beyan olunduğundan âyet kâfirleri tehdid ve küfürden men için sevk olunmuştur.
Hayat ; iğne, semm ; iğnenin deliği, cemeI ; deve ki, hayvanât-ı ehliyenin en büyüğüdür. Yani; Hayvânât-ı ehliyenin en büyüğü olan deve en küçük menfez olan iğnenin deliğinden geçmedikçe kâfirler Cennet'e giremezler» demektir. Binaenaleyh; devenin cesametiyle beraber iğnenin deliğinden geçmesi muhal olduğundan onların Cennet'e girmesi de muhaldir. Çünkü; muhale muallâk olan şey de muhaldir. Şu halde «Küfrüzere vefat eden kimsenin Cennet'e girmesi muhal» demektir.
Vacip Tealâ Cennet'e dahil olmayacaklarını beyandan sonra Cehennem'e dahil olup Cehennem ateşi her taraflarını ihata edeceğini beyan etmiştir. Zira âhirette mekân; ikidir: Cennet veya Cehennem. Bu iki mahalden başka bir mahal olmadığından elbette her şahıs ikiden birine girecektir. Mihad ; beşifc manâsmaysa da burada Cehennem ateşinden döşek vat demektir. Gavas; gaaşiyenin cem'idir. Gaasiye ; Örtü manâsınaysa da burada yorgan .manasınadır. Yani «Kâfirler için Cehennem'de altlarına ateşten döşek, üstlerine yorgan var» demektir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyetleri tekzib ve âyetlere îmandan istikbar; a'zam-ı cinayet olduğuna ve zemmi icab eder evsâf-ı zemîmeden bulunduğuna işaret için Vacip Tealâ onları tekzib edenlerin bazı kere mücrim ve bazı kere zâlim olduklarını beyan buyurmuştur.
Zulmün cürümden daha esna' olduğuna işaret için cürüm; Cennet'ten mahrumiyete ve zulüm; Cehennem'e duhule ve narla muazzeb olmaya sebep olarak zikrolunmuştur. [30]
Vacip Tealâ kâfirlerin ahvâlini beyandan sonra müminlerin ahvâlini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, Allah'ın vahdaniyetine.ve resulünün risale-tine iman ve Allah'ın ve resulünün emrettiğini işlemek ve neh-yînden içtinab etmekle amel-i sâlih işlediler ve kudretleri miktarı ferâizi ve vâcibâtı yerine getirdiler. Maahaza biz her nefse teklif etmeyiz, illâ vüs'u miktarı teklif ederiz. İşte şu iman edip imanlarının muktezâsı olan amel-i sâlih işleyenler; erbâb-ı saadet için hazırlanan Cennet'e mülâzımlardır. Onlar ancak ebedî Cennct'te kalıcılardır ve Biz Azîmüşşan ehl-i Cennet'in dünyada kalplerinde olan hıkd, buğz ve adavet gibi ahlâk-i zemîmeyi soyar çıkarırız ki, onlar yekdiğerine muhabbet üzerine istirahat ve ülfet etsinler ve dahil oldukları cennetlerde onların altlarından nehirler cereyan eder ki, sürür ve felahları mükemmel olsun.]
nıüptedâ ile haber beyninde kudreti nispetinde suhuletle Cennet'i kisbe terğib için cümleli mu'terize olduğu Beyzâvî'nin cümle-i beyânâtmdandır. v ü s ' ; hal-i vüs'atta insanın kolaylıkla kaadir olduğu şeydir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak her ne'fse kudreti miktarı teklif edip kudretinin fevkinde teklif etmeyeceğini beyan etmiştir. Binaenaleyh Fahr-i Ra-zi'nin beyanı veçhile âyet-i celile; insanın kendi fiilini kisbe kaadir olduğuna delâlet eder. Çünkü vüs'uyla kudreti miktarı teklif etmek; abdin fiilini kisbe kaâdir olduğunu ve kendi kesbettiğini beyan etmektir. Eğer Cebriyenin dedikleri gibi abdin fiilinde methali olmasaydı abdin vüs'ü miktarı teklifte bir manâ ve fayda olmazdı. Çünkü vüs'u miktarı teklif demek; abdin kendi ihtiyarı ve kudretiyle yapabileceği işi teklif demek olduğundan bu âyet abdin kisbe iktidarını beyan etmiştir.
İnsanların dünyada birbirlerine olan adavet, buğz ve vesvesenin âhirette olmayacağına işaret için kalplerinden evvelâ kini ve buğz u adaveti izâle edeceğini Vacip Tealâ bu âyette beyan ve şeytan azapta olduğu cihetle âhirette vesvese dahi olmadığından kalpleri bütün müzahrefât ve kasavetten safî ve mutahhar ve mücellâ olacağına işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; âhirette hased dahi yoktur. Şu halde ednâ derecede olanlar a'lâ derecede olanlara asla hased etmezler.
Tefsır-i Hâzin'de İmam-ı Südî'den naklen beyan- olunduğu veçhile Cennet'in kapısı önünde bir ağaç ve ağacın kökünde iki pınar cereyan eder. Ehl-i Cennet ağacın altına geldiklerinde pınarın birinden içerler, kalplerinde olan hased ve gıll ü gış ve dünyada beyinlerinde olan adavet bilkülliye zail olur. Zira; pınarın suyu mâ-i tahûrdur. İkinci pınardan guslederler. Üzerlerinde olan uygunsuzluklar zail olur, nazîf ve tâhir olarak Cennet'e girerler ki, bir daha vücutlarına asla yaramaz birşey dokunmaz. Çünkü; Cen-net'te toz ve toprak gibi insana ezâ verecek şeyler yoktur. Buhâ-rf den naklolunan bir hadis-i şerifte Resulullah «Ehl-i Cennet nârdan halâs olunca Cennetle Cehennem arasında bir köprü üzerinde tevkif olunurlar. Beyinlerinde olan hukuktan helâllaşıp temiz ve tâhir olduktan sonra AHahü Tealâ Cennet'e duhûle izin verir» buyurmuştur. Zira-Cennet; mahall-i taharet olduğundan her türlü kötülükten taharet kesbetmeyen kimse oraya giremez. [31]
Vacip- Tealâ ehl-i Cennet'in Cennet'e girdikten sonra Allahü Tealâ'ya hamd ü sena ettiklerini beyanetmek üzere :
buyuruyor.
[Ehli Cennet, Cennet'e girince Allah'ın nimetlerine şükretmek üzere derler ki, «Hamd ü sena şol Allahü Tealâ'ya mahsustur ki, o Allahü Tealâ bizi şu nimetlere îsâl etti. Halbuki Allahü Tealâ bizi bu nimetlere îsâl etmemiş olsaydı biz kendi halimizle vâsıl olamazdık. Allahü Tealâ'ya yemin ederiz ki, bizim Rabbimizin resulleri hakka mukaarin olarak muhakkak bize geldiler» demekle resullerin geldiklerini ikrar ederler ve taraf-ı ilâhiden onlara nida olunurlar ve denilir ki, «Ey ehl-i Cennet! Şu gördüğünüz Cennet'tir, ameliniz sebebiyle vâris kılındınız. Binanealeyh; sîze ihsan olarak verildi.»] İşte ehl-i Cennet'e taraf-ı ilâhiden böyle denilmekle taltif olunurlar.
Yani; müminler Cennet'e girip nimet-i ilâhiyeyi görünce Ce-nab-ı Hakkı sena etmek üzere derler ki, «Hamd ü sena şol Allahü Tealâ'ya mahsustur ki, o Allahü Tealâ sevab ve derecâtı bize verdi ve şu Cennet'e sebep olan amele bizi muvaffak kıldı, kitapları ve resulleri vasıtasıyla bizi irşad etti, lütuf ve ihsan olarak Cehennem azabını bizden defetti. Eğer Allahm bizi irşadı ve tevfiki olmasaydı biz şu sevabı ve derecâtı muktezî olan amele kendi bağımıza vâsıl olamazdık ve o ameli arayıp bulamazdık. Zira; Allahm hidâyette kılmadığı kimse mühtedî olamaz. Biz Allahü Tealâ'ya yemin ederiz ki, muhakkak bize Allah'ın resulleri geldi. Bizi saadet ve selâmetimize irşad ettiler ve irşadları hakka mukaarin ve vakıa mukabıktır ki, bugün eserini gördük» demekle Allah'a hamd ü sena ederler.
Ehli Cennet bu minval üzere hamd ü sena ettikten sonra taraf -ı ilâhiden ehl-i Cennet'e nida olunurlar ve denilir ki, «Şu gördüğünüz Cennet'e siz ameliniz sebebiyle vâris kilindiniz.»
Nida eden; Allahü Tealâ veyahut Allahü Tealâ'nın izniyle bir melektir. Tefsir-i Hâzin'in Ebu Hüreyre, Ebü Saîd-ül Huderî (R.A.) nın rivayetleriyle (Müslim) Hazretlerinden naklettiği bir hadis-i şerifte Resulullah «Ehl-i Cennet, Cennet'e girdiklerinde bir münâdî nida eder ve der ki, ey ehl-i Cennet! Sizin için hayat var memat yok, sıhhat var, hastalık yok, gençlik var, kocalık yok, nimet var, nikmet ve me'yûsiyet yoktur». İşte bu hadis i şerifinde bu âyetteki nidayı tefsir olduğu mervidir..
Ebu Hüreyre (R.A.) m rivayetiyle her şahsın Cennet'te ve Cehennem'de mekânı olup mümin Cennet'e girince, kâfirlerin Cennet'teki mekânına vâris olacağını ve kâfirin de müminin Cehen-nem'deki makaamına vâris olacağını Resulullah'm beyan buyurduğu ve şu beyan-ı nebevileri bu âyette zikrolunan verasetin manâsı olduğunu huzzâra tefhim buyurduğu Tefsir-i Hâzin'de mezkûrdur. Çünkü kâfir; meyyit mesabesinde olup mümin; hayy olduğu cihetle hayatta olan vefat edenin malına vâris olduğu gibi vefat etmiş menzilinde olan kâfirlerin Cennet'teki menzillerine müminlerin vâris olacağını Fahr-i Kâinat sarahat suretiyle beyan buyurdukları gibi âyette de işaret tankıyla beyan Duyurulmuştur.
Bu âyette Cennet'e veraset amel sebebiyle olduğunu beyana Resulullah'ın «Cennet'e hiç kimse ameliyle dahil olmaz, ancak Cennet'e duhûl; ihsan-ı ilâhi ve fazl-ı sübhânîdir» hadis-i şerifi münâfî değildir. Zira; Cennet'e duhul; fazl-ı ilâhiyledir, lâkin Cennet'te derecât ve menâzili taksim; a'mâl sebebiyle olâuğundan veraset de amel sebebiyledir. Binaenaleyh; âyetle hadis beyninde münâfât yoktur, çünkü; ikisinin meali de vakıa mutabıktır. [32]
Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in Cennet'e ve ehl-i nârın Cehen nem'e duhûllerini beyandan sonra tarafeyn beyninde cereyan ede cek muhâverâtı beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ashab-ı Cennet ashab-s Cehennem'e nida eder ve derler ki, «Bize Kabbimizin vaad ettiği sevabı hak bulduk. Siz de Kabbini-zin size vaad ettiği azabı hak buldunuz mu?] Ehl-i Cennet'in bu sualine cevapta:
[Onlar da «Evet hak bulduk» derler.]
[Şu sual ve cevap üzerine onların arasından bir müezzin ilân eder ve der ki, «AHahin laneti şol zâlimler üzerinedir ki, onlar Allah'ın dininden ve tankından kullarını meıı'edcr ve din-i ilâhide eğrilik ararlar.] Binaenaleyh; lanete müstehaklardır.»
[«Zira; onlar âhirete kâfirlerdir ve küfrün icabı lanettir» demekle kâfirleri ehl-i âhirete ilân ederler.]
Yani; ehl-i Cennet, Cennet'te ve ehl-i nâr, narda takarrür ettikten sonra ehl-i Cennet ehl-i nâra derler ki, «Ey ehl-i Cehennem! Biz Rabbimizin vaad etmiş olduğu sevabı ve Cennet'i hak ve vakıa mutabık olarak bulduk. Dünyada rusül-ü kiramın davetlerine inanmış ve yakînen tasdik etmiştik. Rusül-ü kiramın lisanı üzere şeriatta beyan olunan nimetleri aynıyla bulduk, asla hilaf görmedik. Sizin küfrünüz üzerine Rabbinizin vaad ettiği azabı siz de hakka ve vakıa mutabık buldunuz mu?» Ehl-i Cennet'in şu suâline cevap olarak ehl-i Cehennem «Evet! Rabbimizin bize resulleri vasıtasıyla vaad ettiği azabı vakıa mutabık bulduk» derler. Şu mükâlemenin cereyanı üzerine bir münâdî nida ve beyinlerinde ilân eder ve der ki, «Allah'ın laneti şol zâlimler üzerine sabit ve nazildir ki, o zâlimler tarîki ilâhiden nâsı men' ve tarîk-i ilâhi olan Din-i İslâmda eğrilik taleb ederler. Binaenaleyh; ahkâm-ı dini tebdil ve tağyir etmek isterler. Halbuki o zâlimler âhireti münkirlerdir».
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran şu nida; Cennet'e duhûlden sonradır. Ehl-i Cennetin nidadan maksadları; ehl-i nârın hüzünlerini arttırmak ve kendilerinin saadet-i ebediyeye nail olduklarını beyan etmektir.
Şu nidanın ehl-i Cennet'in hepsinden vâki olacağına âyet delâlet eder. Zira; lâfız eamdır, bazı efradın murad olduğuna bir karine de yoktur. Fakat, «Cemi' cem'e mukaabil olunca ferd ferde taksim olunur» kaaidesine tevfiken ehl-i Cennet'ten ferd ehl-i nârdan dünyada bildiği ve tanıdığı kimselere nida eder ve onunla mü-kâleme eder. Diğerlerinde dahi hâl böyledir.
Cennet; a'lâ-yı illiyyînde ve Cehennem esfel-i sâfilînde olduğu halde Cenab-ı Hak için aradaki perdeyi kaldırmakla uzağı yakın kılarak birbirine gösterip söyleştirmekte bir mâni yoktur. Çünkü; ehl-i sünnet indinde bu'd-u mesafe görmeye ve işitmeye mâni değildir. İlm-i kelâmda beyan olunduğu veçhile Hz. Ömer.in Medine-i Münevvere'de hutbe okurken bir aylık mesafesi olan mahaldeki seraskerine sadâsını işittirdiği tevâtüren naklolunmak-tadır;
Bu âyette müezzin le murad; melâikeden bir melek veyahut İsrafil'dir. «Beyinlerinde ilân etti» demek; «Cümlesine işittirdi» demektir. Müezzin lanetin; kendisinde dört sıfat bulunan kimseler üzerine nâzü olacağını beyanetmiştir. Birincisi; zâlim olmaktır, zuIümle murad; küfürdür. İkincisi; nâsı din-i hakka duhûlden men'etmektir. Amma men etmeleri Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile gerek kahır ve galebe tarîkıyla olsun, gerekse hiyel ve desâis tarîkıyla olsun halkı, din-i ilâhiden menetmiş olduklarından lanete müstehaklardır. Üçüncüsü; din-i ilâhinin hakkaaniyetine delâlet eden delillere şek ilkaa etmek ve din-i ilâhinin ahkâmım tağyire yol aramak ve tebdile çare düşünmektir. Dördüncüsü; âhir eti inkâr etmektir.
Hulâsa; ehl-i Cennet'in ehl-i Cehennem'e «Rabbimizin bize va'd ettiği nimetleri hak olarak bulduk. Siz de'vaad ettiği azabı hak olarak buldunuz mu?» diyerek nida edecekleri ve onların da «Evet! Hak olarak bulduk» diyecekleri ve beyinlerinde bir münâ-dînin «Allanın laneti din-i haktan nâsı menedenler ve dinde ayıp arayanlar ve âhireti inkâr edenler üzerine nazil olsun» diyerek nida edeceği bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [33]
Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in ehl-i nâra nidalarını beyandan sonra Cennet'le Cehennem arasında hicab olduğunu ve ehl-i A'raf'ı beyanetmek üzere buyuruyor.
[Cennetle Cehennem arasında bir perde vardır ki, ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem birbirini görmesinler ve A'raf denilen yüksek mahalde birtakım recüller vardır ki, onlar ehl-i Cennet'ten ve ehl-i Cehennemiden herbirini kıyafetleriyle bilirler.]
[Ve ehl-i A'raf ehl-i Cennet'e nida ederler ve «Her belâdan selâmet sizin üzerinize nazil olsun» diye selâm hediye ederek iltifat ederler.]
[Ehl-i A'raf ehl-i Cennet'i selâmladıkları zaman henüz Cennet'e girmediler. Halbuki Cennet'e gireceklerini ümid ederler.]
[Ehl-i A'raf'm ehl-i nâr tarafına döndürülüp, gözleri Cehennem ashabına çevrîltilince onlar «Ey bizim Rabbimiz! Bizi zâlim olan kavimle beraber kılma ve bizi Cehennem'e koyma» demekle Cenab-ı Hakka istirhamda bulunurlar.]
Yani; Cennet'le Cehennem beyninde perde vardır ki, birbirlerinin eseri âhara vâsıl olmasın. A'raf üzerinde birtakım recüller vardır kî, onlar ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem'den herbirini si-mâlarlyla bilirler. Ehl-i A'raf ehl-i Cennet'e nida ederler ve derler ki, «Mekârüıten ve cemi' afattan emin ve salim olmak ey ehl-i Cennet! Sizin üzerinize varid olsun.» Bu sözü söylediklerinde ehl-i A'rafın gözleri ehl-i Cehennem tarafına sarf olunduğunda «Yâ Rabbena! Bizi zâlim olan kavimle beraber kılma» demekle Cenab-ı Hakka tazarru ederler.
Cennet'le Cehennem beyninde hicabla murad; Cennefle Cehennem arasında bir duvardır. Cennet tarafı nur, Cehennem tarafı ateştir. Aralarında bu'd-u mesafe olması birbirlerinin eseri âhara vâsıl olması için hicap bulunmasına mâni olmaz.
urfun cem'idir. Urf ; Fahr-i Razi, Hâzin ve JKâazi'nin beyanlarına nazaran herseyin mürtefi' olan mahallidir. Bu âyette A'raf'la murad; Cennet'le Cehennem arasında olan duvarın yüksek mahallidir. Yüksek olmakla herkesçe maruf olup görüldüğü için A'raf denmiştir. Yahut ehl-i A'raf yüksek mahalde olup herkesi görüp bildikleri için A'raf denmiştir. (İbn-i Ab-bas) Hazretlerinden bir rivayette A'raf; Cennet'le Cehennem arasında yüksek ve iki tarafa nazar etmeye kaabiliyetli bir dağdır. Herhangi manâ murad olunursa olunsun A'raf'ın Cennet'le Cehennem arasında bir mekân olduğunda şüphe yoktur.
Cenab-ı Hak' bu âyette A'raf'ta bir taife-i rical bulunacağını beyan buyuruyor. Fakat bulunacak recüllerin kimler olduğunda ulemanın ihtilâfı vardır. (Huzeyfe) Hazretlerinin rivayetine nazaran ehl-iA'raf; hasenat ve seyyiâtı müsâvî olanlardır. Çünkü; hasenatı ziyâde olan Çennet'e ve seyyiâtı ziyâde olan Ce-hennem'e giderler. İki tarafı müsâvî olanlar Cennet'le Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Çennet'e nazar ederler, ehl-i Cenneti görürler, selâm ihdâ ederler ve Cehennem'e nazar ederler, ehl-i Cehennem'i görürler ve «Yâ Rabbena! Bizi kavm-i zâlimle beraber kılma» diyerek Cenab-ı Hakka iltica ve fazl-ı ilâhiden Çennet'e duhullerini rica ve ümid ederler. Cenab-ı Hak ümitleri üzerine meşiyet-i ilâhiyesi taalluk ettiği zaman Çennet'e ithal eder. Çünkü âhirette mekân; Cennet veyahut Cehennem olmak üzere ikidir. Bu ikinin haricinde karargâh yoktur.
Yahut ehI-i A'raf; ehl-i imandan amelde kusur edenlerdir. Amelde kusurları sebebiyle Allahü Tealâ onları bir müddet A'raf'ta hapsettikten sonra Çennet'e ithal eder.
Yahut ehI-i A'raf; ebeveyne isyan edenler, zamandı fetrette tevhid üzere ğeç&nler ve etfâl-i müşrikindir. Bir müddet A'raf ta mevkuf olduktan sonra Cennet'e girerler.
Yahut ehl-iA'raf; enbiyâ-yı izam, evliyâ-yı kiram, ulemâ ve şühedâ gibi ehl-i Cennet'in eşrafıdır. Allahü Tealâ bu zevatın şereflerine ve ulüvvü mertebelerine binaen sair nâstan temyiz için A'raf ta oturtur ki, onlar ehl-i Cennet ve ehl-i Cehen-nem'in ahvâlini seyr ü temâşâ etsinler, ferah ve sürurları tezayüd etsin ve kıyamette herkesten mümtaz bir mevki-i âlîde bulunsun* lar. Şu halde enbiyâ ve sair sulehânın bu mevkide bulunmaları şanlarına-tazim için olduğu cihetle o makamda âlemin halini seyr ü temâşâ ile istirahat edip ehl-i Cennet Cennet'e ve ehl-i Cehennem Cehennem'e dahil olduktan sonra kemâl-i debdebe ve dârâtla Cennet'te olan makaam-ı âlîlerine nakletmek onları herkesten ziyade taltif olmakla şereflerine münâfî olmak şöyle dursun daha ziyade şereflerini tezyid eder.
Ehl-i A'raf m eşref-i kavim olması enbiyanın ve ulemânın Cennet'e evvel dahil olacaklarını, beyan hakkında vürud eden ahâ-dis-i celileye münâfî olduğundan ekser-i müfessirîn ehl-i A'raf'in hasenatı seyyiatına müsavi olanlar ve amelde kusur edenler olması cihetini tercih etmektedirler.
Ehl-i A'raf; ehl-i Cennet'i yüzlerinin beyazlığıyla ve ehl-i nârı yüzlerinin siyahlığıyla bilirler. Binaenaleyh; yüzlerinin beyazlığı Cennet'e dahil olacaklarına ve siyahlığı Cehennem'e dahil olacaklarına alâmettir. Bu alâmetle ehl-i A'rafın iki fırkayı bileceklerini Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. [34]
Vacip Tealâ ashab-ı A'rafın ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem'! göreceklerini beyandan sonra ehl-i nâra hitab edeceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ehl-i A'raf ehl-i Cennet'e nida ettikleri gibi simalariyla bildikleri birtakım ehl-î nârdan recüllere dahi nida ederler.]
[Derler ki, «Dünyada cem' ettiğiniz malınız ve imandan olan istikbarınız sizden Allah'ın azabım defedemedi ve sizi hiçbir ihtiyacınızdan muğnî kılamadı.]
[«İşte şunlar, yani; ehl-i Cennet şol kimseler ki, dünyada siz yemin ettiniz ve dedinizdi ki, "Allahü Tealâ bunları rahmetine nail kılmaz." Şimdi gördünüz mü Allahü Tealâ rahmetini onlara nasıl îsâl etti?»] İşte ehl-i A'raf böyle demekle ehl-i Cehennemle istihza ederler ve dünyadaki gururlarının ve sözlerinin esası olmadığını hatırlatırlar ki, azap üzerine azap olsun.
Yani; ashab-ı A'raf tekdir ve.tevbih tankıyla ehl-i nârın büyüklerinden dünyada tanıdıkları ve Arasat'ta birtakım simalarıyla bildikleri ricale tahakküm tarîkıyla derler ki, «Sizin cem'ettiğiniz malınız, câh, mansıbınız, evlâd ü etbâ'dan cemiyetiniz sizden azab-ı ilahiyi defedemedi ve imandan tekebbürünüz dahi sizden birşeyi muğnî kılamadı. Allah'ın kulları üzerine tekebbürünüz ve hakkı kabulden imtinamız size hiç bir faydayı müfid olmadı» dedikten sonra ehl-i A'raf ehl-i nâra derler ki, «Ey ahmak kişiler! Şu Cennet-i A'lâ'da,bol nimetler içinde rahatla yaşayanlar mıdır şol kimseler ki, dünyada onları tahkir ettiğinizden dolayı yemin ettiniz ve dediniz ki, (Bu miskinleri Allahü Tealâ cennetine ithal etmez. Dünyada nasıl hakir ve zelillerse âhirette dahi Allahü Tealâ onlara rahmetini îsâl etmez. Binaenaleyh; âhirette hakir ve zelil olurlar) demediniz mi? Nazar edin bakın ki, Allahü Tealâ onları Cennetine nasıl ithal etti ve ne gibi lutf-u ilâhiye nail oldular. Şimdi hak kimin yedinde olduğunu bildiniz mi?» demekle onları tekdir ederler.
Bu âyet-i celilede hitap; ehl-i nara olduğu malûm bulunduğu için ehl-i nar tasrih olunmamıştır. Ehl-i A'raf'in nida ettikleri rical; dünyada bildikleri kâfirlerin mal, câh, servet ü samanlarına ve etbâ' u aVanlarma mağrur olup fukara-yı müminini hakir addedip istihza ve tekebbür edip halkı iz'ac edenlerdir.
Ehl-i A'raf'in bu sualleri onları tekdir ve azaplarını tezyid içindir. Çünkü; onlar kendilerinin hakir ve zelil olduklarını ve dünyada hakir addettikleri müminlerin azamet ve izzetlerini, saa-det-i hallerini gördükleri için hasret ve nedametleri nihayete geldiği bir zamanda ehl-i A'raf'm «Gördünüz mü, sizin rahmet-i ilâ-hiyeden hissedar olmazlar diyerek yemin ettiğiniz zuafâ-yı müs-limîni? Allahü Tealâ nimetlerine nasıl müstağrak kıldı» demek; yaraları üzerine tuz ekmek kabilindendir. [35]
Vacip Tealâ ehl-i A'raf'm kâfirleri tevbih ettikten sonra kâfirlere ta'riz ve râğmolmak suretiyle ehl-i Cennet'e iltifatlarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[«Girin Cennet'e ey ehl-i Cennet! Cennet'e girdikten sonra sizin üzerinize asla havf yok ve siz hüzneder olmadınız. Zira; her nimete nail ve her şerefe vâsıl oldunuz. Binaenaleyh; sizin için hüzün ve esef yoktur» derler.]
Yani; ehl-i A'raf kâfirlere hitab ettikten sonra ehl-i Cennet'e ve kâfirlerin dünyada hakir addettikleri zuafâya iltifat ederler ve «Sizin üzerinize hüzün ve havf olmadığı halde girin Cennet'e, rahat edin» demekle ehl-i nâra ta'riz ederler. Çünkü, dünyada kibir ve azamet sahibi plan kâfirlerde hüzün ve havf mevcud olduğu halde onların sevmedikleri fukaranın âhirette hüznü ve havfı olmadığını beyan etmek; kâfirleri ta'zib üzere ta'zib etmektir. Şu manâ, bu kelâm; ehl-i A'raf m kelâmı olduğuna nazarandır. Amma şu feelâm; Vacip Tealânın veya onun emriyle bir meleğin kelâmı olup ehl-i A'raf a hitab olduğuna nazaran manâ-yı nazım: [Ehl-i A'raf, ehl-i Cennet'in ve ehl-i Cehennem'in halini ve herkesin de-rekât ve derecâtını müşahede ettikten sonra taraf-ı ilâhiden onlara hitaben denilir ki, «Ey ehl-i A'raf! Tarafeynin hallerini müşahede ettiniz ve Cennet'e duhulünüzün vakt-i merhûnu geldi. Havf ve hüzünden ârî ve kemâl-i emn ü sürurla Cennet'e dahil olun»] demektir ki, bu cihetle ehl-i A'raf taltif-i ilâhiye mazhar olurlar demektir. [36]
Vacip Teala ashab-ı Cennet'in ve ashab-ı A'rafm ehl-i nâra hitaplarını beyandan sonra ehl-i narın ehl-i Cennet'e hitaplarım beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ashab-ı Cehennem ashab-ı Cennet'e nida eder ve derler ki, «Ey ehl-i Cennet Cennet'in soğuk suyundan veyahut Allah'ın size verdiği rızıktan bizim üzerimize bir miktarını dökün.»] İşte ehl-i nâr böyle demekle ehl-i Cennet'e yalvarırlar. Bu suale cevapta:
['Ehl-i Cennet derler ki, «Gerek suyu ve gerek şâir rızkı Al-lahü Tealâ şol kâfirlerden menetti ki, onlar dinlerini oyuncak ittihaz ettiler ve hayat-ı dünya onları mağrur etti, aldattı.] Binaenaleyh; dünya nimetlerine aldanıp âhiret amelini terkettiklerinden âhiret nimetlerinden mahrum olduklarını beyanla cevap verirler.
[Onlar hayat-ı dünyaya mağrur olunca bugün biz onları azap içinde terkederiz, onların bu güne mülâkaat için amelî terkedip âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi.]
Yani; ehl-i nâr ehl-i Cennet'e kemâl-i tazarru ve tezellülle nida ederler, yalvarırlar ve «Ey ehl-i Cennet! Beynimizde olan ülfet ve ünsiyeti unuttunuz mu? Hararetten ciğerimiz yandı. Bizim üzerimize Cennet'in soğuk suyundan veyahut Allanın sizi merzuk ettiği nimetlerden lütfedin, dökün ve inayet buyurun açlık ve susuzluğumuza bir çare görün. Her iki cihete şiddeti ihtiyacımız var» dediklerinde ehl-i Cennet cevap verirler ve derler ki, «Gerek Cennet'in suyunu ve gerek bize Allah'ın verdiği rızkı Allahü Tealâ kâfirler üzerine haram kıldı ki, o kâfirler hayat-ı hakîkiyeye sebep olan dinlerini ferahlı ve ferahsız oyuncak ittihaz ettiler ve o kâfirleri lezzât-ı cismâniye ve şehevât-ı nefsâniyeden ibaret olan hayat-ı dünya aldattı ve mağrur etti. Binaenaleyh; onlar nimet-i Cen-net'ten mahrum oldular. Şu halde onların dünyada bu güne mü-lâkî olacaklarını nisyanla birtakım müzahrefât-ı nefsâniyeye aldan-dıkları gibi biz de bugün onlara unutmak muamelesi yapar unutulmuş şeyin terkolunduğü gibi onları terk ederiz» demekle is-tid'âlarını reddederler. Vacip Tealâ, «Onların bizim âyetlerimizi inkâr edip imandan imtina' ettikleri gibi biz de onları nâr-ı cahîm-de terkle azab-ı ebediye dûçâr ederiz» buyurmakla ehl-i Cehen-nem'i ebedî Cehennem'de kalacaklarını beyanla hüzün ve elem içinde bırakır.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran ehl-i A'raf Cennet'e dahil olunca ehl-i Cehennem'e bir ümit gelerek Cenab-ı Hakka «Yâ Rabbi! Ehl-i Cennet'ten bizim bildiğimiz ve karabetimiz olanlar var. Müsaade buyur biz onlarla mükâleme edelim» derler. Cenab-ı Hak da müsaade buyurur. Ehl-i nâr ehl-i Cennet'in Cennet'te olan nimetlerini, Cennetin ziynetlerini, akrabalarını, ahbaplarını görürler ve kemâl-i hararetlerinden su ve şiddetli açlıklarından nâşî me'kûlât işlerler ve ehl-i Cennet de Cennet nimetlerinin kâfirlere haram olduğunu beyanla cevap verirler.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette ehl-i nârm ehl-i Cennete «Üzerimize su dökün» demesi; Cennetin, Cehennemin fevkinde olduğuna delâlet eder. Çünkü ifaza ; yukarıdan aşağı akıtmak ve birşeyi diğeri üzerine dökmektir.
Lehiv ; insanı mühim ve lâyık olan şeyden meşgul eden faydasız bir oyuncaktır. Laib ; taleb etmesi münasip olmayan şeyle ferah taleb etmektir. Şu halde «Kâfirler dinlerini lehiv ittihaz ettiler» demek «Dinlerini terk ve faydasız şeylerle meşgul oldular» demektir. Ve «Laîb ittihaz ettiler» demek, «Dinlerini istihza ve nebilerini tekziple ferah, sürür ve dinini eğlence ittihaz ettiler» demektir.
Dinlerini lehiv ve laîb ittihazlarında iki ihtimal vardır: Birinci ihtimal; dinleriyle oynadılar, imana davet olunduklarında davet eden resulü istihza ettiler demektir. İkinci ihtimal^ lehvi ve laîbi kendilerine din ittihaz ettiler. Meselâ Beyt-i Şerifin etrafında ıslık çalmak ve helâl olan şeyi haram ve haram olan şeyi helâl kılmak gibi birtakım vâhî şeyleri din ittihaz ettiler demektir. «Hayat-ı dünya onları mağrur etti» demek «Dünyanın mal, câh, mansıb, servet, uzun ömür ve güzel maişet gibi müzahrefât onları aldattı» demektir. Çünkü; bunlara nail olan kimseler ekseriyetle tuğyan eder, âhiretini dünyaya değişir, bunlarla mağrur olmasıyla dinini terkettiğinden hayat-ı dünyaya aldanmak Cehennem'e istihfeaaka sebep addolunmuştur. Bu makamda nisyan; Vacip Tealâ'dan muhal olduğu için nisyana lâzım olan terk manasınadır. Buna nazaran mana-yt nazım: [Kıyamet gününde biz onların dualarını kabul ve zaaf u zilletlerine merhamet etmeyiz. Binaenaleyh; dünyada onlar imanı ve ameli terket-tikleri gibi biz de onları azab-ı Cehennemide ebedî terkederiz. Çünkü; onlar bu güne mülâkaatı nisyanla amellerini terkettikle-rinin cezası nar-ı .cahîmde müebbed kalmaktır ki, bizim onları Cehennemide terk etmemizdir] demek olur.
Vacip Tealâ bu âyette Cennet nimetlerinden mahrumiyete bâdı olan sıfatlardan beşini beyan buyurmuştur ki, onlar da; küfür, dini oyuncak ittihaz etmek veyahut oyuncak olan şeyleri din ittihaz eylemek, hayat-ı dünyaya ınağrur olarak âhireti terketmek, yevvnA kıyameti unutmak, vahdaniyyete delâlet eden âyetleri inkâr edip iman etmemektir. Binaenaleyh; şu ta'dad olunan beş şey her kimde bulunursa Cennet'e giremeyeceğine bu âyet delâlet eder.
Hulâsa, ehl-i Cehennem'in ehl-i Cennet'e «Bûim üzerimize soğuk su dökün ve merzuk olduğunuz nimetlerden bize de verin» diyerek çağıracakları ve ehl-i Cennetsin onlara cevap olarak «Hayat-ı dünyaya mağrur olanlara ve dinlerini oyuncak ittihaz edenlere Allahü Tealâ nimetlerini haram kıldı» diyerek cevap verecekleri ve yevm-i kıyamete mülâkaat için ameli terk edip âyetleri inkârlarma mukaabil Cenab-ı Hakkın da Cehennem'de onları terk edeceği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [37]
Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in, ehl-i nârın ve ehl-i A'rafın hallerini ve besinlerinde cereyan eden mükâlemelerini beyanla kullarını taata tergib ve mahiyetten tenfir ettikten sonra Kur'ân'uı şerefini ve insanlara menfaatim beyanetmek üzere buyuruyor.
[Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim kî, muhakkak biz onlara bîr kitap getirdik ki, o kitabı biz kemâl-i ilmimizle tafsil ettik. Vaad ü vaîdini, akaaid ve ahkâmını, durub-u emsalini ve ümcm-i sâli-fenin ahvalini ve vaaz u nasihatini tafsil ettik ki, o kitap kullarımızı hidayette kılsın ve mümin olan kavme rahmet-i ilâhiye olsun.] Binaenaleyh; iman etmeyenler için i'tizara mecal yoktur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; Vacip Teâlâ'mn ilim sıfatı olduğuna delâlet eder. Zira; Kur'ân'ln maânîsini ve ahkâmını ilmiyle inzal ettiğini beyan buyurmuştur ki, şu beyan; ilim sıfatıyla muttasıf olduğunu tasrih etmektir.
İlim üzerine kitabı tafsiIle murad; Kur'ân'ın her faslında beyan olunan fevaid-i kesîre ve menâfi-i vefîrenin cümlesi ilm-i tamla temyiz ve yekdiğerinden tefrik olundu demektir.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile zamiri mutlaka kâfirlere râci olursa kitabla murad; cins-i kitaptır. Şu halde kütüb-ü semâviyenin kâffesini medihdir. Eğer ( f ) zamiri za-mari-ı saadette bulunup Resulullah'a iman etmeyen kâfirelre raci olursa kitabla murad; Kur'ân'dır. O halde âyet-i celile; Kur'ân'ı methiçin sevkolunmuştur.
Allah'ın kitabıyla intifa edenlerin iman edenler olduğuna işaret için Kur'ân'ın hidâyet ve rahmet olması müminlere tahsis olunmuştur. Çünkü; kâfirler Kur'ân'a iman etmediklerinden onlar bu hidayetten mahrumlardır. [38]
Vacip Tealâ Kur'ân'ı tafsil üzere inzal buyurduğunu beyandan sonra kitaba iman etmeyenlerin hâllerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Âyetleri inkâr eden kâfirler nazar etmezler, ancak vaad olundukları azabın gelmesine ve âyetin teViline nazar eder ve onu beklerler.] ,
[Vaad olundukları azabın akıbeti geldiğinde bundan evvel o vaad olunan azabı unutan kimseler »Bizim Rabbimizin resulleri hak olan din ve kitapla geldiler» demekle âhiretin hak olduğunu itiraf ederler.] Ve bu ikrarlarına şunu da-ilâve ederler, derler ki:
[«Bizim için şefaatçilar var mıdır ki? Bize şefaat etseler veyahut bizim içîn dünyaya reddolunmak mümkün müdür ki, red-dolunsak evvelki amelimizin gayrı güzel ameller işlesek de biz de Cennet nimetlerine nail olsak» demekle çare düşünürler.] Fakat fayda etmez. Zira :
[Onlar amel-i salibi terkle nefislerine zarar ettiler.]
[Ve onların iftira ederek ibadet ettikleri putları onlardan kayboldu ve itikadlarının bâtıl olduğu meydana çıktı.]
Yani; kâfirler intizar etmezler, ancak işin akıbetine ve vaad oldukları azabın gelmesine intizar ederler; isyanları üzerine teret-tüb eden azap geldiği gün şol kimseler derler ki; onlar bugünden evvel azabı unuttular arkalarına attılaçdı. «Bizim Rabbimizin resulleri hakka mukaarin ve vakıa mutabık ahkâmla geldiler.. Bizim için şefi'ler yok mudur? Bize şefaat etseler de bu azaptan kurtar-salar veyahut biz dünyaya reddolunsak da evvel amel ettiğimiz küfrün ve ma'siyetin gayrı olarak iman ve amel-i salih işlesek» derler. Küfürle onlar nefislerine zarar ettiler ve şefaat edecek zannıyla ibadet ederek iftira ettikleri putları ve sair ma'budları onlardan kayboldular. Binaenaleyh; onlar ibadetten fayda beklerken zarar gördüler.
Te'viI ; Rücu' manâsına olan evi kelimesinden me'huz olduğu cihetle birşeyin akıbet varacağı şey ve alacağı neticedir. Husül-ü kiram kâfirlere küfrüzere devam ettikleri surette azab-ı ilâhiyle helak olacaklarını ve âhirette azap her taraflarını ihata edeceklerini vaad ettiklerinden kâfirler ona intizar ederler ki, bakalım dedikleri doğru mudur, değil midir? Yevm-i kıyamette ru-sül-ü kiramın vaad ettikleri azap gelince azap gelmezden evvel işin âkibetine intizar eden ve azabı unutup rusül-ü kiramı tekzib eden kâfirler4krar ve itiraf eder ve «Rusül-ü kiramın haşr ü neşr, iman ve tasdik, sevap ve ikab gibi bize getirdikleri ahkâmın cümlesi haktır. Rabbimizin resullerinin sözlerinde hilaf yoktur» demekle rusül-ü kiramın hak ve getirdikleri ahkâmın sidik olduğunu ikrar ederler. Fakat o zamanda ikrarın faydası olmaz. Zira; zamanı geçmiştir. Çünkü; ikrarları azabı müşahede ve muayene üzerine olduğundan menfaat vermez. Zira imanda muteber olan; iman-ı gaybîdir, aynî değildir. Azabı görünce ikrar; iman-ı aynî olduğu cihetle makbul olmadığından ikrarlarının asla bir faydası olmaz. İkrarın faydası olmayınca iki şeyi talepte bulunurlar: Onlardan biri; bir şefün şefaatıyla azaptan halâs olmak, diğeri; dünyaya avdet edip amelleri olan küfrün yerine maaşının gayrı olarak iman ve amel-i salih işleyip ehli iman olarak Cennefe girmektir. Şu iki talepleri hâsıl olmayınca hüsranları tebeyyün eder ve muhakkak zarar ettiklerini bilirler.
Kendilerinin şefaat eder ümidiyle ibadet ettikleri putlar ve Allahü Tealâ'ya şerik olduğunu itikaad ettikleri şeyler gaib olur ki, onlardan bekledikleri menfaat bedelinde zarar zuhur eder. [39]
Vacip Tealâ âhirete müteallik olan ahvali beyan ettiği gibi vahdaniyetine, kudretine ve ilm-i kâmiline delâlet eden delâili dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Sizin malınızı ve umurunuzu ıslah ve hayratı size îsâl ve mekârihi sizden defedip envâ'ı nimetiyle terbiye eden rabbiniz şol Allahü Tealâ'dır ki semâvât ve arzı altı gün miktarı bir müddette icad etti. Yeri ve gökleri halkettikten sonra Arş-ı a'lâ üzerine kahr u galebe etti. Gecenin gündüzü setredip örttüğü ve kemâl-i süratle talebeder olduğu halde ihata ettiği gibi gündüz de geceyi ihata eder ve Allahü Tealâ güneşi, ayı ve sair yıldızları emrine muti' ve münkad olarak halk buyurdu. Agâh ve mütenebbih olun ki, eşyayı icad, herkese ve herşeye emretmek ancak Allahü Tealâ'-ya mahsustur ve Allahm gayrı bir emir sahibi yoktur. Âlemlerin rabbi olan Allahü Tealâ taazzum etti ve hayr-ı kesir, bereket-i tâmme sahibi oldu ki, hayr-ı kesîri ve in'am ü ihsanı cümle âlemi ihata etmiştir.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile semâvât ve arzın alt ı g ünde halk olunması yla murad; miktar-ı muayyen üzere
icad etmektir. Semâvât ve arzın cesametleri ve miktarları daha az veyahut daha çok olmak ihtimali varken bu miktar üzere icad olunması ve herbirînin eczalarının, mevzilerinin gayrı bir mevzide, meselâ dışında olanın iç tarafında, içinde olanın dış tarafında, altında olanın üstünde, üstünde olanın altında bulunması mümkünken her cüz'ünün mevzi-i muayyeninde bulunması ve eflâkin her tarafa harekesi mümkünken harekesinin bir tarafa tahsis olması ve ecsamm cümlesi tabiatta müsavi olduğu halde bazısının semâ, bazısının arz olması tabiat vasıtasıyla olmayıp Fâil-i Muhtar olan Vâcib-ül Vücud'un tahsisiyle olduğuna delâlet-i vâzıhayla delâlet ettiği gibi kudret-i tâmmına ve ilminin kemâline dahi delâlet eder. Çünkü ecsam tabiatta' müsâvî olunca eğer tabiat vasıtasıyla olsa cümlesi bir siyak üzere olmak lâzım gelirdi. Halbuki, muhtelif suret ve şekilde zuhur etmiştir ve bu minval üzere zuhur etmesi Vacip Tealâ'nın Fâil-i Muhtar olmasına ve ihtiyarıyla bu âlemi icad ettiğine delâlet-i vâzıhayia delâlet eder. Semâvât ve arz halk olunmazdan evvel ay ve güneş olmadığı cihetle eyyam mevcud olmadığından bu âyette sitte-ti eyyam la murad; altı gün miktarı bir müddette halk etti demektir.
Cenab-ı Hak bu âyette kullarına nimetinin kesretine ve envâ'-ı hayratı îsâline işaret için kemâle îsâli ve envâ'-ı hayratı ifazasmı müş'ir olan rab ism-i celilini muhatabîne izafetle ma'budun bilhak olup ibadete müstehak ancak kendi zat-ı ülûhiyeti olduğunu beyan buyurmuştur.
İstiva nın ma'nâ-yı lûgavîsi; istikrar manâsına olduğundan kahr ü galebe manâsına isitilâ ile te'vil vaciptir. Çünkü; Al-lâhü Tealâ'nın arş üzerinde istikran mekâna ihtiyacın! ve müte-nâhî olmasını müstelzim olur. Halbuki Allahü Tealâ mekândan ve ihtiyaçtan münezzeh ve müberrâdır. Binaenaleyh; ihtiyacım müş'ir olan elfâzm te'yili vaciptir. Şu halde «Arş üzerine istiva etti» demek; ((Arş üzerine kahr u galebe etti ve emri nafiz oldu» demektir. Gerçi Cenab-ı Hak cümle mahlûkaatı üzerine müstevli ve emri nâfizse de arş-ı ala cümlesini muhit olduğundan arş üzerine galebe cümlesine galebeyi müstelzim olduğu cihetle istilâ; arşa isnad olunmuştur. Arş; mülk ü saltanat manâsına olduğuna nazaran «Mülkü üzerine kahr u galebe etti ve mahlûkaatm her cüz'ünde emri nafiz oldu» demekle saltanat-ı üâhiyeyi beyandan ibarettir. Gecenin gündüzü ve bilâkis gündüzün geceyi sür'atla talebini beyan; geceyle gündüzün husulüne sebep olan eflâkin harekesinin sür'atmı beyandır. Çünkü geceyle gündüzün husulü; eflâkin hare-kesiyledir, şemsin harekesiyle değildir, yahut arzın harekesiyledir. Hukemâ-yı kadîme ve cedîdenin bu hususta ihtilâfları varsa da bazı nusûs-u celile eflâkin harekesine delâlet etmektedir.
«Gece gündüzü sür'atla taleb eder» demektir. Çünkü; manasınadır ve sür'atla talebin manâsı «Takib eder tahallüf etmez» demektir. berekettendir. Bereket; bekaa ve sebat ve hayr-ı kesir sahibi olmak manâsına olduğundan Vacip Tealâ'yı sena için sevk olunmuş bir cümle-i lâtifedir. Yani «Allahü Tealâ bakî ve sabittir fenası ve zevali yoktur, hayrat sahibidir ve kullarına feyz u ihsanı bol» demektir.
Bilcümle âlemlerin envâ'mı, efradını ve eczasını kemâle îsâl edip herbirini gûnâ gûn nimetlerle terbiye ve her zerresinin isti-dad ve kabiliyetlerine göre hallerini ıslah ettiğine işaret için cümle âlemin rabbisi olduğunu zikir buyurmuştur.
Bu âyet-i celile Vacip Tealâ'nın azamet, kudret, üm ve hikmet, tedbir-i irâdât sahibi olduğunu beyanla kullarını imana ve ibadete davet için irad olunan delâil cümlesindendir. Binaenaleyh; halikın ve mucid ü müessirin vâhid-i hakîkî olan Allahü Tealâ olmasına delâlet ettiğinden âlem-i eflâkin, âlem-i anâsırda ve taba-yiin eşyada te'siri olmadığına ve ef'âl-i ibâdı halik Allahü Tealâ olduğuna delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; nazm-ı celüi halkın ve emrin kendi zatına münhasır olduğunu beyandır. Gerçi yıldızların arz üzerinde bazı te'sirâtı görülürse de bu misilli te'sirât Allah'ın halkıyla olduğundan müessir-i hakîkî ancak Allahü Tealâ'dır. Bu cümle, Allahü Tealâ üzerine hiçbir şeyin vacip ve lâzım olmadığına delâlet eder. Binaenaleyh ibadet; sevap, icab etmez. İbadet üzere sevap halk etmek Allah'ın iradesine ve ihtiyarına menuttur. İster halk eder, ister etmez, yoksa halk etmek vacip değildir,. Eğer vacip olsa Allahü Tealâ'nın kuluna borçlu olması lâzım gelir, buysa' bâtıldır. Şemsle kamer ve şâir yıldızların müsahhar olmalarıyla, murad; emr-i ilâhiye karşı zelil ve hakir olarak itaat ve inkıyad etmeleridir. E m r - i ilâhi yle murad; kudret-i ilâhiyenin onlarda te'sir etmesidir. Şemsle kamer, şâir yıldızlarda dahil oldukları halde şereflerine binaen ayrıca zikrolunmuşlardır. [40]
Vacip Tealâ kemâl-i kudret, hikmet ve rahmetine delâlet eden delâili zikirle halka ulûm-u hakîkiye ve rnaârif-i nefsâniyeyi tahsille mükellef olduklarını tefhim ettikten sonra ulûm ve maârifin neticesi olan dua ve tazarru ile ibadeti emretmek üzere buyuruyor.
[Ey insanlar! Rabbinize tevazu ve tezellül ederek gizlice dua edin.]
[Zira; Allahü Tealâ tekebbür etmek ve bağırıp çağırmakla dua ederek haddini tecâvüz edenleri sevmez.]
fAhkâm-ı şer'iyeyi inzal ve erbabının infazıyla arzı ıslah ve ahaliyi irşad ettikten sonra daire-i şeriattan çıkmakla ve birbirinize zulmetmekle ifsad etmeyin.]
[Siz Allah'ın azabından korkar ve rahmetinden ümid eder olduğunuz halde Allaha dua edin.]
[Zira; beynelhavf verricâ, âdabına riâyetle duâ, Allah'a lâyıkı veçhile tazîm ve muhtaç olanlara muavenet etmek suretiyle ihsan edenlere Allahın rahmeti yakındır.]
Yani; nefsinizde olan zül ü hakaareti, tezellül ve tevazuu izhar edici olduğunuz halde gizli olarak Rabbinize duâ edin, muhtaç olduğunuz, mümkün olan şeyi isteyin ve mümkün olmayan şeyi ta-leb etmeyin. Zira; duada haddini tecavüz ederek haline lâyık olmadık şeyi istemek yani sadâsmı kaldırmak gibi haddini tecavüz edenleri Allahü Tealâ sevmez ve rusül-ü kiramı irsal, kütüb-ü se-mâviyeyi inzal ve şerayi'i ahkâmı vaz' u te'sis etmekle arzı ıslah ettikten sonra rusül-ü kirama muhalefetle arzı ifsad etmeyin ve Allah'ın lutfu, cemâlinden duanızın kabulünü rica, ümit ve kahr u celâlinden havf u haşyet eder olduğunuz halde Allahü Tealâ'ya iltica edin. Zira; Allah'ın rahmeti; Allah'ı görmüş gibi ibadet edenlere katiptir ve, muztar olarak bir taraftan korkup, diğer taraftan rahmetini rica ve ümid edenlere ihsanı yakındır. Binaenaleyh;' ih-san-ı ilâhiden müstefid olmak için sa'yedin.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile duanın manâsı; Allah'tan hayır taleb etmek olup, hayır talebiyse ayn-ı ibadet olduğu cihetle bu âyette duâ ile murad; ibadettir denilmişse de duâ yla murad; hakîkaten, duâ olmak ciheti râcihtir. Zira; duâ; kişi muhtaç olduğu şeyi bilip onun tahsilinden âciz olmasına binâen Vacip Tealâ'dan muhtaç olduğu şeyi istemektir. Şu halde duâ; ayn-ı ibâdettir. Zira; kişi kendinin aczini ve Allah'ın kudretini bilerek Allah'a, arz-ı ihiyac etmek ibâdetin hâlisidir. Binaenaleyh; hakîkî duâ manâsından ihraç ederek ayrıca ibâdet manâsına demekte bir fayda yoktur. Tazarru*; zillet ve meskenet hufye ; gizli demektir. Şu halde manâ-yı nazım: [Rabbinize kemâl-i tevazu ve tezellülle gizlice duâ edin ve muhtaç olduğunuz şeyi isteyin] demektir. Duada edebin gizli olmasına bu âyet delâlet eder. Zira; Allahü Tealâ duayı gizli yapmakla bu âyette emir buyurduğu gibi duada itidâ yani haddini tecavüz edenlere muhabbet etmediğini dahi beyan buyurmuştur. Duada i'tidâ yani haddini tecavüz; sesim yükseltmek, uzun sayha etmek, semâya çıkmak ve mertebe-i nübüvveti istemek gibi hâline lâyık olmadık şeyleri talep etmektir.
Bu âyetin delaletiyle duada ihfâ lâzım olduğu gibi nafile ibâ-dâtın kâffesinin hafî olması, ferâiz ve vâcibâtın ise alenî olması efdaldir. Bazıları «Eğer riya korkusu olmaz, nefsine riyadan emin olursa nevâfili dahi alenî edâ etmek efdaldir. Zira; başkalarının iktidâsma sebep olur» demişlerse de ekser-i ulemânın kavli gizli olmak efdal olmasıdır.
Vacip Tealâ arzı ifsâd etmekten kullarını nehyetmekle katil, kat-ı a'zâ, sirkat, gasıp, hile ve desâisle gayrın emvalini almak, küfürle edyânı ifsâd etmek, fıskla ahkâmını ihlâl ve zinaya ikdamla ensâbı zayi ve.şürb-ü hamirle aklı heder etmek gibi şeyler ifşadda dahil olduğundan bu âyette Cenab-ı Hak şu ta'dad olunan fesâ-datin cümlesinden nehiy buyurmuştur. Tarafeynin rızalarıyla mün'akid olan akde riâyet etmemek ifsad kabilinden olduğu mü-fessirînin cümle-i beyânâtmdandır. Binaenaleyh; akdin ahkâmına riâyet vaciptir. Âyet-i Ulâda duanın sıhhatinin şartı beyan olunmuştur. Zira tazarru' ve ihlâs; duanın sıhhatinin şartıdır. Âyet-i saniyede duanın faydası beyan olunmuştur. Çünkü duadan mak-sad; ikidir: Birincisi; korktuğundan kurtulmak. İ kincisi; umduğuna nail olmaktır. Şu halde ma'tuf, ma'tufun aley-. he mugaayirdir. Gerçi her ikisi de duayla emir ise de maksadlar
başkadır. Çünkü; demek; «Rabbinize tezellül eder olduğunuz halde gizlice duâ edin» demektir demek; «Duanın reddolunmasmdan korkar ve icabet olunmasını ümid eder olduğunuz halde Rabbinize duâ edin» demektir. Şu halde duanın gizli olması alenî olmasından efdaldir. Duadan maksad; kişi ubudiyette olan zilletini, acz ü meskenetini ve rububiyette olan kuvvet ve kudreti, izzet ve ceberûtu bilmek olduğundan abdin duası Hakkın takdirini tağyir edemez. Şu halde «Duada fayda yoktur» diyenlerin bu itirazları merduddur. Zira; cemi' ibâdâttan maksud ubudiyetteki zilleti ye rububiyetteki izzeti bilmek gibi faide-i mühimme duada hâsıl olunca duada fayda yok demek hatâ-yı azimdir. Zira; faydası olmayan şeyle Allahü Tealâ emretmez. Halbuki duayla emretmiştir.
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran duaya diyenlerin lâfzını gizli demeleri İmam-ı A'zam indinde efdaldir.
Zira; dahi duadır. Duada ihfânm efdal olduğuna bu âyet delâlet eder. Yahut esmâ-ı ilâhiyeden bir isimdir,
demek Allah'ı zikretmektir. Zikrullah da riyadan ârî olsun için hafî olması efdaldir buyurmuştur.
Muhabbetin; sıfat-ı ilâhiyeden bir sıfat olduğuna Kur'ân delâlet eder. Şu halde Allahü Tealâ'nm muhabbeti; nefsin arzusu ve tabiatın meyli sebebiyle birşeyden lezzet taleb etmek değildir, belki Allah'ın muhabbeti; «Kuluna sevab-ı hayır ve rahmet îsâl» etmektir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Siz Rabbinize tezellül ve kemâl-i ihlâsla hafî olarak duâ edin. Zira; Rabbiniz duada tezel-lülü ve gizli duayı sever, ancak gizli duâ etmeyi terkle tecâvüzâtta bulunanlara sevap ve hayır îsâl etmez. Binaenaleyh; tecâvüzâtla duâ eden arzusuna nail olamaz] demektir. Medârik'te beyan olunduğu veçhile Resulullah, «Ey ümmetim! Siz gayba duâ etmezsiniz, ancak Üuânızı işitir ve ilmi size yakın olan Allah'a duâ edersiniz. Zira; her nerede bulunsanız Allahü Tealâ'nın ilmi sizinle beraber» buyurmuştur. İmam-ı Hasan'ın «Gizli duayla alenî duâ arasında yetmiş derece fark vardır» buyurduğu mervidir.
