SÜRE-İ A'RAF. 2


SÜRE-İ A'RAF

 

Bu sûre-i şerife; Mekke-i Mükerreme'de nazil olan sûrelerden­dir. Yalnız sekiz âyetinin Medine-i Münevvere'de nazil olduğu mervidir. İki yüz altı âyeti hâvidir.

Eslâf-ı kiram, müteşâbihâtm ve bilhassa süver-i Kur'âniye ev­velinde bulunan bu misilli hurufatın manâsını «Allahü Tealâ bilir, binanealeyh; bizim için te'viliyle iştigal lâzım değildir» demişler-se de ancak ahlâf indinde ehl-i dalâlin arzularına muvafık te'vil-lerine meydan verilmemek üzere teVili caiz olduğuna nazaran harfi; insanı kâmil olan Resulullah'a, harfi; liya-katına, harfi; müeyyed min indillâh olduğuna harfi de sâdık ve safî olduğuna işarettir. Buna nazaran Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile manâ-yı şerifi: [Ey halâikm ahlâkını ikmâl etmeye lâyık ve ind-i ilâhiden müeyyed, sözünde sâdık ve insan-ı kâmil olan nebi'yyi zişan! Sana nida ederim şu Kuran bir kitaptır ki, taraf-ı ilâhimizden sana inzal olundu] demektir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran esmâ-ı ilâhiyeden bir isimdir ve kasemdir. Cevabı; 'dir. Buna nazaran manâ-yı âyet: ismine kasem ederim şu Kur'ân bir kitaptır ki, taraf-ı ilâhimizden habibim sana inzal olundu.] demektir. Yahut esmâ-i Kur'ân'dan bir isimdir, yahut bu sû­renin ismidir ve müptedâdır. Haberi lâfz-ı şerifidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: sûresi bir kitaptır ki, taraf-ı İlâ­hiden sana inzal olundu] demektir.

Tefsir-i  Taberi'de  İbn-i Abbas'tan   naklolunduğuna nazaran meâl-i münifi «Ben Allahü Tealâ, ahkâmı kullarıma tafsil ederim» demektir. 

[Kur'ân bir kitaptır ki, sabıkta inzal olunan kitapların cemi' fevaidini ve ulûm-u dünya ve uîûm-u âhireti cami olarak taraf-ı ilâhiden kullarını irşad ve risaletini te'yid için habibim sana inzal olundu. Binaenaleyh; bu kitabın ahkâmını tebliğ ve nâs beyninde neşretmekten senin kalbinde darlık olmasın. Zira; biz bu kitabı sana kalbin daralsm için inzal etmedik, belki o kitabı, senin nâsi inzâr etmek ve müminlere vaaz ve nasihat olmak için inzal ettik.]

Yani; şu âyet nazil oldu.ğu vakitte ne kadar Kur'ân nazil ol­muşsa, o Kur'ân insanların menâfi-i diniyye ve dünyeviyelerini cami bir kitaptır ki, o kitapla nâsı inzar ve müminlere vaaz etmen için taraf-ı îlâjıiden sana inzal olundu. Şu halde o kitabın ahkâ­mını tebliğde nâsın kabul etmemelerinden ve sana eza eylemele­rinden kalbine darlık gelmesin. Zira; Cenab-ı Hak tarafından in­zal olunan kitabı kullarına tebliğinde Allahü Tealâ senin muîn ve nasırındır ve düşmanların şerrinden seni hıfzedicidir. Binaenaleyh; kalb-i nebevini tazyik etmekte bir fayda yoktur.

Tefsir-i Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile'de bu­lunan nehye taallûk' eder.   Buna nazaran manâ-yı âyet;

[Yâ Ekrem-er'Rusül! Kur'ân'da taraf-ı ilâhiden inzal olunduğun­da kalbinde şek olmasın ki, nâsı Kur'ân'la inzara kaadir- olasın] demektir. Zira; taraf-ı ilâhiden olduğunu yakın üzere bilen bir kimse Kur'ân'dan maksad-ı asli olan kâfirleri inzar ve tehdid et­mekte şeci' olduğu gibi Rabbisine itimadı ve tevekkülü ziyade olduğundan Kur'ân'la inzarda hiç kimseden perva etmez. Yahut kavl-i lâtifinde bulunan lâfzına müte­alliktir. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Senin Kur'ân'la nâsı inzar etmen için Allahü Tealâ senin üzerine Kur'ân'ı inzal buyurdu. Al­lah'ın inzal ettiğini bilince iyi bil ki, inayet-i ilâhiye seninledir ve inayet-i ilâhiye seninle olunca kalbinde müzayaka olmasın. Zira bir kimse; hafızı ve yardımcısı Allahü Tealâ olduğunu bildikten sonra hiç kimseden korkmaz. Kalbinde korku zail olunca serbest olarak inzar ve. ahkâm-ı Kur'ân-ı tebliğle iştigal et, ehl-i dalâl ve fesada mübâlât etme] demektir. [1]

 

Vacip Tealâ resulüne kalb-i kavı ve cidd-i sahih ile tebliğ et­mesini emrettikten sonra ümmetine de azîmet-i sâdıkayla ittibâ etmelerini emir zımnında buyuruyor

[Rabbinizden size inzal olunan Kur'ân'a ittibâ' edin, Allah'ın gayrı ins ü cinden umurunuza mütevelli ve yardımcı dostlara te-baiyet etmeyin. Zira; ins ü cinnin şeytanlarını dost ittihaz ederse­niz sizin taât-ı ilâhiyeden hurucunuza sebep olurlar. Az bir za­manda sizden azıcık bir cemaat tezekkür eder ve Kur'ân'la müt-teız olursunuz.] Çünkü; ekseriniz Kur'ân'a tâbi olmaz hava ve he­vesinize ve ins ü cinnin şeytanlarına tâbi olursunuz.

Yani; sizi envâ'-ı nimetleriyle-terbiye eden Rabbinizden in­zal olunup resulünüzün size tebliğ ettiği Kur'ân'a ve sünnet-i ne-beviyeye ittibâ edin ve Allah'ın gayrı sizi küfre ve şirke davet eden dostlarınıza ittibâ etmeyin ki, sizi idlâl etmesinler. Siz, müt-teız olmaz, illâ azıcık kimseler mütteız olursunuz. Çünkü; havanı­za ittibâ'mız gaaliptir. Binanealeyh; din-i ilâhiyi terkeder edyân-ı batılaya ittibâ' edersiniz ve Allah'ın gayrıya ittibâ'mız sebebiyle hâib ve hâsir olursunuz.

Ayet-i celile; Kur ân'a ve ehâdise ittibâ'm vücubunu ifade ettiği gibi Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile Kur'ân'm maâ-nîsini taallümün vücubuna dahi delâlet eder. Çünkü; Kur'ân'a it-tibâ'; ahkâmını bilmekle olur. Ahkâmını bilmezse ittibâ' mümkün olamaz. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette lâfzı Kur'ân'a

ve hadîse şâmildir. Çünkü; hadîs-i peygamberinin vahy-i ilâhî ol­duğunu sarahat-ı Kur'ân nâtıktır. Zira; Vacip Tealâ Resulullah hakkında : buyurmuştur. Yani «Re­sulullah (S.A.) hava ve arzusu üzere aklına gelen şeyi söylemez, belki nutk-u nebevileri taraf-ı ilâhîden ilham olunur vahy-i rab-bânî» demektir. Çünkü; Mir'âtta beyan olunduğu veçhile vahyin üç kısmı vardır ; Birincisi; Cibril i Emin'in lisanıyla ta­raf-ı ilâhiden Resulullah'a kıraat ve tebliğ olunur. Kur'ân gibi. İkincisi; kıraat etmeksizin İşârâtı melekle Resulullah'a za­hir olur. Üçüncüsü; kalb-i nebeviye lemeân eden nûr-u ilâhiyle ilham olunur. Ehâdis4 nebeviye bu iki kısımdandır. [2]

 

Vacip Tealâ resulüne nâsı inzar etmesini ve ümmetine de it­tibâ' eylemelerini emrettikten sonra, Kur'ân'a ittiba etmeyenleri tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Çok karyelerin ahalisini biz ihlâk ettik.]

[Binaenaleyh; onlara şiddetle azabımız geceyle evlerinde isti­rahat ederken veyahut kuşluk vakti uykuda oldukları halde geldi.]

[Onlara bizim azabımız geldiğinde duâîari olmadı, illâ; «Biz nefsine zulmeden zâlimlerden olduk» demeleri oldu.]

Yani; karyelerden çok karye ahalisini küfürleri ve isyanları sebebiyle helake müstehak olduklarında biz ihlâk ettik. Bizim ih-lâkle hükmümüz üzerine gece hanelerinde beytûtet eder veyahut kuşluk vakti kaylûle ve istirahat eder oldukları halde bizim aza­bımız ve kahr u gazabımız o karye ahalisine geldi. Onlara bizim azabımız geldiğinde duaları, tazarru ve niyazları «Ancak biz zâ­lim olmuştuk» demeleri oldu. Yani; çok karyelerin azaba istihkak­ları sebebiyle gece uykuda veyahut gündüz istirahat ettikleri za­manda onlara bizim azabımız geldi, ihlâk ettik. Bizim azabımız geldiğinde onların hal ü şanları hemen zâlim olduklarını itiraf et­mekten ibaret oldu ki, azabı defa kaadir olamadılar.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyetten maksud; azabın füc'eten geldiğini ve esbab-ı emniyet ve rahata mağrur ol­mamak lâzım olduğunu beyandır. Yani; «İnsan kusuruna karşı Cenab-ı Hakkın müsaadesine mağrur olmamalı Ve her vakit azab-ı ilâhinin gelmesinden korku ve endişe üzre bulunmalı» demektir. Çünkü azabın gece yatakta ve gündüz kuşluk vakti geldiğini be­yan etmek; her vakit gelmek ihtimali olduğunu beyanla insanla­rın daima endişe üzere olmalarını müstelzimdir. Binaenaleyh Bey-zâvî'nin beyanı veçhile âsîlere azap; şenâatta ve fezâhatta ziyade olsun için vakt-ı rahat ve emniyette geldiğini beyan etmek üzere gecede beytûtet ve gündüzde kaylûle zamanı zikrolunmuştur. Kaylûle; kuşluk vakti uykuyla veya uykusuz istirahat et­mektir. Kuşluk vakti bir miktar istirahat ederek yatmak sünnet-i Resulullah'tandır. Her ne kadar azap geldiğinde cürümlerini iti­raf ederlerse de azabı muayene zamanı itirafın faydası olmadığına âyet delâlet eder. Çünkü; azap gelmeksizin itiraf-ı cürmederek dergâh-ı ülûhiyete iltica etmek lâzımdır ve o zaman tevbe kabul olur. Amma azap geldikten sonra tevbe kabul olunmaz. Çünkü; zaman-ı yeiste iman bile makbul değildir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran bu âyette kelimesi tafsil içindir, şekk için değildir.   Buna nazaran manâyı âyet: [Bizim azabımız âsîler üzerine bazı kere gece gelir, kavm-i Lût gibi, bazı kere kuşluk vakti gelir, kavm-i Şuayb gibi. Azabı­mızın nüzulünde geceyle gündüzün farkı yok] demektir.

Âsîlerin helaklerinden sonra duaya iktidarları olamayacağı bedihi olduğundan.bu makamda azabın gelmesiyle duadan murad; azabın emmareleri geldiğinde duadır. Yoksa ayn-ı azap gelip he­lak olduklarında dua ve tazarru manâsına değildir. Çünkü; helak­ten sonra duâ mümkün olamaz. İşte bu gibi helaki Kur'ân'da be­yan etmek; ümmet-i Muhammed'i intibaha davet etmektir. [3]

 

Vacip Tealâ kâfirlere azap gelince zulümlerini itiraf ettikle­rini beyan ettiği gibi mücerret itirafları kâfi olmayıp elbette her­kesin a'malinden sual olunacaklarını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Biz Azîmiişşan kendilerine resuller irsal olunan ümmetlere dar-ı âhirette dünyadaki hallerinden ve resullerimizin davetlerine icabet edip etmediklerinden elbette sual ederiz ve onlara irsal et­tiğimiz resullerden de ümmetlerine şeriatlarını tebliğ edip etme­diklerinden sual ederiz. Ve resullerine ve ümmetlerine elbette ilm-i yakın üzere biz amellerini haber veriyoruz. Zira; biz ahval­den hiç bir hâl üzere onların amellerinden kaybolmadık. Çünkü; ilmimiz her zaman onların hâllerine lâhiktır.]

Yani; zâlimlerin helakleri zamanında cinayetlerini ikrarları kâfi değildir. Elbette biz resullerimizi gönderdiğimiz ümmetlere resullerimizin dâvetine icabet edip etmediklerini ve icabet ettik­lerinde ne gibi amel işlediklerini, resullerini resullerden risaletle-rinin tebliğini, ümmetlerini davetlerinin keyfiyetini sual eder ve onlara ilm-i yakîn üzere cümlesinin amellerini haber veririz. Zira; biz onların a'malinden kaybolmadık.

Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran kâfirlerin zulümle­rini ve sair cinayetlerini ikrardan sonra sualin faydası; âsîleri tev-bih ve tekdir etmek, zulmün ve taksiratın sebebinden sualdir, yok­sa sual; istilâm için değildir. Zira; "Allahü Tealâ herkesin a'mâlini ve ahvalini bildiğinden istilâma hacet yoktur.

Fahr-i Razi ve Hâzinin beyanları veçhile enbiyâ-yı izamdan kusur sadır olmayıp risaletlerini lâyıkı veçhüzere edâ ettikleri ma­lûm olduğu halde sualin faydası; kafirleri tahkir ve tevbih, enbi-yâ'yı izamın beraetlerini ehl-i mahşere izhar etmektir. Çünkü; kâfirler resullerinin tebliğini inkâr ederler. Enbiyanın tebliğjeri sabit olunca kâfirlerin zilleti, enbiyanm izzeti artar ve hakikat-ı hâl herkese malûm olur. Binaenaleyh; hiçbir itham altında kal­mazlar.

Bu âyette beyan olunan sual âyetinde nefyolunan suale münâfî değildir. Zira suali beyan; mahşerin bazı mevkiine ve sual olunmayacaklarını beyan; mevki-i âhara ait ol­duğundan âyetler beyninde münâfât olmadığı Beyzâvî'nin cüm-lei beyânâtındandır. Çünkü; mahşerin birçok mevkıfleri bulundu­ğundan bazı mevkıfte sual vaki olur ve bazı mevkifte sual olun­maz. Binaenaleyh; bazı âyette sual olunacaklar^ ve bazı aharda da sual olunmayacakları beyan olunmuştur ki, mevkıflerin tebeddü­lüne işarettir. [4]

 

Vacip Tealâ kıyametin ahvalinden, sual ve hesaba işaretten sonra kıyametin ahvâlinden birisi de a'mâlin veznolunacağmı beyanetmek üzere buyuruyor.

[A'mâl-i ibâdı tartmak yevm-i kıyamette sabit ve vâkidir. A'mâl veznolununca şol kimse ki, hasenatı ağır oldu, işte şu mi­zanı ağır olanlar ancak felaha dahil olup necat bulanlardır ve şol kimse ki, ibadetinin azlığı ve günahının çokluğu sebebiyle mizanı hafif oldu. İşte şu mizanı hafif olanlar şol kimselerdir ki, onlar bizim vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimizi tekzibleri ve ne­fislerine zulümleri sebebiyle zarar ettiler ki, hasenatı ağır olan kimselerin nail oldukları ihsan-ı ilâhiden mahrumlardır.]

Fahr-i Razi, Hâzin ve Kazi'nin beyanlarına nazaran ve­zin; adaletle hükmetmek manâsına diyenler varsa da, esah olan a'mâli tartmak manasınadır. A'mâli tartmanın keyfiyeti; amel defterleri Cibril-i Emin'in nezâreti altında olarak hakîkî bir mizanda bir gözüne hasenat defterleri diğer gözüne seyyiat def­terleri vaz'olunmak suretiyle .tartılır. Şu halde tartılacak amel değil, belki amelin defterleridir. Çünkü amel; a'raz kabilinden ol­duğu cihetle tartılmak mümkün değildir.

Yahut (İbn-i Abbas) Hazretlerinden naklolunduğu veçhile hasenat bir cism-i nurânî ve seyyiât bir cism-i zulmânî suretinde tartılır.

Yahut a'malin sahibi bir kere sevabıyla tartılır ve bir kere de günahıyla tartılır, her hangisiyle ağır gelirse ona itibar edilir ve ona göre mükâfat veya mücâzât görür. Binaenaleyh; insan için Cenab-ı Hakkın mükâfatına nail olmaya sa'yetmesi lâzımdır. Aüahü Tealâ kullarının a'mâlini bildiği halde adaletini izhar ve kimseye zulmolunmayacağmı ilân ve herkesin amelini tartmakla hayr-ı ke­sir olanların ferah ve sürurlarmı ve şerr-i kesîr olanların gumum ve humumlarını tezyid ve ehl-i cinayetin i'tizarlarını kat'etmek için kullarının a'mâlini vezneder ki, gizli birşey kalmasın ve her­kes kendinin ve diğerlerinin hallerini açıktan bilsin ve erbâb-ı sa­adet ve şekaavet herkes indinde malûm olsun, kimsenin şekki ve şüphesi kalmasın ve herkes adalet-i ilâhiyeden'emin olarak yer­lerine gitsin ve hiçbir kimse kendine zulmolunduğunu zannet­mesin.

Fahr-i Razi ve Hâzin ve Feth-ül Beyan sahibinin beyanları veçhile mevâzîn ; mizanın cem'i olduğuna nazaran her şah­sın bir mizanı olacağına veyahut mizanın iki gözü ve dili oldu­ğuna işaret için cemi' sıyğasıyla varid olmuştur.

Mezân; mevzunun cem'i olduğuna nazaran insanların kalpleri, azaları ve lisanlarının amelleri için ayrı ayrı mizan ola­cağına işaret olmak üzere cemi* lafzıyla varid olmuştur. Şu halde mizanın ağırlığı yla murad; hasenatın ağırlığı ve mı-, z ânın hafifliği yle murad; hasenatın hafifliğidir. Tefsir-i Taberî ve Hazin'de beyan olunduğuna nazaran mîzâmn sahibi Cibril-i Emin'dir. Çünkü; Huzeyfe (R.A.)'den rivayet olunan te hadîste Allahü Tealâ Cibril'e emreder ve buyurur ki, «Kullarımın beyinlerinde amellerini tart, bazılarının amellerini borçları mu-kaabili alacak sahiplerine ver, A'mâlin tartıldığı yevm-i kıyamette altın ve gümüş yoktur. Zâlimin hasenesi varsa hasenesini mazluma ver, hasenesi yoksa mazlumun seyyiesini zâlime ver» buyuracağı mervidir. Şu halde hiçbir kimsenin ettiği yanma kalmayıp her halde herkes amelinin cezasını alacak ve hak yerini bulacaktır. Binaenaleyh; zâlim, zulmü miktarı sevabını mazluma vereceği gibi sevabı yoksa mazlumun günahım zulmü miktarı almak suretiyle ödeşecektir. O halde Cibril-i Emin emr-i ilâhi üzere icrâ-yı adalet eder, mazlumlar zâlimlerden haklarını alırlar ve zâlimlerin sevap­ları yaptıkları zulümleri mukaabilinde mazlumlara verilir. Sevap­ları borçlarını ödemezse mazlumların günahları zâlimlere verilir. Hulâsa; Allahü Tealâ'nın rusül-ü kirama ve ümmetlerine amellerinden suâl ettiğinde herkesin a'mâli adalet üzere tartıla­cağı ve hasenatı ağır gelenin fevz ü felah bulacağı ve seyyiâtı ağır gelenin hâib ve hâsir olacağı ve âyât-ı ilâhiyeyi inkârları se­bebiyle azab-ı ilâhiye dûçâr olacakları bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [5]

 

Vacip Tealâ resulüne ahkâmı tebliğ ve ümmetine ittibâ'ı em­redip ittibâ' etmeyenleri dünyada ihlâk ve âhirette suâl ve amel­lerinin tartılacağını beyanla tehdid ettikten sonra nimetin kesre­tini ve nimetin kesretine mukaabil şükürlerinin kületiyle tevbih edeceğini beyanetme.k üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, muhakkak Biz sizi yer­yüzüne mâlik ve arzı sizin karargâhınız kıldık ve istediğiniz gibi tasarruf etmeniz için size kudret verdik ve size yeryüzünde envâ'-ı menâfimizi halkettik ki, eyyâm-i hayatınızda yer içer, giyer, kuşa­nır ve istediğiniz gibi taayyüş eder ve şu nimetlerimize karşı siz gaayet az şükreylersiniz. Halbuki size lâyık olan nimetlerimizle telezzüz ettikçe nimetin kadrini bilmek ve mün'iminiz olan Allahü Tealâ'ya şükretmektir.]

Yani; biz muhakkak arzı size mekân kıldık ve arzda tasarrufa iktidar verdik ve arzı size temlik ettik ki, istediğiniz gibi tasarruf edesiniz ve arzda sizin için esbab-ı maişeti hazırladık. Siz ise gaa­yet az şükrediyorsunuz.                                                    

Maâyis; maişetin cem'idir. Maişet; Feth-ül Be­yan ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ekmek, dikmek ve şâir esbaptan, maişet kendiyle hâsıl olan şeylerdir. Şu halde manâ-yı nazım: [Biz size arzda tasarrufa kudret verdik. Hububat, meyva, mat'ûmât ve meşrubat gibi vücûh-u menâfiinizi arzda halkettik. Bu kadar nimetlerimize nail olmuşken şükrünü ifa etmiyorsunuz] demektir. Halbuki bu kadar nimetleri size veren Vacip Tealâ'ya gecede ve gündüzde nimetin şükrünü eda etmekle ubudiyetinizi daima izhar etmeniz lâzımdır.

Esbâb-ı maişet; ikidir: Birincisi; Allahü Tealâ'nin halk ettiği nimetlerdir. İkincisi; ticaret, sınaat ve sair es­babı kisible hâsıl olan nimetlerdir. Bunların cümlesini abde ihsan eden Allahü Tealâ olduğu için envâ-ı maişeti ve vücuh-u menâf ü halk ettiğini beyan buyurmuş ve az şükrettiklerini beyanla kul­larını tevbih ve insafa davet etmiştir. [6]

 

Vacip Tealâ insanı arz üzerinde tasarrufa mâlik kıldığını ve envâ'-ı maişetini halkettiğini beyandan sonra arza mâlik kıldığını şerh u tafsil etmek üzere buyuruyor.                           

[Zât-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, muhakkak Biz sizi icad ettik. Sonra validelerinizin rahminde sizin suretinizi halkla tasvir ve havâss-ı hamsenizi vücudunuz üzerinde şak ve envâ'-ı ziynet­lerle sizi tezyin ettik. Şu tasvir ve tezyinden sonra Biz meleklere hitaben «Siz Âdem'e secde edin» dedik. Emrimize imtisalca me­lekler derhal secde ettiler, illâ İblis secde edenlerden olmadı.]

Hz.   Âdem   ebülbeşer   olmak   itibarıyla   şanına   tazim   için cemi' sıyğasıyla tâbir olunmuştur. Çünkü Kazı, Fahr-i Razi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette halk ve tasvir olunanla murad; Âdem (A.S.)'dır. Zira; meleklerin secdesine kıble olan Âdem (A.S.)'dir, zürriyeti değildir. Fakat ebülbeşer olduğu cihetle Âdem'i halk; cümle zürriyetini halk ve Âdem'i tasvir; cüm­lesini tasvir menzilesinde kılındığı için hitap cemisine varid ol­muştur. Yahut halk ile murad; Âdem'i halk etmek ve tasvirle murad; Âdem'in zahrında zürriyetini tasvir etmektir. Bu­na nazaran manâ-yv âyet: [Muhakkak sizin babanız olan Âdem'i halkettikten sonra onun zahrında sizi tasvir ettik. Badehu melek­lere Âdem'e secde edin emrini verdik. Onlar da emrimize imti-' sâlen derhal secde ettiler, illâ nüfûs-u habîsenin reisi olan İblis secde edenlerden olmadı. Halbuki secdeyle emrettiğimiz zaman meleklerin içinde bulunduğundan onların idâdmdan ma'dud ve secdeyle emirde dahildi. Lâkin tab'ında olan kibir; secdesine mâni oldu] demektir..

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran secdede üç ihtimâl vardır: Birincisi; secdeyle murad; Âdem (A.S.)'a mücerret tazim­dir. Nefs-i secde değildir. İkincisi; secde Allahü Tealâ'ya-dır, fakat Hz. Âdem secdeye kıbledir. Üçüncüsü; secde Âdem'edir. İblis'in meleklerle beraber secdeyle emrolunmasmdan istidlal ederek bazıları melektendir demişlerse de esâh olan İblis cindendir, meleklerden değildir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran secde; Cennet'e gir­mezden evvel Cuma günü zevalle ikindi arasında vaki olmuştur. Evvel Cibril-i Emin ikincide Mikâil, üçüncüde İsrafil, dördüncüde Azrail (A.S.) ve" sonra sair melekler secde etmişlerdir.

Secdeyle emrolunan meleklerin küllisi midir, yoksa bazısı mıdır? İhtilâf varsa da esah olan küllisidir, bazısı değildir. . Zira; âyet-i uhrâda küllisinin secde ettğiine sarahat vardır. [7]

 

Vacip Tealâ meleklere secdeyle emredip İblisin muhalefet et­tiğini beyanden sonra İblis'e muhalefetinin sebebini sual ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[İblis secde etmeyince Cenab-ı Hak «Ey İblis! Ben sana sec­deyle emrettiğim zaman seni secde etmekten hangi sebep m en e t ti» dedi.]

[İblis cevabmda «Ben Âdem'den hayırlıyım. Zira; beni ateş­ten halkettin ve Adem'i çamurdan halkettin. Ateş ise çamurdan hayırlıdır»' dedi.]

[İblisin şu cevabına karşı Cenab-ı Hak «Ey İblis! İn Cennet­ten. Zira; senin için Cennet'te tekebbür etmek caiz olmaz» dedi.]

[Binaenaleyh çık Cennet't en. Zira; sen muhakkak zeliller zümr esindensin» demekle İblisi Cennet't en tard etti.] Çünkü; İb­lis tekebbür etti. Cenab-ı Hak da onu zelîl ve hakîr kıldı. Zira tekebbürün cezası; neticede zillettir.

Yani; Vacip Tealâ İblis'in tıynet-i habisesi olarak ilm-i ilâ­hisinde mevcut ve mahfuz olan şeyi tahkik ve izhar etmek üzere İblis'e hitaben buyurdu ki «Biz sana secdeyle emrettiğimizde seni secdeden ne gibi şey menetti ve seni secde etmemeye sevkeden dâî ve sebep nedir?» Şu sualin cevabında İblis «Ben Âdem'den hayırlıyım. Zira; beni nur ve ziya verici ateşten ve Adem i zulmâ-nj ve kesif olan topraktan halkettin. Efdalin mefdula tezellülü lâ­yık olmaz. Binaenaleyh; benim Adem'e secde suretiyle tevâzuum ve tezellülüm lâyık değildir» demekle kendinin hasebi itibarıyla Âdem'den daha hayırlı olduğundan bahsetti. İblis Cenab-ı Hakka karşı tekebbürünü izhar edince Vacip Tealâ huzur-u izzetinden tardetmek tarîkıyla buyurdu ki, «Yâ İblis! Sen Âdem'den efdal olduğundan bahisle emrimize muhalefet edince kemâl-i zül ve hakaaretle Cennet'ten veyahut semâdan yeryüzüne in. Zira; senin için Cennet'te tekebbür etmek ve taatımdan çıkmakla beraber zevk u sefa mahalli olan Cennet'te karar etmek sahih ve caiz ola­maz. Binaenaleyh; matrud ve merzul olduğun halde çık Cennet'-ten. Zira; sen zelîl ve mahrumlardansın» demekle tardetti.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyette lâfzı zâiddir. manâ-yı nazım: [Seni secde etmekten ne gibi şey menetti?] de­mektir; diyenler varsa da, esah olan zâid değildir, nefiy manâsını mufiddir. O halde manâ-yı nazıra:  [Senin secde etme­mene dâî ve secdeyi terkine sebep olan nedir?] demek olur.

Emrin fevren vücub ifade ettiğine âyet delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ İblis'i derhâl muhalefetinden dolayı zemmetmiştir. Eğer emr-i ilâhî aceleten vücub için olmasaydı derhâl secdeyi ter­ki zemmi mucip olmazdı.

İblis'in kelâmında üç cihetle ma'siyet vardır : Birincisi; emr-i ilâhiye muhalefet, ikincisi; cemaattan ayrılmak ve mukarreb olan meleklerin intizâmından çıkmak, üçüncüsü; Âdem (A.S.)'ı tahkir etmektir.

İblis; madde-i asliyesinin efdal olup, efdalden halk olunan kimsenin de efdal olacağından kendinin efdal olduğu cihetle sec­deyi terkettiğini beyan etti. Halbuki fazilet; atiye-i ilâhiyedir. Maddesinin efdal olmasından o maddeden halk olunan kimsenin efdal olması lâzım gelmeyeceğini idrak edemedi. Halbuki fazilet; emr-i ilâhi'ye imtisal ve mucibiyle amel etmekte ve Allah'ın hal-ketmesiyledir, haseb ve nesebe itibar yoktur. Binaenaleyh; haseb ve neseb sahibi olan bir fâsık hiçbir zamanda haseb ve neseb sa­hibi olmayan bir âbide müsâvî olamaz. Zira; âbidin mertebesi da­ha âlâdır.

Vacip Tealâ'nın İblis'le tekellümü ihanet tarikıyla olduğu için İblis'in zillet ve hakaaretini icab etmiştir, yoksa enbiyadan bazı­sına tekellümü gibi şerefini icab etmemiştir. Çünkü enbiyaya te­kellümü; alâveçhittazim vetteşrif olduğundan Vacip Tealâ'nın on­lara tekellümü şereflerini icab etmiştir. Şu halde İblis'e tekellümü enbiyâya tekellümüne kıyas olunamaz. Çünkü; izzet-i huzurdan makam-ı zillete tardettiği cihetle İblis'in hakaaret ve zilletini mu­cip olmuştur. İblis tekebbürünü izhâr edince Allahü Tealâ zilletle müptelâ kıldığım beyanla mütekebbir olanların akıbetleri zillet ve meskenet olacağına işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; kibir ve azamet sahiplerinin akıbetleri her zaman zili ü meskenet olduğu görülmektedir. Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile umur-u dinde kendi re'yiyle evvel kıyas takrir eden İblis'tir. Emr-i dinde kendi re'yiyle kıyas beyan eden ve tarîkı haktan çıkan kimseyi Allahü Tealâ'nm yevm-i kıyamette İblis'e mukaarin kılacağı (Ca!-fer) Hazretlerinden mervidir. Çünkü; bu bid'at-ı seyyieyi evvel meydana koyan İblis olduğundan, onun bid'atına ittibâ' edenlerin bayrağı altında bulunacaklarında şüphe yoktur. [8]

 

Vacip Tealâ; İblis'i dergâh-i ülûhiyetinden tardedince zat-ı ülûhiyetinden mühlet talebetmesi üzerine mühlet verdiğini be-yanetrr°V üzere buyuruyor.

[Cenab-ı Hak İblis'i tardedince İblis «Yâ Rabbi! Onların ba's olunacakları yevm-i kıyamete kadar bana mühlet ver kî, ben on­ları idlâl ve iğvâ edeyim» demekle tazarruda bulundu. Cenab-ı Hak mühlet verdiğini beyan etmek üzere «Ey İblis! Sen mühlet verilenlerdensin» buyurunca İblis dedi ki, «Yâ Rabbi! Onlar için beni iğvâ etmen sebebiyle elbette onlardan ahz-ı intikaam etmek ve onları idlal eylemek için ben din-i müstakim olan Din-i İslâm ve din-i hak üzerine oturur onların yollarını şaşırtırım.»] İşte İb­lis böyle demekle evlâd-ı Âdem üzerine musallat olacağına ahd ü peymân etti.

Yani; İblis nâsın kabirlerinden kalkacakları güne kadar müh­let istedi ki, ölümün acısını tatmasın. Halbuki dünyada kimsenin bekaası yoktur, elbette kendi de fenaya gidecektir. Vacip Tealâ mühlet verdi, lâkin onun istediği gibi vakt-ı ba'sa kadar mühlet vermedi. Belki mutlak olarak murizarînden yani uzun müddet mu­ammer olmak üzere müsaade verdiğini beyan etmiştir.

lâfzı sebebiyye ve 'de bulunan mâ-i masdariyyedir. Buna nazaran manâ-yı nazım:    [Yâ Rabbi! Senin beni iğvâ etmen   sebebiyle beraber   elbette ben de sırat-ı müstakim olan dinin üzerine onları idlâl içirt oturur nefsimi on­ları idlâle hasrederim ve sana   vuslat için yürüdükleri yollarını

keserim ve takarrublarına mâni olurum] dedi. Yahut mâ-i kasemdir ve 'deki lâm kaseme cevaptır. Buna nazaran

manâ-yı nazım: [Yâ Rabbi! Beni senin iğvâyla helak etmene ka­sem ederim ki,   elbette din-i haktan onları   idlâle sa'y-i beliğle

sa'yederim] demektir. Yahut ; mâi istifhamdır. Buna naza­ran manâ-yı nazım: [Sen beni esbâbtan hangi sebeple iğvâ ve ih-lâk ettinse ben de onları sırat-ı müstakîmdan iğvâya sa'yederim] demektir.    Yahut manasınadır.    Buna nazaran: manâ-yı nazım: [Senin beni iğvânla beraber ben de onları iğvâya sa'yederim] demektir. Sırat-ı müstakim üzerine oturmaktan mak­sadı; ifsad üzre devam edeceğini beyan etmektir,

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile İblis'in küfrü; küfrü :nâdîdir, küfr-ü cehlî değildir. Ziti& mezhebinin tarîk-ı gavâyet  dalâlet ve tarîk-ı ilâhinin tarîk-ı müstakim olduğunu ikrar ve itiraf etmiş­tir. Binaenaleyh; Şeytan'm küfrü cehlinden neş'et etmedi, belki sırf inadından ileri gelmiştir. İnsanlarda dahi küfr-ü inâdî olduğu gibi bilerek inad için kendi zararını kasdedenler dahi vardır.

Allahü Tealâ üzerine ibâdm mesalihine riayet vacip olmadı­ğına âyet delâlet eder. Çünkü; eğer Mu'tezile'nin dedikleri gibi mesâlih-i ibâda riâyet lâzım olsaydı İbiis'i halketmezdi ve halket-tiğinde nâsı ifsad ve kalplerine vesvese ilkaası için uzun müddet müsaade edip muammer kılmazdı. Çünkü; bunların cümlesi ibâdın mesâlihinin hilâfmadır. Gerçi efâl-i ilâhiye maslahattan hâli ol­maz, elbette maslahatı mutazammm olur. Lâkin o maslahat abdin menfaatına olmak lâzım olmadığı gibi Allahü Tealâ üzerine vacip de değildir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile İblis'in kutta'-ı tarîk gibi her ta­raftan beni Âdem'in yollarını keseceğine işaret için herkesin git­tiği yolu gözetmek üzere yol üzerinde oturacağını açıktan beyan, etmiştir. Binaenaleyh; bazı kimsenin imandan yolunu keser, küfre ve bazı kimsenin ibadetten yolunu keser, fıska ve bazı kimsenin adaletten yolunu keser, zulme ve bazısını ibadette riyaya sevk eder. Velhâsıl herbirisini birer belâ ile müptelâ kılacağı gibi her­kesin istidadına göre ayrı ayrı iğfâlâtta bulunur. Binaenaleyh; İb­lis insanları aldatmak hususunda asla fırsatı fevtetmez. Şu halde insanlar da buna karşı silâh isti'mâl etmek üzere açıkgöz bulun­mak ve Allah'ın emrine itaata dikkat etmek ve şeytan'ın iğfalâ-tına aldanmamak çarelerini düşünmek lâzımdır. Çünkü; madem ki bir düşman ilân-ı harbe ve husumete karar veriyor. İnsanın da hasmına karşı silâh isti'mâl etmesi ve uyanık bulunması meşru' bir vaazife-i diniyesidir.

Hulâsa; pederimiz Âdem'e secde etmediğinden dolayı şeytan matrud olduğu için evlâdından ahz-ı intikaam etmek üzere Vacip Tealâ'dan ömür istediği ve Vacip Tealâ'mn da uzun Ömre müsaa­de ettiği ve şeytan'm insanları idlâle sa'yedeceğine ahd ü peymân eylediği bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [9]

 

Vacip Tealâ İblis'in kutta'-ı tarîk gibi beni âdem'in yolları üze­rine oturup gözeteceğini beyandan sonra beni âdem'i her tarafla­rından ihata edeceğine ahdettiğini beyanetmek üzere İblis'ten hi­kâye tarikiyle buyuruyor.

[Beni âdem'in yolları üzerine oturup tarassud ettikten sonra ben onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından elbette gelir her taraftan iğfal ederim. Binaenaleyh; sen onların ekserisini şükredici bulmazsın.]

Yani; ben onları iğfal etmek için tarîk-ı müstakim üzerine oturduktan sonra elbette onlara her cihetlerinden gelirim. Binaen­aleyh; onların Ön taraflarından gelir âhirete şekkettirir, arka taraf­larından gelir dünyaya terğib eder, sağ taraflarından gelir emr-i dinlerinde şüphe verir ve sol taraflarından gelir maâsîyi tezyin ederim. Hatta onları bir dereceye getiririm ki, yâ Rabbi! Sen ekse­risini nimetlere şükr'edici bulmazsın ve küfrân-ı nimet ederler bulursun.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile şu manâda âhirete doğru gittikleri için âhiret önlerinde ve dünyayı terkettikleri için dünya arkalarında kalacağına binaen ey dileri yle murad; âhiret ve half leriyle murad; dünya denilmiştir. (İbn-i Abbas)'-tan naklen bir rivayette eyd ile murad; dünyadır. Çünkü; insan 'dünyaya sa'yedip huzurunda olduğu için. dünyaya eydî ve âhiret kaybolduğu için âhirete half denilmiştir. Yani; «On­ların önlerinden gelir dünyayı tezyin ve arkalarından gelir âhiret-ten tenfir ederim» demiştir. Yahut eydî ile murad; ömürle­rinden bakî kalanda taattan menederim ve half ile murad; ömürlerinden geçmişte vaki olan seyyiâtlarına tevbeden menede demektir.   Herhangi manâ murad olunursa olunsun,   insanm etrâf-ı erbaasmı şeytan'ın ihata edeceğini vaad ettiğini âyet-i celi-le beyan etmiştir.

 Üst tarafından nazil olan rahmet-i ilâhiyeye hâil olmayacağı­na işaret için fevk ciheti ve alt tarafından gelmediğine işaret için taht ciheti zikrolunmamıştır. Zira; mütekebbir olduğundan alt ci­hetinden gelmeyi zikretmemiştir.

İnsanda alet-i şer müteaddid ve alet-i hayır vâhid olduğunu gördüğü için zan ve tahmin üzere insanların ekserisinin şâkir ol­mayacağını beyan etmekle idlâle muvaffak olacağını iş'âr etmiştir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran insanın sağında ve solunda melekler olup, şeytan'ın da meleklerden nefret ettiği ci­hetle kuvvetli gelmeyeceğine işaret için tecavüze delâlet eden ( jft ) lafzıyla varid olmuştur. Sağ ve sol cihetlerinden iğfale ça­lışmaktan geri durmayacağını beyanla beraber meleklerden fırsat bulamazsa o cihetlerden sarf-ı nazarla geçivereceğine işaret et­miştir.     

Hulâsa; gerek dünya, gerek âhiret, gerek gına gerek fakr, ge­rek hasenat ve gerek seyyiât cihetinden şeytan'm insanı ifsada sa'y ve bu sa'yiyle ekserisini ifsad edeceği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [10]

 

Vacip Tealâ şeytan'ın her cihetten ifsada sa'y edeceğini beyan­dan sonra şeytanı kemâl-i zili ü hakaaretle tardettiğini beyanet-mek üzere buyuruyor.

[İblis'in beyan ettiği serkeşlik üzerine Vacip Tealâ dedi ki, «Sen mezmum ve raatrud olduğun halde Cennet'ten çık. Zat-ı ülû-Jıiyetime kasem ederim ki, beni âdem'den sana tâbi olan kimse­lerle beraber sizin ceminizden   Cehennem'i elbette doldururum.]

Şu halde beni âdem'e lâyık olan, şeytan'a ittibâ' etmeyip şerrinden istiâze ve ihtiraz etmektir.

Tefsir-i T aberi'de beyan olunduğuna nazaran manasınadır.  zamiri    Cennefe yahut semâya yahut melâikeye râci'dir.    Buna nazaran manâ-yt şerifi: [Yâ İblis! Mel'un, menfî ve hakîr olduğun halde Cennet'ten veya­hut semâdan veyahut meleklerin arasından çık.] demektir.