Bu âyette Allah'ın rahmeti yani inam ve ihsanının erbabı, ibadet ve ihsana karib olmasıyla mura,d; insanın âhirete karib olmasıdır. Çünkü; insan, her saat ve her dakikada dünyadan âhirete yaklaşır. Allah'ın sevabı kullarına âhirette vâsıl olacağına binaen saat be saat, dakika be dakika insan âhirete yaklaştıkça âhirette nail olacağı sevap da insana yaklaşmaktadır. [41]
Vacip Tealâ vahdaniyetine ve kudretine delâlet eden delâili ulviyeyi beyandan sonra kudret-i kâmilesine delâlet eden âlem-i süflinin bazı ahvalini ve emr-i âhiretin sıhhatına delâlet eden de-laili beyanetmek üzere buyuruyor.
[Sizin rabbiniz şol Allahü Tealâ'dır ki, o Allahü Tealâ yağmurun önünde müjdeci oldukları halde rüzgârları gönderir. Hatta o rüzgârlar yağmur suyuyla ağırlaşmış bulutu buhârât-ı müterâ-kimeden cem'edip götürdüğünde suyla ağırlaşmış bulutu biz susuzluktan Ölmüş cesed gibi kurumuş beldeye sevkedcr, bulut vasıtasıyla o beldeye yağmur sularını inzal ve o su sebebiyle envâ'-ı meyvaları arzdan ihraç ederiz. Şu rahmet suyuyla meyvaları, gûnâ gûn renkler ve râyihalarla arzdan ihraz ettiğimiz gibi kıyamette biz mevtayı dahi ihraç ederiz ki, siz teemmül ve tefekkür ederek bilesiniz.] Kuru arzdan rahmet suyuyla yaş meyvaları halk etmeye kaadir olan Allahü Tealâ, mevtayı ihya ve ihraç etmeye dahi kaadirdir.
Yani; Rabbinizin rahmeti ve sevabı erbab-ı ihsan olan âbidlere yakındır. Nasıl yakın olmasın! Rabbiniz gol zat-ı ecellü aladır ki, yağmurun evvelinde müjdeci oldukları halde latîf ve güzel rüzgârları gönderir. Çünkü; sabah rüzgârı bulutların hudûsuna sebep olur, " şimal rüzgârları — poyraz — bulutları cem* eder ve kıble rüzgârı yağmur yağdırır. Binaenaleyh; rüzgâr rahmete alâmet olduğu cihetle insanlar için Allah'ın rahmetine müjdedir. Hatta bir hale gelir ki, rüzgârlar'yağmur suyuyla ağırlaşmış bulutu götürür. Biz, Ölmüş insan menzilinde olan kurumuş beldeye bulutu sevke-der, o bulut vasıtasıyla rahmeti inzal eder ve rahmet vasıtasıyla envâ'-ı hububat ve meyvaları size rızık olmak üzere arzdan ihraç ederiz ve arzdan otları, meyvaları ihraç ettiğimiz gibi kıyamette mevtaları hesap görmek, muhsin olanlara sevap vermek, Cenneti ithal eylemek ve âsî olanları azap için Çehennem'e ithal eylemek üzere arzdan ihraç ederiz ki, sizin teemmül ve tefekkürünüze sebep olsun ve bilesiniz ki, ölmüş arzdan envâ'-ı nebatatı ihraca kaa-dir olan Allahü Tealâ ölmüş insanları ihya ve kabirlerinden ihraç etmeye dahi kaadirdir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile rüzgâr; müteharrik havadan ibarettir. Şu halde havanm harekesi zatından ve tabiatından neş'-et etmiş birşey değildir. Çünkü; harekesi zatının ve tabiatının iktizâsı olsa zatı bulundukça harekesi dahi bulunmak lâzım gelir ve herzaman bulunurdu. Halbuki çok zaman hareke ve rüzgârdan eser görülmediğinden biçare harmancılar aylarca beklerler ve rüz-~gâra hasret olurlar. Bu hal; havayı tahrikle rüzgârları halk eden halikın Fâil-i Muhtar olmasına delâlet eder.
Rüzgâr bulutların eczalarını cem'etmek ve bulutları sağdan, soldan tahrikle hâmil olduğu rahmet sularını havada muhafaza eylemek ve bulutları ihtiyacı olan mahallere irade-i ilâhiyeyle. alıp götürmek, hâsılatı ve meyvaları takviye ve neşv ü nemasını ikmâl etmek ve vücud-u insana nafî bedenini kavı kılmak gibi fevâidi cami1 olduğu Fahr-i Razi'nin cümle-i beyânâtmdandır. Sabahleyin şarktan esen rüzgâr daima nâfidir. Şimalden gelen poyraz'vücuda ve hâsılata nâfi ve bulutları toplayıcıdır. Kıble cihetinden gelen rüzgâr rahmete emmâredir ve rahmet yağdırır. Garp cihetinden gelen rüzgâr bulutları dağıtır ve rahmete mâni olur; Hâsılatı kurutur ve insanların vücutlarına iİel ve emraz îrâs ettiği cihetle mazarrattır.
Rüzgârın şu muhtelif suretlerde zuhuru Vacip Tealâ'nın vücuduna ve Fâil-i Muhtar olduğuna delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; tabiat vasıtasıyla olsa nesak-ı vahid üzere olur ve her zaman bir taraftan eser, tabiatı menfaatsa daima menfaat ve mazarratsa daima mazarrat olması lâzım gelirdi. Halbuki muhtelif caniplerden estiği gibi üzerine muhtelif eserler terettüb ediyor. Çünkü; bazı kere menfaat ve bazı kere mazarrattır. Binaenaleyh; tabiatın te'sîri yoktur.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile mevtayı ihyanın nebatatı ihraca teşbihinde iki ihtimal vardır: Birinci ihtiynaI ; nebatatı rahmetle ihraç ettiği gibi mevtayı da rahmetle ihraç eder. Çünkü; Allahü Tealâ'nın kıyamette hayvanın menisi gibi kırk gün rahmet inzal buyuracağına ve o rahmet vasıtasıyla kabirlerinden ecsâdm ot gibi bitip azaları tekemmül edince herkesin ruhu kendi bedenine geleceğine dair birçok ehâdis-i celile vardır. İkinci ihtimâl; Allahü Tealâ kış günlerinde kurumuş arzı, bahar günlerinde kudretiyle İhya buyurup otlan bitirdiği gibi insanlar bilkülliye mahv u münkariz olup eserleri kalmadıktan sonra nebatat gibi onları ihya eder demektir. Zira; kuru topraktan yaş meyvayı ihraca kaadir olan Allahü Tealâ'nın ölmüş ve çürümüş insanları ihraç ve ihyaya dahi kaadir olacağı evleviyetle sabit olur.
Hulâsa; yağmurun evvelinde rüzgârlar rahmete alâmet ve müjdeci olduğu ve rahmete ihtiyacı olan ma'mur ve gayrı ma'mur beldelere rüzgârların yağmur suyuyla dolu bulutları irâde-i ilâ-hiyeyle alıp götürdüğü ve rahmet suyu sebebiyle envâ'ı meyvaları arzdan ihraç buyurduğu gibi mevtayı kabirlerinden ihraç edeceği ve insanlar için bunlara kaadir olan kudret-i ilâhiyeyi teemmül ve tezekkür etmeleri lâzım olduğu bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir.[42]
Vacip Tealâ rahmeti inzalle nebatatı ihraç ettiğini beyandan sonra rahmetin irizâliyle beraber nebatatın da arzm kaabiliyetine göre biteceğini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Toprağı güzel olan ve terbiyeyi kabul eden beled-i tayyibin nebatatı Rabbisinin izniyle çıkar ve bereketi çok ve insanlara nâfi olur. Amma şol belde ki, tıyneti habistir, onun nebatatı bitmez, illâ az ve külfetle biter ve insanlara nâfi dmaz. belki mazarrat olur. Biz şu misali beyan ettiğimiz gibi vxh laniyetimize ve kudretimize delâlet eden âyetlerimizi nimetimize şükreden kavme beyan ve tafsil ederiz.]
Yani; rahmet, arzın kabiliyetine göre nebatatın hurucuna se-beb olur. Zira; toprağı güzel olan beldenin nebatı Allah'ın meşi-yeti ve iradesiyle çok güzel ve insana nâfi surette biter ve gaayet kolaylıkla husule gelir. Çünkü; arzın iyilik cihetine istidadı tamdır, buhletmez. Amma tıyneti habis, çorak ve kaabiliyeti kısa olan beldeye ne kadar yağmur yağsa kaabiliyeti olmadığından nebatı bitmez, illâ az, güç ve muzır olarak biter ki, kimse intifa etmez. Şu bizim beyanımız veçhile vahdaniyetimize delâlet eden âyetleri şükreden kavme birer birer tafsil ederiz ki, insanlar o âyetlerle imanın vücubuna ve tevhide istidlal etsinler.
«Toprağı çorak olan arazinin nebatatı meşakkatli ve güç-biter» demektir. Çünkü; meşakkat ve usret manasınadır. Halbuki arazînin her ikisine nazil olan rahmet birdir ve çorak olan arazînin sahibinin emeği ve sa'y ü ameli belki daha çoktur, lâkin mahalde kaabiliyet olmayınca sa'y ve amel fayda etmez.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyetin müminle kâfirin hallerini temsil için sevk olunması ihtimali vardır. Bu ihtimale na* zaran Kur'ân'ı yağmura ve mümini arz-ı tayyibe ve kâfiri arz-ı habîse teşbih tarîkıyla Vacip Tealâ müminin kaabiliyetini ve kâfirin adem-i kaabiliyetini beyan buyurmuştur. Buna nazaran manâyı nazım: [Arz-ı tayyib üzerine rahmetin nüzûlüyle o arzda en-vâ'-ı nebatat ve muhtelif meyvalar ve gûnâgûn renklerle çiçekler meydana geldiği gibi arz-ı tayyibe benzeyen mümin üzerine men-faatta yağmura benzeyen Kur'ân'ın âyet be âyet, cümle be cümle rahmet taneleri gibi "nazil oldukça müminde, iman ve envâ-ı ibâ-dât ve sevimli çiçeklere benzeyen ahlâk-ı hamide ve evsâf-ı cemile biter. Amma arz-ı habîse benzeyen kâfir üzerine Kur'ân nazil oldukça kaabiliyeti olmadığından çorak tarla gibi birşey bitirmez, illâ az ve menfaattan hâlî birtakım ahlâk-ı rezîle sahibi olur. Çünkü; Kur'ân'ı inkâr ettikçe küfrünün teşeddüdü çorak tarlada biten acı ve zehirli otlar gibidir. [43]
Vacip Tealâ vahdaniyetine delâlet eden delâili ve mebdei ve maâdı zikirden sonra resulünü tesliye için enbiyâ-yı sabıkanın üm-metleriyle vâki olan nıübahaselerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Zatıma yemin ederim ki, muhakkak Biz Nuh (A.S.) ı kavmine resul olarak gönderdik.]
[Binaenaleyh Nuh (A.Ş.) kavmine hitaben dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin için hiçbir ma'-bud yoktur. Şu halde Allah'tan başkasına ibadet etmeyin.»]
[«Zira; Allah'ın gayrıya ibadet ettiğiniz takdirde ben sizin üzerinize büyük denmeye şayan olan yevm-i kıyametin azabından korkarım.» dedi.]
[Nuh (A.S.) in şu nasihatına karşı kavminin ileri gelen büyükleri «Yâ Nuh! Biz seni açık bir dalâl içinde görüyoruz» dediler ve iman etmeyeceklerini izhar ettiler.]
Yani; zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki; Biz, Nuh'u kavmine ıslah ve terîk-ı hakka davet için gönderdik. Çünkü; onlar cadde-i tevhidden çıkarak birtakım efkâr-ı fâsideye meylettiklerinden hakka davet edecek bir resule muhtaç olmuşlardı. Binaenaleyh; Biz Nuh'u gönderdik. Nuh (A.S.) onlara şefkat ve nasihat tarîkıyla dedi ki, «Ey kavmim! Siz Allahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; sizin için Allah'ın gayrı bir ma'bud yoktur. Şu halde ibâdetinizi ancak Allahü Tealâ'ya hasredin. Eğer Allah'a .ibadet etmez de, ibadetinizi Allah'ın gayrıya sarf ederseniz Ben sizin üzerinize yevm-i kıyamet olan büyük günün azabından korkarım. Siz o günde vâki olacak azab-ı azîme dûçâr olursunuz.» Hz. Nuh'un bu kelâmına karşı kavmin uluları ve memleketin eşraf ve a'yânı «Yâ Nuh! Biz seni muhakkak haktan çıkmış ve açıktan dalâleti ihtiyar etmiş görüyoruz» demekle Nuh (A.S.) ı hataya nispet ettiler. Çünkü; kavm-i Nuh'un, hâsılat bitmez çorak tarla gibi nasihat kabulüne istidadları yoktu.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Nuh (A.S.) bu âyette üç dava dermeyan etti: Birincisi; Allahü Tealâ'ya ibadetin vacip olduğunu beyanla tekâlif-i ilâhîyeyi kabulün vücubuna işaret etti. İkincisi; Allah'ın gayrı ma'bud olmadığını beyanla tevhidi ikrarın lüzumunu ve şirkin butlanını tasrih eyledi. Üçüncüsü; yevm-i kıyamette azab-ı azımın vücudunu dava etmekle âhirete itikad lâzım olduğunu beyan buyurdu.
Nuh (A.S.) in pederi (Lemek)'tir. Lemek'in pederi (Müteveş-lih)tir/Müteveşlih'in pederi (Ahnuh) ki, İdris (A.S.) dir. İdris (A.S.) dan sonra evvel ba's olunan resul; Nuh (A.S.) dır. Nuh (A.S.) in hîn-i bi'setinde kırk veyahut elli yaşında olduğu mervidir.
Bu kıssayı beyanın faydası; nebilerini tekzib etmek Muham-med (S.A.) in din-i hakka davet ettiği ümmete mahsus olmayıp sair ümmetlerde dahi bulunduğunu ve ümem-i sâlifeden nebilerini tekzib edenlerin helak oldukları gibi ümmet-i Muhammed'den tekzib edenlerin de helak olacaklarını ve her ne kadar mühlet veriliyorsa da behemehal Vacip Tealâ'nm intikamını alacağını ve Re-sulullah'm bir kitap mütalâa etmediği ve bir üstazdan taallüm ey-lemediği halde vakıa mutabık olarak ümem-i sâlifenin hallerini beyan eylemesi vahiyle olacağı cihetle dâvet-i nebeviyesini ispat ettiğini beyanla Resulullah'ı tesliye ve kâfirleri tehdid etmiştir. [44]
Vacip Tealâ kâfirlerin Nuh (A.S.) ı hataya nispet etmelerine karşı Nuh (A.S.) m müdafaasını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Onların Nuh (A.S.) ı hataya nispet etmelerine karşı Nuh (A.S.) muktezâ-yı nübüvvet mütenebbih ve mütenassıh olurlar ümidine binaen dedi ki, «Ey kavmim! Sizin zu'm-u fasidiniz gibi bende dalâlet yoktur ve lâkin ben âlemlerin Rabbisinin resulüyüm. Onun tarafından sizi irşad ve doğru yola sevk etmek için geldim. Rabbimin risâletlerini ve ahkâmını size tebliğ ve mahza size nasihat ederim. Bundan başka sizden bir emelim yoktur ve sizin bilmediğiniz şeyi Allah'ın bildirmesiyle ben bilirim.] Binaenaleyh; sözümü dinleyin, nasihatimi kabul edin, davetime icabetle necatınızın çaresini arayın. Zira; siz iman etmezseniz sizi dünyada tufanla gark edip âhirette de azab-ı azimle muazzeb kılacağını Allah'ın vahyiyle ben biliyorum.»
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Nuh (A.S.) kavmine mertebe-i ülyâsmı beyan etmesi vacip olduğundan taraf-ı ilâhîden resul olduğunu beyanla nefsim medih buyurmuştur. Zira; nefsini i'lâme ve methe hacet-i.diniye icab ederse insan için nefsini methetmek caizdir ve Nuh (A.Ş.) nefsinde hata olmayıp daveti doğru olduğunu beyandan sonra risaletten maksadının. ahkâmı tebliğ ve nasihati takdir olduğunu dahi beyan buyurmuştur. Gerçi «Ben Allah'ın resulüyüm» demek nefsini sena ise de, sözünün dinlenmesi ve davetine icabet vacip olduğunu mutazammın olduğundan caizdir. Tebliğ; envâ'-ı tekâlifi ümmetine beyan, evamir ve nevâhî-nin aksamım tarif olup nasihat; ibâdâta terğib ve maâsî-den tenfir olduğu cihetle tebliğle nasihat beyninde fark vardır.
Beyzâvfnin beyanı veçhile akaaid, a'mâl, mevâiz ve ahkâm gibi risaletin envâ'-ı kesîr olduğuna işaret için risalet cemi' sıyğa-sıyle varid olmuştur. Terğib ve tehdidi doğru ve vakıa mutabık olduğunu takrir ve tesbit için «Sizin bilmediğinizi ben bilirim» buyurmuştur ki, «Söylediğim sözler haktır, iman etmezseniz helâkiniz muhakkaktır» demekle tehdid etmiştir. Lâkin bu nasihat ve tehdid fayda etmedi, akıbet olacak oldu. [45]
Vacip Tealâ Nuh (A.S.) m kelâmından bakiyeyi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Nuh (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavmim! Siz beni tekzib eder de sizi in/ar etmek ve sizin muharrem âttan ittika etmeniz ve merhamet-i ilâhiyeye mazhar olmanız için kendi cinsinizden halini ve nesebini bildiğiniz bir recül üzerine Rabbiniz tarafından vahiy gelmesinden ve kitap nazil olmasından taaccüp mü edersiniz?» demekle kavmini tevbih ve risaletine taaccüplerini inkâr etti.]
Yani; ey kavmim! Beni tekzip ve risaletimi inkâr eder de, Rabbinizden size mev'ize ve irşad için nasihat gelmesinden taaccüp mü edersiniz? O zikri hâvî olan mev'ize sizden bir recül üzerine nazil olup o recül sizi inzar ederek uraum-u maâsî ve küfürden men ve zecir ve onun zecri sebebiyle sizin mahârimden ittika etmenize sebep olsun. Böyle bir recül-ü muazzama üzerine bir kita-bm gelmesinden niçin taaccüb edersiniz? O recülün inzarı ve tehdidi sebebiyle me'mul ki siz merhamet-i ilâhiyeye mazhar olur, me'mûrâtı eda ve menhiyatı terkedersiniz.
Kâfirler «İbadetten ma'buda birşey ait olmadığından ibadetle teklife hacet yok, şu halde nübüvvete ihtiyaç yoktur. Eğer nübüvvete ihtiyaç olsa melekten resul olmak lâzımdır» dediklerine ce-• vap olarak Cenab-ı Hak bu âyetle kâfirlerin şüphelerini izâle etmiş ve nübüvvetten maksud; inzar ve ittikaaya davet olduğuna işaret buyurmuştur.
Beyzâvî'nin. beyanına nazaran takva rahmeti mucip olmayıp rahmet mahza fazl-ı ilâhi eseri olduğundan mütteki olan kimseye lâyık olan takvasına itimad etmemek ve azab-ı ilâhiden emin olmamak olduğuna tenbih için ricaya delâlet eden kelimesi varid olmuştur.
Fahr-i Razi'nin beyanı âyette tertip gaayet güzeldir. Çünkü, resul ba'setmekten maksud; ümmetini azab-ı ilâhiden inzar ve in-zardan maksud - muharremâttan ittikaa.ve ittikaadan maksud ise rahmet-i ilâhiyeye nail olmaktır. Nuh (A.S.) m kelâmında şu tertibe riâyet ettiğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Çünkü; nasihatta kelâmın silsilesine ve tertibine riâyette te'sir ziyâdedir. [46]
Vacip Tealâ Nuh (A.S.) in nasihati kavmine te'sir etmeyerek tekzipte ısrar edip akıbet helak olduklarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Nuh (A.S.) iiı nasihati te'sir etmedi. Binaenaleyh; tekzipte devam ve nübüvvetini inkârda ısrar ettiler ve ısrarları üzerine Biz Azîmüşşan Nuh'a ve Nuh'la beraber gemide bulunan kimselere necat verdik ve âyetlerimizi tekzipte ısrar eden kâfirleri tufanla gark ve ihlâk ettik. Zira; hakka delâlet eden âyetlerimizi tekzib edenler hakkı görmekten kör bir kavim idiler. Kalpleri kasavetle dolu ve âyâtı idrakten gaafillerdi.] Binaenaleyh; gafletleri helaklerine bâdî olmuştur. Çünkü basiret; necata sebep olduğu gibi gafletin de helake sebep olduğunda şüphe yoktur.
Kaazi ve Medarik'in beyanları veçhile Nuh (A.S.) la beraber gemide bulunanlardan mecmuu kırkı recül olmak üzere seksen kişidir. Veyahut dokuz kişidir ki, onlardan üçü Hz. Nuh'un oğulları Ham, Sam, Yafes ve altısı da şâir iman edenlerdir.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran Nuh (A.S.) geminin ameliyatını iki senede bitirmiş ve Receb-i Şerifin onunda gemiye binerek Muharrem'in onunda gemiden inmiştir. Binaenaleyh; gemide kararları altı ay imtidad etmiştir.
Hulâsa; kavm-i Nuh'un Nuh (A.S.) ı tekzib ettikleri ve Nuh (A.S.) la beraber gemide bulunan maiyetine tufandan Vacip Tea-lâ'nın necat verdiği ve onların haktan iğmaz-ı aynecjer bir kavim oldukları ve hakkı görmekten ve kabulden istinkâf eden kavmi, Cenab-ı Hakkın ihlâk edeceği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [47]
Vacip Tealâ Nuh (A.S.) m kavmiyle olan mübâhesâtıni icmâ len beyandan sonra Hûd (A.S.) m kıssasını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Kavm-i Ad, tarîk-ı tevhidden çıkıp ıslaha muhtaç olduklarında biz onlara biraderleri Hûd'u irşad için resul olarak gönderdik. Hûd (Â.S.) kemal-i şefkatini izhar ederek «Ey benim kavmim! AHahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; Allahii Tealâ sizi icad ve kemâlinize İsal etti. Binaenaleyh; ibadetinizi AHahü Tealâ'ya hasredin. Çünkü; Allah'ın gayrı sizin için ma'bud yoktur. Binaenaleyh sizin üzerinize vacip olan; iman ve Allah'ın şeriatıyla amel etmektir. Allah'ın vahdaniyetini inkâr eder de, Allah'ın gayrıya ibadet etmekten korkmaz mısınız? Nasıl oluyor ki vâhid-i hakîkî ve kadir ü kayyûm olan Allah'a ibadeti terkedip de müteaddid birtakım âcizlere ibadet ediyorsunuz?» Hûd (A.S.) in bu davetini ve nes'âyihini dinledikten sonra Hûd (A.S.) in kavminden kâfir'olan eşraf ve a'yânı dediler ki, «Yâ Hûd! Muhakkak biz seni sefâhet içinde görür ve yalancılardan zannederiz.»] İşte kavmin iman etmeyen uluları böyle demekle Hûd (A.S.) in kelâmını reddetmişlerdir.
Beyzâvî'hin beyanı veçhile Hûd (A.S.) Nuh (A.S.) m dokuzuncu batnındandır [48]. Hûd (A.S.) Âd kabilesinden olduğu için biraderleri denilmiştir. Şu halde uhuvvet le murad; nesepte uhuvvettir, dinde uhuvvet değildir. Zira; Hûd (A.S.) m dinine dahil olmadılar ki, $inde kardeş olsunlar. Yahut Hûd (A.S.) Âd kabilesinden değilse de cins-i beşerden olup melekten ve cinden olmadığı cihetle kardeş denilmiştir. Zira; beşeriyette kardeştir. Yahut dâim olanlarla ihtilât ve musâhabet ettiğinden kardeşleri denmiştir. Çünkü; Arap indinde bir kimseye musâhib olan zata kardeş demek âdettir.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Âd kavmi Ye-men'de Umman'la Hadramut arasında Ahkaf denilen mahalde ikaamet ederlerdi. Nuh (S.A.) in davette ısrarı ve devamı ziyâde olup asla zaman fevtetmediğine işaret için kelâmını beyanda takîbe delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Amma Hûd (A.S.) in ısrarı ve mübalâğası o kadar olmadığından kelâmını beyanda lâfzı varid olmamıştır. Çünkü; Nuh (A.S.) in müddeti uzun olup Hûd (A.S.) müddeti o kadar uzun değildir. Nuh (A.S.) ın.tûfânı gibi o zamana kadar âlemde bir vukuat olmadığından Nuh (A.S.) «Ben size büyük günün azabından korkarım» demiştir. Lâkin Hûd (A.S.) m zamanında tûfân-ı Nuh herkesçe işitilmiş bir vak'a 'olduğundan «Siz Allah'tan korkmaz ve ittikaa etmez misiniz?» demekle Nuh kavminin helaki gibi bir helake işaret etmiştir. Akıbet tufanın gayrı bir âfet ve gazapla helak olmuşlardır. Hûd (A.S.) m kavminin eşrafından iman edenler olduğuna işaret için kavminin eşrafından mukaabele edenlerin kâfir olanlar olduğu beyan olunmuş ve Nuh (A.S.) m kavminin eşrafından iman eden olmadığı için onun kıssasında mutlakaa eşraf zikredilmiştir. Hûd (A.S.) kavmini Allah'ın gayrıya ibadetlerinden dolayı hamâkat ve sefâhetle itham ettiğinden onlardan aynı kelâmla mukaa-taele ederek «Biz seni sefâhette görürüz» dediler, ama Nuh (A.S.) sudan eser olmadık bir çölde gemi yapmakla meşgul olup nefsine meşakkat ettiğinden «Biz seni dalâlette görürüz» demişlerdir.
Bu âyette zan nm yakın manâsına olması ihtimali varsa da şek manâsına olmak ihtimâli gaaliptir. Şu halde Hûd (A.S.) in kavminin küfr-ü zan üzere küfürdür. Binaenaleyh; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile usul-ü itikadda zan ve şek küfür icab eder. Çünkü itikaadın yakîn üzere olması lâzımdır, şek üzere itikad makbul değildir.
Hulâsa; Hz. Hûd'un Âd kavmine resul olarak geldiği ve Hûd (A.S.) in kavmine «Allah'a ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin için bir ma'bud yoktur. Allah'ın gayrıya ibadet eder de, Allah'tan korkmaz mısınız?» dediği ve kavminin büyükleri de «Yâ Hûd! Biz seni yalancı zannederiz» dedikleri bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [49]
Vacip Tealâ Hûd (A.S.) in kavmine cevabını ve cevabın mu-tazammın olduğu nasihati beyanetmek üzere buyuruyor.
[Hûd (A.S.) kavminin «Biz seni sefâhette görür, yalancı zannederiz» demelerine karşı cevabında dedi ki "Ey kavmim! Bende sefâhet olmadı velâkin ben âlemlerin Rabbisi tarafından sizi îrşad için gönderilmiş resulüm. Ben Rabbimin risaletlerini tebliğ eder ve emin bir nasihat ediciyim. Ey kavmim! Beni tekzip ve risale-timi inkâr eder de, sizi inzar için sizden bir recül üzerine Rabbi-nizden zikir ve mev'ize gelmesinden taaccüp mü edersiniz? Benim tara t"-ı ilâhiden size meb'us ve resul olmam taaccüb icabeder bir-şey midir ki, taaccüb edersiniz?] Ben size nasihat ederim. Sizin üzerinize vacip olan; nasihatimi kabul etmek ve-vaazımla mütteız olmaktır. Zira; sizin menfaatinizi beyan ederim. Benim hasebimi ve nesebimi ve içinizden neş'et ettiğimden sıdk u emânetimi bilirsiniz. Şu halde taraf-ı ilâhiden bana ilham olmasını neden çok görürsünüz» demekle iman etmelerine sa'y ü gayret etti.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran emin; emânet olunan şeyde itimâda şâyân olan kimselerdir. Hûd (A.S.) kendinin emin olduğunu beyanla kavminin kizib isnadlarına ve emr-i risaletin medarı, emânet üzere müesses ve bundan evvel kavmi içinde emânetle maruf ve meşhur olduğuna işaretle kavmini ilzama sa'yetmiş ve davetten maksad-ı aslî inzar olduğunu beyan buyurmuştur. İnzardan maksad; ittikaa ve ittikaadan mak-sad; merhamet-i ilâhiyeye mazhar olmakta olduğu Nuh (A.S.) m kelâmında beyan olunduğu için bu makamda iade olunmamıştır. Gerek Nuh ve gerek Hûd (A.S.) m kavimleri huşunet izhar ederek haklarında elfâz-ı galîza isti'mâl ettikleri halde sözlerine mu-kaabeîe etmeyip hamakat üzere irad ettikleri kelâmlarına mülâ-yemetle cevaba tasaddî ve isnad ettikleri müfteriyâttan iğmaz-ı aynederek hallerine münâsip olan nesâyiha devam etmek hüsn-ü edep ve hulk-u azimdir.
Medârik'te beyan olunduğu veçhile Cenab-ı Hakkın bu minval üzere ihbar etmesi kullarına talim ve her nâsıhın haline münâsip olan nasihatta liynet ve mülâyemet olduğundan tenbih içindir. Çünkü nâsa husûmet; nâsın dalâlet ve sefâhetlerini arttırır. Binaenaleyh; nâsa nasihat edecek kimse gaayet mülâyemet ve liynetle nasihat ederse elbette tefsiri ziyâde olacağında şüphe yoktur. Şu halde halka vaaz u nasihat edecek ulemânın bu üslûba dikkat ve riâyet etmeleri vaciptir. [50]
Vacip Tealâ Hûd (A.S.) in kelâmından bazılarını beyandan sonra bazı aharı beyanetmek üzere buyuruyor,
[Hûd (A.S.) kavmine risaletini ve Allah'a ibadetin lüzumunu ve vahdaniyetini beyandan sonra Allah'ın vermiş olduğu nimetleri ta'dadla nimetlerin şükrünü ifaya davet etti ve dedi ki, «Ey kavmim! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ Nuh kavminden sonra sizi halifeler kıldı. Zira; onların arzlarını, diyarlarını, şâir umurlarını size ihsan ve makamlarına sizi ikaame etti, dünyada en büyük mülk ü saltanatı size verdi, sizin hilkat ve cesametinizi, kuvvet ve kudretinizi ziyâde kıldı. Şu nimetleri Allahü Tealâ size verince Allah'ın nimetlerini zikredin. Me'mul ki, felaha dahil olursunuz.»]
Yani; Hûd (A.S.) kavmine hitaben «Siz Allah'ın nimetlerini zikredin ki, o nimetlere lâyık amel ve iman edesiniz ve asla menfaat ve mazarrat elinden gelmeyen putlara ibadeti terkedin. Zira; şu ta'dad olunan cesîm nimetleri size veren halikınıza ibadeti terkle birtakım âcizlere ibadet etmek ednâ aklı olan kimse indinde kabihtir. Binaenaleyh; bu çirkin âdeti terkedin ve hakîkî ma'bu.-dunuza ibadet edin ki saadete nail olasınızı» demekle kavmini insafa davet etti.
Fahr-i Razi'nin beyam veçhile kavm-i Âd'm cesametleri, boylarının uzunluğu, kuvvet ve kudretleri o zamanda mevcut olan sair akvamdan çok ziyâde olduğuna âyet delâlet eder. Zira; onların cüsseleri ve kuvvetleri mu'tâdın fevkinde olmasa onlara nimet sırasında kuvvetlerini ta'dad ve tahsis etmekte bir fayda olmazdı. Halbuki, İnikatlarının cesametleri Âd kavmine mahsus olarak zik-rölundu ki, onların cesametleri her kavimden ziyâde olduğuna burhan-ı kâfidir. Bünyenin kuVvetiyle ilel ve emrazdan salim olmak insanlar için bir nimet-i uzmâ olduğuna âyette işaret vardır. Gerçi âyette sair nâstan ziyade bir kuvvet ve cesamete mâlik oldukları beyan olunuyorsa da cesametlerinin ve kadd ü kaametlerinin miktarına dâir âyette bir tayin olmadığından miktarı tayinine dair olan rivayetler zayıftır.
Bazılarının beyanına nazaran Âd kavmi bir kabileden olup kuvvet ve şiddette müşterek, cümlesi birbirine muîn ve nasır olup, muhabbet ederek ve yekdiğerine karşı adavet ve husûmetleri olmadığından akvam-ı saire üzerine hücum ve kahr u galebeye muvaffak olduklarına binaen «Sizin kuvvetinizi Allahü Tealâ ziyade kıldı» denmiş ve şu beyan olunan menâkıb ve fezâili onlarda halk ettiği için Hûd (A.S.), nimet sırasında kavmine ta'dad etmiştir.
Kavm-i Âd, kuvvet ve şecaatta her kavme faik olduklarından dünyada o zaman ma'mur olan bilâdm ve onlarda meskûn olan ahalinin ekserisine mâlik olup hükümet eden bilhassa (Şeddad b. Âd) -olduğu Beyzâvî'nin cümle-i beyânâtındandır. Çünkü; bazı tarihlerde beyan olunduğu veçhile bütün dünyanın ma'muresine mâlik olan padişahlardan birisi de kavm-i Âd'dan gelen (Şeddad b. Âd) dır. [51]
Vacip Tealâ Hûd (A.S.) m k'avmine nesâyihini beyandan son ra kavminin cevabını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Kavm-i Âd Hûd (A.S.) a hitaben dediler ki, «Yâ Hûd! Yalnız olduğun halde Allahü Tealâ'ya bizim ibadet edip babalarımızın ibadet ettikleri ma'budları terketmemiz için mi geldin? Bizim es-lâfımızdan bize mevrûs olan putlara ibadeti nasıl terkederiz. Binaenaleyh; biz sana iman edicilerden değiliz. Eğer sözünde sâdıksan bize vaad ettiğin azabı getir."] İşte kavm-i Âd böyle demekle Hûd (A.S.) m kelâmını bilkülliye reddettiler.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bunlar ibadetin Allahü Tealâya hasrolunacağını' istib'âd ettiler. Çünkü; şirkle melûf ve âbâ u ec-dadlarmı taklide münhemik olduklarından âdetleri olan küfrü ter-ketmeyi gaayet garip ad ve Hz. Hûd'un vaadettiği azabı taleb eylediler. Zira; Hûd (A.S.) ı yalana nispet ettiklerinden azabın geleceğini ümid etmiyorlardı. Binaenaleyh; istihza ve tahakküm ta-rîkıyla «Eğer sâdıkşan vaadettiğin azabı getir» demişlerdir. Bundan maksadları Hûd (A.S.) ı ilzam etmektir. Çünkü; vaad ettiği azap gelmezse kavmi nazarında kizbi tezahür edeceğini ve sözüne kimsenin bakmayacağını ümid ettiklerinden «Getirebilirsen azabı getir» demişlerdir.[52]
Vacip Tealâ Hz. Hûd'un kavminin imanından me'yus olunca irad ettiği kelâmım beyanetmek üzere buyuruyor.
[Hûd (A.S.) kavmine dedi ki, «Rabbinizden sizin üzerinize azab-ı azim vâki ve gazab-ı ilâhi nazil oldu. İstediğiniz azap size gelecektir. Ey gazab-ı ilâhiye müstehak olan ahmak kişiler! Sizin ve babalarınızın kendi indinizden ilâh tesmiye ettiğiniz isimler hakkında benimle mücadele ve bana muhasama mı ediyorsunuz? Ben size ma'budun bilhak olan Allahü Tealâ'ya ibadet edin dedim. Siz de bana putların ma'bud olduğundan ve onları terkedemeyece-ğiniz4?ctt bahsediyorsunuz. Maahaza o isimler hakkında Allahü Tealâ bir hüccet inzal etmedi ki bu bâtıl suretlere ibadeti o hüccetle istidlal edesiniz.] Şu halde asla ülûhiyet şaibesi olmayan birtakım âciz mahlûklara ilâh demekle iftihar ediyorsunuz. Halbuki ibadete müstehak olan; herşeyi mucid ve herşeye in'âm eden Halik Tealâ'dır ve Halik Tealâ'nın ma'bud olduğuna dair delâil-i kafiye lâ-yüad ve lâyuhsâdır. Amma sizin ma'bud ittihaz ettiğiniz şeylerin ülûhiyetine bir delil yofttiu», ancak sizin kendi tesmiyeniz vardır. Delâil-i katiye-i akliye ve nakliye meydandayken kabul edip davete icabet etmeyince [«Ey müsrifler! Gözleyin azabın nüzulünü, ben de sizinle beraber azabın geleceğini gözleyicilerdenim» demekle tehdidatta bulundu.]
Hûd (A.S.) in şu kelâmı irad ettiğinde henüz azap vâki olmamışsa da Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ azabın vukuunu ihbar ettiği cihetle vukuu muhakkak olduğuna binaen âyette mâzî sıyğasiyla vukuunu haber vermiştir. Çünkü; azabın vukuuna irâde-i ilâhiye taallûk ettiğinden vâki olmuş gibidir ki, elbette vâki olacaktır, hilâfi ihtimali yoktur.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ricis ; itikaad-ı bâtıl ve efâl-i mezmûme olduğuna nazaran. gazapla murad; azab-% ilâhidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Râbbinizden size itikaad-ı bâtıl ve o itikaad-ı bâtıl üzerine azap vâki oldu] demektir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hûd (A.S.) kavminin kemâl-i hamakatlarına ve mezheplerinin delilden ârî, olduğuna işaret buyurmuştur. Çünkü; ma'budları kendilerinin tesmiye ettikleri şeyler olduğunu ve Allahü Tealâ tarafından inzal oiunmuş deliller olmadığını sarahatla beyan etmiştir ki, delilsiz davaya ısrar, hamakattan başka birşey olamaz. [53]
Vacip Tealâ kavm-i Hûd'un mübâhaselerini ve iman etmediklerini beyandan sonra helak olduklarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Hûd (A.S.) in kavmi iman etmeyince biz Hûd'a ve Hûd'la beraber bulunan müminlere ihsan-ı ilâhiyemiz ve rahmet-i sübhâniyemizle necat verdik, azaptan halâs ettik, bizim vahdaniyetimize ve kudretimize delâlet eden âyetlerimizi tekzib edenlerin kökünü kestik. Halbuki onlar mümin olmadılar.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyet-i celile; Âd kavminin kâfirlerinden hiçbir ferdin azaptan halâs olmadığına delâlet eder. Zira d âb ir ; birşeyin âhiri olduğundan «Âhirini kat'ettik» demek; «Kökünü kestik» demektir. Beyzâvî'nin beyanı veçhile helak olanların helaklerine sebep; adem-i imanları olduğu gibi necat bulanların necatlarma sebep de imanları olduğuna işaret için kelâmın âhirinde Vacip Tealâ iman etmediklerini beyan etmiştir.
Beyzâvî, Hâzin, Ebussuud ve Nimetullah Efendilerin beyanlarının hulâsası: kavm-i Hûd isyan, yeryüzünde tuğyan, akvâm-ı sâi-reye zulüm ve udvanla beraber putlara ibadet edince Allahü Tealâ onları ıslah için Hûd (A.S.) ı gönderdi. Onlar davete icabet etmedikleri cihetle azaba müstehak oldular. Allahü Tealâ üç sene rahmetlerini kesti, kaht-ı azîm oldu. O vakitler, mümin ve kâfir bir hacet dilemek üzere Mekke'ye giderek Cenab-ı Hakka dua edip hacetlerini istemek âdet olduğundan kavmin eşrafından yetmiş kişiyi intihab ederler. Onlar da kahtm izalesi için dua etmek üze-re Mekke'ye gelirler. O zamanda Mekke'nin sahibi Amâlika kavmi olup reisleri (Muaviye b. Bekr) idi. Ve Mekke'nin haricinde bulunuyordu. Muâviye'nin validesi kavm-i Hûd'dan olduğu cihetle müsafir gelenler dayı ve Muâviye yeğen gibi olduğundan kavm-i Hûd'un eşrafı mumaileyhe müsafir olurlar. Bir ay kadar onun nez-dinde müsafir kaldıktan sonra Mekke'ye gelip müptelâ oldukları kaht-ı azimden kurtulmaları için'duâ etmeleri üzerine üç bulut zuhur eder. Beyaz, kırmızı ve siyah. Onlar siyahını ihtiyar ederler. Allahü Tealâ ihtiyar ettikleri siyah bulutu gönderir. Beldelerinin üzerine gelince onlar rahmet yağacak zanniyle ferah ve sürür izhar ederken Cenab-ı Hak o buluttan şiddetli bir rüzgâr halk eder ki, o rüzgâr cesîm olan Âd kavmini kavak ağacı devirir gibi yere devirir, kumlar altında kalırlar ve helak olurlar. İşte şu helakin sebebi; nebilerine adem-i iman ve adem-i itaatlarıdır.-Hûd (A.S.) da ehl-i imanla beraber Mekke-i Mükerreme'ye gelip âhir Ömrüne kadar Mekke'de karar eder.
Feth-ül Beyan'da
zikrolunduğuna nazaran Nuh'la Hûd (A.S.) m dünyaya tulûu arasında sekiz yüz sene
olup, kendisinin de dört yüz altmış dört sene muammer olduğu mervidir. [54]
Vacip tfealâ Hûd (A.S.) m kavmiyle vâki olan mübâhasele-rini ve akıbet iman etmeyenlerin helak olduklarını beyandan sonra Salih (A.S.) in kavmiyle vâki olan mübâhasâtmı ve encamdı hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Biz Semûd kavmine biraderleri Salih (A.S.) i peygamber olarak gönderdik. Salih (A.S.) kavmini tevhide davet zımnında dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Zira; sizin için Allahm gayrı hiçbir ma'bud yoktur.»]
[«Sîze muhakkak benim davamın sıdkına ve Allah'ın birliğine Rabbinizden hüccet ve şahit geldi.»]
[«İşte şu gördüğünüz deve size Allah'ı halk ettiği devedir ve benîm nübüvvetime alâmet ve mucizedir.»]
[«Deve Allah'ın size alâmeti ve benim nübüvvetime mucize olunca terkedin deveyi Allah'ın arzında istediği kadar ot yesin.»]
[«Deveye kötülükle dokunmayın.»]
[«Eğer deveye kötülükle dokunursanız sizi elem verici azap ahzeder» demekle kavmini irşada çalıştı.]
Yani; biz Semûd kavmine biraderleri Salih (A.S.) ı resul olarak gönderdik. Salih (A.S.) onlara hitaben dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin ma'budunuz yoktur. Benim davamın doğruluğuna delâlet eder Rabbinizden size bey-yine ve şahit olarak mucize geldi. İşte şu deve benim dâvamın sıdkını te'yid için Allah'ın halk ettiği mucizedir ve sizin için beni tasdike bir alâmet-i azîmedir. Binaenaleyh; bana iman ve Allahü Tealâ'ya itaat edin» demekle kavmini tevhide davet etti. Badehu devenin şanına riayeti tavsiye zımnında dedi ki, «Hâl böyle olunca terkedin nâkayı, Allah'ın arzından istediği yerden yesin ve sizin tarafınızdan nâkaya bir kötülük isabet etmesin. Eğer isabet ederse sizi azab-ı elîm ahzeder ve helak olursunuz» demekle vesâyâ-yı lâzımede bulundu. Fakat Semûd kavmi kelâm-i inad ve temerrüd-lerinden Hz. Salih'in nasihatim dinlemekten imtina ettiler.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Semûd kavmi; Hicaz'la Şam arasında ikaamet eder bir kavimdir. (Semûd) isminde bir zatın evlâdından tecemmu' ve tekessür etmiş bir kavim olduğundan kavm-i Semûd denmiştir. Yahut sakin oldukları beldelerinde su az olduğu için Semûd denilmiştir. Çünkü Semûd; suyu az olan mahalle ıtlak olunur.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Ad kayminin helakinden sonra onların makaamma Semûd kavmi kaaim olur. Nimetleri tekessür ettikçe isyanları tezayüd edip ıslaha muhtaç oldukları zaman Ce-nab-ı Hak Salih (A.S.) ı onlara resul olarak gönderdi. Salih (A.S.) kendi kabilelerinden olduğu için biraderleri denilmiştir. Bir bayram günü musallada Salih (A.S.) putları terkederek'Allaha ibadete davet edince muayyen bir taştan istedikleri veçhüzere bir deve çıkarırsa iman edeceklerine ahd-i kavî verdiler. Salih (A.S.) duâ buyurdu. Tayin ettikleri taş yarıldı ve bir deve çıktı. Salih (A.S.) «İşte şu istediğiniz devedir. Terkedin onu kendi haline, istediği yerde yesin ve kötülükle nâkaya dokunmayın. Eğer dokunursanız helak olursunuz» demekle deveye riayet lâzım olduğunu beyan buyurdu.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran anası ve babası olmaksızın harikulade olarak deve taştan çıktığından ve bir gün su tamamen onun ve diğer gün kavmin ve hayvanlarının olup koca bir kabileye kâfi olan suyu bir devenin yalnız içmesi adetin hilafı olduğu ve suyu içtiği gün kavmin kâffesine yetecek kadar süt sağılması ve nâkanın nöbeti olduğu gün gerek hayvanat ve gerek vuhuş cümlesinin suya gelmemesi gibi acâibât üzere müştemil olduğundan nâka, Salih (A.S.) dâvasını tasdik eder mucizesidir.
Deveye tazim ve teşrif için nâka Allahü Tealâ'ya muzaf kılınmıştır. Zira;'sûr! ve manevî Allah'tan başka" mâliki yoktur ve Salih (A.S.) in nübüvvetine Allah'ın hücceti olduğu için Allahü Tealâ'ya nispet olunarak Allah'ın devesi denmiştir. Harikulade olarak nâkanın zuhuru kudretullaha delâlet ve emr-i nübüvveti ispat cihetinden âleme delil ve alâmet olduğu halde Semûd kavmi re'yel-ayn müşahede ve kendi talepleri üzere zuhur ettiğinden Semûd'a alâmet olduğu beyan olunmuştur.
Salih (A.S.) «Deve Allah'ın, arz Allah'ın ve arz üzerindeki otlar da Allah'ındır. Terkedin Allah'ın devesini, ovasında istediği yerden yesin ve deveyi döğmek ve tardetmek gibi envâ'-ı ezadan birşeyle zararınız dokunmasın. Eğer dokunursanız azabı elîm sizi ahzeder, demekle devenin halini ve deveye karşı kavminin, vazifesini beyan ve tayin etti. [55]
Vacip Tealâ Salih (A.S.) in bakiye-i kelâmını hikâye etmek üzere buyuruyor.
[«Ey kavmim! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tea-lâ sizi Âd kavminden sonra yeryüzünü imar için halifeler kıldı.»]
[»Ve Allahü Tealâ sizi yeryüzünde iskân etti. Binaenaleyh; siz ovalarda köşkler yapar ve dağlardan evler yonar, içinde rahat edersiniz.]
[«Allahü Tealâ sizi iskân edip halife kılınca Allah'ın nimetle-* rini zikredin ve ifsad eder olduğunuz halde fesada sa'y etmeyin» demekle Salih (A.S.) sözüne hitam verdi.]
Yani; ey kavmim! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ sizi Ad kavminden sonra halifeler kıldı ve yeryüzünde sizi iskân etti. Binaenaleyh; siz yeryüzünün sahillerinden yaz günleri için köşkler bina eder ve kış günleri için dağlardan evler yonar ve evlerde vücudunuzu, emval ve eşyanızı muhafaza etmekle istirahat edersiniz. Şu halde Allah'ın size birbirini müteakip verdiği nimetlerini zikir ye şükrünü eda edin ki, nimetiniz ziyade olsun, devam etsin, siz malınıza, evlâdınıza, emtianıza ve akaarınıza mağrur olarak arz üzerinde eşedd-i fesad ile müfsid olduğunuz halde yürümeyin, fesadı terkedin» dedi.
Fahr-i Razî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran suhûI ile murad; ovalar ve ovalarda yaz günlerinde kasırlar yapıp, kış günlerinde dağlara çekilerek taşlardan evler yontmak ve oymak âdetleridir. Yahut suhûIle murad; kolay mahallerden evler yaparsınız demektir. Çünkü ev; kiremit ve kerpiçten yapılır. Gerek kiremit, ve gerek kerpiç arzın kolay olan mahallinden ahzolundu-ğundan arzın suhuleti nimet sırasında ta'dad olunmuştur. Herhangi manâ murad olunursa olunsun Semûd kavminin refahına ve dünyaca saadetlerine ve nimetlerinin kemâline vasıl olduğuna delâlet eder. Çünkü; cesîm ebniyeler ve köşkler her zamanda sia-i hâl ve refahlı bâl neticesidir. Fakir ve miskin bir kimse hiçbir zamanda yazlık ve kışlık köşkler yapamaz ve yaptıramaz, Bunların yaptıklarını beyan etmek; vüs'at-ı hallerini beyan etmektir. Nimetin kesreti ekseriyetle fesada sebep olduğundan Cenab-ı Hak nimetlerini beyandan sonra fesâdâtı nehyetmiştir. [56]
Vacip Tealâ Salih (A.S.) m şu nesâyihine karşı kavminin kelâmlarım beyanetmek üzere buyuruyor.
[Salih (A.S.) m kavminden kendilerini büyük addeden uluları zayıf addettikleri fukara güruhuna] ki;
[Kendilerinden iman eden kimselere.]
[«Siz bilir misiniz Salih (A.S.) Rabbisi tarafından gönderilmiş peygamber midir?» dedi.]
[Büyüklerinin bu sualine cevapta fukara güruhu «Biz Salih (A.S.) m irsal olunduğu ahkâma muhakkak iman ediyiciz ve imanımızda devam edeceğiz» dediler.]
Yani; kavm-i Salih'ten kendilerini büyük addeden ululan fakir ve zayıf olanlardan iman edenlere istihza tarîkıyla dediler ki, «Siz bilir misiniz Salih Rabbi tarafmdan gönderilmiş resulmüş?» Onların şu istihzalarına karşı hâlis müminler taharetti tıynet ve saffeti- akaaidlerinden nâşi «Biz muhakkak Salih'in irsal olunduğu dine ve o dinin ahkâmına iman ediciyiz demeleriyle kâfirlerin kelâmlarını reddettiler.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hak kâfirleri zem için müstekbir olduklarını beyan buyurdu. Ancak müminler, mütekeb-birler tarafından zayıf ve hakîr addolundukları için onların hakîr ve zayıf olmaları lâzım gelmez ve gayrın hakîr addetmesi onların zemmini mucip olmaz.
İmandan imtina* eden mütekebbirlerin «Salih'in resul olduğunu bilir misiniz?» sualine, zuafanm «Biz Salih'in irsal olunduğu ahkâma iman edicilerdeniz» demeleri cevap oldu. "Çünkü; Medâ-rik'te beyan olunduğu veçhile onların suâli «Salih'in risaletine ilminiz var mı?» demekti. Zuafânm cevaplarında «Biz iman ettik» demesi «Resul olduğunda şüphe yoktur. Zira; risaleti mucizesiyle sabit emr-i malûmdur. Ancak bahis iman vacip olup olmadığmda-dır. Biz imanın vacip olduğunu bildik ve iman da ettik. İmanımızı size haber veriyoruz» demekle kelâmlarını reddetmeleridir. [57]
Vacip Tealâ zuafânm bu kelâmlarına karşı mütekebbirlerin kelâmını beyanetmek üzere buyuruyor,
[Salih (A.S.) a iman etmekten kendilerini büyük addedenler zuafâya hitaben «Biz sizin iman ettiğiniz şeye küfredieiyiz» demekle Salih (A.S.) in risaletinin ma'lûm olduğunu reddettiler.]
Yani; tekebbür eden kâfirler müminlere hitaben «Sizin iman ettiğiniz Salih (A.S.) ve Salih'in getirdiği şeriata biz küfredieiyiz. Zira; bizim için risaleti tahakkuk etmediğinden bize iman vacip değildir» dediler. [58]
Vacip Tealâ; Kâfirlerin küfürlerini izhar edip iman etmeye ceklerini beyandan sonra mucize olan nâkaya tecavüzâtta bulun duklarım ve emr-i ilâhiden çıktıklarım ve akıbet helak olduklarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Semûd kavmi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine itaattan çıktılar.] Ve Salih (A.S.) in ( Uj^öi ) yani «Terkedin deveyi hali üzere, yesin içsin» emrine muhalefetle tuğyan ettiler.
[Kavm-i Salih dediler ki, «Yâ Salih! Eğer dâva ettiğin gibi mürselîndensen vaad ettiğin azabı bize getir.»] İşte Semûd kavmi böyle demekle temerrüdlerini izhar ettiler.
[Onlar «Eğer resulsen getir bize azabı» deyince onları zelzele ahzetti. Sabah vakti evlerinde her biri ölü olarak bulundular.]
Zira; onları şiddetli zelzele tuttu ve hepsini ihlâk etti.
Yani; kâfirler nâkayı itlaf ettiler ve Rablerinin emrinden çıktılar ve dediler ki, «Yâ Salih! Eğer resullerdensen vaad ettiğin azabı bize getir.» Binaenaleyh; büyük azapla onları zelzele ahzetti. Hanelerinde sabah vakti yüzleri üzerinde cemâdât gibi herkes bulunduğu yerde hareketsiz, meyyit olduğu halde görülmüştür.
Kaazi, Hâzin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile Ad kavminin helakinden sonra Semûd kavmi onlara halef oldu. Beldelerini imar ettiler. Semûd kavminin ömürleri uzun, dünyaya sa'ylm çok, yazlık, kışlık ebniyeleri ve konaklan müteaddid olup daima ucuzluk, bolluk ve refah-ı hâl üzere geçinmekteyken isyana ve yeryüzünü ifsada ve putlara ibadete başladılar. Onların ıslahına hacet messetti. Binaenaleyh; kendi kabilelerinden ve eşrafından Salih (A.S.) ı Allahü Tealâ resul gönderdi. Salih (A.S.) onları inzar etti. Mucize istediler. Ânifen beyan olunduğu veçhile tayin ettikleri taştan mucize olarak deve zuhur etti ve derhal büyüklükte kendi gibi bir yavru bodladı. Salih (A.S.) bulundukları beldenin suyunu birgün ahalinin diğer gün devenin olmak üzere nöbete bağladı. Deve yavrusuyla beraber yaz günlerinde dağlarda yüksek mahallerde otlar ve ahalinin hayvanları derelerin içine sıcak mahallere firar eder. Kıg günlerindeyse derelerin içinde sıcak mahallerde otlar, ahalinin hayvanları soğuk dağ başlarına firar eder. Halk bu hâle tahammül edemeyerek deveyi itlafa karar verdiler ve cümlesinin rızasıyla (Kıdar) isminde bir kimse maiyetinde sekiz kişi daha olduğu halde deveyi öldürdüler ve etini taksim ettiler. Yavrusu kaçtı ve bir dağda kayboldu, bir türlü bulamadılar. Salih (A.S.) «Üç günü gözleyin; birinci günü yüzünüz sararır, ikinci günü kızarır, üçüncü günü siyahlanır, dördüncü gün azab-ı ilâhi gelir sizi ihlâk eder» dedi. Birinci gün azabın emmaresi olan yüzlerinin sararması zuhur edince Salih (A.S.) ı katletmek üzere aramışlarsa da bulamadılar. Dördüncü günü şiddetli sayhayla zelzele oldu, cümlesi helak oldular.
Gerçi deveyi öldüren bazısıdır. Lâkin cümlesinin rızasıyla olduğu için deveyi itlaf mecmuuna isnad olundu ve cümlesi helak oldular. Çünkü ma'siyete rıza; ayn-ı ma'siyettir. Deveyi Öldürmeye cümlesi karar verdiklerinden hepsi helak olmuşlardır.
Salih (A.S.), onlarda
emmare-i azap müşahede olununca maiyetinde olan ehl-i imanla beraber Arz-ı
Filistin'de (Remle) denilen mahalli teşrif ettiler ve orada ehl-i imanla
beraber istirahat ettiler. [59]
Vacip Tealâ azabın emmaresi zuhur edince Salih (A.S.) m kavminden i'razmı beyanetmek üzere buyuruyor.
[Semûd üzerinde emmâre-i azap zuhur edince Salih (A.S.) onlardan i'raz etti ve dedi ki, «Ey kavmim!. Allahü Tealâ hakkı için ben size Babbimin risaletini muhakkak tebliğ ve sizin için nasihat ettim ve hayır Öğüt verdim ve lâkin siz nasihat edenlere muhabbet etmezsiniz.] Halbuki sizin menfaatinizi size talim ettikleri için nâsıhlara muhabbetiniz lâzımdır.» İşte Hz. Salih böyle demekle esefini izhar etti.