Hulâsa; kemâli hakaaretle şeytan'm tardolunduğu ve şeytan'a tâbi olanların onunla beraber Cehennem'e girecekleri bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [11]

 

Vacip Tealâ şeytan1] tardettikten sonra Hzİ Âdem'e Cennet'te sâkîn olmasını emrettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Âdem! Sen ve zevcen Cennet'te sakin olun, istediğiniz yerden ye nimetten ekledin ve şu ağaca yakın olmayın ki, zâlim­lerden olmayasınız.]

Yani; şeytan'ı tard u teb'îd ettikten sonra Vacip Tealâ Hz. Adem'e tavsiye etmek ve mertebesini muhafazayı emir olmak üze­re tafahhum tarîkıyla nida ederek dedi ki, «Yâ Âdem! Sen ve zev­cen Havva ehi-i tevhidin makam ve makaamı olan Cennet'te sa­kin olun ve istediğiniz meyvalardan, istediğiniz mahalden ekledin ve şu ağaca yakın olup meyvasmdan ekletmeyin. Eğer eklederse-niz zâlimlerden olursunuz.» Hz. Âdem hitapta asıl olduğuna işaret için ismini zikretmiş ve Hz. Havva tâbi olduğu için ismi zikrolunmamıştır.                                                

Tefsir-i Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile Cennet'te sakin olmalarıyla emir; emr-i taabbüdî veyahut emr-i ibâhe olup, emr-i teklifi değildir ve Hz. Âdem'in zevci Havva (R.A.)'dır. Cennet le murad;Cennet-i Huld'dur. Ve ekletmekle emir; İbâhe için­dir. Binaenaleyh; Cennet meyvalarından ekletmek onlar için va­cip değildir.

Hulâsa; Vacip Tealâ'nm Hz. Âdemle zevcesine Cennet'te ika-ametlerini ve istedikleri mahalde istedikleri meyvalardan eklet­melerini emrettiği ve Cennet'te bulunan ağaçlardan bir nevi ağa­cın nıeyvasmdan ekletmeleri memnu1 olduğu ve eğer eklederlerse nefislerine zulmedecekleri cihetle zâlimler zümresinden olacakları bu, âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [12]

 

Vacip Tealâ Âdem (A.S.) a, iskânla emirden sonra şeytan'm iğfal ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Bizim Cennet'te iskânla emrimiz ve mezkûr ağaca yaklaş­maktan nehyimiz üzerine şeytan Âdem'le Havva'ya örtülü olan avret mahallerini kendilerine izhâr etmek için onları iğfal etti.]

[Ve dedi ki, «Şu ağaçtan Rabbiniz sîzi mene*tmedi. İllâ o ağaç­tan yediğiniz surette melek olmanızı veyahut muhalled Cennet'te kalanlardan olmanızı sevmediğinden menetti. Şu halde men olun­duğunuz ağaçtan yerseniz ya melek olacaksınız veyahut ebeden Cennet'te kalacaksınız.] Şeytan böyle demekle hilesine devam etti.

[Şeytan böyle demekle de iktifa etmedi, yemin etti ve dedi ki, «Sözümü iyi dinleyin. Zira ben; size elbette nasihat edenlerden ve hayır Öğüt verenlerdenim.]

[Binaenaleyh; şeytan onları azıcık birşeyle aldatmaya delâlet etti ve çalıştı.]

Yani; Şeytan Âdemle Havva'ya vesvese ilkaa etti ki, onları mestur olan avret mahallerini onlara izhar ettirsin ve kendinin rüsvâ olduğu gibi Âdem'le Havva'yı ehl-i Cennet arasında mah­cup etsin. Binaenaleyh;. Şeytan vesvesesinde «Sizin Rabbiniz şu ağaçtan ekletmenizden nehyetmedi, illâ sizi melek veyahut Cen-net'te muhalled kalanlardan olmanızı kerih gördüğü için nehyet-ti» demekle iğfale sa'yetti ve sözünü terviç için yemin etti ve dedi ki, «Ben muhakkak size nasihat edicilerdenim». Binaenaleyh; on­lara birtakım gururla hile etti ve mertebe-i izzetten iskaata çalıştı.

Fahr-i Razi> ve Hâzin'in beyanları veçhile vesvese; mü-kerreren gizli söylemektir. Şeytan Hz. Âdem'in ve Havva'nın kalp­lerine şecereden ekletmeyi ilkaa etti. Binaenaleyh; eklettiler. Ve akıbet Cennet'ten çıktılar.

Vesvesenin keyfiyetinde ihtilâf varsa da Hz. Âdem ve Havva Cennet'in kapısının iç tarafına gelirler ve şeytan da kapının dışı­na gelip kapının dışından hafi surette söz söylemek suretiyle ves­vese ettiği ekser-i müfessirînin kelâmlarından müstebandır. Yahut Şeytan Cennet'e duhulden menolunmuşsa da bir hayvan suretine temessül ederek girdiğinden hazene-i Cennet bilemediler. Yahut tekrim suretiyle girmekten memnu' ise de zillet ve meskenet su­retiyle girmekten memnu olmadığından Hz. Âdem'e iptilâ için zillet ve meskenetle'gitmiş ve mefsedetini ikaa etmiştir.

Âdem (A.S.) şeytan'ın secdeden imtinâ'mı ve ilâyevmilkıyâm adavetini bilirse de kirâren ve mirâren şecereden eklini söyleyip ve ekletmekte menfaat olduğuna dair yemin ettiğinden sözüne inanmıştır. Çünkü; düşmandan harikulade olarak nasihat sudur et­mesi baid olmadığından ve defaatla ısrar ve ilhah ettiğinden kelâ­mım doğru zannetmiştir. Beyzâvfnin beyanı veçhile ihtiyaç ol­maksızın halvette avret mahallini açmak hatta zevcesi yanında bile bilâzarure açmak kerahet olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; örtülü mahallin açılmasına sev'e tâbir olunmuştur. Sev'e ise fena ve kotu manasınadır. Binaenaleyh; örtülü mahalli lüzumsuz açmak fena ve kötü diye menolunmuştur.

Şeytan'm vesveseden garazı; Âdem (A.S.)'m hürmetini iskaat ve mansıbını zayi etmek olduğuna işaret için garaza delâlet eden ile varid olmuştur.

Şeytan'm vesvesesinde «Rabbinizin nehyi; sizin melek veya­hut muhalled olmamanız içindir» demesi melek olmak veyahut muhalled kalmaya ümitlendirmektir., Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hz. Âdem'in tamaı; meleklerde olan kemâlât-i fıtriyeye ve yemek, içmek gibi ahval-i beşeriyeden kurtulmak cihetineydi. Binaenaleyh Hz. Âdem'in tamaı meleklerin enbiyadan efdal olmalarına delâlet etmez ve Âdem (A.S.) in şu talebi nübüvvetini izhar etmezden ev­vel olduğu mervidir. «Şecereden eklettirmekle mertebe-i âliyeden derece-i süflâya tenzil etti ve onları birtakım evhâmâtla mağrur kıldı» demektir. Çünkü tedIiye ; Bey-zâvî'nin beyanı veçhiie bir şeyi yukarıdan aşağıya irsal etmektir. Gurur; dünya metamdan ehemmiyeti ve değeri olmadık bir şeye hud'ayla aldatmaktır. İblis; Âdem'le Havva'nın Cennet'teki rahatlarına ve nail oldukları nimetlere nispetle hiç değeri olmayan belki ayn-ı mazarat olan şecereden eklettirmekle aldattığını Ce-nab-ı Hak beyan buyurmuştur.

Hulâsa âyet; üç hükmü hâvidir: Birincisi; açılması kerih olan mahalleri açılıp mahcub etmek için şeytan'ın Âdem'le haremi Havva'yı aldattığı; ikincisi v; vesvesesinin hulâsası «Cenab-ı Hak sizin melek veya muhalled olmanızı istemediği için sizi nehyetth demesi olduğu, üçüncüsü; sözüne revaç ver­mek için aBen size nasihat ederim» diyerek yemin etmesidir.[13]

 

Vacip Tealâ şeytan'm hilesi üzerine şecere-i mezkûreden ek­lettiklerini ve ekledince zuhur eden hâlâtı bevanetmek üzere buyuruyor.

[Seylan'ın iğvâsı üzerine Âdem ve Havva menhî olan ağacın meyvasından azıcık ta Kılarsa menhî olan şeyi irtikâb ettiklerinden dolayı söylenmeyecek mahalleri kendilerine zuhur etti. Kemâl-i hayalarından ve o mahallerinin açılmasının kabili olduğunu bil­diklerinden Cennet'in ağaç yaprağından üzerlerini setrettiler. Adem'le Havva'ya Rableri nida etti ve dedi ki «Ben sizi şu şece­renin eklinden nehyetmedim mi ve size şeytan adaveti meydanda bir düşmandır demedim mi?»]

Yani; Âdem'le Havva ekli memnu' olan ağaçtan ekletmek üze­re ta'mmı tattılarsa ma'siyetin şeameti sebebiyle derhâl ukubet-i ilâhiye kendilerini yakaladı. Üzerlerinde olan kisveleri soyuldu. Birbirlerinden görülmeyecek mahalleri zuhur etti. Aklen o mahal­lerin açılması çirkin olduğu için filhâl Cennet ağaçlarının yaprak­larından üzerlerini setretmeye müsaraat ettiler ve Rableri de itab tarikıyla1 nida etti ve dedi ki, «Ben sizi şu ağacın eklinden nehyet-medim mi ve şeytan size düşmandır demedim mi; memnu' olan şeye niçin cüret ettiniz?» suretiyle hitab-ı ilâhi zuhur etti.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile gaayet az eklettik­lerine işaret için mezkûr ağaçtan tattıkları beyan olunmuştur. Çünkü zevk; birşeyin ta'mını bilmek için azıcık birşeyi yut­maktan İbarettir. Nehyblundukları ağacın buğday veya bağ çubu­ğu ve şâire olduğuna ve nehyin hikmetine dair tefsîlât Sûre-i Ba-kara'da geçmiştir [14]. Avret mahallini keşfetmek zaman-ı Âdem'­de dahi kabîh olduğuna âyet delâlet eder. Zira; Âdem ve Havvâ'-nın açılan mahallerini derhâl setretmeye sa'yettiklerini âyet nâtık-tır. Bazı rivayete nazaran incir ağacının yaprağiyla setretmişler ve yaprağı yaprak üzerine sıvamak istemişlerdir.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Cennet'te Âdem (A,S.) la Havva (R.A.) nın libasları nurdan olup yekdiğerinin vü­cutlarım görmezlerdi. Mahut şecereden ekledince derhâl nur üzer­lerinden zail olmuş ve açığa çıkmışlardır. Yahut libasları tırnak şeklindeymiş. Menhî olan ekil vuku bulunca hemen o libas üzer­lerinden zail olmuş, şu kadar ki, hatıra olmak üzere ellerinde ve ayaklarında tırnak mahalleri bakî kalmıştır. [15]

 

Vacip Tealâ Âdem (A.S.) m ve Havva (R.A.) nın menhî olan şecereden eklettiklerini beyandan sonra şecereden ekledince vaki olan nedametlerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Menhî olan şereceden şeytan'ın iğvâsiyla eki o d ip üzerlerinde olan kisvenin zail olmasıyla hata ettikleri tezahür edince Adem ve Havva tazarru ve niyaz tarikıyla dediler ki, «Ey bizi envâ'-i nimet­leriyle terbiye eden Rabbimiz! Biz ma'siyetle nefsimize zulmettik ve Cennet'ten ihraç olunmaya müstahak kılmakla nefsimizi ızrar ettik. Eğer sen bizim kusurumuzu afla mağfiret etmez ve tevbe-mizi kabulle merhamet buyurmazsan elbette biz helak oluculardan oluruz» demekle dergâh-1 ülûhiyete iltica ettiler.]

Beyzâvî'nin beyanına nazaran mağfiret olunmadığı takdirde günah-ı sağire üzerine azap terettüb edeceğine âyet delâlet eder. Zira; Âdem (A.S.) la Havva (R.A.)'nın hatîeleri günah-ı sağire kabilinden olduğu halde «Eğer ya Rabbi! Sen bizi mağfiret etmez­sen biz helak oluruz» dediler. [16]

 

Vacip Tealâ şeytan'ın iğfali üzerine vaki olan zellelerine bi­naen Âdem (A.S.) la Havva (R.A.) nın istiğfarlarını beyandan sonra Cennetten yeryüzüne inmelerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ dedi ki, «Bazınız bazınıza düşman olduğunuz halde inin Cennet'ten, durmayın. Sizin için yeryüzünde mahail-i karar ve vakt-i merhûnuna kadar nimetlerinden tena'um ve telez-züz Vardır ve arz üzerinde hayat bulur ve yeryüzünde ölür ve yevm-i kıyamette yerden çıkarsınız» demekle hatt-ı hareketlerini tayin buyurmuştur.]

Yani; İblis iğfal edince vaki olan hataları üzerine istiğfar ve kusurlarını itiraf ettikten sonra Vacip Tealâ Âdem (A.S.) a ve Havva (R.A.) ya ve zürriyetlerine hitaben veyahut Âdem, Havva ve İblise hitaben dedi ki, «Sizin bazınız bazınıza şiddetle adavet edici olduğunuz halde inin Cennet'ten yeryüzüne. Sizin için yer­yüzünde mahall-i kararınız ve yevm-i kıyamete kadar metâ'-ı dün­ya ile telezzüz ve taayyüş etmek vardır» demekle karargâhlarını tayin ettikten sonra «Siz dünyada ve arz üzerinde hayat bulur ve hayatınızın hitamında arz üzerinde ölür ve haşir günü arzdan ihya olunur ve huruç edersiniz» demekle hayatlarının ve memat­larının ve kıyamette huruşlarımn hepsi arzda vaki olacağını beyan buyurmuştur.

Bu âyette hutîutla emir; Âdemle Havva'ya ve zürriyetine ol­mak ihtimali varsa da Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile esah olan Âdem (A.S.) a ve Havva (R.A.) ya ve İblis'e emirdir. Binaenaleyh, Âdem'le İblis'in zürriyetleri beyninde ilâyevmilkıyâm adavetin bekaasma âyet-i celile delâlet eder ve şeytan ilâyevmilkıyâm beni âdeme düşman olup fırsat düştükçe idlâl etmekten hâlî kalmaz. [17]

 

Vacip Tealâ yeryüzüne inmelerini emredip ve -yeryüzü karar­gâhları olduğunu beyandan sonra yeryüzünde muhtaç oldukları nerşeyi inzal ettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey âdem oğulları! Sizin avret mahallinizi setrettiğiniz libası ve tezeyyün eylediğiniz ziynetlerinizi, üzerinize Biz Azîmüşşan mu­hakkak inzal ettik. Mahârim-i ilâhiycden ittikaadan ibaret olan libas-i takva size libas-ı cemalden hayırlıdır. İşte şu inzal olunan libas; kudret-i ilâhiyeye delâlet eden alâmât-ı ilâhiyedendir. Me'-mul ki, beni âdem ta'dâd olunan nimetleri tezekkür eder düşünür­ler ve 121 ün'imin hukukunu edâ etmek üzere nimetlerin şükrünü ifâ ederler.]

Vacip Tealâ Âdem'le Havva'yı yeryüzüne indirince dinde ve dünyada muhtaç oldukları libası halk buyurduğunu beyanla liba­sın nimet-i uzmâ olduğunu tasrih buyurmuştur. Zira; Tefsir-i Hâ-zin'de beyan olunduğu veçhile namazda setr-i avret lâzım olduğu cihetten libasa umur-u dinde ihtiyaç olduğu gibi sıcaktan ve so­ğuktan muhafaza hususuna dair umur-u dünyada dahi libasa şid­detle ihtiyaç vardır. Binaenaleyh; libas insanlar üzerine şükret­mesi vacip olan nimetlerdendir. Pamuk, keten ve saire gibi libasa esas olan nebatatın husulüne sebep olan yağmurun semâdan nazil olduğu cihetle Vacip Tealâ libası «İnzal ettik» buyurmuştur ki, müsebbib olan libas zikrolunmuşsa da sebeb olan yağmur mut-ad olduğu Fahr-i Razi'nin cümie-i beyanatındandır. Yahni arzda bu­lunan cümle berekâtm esası semâdan nazil olduğu cihetle libasın esası da semâdandır. Binaenaleyh; «Sizin avret mahallinizi setre-decek  libası  sizin  üzerinize  inzal   ettik»   buyurmuştur.   Yahut ve manasınadır. Yani «Biz Azîmüş­şan sizin dinde ve dünyada muhtaç olduğunuz v^ açılması ayıp olan mahallinizi setrettiğiniz libasınızı halketmekle sizi merzuk ettik ki, üzerinizi setreder, huzur-u ilâhide kemâl-i edeble bulunur ve hararet ve burudetten nefsinizi vikaaye edersiniz» demek olur..

mutlaka mal manâsına olduğu (İbn-i Abbas) Haz­retlerinden mervidir. Yahut insanın taayyüş ettiği herşeye ıtlak olunur. Yahut insanın gerek üzerine giymekle ve gerek altında döşenmekle ziynet ve tecemmül için ittihaz ettiği melbûsât ve mefruşattır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ey beni âdem! Biz Azîmüşşan sizin üzerinize iki nevi libas inzal ettik. Birinci­si; bir libas ki, onunla avret mahallinizi setredersiniz. İkin­cisi; bir libas ki, onunla tezeyyün eder ve güzel görünürsünüz.]

ile murad; -avret mahallîni setreden libastır. Ve şanına ihtimam için tekrar zikrolunmuştur. Yahut harpte isti­mal olunan zırh ve'kalkan gibi dldt-ı harptir. Yahut edâ-yı salât için istî'mâl olunan libastır.

Şu manâların kâffesine nazaran libas lâfzı manâ-yı hakîkîsin­de müsta'meldir. Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına naza­ran İbas-ı takva ile murad; imandır. Zira; imanla, mümin nefsini Cehennemiden vikaaye ettiği içm imana libas-ı tak­va denmiştir. Yahut amel-i salihtir. Yahut havfullahtır. Yahut hayadır. Yahut iffet ve namusu muhafazadır. Şu imanların hangisi murad olunursa olunsun, libas lâfzı bu manâlarda mecazdır. Bina­enaleyh; libası bu manâlarda isti'mâl; imanı, ameli salihi, havful-lahı, hayayı ve iffeti, hakiki bir libasa teşbih târîkıyla istimaldir. Şu halde manâ-yı nazım şöyledir : [Yâ beni âdem! Biz, Azîmüşşan sizin için muhakkak bir libas inzal ettik ki, onunla avret mahalli­nizi setredersiniz ve diğer bir libas inzal ettik ki, o libasla tecem­mül ve tezeyyün eder, nimet-i ilâhiyenin eserini üzerinizde izhar edersiniz ve avret mahallinizi setir ve muharebede kendinizi vika­aye ve namazınızda isti'mâl ettiğiniz libas-ı takva sizin için uryân olup, avret mahalliniz görünmekten ve harpte düşmana mağlûp olmaktan hayırlıdır.] Yahut [Envâ'-ı mazarrattan sizi vikaaye et­mekte hakîkî libasa benzeyen imanınız, ameliniz, Allah'tan korku­nuz, iffet ve namusunuz dünyada ve âhirette sizi envâ'-ı mazarrat­tan vikaaye eden şu libas-ı takva için imanın zıddı olan küfürden veamel.-i şalinin zıddı ola fısk u fücurdan elbette hayırlıdır. Binaenaleyh; libas-ı takvaya mülazemet etmeniz lâzımdır. Zira; sizi her türlü nedamet ve mazarrattan vareste kılar] demektir.

Nisâbûrî'nin beyanına nazaran bir rivayette bu âyette Iibas- takva ile murad; insan üzerinde zahir olan sekinet, vakar, tâat ve amel-i salihtir. Zira; şu beyan olunan âdâb-ı şer'iye-ye riâyet olunduğu surette bu ahkâm insanı her türlü mehlekeden vikaaye ettiği için libas-ı takva denmiştir.

Beyzâvî'nin beyanına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; zaman-ı cahiliyede Araplar, Beyt-i Şerifi uryân olarak tavaf ederler ve «Biz isyan ettiğimiz elbisemizle huzur-u Beyt'e gelip tavaf etmekte Allah'tan korkarız. Şu halde uryân olarak tavaf etmek lâzımdır» demeleri üzerine onları menetmek için âyetin nazil olduğu mer-vidir.

Şu rivayete nazaran Iibâs-ı tekvâ ile murad; ha­kîkî libastır, mecaz değildir. Binaenaleyh; keşf-i avretin şer'an mezmum olup setretmek ittikaadan ma'dud olduğuna âyet delâlet eder.

Âdem (A.S.) m kıssasını zikretmek libasın nimet olduğunu zikre bir mukaddimedir ki, insana şeytan'm iğvâsıyla evvel isabet eden kötülük keşf-i avret olduğu bilinsin. Şeytan; babamız olan Âdem (A.S.) ı iğva edip keşf-i avret vuku bulmakla huzur-u ilâ­hide mahcup ettiği gibi evlâd-i Âdem'i bu yolda daima mahcup etmeye sa'y eder ki, işlenilen günahlarla insanların rüsvalığına mesrur olur. Zira; bu cihetle yemini yerini bulur ve hazzını alır. [18]

 

Vacip Tealâ şeytan'ın Âdem (A.S.) ı iğvâ ettiğini ve cümlesi­nin yeryüzüne indiklerini beyandan sonra şeytan'a aldanılmama-sını evlâd-ı Âdem'e tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Ey beni Âdem! Peder ve validenizi Cennet'ten çıkarıp avret mahallerini göstermek için onlardan libaslarını soyduğu gibi şey­tan sizi aldatmakla \ fitne yapıp ifsad etmesin ve idlal edip Cennet'-ten mahrum eylemesin.]

[Zira; şeytan ve zürriyeti sizin onları görmediğiniz mekânda onlar sizi görürler, binaenaleyh; görmediğiniz düşmanın şerrinden fazlaca içtinab etmek lâzımdır:]

[Çünkü; biz şeytanları iman etmeyen kâfirlerin dostları kıldık. Şu halde müminlerin onların şerrinden istiâze etmeleri vaciptir.]

Yani; ey beni âdem! Valideniz ve pederiniz olan Âdem'le Hav­va'yı Cennet'ten çıkardığı gibi şeytan size fitne ve fesacj ilkaasıyla dalâlette kılıp Cennet'e duhûlden mahrum etmesin. Zira; valide ve pederinizi dar-ı sürür ve mahall-i huzur olan Cennet'ten ma-hall-i sürür Olan arza inzaline sebep oldu ve bir derece adavet etti ki, onlara görülmeyecek mahallerini göstermek için elbiselerinin onlardan soyulup mahcup olmalarına sebep olmakla intikamını aldı. Şu halde ey evlâd-ı âdem! Şeytan'ın hilelerinden içtinab edip Cenab-ı Hakka iltica etmeniz lazımdır. Zira; sizin onları görmedi­ğiniz cihetten şeytan ve etba' ve a'vânı sizi görürler. Binaenaleyh; sizin pederiniz Âdem'in kıssasından ibret alıp şeytan'ın şerrinden himaye-i ilâhiyeye iltica etmeniz ehemm-i umurunuzdandır. Çün­kü; biz şeytanları iman etmeyen kimselere dost ve onlara musallat kıldık! Binaenaleyh; şeytan sizi gururuyla aldatmasın ve maâsîyi size tezyin etmekle idlâl edip yoldan çıkarmasın. Pederinize yap­mış olduğu hileyi unutmayın, daima hatırınızda tutun. Zira; ebe­veyninizin görülmeyecek mahallini yekdiğerine göstermek için on­ların libaslarının soyulmasına sebep olmuştur. Bu vak'a size ibret yönünden kâfidir. Zira; Allahü Tealâ onların gözlerinde sizi görecek bir cevher halk etti Lâkin sizin gözünüzde onları görecek cev­her halk etmedi, onlar sizi görür, siz onları göremezsiniz. Şu halde onlar sizin her halinize muttali oldukları için sizi idiâle iktidarları vardır. Sizin, onları redde iktidarınız olmadığından Vacip Tealâ'-nm muhafazasına sığınmanız lâzımdır. Zira; biz şeytanları kâfir­lere dost kıldık. Binaenaleyh ehl-i iman şeytan'ın dostluğundan sakınmalıdır.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ beni âdem'e şeytan'ın şerrinden ihtiraz etmelerini iki cihetle te'kid bu­yurmuştur : Birincisi; Hz. Âdem'i iğvâ edip Cennet'ten çıkarmasıdır. Çünkü; Hz. Âdem'e secdeye muhalefet etmekle ada­veti meydanda olup Hz. Âdem'in ulüvvü kadriyle beraber ona ves­vese ikaa edince âhad-i nâstan olan evlâd-ı âdem'e vesvese Ükaa edeceği evleviyetle sabittir. İkincisi; şeytan'm ve cemaatı­nın beni âdem'i görüp beni âdem'in onları görmemesidir. Çünkü* görünmeyen düşmanın şerrinden ihtiraz gaayet güçtür. Binaena­leyh; insanlar arasında şeytan'ın şerrinden kurtulanlar pek azdır. Çünkü; herbirini bîr hava ile aldatmıştır. Bazı ulemâ şeytan'ın beşer suretine temessül edemeyeceğini bu âyetle istidlal etmiştir. Zira; beşer suretine girmiş olsa insanların görmesi lâzım geldiği gibi insanların yekdiğerini temyiz ve tefrikları haleldar olurdu. Çünkü; dün gördüğü bir şahsı bir gün sonra gördüğünde acaba o şahıs mıdır, yoksa şeytan o şahsın suretine temessül etti de şu gör­düğüm şahıs şeytan mıdır, değil midir? diyerek elbette bir şüphe gelirdi. Halbuki böyle bir şüphe gelmiyor. İşte insanların göre­meyeceğini bu âyet nâtıktır. Şu halde şeytan'ın beşer suretine temessülü bâtıldır demişlerde de Beyzâyî'nin beyanına nazaran bizim onları göremediğimiz ekser-i evkatta ve vesvese zamanın­dadır. Bazı zamanda beşer suretine temessül edip bizim görmemi­zin cevazına bir mâni yoktur.

Feth-ül Beyan, Fahr-i Razi ve Hâzin'de beyan olunduğu veç­hile nez'olunan libasta dört ihtimal vardır: Birinci ihti­mal; tırnaktır. Çünkü; (İbn-i Abbas) Hazretlerinin «Cennet'te Ademle Havva'nın libası tırnaktı. Hatiede vaki olunca soyuldu. Hatıra, ziynet ve bazı menâfie hizmet, için ellerinde ve ayaklarında tırnak kalmıştır» buyurduğu mervîSir.   İkinci   ihtimâl; libasları nurdandı. Üçüncü ihtimal; takva ve muhar-remâttan içtinab etmekti. Dördüncü ihtimal; esvaba Cennetten bir sevb idi. Lâfz-ı âyete muvafık olan dördüncü ihti­maldir. Zira; ilbas lâfzından müstefâd olan hakîkî manâ sevbdir. Manâ-yı hakîkî mümkün olan yerde mecaza intikalde bir fayda ve ihtiyaç yoktur. Nez'in soymak manâsına olması dahî hakîkî sevb olduğuna delâlet eder. Çünkü; soyunmak giyindikten sonra olur. Madem ki âyette soyuldu, deniyor, herhalde giyinilmiş bir libas olması icab eder. [19]

 

Vacip Tealâ şöytan'a ittibâ' eden dostlarının hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şeytanların dostları bir günah işlediklerinde «Biz babaları­mızı böyle bulduk ve fahişeyle AUahü Tealâ bize emretti. Binaen­aleyh; Allanın emçjni işleriz» derler.]

[Habibîm! Sen onlara «Allahü Tealâ çirkin ve günah olan şey­lerle emretmez» demekle sözlerini reddet.]

[«Siz bilmediniz mi Allahü Tealâ üzerine söyler ve iftira eder­siniz ve hangi şeriatta ve kitapta Allahü Tealâ size fahşâ ile em­retti ve bilmediğiniz şeyi nasıl (Allah'a isnad edersiniz?» demekle mezheplerinin batıl olduğunu kendilerine söyle.]

Yani; hudud-u ilâhiden huruç edip şeytanlaa dost ittihaz eden kâfirler Allah'ın nehyettiği maâsîyi işlediklerinde «Biz babaları-' mızı o fiil üzerine bulduk ve Allahü Tealâ bize fahişeyle emretti.

Zira, emretmese babalarımız işlemezdi» derler. Yâ Ekrem-er Ru-sül! Sen onların şu kelâmlarına cevap olarak de ki, «Allahü Tealâ fahşâ ile emretmez ve Allahü Tealâ üzerine bilmediğiniz şeyi söy­ler ve Allah'a lâyık olmayan şeyi mi isnâd edersiniz? Fâhi§eyle murad; rical ve nisvânın uryân olarak tavaf etmeleridir, diyen v^arsa da esah olan Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kebire olan her ma'siyete fahişe ıtlak olunur.' Şu halde fahişe lâfzı şirke ve şâir envâ'-î küfre ve maâsîye şâmildir. Kâfirlerin maâsîye fahişe diye­rek işlemeyip belki ibadet kasdıyla işlediklerinin bu âyette Cenab-ı Hak iki delilini beyan buyurmuştur: Birincisi; âba' ve ecdatlarım taklid, ikincisi; Allah'ın emri olduğunu itikad etmektir. Şu" delillerin her ikisinde ibadet maksadıyla işlediklerine sarahat vardır. Halbuki, umur-u itikaadiyede âbâ' ve ecdadı taklid bâtıl olduğundan bu cihete cevap vermeksizin Allahü Tealâ ikin­ciye cevap vermesini resulüne emir buyurmuştur. Çünkü; onlar irtikâb ettikleri fahşâyı Allahü Tealâ'nın emrettiğini ve emr-i ilâ­hiye istinaden işlediklerini beyan edince Allahü Tealâ bu davala­rını reddetmiştir. Zira; Allahü Tealâ'nın âdet-i kâdımesi; maha-sin-i ef âl ve mekârim-i ahlâk ile emretmektir. Yoksa tab'-ı selim ve akl-ı kâmilin nefret edeceği fahşâyı emretmediği ve etmeyeceği ednâ aklı olan kimse için malûmdur. Binaenaleyh; naz­mında bulunan hemze istifhâm-t inkârî^ve tevbih içindir. Yani; «Fahşâ ile Allah'ın emrettiğini bizzat Vacip Tealâ'dan işittiğinizi iddia edemezsiniz? Zira; sizin için kelâm-ı ilâhiyi işitmek mümkün değildir. Ve Allah'la kulları beyninde vasıta olan enbiya-yı kiram­dan dahi işitmediniz. Çünkü; nübüvveti inkâr ediyorsunuz. Şu halde nasıl cesaret edip de bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ'ya isnad ediyorsunuz?» demektir. Binaenaleyh; âyette kâfirleri tekdir oldu­ğu gibi cehille zem ve takbih de vardır.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile insanlar için taklidden ziyade muzır ve itikadı ifsâd eder birşey yoktur. Zira Yehûd'un Ychûdiyet üzere ve Nasarâ'nm Nasraniyet üzere ve ehl-i bid'atın bid'at üzere bekaası; ancak taklid ve babalarına hüsn-ü zann edip delâili tetkikten sarfınazar ederek lâyık olduğu veçhile hakkı talep etmemektir. Eğer hakkı arayıcı olsalar delilleri tetkik ederek hakikata vâsıl olur, taklidden kurtulurlardı. Amma umur-u dinde muhik olduğu malûm olan enbiyaya ve furu-u a'mâlde müçtehidîne ittibâ'; taklid değildir. Belki Allah'ın inzal ettiği şeriata ittibâ'dır. Çünkü; bu suretle taklid mezmum değildir. Zira; beşer için doğru yolu bulmak enbiya-yı izam vasıtasıyla olabileceğinden enbiyaya ittibâ1; hakka ittibadır. [20]

 

Vacip Tealâ fahşâ ile emretmediğini beyandan sonra adaletle emrettiğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Habibim!    «Rabbim bana adaletle emretti» demekle    «Bize fahşâ ile Allahü Tealâ emretti» diyenlere cevap ver.]

[Ve her secde mahallinde ve namaz zamanında yüzlerinizi Kabe'ye dönmekle namazınızı ikaamc ve doğrulukla ibadetinizi eda edin.]

[Allah'a taatımzı ihlâs edici olduğunuz halde ibadet edin ve duanızı ihlâs üzere yapın ki, Allah'ın gayrıya ibadet ve duâ etme-y esiniz.]

[Çünkü; Allahü Tealâ iptida en nasıl halk ettiyse öylece iade eder ve siz de icad olunduğunuz gibi iade olunur ve ceza görürsü­nüz.] Binaenaleyh; ibadetinizi ihlâs üzere edâ edin ki, hüsn-ü ceza göresiniz.

[Sizden bir fırka irâdesini imana sarfla hidayette oldu ve imana muvaffak olmakla doğru yolu buldu ve diğer bir fırka ira­desini küfre sarfla onun üzerine dalâlet vacip oldu.] Binaenaleyh; kıyamette böylece iki fırka olarak iade olunursunuz.

[Zira; fırka-i dâlle; şeytanları Allahın dûnunda dost ittihaz ettiler ve kendilerini ihtida etmiş ve doğru yolu bulmuş zanne­derler.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! «Allahü Teâlâ bize fahşâ ile emret­ti» diyen kafirlere sen de ki, «Benim Rabbim bana ve umum kul­larına adaletle emretti. Zira; evâmir ve nevâhîsînin cemisi adaletle emir ve nehiydir. İfrat ve tefrit cihetlerine asla meyil yoktur. Be- nim Rabbim adaletle emrinde dedi ki. her mescit ve ibadethane-nizde cânib-i manevi-i ülûhiyetime teveccühünüzü doğrultun, iki tarafa meyil ve inhiraf etmeyin, itaat ve inkıyadınızda müştakını ve dininizi Allahü Tealâ'ya mahsus kılıcı ve ibâdât ve taâtmıza riya ve sum'adan hâlî ihlâs edici olduğunuz halde Allah'a tazarru ve niyazla taat edin. Zira; iptidâen Vacip Tealâ sizi nasıl halk ve icad ettiyse yevnı-i kıyamette dahi o minval üzere sizi iade eder ve siz de avdet edersiniz. Binaenaleyh, sizden bir kısmi Allah'ın tevfikiyle mebdeinden   maâdına istidlal ederek    âhireti îtikadla hidayette olur ve sizden diğer bir kısım tevfikten mahrum olarak dalâleti ihtiyarla üzerlerine şekaavet sabit olur. Zira; onlar Al­lah'ın gayrı şeytanları veli ve ma'bud ittihaz ettiler. Binaenaleyh; küfür ve maâsîden şeytanlar her neyle emrettiyse ona ittibâ' ettik­leri gibi zannettiler ki, onlar kendileri mühtedîlerdir ve gittikleri yollan doğrudur. Halbuki bu zanları fâsiddir.   Zira; itikâadiyâtta zanna itibar yoktur.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in (İbn^i Abbas) Hazretlerinden naklen beyanlarına nazaran bu âyette kist ile murad; Kelime-i tevhidle emretmek; zatı ve sıfatı ve efâli itibarıyla Va­cip Tealâ'yı ma'rifetle emri mutazammjndır. Şu halde Vacip Tealâ bu âyette üç şeye emretti: Birincisi; usul-ü itikaadiyedir, İkinci,s i; her mescid indinde yani namaz vaktinde kıbleye müteveccihen ibadet ve eda-yı salatla ve ibadetin kabulünde ihlâs şart olduğundan ihlâs üzere ibadet etmekle emretti. Üçüncü­sü; âhireti itikad lâzım olduğuna işaret buyurdu. Zira; «İptidâ­en icad olunduğunuz gibi avdet eder, kabrinizden kalkarsınız» buyurmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ kabirden kalkıp iade olunmak imkânını takrir için iptidâen icada teşbih tar;kıyla beyan buyurmuştur. Yahut «Topraktan halk olunduğunuz gibi toprağa iade olunursunuz» demektir. Yahut «İptidâen uryân olarak icad olunduğunuz gibi uryân olarak kabrinizden kalkarsınız» demektir. Yahut «İptidâen dünyada mümin ve kâfir olarak iki sınıf bulun­duğunuz gibi kabirden kalktığınızda dahi iki fırka olarak kalkar­sınız. Bir fırka tarîk-ı müstakime temessükle hidâyette ve diğer fırka.küfrü irtikâpla üzerine dalâl vacip oldu» demektir.

«Her mescid yanında yüzlerinizi kıbleye döndürün» demektir. Şu halde «Her mescid indinde yüz­lerinizi ikaame edin» demek «Secde vaktinde ve secde zamanı gel­diğinde herhangi mescid olursa olsun hemen o mescidde edâ-yı salât edin, kendi mescidinize avdet için namazı te'hir etmeyin» demektir. Çünkü; ümmet-i Muhammed'in namazı için her yer mes­cid olduğundan namaz için bir mahall-i muayyen aramak lâzım değildir.

Vacip Tealâ tevhid ve ihlâs üzere ibadetle emrettikten sonra ahvâl-i âhireti beyan buyurdu ki, me'mur oldukları ibâdâtı edâ edenlerin sevabı ve edâ etmeyenlerin azabı âhirette olacağına işa­ret etmiştir.

Fahr-i Razi, Kaazi ve Feth-ül Beyan sahibinin beyanlarına nazaran mücerret zannm umur-u dinde kâfi olmadığına âyet delâ­let ettiği gibi kâfirin sülük ettiği dinde kendinin hak üzere bulun­duğunu ve mezhebinin sahih olduğunu zannetmek fayda vermez. Şu halde batılı irtikâb eden şahıs gerek kendinin hak üzerine olduğunu zannetsin ve gerek zannetmesin her halde mezmum ve zem-me müstehaktır. Eğri yolu doğru zannıyla irtikâb eden kimsenin zemden halâs olması lâzım gelmez. «İbadeti­nizde Allaha ihlâs üzere duâ edin, amelinize riya karıştırmayın» demektir.

Hulâsa; namaz vakti nerede ve hangi mescit huzurunda bulu­nursa kıbleye müteveccihen edâ-yı salât etmek vacip ve Allah'a ibadette İhlasın lâzım olduğu ve iptidâen icad olunduğumuz gibi iade olunacağımız icabedeceği ve insanlar dünyada ehl-i hidayet olarak mümin ve ehl-i dalâlet olarak kâfir olduğu gibi kabirden dahi iki fırka olarak haşrolunacakları ve ehl-i dalâlin şeytanları dost ittihaz ettikleri ve bâtıl tarîka sülük eyledikleri halde kendi­lerinin hidâyette olduklarını zannetmeleri ve bu zanlarınm faydası olmadığı bu âyetten müstefâd olan fevaid cümlesindendir. [21]

 

Vacip Tealâ adalet, kelime-i tevhid ve- usul-ü itikaadiyeyle emrettiği gibi adalette dahil olan melbûsât, me'kûlât ve meşrubatla dahi emretmek üzere buyuruyor.

[Ey Adem evlâtları! Avret mahallinizi setriçin her mescid yanında ziynetiniz olan libasınızı takının ve Allah'ın verdiği ni­metlerden yiyin, için ve israf etmeyin. Zira Allahü Tealâ müsrif­leri sevmez.]

Yani; ey Beni Adem! Gerek tavaf için Kabe'ye ve gerek edâ-yı salât için her mescide geldiğinizde zinetiniz olan libasınızı giyin­mekle avret mahallinizi setredin. Helâl ve mubah olan nimetler­den yiyin ve için, harama tecavüz ve helâli haddinden ziyade sar-fetmekle israf etmeyin. Zira; Allahü Tealâ müsrifleri sevmez ve muhabbet etmez.

Beyzavi ve Fahr-i Razi'niri beyanları veçhile ziynetle murad, libastır. Ahz-i ziynetle emir; vücub ifade ettiğinden avret mahal­lini setredecek. kadar elbise giymek   vaciptir ve terki haramdır. Binaenaleyh;   salâtın sıhhatinin şartı;   avret mahallini setretmek olduğu için Cenab-ı Hak ziyneti ahizle emir buyurmuştur ki, setr-i avrete işarettir. Zira; avret mahallini keşfetmek haram olduğu gibi mekşuf-ü avre olarak namaz da caiz olmaz. Cuma ve bayram na­mazlarında ve cemaatla kılman namazlarda rical için elbisenin gü­zelini giyinmek sünnettir.

Avret mahallini setredecek elbise giymek vacip olduğu gibi ölmeyecek kadar yemek ve içmek dahi vaciptir. Eğer bilkülliye ekli terkederek vefat ederse nefsinin kaatili ve ehl-i" nârdan olur.

Namaza ve şâir ibadâta kıyamdan âciz olacak kadar ekli ve şürbü terk ederek zayıf düşmek haramdır. Kezâlik lüzumundan ziyade veya tok karma yemek israf olduğu cihetle yine haramdır. Bina­enaleyh; Cenab-ı Hak israftan nehyetmiştir.