Salih (A.S.) m onlardan i'razı; emmâre-i azap zuhur edip helak vaki olmazdan evvel olmak ihtimali olduğu gibi helakin vukuundan sonra olmak ihtimali dahi vardır. Çünkü; insanın esefinden ve kemâl-i tahassüründen nâşî bazı mevtaya dahi hitab etmesi âdetidir. Hattâ (Bedir) vakasında Resulullah'ın (Kalip) ismindeki kuyuya atılan müşriklerin reislerine hitaben «Ey müşrikler! Biz Rabbimizin bize vaadini hak, sabit ve vakıa mutabık bulduk. Siz de Rabbinizin size vaadini hak buldunuz mu?» buyurduğu ve ^azır olan ashab-ı kirama «Bunlar sizden ziyade işitirler, lâkin cevaba kaadir değillerdir» buyurduğu Beyzâvî'nin beyanatındandır. [60]
Vacip Tealâ Salih (A.S.) m kavmiyle vaki olan mübahasele-rini ve akıbet kavminin helakini beyan ettiği gibi Lût (A.S.) m kavmiyle vâki olan mübâhasâtını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Biz Lût'u resul olarak kavmine irsal ettik. Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Lût, kavmine hitaben «Âlemlerden hiçbir kimsenin' sizi sebkedip sizden evvel işlemediği fahişeyi işlersiniz ve hiçbir kimsenin işlemediği bir fiil-i habisi nasıl işlemeye cür'et edersiniz ve siz telezzüz eder olduğunuz halde nisvanı terkedip elbette ricale mi kaza-yi şehvet eylersiniz? Bu size ar ve ayıp değil midir? Hiçbir kimsenin ihtiyar etmediği habaseti nasıl ihtiyar edersiniz? Belki siz bir kav m-i müsriflersiniz» dedi] ki, «Fesadda ve hudud-u ilâhiyenin haricine çıkmakta haddini tecavüz etmiş, hava ve hevese ittibâ' etmişlerin ileri gidenlerinden ve helâli bırakıp haramı tecavüz etmişlerdensiniz» demekle kavmini tevbih etti ve kavmi de tevbihe şayandılar. Çünkü; Allahü Tealâ insanı halk ve şehveti tahmil etti ki, o şehvetle hikmet-i tenasül husul bulsun, âlem mamur olsun ve tenasülün bekaasını te'min için emr-i nikâhı meşru kıldı ve nikâh vasıtasıyla nisvânla intifâ'ı helâl ve ricali nisvana, nisvanı ricale raptetti ve her iki sınıfın kazâ-yı şehvet hususundaki ihtiyaçlarını yekdiğerinden te'min etmelerini emir buyurdu. Allah'ın helâl kıldığı nisvânı terkle helâl olmayan ve tab'-ı selimin kerih gördüğü ricale kazâ-yı şehveti ihtiyar etmek zulüm ve israftır. Zira; masrafı mevzi-i lâyıkınm gayra sarf ve haddini tecavüzdür.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile şehvet ten maksad; neslin bekaasıdır. Neslin bekaası; recülün nisvâna takarrubunda olup hilâfında olmadığından hilaf mı ihtiyar maksad-ı asli* olan tenasülü iptal ve hikmetin hilafını ihtiyar olduğundan hurmet-i kafiyeyle haram kılınmıştır. Hatta her hayvanda şehvetin hikmeti nev'inin bekaası olduğundan hiçbir hayvan erkeğinden kazâ-yı şehvet etmez. A.ncak erkeği dişisinden kazâ-yı şehvet eder ki, nev'inin vakt-i merhûnuna kadar bekaasına halel gelmesin ve o yolda tenasül hâsıl olsun.
Ekseriyetle livâtada faille mef'ul beyninde bir adavet-i azîme bakî kalıp azîm rnukaateleyi ve telef-i nefsi mucip olduğundan nüfus-u beşeriyenin bekaasına hizmet için halk olunan şehveti nüfusun ifnasına sebep kılmak cinâyet-i azîme olduğu cihetle Cenab-ı Hak haram kılmıştır.
Kezâlik şehvet; ricalle nisvan beyninde ülfet ve muhabbete vesile ve o ülfet sayesinde büyük aileler ve mesâlih-i mühimmeler meydana getirmeye sebep kılınmışken şehveti ricale sarfla faille mef ul beyninde adavet-i azîme ve nev'-i insan beyninde, nefrete vesile kılmak şehvetin halk olunmasındaki hikmete muhalif ve birtakım emraz ve a'lâma sebep olduğundan dahi haram kılınmıştır.
Çünkü; erhâm-ı nisvanda meniyi cezbedecek bir kuvvet vardır ki ricalin aletinden meniyi cezbeder. Meninin cereyan edeceği mahallerde bakiyesi kalmaz, yollan temizlenir. Binaenaleyh; maraza vesile olmaz. Amma ricalde meniyi cezbedecek kuvve-i cazibe olmadığından livâtada meninin cereyan ettiği yerlerde bakiyesi kalıp marazı mucip olduğundan mazarrat-ı azîme vardır ve mecrada kalan bakiye birçok hastalıklar tevlid eder ve yalnız hastalık faile münhasır değildir. Zira; mefûlde meniyi sarfedecek mahal olmayıp kalan menî taaffun ettiğinden bittabi' mecraları da ifsâd eder. Binaenaleyh; mefûlde de birçok hastalıklar tevlid eder. İnsanları bu gibi maddî ve manevî zararlardan vikaaye için Cenab-ı Hak livâta fiil-i kabinini haram kılmıştır.
Anifen beyan olunduğu veçhile maddî ve manevî birtakım fenalığa sebep ve hikmete muhalif olduğa cihetle Cenab-ı Hak neh-yedip haram kıldıktan sonra menhi olan bu fiili ihtiyar edenlerin âhirette azab-ı azîme dûçâr olacaklarında şüphe olmaz. Zira mu-harremât; Allah'ın korusudur. İzni olmaksızın bir hükümdarın korusuna giren kimse onun gazabına uğrar ceza görür de Allah'ın korusunu bozan kimse neden ceza görmesin? Hükümet marzîsine şiddetle muhalefet eden kimseyi idam eder de Allahü Tealâ mar-zîsinin hilâfına hareket edenleri neden ihlâk etmesin? Elbette ihlâle eder ve umumiyetle bu gibi cinayetleri irtikâb eden milletlerin münkariz olduğu da her zaman görülmektedir. [61]
Vacip Tealâ Lût (A.S.) in kavmine nasihatini ve onları tev bihini beyandan sonra kavminin cevabını beyanetmek üzere buyuruyor.
«Lût (A.S.) in kavmi Lût (A.S.) dan işittikleri kelâmı işittikten sonra cevaplan olmadı, illâ «Lût'u ve Lût'a iman edenleri karyenizden çıkarın. Zira; onlar birtakım kimselerdir ki habasetten tatahhur ve fevâhişten içtinab davasında bulunuyorlar. Bizimle beraber onların bir karyede bulunmaları münasip olamaz, çıksınlar karyemizden, bir arada geçinemeyeceğiz. Gitsinler başka karyeye» demeleri cevap oldu. Habasetten feragat cihetine asla meyletmediler. Binaenaleyh; biz Lût'a ve Lût'la beraber iman eden müminlere ve ehline necat verdik ve azaptan kurtardık. Ancak Lût'un haremi küfrüzere bakî kalıp karyelerinde helak olanlardan oldu. Zira; Lût'un zevcesi küfre sa'yedip kavminin ef'âline razı olanlardandı ve biz onlar üzerine çamurla ufacık çakıllardan yapılmış taşlar yağdırdık. Nazar et ki, mücrimlerin akıbetleri ne oldu!] Bu gibi kabayihi irtikâb edenlerin akıbetleri helaktir.
Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran ( J&b ) emrindeki hitap Resulullaha ise de lâkin murad; ümmetidir ki «Baksınlar, görsünler. Fiil-i fahişi ihtiyar edenlerin akıbetleri ne olduğunu bilsinler ve ibret alsınlar da bu misilli ef âlden içtinab etmelerine sebep olsun» demektir.
Lût'un haremi kâfire olduğundan kâfirlerle beraber kaldı* ve helak oldu. Ehli yle murad; iman edenler ve şâir evlâd ü lyâ-lidir.
Keyfiyet-i helaklerini Sure-i Hıcr'de Cenab-ı Hak tefsîlen beyan buyurduğu için bu makamda helaklerinin keyfiyetine dair bahse lüzum görülmedi.
Lût (A.S.) m pederi (Hârân) ki İbrahim (A.S.) in biraderidir. Binaenaleyh; Lût (A.S.) Bâbil'den İbrahim (A.S.) la beraber hicret etti. İbrahim (A.S.) arz-ı Filistin'de ve Lût (A.S.) Ürdün'de ikaamet etti. Karyesinin ismi Sedüm'dür. Allahü Tealâ Sedüm ahalisini ıslah için Lût (A.S.) ı meb'us gönderdi. Fakat ıslah olmadıklarından akıbet helak oldular. [62]
Vacip Tealâ Lût (A.S.) in kavmiyle olan hikâyesini beyan ettiği gibi Şuayb (A.S.) m kavmiyle vâki olan mübâhasatım ve nesâyihini dâhi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Biz (Medyen) ahalisine biraderleri Şuayb (A.S.)'ı gönderdik.]
[Şuayb (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavmim! AUahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin için bir ma'bud yoktur» dedi.] Ve nasihatına şunu da ilâve ederek dedi ki:
[«Muhakkak size Rabbinizden hakka delâlet eden deliller geldi ve benim mucizemi gördünüz, sözüme inanıp iman etmeniz lâzımdır.»]
[»Hâl böyle olunca size nasihatim: Kilenin ve terazinin hakkım verin ve noksan ölçüp tartmakla nâsm hukukunu almayın.»]
[«Ve nâsm hukukunu noksan vermeyin. Az ve çok nâsm hakkını tamam verin.»]
[«Enbiya, şeriatlarıyla arzı ıslah ettikten sonra siz küfrünüz ve zulmünüzle yeryüzünü ifsad etmeyin.»]
[«Eğer müminseniz emir ve nehyolunduğunuz şeylerle amel sizin için hayırlıdır.»]
Yani; (Medyen) ahalisinin kilede ve terazide halkın hukukunu pâyiiriâl edip ileri gittikleri bir zamanda onları ıslah için biraderleri ve ammizâdeleri Şuayb (A.S.) ı biz onlara gönderdik. Şu-ayb (A.S.) onlara nasihat tarîkıyla dedi ki, «Ey kavmim! Allahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin ma'budunuz yoktur. Ancak -ma'budun bilhak Allahü Tealâ'dır. Binaenaleyh; ibadetinizi Allah'a hasredin. Muhakkak benim nübüvvetimin sıdkına ve söylediğim sözün hak olduğuna sizi envâ'-ı lutûf ve keremiyle terbiye ve taltif eden Rabbinizden beyyine ve şahit geldi ve benim size resul olduğumu ispat etti. Şu halde sözümü dinleyin, davetime icabet edin. Kilede ve terazide çalarak nâsın hukukunu noksan vermeyin. Allahü Tealâ'mn beni göndermek ve şeriatını te'sis etmekle arzı ıslah ettikten sonra siz ifsâd etmeyin. İşte şu Allah'a ibadet etmek, kileyi ve teraziyi tam ölçüp tartmak ve nâsın hukukuna tecâvüz etmemek ve arzı ıslahından sonra ifsâd eylememek eğer sözüme inanırsanız sizin için hayırlıdır» demekle kavmine nesayihte bulundu.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile (Medyen) kabilesinin ismidir. Pederleri (Medyen)'e mensuptur. Medyen İbrahim (A.S.) m oğlu olduğu mervidir. (Medyen) o karyeyi bina ettiğinden onun ismiyle' müsemmâdır. Şuayb (A.S.) onların kabilesinden olduğu cihetle biraderleri denmiştir. Şu halde uhuvvet; neseptedir, dinde değildir.
Şuayb (A.S.) kavmine iptida cemi' enbiyâ şeriatlarında muteber ve üss-ül esas olan ibadet ve tevhidle emretmiş ve şirk olmadığını beyan buyurmuştur. Çünkü; usul-ü itikadı tesis etmedikçe furu-u a'mâlde fayda yoktur. Binaenaleyh; evvelâ usul-ü itikaddan bahsetmiş, ikinci merrede taraf-ı ilâhiden mucize gelip nübüvvetini beyyineyle ispat ettiğini beyan ederek davetine icabetin vacip olduğunu beyan buyurmuştur.
Davetine icabetin vücubunu beyandan sonra kavminin müptelâ oldukları terazi ve kilede hırsızlıktan nehiy ve gayrın hukukunu tam vermelerini emretmiştir. Çünkü; enbiyâ-yı kiram ümmetlerine itikaad-ı hakkı beyan ettikten sonra kavmi envâ'-ı me-fâsidden hangisine ziyâde musir olmuşlarsa evvelemirde ondan nehyederler. Şuayb (A.S.) in kavminin müptelâ oldukları mefâsi-din en büyüğü terazi ve kile vasıtasıyla nâsm hukukunu sirkat ettikleri için usul-ü itikaadı beyandan sonra hukuk-u nâsı tam vermelerini emir ve nâsm hukukunu noksan vermekten nehyet-miştir. Şu nehiy; sirkat, gasıp, rüşvet, yol kesmek, ve hiyel ü de-sâişten herhangi nev'iyle olursa olsun gayrın malını almak hususunun cümlesine şâmildir. Zira; umum eşyada hukuka tecavüzden nehyetmiştir. Islahtan sonra arzı ifsaddan nehiy buyurdu ki, umur-u din ve umur-u dünya cümlesinde fesaddan nehyetmektir. Şuayb (A.S.) m tekliflerinin hulâsası; iki şeydir : Birincisi; hukuk-u ilâhiyeye tazım, ikincisi; Allah'ın kullarına şefkat ve merhamettir. Esasen tekâlifin kâffesinin mercii bu ikidir ki, hukuk-u ilâhiyeyi ve hukuk-u nâsı muhafazadır. Çünkü; cemi' nâsa hayır îsâli bir kimse için mümkün değildir. Amma cemi' nâsı serden muhafaza etmek mümkün olduğundan Şuayb (A.S.) kavmine «Nâsa hayredemedikleri gibi şer ve zarar da etmemelerini» tavsiye buyurmuştur. [63]
Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) m kelâmından bakiyeyi zikretmek üzere hikâye tarikıyla buyuruyor.
[Şuayb (A.S.) nasihatına devam ederek «Siz Allah'a iman eden kimseleri korkutur ve tarik-i ilâhiden meneder olduğunuz halde şeytan gibi her doğru yol üzerine oturmayın ve kutta'-ı tarik gibi iman edeceklerin yollarını kesmeyin.»]
[«Ve siz tarîk-i ilâhide eğrilik arar olduğunuz halde yollara oturup hâriçten gelecek ve iman edecekleri iğfal etmeyin ve din-i hakka itiraz" ve bana iftira etmekle Allahm kullarını Allah'ın yolundan saptırmayın.»]
[«Zikredin şol zamanı ki, o zamanda siz azdınız. Allahii Tealâ sizi çoğalttı ve çoğalmanız sizin için büyük bîr nimettir. Bu nimeti size ihsan eden Allahii Tealâ'ya ibadet ve dinine temessük edin.»]
[«Ve nazar edin, görün ki, müfsidlerin akıbetleri ne oldu?]
Zira; ifsadda devam ederseniz sizin de müfsidlerin akıbetine uğrayacağınızda şüphe yoktur» demekle kavmini ıslaha ve doğru yola irşada çalıştı.
Yani; Şuayb (A.S.) kavmine nasihatta dedi ki, «Din ve dünya tarîklarından her tarîka ve din-i hakka iman etmek isteyen kimseyi tehdid ve tarîk-i ilâhiden men* ve tarîk-i ilâhiye eğrilik nispet eder olduğunuz halde oturup herkesin yolunu kesmeyin. Zikredin şol zamanı ki, sizin adediniz azdı. Allahü Tealâ çok evlât vermek ve fakr-ı hâlinizden sonra servet ve zilletinizden sonra izzet vermekle her cihetten sizi teksir etti. Şu halde kılletinizden sonra kesret verdi. Binaenaleyh; Allah'ın nimetlerine şükredin ve nazar edin, görün ki müfsidlerin akıbeti ne oldu? Onlardan ibret alm, fesad etmeyjn» demekle kavmine nasihatta bulundu.
Fahr-i Razi ve Kaazi'nin beyanlarına nazaran suratla murad; tarîk-t hak ve tarik-z dindir. Çünkü; kavm-i Şuayb yol üzerine otururlar, gelip geçicüeri veyahut Şuayb (A.S.)'ı ziyaretle iman etmek murad eden kimseleri iman etmekten ve müşarünileyhin şerefiyle müşerref olmaktan tehdid ederler, korkuturlar ve tarîkti hakka sülük edecekleri men'le, din-i hakkı kabul edeceklerin zihnine şüphe ilkaa ederlerdi. Şuayb (A.S.) bunların cümlesinden nehyetmek üzere «Şu umur-u selâsenin —halkı ızrar— la korkutmak, yahut iman edecekleri men' veya nâsm zihnine tarîk-ı hakka dair şüphe ve şek ilkaa etmek suretlerinden birisiyle meşgul olduğunuz halde tarîk üzerine oturup halkı idlâl ve ızrar etmeyin ve şeytan gibi ehl-i imanın yolunu kesmeyin ve nâsa (Bu sülük edeceğiniz din eğri bir yoldur, bu yol sizi sâha-ı selâmete çıkaramaz) demekle halkın zihnini iğfal etmeyin» buyurmuştur.
Bundan sonra Şuayb (A.S.) Allah'ın onlara vermiş olduğu nimetlere işaretle şükre davet etti. Çünkü; azken çoğalmak, evlâd, emval ve etbâ'la olup bunlarm cümlesi nimet kabilinden olduğundan Şuayb (A.S.) tekessür ettiklerini nimet sırasında ta'dad buyurmuştur. Zira; Medyen ahalisi tamamen cedd-i âlâları Med-yen'in neslindendirler. Medârik'te beyan olunduğuna nazaran İbr rahim (A.S.)'ın oğlu Medyen, Lût (A.S.) in kerimesini tezevvüc eder. Allahü Tealâ nesillerine bereket verir ve büyük bir kabile olur. Şu halde «Azken Allahü Tealâ sizi çoğalttı» demek; «Evlâd ve ensâlinize bereket verdi, hattâ bir ana ve bir babadan büyük kabile oldunuz» demektir. Yahut «Fakirken sizi zengin ve zayıfken kavî kıldı» demektir. Yahut «onların âdetleri, yol keserler ve gelip geçenleri soyarlardı. Şuayb (A.S.) «Yol üzerine oturmayın» buyurmakla kat'-ı tarik etmekten menetmek istedi.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran ehl-i Medyen öşürcü olup yol üzerinde emvâl-i nâstan öşürlerini zulüm ve taaddiyle cibâyet ederlerdi. Şuayb (A.S.) onları birtakım taaddiyle yol üzerinde cibâyetten nehyetmiştir. Şu manâlardan manâ-yı evvel karib ise de her cümlesine hamletmekte bir mâni yoktur. Zira; lâfzın cümlesini murad etmeğe müsaadesi vardır. [64]
Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) in nesayihinden sonra kavmini tehdid ettiğini beyanetmek üzere alâtarîkilhikâye buyuruyor.
[Eğer sizden bir taife benim irsal olunduğum dine ve şeriata iman eder ve diğer bir taife iman etmezlerse Allahü Tealâ bizim beynimizde hükmedinceye kadar sabredin. Halbuki Allahü Tealâ hâkimlerin hayırlısıdır.] Zira; hükmünde zulüm ve gadir, cevr ü cefâ olmaz. Binaenaleyh; m.ümin-i takiyyi derecât-ı âliyâta terfi ettirir ve kâfir-i şakiyi envâ'-ı ukuubâtla ta'zîb eder.
Yani; ey Medyen ahalisi! Siz benim risaletimde ihtilâf eder, iki fırka olsanız, bir fırka bana iman ve risaletimi tasdik ve diğer bir fırka tekzip ve risaletimi inkâr ederse Allahü Tealâ beynimizi fasledip hükmedinceye kadar sabredin. Zira; Allahü Tealâ hâkimlerin hayırlısıdır. Çünkü; hükmünde zulmolmaz ve adalet-i mah-zolur. Binaenaleyh; müminleri nusretle azîz ve kâfirleri ihlâkle zelil kılar.
Allahü Tealâ'dan başka hakikatta hâkim yoksa da mecazen bazı eşhasa hâkim denildiği için hâkimlerin hayırlısı denmiştir. Allahü Tealâ'nın hükmü yle ımırad; muhik, olanlara nusret. müpttl olanlara zilletle hükümdür.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran bu âyet ehl-i imanı terğib. ve ehl-i küfrü tehdiddir. Yoksa küfrüzere sabırla emir değildir. Şu halde manâ-yı nazım: [Ey kâfirler! Madem ki küfürde ısrar edip akıbetini düşünmüyorsunuz. Sabredin sizin göreceğiniz var, görürsünüz. Ey müminler! Siz de kâfirlerin ezalarına sabredin, akıbet selâmet sizindir] demek olur. [65]
Vacip Tealâ Şuayb
(A.S.) m kavmine irad ettiği nesâyihi ve nasihatini kabul etmedikleri surette
tehdidâtıni beyandan sonra kavminin kelâmlarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şuayb (A.S.) m
kavminden nefislerini büyük addeden ulular Şuayb (A.S.) a hitaben «Yâ Şuaybî
Biz seni ve şeninle beraber bulunup sana iman edenleri elbette karyemizden
çıkarırız veyahut siz bizim milletimize rücü' edersiniz. Bu ikiden birisi
elbette olacaktır.» demeleri üzerine Şuayb (A.S.) «Biz sizin dininize avdeti
kerih gördüğümüz halde dahi milletinize iade eder misiniz?» dedi.]
Yani; Şuayb (A.S.) in
davetine ve envâ'-ı nesâyih ve mevâ-ızına karşı kavminin ileri gelenleri ve
imandan istikbar eden eşrafı dediler ki, «Yâ Şuayb! Bizim için başka çare yoktur, illâ iki
çare vardır: Birincisi; elbette biz seni
ve sana iman edip seninle beraber bulunanları kerhen ve cebren karyemizden
çıkarmak ve nefyetmektir. Zira; burada bulundukça rahat durmuyor ve bizim
zihnimizi teşviş ve rahatımızı ihlâl ediyorsunuz. Köyümüzden sizi çıkarmalıyız
ki, biz rahat edelim. İkinci çare; elbette siz bizim milletimize avdet
etmelisiniz. Velhasıl ya dinimize dönmeli veyahut bu karyeden gitmelisiniz»
demekle Şuayb (A.S.) ve sair ehl-i iman hakkında besledikleri fikirlerini tamamen
meydana koyunca Şuayb (A.S.) dedi ki «Biz sizin dininizi evvelden beri çok
kereler gördüğümüz halde dahi milletinize iadeye sa'yeder misiniz? Biz sizin
dininizi batıl addedenlerdeniz. Nasıl oluyor ki, bize dininize avdeti teklif
edersiniz?» demekle avdet etmek ihtimali olmadığını beyan etmiştir.
Beyzâvi ve Hâzin'in
beyanları veçhile Şuayb (A.S.) a iman edenler evvelce onların dininde
olduklarından onlarla Şuayb (A.S.) ı birlikte addederek dinlerine avdet teklif
etmişlerdir, yoksa Şuayb (A.S.) onların dininde bulunmamıştır. Çünkü;
enbiyâdan hiçbir nebiden küfür sâdır olmamıştır. Yahut avdetin manâsı; intikaldir.
Yani «Dinimize intikaal edersiniz» demektir. Yahut Şuayb (A.S.) nübüvvetini
izhar etmezden evvel dinini onlardan ihfâ ettiğinden onlar Şuayb (A.S.) ı
kendi dinlerinde zannettiklerine binaen «Dinimize avdet edersiniz» demişlerdir.
Yahut Şuayb (A.S.) in bunların dininde olmadığını bilirlerdi, lâkin rüesâ,
avâm-ı nâsa Şuayb (A.S.) m evvelden kendi dinlerinde olduğunu göstermek ve
zihinlerini teşviş etmek için «Dinimize avdet edersiniz» demişlerdir.
Kâfirlerin maksad-ı
aslileri; Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile dinlerine avdet etmektir.
Karyelerinden ihraç ve nefyetmeyi bikirden maksatları; icbar ve ikrah suretini
iltizamdır. Binaenaleyh; Şuayb (A.S.) bu cihetine cevap vermemiştir. Çünkü;
maksad-ı asli olmadığından cevaptan müstağni addetmiştir.
İsm-i alemîsiyle nida
ve tasrih; tehdidlerini ikaa muktedir olduklarını iş'âr ve Şuayb (A.S.) ı
tahkir içindir. Şuayb (A.S.) kavmine iki cihetle cevap verdi Birincisi;
evvelden beri dinlerini kerih gördüklerini ve kerih gördükleri dine intikaal etmek
ihtimali olmadığını ve kerhen müminleri dinlerine ithal etseler dahi
kerhen duhulün faydası
olmayacağını beyan buyurmuştur. [66]
Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) in ikinci cevabını beyan etmek üzere alâtarikilhikâye
buyuruyor.
[Allalıü Tealâ sîzin
mîlletinizden bize necat verip kurtardıktan sonra eğer biz sizin milletinize
avdet edersek Allahü Tealâ üzerine yalan olarak muhakkak iftira etmiş oluruz.]
[Halbuki bizim için
sizin milletinize avdet etmek sahih olmaz. İllâ rabbimiz olan Allahü Tealâ'nın
milletinize avdetimizi murad etmek vakti müstesnadır.] Zira; Allahü Tealâ bizi
envâ'-ı lutfuyla terbiye eden rabbimiz olduğu cihetle onun iradesine tâbiiz,
harice çıkamayız.
[Zira; Rabbimizûı ilmi
herşeye vâsi'dir.] Binaenaleyh; eğer Sizin dininizde hayır olsaydı bize
emrederdi, halbuki emretmedi. Şu halde dininizde hayır yoktur ki, biz avdet
edelim.
[Biz ancak Allah'a itimad
ederek cümle umurumuzu ona tefviz ettik.] Binaenaleyh; emrinden dışarı
çıkamayız.
[Ey bizim itabbimiz!
Bizimle kavmimiz beynini hakka mukaarın olarak sen fethet ki, haklı ve haksız
meydana çıksın. Zira; sen fâtihlerin hayirlısısm.] demekle, Şuayb (A.S.)
Cenab-ı Hakka niyaz etti.
Yani; Şuayb (A.S.) in
kavmi Şuayb (A.S.) ı ve müminleri kendi milletlerine avdet etmelerini teklif
edince Şuayb (A.S.) onların avdet teklifini reddettikten sonra dedi ki,
«Allahü Tçalâ bize edyan-ı bâtıla ve bilhassa sizin milletinizden necat verip
din-i hakkı bize ilham ettikten sonra eğer biz sizin milletinize avdet edersek,
Allah'a iftira ve kendi indimizden yalan söylemiş oluruz. Zira; sizin dininizin
bâtıl ol'duğunu biz bildik. Bizim için sizin milletinize rücû' etmek ve
dininize dahil olmak caiz olmaz. İllâ Allahü Tealâ duhulümüzü meşiyet eder ve
helakimizi murad buyurursa o zaman irade-i ilâhiyede hulf olmaz, biz dininize
dahil ve helak oluruz. Zira; Rabbimizdir, meşiyetine muti' ve münkaadız. İlmi
herşeyi ihata etti, vâsi'dir. Binaenaleyh; cümle umurumuzu ona tefviz eder,
emr-i ilâhisinden harice çıkmayız. Ey bizim Rabbimiz! Kavmimizle bizim
beynimizi hakla fethet. Zira; sen fâtihlerin ha-yirlısısın.»
Şuayb (A.S.) kavminin
milletinde ve dininde olmadığı halde kendine iman eden müminlerden ayrılmamak
için «Sizin milletinizden bize necat verdi» buyurmuştur. Çünkü : iman eden
müminler onların milletinden iken Allahü Tealâ onları hidayette kılıp necat
verdiğinden kendini de müminlerle beraber addederek «Allahü Tealâ bize necat
verdi» demekle müminlerin kalplerini tatyib etmiştir. Yahut Fahr-i Râzi'nin
beyanz veçhile, kâfirler Şuayb (A.S.) ı evvelce kendi dinlerinde
zannettiklerine binaen «Bize sizin dininizden necat verdi» demiştir ki «Sizin
zu'm-u bâtılınıza nazaran» demektir. Yahut «Sizin dininizden necat verdi»
demek «Bize sizin dininizin kubhunu ve fesadını bildirdi» demektir. Velhâsıl
hangi manâ murad olunursa olunsun Şuayb (A.S.) in onların dininde olmadığını
beyan eder.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile kavlinde ulemanın ihtilâfı varsa da esah olan onların şeriatları,
şeriat-ı Şu-ayb (A.S.) la mensuh gibi olduğundan «Bizim için sizin dininize
dahil olmak sahih olmaz. Zira; bizim indinizde dininiz bâtıldır. Amma bazı
ahkâmını Allahü Tealâ neshet'mez de nesholunmayan ahkâmına bizim avdet etmemizi
ve 9 ahkâmla amelimizi emreder ve irade buyurursa avdet eder onunla amel
ederiz. Çünkü; neshet-mek ve ibkaa eylemek Allah'ın elinde» demektir.
Şuayb (A.S.) kavminin
' inadını ve küfrüzere ısrarlarını görünce imanlarında me'yus olarak Cenab-ı
Hak'tan tarafeynin hallerine muvafık hükmetmesini istirham etmiş ve Cenab-ı
Hakkı fâtihlerin hayırlısı olduğunu izharla meth ü sena buyurmuştur.
Bu duadan maksadı;
kâfirlere azabın nüzûlüyle muhikle mub-tıl beyinleri tefrik olunmak ve zâlimlerin
zulmüne nihayet verilmektir. Çünkü zulme rıza; zulüm olduğundan zulmün ref i
her zaman vaciptir. [67]
Vacip Tealâ Şuayb
(A.S.) in cevabım beyandan sonra kavminin temerrüdlerini ve müminlerin
fukarasını tehdict ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor,
[Şuayb (A.S.) in
kavminden büyükleri «Allah'a yemin ederiz ki, eğer siz Şuayb'a ittibâ*
ederseniz elbette ittibâ' ettiğiniz takdirde zarar edenlerden olursunuz»
dediler] ve bu sözleriyle avam tabakasını tehdid ettiler.
[Küfürlerinde ısrar
edince onları zelzele ahzetti. Derhal sabah vakti evlerinde ölü oldukları halde
bulundular.] Zira; şiddetli sadâ ile zelzele onları ihlâk etti.
[Onlar şol kimseler
ki, Şuayb (A.S.) ı tekzib ettiler. Keenne hanelerinde asla sakin olmamış gibi
mahvoldular.]
[Şuayb (A.S.) ı tekzib
edenler dünyâ ve âhiret zarar edicilerden oldular.]
Yani; Şuayb (A.S.) in
kavminden kâfir olan ulu ve büyük tanıdıkları kimseler Şuayb (A.S.) a iman eden
fukara-yı müsli-mîni tehdid etmek üzere dediler ki, «Allahü Tealâ'ya yemin ederiz
ki eğer siz Şuayb'a ittibâ' eder ve sözünü dinlerseniz muamelâtınızda ve
uraur-u din ve dünyanızda zarar görücülerden olursunuz. Çünkü; kilede ve
terazide sirkat edeceğiniz şey zayi olduğu gibi dolu ve tam verdiğinizde
elinizdeki malınız dahi zayi olur, zarar edersiniz. Binaenaleyh; Şuayb'a
tebaiyet etmeyin» demekle fukara-yı müminini din-i Şuayb'dan tenfir etmek
istediler.
Küfürlerinde ısrar ve
gayrı idlâl etmekten feragat etmeyince kahr-i ilâhiye müstehak oldular.
Binaenaleyh; onları büyük sadâ ile zelzele ahzetti. Sabah vakti herkes kendi
dairelerinde Ölü olarak bulundular, Şol kimseler ki Şuayb (A.S.) ı tekzib
ettiler keenne onlar evlerinde, köylerinde asla sakin olmamış ve zamandan
hiçbir zamanda.o karyeye müsafir bile olmamış gibi mahv ü mün-deris oldular,
asla eserleri kalmadı. Belki Şuayb'ı tekzib edenler ancak zarar, edici oldular
ve zarar onlara münhasır oldu, yoksa «Zarar edersiniz» diyerek tehdid ettikleri
müminlere asla zarar tecavüz etmedi.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile bu âyet (Medyen) ahalisinin yalnız Şuayb (A.S.) a iman etmemekle hâsıl
olan dalâlleriyle iktifa etmeyip belki gayrı idlâle tasaddi ettiklerine
delâlet eder. Çünkü; Hz. Şuayb'a iman edenleri tehdid etmeleri gayrı idlâle
sa'yettiklerini beyandır. Kavm-i Şuayb
üzerine vâki olan azap;
Allahm vücuduna ve
Fâil-i Muhtar olduğuna ve azap onun halkıyla olup tabiat veyahut ay ve güneş
ve sair yıldızlar vasıtasıyla olmadığına delâlet-i vâzıhayla delâlet eder.
Zira; tabiat veyahut ecram-ı felekiyeden bir cirimle olmuş olsaydı muhikle mubtıl
beyni fark olmaz, hepsine birden nazil olurdu. Halbuki bir karyede oldukları
halde âsîlere nazil oldu, müminler selâmette kaldı ki, Vacip Tealâ muhikle
mubtılı bilir. Binaenaleyh; elbette muhikka necat vermiş ve mubtılı helak
etmiştir.
Şuayb (A.S.) ı tekzib
edenlerin mezelletlerinin azametine işaret için Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler
tekrar zikrolunmuştur. Çünkü fezâhatı ve şenaati azîm olan şeyi tekrar tekrar
zikretmek Arab indinde âdettir ki ibrete vesiledir. Meselâ; zâlim bir kimsenin
mezâlimini beyan hususunda «Senin kardeşin bize zulmetti, senin kardeşin bizim
malımızı aldı, senin kardeşin bizim namusumuza tecavüz etti» demek Arap
muhaveresinde carî olduğu gibi belki her lisanda da carîdir. Binaenaleyh;
Şuayb (A.S.) ı tekzipleri pek büyük cinayet olduğundan bu âyette Şuayb (A.S.)
ı tekzib edenler için «Keenne beldelerinde ikaamet etmemiş gibi münkariz
oldular ve Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler zarar edici oldular» denilmiştir.
Kâfirler «Şuayb (A.S.)
a tâbi olanlar haşirlerdir» demişlerdi. Cenab-ı Hak tâbi olmayanların hâs ir
olduklarını beyan buyurmuştur.
Şuayb (A.S.) ı tekzib
iki türlü cezayı icab ettiğini beyan içirt tekzibin iki defa zikrolunduğu
Feth-ül Beyan'ın beyanatmdandır. Zira cezanın biri; helak olmaları, diğeri ise
zarar görmeleridir. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin Şuayb (A.S.)
a ve müminlere «Sizi elbette karyeden çıkarırız» dediklerine ceza olarak
karyelerinde hiç sakin olmamış gibi helak oldular ve karyelerinden bir daha
gelmez bir halde çıktılar. İkinci sözleri «Şuayb (A.S.) a iman edenler hâsir
olur» demişlerdi. Bu sözlerine bedel olarak kendilerinin hâsir oldukları beyan
olunmuştur.
Hulâsa; Hz. Şuayb'ın
kavminin reisleri avam tabakasına «Eğer siz Şuayb'a tâbi olursanız zarar
görürsünüz» dedikleri ve bu sözleri üzerine zelzeleyle helak olup sabah vakti
evlerinde ölmüş bulundukları ve Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler de keenne
hanelerinde hiç sakin olmamışlar gibi eser-i hayat görülmediği ve onların bütün
zarar ettikleri bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [68]
Vacip Tealâ
,Medyen ahalisinin helakinden
sonra Şuayb (A.S.) m i'razım ve
esefini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Medyen ahalisi
Şuayb'(A.S.) in nasihatini kabul etmeyip davetine icabet etmedikleri cihetle
azab nazil olunca Şuayb (A.S.) onlardan yüzünü döndü ve i'raz etti ve dedi ki
»Ey kavmim! Muhakkak ben size Rabbimin ahkâmını mutazammın risaletlerini
tebliğ Ve sizin menfaatinizi mutazammın nasihat ettim, kabul et* mediniz. Kâfir
olan kavim üzerine ne acayip hüznediyorum!» ] demekle kavminin söz dinlemeyip
helak olduklarına hüzn-ü şedidini izhar etti.
Fahr-i Râzi ve
Hâzin'in beyanlarına nazaran Şuayb (A.S.) in bu kelâmı azabın nüzulünden evvel
azap emmâreleri göründüğünde olmak ihtimali olduğu gibi azabın nüzulünden ve
kavmin helakinden sonra söylemek ihtimali de vardır. Her iki ihtimale
nazaran bu kelâmı hüzün için irad
etmiştir. lâfzı istif-ham-ı inkârt olduğuna nazaran kelâmının evvelinde esefini
izhar ve âhirinde esefini inkâr etmiştir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Şuayb
(A.S.) azabın, nüzulüne emmâreler görününce kavminden iraz etti ve onlara dedi
ki «Ey kavmim! Rabbimin risaletlerini size tebliğde ve nasihatta ben kusur
etmedim ve lâkin siz dinlemediğiniz için başınıza bu haller geldi. Ben kâfir
bir kavim üzerine nasıl esef ederim, elbette esef etmem. Zira; hüzne değmez.
Küfürleri sebebiyle nazil olan azaba müstehaklardır] demek olur. Şu halde Şuayb
(A.Ş.J bu kelâmıyla nefsini ta'ziye etmiştir. Eğer
istifham manâ-yı hakîkîsinde ve taaccüp
manâsını mutazammın olursa manâ-yı nazım: [Bunlar nasihat kabul etmediklerinden
kâfirlerdir. Kâfir oldukları halde kâfirler üzerine ben ne acayip
hüz-nederim!] demektir. Hüznettiği surette hüznünün sebebi kavmin kesreti ve
aralarında birçoklarının Şuayb (A.S.) a karabetleri ve mücâveretle hasıl olan
ülfet ve ünsiyetleridir.
Tefsir-i Taberi ve
Nisaburî'de beyan olunduğu veçhile şiddetle hüznetmek manasınadır. Şu halde demek
«Sizin gibi nasihat dinlemeyen ve küfürde ısrar eden kavm-i kâfir üzerine ben
ne acaip şiddetli hüznederim!» demektir. [69]
Vacip Tealâ enbiya-yı
kiramın ve ümmetlerinin bazı ahvalini beyan buyurduysa da ümmetleri üzerine
nazil olan azap yalnız onlara mahsus olmayıp her zaman carî olan âdet-i
ilâhiyeden olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Biz karyelerden bir
karyeye enbiyadan bir nebi göndermedik, illâ o karye ahalisini nebiyi tekzib
ettiklerinden dolayı kaht u gala, fakr u faka, ilel ü emrazla muahaze ettik ki,
onlar bize tazarru ve niyaz etmekle emrimize inkıyad etsinler.]
[Biz onları birtakım
belâya île müptelâ kıldıktan sonra onların mihnetlerini rahata ve marazlarmı
sıhhata tebdil ettik, hatta malları ve evlâtları çoğaldı.]
[Ve onlar darlıktan
bolluğa çıkınca «Bizim babalarımıza da menfaat
ve mazarrat dokundu. Binaenaleyh; iyilik ve kötülük zamanın icâbâtıııdan ve bu
âlem-i mükevvenâtın âdâtmdandır, bize mahsus bir azap değildir» dediler ve
görmüş oldukları şiddeti unuttular.]
[Onlar ıslah-i hâl
etmeyip vukuattan ibret almayınca biz ansızın azapla muâhaze ettik. Halbuki
onlar azabın geleceğini bilmiyorlar.]
Yani; helak olan
karyelerden hiçbir karyeye bir nebi göndermedik, illâ o karye ahalisini resule
iman etmediklerine binaen biz fakr u faka ve maraz gibi zarar ve elem verecek
şeylerle onları ahzettik ki, tazarru ve niyaz etsinler ve emr-i ilâhiye imtisal
etmelerine ve resullerine imana sebep olsun ve biz onları birtakım ihtiyaç ve
sefalet ve sair mihan ve megakkatla müptelâ kıldıktan sonra o mazarratı
menfaata ve meserrete tebdil ettik. Hattâ malları ve nüfusça adetleri çoğaldı
ve dediler ki, «Bizim babalarımıza da bu gibi şiddet ve- mihnet, mazarrat ve
meserret muhakkak isabet etmişti. Bu bize mahsus bir hâl değildir. Zira
zamanın âdeti; bazan gına, bazan fakr, bazan sıhhat, bazan hastalık, bazan
kıtlık ve bazan ucuzluk olarak deveran etmektir. İnsanlar üzerinde böyle
şeyler eksik olmaz» demekle vukuatı isyanlarına nispet etmediler, belki
icâbât-ı zamandan addettiler. Şu minval üzere küf-ran-ı nimet edip tevbe ve
istiğfar etmeyince biz onları bilmedikleri halde füc'eten azapla muâhaze ettik
ki, onların haberleri olmadı. İşte kavm-i Şuayb gibi Mekke ahalisinde de evvel
kıtlık, sonra ucuzluk cereyan etmişse de bunlar da mütenebbih olmamışlardır.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile »Mazarrat ve menfaat bizim babalarımızı messetmişti» demekten
maksatları «Böyle şeyler zamanın âdetidir, taraf-ı ilâhiden bize ukuubet
değildir» demek istediler ve Allahü Tealâ'nın onlara evvel şiddet ve sonra
vüs'at ta-rikıyla yapmış olduğu tenbihten mütenebbih olmadılar ki, taraf-ı
ilâhiden verilen müsaade ve mühletten istifade edemediler. Bu
gibi insanların taraf-ı ilâhiden verilen
müsaadeden alelekser istifade etmedikleri görülmektedir.
Tefsir-i Taberîlde
beyan olunduğu veçhile : [Biz onların mazarratlarını menfaata tebdil
ettik, hatta malları ve evlâtları
çoğaldı] demektir.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile «Nebi gönderdiğimiz karyeyi şiddetle ahzettik» demek
«Nebiyi tekzib eden karyeyi ve karye ahalisini ihlâk ettik» demektir. Şu halde
bu âyette küf-far-ı Kureyş'i tehdid vardır ve eğer Resulullah'a iman etmezlerse
ahzolunacaklarına işarettir ve muahaze de olundular. Hatta küf-rüzere ısrar ve
Resulullah'a adavette devam edenlerin hepsi helak oldular ve izzetleri zillete
ve rahatları mihnete tahavvül etmiştir. [70]
Vacip Tealâ isyan ve
temerrüd edenleri füc'eten ihlâk ettiğini beyandan sonra ihlâk olunan karyeler
ahalisi iman etmiş olsalardı helakten kurtuldukları gibi birçok hayra nail
olacaklarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer helak olan âsî
karyeler ahalisi Allah'a ve kitaplarına ve rusül-ü kirama iman ve mahârimden ittikaa
etmiş olsalardı onlar üzerine semâdan yağmurlar inzal etmek ve yerden otlar
bitirmekle bereket kapılarını açardık ve lâkin onlar rusül-ü kiramı tekzib
ettiler. Biz de onları kesbettikleri ma'siyet sebebiyle ihlâk ettik.]
Yani; nebilerine iman
etmediklerinden dolayı ihlâk ettiğimiz karyeler ahalisi gönderdiğimiz nebilere
iman ve tebliğ ettikleri ahkâmı kabul ve bilumum Allah'ın nehyettiği şeylerden içtinab
etmiş olsalardı biz onlar üzerlerine
semâdan rahmetler inzal etmek ve yerden otlar bitirmek suretiyle berekâtın
kapılarını açardık. Lâkin onlardan maksud olan imanı yerine getirmediler,
belki tekzib ettiler. Binaenaleyh; biz onların kesbettikleri günahları sebebiyle
ahzettik.
Tefsir-i Hâzin'de.
beyan olunduğu veçhile berekât-ı semâ; yağmur ve berekât-ı arz; otlar,
meyva-lar, hububat, yeryüzünde hâsıl olan envâ'-ı hayrat, hayvanat ve sair
erzak ve emniyet ve selâmettir. Çünkü; bunların cümlesi fazl-ı ilâhi ve ihsan-ı
sübhanîdir. Dilediği kulları üzerine Allahü Tealâ ihsan eder ve âsî olan kavmi
bu gibi bereketlerden ve bilhassa emniyet ve selâmet gibi rahat ve nimetlerden
mahrum eder ki, mütenebbih olsunlar.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile berekât-ı feth in manâsı; ehl-i iman üzerine envâ'-ı hayratı tevsi' ve
her taraftan menfaat îsâl etmektir. Fakat bihakkın imanın muktezâsını yerine
getirmek şarttır.
Hulâsa; iman ve
ittikaa edenlerin bereket-i ilâhiyeye ve şe-râit-i imana riâyet ettikleri
surette refah ve saadete, emniyet ve selâmete nail olacakları bu âyetten
müstefad olan fevaid cümle-sindendir. [71]
Vacip Tealâ ümem-i
sâlifenin helaklerini ve üzerlerine nazil olan azabı beyan ettiği gibi
kâfirleri ve bilhassa küffar-ı Kureyş'i tehdid etmek üzere buyuruyor.
[Birçok karyeler
ahalisini ihlâk ettikten sonra mı elyevm mevcut olan karyeler ahalisi uyur
oldukları halde gece vakti bizim azabımızın gelmesinden emin oldular.]
[Bu kadar vukuatı
duyduktan sonra mı o karyeler ahalisi oynar oldukları halde onlara bizim
azabımızın kuşluk vakti gelmesinden emin oldular ve neden bildiler onlara
kuşluk vakti azabın gelmeyeceğini?]
[Onlar hâdisât-ı âlemi
düşünmezler mi ki Allah'ın onlara isti dr a c olarak verdiği nimetlere emin
oldular?]
[Allah'ın mekrinden
emin olmaz, illâ dünyevî ve uhrevî zarar eden kavim emin olur.]
Yani; ümem-i sâlifeden
birçok karyeler ahalisini ahzedip ih-lâk ettikten sonra uykuda oldukları halde
bizim şiddetli azabımızın gelmesinden ehl-i kura emin mi oldular ki,
nebilerinin nübüvvetini inkârla küfürlerinde ısrar ediyorlar, bizim
intikaamımızdan korkmazlar mı? Ümem-i sâlifeyi ihlâkimizden sonra ehl-i kura
oynar oldukları halde kuşluk vakti bizim azabımızın şiddetlisi onlara
gelmesinden emin mi oldular? Ümem-i sâlifeye kuşluk vakti gelen azaplar hiç mi
hatırlarına gelmedi? Neden emin olur ve neden bilirler ki ümem-i sâlifeye
gelen azabın bir misli onlara gelmesin? Bunların halleri aynıyla ümem-i
sâlifenin halleri gibi olduğu halde onlara azap gelir de bunlara neden gelmez?
Ehl-i kura azabın gelmesinden korkup tevhidi ikrar edip azaptan halâs olmalı
değil mi? Âsîlere azabın nüzulünden sonra mı Allah'ın istid-rac olarak verdiği
metâ'-ı dünyaya emin oldular ve Allah'ın verdiği nimetlere mi güvendiler?
Allah'ın mekrinden emin olmaz, ancak dünyada ve âhirette zarar görücü ve
husran-ı ebedî ve şe-kaavet-i sermedîye müstehak olanlar emin olurlar. Fakat bu
emniyetleri asla fayda vermez.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile istifham; inkârıdır. Kâfirlerin, Allah'ın gecede ve
gündüzde azabının gelmesinden emin olmuş ve her nevi' korkudan kurtulmuş gibi
küfürlerinde ısrar etmelerini inkârdır. Şu halde ehI-i kura ile murad; Mekke
ve havalisidir. Yahut bilumum ahaliyi tehdid ve maâsîden zecretmektir ki,
insanlar için Allah'ın azabından gecede ve gündüzde ve hiçbir zamanda emin
olmamak lâzım ve vacip olduğuna tenbih ve tavsiyedir.
Vacip Tealâ azabın
insanın gaafil olduğu zamanda geleceğine işaret için gecede uyku ve istirahat
hallerini ve gündüzde kuşluk vakti umur-u dünyayla meşgul ve oynar oldukları
hallerini zikretmiştir. Umur-u dünya; lehviyât ve oyuncak olduğuna işaret için
kuşluk vakti oynar olduklarını beyan buyurmuştur.
Beyzâvi, Feth-ül
Beyan.ve Hâzin'in beyanlarına nazaran mekir ; hile ve hud'a manâsına olup
Allahü Tealâ'nın hileye ihtiyacı olmadığından manâ-yı hakîkîsini Vacip Tealâ'ya
isnad caiz olmadığı cihetle te'vil vaciptir. Binaenaleyh; bu âyette AIIah'ın
mekriyle murad; abde istidraç olarak nimetler ve mühletler verip zannetmediği
bir zamanda ve hatırına gelmediği cihetten intikaamını almak manasınadır. Yani;
«Kâfirler ellerinde olan mal ü menâl, evlâd ü ıyâl ve sıhhat-ı beden gibi
şeylere mağrur olup isyanda devam etmesinler. Zira; bunların cümlesi onları
aldansın için Allah'ın verdiği nimetlerdir. Bunları kendilerinin istihkakları
zannetmesinler demektir. Yahut Medârik'te beyan olunduğu veçhile mekr ile
murad; onlardan vâki olan kusur üzerine derhal muâkdb etmeyip oldukları hal
üzere biraz müddet terketmektir ki hallerini bozmamak ve bir müddet ettikleri
yanlarına kalmak suretiyle onları mağrur etmesi hileye ben-zedfği cihetle mekir
denmiştir. Yahut Ali ahin mekriyle murad; Allah'ın azabıdır. Çünkü; âsîlere
azap zannetmedikleri cihetten gelip hileye müşabih olduğundan Allah'ın azabına
Allah'ın mekri denmiştir.
ile murad;
vahdaniyetin delillerinde nazar ve istidlali terk ve küfrü ihtiyarla nefsine
zulmeden kimselerdir. Çünkü; onlar küfrüzerine münhemik ve basar u basiretleri
bağlı olduğundan azab-ı
ilâhi hatırlarına gelmez. Binaenaleyh; emin olurlar ve emin oldukları zamanda
ansızın azab-ı ilâhi onları tutar ve ihlâk eder. [72]
Vacip Tealâ kâfirlerin
helaklerini beyandan maksat; cemi' mükellefinin din ve dünya hususlarında ibret
alıp maslahatlarını tesviye etmekte onunla istidlal etmeleri olduğunu beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ zikredip
ümem-i sâlifenin hallerini beyan etmedi mi şol kimselere ki, onlar bir arzın ahalisi
helak olduktan sonra o arza vâris olurlar? Onlara beyan etmedik mi ki, hal ü
şan şöyledir. Biz eğer murad etmiş olsak günahları sebebiyle onlara ikaab eder
ve günahlarının cezasını onlara isabet ettiririz ve eğer istersek onların
kalplerini mühürleriz. Binaenaleyh; taraf-ı ilâhiden varid olan Kur'an'ı ve
mev'izeyi ve resullerinin nasihatlarını işitmezler.]
Yani; bir beldenin
ahalisi helak olduktan sonra o beldeye vâris olanlara Allahü Tealâ beyan
etmedi mi ki "biz dilemiş olsak evvel geçenleri ve o beldenin sahiplerini
muâhaze ettiğimiz gibi günahları sebebiyle onları dahî muâhaze eder ve
intikaamımızı alırız ve onların kalplerini kapatırız ki, kendilerine gelen
âyât-ı beyyinâtı işitmezler. Şu halde onlar evvel geçenlerden niçin ibret
almazlar, vukuat insanlar için ibret değil midir?
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile âyet-i celile; ehl-i Mekke'yi ve etrafını tehdid etmiştir.
Fakat lâfzın umumu itibarıyla cemi'-i nâsı tehdid olmasında dahi bir mâni'
yoktur. [73]
Vacip Tealâ bir kavmin
yerine gelen diğer kavmin ibret al-madıkiarmı beyanla tevbih ettikten sonra
yukarıdan beri zikro-lunanları icmalen beyanla Resulullah'ı tesliye etmek üzere
buyuruyor.
[Şu beyan olunan
karyelerin bazı haberlerini Habibim! Biz Kur'an'da senin üzerine hikâye ve
beyan ederiz ki, ümmetin onlardan ibret alsın.]
[Zat-ı ülûhiyetime
yemin ederim ki, o karyelere bizim resullerimiz mucizelerle geldiler ve onlara
doğru yolu gösterdiler.]
[Onlar resuller
gelmezden evvel küfürleri ve tekzipleri sebebiyle iman eder olmadılar.] Çünkü;
irtikâb ettikleri küfrü terke-demediler.
[İşte şu geçmiş
ümmetlerin kâfirlerinin kalplerini mühürledi i gibi Allahü Tealâ cümle
kâfirlerin kalplerini mühürler.]
Yani; işte şu beyan
olunan karyelerin haberlerini ümmetine ibret olmak üzere yâ Ekrem-er Rusül! Biz
Azîmüşşan Kur'an'da senin üzerine inzalle haber verdik ve beyan ettik. Zat-ı
ülûhiyetime kasem ederim ki, ümem-i sâlifenin resulleri onlara mucizelerle ve
dâvalarını ispat için beyyinelerle geldiler. Onlar resuller gelmezden evvel
tekzipleri sebebiple asla iman eder olmadılar, belki resuller gelmezden evvel
bulundukları hal-i küfür üzere devam ve ısrar ettiler ve rusül-ü kiramdan gelen
ahkâmı asla kabul etmediler ve rusül-ü kiramın davetinden ve nesâyihinden müteessir
olmadılar. Ümem-i maziye kâfirlerinin kalpleri üzerine Al-lahü Tealâ mühür
tab'ettiği gibi cümle kâfirlerin kalpleri üzerine mühür vaz'eder. Çünkü;
bilcümle kâfirler iradelerini imana sar-fetmeyip ma'siyete devam ettikçe
kalpleri Öyle bir hâle gelir ki, keenne mühürlüdür. Binaenaleyh; mühürlü olan
bir kese içine hariçten birşey girmediği gibi onların kalplerine de iman
girmez» demektir.
Fahr-i Râzi ve
Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyette mezkûr olan kura ile murad; Nuh, Hûd,
Salih, Şuayb ve Lût (A.S.) vn karyeleridir. Onların cümlesine resulleri
geldiler ve en-vâ'-ı mucizeler izhar ettiler, fakat ümmetleri kabul
etmediklerinden helak olduklarını Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurdu. Tekzipleri
sebebiyle iman etmediklerinden helak olduklarını beyanla resulünü ve müminleri
tesliye ve kâfirleri tehdid etmiştir.
Vacip Tealâ enbiya-yı
sabıkanın bazısının haberlerini ve o haberlerin ibret-i müessire olacaklarını
beyan edip enbiyadan bazılarının hallerini beyan etmediğine işaret için ba'za
delâlet eden lâfzı varid olmuştur
Vacip Tealâ ümem-i
sâlifenin resulleri mucizelerle gelip iman etmediklerinin sebebini bundan evvel
tekzib etmeleri olduğunu beyan buyurmuştur.
Bundan evvel tekzib leriyle
murad;
yevm-i misakta Hz.
Âdem'in zahrında huruç edip ile hitab olunduklarında kâfirler lisanlarıyla
Allah'ın rububiyetini ikrar etmişlerse de kalplerinde tekzibi saklamışlardı.
İşte bu âyetteki tekzib le murad; o vakitteki tekzipleri olduğu (İbn-i Ab-bas)
Hazretlerinden mervidir. Yahut Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran
mu'cizâtı görmezden evvel tekzipleri sebebiyle gördükten sonra dahi iman
etmediler demektir. Yahut kâfirler Öldükten sonra ihya olunsalar Ölmezden evvel
tekzipleri sebebiyle iman etmezler demektir. Yahut resul gelmezden evvel
küfrüzere musir olup tekzipleri sebebiyle resulleri geldikten sonra iman
etmediler demektir. Zira; Allahü Tealâ onların iradelerini küfre sarfettikleri
için kalplerini kapadı. Ümem-i sâlife kâfirlerinin kalplerini mühürlediği gibi
bilumum kâfirlerin kalplerini Allahü Tealâ mühürlediğini bu âyetle beyan buyurmuştur.
Allahü Tealâ kalplerini kapatınca «Onlara vaaz u nasihat ve âyât-ı terğib ve
terhib cümlesi te'sir etmez. Binaenaleyh; küfrüzere bakî kalırlar ve iman
etmezler» demektir. [74]
Vacip Tealâ ümem-i
sâlifenin iman etmediklerini beyan ettiği gibi iman etmediklerinin sebebi; ahde
vefa etmediklerinden neş'et ettiğini dahi beyan etmek üzere buyuruyor
[Biz ümem-i sâlifenin
ekserisini ah idi erin i vefa eder bulmadık. Halbuki ekserisini tââtımızdan
huruç etmiş fıskedici bulduk.]
Yani; ümem-i sâlifenin
ahlâk-ı zemime ve evsaf-ı habiseleri; ahidlerini nakzetmektir. Zira; zahr-ı
Adem'den ihraç ettiğimizde onlarla beynimizde vâki olan ahidde ekserisini vefa
eder bulmadık ve ekserisini ahdini nakzedici, tââtımızdan çıkmış fâsıklar bulduğumuz
muhakkaktır. Çünkü onlar o ahd ü misak zamanı ikrar ettiler, badehu dünyaya
huruç edince ikrarlarına muhalefetle taa-tımızdan çıktılar. Binaenaleyh;
insanların ekserisi nakz-ı ahid sebebiyle küfürle meşguldürler. [75]
Vacip Tealâ enbiyayı
sabıkadan bazılarını zikrettiği gibi Hz. Mûsâ'nm Fir'avn'la vâki olan
mübâhasâtını ve davetini ve Fir'-avn'm Lufrünü ve akıbet helakini dahi beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Beyan olunan
ümmetlerin inkırazından sonra biz Mûsâ (A.S.) i birçok mucizelerle Fir'avn ve Fir'avn'ın
avenesine vüzera ve vükelâsına resul olarak gönderdik. Fir'avn ve cemaatı
âyetlere zulmettiler. Çünkü; âyetlere iman edecekken küfrettiler ve ikrar
yerine inkârı koydular. Nazar et gör habibim müfsidlerin akıbetleri ne oldu!]
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile Mûsâ (A.S.) m mucizesi çok olduğuna ve her nebi için davasını tasdike
mucize lâzım bulunduğuna bu âyet delâlet eder. Hz. Musa'nın mucizesinin evveli
asadır. Asâ ile Fir'avn'ın kapısını döğünce Fir'avn'ın derhal başının saçı ve
sakalı beyazlanıp kara boyayla boyadığı ve ilk önce kara boyayla saç ve sakal
boyayan Fir'avn olup binaenaleyh; sakalı siyahla boyamak Fir'avn'ın bid'atı
olduğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervidir. Asanın geceyle çıra gibi ziya
verdiği, - taşa vurunca su çıktığı, yere vurunca nebatat bittiği, hırsızdan ve
uğursuzdan ve yırtıcı hayvanattan Mûsâ (A.S.) ı muhafaza ettiği ve icabında ip
gibi uzayıp kuyudan su çektiği ve Kur'an'da ve bilhassa (Sure-i Tâhâ)'da
sarahaten beyan olunanlar gibi birçok hünerleri olduğu mervidir. Ayâta zulüm;
iman etmemektir. Çünkü zulüm; birşeyi mevzi-i lâyıkında isti'mâl etmemek
olduğundan lâyık olan; âyetlere iman etmek iken iman etmemek zulümdür.
Kaazî, Feth-ül Beyan
ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Amâ-lika kavminden sonra Mısır'a melik
olanların lakabı Fir'avn'dır. Acem meliklerinin lakabı Kisrâ, Rum meliklerinin
lakabı Kayser ve Habeş meliklerinin lakabı Necâşî olduğu gibi Mısır'a melik
olanların lakabı da Fir'avn'dır. Şu halde Fir'avn lâfzı; lakab ve unvandır,
alem-i şahsî değildir. Mûsâ (A.S.) in ba's olunduğu zaman Mısır'da hükümet
eden Firavn'ın ismi (Meneftah) dır. [76]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) m Fir'avn'a resul gönderildiğini beyandan sonra Mûsâ (A.S.) in Fir'avn'ı
din-i hakka davetinin keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mûsâ (A.S.) din-i
hakka davet etmek üzere Fir'avn'a geldi ve oha hitaben «Ey Fir'avn! Ben
muhakkak âlemlerin Rabbisi tarafından resulüm. Seni din-i hakka davet için geldim.
Allahü Tealâ üzerine söylemeyip ancak hak olan ve Allah'a isnadı caiz olan
şeyi söylemek bana lâyık ve münasiptir. AUahü Tealâ'ya isnadı caiz olmayan şeyi
bizim için söylemek sahih olmaz. Ben size Rab-binizden mucizeyle geldim, ey
Fir'avn! Beni İsrail'i benimle beraber gönder. Zira; Beni İsrail'e zulmün
nihayete vardı. Onları esaretinden halâs et. Ben alayım, vatan-ı aslîleri olan
Arz-ı Mu-kaddes'e götür ey im» dedi. Mûsâ (A.S.) in bu kelâmına cevap olarak
Fir'avn «Eğer mucizeyle geldin ve doğru söyleyenlerden ol-dunsa mucizeni getir»
dedi.]
Yani; Hz. Mûsâ «Ey
Fir'avn; Ben Rabb-il Âlemin tarafından resulüm. Bana lâyık olan; Allahü Tealâ
üzerine hak söylemektir. Zira; beni resul göndermese ben resulüm diyemem. Ben
size rab-binizden dâvamı tasdik eder mucizeyle geldim. Binaenaleyh; Beni
İsrail'i benimle beraber memleketlerine gönder» dedi. Mûsâ (A.S.) in şu daveti
üzerine Fir'avn «Ya Mûsâ! Eğer âyetle geldin doğru söyleyenlerdensen getir
âyetini görelimi' demekle mukaa-bele etti.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile Mûsâ (A.S.) Fir'avn'la iptida görüştüğünde âlemlerin Rabbisi tarafından
resul olduğunu beyanla kelâmının isğaa ve istimâ' olunmaya lâyık olduğunu
iş'âr ve âlemlerin halikı ve mürebbisi bir ilâh ve ma'budun bilhak olup
Fir'avn'm iman etmesi lâzım olduğunu
beyan etmiştir. Mûsâ (A.S.) risaletini tebliğ ve taraf-ı ilâhiyeden geldiğini
beyandan sonra resul olan zata lâyık olan herşeyde doğru söylemek olup Vacip
Tealâ hakkında dahi lâyık olan şeyi söylemek vacip olduğunu beyan buyurmuştur.
Şu iki dâvadan resul üzerine vacip olan; Allah'ın muttasıf olduğu sıfatı beyan
etmek olup lâyık olmayan şeyi isnad etmek caiz olmadığı bedîhî olduğundan bu
cihetin delilinden sarfınazar ederek risalet dâvasını ispat lâzım olduğu
cihetle risalet dâvasını ispata mübaşeret buyurdu ve dâvasını tasdik ve te'yid
edecek delil ve mucizeyle geldiğini ve arzu ederlerse beyyineyle dâvasını
ispata hazır olduğunu iş'âr etmiştir.
Taraf-ı ilâhiden resul
olup resule lâyık olan ise Allahü Tealâ'-nın zatında ve sıfatında, hak olan
itikaadı beyan etmek olduğunu ve risaletini ispata mucizesi bulunduğunu
beyandan sonra risalet üzere terettüb eden ahkâmı beyana şürû' ederek Beni
İsrail'e müsaade etmesi Fir'avn'm üzerine vacip olduğunu beyan etmiştir.
Çünkü; Fahr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Yusuf (A.S.) m
vefatından sonra Mısır Hükümeti Beni İsrail'i rık ve abid olarak isti'mâl ve
kerpiç kesmek, toprak çekmek, taş yontmak ve ebniye yapmak gibi ağır işlerde
istihdamla hürriyetlerini selbetmiş ve vatan-ı aslîleri olan Arz-ı Mukaddes'e
gitmek istedikleri zaman müsaade etmeyerek kemâl-i sefaletle Mısır'da karar
ettirmiştir. Binaenaleyh; Mûsâ (A.S.) âlemlerin bir rabbisi olduğunu beyanla
tevhidin lüzumunu ve kendisinin taraf-ı ilâhiden resul olduğu cihetle sözünü
dinlemek vacip olduğunu beyandan sonra, ref'i vacip olan zulmü izâleye
sa'yetti. Çünkü mefâsidi defetmek; menâfii celbetmekten evlâdır. Zira;
itikaad-i hakkı beyandan sonra menfaat olan ibadâtla emretmekten ziyade
mazarrat veren muharremâtı defe sa'yetmek evlâ olduğu cihetle Mûsâ . (A.S.)
diğer tekâlifi beyandan evvel zulmü izaleye atf-ı nazar buyurmuş ve akıbet
Beni İsrail'i Fir'avn'm esaretinden tahlis etmiştir. [77]
Vacip Tealâ
Fir'avn'm mucize taleb etmesi üzerine Mûsâ (A.S.) in mucizesini izhar ve
dâvasını ispat ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mûsâ (A.S.) asasını
yere attı. Derhal büyük bir yılan oldu ki, açık ve herkesçe yılan olduğu
zahirdir ve elini koynundan çıkardı. Ansızın bakanlara yed-i Mûsâ beyaz ve
gaayet parlak görüldü. Fir'avn'in kavminden eşraf olanlar «şu gördüğümüz şahıs
iyi bilici bir sâhirdir, sizi beldenizden çıkarmak ister. Ne gibi şey yapmak
istersiniz ki onu yapalım ve buna da bir çare düşünelim'» dediler.]
Yani; Fir'avn'ın
mucize taleb etmesi üzerine İ4ham-ı ilâhi ve feyz-i sübhâni ile Mûsâ (A.S.)
mucizesini izharla davasını ispat maksadına binaen elinde bulunan asasını
Fir'avn'ın ve cemaatının huzurlarına koydu ve derhal görüldü ki, asâ-yı Mûsâ
bir büyük yılandır ve yılan olduğu herkesçe zahir oldu ve hiçbir kimsenin şüphesi
kalmadı. Ve elini cebinden çıkardı, derhal görüldü ki, eli beyazdır. Eline
bakanlar ve görenler gaayet parlayıcı görürler. Hatta güneşe galebe edecek bir
raddede gözleri kamaştırır halde zuhur etti. Şu mucîzâtı görünce Fir'avn'ın
kavminden eşraf olanlar avam tabakasına hitaben «Mûsâ (A.S..) sihir ilminde
mahir bir sâhirdir. İlm-i sihirde nihayete vardığından gayrıları âciz kılmak
suretiyle risalet dâvasında bulunuyor. Sizi Arz-ı Mısır'dan çıkarmak ister.
Bunun hakkında ne dersiniz, emriniz nedir? Bunun önünü almak çaresini düşünmek
erkân-ı hükümete lâzım geldi» diyerek Fir'avn ve vükelâsı birbirine danışmak
suretiyle müşavereye mübaşeret ettiler.
Asanın yılan olması;
saharenin tezviratla mucize beynini temyiz ve tefrik eder bir halde yılan
olduğunda şüphe olmayıp zahir olduğundan
ve Mûsâ (A.S') in dâvasında sıdkını ispat ve izhar ettiğinden sûbân ; mübin ile tavsif olunmuştur.
Kaazî, Hâzin, Feth-ül
Beyan ve Nimetullah Efendi'nin beyanlarına nazaran Mûsâ (A.S.) asayı yere
koyunca cüssesi gaayet büyük, yürüyüşü gaayet süratli, kıllı, ağzını açmış
hulâsa cesim ve mahâbet-i azimle bir yılan zuhur edince Fir'avn korkusundan ne
yapacağını şaşırarak Mûsâ (A.S.) a yalvarmaya başlar. Bunun üzerine Mûsâ (A.S.)
asayı eline alır, asa eski haline avdet eder.
Sûbân ; cüssesi gaayet
büyük olan yılandır. Cânn ; gaayet hareketli ve küçük olan yılandır. Asâ-yı
Musa'nın bazı âyette sûbân ve bazı âyette cânn olduğu beyan olunuyor.
Cüsse-sinin cesametine nazaran sûbân ve yürüyüşünün hareketli olduğuna nazaran
cânn denildiğinden âyetler beyninde münâfât yoktur. Yahut Bazı kere cânn
denilen küçük yılan suretinde ve bazı kere de sûbân çlenilen büyük yılan
suretinde zuhur ettiğinden âyetler beyninde tenakuz yoktur. Zira; sûbân olduğu
zaman başka ve cânn olduğu zaman yine başkadır. Binaenaleyh; bazı âyette asaya
sûbân ve bazı âyette cânn denmiştir ki, her iki suret dahi vâkidir.
Tabiiyyûn «Âdetin
tahavvülâtı ezhânı teşviş edeceğinden derhal asâmn yılana inkılâbı ve elinin
âdetinden çıkarak beyaz olması ve sair harikuladeler gibi tahavvülât caiz
olamaz» diyorlarsa da bu söze onları sevk eden; müessir-i hakîkî olan Fâil-i
Muhtar'ı inkâr etmeleridir. Çünkü; Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Fâil'i
Muhtar'm vücudunu itikaad eden,kimse derhal asayı yılana kalp ve taştan su halk
ve kameri şakketmek Fâil-i Muhtar'ın kudret ve ihtiyarına nispetle gaayet kolay
bir şey olduğunu bilir ve derhal teslim eder ki, hakikat da budur.
Mûsâ (A,S.) m
zamanında sihir meşhur olduğundan mucizesini Fir'avn ve cemaatı derhal sihre.
hamlettiler. «Bu iyi bilici bir sâhirdir. Sizi memleketinizden çıkarmak ister.
Bunun hakkında ne gibi tedbir etmek lâzımdır?» diyen evvelâ Fir'avn'dır. Buna
nazaran muhatap; vükelâsı ye havass-ı bendegânıdır. Vüzera ve vükelâsı
Fir'avn'ın kelâmını avam-ı nâsa tebliğ ettiler. Buna nazaran muhatap; avam-ı
nâstır. İşte şu esasa binaen Vacip
Tealâ bazı âyette'bu kelâmı
Fir'avn'dan ve bazı âyette cemaatından hikâye buyurmuştur. [78]
Vacip Tealâ Fir'avn'la
etbâ'mın Mûsâ (A.S.) in mucizesini görünce kendilerine bir ıztırab ve dehşet
gelip bunun önünü almak için istişareye mübaşeretlerini beyandan sonra
istişarelerinin neticesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn'ın vükelâsı
Fir'avn'a «Mûsâ ve biraderinin işlerini te'hir et, acele etme ve taht-ı
idarende bulunan kasabalara sâhir-leri toplayıcı adamlar gönder» dediler.]
[«Onlar sana sihir
ilminde mahir olan her sâhiri getirsinler. Mûsâ (A.S.) la imtihan olsunlar.
Göreceğimiz neticeye göre iş yapalım» dediler.]
[Fir'avn'ın gönderdiği
memurlar sahareyi topladılar, getirdiler ve sâhirler de huzur-u Fir'avn'a
geldiler.]
[Sâhirler Fir'avn'a
hitaben «Eğer biz gaalip olursak bizim için ücret var mıdır ve sen bize ikram
edecek misin?» dediler, emeklerine ve hünerlerine mukaabil atiyeler istediler.]
[Fir'avn "Evet!
Eğer gaalip olursanız siz muhakkak mukarrehindensiniz. Binaenaleyh; umur ve
hususumda müşavirim olacak ve benimle beraber bulunacaksınız» dedi.]
Yani; Fir'avn'm
vükelâsı teemmül ve tefekkür edip müşaverelerinin hulâsasını Fir'avn'a
arzetmek tankıyla dediler ki, »Yâ Fir'avn! Musa'yı ve biraderi Hârûnu sen
te'hir et, muarazanın zamanını tayin eyle, aceleten mukaateleye mübaşeret etme.
Zira aceleten mukaateleye mübaşeret etmek; rububiyette aczini iş'âr ettiğinden
nâsa karşı hakkında sû-u zan tevlid eder. Kasabalara memur-u mahsuslar gönder.
İyi bilen sâhirleri alıp sana getirsinler.» Onların bu sözleri üzerine Fir'avn
muvafakat ederek memâ-liki dahilinde, olan mahir ve hazık sâhirleri getirmek
üzere adamlar gönderdi. Onlar memleketlerden sâhirleri aldılar, Mısır'a getirdiler
ve sahare Fir'avn'm huzurunda cem'olunca galebe edeceklerine mağrur olarak
Fir'avn'dan atiye ve ivaz istemeye cüret ettiler ve dediler ki, «Eğer biz
gaalip olursak bizim için ücret var mıdır?» Fir'avn cevap olarak «Evet! Galebe
ederseniz sizin için ücret vardır. Maahaza galebe ettiğiniz surette bana
mukarrepler-den olup daima meclisimde bulunacak ve sohbetimle müşerref olacak
ve umur-u memleket ve tedbir-i hükümette müsteşarım olacaksınız» demekle
sâhirleri teşvik ve terğib etmiştir.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile bazıları lâfzına hapset manâsını vermişlerse de bu söz zayıftır. Zira;
Fir'avn Mûsâ (A.S.) 1 hapse muktedir değildi. Çünkü; asadan gördüğü dehşet
üzerine Fir'avn'ın her tarafını korku ihata etmişti. Binaenaleyh;
«Emirlerini biraz
te'hir et ki, muaraza ve mukaabele edecek sâhirler tedârik edelim» demektir.
Mütekellimînin
beyanları veçhile her nebinin mucizesi; zamanlarında meşhur ve ma'ruf olan
şeyin cinsinden olmasına binaen o zamanda sihrin şöhretine ve sâhirin
kesretine bu âyet delâlet eder.
Sâhirlerin adedi
hakkında yetmiş veyahut yedi bin veyahut on iki bin veya daha ziyade olması
gibi ihtilâf varsa da âyette adede delâlet olmayıp ancak kesrete delâlet
vardır. Zira her kasabaya adamlar göndermek; birçok sâhirlerin getirilmesine
delâlet eder. Binaenaleyh;
pek çok sâhirin içtimâ' ettiği muhakkaktır. Amma adedi kaça baliğ olduğuna dair
sahih bir rivayet olmadığından aded hakkında kafi birşey söylenemez ve adede
hüküm de taalluk etmez.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile Fir'avn atiyeyi vereceğini fakat mücerret atiyeyle
iktifa etmeyip atiyeyle beraber tazim de edeceğini vaad etmiştir. Çünkü atiye;
tazimi müstelzim olmadığından atiyesinin tazimle beraber olacağını beyan
etmiştir. Zira sâhirlerin mukarrep olacaklarını beyan etmek, tazım olunacaklarını
tasrihtir. [79]
Vacip Tealâ saharenin
Fir'avn'den vaad-i kavı aldıktan sonra ameliyatı icra edip hünerlerini meydana
koyduklarını ve Mûsâ (A.S.) a tekliflerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sâhirler Mûsâ (A.S.)
a hitaben ve istihza tarîkiyla ve şan-i nebevilerine riayet etmeyerek ism-i
şahsîsiyle nida ederek dediler ki «Ey Mûsâ! Ya sen ilkaa et asanı, göster
hünerini veyahut biz ilkaa edelim, elimizde bulunan şeyleri atalım ortaya,
gösterelim hünerimizi. Sen nasıl istersen öyle olsun. Bizim indimizde iki taraf
da müsavidir. Mesele arzunuz veçhüzere olacaktır» demekle Mûsâ (A.S.) ı
muhayyer kıldılar.] Çünkü; kendilerinin kesretlerine ve Fir'avn'ın şevket ve
kuvvetine istinad ederek Mûsâ (A.S.) ı zu'm-u bâtıllarınca hiçe sayıyorlar ve
nasıl olsa galebeyi kendilerine mal ediyorlardı. Binaenaleyh; «Nasıl olsa
mağlupsun, istediğin gibi yap» demeleri üzerine Mûsâ (A.S.) emr-I ilâhiyle [Ey
sâhirler! Atın yere elinizde bulunan âletleri, nöbet sizindir. İzhar edin
hünerlerinizi, gösterin nâsa ilminizi» dedi. Sâhirler ellerinde bulunan
melâ'larını yere attılar ve nâsın gözlerini sihrettiler ki,
nâs onların sihirlerim vakıa mutabık
görsünler. Sâhirler nâsı si-hirleriyle korkuttular ve büyük dehşetli sihir
getirdiler.] Çünkü; sahare, fenn-i sihirde mahirlerdi. O zamanda sihrin nihayet
mertebesini icra ettiler.
Beyzâvî ve Hâzin'in
beyanlarına nazaran sâhirler ellerindeki ipleri ve asaları yere atınca
bulundukları sahrâ-yı vâsi' yılanlarla dolduğu ve bazısı bazısının üzerine
bindiği ve birbirine sarılarak envai türlü hareket eder bir halde görüldüğü
cihetle halk bundan korktular.
Bunların iplerinin ve
asalarının harekesinin sebebi; iplerini ve asalarım zeybakla cilaladıktan
güneşi görünce herbiri cıva sebebiyle hareket etmişler ve nâsın gözlerine
yılan gibi görünmüşlerdir. Sâhirler nâsın gözünde olan idrakin sıhhatim tağyir
ettiler.
Feth-ül Beyan'da
zikrolunduğu veçhile mucizeyle sihir beyninde fark vardır. Sihir; idraki
tağyir etmek ve telbisâtla nâsın gözünde hayâlât göstermektir. Mucize; Allahü
Tealâ'-nın birşeyin hakikatim ahar hakikata tebdil etmesidir. Asâ-yı Mû-sâ'yı
yılana tebdil ettiği gibi. Zira; asâ-yı Mûsâ icabında hakîkî bir yılan olur,
maksad hâsıl olduktan sonra halet-i asliyesine avdet ederdi.
Mûsâ (A.S.)
«Sihirlerini izharla iptal etmelerini» emretmiştir, yoksa emri, hakîkî sihirle
emir değildir. Çünkü; Fahr-i Râzi'-nin beyanı veçhile Mûsâ (A.S.) in onların
sihirlerini iptal etmesi onların sihirlerini meydana koymasıyla olacağından
iptalin mukaddimesini emretmiştir. .
Sâhirler sihirlerini
ortaya koyunca dellâllar «Eyyühennâs! Hazer edin» diyerek nida ile nâsı
korkutmak ve ortalığa bir endişe vermek istediklerini beyan için Vacip Tealâ
buyurmuştur. Yani «Sâhirler nâsı korkutmak istediler» demektir. [80]
Vacip Tealâ sâhirlerin
sihirlerini izhar ettikten sonra Mûsâ (A.S.) m mucizesini beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Biz Azîmüşşan Musa'ya
vahyettik, dedik ki «Asanı koy yeren. Emrimize imtisalen Mûsâ (A.S.) asasını
yere vaz'edince derhal görüldü ki asa büyük ve mahâbetli bir yılan olarak sâhirlerin
yılan olarak göstermiş oldukları sihirlerini birer birer yutuyor. Hak zahir
oldu, yerini buldu. Sâhirlerin emekleri ve Fir'avn'ın ümitleri bâtıl ve
amelleri zayi oldu. Fir'avn ve cemaatı ve sâhirler o mekânda mağlûp oldular,
mütekebbir ve müftehir olarak gittikleri halde zelil, hakir, mahzun ve rezil
olarak Mısır'a avdet ettiler.]
Fahr-i Râzi, Hâzin ve
Kaazi'nin beyanları veçhile Mûsâ (A.S.) asayı yere vaz' edince derhal büyük bir
ejderha olur ve sâhirlerin sihirlerini hep yutar, nâsa hücum eder. Ahali
birbirine karışır, izdihamdan birçok kimseler ayak altında kalır ve ölürler.
Fir'avn Mûsâ (A.S.) a yalvarır ve iman edeceğini vaad eder. Mûsâ (A.S.) asayı
eline alınca aşâ eski haline avdet eder. Görürler ki, o kadar ipleri ve ağaç
parçalarını yuttuğu halde asanın eski cüs-sesine asla halel gelmemiş, sâhirler
bunun taraf-ı ilâhiden olup kudret-i beşerin haricinde olduğunu ilimleri
sayesinde hileliler. Çünkü; sâhirlerin yere koydukları iplerini ve asalarını
Allahü Tealâ yok edip ortadan kaldırdığı halde asâ-yı Mûsâ eski halinde
duruyordu. [81]
Vacip Tealâ bu halin
kudret-i ilâhiyesi semeresi olup başka şeyle olmayacağını sâhirler bilip derhâl
iman ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sâhirler secde eder
oldukları halde yere kapandılar ve «Biz âlemlerin Rabbisine iman ettik ki,
âlemlerin Rabbisi Mûsâ ve Harun'un Rabbisidir» demeleriyle inıan-ı ezelîlerini izhar
ettiler.]
Çünkü; bazı rivayete
nazaran sâhirlerin ipleri ve asaları üç yüz deve yükü olup asâ-yı Mûsâ onları
yuttuğu halde cismine hiçbir cesamet arız olmayıp evvelki hâl üzere
bulunduğundan sâhirler birbirlerine derhal istişare ve istidlal ettiler ki, Hz.
Mûsâ nebidir ve sâdıktır. Hemen kendilerini imandan geri alamadan mecmû'u
birden secdeye kapandılar.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile Vacip Tealâ hakkın zuhurunu ve erbab-ı ilmin kemâlini izhar ve-
din-i" Musa'nın kendi tarafından gönderilmiş bir din olduğunu ve Mûsâ
(A.S.) m davasında sadık bulunduğunu nâsa ilân için sâhirlere secdeyi ilham
etmiştir ki, Hz. Musa'nın nüfuzunu kesriçin Fir'avn'ın getirdiği kimselerle
kendi nüfuzu kesrolunsun ve menfaat için serdettiği delâil aleyhine ve kendi
mazarratına zuhur etmekle halk Fir'avn'ın sahteliğini bilsinler.
Âlemin Rabbisiyle
sâhirlerin muradı; Fir'avn zannolunma-mak için âlemlerin Rabbisi Hârûn ve Mûsâ
(A.S.) in Rabbisi olduğunu tasrih etmişlerdir.
Gerçi imanı izharı
evvel getirmek ve herşey üzerine takdim etmek lazımsa da Cenab-ı Hak imanı
ilham ve tevfik edince şük-renlillâh secdeye kapandılar. Şu halde secdeleri bu
vesileyle hidayetlerine secde-i şükür olduğu gibi fiilen imanlarını da
izhardır.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile ilmin faziletine mütekellimîn bu âyetle istidlal ettiler^ Zira;
sâhirler sabah vakti kâfir olarak meydan-ı muârazaya çıktılar. Öğle vakti
cümlesi marifet-i ilâhi-yeye nail ve mümin oldular. Eğer ilm-i sihirde
maharetleri olmasa tarîk-ı hakka ihtida edemezler ve «Biz sihir biliriz amma
Mûsâ (A.S.) bizden daha iyi bilir» diyerek şek içinde kalırlardı. Lâkin fenn-i
sihirde kemâl-i maharetleri olup onun fevkinde sihir olmayacağını bildikleri
için derhal Mûsâ (A.S.) in mucizesinin kudret-i beşerle olamayacağını ve
taraf-ı ilâhiden olduğunu bildiler ve ilimlerinin hüsnü semeresini iktitaf
ettiler. [82]
Vacip Tealâ sâhirlerin
imanları üzerine Fir'avn'ın hiddetini ve tehdidini beyan etmek üzerebuyuruyor.
[Fir'avn sâhirîere
hitaben dedi ki «Ben size izin vermezden evvel siz Musa'ya iman ettiniz.»]
[«Şu sizin imanınız bu
mevkie gelmezden evvel Mısır'da yaptığınız bir hiledir ve bu hileden
maksadınız ehl-i Mısır'ı Mısır'dan çıkarmaktır ve Mûsâ (A.S.) la yaptığınız bir
mukaavele neticesidir ve imanınız ihlâs üzere değildir.»]
[«Binaenaleyh; siz bu
hilenizin akıbetinde başınıza geleceğini yakında bilirsiniz» dedi.] Ve sözüne
şunu da ilâve etti:
[«Âlemin Rabbisine
yemin ederim ki, elbette ben ellerinizi ve ayaklarınızı hilafından keser sonra
cümlenizi birden asarım» de-mekİe *sâhirleri tehdid etti.]
Yani; Fir'avn
memulunun hilafı saharanın secde ettiklerini görünce kemâl-i gazap ve şiddetle
dedi ki «Ben size izin vermezden evvel siz Mûsâ ve Harun'un Rabbisine iman
ettiniz. Benimle müşavere ve bihakkın size galebe ettiğini bana beyan
etmeksizin imanınız hakkınızda büyük cinayettir. Zira; şu Musa'nın izhar ettiği
hârika ve sizin derhâl secdeniz ve imanınız bir hile-i azîme-dir ki, o hile-i
medîne yani Mısır ahalisini Mısır'dan
çıkarmak
için Mısır'da yaptınız
ve Mûsâ ile ittifak ettiniz ki bu hileyle Mısır ahalisini Mısır'dan tardedip
Mısır arazisine mâlik olmak ve hükümet etmek için tasnî' ettiğiniz bir
desisedir. Bu hilenizin akıbetini yakında bilirsiniz» demekle iman eden
sâhirleri tehdid etti, fakat tehdidi asla fayda etmedi. «Allahü Tealâ'ya yemin
ederim ki, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı hilafından keserim, sonra ceminizi
elbette hurma dallarına asarım» dedi. «Hilafından keserim» demek; «Sağ elinizi
ve sol ayağınızı veyahut sol elinizi ve sağ ayağınızı keserim» demektir.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile Fir'avn, sahare âlimlerinin imanını ve Mûsâ (A.S.) in nübüvvetinin
ikrarlarını görünce bilcümle nâsın iman etmelerinden havf ve endişe ederek
derhâl nâ-sm zihnini iğfal etmek için şüphe ilkaa etmeye mübaşeret etti ve «Ey
sâhirler! Sizin imanınız hakîkî bir iman değildir, belki beyninizde mukaavele
üzere ittifakınız neticesi dessaslık üzere bir imandır. Binaenaleyh; imanınız
sahtedir, itibar yoktur. Ve sizin imandan maksadınız Mısır ahalisini Mısır'dan
çıkarmaktır» demekle halkın Mûsâ (A.S.) ve sâhirler üzerine hiddetlerini celp
ve kanlarını tahrik etmek istedi. Çünkü; nâsın kalben nefret edecekleri
sahtekârlık, dessaslık, zahiren hiddet edecekleri, vatanlarından uzak olmaları,
mülklerinden çıkarılmaları ve me'lûf oldukları şeyden ayrılmaları olduğundan
nâsa «Gözünüzü açın! Bunlar sizi memleketinizden tard etmek isterler» demekle
nâsı Mûsâ (A.S.) ve sahareden tenfir ve kendi tarafına meylettirmek istedi.
Fir'avn «Yakında
bilirsiniz» diyerek tehdid-i icmâlîsini «Ellerini ve ayaklarını kesmek ve salb
etmek» emr-i uzmâsıyla tafsil ve beyan etmiştir.
Fir'avn şu tehdidini
ilkaa edip etmediğine dair Kur'an'da bir sarahat
olmadığından ulemâ ihtilâf etmiş, bazıları tehdidini ikaa
ettiğini ve bazıları da
ikaa edemediğini beyan
eylemişlerdir.
Fir'avn iman edenleri
tehdidle sair iman etmeye meyli
olanlara ibret göstermek ve bunlarla teb'asmın kâffesini tehdid etmek
istemiştir. Esasen Mısır ahalisi Fir'avn'in şerrinden ve zulmünden havf ve
endişe üzerine bulunduklarından bittabi Fir'avn'ın sözüne aldanarak imana
meyletmemişlerdir. [83]
Vacip Tealâ Fir'avn'm
bu tehdidine karşı iman eden sâhirle-rin vermiş oldukları cevabı beyan etmek
üzere buyuruyor.
[Sâhirler Fir'avn'a
hitaben dediler ki, «Sen bizi katledersen biz Rabbimizin huzur-u manevîsine ve
lutf-u ilâhisine ve divan-ı âlîsine rücû' edeceğiz. Binaenaleyh; senin
katlinden bizim için esef ve keder yoktur, belki ferah ve sürür vardır ve sen
bizden intikam alamazsın ve bizim üzerimize gazap edemezsin, illâ biz
Rabbimizin âyetlerine iman ettik dediğimiz için gazap edersin ve bizi kerih
görmez, illâ imanımızı kerih görürsün ve bize ta'netmez, illâ imanımızdan
dolayı ta'nedersin ve bizim senin azabını icab edecek sana karşı günahımız yok,
illâ imanımız vardır. Bize Rabbimizin âyetleri geldiği zaman bizim iman
etmemiz ey Fir'avn! Senin gazabını dâî oldu. Şu halde ne kadar zâlim ve
gaddarsın ki, Allahü Tealâ'ya imanımızı kusurdan addediyorsun ve ne kadar fena
adamsın ki, mezâyâ-yı âliye cümlesinden olan imanı muayye-battan addediyorsun»
dedikten sonra dergâh-i ülûhiyete müracaat ettiler ve dediler ki «Ey bizim
Rabbimiz! Fir'avn'ın azabından bize sabır ver ve üzerimize sabır dök ki, o sabır
sebebiyle biz cez' u fezi' etmeyelim ve imanımızda sebat edelim. Ve bizim
müslim olduğumuz halde ruhumuzu kabzet. Yâ Rabbi! Senin dergâhına iltica
ederiz.»] demekle Fir'avn'ın tehdidatma karşı Rablerine sadakat ve
imalılarında sebat ve dinlerinde metanet gösterdiler ve Fir'avn'a asla iltifat
etmediler ve kemâl-i neşat ve inşirah üzere cevap verdiler. Zira; imanları
metanet-i kalplerine sebep olmuştur. Çünkü kavı iman sahibi; zâlime karşı her
zaman şeci' olur ve herşeyi Allah'tan bilen kimse elbette zâlimden perva etmez.[84]
Vacip Tealâ şu
vukuatın hitamında Fir'avn'ın Musa (A.S.) a suikasd edemediğinden dolayı vükelâsının ve a'yan-ı
memleketin Fir'avn'ı tevbih ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn'nt kavminden
eşraf ve a'yân Fir'avn'a hitap ve itab' tarîkıyla dediler ki «Sen Musa'yı ve
kavmini arzı ifsad etsinler için mi terk ettin ve halleri üzere bıraktın? Onlar
sana ve senin vaz'ettiğin putlara ibadeti terkeder ve Musa'nın sana ibadet etmediğini
ve meydan-ı muârazada galebe ettiğini etraf-i âleme neşir ve nâsı senin
itaatından çıkarmaya sa'y ve nâsin ahlâkını if-sadla din-i Musa'ya davet ve
teşvik ederler ve memleketin arasında tebean beyninde fitneye bâdî olurlar.
Binaenaleyh; bunları hali üzere terke im ek muvafık-ı maslahat değildir.» A'yan
ve eşrafın bu sözleri üzerine Fir'avn dedi ki, «Bundan sonra onları oldukları
hâl üzere terketmeyiz ve şimdi defaten ifna ve ihlâk etsek bizim aczimize
hamledip zulme nispet ettiklerinden bu hâl halka karşı bizim hakkımızda sû-u
zan tevlid eder. Şu halde muvafık-ı maslahat olan; onları tedricen
zayıflatmaktır. Binaenaleyh; bundan böyle oğul evlâdmı katil ve nisalarını
hal-i hayatta terkeder ve nisvanı biz tezevvüc ederiz. Oğlanlarını katille
nesilleri münkariz olduğu gibi kızlarını terkedip kendi nesillerinden tez-vic
edecek oğlan bulamayınca onlara âr ve ayıp olduğu cihetle ta'zib ederiz. Bu
minval üzere biraz zaman geçince bilkülliye münkariz olur, nesilleri âlemden
kesilir ve yeryüzünde Beni İsrail na-mıyla kimse kalmaz. Halbuki biz onların fevkinde
kalır u galebe sahibiyiz ve istediğimizi onlara icra ediciyiz" demekle
kavmini iskâta ve kendinin siyasetini izhara çalıştı.] Fakat bu siyasetler
bâtıl üzere müesses olduğundan akıbet mahv ü mu^mahil oldu gitti.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile Fir'avn Hz. Mûsâ hakkında hapis, darb ve katletmek gibi
şeylere cür'et edemez ancak âciz olduğunu halktan saklamak ve nâsa kendini
kuvvetli göstermek ve korktuğunu bildirmemek için kavmine şu minval üzere
cevapta bulunmuştur. Yoksa Mûsâ (A.S.) in mucizesi Fir'avn'ın her türlü
icrââtına mani oluyor ve elinden birşey de gelmiyordu. Avam-ı nâs bu hali idrak
edemediklerinden Fir'avn'da eski kuvvet ve kudret var zannettikleri için
Fir'avn'a «Niçin salıverdin Musa'yı?» diyorlardı.
Fir'avn'in âliheleri
yle murad; Fir'avn kendi^ suretinde putlar yaparak halkı onlara ibadete icbar
ettiği gibi kendisi sığıra ibadet ettiği cihetle güzel sığırlara da ibadete
nâsı mecbur ederdi. Sâmiri'riin dana suretiyle Beni İsrail'i iğfale çalıştığının
sebebi de Mısır ahalisinin âdetlerini ihya etmek olduğu (İbn-i Abbas)
Hazretlerinden mervi ise de esah olan Fir'avn Dehriye-dendi ve Sâni'in vücudunu
münkir olduğundan herkesi kendine ve suretine ibadete davet ve icbar ederdi.
Halkı ibadete sevketti-ği kendi suretindeki putlar; Fir'avn'm âlihelerinden
ma'duddur. YaKut Fir'avn'ın itikaadı; âlem-i süflide müdebbir ve mutasarrıf
yıldızlar olduğundan yıldızların suretlerini yaptırır, onlara kendi ibadet
ettiği gibi nâsı da ibadete davet eder ve kendini yıldızların yeryüzünde halifesi
addeylediğinden nâsa da «Ben sizin yeryüzünde Rabbinizim» derdi. Halk ise
tav'an veya kerhen onun sözüne inanır ve kendine itaat eder ve bâtıl yola
giderlerdi.
Mûsâ (A.S.) dünyaya
tulû'undan sonra Fir'avn Beni İsrail'in oğlanlarını katletmeyi terketmişti. Hz.
Mûsâ risaletle zuhur edince kâinlerin haber verdikleri oğlanın Mûsâ (A.S.)
olduğunu ve mülkü onunla zail olacağını bildi, fakat halka bildirmemek
kas-dıyla eski âdetine avdet ederek Beni İsrail'in oğlanlarını tekrar
katletmeye başladı, ve bir müddet daha devam etmişse de vakt-i merhunu geldi.
Kendi ve askeri helak ve tac ü tahtı harab olup âleme ibret olmak üzere
vukuatları Kur'an'da zikrolundu. [85]
Vacip Tealâ Fir'avn'm
bu kelâmını Beni İsrail işitince Mûsâ (A.S.) a şikâyet etmeleri üzerine Mûsâ (A.S.)
m Beni İsrail'e vâki olan nasihatini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn'ın sû-i kasdı
ve Beni İsrail'in şikâyeti üzerine Mûsâ (A.S.) kavmine hitaben «Allah'tan
muavenet talebiyle sabredin. Zira; arz Allah'ındır. Kullarından dilediğini arza
vâris kılar. Nus-ret ve zafer; akıbet muharremâttan içtinab eden müttekilere
mahsustur.»] Demekle kavmini tesliye ve Fir'avn'ın helakine ve Beni İsrail'in
Arz-ı Mısır'a mâlik, olacaklarına işaret etti.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile bu âyette Mûsâ (A.S.) kavmine iki şeyle emretti: Birincisi; Allah'tan
istiâne, İkincisi; Belâyâyâ sabretmektir. Zira Allah'ın vücudunu itirafla
muavenet talebinde bulunmak; ubudiyetin birinci vezâifinden olmak itibarıyla
evvelâ Allah'tan istiânenin vücuduna ve saniyen Allah'tan gelen mesâibe sabır
ve tahammülün lüzumuna işaret etti ki, sabır olmayınca selâmet bulunamayacağını
kavmine tavsiye etmiştir.
Mûsâ (A.S,) kavmini
iki şeyle de tebşir etmiştir: Birincisi; Arz Allah'ındır, dilediği kulunu
vâris kılar demekle Beni İsrail'in Fir'avn'ın helakinden sonra memâlikine vâris
olacaklarını beyan buyurmasıdır. İkincisi; Âkıbet-i emir; müttekilere mahsus
olmasını beyanla düşmanlarına zaferyâb olup akıbet man-sur olacaklarını beyan
etmesidir. Fakat haram olan şeylerden it-tikaa etmek şarttır. Binaenaleyh; şu
beyanda kavmini ittikaaya terğib ve ittikaa olmazsa akıbet hayra nail
olamayacaklarını ve herhalde saâdet-i dünya ve saâdet-i âhiretin ittikaaya
mevkuf olduğunu iş'âr buyurmuştur.
Hulâsa; Allahü
Tealâ'ya ittikaa edip Allah'tan korkanlara dünyada ve âhirette Allah'ın
muavenet buyuracağı bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [86]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) in nasihatini işittikten sonra Beni İsrail'e Fir'avn'dan kemâl-i havf ve
telâşlarına binaen Mûsâ (A.S.) a şikâyette devam ederek irad ettikleri kelâmı
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn'm Beni İsrail
hakkında reva gördüğü mezâlimi görünce Beni İsrail Mûsâ (A.S.) a hitaben
dediler ki «Yâ Mûsâ! Sen risâletle gelmezden evvel ve geldikten sonra biz eza
olunuyoruz. Zira; gelmezden evvel nasıl ki, evlâdımızı katleder ve kendimizi
hidemât-ı şâkkada istihdam ederse sen risâletle geldikten sonra da aynı hal
devam ediyor. Şu halde Fir'avn'm elinden halâsımıza bir çare bul.» Mûsâ (A.S.)
onlara cevap olarak «Umarım, me'muldür, Rabbİniz düşmanınız: ihlâk eder ve sizi
de yeryüzünde onlara halife kılar ve nazar eder sizin halinize. Nasıl amel
ederseniz amelinize göre mücâzât eder. Bakalım Allah'ın verdiği nimete şükreder
nimetinizin bekaasmı ve ziyâdesini taleb eder misiniz, yoksa küfran-i nimet
eder elinizde olan nimetleri zayi mi edersiniz?» demekle kavmini düşmanlarının
helak olacağı ümidini beslemeye sevk ve Fir'avn'm helakinden sonra Fir'avn'a
halef olacaklarına işaret etti.]
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile evvelki âyette olan icmali Mûsâ (A.S.) bu âyette tasrih buyurmuştur.
Çünkü; evvelce «Arz Al-lahmdır, kullarından dilediğini vâris kılar ve âkıbet-i
hâl mütte-kilere mahsustur» demişse de Beni İsrail'in bununla müteselli olmadıklarını
görünce sarahaten «Allahü Tealâ sizin düşmanlarınızı ihlâk ve sizi onlara
halife kılar» buyurmakla tesliye ettiğini ve o devlete nail olunca amellerini
ıslah lâzım olduğunu tavsiye buyurmuştur ki, nimet-i devlete şükretmek lâzım
olduğunu ve o nimetin şükürle payidar olacağını beyan etmiş ve bizzat halef
olacaklar bunlar mıdır, yoksa
bunların evlâtları mıdır? Cezmi olmadığından ricaya delâlet eden kelimesini
irad buyurmuştur.
Bu âyette beyan olunan
vaadin eseri; Dâvûd (A.S.) m zamanında zuhur ettiği mervidir. Zira Mısır; Beni
İsrail eline Dâvûd (A.S.) zamanında geçmiş ve Fir'avn'm helaki ve Beni
İsrail'in necatı Mûsâ (A.S.) in zamanında olmuştur ki, o zaman Beni İsrail
henüz büyük bir hükümet ve devlete mâlik olamamışlardı.
Fahr-i Râzi ve
Hâzin'in beyanlarına nazaran Beni İsrail'in bu kelâmdan maksatları; Müsâ (A.S.)
m vaad ettiği nusretin alelacele olacağım zannedip halbuki nusretin zamanı
uzadığından nusretin zamanını ve keyfiyetinin tahakkuku için tekrar müracaatla
işin hakikatini anlamaktır. Çünkü; Mûsâ (A.S.) in bi'setinden sonra Beni
İsrail'e Fir'avn'm zulmü tezâyüd etti ve tahammül olunmaz bir hale geldi.
Binaenaleyh; tekrar müracaat edip isti-zah-ı keyfiyet etmek istemişlerdir,
yoksa Mûsâ (A.S.) İn teşrifini kerih gördükleri için müracaat etmediler.
Binaenaleyh; Beni İsrail'e bu sözlerinden küfür lâzım gelmez.
Bu âyette nazarla
murad; rü'yettir. Çünkü; «İlim ifade eder» yahut «Gözünün kapağını kaldırarak
bakar»'yahut «İntizar eder» manâsına nazar; Allahü Tealâ hakkında muhal
olduğundan bu makamda nazar; ru'yet manasınadır. Yani; «Düşmanınızı helak eder ve
sizi yerine halife kılar ve amelinizin keyfiyetini görür» demekle kavmini
hüsn-ü amele terğib etmiştir. Zira; amellerini; Allahü Tealâ'nın, göreceğini
yakînen itikad eden bir kavim elbette amelini Allah'ın nazarına lâyık bir hâle
ifrağ etmesine çalışır.[87]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) a Beni İsrail'e düşmanlarının helak olacaklarını beyan ettikten sonra
Fir'avn'a nazil olan bazı mesâibi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zat-ı ülûhiyetime
kasem ederim ki, Biz muhakkak âl-i Fir'-avn'i kaht u gala ve meyvalarda noksanla
iptilâ ettik ki, onlar teemmül ve tefekkür etsinler ve eyyam-i vüs'atlarını
düşünmekle kaht u galanın sebebini taharri eylesinler ve mütenebbih olsunlar.]
Yani; Fir'avn ve
cemaatı küfürde ısrar etmeleri sebebiyle helake müstehak oldular. Binaenaleyh;
zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, Biz Fir'avn'ı ve kavmini çok seneler kıtlık
ve darlıkla muâhaze ve iptilâ ettik, tena'um ve telezzüz ettikleri nimetleri ve
envâ'-ı fevâkihi âfetlerle itlaf ederek noksan verdik ki, müptelâ oldukları
kantin sebebini düşünsünler ve musir oldukları küfür ve maâsîden dönsünler ve
vüs'at zamanlarını hatıra getirsinler ve o zamanlarını iade için bize tazarru
ve niyazda bulunsunlar.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile senenin kıtlık senelerde isti'mali gaaliptir. Zira; kıtlık senesi herkesin
zihninde te'sir ettiğinden ve nâs beyninde zikri çok geçip tarih düşüldüğünden
kıtlık senelerine sinin ıtlakı beynelarap meşhurdur. Binaenaleyh; Fir'avn üzerine
vâki olan kıtlık senelere sininle tabir olunmuştur.
Fir'avn'ın ve kavminin
inkırazı; kaht u gala ve lezâiz için halk olunan meyvaların noksanıyla
başladığına âyet delâlet eder ve ekseri milletlerin inkırazları bu minval üzere
başladığı tarihin ispat ettiği vakaayidendir. Kıtlık sebebiyle kalpler incelip
insafa bâdı olduğuna işaret için kıtlıkla muâhazeye müttaiz ve mütenas-sıh
olmalarını illet olarak beyan etmiştir. Halbuki bilâkis bunların kalplerinin
kasaveti ziyadelendi. Binaenaleyh; asla mütenebbih olmadılar ve belâya devam
ettikçe temerrüdleri arttı, inatlarından asla dönmediler. [88]
Vacip Tealâ'nın
Fir'avn'ı ve kavmini kaht u gala ile müptelâ kılmasından maksat; müptelâ
oldukları mesâibin sebebini tezekkürle irtikâb ettikleri cinayet-i küfürden
rücû' etmeleri olduğu halde bilâkis temerrüd ve inatlarının tezâyüd ettiğini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn'a ve kavmine
ucuzluk, bolluk, ferah ve sürür verecek hasene geldiğinde onlar «Bu hasene
bizim istihkaakımız ve saâdet-i halimizdir. Zira; bizim hüsn-ü hâlimiz bu gibi
haseneye ve emsaline muvaffakiyetimizi icab eder» derlerdi. Ve eğer onlara
kıtlık ve nimetin noksanı gibi gumum, humum, hüzün ve keder verecek seyyie
isabet ederse Mûsâ (A.S.) ve Musa'yla beraber bulunan müminlerle teşe'üm
ederler ve derler ki, "Şu bizim üzerimize nazil olan belâya Mûsâ ve
Musa'nın maiyetinin şeametidir. Onlar bizim içimizde olmasaydı bu belâya bize
gelmezdi» demekle kemâl-i hamakatlarını izhar ederlerdi. Ey müminler! Agâh ve
mütenebbih olun ve uyanık bulunun ki, onların teşe'ümleri indal-lah mahfuzdur.
Zira; onlara isabet eden kıtlık ve açlık, mihan ve meşakkat cümlesi Allah'ın
halk etmesiyledir ve lâkin nâsın ekserisi kazâ-yı ilâhi ve kader-i sübhânîyi
bilmezler.]
Beyzâvfnin beyanı
veçhile bu âyet; Fir'avn ve kavminin ke-mal-i hamakatlarına delâlet eder. Zira;
mihan ve şedâid, kalpleri inceltip mevâiz ve nesâyih te'sir edecek iken bilâkis
bunlar birtakım âyetleri re'yelayn müşahede ettikleri halde müteessir olmak
şöyle dursun belki bunların küfür ve tuğyana inhimakleri tezâyüd etmiştir. Hasenenin vukuu muhakkak ve kesir olduğuna'
işaret için tahkîka delâlet
eden lafzıyla varid olmuştur. Amma seyyienin vukuu nâdir ve nüzulü bil'esâle
olmayıp bittebi' olduğuna işaret için edât-ı şek olan lafzıyla varid olmuştur.[89]
Vacip Tealâ kâfirlerin
bazı havadisi mahlûkaata isnatla kemâl-i cehaletlerini izhar ettiklerini beyan
ettiği gibi mucizeyle sihir beynini tefrik etmediklerini dahi beyan etmek
üzere buyuruyor.
[Fir'avn ve kavmi;
asayı, kaht u galayı ve meyvaların noksanını görünce Mûsâ (A.S.) a hitaben
dediler ki, «Her ne zaman sihretmek için sen bize bir âyet getirsen biz sana o
âyetle iman edicilerden değiliz». Onların şu ısrar ve inatları üzerine Biz
Azî-müşşan onlara tûfâm, çekirgeyi, biti, kurbağayı ve kanı mufassal alâmetler
olduğu halde gönderdik. Onlar imanı kabulden îstikbar ettiler ve kendileri
ashab-ı cürüm ve cinayetten oldular.]
Yâni; Fir'avn ve
cemaatı Mûsâ (A.S.) m mucizelerini görünce istihza tankıyla Mûsâ (A.S.) a
hitaben «Yâ Mûsâ! Her ne şeyi hangi zamanda Rabbin tarafından nübüvvetine
alâmet ve dâvâ-yı nübüvvette şıdkma delâlet eder delil olarak bize o alâmetle
sih-redip elimizde olan mallarımızı almak üzere getirirsen biz sana o âyetle
iman edici ve mucizene mamalardan değiliz. Bizim için boşuna yorulur ve sa'y
edersin. Zira; ne kadar çalışsan bizden sana iman eden yoktur» deyince Biz
Azîmüşşan Musa'ya imdad etmek ve kâfirlerden intikaam almak üzere kâfirler
üzerine tûfâm gönderdik. Mısır'ın her tarafını şu ihata etti. Hatta evlerinin
her tarafına girdi. Bundan mütenebbih olup iman etmeyince onlar üzerine çekirge
gönderdik. Ekinlerini, meyvalarını ve bütün hâsılatı yedikten sonra tayan
ağaçlarını [90] ve kapılarını bile yedi,
ibret almadılar. Badehu çekirgeden daha küçük bit gönderdik ki, ufacık bir kurt
çekirgenin giremediği menfezlere girdi ve çekirgenin bakiyelerini yediği gibi
yemeklerinin ve elbiselerinin içlerine girdi, kanlarını emdi. Bununla dahi
ibret almayınca biz onlar üzerine kurbağa gönderdik, hiçbir mekân hâli
olmayarak her taraflarını ihata ettiği gibi söz söylerken ağızlarına dahî girer
oldu. Bundan da ibret alıp. iman etmeyince biz onlara kan gönderdik ki, suların
küllisi kiptiler hakkında kan oldu. Şu alâmâtın cümlesini kudretimize ve Mûsâ
(A.S.) m nübüvvetine delâlet eder mufassal âyetler oldukları halde gönderdik.
Bu âyetleri kabulden istikbar ve i'raz ettiler ve kendileri azaba müstehak bir
kavm-i mücrim oldular.
Fahr-i Râzi, Kaazî ve
Hâzin'in beyanları veçhile tûfân için tâûn veya çiçek illetidir diyenler varsa
da esah olan tûfânla murad; sudur. Çünkü; Fir'avn ve kavmi Mûsâ (A.S.) m
asasını, yed-i beyzâsmı ve kıtlık gibi mucizelerini gördükleri halde «Sen
Rabbin tarafından âyet olduğunu iddia ettiğin şeyleri her ne zaman bize
getirirsen sihretmek için getirirsin. Binaenaleyh; biz sana iman etmeyiz»
deyince Mûsâ (A.S.) m duası üzerine Allahü Tealâ şiddetle yağmur inzal etti.
Mısır arazisi deniz haline geldi. Kıptîle-rin hanelerine su hücum etti.
Kiptiler ayakta kaldılar. Garibi şu-rasıdır ki, Beni İsrail'in haneleri
kıptîlerle karışık olduğu halde Beni İsrail'in hanelerine bir katre su
girmeyerek selâmet ve rahat üzere otururlardı. Bu hâl bir hafta kadar devam
eder. Kıptîlerin tâkatları kesilince Fir'avn'ın ricası üzerine Mûsâ (A.S.) m
duâ-sıyla Cenab-ı Hak tufanı izâle eder, fakat Fir'avn ve Kiptiler, yine iman
etmezler. Cenab-ı Hak bu âyette beyan olunduğu veçhile alâmetleri birer birer
gönderir. Cümlesi Kıptîlere zarar eder. Ancak İsrailîlere asla zararı olmaz.
Hatta Nil'in suyu Kiptiler hakkında kan olur, Beni İsrail hakkında su olduğu
halde kalır. Binaenaleyh; bir kâse suyu Kıptî eline alsa kan, İsrailli eline alsa
su oîur. Bunların herbirinin zuhurunda Fir'avn ve kavmi Mûsâ (A.S.) a iltica ve
azabın izâlesinde iman edeceklerini vaad ederler. Azap zail olunca ahidlerini
nakızla vaadlerinden dönerler ve imandan istikbar ederler ve irtikâb ettikleri
cürüm ve cinayetlerden vazgeçmezlerdi. [91]
Vacip.Tealâ her zaman
azap gelince Mûsâ (A.S.) a iltica ettiklerini ve sonra ahidlerînden rücû'
ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn'ın kavmi
üzerine azap vâki olunca onlar dediler ki, «Yâ Mûsâ! Rabbin Tealâ'nın senin
indinde olan nübüvveti ve duanı kabul edeceğine dair sana verdiği ahid
sebebiyle o ahdi vesile ederek sen bizim için Rabbine duâ et.»]
[Yâ Mûsâ! Biz Allah'a
yemin ederiz ki, eğer bizden şu azabı kaldırırsan biz elbette sana iman eder ve
seninle beraber Beni İsrail'i istediğin yere göndeririz, asla mâni olmayız.
Zira; senin ümmetinden olacağız ve sana tebaiyet edeceğiz» demekle Mûsâ (A.S.)
a te'minât verdiler.]
[Vakta ki biz onlardan
azabı kaldırdık ve onların baliğ olacakları bir vakte kadar müsaade ettikse
bir de görüldü ki, onlar ahidlerinden döner ve imandan imtina' ederler,
verdikleri te'mi-nâta asla riâyet etmezler.]
Yani; Onlar üzerine
azap ve belâ vâki olunca kemâl-i hüzn ü esef, tazarru ve niyazla dediler ki,
«Ey halkı Hakka davet eden Mûsâ (A.S.)! Senin indinde ma'ruf ve ma'lûm olan
ilimle Rab-, bine bizim için duâ et. Zira; duanın icabetini ve hacetin kabulünü
dâva ediyordun. Allah'a yemin ederiz ki, eğer bizden azabı izâle eder ve
mesâibi üzerimizden kaldırır ve bizi açığa ve selâmete çıkarırsan elbette biz
sana iman eder ve Beni İsrail'i seninle beraber Arz-ı Mukaddes'e göndeririz.»