Beyzavi ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile (Ali b. Vâkidî)'nin (tAllahü Tealâ ilm-i tıbbı bir âyetin nısfında cem'etti. O âyet de nazm-ı celildir» dediği menkuldür. Çünkü; Tefsir-i Nisâbûrî'de beyan olunduğuna nazaran bir tabib-i Nasranî (Ali b. Vâkıçlî)'ye «Sizin kitabınızda tıbba dair birşey yoktur. Halbuki ilim; ikidir : Birisi; ilm-i tıb ki, ilm-i ebdandır, diğeri; ilm-i fıkıh, ki, ilm-i edyandır» demiş. (Ali b. Vâkidî) de «İlm-i tıb­bın cemi' mesailini bizim kitabımız nısf-ı âyette cemetti» buyur­muş ve bu cümleleri okumuş. Tabib-i Nasrânî «Sizin resulünüz­den tıbba dair birşey varid olmadı» dediğinde (Ali b. Vâkidî) «Bizim resulümüz ilm-i tıbbın cemi' mesailini birkaç kelimede cemetti» demiş ve şu hadisi okumuştur :, maraz evidir. Himye yani az yemek

her dermanın başıdır. Her bedene âdet ettiği şeyi ver, âdetinin hilafını verme» demektir. Bunun üzerine tabib-i Nasrânî'nin «Si­zin kitabınız ve resulünüz ilm-i tıbdan Calinosa birşey bırakma­mış» dediği naklolunmaktadır. Çünkü; insana alelekser hastalık mi­deden gelir. Zira mide; vücudun yarar bir motoru menzilindedir. Motor lüzumundan ziyâde yanarsa patlar ve eğer lüzumundan az yanarsa yol vermez. Şu halde onun kıvamını bulmak ve itidal üze­re islim vermek lâzım olduğu gibi yemek ve içmekte de midenin itidalini vermek lâzımdır,

Fahr-i Razi, Taberi ve Hâzin'in (İbn-i Abbas) Hazretlerinden rivayeten beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; zaman-ı ca-hiliyede erkek ve kadın Beyt-i Şerifi uiyan olarak tavaf ederler hac mevsiminde kestikleri kurbanların etini.ve yağını yemezlerdi. Allahü Tealâ onların bu âdet-i kerihelerini reddetmek üzere bu âyeti inzal buyurduğu mervidû

Hulâsa; her mescidde edâ-yı salât esnasında güzel libas giyin­mek lâzım, yemek ve içmek mubah olup ancak yemekte ve içmek­te israf in haram olduğu ve her türlü israf edenleri Cenabı Hakktfi sevmediği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [22]

 

Vacip Tealâ setr-i avret miktarı libasın vacip olduğunu ve he­lâlinden eki ü şürbün cevazını ve israfın marzî-i ilâblyeye muvafık olmadığını beyandan sonra Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram kıl­mak caiz olmadığını beyanetmek üzere buyuruyor.   

[Habibim! Sen müşriklere de ki, «Allah'ın kullarının menfa-atma yerden çıkardığı ziyneti ve nzıktan güzel olan şeyleri kim haram kılabilir?» Ve Allah'ın kulları için halk ettiği tayyibât dün­yada bilesâle müminlere ve bittebi' müşriklere şâmildir ye lâkin yevm-i kıyamette tayyibât müminlere mahsus olup, müşriklerin nasipleri olmadığını beyan et. İşte biz böylece Allah'ın vahdaniye­tini bilen kavmiçin hill ü hürmete delâlet eden âyetlerimizi tafsil ederiz.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusüî! Helâl olan şeyi nefsine haram ad­deden kâfirlere sen de ki «Allah'ın kullarının menfaati için ihraç edip halkettiği kisveleri ve rızıktan tayyib olan nimetleri kim haram kılabilir?» Kimsenin helâl olan şeyi haram kılmak vazifesi değildir. Binaenaleyh; habibim! Seri de ki «Allah'ın kullarına ihraç ettiği ziynetler ve rızıktan tayyibât; hayat-ı dünyada bil'esâle mü­minler ve bittebi' müşrikler ve yevm-i kıyamette hassaten mümin­ler içindir.» Biz şu hükmü tafsil ettiğimiz gibi ahkâmımıza delâlet eden âyetlerimizi kullarımıza tafsil ederiz.

Beyzavi'nin beyanına nazaran ziynet; pamuktan, ke­tenden, ipekten, yünden ve maddinden hâsıl olan libasın kâffesine şâmil olduğu gibi insanın tecemmül ettiği at ve sair hayvanat ve hatta bedeninin tanzifatına ve tanzifata âlet olan tarak ve makas gibi şeylerin cümlesine dahî şâmildir. Kezâlik tayyibât; ' me'kûlât,.meşrubat, menkûhat ve sair lezzet verecek şeylerin cüm­lesine şâmildir. Şu halde âyet-i celile; me'kûlâtta, melbûsâtta, meş­rubatta vesâir tecemmülâtta velhâsıl insanın menâfii için halk olu­nan herşeyde asıl olan mubah olduğuna delâlet eder. Ancak hür­metine delâlet eden delil-i şer'i olanlar müstesnadır. Çünkü insanın menâfii için hâsıl olan şeylerin helâl olması; umum şeriatlar da muteber ve düstur ittihaz olunan usuldendir.

Cenabri Hakkın kullarına mubah ve halâl kıldığı şeyi haram addetmek emr-i münker olduğuna işaret için inkâra delâlet eden ve istifham için olan varid olmuştur. Yani «Allah'ın kul­ları için ihraz ettiği şeyi kim haram kılar ve hangi şahıs hurme-tiyle hükmedebilir?» demektir. Dünyada nimetlerini Allahü Tealâ dostları olan müminler için halketmişse de âdet-i ilâhiye dünyada nimetini kâfirlerden diriğ etmediğinden kâfirler de, bu nimette müşterektirler. Amma âhirette kâfirlerin gerek libas ve gerek sair lezâizden mahrum olduklarına işaret için âhiret nimetlerinin müminlere mahsus olduğunu tasrih buyurmuştur. Dünya nimet­leri gumum, hunium ve kederden safî olmayıp, âhiret nimetleri kederden safî olduğuna dahi işaret için âhirette nimetin hâlis ol­duğu beyan olunmuştur.

Fahr-i Razi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran bu âyette ziynet ve rızıktan tayyibât; envâ'ı me'kûlât, meşrubat ve nisvanla telezzüz ve şâir müstelezât ve ziynetlere şâmil olduğuna Resulul-lah'm (Osman b. Maz'un)'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifi de­lâlet eder.   Çünkü; (Osman b. Maz'un) birgün Resulullah'a «Ya Resulallah! Ben husyelerimi çektirip lezzet-i cima'dan feragat et­mek isterim» dediğinde Resulullah «Benim ümmetimin orucu lezzet-i cima'dan feragata kâfidir» buyurmuş. (Osman b. Maz-'un) «Bir mağaraya çekilip ruhban olmak isterim» demesi üzerine Re­sulullah «Benim ümmetimin ruhbaniyeti; namaz için mescıdde intizar etmektir» buyurmuş. (Osman) «Seyahat etmek isterim» deyince, Resulullah «Benim ümmetimin seyahati; gaza, hac ve um­redir» buyurmuş. (Osman) «Elimde bulunan malımı terketmek isterim» dediğinde Resulullah, «Nefsine ve ıyâline infak ettikten sonra fazla olursa fukaraya ver» buyurmuş. (Osman) Nisvana ka-rib olmamak isterim» deyince, Resulullah «Bir müslim ehline veya cariyesine karib olur veled hâsıl olursa dünyada ferah ve sürür ve yevm-i kıyamette refik u şefi' olur» buyurmuş. (Osman) «Et yememek isterim» deyince Resulullah «Cibril vasıtasıyla Cenab-ı Hak bana tayyibatı ekille emretti» buyurduğu mervidir.

İşte şu ahadis-i şerife insan için envâ'-ı ziynetin mubah ve taraf-ı ilâhiden ve taraf-ı risâletten me'zun olduğuna delâlet eder. Ancak hürmetine delil-i şer'î olan şeyler müstesnadır. Çünkü; on­ların hürmetine delil olunca ibâhesi mensuhtur ve nıensuh olan delille amel etmek caiz değildir. [23]

 

Vacip Tealâ insanların libasları ve me'kûlât ve meşrubata müteallik lezâizin mubah olduğunu beyandan sonra muharremât-tan bazılarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Uryân olarak tavaf eden ve Allah'ın he­lâl kıldığı tayyibatı haram kılan müşriklere sen de ki, «Sizin ha­ram kıldığınız şeyleri Allahü Tealâ haram kılmadı, belki kullarına helâl kıldı. Ancak ef âl ve akvâlden fahişe ve fena olan şeylerden aşikâr olup eseri gayra sirayet eden zulüm ve yalan yere şehadet ve itâle-i lisan ve gıybet gibi nüfus-u habiseden sudur eden kaba» yihi, zina ve saire gibi gizli olan günahları Allahü Tealâ haram kıldı.] Mutlaka sağîre ve kebîre günahları, hükümete isyan etme­yi, gayrın hukukuna tecavüz eylemeyi, hakkı olmayan bir şeyi ta-leb etmeyi ve bigayrıhakkm zulm ü taaddiyi haram kıldığı gibi [Birşeyi Allahü Tealâ'ya şerik itikad etmenizi dahi haram kıldı ki, o şeyin şerik olduğuna bir delil inzal olunmadı, ve aklen ve naklen Allahü Tealâ'ya sübutunu bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ üzerine isnad etmenizi haram kıldı ki, bunlardan içtinab etmeniz lâzımdır.] Zira; bunların hürmeti kafidir.

Yani; habibim! Müşriklere söyle ki, «Benim Rabbim küfür gibi zahir ve nifak gibi gizli fahşâyı kebîre ve sağîre günahları, bigayrıhakkm gayrın hukukuna tecavüzü ve asla şirke dair hüccet nazil olmadığı halde Allahü Tealâ'ya şirketmenizi ve haram oldu­ğunu bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ haram kıldı demek gibi iftira etmenizi Cenab-ı Hak haram kıldı. Yoksa mubah olan şeyleri sizin haram demenizle, haram kılmadı".

Bu âyet-i celile; muharremâtın küllisini cami' olduğuna işaret için hasra delâlet eden ( ^ ) lafzıyla varid olmuştur. Zira; gü­nahların küllisi; fahşâ ile ism ve bigayrıhakkm gayrın hukukuna tecavüzde dahil olduğundan bu âyet envâ'-ı muharremâta şâmil­dir. Kezâlik usul-ü itikadiyeden tevhidle emirdir. Çünkü şirkten nehiy; tevhidle emri mutazammındır ve Allah'a iftiranın hürme­tini beyanettiği cihetle gerek usul-ü itikadiyyede ve gerek furu-u a'mâlde günahın cümlesi zikrolunmuştur. Çünkü insandan sudur eden cinâyâtm esası; beştir : Birincisi; zina ile neseb üze­rine cinayet olur. Bunun hürmetine fevâhiş ile işaret olundu. İkinci; ukûl üzere cinayet olur, şürb-ü hamir gibi. Bunun hürmetine ism lafzıyla işaret olundu. Üçüncüsü; namus, ırz, nüfus ve emval üzere cinayet olur. Bunların hürmetine bağ-yile işaret olundu.' Dördüncüsü; tevhid-i ilâhiye ta'nü-zere cinayet olur. Bunun hürmetine ve ekber-i kebâirden olduğuna kavl-i şerifiyle işaret olundu. Beşincisi din-i ilâhiye itirazla cinayet olur. Bunun hürmetine kavl-i lâtîfiyle işaret olundu. Şu muharremim esası olan beş şey bu âyette zikrolununca furüatı dahi usûlün zım­nında zikrolunduğundan bu âyet kâffe-i muharremâtı eâmidir. Binaenaleyh; hasra delâlet eden lafzıyla varid olmuştur ki, cümle muharrematın bu âyetin ahkâmında dahil olduğuna işa­ret olsun.

Fahr-i Razi, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanlarına nazaran fahişe; günah-ı kebire ve ism ; günah-ı sağiredir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Rabbim, sağire ve kebire cümle günah­ları haram kıldı] demek olur ve muharrematın kâffesi bu iki ke­limede dahildir. Bundan sonra zikrolunanlar şanlarına ihtimam ve şenaatlarmı tasrih için zikrolunmuştur. Çünka şirkle zulüm; cina-yâtın en büyüklerindendir. Yahut fahişe; hadd-i şer}î vacip olmayan günah ki, yalan, gıybet, bühtan ve şâire gibi. Ism ; hadd-i şer'î vacip olan günahtır ki zina, kazif, sirkat v.s. gibi. Ya­hut bilâkistir. Yahut fahişe; günah-ı kebiredir. Ism ; mutlaka günahtır. Şu halde hassaten kebîre zikrolunduktan sonra mutlaka günahların haram olduğunu zikir buyurdu ki, hürmet yalnız kebireye münhasır zannolunmasm., [24]

 

Vacip Tealâ helâli ve haramı beyandan sonra her kavmin ve. her şahsın eceli olduğunu ve ecelinden takaddüm ve taahhur caiz olmadığını beyanla tekâlife terğib etmek üzere buyuruyor.

[Her ümmet ve kavmiçin indallah muayyen bir ecel vardır. Binaenaleyh; ecelleri gelince azıcık bir saat ecellerinden tekaddüm ve taahhur olunmaz ki, onlar için ecellerini takdim ve te'hir müm­kün olamaz ve talep de edemezler. Binaenaleyh; her millet mukadder olan vakt-i muayyende münkariz olduğu gibi her şahıs da mukadder olan vakt-i muayyende vefat eder.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ecelin iki İhtimali vardır: Birinci ihtimal; resullerini tekzib eden her kavmin helaklerine ve azaba istihkaklarına bir vakt-ı muayyen vardır. O vakt-i mukadder gelmedikçe helak olmazlar, vakt-i mukadder gel­diğinde azaplarının velev az bir zaman olsun te'hir ihtimali yok­tur demektir. Şu manâya nazaran âyet-i celile; ehl-i Mekke'yi teh-did etmiştir. Yâni «Resulünüzü tekzibinizden dolayı azabın te'hi-rine mağrur olmayın. Elbette helak olacaksınız. Fakat vakt-i mer-hûnunda olacak» demektir, ikinci ihtimâl; her şah­sın ecel-i muayyeni olduğunu beyandır. Buna nazaran maktul olan kimsenin kendi eceliyle vefat ettiğine âyet-i celile delâlet eder. [25]

 

Vacip Tealâ tekâlifin ahvalini ve her millet için bir eceli mu­ayyen olduğunu beyandan sonra tekâlife riâyet edenlerin âhirette korkuları olmayacağını ve tekâlife riâyet etmeyip rusül-ü kiramı tekzib edenlerin ehl-i nar olacaklarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ey Âdem oğulları! Kendinizden size resuller gelir ve sizin üzerinize âyetlerimizi hikâye ederlerse derhal kabul ve iman edin ve kabul etmemekten ve ifsad cihetine gitmekten sakının.]

[Zira; küfürden ve resulleri tekzipten ittikaa ve resullere ita-atla ıslah-ı nefseden kimseler üzerine korku olmadığı gibi onlar mahzun da olmazlar.] Binaenaleyh; ey âdem evlâdı! İttikaa ve ıslah-ı nefsedin ki, korkudan ve hüzünden kurtulmuş olasınız.

[Şol kimseler ki, onlar resullerin hikâye edip haber verdikleri âyetlerimizi tekzip ve âyetlerin ahkâmını kabulden kendilerini büyük addettiler. İşte onlar ebeden Cehennemide kaldıkları halde Cehennem'in yaranlarıdırlar.]

Yani; ey beni âdem! Eğer size, sizin kendi cinsinizden resuller gelir ve benim vahdaniyetime delâlet eden âyetlerimi üzerinize tilâvet ve maânîsini hikâye ederlerse muharremâttan içtinapla it-tikaa ve a'mâlini ıslah eden kimseler üzerine dünyada ve âhirette korku yoktur. Zira; vazife-i ubudiyeti edâ ettikleri için rıza-yı ilâ­hiye nail olmuşlardır ve onlar herkesin mahzun olduğu zamanda asla'mahzun olmazlar. Amma şol kimseler ki, onlar bizim âyetle­rimizi tekzip ve o âyetleri kabulden istikbar ve iman etmekten im­tina ettiler. İşte âyetleri ve resulleri tekzib ve imandan kendilerini büyük addedenler Cehennem ateşinin yaranları olduklarından ebeden Cehennem'de kalıcılardır.

Beyzâvfnin beyanı veçhile cümle-i şartiye harf-i şek sure­tinde ile iradolundu ki, rusül-ü kiramın irsali caiz olup vacip olmadığına işaret olsun. Resulullah hâtem-ül enbiyâ olup ve ümmetlerin ıslahı için âdet-i ilâhiye de bu minval üzere resul gön­dermek olduğundan vâhid-i muazzamdan cem'le tâbir olunmuştur. Resulün beşerden olması insanlar hakkmda nimet-i uzmâ olduğu için Cenab-ı Hak muhataplara «Sizden resul gönderdim» buyur­muştur ki, icabetleri suhuletle olsun. Çünkü; hem cinsiyle ülfet kolay olduğundan icabetin de kolay olacağı şüphesizdir.

İttikaa ; mahârim ve menâhîden ve rusül-i kirama muhalefetten kaçınmaktır. İslah la murad; me'murun bih olan şeyleri işlemektir. Şu halde ittikaa ve ıslah-i amel edenler için gelecek ahvâlden korkusu olmadığı gibi geçmiş amellere esef­leri dahi olmaz. Ayetler le murad; Kur'ân ve hak üzere de­lâlet eden berâhin ve hüccetlerdir. Kur'ân-i tekzib edenlerin ehl-i Cehennem olduğuna âyet delâlet eder.

Hulâsa; insanlar iki kısım olup muti' ve münkaad olanlar üzerine asla havf ve hüzün olmayacağı ve âsî ve mütemerrid olanların havf ü haşyetle azab-ı Cehennem'e dûçâr olacakları bu âyetlerden müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [26]

 

 

Vacip Tealâ âyât-ı ilâhiyeyi tekzib edenlerin ehl-i nâr olacak­larını beyandan sonra Allah'a iftira ve âyetleri tekzib edenlerin hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.                                               .

[Allah'a iftira veyahut âyetlerini tekzib eden kimseden daha ziyâde zâlim kim olabilir?] Elbette demediğini, dedi demekle ifti­ra eden ve dediğini tekzib eden kimseden ziyade zâlim kimse olamaz.

[İşte o zâlim kimselere erzak ve ecelleri gibi kitapta yazılı olan nasipleri kendilerine vâsıl olur ve iftiralarının cezası olarak yüzlerinin karası ve tekziplerinin cezası olarak şiddetli azap on­ları bulur.]

[Hatta onlara bizim ervahı kabza memur olan meleklerimiz gelip ruhlarını kabzettiklerinde derler ki, »nerededir sizin Allahin gayrı ibadet ettiğiniz ma'budlaıınız? Çağırın onları gelsin sizi kurtarsınlar.»]

[O kâfirler meleklerin şu suallerine cevapta derler ki, «Muhakkak bizim ma'budlarımiz bizden kayboldular. Zira; biz onları göremiyoruz» ve kendi nefisleri üzerine kâfir olduklarını beyanla şehadet ve küfürlerini ikrar ederler.]

Yani; Allahü Tealâ'ya şerik ve velet gibi münezzeh olduğu şeyleri isnad ve Allah'ın demediği şeyi dedi demekle yalan olarak iftira edenlerden veyahut vahdaniyete delâlet eden delilleri ve Kur'ân'ı inkâr etmekle tekzib eden kimselerden daha ziyâde zâlim ve kâfir kimdir ve kim olabilir? İşte şu iftira alâllah eden veyahut âyetleri tekzible muttasıl olan zâlimler levh-i mahfuzda yazılı olan azaptan nasiplerine nail ve vâsıl olurlar; Hatta onların - ervahını kabza müvekkel olan meleklerimiz ruhlarını kabz için geldiklerin­de onlardan suâl ederler, tevbih ve tekdir tarîkıyla derler ki, «Ne­rededir Allah'ın dûnunda sizin ibadet ettiğiniz ma'budlarımz? Ça­ğırın onları sizi nazil olan azaptan kurtarsınlar ve sizin müptelâ olduğunuz musibetinizi defetsinler.» Meleklerin şu sual ve tev-bihlerine karşı kâfirler «Bizi tarîk-ı haktan idlâl ettikten sonra o ma'budlar bizden kayboldular. Biz onları görmez olduk dedikten sonra kendi nefislerinin aleyhine şehâdet etmekle kendilerinin kâ­fir olduklarını ikrar ve itiraf ederler.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ'ya şerik itikaad etmek; gerek putlar olsun gerek yıldızlar olsun, gerek veled isnadı olsun ve gerek indî ahkâm-ı bâtılayı isnad etmek olsun cümlesi iftira alallahta dahil olduğu gibi Kur'ân'ı ve sair âyâtı ve nübüv­veti Muhammediyeyi tekzip etmek de tekzipte dahildir.

Kitap ile murad; levh-i mahfuzdur. Kâfirlere isabet ede­cek nasiple murad; yüzlerinin siyahlanması, gözlerinin gü-vermesi, boyunlarının zincirlenmesi, Cehennem'e kakîr ve zelil olarak dahil olmalarıdır. Yahut nasiple murad; ömürleri ve mıhlandır. Çünkü küfür; rızka mâni değildir. Şu halde «Onlar her ne kadar iftira ederler ve âyetleri tekzib eylerlerse de onların levh-i mahfuzda yazılı olan amelleri, ömürleri ve rızıkları onlara isabet eder küfürleri nasiplerine mani değil» demektir.

karinesiyle bu âyette rusüIle murad; ervahı kabza müvekkel olan meleklerdir. Vefat ettirmek onların vazifesidir. Meleklerin sualden maksatları kâfirleri tekdir ve tevbihtir, yoksa sual istilâm için değildir. Çünkü melekler; onlara, Allah'ın gayrıya ibadet edip çağırdıkları şeylerin putlar olduğunu bilirler. Binaenaleyh; bu cihetten suale ihtiyaç yoktur. Şu halde sual; ancak onları tah­kir içindir. [27]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin iftira alallah ettiklerinden azlem-i hal-killâh olduklarını ve levh-i mahfuzda yazılı olan azaptan nasip­lerine nail olacaklarını ve azabı muayene edince kendilerinin kâfir olduklarına şehâdet edeceklerini beyandan sonra bakiye-i ahval­lerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Vacip Tealâ kâfirlere «Sizden evvel ins ü cinden geçmiş olan ümmetler içinde siz de Cehennem ateşine dahil olun» der.]

[Her ne zaman Cehennem'e bir cemaat girerse kendi dini ve milletinden olan diğer cemaata lanet eder.]

[Hatta Cehennemide içtima edinceye kadar lanete devam ederler, içtima edince onlardan sonra gelenler evvel gelenlere işa­ret ederek derler ki, «ey bizim Rabbimizî Şunlar bizi idlâl ettiler, yoldan çıkardılar. Binaenaleyh; onlara Cehennem ateşinden iki kat azap ver ki, biri; bizi idlâl etmelerinin cezası, diğeri de kendi küfürlerinin cezası olsun.»]

[Allahü Tealâ «Her cümlenize azap iki kattır ve lâkin siz bil­mezsiniz» demekle cevap verecektir.]

Yani; yevm-i kıyamette Allahü Tealâ'ya iftira ve âyetlerini tekzib eden kâfirlere hitaben Vacip Tealâ «Ey kâfirler! İns ü ch> den sizden evvel geçen ümmetlerle beraber Cehennem ateşine dahil olun» buyurur. Her'ne zaman bir cemaat ateşe dahil olursa .kendi dininde kardeşine ve onunla beraber o dinde bulunan cema­ata lanet eder. Hatta kâffesi nârda içtima edip ve birbirlerine lâhik olup toparlanmcaya kadar lanetleri devam eder. Bazısı ba­zısını idrak edip içtima edince tâbi olup Cehenneme arkadan giren cemaat metbû' olup önden gidenlere işaret ederek derler ki «Ey bizim Rabbimiz! Şu kavmin reisleri ve uluları bizi idlâl ettiler.» «Ya Rabbi! Sen onlara Cehennem ateşinden iki kat azap ver ki, bizi idlâl ettiklerinin acısını görsünler.» Onlarm şu tazarrularma karşı Hak Sübhânehu ve Tealâ buyurur ki, «Tâbi ve metbû' her cümlesi için azap ikidir ve lâkin siz bilmezsiniz.» Zira; rüesâ kendi dâll oldukları ve gayrıları idlâl ettikleri için iki kat azaba müs-tehaklardır ve tâbiler de kendi nefislerinde dâll oldukları ve şu tâğî olan kâfirleri taklid edip enbiyayı taklid etmedikleri için iki kat azaba müstehaklardır. [28]

 

Vacip Tealâ tâbi olanların şu kelâmlarına cevap olarak reis­lerinin kelâmını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Rüesâ tâbilerine derler ki, «Bizim için sizin üzerinize bir fazilet ve meziyet olmadı. Zira; dalâl ve azaba istihkakta cümle­miz müsaviyiz/ beynimizde fark yoktur. Şu halde keşfettiğiniz günahlarınız sebebiyle tadın Cehennem azabını» demekle kelâm­larını reddederler.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet-i celilenin bidâyesin-deki kavil;   Allahü Tealâ'nın izniyle bir melek tarafından mıdır veyahut bizzat AUahü Tealâ'nm kelâmı mıdır? İhtilâf varsa da esah olan AUahü Tealâ'nındır. Allahü Tealâ, şirkle iftira ve âyet­lerini ve resullerini tekziple küfredenlere hitaben «Sizden evvel geçen ins ü cinriin kâfirleriyle beraber girin Cehennem'e» buyurur.

'deki lâfzı manasınadır. Kâfirlerin Ce­hennem'e duhûlleri defaten olmayıp fevc feve ve cemaat cemaat olduğuna âyet delâlet eder. Sonra gelenler evvel gelenleri müşa­hede eder ve lanetle yâd ederler. «Her gelen cemaat kardeşine lanet eder» demek; «Ehl-i nârın bazısı bazısına lanet eder ve her­kes nefsini kusursuz diğerini kusurlu görmek ister. Binaenaleyh yekdiğerine atf-ı cürmetmekten hâlî kalmazlar» demektir. Şu hal­de herkes kendi mensup olduğu mezheptaşlarma lanet eder. Me­selâ; müşrik kendi gibi müşrikleri ve Yehûd kendi gibi Yahudi­leri, Nasrânî kendi gibi Nasrânîleri, Mecusî kendi gibi Mecûsîleri zemmeder ve bu hâl devam eder. Hattâ sonra gelenler evvel ge­lenlere idrak edip hepsi içtima edinceye kadar fırkalar gelerek Cehennem'e dolup Cehennem'e girenlerin arkası kesildiği zaman sonra gelenler evvel gelenlere işaret ederek onlardan Cenab-ı Hakka istika ederler ve azaplarının iki kat olmasını isterlerse de Cenab-ı Hak cümlesinin azaplarının iki kat olacağını beyanla on­ları reddeder.

Firka-i uhrdyla murad; Cehennem'e muahhar giren­lerse ûIâ ile murad; Cehennem'e evvel girenlerdir. Yahut üIâ ile murad; dünyada kavmin ileri gelenleri ve reis olanla-nysa uhrâ ile murad; onlara tâbi olan avam, âhâdri nâs ve esâfil güruhudur. Çünkü; her zaman kavmin reisleri esâfilini id-lâl ettiklerinden onlara ittibâ* eden edânî «Bizi bunlar idlâl ettiler, bunların azabı iki kat olsun» demekle Cenab-ı Hakka tazarruda bulunurlar. Yahut üIa ile murad; dünyada o din üzere evvel geçenler ve uhrd ile murad; sonradan gelip onları taklidle ittiba edenlerdir. Şu halde «Evlât babalarından şikayet ederler» demektir. Zira; ekseriyetle dinde evlât babanın isrine ittibâ' ettik­lerinden yevm-i kıyamette azabı muayene edip sülük ettikleri dinin butlanı zuhur edince evlât âbâya atf-ı cürüm ve lanet etme­ye kalkışırlar ve «Bunlar bizi idlâl etti» demekle babalarının azabinin iki katı olmasını isterler. Onların idlâlihe gelince iki cihetle olur. Birincisi; rüesâ etbâ'vnı ve»pederler evlâdını dirili bâtila davet ve bâtılı tezyin etmek suretiyle kendi dinlerine ve mezheplerine ithal ederler, ikincisi; esâfil-i nâsın ekse­riyetle âdetleri büyüklerini muazzam ve mufahham tanıyarak tak-lid etmek olduğundan rüesâ davet etmeksizin onların mezheplerine sülük etmekle olur. Herhangi suretle olursa olsun dinin butlanı ve azabın şiddeti zuhur edince esâfil, eşrafı lanete müstehak gördük­lerinden lanet ederler ve her iki cihetle muktedâbih tanıdıklarını zemle azaplarının iki kat olmasını' Cenab-ı Hak'tan istirham et­mekle ahz-ı intikam ve teşeffi-i sadretmek isterler.

Allahü Tealâ gerek tâbi ve gerek metbû-' cümlesinin azabının iki kat veya daha fazla olacağını beyan buyurmuştur. Zira; met-bû'da dalâlet ve ıdlâl gibi azabı icabeden iki sıfat olduğu gibi tâbi'-de dahi dalâlet ve kâfirleri taklîd gibi azabı icab eden iki sıfat olduğundan her cümlesinin azabı iki kat olacağı beyan olunmuştur.

Bu âyet-i eelüe; ehl-i küfrü tehdid ve ehl-i ma'siyeti mahi­yetten zecr ü men' için sevk olunmuştur. Çünkü rüesanın etbâ'ına ve etbâ'm rüesâya atfı cürmederek lanet edip birbirlerinden teber-rî etmeleri, elbette şiddetle müzayaka neticesidir. Kalpte ıztırab olmasa yekdiğerine lanet edinceye kadar uğraşmazlar. Çünkü; bu hâl dünyada insanlarda dahi carîdir. Tutulan bir işte netice fena gelirse herkes o işten teberrî ve yekdiğerine kusuru tahmil etmek ister ve «Senden oldu, benden olmadı» - yollu münazaa kapıları açıldığı gibi-fenalık daha ilerledikçe münazaa daı ilerler ve yek- l diğerine sebbetmeye ve daha sonra iş mudâraba ve mukaateleye kadar dayanır. Ahirette azabı müşahede ettiklerinde dahî hâl böyle olacağını âyet-i eelile beyan etmektedir. İşte ahirette dahi mez­heplerin butlanı zuhur edince sebep olanlara lanet ve müsebbep-leri de reddederler. Tarafeyn arasında bu suretle münazaa ve mü-bahasenin cereyan edeceğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyur- ı. muştur.                                                                                               

Hulâsa; kötü iş dünyada sahibini rezil ve rüsvâ kıldığı gibi bâtıl itikad ve kötü amel dahi ahirette sahibini rezil ve rüsvâ edeceği ve hatta beyinlerinde münazaa olup yekdiğerine atf-ı cürmedecekleri bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [29]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ahvâlinden bazılarını beyandan sonra tehdidini itmam ve vaîdini ikmâl etmek üzere buyuruyor.                                         

[Şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi ve vahdaniyetimize delâlet eden delillerimizi tekzib ettiler ve âyetlerimize ve bilhassa Kur'ân'a iman etmekten istikhar ettiler. Onlar için ruhları kabzo-lunduğunda semânın kapıları açılmaz. Binaenaleyh; ruhları a'lâ-yı illiyyîne gidemez ve onlar devenin deve olduğu halde iğnenin de­liğinden girinceye kadar Cennet'e girmezler. Şu bizim beyan etti­ğimiz ceza-yı şedîd gibi biz kâfirleri cezalandırırız. Zira, onlar için Cehennem ateşinden altlarına döşek ve üstlerine yorgan var­dır. Şu halde allarından ve üstlerinden her tarafına ateş ihata eder. işte şu altlarını ve üstlerini ateşin ihatası gibi ibadeti mevzi-i lâyı-kının gayrıya vaz eden müşrikleri cezalandırır ve onların irtikâb ettikleri cinayetin ukubetiyle onları muazzep kılarız.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kâfirlerin envâ'ına şâ­mildir. Çünkü kâfirlerden ı dehriyyûn Vacip Tealâ'nın zatına ve sıfatına. delâlet eden delillerini ve müşrikler; vahdaniyete delâlet eden delillerini ve nübüvveti inkâr edenler; nübüvvetin delâilini ve âhireti inkâr edenler; âhiretin delillerini inkâr ve tekzib ettik­lerinden bu âyette cümlesi dahildir. İstihbar; hakkı ka­bulden imtina' ve bâtıl olan şeyi ihtiyarla tereffu etmektir. Kâ­firler âyetlere imandan kendilerini büyük addettikleri için. hakla­rında «İstikbar ettiler» denilmiştir. Yani «Kendilerini büyük addettiler» demektir. Âyetleri tekzib eden kâfirlerin küfrü hallerin­de amellerinin kabul olunmayacağına ve ruhlarının a'lâ-yı illiy-yîne yol bulamayacağına ve semâdan üzerlerine bereket-i ilâhiye nazil olmayacağına işaret için bu âyette Vacip Tealâ onlara semâ­nın kapıları açılmayacağını beyan buyurmuştur. .Çünkü küfür; feyz-i ilâhinin feyezanına dünyada ve âhirette mânidir. Binaena­leyh; semâya amellerinin suûduna ve semâdan bereketin nüzulüne mâni olduğu bu âyetle beyan olunduğundan âyet kâfirleri tehdid ve küfürden men için sevk olunmuştur.

Hayat ; iğne, semm ; iğnenin deliği, cemeI ; deve ki, hayvanât-ı ehliyenin en büyüğüdür. Yani; Hayvânât-ı ehliyenin en büyüğü olan deve en küçük menfez olan iğnenin deli­ğinden geçmedikçe kâfirler Cennet'e giremezler» demektir. Bina­enaleyh; devenin cesametiyle beraber iğnenin deliğinden geçmesi muhal olduğundan onların Cennet'e girmesi de muhaldir. Çünkü; muhale muallâk olan şey de muhaldir. Şu halde «Küfrüzere vefat eden kimsenin Cennet'e girmesi muhal» demektir.

Vacip Tealâ Cennet'e dahil olmayacaklarını beyandan sonra Cehennem'e dahil olup Cehennem ateşi her taraflarını ihata ede­ceğini beyan etmiştir. Zira âhirette mekân; ikidir: Cennet veya Cehennem. Bu iki mahalden başka bir mahal olmadığından elbette her şahıs ikiden birine girecektir. Mihad ; beşifc manâsmaysa da burada Cehennem ateşinden döşek vat demektir. Gavas; gaaşiyenin cem'idir. Gaasiye ; Örtü manâsınaysa da burada yorgan .manasınadır. Yani «Kâfirler için Cehennem'de altlarına ateşten döşek, üstlerine yorgan var» demektir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyetleri tekzib ve âyetlere îman­dan istikbar; a'zam-ı cinayet olduğuna ve zemmi icab eder evsâf-ı zemîmeden bulunduğuna işaret için Vacip Tealâ onları tekzib edenlerin bazı kere mücrim ve bazı kere zâlim olduklarını beyan buyurmuştur.

Zulmün cürümden daha esna' olduğuna işaret için cürüm; Cennet'ten mahrumiyete ve zulüm; Cehennem'e duhule ve narla muazzeb olmaya sebep olarak zikrolunmuştur. [30]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ahvâlini beyandan sonra müminlerin ahvâlini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, Allah'ın vahdaniyetine.ve resulünün risale-tine iman ve Allah'ın ve resulünün emrettiğini işlemek ve neh-yînden içtinab etmekle amel-i sâlih işlediler ve kudretleri miktarı ferâizi ve vâcibâtı yerine getirdiler. Maahaza biz her nefse teklif etmeyiz, illâ vüs'u miktarı teklif ederiz. İşte şu iman edip iman­larının muktezâsı olan amel-i sâlih işleyenler; erbâb-ı saadet için hazırlanan Cennet'e mülâzımlardır. Onlar ancak ebedî Cennct'te kalıcılardır ve Biz Azîmüşşan ehl-i Cennet'in dünyada kalplerinde olan hıkd, buğz ve adavet gibi ahlâk-i zemîmeyi soyar çıkarırız ki, onlar yekdiğerine muhabbet üzerine istirahat ve ülfet etsinler ve dahil oldukları cennetlerde onların altlarından nehirler cereyan eder ki, sürür ve felahları mükemmel olsun.]

nıüptedâ ile haber beyninde kudreti nispetinde suhuletle Cennet'i kisbe terğib için cümleli mu'terize olduğu Beyzâvî'nin cümle-i beyânâtmdandır. v ü s ' ; hal-i vüs'atta insanın kolaylıkla kaadir olduğu şeydir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak her ne'fse kudreti miktarı teklif edip kudretinin fev­kinde teklif etmeyeceğini beyan etmiştir. Binaenaleyh Fahr-i Ra-zi'nin beyanı veçhile âyet-i celile; insanın kendi fiilini kisbe kaa­dir olduğuna delâlet eder. Çünkü vüs'uyla kudreti miktarı teklif etmek; abdin fiilini kisbe kaâdir olduğunu ve kendi kesbettiğini beyan etmektir. Eğer Cebriyenin dedikleri gibi abdin fiilinde met­hali olmasaydı abdin vüs'ü miktarı teklifte bir manâ ve fayda olmazdı. Çünkü vüs'u miktarı teklif demek; abdin kendi ihtiyarı ve kudretiyle yapabileceği işi teklif demek olduğundan bu âyet abdin kisbe iktidarını beyan etmiştir.

İnsanların dünyada birbirlerine olan adavet, buğz ve vesve­senin âhirette olmayacağına işaret için kalplerinden evvelâ kini ve buğz u adaveti izâle edeceğini Vacip Tealâ bu âyette beyan ve şey­tan azapta olduğu cihetle âhirette vesvese dahi olmadığından kalp­leri bütün müzahrefât ve kasavetten safî ve mutahhar ve mücellâ olacağına işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; âhirette hased dahi yoktur. Şu halde ednâ derecede olanlar a'lâ derecede olanlara asla hased etmezler.

Tefsır-i Hâzin'de İmam-ı Südî'den naklen beyan- olunduğu veç­hile Cennet'in kapısı önünde bir ağaç ve ağacın kökünde iki pınar cereyan eder. Ehl-i Cennet ağacın altına geldiklerinde pınarın birinden içerler, kalplerinde olan hased ve gıll ü gış ve dünyada beyinlerinde olan adavet bilkülliye zail olur. Zira; pınarın suyu mâ-i tahûrdur. İkinci pınardan guslederler. Üzerlerinde olan uy­gunsuzluklar zail olur, nazîf ve tâhir olarak Cennet'e girerler ki, bir daha vücutlarına asla yaramaz birşey dokunmaz. Çünkü; Cen-net'te toz ve toprak gibi insana ezâ verecek şeyler yoktur. Buhâ-rf den naklolunan bir hadis-i şerifte Resulullah «Ehl-i Cennet nâr­dan halâs olunca Cennetle Cehennem arasında bir köprü üzerinde tevkif olunurlar. Beyinlerinde olan hukuktan helâllaşıp temiz ve tâhir olduktan sonra AHahü Tealâ Cennet'e duhûle izin verir» bu­yurmuştur. Zira-Cennet; mahall-i taharet olduğundan her türlü kötülükten taharet kesbetmeyen kimse oraya giremez. [31]

 

Vacip- Tealâ ehl-i Cennet'in Cennet'e girdikten sonra Allahü Tealâ'ya hamd ü sena ettiklerini beyanetmek üzere :

buyuruyor.

[Ehli Cennet, Cennet'e girince Allah'ın nimetlerine şükret­mek üzere derler ki, «Hamd ü sena şol Allahü Tealâ'ya mahsustur ki, o Allahü Tealâ bizi şu nimetlere îsâl etti. Halbuki Allahü Tealâ bizi bu nimetlere îsâl etmemiş olsaydı biz kendi halimizle vâsıl olamazdık. Allahü Tealâ'ya yemin ederiz ki, bizim Rabbimizin resulleri hakka mukaarin olarak muhakkak bize geldiler» demek­le resullerin geldiklerini ikrar ederler ve taraf-ı ilâhiden onlara nida olunurlar ve denilir ki, «Ey ehl-i Cennet! Şu gördüğünüz Cennet'tir, ameliniz sebebiyle vâris kılındınız. Binanealeyh; sîze ihsan olarak verildi.»] İşte ehl-i Cennet'e taraf-ı ilâhiden böyle de­nilmekle taltif olunurlar.

Yani; müminler Cennet'e girip nimet-i ilâhiyeyi görünce Ce-nab-ı Hakkı sena etmek üzere derler ki, «Hamd ü sena şol Allahü Tealâ'ya mahsustur ki, o Allahü Tealâ sevab ve derecâtı bize ver­di ve şu Cennet'e sebep olan amele bizi muvaffak kıldı, kitapları ve resulleri vasıtasıyla bizi irşad etti, lütuf ve ihsan olarak Cehen­nem azabını bizden defetti. Eğer Allahm bizi irşadı ve tevfiki ol­masaydı biz şu sevabı ve derecâtı muktezî olan amele kendi bağı­mıza vâsıl olamazdık ve o ameli arayıp bulamazdık. Zira; Allahm hidâyette kılmadığı kimse mühtedî olamaz. Biz Allahü Tealâ'ya yemin ederiz ki, muhakkak bize Allah'ın resulleri geldi. Bizi saa­det ve selâmetimize irşad ettiler ve irşadları hakka mukaarin ve vakıa mukabıktır ki, bugün eserini gördük» demekle Allah'a hamd ü sena ederler.