İşte Fir'avn'ın kavmi böyle demekle iman edeceklerine ahd ü peyman ve
ahidlerini yeminle-riyle te'kid ve takviye edince vakta ki, biz resulümüz
Musa'nın duâsıyla onların matlupları veçhüzere azabı ve üzerlerine nazil
olan belâyı izâle edip iman edecekleri ve
Beni İsrail'i irsal etmek üzere ta'yin ettikleri vakt-ı muayyene kadar müsaade
ettikse ansızın görülür ki onlar yeminlerinden dönerler.
Fahr-i Râzi ve Hâzin'in
beyanlarına nazaran ricizle mu-rad; beyan olunan mesâib olmak ihtimali kavî ise
de tâûn olmak ihtimali de baîd değildir. Çünkü; şu tafsil olunan âyetlerden sonra
Kıptîlere tâûn isabet ederek bir günde öğleden ikindiye kadar birçok kişilerin
vefat ettiği ve defne muktedir olamadıkları mer-ı vidir.
Riczin tâûn manâsına
olduğuna Buhârî ve Müslim'in beyanlarıyla (Üsâme b. Zeyd) Hazretlerinden
rivayet olunan bir ha-dis-i şerif dahi delâlet eder. Çünkü; (Üsâme) Hazretleri
Resulul-lah'ın Tâûn bir ricizdir ki, Allahü Tealâ Beni İsrail'den bir taifeye
veyahut Beni İsrail'den evvel bir taifeye gönderdi. Bir arzda tâûn olduğunu
işittiğinizde o arz üzerine gelmeyin ve sizin bulunduğunuz arzda vâki olursa
taundan firaren o arzdan çıkmayın", buyurduğunu rivayet etmiştir. Bu
hadis-i nebevi riczin tâûn manâsına olduğunu te'yid etmektedir. Fakat riczin
mutlaka azap manâsına olup tâûn ve cümle belâyâya şamil olması evlâdır. Zira;
her cümlesi murad olunmakta bir mâni yoktur. Bundan evvelki âyette Fir'avn'ın
kavmine isabet eden mesâib ta'dad olunup bu âyette her ne zaman onlar üzerine
riciz vâki olursa Hz. Musa'dan duâ etmesini rica etmelerini beyan da riczin
mutlaka mesâib olduğunu te'yid eder. Ahid le murad; Allah'ın Mûsâ (A.S:) a
nübüvvet vasıtasıyla vermiş olduğu ilimdir. Buna nazaran manâ-yı nazım :
[Allah'ın sana vermiş olduğu ilimle bizim için Rabbine duâ et. Bu azabı bizden
kaldırsın. Eğer azabı izâle edersen biz elbette sana iman ederiz] demektir.
Yahut ahid le murad; Cenabı Hakkın Mûsâ (A.S.) a duasının kabulünü
vaadetmesidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Rabbin Tealâ senin indinde mahfuz
ve duanı kabul edeceğini vaadle bizim için sen duâ et, bu azabı bizden
kaldır]
demektir. Yahut, de bulunan lâfzı kasemdir. «Allah'ın senin indinde olan ahdine yemin
ederiz ki,
eğer sen azabı izâle
edersen elbette biz sana iman ederiz» demektir.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile Kıptîlerin şu muamelelerinde hamakatlarının
nihayetini gösterir ve akıjlara hayret verir tenakuzlar vardır. Zira; Hz.
Mûsânm bir kere nübüvvetini inkâr ederler, sonra şedâidi görünce nübüvvetini
ikrar ve itirafla iltica ve azapları zail olursa iman edeceklerine ahd ü peyman
ederler. Halbuki azaptan halâs olunca zaman geçmeksizin derhal ahidlerini
nakzederler ve bu hâl senelerce devam ettiği halde bir kere olsun mütenebbih
olmadılar. Halbuki Mûsâ (A.S.) m zîr-i cenahına sığınanların bu âfetlerin
cümlesinden selâmet üzere bulunduklarını her zaman görürlerdi.
Onların baliğ
olacakları ecelleri yle murad; imanları için tayin ettikleri vakt-ı muayyendir.
Yahut helakleri için indal-lak tayin olunan zamandır: [92]
Vacip Tealâ Fir'avn ve
kavminin âyetlerden mütenebbih olmayıp küfrüzere ısrar ettiklerini beyandan
sonra ihlâk ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Fir'avn ve kavmi
küfrüzere ısrar edince biz onlardan nimetlerini selb ve ukubetimizi inzal
etmekle intikaam almak murad ettik. Binaenaleyh; deryada onları gark ettik.
Zira; onlar âyetlerimizi tekzib ettiler ve âyetlerimizden gaafil oldular.]
Yani; Fir'avn ve
kavmine kiraren ve miraren âyetlerimizi gösterdik ve resulümüz vasıtasıyla
imana davet ettik. İman etmeyince azaplarının hulul edeceği zaman geldi.
Binaenaleyh; biz onlardan ahz-ı intikaam etmek üzere derin ve suyu çok deryada
gark ettik. Zira; onlar bizim âyetlerimizden gaflet edici olmakla beraber
tekzib ettiler. Âyetlerimizi tekziplerinden dolayı azab-ı elime müstehak
olduklarından biz onları ukubetle helak ettik.
Gafletleri yle murad;
âyetlerden gaflet olmak ihtimali olduğu gibi ukubetin nüzulünden evvel
ukubetten gafletleri murad olmak ihtimâli de vardır. Herhangi manâ murad
olunursa olunsun âyet-i celilede gark olmalarına iki sebep beyan olunmuştur:
Birincisi; âyetleri tekzip, ikincisi; âyetlerden veyahut ukubetten gaflettir.
Şu halde gerek tekzip, gerek gaflet her ikisi de insanın helakine her zaman
yegâne sebeptir. Bilâkis ayât-ı iiâhiyeyi tasdik ve rusül-ü kirama iman ve
âkıbet-i umurdan basiret üzere olmak her zaman insanın saadetine sebep, refah
ve rahatını dâîdir. Çünkü basiret; alelekser insanı hatadan muhafaza ettiği
için saadete sebep olacağında şüphe yoktur. [93]
Vacip Tealâ lisan-ı
Mûsâ üzere Beni İsrail'e düşmanlarını ih-lâk edeceğini ve arazilerine ve
memleketlerine vâris olacaklarını vaad buyurmuştu. İki kısımdan ibaret olan
vaadinin kısm-ı evveli Fir'an'ın ihlâki olup bundan evvelki âyetle işbu
ihlâkini beyandan sonra Arz-ı Mısır'a Beni İsrail'i vâris kıldığını beyandan
ibaret olan kısm-ı sâniyi izah etmek üzere buyuruyor.
[Biz Azîmüşşan envâ-ı
nimetlerle bereket halk ettiğimiz Arz-ı Mukaddes'in meşrik ve mağrip cihetlerine
sol kavmi vâris kıldık ki, o kavim, Fir'avn ve kavmi tarafından zayıf
addolunmuşlar ve envâ'-i meşakkatta istihdam olunup kullanılmışlardı.]
[Habibim! Beni
İsrail'in Fir'avn'in ezalarına sabırları sebebiyle onlar üzerine Kabbiıı
Tealâ'nuı kclime-i hüsnâsı ve nusretle vaadi tamam oldu.] Çünkü; Beni İsrail'e
vaad ettiği nusret husul buldu, Fir'avn ve kavmi helak oldu ve Beni İsrail
saha-i selâmete çıktı.
[Biz Fir'avn ve
kavminin işledikleri bağları, bahçeleri, yaptıkları köşkleri, sarayları ve
sair mamureleri ihlâk ettik.]
Yani; biz kendisinde
hayr-ı kesir ve envâ'-ı nimeti çok halk ettiğimiz Arz-ı Mübarek'in meşrik ve
mağrip cihetlerine şol kavmi vâris kıldık ki o kavim; Fir'avn ve cemaatı
taraflarından zayıf addolunurlar ve taht-ı esarette kullanılırlardı. Hatta
oğlanları katlo-lunur ve kızları ibkaa olunurdu. Yâ Mûsâ! Beni İsrail'in
sabırları sebebiyle Rabbin Fir'avn'ı ihlâk ve Beni İsrail'e nusret ve arazi-yi
Mısır'a mâlik kılmakla vaadini incaz buyurdu ve B,eni İsrail'e vaade müteallik
olan kelime-i hüsnasi tamam oldu. Zira; Rabbinin vaadi düşmanlarını ihlâk etmek
ve arazilerine onları vâris ve halife kılmaktı. Her iki cihetini ikmâl buyurdu
ve Biz Azîmüşşan Fir'avn ve kavminin işledikleri amellerini ve yaptıkları
ebniye-lerini ve vâki olan imaretlerini ve yüksek kaldırdıkları köşklerini,
saraylarını, bağlarını ve bahçelerini ihlâk ettik. Cümlesi âleme ibret olsun
için nıahv u münkariz oldu gitti. .
Fir'avn tarafından
zayıf addolunan kavim; Fahr-i Râii'nin beyanı veçhile Beni İsrail'dir. Zira;
Fir'avn onları hizmât-ı şâk-kada ve süfliyede istihdam ettiği gibi oğlanlarını
katil ve kızlarını ihya eder ve cizye alır ve Şam cihetlerine gitmelerine
müsaade istedikleri zaman müsaade etmez, taht-ı esarette kahr u galebeyle
hapsederdi. Fakat neticede Fir'avn, zulmünün cezasını gördü ve Beni İsrail de
sabırlarının mükâfatını gördüler.
Arzın meşârtkı; Şam
cihetidir. Çünkü arazi-i Şam Mısır'ın şark cihetindedir. Mağariple murad;
Mısır'ın Said cihetidir. Mübarek olan arazi yle murad; arazi-i Şam'dır. Çünkü;
vüs'at-ı rızk ve gaayet bolluk ve ucuzluk arazi-i Şam'a münhasır gibidir.
Garbın ve şarkın.cemi1 cihetleri itibarına binaen cemi' sıyğasıyla variddir.
Hz. Dâvûd ve Süleyman
(A.S.) zamanlarında Beni İsrail Mısır'a ve Şam'a ve daha sair bir çok memâlike
varis olarak icra-yi hükümet ettiler. Binaenaleyh; Fir'avnların Amâlikalılarm
memâlikini tamamen zaptetmişlerdi. O zamanda Beni İsrail hükümeti dünyanın en
kuvvetli hükûmetlerindendi. Şu halde arz-ı Mısır'a vâris olanlar Hz. Mûsâ
zamanında olan Beni İsrail'in evlâtlarıdır, kendileri değildir.
Kelime-i hüsnâ ile
murad; Vacip Tealâ'nın Beni İsrail'e düşmanlarını ihlâk ve bunları onların
yerlerine halife ve vâris kılacağına dair sebkcden vaad-i ilâhiyidir. Kelimenin
tamam olması yla murad; vaadin incaz olunmasıdır. Vaad-i incazın husulü;
sabırları sebebiyle olduğunu Cenab-ı Hak tasrih buyurmuştur. Şu halde âyet-i
celile, belâyâya sabırla mukaa-bele edenlere Allahü Tealâ'nın zafer vereceğini
ve cez' u fezi'le nıukaabele edenlere belâyâyı müvekkel kılacağını müş'irdir.
Binaenaleyh; insanın daima sabırla zaferyâb olmak cihetini iltizam etmesi
emr-i ehemdir.
Fir'avn'ın ve kavminin
helâkleriyle beraber âsârı ve imârâtı ve kireçle yapılmış köşkleri, sarayları,
bağları ve bahçeleri muz-mahil ve münkariz olduğuna bu âyet sarahatla delâlet
eder. Zira; Cenab-ı Hak cümlesini tedmir ettiğini beyan buyurmuştur. [94]
Vacip Tealâ Beni
İsrail'in düşmanlarını ihlâk ve onları düşmanlarının diyarlarına vâris
kıldığını beyandan sonra Beni İsrail'e vermiş olduğu nimetleri ve o nimetlere
karşı Beni İsrail'in nimeti nâşinaslığmı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Biz Azîmüşşan Beni
İsrail'i denizden geçirdik, onlar bir kav m üzerine geldi ki, o kavim
kendilerine mahsus putlar üzerine devamla putların başında ikaamet ve itaat
edip Allah'ın gayrı o putlara ibadet ediyorlar.]
[Beni İsrail o kavmin
putlara ibadet ettiklerini görünce »Yâ Mûsâ! O kavmin kendilerine mahsus
mabudlan olduğu gibi bizim için bir nıa'bud yap ki, biz de ona ibadet edelim»
dediler.]
[Mûsâ (A.S.) onlara
«Siz bir kavim ve milletsiniz ki, Allahın azametini bilmiyorsunuz. Allah'ın
gayrıya ibadet bâtıl olduğunu bilmiyorsunuz» dedi.] Ve sözüne şunu da ilâve
etti :
[«Zira; şu putlara
ibadet edenler ve onlarm, din ittihaz ederek içinde bulundukları şeyin cümlesi
helake -maruzdur ve amelleri de bâtıldır» demekle kavmini tekdir etti.]
Yani; Biz Azîmüşşan
Beni İsrail'i düşmanlarının helak olduğu denizi salim ve emvâl-i ganimete
mâlîk oldukları halde geçirdik. Denizi arkalarında bırakınca onlar bir kavim
üzerine geldiler ki, o kavim kendilerine mahsus olan putlar üzerine ibadet için
ika-amet ve devam ederler. Beni İsrail onların putlara ibadet ettiklerini
görünce dediler ki «Yâ Mûsâ! Bizim için bir ma'bud yap. On-larm müteaddid
ma'budları olduğu gibi bizim de bir tane ma'bu-dumuz bulunsun.. Onlar
ma'budlarına ibadet ettikleri gibi biz de ma'budumuza ibadet edelim. Zira;
Allahü Tealâ'yı görmeyiz. Görmediğimiz ve müşahede etmediğimiz bir ma'buda
nasıl ibadet edelim ve neden korkalım?» deyince Mûsâ (A.S.) onların hallerinden
müşahede ettiği cehaletlerine binaen «Siz bir kavm-i cahilsiniz ve cehaletiniz
üzere ısrar ediyorsunuz ki, cibilletinizdeki cehilde devam ettiğinizden âyât-ı
kübrâ ve berâhin-i uzmâ size te'sir etmiyor. Binaenaleyh putlara ibadet
edenlere gıpta ediyorsunuz. Halbuki onlarm halleri gıpi$ olunacak birşey
değildir. Zira; şu sizin gördüğünüz kimselerin bulundukları din iptal olunmuş
ve o dinle amel edenlerin amelleri zâyidir. Çünkü; Allah'ın gayrı birtakım
mahlûkaata ibadet ettiklerinden dinleri bâtıl ve amelleri zâyidir" demekle
sözlerini reddetti.
Beni İsrail'in denizi
geçmelerinin keyfiyeti başka âyetlerde beyan olunduğu için burada
tecâvüzlerinin keyfiyetinden bahis yoktur. Puta ibadet eden kavimle murad;
Bey-zâvî'nin beyanı veçhile' Amâlika'dan bakiye bir kavimdir. Onlar sığır
suretinde putlara ibadet ederlerdi. Beni İsrail'in onların altın ve gümüşle
müzeyyen putlara ibadetlerini görünce kemâl-i cehalet ve belâdetlerini izhar
ederek Mûsâ (A.S.) a «Bize de raa'-bud yap» demeye cür'et ettiler. Halbuki
Fir'avn'ın helakini ve denizden selâmetle geçtiklerini ve Mûsâ (A.S.) ıh
mucizelerini re'yel'ayn müşahede ettikleri için böyle bir kelâmın suduru onlara
lâyık olmadığı gibi kat'â hatıra bile gelmezdi. Fakat insanlar düşünmeksizin
bir söz söyler ki, o söze divaneler de hayret eder.
Fahr-i Râzi'nin
fc>eyam veçhile Beni İsrail'in bu kelâmdan maksadları; Hz. Musa'nın kendi
talepleri üzerine tayin edeceği puta ibadetle Allahü Tealâ'ya takarrub
etmektir. ÎVTaahaza bu ke-lâmlanyla irtidad ettiler, kâfir oldular. Zira
ibadet; ta'zîmin nihayetidir, Ta'zîmin ve ikram ü in'âmın nihayeti kendisinden
sudur eden Zât-ı Eceli ü A'lâ'ya mahsustur. Onun gayrıya, nihâyet-i ta'zîmden
ibaret olan ibadet; bilcümle enbiyanın ittifaklarıyla küfürdür. Şu suâl; Beni
İsrail'in bazısından sudur edip cemiinden sudur etmemiştir. Binaenaleyh;
putlara ibadet edenlerin dinlerinin müstehlek ve amellerinin bâtıl plduğunu
beyan buyurmuştur.
'Bâtıl da ikidir:
Birincisi; zatında yok olan şeydir. İkincisi; zatında mevcut ve lâkin menfaati
olmayan şeydir. Putperestlerin ibadetleri; butlanın ikinci kısmındandır. Zira;
nefsinde amelleri vardır, lâkin asla menfaati yoktur. Belki ayn-ı mazarrat
olduğundan bâtıldır. Çünkü ibâdetten maksud; ibadet üzere devamla o ibadetin
kalpte zikrullahın takarruruna sebep ve ruhun saadetine ve rızâ-yı ilahiye
neyl-i vusule vesile olmaktır. Amma insan Allah'ın gayrıya ibadet ederse kalbi
Allah'ın gayrıya merbut olmakla zikrullahtan i'raz ve saadetten mahrum olmasına
sebep olduğundan Allah'ın gayrıya ibadet bâtıl ve zâyidir ki, asla menfaati
olmadığı gibi ayn-ı mazarrattır.
Tefsir-i Hâzin ve
Kaazî'de beyan olunduğuna nazaran Mûsâ (A.S.) in denizi tecâvüzü ve Fir'avn'm
helaki yevm-i Aşurâ'ya tesadüf etmiş ve o gün Mûsâ (A.S.) şükrenlillâh oruç
tutmuştur. Kezâlik Nûh (A.S.) in tufandan halâs olup gemiden indiği gün de
Muharrem'in onuna tesadüf etmiş, Nûh (A.S.) da şükrenlillâh oruç tutmuştur.
Binaenaleyh; Muharrem'in onunda oruç tutan kimse Nuh ve Mûsâ (A.S.) in
sünnetini ihya etmiş olur. [95]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) in kavmine cehaletle hitabını beyandan sonra tevbîh ve tekdir ettiğini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mûsâ (A.S.) in kavmi
«Bize ma'bud yap, biz ona ibadet edelim» demeleri üzerine kavminin câhil
olduklarını ve putperestlerin dinleri helakten ibaret ve amellerinin bâtıl
olduğunu beyandan sonra Mûsâ (A.S.) dedi ki «Size Allah'ın gayrı bir ma'bud mu
taleb edeyim? Halbuki Allahü Tealâ sizi âlemler üzerine tafdîl etti.] Zira;
düşmanınızı ihlâk etti ve sizi saha-i selâmete çıkardı. İçinizden nebi ba's
etti. Şu halde' haya etmez misiniz ki, Allah'ın bu nimetlerine karşı Allah'ın
gayrı ma'bud taleb edersiniz. Ma'bud elle yapılır birşey mi? Bir abd-i âcizin
eliyle yapmış olduğu şey nasıl ma'bud ittihaz olunabilir?» demekle suâllerini
red ve kendilerini tevbih etmiştir.
Fahr-i Râzi'nin
beyanına nazaran â I e m le murad; o zama-nxn âlemi üzerine tafdîl demektir.
Veyahut Hz. Musa'ya verilen mu'cizât-ı bahire ve kaahireyle tafdildir. O
zamanda ve ondan evvel dahi böyle mu'cizât-ı bahire kimseye ve hiçbir kavme
verilmemiştir. Bu cihetten zamanlarının âlemi üzerine Beni İsrail mu-faddal
kılınmıştır. Amma başka cihetten de başka bir kavim efdal olabilir. Meselâ bir
kimse bir fenni bilir, diğer bir şahıs da başka bir fenni bilir, herkes bildiği
fen cihetinden ahar üzerine efdaldir. Şu halde bir kimse min cihetin efdal ve
min cihetin mefdui olabildiği gibi kezâlik bir kavim de' diğer kavimden min
cihetin ef-dal ve min cihetin mefdul olabilir.[96]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) in kavminin Allah'tan başka bir ma'bud istediklerini ve Mûsâ (A.S.) in
kavmini tekdir ve tevbih ettiğini ve Allah'ın onları âlemler üzerine tafdîl
eylediğini beyandan sonra tafdîl olundukları nimetlerden bazılarını beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Zikredin şol zamanı
ki, o zamanda Biz sizi Al-i Firavn'ın azabından halâs ettik ve yedi
esaretlerinden kurtardık ki, Al-i Fir'avn size eşedd-i azabı taleb ederler ve
reva görürlerdi. Hatta bir dereceye kadar zulüm ve taaddî ettiler ki,
oğlanlarınızı katil ve şevketinizi kesrederek nüfusunuzu azaltmakla izzetinizi
zillete kalp ve kızlarınızın hayatta kalmasını ialeb ederler ve onları katilden
âzâd etmekle onların kesretiyle sizin namusunuzu hotket-mek isterlerdi ve
onların oğlanlarınızı katletmekte ve sair çirkin azapları hakkınızda reva
görmelerinde sizin için Rabbiniz tarafından imtihan-ı azîm vardı. Şu beyan
olunan belâ ve mihnetten sizi kurtardık ki, nimetimizin kadrini bilip şükrünü
eda edesiniz.]
Fahr-i Râzi ve
Hâzin'in beyanları veçhile bu âyetin tefsiri Sûre-i Bakara'da sebkat etti [97]. Lâkin
burada zikirden maksat "Bizim size bu kadar nimetimizle beraber Allah'ın
gayrıya nasıl ibadet edersiniz ve şu nimetleri ne kadar az bir zamanda unuttunuz,
Hz. Musa'ya bize ilâh yap demeniz lâyık mıdır?» demekten ibarettir. [98]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.Ş.) m mikaatını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Biz Musa'ya otuz gece
ibadet etmesini vaad ve otuza, on gece dahi ilâvesiyle itmam ve kırk güne
iblâğ ettik. Musa'nın Rab-bisinin mikaatı kırk gece olarak tamam oldu ve Mûsâ
(A.S.) tavsiye tarikıyla biraderi Harun (A.S.) a dedi ki, «Benim kavmime
tarafımdan halife ve yerime vekil oj. Beyinlerinde dünya ve âhi-rete müteallik
olan umurlarım ıslah et ve müfsidlerin tarîkına it-tibâ' etme.»] Fahr-i Râzi,
Kaazî, Hâzin ve Medârik'in beyanlarına nazaran Vacip Tealâ Mısır'da Mûsâ (A.S.)
a Fir'avn'ın helakinden sonra mülk ü milletin hüsn-ü temşiyetine kâfi ve umur-u
dünya, umur-u din ve ahval-i nâsın ahkâmını cami bir kitap vereceğini vaad etmiş
ve Mûsâ (A.S.) da kavmine vaad-i ilâhiyi beyan ve tebşir eylemişti. Fir'avn helak
olup Beni İsrail'in zilleti izzete idbarı ikbale ve tedennisi terakkiye
tahavvül edince Mûsâ (A.S.) in Cenab-ı Hak'tan vaadinin incazını talep ve
istirham etmesi üzerine Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in Zilka'da ayında otuz gün
oruç tutmasını emir buyurdu. Mûsâ (A.S.) emr-i ilâhiye imtisâlen otuz gün
oruca devam etti. Otuz günü ikmâl edince Mûsâ (A.S.) ağzının
râyihasını,sevmediğinden harnup ağacından bir misvak ittihazıyla ağzını
misvakla yıkaması üzerine vahy-i ilâhi geldi ve Cenab-ı Hak buyurdu ki «Yâ Mûsâ!
Sen bilmedin mi? Oruç tutan kimsenin ağzının kokusu bana miskden daha
güzeldir. Misvakla izâle ettiğin râyiha-i tayyibeyi telâfi ve tedârik etmek
üzere on gün daha oruç tutman lâzımdır.» Bu âyette beyan olunduğu veçhile otuza
on gün daha ilâve olundu. Mikat bu veçhile kırka baliğ olmuş ve Cenab-ı Hak
kırk günü tamam olunca Tevrat-ı Şerifi inzal buyurmuştur. Yahut otuz gün oruç
olup bakî kalan on günde; Tevrat nazil olmuş ve mükâleme vuku bulmuştur. Yoksa
misvakla ifsad ettiğini ıslah
için on gün ilâve olunmuş değildir.
Mûsâ (A.S.) asıl olup
Hârûn (A.S.) tâbi olduğu cihetle Mûsâ (A.S.) biraderini makamına halife tayin
etmiş ve Beni İsrail'in umurundan ıslaha muhtaç olanları ve umur-u dünya ve
umur-u âhireti tesviye ve ıslah etmesini tavsiye buyurmuştur. Hârûn (A.S.) nebi
olduğu cihetle daima ıslah ve müfsidlerin tarikma te-baiyetten ihtiraz üzere
bulunduğu halde ıslahla emir ve müfsidlerin tanklarına ittibadan nehyetmek
te'kid ve devam içindir.
Hulâsa; Cenab-ı Hakkın
Hz. Musa'ya otuz gün oruca on gün daha ilâveyle kırk güne iblâğ eylediği ve
Mûsâ (A.S.) m biraderi Harun'u yerine halife tayin ve kavmini ıslahla emredip
müfsidlerin tarîkma tebaiyetten nehyettiği bu âyetten müstefâd olan fevâ-id
cümles indendir. [99]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) m vaktin hitamında tayin olunan mahalle gelip kelâm-ı ilâhiyle müşerref
olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakla ki, Mûsâ (A.S.)
tayin ettiğimiz vakitte bize münâcât için geldi ve Rabbisi ona tekellüm ettiyse
«Yâ Rabbî! Zatını bana göster, ben sana nazar edeyim, göreyim» dedi.]
[Rabbisi ona «Yâ Mûsâ!
Bu dünyada elbette sen beni göremezsin» dedi.]
[Ve lâkin yâ Mûsâ! Sen
karşında bulunan dağa bak. Eğer o dağ
olduğu mahalde karar eder hareket etmezse sen beni görürsün» demekle dünyada
ruyet olunamayacağını beyan etti.]
[Vakta ki, Rabbisinin
nuru o dağa zuhur ettiyse dağ azamet-i ilâhiye altında toz ve yerle beraber
oldu ve ufacık bir tepe bile görülmedi ve Mûsâ (A.S.) da kudret-i ilâhiyenin
eserinden lâya'-kil secdeye kapandı.]
[Vakta ki Mûsâ (A.S.)
hal-i istiğraktan ifâkat buldu, kendini topladı ve secdeden kalktıysa «Yâ
Rabbi! Cemi' nekaaisten seni tenzih ve sana tevbe ederim. Halbuki senin
vahdaniyetine ve azametine evvel iman edenlerdenim» dedi.]
Yani; vakta ki Mûsâ
(A.S.) bizim tayin ettiğimiz vakitte mi-kaatımıza geldi ve Rabbisi, vasıtasız
Musa'ya tekelüm ettiyse Mûsâ (A.S.) «Ey benim Rabbim! Bu kadar in'âm ve
ihsanına müs-tağrak oldum. Zatım bana göster, ben sana nazar edeyim, göreyim"
dedi. Çünkü; Mûsâ (A.S.) Rabbisinden gördüğü lütuf ve ihsanı ve inkişaf eden
keşfiyâtı görüp ve cemi cevanip ve cihattan bilâvasıta kelâm-ı ilâhiyi işitince
ferah ve sürurundan zat-ı ülûhi-yeti ru'yete tama' ederek «Yâ Rabbi! Zatını
göster, ben göreyim» dedi. Zira; huruf ve asvattan ârî ve terâkib-i kelimâttan
berî ve mukaabele ve muhâzât olmaksızın kelâm-ı ilâhiyi işitmesinden derhal
zat-ı ülûhiyeti rû'yete intikaal etti. Rabbisi Mûsâ (A.S.) m şu talebine cevap
olarak «Yâ Mûsâ! Sen h'ayat-ı dünyada bakî oldukça beni elbette göremezsin,
lâkin karşında bulunan ve sebat ve kararda insandan daha ziyade olan dağa nazar
et, bak. Eğer ben o dağa tecelli ettiğimde dağ mekânında karar ederse sen de
beni görürsün ve görmen mümkündür» dedi. Bundan sonra vakta ki, Rabbisi mezkûr
dağa tecelli buyurdu ve inkişaf ettiyse, dağı ufalmış toz halinde kıldı ve ânî
olarak dağ yok oldu, gitti. Keenne evvelden
yaratılmamış bir hale gelince Mûsâ (A.S.) kahr-ı ilâhinin azamet ve
dehşetinden muztarib olarak yere kapandı, bir müddet sonra ıztırabı zail
olarak aklı başına gelip ifâkat bulduysa «Ya Rabbi! Seni cemi'-i nekaaisten
tenzih ve vüs'-u tâkatımda olmayan şeyi senden suâl ettiğimden dolayı sana
tevbe ve rucû' ederim. Halbuki senin azametine ve celâletine ben evvel iman
edicilerdenim» demekle isti'zan etmeksizin suâl ettiğinden dolayı aff-ı ilâhiyi
istirham etti.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile bu âyet Allah'ı ru'yetin cevazına ve imkânına delâlet eder. Zira; Vacip
Tealâ Mûsâ (A.S.) a «Ben görülmem ve görülmekliğim mümkün değildir» demedi,
belki «Sen beni göremezsin» demekle ru'yeti Mûsâ (A.S.) dan nefiy tarikıy-la
cevao verdi.
Mûsâ (A.S.) in
görememesinden Vacip Tealâ'nın görülmemesi lâzım gelmez ve görülmek muhal
olmuş olsaydı Mûsâ (A.S.) Vacip Tealâ hakkında muhal olan şeyi talepte
bulunmazdı. Çünkü; Allahü Tealâ hakkında muhal olan şeyi bilmeyip taleb etmek
enbiya-yi kiram için muhaldir. Şu halde Mûsâ (A.S.) m Allahı ru'yeti taleb
etmesi ru'yetin cevazına delil-i sarihtir.
Kezâlik Vacip Tealâ
ru'yeti, cebelin istikrarına talik buyurdu. Cebelin istikrarı emr-i mümkündür.
Mümkün olan şeye muallâk olan şey de elbette mümkün olur. Binaenaleyh
ru'yetin, cebelin istikrarına taliki, cevazına delâlet ettiği gibi Mûsâ (A.S.)
kavminin "Bize Allah!ı açıktan göster» demelerine cevap olarak ru'yeti
taleb etmiştir. Eğer ru'yet caiz olmasaydı kavmini başka cevapla iskât ve
reddederdi.
Vacip Tealânm Mûsâ
(A.S.) a «Sen beni göremezsin» buyurması «Beni görmek birtakım esbaba
mevkuftur, o sebepler ise henüz sende mevcut değil» demektir, yoksa asla
görülmez manâ'-sına değildir. ,
Fahr-i Râzi'nin
beyanına nazaran Hz. Musa'nın işittiği kelâm; Eş'arî indinde harftan ve savttan
ârî kelâm-ı ezelîdir. Matüridiye indinde huruf ve asvattan şecere-i mezkûreden
Vacip Tealâ'nm halk ettiği kelâm-ı hadisi işitmiştir, yoksa Mûsâ, (A.S.) m
işittiği zat-ı ilâhiyeyle kaaim kelâm-ı ezelî değildir.
Mûsâ (A.S.) kelâm-ı
ilâhiyyi yalnız mı işitti, yoksa rîıaiyetinde bulunan yetmiş kişi de beraber mi
işittiler? Burada ihtilâf vardır. Lâkin esah olan, yalnız işitmiştir. Zjra;
işitmek Hz. Mû-sâ'ya tahsis olunmuştur.
CebeIle murad;
Beyzâvî'nin beyanına nazaran (Cebel-i Zübeyr) ve Feth-ül Beyan'da
zikrolunduğuna nazaran (Cebel-i TûrJ'dur. Cebelin dekkolmasıyla murad; ufanıp
toz olmak ve yere dökülüp düz ova olmak ve cebelin namu nisam kalmamaktır. Cebel-i
Tûr olduğuna nazaran elyevm Cebel-i Tûr'un mevcut olması bu âyete münâfî
değildir. Zira; tecelli-i ilâhi cebelin her tarafına olmadı. Belki eczasından
bazı cüzüne vâki olmuş ve mahv u mün-deris olan o cüzüdür, yoksa her tarafı
mahv u münderis oldu manâsına değildir. Yâ Rabbi! Seni cemi' ne-kaaisten
tenzih ve Sana tevbe ederim demektir. Mûsâ (A.S.) in teşbihi; Allah'ın iznine
müracaat etmeksizin suâlinden veyahut dünyada ru'yetten veyahut cemi'
nekaaisten tenzih manasınadır.
Bu dünyada ru'yetih
imkânına bu âyet ve sair âyât-ı beyyi-nât delâlet ettiği gibi edille-i akliyece
de ru'yete bir mâni yoktur. Lâkin hayat-ı dünyada bizim peygamberimizden maada
bir kimseye Cenab-ı Hakkı ru'yet vâki olmamıştır. Esahh-ı akval üzere ancak
miraçta bizim peygamberimizin Bârı Tealâ'yı rü'yettettiği mervidir. Amma dar-ı
âhirette ru'yetin vâki olacağına ahadis-i celilenin sarahati ve âyât-ı
beyyinâtın işareti delâlet etmekte olduğundan ehl-i iman için âhirette Cenab-ı
Hakkı mekândan münezzeh olduğu halde ru'yet vâki olacağını itikad etmek
vaciptir.
Hulâsa; Hz. Mûsâ
mikaata gelip Rabbisi tekellüm edince «Yâ Rabbi! Zatını bana göster, ben
göreyim» dediği ve Rabbi Tealâ'-nın «Sen beni elbette göremezsin. Karşında
bulunan dağa nazar et, eğer dağ yerinde durursa sen beni görürsün» buyurduğu
vakta ki, Vacip Tealâ müşarünileyh olan dağa tecelli edip dağ hurduhaş olunca
Hz. Mûsâ yere kapanıp ifâkat bulur bulmaz tevbe ve teşbih ettiği bu âyetten
müstefad olan fevâid cümlesindendir. [100]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) düyada ru'yetten meneylemesi üzerine Mûsâ (A.S.) bilâisti'zan ru'yeti
talebine nedamet ve mahzun olunca Mûsâ
(A.S.) in hüznünü izâle
buyurduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) a hitaben «Yâ Mûsâ! Ben seni ri-sa İçtim ve kelâmımla nas üzerine
ihtiyar ve ahkâmımı ve evamir ve nevâhîmi kullarıma tebliğe memur ettim.
Binaenaleyh; sen benim sana ihsan ettiğim ahkâmı ve sair nimetlerimi ahzet.
Kudretin tahtında olmayan şeyleri taleb etme ve nimetlerimize şükre-dirilerden
61» dedi.]
Fahr-i Râzi ve
Kaazi'nin beyanları veçhile Vacip Tealâ'nın Mûsâ (A.S.) ı ihtiyarı; 6 zamanda
mevcut olan insanlar üzerine demektir. Zira; o zamanda Hârûn (A.S.) da nebi ise
de ayrı şeriat sahibi olmayıp Mûsâ (A.S.) a tebaiyetle memur olduğundan zamanında
Mûsâ (A.S.) dan efdal bir nebi yoktu. Şu halde o zamanda mevcut nâs üzerine
Cenab-ı Hak Mûsâ (A.S.) ı risaletle ba's ve bilâvasıta tekellümle ihtiyar
buyurmuştur. Yoksa bilumum nas üzerine ihtiyar ve tafdîl manâsına değildir.
Zira; bizim nebimizin cemi' enbiyadan efdal olduğunda ittifak olup delâil-i
akliye ve nakliye de buna delâlet etmektedir.
Hz. Musa'nın
ru'yetullahı talebi Zilhicce'nin Arefe günü ve Tevrat-ı Şerifin nüzulü, Kurban
Bayramı ve Cuma günü sabahleyin vuku bulduğu Kaazî'nin cümle-i
beyânâtındandır.
Cenab-ı Hak bu âyette
Mûsâ (A.S.) a iki nimet tadad buyurdu. Birincili-, risalet, ikincisi;
bilâvasıta tekellümdür. Ve bu nimetlere şükretmekle emir buyurdu ki, ilmen ve
amelen nimetin hukukunu edâ ve levazımını ifâ etmekle emirdir. Binaenaleyh,
nimete nail olan her insan için o nimetin şükrünü edâ etmesi, vaciptir. Zira
şükrü edâ olunmayan nimet zevale maruzdur.[101]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) 1 risâletle tahsis ettiğini beyandan sonra risâletini tafsil etmek üzere
buyuruyor.
[Bizim Mûsâ (A.S.) 1
ihtiyarımız cümlesinden olarak mev'i-ze ve hill ü hürmeti tafsîlen Mûsâ için
Tevrat, yazılı levhalarda Beni İsrail'in muhtaç olduğu herşcyi yazdık. Hâl
böyle olunca yâ Mûsâ! Sen elvah-ı azimete, ciddiyet ve niyet-i sad ikayla
ahzet. Kavmine emret ki, Tevrat'ta olan ahkâmın güzellerini ahzetsinler. Ey
Beni İsrail! Fir'avn; Ad ve Semud gibi kâfirlerin beldelerini size gösteririm
ki, onların köşkleri ve sarayları nasıl harap olmuşsa onları görüp ibret
alasınız.] Veyahut [Ahirette fâsıkların darı olan dâr-ı Cehennem'i gösteririm.]
Fahr-i Râzi ve Kaazî'nin
beyanları veçhile eIvahla mu-rad; Tevrat'ın levhalarıdır. Levhaların adedi yedi
veyahut on olmasında ihtilâf olup levhanın madeni yeşil zebercedden veyahut
zümrütten veyahut tahtadan olduğuna dair rivayetler varsa da âyette adedine ve
madenine dair sarahat olmayıp ancak Tevrat'ın levhada nazil olduğu kafidir.
Fakat levhanın adedi ve keyfiyeti malûm değildir, Kemmiyet ve keyfiyetine hüküm
de talluk etmez. Maksat Tevrat'ın levha üzerinde nazil olduğunu beyandır.
Herşeyle murad; umur-u
din ve umur-u dünyadan Beni İsrail'in muhtaç oldukları herşey demektir. Çünkü;
Tevrat'ta emr ü nehiy, helâl ü haram, hudud-u şer'iye, ahkâm-ı din, umur-u
dünya ve teşkil-i hükümete müteallik herşeyin tafsili vardı. Binaenaleyh
Cenab-ı Hak bu âyette herşeyin tafsilâtını yazdık» buyurmuştur.
Vacip Tealâ Tevrat'ı
ciddiyet ve azimet üzere ahzetmesini emretmiştir. Çünkü; insanın ümitsiz ve
zayıf niyetle ahzettiği şeyde fütur arız olur, neticesiz kalır. Binaenaleyh;
Vacip Tealâ ciddiyet ve niyet-i sâdıkayla ahzetmesini emretmiştir.
Tevrat'ın ahkâmında
ahsen ve hasen olan şeyler olduğuna âyette işaret vardır. Çünkü Fahr-i Râzi'nin
beyanı veçhile kısas ve zâlimin zulmünü affetmek gibi ameller; ahsendir.
Kısasla ve zâlimin mezâlimini ahizle intikaam almak hasendir. Allahü Tea-lâ
Mûsâ (A.S.) a «Kavmine emret ki, Tevrat'ta beyan olunan ahkamın hasen
olanlarıyla amel etmek caizse de ahseniyle amelin efdal olduğunu beyan et"
demiştir.
Yahut ahsenle murad;
ferâiz ve vâcibât, hasenle murad; mendübât ve nevâfildir. Elbette vâcibâtla
amel etmek ahsendir. Şu halde âyette efdal olan şeyle amele tergib vardır. Yahut
ahsenle murad; azimettir, hasenle murad; ruhsatla ameldir. Elbette azimetle
amel ruhsatla amelden efdaldir. Fâsık-larm memleketlerini ve harap olan
hanelerini göstereceğini beyan etmek; emrine muhalefet edenlerin helaklerini
göstermekle âsîleri tehdid ve insafa davet etmektir. Tevrat-ı Şerif gaayet büyük
ve çok olduğundan Tevrat'ı ancak Mûsâ, Yûşâ, Üzeyr ve Isâ (A.S.) hıfzedip başka
hıfzeden olmadığı Hâzin'in cümle-i beyânâ-tındandır. Yani; Tevrat'ı ezberden
okumak bu dört zat-ı şerife müyesser olmuş, başka kimseye müyesser olmamıştır. [102]
Vacip Tealâ fâsıkların
beldelerinin harabelerini göstereceğini vaadinden sonra fâsıklarla muamelesini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Bigaynhakkın
yeryüzünde tekebbür eden kimseleri âfakı enfüste vahdaniyetimize delâlet eden
âyetleri tasdik ve iman etmekten tağyir eder ve kalplerini döndürürüm ki,
hakka inat ve bigaynhakkın tekebbürlerinin cezasını görsünler ve ben Kur'ân'ın
âyetlerini anlamaktan onları menederim ki, küfürlerinin azabını tatsınlar.]
[Ve eğer onlar her
âyeti görseler iman etmezler.]
[Ve eğer onlar doğru
yolu görseler kendilerine tarîk-i necat ittihaz etmezler.]
[Ve eğer onlar tarik-ı dalâleti görseler derhal kendilerine meslek ve tarikat ittihaz
ederler.]
[Bunların şu tarîk-ı
dalâli meslek ittihaz etmelerinin sebebi; onlar bizim hakka delâlet eden
âyetlerimizi tekzib ettiler ve o âyetlerimizden gaafil oldular.]
Yani; hakka mukaarin
olmayan din-i bâtıllarıyla yeryüzünde bigayrıhakkın ibadullaha tekebbür ve
tecebbür edip bizim vahdaniyetimize ve kudretimize delâlet için âfâk-ı enfüste
nasbolunmuş âyetlerimizin ledünniyâtını tefekkür etmeyen kâfirleri, cebâbireyi
âyetlerimi kabul edip iman ve fehmeyleyip tasdik etmekten ben menederim. Onlar
âyetlerimizi fehmedemedikleri gibi iptaline sa'y ederlerse de ben onları
iptalinden menederim ki, emekleri zayi olur, belki kendi amelleri kendi
aleyhlerine döner. Bizim âyetlerimizin şanı ilâ olunduğu gibi onların hileleri
ve dinleri bâtıl ve kendileri helak olur. Zira; onlar hakka inat edip kabulden
imtina* ettikleri için hidayetten mahrum olmaya müstehak olduklarından hidayete
vesile olan âyetlerden gaflet ederler. Ve eğer onlar ta-raf-ı ilâhimizden nazil
ve resulümüze mucize olan ve sıdk u savab üzerine delâlet eden her âyeti
görseler kemâl-i inatlarından ve hava
ve hevese abalarını taklide fart-ı inhimaklarından âyetlerimize asla iman
etmezler. Çünkü; tıynetlerinde olan habaset ve fıt-retlerinde olan cehalet ve
hamakat imanlarına mânidir. Ve eğer onlar tarîk-ı savab ve reşadeti görürlerse
şeytanet kendilerine galebe ettiğinden o doğru yolu kendilerine tarîk-ı necat
ve nıeslek-i savab ittihaz etmezler., Ve eğer onlar tarik-ı dalâli görürlerse
derhal kendi nefisleri için tarik-ı dalâli savab görüp ihtiyar ve meslek
ittihaz ederler. İşte mütekebbirlerin tarîk-ı savabı terkederek tarik-ı dalâli
ihtiyar etmelerinin sebebi; onlar bizim vahdaniyetimize delâlet eden
âyetlerimizi tekzib ettiler ve onlar iman ve im-tisâlden gaafil oldular ki,
gafletleri ebedîdir, asla uyanmak ve mür tenebbih olmak yoktur. t
Bu âyet-i celilede
bigayrıhakkın tekebbürün mezmum ve ukubete sebep olduğu beyan olunmuştur.
Çünkü; Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile muhikkin mubtıl üzerine tekebbürü ve
mütekebbır üzerine tekebür gibi bihakkın olursa tekebbürün memduh olduğuna
işaret olunmuştur. Resulullah'ın «Mütekebbir üzerine tekebbür sadakadır»
hadis-i şerifi dahi şu manâyı te'yid eder. Çünkü; bi-gaynhakkm tekebbür deyince
bihakkın tekebbür olduğuna ve bihakkın tekebbürün cevazına delâlet eder.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile bu âyet; Allahü Tealâ'nın dilediği kulunu hidâyette ve
dilediği kulunu dalâlette kıldığına delâlet eder. Binaenaleyh; Allahü Tealâ
bazı kulunu su-u ihtiyarı neticesi âyetlerini kabulden meneder ve bazı kulunu
da âyetlerde tefekküre ve hakkı kabule tevfik eder. Zira; dilediğini halk
etmeye kaadir olduğu cihetle işlediğinden mes'ul değildir. Çünkü; mülk onundur,
keyfe mâ yeşâ' tasarruf eder.
Allahü Tealâ hakkında
tekebbür sıfatı medihtir. Çünkü; her-şey Allah'ın halkıyla olduğundan bilumum
kemâl, Allahü Tealâ'-ya mahsustur. Amma kulların bigayrıhakkın tekebbürleri
bâtıl ve haklarında sıfat-ı mezmumedir. Binaenaleyh; bigayrıhakkın tekebbür
ukubeti mucip günah-ı kebiredendir. [103]
Vacip Tealâ âyetleri
tekzip ve kabulden gaflet edenlerin âyetleri idrakten sarf olunduklarını beyandan sonra âyetleri tekzib edenlerin hallerini beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki,
onlar bizim âyetlerimizi ve dâr-ı âlı ire 11 o bizim lutfumuza mülâkaatı tekzib
ettiler. Onların amelleri haptol-duğundan emekleri zayi olduğu gibi amelleri
bâtıl olmasından cezalanmazlar, ancak amellerinin muktezâsıyla cezalanırlar.]
Yani; âyetleri tekzip
ve âhirete mülâkaatı inkâr eden kâfirlerin sıla-i rahim, infak, ihsan ve
fukaraya sadaka gibi vücuh-u birre dair olan amelleri küfürleri sebebiyle zayi
olur, asla faydasını görmezler. Zira; amelle intifâ'ın şartı imandır. İman
olmayınca hiçbir amel fayda etmez.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile herkesin cezası; ameline göre olacağına bu âyet delâlet eder.[104]
Vacip Tealâ âyetleri
tekzip ve âhireti inkâr edenlerin amelleri bâtıl olduğunu beyandan sonra âyeti
tekzibin envâ'ından bir nev'ini ve Beni İsrail'in hidayetten sonra dalâli
ihtiyarlarını beyan etmek üzere buyuruyor,
[Mûsâ (A.S.) mikaata
gittikten sonra kavm-ı Mûsâ kendi hulliyatlarından bir dana suretini hayattan
ârî cesed olarak ittihaz ettiler ki, o cesedin sığır sadası gibi sadası vardır.
Onu kavm-i Mûsâ Sâmiri'nin
iğfâlâtı üzerine ma'bud ittihaz ettiler. Beni İsrail ziynetten yapılmış buzağı
suretini ma'bud ittihaz ettiler de o suretin onlara tekellüm etmediğini ve
onlara bir tarik-ı hayır gösteremediğini bilmediler ve görmediler mi ki, onu
ma'bud ittihaz ettiler de nefislerine zulmedici zâlimlerden oldular.] Çünkü;
söze muktedir olmayan ve tarik-ı savaba irşad edemeyen cansız bir cesedi
ma'bud ittihaz ettiler. Halbuki ma'budun emir ve nehye muktedir ve doğru yola
irşad eder ve menfaat ve mazarrat elinden gelir ve herşeye kaadir bir zat
olması lâzım gelir. Bunların ibadet ettikleri suret ise hiçbir şeye muktedir
değildir.
Tefsir-i Hâzin ve
Medârik'te beyan olunduğu veçhile hulli-yatı buzağı suretinde tasvir, edön
(Sâmiri) isminde Beni İsrail'den bir münafıktır. (Sâmiri) nifakını gizler,
daima Mûsâ (A.Ş.) in hafî surette noksanını arardı. Beni İsrail'in hatırı
sayılılarından olduğu cihetle Mûsâ (A.S.) in bulunmadığı bir zamanda Beni İsrail'in
evvelce Mûsâ (A.S.) a «Bize bir ma'bud yap dediklerini fırsat addederek hemen
zaman fevtetmeksizin idlâle sa'y etmiş ve muvaffak da olmuştur. Çünkü; Beni
İsrail'in hamakatı Sâmiri'nin işine yaradı. Gerçi sureti yapan Sâmiri ise de
Beni İsrail'in ekserisi razı olduklarından mecmûuna isnad olunmuştur. Çünkü;
bir kavimden bazılarının işlediği efâle diğerleri razı olunca o fiilin
cümlesine isnad olunması caizdir. Hulliyatı Kıptîlerden bayram günü için Benî
İsrail ariyet suretiyle almışlarsa da Kiptiler helak olunca mâlik olduklarından
hulliyat Beni İsrail'e isnad olunmuştur.
Buzağıyı ma'bud
ittihaz eden Hârûn (A.S.) dan maada Beni İsrail'in kâffesi midir veyahut bazısı
mıdır? İhtilâf varsa da âyetin umumuna nazaran Hârûn (A.S.) dan maadasının
danaya ibadetleri anlaşılmaktadır.
Sâmiri kuyumcu
olduğundan buzağı suretini dökmüş ve Cib-ril-i Emin'in atının ayağının altından
almış olduğu toprağı suretin içine vazJ edince şada vermiştir.
Sâmiri meselesine dair
tafsilât (Sure-i Tâhâ) da dahi zikro-lunduğundan burada bu kadarla iktifa
olunmuştur. Fahr-i Râzi'-nin beyanı veçhile Vacip Tealâ bu âyette Beni İsrail'i
iki cihetle tevbih ettiğini ve buzağının ibadete istihkaakı olmadığını beyan
buyurmuştur. Birincisi; buzağı suretinin
tekellüme iktidarı olmaması, ikincisi; tarik-ı hayra şevke iktidarı bulunmamasıdır.[105]
Vacip Tealâ Beni
İsrail'in danaya ibadetlerini beyandan sonra' nedametlerini ve istiğfarlarını
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki Beni
İsrail'in nedametleri tezâyüd etti. Mertebe-i âlâdan mertebe-i süflâya sukuut
ettiler ve muhakkak kendilerinin dalâlette olduğunu görünce dediler ki «Allah'a
yemin ederiz ki, eğer Rabbimiz bize merhamet buyurmaz ve vâki olan kusurumuzu
af ve setretmezse elbette biz zarar edicilerden oluruz».]
Beyzâvî ve Fahr-i
Râzi'nin beyanlarına nazaran ellerine sukuut eden şeyle murad; nedametlerinin
müşted olgundan kinayedir. Zira; birşeye şiddetle nedamet eden kimsenin elini
ağzıyla ısırıp sonra dizine vurması âdet olduğundan eli dizine sukuut etmiş
olur. Binaenaleyh; Beni İsrail Sâmiri'nin idlâ-line aldandıklarını ve
küfrettiklerini bilince hayıflarından ve kes-ret-i nedametlerinden ellerini
ısırıp dizlerine vurdukları için nedametleri ellerine düşmüş oldu. Zira;
Araplar birşeye şiddetle nedamet ede*n kimse için derler. Şu halde bu kelâm;
şiddetle nedamette isti'mâl olunur bir darbımeseldir. Yahut e y d i yle murad;
nefisleridir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Nedamet, nefislerine sukuut edip her
taraflarını ihata etti] demektir ki, «Vücutlarının her cüz'ünü nedamet
kapladı, nedametten hâlî bir cüz' kalmadı» demek olur.
Beni İsrail hatalarını
bilince nedametlerini izhar ve Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affını istirham ve
irtikâb ettikleri cinayetin pek
büyük olduğunu ikrar ve cinayetlerinin neticesi hüsran olduğunu istiğfarlarına
ilâve ettiler.[106]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) in Beni İsrail'in cinayetlerini işitince kemâl-i gazapla geldiğini ve
biraderine itâb ettiğini ve biraderinin i'tizarını ve Hz. Musa'nın duasını
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki, Mûsâ (A.S.)
münâcâtından kavmine, kemâl-i gazap ve esefle avdet ettiyse kavmine «Ben
münâcâta gittikten sonra bana ne fena halef oldunuz» dedi.] Ve sözüne şunu da
ilâve etti:
[«Dana suretine
ibadetle Katibinizin gazabını mı ta'cîl ettiniz?»]
[Mûsâ (A.S.)
hiddetinden Tevrat'ın levhalarını yere koydu ve biraderini kendine çeker olduğu
halde başının saçından tuttu ve danaya ibadetten kavmini menetmedi zannıyla
itâb etti.]
[Mûsâ (A.S.) in
hiddetine karşı Hârûn (A.S.) «Ey anam oğlu! Bana hiddet etme. Zira; senin
kavmin beni zayıf addettiler ve beni
katletmeye yaklaştılar, sözümü dinlemediler. Binaenaleyh; düşmanları bana
gülüştürme ve beni zâlim kavimle beraber kılma» demekle biraderinin hiddetini
teskine çalıştı,]
[Mûsâ (A.S.)
biraderinden hakikat-i hali dinleyince «Yâ Rab-bi! Beni ve biraderimi mağfiret
ve bizi rahmetine ithal et. Zira; sen erhamürrâhimînsin» demekle Rabbisine dua
etti.]
Yani; vakta ki, Mûsâ
(A.S.) kavminin hatalarını işitince gazaplı ve mahzun olduğu halde kavmine
rücû1 ettiyse kavmine tekdir ve tevbih tarikıyla dedi ki, «Benden sonra ne
çirkin şey icad ve ne kötü hilâfet ettiniz ki Sâmiri gibi bir münafıkın sözüne
aldandınız? Ben salâhınızı ve ıslahınızı tezyid için gittim, siz dalâ-linizi
arttırdınız. Ey ahmak* ve müsrif kişiler! Rabbinizin azabını ve uk'uubetinize
dair olan emrinin alelacele nazil olmasını mı istediniz» dedi ve levhaları
yere attı ve biraderinin başından tuttu ve kendi tarafına çekti ve başını
salladı, «Neden bunları hıfzetmedin ve neden bunların kabahatlannı kendilerine
beyan edip nehyet-medin?» demekle biraderine gazabını izhar etti. Hârûn (A.S.)
biraderinin gazabına karşı «Ey anam oğlu! Bu ahali yani Beni İsrail beni zayıf
addettiler ve katletmeye karib oldular. Bana itâb etmekle benimle düşmanları
keyflendirme ve beni kavm-i zâlimle beraber kılma ve onlara gazabında beni
şerik yapma» demekle Hârûn (A.S.) i'tizar edince Mûsâ (A.S.) Cenab-ı Hakka
tazarru ve niyaz ederek «Yâ Rabbi! Beni ve biraderimi mağfiret buyur ve bizi
rahmetine ithâl et. Zira; sen erhamürrâhimînsin» demekle Cenab-ı Hak'tan
istirham etti.
Tefsir-i Taberi'de
beyan olunduğu veçhile Mûsâ (A.S.) mü-nâcâttayken Sânıiri'nin idlâlini, Beni
İsrail'in dalâlini ve kavminin ne gibi hâl kesbettiğini Vacip Tealâ haber
vermesi üzerine Mûsâ (A.S.) şiddetle gazab ederek ve püresef olarak geldi.
Beni İsrail'den
irtidad edenlere hitaben «Benden sonra icad ettiğiniz amelinizde ve danaya
ibadetinizde ne çirkin şey işlediniz ve ne fena jıilâfet ettiniz ki Sâmiri gibi
bir münafıkın sözüne aldandınız ve Allahü Tealâ'ya ibadeti terkeyleyerek az
zaman içinde putperest oldunuz» dedi. Yahut bu hitap; Harun'la maiyetinde olan
müminleredir. Buna nazaran manâ-yi nazım: [Bana hilâfette lâyıkı veçhüzere
edâ-yı hizmet etmediniz. Binaenaleyh; hilâfette isâet ettiniz ve danaya ibadet
edenleri menetmediniz. Halbuki vazifeniz bunların itikadlannı muhafaza etmekti.
Vazifenizi lâyıkıyla ifa etmediniz ki, zuafâ-yı Beni İsrail itikada hakkı
ihlâl ettiler] demektir.
«Benden sonra
hilâfette kötülük ettiniz» demek; «Benim mü-nâcât için nezdinizde"n
müfârakat edip gittikten sonra» demektir. Yahut «Benden bu kadar acaip ve
garaip mu'cizâtı gördükten sonra kötülük ettiniz» demektir. «Bu kötülüğünüz,
azab-ı ilâhinin nüzulünü ta'cil ettiğinizden midir?» veyahut «Rabbimin bana
vaad ettiği kırk günde mi acele ettiniz?» demektir.