Ehli Cennet bu minval üzere hamd ü sena ettikten sonra ta­raf -ı ilâhiden ehl-i Cennet'e nida olunurlar ve denilir ki, «Şu gör­düğünüz Cennet'e siz ameliniz sebebiyle vâris kilindiniz.»

Nida eden; Allahü Tealâ veyahut Allahü Tealâ'nın izniyle bir melektir. Tefsir-i Hâzin'in Ebu Hüreyre, Ebü Saîd-ül Huderî (R.A.) nın rivayetleriyle (Müslim) Hazretlerinden naklettiği bir hadis-i şerifte Resulullah «Ehl-i Cennet, Cennet'e girdiklerinde bir münâdî nida eder ve der ki, ey ehl-i Cennet! Sizin için hayat var memat yok, sıhhat var, hastalık yok, gençlik var, kocalık yok, nimet var, nikmet ve me'yûsiyet yoktur». İşte bu hadis i şerifinde bu âyetteki nidayı tefsir olduğu mervidir..

Ebu Hüreyre (R.A.) m rivayetiyle her şahsın Cennet'te ve Cehennem'de mekânı olup mümin Cennet'e girince, kâfirlerin Cennet'teki mekânına vâris olacağını ve kâfirin de müminin Cehen-nem'deki makaamına vâris olacağını Resulullah'm beyan buyur­duğu ve şu beyan-ı nebevileri bu âyette zikrolunan verasetin ma­nâsı olduğunu huzzâra tefhim buyurduğu Tefsir-i Hâzin'de mez­kûrdur. Çünkü kâfir; meyyit mesabesinde olup mümin; hayy ol­duğu cihetle hayatta olan vefat edenin malına vâris olduğu gibi vefat etmiş menzilinde olan kâfirlerin Cennet'teki menzillerine müminlerin vâris olacağını Fahr-i Kâinat sarahat suretiyle beyan buyurdukları gibi âyette de işaret tankıyla beyan Duyurulmuştur.

Bu âyette Cennet'e veraset amel sebebiyle olduğunu beyana Resulullah'ın «Cennet'e hiç kimse ameliyle dahil olmaz, ancak Cen­net'e duhûl; ihsan-ı ilâhi ve fazl-ı sübhânîdir» hadis-i şerifi münâfî değildir. Zira; Cennet'e duhul; fazl-ı ilâhiyledir, lâkin Cennet'te derecât ve menâzili taksim; a'mâl sebebiyle olâuğundan veraset de amel sebebiyledir. Binaenaleyh; âyetle hadis beyninde münâfât yoktur, çünkü; ikisinin meali de vakıa mutabıktır. [32]

 

Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in Cennet'e ve ehl-i nârın Cehen nem'e duhûllerini beyandan sonra tarafeyn beyninde cereyan ede cek muhâverâtı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ashab-ı Cennet ashab-s Cehennem'e nida eder ve derler ki, «Bize Kabbimizin vaad ettiği sevabı hak bulduk. Siz de Kabbini-zin size vaad ettiği azabı hak buldunuz mu?] Ehl-i Cennet'in bu sualine cevapta:

[Onlar da «Evet hak bulduk» derler.]

[Şu sual ve cevap üzerine onların arasından bir müezzin ilân eder ve der ki, «AHahin laneti şol zâlimler üzerinedir ki, onlar Allah'ın dininden ve tankından kullarını meıı'edcr ve din-i ilâhide eğrilik ararlar.] Binaenaleyh; lanete müstehaklardır.»

[«Zira; onlar âhirete kâfirlerdir ve küfrün icabı lanettir» de­mekle kâfirleri ehl-i âhirete ilân ederler.]

Yani; ehl-i Cennet, Cennet'te ve ehl-i nâr, narda takarrür et­tikten sonra ehl-i Cennet ehl-i nâra derler ki, «Ey ehl-i Cehen­nem! Biz Rabbimizin vaad etmiş olduğu sevabı ve Cennet'i hak ve vakıa mutabık olarak bulduk. Dünyada rusül-ü kiramın davet­lerine inanmış ve yakînen tasdik etmiştik. Rusül-ü kiramın lisanı üzere şeriatta beyan olunan nimetleri aynıyla bulduk, asla hilaf görmedik. Sizin küfrünüz üzerine Rabbinizin vaad ettiği azabı siz de hakka ve vakıa mutabık buldunuz mu?» Ehl-i Cennet'in şu suâline cevap olarak ehl-i Cehennem «Evet! Rabbimizin bize re­sulleri vasıtasıyla vaad ettiği azabı vakıa mutabık bulduk» derler. Şu mükâlemenin cereyanı üzerine bir münâdî nida ve beyinlerin­de ilân eder ve der ki, «Allah'ın laneti şol zâlimler üzerine sabit ve nazildir ki, o zâlimler tarîki ilâhiden nâsı men' ve tarîk-i ilâhi olan Din-i İslâmda eğrilik taleb ederler. Binaenaleyh; ahkâm-ı di­ni tebdil ve tağyir etmek isterler. Halbuki o zâlimler âhireti mün­kirlerdir».

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran şu nida; Cennet'e duhûlden sonradır. Ehl-i Cennetin nidadan maksadları; ehl-i nârın hüzün­lerini arttırmak ve kendilerinin saadet-i ebediyeye nail olduklarını beyan etmektir.

Şu nidanın ehl-i Cennet'in hepsinden vâki olacağına âyet delâlet eder. Zira; lâfız eamdır, bazı efradın murad olduğuna bir ka­rine de yoktur. Fakat, «Cemi' cem'e mukaabil olunca ferd ferde taksim olunur» kaaidesine tevfiken ehl-i Cennet'ten ferd ehl-i nâr­dan dünyada bildiği ve tanıdığı kimselere nida eder ve onunla mü-kâleme eder. Diğerlerinde dahi hâl böyledir.

Cennet; a'lâ-yı illiyyînde ve Cehennem esfel-i sâfilînde oldu­ğu halde Cenab-ı Hak için aradaki perdeyi kaldırmakla uzağı ya­kın kılarak birbirine gösterip söyleştirmekte bir mâni yoktur. Çünkü; ehl-i sünnet indinde bu'd-u mesafe görmeye ve işitmeye mâni değildir. İlm-i kelâmda beyan olunduğu veçhile Hz. Ömer.in Medine-i Münevvere'de hutbe okurken bir aylık mesafesi olan mahaldeki seraskerine sadâsını işittirdiği tevâtüren naklolunmak-tadır;

Bu âyette müezzin le murad; melâikeden bir melek ve­yahut İsrafil'dir. «Beyinlerinde ilân etti» demek; «Cümlesine işit­tirdi» demektir. Müezzin lanetin; kendisinde dört sıfat bulunan kimseler üzerine nâzü olacağını beyanetmiştir. Birincisi; zâlim olmaktır, zuIümle murad; küfürdür. İkincisi; nâsı din-i hakka duhûlden men'etmektir. Amma men etmeleri Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile gerek kahır ve galebe tarîkıyla ol­sun, gerekse hiyel ve desâis tarîkıyla olsun halkı, din-i ilâhiden menetmiş olduklarından lanete müstehaklardır. Üçüncüsü; din-i ilâhinin hakkaaniyetine delâlet eden delillere şek ilkaa et­mek ve din-i ilâhinin ahkâmım tağyire yol aramak ve tebdile çare düşünmektir.   Dördüncüsü;   âhir eti inkâr etmektir.

Hulâsa; ehl-i Cennet'in ehl-i Cehennem'e «Rabbimizin bize va'd ettiği nimetleri hak olarak bulduk. Siz de'vaad ettiği azabı hak olarak buldunuz mu?» diyerek nida edecekleri ve onların da «Evet! Hak olarak bulduk» diyecekleri ve beyinlerinde bir münâ-dînin «Allanın laneti din-i haktan nâsı menedenler ve dinde ayıp arayanlar ve âhireti inkâr edenler üzerine nazil olsun» diyerek nida edeceği bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [33]

 

Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in   ehl-i nâra   nidalarını beyandan sonra Cennet'le Cehennem arasında hicab olduğunu ve ehl-i A'raf'ı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Cennetle Cehennem arasında bir perde vardır ki, ehl-i Cen­net ve ehl-i Cehennem birbirini görmesinler ve A'raf denilen yük­sek mahalde birtakım recüller vardır ki, onlar ehl-i Cennet'ten ve ehl-i Cehennemiden herbirini kıyafetleriyle bilirler.]

[Ve ehl-i A'raf ehl-i Cennet'e nida ederler ve «Her belâdan selâmet sizin üzerinize nazil olsun» diye selâm hediye ederek ilti­fat ederler.]

[Ehl-i A'raf ehl-i Cennet'i selâmladıkları zaman henüz Cen­net'e girmediler. Halbuki Cennet'e gireceklerini ümid ederler.]

[Ehl-i A'raf'm ehl-i nâr tarafına döndürülüp, gözleri Cehen­nem ashabına çevrîltilince onlar «Ey bizim Rabbimiz! Bizi zâlim olan kavimle beraber kılma ve bizi Cehennem'e koyma» demekle Cenab-ı Hakka istirhamda bulunurlar.]

Yani; Cennet'le Cehennem beyninde perde vardır ki, birbir­lerinin eseri âhara vâsıl olmasın. A'raf üzerinde birtakım recüller vardır kî, onlar ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem'den herbirini si-mâlarlyla bilirler. Ehl-i A'raf ehl-i Cennet'e nida ederler ve derler ki, «Mekârüıten ve cemi' afattan emin ve salim olmak ey ehl-i Cennet! Sizin üzerinize varid olsun.» Bu sözü söylediklerinde ehl-i A'rafın gözleri ehl-i Cehennem tarafına sarf olunduğunda «Yâ Rab­bena! Bizi zâlim olan kavimle beraber kılma» demekle Cenab-ı Hakka tazarru ederler.

Cennet'le Cehennem beyninde hicabla murad; Cennefle Cehennem arasında bir duvardır. Cennet tarafı nur, Cehennem ta­rafı ateştir. Aralarında bu'd-u mesafe olması birbirlerinin eseri âhara vâsıl olması için hicap bulunmasına mâni olmaz.

urfun cem'idir. Urf ; Fahr-i Razi, Hâzin ve JKâazi'nin beyanlarına nazaran herseyin mürtefi' olan mahallidir. Bu âyette A'raf'la murad; Cennet'le Cehennem arasında olan duvarın yüksek mahallidir. Yüksek olmakla herkesçe maruf olup görüldüğü için A'raf denmiştir. Yahut ehl-i A'raf yüksek mahal­de olup herkesi görüp bildikleri için A'raf denmiştir. (İbn-i Ab-bas) Hazretlerinden bir rivayette A'raf; Cennet'le Cehennem ara­sında yüksek ve iki tarafa nazar etmeye kaabiliyetli bir dağdır. Herhangi manâ murad olunursa olunsun A'raf'ın Cennet'le Cehen­nem arasında bir mekân olduğunda şüphe yoktur.

Cenab-ı Hak' bu âyette A'raf'ta bir taife-i rical bulunacağını beyan buyuruyor. Fakat bulunacak recüllerin kimler olduğunda ulemanın ihtilâfı vardır. (Huzeyfe) Hazretlerinin rivayetine naza­ran ehl-iA'raf; hasenat ve seyyiâtı müsâvî olanlardır. Çünkü; hasenatı ziyâde olan Çennet'e ve seyyiâtı ziyâde olan Ce-hennem'e giderler. İki tarafı müsâvî olanlar Cennet'le Cehennem arasında bir müddet kalırlar. Çennet'e nazar ederler, ehl-i Cenneti görürler, selâm ihdâ ederler ve Cehennem'e nazar ederler, ehl-i Cehennem'i görürler ve «Yâ Rabbena! Bizi kavm-i zâlimle beraber kılma» diyerek Cenab-ı Hakka iltica ve fazl-ı ilâhiden Çennet'e duhullerini rica ve ümid ederler. Cenab-ı Hak ümitleri üzerine meşiyet-i ilâhiyesi taalluk ettiği zaman Çennet'e ithal eder. Çünkü âhirette mekân; Cennet veyahut Cehennem olmak üzere ikidir. Bu ikinin haricinde karargâh yoktur.

Yahut ehI-i A'raf; ehl-i imandan amelde kusur edenlerdir. Amelde kusurları sebebiyle Allahü Tealâ onları bir müddet A'raf'ta hapsettikten sonra Çennet'e ithal eder.

Yahut ehI-i A'raf; ebeveyne isyan edenler, zamandı fetrette tevhid üzere ğeç&nler ve etfâl-i müşrikindir. Bir müddet A'raf ta mevkuf olduktan sonra Cennet'e girerler.

Yahut ehl-iA'raf; enbiyâ-yı izam, evliyâ-yı kiram, ulemâ ve şühedâ gibi ehl-i Cennet'in eşrafıdır. Allahü Tealâ bu zevatın şereflerine ve ulüvvü mertebelerine binaen sair nâstan temyiz için A'raf ta oturtur ki, onlar ehl-i Cennet ve ehl-i Cehen-nem'in ahvâlini seyr ü temâşâ etsinler, ferah ve sürurları tezayüd etsin ve kıyamette herkesten mümtaz bir mevki-i âlîde bulunsun* lar. Şu halde enbiyâ ve sair sulehânın bu mevkide bulunmaları şanlarına-tazim için olduğu cihetle o makamda âlemin halini seyr ü temâşâ ile istirahat edip ehl-i Cennet Cennet'e ve ehl-i Cehen­nem Cehennem'e dahil olduktan sonra kemâl-i debdebe ve dârâtla Cennet'te olan makaam-ı âlîlerine nakletmek onları herkesten zi­yade taltif olmakla şereflerine münâfî olmak şöyle dursun daha ziyade şereflerini tezyid eder.

Ehl-i A'raf m eşref-i kavim olması enbiyanın ve ulemânın Cennet'e evvel dahil olacaklarını, beyan hakkında vürud eden ahâ-dis-i celileye münâfî olduğundan ekser-i müfessirîn ehl-i A'raf'in hasenatı seyyiatına müsavi olanlar ve amelde kusur edenler olması cihetini tercih etmektedirler.

Ehl-i A'raf; ehl-i Cennet'i yüzlerinin beyazlığıyla ve ehl-i nârı yüzlerinin siyahlığıyla bilirler. Binaenaleyh; yüzlerinin beyazlığı Cennet'e dahil olacaklarına ve siyahlığı Cehennem'e dahil olacak­larına alâmettir. Bu alâmetle ehl-i A'rafın iki fırkayı bileceklerini Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. [34]

 

Vacip Tealâ ashab-ı A'rafın ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem'! göreceklerini beyandan sonra ehl-i nâra hitab edeceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i A'raf ehl-i Cennet'e nida ettikleri gibi simalariyla bil­dikleri birtakım ehl-î nârdan recüllere dahi nida ederler.]

[Derler ki, «Dünyada cem' ettiğiniz malınız ve imandan olan istikbarınız sizden Allah'ın azabım defedemedi ve sizi hiçbir ihti­yacınızdan muğnî kılamadı.]

[«İşte şunlar, yani; ehl-i Cennet şol kimseler ki, dünyada siz yemin ettiniz ve dedinizdi ki, "Allahü Tealâ bunları rahmetine nail kılmaz." Şimdi gördünüz mü Allahü Tealâ rahmetini onlara nasıl îsâl etti?»] İşte ehl-i A'raf böyle demekle ehl-i Cehennemle istihza ederler ve dünyadaki gururlarının ve sözlerinin esası olma­dığını hatırlatırlar ki, azap üzerine azap olsun.

Yani; ashab-ı A'raf tekdir ve.tevbih tankıyla ehl-i nârın bü­yüklerinden dünyada tanıdıkları ve Arasat'ta birtakım simalarıyla bildikleri ricale tahakküm tarîkıyla derler ki, «Sizin cem'ettiğiniz malınız, câh, mansıbınız, evlâd ü etbâ'dan cemiyetiniz sizden azab-ı ilahiyi defedemedi ve imandan tekebbürünüz dahi sizden birşeyi muğnî kılamadı. Allah'ın kulları üzerine tekebbürünüz ve hakkı kabulden imtinamız size hiç bir faydayı müfid olmadı» de­dikten sonra ehl-i A'raf ehl-i nâra derler ki, «Ey ahmak kişiler! Şu Cennet-i A'lâ'da,bol nimetler içinde rahatla yaşayanlar mıdır şol kimseler ki, dünyada onları tahkir ettiğinizden dolayı yemin etti­niz ve dediniz ki, (Bu miskinleri Allahü Tealâ cennetine ithal et­mez. Dünyada nasıl hakir ve zelillerse âhirette dahi Allahü Tealâ onlara rahmetini îsâl etmez. Binaenaleyh; âhirette hakir ve zelil olurlar) demediniz mi? Nazar edin bakın ki, Allahü Tealâ onları Cennetine nasıl ithal etti ve ne gibi lutf-u ilâhiye nail oldular. Şimdi hak kimin yedinde olduğunu bildiniz mi?» demekle onları tekdir ederler.

Bu âyet-i celilede hitap; ehl-i nara olduğu malûm bulunduğu için ehl-i nar tasrih olunmamıştır. Ehl-i A'raf'in nida ettikleri rical; dünyada bildikleri kâfirlerin mal, câh, servet ü samanlarına ve etbâ' u aVanlarma mağrur olup fukara-yı müminini hakir ad­dedip istihza ve tekebbür edip halkı iz'ac edenlerdir.

Ehl-i A'raf'in bu sualleri onları tekdir ve azaplarını tezyid içindir. Çünkü; onlar kendilerinin hakir ve zelil olduklarını ve dünyada hakir addettikleri müminlerin azamet ve izzetlerini, saa-det-i hallerini gördükleri için hasret ve nedametleri nihayete gel­diği bir zamanda ehl-i A'raf'm «Gördünüz mü, sizin rahmet-i ilâ-hiyeden hissedar olmazlar diyerek yemin ettiğiniz zuafâ-yı müs-limîni? Allahü Tealâ nimetlerine nasıl müstağrak kıldı» demek; yaraları üzerine tuz ekmek kabilindendir. [35]

 

Vacip Tealâ ehl-i A'raf'm kâfirleri tevbih ettikten sonra kâ­firlere ta'riz ve râğmolmak suretiyle ehl-i Cennet'e iltifatlarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[«Girin Cennet'e ey ehl-i Cennet! Cennet'e girdikten sonra sizin üzerinize asla havf yok ve siz hüzneder olmadınız. Zira; her nimete nail ve her şerefe vâsıl oldunuz. Binaenaleyh; sizin için hüzün ve esef yoktur» derler.]

Yani; ehl-i A'raf kâfirlere hitab ettikten sonra ehl-i Cennet'e ve kâfirlerin dünyada hakir addettikleri zuafâya iltifat ederler ve «Sizin üzerinize hüzün ve havf olmadığı halde girin Cennet'e, ra­hat edin» demekle ehl-i nâra ta'riz ederler. Çünkü, dünyada kibir ve azamet sahibi plan kâfirlerde hüzün ve havf mevcud olduğu halde onların sevmedikleri fukaranın âhirette hüznü ve havfı olmadığını beyan etmek; kâfirleri ta'zib üzere ta'zib etmektir. Şu manâ, bu kelâm; ehl-i A'raf m kelâmı olduğuna nazarandır. Amma şu feelâm; Vacip Tealânın veya onun emriyle bir meleğin kelâmı olup ehl-i A'raf a hitab olduğuna nazaran manâ-yı nazım: [Ehl-i A'raf, ehl-i Cennet'in ve ehl-i Cehennem'in halini ve herkesin de-rekât ve derecâtını müşahede ettikten sonra taraf-ı ilâhiden onlara hitaben denilir ki, «Ey ehl-i A'raf! Tarafeynin hallerini müşahede ettiniz ve Cennet'e duhulünüzün vakt-i merhûnu geldi. Havf ve hüzünden ârî ve kemâl-i emn ü sürurla Cennet'e dahil olun»] de­mektir ki, bu cihetle ehl-i A'raf taltif-i ilâhiye mazhar olurlar demektir. [36]

 

Vacip Teala ashab-ı Cennet'in ve ashab-ı A'rafm ehl-i nâra hitaplarını beyandan sonra ehl-i narın ehl-i Cennet'e hitaplarım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Ashab-ı Cehennem ashab-ı Cennet'e nida eder ve derler ki, «Ey ehl-i Cennet Cennet'in soğuk suyundan veyahut Allah'ın size verdiği rızıktan bizim üzerimize bir miktarını dökün.»] İşte ehl-i nâr böyle demekle ehl-i Cennet'e yalvarırlar. Bu suale cevapta:

['Ehl-i Cennet derler ki, «Gerek suyu ve gerek şâir rızkı Al-lahü Tealâ şol kâfirlerden menetti ki, onlar dinlerini oyuncak itti­haz ettiler ve hayat-ı dünya onları mağrur etti, aldattı.] Binaena­leyh; dünya nimetlerine aldanıp âhiret amelini terkettiklerinden âhiret nimetlerinden mahrum olduklarını beyanla cevap verirler.

[Onlar hayat-ı dünyaya mağrur olunca bugün biz onları azap içinde terkederiz, onların bu güne mülâkaat için amelî terkedip âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi.]

Yani; ehl-i nâr ehl-i Cennet'e kemâl-i tazarru ve tezellülle nida ederler, yalvarırlar ve «Ey ehl-i Cennet! Beynimizde olan ülfet ve ünsiyeti unuttunuz mu? Hararetten ciğerimiz yandı. Bizim üzerimize Cennet'in soğuk suyundan veyahut Allanın sizi merzuk ettiği nimetlerden lütfedin, dökün ve inayet buyurun açlık ve su­suzluğumuza bir çare görün. Her iki cihete şiddeti ihtiyacımız var» dediklerinde ehl-i Cennet cevap verirler ve derler ki, «Gerek Cen­net'in suyunu ve gerek bize Allah'ın verdiği rızkı Allahü Tealâ kâfirler üzerine haram kıldı ki, o kâfirler hayat-ı hakîkiyeye sebep olan dinlerini ferahlı ve ferahsız oyuncak ittihaz ettiler ve o kâfir­leri lezzât-ı cismâniye ve şehevât-ı nefsâniyeden ibaret olan ha­yat-ı dünya aldattı ve mağrur etti. Binaenaleyh; onlar nimet-i Cen-net'ten mahrum oldular. Şu halde onların dünyada bu güne mü-lâkî olacaklarını nisyanla birtakım müzahrefât-ı nefsâniyeye aldan-dıkları gibi biz de bugün onlara unutmak muamelesi yapar unu­tulmuş şeyin terkolunduğü gibi onları terk ederiz» demekle is-tid'âlarını reddederler. Vacip Tealâ, «Onların bizim âyetlerimizi inkâr edip imandan imtina' ettikleri gibi biz de onları nâr-ı cahîm-de terkle azab-ı ebediye dûçâr ederiz» buyurmakla ehl-i Cehen-nem'i ebedî Cehennem'de kalacaklarını beyanla hüzün ve elem içinde bırakır.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran ehl-i A'raf Cen­net'e dahil olunca ehl-i Cehennem'e bir ümit gelerek Cenab-ı Hakka «Yâ Rabbi! Ehl-i Cennet'ten bizim bildiğimiz ve karabeti­miz olanlar var. Müsaade buyur biz onlarla mükâleme edelim» derler. Cenab-ı Hak da müsaade buyurur. Ehl-i nâr ehl-i Cennet'in Cennet'te olan nimetlerini, Cennetin ziynetlerini, akrabalarını, ahbaplarını görürler ve kemâl-i hararetlerinden su ve şiddetli aç­lıklarından nâşî me'kûlât işlerler ve ehl-i Cennet de Cennet nimet­lerinin kâfirlere haram olduğunu beyanla cevap verirler.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette ehl-i nârm ehl-i Cen­nete «Üzerimize su dökün» demesi; Cennetin, Cehennemin fev­kinde olduğuna delâlet eder. Çünkü ifaza ; yukarıdan aşağı akıtmak ve birşeyi diğeri üzerine dökmektir.

Lehiv ; insanı mühim ve lâyık olan şeyden meşgul eden faydasız bir oyuncaktır.   Laib ;   taleb etmesi münasip olmayan şeyle ferah taleb etmektir. Şu halde «Kâfirler dinlerini lehiv itti­haz ettiler» demek «Dinlerini terk ve faydasız şeylerle meşgul ol­dular» demektir. Ve «Laîb ittihaz ettiler» demek, «Dinlerini istih­za ve nebilerini tekziple ferah, sürür ve dinini eğlence ittihaz et­tiler» demektir.

Dinlerini lehiv ve laîb ittihazlarında iki ihtimal vardır: Birinci ihtimal; dinleriyle oynadılar, imana davet olunduklarında davet eden resulü istihza ettiler demektir. İkin­ci ihtimal^ lehvi ve laîbi kendilerine din ittihaz ettiler. Me­selâ Beyt-i Şerifin etrafında ıslık çalmak ve helâl olan şeyi haram ve haram olan şeyi helâl kılmak gibi birtakım vâhî şeyleri din itti­haz ettiler demektir. «Hayat-ı dünya onları mağrur etti» demek «Dünyanın mal, câh, mansıb, servet, uzun ömür ve güzel maişet gibi müzahrefât onları aldattı» demektir. Çünkü; bunlara nail olan kimseler ekseriyetle tuğyan eder, âhiretini dünyaya değişir, bunlarla mağrur olmasıyla dinini terkettiğinden hayat-ı dünyaya aldanmak Cehennem'e istihfeaaka sebep addolunmuştur. Bu ma­kamda nisyan; Vacip Tealâ'dan muhal olduğu için nisyana lâzım olan terk manasınadır. Buna nazaran mana-yt nazım: [Kıyamet gününde biz onların dualarını kabul ve zaaf u zilletlerine merha­met etmeyiz. Binaenaleyh; dünyada onlar imanı ve ameli terket-tikleri gibi biz de onları azab-ı Cehennemide ebedî terkederiz. Çünkü; onlar bu güne mülâkaatı nisyanla amellerini terkettikle-rinin cezası nar-ı .cahîmde müebbed kalmaktır ki, bizim onları Cehennemide terk etmemizdir] demek olur.

Vacip Tealâ bu âyette Cennet nimetlerinden mahrumiyete bâdı olan sıfatlardan beşini beyan buyurmuştur ki, onlar da; küfür, dini oyuncak ittihaz etmek veyahut oyuncak olan şeyleri din itti­haz eylemek, hayat-ı dünyaya ınağrur olarak âhireti terketmek, yevvnA kıyameti unutmak, vahdaniyyete delâlet eden âyetleri in­kâr edip iman etmemektir. Binaenaleyh; şu ta'dad olunan beş şey her kimde bulunursa Cennet'e giremeyeceğine bu âyet delâlet eder.

Hulâsa, ehl-i Cehennem'in ehl-i Cennet'e «Bûim üzerimize soğuk su dökün ve merzuk olduğunuz nimetlerden bize de verin» diyerek çağıracakları ve ehl-i Cennetsin onlara cevap olarak «Ha­yat-ı dünyaya mağrur olanlara ve dinlerini oyuncak ittihaz edenlere Allahü Tealâ nimetlerini haram kıldı» diyerek cevap verecek­leri ve yevm-i kıyamete mülâkaat için ameli terk edip âyetleri inkârlarma mukaabil Cenab-ı Hakkın da Cehennem'de onları terk edeceği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [37]

 

Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in, ehl-i nârın ve ehl-i A'rafın hal­lerini ve besinlerinde cereyan eden mükâlemelerini beyanla kul­larını taata tergib ve mahiyetten tenfir ettikten sonra Kur'ân'uı şerefini ve insanlara menfaatim beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim kî, muhakkak biz onlara bîr kitap getirdik ki, o kitabı biz kemâl-i ilmimizle tafsil ettik. Vaad ü vaîdini, akaaid ve ahkâmını, durub-u emsalini ve ümcm-i sâli-fenin ahvalini ve vaaz u nasihatini tafsil ettik ki, o kitap kulları­mızı hidayette kılsın ve mümin olan kavme rahmet-i ilâhiye ol­sun.] Binaenaleyh; iman etmeyenler için i'tizara mecal yoktur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; Vacip Teâlâ'mn ilim sı­fatı olduğuna delâlet eder. Zira; Kur'ân'ln maânîsini ve ahkâmını ilmiyle inzal ettiğini beyan buyurmuştur ki, şu beyan; ilim sıfa­tıyla muttasıf olduğunu tasrih etmektir.

İlim üzerine kitabı tafsiIle murad; Kur'ân'ın her faslında beyan olunan fevaid-i kesîre ve menâfi-i vefîrenin cümlesi ilm-i tamla temyiz ve yekdiğerinden tefrik olundu demektir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile zamiri mutlaka kâ­firlere râci olursa kitabla murad; cins-i kitaptır. Şu halde kütüb-ü semâviyenin kâffesini medihdir. Eğer ( f ) zamiri za-mari-ı saadette bulunup Resulullah'a iman etmeyen kâfirelre raci olursa kitabla murad; Kur'ân'dır. O halde âyet-i celile; Kur'ân'ı methiçin sevkolunmuştur.

Allah'ın kitabıyla intifa edenlerin iman edenler olduğuna işa­ret için Kur'ân'ın hidâyet ve rahmet olması müminlere tahsis olun­muştur. Çünkü; kâfirler Kur'ân'a iman etmediklerinden onlar bu hidayetten mahrumlardır. [38]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'ı tafsil üzere inzal buyurduğunu beyan­dan sonra kitaba iman etmeyenlerin hâllerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Âyetleri inkâr eden kâfirler nazar etmezler, ancak vaad olun­dukları azabın gelmesine ve âyetin teViline nazar eder ve onu beklerler.] ,                                          

[Vaad olundukları azabın akıbeti geldiğinde bundan evvel o vaad olunan azabı unutan kimseler »Bizim Rabbimizin resulleri hak olan din ve kitapla geldiler» demekle âhiretin hak olduğunu itiraf ederler.] Ve bu ikrarlarına şunu da-ilâve ederler, derler ki:

[«Bizim için şefaatçilar var mıdır ki? Bize şefaat etseler ve­yahut bizim içîn dünyaya reddolunmak mümkün müdür ki, red-dolunsak evvelki amelimizin gayrı güzel ameller işlesek de biz de Cennet nimetlerine nail olsak» demekle çare düşünürler.] Fakat fayda etmez. Zira :

[Onlar amel-i salibi terkle nefislerine zarar ettiler.]

[Ve onların iftira ederek ibadet ettikleri putları onlardan kay­boldu ve itikadlarının bâtıl olduğu meydana çıktı.]

Yani; kâfirler intizar etmezler, ancak işin akıbetine ve vaad oldukları azabın gelmesine intizar ederler; isyanları üzerine teret-tüb eden azap geldiği gün şol kimseler derler ki; onlar bugünden evvel azabı unuttular arkalarına attılaçdı. «Bizim Rabbimizin re­sulleri hakka mukaarin ve vakıa mutabık ahkâmla geldiler.. Bizim için şefi'ler yok mudur? Bize şefaat etseler de bu azaptan kurtar-salar veyahut biz dünyaya reddolunsak da evvel amel ettiğimiz küfrün ve ma'siyetin gayrı olarak iman ve amel-i salih işlesek» derler. Küfürle onlar nefislerine zarar ettiler ve şefaat edecek zan­nıyla ibadet ederek iftira ettikleri putları ve sair ma'budları on­lardan kayboldular. Binaenaleyh; onlar ibadetten fayda beklerken zarar gördüler.

Te'viI ; Rücu' manâsına olan evi kelimesinden me'huz olduğu cihetle birşeyin akıbet varacağı şey ve alacağı neticedir. Husül-ü kiram kâfirlere küfrüzere devam ettikleri surette azab-ı ilâhiyle helak olacaklarını ve âhirette azap her taraflarını ihata edeceklerini vaad ettiklerinden kâfirler ona intizar ederler ki, ba­kalım dedikleri doğru mudur, değil midir? Yevm-i kıyamette ru-sül-ü kiramın vaad ettikleri azap gelince azap gelmezden evvel işin âkibetine intizar eden ve azabı unutup rusül-ü kiramı tekzib eden kâfirler4krar ve itiraf eder ve «Rusül-ü kiramın haşr ü neşr, iman ve tasdik, sevap ve ikab gibi bize getirdikleri ahkâmın cüm­lesi haktır. Rabbimizin resullerinin sözlerinde hilaf yoktur» de­mekle rusül-ü kiramın hak ve getirdikleri ahkâmın sidik olduğunu ikrar ederler. Fakat o zamanda ikrarın faydası olmaz. Zira; zama­nı geçmiştir. Çünkü; ikrarları azabı müşahede ve muayene üzerine olduğundan menfaat vermez. Zira imanda muteber olan; iman-ı gaybîdir, aynî değildir. Azabı görünce ikrar; iman-ı aynî olduğu cihetle makbul olmadığından ikrarlarının asla bir faydası olmaz. İkrarın faydası olmayınca iki şeyi talepte bulunurlar: Onlardan biri; bir şefün şefaatıyla azaptan halâs olmak,   diğeri; dünyaya avdet edip amelleri olan küfrün yerine maaşının gayrı olarak iman ve amel-i salih işleyip ehli iman olarak Cennefe gir­mektir. Şu iki talepleri hâsıl olmayınca hüsranları tebeyyün eder ve muhakkak zarar ettiklerini bilirler.

Kendilerinin şefaat eder ümidiyle ibadet ettikleri putlar ve Allahü Tealâ'ya şerik olduğunu itikaad ettikleri şeyler gaib olur ki, onlardan bekledikleri menfaat bedelinde zarar zuhur eder. [39]

 

Vacip Tealâ âhirete müteallik olan ahvali beyan ettiği gibi vahdaniyetine, kudretine ve ilm-i kâmiline delâlet eden delâili dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Sizin malınızı ve umurunuzu ıslah ve hayratı size îsâl ve mekârihi sizden defedip envâ'ı nimetiyle terbiye eden rabbiniz şol Allahü Tealâ'dır ki semâvât ve arzı altı gün miktarı bir müd­dette icad etti. Yeri ve gökleri halkettikten sonra Arş-ı a'lâ üzerine kahr u galebe etti. Gecenin gündüzü setredip örttüğü ve kemâl-i süratle talebeder olduğu halde ihata ettiği gibi gündüz de geceyi ihata eder ve Allahü Tealâ güneşi, ayı ve sair yıldızları emrine muti' ve münkad olarak halk buyurdu. Agâh ve mütenebbih olun ki, eşyayı icad, herkese ve herşeye emretmek ancak Allahü Tealâ'-ya mahsustur ve Allahm gayrı bir emir sahibi yoktur. Âlemlerin rabbi olan Allahü Tealâ taazzum etti ve hayr-ı kesir, bereket-i tâmme sahibi oldu ki, hayr-ı kesîri ve in'am ü ihsanı cümle âlemi ihata etmiştir.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile semâvât ve arzın alt ı g ün­de   halk   olunması yla murad; miktar-ı muayyen üzere

icad etmektir. Semâvât ve arzın cesametleri ve miktarları daha az veyahut daha çok olmak ihtimali varken bu miktar üzere icad olunması ve herbirînin eczalarının, mevzilerinin gayrı bir mevzi­de, meselâ dışında olanın iç tarafında, içinde olanın dış tarafında, altında olanın üstünde, üstünde olanın altında bulunması mümkün­ken her cüz'ünün mevzi-i muayyeninde bulunması ve eflâkin her tarafa harekesi mümkünken harekesinin bir tarafa tahsis olması ve ecsamm cümlesi tabiatta müsavi olduğu halde bazısının semâ, bazısının arz olması tabiat vasıtasıyla olmayıp Fâil-i Muhtar olan Vâcib-ül Vücud'un tahsisiyle olduğuna delâlet-i vâzıhayla delâlet ettiği gibi kudret-i tâmmına ve ilminin kemâline dahi delâlet eder. Çünkü ecsam tabiatta' müsâvî olunca eğer tabiat vasıtasıyla olsa cümlesi bir siyak üzere olmak lâzım gelirdi. Halbuki, muhtelif su­ret ve şekilde zuhur etmiştir ve bu minval üzere zuhur etmesi Vacip Tealâ'nın Fâil-i Muhtar olmasına ve ihtiyarıyla bu âlemi icad ettiğine delâlet-i vâzıhayia delâlet eder. Semâvât ve arz halk olunmazdan evvel ay ve güneş olmadığı cihetle eyyam mevcud olmadığından bu âyette sitte-ti eyyam la murad; altı gün miktarı bir müddette halk etti demektir.

Cenab-ı Hak bu âyette kullarına nimetinin kesretine ve envâ'-ı hayratı îsâline işaret için kemâle îsâli ve envâ'-ı hayratı ifazasmı müş'ir olan rab ism-i celilini muhatabîne izafetle ma'budun bilhak olup ibadete müstehak ancak kendi zat-ı ülûhiyeti olduğunu beyan buyurmuştur.

İstiva nın ma'nâ-yı lûgavîsi; istikrar manâsına olduğun­dan kahr ü galebe manâsına isitilâ ile te'vil vaciptir. Çünkü; Al-lâhü Tealâ'nın arş üzerinde istikran mekâna ihtiyacın! ve müte-nâhî olmasını müstelzim olur. Halbuki Allahü Tealâ mekândan ve ihtiyaçtan münezzeh ve müberrâdır. Binaenaleyh; ihtiyacım müş'ir olan elfâzm te'yili vaciptir. Şu halde «Arş üzerine istiva etti» de­mek; ((Arş üzerine kahr u galebe etti ve emri nafiz oldu» demek­tir. Gerçi Cenab-ı Hak cümle mahlûkaatı üzerine müstevli ve emri nâfizse de arş-ı ala cümlesini muhit olduğundan arş üzerine gale­be cümlesine galebeyi müstelzim olduğu cihetle istilâ; arşa isnad olunmuştur. Arş; mülk ü saltanat manâsına olduğuna nazaran «Mülkü üzerine kahr u galebe etti ve mahlûkaatm her cüz'ünde emri nafiz oldu» demekle saltanat-ı üâhiyeyi beyandan ibarettir. Gecenin gündüzü ve bilâkis gündüzün geceyi sür'atla talebini beyan; geceyle gündüzün husulüne sebep olan eflâkin harekesinin sür'atmı beyandır. Çünkü geceyle gündüzün husulü; eflâkin hare-kesiyledir, şemsin harekesiyle değildir, yahut arzın harekesiyledir. Hukemâ-yı kadîme ve cedîdenin bu hususta ihtilâfları varsa da bazı nusûs-u celile eflâkin harekesine delâlet etmektedir.

«Gece gündüzü sür'atla taleb eder» demektir. Çünkü; manasınadır ve sür'atla talebin ma­nâsı «Takib eder tahallüf etmez» demektir. bereketten­dir. Bereket; bekaa ve sebat ve hayr-ı kesir sahibi olmak manâsına olduğundan Vacip Tealâ'yı sena için sevk olunmuş bir cümle-i lâtifedir. Yani «Allahü Tealâ bakî ve sabittir fenası ve ze­vali yoktur, hayrat sahibidir ve kullarına feyz u ihsanı bol» de­mektir.

Bilcümle âlemlerin envâ'mı, efradını ve eczasını kemâle îsâl edip herbirini gûnâ gûn nimetlerle terbiye ve her zerresinin isti-dad ve kabiliyetlerine göre hallerini ıslah ettiğine işaret için cümle âlemin rabbisi olduğunu zikir buyurmuştur.

Bu âyet-i celile Vacip Tealâ'nın azamet, kudret, üm ve hik­met, tedbir-i irâdât sahibi olduğunu beyanla kullarını imana ve ibadete davet için irad olunan delâil cümlesindendir. Binaenaleyh; halikın ve mucid ü müessirin vâhid-i hakîkî olan Allahü Tealâ ol­masına delâlet ettiğinden âlem-i eflâkin, âlem-i anâsırda ve taba-yiin eşyada te'siri olmadığına ve ef'âl-i ibâdı halik Allahü Tealâ olduğuna delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; nazm-ı celüi halkın ve emrin kendi zatına münhasır olduğunu be­yandır. Gerçi yıldızların arz üzerinde bazı te'sirâtı görülürse de bu misilli te'sirât Allah'ın halkıyla olduğundan müessir-i hakîkî an­cak Allahü Tealâ'dır. Bu cümle, Allahü Tealâ üzerine hiçbir şeyin vacip ve lâzım olmadığına delâlet eder. Binaenaleyh ibadet; sevap, icab etmez. İbadet üzere sevap halk etmek Allah'ın iradesine ve ihtiyarına menuttur. İster halk eder, ister etmez, yoksa halk et­mek vacip değildir,. Eğer vacip olsa Allahü Tealâ'nın kuluna borçlu olması lâzım gelir, buysa' bâtıldır. Şemsle kamer ve şâir yıldız­ların müsahhar olmalarıyla, murad; emr-i ilâhiye karşı zelil ve hakir olarak itaat ve inkıyad etmeleridir. E m r - i ilâhi yle murad; kudret-i ilâhiyenin onlarda te'sir etmesidir. Şemsle kamer, şâir yıldızlarda dahil oldukları halde şereflerine binaen ayrıca zikrolunmuşlardır. [40]

 

Vacip Tealâ kemâl-i kudret, hikmet ve rahmetine delâlet eden delâili zikirle halka ulûm-u hakîkiye ve rnaârif-i nefsâniyeyi tah­sille mükellef olduklarını tefhim ettikten sonra ulûm ve maârifin neticesi olan dua ve tazarru ile ibadeti emretmek üzere buyuruyor.

[Ey insanlar! Rabbinize tevazu ve tezellül ederek gizlice dua edin.]

[Zira; Allahü Tealâ tekebbür etmek ve bağırıp çağırmakla dua ederek haddini tecâvüz edenleri sevmez.]

fAhkâm-ı şer'iyeyi inzal ve erbabının infazıyla arzı ıslah ve ahaliyi irşad ettikten sonra daire-i şeriattan çıkmakla ve birbiri­nize zulmetmekle ifsad etmeyin.]

[Siz Allah'ın azabından korkar ve rahmetinden ümid eder ol­duğunuz halde Allaha dua edin.]

[Zira; beynelhavf verricâ, âdabına riâyetle duâ, Allah'a lâyıkı veçhile tazîm ve muhtaç olanlara muavenet etmek suretiyle ihsan edenlere Allahın rahmeti yakındır.]

Yani; nefsinizde olan zül ü hakaareti, tezellül ve tevazuu izhar edici olduğunuz halde gizli olarak Rabbinize duâ edin, muhtaç ol­duğunuz, mümkün olan şeyi isteyin ve mümkün olmayan şeyi ta-leb etmeyin. Zira; duada haddini tecavüz ederek haline lâyık ol­madık şeyi istemek yani sadâsmı kaldırmak gibi haddini tecavüz edenleri Allahü Tealâ sevmez ve rusül-ü kiramı irsal, kütüb-ü se-mâviyeyi inzal ve şerayi'i ahkâmı vaz' u te'sis etmekle arzı ıslah ettikten sonra rusül-ü kirama muhalefetle arzı ifsad etmeyin ve Allah'ın lutfu, cemâlinden duanızın kabulünü rica, ümit ve kahr u celâlinden havf u haşyet eder olduğunuz halde Allahü Tealâ'ya iltica edin. Zira; Allah'ın rahmeti; Allah'ı görmüş gibi ibadet eden­lere katiptir ve, muztar olarak bir taraftan korkup, diğer taraftan rahmetini rica ve ümid edenlere ihsanı yakındır. Binaenaleyh;' ih-san-ı ilâhiden müstefid olmak için sa'yedin.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile duanın manâsı; Allah'tan hayır taleb etmek olup, hayır talebiyse ayn-ı ibadet ol­duğu cihetle bu âyette duâ ile murad; ibadettir denilmişse de duâ yla murad; hakîkaten, duâ olmak ciheti râcihtir. Zira; duâ; kişi muhtaç olduğu şeyi bilip onun tahsilinden âciz olmasına binâ­en Vacip Tealâ'dan muhtaç olduğu şeyi istemektir. Şu halde duâ; ayn-ı ibâdettir. Zira; kişi kendinin aczini ve Allah'ın kudretini bi­lerek Allah'a, arz-ı ihiyac etmek ibâdetin hâlisidir. Binaenaleyh; hakîkî duâ manâsından ihraç ederek ayrıca ibâdet manâsına de­mekte bir fayda yoktur. Tazarru*; zillet ve meskenet hufye ; gizli demektir. Şu halde manâ-yı nazım: [Rabbinize kemâl-i tevazu ve tezellülle gizlice duâ edin ve muhtaç olduğunuz şeyi isteyin] demektir. Duada edebin gizli olmasına bu âyet delâ­let eder. Zira; Allahü Tealâ duayı gizli yapmakla bu âyette emir buyurduğu gibi duada itidâ yani haddini tecavüz edenlere muhabbet etmediğini dahi beyan buyurmuştur. Duada i'tidâ yani haddini tecavüz; sesim yükseltmek, uzun sayha etmek, semâya çıkmak ve mertebe-i nübüvveti istemek gibi hâline lâyık olmadık şeyleri ta­lep etmektir.

Bu âyetin delaletiyle duada ihfâ lâzım olduğu gibi nafile ibâ-dâtın kâffesinin hafî olması, ferâiz ve vâcibâtın ise alenî olması efdaldir. Bazıları «Eğer riya korkusu olmaz, nefsine riyadan emin olursa nevâfili dahi alenî edâ etmek efdaldir. Zira; başkalarının iktidâsma sebep olur» demişlerse de ekser-i ulemânın kavli gizli olmak efdal olmasıdır.

Vacip Tealâ arzı ifsâd etmekten kullarını nehyetmekle katil, kat-ı a'zâ, sirkat, gasıp, hile ve desâisle gayrın emvalini almak, küfürle edyânı ifsâd etmek, fıskla ahkâmını ihlâl ve zinaya ikdamla ensâbı zayi ve.şürb-ü hamirle aklı heder etmek gibi şeyler ifşadda dahil olduğundan bu âyette Cenab-ı Hak şu ta'dad olunan fesâ-datin cümlesinden nehiy buyurmuştur. Tarafeynin rızalarıyla mün'akid olan akde riâyet etmemek ifsad kabilinden olduğu mü-fessirînin cümle-i beyânâtmdandır. Binaenaleyh; akdin ahkâmına riâyet vaciptir. Âyet-i Ulâda duanın sıhhatinin şartı beyan olun­muştur. Zira tazarru' ve ihlâs; duanın sıhhatinin şartıdır. Âyet-i saniyede duanın faydası beyan olunmuştur. Çünkü duadan mak-sad; ikidir: Birincisi; korktuğundan kurtulmak. İ kin­cisi; umduğuna nail olmaktır. Şu halde ma'tuf, ma'tufun aley-. he mugaayirdir. Gerçi her ikisi de duayla emir ise de maksadlar

başkadır. Çünkü; demek; «Rabbinize tezellül eder olduğunuz halde gizlice duâ edin» demektir demek; «Duanın reddolunmasmdan korkar ve icabet olunmasını ümid eder olduğunuz halde Rabbinize duâ edin» de­mektir. Şu halde duanın gizli olması alenî olmasından efdaldir. Duadan maksad; kişi ubudiyette olan zilletini, acz ü meskenetini ve rububiyette olan kuvvet ve kudreti, izzet ve ceberûtu bilmek olduğundan abdin duası Hakkın takdirini tağyir edemez. Şu halde «Duada fayda yoktur» diyenlerin bu itirazları merduddur. Zira; cemi' ibâdâttan maksud ubudiyetteki zilleti ye rububiyetteki iz­zeti bilmek gibi faide-i mühimme duada hâsıl olunca duada fayda yok demek hatâ-yı azimdir. Zira; faydası olmayan şeyle Allahü Tealâ emretmez. Halbuki duayla emretmiştir.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran duaya diyenlerin lâfzını gizli demeleri İmam-ı A'zam indinde efdaldir.

Zira; dahi duadır. Duada ihfânm efdal olduğuna bu âyet delâlet  eder.  Yahut   esmâ-ı  ilâhiyeden  bir   isimdir,

demek Allah'ı zikretmektir.   Zikrullah da riyadan ârî olsun için hafî olması efdaldir buyurmuştur.

Muhabbetin; sıfat-ı ilâhiyeden bir sıfat olduğuna Kur'ân de­lâlet eder. Şu halde Allahü Tealâ'nm muhabbeti; nefsin arzusu ve tabiatın meyli sebebiyle birşeyden lezzet taleb etmek değildir, belki Allah'ın muhabbeti; «Kuluna sevab-ı hayır ve rahmet îsâl» etmektir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Siz Rabbinize tezellül ve kemâl-i ihlâsla hafî olarak duâ edin. Zira; Rabbiniz duada tezel-lülü ve gizli duayı sever, ancak gizli duâ etmeyi terkle tecâvüzâtta bulunanlara sevap ve hayır îsâl etmez. Binaenaleyh; tecâvüzâtla duâ eden arzusuna nail olamaz] demektir. Medârik'te beyan olun­duğu veçhile Resulullah, «Ey ümmetim! Siz gayba duâ etmezsi­niz, ancak Üuânızı işitir ve ilmi size yakın olan Allah'a duâ edersi­niz. Zira; her nerede bulunsanız Allahü Tealâ'nın ilmi sizinle be­raber» buyurmuştur. İmam-ı Hasan'ın «Gizli duayla alenî duâ arasında yetmiş derece fark vardır» buyurduğu mervidir.

Bu âyette Allah'ın rahmeti yani inam ve ihsanının erbabı, iba­det ve ihsana karib olmasıyla mura,d; insanın âhirete karib olma­sıdır. Çünkü; insan, her saat ve her dakikada dünyadan âhirete yaklaşır. Allah'ın sevabı kullarına âhirette vâsıl olacağına binaen saat be saat, dakika be dakika insan âhirete yaklaştıkça âhirette nail olacağı sevap da insana yaklaşmaktadır. [41]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine ve kudretine delâlet eden delâili ulviyeyi beyandan sonra kudret-i kâmilesine delâlet eden âlem-i süflinin bazı ahvalini ve emr-i âhiretin sıhhatına delâlet eden de-laili beyanetmek üzere buyuruyor.

[Sizin rabbiniz şol Allahü Tealâ'dır ki, o Allahü Tealâ yağ­murun önünde müjdeci oldukları halde rüzgârları gönderir. Hatta o rüzgârlar yağmur suyuyla ağırlaşmış bulutu buhârât-ı müterâ-kimeden cem'edip götürdüğünde suyla ağırlaşmış bulutu biz su­suzluktan Ölmüş cesed gibi kurumuş beldeye sevkedcr, bulut va­sıtasıyla o beldeye yağmur sularını inzal ve o su sebebiyle envâ'-ı meyvaları arzdan ihraç ederiz. Şu rahmet suyuyla meyvaları, gûnâ gûn renkler ve râyihalarla arzdan ihraz ettiğimiz gibi kıyamette biz mevtayı dahi ihraç ederiz ki, siz teemmül ve tefekkür ederek bilesiniz.] Kuru arzdan rahmet suyuyla yaş meyvaları halk etme­ye kaadir olan Allahü Tealâ, mevtayı ihya ve ihraç etmeye dahi kaadirdir.

Yani; Rabbinizin rahmeti ve sevabı erbab-ı ihsan olan âbidlere yakındır. Nasıl yakın olmasın! Rabbiniz gol zat-ı ecellü aladır ki, yağmurun evvelinde müjdeci oldukları halde latîf ve güzel rüz­gârları gönderir. Çünkü; sabah rüzgârı bulutların hudûsuna sebep olur, " şimal rüzgârları — poyraz — bulutları cem* eder ve kıble rüzgârı yağmur yağdırır. Binaenaleyh; rüzgâr rahmete alâmet ol­duğu cihetle insanlar için Allah'ın rahmetine müjdedir. Hatta bir hale gelir ki, rüzgârlar'yağmur suyuyla ağırlaşmış bulutu götürür. Biz, Ölmüş insan menzilinde olan kurumuş beldeye bulutu sevke-der, o bulut vasıtasıyla rahmeti inzal eder ve rahmet vasıtasıyla envâ'-ı hububat ve meyvaları size rızık olmak üzere arzdan ihraç ederiz ve arzdan otları, meyvaları ihraç ettiğimiz gibi kıyamette mevtaları hesap görmek, muhsin olanlara sevap vermek, Cenneti ithal eylemek ve âsî olanları azap için Çehennem'e ithal eylemek üzere arzdan ihraç ederiz ki, sizin teemmül ve tefekkürünüze se­bep olsun ve bilesiniz ki, ölmüş arzdan envâ'-ı nebatatı ihraca kaa-dir olan Allahü Tealâ ölmüş insanları ihya ve kabirlerinden ihraç etmeye dahi kaadirdir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile rüzgâr; müteharrik havadan ibarettir. Şu halde havanm harekesi zatından ve tabiatından neş'-et etmiş birşey değildir. Çünkü; harekesi zatının ve tabiatının ik­tizâsı olsa zatı bulundukça harekesi dahi bulunmak lâzım gelir ve herzaman bulunurdu. Halbuki çok zaman hareke ve rüzgârdan eser görülmediğinden biçare harmancılar aylarca beklerler ve rüz-~gâra hasret olurlar. Bu hal; havayı tahrikle rüzgârları halk eden halikın Fâil-i Muhtar olmasına delâlet eder.

Rüzgâr bulutların eczalarını cem'etmek ve bulutları sağdan, soldan tahrikle hâmil olduğu rahmet sularını havada muhafaza ey­lemek ve bulutları ihtiyacı olan mahallere irade-i ilâhiyeyle. alıp götürmek, hâsılatı ve meyvaları takviye ve neşv ü nemasını ikmâl etmek ve vücud-u insana nafî bedenini kavı kılmak gibi fevâidi cami1 olduğu Fahr-i Razi'nin cümle-i beyânâtmdandır. Sabahleyin şarktan esen rüzgâr daima nâfidir. Şimalden gelen poyraz'vücuda ve hâsılata nâfi ve bulutları toplayıcıdır. Kıble cihetinden gelen rüzgâr rahmete emmâredir ve rahmet yağdırır. Garp cihetinden gelen rüzgâr bulutları dağıtır ve rahmete mâni olur; Hâsılatı ku­rutur ve insanların vücutlarına iİel ve emraz îrâs ettiği cihetle ma­zarrattır.

Rüzgârın şu muhtelif suretlerde zuhuru Vacip Tealâ'nın vücu­duna ve Fâil-i Muhtar olduğuna delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; tabiat vasıtasıyla olsa nesak-ı vahid üzere olur ve her zaman bir taraftan eser, tabiatı menfaatsa daima menfaat ve mazarratsa daima mazarrat olması lâzım gelirdi. Halbuki muhtelif canipler­den estiği gibi üzerine muhtelif eserler terettüb ediyor. Çünkü; bazı kere menfaat ve bazı kere mazarrattır. Binaenaleyh; tabiatın te'sîri yoktur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile mevtayı ihyanın nebatatı ihraca teşbihinde iki ihtimal vardır: Birinci ihtiynaI ;   nebatatı rahmetle ihraç ettiği gibi mevtayı da rahmetle ihraç eder. Çünkü; Allahü Tealâ'nın kıyamette hayvanın menisi gibi kırk gün rahmet inzal buyuracağına ve o rahmet va­sıtasıyla kabirlerinden ecsâdm ot gibi bitip azaları tekemmül edin­ce herkesin ruhu kendi bedenine geleceğine dair birçok ehâdis-i celile vardır. İkinci ihtimâl; Allahü Tealâ kış gün­lerinde kurumuş arzı, bahar günlerinde kudretiyle İhya buyurup otlan bitirdiği gibi insanlar bilkülliye mahv u münkariz olup eser­leri kalmadıktan sonra nebatat gibi onları ihya eder demektir. Zi­ra; kuru topraktan yaş meyvayı ihraca kaadir olan Allahü Tealâ'­nın ölmüş ve çürümüş insanları ihraç ve ihyaya dahi kaadir ola­cağı evleviyetle sabit olur.

Hulâsa; yağmurun evvelinde rüzgârlar rahmete alâmet ve müjdeci olduğu ve rahmete ihtiyacı olan ma'mur ve gayrı ma'mur beldelere rüzgârların yağmur suyuyla dolu bulutları irâde-i ilâ-hiyeyle alıp götürdüğü ve rahmet suyu sebebiyle envâ'ı meyvaları arzdan ihraç buyurduğu gibi mevtayı kabirlerinden ihraç edeceği ve insanlar için bunlara kaadir olan kudret-i ilâhiyeyi teemmül ve tezekkür etmeleri lâzım olduğu bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir.[42]

 

Vacip Tealâ rahmeti inzalle nebatatı ihraç ettiğini beyandan sonra rahmetin irizâliyle beraber nebatatın da arzm kaabiliyetine göre biteceğini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Toprağı güzel olan ve terbiyeyi kabul eden beled-i tayyibin nebatatı Rabbisinin izniyle çıkar ve bereketi çok ve insanlara nâfi olur. Amma şol belde ki, tıyneti habistir, onun nebatatı bitmez, illâ az ve külfetle biter ve insanlara nâfi dmaz. belki mazarrat olur. Biz şu misali beyan ettiğimiz gibi vxh laniyetimize ve kudretimize delâlet eden âyetlerimizi nimetimize şükreden kavme beyan ve tafsil ederiz.]

Yani; rahmet, arzın kabiliyetine göre nebatatın hurucuna se-beb olur. Zira; toprağı güzel olan beldenin nebatı Allah'ın meşi-yeti ve iradesiyle çok güzel ve insana nâfi surette biter ve gaayet kolaylıkla husule gelir. Çünkü; arzın iyilik cihetine istidadı tam­dır, buhletmez. Amma tıyneti habis, çorak ve kaabiliyeti kısa olan beldeye ne kadar yağmur yağsa kaabiliyeti olmadığından nebatı bitmez, illâ az, güç ve muzır olarak biter ki, kimse intifa etmez. Şu bizim beyanımız veçhile vahdaniyetimize delâlet eden âyetleri şükreden kavme birer birer tafsil ederiz ki, insanlar o âyetlerle imanın vücubuna ve tevhide istidlal etsinler.

«Toprağı çorak olan arazinin nebatatı meşakkatli ve güç-biter» demektir. Çünkü; me­şakkat ve usret manasınadır. Halbuki arazînin her ikisine nazil olan rahmet birdir ve çorak olan arazînin sahibinin emeği ve sa'y ü ameli belki daha çoktur, lâkin mahalde kaabiliyet olmayınca sa'y ve amel fayda etmez.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyetin müminle kâfirin hal­lerini temsil için sevk olunması ihtimali vardır. Bu ihtimale na* zaran Kur'ân'ı yağmura ve mümini arz-ı tayyibe ve kâfiri arz-ı habîse teşbih tarîkıyla Vacip Tealâ müminin kaabiliyetini ve kâ­firin adem-i kaabiliyetini beyan buyurmuştur. Buna nazaran manâ­yı nazım: [Arz-ı tayyib üzerine rahmetin nüzûlüyle o arzda en-vâ'-ı nebatat ve muhtelif meyvalar ve gûnâgûn renklerle çiçekler meydana geldiği gibi arz-ı tayyibe benzeyen mümin üzerine men-faatta yağmura benzeyen Kur'ân'ın âyet be âyet, cümle be cümle rahmet taneleri gibi "nazil oldukça müminde, iman ve envâ-ı ibâ-dât ve sevimli çiçeklere benzeyen ahlâk-ı hamide ve evsâf-ı ce­mile biter. Amma arz-ı habîse benzeyen kâfir üzerine Kur'ân na­zil oldukça kaabiliyeti olmadığından çorak tarla gibi birşey bitir­mez, illâ az ve menfaattan hâlî birtakım ahlâk-ı rezîle sahibi olur. Çünkü; Kur'ân'ı inkâr ettikçe küfrünün teşeddüdü çorak tarlada biten acı ve zehirli otlar gibidir. [43]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine delâlet eden delâili ve mebdei ve maâdı zikirden sonra resulünü tesliye için enbiyâ-yı sabıkanın üm-metleriyle vâki olan nıübahaselerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Zatıma yemin ederim ki, muhakkak Biz Nuh (A.S.) ı kav­mine resul olarak gönderdik.]

[Binaenaleyh Nuh (A.Ş.) kavmine hitaben dedi ki, «Ey kav­mim! Allah'a ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin için hiçbir ma'-bud yoktur. Şu halde Allah'tan başkasına ibadet etmeyin.»]

[«Zira; Allah'ın gayrıya ibadet ettiğiniz takdirde ben sizin üzerinize büyük denmeye şayan olan yevm-i kıyametin azabından korkarım.» dedi.]

[Nuh (A.S.) in şu nasihatına karşı kavminin ileri gelen bü­yükleri «Yâ Nuh! Biz seni açık bir dalâl içinde görüyoruz» de­diler ve iman etmeyeceklerini izhar ettiler.]

Yani; zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki; Biz, Nuh'u kavmine ıslah ve terîk-ı hakka davet için gönderdik. Çünkü; onlar cadde-i tevhidden çıkarak birtakım efkâr-ı fâsideye meylettiklerinden hak­ka davet edecek bir resule muhtaç olmuşlardı. Binaenaleyh; Biz Nuh'u gönderdik. Nuh (A.S.) onlara şefkat ve nasihat tarîkıyla dedi ki, «Ey kavmim! Siz Allahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; sizin için Allah'ın gayrı bir ma'bud yoktur. Şu halde ibâdetinizi ancak Allahü Tealâ'ya hasredin. Eğer Allah'a .ibadet etmez de, ibadeti­nizi Allah'ın gayrıya sarf ederseniz Ben sizin üzerinize yevm-i kı­yamet olan büyük günün azabından korkarım. Siz o günde vâki olacak azab-ı azîme dûçâr olursunuz.» Hz. Nuh'un bu kelâmına karşı kavmin uluları ve memleketin eşraf ve a'yânı «Yâ Nuh! Biz seni muhakkak haktan çıkmış ve açıktan dalâleti ihtiyar etmiş görüyoruz» demekle Nuh (A.S.) ı hataya nispet ettiler. Çünkü; kavm-i Nuh'un, hâsılat bitmez çorak tarla gibi nasihat kabulüne istidadları yoktu.               

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Nuh (A.S.) bu âyette üç dava dermeyan etti: Birincisi; Allahü Tealâ'ya ibadetin vacip olduğunu beyanla tekâlif-i ilâhîyeyi kabulün vücubuna işaret etti. İkincisi; Allah'ın gayrı ma'bud olmadığını beyanla tev­hidi ikrarın lüzumunu ve şirkin butlanını tasrih eyledi. Üçün­cüsü; yevm-i kıyamette azab-ı azımın vücudunu dava etmekle âhirete itikad lâzım olduğunu beyan buyurdu.

Nuh (A.S.) in pederi (Lemek)'tir. Lemek'in pederi (Müteveş-lih)tir/Müteveşlih'in pederi (Ahnuh) ki, İdris (A.S.) dir. İdris (A.S.) dan sonra evvel ba's olunan resul; Nuh (A.S.) dır. Nuh (A.S.) in hîn-i bi'setinde kırk veyahut elli yaşında olduğu mervidir.

Bu kıssayı beyanın faydası; nebilerini tekzib etmek Muham-med (S.A.) in din-i hakka davet ettiği ümmete mahsus olmayıp sair ümmetlerde dahi bulunduğunu ve ümem-i sâlifeden nebile­rini tekzib edenlerin helak oldukları gibi ümmet-i Muhammed'den tekzib edenlerin de helak olacaklarını ve her ne kadar mühlet ve­riliyorsa da behemehal Vacip Tealâ'nm intikamını alacağını ve Re-sulullah'm bir kitap mütalâa etmediği ve bir üstazdan taallüm ey-lemediği halde vakıa mutabık olarak ümem-i sâlifenin hallerini beyan eylemesi vahiyle olacağı cihetle dâvet-i nebeviyesini ispat ettiğini beyanla Resulullah'ı tesliye ve kâfirleri tehdid etmiştir. [44]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Nuh (A.S.) ı hataya nispet etmelerine karşı Nuh (A.S.) m müdafaasını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Onların Nuh (A.S.) ı hataya nispet etmelerine karşı Nuh (A.S.) muktezâ-yı nübüvvet mütenebbih ve mütenassıh olurlar ümidine binaen dedi ki, «Ey kavmim! Sizin zu'm-u fasidiniz gibi bende dalâlet yoktur ve lâkin ben âlemlerin Rabbisinin resulü­yüm. Onun tarafından sizi irşad ve doğru yola sevk etmek için geldim. Rabbimin risâletlerini ve ahkâmını size tebliğ ve mahza size nasihat ederim. Bundan başka sizden bir emelim yoktur ve sizin bilmediğiniz şeyi Allah'ın bildirmesiyle ben bilirim.] Bina­enaleyh; sözümü dinleyin, nasihatimi kabul edin, davetime icabetle necatınızın çaresini arayın. Zira; siz iman etmezseniz sizi dünyada tufanla gark edip âhirette de azab-ı azimle muazzeb kılacağını Al­lah'ın vahyiyle ben biliyorum.»

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Nuh (A.S.) kavmine mertebe-i ülyâsmı beyan etmesi vacip olduğundan taraf-ı ilâhîden resul oldu­ğunu beyanla nefsim medih buyurmuştur. Zira; nefsini i'lâme ve methe hacet-i.diniye icab ederse insan için nefsini methetmek ca­izdir ve Nuh (A.Ş.) nefsinde hata olmayıp daveti doğru olduğunu beyandan sonra risaletten maksadının. ahkâmı tebliğ ve nasihati takdir olduğunu dahi beyan buyurmuştur. Gerçi «Ben Allah'ın re­sulüyüm» demek nefsini sena ise de, sözünün dinlenmesi ve dave­tine icabet vacip olduğunu mutazammın olduğundan caizdir. Tebliğ; envâ'-ı tekâlifi ümmetine beyan, evamir ve nevâhî-nin aksamım tarif olup nasihat; ibâdâta terğib ve maâsî-den tenfir olduğu cihetle tebliğle nasihat beyninde fark vardır.

Beyzâvfnin beyanı veçhile akaaid, a'mâl, mevâiz ve ahkâm gibi risaletin envâ'-ı kesîr olduğuna işaret için risalet cemi' sıyğa-sıyle varid olmuştur. Terğib ve tehdidi doğru ve vakıa mutabık olduğunu takrir ve tesbit için «Sizin bilmediğinizi ben bilirim» buyurmuştur ki, «Söylediğim sözler haktır, iman etmezseniz helâkiniz muhakkaktır» demekle tehdid etmiştir. Lâkin bu nasihat ve tehdid fayda etmedi, akıbet olacak oldu. [45]

 

Vacip Tealâ Nuh (A.S.) m kelâmından bakiyeyi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Nuh (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavmim! Siz beni tekzib eder de sizi in/ar etmek ve sizin muharrem âttan ittika etmeniz ve merhamet-i ilâhiyeye mazhar olmanız için kendi cinsinizden ha­lini ve nesebini bildiğiniz bir recül üzerine Rabbiniz tarafından vahiy gelmesinden ve kitap nazil olmasından taaccüp mü edersi­niz?» demekle kavmini tevbih ve risaletine taaccüplerini inkâr etti.]

Yani; ey kavmim! Beni tekzip ve risaletimi inkâr eder de, Rabbinizden size mev'ize ve irşad için nasihat gelmesinden taac­cüp mü edersiniz? O zikri hâvî olan mev'ize sizden bir recül üze­rine nazil olup o recül sizi inzar ederek uraum-u maâsî ve küfür­den men ve zecir ve onun zecri sebebiyle sizin mahârimden ittika etmenize sebep olsun. Böyle bir recül-ü muazzama üzerine bir kita-bm gelmesinden niçin taaccüb edersiniz? O recülün inzarı ve teh­didi sebebiyle me'mul ki siz merhamet-i ilâhiyeye mazhar olur, me'mûrâtı eda ve menhiyatı terkedersiniz.

Kâfirler «İbadetten ma'buda birşey ait olmadığından ibadetle teklife hacet yok, şu halde nübüvvete ihtiyaç yoktur. Eğer nübüv­vete ihtiyaç olsa melekten resul olmak lâzımdır» dediklerine ce-• vap olarak Cenab-ı Hak bu âyetle kâfirlerin şüphelerini izâle etmiş ve nübüvvetten maksud; inzar ve ittikaaya davet olduğuna işaret buyurmuştur.

Beyzâvî'nin. beyanına nazaran takva rahmeti mucip olmayıp rahmet mahza fazl-ı ilâhi eseri olduğundan mütteki olan kimseye lâyık olan takvasına itimad etmemek ve azab-ı ilâhiden emin olma­mak olduğuna tenbih için ricaya delâlet eden kelimesi varid olmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı âyette tertip gaayet güzeldir. Çünkü, resul ba'setmekten maksud; ümmetini azab-ı ilâhiden inzar ve in-zardan maksud - muharremâttan ittikaa.ve ittikaadan maksud ise rahmet-i ilâhiyeye nail olmaktır. Nuh (A.S.) m kelâmında şu ter­tibe riâyet ettiğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Çünkü; nasihatta kelâmın silsilesine ve tertibine riâyette te'sir ziyâdedir. [46]

 

Vacip Tealâ Nuh (A.S.) in nasihati kavmine te'sir etmeyerek tekzipte ısrar edip akıbet helak olduklarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Nuh (A.S.) iiı nasihati te'sir etmedi. Binaenaleyh; tekzipte devam ve nübüvvetini inkârda ısrar ettiler ve ısrarları üzerine Biz Azîmüşşan Nuh'a ve Nuh'la beraber gemide bulunan kimselere necat verdik ve âyetlerimizi tekzipte ısrar eden kâfirleri tufanla gark ve ihlâk ettik. Zira; hakka delâlet eden âyetlerimizi tekzib edenler hakkı görmekten kör bir kavim idiler. Kalpleri kasavetle dolu ve âyâtı idrakten gaafillerdi.] Binaenaleyh; gafletleri helak­lerine bâdî olmuştur. Çünkü basiret; necata sebep olduğu gibi gaf­letin de helake sebep olduğunda şüphe yoktur.

Kaazi ve Medarik'in beyanları veçhile Nuh (A.S.) la beraber gemide bulunanlardan mecmuu kırkı recül olmak üzere seksen ki­şidir. Veyahut dokuz kişidir ki, onlardan üçü Hz. Nuh'un oğulları Ham, Sam, Yafes ve altısı da şâir iman edenlerdir.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran Nuh (A.S.) gemi­nin ameliyatını iki senede bitirmiş ve Receb-i Şerifin onunda ge­miye binerek Muharrem'in onunda gemiden inmiştir. Binaenaleyh; gemide kararları altı ay imtidad etmiştir.

Hulâsa; kavm-i Nuh'un Nuh (A.S.) ı tekzib ettikleri ve Nuh (A.S.) la beraber gemide bulunan maiyetine tufandan Vacip Tea-lâ'nın necat verdiği ve onların haktan iğmaz-ı aynecjer bir kavim oldukları ve hakkı görmekten ve kabulden istinkâf eden kavmi, Cenab-ı Hakkın ihlâk edeceği bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [47]

 

Vacip Tealâ Nuh (A.S.) m kavmiyle olan mübâhesâtıni icmâ len beyandan sonra Hûd (A.S.) m kıssasını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Kavm-i Ad, tarîk-ı tevhidden çıkıp ıslaha muhtaç oldukların­da biz onlara biraderleri Hûd'u irşad için resul olarak gönderdik. Hûd (Â.S.) kemal-i şefkatini izhar ederek «Ey benim kavmim! AHahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; Allahii Tealâ sizi icad ve kemâ­linize İsal etti. Binaenaleyh; ibadetinizi AHahü Tealâ'ya hasredin. Çünkü; Allah'ın gayrı sizin için ma'bud yoktur. Binaenaleyh sizin üzerinize vacip olan; iman ve Allah'ın şeriatıyla amel etmektir. Allah'ın vahdaniyetini inkâr eder de, Allah'ın gayrıya ibadet et­mekten korkmaz mısınız? Nasıl oluyor ki vâhid-i hakîkî ve kadir ü kayyûm olan Allah'a ibadeti terkedip de müteaddid birtakım âciz­lere ibadet ediyorsunuz?» Hûd (A.S.) in bu davetini ve nes'âyihini dinledikten sonra Hûd (A.S.) in kavminden kâfir'olan eşraf ve a'yânı dediler ki, «Yâ Hûd! Muhakkak biz seni sefâhet içinde görür ve yalancılardan zannederiz.»] İşte kavmin iman etmeyen ulu­ları böyle demekle Hûd (A.S.) in kelâmını reddetmişlerdir.

Beyzâvî'hin beyanı veçhile Hûd (A.S.) Nuh (A.S.) m doku­zuncu batnındandır [48]. Hûd (A.S.) Âd kabilesinden olduğu için biraderleri denilmiştir. Şu halde uhuvvet le murad; nesepte uhuvvettir, dinde uhuvvet değildir. Zira; Hûd (A.S.) m dinine dahil olmadılar ki, $inde kardeş olsunlar. Yahut Hûd (A.S.) Âd kabilesinden değilse de cins-i beşerden olup melekten ve cinden olmadığı cihetle kardeş denilmiştir. Zira; beşeriyette kardeştir. Yahut dâim olanlarla ihtilât ve musâhabet ettiğinden kardeşleri denmiştir. Çünkü; Arap indinde bir kimseye musâhib olan zata kardeş demek âdettir.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Âd kavmi Ye-men'de Umman'la Hadramut arasında Ahkaf denilen mahalde ikaamet ederlerdi. Nuh (S.A.) in davette ısrarı ve devamı ziyâde olup asla zaman fevtetmediğine işaret için kelâmını beyanda takîbe delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Amma Hûd (A.S.) in ısrarı ve mübalâğası o kadar olmadığından kelâmını be­yanda  lâfzı varid olmamıştır. Çünkü; Nuh (A.S.) in müd­deti uzun olup Hûd (A.S.) müddeti o kadar uzun değildir. Nuh (A.S.) ın.tûfânı gibi o zamana kadar âlemde bir vukuat olmadı­ğından Nuh (A.S.) «Ben size büyük günün azabından korkarım» demiştir. Lâkin Hûd (A.S.) m zamanında tûfân-ı Nuh herkesçe işitilmiş bir vak'a 'olduğundan «Siz Allah'tan korkmaz ve ittikaa etmez misiniz?» demekle Nuh kavminin helaki gibi bir helake işa­ret etmiştir. Akıbet tufanın gayrı bir âfet ve gazapla helak olmuş­lardır. Hûd (A.S.) m kavminin eşrafından iman edenler olduğuna işaret için kavminin eşrafından mukaabele edenlerin kâfir olanlar olduğu beyan olunmuş ve Nuh (A.S.) m kavminin eşrafından iman eden olmadığı için onun kıssasında mutlakaa eşraf zikredilmiştir. Hûd (A.S.) kavmini Allah'ın gayrıya ibadetlerinden dolayı hamâkat ve sefâhetle itham ettiğinden onlardan aynı kelâmla mukaa-taele ederek «Biz seni sefâhette görürüz» dediler, ama Nuh (A.S.) sudan eser olmadık bir çölde gemi yapmakla meşgul olup nefsine meşakkat ettiğinden «Biz seni dalâlette görürüz» demişlerdir.

Bu âyette zan nm yakın manâsına olması ihtimali varsa da şek manâsına olmak ihtimâli gaaliptir. Şu halde Hûd (A.S.) in kavminin küfr-ü zan üzere küfürdür. Binaenaleyh; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile usul-ü itikadda zan ve şek küfür icab eder. Çünkü itikaadın yakîn üzere olması lâzımdır, şek üzere itikad makbul değildir.

Hulâsa; Hz. Hûd'un Âd kavmine resul olarak geldiği ve Hûd (A.S.) in kavmine «Allah'a ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin için bir ma'bud yoktur. Allah'ın gayrıya ibadet eder de, Allah'tan korkmaz mısınız?» dediği ve kavminin büyükleri de «Yâ Hûd! Biz seni yalancı zannederiz» dedikleri bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [49]

 

Vacip Tealâ Hûd (A.S.) in kavmine cevabını ve cevabın mu-tazammın olduğu nasihati beyanetmek üzere buyuruyor.

[Hûd (A.S.) kavminin «Biz seni sefâhette görür, yalancı zan­nederiz» demelerine karşı cevabında dedi ki "Ey kavmim! Bende sefâhet olmadı velâkin ben âlemlerin Rabbisi tarafından sizi îrşad için gönderilmiş resulüm. Ben Rabbimin risaletlerini tebliğ eder ve emin bir nasihat ediciyim. Ey kavmim! Beni tekzip ve risale-timi inkâr eder de, sizi inzar için sizden bir recül üzerine Rabbi-nizden zikir ve mev'ize gelmesinden taaccüp mü edersiniz? Benim tara t"-ı ilâhiden size meb'us ve resul olmam taaccüb icabeder bir-şey midir ki, taaccüb edersiniz?] Ben size nasihat ederim. Sizin üzerinize vacip olan; nasihatimi kabul etmek ve-vaazımla mütteız olmaktır. Zira; sizin menfaatinizi beyan ederim. Benim hasebimi ve nesebimi ve içinizden neş'et ettiğimden sıdk u emânetimi bilir­siniz. Şu halde taraf-ı ilâhiden bana ilham olmasını neden çok gö­rürsünüz» demekle iman etmelerine sa'y ü gayret etti.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran emin; emânet olunan şeyde itimâda şâyân olan kimselerdir. Hûd (A.S.) kendinin emin olduğunu beyanla kavminin kizib isnadlarına ve emr-i risaletin medarı, emânet üzere müesses ve bundan evvel kavmi içinde emânetle maruf ve meşhur olduğuna işaretle kavmi­ni ilzama sa'yetmiş ve davetten maksad-ı aslî inzar olduğunu be­yan buyurmuştur. İnzardan maksad; ittikaa ve ittikaadan mak-sad; merhamet-i ilâhiyeye mazhar olmakta olduğu Nuh (A.S.) m kelâmında beyan olunduğu için bu makamda iade olunmamıştır. Gerek Nuh ve gerek Hûd (A.S.) m kavimleri huşunet izhar ede­rek haklarında elfâz-ı galîza isti'mâl ettikleri halde sözlerine mu-kaabeîe etmeyip hamakat üzere irad ettikleri kelâmlarına mülâ-yemetle cevaba tasaddî ve isnad ettikleri müfteriyâttan iğmaz-ı aynederek hallerine münâsip olan nesâyiha devam etmek hüsn-ü edep ve hulk-u azimdir.

Medârik'te beyan olunduğu veçhile Cenab-ı Hakkın bu min­val üzere ihbar etmesi kullarına talim ve her nâsıhın haline mü­nâsip olan nasihatta liynet ve mülâyemet olduğundan tenbih için­dir. Çünkü nâsa husûmet; nâsın dalâlet ve sefâhetlerini arttırır. Binaenaleyh; nâsa nasihat edecek kimse gaayet mülâyemet ve liynetle nasihat ederse elbette tefsiri ziyâde olacağında şüphe yoktur. Şu halde halka vaaz u nasihat edecek ulemânın bu üslûba dikkat ve riâyet etmeleri vaciptir. [50]

 

Vacip Tealâ Hûd (A.S.)  in kelâmından bazılarını beyandan sonra bazı aharı beyanetmek üzere  buyuruyor,

[Hûd (A.S.) kavmine risaletini ve Allah'a ibadetin lüzumunu ve vahdaniyetini beyandan sonra Allah'ın vermiş olduğu nimetleri ta'dadla nimetlerin şükrünü ifaya davet etti ve dedi ki, «Ey kav­mim! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ Nuh kav­minden sonra sizi halifeler kıldı. Zira; onların arzlarını, diyarla­rını, şâir umurlarını size ihsan ve makamlarına sizi ikaame etti, dünyada en büyük mülk ü saltanatı size verdi, sizin hilkat ve ce­sametinizi, kuvvet ve kudretinizi ziyâde kıldı. Şu nimetleri Al­lahü Tealâ size verince Allah'ın nimetlerini zikredin. Me'mul ki, felaha dahil olursunuz.»]

Yani; Hûd (A.S.) kavmine hitaben «Siz Allah'ın nimetlerini zikredin ki, o nimetlere lâyık amel ve iman edesiniz ve asla men­faat ve mazarrat elinden gelmeyen putlara ibadeti terkedin. Zira; şu ta'dad olunan cesîm nimetleri size veren halikınıza ibadeti terkle birtakım âcizlere ibadet etmek ednâ aklı olan kimse indinde kabihtir. Binaenaleyh; bu çirkin âdeti terkedin ve hakîkî ma'bu.-dunuza ibadet edin ki saadete nail olasınızı» demekle kavmini in­safa davet etti.                  

Fahr-i Razi'nin beyam veçhile kavm-i Âd'm cesametleri, boy­larının uzunluğu, kuvvet ve kudretleri o zamanda mevcut olan sair akvamdan çok ziyâde olduğuna âyet delâlet eder. Zira; onların cüsseleri ve kuvvetleri mu'tâdın fevkinde olmasa onlara nimet sı­rasında kuvvetlerini ta'dad ve tahsis etmekte bir fayda olmazdı. Halbuki, İnikatlarının cesametleri Âd kavmine mahsus olarak zik-rölundu ki, onların cesametleri her kavimden ziyâde olduğuna burhan-ı kâfidir. Bünyenin kuVvetiyle ilel ve emrazdan salim ol­mak insanlar için bir nimet-i uzmâ olduğuna âyette işaret vardır. Gerçi âyette sair nâstan ziyade bir kuvvet ve cesamete mâlik ol­dukları beyan olunuyorsa da cesametlerinin ve kadd ü kaametlerinin miktarına dâir âyette bir tayin olmadığından miktarı tayi­nine dair olan rivayetler zayıftır.