Fahr-i Râzi ve
Hâzin'in beyanlarına nazaran acele; bir-şeyi vaktinden evvel işlemek
olduğundanmezmumdur. Çünkü; birşeyi vaktinden evvel getirmek o şeyden mahrumiyeti
mucip olur. Ancak sür'at ; birşeyi vaktinin iptidasında işleme/eten ibaret
olduğu cihetle mezmum değildir.
Musa (A.S.) kemâl-i
gazabına ve Beni İsrail'in bu kadarcık az bir zamanda dalâletlerine hayretinden
ve din-i mübine gayretinden elvâhı yere attı ve biraderini kendi tarafına
çekti ki haki-kat-ı hali istizah ve meselenin keyfiyetini tahkik eylesin ve
şüpheli birşey kalmasın. Çünkü; hakikat meydana çıkınca çaresini düşünmek
kolay olur.
Hârûn (A.S.) Mûsâ
(A.S.) in liebeveyn biraderi olduğu halde rikkatim celbetmek için validesine
nispet etmiştir. Çünkü; valide tarafından rikkat fazladır. Bârûn (A.S.)
kavmini dalâletten menetmeye son derece çalıştığını ve bu hususta beyinlerinde
birçok mübâhase olduğunu ve kavminin dinlemediğini ve Hârûn (A.S.) üzerine
katletmeye karib bir hücumla hücum ettiklerini beyan sadedinde «Kavmim beni
zayıf addettiler, hatta katletmeye yakın oldular. Benim onların fevkinde
mukaabeleye. kudretim yok» demekle Mûsâ (A.S.) a kavminin hareketlerini beyan
buyurmuş ve «Düşmanları bana güldürme. Senin bana gazabım görüp
ferahlanmasınlar ve beni kusur etti
zannıyla zâlimlerin idadındân ma'dud kılma» demiştir.
Hârûn (A.S.) dan
hakikat-ı hali dinleyince Mûsâ (A.S.) kendine ve biraderine duayla meşgul
olmuş ve hiddetini teskin etmiştir.[107]
Vacip Tealâ Beni
İsrail'in dana suretine ibadet ettiklerini beyandan sonra ibadet edenlerin
hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Tahkikan şol kimseler
ki dana suretine ibadet ettiler. Onlara yakında Rablerinden gazap nazil olur
ve hayat-ı dünyada zillet isabet eder. Putperestlere gazap ve zillet isabet
ettiği gibi biz müfterileri cezalandırırız.]
Yani; Allanın gayrı,
mahlûkattan Sâmiri gibi bir habisin eliyle yapmış olduğu hasis bir buzağı suretini
ma'bud ittihaz ederek ibadet eden kimseler iki belâ ile müptelâ olurlar;
Birincisi; Rablerinden gazap, ikincisi; hayat-ı dünyada zillet ve meskenet
isabet eder ve Allahü Tealâ'yı terkle- iftira edenleri cezâ-yı sezalarını biz
böylece veririz.
Fahr-i Râzi ve
Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyette iki ihtimâl vardır: Birincisi; buzağı
suretini ma'bud ittihaz edenlerle murad; Hz. Mûsâ zamanında bilfiil ibadete
mübaşeret edenlerdir. Gerçi bunlar tâib ve müstağfir olmuşlarsa da
tevbele-rinin kabulü katilleriyle olduğundan taraf-ı ilâhideıî onlara nazil
olan gazap; katlolunmalarıdır. ZiIIetle murad; katlolunmak için kendi
boyunlarını kendilerinin kılıç önüne uzatmalarıdır. Şu halde gerek azap ve
gerek gazap ve zillet her ikisi de dünyada vuku bulmuştur. Vacip Tealâ bu
haberi vukuundan evvel mikatta Mûsâ (A.S.) a beyan buyurduğundan haberin
zamanına nisbetle gazabın vukuu muahhar olduğu cihetle gazabm nüzulü istikbâle
delâlet eden lafzıyla varid olmuştur.
Çünkü katil ve zillet haber verildiğinden sonra vâki olmuştur.
Âyette beyan olunan
iki ihtimâlden ikincisi; danayı ma'bud ittihaz edenlerle murad; zaman-ı
saadette mevcud olan Yahûdilerdir. Gerçi onlar bilfiil danaya ibadet
etmemişlerse de Arap indinde âbâdan sudur eden cerâimin evlâda isnadı âdet olduğundan
Yehûdun babalarından sudur eden cinayet evlâtlarına isnad olunmuştur. Şu
ihtimale nazaran gazapla murad; iman etmedikleri surette âhirette azap ve
zilletle murad; dünyada cizye ve katil ve memleketlerinden tard u teb'îd ve bir
hükümete nail olamayarak herbiri bir yerde müteferrik ve perişan bir halde yaşamalarıdır
[108].
Din-i ilâhide iftira
edenlerin cezası; dünyada gazab-ı ilâhi ve zillet olduğunu ve üzerinde zili ü
meskenet bulunacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.
Gerçi âyette iki
ihtimal beyan olunmuşsa da Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile ihtimâl-i
evvel râcihtir. Çünkü; bilfiil sirkede tiler murad olunmak mümkünken onların
evlâdının murad olunması baîddir.[109]
Vacip Tealâ tevbe
edenlerin tevbelerini kabul buyurduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki,
onlar birçok günahlar işlediler ve seyyiâtı işledikten sonra tevbe ve nedamet,
Allahü Tealâ'ya, meleklerine, resullerine ve kitaplarına iman ettiler. Allahü
Tealâ onların tcvbelerini kabul eder. Zira; Habibim! Rabbin Tealâ, tevbeden
sonra onların günahlarını mağfiret edici ve tevbelerini kabulle merhamet
buyurucudur.]
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile seyyiât; sağire ve kebire cümle günahlara şamil olduğu için bilumum
günahlardan tevbenin kabulüne âyet delâlet eder. Binaenaleyh; bir kimse envâ'-ı
seyyi-âtı irtikâptan sonra nedamet-i külliyeyle nedamet edip hulûs-u kalp ve
niyet-i sadıkayla dergâh-ı ülûhiyetten kusurunun affını istirham ederse Cenab-ı
Hak tevbesini kabul buyuracağını bu âyetle vaad buyurmuştur. [110]
Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.)
dan gazap üzerme vâki olan hâlâtı beyandan sonra gazabın sükûnetinden sonra
vâki olan ahvali beyân etmek üzere buyuruyor.
[Mûsâ (A.S.) m gazabı
ve öfkesi sükût ettiyse yere vaz' etmiş olduğu levhaları yerden aldı ve
Tevrat'ın nüshalarında tev-hid-i hakka ve saâdet-i dareyne îsâl eder evâmir ve
nevâhîyi cami', dünya ve âhirette selâmet-i ibadı kâfil, hidayet ve amel edenleri
azab-ı Cehennemiden kurtarır rahmet vardır. Gerek hidayet ve gerek rahmet şol
kimselere hasıl ve sabittir ki onlar Rab] erinden havfederler ve korkuları
ancak Allahii Tealâ'dandır, Allah'ın gayrıdan pervaları yoktur.]
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile gazap; insanın söylemesine sebep olup gazabın zevali ise sükûnete
sebep olduğu cihetle bu makamda gazabın sükûtu sükûnetinden kinayedir. Yahut
kelâmda kalp vardır ki «Mûsâ (A.S.) gazaptan sükût etti» demektir.
Mûsâ (A.S.) in
ahzettiği eIvahla murad; Fahr-i
Râzi'nin beyanı veçhile bundan
evvelki âyetlerde yere ilkaa ettiği beyan olunan elvahtır. Zira; marife olarak
zikrolunan birşeyin marife olarak iadesi evvelkinin aynı olmak icab eder.
Binaenaleyh; el-vah-ı şerifeyi yere nasıl vaz'ettiyse öylece ahzetmiştir. Şu
halde elvahı yere vaz'ederken kırıldı, bazı âyetleri zayi oldu ve zayi olan
âyetlerin tekrar nazil olduğuna dair olan rivayet zayıf olsa gerektir. Zira;
levhaların kırıldığına dair âyette sarahat olmadığı gibi işaret dahi yoktur.
Tevrat-t Şerif Levh-i
Mahfuz'dan istinsah olunduğu için nüsha
tabir olunmuştur.
Mûsâ (A.S.) in
gazabının sükûnetine sebep; Beyzâvî'nin beyanı veçhile iki şeydir: Birincisi;
Hârûn (A.S.) in i'tizarı, ikincisi;
kavm-i Musa'nın tâib ü müstağfir olmalarıdır. [111]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) ın.mikaata yetmiş kişiyle gittiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mûsâ (A.S.) kendi
kavminden bizim mikaatımıza gelip dana suretine ibadetlerinden itizar etmek
üzere yetmiş kişi intihab etti.]
[Vakta ki, onları
zelzele ve izi irap ahzettiyse Mûsâ (A.S.) «Ey benim Rabbim! Bundan evvel murad
etseydin onları ve beni sen ihlâk ederdin. Halbuki merhamet ettin, ihlâk etmedin.»]
[«Ya Rabbi! Bizden
birtakım sefihlerin işledikleri isyanla bizi ihlâk mi edeceksin?» demekle
Cenab-ı Hakka tazarru etti.]
[«Yâ Rabbi! Bu fitne
olmadı, illa kullarını imtihan için senin iptilândır.»]
[«Yâ Rabbi! Bu gibi
fitnelerle sen istediğin kimseyi idlâl eder ve istediğini hidayette kılarsın».]
[«Yâ Rabbi! Sen bizim
velimiz ve işlerimizde yardımcımiz-sm ve cümle umurumuza hakimsin».]
[«Binaenaleyh; Bizim
günahlarımızı mağfiret buyur ve tev-bemizi kabulle merhamet et.Zira; mağfiret
edicilerin hayırlısısın».]
Yani; Mûşâ (A.S.)
.bizim iznimizle kendi, kavminden mikaa-tımıza gelmek üzere yetmiş kişi ihtiyar
ve intihab etti. Mikaata gidenler ayanen Cenab-ı Hakkı görmek talebinde
bulundukları için onları sâ'ikâ ahzedince Mûsâ (A.S.) «Yâ Rabbi! Eğer dilemiş
olsaydın bundan evvel onları ve beni ihlâk ederdin. Yâ Rabbi sü-fehanin
seyyiâtıyla bizi ihlâk mi edeceksin? Yâ Rabbi! Bu saika; onların cehreten seni
görmek talebinde bulunmaları yüzünden olmadı, ancak senin fitnen ve iptilâ
kılınandır. Sen bu fitneyle dilediğin kulunu idlâl eder ve dilediğin kulunu
hidayette kılarsın. Yâ Rabbi! Sen bizim velinıizsin. Bizi mağfiret et ve bize
merhamet buyur. Zira; sen mağfiret edicilerin hayırhsısın, demekle Cenab-ı
Hakka tazarruda bulunmuştur.
Fahr-i Râzi, Kaazi ve
Hâzin'in beyanlarına nazaran Vacip Te-alâ Mûsâ (A.S.) a yetmiş kişi intihabıyla
mikaata gelmesini emredince Mûsâ (A.S.) on iki esbattan altışar kişi intihab
ettiğinden yetmiş iki kişi olup aded-i muayyenden ikisi ziyade oldu. Mûsâ
(A.S.) lâalettayin ikisinin kalmasını emretti. Bu emir, aralarında birçok
münazaaya bâdî oldu. Mûsâ (A.S.) kalanların ecri gidenlerden daha çok
olacağını beyanla nizaın önünü aldı. (Yûşâ') ile (Kâleb) kaldılar.
Mikaata gidecek yetmiş
kişi oruç tuttular, guslettiler ve güzel libaslar giyindiler, Tûr-u Sina'ya
vardılar. Cebelin her tarafını bulut ihata etti. Mûsâ (A.S.) bulutun içine
girdi ve rüfeka-sına da yakın gelmelerini emretti. Onlar da bulutun içine
girdiler ve secdeye kapandılar. Secdede Vacip Tealâ'nın Mûsâ (A.S.) a emr ü nehyini
işittiler. Mükâleme tamam ve bulut zail oldu. Bunun üzerine yetmiş kişi Mûsâ
(A.S.) a teveccüh ederek «Biz alenî Allah'ı görmeyince sana iman etmeyiz,
göster bize Allah'ı» dediler. Binaenaleyh; derhal sâ'ika isabet ederek helak
oldular. Mûsâ (A.S.) «Yâ Rabbi! Murad etmiş olsaydın bundan evvel bunları ve
beni ihlâk ederdin, halbuki ihlâk etmedin. Şimdi ihlâk edince Beni İsrail'e
ben neyle rücû' edeyim ve onlara ne cevap vereyim» demekle ihya etmesini
istirhamda bulundu ve Cenab-ı Hak tekrar onları ihya buyurdu.
Mûsâ (A.S.) m bu
yetmiş kişiyle Tûr'a gitmesi mükâleme için midir veyahut mükâlemeden sonra Beni
israil'de vâki olan buzağıya ibadet etmek cinayetinden istiğfar ve
tevbelerinin kabulünü istirham için midir? İhtilâf vardır, ^ünkü; yetmiş kişiyle
gidildiği muhakkaktır. Lâkin gidilmekteki maksadı beyan hakkında âyette sarahat
yoktur. Ancak Sâmiri'nin idlâlinden sonra gidilmesi; tevbelerinin kabulünü
istirham için gidilmek cihetini te'yid eder.
Bazı rivayette vâki
olan reçfe ki saikadır ondan helak olmadılar. Ve lâkin helake karib
olduklarından Mûsâ (A.S.) helaklerinden havfmdan nâşî helak olmamalarını
Cenab-ı Hak'tan istirham etmiştir. Bu yetmiş kişi Beni İsrail'in hayırlısı ve
akıllıları ve Mûsâ (A.S.) m mum ve nasırı olduklarından zayi olmalarından havf
ve telâş ettiği gibi eğer helak olsalar Beni İsrail'e söz duyurmak ve anlatmak
da müşküldü. Binaenaleyh; ihlâk olmamaları temeniyâtında bulunmuştur. Mûsâ
(A.S.) nefsine ve kavmine duâ etti ve mağfiret ve rahmet talebinde bulundu.
Allah'ın gayrılarımn
bir kimsenin kusurunu ve hatasını affetmesi; sevap taleb efrnek yahut herkesin
kendini sena ve yahut bir zararı defetmesi gibi maksada müpteni olup Allah'ın
kullarının hatasını affı böyle bir maksada müpteni olmadığından Mûsâ (A.S.)
«Yâ Rabbi! Sen mağfiret edicilerin hayırhsısm» demiştir. Çünkü; gajrılarm âharm
kusurunu setri bir ivaz tahtındadır, Allah'ın setriyse lutf-u marazdır. Bir
ivaz karşısında olmadığına işaret için Cenab-ı Hakkın mağfiret edicilerin
cümlesinden hayırlı olduğunu beyan etmiştir. [112]
Vacip Tealâ Mûsâ
(A.S.) in duasının bakiyesini beyan etmek üzere:
[«Yâ Rabbi! Bu dünyada
bize hasene ve âhirette Cennet yaz ve bizi haklarında sevap yazılan zümreden
kıl» demekle Mûsâ (A.S.) dünyalarına ve âhiretlerine duâ etti.]
{uVe biz Yâ Rabbi!
Sana tevbe ettik ve kulların tarafından vâki olan kusurdan i'tizar etmeğe
geldik» dedi.]
[Cenab-ı Hak Mûsâ
(A.S.) m duasına karşı «Benim azabımı ben istediğim kuluma isabet ettiririm,
onun kusurunu affetmem» buyurdu.]
[«Halbuki benim rahmetim herşeye vâsidir. Binaenaleyh; mahlûkaatın her zerresinde
âsârı görülmektedir».]
[n Ben rahmetimi sol
kimselere yazarım ki, onlar menhiyatı terkle ittika eder ve zekâtlarını
verirler ve onlar şol kimseler ki, bizim âyetlerimize iman ederler».]
Yani; Mûsâ (A.S.)
duasında «Yâ Rabbi! Sen bizim için dünyada hüsn-ü maişeti ve taate tevfik ve
a'mâl-i sâlihayı müyesser kılmak gibi haseneyi ve âhirette Cennet ve kerameti
ve seyyiâ-tımızi mağfiret yaz ve haseneyle hükmet. Zira; biz tevbe ve kusurumuzu
itirafla dergâhına müracaat ettik, affet kusurumuzu» demekle istirhamda
bulundu. Mûsâ (A.S.) m şu istirhamına cevap olarak Vacip Tealâ dedi ki: «Ben
azab etmek istediğim kimseye azabımı isabet ettiririm. Zira; mülkümdür,
kimsenin itiraza salâhiyeti yoktur. Çünkü; halis mülkünde tasarruf eden
kimseye hariçten itiraz varid olamaz ve itiraz olsa bile te'siri olmaz ve
lâkin benim rahmetim herşeye vâsidir. Binaenaleyh; umum halkı ihata etmiştir.
Ben rahmetimi ve haseneyi maharimden ittikaa ve zekâtlarını i'tâ ve bizim
âyetlerimize iman edenlere hükmeder, yazarım. Yani; âhirette rahmetim mümin
müttekilere ye sûrî ve manevî merzuk oldukları şeylerden verilmesi vacip olan
zekât verenlere ve vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimize iman eden
müminlere mahsustur. Âhirette kâfirlere rahmet-i ilâhiyemizden nasip yoktur».
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile Mûsâ (A.S.), Vacip Tealâ kullarının velisi olduğunu beyandan sonra
veliden muntazar olan iki şey olup birincisi; def-i mazarrat, ikincisi; celb-i
menfaat olduğundan def-i mazarratı takdim ederek mağfiret talebinde
bulunduktan sonra celb-î menfaat hususuna atf-ı nazar eyleyerek dünyada ve
âhirette hasene talebine müsaraat etti. Çünkü; mefasidi defetmek menâfii
celbetmekten evlâdır.
Vacip Tealâ'dan hasene
ve mağfiret talebine Mûsâ (A.S.) iki sebep beyan etti ki, birincisi; Vacip
Tealâ'nın veli ve nasır olmasıdır. Çünkü; veli ve nasır olamayan kimsenin
iktidarı olmadığından birşey taleb etmekte fayda olmaz, ikincisi; abdın canib~i
ilâhiye rucû'la tâib ve müstağfir olmasıdır. Çünkü; abid Mevlâsma iltica etmez
ve kusurunu itirafla tâib ve müstağfir olmazsa mevlâsından birşey talebine
yüzü olmadığından Mûsâ (A.S.) şu iki şartın mevcut olduğunu beyanla matlûbunu
talebe müsaraat etmiştir ki, icabete karin olsun. Zira rububiyetin izzetini ve
ubudiyetin zilletini ikrar etmek; duanın kabulüne sebeb-i kavidir.
Mûsâ (A.S.) ıh şu
talebine cevap olarak Vacip Tealâ dilediği kuluna azap edip kimsenin itiraza
hakkı olmadığını ve rahmetinin herşeye vâsi' olduğunu beyan ve rahmetini dar-i
âhirette îsâl edeceği kimselerin evsafını beyanla rahmete nail olacaklarını
tayin buyurmuştur. Çünkü cemi* tekâlifin ruhu; ikidir: Birincisi; terkolunması
lâzım olan menhiyattan içtinaptır. Buna ittikayla işaret olunmuştur. İkincisi ;
işlenmesi lâzım olan ibâdât olup mala taalluk eden kısmına zekât-ı i'ta ile ve
bedene taalluk eden kısmına da imanla işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; Vacip
Tealâ bu âyette cemi' tekâlifi icmalen cem'etmiştir. Çünkü cemi' tekâlifi
kabul; emre imtisal ve ne vahiden içtinaptır. Dünyada Vacip Tealâ'nın rahmeti
mümin ve kâfir, muti' ve fâsık ziruh ve gayrı ziruh cümlesine şamildir. Zira;
herşeyin vücudu ademinden evlâ olduğu cihetle mevcudatın kâffesi vücud
nimetiyle mutena'-imler ve zîruh olanların kâffesi envâ'-ı lezâizle
mütelezzizlerdir, zira; her zîruhun kendine mahsus lezzet aldığı birşey vardır.
Amma âhirette rahmet-i ilâhiye yalnız müminlere mahsustur, kâfirlere rahmet
yoktur. Dar-ı âhiret; amele göre cezanın mahallidir. Binaenaleyh; kâfirlerde
iman olmadığından rahmet-i ilâhiye-den mahrumlardır.[113]
Vacip Tealâ dünyada
haseneye ehil olanların sıfatları ittikaa ve fukaraya i'tâ-yı zekât ve iman
etmek olduğunu beyandan sonra.cümle-i sıfatlarından birisi de nebiyy-i ümmî
olan Muhammed (A.S.) a ittibâ' etmek olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kendilerine hasene
yazılan şol kimseler ki; onlar, Kuran kendine vahyolunan resule ve mucize
sahibi olan nebiyy-i ümmi-ye ittibâ' eden kimselerdir - ki, o nebiy-yi ümmînin
sıfatını Tevrat'ta bulurlar ve Tevrat'tan sonra nazil olan İncil'de dahi bulurlar.]
[O nebiy-yi muazzam
onlara imanla ve amel-i salihle emreder ve şirk ve sair günahlardan nehyeder.]
[Ve onlara güzel
nimetleri helâl kılar.
[Ve o resul-ü mükerrem
onlara hınzır eti ve Ölmüş hayvan İaşesi gibi habis olan şeyleri haram kılar.]
[Ve o resu!-ü müfahham
onlar üzerine ağır olan teklifleri ve meşakkatli olan ahkâmı onlardan
kaldırır.]
Yani; dünyada ve
ahirette haseneye müstehak olan şol kimseler ki, onlar nebiy-yi ümmî olan
Resul-ü Muazzam'a tâbi olurlar. O nebiyy-i ümmînin bi'setini, sıfatını, dinini
ve ismini kendi yanlarında mevcut olan Tevrat ve İncil'de bulurlar. O nebinin
şanı; ittibâ' edenlere aklın ve şer'in tahsin ettiği ma'rufâtla emir ve kabih
olan münkirâttan nehyetmektir. O nebiyy-i ümmî onlara tayyibâtı helâl ve
habâisi onlar üzerine haram ve onlardan ağırlıklarım ve boyunlarından bukağı
menzilinde olan tekâlifi kaldırır. Çünkü dünyada ve âhirette haseneye lâyık ve
müstehak olan kimselerin şanları; Allah'la kendileri beyninde vasıta olan ve Allah'ın
ahkâmını kullarına haber veren ve bir kimseden okuyup yazmamış ümmî olan resule
ittibâ' etmektir. Zira; o nebiyy-i ümmînin evsafını kendi iman ettikleri ve
yanlarında bulunan Tevrat ve İncil'de bulurlar Ve o nebinin şanı; ittibâ'
edenlere emribil-maruf ve nehyianilmünker ettiği gibi onlara tayyibâtı helâl ve
habîsi haram kılmak ve meşakkat veren tekâlifi üzerlerinden kaldırmaktır.
Binaenaleyh; bu evsafı haiz olan zat-ı şerife ittibâ' etmek vaciptir.
Fahr-i Râzi ve Hâzin'in
beyanları veçhile Resulullah'a tebaiyet edenler le murad; Beni İsrail'in
Tevrat'ta Re-sulullah'ın evsafını ve Nasârâ'nın İncil'de Resulullah'ın
şemailini görüp Resulullah'ın risaletini ve nübüvvetini tasdik edenlerdir.
Çünkü; Resulullah ba'solunmazdan evvel şeriatına ittibâ' mümkün değildir.
Binaenaleyh; gerek Nasârâ'dan gerek Yehûd'dan Resulullah'ın evsafım İncil'in ve
Tevrat'ın tarifi veçhüzere bilip ve iman edenlerdir ki, bu da resulullah'ın
bi'setinden sonra mümkündür. Yahut zaman-ı saadette Yehûd ve Nasârâ'nın
şeriat-ı Ah-mediyeye iman edenlerdir. Zira; onlar imanları sebebiyle dünyada ve
âhirette haseneye müstehak olan ehl-i imandandırlar. Çünkü; Resulullah'a iman
edenler hangi milletten olursa olsun müsavidir, beyinlerinde fark yoktur.
Yahut âyette tâbi
oIanIarla murad; cemi' ümmete şâmildir. Zira; Resulullah'ın evsafı İncil'de ve
Tevrat'ta mezkûr olduğunu beyan etmek lâfz-ı âyetin cemi' ümmete şümulüne mani
değildir.
Bu âyette resuIle
murad; bizim peygamberimiz Muham-med (A.S.) dır. Zira; Allah'la kullan beyninde
vasıta olarak risaletini ve ahkâmını ümmetine tebliğ ettiği cihetle resul ve
Allahü Tealâ'nın evsafım ve ahkâmını haber verdiği cihetle nebi unvanını ihraz
buyurmuştur ve her ikisi de mertebelerin a'lâsı ve eşrefidir.
Resulullah okuyup
yazmadığı için ümmi denilmiştir. Ve ümmî olması Resulullah hakkında, şeref-i
nübüvvetine delâlet eder a'zam-ı mu'cizâtındandır. Çünkü; Resulullah okumak ve
yazmak-sızın evvelin ve âhirinin ulûmunu cami' Kur'an'ı getirmek ve
ak-şam-sabah ziyâde ve noksan olmaksızın, tağyir ve tebdil vuku bulmaksızın
ümmeti üzerine kıraet etmek ve birçok mugayyebâttan haber vermek ve haber
verilen şey aynıyla vâki olmak elbette nübüvvetini tasdik ve taraf-ı ilahiden
meb'us resul olduğunu te-yid ettiği için Resulullah'ın ümmî olması
mucizelerinin büyüğüdür. Zira; ümmî olmasaydı Kur'an'ı başka kitaptan istinsah
etti diyerek kavmi tarafından itham olunurdu. Fakat ümmî olduğu cihetle bu
ithama meydan kalmamış ve itham etseler dahi hükmü olamamıştır.
Resulullah'm
evsafının, isminin, beldesinin ve şemail-i nebe-viyyesinin Tevrat'ta ve
İncil'de mezkûr olması; Resulullah'm nübüvvetinin sıhhatma a'zam-ı
delâildendir.
Resulullah'm mezâyâ-yı
âliyesinden birisi de emribilmaruf etmektir. Maruf; aklen ve şer'an müstahsen
olan şeydir. Allahü Tealâ'ya iman ve ta'zîm, mahlûkaata şefkat ve inayet,
sıla-i rahim ve ebeveyne hürmet, hukuk-u ibada riayet ve mahlûkatm kâffesine
nazar-ı ibretle .bakmak ve herşeyde olan .hikem-i hafiye ve esrar-ı acibeyi
düşünmek ma'rufâtta dahil olup Resulullah bunların da cümlesiyle emir
buyurmuştur.
Resulullah'm evsaf-ı
celüesinden birisi de nehyianilmünker etmektir. Münkerle1 murad; şer'-i şerifte
meşruiyeti inalûm olmayan ve itikaadât-ı fâsiae ve ahlâk-ı kaside gibi fena
şeylerdir.
Resulullah'ın
mezâyâ-yı âliyesinden birisi de devenin eti ve içyağı gibi kendilerine haram
kıldıkları şeylerden ibaret olan tay-yibâtı helâl kıldığı gibi meyte ve hınzır
eti ve kan ve tab'-ı selimin kazurat addettiği ve kerih gördüğü şeylerden
ibaret olan ha-baisi haram kılmasıdır. Zira; insana muzu1 olan şeyin cümlesi
haramdır. Ancak bizim bildiğimiz bir menfaata mebni helâl olmasına delil olan
şeyler helâldir. Çünkü helâl olmasına delil olan şey bizim için helâldir ve
nâfidir. ,.
Resulullah'ın
mekârim-i celilesinden birisi de Nasârâ ve Ye-hûd şeriatlarından meşakkat veren
ve ağır olan şeyleri ki, tevbe-nin katl-i nefisle olması,' hata eden azanın
kesilmesi, elbisenin tahareti, necaset
bulaşan yerinin kesilmesiyle olması, katilde elbette kısasın muayyen olup
diyetin caiz olmaması, Cumartesi günü asla amel caiz olmaması, namazlarının
kilisenin gayrı mahalde caiz olmaması ve etin
içinden damarlarını arayıp
çıkarmak mecburiyetinde olmaları ve emvâl-i ganimeti yakmak ve günahları
kapılarının üzerine yazılması gibi tekâlif-i şâkkayı kaldırmaktır. Tekâlif-i şâkka insanı harekeden menettiği için siklete ve ef'âlden menettiği
için bukağıya teşbih olunduğundan tekâlif-i şâkkaya ağırlık manasına olan ısr
ve bukağı manasına olan denilmiştir. Bizim peygamberimizin şeriatında bu misilli
tekâlif-i şâkka ref olunduğundan Resulullah
— Ben bâtıldan hakka
meyletmiş doğru, kolay ve vâsi bir dinle ba's olundum) buyurmuştur.
Binaenaleyh; şeriatı Mu-hammediye edyan-ı saireye nispetle en kolay bir dindir.
[114]
Vacip Tealâ
Resulullah'ta olan evsaf-ı âliyeyi beyandan sonra iman edenlerin felaha dahil
olacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, şu
beyan olunan evsaf-ı âliyeyi cami olan peygamber-i zişanm hîn-i huzurunda iman
ve kemâl-i ta'zîmle la'zîm, dinine ve kendine nusret ettiler ve o peygamberle
beraber inzal olunan Kur'an-1 Kerim'e ittibâ' ve ahkâmıyla amel eylediler.
İşte onlar dünya ve âhirette fevz ü felah ve necat buluculardır.]
Yani; insanların şu
nebinin bi'setinden sonra felah bulmaları o nebiye iman, ta'zîm ve nusret
etmelerine, nur-u mübîn olan Kur'an'a tâbi olmalarına münhasırdır. Bunun
haricinde felâhyab olmak mümkün değildir.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile Kur'an'ın i'cazı sebebiyle taraf-ı ilâhiden olduğu zahir bulunduğu
cihetle nura benzediğinden ve ziyanın eşyayı gösterdiği gibi Kuran da hakaayıkı
izhar edip keşfettiğinden Kur'an'a nur denmiştir. Yahut «Resulullahla beraber
olan nura ittibâ' edin» demektir. Buna nazaran nur; kitaba şamil olduğu gibi
sünnet-i nebeviyeye dahi şamildir. Şu halde âyette kitaba ve sünnete ittibâ'm
vücubuna delâlet vardır. Yahut Kur'an; kalb-i mü'mini nurlandırıp zulümât-ı şek
ve cehaletten zıya-yı yakîne ve ilm ü irfana ihraç ettiği cihetle nur denilmiştir.[115]
Vacip Tealâ rahmet-i
ilâhiyesinin mü'minlere vasıl olacağını ve o rahmetin husulü, resulüne ittibâ'a
mevkuf olduğunu beyan ettiği gibi resulünün cemi-i nasa meb'us ve cümleye
ittibâ' vacip olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Sen nasa «Ey
nasî Ben sizin ceminize Allah'ın resulüyüm» demekle risaletini tebliğ et.]
[Ben şol Allahü
Tealâ'nın resulüyüm ki semâvât
ve arzın mülkü onundur.]
[Zira; o Allahü
Tealâ'dan başka mabudun bilhak yoktur. Ancak mabudun bilhak odur. Çünkü
kullarını ihya eder ve ruhlarını verir, diriltir ve ruhlarını alır, öldürür.]
[Semâvât ve arzın
mülkü kendinin olup ma'budun bilhak olunca o Allahü Teaîâ'ya ve onun resulüne
ki, o resul, nebiy-yi ümmîdir, ona iman edin. Zira; iman etmeniz vaciptir.]
[Ve o şol zat-ı
ekremdir ki o resul, Allah'a ve Allah'ın keli-mâtından ibaret olan kitaplarına
iman eder.]
[İhtida etmeniz için o
resule ittibâ' edin.] Zira; dünyanıza ve âhiretihize müteallik saadetinize
irşad ve doğru yolu size gösterdiği için ittibâ'la ihtidanız me'lûl olduğundan
ittibâınız vaciptir.
Yani; ey kâffe-i
mükellefine meb'us olan Resul-ü Ekrem! Sen nasa hitaben de ki: «Yâ eyyühennas!
Ben sizin ceminize, yerin ve göklerin mülkü kendine mahsus olup cümle
mahlûkaatın mâliki ve mutasarrıfı olan Allah'ın resulüyüm. Sizi irşad için
geldim. Tarafından meb'us olduğum Allah'ın gayrı bir ma'bud yoktur, ancak
ma'budun bilhak odur. Binaenaleyh; herkes ibadetini ona hasret-mr \dir. Zira;
dilediğini diriltir, dilediğini öldürür. Şu halde yer ve gökler Allah'ın mülkü
ve ibadete müstehak ancak zat-ı ülûhi-yeti olup ihya ve imataya kâadir olunca
Allah'a ve resulüne iman edin ki o resulü taraf-ı ilâhiden sizi irşad için
meb'us resuldür, ahval-i dünya ve âhireti size haber verir ve kimseden okuyup
yazmamış nebiyy-i ümmîdir ki o nebiyy-i ümmî Allahü TealâVa ve Allah'ın
enbiyaya inzal ettiği bütün kelimâtma iman eder. Nebinin hâl ü şanı Allah'a ve
kelimâtma iman etmek olunca siz o nebiye ittiba' edin. Zira ittibâ' etmek;
üzerinize vaciptir. Eğer ittiba' ederseniz bilumum maksudunuza vasıl olmanız
me'mûldür ve o nebiyy-i ümmîye ittibâ' edin. Çünkü ihtidanız için ittibâ'mız vaciptir,
ihtidanız ittibâ'mıza mevkuftur».
Kaazî ve Tefsir-i
Hâzin'de beyan olunduğu veçhile hitap; Re-sulullah'a olduğu cihetle bu âyet
Resulullâh'ın cemi' halâyıka meb'us olduğuna delildir. Zira; nas lâfzı umum
halâyıka şamil olduğu gibi Resulullah da risaletini tebliğde «Ceminize m^b'usum»
buyurmuştur.
Allahü Tealâ'nın yerin
ve göklerin mâliki, vahid-i hakîkî, ihya ve imateye kaadir olduğunu beyan;
cemi-i naşa resul göndermeye kaadir olduğunu beyan etmektir. Resulullah cemi-i
nasa meb'us olduğunu beyandan sonra Allah'a ve resulüne imanın vacip olduğunu
beyan buyurmuştur.
İhtida ve mutalebeye
vuslatı, Cenab-ı Hak imana ve ittibâ'a talik buyurmuştur. Çünkü; iman olsa da
ahkâmına ittibâ' olmasa veyahut ahkâma ittibâ' olsa da iman olmasa dalâlden
kurtulamaz. Binaenaleyh ihtida etmek; iman etmeye ve ahkâma ittibâ'a muhtaçtır.
Şu halde resule iman ve ahkâma ittibâ' etmeyen kimsede ihtida olamaz.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile Resulullâh'ın cemi-i nasa ta-raf-ı ilâhiden meb'us' Resul olduğu
dâvasının .muhtaç olduğu usul-ü selâsenin kâffesi bu âyette beyan olunmuştur.
Birincisi; âlemde
hükmü nafyz bir Sâni'-i Kaadir ve Hâlik-ı Kayyum'un vücudunu ispat etmektir.
Zira; hükmü nafiz Sâniin vücudu olmasa resul kimin tarafından gelebilir ve
«Resul geldim» dese kim dinler? Çünkü; resulü gönderecek yok demektir.
Binaenaleyh; risalet dâvası kaadir ve fail-'i muhtar bir Sâniin vücudunu ispata
muhtaç olduğundan Cenab-ı Hak bu âyette zat-ı ülûhiyetinin yer ve göklere mâlik
olduğunu beyanla vücudunu.ve kudretini ispat etmiştir.
İkincisi; resulü gönderen
Fail-i Muhtar'ın Vahid-i Hakîkî olması, lâzımdır. Çünkü; ilâh iki farzolunsa,
birisinin gönderdiği resulün risaletini tebliğ ettiği insanlar, ilâhlardan
hangisinin mahlûku olduğunu bilmez ki, o nebiyye ittibâ' ve nebinin^ emrine
imtisal etsin. Şu halde umur-ü bi'set mümkün olamaz, Allah'ın bir olmasıyla
olur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ, resulü 'gönderen halikın Vahid-i Hakîkî
olduğunu beyan etmek üzere buyurmuştur ki, «Ma'budun bilhak ancak birdir,
ondan başka ma'bud yok» demektir.
Üçüncüsü; resulü gönderen
mabudun, haşr ü neşre, ihya ve inıataya kaadir olmasıdır. Çünkü; resulü irsal
eden ilâh haşr ü neşre kaadir olmasa taatle emri. nafiz olmaz. Zira;
haşrol-mayınca ibadetle iştigalde ve.ma'siyetten içtinapta bir fayda olmaz. Şu
halde enbiyanın bi'setinden ve tebliğlerinden fayda olmadığından bi'set abes
olduğu gibi insanların resule ittibâ'ı dahi abes olur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ
haşr ü neşre kaadir olduğunu
ve haşr ü neşrin vâki
olacağını beyan için buyurmuştur. Şu usul-ü selâseyi ispat'etmek üzere risalet
dâvası sahih olunca resulüne iman ve ittibâ' etmek vacip olduğunu beyan buyurmuştur.
[116]
Vacip Tealâ resulüne
mutâbaatın vücubunu beyandan sonra Beni İsrail'den bir taifenin ittibâ'
ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kavm-i Musa'dan bir cemaat,
hakka vasıl olur ve ancak hakla hükmederler, haktan ayrılmazlar.] Binaenaleyh;
âhir zaman nebisine iman ve Kur'an'ın ahkâmına ittibâ' ederler.
Bu âyette kavm-i Mûsâ
(A.S.) dan ümmetle murad; Zaman-ı saadette Yahudilerden Resulullaha iman eden
(Abdullah b. Selâm) ve onun ashabıdır. Bunların her ne kadar adetleri azsa da
imanları ihlâs üzere olduğu cihetle ümmet unvanını ihraza şayan olduklarından
Cenab-ı Hak ümmet lafzıyla zikir buyurmuştur. Yahut ümmetle murad; Kavm-i
Müsâdan din-i Mûsâ üzerine tahrif ve tağyirden salim olarak bakî kalıp zamanri
saadete kadar dinlerini muhafaza eden bir kavimdir. Onlar naşı hidayete davet
ve hakla hükümde adalet edip kimseye zulmetmeyerek zulümden tehâşî ettiklerinden Cenab-ı Hak
medih buyurmuştur. [117]
Vacip Tealâ Hz.
Musa'nın kavminden bir cemaatın ihtida ettiklerini beyan ettiği gibi o kavmin
ahval-i umumiyesini dahi tafsil etmek üzere buyuruyor.
[Biz Azimüşşan kavm-i
Musa'yı on iki kabile kıldık ve her kabile birer cemaat-ı kesir edir ve
onlardan herbiri aharından te-meyyüz eder bir kıt'a ve taife oldu.]
[Mûsâ (A.S.) m kavmi
(Arz-ı Tih)'d'e su istedikleri zamanda biz Musa'ya vahyettik ve dedik kî «Yâ
Mûsâ! Asam taşa vur».]
[Emrimiz üzerine Mûsâ (A.S.)
asasını taşa vurunca taştan on iki pınar kaynadı ve aktı; her kabileye
bir pınar hasıl oldu.]
[Nâsın herbiri su
içecek mahallini bildi, bir cemaat diğer cemaatın suyuna müdahale etmez ye
herkes kendi cemaatı için tayin olunan pınardan suyunu alır diğer cemaatın
suyuna tecavüz etmez oldu.] Binaenaleyh; arada niza' da olmazdı.
[Biz Azîmüşşan (Arz-ı
Tih)'de kavm-i Musa'nın üzerlerini bulutla gölgeledik ve onlar üzerine kudret helvası ve
kuş!ar inzal ettik ki, onlar hararetten kurtuldukları gibi açlıklarını da tatlı
ve tuzlu taamla defettiler,]
[Şu beyan olunan
rızıkları onların üzerine inzal edince biz onlara «Verdiğimiz rızkın
güzellerinden yiyin, sizin için helâldir» dedik]
[Biz onlara
zulmetmediğimiz gibi onlar da bize zulmetmediler. Çünkü; her türlü
ihtiyaçlarını te'min ettik ve lâkin onlar kendi nefislerine zulmettiler. Zira;
verdiğimiz rızka kanaat etmeyip başka rızık istemekle tecavüzde bulundular.]
Yani; Beni İsrail'i
biz muhtelif ümmetler olarak on iki kabile kıldık ve "kavm-i Mûsâ, Mûsâ
(A.S.) dan (Afz-ı Tih)'te su istediklerinde biz lûtf u kerem ve cu'd ü
ihsanımızdan Mûsâ (A.S.) a vahyettik, dedik ki <<Yâ Mûsâ! Sen asanı taşa
vur. Zira; sair umurunda teshilât için asanı isti'mâl ettiğin gibi bunda dahi
isti'mâl et. Derhal taştan on iki pınar cereyan etsin, on iki kabileye
ade-dince su çıkpr. Onların beyinlerinde niza' kalmaz». Emr-i ilâhimize
imtisalen Mûsâ (A.S.) asayı taşa vurdu ve taştan oniki pınar cereyan etti. Her
nas ve kabile su alacak mahallerini ve pınarlarını muhakkak bildiler ve
kendilerine tahsis olunan mahalli öğrendiler ki beyinlerinde nizaa ve husumete
mahal kalmadı ve Beni İsrail üz.erini bir bulutla gölgeledik ki hararetin
şiddetinden mutazarrır olmasınlar, istirahat etsinler ve Biz Azîmüşşan onlar
üzerine kudret helvası denilen tatlı şerbeti ve semiz kuşları inzal ettik ki,
şerbeti içsinler hararetleri bürûdete tahavvül etsin v& semiz kuşlarla
tagaddi eylesinler, acıkmasınlar. Bu rızıkları inzal ettikten sonra biz onlara
dedik ki, «Bizim sizin emzicenizin kıvamı ve bünyenizin takviyesi ve
hayatınızın idamesi için vermiş olduğumuz rızıklann güzellerinden mubah'olarak
yiyin;». Bizim böyle demekle müsaademize kanaat etmediklerinden hudud-u
ilâhiye-mizin haricine çıktılar. Zira; evâmir ve nevâhîmize muhalefet ettiler
ve bu muhalefetleriyle bize zulmetmediler. Çünkü; onların ma'siyetinden bize
zarar gelmez, ancak kesbettikleri maâsînin şeâmetiyle kendi nefislerine
zulmettiler. Binaenaleyh; dünyada ve âhirette meâsîlerinin ukubetini görürler.
Zira ma'siyetin zararı; ancak kendilerinedir.
Beni İsrail'in on iki
kabile olması Ya'kub (A.S.) in on iki oğlunun neslinde oldukları içindir.
(Arz-i Tih)'te şiddeti hararetten ciğerleri yandığı zamanda Mûsâ (A.S.) dan su
istediler. Ce-nab-ı Hak mucize olarak asayı taşa vurmasıyla emretti. Asayı taşa
vurunca on iki kabileye on iki pınar çıktı. İkinci merrede harareti def için
bulutla gölgeledi. Üçüncü merrede açlık ve susuzluklarını
defetmek için inzal buyurdu. Her cihetten
suhuletle ihtiyaçlarını defettikten sonra
inzal buyurduğu rızıktan ekletmelerini emretti. Şu beyan olunan şeyler
harikulade ve fey-kattabia olup Hz. Musa'nın mucizeleridir. Bu gibi mucizelerin
en-biya-yı izam yedlerinde zuhuru çok defa vuku bulmuştur. Binaenaleyh;
kudretullahı tasdik eden kimse bunların vukuunda asla şüphe etmez.
Fahr-i Râzi'nin beyanı
veçhile kavm-i Mûsâ iki şeyle emr-i ilâhiye muhalefet ettiler. Birincisi;
Cendb-ı Hak, verdiği rızıktan idhar etmekten onları menettiği halde onlar idhar
ettiler. İkincisi; ekliğin tayin olunan vaktin gayrıda eklettiler. Fakat bu
muhalefetleriyle Vacip Tealâ'ya zulmetmeyip kendi ne-, fişlerine
zulmettiklerini bu âyette Aliahü Tealâ beyan buyurmuştur. Çünkü; mükellefin
irtikâb ettiği ma'siyetin mazarratı kendine aittir. Zira o ma'siyetten nehiy;
mükellefin menfaati içindir. Binaenaleyh; nehyolunan şeyi irtikâpla mükellef
kendi menfaatim fevt ve mazarratını irtikâb etmiş olur. Nefislerine zulümde
temâdî ettiklerine işaret
için muzâri sıyğasıyla varid olmuştur. [118]
Vacip Tealâ Beni
İsrail'in bazı ahvalini, vermiş olduğu nimetlerini ve onlar nimetin kadrini
bılmeyip nefislerine zulmettiklerini beyan ettiği gibi onlara bazı vesâyâ ve
evâmirini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret Habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Beni İsrail'e siz «Şu karyede yani Beyt-i Mukaddes'te sakin olun» denildi.]
[«Ve o karyeden istediğiniz yerde nimetlerinden yiyin».]
[«Ve bizim günahlarımızı bizden tenzil et yâ Rabbi! deyin»,]
[«Ve Beyt-i Mukaddes'in kapısından secde eder olduğunuz halde girin ki, biz sizin günahlarınızı mağfiret edelim. Zira; secde-i şükrü eda etmeniz hatielerinizin mağfiret olunmasına sebeptir».]
[Biz crbab-ı ihsanın sevabını ve amellerine mükâfatı elbette ziyade ederiz.] demekle onlara vesâyâda bulunduk ve kendileri hakkında menfaat olan ahkâmı beyan ettik.
[Onlardan zâlim olanlar kendilerine söylenilen sözü söylenmeyen söze tebdil ettiler.] Ve memur oldukları hıtta bedelinde diyerek söylemesiyle memur oldukları kelimeyi memur olmadıkları kelimeye tebdil ettiklerinden zulüm irtikâb ettiler.
[Binaenaleyh; biz onlar üzerine zulümleri sebebiyle semâdan azap gönderdik ve tâûnla onların çoklarım ihlâk ettik.]
Yani; zikret yâ Ekrem-er Rusül! Şol zamanı ki, o zamanda taraf-ı ilâhiden vahiyle nebileri vasıtasıyla onlara denildi ki, «Beyt-i Mukaddes'te sakin olun ve o karye-i mübareke olan Beyt-i Mukaddesin mebzul rızıklarından mümanaat ve müdafaa olmaksızın istediğiniz yerden ekledin ve bize tazarru ve niyaz edici olduğunuz halde (Yâ Rabbi! Bizim senden suâlimiz ve talebimizi bizden hasbelbeşer sudur eden seyyiâtımızı tenzil ve maâsimizic af fidir» demekle münâcâÇta bulunun ve siz Beyt-i Mukaddes'in kapısından cephelerinizi türab-ı mezellete sürer, tevazu ve tezel-lülünüzü izhar eder olduğunuz halde secdeyle girin, biz de sizin hatiâtınızı mağfiret ve muhsin olanların sevabını ziyade edelim. Yani; cürüm sahiplerini af ve amel sahiplerinin sevaplarını ziyade edelim" demekle vesâyâda bulunduk. Bizim şu vesâyâ ve evâmi-rimiz üzerine nefsine zulmedenler bir söz söylediler ki, kendilerine söylemesiyle emrolunan kelimenin gayrıdır. Zira; onlara emrolunan kelime iken onlar dediler ve emrolundukları kelimeyi lâfzan ve ma'nen tağyir ettiler. Binaenaleyh; biz onlara zulmettikleri ma'siyetleri ve tahrif ve tağyir ettikleri hataları sebebiyle semâdan bir azap îsâl ettik.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'e duhul ve iskânla emrolunan karye; Beyt-i Mukaddes'tir\ O zamanda Beyt-i Mukaddes Âd kavminin bakiyesinden Amalika kabilesinin ceba-biresi elindeydi. Vacip Tealâ'nin iskân ve Beyt-i Mukaddes'e girmeleriyle emri fetholunduktan sonradır. Kapıdan girerken arz-ı halâsa ve arz-ı mukaddese duhule şükrolmak üzere secde etmekle ve geçmiş kusurlarının affını istirham etmek üzere demekle emrolunmuşlardı. Şu emrin hilafını irtikâb ederek onlar kapıdan girerken secdeyi terkedip mak'adları üzerine sürünerek geçtikleri gibi lâfzını lâfzına tebdil etmekle de emr-i ilâhiye muhalefet ve Mûsâ (A.S.) ı istihza ettiklerinden azab-ı ilâhiye müstehak olmuşlardır. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak tâûn inzal buyurdu. Bu tâûh yüzünden bir saatte birçok kişinin vefat ettiği mervidir. Çünkü; emr-i ilâhiye bu kadar açıktan muhalefet etmeleri üzerine elbette gazab-ı ilâhinin zuhur edeceği şüdhesizdir. [119]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in cinayetlerinden bazısını beyandan sonra bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Sen Yahudilere suâl et şol karyede ki, o karye deniz kenarında hazır ve sahil-i bahirdeydi. Onlar ta'zîm etmeleri lâzım olan Cumartesi gününü tecavüz ettikleri zaman niçin tecavüz ettiler ve balık avlamakla la'zîmini neye ihlâl ettiler?] Şu suâle onlar cevap versinler.
[Onlar şol zamanda tecavüz ettiler ki, o zamanda Cumartesi günü onların balıkları suyun yüzünde çokça aşikâr olarak geliyor ve onların tamahlarını arttırıyor.]
[Ve Cumartesi olmadığı günde onlara balıklar gelmiyordu. Binaenaleyh; hiddetleri artıyordu.]
[İşte böylece fıskları sebebiyle biz onları müptelâ kılarız.]
Zira fısk; iptilâya sebeptir.
Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Sen zamanında bulunan Yehûda tevbih ve tekdir tarîkıyla denizin kenarında mevcut ve hazır olan karyelerden suâl et şöl zamanda ki, o zamanda onlar ta'zîm etmek ve av avlamamakla emrolundukları Cumartesi günlerinde balıklar birbiri arkasında suyun yüzünde zahir olarak geldiğinde onlar emr-i ilâhiye muhalefet ederek tecavüz etmişlerdi,ve ta'zimi ihlâl edip menhî olan avı avladılar ve Cumartesi olmayan günlerinde balıklar onlara gelmezdi. Onların emr-i ilâhiyi ihlâl etmekle tâât-tan çıkıp fışkı itiyad etmeleri sebebiyle biz onlara imtihan muamelesi yaptık ki onlar mütenebbih olsunlar ve emrimize imtisal etsinler.
Fahr-i Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile bu âyette suâ ile murad; tevbih ve tekdir ve Yehûd kavminin küfretmek eskiden âdetleri olduğunu beyanla zaman-ı saadette bulunan Yehûdleri tahkir ve terzil etmektir. Yoksa sual istilâm için değildir. Çünkü; Resulullah o karyenin halini vahiyle bilmişti. Bu suâl Resulullah'a mucizedir. Zira; Resulullah ümmî olduğu ve evvel geçenlerin kitaplarından birşey kıraat etmediği halde şu kadar bin sene evvel geçmiş vak'ayı aynıyla nakl-i beyan etmesi vahy-i ilâhiyle olduğuna büyük bir delildir. Âyette demektir. Yani; «Balıklar onlara suyun yüzünde zahir oldukları halde geldiğinde onlar tecavüz ederler, Cumartesi gününe yapılacak ta'zîmi ihlâl eder ve emr-i ilâhiye karşı gelirlerdi» demek olur, karyeyle murad; (Tûr-u Sina) ile (Medyen) arasında denizin kenarında bir karye, yahut (Eyle), veya (Taberiye/dir. Onlar Cumartesi'ye riayet edip balık avlamamakla emrolundukları halde Şeytan'ın onlara «Siz balığın avından nehyolunmadınız, eklinden nehyolundunuz» diyerek vesvese ilkaa etmesiyle Cumarte-si'nin ta'zîmini ihlâl ve balık avlamakla nehy-i ilâhiye muhalefet ettiler.
Cumartesi'de balık gaayet çok gelip Ctımartesi'nin gayrıda gelmemekle Cenab-ı Hak imtihan buyurduğunu beyan buyurmuştur ki, bu hâl onlar için bir iptilâydi. Binaenaleyh; emr-i ilâhiye imtisâlle bu iptilâdan kurtulmak lâzımken aksini irtikâpla gazab-ı ilâhiye mazhar olmuşlardır. [120]
Vacip Tealâ yevm-i sebte riayet etmeyen karye, ahalisinin bir kısmı isyan etmeyip isyan edenlere vaazettiklerini ve vaazı kabul etmeyenlerin helak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret habibim! Şol- zamanı ki o zamanda karyenin suleha-smdan bir cemaat vaaz edenlere dediler ki, «Niçin vaazedersiniz bir kavme ki, o kavmi Allahü Tealâ ihlâk veyahut şiddetli azapla azab edecek?»] Zira; vaazınızın te'siri yoktur. Binaenaleyh; emeğiniz boşadır. '
[Vaaz edenler cevapta dediler ki «Bizim vaazımız sizin Rab-binize bizim tarafımızdan özür olsun içindir. Ve üzerimize vacip olan emribilma'ruf bilküllîye terkolunmuş olmasın ve me'mûl ki vaazımız onlara te'sir eder de onlar da Allah'tan korkarlar ve biz de Cenab-ı Hakka karşı vazifemizi eda etmiş oluruz».]
[Vakta ki, karye ahalisinden ma'siyeti irtikâb edenler vaaz olundukları ahkâmı terkle ma'siyeti irtikâpta devam. ettilerse vaazla ma'siyetten nehyedenleri biz azaptan kurtardık ve fıskları sebebiyle zulmedenleri şiddetli azapla muâhaze ettik.]
[Vakta ki, âsîler isyanı terkten imtina' ettiler ve nehyolundukları ma'siyete musir oldularsa Biz Azîmüşşan onlara «Siz zelil ve hakir olduğunuz halde hayvanat içinden maymun olun ve suretiniz maymun sureti olsun» dedik.]
Yani; zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda karye ahalisinden bir taife kendileri vaaz edenlere dediler ki «Niçin vaaze-dersiniz bir kavme ki o kavmi Allahü Tealâ ihlâk veyahut azab-ı şedidle azab edecek? Şu iki halden birine elbette müstehak olanlara vaazın te'siri olmaz. Binaenaleyh; vaazınızda fayda yoktur» demekle vaaz edenlere itab edince vaaz edenler «Sizin Rabbinize bizim tarafımızdan özür olmasın için vaaz ederiz ve vaazımızın te'sirinden me'yus değiliz. Me'mûl ki, bizim vaazımız te'sir eder de muharremâttan içtinab ederler» demekle cevap verdiler. Vakta ki âsîler vaaz olundukları nesâyihi unuttular. Asla iltifat etmeyip ve vaizlerin vaazım kabul etmedilerse biz kötülükten nehyeden vaizlere necat verdik ve naşihattan i'raz edip kabul etmeyenleri fısk ettikleri için, şiddetli azapla muâhaze ettik. Vakta ki, nehyo-lunduklarl şeyden tekebbür ve tecebbür ettiler ve irtikâp etmekten asla çekinmedilerse biz onlara hitaben, «Siz hakir ve zelil olarak maymun olun» dedik. Onların suratları kudret-i ilâhiye ve emr-i sübhâniyemizle maymun suratına tahavvül %tti. Zira; emrimizin hilâfına hareket edenlerin akıbetleri helak ve azaptır.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile karye ahalisi üç fırka olup birinci fırka menhiyatı irtikâb eder. Cumartesi günü balık avlarlar, yerler ve satarlar, hatta sahilin kenarına havuzlar yaparak Cumartesi günü balıklar içine dolar sonra ağzını kaparlar, Pazar günü o balıkları toplarlardı. Bu minval üzere, nehyolundukları menhiyata ısrar ederler ve l?u suretle hilelerini setretmek isterlerdi, ikinci fırka bunların bu haline sükût eder fakat menhiyatı da irtikâb etmezlerdi. Üçüncü fırka; menhiyatı İrtikâb etmedikleri gibi irtikâb edenlere vaaz u nasihatta devam ve menhiyattan menetmeye çalışırlardı. Vaazetmeyen fırka «Bunlara, helak olacak veyahut azap görecek bir kavme niçin vaazeder ve abesle iştigal edersiniz? Emeğinize yazıktır» derlerdi. Nasihat edenler de «Cenab-ı Hak indinde ma'-zur olmak için emribilmaruf ve nehyianilmünker ederiz» demekle cevap verirlerdi. Üçüncü fırka vazife-i şer'iyelerini edada kusur etmemişlerdi.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile vaazedenler bunların maâsîleri bir azap getireceğini idrak ettiklerinden âsîlerle kendi mahalleleri arasına bir duvar çekerek mahallelerini ayırıp bir kapıdan işlediler ve onlara karışmadılar. Birgün âsîlerden dışarı çıkan olmadığını görünce giderler bakarlar ki, hep maymun olmuşlar. Bunlar maymunlardan, akrabalarını tanımazlar, lâkin maymunlar akrabalarını tanırlar ve yanlarına gelerek elbiselerini koklarlar ve ağlarlar. Vaizler de «Biz size menhiyattan vazgeçin demedik mi?» dedikleri zaman onlar da yalnız başlarıyla tasdik ederler. Şu hal üç gün devam ettikten sonra bu suretle maymun olan âsîlerin helak oldukları mervidir.