Bazılarının beyanına nazaran Âd kavmi bir kabileden olup kuvvet ve şiddette müşterek, cümlesi birbirine muîn ve nasır olup, muhabbet ederek ve yekdiğerine karşı adavet ve husûmetleri ol­madığından akvam-ı saire üzerine hücum ve kahr u galebeye mu­vaffak olduklarına binaen «Sizin kuvvetinizi Allahü Tealâ ziyade kıldı» denmiş ve şu beyan olunan menâkıb ve fezâili onlarda halk ettiği için Hûd (A.S.), nimet sırasında kavmine ta'dad etmiştir.

Kavm-i Âd, kuvvet ve şecaatta her kavme faik olduklarından dünyada o zaman ma'mur olan bilâdm ve onlarda meskûn olan ahalinin ekserisine mâlik olup hükümet eden bilhassa (Şeddad b. Âd) -olduğu Beyzâvî'nin cümle-i beyânâtındandır. Çünkü; bazı ta­rihlerde beyan olunduğu veçhile bütün dünyanın ma'muresine mâlik olan padişahlardan birisi de kavm-i Âd'dan gelen (Şeddad b. Âd) dır. [51]

 

Vacip Tealâ Hûd (A.S.) m k'avmine nesâyihini beyandan son ra kavminin cevabını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Kavm-i Âd Hûd (A.S.) a hitaben dediler ki, «Yâ Hûd! Yal­nız olduğun halde Allahü Tealâ'ya bizim ibadet edip babalarımızın ibadet ettikleri ma'budları terketmemiz için mi geldin? Bizim es-lâfımızdan bize mevrûs olan putlara ibadeti nasıl terkederiz. Bina­enaleyh; biz sana iman edicilerden değiliz. Eğer sözünde sâdıksan bize vaad ettiğin azabı getir."] İşte kavm-i Âd böyle demekle Hûd (A.S.) m kelâmını bilkülliye reddettiler.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bunlar ibadetin Allahü Tealâya hasrolunacağını' istib'âd ettiler. Çünkü; şirkle melûf ve âbâ u ec-dadlarmı taklide münhemik olduklarından âdetleri olan küfrü ter-ketmeyi gaayet garip ad ve Hz. Hûd'un vaadettiği azabı taleb ey­lediler. Zira; Hûd (A.S.) ı yalana nispet ettiklerinden azabın ge­leceğini ümid etmiyorlardı. Binaenaleyh; istihza ve tahakküm ta-rîkıyla «Eğer sâdıkşan vaadettiğin azabı getir» demişlerdir. Bun­dan maksadları Hûd (A.S.) ı ilzam etmektir. Çünkü; vaad ettiği azap gelmezse kavmi nazarında kizbi tezahür edeceğini ve sözüne kimsenin bakmayacağını ümid ettiklerinden «Getirebilirsen azabı getir» demişlerdir.[52]

 

Vacip Tealâ Hz. Hûd'un kavminin imanından me'yus olunca irad ettiği kelâmım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Hûd (A.S.) kavmine dedi ki, «Rabbinizden sizin üzerinize azab-ı azim vâki ve gazab-ı ilâhi nazil oldu. İstediğiniz azap size gelecektir. Ey gazab-ı ilâhiye müstehak olan ahmak kişiler! Sizin ve babalarınızın kendi indinizden ilâh tesmiye ettiğiniz isimler hakkında benimle mücadele ve bana muhasama mı ediyorsunuz? Ben size ma'budun bilhak olan Allahü Tealâ'ya ibadet edin dedim. Siz de bana putların ma'bud olduğundan ve onları terkedemeyece-ğiniz4?ctt bahsediyorsunuz. Maahaza o isimler hakkında Allahü Te­alâ bir hüccet inzal etmedi ki bu bâtıl suretlere ibadeti o hüccetle istidlal edesiniz.] Şu halde asla ülûhiyet şaibesi olmayan birtakım âciz mahlûklara ilâh demekle iftihar ediyorsunuz. Halbuki ibadete müstehak olan; herşeyi mucid ve herşeye in'âm eden Halik Tealâ'dır ve Halik Tealâ'nın ma'bud olduğuna dair delâil-i kafiye lâ-yüad ve lâyuhsâdır. Amma sizin ma'bud ittihaz ettiğiniz şeylerin ülûhiyetine bir delil yofttiu», ancak sizin kendi tesmiyeniz vardır. Delâil-i katiye-i akliye ve nakliye meydandayken kabul edip da­vete icabet etmeyince [«Ey müsrifler! Gözleyin azabın nüzulünü, ben de sizinle beraber azabın geleceğini gözleyicilerdenim» de­mekle tehdidatta bulundu.]

Hûd (A.S.) in şu kelâmı irad ettiğinde henüz azap vâki olma­mışsa da Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ azabın vu­kuunu ihbar ettiği cihetle vukuu muhakkak olduğuna binaen âyet­te mâzî sıyğasiyla vukuunu haber vermiştir. Çünkü; azabın vuku­una irâde-i ilâhiye taallûk ettiğinden vâki olmuş gibidir ki, elbette vâki olacaktır, hilâfi ihtimali yoktur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ricis ; itikaad-ı bâtıl ve efâl-i mezmûme olduğuna nazaran. gazapla murad; azab-% ilâhidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Râbbinizden size itikaad-ı bâtıl ve o itikaad-ı bâtıl üzerine azap vâki oldu] demektir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hûd (A.S.) kavminin kemâl-i ha­makatlarına ve mezheplerinin delilden ârî, olduğuna işaret buyur­muştur. Çünkü; ma'budları kendilerinin tesmiye ettikleri şeyler olduğunu ve Allahü Tealâ tarafından inzal oiunmuş deliller olma­dığını sarahatla beyan etmiştir ki, delilsiz davaya ısrar, hamakat­tan başka birşey olamaz. [53]

 

Vacip Tealâ kavm-i Hûd'un mübâhaselerini ve iman etmedik­lerini beyandan sonra helak olduklarını beyanetmek üzere buyuruyor.

[Hûd (A.S.) in kavmi iman etmeyince biz Hûd'a ve Hûd'la beraber bulunan müminlere ihsan-ı ilâhiyemiz ve rahmet-i sübhâniyemizle necat verdik, azaptan halâs ettik, bizim vahdaniyetimize ve kudretimize delâlet eden âyetlerimizi tekzib edenlerin kökünü kestik. Halbuki onlar mümin olmadılar.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyet-i celile; Âd kavminin kâ­firlerinden hiçbir ferdin azaptan halâs olmadığına delâlet eder. Zira d âb ir ; birşeyin âhiri olduğundan «Âhirini kat'ettik» demek; «Kökünü kestik» demektir.   Beyzâvî'nin beyanı veçhile helak olanların helaklerine sebep; adem-i imanları olduğu gibi necat bulanların necatlarma sebep de imanları olduğuna işaret için kelâmın âhirinde Vacip Tealâ iman etmediklerini beyan etmiştir.

Beyzâvî, Hâzin, Ebussuud ve Nimetullah Efendilerin beyanla­rının hulâsası: kavm-i Hûd isyan, yeryüzünde tuğyan, akvâm-ı sâi-reye zulüm ve udvanla beraber putlara ibadet edince Allahü Tea­lâ onları ıslah için Hûd (A.S.) ı gönderdi. Onlar davete icabet et­medikleri cihetle azaba müstehak oldular. Allahü Tealâ üç sene rahmetlerini kesti, kaht-ı azîm oldu. O vakitler, mümin ve kâfir bir hacet dilemek üzere Mekke'ye giderek Cenab-ı Hakka dua edip hacetlerini istemek âdet olduğundan kavmin eşrafından yetmiş kişiyi intihab ederler. Onlar da kahtm izalesi için dua etmek üze-re Mekke'ye gelirler. O zamanda Mekke'nin sahibi Amâlika kavmi olup reisleri (Muaviye b. Bekr) idi. Ve Mekke'nin haricinde bu­lunuyordu. Muâviye'nin validesi kavm-i Hûd'dan olduğu cihetle müsafir gelenler dayı ve Muâviye yeğen gibi olduğundan kavm-i Hûd'un eşrafı mumaileyhe müsafir olurlar. Bir ay kadar onun nez-dinde müsafir kaldıktan sonra Mekke'ye gelip müptelâ oldukları kaht-ı azimden kurtulmaları için'duâ etmeleri üzerine üç bulut zuhur eder. Beyaz, kırmızı ve siyah. Onlar siyahını ihtiyar ederler. Allahü Tealâ ihtiyar ettikleri siyah bulutu gönderir. Beldelerinin üzerine gelince onlar rahmet yağacak zanniyle ferah ve sürür iz­har ederken Cenab-ı Hak o buluttan şiddetli bir rüzgâr halk eder ki, o rüzgâr cesîm olan Âd kavmini kavak ağacı devirir gibi yere devirir, kumlar altında kalırlar ve helak olurlar. İşte şu helakin sebebi; nebilerine adem-i iman ve adem-i itaatlarıdır.-Hûd (A.S.) da ehl-i imanla beraber Mekke-i Mükerreme'ye gelip âhir Ömrüne kadar Mekke'de karar eder.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran Nuh'la Hûd (A.S.) m dünyaya tulûu arasında sekiz yüz sene olup, kendisinin de dört yüz altmış dört sene muammer olduğu mervidir. [54]

 

Vacip tfealâ Hûd (A.S.) m kavmiyle vâki olan mübâhasele-rini ve akıbet iman etmeyenlerin helak olduklarını beyandan son­ra Salih (A.S.) in kavmiyle vâki olan mübâhasâtmı ve encamdı hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.

[Biz Semûd kavmine biraderleri Salih (A.S.) i peygamber olarak gönderdik. Salih (A.S.) kavmini tevhide davet zımnında dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Zira; sizin için Allahm gayrı hiçbir ma'bud yoktur.»]

[«Sîze muhakkak benim davamın sıdkına ve Allah'ın birliği­ne Rabbinizden hüccet ve şahit geldi.»]

[«İşte şu gördüğünüz deve size Allah'ı halk ettiği devedir ve benîm nübüvvetime alâmet ve mucizedir.»]

[«Deve Allah'ın size alâmeti ve benim nübüvvetime mucize olunca terkedin deveyi Allah'ın arzında istediği kadar ot yesin.»]

[«Deveye kötülükle dokunmayın.»]

[«Eğer deveye kötülükle dokunursanız sizi elem verici azap ahzeder» demekle kavmini irşada çalıştı.]

Yani; biz Semûd kavmine biraderleri Salih (A.S.) ı resul ola­rak gönderdik. Salih (A.S.) onlara hitaben dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin ma'budunuz yoktur. Benim davamın doğruluğuna delâlet eder Rabbinizden size bey-yine ve şahit olarak mucize geldi. İşte şu deve benim dâvamın sıdkını te'yid için Allah'ın halk ettiği mucizedir ve sizin için beni tasdike bir alâmet-i azîmedir. Binaenaleyh; bana iman ve Allahü Tealâ'ya itaat edin» demekle kavmini tevhide davet etti. Badehu devenin şanına riayeti tavsiye zımnında dedi ki, «Hâl böyle olunca terkedin nâkayı, Allah'ın arzından istediği yerden yesin ve sizin tarafınızdan nâkaya bir kötülük isabet etmesin. Eğer isabet ederse sizi azab-ı elîm ahzeder ve helak olursunuz» demekle vesâyâ-yı lâzımede bulundu. Fakat Semûd kavmi kelâm-i inad ve temerrüd-lerinden Hz. Salih'in nasihatim dinlemekten imtina ettiler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Semûd kavmi; Hicaz'la Şam arasında ikaamet eder bir kavimdir. (Semûd) isminde bir zatın evlâdından tecemmu' ve tekessür etmiş bir kavim oldu­ğundan kavm-i Semûd denmiştir. Yahut sakin oldukları beldele­rinde su az olduğu için Semûd denilmiştir. Çünkü Semûd; suyu az olan mahalle ıtlak olunur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Ad kayminin helakinden sonra onların makaamma Semûd kavmi kaaim olur. Nimetleri tekessür ettikçe isyanları tezayüd edip ıslaha muhtaç oldukları zaman Ce-nab-ı Hak Salih (A.S.) ı onlara resul olarak gönderdi. Salih (A.S.) kendi kabilelerinden olduğu için biraderleri denilmiştir. Bir bay­ram günü musallada Salih (A.S.) putları terkederek'Allaha ibadete davet edince muayyen bir taştan istedikleri veçhüzere bir deve çıkarırsa iman edeceklerine ahd-i kavî verdiler. Salih (A.S.) duâ buyurdu. Tayin ettikleri taş yarıldı ve bir deve çıktı. Salih (A.S.) «İşte şu istediğiniz devedir. Terkedin onu kendi haline, istediği yerde yesin ve kötülükle nâkaya dokunmayın. Eğer doku­nursanız helak olursunuz» demekle deveye riayet lâzım olduğunu beyan buyurdu.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran anası ve babası olmaksızın harikulade olarak deve taştan çıktığından ve bir gün su tamamen onun ve diğer gün kavmin ve hayvanlarının olup koca bir kabileye kâfi olan suyu bir devenin yalnız içmesi adetin hilafı olduğu ve suyu içtiği gün kavmin kâffesine yetecek kadar süt sa­ğılması ve nâkanın nöbeti olduğu gün gerek hayvanat ve gerek vuhuş cümlesinin suya gelmemesi gibi acâibât üzere müştemil ol­duğundan nâka, Salih (A.S.) dâvasını tasdik eder mucizesidir.

Deveye tazim ve teşrif için nâka Allahü Tealâ'ya muzaf kılın­mıştır. Zira;'sûr! ve manevî Allah'tan başka" mâliki yoktur ve Sa­lih (A.S.) in nübüvvetine Allah'ın hücceti olduğu için Allahü Tea­lâ'ya nispet olunarak Allah'ın devesi denmiştir. Harikulade olarak nâkanın zuhuru kudretullaha delâlet ve emr-i nübüvveti ispat cihetinden âleme delil ve alâmet olduğu halde Semûd kavmi re'yel-ayn müşahede ve kendi talepleri üzere zuhur ettiğinden Semûd'a alâmet olduğu beyan olunmuştur.

Salih (A.S.) «Deve Allah'ın, arz Allah'ın ve arz üzerindeki otlar da Allah'ındır. Terkedin Allah'ın devesini, ovasında istediği yerden yesin ve deveyi döğmek ve tardetmek gibi envâ'-ı ezadan birşeyle zararınız dokunmasın. Eğer dokunursanız azabı elîm sizi ahzeder, demekle devenin halini ve deveye karşı kavminin, vazi­fesini beyan ve tayin etti. [55]

 

Vacip Tealâ Salih (A.S.) in bakiye-i kelâmını hikâye etmek üzere buyuruyor.

[«Ey kavmim! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tea-lâ sizi Âd kavminden sonra yeryüzünü imar için halifeler kıldı.»]

[»Ve Allahü Tealâ sizi yeryüzünde iskân etti. Binaenaleyh; siz ovalarda köşkler yapar ve dağlardan evler yonar, içinde rahat edersiniz.]

[«Allahü Tealâ sizi iskân edip halife kılınca Allah'ın nimetle-* rini zikredin ve ifsad eder olduğunuz halde fesada sa'y etmeyin» demekle Salih (A.S.) sözüne hitam verdi.]

Yani; ey kavmim! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ sizi Ad kavminden sonra halifeler kıldı ve yeryüzünde sizi iskân etti. Binaenaleyh; siz yeryüzünün sahillerinden yaz günleri için köşkler bina eder ve kış günleri için dağlardan evler yonar ve evlerde vücudunuzu, emval ve eşyanızı muhafaza etmekle isti­rahat edersiniz. Şu halde Allah'ın size birbirini müteakip verdiği nimetlerini zikir ye şükrünü eda edin ki, nimetiniz ziyade olsun, devam etsin, siz malınıza, evlâdınıza, emtianıza ve akaarınıza mağ­rur olarak arz üzerinde eşedd-i fesad ile müfsid olduğunuz halde yürümeyin, fesadı terkedin» dedi.

Fahr-i Razî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran suhûI ile murad; ovalar ve ovalarda yaz günlerinde kasırlar yapıp, kış gün­lerinde dağlara çekilerek taşlardan evler yontmak ve oymak âdet­leridir. Yahut suhûIle murad; kolay mahallerden evler ya­parsınız demektir. Çünkü ev; kiremit ve kerpiçten yapılır. Gerek kiremit, ve gerek kerpiç arzın kolay olan mahallinden ahzolundu-ğundan arzın suhuleti nimet sırasında ta'dad olunmuştur. Herhan­gi manâ murad olunursa olunsun Semûd kavminin refahına ve dünyaca saadetlerine ve nimetlerinin kemâline vasıl olduğuna de­lâlet eder. Çünkü; cesîm ebniyeler ve köşkler her zamanda sia-i hâl ve refahlı bâl neticesidir. Fakir ve miskin bir kimse hiçbir zamanda yazlık ve kışlık köşkler yapamaz ve yaptıramaz, Bunla­rın yaptıklarını beyan etmek; vüs'at-ı hallerini beyan etmektir. Nimetin kesreti ekseriyetle fesada sebep olduğundan Cenab-ı Hak nimetlerini beyandan sonra fesâdâtı nehyetmiştir. [56]

 

Vacip Tealâ Salih (A.S.) m şu nesâyihine karşı kavminin ke­lâmlarım beyanetmek üzere buyuruyor.

[Salih (A.S.) m kavminden kendilerini büyük addeden ulu­ları zayıf addettikleri fukara güruhuna] ki;

[Kendilerinden iman eden kimselere.]

[«Siz bilir misiniz Salih (A.S.) Rabbisi tarafından gönderil­miş peygamber midir?» dedi.]

[Büyüklerinin bu sualine cevapta fukara güruhu «Biz Salih (A.S.) m irsal olunduğu ahkâma muhakkak iman ediyiciz ve ima­nımızda devam edeceğiz» dediler.]

Yani; kavm-i Salih'ten kendilerini büyük addeden ululan fa­kir ve zayıf olanlardan iman edenlere istihza tarîkıyla dediler ki, «Siz bilir misiniz Salih Rabbi tarafmdan gönderilmiş resulmüş?» Onların şu istihzalarına karşı hâlis müminler taharetti tıynet ve saffeti- akaaidlerinden nâşi «Biz muhakkak Salih'in irsal olunduğu dine ve o dinin ahkâmına iman ediciyiz demeleriyle kâfirlerin ke­lâmlarını reddettiler.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hak kâfirleri zem için müstekbir olduklarını beyan buyurdu. Ancak müminler, mütekeb-birler tarafından zayıf ve hakîr addolundukları için onların hakîr ve zayıf olmaları lâzım gelmez ve gayrın hakîr addetmesi onların zemmini mucip olmaz.

İmandan imtina* eden mütekebbirlerin «Salih'in resul olduğu­nu bilir misiniz?» sualine, zuafanm «Biz Salih'in irsal olunduğu ahkâma iman edicilerdeniz» demeleri cevap oldu. "Çünkü; Medâ-rik'te beyan olunduğu veçhile onların suâli «Salih'in risaletine ilminiz var mı?» demekti. Zuafânm cevaplarında «Biz iman ettik» demesi «Resul olduğunda şüphe yoktur. Zira; risaleti mucizesiyle sabit emr-i malûmdur. Ancak bahis iman vacip olup olmadığmda-dır. Biz imanın vacip olduğunu bildik ve iman da ettik. İmanımızı size haber veriyoruz» demekle kelâmlarını reddetmeleridir. [57]

 

Vacip Tealâ   zuafânm bu kelâmlarına   karşı mütekebbirlerin kelâmını beyanetmek üzere buyuruyor,

[Salih (A.S.) a iman etmekten kendilerini büyük addedenler zuafâya hitaben «Biz sizin iman ettiğiniz şeye küfredieiyiz» de­mekle Salih (A.S.) in risaletinin ma'lûm olduğunu reddettiler.]

Yani; tekebbür eden kâfirler müminlere hitaben «Sizin iman ettiğiniz Salih (A.S.) ve Salih'in getirdiği şeriata biz küfredieiyiz. Zira; bizim için risaleti tahakkuk etmediğinden bize iman vacip değildir» dediler. [58]

 

Vacip Tealâ; Kâfirlerin küfürlerini izhar edip iman etmeye ceklerini beyandan sonra mucize olan nâkaya tecavüzâtta bulun duklarım ve emr-i ilâhiden çıktıklarım ve akıbet helak oldukları­nı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Semûd kavmi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine itaattan çıktılar.] Ve Salih (A.S.) in (   Uj^öi     ) yani «Terkedin de­veyi hali üzere, yesin içsin» emrine muhalefetle tuğyan ettiler.

[Kavm-i Salih dediler ki, «Yâ Salih! Eğer dâva ettiğin gibi mürselîndensen vaad ettiğin azabı bize getir.»] İşte Semûd kavmi böyle demekle temerrüdlerini izhar ettiler.

[Onlar «Eğer resulsen getir bize azabı» deyince onları zelzele ahzetti.  Sabah vakti evlerinde her biri ölü olarak bulundular.]

Zira; onları şiddetli zelzele tuttu ve hepsini ihlâk etti.

Yani; kâfirler nâkayı itlaf ettiler ve Rablerinin emrinden çık­tılar ve dediler ki, «Yâ Salih! Eğer resullerdensen vaad ettiğin azabı bize getir.» Binaenaleyh; büyük azapla onları zelzele ahzetti. Hanelerinde sabah vakti yüzleri üzerinde cemâdât gibi herkes bu­lunduğu yerde hareketsiz, meyyit olduğu halde görülmüştür.

Kaazi, Hâzin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile Ad kavminin helakinden sonra Semûd kavmi onlara halef oldu. Bel­delerini imar ettiler. Semûd kavminin ömürleri uzun, dünyaya sa'ylm çok, yazlık, kışlık ebniyeleri ve konaklan müteaddid olup daima ucuzluk, bolluk ve refah-ı hâl üzere geçinmekteyken isyana ve yeryüzünü ifsada ve putlara ibadete başladılar. Onların ıslahına hacet messetti. Binaenaleyh; kendi kabilelerinden ve eşrafından Salih (A.S.) ı Allahü Tealâ resul gönderdi. Salih (A.S.) onları inzar etti. Mucize istediler. Ânifen beyan olunduğu veçhile tayin et­tikleri taştan mucize olarak deve zuhur etti ve derhal büyüklükte kendi gibi bir yavru bodladı. Salih (A.S.) bulundukları beldenin suyunu birgün ahalinin diğer gün devenin olmak üzere nöbete bağ­ladı. Deve yavrusuyla beraber yaz günlerinde dağlarda yüksek mahallerde otlar ve ahalinin hayvanları derelerin içine sıcak ma­hallere firar eder. Kıg günlerindeyse derelerin içinde sıcak mahal­lerde otlar, ahalinin hayvanları soğuk dağ başlarına firar eder. Halk bu hâle tahammül edemeyerek deveyi itlafa karar verdiler ve cümlesinin rızasıyla (Kıdar) isminde bir kimse maiyetinde sekiz kişi daha olduğu halde deveyi öldürdüler ve etini taksim et­tiler. Yavrusu kaçtı ve bir dağda kayboldu, bir türlü bulamadılar. Salih (A.S.) «Üç günü gözleyin; birinci günü yüzünüz sararır, ikinci günü kızarır, üçüncü günü siyahlanır, dördüncü gün azab-ı ilâhi gelir sizi ihlâk eder» dedi. Birinci gün azabın emmaresi olan yüzlerinin sararması zuhur edince Salih (A.S.) ı katletmek üzere aramışlarsa da bulamadılar. Dördüncü günü şiddetli sayhayla zel­zele oldu, cümlesi helak oldular.

Gerçi deveyi öldüren bazısıdır. Lâkin cümlesinin rızasıyla ol­duğu için deveyi itlaf mecmuuna isnad olundu ve cümlesi helak oldular. Çünkü ma'siyete rıza; ayn-ı ma'siyettir. Deveyi Öldürmeye cümlesi karar verdiklerinden hepsi helak olmuşlardır.

Salih (A.S.), onlarda emmare-i azap müşahede olununca mai­yetinde olan ehl-i imanla beraber Arz-ı Filistin'de (Remle) deni­len mahalli teşrif ettiler ve orada ehl-i imanla beraber istirahat ettiler. [59]                                                              

 

Vacip Tealâ azabın emmaresi zuhur edince Salih (A.S.) m kavminden i'razmı beyanetmek üzere buyuruyor.

[Semûd üzerinde emmâre-i azap zuhur edince Salih (A.S.) onlardan i'raz etti ve dedi ki, «Ey kavmim!. Allahü Tealâ hakkı için ben size Babbimin risaletini muhakkak tebliğ ve sizin için nasihat ettim ve hayır Öğüt verdim ve lâkin siz nasihat edenlere muhabbet etmezsiniz.] Halbuki sizin menfaatinizi size talim ettik­leri için nâsıhlara muhabbetiniz lâzımdır.» İşte Hz. Salih böyle demekle esefini izhar etti.

Salih (A.S.) m onlardan i'razı; emmâre-i azap zuhur edip he­lak vaki olmazdan evvel olmak ihtimali olduğu gibi helakin vuku­undan sonra olmak ihtimali dahi vardır. Çünkü; insanın esefinden ve kemâl-i tahassüründen nâşî bazı mevtaya dahi hitab etmesi âdetidir. Hattâ (Bedir) vakasında Resulullah'ın (Kalip) ismindeki kuyuya atılan müşriklerin reislerine hitaben «Ey müşrikler! Biz Rabbimizin bize vaadini hak, sabit ve vakıa mutabık bulduk. Siz de Rabbinizin size vaadini hak buldunuz mu?» buyurduğu ve ^azır olan ashab-ı kirama «Bunlar sizden ziyade işitirler, lâkin cevaba kaadir değillerdir» buyurduğu Beyzâvî'nin beyanatındandır. [60]

 

Vacip Tealâ Salih (A.S.) m kavmiyle vaki olan mübahasele-rini ve akıbet kavminin helakini beyan ettiği gibi Lût (A.S.) m kavmiyle vâki olan mübâhasâtını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Biz Lût'u resul olarak kavmine irsal ettik. Zikredin şol za­manı ki, o zamanda Lût, kavmine hitaben «Âlemlerden hiçbir kim­senin' sizi sebkedip sizden evvel işlemediği fahişeyi işlersiniz ve hiçbir kimsenin işlemediği bir fiil-i habisi nasıl işlemeye cür'et edersiniz ve siz telezzüz eder olduğunuz halde nisvanı terkedip elbette ricale mi kaza-yi şehvet eylersiniz? Bu size ar ve ayıp de­ğil midir? Hiçbir kimsenin ihtiyar etmediği habaseti nasıl ihtiyar edersiniz? Belki siz bir kav m-i müsriflersiniz» dedi] ki, «Fesadda ve hudud-u ilâhiyenin haricine çıkmakta haddini tecavüz etmiş, hava ve hevese ittibâ' etmişlerin ileri gidenlerinden ve helâli bı­rakıp haramı tecavüz etmişlerdensiniz» demekle kavmini tevbih etti ve kavmi de tevbihe şayandılar. Çünkü; Allahü Tealâ insanı halk ve şehveti tahmil etti ki, o şehvetle hikmet-i tenasül husul bulsun, âlem mamur olsun ve tenasülün bekaasını te'min için emr-i nikâhı meşru kıldı ve nikâh vasıtasıyla nisvânla intifâ'ı helâl ve ricali nisvana, nisvanı ricale raptetti ve her iki sınıfın kazâ-yı şeh­vet hususundaki ihtiyaçlarını yekdiğerinden te'min etmelerini emir buyurdu. Allah'ın helâl kıldığı nisvânı terkle helâl olmayan ve tab'-ı selimin kerih gördüğü ricale kazâ-yı şehveti ihtiyar etmek zulüm ve israftır. Zira; masrafı mevzi-i lâyıkınm gayra sarf ve haddini tecavüzdür.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile şehvet ten maksad; neslin bekaasıdır. Neslin bekaası; recülün nisvâna takarrubunda olup hilâfında olmadığından hilaf mı ihtiyar maksad-ı asli* olan tenasülü iptal ve hikmetin hilafını ihtiyar olduğundan hurmet-i kafiyeyle haram kılınmıştır. Hatta her hayvanda şehvetin hikmeti nev'inin bekaası olduğundan hiçbir hayvan erkeğinden kazâ-yı şehvet et­mez. A.ncak erkeği dişisinden kazâ-yı şehvet eder ki, nev'inin vakt-i merhûnuna kadar bekaasına halel gelmesin ve o yolda te­nasül hâsıl olsun.

Ekseriyetle livâtada faille mef'ul beyninde bir adavet-i azîme bakî kalıp azîm rnukaateleyi ve telef-i nefsi mucip olduğundan nüfus-u beşeriyenin bekaasına hizmet için halk olunan şehveti nü­fusun ifnasına sebep kılmak cinâyet-i azîme olduğu cihetle Cenab-ı Hak haram kılmıştır.

Kezâlik şehvet; ricalle nisvan beyninde ülfet ve muhabbete vesile ve o ülfet sayesinde büyük aileler ve mesâlih-i mühimmeler meydana getirmeye sebep kılınmışken şehveti ricale sarfla faille mef ul beyninde adavet-i azîme ve nev'-i insan beyninde, nefrete vesile kılmak şehvetin halk olunmasındaki hikmete muhalif ve bir­takım emraz ve a'lâma sebep olduğundan dahi haram kılınmıştır.

Çünkü; erhâm-ı nisvanda meniyi cezbedecek bir kuvvet vardır ki ricalin aletinden meniyi cezbeder. Meninin cereyan edeceği mahal­lerde bakiyesi kalmaz, yollan temizlenir. Binaenaleyh; maraza ve­sile olmaz. Amma ricalde meniyi cezbedecek kuvve-i cazibe olma­dığından livâtada meninin cereyan ettiği yerlerde bakiyesi kalıp marazı mucip olduğundan mazarrat-ı azîme vardır ve mecrada ka­lan bakiye birçok hastalıklar tevlid eder ve yalnız hastalık faile münhasır değildir. Zira; mefûlde meniyi sarfedecek mahal olma­yıp kalan menî taaffun ettiğinden bittabi' mecraları da ifsâd eder. Binaenaleyh; mefûlde de birçok hastalıklar tevlid eder. İnsanları bu gibi maddî ve manevî zararlardan vikaaye için Cenab-ı Hak livâta fiil-i kabinini haram kılmıştır.

Anifen beyan olunduğu veçhile maddî ve manevî birtakım fe­nalığa sebep ve hikmete muhalif olduğa cihetle Cenab-ı Hak neh-yedip haram kıldıktan sonra menhi olan bu fiili ihtiyar edenlerin âhirette azab-ı azîme dûçâr olacaklarında şüphe olmaz. Zira mu-harremât; Allah'ın korusudur. İzni olmaksızın bir hükümdarın korusuna giren kimse onun gazabına uğrar ceza görür de Allah'ın korusunu bozan kimse neden ceza görmesin? Hükümet marzîsine şiddetle muhalefet eden kimseyi idam eder de Allahü Tealâ mar-zîsinin hilâfına hareket edenleri neden ihlâk etmesin? Elbette ih­lâle eder ve umumiyetle bu gibi cinayetleri irtikâb eden milletle­rin münkariz olduğu da her zaman görülmektedir. [61]

 

Vacip Tealâ Lût (A.S.) in kavmine nasihatini ve onları tev bihini beyandan sonra kavminin cevabını beyanetmek üzere buyuruyor.

«Lût (A.S.) in kavmi Lût (A.S.) dan işittikleri kelâmı işittik­ten sonra cevaplan olmadı, illâ «Lût'u ve Lût'a iman edenleri kar­yenizden çıkarın. Zira; onlar birtakım kimselerdir ki habasetten tatahhur ve fevâhişten içtinab davasında bulunuyorlar. Bizimle beraber onların bir karyede bulunmaları münasip olamaz, çıksın­lar karyemizden, bir arada geçinemeyeceğiz. Gitsinler başka kar­yeye» demeleri cevap oldu. Habasetten feragat cihetine asla mey­letmediler. Binaenaleyh; biz Lût'a ve Lût'la beraber iman eden müminlere ve ehline necat verdik ve azaptan kurtardık. Ancak Lût'un haremi küfrüzere bakî kalıp karyelerinde helak olanlardan oldu. Zira; Lût'un zevcesi küfre sa'yedip kavminin ef'âline razı olanlardandı ve biz onlar üzerine çamurla ufacık çakıllardan ya­pılmış taşlar yağdırdık. Nazar et ki, mücrimlerin akıbetleri ne oldu!] Bu gibi kabayihi irtikâb edenlerin akıbetleri helaktir.

Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran ( J&b ) emrindeki hi­tap Resulullaha ise de lâkin murad; ümmetidir ki «Baksınlar, gör­sünler. Fiil-i fahişi ihtiyar edenlerin akıbetleri ne olduğunu bilsin­ler ve ibret alsınlar da bu misilli ef âlden içtinab etmelerine sebep olsun» demektir.

Lût'un haremi kâfire olduğundan kâfirlerle beraber kaldı* ve helak oldu. Ehli yle murad; iman edenler ve şâir evlâd ü lyâ-lidir.

Keyfiyet-i helaklerini Sure-i Hıcr'de Cenab-ı Hak tefsîlen be­yan buyurduğu için bu makamda helaklerinin keyfiyetine dair bahse lüzum görülmedi.

Lût (A.S.) m pederi (Hârân) ki İbrahim (A.S.) in biraderi­dir. Binaenaleyh; Lût (A.S.) Bâbil'den İbrahim (A.S.) la beraber hicret etti. İbrahim (A.S.) arz-ı Filistin'de ve Lût (A.S.) Ür­dün'de ikaamet etti. Karyesinin ismi Sedüm'dür. Allahü Tealâ Sedüm ahalisini ıslah için Lût (A.S.) ı meb'us gönderdi. Fakat ıslah olmadıklarından akıbet helak oldular. [62]

 

Vacip Tealâ Lût (A.S.) in kavmiyle olan hikâyesini beyan ettiği gibi Şuayb (A.S.) m kavmiyle vâki olan mübâhasatım ve nesâyihini dâhi beyanetmek üzere buyuruyor.

[Biz (Medyen) ahalisine biraderleri Şuayb (A.S.)'ı gönder­dik.]

[Şuayb (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavmim! AUahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin için bir ma'bud yoktur» dedi.] Ve nasihatına şunu da ilâve ederek dedi ki:

[«Muhakkak size Rabbinizden hakka delâlet eden deliller gel­di ve benim mucizemi gördünüz, sözüme inanıp iman etmeniz lâ­zımdır.»]

[»Hâl böyle olunca size nasihatim: Kilenin ve terazinin hak­kım verin ve noksan ölçüp tartmakla nâsm hukukunu almayın.»]

[«Ve nâsm hukukunu noksan vermeyin. Az ve çok nâsm hak­kını tamam verin.»]

[«Enbiya, şeriatlarıyla arzı ıslah ettikten sonra siz küfrünüz ve zulmünüzle yeryüzünü ifsad etmeyin.»]

[«Eğer müminseniz emir ve nehyolunduğunuz şeylerle amel sizin için hayırlıdır.»]

Yani; (Medyen) ahalisinin kilede ve terazide halkın hukuku­nu pâyiiriâl edip ileri gittikleri bir zamanda onları ıslah için bira­derleri ve ammizâdeleri Şuayb (A.S.) ı biz onlara gönderdik. Şu-ayb (A.S.) onlara nasihat tarîkıyla dedi ki, «Ey kavmim! Allahü Tealâ'ya ibadet edin. Zira; Allah'ın gayrı sizin ma'budunuz yok­tur. Ancak -ma'budun bilhak Allahü Tealâ'dır. Binaenaleyh; iba­detinizi Allah'a hasredin. Muhakkak benim nübüvvetimin sıdkına ve söylediğim sözün hak olduğuna sizi envâ'-ı lutûf ve keremiyle terbiye ve taltif eden Rabbinizden beyyine ve şahit geldi ve benim size resul olduğumu ispat etti. Şu halde sözümü dinleyin, davetime icabet edin. Kilede ve terazide çalarak nâsın hukukunu noksan vermeyin. Allahü Tealâ'mn beni göndermek ve şeriatını te'sis et­mekle arzı ıslah ettikten sonra siz ifsâd etmeyin. İşte şu Allah'a ibadet etmek, kileyi ve teraziyi tam ölçüp tartmak ve nâsın huku­kuna tecâvüz etmemek ve arzı ıslahından sonra ifsâd eylememek eğer sözüme inanırsanız sizin için hayırlıdır» demekle kavmine nesayihte bulundu.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile (Medyen) kabilesinin ismidir. Pederleri (Medyen)'e mensuptur. Medyen İbrahim (A.S.) m oğlu olduğu mervidir. (Medyen) o karyeyi bina ettiğinden onun ismiyle' müsemmâdır. Şuayb (A.S.) onların kabilesinden olduğu cihetle biraderleri denmiştir. Şu halde uhuvvet; neseptedir, dinde değildir.

Şuayb (A.S.) kavmine iptida cemi' enbiyâ şeriatlarında mu­teber ve üss-ül esas olan ibadet ve tevhidle emretmiş ve şirk ol­madığını beyan buyurmuştur. Çünkü; usul-ü itikadı tesis etme­dikçe furu-u a'mâlde fayda yoktur. Binaenaleyh; evvelâ usul-ü itikaddan bahsetmiş, ikinci merrede taraf-ı ilâhiden mucize gelip nübüvvetini beyyineyle ispat ettiğini beyan ederek davetine ica­betin vacip olduğunu beyan buyurmuştur.

Davetine icabetin vücubunu beyandan sonra kavminin müp­telâ oldukları terazi ve kilede hırsızlıktan nehiy ve gayrın huku­kunu tam vermelerini emretmiştir. Çünkü; enbiyâ-yı kiram üm­metlerine itikaad-ı hakkı beyan ettikten sonra kavmi envâ'-ı me-fâsidden hangisine ziyâde musir olmuşlarsa evvelemirde ondan nehyederler. Şuayb (A.S.) in kavminin müptelâ oldukları mefâsi-din en büyüğü terazi ve kile vasıtasıyla nâsm hukukunu sirkat ettikleri için usul-ü itikaadı beyandan sonra hukuk-u nâsı tam vermelerini emir ve nâsm hukukunu noksan vermekten nehyet-miştir. Şu nehiy; sirkat, gasıp, rüşvet, yol kesmek, ve hiyel ü de-sâişten herhangi nev'iyle olursa olsun gayrın malını almak husu­sunun cümlesine şâmildir. Zira; umum eşyada hukuka tecavüzden nehyetmiştir. Islahtan sonra arzı ifsaddan nehiy buyurdu ki, umur-u din ve umur-u dünya cümlesinde fesaddan nehyetmektir. Şuayb (A.S.) m tekliflerinin hulâsası; iki şeydir : Birincisi; hukuk-u ilâhiyeye tazım, ikincisi; Allah'ın kullarına şef­kat ve merhamettir. Esasen tekâlifin kâffesinin mercii bu ikidir ki, hukuk-u ilâhiyeyi ve hukuk-u nâsı muhafazadır. Çünkü; cemi' nâsa hayır îsâli bir kimse için mümkün değildir. Amma cemi' nâsı serden muhafaza etmek mümkün olduğundan Şuayb (A.S.) kav­mine «Nâsa hayredemedikleri gibi şer ve zarar da etmemelerini» tavsiye buyurmuştur. [63]

 

Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) m kelâmından bakiyeyi zikretmek üzere hikâye tarikıyla buyuruyor.

[Şuayb (A.S.) nasihatına devam ederek «Siz Allah'a iman eden kimseleri korkutur ve tarik-i ilâhiden meneder olduğunuz halde şeytan gibi her doğru yol üzerine oturmayın ve kutta'-ı ta­rik gibi iman edeceklerin yollarını kesmeyin.»]

[«Ve siz tarîk-i ilâhide eğrilik arar olduğunuz halde yollara oturup hâriçten gelecek ve iman edecekleri iğfal etmeyin ve din-i hakka itiraz" ve bana iftira etmekle Allahm kullarını Allah'ın yo­lundan saptırmayın.»]

[«Zikredin şol zamanı ki, o zamanda siz azdınız. Allahii Tealâ sizi çoğalttı ve çoğalmanız sizin için büyük bîr nimettir. Bu nimeti size ihsan eden Allahii Tealâ'ya ibadet ve dinine temessük edin.»]

[«Ve nazar edin, görün ki, müfsidlerin akıbetleri ne oldu?]

Zira; ifsadda devam ederseniz sizin de müfsidlerin akıbetine uğ­rayacağınızda şüphe yoktur» demekle kavmini ıslaha ve doğru yola irşada çalıştı.