Âyet-i celile suretleri- mesholmazdan evvel şiddetli bir azapla azab olunduklarına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ fıskları sebebiyle azab-ı beîsle muahaîe ve ondan sonra daha ziyade tuğyan edip suratlarının maymun suratına tahavvül ettiğini beyan buyurmuştur. Azab-l beîsi tayine dair âyette' sarahat yoksa da Fahr-i Râzi'nin beyanına nazaran fakr u fâkayla müptelâ kılınmışlardır. Onlar av avlamak menhî olan Cumartesinde balık avlayıp satmak ve intifa' etmek hülyasıyla haramdan servet kesbetmek için sa'y ederlerse de bereket Allah'ındır. Allahü Tealâ onları tââttan huruç ettikleri için fakr u faka ve şiddet-i ihtiyaçla müptelâ kıldı, fakat mütenebbih olmadıkları gibi belki daha ziyade tuğyan ettiler. Taaddî ve tecavüzleri ve emr-i ilâhiye muhalefetleri onları insan kıyafetinden çıkarmıştır. Bu vak'amn Dâvûd (A.S.) zamanında olup Dâvûd (A.S.) in .onlara lânetettiği mervidir. Beyzâvî'nin İmam-ı Mücahid'den naklen bir rivayetine göre bu fırkanın meshi kalplerinde olmuştur, bedenlerinde değildir. Yani maymun suretine tebeddül eden kalpleridir, suretleri değildir. Fakat,âyetin zahiri bedenlerinin tebeddül ettiğine delâlet eder.
Fırka-i âsiye helak oldu, fırka-i vaize necat buldu. Firka-i sâkitenin halinden bahis yoksa da Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile fırka-i sâkite de fırka-i vaize ve naciyede dahil olmuşlardır. Zira; fırka-i sâkite her ne kadar sükût etmişlerse de fırka-i âsiyenin helak olacaklarını ve azap göreceklerini ve vaaz etmekte fayda olmadığını çünkü vaazı kabul etmediklerinden intifa' edemeyeceklerini beyan etmeleri âsilerin hallerine kalpleriyle buğzettiklerin-den onların da fırka-i naciyede dahil olduklarını müş'irdir. Kezâ-lik emribilmaruf ve nehyianilmünker farz-ı kifaye kabilinden olduğu cihetle bazılarının bu farzı eda etmeleriyle diğerlerinden sakıt olduğundan emribilmaruf eden bulundukça onların sükûtu helaklerine bâdî olmaz. Zira helake bâdî olan sükût; umumun sükûtudur. Bazılarının nasihatıyla diğerlerinden farz sakıt olduğu cihetle onlar da fırka-i nâciye meyamna dahil olmuşlardır. [121]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in ahvalinden bazılarını beyandan sonra isyanları sebebiyle • ilâyevmilkıyam müptelâ oldukları mezelleti "beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret yâ Ekrem-er Rusül! Şol zamanı ki, o zamanda Rabbin Tealâ ilân etti ve Ychûd taifesine bildirdi ki, onlar üzerine yevm-i kıyamete 4tadar kötü azabı reva görecek ve azabı tattıracak kimseyi elbette gönderecek ve ilâyevmilkıyam onlara ihanet edecek kimseyi mütevelli kılacağını beyan etmekle Yehûd taifesini istikamete davet etti. Zira; Rabbin Tealâ'nın âsîlere azabı sendir ve tevbe edenleri mağfiret buyurucu ve tevbelerini kabulle merhamet edicidir.]
Yani; zikredin şol zamanı ki, o zamanda Beni İsrail üzerine zili ü hakaareti ve envâ'-ı azabı lâyık görecek kimseleri gönderip ilâyevmilkıyam onlara azap etmeyi Rabbin Tealâ azmetti ve nefsi üzerine yazdı ve ilân etti. Zira; Rabbin Tealâ'nın âsîler üzerine azabı sür'atlı ve tâib ü -müstağfir olanları mağfiret edici ve dergâhına rücû' edenlere merhamet buyurucudur.
Vacip Tealâ'nın bir şeyin vukuunu ilânı kâsem manâsını, müş'ir olduğundan kaseme cevap olan ile irad olunmuştur. Ayette beyan olunan fırka yla murad; Yehûddur. Suuazab ile murad; cizye ve zili ü hakarettir. Bu azabın Yehûd milletinde ilâyevmilkıyam devam edeceğini âyet nâtıktır. Ve el-yevm Yehûdun zili ü hakareti Revanı etmektedir.'
Ayetin mazmunundan müstefad olan ve zili ü hakaretten ibaret bulunan su-u azab Yehûda Süleyman (A.S.) dan sonra başlamıştır. Çünkü; Süleyman (A.S.) zamanında Beni İsrail'in nimeti ezher cihet kemâline vasıl olmuştu. Süleyman (A.S.) in vefatıyla Beni İsrail nimetin şükrünü edâ edip kadrini bilemediklerinden hükümeti zayi ettiler. Allahü Tealâ onlara (Buht-u Nasır) gibi bir Mecusiyi gönderdi. Memleketlerini tahrip, gençlerini katil, nis-vanlannı ve sıbyanlarmı esir ve bakî kalanlara cizye vaz'etti. Bundan sonra felâketleri temâdî ederek Rum melikleri musallat oldu. Rum ve Mecuse cizye ve haraç vermeleri bizim peygamberimizin bi'setine kadar devam etti. Bizim nebimize iman etmediklerinden mülûk-ü İslâmiyeyi Allahü Tealâ musallat kıldı ve herbiri bir milletin ayağı altında kaldı. Binaenaleyh; milel-i sairenin irtikâb etmediği süfliyeti onlar irtikâb ederler. Bu hâlin ilâyevmilkıyam devam edeceğini Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.
İnsanların yekdiğerine reva göreceği azap ancak dünyada olacağından Cenab-ı Hak bu azabın yevm-i kıyamete kadar imtidad edeceğini beyan buyurmuştur. Şu halde azapla murad; ihanet, hakaaret, cizye, haraç ve zillettir. Ahirette ise azaplarının daha şedid olacağında şüphe yoktur.
İmanla din-i Islama dahil olanlar Yehûdiyetten çıktıkları için onlar bu hükümden müstesnadırlar.^ Zira âyetin hükmü; Yehûdi-yette devam edenlere mahsustur.
Bu âyet; Resulullah'a mucize kabilindendir. Zira; zaman-ı saadette bu âyetle haber verilen hâl elyevm müşahede ettiğimiz veçhile carî olup asla hilaf olmaması sıdk-ı nübüvvete delâlet yönünden kâfidir. Çünkü; gaipten haber aynıyla vâki olmuştur. [122]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in ilâyev'milkıyam mezellete müptelâ olacaklarını beyandan sonra mezelletin sebeplerinden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor
[Biz Azîmüşşan Beni İsrail'i yeryüzünde cemaat cemaat dağıttık. Fırka fırka herbiri bir tarafa gitti. Alemin her tarafında elbette Yehûddan bir taife bulunur.] Rub'-u meskûnun her tarafında bulunduklarına işaret için arz üzerine dağıldıklarını beyan buyurmuştur. [Yehûdda salih olanlar mevcuttur ki, onlar iman etmiş ve İslama dahil olmuşlardır; ve salâha dahil olanların gayri Yehûdi-yette devam edenler de vardır ki, onlar da Yehûdiyette devam ve küfrüzere inad edenlerdir. Onların küfürden rücû' etmeleri için onları ucuzluk, bolluk, afiyet ve sair nimetlerden ibaret olan hasenatla ve kıtlık, darlık ve hastalık gibi seyyiâtla müptelâ kıldık ki, herbirinden bir ibret alarak mütenebbih olsunlar.]
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Yehûdun, âlemin her tarafına perişan bir halde dağılmalarının hikmeti; şevket ve devlete nail olmamalarıdır. Çünkü; müçtemian bir yerde bulunsalar teâvün ve tezahürle kuvvete mâlik olur, izzete meylederler. Amma müteferrik surette olunca gözleri bir araya gelemediği gibi yekdiğerine muavenete dahi muktedir olamadıklarından sefaletleri devam eder.
Hasenat ve seyyiâttan herbiri insanı taâta terğib ettiğinden Cenab-ı Hak her ikisiyle Beni İsrail'i müptelâ kıldığını beyan buyurmuştur. Çünkü hasenat; nimetle tefsir olunduğuna nazaran nimetin şükrünü edâ ile ibadete rağbet eder. Seyyiât da nikmetten ibaret olunca akıbetinden havfla taât-ı ilâhiyeye teveccühüne sebep olmak gaaliptir. Velhasıl hasenatla iptliâ ; îaâta terğib ve seyyiâtla iptiIâ ; . ma'siyetten tenfir içindir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak her milleti, belki her şahsı her iki cihetle imtihan eder. Şu halde insan için nimete şükür ve belâya sabretmekle ubudiyetini izhar etmek vazife-i diniyedendir. [123]
Vacip Teala Beni İsrail'in sonra gelenlerinin su-u hâllerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yohûdun uslâiı münkariz olduktan sonra Jiötü ve ^crre meyyal nesilleri Âba' ve ecdadından onlara intikaal etmiş olan Tevrat'a varis oldular. Onlar Tevrat'ı kıraat ederler ve ahkâmına vâkıf olurlar. Maahaza şu gaayet yakın ve az bir zamandan ibaret olan dünyanın metâ'ını, ahkâm-ı Tevrat'ı tahrif ve tağyir bedelinde alırlar, irtikâp ve irtişadan çekinmezler ve tcsliyc olmak üzere "Bizim Rabbimiz tarafından biz mağfiret olunuruz, bu kadar bir şeyle Allahü Tealâ bizi muahaze etmez affeder» derler. Halbuki evvel aldıkları gibi suret-i gayrı meşruada aldıklarının bir misli daha metâ'-ı dünya onlara gelse tekrar alırlar, hiç perva etmezler.]
Yani; bir taraftan mağfiret taleb ederler, diğer taraftan ma'-siyete musir olurlar. Evvelki mahiyetlerinin mislini işlemekten çekinmezler. Binaenaleyh; her zaman zilletten kurtulmazlar. Çünkü; teybeyle ma'siyetlerine nihayet vermediklerinden dünyada ne kadar muammer olsalar ma'siyete devam edecekleri gibi ömürleri oldukça zilletten halâs olamazlar.
Tefsir-i Kebir ve Hâzih'de beyan olunduğu veçhile Vacip Te-alâ bu âyette Yehûdun dünyaya haris olduklarını ve dünya metâ'ı için ahkâm-ı Tevrat'ı tebdile cüret ettiklerini ve bu cüretlerini istihfaf ederek «Bu kadar şeyi Allahü Tealâ aramaz. Bizi mağfiret eder» dediklerini ve günahlardan feragat etmeyip musir olduklarını beyan buyurmuştur.
cütple-i müste'nifedir. Yani; «kitaba varis olunca ne muamele ederler?» suâline cevap olarak «Şu dün-ya-yı deniyenin metâ'ı ellerine geçtiğinde kitabın ahkâmı hilâfına hükmetmekle dünya metâ'ını almaktan çekinmezler» demektir.
İbn-i Abbas Hazretlerinden bu âyetin meali sual olunduğunda «Birtakım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler, Kur'an'ın ruh-satlanyla amel etmek isterler ve Allahü Tealâ bizi mağfiret eder derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram ve helâl noktasına lâyıkı veçhüzere dikkat etmezler. Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi onun misli yarın gelse tekrar alırlar mübâlât etmezler», buyurduğu Feth-ül Beyan'da mezkûrdur. Bu rivayete nazaran âyetten maksad; Kur'an'ın ahkâmına riayet etmeyenlerin hallerini beyandır. [124]
Vacip Tealâ kitabın ahkâmına riayet etmeyenlere bazı vesâ-yâda bulunmak üzere buyuruyor.
[Onlar üzerine Tevrat kitabının misakı alınmadı mı ki, onlar Allahü Tealâ'nın üzerine söylemeyip ancak hak ve sadık olan şeyi söyleyecekler ve bu minval üzere ahid verdikleri halde niçin kitaplarını tahrif ettiler ve neden yanlış söylediler?]
[Halbuki kitapta olan ahkâmı onlar okudular.] Binaenaleyh; kitabın ahkâmını doğru söylemeleri vacipti.
[Ve dar-ı âhiret, haramdan ve yalandan ittikaa edip nefsini sakınanlar için hayırlıdır.]
[Yalanı irtikâb eder de ondan lâzım gelen zararı taakkul edip düşünmez misiniz?]
[Ve şol kimseler ki, onlar kitaba temessük eder ve mucibiyle amel eder ve namazı vaktinde eda etmekle ikaamc ederler.] Onların ecirleri zayi olmaz.
[Zira; biz erbab-i ıslah ve salâhın ecirlerini zayi etmeyiz.]
Yani; Allahü Tealâ üzerine söylemeyip, ancak hak söylemek vacip olduğuna dair kitabın misakı onlar üzerine alınmadı mı ve onlar kitabı kıraat edip muallimlerinden ders almadılar mı? Elbette okudular, bildiler ve lâkin mucibiyle amel etmediler. Halbuki dar-ı âhiret, irtikâp ve irtişa gibi muharremâttan nefsini sakınanlar içindir. Bunlar hıtam-ı dünyaya aldanırlar da âhiretin hayırlı olduğunu taakkul etmezler mi? Amma şol kimseler ki, onlar, kitaplarına temessük ve mucibiyle amel ve namazı kitaplarında emrettiğimiz veçhüzere ikaamete müdavemet ederler. Onların ecrini vermek bizim üzerimizedir. Zira; biz muslih olanların ecirlerini zayi etmeyiz.
Allahü Tealâ ehl-i kitaptan kitaplarıyla amel etmeyenleri tev-bih buyuruyor. Zira; ehl-i kitabın kitaplarıyla amel edeceklerine ve Allahü Tealâ'ya lâyık olan şeyi söylemek ve hak olmayan şeyi söylememek üzere'ahd ü misak ettiler ve taraf-ı ilâhiden resulleri vasıtasıyla yemin üzere ahidleri alındı ve kitaplarında olan ahkâmı okudular; hakayıkına vakıf oldular. Halbuki dar-ı âhiret nıu-harremâttan içtinapla ittikaa edenlere mahsus ve onlar için hayırlıdır; onlar bu ciheti taakkul etmediler ki, muharremâttan ellerini çekmedikleri gibi düşünmedikleri için Cenab-ı Hak tekdir buyurmuştur. Amma ehl-i kitaptan şol kimseler ki, onlar tamamıyla kitaplarına temessük ederler ve kitaplarının cümle-i ahkâmından olan salâtı ikaameye ve bu vesileyle cânib-i manevi-yi ilâhiye teveccühle devam ettiler. Onların ecirleri zayi olmayacağını beyan buyurdu. Zira; kitapla amel edenler muslinlerdir. Slluslih olanların ecrini zayi etmeyeceğini kafi surette bu âyetle Vacip Tealâ beyan buyurmuştur.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile her ne kadar salât, kitaba temessükte. dahilse de şanına ta'zîm ve kemâl-i dikkatle itina lâzım olduğuna işaret için salât, ayrıca zikrolunmuştur.
Kitabın misakı; kitapta münderiç olan ahkâmdır., Münderiç olan ahkâm içinde mühim olan zatullah ve sıfâtullaha müteallik ahkâm olduğuna işaret için Allahü Tealâ üzerine hak söylemek lâzım olduğunu tasrih buyurmuştur. Çünkü bir-kitaba imanın manâsı; o kitabîn ahkâmını tamamıyla kabul ve muâibiyle amel edeceğine ahd ü peyman etmektir. Binaenaleyh; Kur'an'a iman eden bir mü'min Kur'an'm her ahkâmını ve mucibiyle ameli iltizam ve her hükmünü hüsn-ü telâkki etmek lâzım olduğundan hilâfında hareket dünya ve âhiret saadetinden mahrumiyetini icab edeceğinde şüphe yoktur.
Hulâsa; bilumum ehl-i kitaptan kitaplarına iman etmeleriyle Allahü Tealâ üzerine haktan başka birşey söylemeyeceklerine ve helâlini helâl ve haramını haram itikad edeceklerine ahdalındığı ve kitaplarında olan ahkâmı okudukları, okumak ve anlamak lâzım olduğu gibi mucibiyle amel etmek de vacip olduğu ve müttekiler için dar-ı âhiretin hayırlı ve herkes için bu ciheti düşünmek lâzım olup düşünmemek hata olduğu ve kitaba yapışıp amel ve namazı eda edenlerin ecri zayi olmayacağı ve zira; muslih olanların ecrini Cenab-ı Hakkın zayi etmeyeceği bu âyetten müstefad olan feva-id cümlesindendir. [125]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in kitaplarının hilâfında hareket ettiklerini beyandan .sonra sarahaten tehdidini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret Habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Biz Azîmüşşan Beni İsrail üzerine dağı kopardık. Keenne o dağı gölgelik gibi havaya kaldırdık. Bir dam veyahut şemsiye gibi üzerlerinde durdurduk ve onlar zannettiler ki, dağ üzerlerine düşecek. Bu zan üzere havf ve telâş içinde muztaripken bizim lûtfumuz yetişti onlara dedik ki «Bizim size vermiş olduğumuz kitabın ahkâmını kuvvet, ciddiyet ve azimet-i sadıka ve niyet-i halisayla tutun ve tevbeye müsaraatla kusurunuzun affını istirham edin. Kabayih-i a'mâliniz ve rezâil-i ahlâkınızdan içtinab ve ittikaa etmek için bizim size verdiğimiz kitapta olan ahkâmı zikredin, hatırınızdan çıkarmayın. Mevâiz ve zevacirini ve hüsn-ü ahlâka dair âyetlerini ve su-u ahlâkı men'e dair olan cümlelerini düşünün».] Böyle demekle onları hakka davet ettik. İşte Cebel-i Tûr'dan bir miktarının havaya kalkıp Beni İsrail üzerinde durması âdetin hilafı tabiatın fevkinde Hz. Musa'nın mucizesidir ve Tevrat'ı kabulden imtina' ettikleri için Cenab-ı Hak onları tehdid ve Tevrat'ın ahkâmını ciddiyetle kabul etmelerini emretmiş ve onlar da kabul etmekle dağın mahalline iadesiyle helâktan kurtulmuşlardır.
Fâhr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran c eb elle murad; cebel-i Turdur. Havaya kalkan miktarı; Beni İsrail'i ihata edecek miktarıdır. Çünkü; Tevrat-ı Şerif nâzilolunca Beni İsrail ahkâmının sıkletine tahammül edemeyeceklerinden bahisle Tevrat'ı kabulden imtina' etmeleri üzerine Vacip Tealâ Tûr dağının Beni İsrail'i ihata edecek miktarını üzerlerine kaldırmasını Cibril-i Emin'e emreder, Emr-i ilâhi üzere Cibril-i Emin dağı kaldırınca Beni İsrail tamamen sol yüzlerinin üzerine secdeye kapanırlar ve sağ gözleriyle semâya nazar ederler ki dağ üzerlerine düşerse görecekler. Yehûd kavminin secdeleri elyevm sol yüzlerinin üzerinedir ve «Bu secde; bizi ukubetten kurtaran secdedir.» derler.
Dağın üzerinde 'bir adam boyundan yüksek ve uzun bir adam elini uzatsa ulaşacak raddede olduğu Feth-ül Beyan'da mezkûrdur. [126]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in ahvalini tafsil ettiği gibi umum mükellefini ilzam edecek hücceti dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret Habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Kabbin Tealâ Beni Âdem'in arkalarından zürriyetlerini çıkardı ve kendilerini kendi nefisleri üzerine şahit kıldı. Bundan sonra «Ben sizin rabbiniz olmadım mı?» dedi. Beni Âdem de «Belâ" yani «Sen bizim rabbi-mizsin» dediler. Melekler tarafından yevm-i kıyamette sizin «Biz bundan gaafil olduk demenize biz şehadet ederiz» denildi.] Şu manâ üzerine vakfolunup evlâd-ı Âdem'in kelâmı da hitam bulup melekler tarafından söylenmiş iptidâ-yı kelâm olduğuna nazarandır. Amma lâfzında vakfolunmayıp evlâd-ı Âdem'in, kelâmı olup de kelimesi mukadder ve kıraat olunduğuna nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Zikret Habibim! Şol zamanı ki, Rabbin Tealâ o zamanda benî âdem'in zürriyetlerini arkalarından neslen ba'de neslin ihraç etti ve kendilerini kendi nefisleri üzerine şahit kıldı ve dedi ki: «Ben sizin Rabbiniz ve Halikınız olmadım mı?)' Onlar da cevabında dediler ki «Belâ yâ Rabbi! İkrar ve itiraf ettik, sen bizim Rabbimiz ve Hâlikımızsın. Şehadetettik ki, yevm-i kıyamette «Biz bundan gaafil idik demeyelim».] Allahü Tealâ'nın onları işhaddan hikmeti; yevm-i kıyamette onlar »Biz bundan gaafildik» demesinler ve böyle demeleri kerih olduğu için onları kendi nefislerine şahit kılmıştır.
Zürriyeti ihracın keyfiyeti zerre misali evlâd-ı Âdem'in sulb-lerinden ilâyevmilkıyam vücut bulacak zürriyetlerini birer birer ihraç etti. Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı halle cevap vermek ihtimalleri varsa da esahıolan; akıl, hayat ve nutuk verdi, hâlikı-yetine ve rububiyetine delâlet edecek delilleri gösterdi ve Rableri olduğunu suâl etti. Onlar da suâli fehmedip akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.
Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran suâl; Hz. Adem Cennet'e girmezden evvel (Mina) ile (Arafat) arasında (Nu'man Erak) namında bir vadide vaki olmuştur. Yahut Cennet'ten arz-ı Hind'e nazil olduğunda Serendip civarında vaki olmuştur. Yahut Cennet-i A'lâ'ya ginpeden Cennet'in kapısı önünde vaki olmuştur. Suâlin ve işhadın vukuu muhakkaktır. Mekân tayini bizim için lâzım değildir. Çünkü; suâlin ve cevabın mekânım bilmekte veya bilmemekte bir fayda ve zarar olmadığı için mekân tayinine dair bahis olmasa itikada ve amele bir zarar iras etmez. Ancak zürri-yet-i Âdem'i ihraçla suâlin vukuu kafidir. Binaenaleyh; bu ciheti inkâr caiz değildir.
[VcyaHüt Allahü Teaîâ nefisleri ü/erine işhad etti ki, siz «Bizden evvel babalarımız şirk ettiler ve biz onlardan sonra onların zürriyetiydik. Bizim muptıl olan pederlerimizin ef'âîiyle bizi mu-ahaze ve ihlâk mi edeceksin? Yâ Rabbi» demeyesiniz.] Eğer ahd ü misak olmamış olsaydı böyle demekle i'tizar ederlerdi. Cenab-ı Hak ahd ü misak aldı ki herkes pederine atf-ı cürüm etmekle i'ti-zar etmesinler.
Yani; yevm-i kıyamette kâfirlerin "Bizden evvel küfredenler ancak bizim babalarımızdır ve biz onların zürriyetleriydik. Onlar şirki ihdas etmiş ve bir din olarak kabul edip bizleri de o yolda terbiye ettiler. Bizim hadaset-i sinnimiz icabı bilmediğimizden onları taklid ettik. Şu halde bizim cürmümüz dahi babalarımıza aittir. Şirki icad edip bizi ülfet ettiren muptıüerin ef'âliyle bizi ihlâk mi edeceksin Yâ Rabbi! demekle i'tizar edemezler ve etseler özürleri kabul olunmaz. Çünkü; bâtılla özre itibar yoktur.
Beni Adem'in kâffesi Adem (A.S.) in zürriyeti olduğu cümlenin malûmu olduğu için Adem (A.S.) zikrolunmamıştır, Yoksa evlâd-ı Adem'in cemii Âdem (A.S.) dan zuhur etmiştir ve yevm-i misakta zuhur eden zürriyet tamam olmadıkça kıyametin kaaim olmayacağı ma'lumdur. Çünkü; Allahü Tealâ kıyamete kadar meydana gelecek zürriyeti ihraç ettiğinden onların cümlesi bu âlemde ispat-ı vücud etmedikçe kıyamet kaaim olmaz.
Yevm-i misakta zürriyet-i Adem'in cümlesi iman ve Allahü Tealâ'nm rububiyetini ikrar ettiler ve lâkin mümin olanlar rıza ve ihtiyarlarıyla iman ettiklerinde dünyada iman-ı ezelîyi izhar etmeye muvaffak oldular ve kâfir olanlar yevm-i misakta kerhen ikrar ettikleri için dünyada iman-ı ezelîyi izhara muvaffak olamadılar ve olamazlar.
Hulâsa; Vacip Tealâ'nın zahr-ı Âdem'den zürriyetini ihraç ettiği ve rububiyetine delilleri gösterip herbiri vahdaniyetini ikrar ettikleri ve bu ikrarlarına kendilerini şahit kıldığı ve hu işhaddan maksad; yevm-i kıyamette «Biz bundan gaafildik» veyahut «Bu hatayı ve sirki bizim pederlerimiz te'sis ettiğinden mesuliyeti onlara aittir^ dememeleri için olduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.
[Ve şu tafsilâtımız gibi biz âyetleri ve hakka delâlet eden de-lâili tafsilederiz ki, beni Adem dola ilden istidlal ederek hakka rü-cû' ve bâtıldan i'raz etsinler.] Zira; hakka ve kudret-i ilâhiyeye delâlet eden delâili tafsil; aklı olanlar için taraf-ı ilâhiden lütuf ve ihsan olduğundan Vacip Tealâ tafsil ettiğini nimet sırasında beyan buyurmuştur. [127]
Vacip Teâlâzürriyet-i Âdem'den ahd ü misak aldığını beyandan sonra ihlâsa mukaarin olmayan imanın akıbet küfre tahavvül ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Kusul! Yehûd üzerine şol kimsenin haberini tilâvet et ki, o kimseye biz kitaplarımızın âyetlerine ilim verdik. Âyetlerden i'raz ve küfretmekle âyetlerin ahkâmından tecerrüd etti, soyuldu. Binaenaleyh; Şeytan onu kendine tâbi' kıldı, şeytan havasına tâbi' kılınca dalâlete münhemik olup helak olanlardan oldu. Eğer biz hidayetini istemiş olsaydık onu âyetlerimizle ref'e-der ve mertebesini yüce kılardık ve lâkin o kimse ednâ ve erzel olan arza tenezzül ve dünyaya meyletti ve' havasına tâbi' oldu ve dereke-i nârı irtikâb etti.]
[Âyetlerden soyulan kimsenin misali; kelbin misali gibidir. Eğer üzerine yük yükletirsen dilini çıkarır solur veyahut yük yükletmez terkedersen yine solur. Zira;, bu âdet-i kabiha tabiatında sabit olduğundan herhalde kelp gibi ağzını açar solur. İşte şu kelp gibi olmak bizim âyetlerimizi tekzib eden kavmin sıfatıdır: Habi-bim! Kıssa-i ma'hudeyi onlara hikâye et ki, onlar tefekkür etsinler ve âyetten imtinâ'larım düşünsünler ve kendi ef âllerinin kub-hunu bilsinler.]
Fahr-i Râzi, Kaazî, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette zikrolunan şahsın (BeVam b. Bâûrâ) veyahut (Ümey-ye b. Salt) veyahut Beni" İsrail'den (Besüs) isminde bir kimse veyahut ehUi kitabın münafıkları olduğuna dair rivayet muhteliftir. Bu rivayetlerden birincisi; (Bel'âm b. Bâûrâ) Ken'an'-1 dan Cebabire'nin bulunduğu karyede kütüb-ü münzeleye âlim ve fazl u kemâliyle meşhur ve beynennas kerametiyle maruf ve ismi a'zamı bilir müstecâbüddâve bir kimseydi. Mûsâ (A.S.) a Vacip .Tealâ emir buyurup Cebabire'yle muharebeye müheyya oldukları bir zamanda Cebabire'nin ricasına dayanamayarak ve verdikleri atiyeye tama' ederek Mûsâ (A.S.) ve askeri aleyhine duaya cüretle küfrü ihtiyar ve dünyayı âhiret üzerine tercihle şekaavetini izhar etti. .Binaenaleyh; âyet-i celilede beyan olunduğu veçhile bildiği ilim ve âyetler nefsinden soyuldu ve şeytan'a tâbi' tâğîler-den oldu. ikinci rivayete nazaran (Ümeyye b. Salt) Arap-tan olduğu gibi bazı kitapları mütalaaya muktedir bir kimseydi ve o zamanda Allah'ın bir resul göndereceğini bildiği için kendinin resul olmasını ümid ederken Cenab-ı Hak Resulullah'ı gönderince hasedinden iman etmeyip küfrü ihtiyar etti ve bilcümle ma'lumâtı kendinden selbolundu ve tâğîler zümresine iltihak etti. Halbuki eş'âr ve ebyâtında vahdaniyeti mukîr ve muterif olduğundan Re-suîullah «İbni Sait'in beytleri yani [lisanı] iman ve kalbi küfretti» buyurduğu mervidir.
İlmiyle âmil olmayıp dünyaya meyleden âlim için âyet-i celilede tehdid-i azîm vardır. Zira; Ceriab-ı Hak ilm ü fazlıyla ma'ruf olan kimsenin dünyaya meyli sebebiyle dünya ve âhiret hüsran-ı ebedîye dûçâr olduğunu beyan buyurmuştur1.
Dünyayı ihtiyarla âhireti terkedenleri, hayvanât içinde en kötü olan kelbin en çirkin hali olan solumakla dilini çıkardığı haline teşbih etmekle ilminin mucibiyle amel etmeyerek küfrü ihtiyar edenleri zem ve takbih edip bu misilli halât-ı redieyi ihtiyar etmekten insanları menetmiştir. Çünkü; kelp yorgunluktan ve sıcaktan dilini çıkararak soluduğu zamanda menfaat ve mazarratına kaadif olamadığı gibi âyât-ı ilâhiyeden i'raz eden kimse dahi nefi' ve zararına kaadir olamaz.
Kezâîik âyât-ı ilâhiyeyi tekzib edenlere resul gelse, tekâlifi tahmil etse ağızlarını açarlar ihtida etmezler ve resul gelmese ter-kolunsalar yine ihtida etmezler. Binaenaleyh; âyetleri tekzib edenler herhalde lisanını çıkarıp soluyan kelbe benzerler.
Bu kıssayı beyandan maksad; kavm-i Resulullah'ı tefekküre davet ve ibret almalarına terğib olduğuna işaret için Cenab-ı Hak resulüne kıssayı hikâye ve ümmetine beyan etmesini emirle tefekkür etmelerini tavsiye buyurmuştur.[128]
Vacip Tealâ âyetleri tekzib edenleri zemmetmekle küfürden men'ini te'kid etmek üzere buyuruyor.
[Ne çirkin oldu sol kimselerin sıfatı ki, onlar bizim hakka ve ve tevhide delâlet eden âyetlerimizi tekzib ettiler.]
[Onlar ancak tekzipleri sebebiyle kendi nefislerine zulmettiler.]
[Allah'ın hidayette kıldığı kimse doğru yolu bulmuş ve ihtida etmiştir.]
[Ve eğer bir kimse ki, iradesini dalâle sarfla AUahü Tealâ onları idlâl ederse işte Allah'ın idlâl ettiği kimseler ancak zarar edenlerdir.]
Yani; sıfat ve misil yüzünden ne çirkin oldu şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi lekzib ettikleri gibi bu tekzipleriyle ancak nefislerine zulmettiler. Zira; zulümlerinin zararı kendilerine aittir, başkalarına tecavüz yoktur ve bir kimse ki, Allahü Tealâ onu kelime-i hakkı işitmekle hidayette kılarsa o kimse tevhid-i ilâhiye vâsıl olur ve eğer bir kimseyi âyetleri inkâr etmekle idlâl ederse işte onlar hüsran-ı ebedîye mazhar olmuşlardır. Onların hidayetleri ve necatları me'mûl değildir.
Beyzâvî'nin bekanı veçhile kâfirler, âyetleri tekzip ve nefislerine zulmü cem'ettikleri için Cenab-ı Hak kötülüklerini sarahaten beyan buyurmuş ve ihtida edenlerin tarîklari bir olduğundan cümlesinin şahs-ı vâhid menzilinde olduğuna işaret için müfred ve dalâlin envâ'-ı müteaddidesi bulunduğundan cemi' sıygasıyla varid olmuştur.
İhtida; nefsinde kemâl-i cesim ve nef'-i azîm olup başka ke-mâlât olmasa fevz ü felahı mucip ve niam-ı celileyi müstelzim olduğuna tenbih için Allah'ın hidayette kıldığı kimsenin mühtedi olmasını beyanla iktifa- olunup sair nimetlere nail olacağı beyan olunmamıştır Çünkü mühtedi olduğunu beyan; her şeye kâfidir. Zira ihtida; envâ'-ı ibâdâtı camidir. Hidayet; doğru yolu bulmaktır. Doğru yol ise envâ'-ı ibâdâtı camidir. Binaenaleyh; doğru yola. sülük eden kimseye o yolun muktezâsım işlemek lâzımdır.[129]
Vacip .Tealâ dalâlette olanların hüsranlarını beyandan sonra hüsranlarını tafsil etmek üzere :
buyuruyor.
[Zatıma yemin ederim ki, muhakkak Biz Azîmüşşan ins ü cinden Cehennem için birçok kimseler yarattık.]
[Onlar için kalpler vardır ve lâkin o kalplerle hakka müteallik birşey anlamazlar.]
[Onlar için gözler vardır ve lâkin o gözlerle hakkı görüp ibret' almazlar.]
[Ve onlar için kulaklar duymazlar.] vardır ve lâkin o kulaklarla hakkı
[İşte Allah'ın verdiği şu a'zâlardan intifa' etmeyenler bclıâ-im gibidirler, belki behâimden daha ziyade dalâlettedirler.]
[Zira behâim gibi olan ins ü cin; ancak gaafillerdir ve gaflct-i kâmile onlara münhasırdır.] Binaenaleyh; bu gafletleri sebebiyle onlar a'zâlarinı nıevzi-i lâyıkına sarfetmed iki erinden Cehennem'e istihkak kesbetmiş ve ehl-i Cehennem olmuşlardır. ,
Yani; zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, muhakkak Biz Cehennem için ins ü cinden çok kimseler halk ettik ki, onlar için menat-ı teklif ve muhâl-ı irfan ve iman olan kalpleri vardır. O kalpleriyle asla hakkı fehmetmezler ve âlem-i süflî ve ulviyetin asarını müşahedeye âlet olan gözleri vardır ve lâkin o gözlerle hakkı görmezler. Onlar için kelime-i hakkı işitmeye âlet olan kulakları vardır ve lâkin o kulaklarla kemalâtı iktisaba vesile olan delâil-i hakkayı işitmezler ki, mertebe-i hakka terakki eylesinler. İşte şu evsafı haiz olanlar idrak ve şuurdan hâli ve tenebbüh ve irfandan ârî olan ahmaklardır ki, onlar âdeta behâim gibidirler, belki istidat ve kaabiliyetlerini zay.i ettiklerinden behâimden daha ziyade dalâlettedirler. Zira; onlar bütün kemâlâttan ve delâil-i hakkadan gafillerdir.
Bu âyette Vâcib-ül Vücud ins ü cinden ehl-i nar olarak birçok kimseler halk ettiğini beyan buyurdu. Zira; irade-i cüz'iyesini küfre sarfedeceklerini bildiği için ehl-i nar olarak halk olunmuşlardır. Onlar iradesini küfre sarfettiklerinden Allahü Tealâ onlarda küfür halkeder. Bu âyet; ef'âl-i ibadın halikı Allahü Tealâ olduğuna delil-i kâfidir.
Allahü Tealâ -ehl-i narın evsafını beyan buyurdu ki Allahü Tealâ'nın menfaat ve istifade için halk ettiği azalardan intifa' etmemek ve onlardan matlûb olan menâfii fevt etmektir. Zira kalpten maksad-ı aslî; âyât-ı ilâhiyeyi teemmül ve tefekkür etmek ve eserden müessire istidlal kabilinden bu âlem-i mükevvenâttan vü-cud-u ilâhi'ye ve kudret-i kâmilesine istidlal eylemek matlûpken, bilâkis bunlar asla tefekkür ve teemmül etmezler. Kezâlik gözden maksad; hakkı görmek ve kulaktan murad; hak sözü duymakken bilâkis bunlar hakkı görmez, duymaz, hava ve heveslerine tâbi' olduklarından ehl-i nardan oldular.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kâfirlerin umur-u dünyaya müteallik mesalihini idrak edecek havâss-ı hamseleri mevcut olduğu halde bu havassın kâfirlerden nefyolunması; umur-u dine müteallik olan menâfilerini idrak edemediklerini beyan etmektir. Binaenaleyh; idrakleri mevcut olduğu halde idrakten intifa' edemediklerini beyandan kinayedir ki, her ne kadar idrakleri varsa da maksada sarfolunmadığı için yok menziline tenzil olunmuştur. Bunun içindir ki, kuvve-i müdrikesinden intifa' edemeyenleri Vacip Tealâ behâime teşbih buyurmuştur. Zira; bu âyette beyan olunan a'zâlarda insan, hayvanât-ı saireyle müştereklerdir. İnsanın imtiyazı; bâtıldan hakkı ve serden hayrı ve men-faattan mazarratı fark ve temyiz edecek ma'rifete müeddi olan akıl ve fehimledir. Fehim ve idrak olmadığı surette ihsanın behâimden farkı olmayıp belki dalâlette daha ziyadedir. Zira behâim; bir derece menfaat ve mazarratını, dost ve düşmanını idrak edip halbuki kâfir idrak etmediğinden behâimden daha aşağıdır. Çünkü behâim; mazarratın geleceği yeri bilir ve ondan kaçar. Bununla beraber hay vanat .tekâlif ~i ilâhiyeyle de mükellef değillerdir. Zira; hayvanatta tekâlife medar olan akıl yoktur. Binaenaleyh; hayvanda menat-ı teklif olan akıl olmayıp insanda akıl olduğu halde hüsn-ü isti'mâl olmayınca elbette hayvandan daha kötüdür. Hayvan, Allah'a muti ve münkaddır, kâfirse itaattan çıkmıştır.
Kâfirlerin bu misilli durub-u emsalden gaafil olduklarını ve gaflet kendilerine münhasır olup ehl-i imana gaflet tecavüz etmediğini beyan için hasra delâlet eden zamir-i fasıl ile irad buyurmuştur. Gerçi umur-u dünyada kâfirler gaafil değillerse de umur-u âhirette gaafillerdir. Binaenaleyh; bu âyette beyan olunan gafletleri âhirete ait gaflettir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile kâfirlerin behâim gibi himmetleri hemen esbab-ı taayyüşe münhasır olduğuna alâtarikitteşbih işaretle bütün ef'âllerini zem ve takbih buyurmuştur. Hayvanat me-nâfiini cezbe ve mazarratını defa takati miktarı sa'y ettiği halde kâfirler daima küfür gibi bir mazarrata ikdam ve ısrar ettikleri cihetle Cehennem'e kesb-i istihkak ettiklerinden behâimden daha kötüdürler.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyet; ilmin mahalli kalp olduğuna delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ ilim, fehim ve idrak manâsına olan fıkhı, makam-ı zemde kâfirlerin kalblerinden nefyet-miştir. Eğer ilmin mahalli kalp olmasa kalpten nefyetmekte bir manâ olmazdı. Şu kadar ki kalbin idrakine havâss-ı zahire âlet olduğu gibi dimağ dahi âlettir. Binaenaleyh; ekser-i etibbâ ma-hall-i idrakin dimağ olduğunu beyan ederlerse de dimağın, ma-hall-i idrak olan kalbe âlet olduğundan kinaye olsa gerektir. Yoksa hakikaten mahall-i idrakin dimağ olmasını iddia bu âyete muhalif bir iddiadır. [130]
Vacip Tealâ ehl-i Cehennem'in gaafil olduklarını beyandan sonra insan için zâkir olmak lâzım olduğunu ve zâkir olmak es-mâ-i hüsnayı bilmekle ve Allah'ın isimlerini zikretmekle olacağından Allah'ın esmâ-i hüsnası bulunduğunu ve esmâ-i hüsnâ ile duâ ve zikir lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor
[Allahü Tcalâ için esmâ-i hüsna vardır. Maâni-i haseneye delâlet eder Allah'ın birçok isimleri olunca Allah'a o isimlerle duâ edin ve beyan olunan esmâ-i hüsnâ ile ismini zikredin ve terkedin şol kimseleri ki, onlar Allah'ın isimlerinde tarik-i sevaptan çıkarlar. Binaenaleyh; mezheplerini terk ve kendilerinden uzlet edin ve onlarla beraber sohbette bulunmayın. Zira; onlar yakında amellerinin muktezâsıyla cezalanırlar.]
Yani; Allahü Tealâ'ya mahsus esmâ-i hüsnâ vardır ki, o esmâ-i hüsnâ ile zatını tesmiyeye Vacip Tealâ kendi veya resulü izin verrnişse sahib-i şeriat -tarafından me'zun olduğunuz isimlerle Allah'ı zikredin ve terkedin şol kimseleri ki, onlar tarik-i haktan huruç ederek Allah'ın ismini mahlûkata ve mahlûkaatın ismini Allahü Tealâ'ya ıtlak eden mülhidlerdir. Zira; onlar esmâ-i ilâhiyede ancehlin tasarruf ettiklerinden ittibâ'a şayan değillerdir. O mül-hidler elbette yakında amellerinin cezasını görürler.
Medârik'te beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ'nın isimlerinden hakikatına delâlet edenler vardır: Herşeyden evvel, olmasına delâlet eden kadîm ve herşeyden sonra ebedî olmasına delâlet eden bakî isimleri gibi. Nüfus-u beşerin hazzedeceği isimleri vardır : Gafur, rahim, şekûr ve halım gibi. İnsanın tahallûk edeceği isimleri vardır : afüv gibi. İnsanın nefsini murakabe etmesini icab eden isimleri vardır : Semi', basîr, muktedir ve müntakim gibi. Allah'a ta'zîm icab eden isimleri vardır : Azîm, cebbar ve mütekebbir gibi. Binaenaleyh; bu isimleri okuyan kimsenin bunların manâlarını düşünmesi lâzımdır.
Bu âyet-i celilede Cehennem'i mucip olan, zikrullahtan gafletin ve Cehennem'den halâsa vesilenin zikrullah olduğuna tenbih vardır.
Esmâ-i ilâhiye; maânî-i haseneye delâlet ettiğinden esmâ-i hüsnâ denmiştir. Vacip Tealâ hakkında maânî-i hasene sıfât-ı kemâl ve nuut-u celâle delâlet etmektir, Sıfat-ı celâl ve kemâl de iki kısma münhasırdır: Birincisi; Allahü Tealâ'nın asla gayra muhtaç olmaması, ikincisi; gayrıların Allahü Tealâ'ya muhtaç olmasıdır. Yani; «Kendi âhara muhtaç olmaz, ancak ahar kendine muhtaç olmak manâsını müfid olması lâzım« demektir. Esmâ-i hüsnânın ancak Allahü Tealâ'ya mahsus olduğuna işaret için lâfza-i celâl mukaddem olarak varid olmuştur.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile esmâ-i ilâhiye; zatullaha ve sıfâiullaha delâlet eden elfazdır. Sıfatullah; üçtür: Birincisi; sıfât-ı zatiye ve subutiye gibi Allahü Tealâ'ya sübutu vacip olan sıfatlardır. İkincisi; Vacip Tealâ hakkında caiz olan sıfatlardır. Üçüncüsü; sıfatlı selbiye gibi Allahü Tealâ hakkında muhal olan sıfatlardır. Bu sıfatların her-birine delâlet eden Vacip Tealâ'nm isimleri vardır.
Bu âyet-i celile; isim müsemmâ'nm gayrı olduğuna delâlet eder. Zira; (esmâ-i ilahiye çoktur. Halbuki Allahü Tealâ birdir. Eğer isim müsemmânm aynı olsaydı Allahü Tealâ'nın haşa müte-addid olmasını müstelzim olurdu. Halbuki Allahü Tealâ'nın mü-teaddid olması batıl olduğundan isim müsemmânın aynı olması da batıldır. Esmâ-i ilâhiye Allahü Tealâ'ya muzâf kılmıyor. Eğer isim müsemmânm aynı olsa muzaf kılınmazdı. Zira; muzâf in muzâf üni-leyhe mugaayir olması lâzımdır.
Fahr-i Râzi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet-i celile; esmâ-i ilâhiye, Allahü Tealâ'dan veya resulünden işitilmeye ve ıtlakma izin verilmeye mevkuf olup ıstılahı olmadığına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ'nın .zatını nekaaisten tenzih vacip olduğu gibi isimlerini dahi nekaaisten tenzih vaciptir. Binaenaleyh; noksan îham eden ismi Vacip Tealâ üzerine ıtlak sahih olmaz. Meselâ Vacip Tealâ'ya (Yâ Cevyad!) denilir ve lâkin (Yâ Sahî!) denilmez. (Ya âlim!) denilir ve lâkin (Yâ âkil) veyahut (Yâ arif!) denilmez. Yâ Hakîm! denilir (Yâ Tabib!) denilmez.
Şu halde Vacip Tealâ'yı zikretmek ancak taraf-ı şeri'den va-rid olan esmâ-i hüsnâ ile olur ve duâ edip Allahü Tealâ'ya yalvaracak kimsenin bu isimleri zikrederek Allahü Tealâ'ya duâ etmesi lâzımdır. Bunların gayrı bir isim zikrederek yapılan duanın caiz olmadığına âyet delâlet eder.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile duanın şartı; zikrettiği ismin manâsını ve kalbinde rububiyetin izzetini ve ubudiyetin zilletini bilmek ye azamet-i ilâhiyeyi gönlünde tutmak ve duasında istediği şeyi vermeye Vacip Tealâ'mn kudret-i kâmile sahibi olduğunu itikaad-ı tamla itikaad eylemek ve Cenab-ı Hakka ta'zîm ve nekaaisten tenzihle beraber niyet-i hâlisa sahibi olmak ve istediği şeyi azmeylemekle beraber Cenab-ı Hak'tan duanın kabulünü ümid etmektir. Şu şeraite riayet ederse duanın icabete karin olması ağleb-i ihtimâldir.
Vacip Tealâ isminde ilhad edenleri terk etmemizi emir buyurdu. İIhad ; haktan meyletmek ve istikaametten çıkmaktır. Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Vacip Tealâ'nıh isimlerinde ilhad; üç suretle olur : Birincisi; Allah'ın ismini Allah'ın gaynya ıtlak -etmektir. Meselâ müşriklerin putlarına ilâh ve Allah lâfz-ı şerifinden Lât ve Aziz lâfz-ı şerifinden Uzzâ ve Menân lâfz-ı şerifinden Menat lâfzını ahzederek putlarına bu suretle ıtlak etmeleri ve' (Müseylemet-ül Kezzab) in zat-ı kerihine rahman ıtlak eylemesi gibi Allah'ın isimlerini birtakım âciz mahlûklarda isti'mâl etmek suretiyle tarik-i sevaptan çıkmaktır.-ikincisi; kitabullahta ve sünnet-i Resulullah'ta varid olmayan isimleri Allahü Tealâ'ya ıtlak etmektir. Zira; izn-i ilâhi ve izn-i resul varid olmayan ismi ıtlak etmek; tarîk-ı istikaametten huruç etmektir. Üçüncüsü; ism-i ilâhiyi zikirde hüsn-ü edebe riayet etmek lâzımken hüsn-ü edebi terketmek ve manâsını bilmediği ismi Allahü Tealâ'ya ıtlak etmektir.
İlhad edenlerin amelleriyle cezalanacaklarını beyan etmek; mülhidleri ukubetin nüzûlüyle tehdid etmektir.[131]
Vacip Tealâ Cehennem için ins ü cinden ve mülhidlerden birçok kimseleri halk ettiğini beyandan sonra Cennet için de birçok kimseler halk ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Bizim halk ettiğimiz kimselerden bir cemaat-1 azîme vardır ki onlar naşı hakka delâlet eder ve hidayette kılar ve nas beyninde hakla adalet ederler.]
Yani; biz Cehennem için ins ü cinden ve mülhidlerden birçok kimseler halk ettiğimiz gibi Cennet için de birçok kimseler halk ettik. Zira; bizim halk ettiğimiz kimselerden bir cemaat-ı azîme vardır ki, onlar naşı tarîk-ı hakka davetle tevhide îsâl ve ancak nas beyninde adaletle hükmederler.
Bu ayet-i celile; Fahr-i Râzi ve Beyzâvî'nin beyanlarına nazaran icmâ'-ı ümmetin sihhatına delâlet eder. Zira âyetten murad; her batında ve her zamanda şu sıfatla muttasıf bir taife bulunacağını ve halkı hakka davet edeceklerini beyandır. (Muâviye) (R!A.) den Buhârî ve Müslim Hazretlerinin rivayet ettikleri bir hadis-i
şerifte Resulullah'm kavl-i lâtifi her zaman ünimet-i Muhammed'den hakla amel eder ve hakka halkı .irgad etmeye sa'yeder bir cemaatın bulunacağına delâlet eder. Çttftkû; hadis-i şerifin meâl-i münifi «Emr-i ilâhiyle kaaim ve mucibince amel eder kıyamet kaaim olup emr-i ilâhî gelinceye kadar benim ümmetimden bir taife sabit olur zeval bulmaz» demektir.
Tefsir-i Hâzin'de İbn-i Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğuna nazaran bu âyette ümmetle murad; ümmet-i Muham-. med'den muhacirin ve ensâr-ı kiram ve onlara tâbi' olan ulemâ ve sulehâmn ve din4 İslama halkı davet eden ve adaletle hükmedenlerin cümlesi dahildir. Ve bu misilli erbab-ı fazl u adaletin her zamanda bulunmakta olduğu cümlenin malûmudur. Çünkü; za-man-ı saadetten şu içinde bulunduğumuz zamana kadar her asırda din aleyhinde bulunmak isteyen fırkaya karşı bir fırka-i muhikka bulunmuş ve müdafaa etmiş ve hakkı beyandan çekinmemiştir. Zira âdet-i ilâhiye; her Fir'avn'a bir Mûsâ halketmektir ve tarih buna şahittir. Binaenaleyh; bu âyet ve şu hadisin sırrı her zaman zuhur etmekte olduğundan ehl-i iman me'yııs olmamalıdır. [132]
Vacip Tealâ ümmet-i hâdiyenin halini beyandan sonra üm-met-i dâllenin halini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi tekzib ettiler. Onların bilmedikleri cihetten azar azar biz onları helake yaklaştırırız ve Ben Azîmüşşan onlara mühlet verir müsaade ederim. Zira; benim onları helakle abzım şiddetlidir.]
Yani; bizim âyetlerimizi kabulden imtina' edip tekziple iştigal edenleri biz derece derece mertebelerini helake yaklaştırır ve bilmedikleri ve zannetmedikleri cihetten defaten .onları ahzederiz ve ben onlara mühlet veririm ki, onlar kibir, gurur, ferah ve sü-rurlarında devam ve,, gaflette ısrar etmekle azapları' tezâyüd etsin ve ömürlerini uzatır ve mallarını teksir ederim ki, mağrur olsunlar. Çünkü; âsîleri ahzim ve ikaabım kuvvetli ve şiddetlidir.
İstidraç; Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile derece derece yukarı çıkmak veyahut aşağı inmek ve azar azar mehlekeye yaklaşmaktır. Buna" nazaran manâ-yı nazım : Ayetlerimizi tekzib edenleri biz azar azar helake yaklaştırır ve bilmedikleri cihetten azaplarını çoğaltırız. Çünkü; onlar ma'siyete ikdam ettikçe biz onlara nimet ve bereket ve hayır kapılarını açarız ki, nimetler geldikçe onların tuğyanları tezâyüd eder, kibir ve gururları artar. Binaenaleyh; derece derece maâsîye terakki ve mertebe-i saadetten tenezzül ederler ve bir derece azaba istihkak kesbederler ki, Cenab-ı Hak haberleri olmaksızın derhal ihlâk eder.j
Şu halde ma'siyetle beraber gelen nimet, gazab-ı ilâhiye hazırlık olduğundan Vâcib Tealâ'nın vermiş olduğu müsaadeye mağrur olmamak ve tâib ü müstağfir olmak insan için en büyük bir vazife olduğuna bu âyet delâlet eder.
Vacip Tealâ'mn zahirde müsaadesi ihsan gibi olup bâtını hızlan olduğu cihetle zahirde müsaadenin, bâtında ukubetin tezâyü-dü hileye müşabih olduğundan Allah'ın ahz-ı şedidinden hile manâsına keydle tabir olunmuştur. Bu âyette keyd ; şiddetli azapla muahaze etmektir. Lâkin insanın bilmediği bir cihetten geldiği için keyd denmiştir. Çünkü keyd; gizli hiledir.[133]
Vacip Tealâ âyetlerini tekzib edenleri tehdid ettikten sonra resulüne lâyık olmadık şeyi isnad edenleri fikirsizlikle zemmetmek üzere buyuruyor.
[Rüşd ü hidayette ve salâh-ı ahvalde cemi' ukalâ üzerine faik olan zat-ı şerife cinnet isnad etmekten Allah'tan korkup kuldan utanmazlar ve sahipleri olan Muhammed (A.S.) da cinnet olmadığını tefekkür edip düşünmezler mi ve hiffet-ı akıl olmadığını görmezler mi ki cinnet isnadına cüret ederler? Muhammed (A.S.) ancak Allah'ın izni ve vahyiyle kullarını inzar edici ve açıktan korkutucudur.] Ve lâyık olmadık bir sıfatla muttasıf olmadı. Zira; şan-ı azîm ve beyanı zahirdir, ahvalinde gizli birşey yoktur.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Resulullah Kureyş'in ef'âl ve âdetlerine muhalefetle dünyadan i'raz ve âhirete ikbal ve şirkten nehiy ve tarîk-ı hakka davet ettiğinden Kureyş, Resulullah'a cinnet nispet etmişlerdir. Cenab-ı Hak bu âyetle onları tekzip ve nispet ettikleri cinnetten resulünü tebrie buyurmuş ve Resulullah'ta envâ-ı cinnetten hiçbir nevi olmadığına işaret için istiğraka delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Çünkü; demek; «Onlarla musahabet eden sahiplerinde cinnetten hiç eser yok» demektir.
Fahr-i Râzi, Kaazî, Hâzin ve Nimetullah Efendi'nin beyanlarına nazaran âyetin sebebi nüzulü Resulullahın bir gece (Safa) üzerinde Kureyş'i din-i İslama davet buyurmasıdır. Çünkü; Resulul-lah'ın bir gece (Safa) üzerine çıkıp Kureyş'in her kabilesinin ismini zikrederek sabaha kadar davette devam ve sebat edince Ku-reyş'ten bazılarının «Sizin sahibiniz mecnundur» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. [134]
Vâçip Tealâ emr-i nübüvvette kâfirlerin şüphelerini izale ettiği gibi tevhidin delâilini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[O kâfirler gaflet ederler de yerin ve göklerin mülk-ü azîmi-ne nazar edip istidlal etmediler mi? Yerde ve göklerde küçük ve büyük, ziruh ve gayrı ziruh ve envâ'-ı eczâ-yı mahlûkaata nazar edip onların her birerlerinde akıllara hayret ve fikirlere dehşet verir acaip ve garaibi görmediler mi? Bunların herbirinde olan tertip ve intizamı, göklerde mevcut yıldızları ve burçları, vakit ve zamanında harekât ve inkılâplarını, arz üzerinde olan dağları, ovaları, denizleri, nehirleri, bahçeleri ve gûnâ gûn çiçekleri ve sair mahlûkaatm her zerresinde yüz binlerce delâili görüp halikın vücuduna, vahdaniyetine ve kudret-i kâmilesine istidlal etmediler mi? Bu kadar açık delâille istidlal etmemek akıl şanı mıdır? Halüşan ecellerinin muhakkak karib olduğuna nazar etmediler mi? Lâyık olan; ecellerinin kurbiyetini tefekkür edip istidlale ve vahdaniyeti ikrara müsaraat etmektir. Çünkü insana lâyık olan; daima mevtin hululünden ve azabın nüzulünden evvel sebeb-i necat ve halâsını aramaktır. Şu âlem-i mükevvenât; vahdaniyete ve resullerin rîsaletinin sıdkına delâlet edince Kur'an'dan sonra hangi kelâma iman ederler?] Yani;-Kur'an'm bu kadar vuzuhundan sonra daha ne beklerler? Eğer Kur'an'a iman etmezlerse Kur'an'dan sonra hangi kitaba iman ederler?
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile itikaadiyâtta taklidin caiz olmadığına âyet delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; nazar-ı istidlalle nazar etmeyenleri Cenab-ı Hak tevbih ve tekdir buyurmuştur. Eğer delâile nazarla istidlal vacip olmasaydı istidlali terke-denleri zemmetmezdi.
Bu âyet-i cehle; tevhidin deiâilinin ve kâfirleri zem ve takbihin niha\7esidir. Zira melekût-u semâvât ve arzı ve mahlûkaatın kâffesini icmalen zikretmek; delâilin kât'fesini zikretmektir ve bu kadar delâile karşı iman etmemek mücerret temerrüd ve inattan başka birşey değildir. Binaenaleyh; iman etmediklerinden şiddetle tekdire müstehak olduklarına ve iman edemeyeceklerine de işaret olunmuştur. Çünkü; Kur'an'a iman etmeyenin Kur'an'dan sonra ne gibi şeye iman etmek ihtimali vardır ve âhir zaman peygamberine iman etmeyen kime iman eder? Zira; Kur'an'dan sonra bir kitap nazil olmayacağı gibi, bizim nebimizden sonra bir nebi dahi olamayacağından Kur'an'a ve bizim peygamberimiz (S.A.) e iman etmeyenlerin başka birşeye iman edemeyeceğine işaret olunmuştur.[135]
Vacip Tealâ kâfirlerin imandan i'razlarının illetini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Bir kimseyi[136] Allahü Tealâ idlâl ederse onu hidayette kılan bulunmaz. Allahü Tealâ idlâl ettiği kimseleri mütehayyir ve mütereddid oldukları halde tuğyan ve isyanlarında münhemik olarak terkeder.]
Yani; bir kimseyi Allahü Tealâ idlâl ederse onu hiçbir kimse tarîk-ı tevhide isal edemez ve Allahü Tealâ onları haddini tecavüzde, isyan ve tuğyanda mütehayyir ve mütereddid olarak1 terk eder ki, onlar imana muvaffak olamazlar. Çünkü; Allahü Tealâ onları irade-i cüz'iyelerini küfre sarf ettiklerin i ve küfürden dönmeyeceklerini bildiği için idlâl ettiğinden onlar için imanda tevfik olamaz. Zira; iradelerini imana sarf etmezler ki, imana muvaffak olsunlar.
Vacip Tealâ nübüvvete, tevhide, kaza ve kadere taallûk eden mesâile işaretten sonra âhirete müteallik mesaili beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusül! Onlar kıyametten sana suâl ederler ve derler ki, «Kıyametin vukuu ne zamandır ve hangi vakitte kaaim olacaktır?»» Onların bu suâline cevap olarak sen de ki, «Kıyametin vukuuna ve kıyamete ilim, Rabbimin indinde mahfuzdur. Kendinden gayrı kıyametin vaktini kimse bilmez. Binaenaleyh; kıyametin vaktini Allahü Tealâ kimseye izhar etmez. Ancak kendi zatına zahirdir ve kıyametin emri semâvât ve arzda ağır ve azîm oldu. Kıyamet size gelmez, ancak füc'eten gelir ve geleceği vakitten haberiniz olmaz.] Zira; ilmi Allahü Tealâ'ya münhasır olan mugayye-bât-ı hamseden birisi de, kıyametin kaaim olacağı vakte ilimdir» demekle kâfirleri iskât et.
Yani; yâ Ekrem-er Rusülî Sen kâfirleri kıyametin vukuuyla inzar edince, onlar sana kıyametin. vaktinden ve haberinden suâl ederler ve derler ki, «Kıyametin müntehâsı ezmineden hangi zamanda olacak bize haber ver ki, vaktini bilelim» Onların bu suâllerine cevapta sen de ki, "Kıyametin vâki olacağı zamana ilim; ancak Rabbimin indinde mahfuzdur. İlmini kendi zatına ihtiyar etmiştir. Zira; vaktini hiçbir kimseye izhar etmez, illâ kendi zatına hasretmiş ve insanlar daima kıyametin vukuundan havf ve endişe üzerine olmaları için insanlardan ihfa buyurmuştur. Kıyametin emri semavat ve arzda bulunanlara gaayet ağır oldu. Kıyamet
size ancak füc'eten gelir, asla haberiniz olmaz». «Kıyametin kıyamı ve müntehâsı ne zaman?» demektir ki vukuu zamanından suâldir.
[Sana onlar kıyametin zamanından suâl ederler ki, keenne sen kıyametin vaktini bilirsin ve ilmini ihata ettin ve onlara şef-katından vaktini haber verirsin zannederler. Sen de ki, «Kıyametin vaktine ilim; Allahü Tcalâ indinde mahfuzdur, ben zamanını bilemem. Zira; Allahü Tealâ bildirmedi ve bildirmez ve lâkin sizin gibi nasın ekserisi kıyametin ilmi Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu bilmezler. Binaenaleyh; suâl ederler».]
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ kıyametin haberini nastan gizledi ki, mükellefin ibadete ve vâcibâtı edaya ve isyanlarından tevbeye müsaraat etsinler.
Suâl, kıyametin zatından olmayıp zamanından olduğuna işaret için zamana delâlet eden lafzıyla varid olmuştur.
Kıyametin semâvât üzerine sıkleti; semâvâtın şakkolması ve dürÜlmesidir: Arz üzerine sıkleti; arzın dağları mahvolup başka bir arza tebeddül etmesidir. Ehl-i sema ve ehl-i arz üzerine sıkleti; cümlesinin helak olmasıdır.'
Kıyametin zamanının hafi olmasını ve füc'eten gelmesinin keyfiyetini Resulullah bir hadis-i şerifinde tafsil buyurmuştur. Çünkü; Tefsir,-i Hâzin'de Buhârî ve Müslim'in Ebu Hüreyre Hazretlerinden rivayeten beyanlarına nazaran Resulullah buyurmuş ki 'i Kıyamet kaaim olur : İki recül elbiselerini sererler, pazarlık etmeden ve bir reçül süt- kâsesini ağzına alır içmeden, diğer bir recül havzını sıvar içine su koymadan ve başka bir recül lokmasını eline alır ağzına götürmeden ve ahar bir şahıs teraziyi kaldırır tartmadan kaaim olur. Velhasıl umulmadık bir zamanda zuhur ediverir, kimse bilmez». Binaenaleyh; herkesin hemen her saatte kıyametin vukuuna intizar etmesi lâzımdır. Kıyamet bağteten zuhur edeceği içint saat denmiştir.
Suâl-i evvel; kıyametin vaktinden olup, suâl-i sânî, kıyametin şiddetinden ve mehabetinden olduğu için suâllerde tekrar yoktur. Çünkü; ayrı ayrı şeylerden suâldir. İkisi bir şeyden suâl değildir ki, tekrar olsun. Suâl-i sânî şiddet ve mehabetinden suâl olduğu için mehabete delâlette ziyade olan lâfza-i celâlle cevap verilmiştir ki, evvelki cevapta varid olduğu halde ikincisinde varıd olmuştur.
Hafi ; âlim manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Keenne sen kıyametin vaktini bilirsin zannıyla suâl ederler] demektir. Yahut şefik manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Senden suâl ederler ki keenne seninle Kureyş beyninde karabet olduğundan şefkatma binaen cevap veresin ve başkalarına haber vermediğinden onları haberdar edesin] demektir. Sebeb-i nüzul hakkındaki rivayet dahi bu manâyı te'yid eder. Çünkü; Fahr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Kureyş kabilesi «Yâ Resulallah! Seninle bizim beynimizde karabet vardır. Şu karabete binaen kıyametin kaaim olacağı zamanı bize haber ver» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.[137]
Vacip Tealâ Resulullah'ın gaaibi bilmediğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habib-i Zişanım! Sen kâfirlere de ki, "Ben, nefsim için menfaat ve mazarrata mâlik değilim, illâ meşiyet-i ilâhiye taallûk eden şey müstesnadır. Eğer ben gaaib bilmiş olsaydım hayrı çok hazırlardım. O kötülük beni messetmez bir hale gelirdim. Ben olmadım, ancak âsileri korkutucuyum ve âbidleri müjdeleyiciyim ve tebşi-ratım iman eden kavme mahsustur».] Çünkü; iman etmeyen kavim tebşirattan mahrumdur.
Yâni; Habibim! Senden kıyameti suâl edenlere de ki, «Ben gaaibe ilim iddiasında bulunmuyorum. Binaenaleyh; nefsim için celb-i menfeat ve def-i mazarrata mâlik değilim. Zira; Allah'ın kuluyum. Kulun ise bizatihi def'-i mazarrata ve celb-i menfaata iktidarı olmaz. Zira kudret-i kâmile ve ilm-i muhit; Allahü Tea-lâ'ya mahsustur. Ancak Allahü Tealâ benim bilmemi isterse vahiy ye ilhamla bana bildirdiği gaaipler, menâfi1 ve medarı müstesnadır. Zira; Allahü Tealâ bildirince ben de bilirim. Eğer ben gaaibi bilmiş olsaydım benim halim şimdi bulunduğum halin hilâfında olur, çok mal tedarik eder ve bilumum mazarrattan ve kötülükten içtinab ederdim. Asla zarardan bana birşey isabet etmezdi. Halbuki beşerim, beşeriyet noktasından bana da zarar isabet ediyor. Binaenaleyh; umur-u harpte bazan gaalip ve bazan dahi mağlûp oluyorum. Eğer gaaibi bilsem mağlûp olacağım cihete mübaşeret etmem. Ben, ancak âsîleri korkutmak ve mümin olan kavmi tebşir etmek için gönderilmiş bir resulden başka bir şey olmadım.
Resulullah'm beşîr ve nezîr olması mümin ve kâfir cümle insanlara şamil olduğu halde tebşir ve inzardan intifa1 edecekler müminler olduğu için bu âyette, müminlerin sarahaten zikrolun-duğu Nisâbûrî'nin cümle-i beyânatındandır.
Hayırla murad; menâfi-i dünya, hayrat; sıhhat-ı beden, afiyet, evlâd ve ahfaddır, Zararla murad; dünyamn afatını defi', sürür ve fiten, kaht u gâlâ, üel ve emrazdır. Çünkü; bunların cümlesi insan için mazarrattır. Bu âyet-i celilede Resulullah'm "Gaaibi bilmiş olsam hayra tasaddî eder ve serden kaçardım ve lâkin bilmem^ demesi, «Allahü Tealâ bildirmeyince bilmem» demektir, yoksa »Hiç gaaib bilmem» demek değildir. Zira; Allahü Tealâ birçok gaaipleri peygamberimize haber verdi ve mucize olarak peygamberimizin ümmetine beyan buyurduğu veçhile vukuat meydana geldi ve nübüvvetinin sıhhatına da delâlet etti. Binaenaleyh; Allahü Tealâ'mn bildirmediğini bilmez» demektir ve bazı mugay-yebâtı bilmemesinden risaletine de bir halel gelmez.
Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile bu âyet-i celilede Re-sulullah'm gaaibi bilmediği beyan olunması ilm-i nücum ve remil ve sair âlât ve edevat vasıtasıyla gaaibi bilirim iddiasında bulunanlar için de men' vardır ve bu âyet vaaz yönünden onlara kâfidir. Zira; efdal-ı mevcudat olan fahr-i rusül «Ben gaaip bilmem buyurursa âhâd-i ümmetin gaip bilmeyeceği evleviyetle sabittir. Kütüb-ü fıkhiyede beyan olunduğu veçhile gaaibe ilim; Allahü Tealâ'ya mahsus olduğundan bu suretle gaaibe ilim iddiasında bulunan kimse tekfir olunur. Çünkü; zat-ı ülûhiyete mahsus olan bir şeyde iştirak davası doğru olamaz.
Bu âyette gaybla murad; müşrikler tarafından suâl olunan kıyametin zamanıdır. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer ben kıyametin zamanını bilmiş olsam amel-i salihe müsaraat eder ve mazarrat verecek şeylerden ihtiraz ederdim | demektir ki, ümmetini hayra teşviktir.
Yahut gaybla murad; Allah'ın irade ettiği şeydir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Eğer benim hakkımda Allah'ın murad ettiği şeyi bilmiş olsam murad olan şeyi işler ve murad olmayan şeyden içtinab ederdim] demektir. Nisâbûri'de beyan olunduğu veçhile «Eğer ben gaaibi bilsem hayrı çok yapardım» demek «Din-i hakka davetin te'sir edeceği kimseleri bilir onları davet eder ve ve te'sir etmeyeceği kimseleri bilir onları davet etmezdim» demektir.
Yahut gayble murad; harpte nusrettir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer harpte nusret benim olduğunu bilmiş olsaydım muharebe eder mağlûp olmazdım] demektir. Şu beyan olunan manâlar beyninde münâfât olmadığından cümlesi mânâ-yı evvelde dahildir. Çünkü hayır; bunların her cümlesine şamildir. Lâfzı umum üzere isti'mâl mümkün iken tahsiste tercih bilâ müreccah olduğundan umum üzere isti'mâli evlâdır. Şu halde hayır lâfzı cümlesine şamil olunca cümlesini murad etmek lâfz-ı âyete daha muvafıktır.
Tefsir-i Hâzin ve Fahr-i Râzi'de beyan olunduğu veçhile sebeb-i nüzule muvafık olan da umum üzere isti'mâldir. Çünkü; ehl-i Mekke'nin «Yâ Muhammedi Sen bize narhın ucuz olup atîde pahalanacağı zamanı haber versen de biz mal alsak, içeri koysak. Kıtlık olacağını haber versen de ucuzluk olan mahallere gitsek, birçok ticaret etsek, darlık görmesek» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervidir. [138]
Vacip Tealâ emr-i nübüvveti takrirden sonra emr-i tevhidi takrir etmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ şol zat-ı şeriftir ki, sizi nefs-i vâhid olan Adem -den ve o nefs-i vah idden zevcesi Havva'yı halk etti ki, o nefs-i vâhid zevcesiyle ünsiyet etsin ve kalbi mutmain olsun.] Zira; insan cinsini görünce kalbi müsterih olur. [Vakta ki, Âdem (A.S.) zevcesi Havva'ya karib olduysa Havva (R.A.) hafif yüklendi, o yükle biraz zaman geçti, vakta ki Havvânuı yükü ağırlaştı, hamli zahir olduysa zevç ve zevce ikisi beraber mürebbi-i hakîkîleri olan Allahü Tealâ'ya duâ ettiler ve dediler ki, «Yâ Rabbi! Eğer sen bize salih bir çocuk verirsen elbette biz şükredicüerden oluruz».]
Yani; Allahü Tealâ şol kaadir ü kayyumdur ki, sizi şahs-ı va-hid olan pederiniz Âdem'den icad ve efradınızı teksir etti ve o nefs-i vâhidden ülfet ve ünsiyet etsin ve nefsine zammetmekle kalbi müsterih olsun için zevcesi Havva'yı halk etti ki, yekdiğerine refakat etsinler. Zevcesi Havva'yı halk edip Âdem (A.S.) Havva üzerine vâki ve yakın olunca Havva nutfe-i Âdem'den hafif bir hamille hâmil oldu ve bu hamille biraz zaman geçti. Binaenaleyh; çocuk karnında büyüdü, can geldi. Çocuk karnında harekete başlamakla hamli ağırlaşıp sıkletini görünce zevç ve zevce ikisi beraber dergâh-ı ülûhiyyete iltica, tazarru ve niyaz ederek Rableri olan Allahü Tealâ'ya dua ettiler ve Rablerinden istirham ederek dediler ki, «Yâ Rabbi! Eğer lutfu kereminden bize bir veled-i sa-lih ihsan edersen elbette nimetine şükredicilerden oluruz». Şu halde bir hatun hâmil olunca peder ve validesinin o çocuğun salih olmasına duâ etmeleri lâzım olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü Kur'an'da bunu beyan etmek1; ehl-i imanı irşad içindir
[Vakta ki, Allahü Tealâ onlara istedikleri veled-i salihi ihsan ettiyse evlâtları Allah'ın verdiği veletlerinde Allahü Tealâ'ya şerikler kıldılar. Allahü Tealâ onların şeriklerinden münezzeh, yüce, şerik ve nazîrden âlî oldu.]
Bu âyetin tevcihinde müfessirînin bir çok te'villeri vardır : Birincisi; âyetin manâsında beyan olunduğu veçhile bu kıssa Hz. Âdem'le Havva hakkındadır. Allahü Tealâ'ya şirk edenlerle murad; evlâd-ı Âdem'dir. Çünkü; Allahü Tealâ evlâd-ı Âdem'e velet verip teksir, ve salih taliha tebeddül ve muti âsîye tahavvül ettikçe veletlerinin isminde (Abdul'uzzâ), (Abdulmenat) ve (Abdüllât) demekle Allah'a şirk ettiler. Allahü Tealâ onların şirkinden münezzehtir.
İkincisi; müşrikler Hz. Âdem'e şirk nispet ettiler ve kendileri Hz. Âdem'in mesleğini taklid ettiklerinden bahsedince Allahü Tealâ Âdem (A.S.) in kıssasını ve halini hikâye etti ve buyurdu ki, «Âdem'le Havva'ya Allahü Tealâ veled-i salih vefince Allah'ın verdiği velette Allahü Tealâ'ya şerik mi kıldılar?» demektir. Çünkü; cümlesinde hemze-i istifham, mukadder ve inkâr içindir. Buna nazaran manâ-yı nazıra ; [Allahü Tealâ onlara velet verdi de Allahü Tealâ'ya şirk mi ettiler? Onlardan sizin zu'm ettiğiniz gibi şirk sadır olmadığı halde siz nasıl şirk isnad ediyorsunuz? Âdem'in halini benden daha iyi mi biliyorsunuz?] demektir.
Şu tevcihata ihtiyaç; âyet-i celilenin hakikatta Âdem'le Havva hakkında varid olduğuna nazarandır. Amma Fahr-i Râzi'nin İmam-ı Kaffal'den naklen beyanı veçhile âyet; darbımesel olup müşriklerin hallerini temsil olduğu surette manâ-yı âyet şöyledir : [Allahü Tealâ şol Vacib-ül Vücud'dur ki, sizin herbirinizi bir şahıstan halketti ve o şahs-ı vahid cinsinden herbirinize insaniyette müsavi olarak ünsiyet için zevcelerinizi, icad buyurdu. Vaktaki zevç zevceye cima' ettiyse zevce zevcin nutfesinden hamil oldu. Zaman geçtikçe hamli ağırlaşip velet harekete başlayınca zevç ve zevce Allahü Tealâ'ya duâ ederler ve derler ki, «Eğer Yâ Rabbi! Bize veled-i salih verirden biz elbette sana şükredicilerden oluruz». Şu duaları üzerine Vacip Tealâ veled-i salih verir. Onlar Al- i lah'ın verdiği velet hakkında Allah'a şirk ederler. Zira; onlardan 1 bazıları veledi tabiata ve bazıları yıldızlara ve bazıları putlara ? nispet etmekle şirkederler.] Şu halde âyet; insanların ekserisinde ! vâki olan halleri temsil kabilindendir. Binaenaleyh; Âdem (A.S.) la Havva (R.A.) haklarında değildir. [139]
Vacip Tealâ şirk edenlerin şirkinden zat-ı ülûhiyetinin münezzeh olduğunu beyandan sonra müşriklerin şirklerini red ve inkâr etmek üzere buyuruyor.
[Müşrikler hiçbirşeyi halk edemeyen putları mı Allahü Tealâ'ya şerik kılarlar? Halbuki putlar kendileri mahlûklardır ve putları ülûhiyette nasıl şerik itikaad ederler? Asla şerik koşmaya salâhiyetleri yoktur. Zira; putlar müşriklere nusret etmeye kaadir olamazlar, belki müşriklere nusret şöyle dursun kendi nefislerine bile nusret edemezler.] Zira; putları keserle yonttular ve bıçkıyla biçtiler ve bu suretle envâ'-ı hakaarete uğradıkları halde kendilerinden zili ü hakaareti defe kaadir değillerdir. Şu halde nerede kaldı ki, ibadet eden müşriklere muavenet ve nusrette bulunsunlar. Elbette bulunamazlar. Binaenaleyh; menfaat ve mazarrata kadir olamayan birtakım âciz mahlûklara ibadet edip onlardan menfaat beklemek kadar hamakat olur mu?
. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kelimesi lâf-zan müfred olduğundan müfred ve manâda cemi' olduğundan cemi' sıyğasıyla varid olmuştur. Putlar; her ne kadar zevilukulden değilse de müşriklerin onlara zevilu-kulden gibi muamele ettiklerine binaen zevilukule mahsus olan cem'-i müzekker-i salim sıyğasıyla varid olmuştur.
Ayetten nıaksad, putların ibadete salâhiyetleri olmadığını ispat etmektir. Zira ibadet vacip olan ma'budun, ibadet eden kimseye def-i mazarrat ve celb-i menfaata kaadir olması lâzımdır ki, ibadet ederse menfaat ve ibadeti terkettiğinde mazarrat îsâline muktedir ve ibadete menfaat için rağbet ve ibadeti terkten mazarrat için nefret* hasıl olsun. Putlarda bu emniyeden hiçbirisi olmadığından asla ibadete salâhiyetleri yoktur.
Bu âyet-i celile evvelki âyete manâda merbuttur. Çünkü; Bey-zâvî'de beyan olunduğu veçhile evvelki âyette hitap; Araptan (Ku-sayy) in evlâdına olmak ihtimali vardır. Zira; Kureyş'ten (Kusayy) kabilesi Kusayy'in bir ana ve bir babadan evlâdıdır. (Kusayy)ın, kendi cinsi Kureyş'ten bir zevcesiyle beraber Allahü Tealâ'dan sahih-ül vücud bir velet taleb etmeleri üzerine Allahü Tealâ onlara dört oğlan verdi. Onları (Abd-i Menaf), (Abd-i Şems) ve (AbcUi Kusayy) ve (Abdüddar) isimleriyle tesmiye ettikleri cihetle şirk ettiler. Cenab-ı Hak Kureyş'e onların hallerini tasvir ve iktida edenleri şirk etmeleriyle tevbih ve tekdir buyurmuştur. [140]
Vacip Tealâ müşriklerin şirk üzerine inat ve ısrarlarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Sizden herbiriniz müşrikleri din-i İslama davet ederseniz onlar size ittibâ' etmezler. Sizin üzerinize onları davet etmeniz veyahut davet etmeyip sükût etmeniz müsavidir.]
Çünkü; her iki surette iman etmedikleri cihetle davet ve adem-i davet müsavidir.
Şu manâ; hitap müminlere olduğuna nazarandır. Feth-ül Beyan ve Hâzin'de zikrolunduğu veçhile bu âyette hitap; müşriklere ve zamiri asnâma râci olmak ihtimali vardır. Buna nazaran manâ-yı âyet şöyledir: [Ey müşrikler! Siz ibadet ettiğiniz putları eğer hidayete ve salâh-ı hale ve sizi irşad etmeye davet ederseniz o putlar size ittibâ' etmezler ve davetinize icabetten âcizlerdir. Şu halde onları sizin davet etmenizle davet etmeyip sükûtunuz mü-sâvîdir. Çünkü; davetinize cevaba muktedir değillerdir.]
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile müşrikler umur-u mühimmede ve belâya ve mesâibin nüzulünde putlara müracaat eder, gecede ve gündüzde yalvarırlar. Halbuki putlardan sadâ gelmediği gibi imdat ve iane de olmadığından yalvarıp çağırmalanyla sükût edip durmaları beyninde fark olmadığını beyanla Cenab-ı Hak putların aczini ve putlara ibadet eden müşriklerin hamakatlarını meydana koymuştur. [141]
Vacip Teala putların üluhiyete salahatiyetleri olmadığını te’kid etmek üzere buyuruyor.
[Şol şeyler ki, Allah'ın dûnunda siz onlara ibadet edersiniz. Onlar sizin emsaliniz kullardır. Eğer sözünüzde sadıksaniz çağırın onları size cevap versinler.]
Yani; ey müşrikler; Ülûhiyetle muttasıf ve cemi-i kemâlâti cami olan Allahü Tealâ'ya ibadeti terkle sizin ma'bud ittihaz ederek ibadet ettiğiniz ma'budlarinız sizin emsaliniz mahlûk ve âciz kullardır. Sizin üzerinize onların meziyet ve faziletleri yoktur. Şu halde niçin nefsinizi abîd ve onları ma'bud kılarsınız. Belki siz onlardan daha muktedirsiniz. Zira; sizde hayat, nutuk, şuur ve idrak var; onlarda ise yoktur. Sizin ellerinizde hakir ve zelil olup şuur ve idrakten hâlî olan cemâdâtı ma'bud ittihaz etmek hamakat değil midir? Onlarda «Kuvvet ve kudret var ve şafaat edecekler» dediniz. Eğer sözünüzde sadıksanız çağırın onları, cevap versinler size, görelim cevap verebilirler mi?
Feth-ül Beyan ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu kelâm müşrikleri istihza ve tehekküm tarikıyla varid olmuştur. Zira; putların cevaba muktedir olamadıkları cümlenin ma'lûmudur. Binaenaleyh onlara cevap vermeleriyle emir; ta'ciz içindir. Ve müşriklere davetle emir; onları iskât ve ilzam içindir.[142]
Vacip Tealâ putların kemâl-i acizlerini beyandan sonra ibadet eden müşriklerin ibadet ettikleri ma'budlarından kendileri daha muktedir olduklarını beyanla insafa davet etmek üzere buyuruyor.
[O ma'budlarınızın ayakları var da, o ayaklarla yürürler mi?]
[Yahut onların elleri var da, o ellerle birşeye yapışabilirler mi?}
[Yahut onların gözleri var da, o gözleriyle görürler mi?]
[Yahut onlarm kulakları var da, o kulaklarla işitirler mi?]
[Habibim! Sen onlara de ki, «Çağırın şeriklerinizi size yardım etsinler».]
[«Sonra bana hiyle yapın ve benim zararımı düşünün».]
[«Bana mühlet vermeyin. Elinizden gelen bir şey varsa geri koymayın, hemen yapın» demekle onları ikaza sa'yet.]
Yani; ey kâfirler! Sizin ma'budlarmızm ayakları var da, o ayaklarıyla yürürler ve yerde te'sir hasıl ederler mi, yahut elleri var da o elleriyle yapışırlar da bir şey alıp vurup kırmaya veya kendilerine teveccüh eden zarardan korunmaya veyahut bir menfaati elleriyle celbetmeye iktidarları mı var? Yahut gözleri var da, o gözleriyle görülmesi lâzım olan şeyi görürler mi? Yahut kulakları var da o kulaklarıyla işitilmesi lâzım olan kelâmı işitirler mi? Halbuki insanın iktidarı bu misilli âlât-ıcârihayla olduğundan insan daima bunlarla umurunda istiane ve istimdad eder. Sizin ibadet ettiğiniz putlardaysa istimdad olunacak azalardan hiçbirisi olmadığından bunların cümlesinden mahrumlardır. Binaenaleyh; sizde olan iktidar onlarda yoktur. Nasıl oluyor ki, kendinizden daha âciz olan şeyleri nıa'bud ittihaz edersiniz? Te'sirin ve harekenin şartı olan hayattan dahi mahrumlardır ve hiçbir veçhile ma'bud ittihazına istihkakları yoktur. Yâ Ekrem-er Rusül! Sen müşriklere hitaben «Çağırın Allahü Tealâ'ya müşareketlerini itikad ettiğiniz şeriklerinizi! Sonra onların muavenet ve muzâheretleriyle bana hile yapın ve hilenizde bana asla müsaade ve mühlet vermeyin. Hemen elinizden geleni geri koymayın, bakın birşey yapabilir misiniz? Elbette birşey yapamazsınız. Zira; ben size ve sizin şeriklerinizin hilelerine mübâlât etmem. Siz bildiğinizi işler ve aklınız varsa aczinizi idrak edersiniz. Çünkü; beni Rabbim sizin şerrinizden muhafaza eder» demekle ehl-i şirki insafa davet et.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile âyetten maksad; insanın ezher cihet putlardan efdal olduğunu beyan etmektir. Çünkü; beyan olunduğu veçhile «İnsanın menfaati istihsal edecek birtakım âlâtı ve a'zası olduğu halde putlar o a'zâlardan dahi mahrumdur. Binaenaleyh; nasıl oluyor ki, onları ma'bud tanıyorsunuz?» demektir. [143]
Vacip Tealâ putların acizlerini beyanla ibadete istihkakları olmadığını beyandan sonra ibadete müstehak olan ancak zat-ı ülû-hiyeti olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz baha istediğiniz kadar mekir ve hile yapın, ben mübâlât etmem. Zira; benim hafızım, muin ve nasırım, bilumum umuruma mütevelli beni te'yid ve devamı tasdik edici olarak Kur'ân'ı tenzil eden Allahü Tealâ'dır. Halbuki Allahü Tealâ; salih kullarının mütevellisîdir.] Binaenaleyh; düşmanlarından sulehâya zarar isabet etmez. Çünkü; sulehanm yardımcısı Allahü Tealâ olunca onlar hakkında düşmanlarının adaveti müsmir olamaz ki, düşmanlarının şerri onlara isabet etsin.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile (Ömer b. Abdülâziz) evlâdı için mal iddihar etmediğinden bazıları tarafından «Evlâdına biraz mal tedarik etsen» denildiğinde cevaben «Benim veledim ya sule-hadan olur veyahut mücrimlerden olur. Eğer sulehadan olursa onun velisi Allahü Tealâ'dır. Şu halde benim malıma ihtiyacı yoktur. Ve eğer mücrimlerden olursa Allahü Tealâ buyurdu. Yani; «Elbette ben günahkârlara arka ve yardımcı olmam» demektir. Şu halde Allah'ın reddettiği kimsenin mü-himmâtıyla ben meşgul olamam» buyurmuşlardır. Binaenaleyh; evlâda nazar-ı ilâhi olursa birçok servete ve hayrata malik olur ve eğer nazar-ı ilâhi olmazsa pederi milyonlar terk etse az zamanda yok olur. Bunun emsali hariçte yüzlerce görülmektedir. [144]
Vacip Tealâ ibadet caiz olan zat-ı ülûhiyetle ibdet caiz olmayan putların beynini tefrik için buyuruyor.
[Ey müşrikler! Şol şeyler ki, siz onlara Allah'ın dûnunda ibadet edersiniz. Onlar size yardım etmeye kaadir olamazlar ve kendi nefislerine dahi nusret edemezler. Eğer onları Islama davet ederseniz onlar işitmezler ve davet edince onları sana nazar eder görürsün, halbuki onlar görmezler.]
Yani; ey müşrikler! Siz Allahü Tealâ'ya şirkedersiniz. Halbuki Allah'ın gayrı sizin ibadet ettiğiniz ma'budlanmz size nus-rete muktedir olamadıkları gibi kendi nefislerine dahi nusrete kaadir olamazlar. Kendi nefsini belâyâdan halâsa muktedir olamayan şey, elbette sizi halâs edemez. Çünkü; nusrete istidad ve kaa-biliyeti yoktur. Eğer siz müşrikleri hidayet-i mahzdan ibaret olan din-i İslama davet ederseniz kabul etmezler. Zira; tıynet-i habise-leri icabı davetinizi işitmezler ve tabiatlarında merkûz olan cehâletleri icabetlerine mânidir.,Sen davet ederken onları sana nazar ederler görürsün, halbuki onlar, putlarının cemâdât olup hayır ve şer, nef u zar ellerinden gelmediğini bilmezler ve görmezler. Yani; görürler ve lakin görmekten maksat mütenebbih olmakken bilâkis mütemerrid oldukları için görmemiş gibidirler. Binaenaleyh; âyette «Görmezler» denmiştir. Çünkü; birşeyden maksat fevt olunca o şey yok hükmündedir.
Bundan evvelki âyetlerde putların adem-i iktidarları ve müşriklerin İslama davet olunsalar işitmeyecekleri tehdid ve tefri' ta-rikıyla zikrolunup bu âyette bu mesâil; ibadet caiz olanla olmayan beynini tefrik için zikrolunduğundan âyette tekrar yoktur. Çünkü; herbirinin mazmunu birse de zikirden maksat başka başka olduğu cihetle tekrarı mutazammm değildir. [145]
Vacip Tealâ salihlerin mütevellisi olduğunu ve resulünü düşmanlarının ızrar edemeyeceklerini beyan ettiği gibi nasla muamelede menhec-i kavîm ve sırat-ı müstakimi iltizamını dahi resulüne emretmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusül! Nasla muamelede tarîk-ı affı ve mülâ-yemeti iltizam et. Ma'ruf ve aklen müstahsen olan şeylerle emret. Delâili kabul etmeyen cahil mütcmerridlcrdeıı i'raz et, mücadele etme.]
Af; fazıl ve külfetsiz hasıl olan şeydir. Ma'ruf ; Allah'tn vahyiyle hüsnünü beyan ve emrettiği şeydir. CâhiIle murad; söz dinlemez ve delâile kanaat etmez ve küfründe musir ve muannid kimsedir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Habibim! Nâsm ahlâkından kolay olanlarını ahzet. Onlar üzerine herşeyle-rini ta'mik edip işin içyüzünü karıştırma ki, sana isyan etmesinler. Eğer sen hallerini tetkik edersen adavet tevlid edeceğinden kusurlarının affıyla muamele et ve nasın a'mâlinden zahirini ahzet, tecessüs ve taharri etme ve Allah'ın vahyettiği şeylerle emret ki meşru' olan şeyleri ahzetsinler ve söz dinlemeyen ve küfrüzere musir olan cahillerden i'raz et ki, onlarla mücadele etmeyesin.]
Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet; mekârim-i ahlâkı cem' etmesiyle Resulullah'a taraf-ı ilâhiden emirdir.
Bazılar «Afla emir; nasın malından fazla olandır. Buna nazaran zekâtın farziyetini beyan eden âyetle mensuhtur ve cahillerden i'razla emir; kıtal âyetiyle mensuh olduğuna nazaran bu âyette vâki' olan üç cümleden evveli ve âhiri mensuh ve evsatta bulunan cümlesi muhkemdir» demişlerse de, esah olan âyetin muhkem olmasıdır. Af; maldan fazla manâsına olmayıp mutlaka af manâsına olduğuna nazaran evveli ve evsatı muhkem ve âhiri mensuhtur. Zira; cahilleri yola getirmek için daima nasihat lâzımdır.
Tefsir-i Hâzin'de (Ca'fer-i Sâdık) Hazretlerinden naklen beyan olunduğuna nazaran Kur'an'da mekârim-i ahlâkı bundan ziyade cami bir âyet yoktur. Çünkü bu âyette; hukuk-u maliyeye taallûk eden cihette şiddetin ve nasa karşı gılzatın ve fena sözün terkolunması ve hulk-u tayyible tahalluk etmesi ve şer'an emro-lundukları feraiz ve nevafil ve sair mekârim-i ahlâkın cümlesi dahildir.
Fahr-i Râzi'nin beyanına nazaran bu âyet nazil olduğunda Re-sulullah Cibril-i Emin'den bu âyetin ahkâmını istizah buyurmuş ve Cibril-i Emîn de «Yâ Resulallah! Rabbin Tealâ senden sıla-i rahmi kat'edene sıla etmenle ve seni mahrum edene senin atîye vermenle ve sana kötülük edene senin iyilik etmenle emrediyor» demiştir.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Hz. Aişe (R.A.) «Resulullah kötü söz söylemez, kötü söz dinlemez, çarşıda savt-ı bâlâyla bağırmaz ve kötülüğe kötülükle mukaabele etmez, belki iyilikle mukaabele ederdi» buyurmuştur.
Bu âyette cahillerden i'raz, kıtal âyetiyle mensuh olduğuna nazaran «Küfürde ısrar eden cahillerle mukaatele et, onları küfrüzere terketme» demektir. Resulullah'a emir; bittebi' ümmetine dahi emir olduğundan bilcümle ümmet mekârim-i ahlâkla memurlardır. [146]
Vacip Tealâ nasın kusurunu affetmekle emrettikten sonra gazap halinde şeytan'in vesvesesini defin ilâcını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Eğer sana şeytan'dan bir vesvese arız olursa o vesveseyi defetmek için Allahü Tealâ'ya iltica et. Zira; Allahü Tealâ senin duanı işitici ve halini bilicidir.]
Yani; Şeytan daima insanı iğfal için fırsata muntazırdır. Eğer gazap halinde sana şeytan tarafından bir vesvese ilkaa olunur ve zihnini teşvişe başlarsa şeytan'in şerrinden nefsini muhafaza için derhal himaye-i ilâhiyeye iltica ve Allahü Tealâ'ya istiâze et ki, vesvesesi zail olsun. Zira; Allahü Tealâ iltica edenlerin duasını işitir ve kullarının ahvalini bilir. Binaenaleyh iltica eden kimselerden şeytan'in şerrini def eder. Şeytan'in nez'i; vesvese ve fesad ilkaa etmek ve insanın zihnini teşviş edip endişeye düşürmektir.
Fahr-i Râzi, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyeti nazil olunca Resulullah'ın «Gazabımızı ne yaparız, yâ Rabbi!» demesi üzerine gazap halinde şeytan'in vesvese ve fitnesini izaleyi ta'lim etmek üzere bu âyetin inzal olunduğu mervidir. Şu halde bu âyet gazabı teskini ve şeytan'in vesvesesini izalenin ilâcını beyandan ibarettir. Çünkü; herşey yed-i kudret-i ilâhiyede olduğundan şeytan'in şerrini def etmek de Allahü Te-alâ'nın ianesiyle olacağı cihetle Allahü Tealâ, dergâhına iltica olunmak vacip olduğunu beyan ve tavsiye buyurmuştur. Binaenaleyh; insan için nefsinde şeytan'in vesvese ve fitnesini hissedince derhal istiâzeyle defin çâresine tevessül etmek vaciptir. Zira; is-,tiâze emri her ne kadar Resulullah (S.A.) e ise de bilumum ümmetine talim ve terbiyedir. Resulullah'a istiâzeyle emrolununca ümmetine de emrolunacağı evleviyetle sabittir. Çünkü; ümmetin istiâzeye ihtiyacı daha ziyade olduğunda şüphe yoktur.
Lisanla istiâze edildiğinde kalple istiâzenin manâsını düşünmek lâzım olduğuma işaret için sem'i zikirden sonra Vacip Tealâ alîm olduğunu dahi beyan buyurmuştur. Yani «Lisanınızla söylediğinizi işitir ve kalbinizle niyetinizi bilir» demektir.
Fahr-i Râzi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile «Enbiyâ-yı ızâm ma'sum değildir» diyenler bu âyetle istidlal ederler ve derler ki, «Eğer nebi ma'sum, olsa şeytan'in nebi üzerine vesvesesi olamayacağından nebi istiâzeye muhtaç olmazdı. Halbuki istiâzeye ihtiyacına bu âyet delâlet ediyor. Binaenaleyh ma'sum değildir» demişlerse de bu istidlalleri; üç cihetle merduddur: Birincisi; Şeytan'ın nebiye vesvesesi edat-ı şart ve faraziyat tankıyla varid olduğundan vesvesenin vukuuna delâlet etmez. İkincisi; eğer Şeytan'ın vesvesesi vâki olacak olsa bile Resulul-lah'ın ma'sum ve şeytan'ın şerrinden salim olduğuna İbn-i Mes'ud (R.A.) den Müslim Hazretlerinin rivayet buyurduğu hadis-i şerif delâlet eder. Çünkü; Resulullah'ın «Sizden hiçbir kimse olmaz, ancak cinden ve melekten birer karini vardır» buyurması üzerine hazır bulunan ashab-ı kiram tarafından «Senin de mi karinin var? Ya Resulallah!» denildiğinde «Evet» Benim de var ve lâkin Allahü Tealâ bana iane buyurdu. Binanealeyh; ben şeytan'ın şerrinden salim oldum» buyurmuştur. Üçüncüsü; hitab Resulullah'a ise de maksat ümmetidir. Şu halde şeytan'ın şerrinden Allahü Tealâ'ya ilticanın ümmet üzerine vacip olduğunu beyandır. [147]
Vacip Tealâ şeytan'm vesvesesinden istiâze vacip olduğunu beyan ettiği gibi müttekilere şeytan'ın vesvesesi daha ziyade olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlar ittikaa ve muharremâttan ihtiraz ettiler. Onları şeytan'dan kalplerinin etrafında tavaf edip vesvese messettiğinde tezekkür ederler ve emrolundukları me'muratı ve nehyolundukları menhiyatı düşünürler. Derhal görülür ki, hatalarını idrakle ma âsî d en ihtiraz ve şey tan'in iğvâsından Allahü Te-alâ'ya iltica ederler. Amma şol kimseler ki, maharimden ihtiraz etmez ve menhiyyattan çekinmezler. Onlar şeytanların kardeşleridir. Binaenaleyh; şeytanlar onları d al âl e çekerler. Tamamıyla dalâle münhemik olduktan sonra iğvâ ve ifsadlarında kusur etmezler. Hatta bir dereceye gelir ki, onlardan asla felah me'mûl olmaz.]
Beyzâvî'nin beyanı veçhile muharremâttan içtinab ve ittikaa-ları sebebiyle müttekilere şeytandın vesvesesi te'sir etmeyip nafiz olamayacağına işaret için vesveseden tâifle tabir olundu. Zira taif ; tavaf edici yani etrafında deveran edici manasınadır. Çünkü; müttekiler emir ve nehyi tezekkür ettikleri cihetle muharremâttan içtinab ederler. Şeytan'm arzusuna muvafık işte bulunmadıklarından şeytan'm vesvesesi onlara tesir edemez. Zira; onlar hatanın mevkiini idrak ve şeytan'm hilelerini gördükleri için şey-tan'a ittibâ' etmezler. Binaenaleyh; şeytan kalplerinin etrafında doîaşsa da bir te'sir yapamaz. Amma ittikaa etmeyenler şeytan'm kardeşleri olduğu için kardeşlerini şeytanlar dalâle çeker götürürler. Zira; onlar muharremâttan ihtiraz etmediklerinden şeytan'm her emeline hizmet ve her arzusuna tebaiyet ederler. Sonra bir dereceye gelirler ki, şeytan onları iğfalde kusur etmez, onlar da da-lâlden feragat etmezler. Bu hâl ekseri fasıklarda görülür: Çünkü; şeytan bir kere yakasından tuttuktan sonra istediği yere alıp götürdüğü ve müptelâ olduğu ma'siyetten vaz geçemediği aşikârdır.
Şeytanla. murad; İblis'in evlâdıysa. da insanın müfsidle-rine de şâmildir. Zira; insanın müfsidleri birbirini azdırmakta şe-yâtîn ve cinden daha eşeddir denilebilir.[148]
Vacip Tealâ şeytan'm iğvasını beyan ettiği gibi iğvânın en-vâ'ından bazı nev'ini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Sen kâfirlere istedikleri âyeti getirmediğinde onlar istihza tankıyla derler ki, «Keşke icad edip kendi nefsinden söylediğin gibi istediğimiz âyeti dahi kendi nefsinden intihab ediverseydin veyahut Rabbinden taleb etseydin.»] İşte kâfirler böyle demekle şeytan'ın vesvesesini izharla aldandıklarını meydana korlar. [Yâ Ekrem-er Rusül! Sen onlara cevap olarak de ki, «Ben ancak Rabbimden bana vahyolunan evâmir ve nevâhîye it-tiba ederim. Çünkü; sizin zır m un uz gibi ben kendi indimden bir-şey icad etmedim. Her ne sÖyledimse beni resul gönderen Rabbimden geleni söyledim. İşte şu Kur'an sizin Rab biniz den kalplerinize basiret ve gözlerinize ziyadır. Zira; hakkı gösterir ve savabı size bildirir ve Kur'an sizin için matlubunuza îsâl eder hidayet ve nevm-i gafletten ikaz eder müminlere ihsandır.]
Tei'sir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette Vacip Te-âlâ insan için mümkün olan meratib-i selâseye işaret buyurmuştur. Çünkü; derecât-ı ulûmda insanlar mütefâvittir. Zira; bir kısmı ilm-i tevhidde gaayete vasıl olur, hatta Vacip Tealâ'yı müşahede etmiş gibi olur. Bu kısım hakkında Kur'an besâirdiv. Zira besâir; birşeyin delilidir ki, o delile tamamıyla nazar edip tetkik eden kimse o delilden maksada intikaal eder. Binaenaleyh Kur'-an'a tamamiyle dikkat eden kimse Kur'an'm ahkâmını bihakkın gördüğünden Kur'an'a besâir denmiştir. Zira; Kur'an'a iman edip tetkik eden kimseye hakikat lâyıkıyla tezahür eder. Şu halde Kur'an tevhidin ve nübüvvetin ve âhiretin delillerini tamamıyla izhar edip gösterdiğinden ve bu kısım insanlar tamamiyle delâili tetkik ettiklerinden bunlar hakkında Kur'an besâirdiv ve bu kısım insanlara, ashab-ı tevhidin en yüksek tabakasında oldukları için ashab-ı aynelyakîn denilir.
İnsanların ikinci bir kısmı nazar-ı istidlal mertebesini ihraz edip ilm-i yakın erbabından oldukları için onlar hakkında Kur'an' hidayettir.
Üçüncü bir kısım muti ve münkad mertebe-i teslimiyeti ihraz edip hakkı yakın ashabından oldukları için Kur'an onlar hakkında rahmettir ve âmmeten müminler bu kısımdandır. Binaenaleyh; bu âyette insanların dereceleri ve akılları mütefavit olduğuna işaret için Kur'an üç sıfatla tavsif olunmuştur. Zira; bir kısım insanlar hakkında Kur'an'ın besâir diğer bir kısım hakkında hidayet ve üçüncü bir kısım hakkında da rahmet olduğu beyan olunmuştur.
Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlerin istedikleri mucizeyi Resulullah'm getirmemesi emr-i nübüvveti ihlâl etmez. Zira; Kur'an'ın dava-yı nebeviye muvafık zuhur edip muâraza edenleri iskât ve âciz kılması nübüvveti ispata kâfi mucize-i bahire olduğundan ziyadeyi talep inad ve istikbar kabilindendir. Binaenaleyh; ziyade taleplerini reddetmek ispat-ı davaya noksan iras etmez. [149]
Vacip Tealâ Kur'an'ın azamet-i şanını beyandan sonra isti-mâ'la emretmek üzere buyuruyor.
[Kur'an kıraat olunduğunda işitin ve merhamet olunmanız için kıraat zamanında sükût edin.]
Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile her ne zaman ve hangi vakitte Kur'an tilâvet olunduğunda maânîsini fehinı ve me-vâizini tedebbür etmek için sükûtla Kur'an'ı istimâ' vacip olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira kıraat mutlaktır ve istimâla emir vücub içindir. Binaenaleyh; cehren Kur'an tilâvet olunduğunda işitenler velevse yoldan geçenler olsun veyahut muallim-i sıbyan bulunsun sükûtla istimâ'ı vaciptir.
Bu âyet; namazda imamın tilâvetini istimâ'm vücubuna dahi delâlet eder. İmam-ı A'zam Hazretlerinin mezhebi de budur.
Bazı ulema âyetin «Namazda kelâmı nehyiçin» veyahut «Hutbe kıraatini istimâ' için» veyahut «Hitap kâfirlere olup kâfirlerin Kur'an'ı dinleyip fesahat ve belagatını fehmetmeleri için emirdir demişlerse de elfazın umum üzere isti'mâli mümkünken tahsiste bir fayda yoktur ve umum üzere icra olunduğunda şu manâların kâffesi dahildir.'Şu halde tr\ısise hacet yoktur. Binaenaleyh; her nerede ve her ne zaman olursa olsun Kur'an tilavet olunduğunda işitenler üzerine Kur'an'ı dinlemek vacip olduğuna âyet-i celile sarahatle delâlet etmektedir.[150]
Vacip Tealâ Kur'an'ın cehren kıraat olunacağını ve işitenlerin sükûtu vacip olduğunu beyandan sonra zikrin hafiyen olması efdal olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Tazarru ve niyaz edici ve korkutucu olduğun halde nefsinde Kabbini zikret, akşamda ve sabahta gizli esrarla alenen sadâ beyninde bir tilâvetle tilâvet et ve cemi-i halatında gaafiller-den olma.]
Yani; Yâ Ekrem-er Rusül! Tevazu ve tezellül edici ve azamet-i ilâhiye ve mehâbet-i sübhaniyeden korkutucu ve sözünde cehrin mâdûnu ve sırrın mafevki olarak akşam ve sabah cemi evkat ve halatında Rabbini nefsinde zikret ve Rabbine yaklaştırıcı amellerden ve bilhassa zikr-i ilâhiden gaflet edicilerden olma.
Bu âyette emir her ne kadar zahirde Resulullah'a ise de ümmeti de dahildir ve zikr-i ilâhide zikrolunan isimlerin manâlarını mülâhaza etmek lâzım olup kalpte tefekkür olmaksızın zikirde fayda olmadığına işaret için Cenab-ı Hak nefsinde zikretmeye emir buyurmuştur.
Zikrin şartı; tezellülle beraber gazab-ı ilâhiden korku olmaktır ve uzun sadayla olmayıp cehirle hafâ beyninde olmak dahî lâzım olduğuna işaret için buyurmuştur.
Bu âyette Vacip Tealâ abdin kurbiyetine işaret buyurmuştur. Zira; terbiye ve fazl u ihsanı müş'ir olan Rab lâfzını zikirle kullarının mün'im ve muhsin olduğuna işaret ve abdin rahmet-i ilâhi-yeyi ümid ederek zikretmesini beyan etmiştir.
Yalnız ümit ve rica kifayet etmeyip Allah'ın azabından da havf olunması lâzım olduğuna işaret için tazarru ve korkuyla beraber zikretmek lâzım olduğunu dahi beyan buyurmuştur. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile abdin kalbinde korku hasıl olunca imanı kayî olur. Binaenaleyh; müstehab olan abdin hal-i sıhhat ve kuvvetinde havfi ve hal-i maraz ve metine karib olduğu zamanlarında ümit ve ricası gaalip olmaktır.
Abdin a'mâli; nehârm bidâyesi ve nihâyesinde semâya suud edip dergâh-ı ülûhiyete arz olunduğundan amelinin evveli ve âhiri zikrolsun için sabah ve akşam zikretmesiyle emrolunmuştur. Yahut sabah vakti, Ölümün misali ve kardeşi olan uykudan uyanıp akşam vakti uykuya yatacak olduğu için her iki vakitte zikretmesi tavsiye olunmuş ise de bilumum evkatında zikr-i ilâhiden gaflet etmemesiyle dahi emrolunmuştur. Yahut sabah ve ikindi namazlarından sonra nafile namaz meşru olmadığından bu iki vakitte zikirle meşgul olması tavsiye olunmuştur.
İnsanın Allahü Tealâ'dan havfı; üç sebeple olup birincisi; ibadette kusuru, ikincisi; sû-u hatime endişesi, üçüncüsü; lâ yüad ve lâ yuhsâ olan niam-ı ilâhiyeye şükürle mukaabele edememesi olduğu Fahr-i Râzi'nin cümle-i beyâ-nâtındandır. [151]
Vacip Tealâ zikirle emirden sonra zikre rağbet verecek şeyi zikretmek üzere buyuruyor.
[Şol zevat-ı kiram ki, onlar Rabbin Tealâ indinde kurb-u dereceye malik oldular ve onlar Rabbin Tealâ'mn ibadetinden asla kibretmezler ve her zaman Cenab-ı Hakkı nekaaisten tenzih ve ancak onlar Rabbine secde ederler.]
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile teşbih ve secde; is-tikbar etmemekte dahilse de istikbar etmemek meleklerin tevazu, huşu' ve huzu'larını beyan olup ibadetleri teşbih ve secde olduğu ayrıca beyan olunmuştur.
İnsanın vücudu ikiye münkasım olup biri kalp diğeri sair beden olduğundan a'mâUi kalbe işaret için teşbih ve a'mal-i bedene işaret için secde zikrolunmuştur.
Bu âyette zikrolunan secde Kur'an'ın azimetlerinden olduğundan bu âyeti okuyan ve dinleyen kimseye meleklere muvafakat için secde müstehabdır.
Fahr-i Râzi'nin' beyanı veçhile bu âyette insanı secdeye ve teşbihe terğib vardır. Zira; meleklerin kemâl-i şeref ve tıynet-i taharetle beraber gazab u şehvetten, hased ü hıkıtten ârî oldukları halde ibadet edince insan zulümât-ı cismaniyeye ve şehevât-ı nef-saniyeye müptelâ olduğu halde daha ziyade ibadet etmesi lâzımdır.
Meleklerin ind-i ilâhide olmalarıyla murad; şereflerini ve rahmet-i ilâhiyeye mazhar olduklarını beyandır. İbadette asıl olan; a'mâl-i kalp olduğuna işaret için usul-ü itikaadiyeden olan nekaaisten tenzih manâsına teşbih evvelâ zikrolunup furu-u a'malden İbaret olan secde sonra zikrolunmuştur.[152]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1575-1577
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1577-1578
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1578-1580
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1580-1581
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1581-1583
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1583-1584
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1584-1586
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1586-1588
[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1588-1590
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1590-1592
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1592-1593
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1593-1594
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1594-1596
[14] Cilt: I, Sayfa : 100.
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1596-1598
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1598
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1598-1599
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1599-1602
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1602-1605
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1605-1607
[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1607-1610
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1610-1612
[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1612-1614
[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1614-1616
[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1616-1617
[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1617-1619
[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1619-1621
[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1621-1622
[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1622-1625
[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1625-1626
[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1627-1628
[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1628-1630
[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1630-1632
[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1632-1635
[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1635-1637
[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1637-1638
[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1638-1641
[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1641-1642
[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1642-1644
[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1644-1647
[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1647-1650
[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1650-1653
[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1653-1654
[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1654-1656
[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1656-1658
[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1658-1659
[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1659-1660
[48] Hûd'un pederi Abdullah, onun pederi Rebah, onun pederi
Ha-lûd, onun pederi Âd, onun pederi Avs, onun pederi İrem, onun pederi İrem,
onun pederi Sam ve Şam'ın pederi de Nuh (A.S.) dır
[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1660-1662
[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1662-1663
[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1663-1665
[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1665-1666
[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1666-1667
[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1667-166
[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1669-1671
[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1671-1673
[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1673-1674
[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1674
[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1675-1676
[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1676-1677
[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1677-1679
[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1679-1680
[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1680-1683
[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1683-1685
[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 3-4/1685-1686
[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1697-1699
[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1699-1701
[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1701-1704
[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1704-1705
[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1705-1707
[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1707-1708
[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1708-1711
[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1711
[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1712-1714
[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1714
[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1714-1715
[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1715-1717
[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1717-1720
[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1720-1722
[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1722-1723
[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1723-1724
[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1724-1725
[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1725-1727
[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1727-1728
[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1728-1730
[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1730-1731
[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1732-1733
[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1733-1734
[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1734-1735
[90] Evlerin tavanlarına vazedilen ve kiriş ıtlak olunan
akaçlardır.
[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1735-173
[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1737-1740
[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1740-1741
[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1741-1743
[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1743-1746
[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1746-1747
[97] Cilt: I, S.: 121.
[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1747
[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1748-1749
[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1749-1752
[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1752-1753
[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1754-1755
[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1755-1757
[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1757-1758
[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1758-1760
[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1760-1761
[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1761-1764
[108] Dörtbir yanı düşmanla çevrili hususiyle bütün
milletlerin düşmanlığını üzerinde toplamış bir kavmin geçici olarak devlet ve
hükümet kurmasının bekası olmayacaktır. Kur'an'ın bu ebedî hükmü bakîdir.
[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1764-1765
[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1765-1766
[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1766-1767
[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1767-1770
[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1770-1772
[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1772-1776
[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1776-1777
[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1776-1780
[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1780-1781
[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1781-1783
[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1783-1786
[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1786-1788
[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1788-1791
[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1791-1793
[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1793-1794
[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1794-1795
[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1795-1798
[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1798-1799
[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1799-180
[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1802-1804
[129] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1804-1805
[130] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1805-1808
[131] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1808-1811
[132] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1812-1813
[133] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1813-1814
[134] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1814-1815
[135] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1815-1816
[136] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1816-1817
[137] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1817-1819
[138] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1819-1822
[139] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1822-1824
[140] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1824-1825
[141] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1825-1826
[142] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1826-1827
[143] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1827-1829
[144] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1829-1830
[145] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1830-1831
[146] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1831-1833
[147] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1833-1834
[148] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1834-1835
[149] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1835-1837
[150] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1837-1838
[151] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1838-1839
[152] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 5-6/1839-1840