Yani; Şuayb (A.S.) kavmine nasihatta dedi ki, «Din ve dünya tarîklarından her tarîka ve din-i hakka iman etmek isteyen kim­seyi tehdid ve tarîk-i ilâhiden men* ve tarîk-i ilâhiye eğrilik nis­pet eder olduğunuz halde oturup herkesin yolunu kesmeyin. Zik­redin şol zamanı ki, sizin adediniz azdı. Allahü Tealâ çok evlât vermek ve fakr-ı hâlinizden sonra servet ve zilletinizden sonra iz­zet vermekle her cihetten sizi teksir etti. Şu halde kılletinizden sonra kesret verdi. Binaenaleyh; Allah'ın nimetlerine şükredin ve nazar edin, görün ki müfsidlerin akıbeti ne oldu? Onlardan ibret alm, fesad etmeyjn» demekle kavmine nasihatta bulundu.

Fahr-i Razi ve Kaazi'nin beyanlarına nazaran suratla murad; tarîk-t hak ve tarik-z dindir.    Çünkü; kavm-i Şuayb yol üzerine otururlar, gelip geçicüeri veyahut Şuayb (A.S.)'ı ziyaretle iman etmek murad eden kimseleri iman etmekten ve müşarünileyhin şerefiyle müşerref olmaktan tehdid ederler, korkuturlar ve tarîkti hakka sülük edecekleri men'le, din-i hakkı kabul edecekle­rin zihnine şüphe ilkaa ederlerdi. Şuayb (A.S.) bunların cümle­sinden nehyetmek üzere «Şu umur-u selâsenin —halkı ızrar— la korkutmak, yahut iman edecekleri men' veya nâsm zihnine tarîk-ı hakka dair şüphe ve şek ilkaa etmek suretlerinden birisiyle meşgul olduğunuz halde tarîk üzerine oturup halkı idlâl ve ızrar etmeyin ve şeytan gibi ehl-i imanın yolunu kesmeyin ve nâsa (Bu sülük edeceğiniz din eğri bir yoldur, bu yol sizi sâha-ı selâmete çıkara­maz) demekle halkın zihnini iğfal etmeyin» buyurmuştur.

Bundan sonra Şuayb (A.S.) Allah'ın onlara vermiş olduğu ni­metlere işaretle şükre davet etti. Çünkü; azken çoğalmak, evlâd, emval ve etbâ'la olup bunlarm cümlesi nimet kabilinden olduğun­dan Şuayb (A.S.) tekessür ettiklerini nimet sırasında ta'dad bu­yurmuştur. Zira; Medyen ahalisi tamamen cedd-i âlâları Med-yen'in neslindendirler. Medârik'te beyan olunduğuna nazaran İbr rahim (A.S.)'ın oğlu Medyen, Lût (A.S.) in kerimesini tezevvüc eder. Allahü Tealâ nesillerine bereket verir ve büyük bir kabile olur. Şu halde «Azken Allahü Tealâ sizi çoğalttı» demek; «Evlâd ve ensâlinize bereket verdi, hattâ bir ana ve bir babadan büyük kabile oldunuz» demektir. Yahut «Fakirken sizi zengin ve zayıf­ken kavî kıldı» demektir. Yahut «onların âdetleri, yol keserler ve gelip geçenleri soyarlardı. Şuayb (A.S.) «Yol üzerine oturmayın» buyurmakla kat'-ı tarik etmekten menetmek istedi.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran ehl-i Medyen öşür­cü olup yol üzerinde emvâl-i nâstan öşürlerini zulüm ve taaddiyle cibâyet ederlerdi. Şuayb (A.S.) onları birtakım taaddiyle yol üze­rinde cibâyetten nehyetmiştir. Şu manâlardan manâ-yı evvel karib ise de her cümlesine hamletmekte bir mâni yoktur. Zira; lâfzın cümlesini murad etmeğe müsaadesi vardır. [64]

 

Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) in nesayihinden sonra kavmini teh­did ettiğini beyanetmek üzere alâtarîkilhikâye buyuruyor.

[Eğer sizden bir taife benim irsal olunduğum dine ve şeriata iman eder ve diğer bir taife iman etmezlerse Allahü Tealâ bizim beynimizde hükmedinceye kadar sabredin. Halbuki Allahü Tealâ hâkimlerin hayırlısıdır.] Zira; hükmünde zulüm ve gadir, cevr ü cefâ olmaz. Binaenaleyh; m.ümin-i takiyyi derecât-ı âliyâta terfi ettirir ve kâfir-i şakiyi envâ'-ı ukuubâtla ta'zîb eder.

Yani; ey Medyen ahalisi! Siz benim risaletimde ihtilâf eder, iki fırka olsanız, bir fırka bana iman ve risaletimi tasdik ve diğer bir fırka tekzip ve risaletimi inkâr ederse Allahü Tealâ beynimizi fasledip hükmedinceye kadar sabredin. Zira; Allahü Tealâ hâkim­lerin hayırlısıdır. Çünkü; hükmünde zulmolmaz ve adalet-i mah-zolur. Binaenaleyh; müminleri nusretle azîz ve kâfirleri ihlâkle ze­lil kılar.

Allahü Tealâ'dan başka hakikatta hâkim yoksa da mecazen bazı eşhasa hâkim denildiği için hâkimlerin hayırlısı denmiştir. Allahü Tealâ'nın hükmü yle ımırad; muhik, olanlara nusret. müpttl olanlara zilletle hükümdür.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran bu âyet ehl-i imanı terğib. ve ehl-i küfrü tehdiddir. Yoksa küfrüzere sabırla emir de­ğildir. Şu halde manâ-yı nazım: [Ey kâfirler! Madem ki küfürde ısrar edip akıbetini düşünmüyorsunuz. Sabredin sizin göreceğiniz var, görürsünüz. Ey müminler! Siz de kâfirlerin ezalarına sabre­din, akıbet selâmet sizindir] demek olur. [65]

 

Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) m kavmine irad ettiği nesâyihi ve nasihatini kabul etmedikleri surette tehdidâtıni beyandan sonra kavminin kelâmlarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şuayb (A.S.) m kavminden nefislerini büyük addeden ulular Şuayb (A.S.) a hitaben «Yâ Şuaybî Biz seni ve şeninle beraber bulunup sana iman edenleri elbette karyemizden çıkarırız veyahut siz bizim milletimize rücü' edersiniz. Bu ikiden birisi elbette ola­caktır.» demeleri üzerine Şuayb (A.S.) «Biz sizin dininize avdeti kerih gördüğümüz halde dahi milletinize iade eder misiniz?» dedi.]

Yani; Şuayb (A.S.) in davetine ve envâ'-ı nesâyih ve mevâ-ızına karşı kavminin ileri gelenleri ve imandan istikbar eden eş­rafı dediler ki, «Yâ Şuayb!   Bizim için başka çare yoktur, illâ iki çare vardır: Birincisi; elbette biz seni ve sana iman edip seninle beraber bulunanları kerhen ve cebren karyemizden çıkar­mak ve nefyetmektir. Zira; burada bulundukça rahat durmuyor ve bizim zihnimizi teşviş ve rahatımızı ihlâl ediyorsunuz. Köyü­müzden sizi çıkarmalıyız ki, biz rahat edelim. İkinci çare; elbette siz bizim milletimize avdet etmelisiniz. Velhasıl ya dini­mize dönmeli veyahut bu karyeden gitmelisiniz» demekle Şuayb (A.S.) ve sair ehl-i iman hakkında besledikleri fikirlerini tama­men meydana koyunca Şuayb (A.S.) dedi ki «Biz sizin dininizi evvelden beri çok kereler gördüğümüz halde dahi milletinize iade­ye sa'yeder misiniz? Biz sizin dininizi batıl addedenlerdeniz. Nasıl oluyor ki, bize dininize avdeti teklif edersiniz?» demekle avdet etmek ihtimali olmadığını beyan etmiştir.

Beyzâvi ve Hâzin'in beyanları veçhile Şuayb (A.S.) a iman edenler evvelce onların dininde olduklarından onlarla Şuayb (A.S.) ı birlikte addederek dinlerine avdet teklif etmişlerdir, yok­sa Şuayb (A.S.) onların dininde bulunmamıştır. Çünkü; enbiyâdan hiçbir nebiden küfür sâdır olmamıştır. Yahut avdetin manâsı; inti­kaldir. Yani «Dinimize intikaal edersiniz» demektir. Yahut Şuayb (A.S.) nübüvvetini izhar etmezden evvel dinini onlardan ihfâ et­tiğinden onlar Şuayb (A.S.) ı kendi dinlerinde zannettiklerine binaen «Dinimize avdet edersiniz» demişlerdir. Yahut Şuayb (A.S.) in bunların dininde olmadığını bilirlerdi, lâkin rüesâ, avâm-ı nâsa Şuayb (A.S.) m evvelden kendi dinlerinde olduğunu göstermek ve zihinlerini teşviş etmek için «Dinimize avdet eder­siniz» demişlerdir.

Kâfirlerin maksad-ı aslileri; Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile dinlerine avdet etmektir. Karyelerinden ihraç ve nefyet­meyi bikirden maksatları; icbar ve ikrah suretini iltizamdır. Bina­enaleyh; Şuayb (A.S.) bu cihetine cevap vermemiştir. Çünkü; maksad-ı asli olmadığından cevaptan müstağni addetmiştir.

İsm-i alemîsiyle nida ve tasrih; tehdidlerini ikaa muktedir olduklarını iş'âr ve Şuayb (A.S.) ı tahkir içindir. Şuayb (A.S.) kavmine iki cihetle cevap verdi Birincisi; evvelden beri dinlerini kerih gördüklerini ve kerih gördükleri dine intikaal et­mek ihtimali olmadığını ve kerhen müminleri dinlerine ithal etseler dahi kerhen    duhulün faydası olmayacağını    beyan buyur­muştur. [66]

 

Vacip Tealâ    Şuayb (A.S.) in ikinci    cevabını beyan etmek üzere alâtarikilhikâye buyuruyor.

[Allalıü Tealâ sîzin mîlletinizden bize necat verip kurtardık­tan sonra eğer biz sizin milletinize avdet edersek Allahü Tealâ üzerine yalan olarak muhakkak iftira etmiş oluruz.]

[Halbuki bizim için sizin milletinize avdet etmek sahih olmaz. İllâ rabbimiz olan Allahü Tealâ'nın milletinize avdetimizi murad etmek vakti müstesnadır.] Zira; Allahü Tealâ bizi envâ'-ı lutfuyla terbiye eden rabbimiz olduğu cihetle onun iradesine tâbiiz, harice çıkamayız.

[Zira; Rabbimizûı ilmi herşeye vâsi'dir.] Binaenaleyh; eğer Sizin dininizde hayır olsaydı bize emrederdi, halbuki emretmedi. Şu halde dininizde hayır yoktur ki, biz avdet edelim.

[Biz ancak Allah'a itimad ederek cümle umurumuzu ona tef­viz ettik.] Binaenaleyh; emrinden dışarı çıkamayız.

[Ey bizim itabbimiz! Bizimle kavmimiz beynini hakka mukaa­rın olarak sen fethet ki, haklı ve haksız meydana çıksın. Zira; sen fâtihlerin hayirlısısm.] demekle, Şuayb (A.S.) Cenab-ı Hakka ni­yaz etti.

Yani; Şuayb (A.S.) in kavmi Şuayb (A.S.) ı ve müminleri kendi milletlerine avdet etmelerini teklif edince Şuayb (A.S.) on­ların avdet teklifini reddettikten sonra dedi ki, «Allahü Tçalâ bize edyan-ı bâtıla ve bilhassa sizin milletinizden necat verip din-i hakkı bize ilham ettikten sonra eğer biz sizin milletinize avdet edersek, Allah'a iftira ve kendi indimizden yalan söylemiş oluruz. Zira; sizin dininizin bâtıl ol'duğunu biz bildik. Bizim için sizin mil­letinize rücû' etmek ve dininize dahil olmak caiz olmaz. İllâ Allahü Tealâ duhulümüzü meşiyet eder ve helakimizi murad buyurursa o zaman irade-i ilâhiyede hulf olmaz, biz dininize dahil ve helak oluruz. Zira; Rabbimizdir, meşiyetine muti' ve münkaadız. İlmi herşeyi ihata etti, vâsi'dir. Binaenaleyh; cümle umurumuzu ona tefviz eder, emr-i ilâhisinden harice çıkmayız. Ey bizim Rabbimiz! Kavmimizle bizim beynimizi hakla fethet. Zira; sen fâtihlerin ha-yirlısısın.»

Şuayb (A.S.) kavminin milletinde ve dininde olmadığı halde kendine iman eden müminlerden ayrılmamak için «Sizin milleti­nizden bize necat verdi» buyurmuştur. Çünkü : iman eden mümin­ler onların milletinden iken Allahü Tealâ onları hidayette kılıp ne­cat verdiğinden kendini de müminlerle beraber addederek «Allahü Tealâ bize necat verdi» demekle müminlerin kalplerini tatyib et­miştir. Yahut Fahr-i Râzi'nin beyanz veçhile, kâfirler Şuayb (A.S.) ı evvelce kendi dinlerinde zannettiklerine binaen «Bize si­zin dininizden necat verdi» demiştir ki «Sizin zu'm-u bâtılınıza na­zaran» demektir. Yahut «Sizin dininizden necat verdi» demek «Bize sizin dininizin kubhunu ve fesadını bildirdi» demektir. Vel­hâsıl hangi manâ murad olunursa olunsun Şuayb (A.S.) in onların dininde olmadığını beyan eder.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kavlinde ulemanın ihtilâfı varsa da esah olan onların şeriatları, şeriat-ı Şu-ayb (A.S.) la mensuh gibi olduğundan «Bizim için sizin dininize dahil olmak sahih olmaz. Zira; bizim indinizde dininiz bâtıldır. Amma bazı ahkâmını Allahü Tealâ neshet'mez de nesholunmayan ahkâmına bizim avdet etmemizi ve 9 ahkâmla amelimizi emreder ve irade buyurursa avdet eder onunla amel ederiz. Çünkü; neshet-mek ve ibkaa eylemek Allah'ın elinde» demektir.

Şuayb (A.S.) kavminin ' inadını ve küfrüzere ısrarlarını gö­rünce imanlarında me'yus olarak Cenab-ı Hak'tan tarafeynin hal­lerine muvafık hükmetmesini istirham etmiş ve Cenab-ı Hakkı fâtihlerin hayırlısı olduğunu izharla meth ü sena buyurmuştur.

Bu duadan maksadı; kâfirlere azabın nüzûlüyle muhikle mub-tıl beyinleri tefrik olunmak ve zâlimlerin zulmüne nihayet veril­mektir. Çünkü zulme rıza; zulüm olduğundan zulmün ref i her za­man vaciptir. [67]

 

Vacip Tealâ Şuayb (A.S.) in cevabım beyandan sonra kavmi­nin temerrüdlerini ve müminlerin fukarasını tehdict ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor,

[Şuayb (A.S.) in kavminden büyükleri «Allah'a yemin ederiz ki, eğer siz Şuayb'a ittibâ* ederseniz elbette ittibâ' ettiğiniz takdir­de zarar edenlerden olursunuz» dediler] ve bu sözleriyle avam ta­bakasını tehdid ettiler.

[Küfürlerinde ısrar edince onları zelzele ahzetti. Derhal sabah vakti evlerinde ölü oldukları halde bulundular.] Zira; şiddetli sadâ ile zelzele onları ihlâk etti.

[Onlar şol kimseler ki, Şuayb (A.S.) ı tekzib ettiler. Keenne hanelerinde asla sakin olmamış gibi mahvoldular.]

[Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler dünyâ ve âhiret zarar edici­lerden oldular.]

Yani; Şuayb (A.S.) in kavminden kâfir olan ulu ve büyük tanıdıkları kimseler Şuayb (A.S.) a iman eden fukara-yı müsli-mîni tehdid etmek üzere dediler ki, «Allahü Tealâ'ya yemin ede­riz ki eğer siz Şuayb'a ittibâ' eder ve sözünü dinlerseniz muame­lâtınızda ve uraur-u din ve dünyanızda zarar görücülerden olur­sunuz. Çünkü; kilede ve terazide sirkat edeceğiniz şey zayi oldu­ğu gibi dolu ve tam verdiğinizde elinizdeki malınız dahi zayi olur, zarar edersiniz. Binaenaleyh; Şuayb'a tebaiyet etmeyin» demekle fukara-yı müminini din-i Şuayb'dan tenfir etmek istediler.

Küfürlerinde ısrar ve gayrı idlâl etmekten feragat etmeyince kahr-i ilâhiye müstehak oldular. Binaenaleyh; onları büyük sadâ ile zelzele ahzetti. Sabah vakti herkes kendi dairelerinde Ölü ola­rak bulundular, Şol kimseler ki Şuayb (A.S.) ı tekzib ettiler ke­enne onlar evlerinde, köylerinde asla sakin olmamış ve zamandan hiçbir zamanda.o karyeye müsafir bile olmamış gibi mahv ü mün-deris oldular, asla eserleri kalmadı. Belki Şuayb'ı tekzib edenler ancak zarar, edici oldular ve zarar onlara münhasır oldu, yoksa «Zarar edersiniz» diyerek tehdid ettikleri müminlere asla zarar tecavüz etmedi.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyet (Medyen) ahalisinin yalnız Şuayb (A.S.) a iman etmemekle hâsıl olan dalâlleriyle ik­tifa etmeyip belki gayrı idlâle tasaddi ettiklerine delâlet eder. Çünkü; Hz. Şuayb'a iman edenleri tehdid etmeleri gayrı idlâle sa'yettiklerini beyandır.    Kavm-i Şuayb üzerine vâki olan azap;

Allahm vücuduna ve Fâil-i Muhtar olduğuna ve azap onun hal­kıyla olup tabiat veyahut ay ve güneş ve sair yıldızlar vasıtasıyla olmadığına delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; tabiat veyahut ecram-ı felekiyeden bir cirimle olmuş olsaydı muhikle mubtıl bey­ni fark olmaz, hepsine birden nazil olurdu. Halbuki bir karyede oldukları halde âsîlere nazil oldu, müminler selâmette kaldı ki, Vacip Tealâ muhikle mubtılı bilir. Binaenaleyh; elbette muhikka necat vermiş ve mubtılı helak etmiştir.

Şuayb (A.S.) ı tekzib edenlerin mezelletlerinin azametine işaret için Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler tekrar zikrolunmuştur. Çünkü fezâhatı ve şenaati azîm olan şeyi tekrar tekrar zikretmek Arab indinde âdettir ki ibrete vesiledir. Meselâ; zâlim bir kimse­nin mezâlimini beyan hususunda «Senin kardeşin bize zulmetti, senin kardeşin bizim malımızı aldı, senin kardeşin bizim namu­sumuza tecavüz etti» demek Arap muhaveresinde carî olduğu gi­bi belki her lisanda da carîdir. Binaenaleyh; Şuayb (A.S.) ı tek­zipleri pek büyük cinayet olduğundan bu âyette Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler için «Keenne beldelerinde ikaamet etmemiş gibi münkariz oldular ve Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler zarar edici ol­dular» denilmiştir.

Kâfirler «Şuayb (A.S.) a tâbi olanlar haşirlerdir» demişlerdi. Cenab-ı Hak tâbi olmayanların hâs ir olduklarını beyan buyur­muştur.

Şuayb (A.S.) ı tekzib iki türlü cezayı icab ettiğini beyan içirt tekzibin iki defa zikrolunduğu Feth-ül Beyan'ın beyanatmdandır. Zira cezanın biri; helak olmaları, diğeri ise zarar görmeleridir. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin Şuayb (A.S.) a ve müminlere «Sizi elbette karyeden çıkarırız» dediklerine ceza ola­rak karyelerinde hiç sakin olmamış gibi helak oldular ve karyele­rinden bir daha gelmez bir halde çıktılar. İkinci sözleri «Şuayb (A.S.) a iman edenler hâsir olur» demişlerdi. Bu sözlerine bedel olarak kendilerinin hâsir oldukları beyan olunmuştur.

Hulâsa; Hz. Şuayb'ın kavminin reisleri avam tabakasına «Eğer siz Şuayb'a tâbi olursanız zarar görürsünüz» dedikleri ve bu söz­leri üzerine zelzeleyle helak olup sabah vakti evlerinde ölmüş bu­lundukları ve Şuayb (A.S.) ı tekzib edenler de keenne hanelerinde hiç sakin olmamışlar gibi eser-i hayat görülmediği ve onların bütün zarar ettikleri bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [68]

 

Vacip Tealâ ,Medyen   ahalisinin   helakinden   sonra   Şuayb (A.S.) m i'razım ve esefini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Medyen ahalisi Şuayb'(A.S.) in nasihatini kabul etmeyip davetine icabet etmedikleri cihetle azab nazil olunca Şuayb (A.S.) onlardan yüzünü döndü ve i'raz etti ve dedi ki »Ey kavmim! Mu­hakkak ben size Rabbimin ahkâmını mutazammın risaletlerini tebliğ Ve sizin menfaatinizi mutazammın nasihat ettim, kabul et* mediniz. Kâfir olan kavim üzerine ne acayip hüznediyorum!» ] demekle kavminin söz dinlemeyip helak olduklarına hüzn-ü şe­didini izhar etti.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Şuayb (A.S.) in bu kelâmı azabın nüzulünden evvel azap emmâreleri göründü­ğünde olmak ihtimali olduğu gibi azabın nüzulünden ve kavmin helakinden sonra söylemek ihtimali de vardır.    Her iki ihtimale nazaran bu kelâmı hüzün için irad etmiştir. lâfzı istif-ham-ı inkârt olduğuna nazaran kelâmının evvelinde esefini izhar ve âhirinde esefini inkâr etmiştir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Şuayb (A.S.) azabın, nüzulüne emmâreler görününce kavminden iraz etti ve onlara dedi ki «Ey kavmim! Rabbimin risaletlerini size tebliğde ve nasihatta ben kusur etmedim ve lâkin siz dinle­mediğiniz için başınıza bu haller geldi. Ben kâfir bir kavim üze­rine nasıl esef ederim, elbette esef etmem. Zira; hüzne değmez. Küfürleri sebebiyle nazil olan azaba müstehaklardır] demek olur. Şu halde Şuayb (A.Ş.J bu kelâmıyla nefsini ta'ziye etmiştir. Eğer istifham manâ-yı hakîkîsinde ve taaccüp manâsını mutazammın olursa manâ-yı nazım: [Bunlar nasihat kabul etmediklerinden kâ­firlerdir. Kâfir oldukları halde kâfirler üzerine ben ne acayip hüz-nederim!] demektir. Hüznettiği surette hüznünün sebebi kavmin kesreti ve aralarında birçoklarının Şuayb (A.S.) a karabetleri ve mücâveretle hasıl olan ülfet ve ünsiyetleridir.

Tefsir-i Taberi ve Nisaburî'de beyan olunduğu veçhile şiddetle hüznetmek manasınadır. Şu halde demek «Sizin gibi nasihat dinlemeyen ve küfürde ısrar eden kavm-i kâ­fir üzerine ben ne acaip şiddetli hüznederim!» demektir. [69]

 

Vacip Tealâ enbiya-yı kiramın ve ümmetlerinin bazı ahvali­ni beyan buyurduysa da ümmetleri üzerine nazil olan azap yalnız onlara mahsus olmayıp her zaman carî olan âdet-i ilâhiyeden ol­duğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz karyelerden bir karyeye enbiyadan bir nebi gönderme­dik, illâ o karye ahalisini nebiyi tekzib ettiklerinden dolayı kaht u gala, fakr u faka, ilel ü emrazla muahaze ettik ki, onlar bize tazarru ve niyaz etmekle emrimize inkıyad etsinler.]

[Biz onları birtakım belâya île müptelâ kıldıktan sonra on­ların mihnetlerini rahata ve marazlarmı sıhhata tebdil ettik, hat­ta malları ve evlâtları çoğaldı.]

[Ve onlar darlıktan bolluğa çıkınca «Bizim babalarımıza da menfaat ve mazarrat dokundu. Binaenaleyh; iyilik ve kötülük za­manın icâbâtıııdan ve bu âlem-i mükevvenâtın âdâtmdandır, bize mahsus bir azap değildir» dediler ve görmüş oldukları şiddeti unuttular.]

[Onlar ıslah-i hâl etmeyip vukuattan ibret almayınca biz an­sızın azapla muâhaze ettik. Halbuki onlar azabın geleceğini bil­miyorlar.]

Yani; helak olan karyelerden hiçbir karyeye bir nebi gönder­medik, illâ o karye ahalisini resule iman etmediklerine binaen biz fakr u faka ve maraz gibi zarar ve elem verecek şeylerle onları ahzettik ki, tazarru ve niyaz etsinler ve emr-i ilâhiye imtisal et­melerine ve resullerine imana sebep olsun ve biz onları birtakım ihtiyaç ve sefalet ve sair mihan ve megakkatla müptelâ kıldıktan sonra o mazarratı menfaata ve meserrete tebdil ettik. Hattâ mal­ları ve nüfusça adetleri çoğaldı ve dediler ki, «Bizim babalarımıza da bu gibi şiddet ve- mihnet, mazarrat ve meserret muhakkak isa­bet etmişti. Bu bize mahsus bir hâl değildir. Zira zamanın âdeti; bazan gına, bazan fakr, bazan sıhhat, bazan hastalık, bazan kıtlık ve bazan ucuzluk olarak deveran etmektir. İnsanlar üzerinde böy­le şeyler eksik olmaz» demekle vukuatı isyanlarına nispet etme­diler, belki icâbât-ı zamandan addettiler. Şu minval üzere küf-ran-ı nimet edip tevbe ve istiğfar etmeyince biz onları bilmedik­leri halde füc'eten azapla muâhaze ettik ki, onların haberleri ol­madı. İşte kavm-i Şuayb gibi Mekke ahalisinde de evvel kıtlık, sonra ucuzluk cereyan etmişse de bunlar da mütenebbih olma­mışlardır.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile »Mazarrat ve menfaat bizim babalarımızı messetmişti» demekten maksatları «Böyle şeyler za­manın âdetidir, taraf-ı ilâhiden bize ukuubet değildir» demek is­tediler ve Allahü Tealâ'nın onlara evvel şiddet ve sonra vüs'at ta-rikıyla yapmış olduğu tenbihten mütenebbih olmadılar ki, taraf-ı ilâhiden verilen müsaade ve mühletten istifade edemediler.    Bu gibi insanların taraf-ı ilâhiden verilen müsaadeden alelekser isti­fade etmedikleri görülmektedir.

Tefsir-i Taberîlde beyan olunduğu veçhile : [Biz onların mazarratlarını menfaata tebdil ettik, hatta malları ve evlâtları çoğaldı] demektir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile «Nebi gönderdiği­miz karyeyi şiddetle ahzettik» demek «Nebiyi tekzib eden karyeyi ve karye ahalisini ihlâk ettik» demektir. Şu halde bu âyette küf-far-ı Kureyş'i tehdid vardır ve eğer Resulullah'a iman etmezlerse ahzolunacaklarına işarettir ve muahaze de olundular. Hatta küf-rüzere ısrar ve Resulullah'a adavette devam edenlerin hepsi helak oldular ve izzetleri zillete ve rahatları mihnete tahavvül etmiştir. [70]

 

Vacip Tealâ isyan ve temerrüd edenleri füc'eten ihlâk etti­ğini beyandan sonra ihlâk olunan karyeler ahalisi iman etmiş ol­salardı helakten kurtuldukları gibi birçok hayra nail olacaklarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer helak olan âsî karyeler ahalisi Allah'a ve kitaplarına ve rusül-ü kirama iman ve mahârimden ittikaa etmiş olsalardı on­lar üzerine semâdan yağmurlar inzal etmek ve yerden otlar bitir­mekle bereket kapılarını açardık ve lâkin onlar rusül-ü kiramı tekzib ettiler. Biz de onları kesbettikleri ma'siyet sebebiyle ihlâk ettik.]

Yani; nebilerine iman etmediklerinden dolayı ihlâk ettiğimiz karyeler ahalisi gönderdiğimiz nebilere iman ve tebliğ ettikleri ahkâmı kabul ve bilumum Allah'ın    nehyettiği şeylerden içtinab etmiş olsalardı biz onlar üzerlerine semâdan rahmetler inzal et­mek ve yerden otlar bitirmek suretiyle berekâtın kapılarını açar­dık. Lâkin onlardan maksud olan imanı yerine getirmediler, belki tekzib ettiler. Binaenaleyh; biz onların kesbettikleri günahları se­bebiyle ahzettik.

Tefsir-i Hâzin'de. beyan olunduğu veçhile berekât-ı semâ; yağmur ve berekât-ı arz; otlar, meyva-lar, hububat, yeryüzünde hâsıl olan envâ'-ı hayrat, hayvanat ve sair erzak ve emniyet ve selâmettir. Çünkü; bunların cümlesi fazl-ı ilâhi ve ihsan-ı sübhanîdir. Dilediği kulları üzerine Allahü Tealâ ihsan eder ve âsî olan kavmi bu gibi bereketlerden ve bil­hassa emniyet ve selâmet gibi rahat ve nimetlerden mahrum eder ki, mütenebbih olsunlar.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile berekât-ı feth in ma­nâsı; ehl-i iman üzerine envâ'-ı hayratı tevsi' ve her taraftan men­faat îsâl etmektir. Fakat bihakkın imanın muktezâsını yerine ge­tirmek şarttır.

Hulâsa; iman ve ittikaa edenlerin bereket-i ilâhiyeye ve şe-râit-i imana riâyet ettikleri surette refah ve saadete, emniyet ve selâmete nail olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir. [71]

 

Vacip Tealâ ümem-i sâlifenin helaklerini ve üzerlerine nazil olan azabı beyan ettiği gibi kâfirleri ve bilhassa küffar-ı Kureyş'i tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Birçok karyeler ahalisini ihlâk ettikten sonra mı elyevm mevcut olan karyeler ahalisi uyur oldukları halde gece vakti bi­zim azabımızın gelmesinden emin oldular.]

[Bu kadar vukuatı duyduktan sonra mı o karyeler ahalisi oynar oldukları halde onlara bizim azabımızın kuşluk vakti gel­mesinden emin oldular ve neden bildiler onlara kuşluk vakti aza­bın gelmeyeceğini?]

[Onlar hâdisât-ı âlemi düşünmezler mi ki Allah'ın onlara is­ti dr a c olarak verdiği nimetlere emin oldular?]

[Allah'ın mekrinden emin olmaz, illâ dünyevî ve uhrevî za­rar eden kavim emin olur.]

Yani; ümem-i sâlifeden birçok karyeler ahalisini ahzedip ih-lâk ettikten sonra uykuda oldukları halde bizim şiddetli azabımı­zın gelmesinden ehl-i kura emin mi oldular ki, nebilerinin nübüv­vetini inkârla küfürlerinde ısrar ediyorlar, bizim intikaamımızdan korkmazlar mı? Ümem-i sâlifeyi ihlâkimizden sonra ehl-i kura oynar oldukları halde kuşluk vakti bizim azabımızın şiddetlisi on­lara gelmesinden emin mi oldular? Ümem-i sâlifeye kuşluk vakti gelen azaplar hiç mi hatırlarına gelmedi? Neden emin olur ve ne­den bilirler ki ümem-i sâlifeye gelen azabın bir misli onlara gel­mesin? Bunların halleri aynıyla ümem-i sâlifenin halleri gibi ol­duğu halde onlara azap gelir de bunlara neden gelmez? Ehl-i kura azabın gelmesinden korkup tevhidi ikrar edip azaptan halâs ol­malı değil mi? Âsîlere azabın nüzulünden sonra mı Allah'ın istid-rac olarak verdiği metâ'-ı dünyaya emin oldular ve Allah'ın ver­diği nimetlere mi güvendiler? Allah'ın mekrinden emin olmaz, ancak dünyada ve âhirette zarar görücü ve husran-ı ebedî ve şe-kaavet-i sermedîye müstehak olanlar emin olurlar. Fakat bu em­niyetleri asla fayda vermez.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile istifham; inkârıdır. Kâfirlerin, Allah'ın gecede ve gündüzde azabının gel­mesinden emin olmuş ve her nevi' korkudan kurtulmuş gibi kü­fürlerinde ısrar etmelerini inkârdır. Şu halde ehI-i kura ile murad; Mekke ve havalisidir. Yahut bilumum ahaliyi tehdid ve maâsîden zecretmektir ki, insanlar için Allah'ın azabından ge­cede ve gündüzde ve hiçbir zamanda emin olmamak lâzım ve va­cip olduğuna tenbih ve tavsiyedir.

Vacip Tealâ azabın insanın gaafil olduğu zamanda geleceğine işaret için gecede uyku ve istirahat hallerini ve gündüzde kuşluk vakti umur-u dünyayla meşgul ve oynar oldukları hallerini zik­retmiştir. Umur-u dünya; lehviyât ve oyuncak olduğuna işaret için kuşluk vakti oynar olduklarını beyan buyurmuştur.

Beyzâvi, Feth-ül Beyan.ve Hâzin'in beyanlarına nazaran mekir ; hile ve hud'a manâsına olup Allahü Tealâ'nın hileye ihtiyacı olmadığından manâ-yı hakîkîsini Vacip Tealâ'ya isnad caiz olmadığı cihetle te'vil vaciptir. Binaenaleyh; bu âyette AIIah'ın mekriyle murad; abde istidraç olarak nimetler ve mühletler verip zannetmediği bir zamanda ve hatırına gelmediği cihetten intikaamını almak manasınadır. Yani; «Kâfirler ellerin­de olan mal ü menâl, evlâd ü ıyâl ve sıhhat-ı beden gibi şeylere mağrur olup isyanda devam etmesinler. Zira; bunların cümlesi onları aldansın için Allah'ın verdiği nimetlerdir. Bunları kendile­rinin istihkakları zannetmesinler demektir. Yahut Medârik'te be­yan olunduğu veçhile mekr ile murad; onlardan vâki olan kusur üzerine derhal muâkdb etmeyip oldukları hal üzere biraz müddet terketmektir ki hallerini bozmamak ve bir müddet ettik­leri yanlarına kalmak suretiyle onları mağrur etmesi hileye ben-zedfği cihetle mekir denmiştir. Yahut Ali ahin mekriyle murad; Allah'ın azabıdır. Çünkü; âsîlere azap zannetmedikleri cihetten gelip hileye müşabih olduğundan Allah'ın azabına Al­lah'ın mekri denmiştir.

ile murad; vahdaniyetin delillerinde nazar ve istidlali terk ve küfrü ihtiyarla nefsine zulmeden kimselerdir. Çünkü; onlar küfrüzerine münhemik ve basar u basiretleri bağlı olduğundan azab-ı ilâhi hatırlarına gelmez. Binaenaleyh; emin olurlar ve emin oldukları zamanda ansızın azab-ı ilâhi onları tutar ve ihlâk eder. [72]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin helaklerini beyandan maksat; cemi' mükellefinin din ve dünya hususlarında ibret alıp maslahatlarını tesviye etmekte onunla istidlal etmeleri olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ zikredip ümem-i sâlifenin hallerini beyan et­medi mi şol kimselere ki, onlar bir arzın ahalisi helak olduktan sonra o arza vâris olurlar? Onlara beyan etmedik mi ki, hal ü şan şöyledir. Biz eğer murad etmiş olsak günahları sebebiyle onlara ikaab eder ve günahlarının cezasını onlara isabet ettiririz ve eğer istersek onların kalplerini mühürleriz. Binaenaleyh; taraf-ı ilâhi­den varid olan Kur'an'ı ve mev'izeyi ve resullerinin nasihatlarını işitmezler.]

Yani; bir beldenin ahalisi helak olduktan sonra o beldeye vâ­ris olanlara Allahü Tealâ beyan etmedi mi ki "biz dilemiş olsak evvel geçenleri ve o beldenin sahiplerini muâhaze ettiğimiz gibi günahları sebebiyle onları dahî muâhaze eder ve intikaamımızı alırız ve onların kalplerini kapatırız ki, kendilerine gelen âyât-ı beyyinâtı işitmezler. Şu halde onlar evvel geçenlerden niçin ibret almazlar, vukuat insanlar için ibret değil midir?

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile âyet-i celile; ehl-i Mek­ke'yi ve etrafını tehdid etmiştir. Fakat lâfzın umumu itibarıyla cemi'-i nâsı tehdid olmasında dahi bir mâni' yoktur. [73]

 

Vacip Tealâ bir kavmin yerine gelen diğer kavmin ibret al-madıkiarmı beyanla tevbih ettikten sonra yukarıdan beri zikro-lunanları icmalen beyanla Resulullah'ı tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Şu beyan olunan karyelerin bazı haberlerini Habibim! Biz Kur'an'da senin üzerine hikâye ve beyan ederiz ki, ümmetin on­lardan ibret alsın.]

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, o karyelere bizim resul­lerimiz mucizelerle geldiler ve onlara doğru yolu gösterdiler.]

[Onlar resuller gelmezden evvel küfürleri ve tekzipleri sebe­biyle iman eder olmadılar.] Çünkü; irtikâb ettikleri küfrü terke-demediler.

[İşte şu geçmiş ümmetlerin kâfirlerinin kalplerini mühürle­di i gibi Allahü Tealâ cümle kâfirlerin kalplerini mühürler.]

Yani; işte şu beyan olunan karyelerin haberlerini ümmetine ibret olmak üzere yâ Ekrem-er Rusül! Biz Azîmüşşan Kur'an'da senin üzerine inzalle haber verdik ve beyan ettik. Zat-ı ülûhiye­time kasem ederim ki, ümem-i sâlifenin resulleri onlara mucize­lerle ve dâvalarını ispat için beyyinelerle geldiler. Onlar resuller gelmezden evvel tekzipleri sebebiple asla iman eder olmadılar, belki resuller gelmezden evvel bulundukları hal-i küfür üzere devam ve ısrar ettiler ve rusül-ü kiramdan gelen ahkâmı asla kabul etmediler ve rusül-ü kiramın davetinden ve nesâyihinden müte­essir olmadılar. Ümem-i maziye kâfirlerinin kalpleri üzerine Al-lahü Tealâ mühür tab'ettiği gibi cümle kâfirlerin kalpleri üzerine mühür vaz'eder. Çünkü; bilcümle kâfirler iradelerini imana sar-fetmeyip ma'siyete devam ettikçe kalpleri Öyle bir hâle gelir ki, keenne mühürlüdür. Binaenaleyh; mühürlü olan bir kese içine hariçten birşey girmediği gibi onların kalplerine de iman girmez» demektir.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyette mez­kûr olan kura ile murad; Nuh, Hûd, Salih, Şuayb ve Lût (A.S.) vn karyeleridir. Onların cümlesine resulleri geldiler ve en-vâ'-ı mucizeler izhar ettiler, fakat ümmetleri kabul etmediklerin­den helak olduklarını Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurdu. Tek­zipleri sebebiyle iman etmediklerinden helak olduklarını beyanla resulünü ve müminleri tesliye ve kâfirleri tehdid etmiştir.

Vacip Tealâ enbiya-yı sabıkanın bazısının haberlerini ve o haberlerin ibret-i müessire olacaklarını beyan edip enbiyadan ba­zılarının hallerini beyan etmediğine işaret için ba'za delâlet eden lâfzı varid olmuştur

Vacip Tealâ ümem-i sâlifenin resulleri mucizelerle gelip iman etmediklerinin sebebini bundan evvel tekzib etmeleri olduğunu beyan buyurmuştur.    Bundan evvel   tekzib leriyle murad;

yevm-i misakta Hz. Âdem'in zahrında huruç edip ile hitab olunduklarında kâfirler lisanlarıyla Allah'ın rububiyetini ikrar etmişlerse de kalplerinde tekzibi saklamışlardı. İşte bu âyet­teki tekzib le murad; o vakitteki tekzipleri olduğu (İbn-i Ab-bas) Hazretlerinden mervidir. Yahut Fahr-i Râzi ve Hâzin'in be­yanlarına nazaran mu'cizâtı görmezden evvel tekzipleri sebebiyle gördükten sonra dahi iman etmediler demektir. Yahut kâfirler Öldükten sonra ihya olunsalar Ölmezden evvel tekzipleri sebebiyle iman etmezler demektir. Yahut resul gelmezden evvel küfrüzere musir olup tekzipleri sebebiyle resulleri geldikten sonra iman etmediler demektir. Zira; Allahü Tealâ onların iradelerini küfre sarfettikleri için kalplerini kapadı. Ümem-i sâlife kâfirlerinin kalplerini mühürlediği gibi bilumum kâfirlerin kalplerini Allahü Tealâ mühürlediğini bu âyetle beyan buyurmuştur. Allahü Tealâ kalplerini kapatınca «Onlara vaaz u nasihat ve âyât-ı terğib ve terhib cümlesi te'sir etmez. Binaenaleyh; küfrüzere bakî kalırlar ve iman etmezler» demektir. [74]

 

Vacip Tealâ ümem-i sâlifenin iman etmediklerini beyan ettiği gibi iman etmediklerinin sebebi; ahde vefa etmediklerinden neş'et ettiğini dahi beyan etmek üzere buyuruyor

[Biz ümem-i sâlifenin ekserisini ah idi erin i vefa eder bulma­dık. Halbuki ekserisini tââtımızdan huruç etmiş fıskedici bulduk.]

Yani; ümem-i sâlifenin ahlâk-ı zemime ve evsaf-ı habiseleri; ahidlerini nakzetmektir. Zira; zahr-ı Adem'den ihraç ettiğimizde onlarla beynimizde vâki olan ahidde ekserisini vefa eder bulmadık ve ekserisini ahdini nakzedici, tââtımızdan çıkmış fâsıklar buldu­ğumuz muhakkaktır. Çünkü onlar o ahd ü misak zamanı ikrar et­tiler, badehu dünyaya huruç edince ikrarlarına muhalefetle taa-tımızdan çıktılar. Binaenaleyh; insanların ekserisi nakz-ı ahid se­bebiyle küfürle meşguldürler. [75]

 

Vacip Tealâ enbiyayı sabıkadan bazılarını zikrettiği gibi Hz. Mûsâ'nm Fir'avn'la vâki olan mübâhasâtını ve davetini ve Fir'-avn'm Lufrünü ve akıbet helakini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.                            

[Beyan olunan ümmetlerin inkırazından sonra biz Mûsâ (A.S.) i birçok mucizelerle Fir'avn ve Fir'avn'ın avenesine vüzera ve vükelâsına resul olarak gönderdik. Fir'avn ve cemaatı âyetlere zulmettiler. Çünkü; âyetlere iman edecekken küfrettiler ve ikrar yerine inkârı koydular. Nazar et gör habibim müfsidlerin akıbet­leri ne oldu!]

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Mûsâ (A.S.) m mucizesi çok olduğuna ve her nebi için davasını tasdike mucize lâzım bulun­duğuna bu âyet delâlet eder. Hz. Musa'nın mucizesinin evveli asa­dır. Asâ ile Fir'avn'ın kapısını döğünce Fir'avn'ın derhal başının saçı ve sakalı beyazlanıp kara boyayla boyadığı ve ilk önce kara boyayla saç ve sakal boyayan Fir'avn olup binaenaleyh; sakalı si­yahla boyamak Fir'avn'ın bid'atı olduğu (İbn-i Abbas) Hazretle­rinden mervidir. Asanın geceyle çıra gibi ziya verdiği, - taşa vu­runca su çıktığı, yere vurunca nebatat bittiği, hırsızdan ve uğur­suzdan ve yırtıcı hayvanattan Mûsâ (A.S.) ı muhafaza ettiği ve icabında ip gibi uzayıp kuyudan su çektiği ve Kur'an'da ve bil­hassa (Sure-i Tâhâ)'da sarahaten beyan olunanlar gibi birçok hü­nerleri olduğu mervidir. Ayâta zulüm; iman etmemek­tir. Çünkü zulüm; birşeyi mevzi-i lâyıkında isti'mâl etme­mek olduğundan lâyık olan; âyetlere iman etmek iken iman etme­mek zulümdür.

Kaazî, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Amâ-lika kavminden sonra Mısır'a melik olanların lakabı Fir'avn'dır. Acem meliklerinin lakabı Kisrâ, Rum meliklerinin lakabı Kayser ve Habeş meliklerinin lakabı Necâşî olduğu gibi Mısır'a melik olanların lakabı da Fir'avn'dır. Şu halde Fir'avn lâfzı; lakab ve unvandır, alem-i şahsî değildir. Mûsâ (A.S.) in ba's olunduğu za­man Mısır'da hükümet eden Firavn'ın ismi (Meneftah) dır. [76]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) m Fir'avn'a resul gönderildiğini beyandan sonra Mûsâ (A.S.) in Fir'avn'ı din-i hakka davetinin keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) din-i hakka davet etmek üzere Fir'avn'a geldi ve oha hitaben «Ey Fir'avn! Ben muhakkak âlemlerin Rabbisi ta­rafından resulüm. Seni din-i hakka davet için geldim. Allahü Tea­lâ üzerine söylemeyip ancak hak olan ve Allah'a isnadı caiz olan şeyi söylemek bana lâyık ve münasiptir. AUahü Tealâ'ya isnadı caiz olmayan şeyi bizim için söylemek sahih olmaz. Ben size Rab-binizden mucizeyle geldim, ey Fir'avn! Beni İsrail'i benimle be­raber gönder. Zira; Beni İsrail'e zulmün nihayete vardı. Onları esaretinden halâs et. Ben alayım, vatan-ı aslîleri olan Arz-ı Mu-kaddes'e götür ey im» dedi. Mûsâ (A.S.) in bu kelâmına cevap ola­rak Fir'avn «Eğer mucizeyle geldin ve doğru söyleyenlerden ol-dunsa mucizeni getir» dedi.]

Yani; Hz. Mûsâ «Ey Fir'avn; Ben Rabb-il Âlemin tarafından resulüm. Bana lâyık olan; Allahü Tealâ üzerine hak söylemektir. Zira; beni resul göndermese ben resulüm diyemem. Ben size rab-binizden dâvamı tasdik eder mucizeyle geldim. Binaenaleyh; Beni İsrail'i benimle beraber memleketlerine gönder» dedi. Mûsâ (A.S.) in şu daveti üzerine Fir'avn «Ya Mûsâ! Eğer âyetle geldin doğru söyleyenlerdensen getir âyetini görelimi' demekle mukaa-bele etti.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Mûsâ (A.S.) Fir'avn'la iptida görüştüğünde âlemlerin Rabbisi tarafından resul olduğunu beyan­la kelâmının isğaa ve istimâ' olunmaya lâyık olduğunu iş'âr ve âlemlerin halikı ve mürebbisi bir ilâh ve ma'budun bilhak olup Fir'avn'm iman etmesi lâzım olduğunu beyan etmiştir. Mûsâ (A.S.) risaletini tebliğ ve taraf-ı ilâhiyeden geldiğini beyandan sonra resul olan zata lâyık olan herşeyde doğru söylemek olup Vacip Tealâ hakkında dahi lâyık olan şeyi söylemek vacip oldu­ğunu beyan buyurmuştur. Şu iki dâvadan resul üzerine vacip olan; Allah'ın muttasıf olduğu sıfatı beyan etmek olup lâyık ol­mayan şeyi isnad etmek caiz olmadığı bedîhî olduğundan bu cihe­tin delilinden sarfınazar ederek risalet dâvasını ispat lâzım oldu­ğu cihetle risalet dâvasını ispata mübaşeret buyurdu ve dâvasını tasdik ve te'yid edecek delil ve mucizeyle geldiğini ve arzu eder­lerse beyyineyle dâvasını ispata hazır olduğunu iş'âr etmiştir.

Taraf-ı ilâhiden resul olup resule lâyık olan ise Allahü Tealâ'-nın zatında ve sıfatında, hak olan itikaadı beyan etmek olduğunu ve risaletini ispata mucizesi bulunduğunu beyandan sonra risalet üzere terettüb eden ahkâmı beyana şürû' ederek Beni İsrail'e mü­saade etmesi Fir'avn'm üzerine vacip olduğunu beyan etmiştir. Çünkü; Fahr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Yusuf (A.S.) m vefatından sonra Mısır Hükümeti Beni İsrail'i rık ve abid olarak isti'mâl ve kerpiç kesmek, toprak çekmek, taş yont­mak ve ebniye yapmak gibi ağır işlerde istihdamla hürriyetlerini selbetmiş ve vatan-ı aslîleri olan Arz-ı Mukaddes'e gitmek iste­dikleri zaman müsaade etmeyerek kemâl-i sefaletle Mısır'da ka­rar ettirmiştir. Binaenaleyh; Mûsâ (A.S.) âlemlerin bir rabbisi olduğunu beyanla tevhidin lüzumunu ve kendisinin taraf-ı ilâhi­den resul olduğu cihetle sözünü dinlemek vacip olduğunu beyan­dan sonra, ref'i vacip olan zulmü izâleye sa'yetti. Çünkü mefâsidi defetmek; menâfii celbetmekten evlâdır. Zira; itikaad-i hakkı be­yandan sonra menfaat olan ibadâtla emretmekten ziyade mazarrat veren muharremâtı defe sa'yetmek evlâ olduğu cihetle Mûsâ . (A.S.) diğer tekâlifi beyandan evvel zulmü izaleye atf-ı nazar bu­yurmuş ve akıbet Beni İsrail'i Fir'avn'm esaretinden tahlis et­miştir. [77]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'm    mucize taleb etmesi    üzerine Mûsâ (A.S.) in mucizesini izhar ve dâvasını ispat ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) asasını yere attı. Derhal büyük bir yılan oldu ki, açık ve herkesçe yılan olduğu zahirdir ve elini koynundan çı­kardı. Ansızın bakanlara yed-i Mûsâ beyaz ve gaayet parlak gö­rüldü. Fir'avn'in kavminden eşraf olanlar «şu gördüğümüz şahıs iyi bilici bir sâhirdir, sizi beldenizden çıkarmak ister. Ne gibi şey yapmak istersiniz ki onu yapalım ve buna da bir çare düşünelim'» dediler.]

Yani; Fir'avn'ın mucize taleb etmesi üzerine İ4ham-ı ilâhi ve feyz-i sübhâni ile Mûsâ (A.S.) mucizesini izharla davasını ispat maksadına binaen elinde bulunan asasını Fir'avn'ın ve cemaatının huzurlarına koydu ve derhal görüldü ki, asâ-yı Mûsâ bir büyük yılandır ve yılan olduğu herkesçe zahir oldu ve hiçbir kimsenin şüphesi kalmadı. Ve elini cebinden çıkardı, derhal görüldü ki, eli beyazdır. Eline bakanlar ve görenler gaayet parlayıcı görürler. Hatta güneşe galebe edecek bir raddede gözleri kamaştırır halde zuhur etti. Şu mucîzâtı görünce Fir'avn'ın kavminden eşraf olan­lar avam tabakasına hitaben «Mûsâ (A.S..) sihir ilminde mahir bir sâhirdir. İlm-i sihirde nihayete vardığından gayrıları âciz kıl­mak suretiyle risalet dâvasında bulunuyor. Sizi Arz-ı Mısır'dan çıkarmak ister. Bunun hakkında ne dersiniz, emriniz nedir? Bu­nun önünü almak çaresini düşünmek erkân-ı hükümete lâzım gel­di» diyerek Fir'avn ve vükelâsı birbirine danışmak suretiyle mü­şavereye mübaşeret ettiler.

Asanın yılan olması; saharenin tezviratla mucize beynini tem­yiz ve tefrik eder bir halde yılan olduğunda şüphe olmayıp zahir olduğundan ve Mûsâ (A.S') in dâvasında sıdkını ispat ve izhar ettiğinden sûbân ;   mübin ile tavsif olunmuştur.

Kaazî, Hâzin, Feth-ül Beyan ve Nimetullah Efendi'nin beyan­larına nazaran Mûsâ (A.S.) asayı yere koyunca cüssesi gaayet büyük, yürüyüşü gaayet süratli, kıllı, ağzını açmış hulâsa cesim ve mahâbet-i azimle bir yılan zuhur edince Fir'avn korkusundan ne yapacağını şaşırarak Mûsâ (A.S.) a yalvarmaya başlar. Bunun üzerine Mûsâ (A.S.) asayı eline alır, asa eski haline avdet eder.

Sûbân ; cüssesi gaayet büyük olan yılandır. Cânn ; gaayet hareketli ve küçük olan yılandır. Asâ-yı Musa'nın bazı âyette sûbân ve bazı âyette cânn olduğu beyan olunuyor. Cüsse-sinin cesametine nazaran sûbân ve yürüyüşünün hareketli oldu­ğuna nazaran cânn denildiğinden âyetler beyninde münâfât yok­tur. Yahut Bazı kere cânn denilen küçük yılan suretinde ve bazı kere de sûbân çlenilen büyük yılan suretinde zuhur ettiğinden âyetler beyninde tenakuz yoktur. Zira; sûbân olduğu zaman başka ve cânn olduğu zaman yine başkadır. Binaenaleyh; bazı âyette asaya sûbân ve bazı âyette cânn denmiştir ki, her iki suret dahi vâkidir.

Tabiiyyûn «Âdetin tahavvülâtı ezhânı teşviş edeceğinden der­hal asâmn yılana inkılâbı ve elinin âdetinden çıkarak beyaz olması ve sair harikuladeler gibi tahavvülât caiz olamaz» diyorlarsa da bu söze onları sevk eden; müessir-i hakîkî olan Fâil-i Muhtar'ı inkâr etmeleridir. Çünkü; Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Fâil'i Muhtar'm vücudunu itikaad eden,kimse derhal asayı yılana kalp ve taştan su halk ve kameri şakketmek Fâil-i Muhtar'ın kudret ve ihtiyarına nispetle gaayet kolay bir şey olduğunu bilir ve der­hal teslim eder ki, hakikat da budur.

Mûsâ (A,S.) m zamanında sihir meşhur olduğundan muci­zesini Fir'avn ve cemaatı derhal sihre. hamlettiler. «Bu iyi bilici bir sâhirdir. Sizi memleketinizden çıkarmak ister. Bunun hakkın­da ne gibi tedbir etmek lâzımdır?» diyen evvelâ Fir'avn'dır. Buna nazaran muhatap; vükelâsı ye havass-ı bendegânıdır. Vüzera ve vükelâsı Fir'avn'ın kelâmını avam-ı nâsa tebliğ ettiler. Buna na­zaran muhatap; avam-ı nâstır.    İşte şu esasa binaen Vacip Tealâ bazı âyette'bu kelâmı Fir'avn'dan ve bazı âyette cemaatından hi­kâye buyurmuştur. [78]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'la etbâ'mın Mûsâ (A.S.) in mucizesini görünce kendilerine bir ıztırab ve dehşet gelip bunun önünü almak için istişareye mübaşeretlerini beyandan sonra istişarelerinin ne­ticesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn'ın vükelâsı Fir'avn'a «Mûsâ ve biraderinin işlerini te'hir et, acele etme ve taht-ı idarende bulunan kasabalara sâhir-leri toplayıcı adamlar gönder» dediler.]

[«Onlar sana sihir ilminde mahir olan her sâhiri getirsinler. Mûsâ (A.S.) la imtihan olsunlar. Göreceğimiz neticeye göre iş yapalım» dediler.]

[Fir'avn'ın gönderdiği memurlar sahareyi topladılar, getirdi­ler ve sâhirler de huzur-u Fir'avn'a geldiler.]

[Sâhirler Fir'avn'a hitaben «Eğer biz gaalip olursak bizim için ücret var mıdır ve sen bize ikram edecek misin?» dediler, emeklerine ve hünerlerine mukaabil atiyeler istediler.]

[Fir'avn "Evet! Eğer gaalip olursanız siz muhakkak mukarrehindensiniz. Binaenaleyh; umur ve hususumda müşavirim ola­cak ve benimle beraber bulunacaksınız» dedi.]

Yani; Fir'avn'm vükelâsı teemmül ve tefekkür edip müşave­relerinin hulâsasını Fir'avn'a arzetmek tankıyla dediler ki, »Yâ Fir'avn! Musa'yı ve biraderi Hârûnu sen te'hir et, muarazanın zamanını tayin eyle, aceleten mukaateleye mübaşeret etme. Zira aceleten mukaateleye mübaşeret etmek; rububiyette aczini iş'âr ettiğinden nâsa karşı hakkında sû-u zan tevlid eder. Kasabalara memur-u mahsuslar gönder. İyi bilen sâhirleri alıp sana getirsin­ler.» Onların bu sözleri üzerine Fir'avn muvafakat ederek memâ-liki dahilinde, olan mahir ve hazık sâhirleri getirmek üzere adam­lar gönderdi. Onlar memleketlerden sâhirleri aldılar, Mısır'a ge­tirdiler ve sahare Fir'avn'm huzurunda cem'olunca galebe edecek­lerine mağrur olarak Fir'avn'dan atiye ve ivaz istemeye cüret et­tiler ve dediler ki, «Eğer biz gaalip olursak bizim için ücret var mıdır?» Fir'avn cevap olarak «Evet! Galebe ederseniz sizin için ücret vardır. Maahaza galebe ettiğiniz surette bana mukarrepler-den olup daima meclisimde bulunacak ve sohbetimle müşerref olacak ve umur-u memleket ve tedbir-i hükümette müsteşarım olacaksınız» demekle sâhirleri teşvik ve terğib etmiştir.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bazıları lâfzına hapset manâsını vermişlerse de bu söz zayıftır. Zira; Fir'avn Mûsâ (A.S.) 1 hapse muktedir değildi. Çünkü; asadan gördüğü dehşet üzerine Fir'avn'ın her tarafını korku ihata etmişti. Binaenaleyh;

«Emirlerini biraz te'hir et ki, muaraza ve mukaabele edecek sâhirler tedârik edelim» demektir.

Mütekellimînin beyanları veçhile her nebinin mucizesi; za­manlarında meşhur ve ma'ruf olan şeyin cinsinden olmasına bina­en o zamanda sihrin şöhretine ve sâhirin kesretine bu âyet delâ­let eder.

Sâhirlerin adedi hakkında yetmiş veyahut yedi bin veyahut on iki bin veya daha ziyade olması gibi ihtilâf varsa da âyette adede delâlet olmayıp ancak kesrete delâlet vardır. Zira her ka­sabaya adamlar göndermek; birçok sâhirlerin getirilmesine delâlet eder. Binaenaleyh; pek çok sâhirin içtimâ' ettiği muhakkaktır. Amma adedi kaça baliğ olduğuna dair sahih bir rivayet olmadı­ğından aded hakkında kafi birşey söylenemez ve adede hüküm de taalluk etmez.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Fir'avn atiyeyi ve­receğini fakat mücerret atiyeyle iktifa etmeyip atiyeyle beraber tazim de edeceğini vaad etmiştir. Çünkü atiye; tazimi müstelzim olmadığından atiyesinin tazimle beraber olacağını beyan etmiştir. Zira sâhirlerin mukarrep olacaklarını beyan etmek, tazım oluna­caklarını tasrihtir. [79]

 

Vacip Tealâ saharenin Fir'avn'den vaad-i kavı aldıktan sonra ameliyatı icra edip hünerlerini meydana koyduklarını ve Mûsâ (A.S.) a tekliflerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sâhirler Mûsâ (A.S.) a hitaben ve istihza tarîkiyla ve şan-i nebevilerine riayet etmeyerek ism-i şahsîsiyle nida ederek dediler ki «Ey Mûsâ! Ya sen ilkaa et asanı, göster hünerini veyahut biz ilkaa edelim, elimizde bulunan şeyleri atalım ortaya, gösterelim hünerimizi. Sen nasıl istersen öyle olsun. Bizim indimizde iki ta­raf da müsavidir. Mesele arzunuz veçhüzere olacaktır» demekle Mûsâ (A.S.) ı muhayyer kıldılar.] Çünkü; kendilerinin kesretle­rine ve Fir'avn'ın şevket ve kuvvetine istinad ederek Mûsâ (A.S.) ı zu'm-u bâtıllarınca hiçe sayıyorlar ve nasıl olsa galebeyi kendile­rine mal ediyorlardı. Binaenaleyh; «Nasıl olsa mağlupsun, istedi­ğin gibi yap» demeleri üzerine Mûsâ (A.S.) emr-I ilâhiyle [Ey sâhirler! Atın yere elinizde bulunan âletleri, nöbet sizindir. İzhar edin hünerlerinizi, gösterin nâsa ilminizi» dedi. Sâhirler ellerinde bulunan melâ'larını yere attılar ve nâsın gözlerini sihrettiler ki, nâs onların sihirlerim vakıa mutabık görsünler. Sâhirler nâsı si-hirleriyle korkuttular ve büyük dehşetli sihir getirdiler.] Çünkü; sahare, fenn-i sihirde mahirlerdi. O zamanda sihrin nihayet mer­tebesini icra ettiler.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran sâhirler ellerindeki ipleri ve asaları yere atınca bulundukları sahrâ-yı vâsi' yılanlarla dolduğu ve bazısı bazısının üzerine bindiği ve birbirine sarılarak envai türlü hareket eder bir halde görüldüğü cihetle halk bundan korktular.

Bunların iplerinin ve asalarının harekesinin sebebi; iplerini ve asalarım zeybakla cilaladıktan güneşi görünce herbiri cıva sebe­biyle hareket etmişler ve nâsın gözlerine yılan gibi görünmüşler­dir. Sâhirler nâsın gözünde olan idrakin sıhhatim tağyir ettiler.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile mucizeyle sihir bey­ninde fark vardır. Sihir; idraki tağyir etmek ve telbisâtla nâsın gözünde hayâlât göstermektir. Mucize; Allahü Tealâ'-nın birşeyin hakikatim ahar hakikata tebdil etmesidir. Asâ-yı Mû-sâ'yı yılana tebdil ettiği gibi. Zira; asâ-yı Mûsâ icabında hakîkî bir yılan olur, maksad hâsıl olduktan sonra halet-i asliyesine av­det ederdi.

Mûsâ (A.S.) «Sihirlerini izharla iptal etmelerini» emretmiş­tir, yoksa emri, hakîkî sihirle emir değildir. Çünkü; Fahr-i Râzi'-nin beyanı veçhile Mûsâ (A.S.) in onların sihirlerini iptal etmesi onların sihirlerini meydana koymasıyla olacağından iptalin mu­kaddimesini emretmiştir.                     .

Sâhirler sihirlerini ortaya koyunca dellâllar «Eyyühennâs! Hazer edin» diyerek nida ile nâsı korkutmak ve ortalığa bir endi­şe vermek istediklerini beyan için Vacip Tealâ buyurmuştur. Yani «Sâhirler nâsı korkutmak istediler» demektir. [80]

 

Vacip Tealâ sâhirlerin sihirlerini izhar ettikten sonra Mûsâ (A.S.) m mucizesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz Azîmüşşan Musa'ya vahyettik, dedik ki «Asanı koy yeren. Emrimize imtisalen Mûsâ (A.S.) asasını yere vaz'edince derhal görüldü ki asa büyük ve mahâbetli bir yılan olarak sâhir­lerin yılan olarak göstermiş oldukları sihirlerini birer birer yutu­yor. Hak zahir oldu, yerini buldu. Sâhirlerin emekleri ve Fir'avn'ın ümitleri bâtıl ve amelleri zayi oldu. Fir'avn ve cemaatı ve sâhir­ler o mekânda mağlûp oldular, mütekebbir ve müftehir olarak gittikleri halde zelil, hakir, mahzun ve rezil olarak Mısır'a avdet ettiler.]

Fahr-i Râzi, Hâzin ve Kaazi'nin beyanları veçhile Mûsâ (A.S.) asayı yere vaz' edince derhal büyük bir ejderha olur ve sâhirlerin sihirlerini hep yutar, nâsa hücum eder. Ahali birbirine karışır, izdihamdan birçok kimseler ayak altında kalır ve ölürler. Fir'avn Mûsâ (A.S.) a yalvarır ve iman edeceğini vaad eder. Mûsâ (A.S.) asayı eline alınca aşâ eski haline avdet eder. Görürler ki, o kadar ipleri ve ağaç parçalarını yuttuğu halde asanın eski cüs-sesine asla halel gelmemiş, sâhirler bunun taraf-ı ilâhiden olup kudret-i beşerin haricinde olduğunu ilimleri sayesinde hileliler. Çünkü; sâhirlerin yere koydukları iplerini ve asalarını Allahü Tealâ yok edip ortadan kaldırdığı halde asâ-yı Mûsâ eski halinde duruyordu. [81]

 

Vacip Tealâ bu halin kudret-i ilâhiyesi semeresi olup başka şeyle olmayacağını sâhirler bilip derhâl iman ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sâhirler secde eder oldukları halde yere kapandılar ve «Biz âlemlerin Rabbisine iman ettik ki, âlemlerin Rabbisi Mûsâ ve Ha­run'un Rabbisidir»    demeleriyle inıan-ı ezelîlerini izhar ettiler.]

Çünkü; bazı rivayete nazaran sâhirlerin ipleri ve asaları üç yüz deve yükü olup asâ-yı Mûsâ onları yuttuğu halde cismine hiçbir cesamet arız olmayıp evvelki hâl üzere bulunduğundan sâhirler birbirlerine derhal istişare ve istidlal ettiler ki, Hz. Mûsâ nebidir ve sâdıktır. Hemen kendilerini imandan geri alamadan mecmû'u birden secdeye kapandılar.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ hakkın zuhurunu ve erbab-ı ilmin kemâlini izhar ve- din-i" Musa'nın kendi tarafından gönderilmiş bir din olduğunu ve Mûsâ (A.S.) m davasında sadık bulunduğunu nâsa ilân için sâhirlere secdeyi ilham etmiştir ki, Hz. Musa'nın nüfuzunu kesriçin Fir'avn'ın getirdiği kimselerle kendi nüfuzu kesrolunsun ve menfaat için serdettiği delâil aley­hine ve kendi mazarratına zuhur etmekle halk Fir'avn'ın sahte­liğini bilsinler.

Âlemin Rabbisiyle sâhirlerin muradı; Fir'avn zannolunma-mak için âlemlerin Rabbisi Hârûn ve Mûsâ (A.S.) in Rabbisi oldu­ğunu tasrih etmişlerdir.

Gerçi imanı izharı evvel getirmek ve herşey üzerine takdim etmek lazımsa da Cenab-ı Hak imanı ilham ve tevfik edince şük-renlillâh secdeye kapandılar. Şu halde secdeleri bu vesileyle hi­dayetlerine secde-i şükür olduğu gibi fiilen imanlarını da izhardır.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile ilmin faziletine mütekellimîn bu âyetle istidlal ettiler^ Zira; sâhirler sabah vakti kâfir olarak meydan-ı muârazaya çıktılar. Öğle vakti cümlesi marifet-i ilâhi-yeye nail ve mümin oldular. Eğer ilm-i sihirde maharetleri olma­sa tarîk-ı hakka ihtida edemezler ve «Biz sihir biliriz amma Mûsâ (A.S.) bizden daha iyi bilir» diyerek şek içinde kalırlardı. Lâkin fenn-i sihirde kemâl-i maharetleri olup onun fevkinde sihir olma­yacağını bildikleri için derhal Mûsâ (A.S.) in mucizesinin kudret-i beşerle olamayacağını ve taraf-ı ilâhiden olduğunu bildiler ve ilimlerinin hüsnü semeresini iktitaf ettiler. [82]

 

Vacip Tealâ sâhirlerin imanları üzerine Fir'avn'ın hiddetini ve tehdidini beyan etmek üzerebuyuruyor.

[Fir'avn sâhirîere hitaben dedi ki «Ben size izin vermezden evvel siz Musa'ya iman ettiniz.»]

[«Şu sizin imanınız bu mevkie gelmezden evvel Mısır'da yap­tığınız bir hiledir ve bu hileden maksadınız ehl-i Mısır'ı Mısır'dan çıkarmaktır ve Mûsâ (A.S.) la yaptığınız bir mukaavele neticesi­dir ve imanınız ihlâs üzere değildir.»]

[«Binaenaleyh; siz bu hilenizin akıbetinde başınıza geleceğini yakında bilirsiniz» dedi.] Ve sözüne şunu da ilâve etti:

[«Âlemin Rabbisine yemin ederim ki, elbette ben ellerinizi ve ayaklarınızı hilafından keser sonra cümlenizi birden asarım» de-mekİe *sâhirleri tehdid etti.]

Yani; Fir'avn memulunun hilafı saharanın secde ettiklerini görünce kemâl-i gazap ve şiddetle dedi ki «Ben size izin vermez­den evvel siz Mûsâ ve Harun'un Rabbisine iman ettiniz. Benimle müşavere ve bihakkın size galebe ettiğini bana beyan etmeksizin imanınız hakkınızda büyük cinayettir. Zira; şu Musa'nın izhar et­tiği hârika ve sizin derhâl secdeniz ve imanınız bir hile-i azîme-dir ki, o hile-i medîne yani Mısır ahalisini   Mısır'dan çıkarmak

için Mısır'da yaptınız ve Mûsâ ile ittifak ettiniz ki bu hileyle Mı­sır ahalisini Mısır'dan tardedip Mısır arazisine mâlik olmak ve hükümet etmek için tasnî' ettiğiniz bir desisedir. Bu hilenizin akı­betini yakında bilirsiniz» demekle iman eden sâhirleri tehdid etti, fakat tehdidi asla fayda etmedi. «Allahü Tealâ'ya yemin ederim ki, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı hilafından keserim, sonra cemi­nizi elbette hurma dallarına asarım» dedi. «Hilafından keserim» demek; «Sağ elinizi ve sol ayağınızı veyahut sol elinizi ve sağ ayağınızı keserim» demektir.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Fir'avn, sahare âlimlerinin imanını ve Mûsâ (A.S.) in nübüvvetinin ikrarlarını görünce bil­cümle nâsın iman etmelerinden havf ve endişe ederek derhâl nâ-sm zihnini iğfal etmek için şüphe ilkaa etmeye mübaşeret etti ve «Ey sâhirler! Sizin imanınız hakîkî bir iman değildir, belki beyni­nizde mukaavele üzere ittifakınız neticesi dessaslık üzere bir iman­dır. Binaenaleyh; imanınız sahtedir, itibar yoktur. Ve sizin iman­dan maksadınız Mısır ahalisini Mısır'dan çıkarmaktır» demekle halkın Mûsâ (A.S.) ve sâhirler üzerine hiddetlerini celp ve kan­larını tahrik etmek istedi. Çünkü; nâsın kalben nefret edecekleri sahtekârlık, dessaslık, zahiren hiddet edecekleri, vatanlarından uzak olmaları, mülklerinden çıkarılmaları ve me'lûf oldukları şey­den ayrılmaları olduğundan nâsa «Gözünüzü açın! Bunlar sizi memleketinizden tard etmek isterler» demekle nâsı Mûsâ (A.S.) ve sahareden tenfir ve kendi tarafına meylettirmek istedi.

Fir'avn «Yakında bilirsiniz» diyerek tehdid-i icmâlîsini «El­lerini ve ayaklarını kesmek ve salb etmek» emr-i uzmâsıyla tafsil ve beyan etmiştir.

Fir'avn şu tehdidini ilkaa edip etmediğine dair Kur'an'da bir sarahat olmadığından ulemâ ihtilâf etmiş, bazıları tehdidini ikaa ettiğini ve bazıları   da   ikaa   edemediğini   beyan   eylemişlerdir.

Fir'avn iman edenleri tehdidle sair iman etmeye meyli olanlara ibret göstermek ve bunlarla teb'asmın kâffesini tehdid etmek istemiştir. Esasen Mısır ahalisi Fir'avn'in şerrinden ve zulmünden havf ve endişe üzerine bulunduklarından bittabi Fir'avn'ın sözüne aldanarak imana meyletmemişlerdir. [83]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'm bu tehdidine karşı iman eden sâhirle-rin vermiş oldukları cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sâhirler Fir'avn'a hitaben dediler ki, «Sen bizi katledersen biz Rabbimizin huzur-u manevîsine ve lutf-u ilâhisine ve divan-ı âlîsine rücû' edeceğiz. Binaenaleyh; senin katlinden bizim için esef ve keder yoktur, belki ferah ve sürür vardır ve sen bizden intikam alamazsın ve bizim üzerimize gazap edemezsin, illâ biz Rabbimizin âyetlerine iman ettik dediğimiz için gazap edersin ve bizi kerih görmez, illâ imanımızı kerih görürsün ve bize ta'netmez, illâ imanımızdan dolayı ta'nedersin ve bizim senin azabını icab edecek sana karşı günahımız yok, illâ imanımız vardır. Bize Rab­bimizin âyetleri geldiği zaman bizim iman etmemiz ey Fir'avn! Senin gazabını dâî oldu. Şu halde ne kadar zâlim ve gaddarsın ki, Allahü Tealâ'ya imanımızı kusurdan addediyorsun ve ne kadar fena adamsın ki, mezâyâ-yı âliye cümlesinden olan imanı muayye-battan addediyorsun» dedikten sonra dergâh-i ülûhiyete müracaat ettiler ve dediler ki «Ey bizim Rabbimiz! Fir'avn'ın azabından bize sabır ver ve üzerimize sabır dök ki, o sabır sebebiyle biz cez' u fezi' etmeyelim ve imanımızda sebat edelim. Ve bizim müslim olduğumuz halde ruhumuzu kabzet. Yâ Rabbi! Senin dergâhına iltica ederiz.»] demekle Fir'avn'ın tehdidatma karşı Rablerine sa­dakat ve imalılarında sebat ve dinlerinde metanet gösterdiler ve Fir'avn'a asla iltifat etmediler ve kemâl-i neşat ve inşirah üzere cevap verdiler. Zira; imanları metanet-i kalplerine sebep olmuş­tur. Çünkü kavı iman sahibi; zâlime karşı her zaman şeci' olur ve herşeyi Allah'tan bilen kimse elbette zâlimden perva etmez.[84]

 

Vacip Tealâ şu vukuatın hitamında Fir'avn'ın Musa (A.S.) a suikasd edemediğinden dolayı vükelâsının ve a'yan-ı memleketin Fir'avn'ı tevbih ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn'nt kavminden eşraf ve a'yân Fir'avn'a hitap ve itab' tarîkıyla dediler ki «Sen Musa'yı ve kavmini arzı ifsad etsinler için mi terk ettin ve halleri üzere bıraktın? Onlar sana ve senin vaz'ettiğin putlara ibadeti terkeder ve Musa'nın sana ibadet et­mediğini ve meydan-ı muârazada galebe ettiğini etraf-i âleme ne­şir ve nâsı senin itaatından çıkarmaya sa'y ve nâsin ahlâkını if-sadla din-i Musa'ya davet ve teşvik ederler ve memleketin ara­sında tebean beyninde fitneye bâdî olurlar. Binaenaleyh; bunları hali üzere terke im ek muvafık-ı maslahat değildir.» A'yan ve eş­rafın bu sözleri üzerine Fir'avn dedi ki, «Bundan sonra onları ol­dukları hâl üzere terketmeyiz ve şimdi defaten ifna ve ihlâk et­sek bizim aczimize hamledip zulme nispet ettiklerinden bu hâl halka karşı bizim hakkımızda sû-u zan tevlid eder. Şu halde mu­vafık-ı maslahat olan; onları tedricen zayıflatmaktır. Binaenaleyh; bundan böyle oğul evlâdmı katil ve nisalarını hal-i hayatta terke­der ve nisvanı biz tezevvüc ederiz. Oğlanlarını katille nesilleri münkariz olduğu gibi kızlarını terkedip kendi nesillerinden tez-vic edecek oğlan bulamayınca onlara âr ve ayıp olduğu cihetle ta'zib ederiz. Bu minval üzere biraz zaman geçince bilkülliye mün­kariz olur, nesilleri âlemden kesilir ve yeryüzünde Beni İsrail na-mıyla kimse kalmaz. Halbuki biz onların fevkinde kalır u galebe sahibiyiz ve istediğimizi onlara icra ediciyiz" demekle kavmini iskâta ve kendinin siyasetini izhara çalıştı.] Fakat bu siyasetler bâtıl üzere müesses olduğundan akıbet mahv ü mu^mahil oldu gitti.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Fir'avn Hz. Mûsâ hakkında hapis, darb ve katletmek gibi şeylere cür'et edemez an­cak âciz olduğunu halktan saklamak ve nâsa kendini kuvvetli gös­termek ve korktuğunu bildirmemek için kavmine şu minval üzere cevapta bulunmuştur. Yoksa Mûsâ (A.S.) in mucizesi Fir'avn'ın her türlü icrââtına mani oluyor ve elinden birşey de gelmiyordu. Avam-ı nâs bu hali idrak edemediklerinden Fir'avn'da eski kuv­vet ve kudret var zannettikleri için Fir'avn'a «Niçin salıverdin Musa'yı?» diyorlardı.

Fir'avn'in âliheleri yle murad; Fir'avn kendi^ suretinde putlar yaparak halkı onlara ibadete icbar ettiği gibi ken­disi sığıra ibadet ettiği cihetle güzel sığırlara da ibadete nâsı mec­bur ederdi. Sâmiri'riin dana suretiyle Beni İsrail'i iğfale çalıştığı­nın sebebi de Mısır ahalisinin âdetlerini ihya etmek olduğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervi ise de esah olan Fir'avn Dehriye-dendi ve Sâni'in vücudunu münkir olduğundan herkesi kendine ve suretine ibadete davet ve icbar ederdi. Halkı ibadete sevketti-ği kendi suretindeki putlar; Fir'avn'm âlihelerinden ma'duddur. YaKut Fir'avn'ın itikaadı; âlem-i süflide müdebbir ve mutasarrıf yıldızlar olduğundan yıldızların suretlerini yaptırır, onlara kendi ibadet ettiği gibi nâsı da ibadete davet eder ve kendini yıldızların yeryüzünde halifesi addeylediğinden nâsa da «Ben sizin yeryüzün­de Rabbinizim» derdi. Halk ise tav'an veya kerhen onun sözüne inanır ve kendine itaat eder ve bâtıl yola giderlerdi.

Mûsâ (A.S.) dünyaya tulû'undan sonra Fir'avn Beni İsrail'in oğlanlarını katletmeyi terketmişti. Hz. Mûsâ risaletle zuhur edin­ce kâinlerin haber verdikleri oğlanın Mûsâ (A.S.) olduğunu ve mülkü onunla zail olacağını bildi, fakat halka bildirmemek kas-dıyla eski âdetine avdet ederek Beni İsrail'in oğlanlarını tekrar katletmeye başladı, ve bir müddet daha devam etmişse de vakt-i merhunu geldi. Kendi ve askeri helak ve tac ü tahtı harab olup âleme ibret olmak üzere vukuatları Kur'an'da zikrolundu. [85]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'm bu kelâmını Beni İsrail işitince Mûsâ (A.S.) a şikâyet etmeleri üzerine Mûsâ (A.S.) m Beni İsrail'e vâki olan nasihatini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn'ın sû-i kasdı ve Beni İsrail'in şikâyeti üzerine Mûsâ (A.S.) kavmine hitaben «Allah'tan muavenet talebiyle sabredin. Zira; arz Allah'ındır. Kullarından dilediğini arza vâris kılar. Nus-ret ve zafer; akıbet muharremâttan içtinab eden müttekilere mah­sustur.»] Demekle kavmini tesliye ve Fir'avn'ın helakine ve Beni İsrail'in Arz-ı Mısır'a mâlik, olacaklarına işaret etti.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette Mûsâ (A.S.) kavmi­ne iki şeyle emretti: Birincisi; Allah'tan istiâne, İkin­cisi; Belâyâyâ sabretmektir. Zira Allah'ın vücudunu itirafla muavenet talebinde bulunmak; ubudiyetin birinci vezâifinden ol­mak itibarıyla evvelâ Allah'tan istiânenin vücuduna ve saniyen Allah'tan gelen mesâibe sabır ve tahammülün lüzumuna işaret etti ki, sabır olmayınca selâmet bulunamayacağını kavmine tavsi­ye etmiştir.

Mûsâ (A.S,) kavmini iki şeyle de tebşir etmiştir: Birin­cisi; Arz Allah'ındır, dilediği kulunu vâris kılar demekle Beni İsrail'in Fir'avn'ın helakinden sonra memâlikine vâris olacaklarını beyan buyurmasıdır. İkincisi; Âkıbet-i emir; müttekilere mahsus olmasını beyanla düşmanlarına zaferyâb olup akıbet man-sur olacaklarını beyan etmesidir. Fakat haram olan şeylerden it-tikaa etmek şarttır. Binaenaleyh; şu beyanda kavmini ittikaaya terğib ve ittikaa olmazsa akıbet hayra nail olamayacaklarını ve herhalde saâdet-i dünya ve saâdet-i âhiretin ittikaaya mevkuf ol­duğunu iş'âr buyurmuştur.

Hulâsa; Allahü Tealâ'ya ittikaa edip Allah'tan korkanlara dünyada ve âhirette Allah'ın muavenet buyuracağı bu âyetten müstefâd olan fevâid cümlesindendir. [86]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in nasihatini işittikten sonra Beni İsrail'e Fir'avn'dan kemâl-i havf ve telâşlarına binaen Mûsâ (A.S.) a şikâyette devam ederek irad ettikleri kelâmı beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Fir'avn'm Beni İsrail hakkında reva gördüğü mezâlimi gö­rünce Beni İsrail Mûsâ (A.S.) a hitaben dediler ki «Yâ Mûsâ! Sen risâletle gelmezden evvel ve geldikten sonra biz eza olunuyoruz. Zira; gelmezden evvel nasıl ki, evlâdımızı katleder ve kendimizi hidemât-ı şâkkada istihdam ederse sen risâletle geldikten sonra da aynı hal devam ediyor. Şu halde Fir'avn'm elinden halâsımıza bir çare bul.» Mûsâ (A.S.) onlara cevap olarak «Umarım, me'muldür, Rabbİniz düşmanınız: ihlâk eder ve sizi de yeryüzünde onlara ha­life kılar ve nazar eder sizin halinize. Nasıl amel ederseniz ameli­nize göre mücâzât eder. Bakalım Allah'ın verdiği nimete şükre­der nimetinizin bekaasmı ve ziyâdesini taleb eder misiniz, yoksa küfran-i nimet eder elinizde olan nimetleri zayi mi edersiniz?» demekle kavmini düşmanlarının helak olacağı ümidini beslemeye sevk ve Fir'avn'm helakinden sonra Fir'avn'a halef olacaklarına işaret etti.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile evvelki âyette olan icmali Mûsâ (A.S.) bu âyette tasrih buyurmuştur. Çünkü; evvelce «Arz Al-lahmdır, kullarından dilediğini vâris kılar ve âkıbet-i hâl mütte-kilere mahsustur» demişse de Beni İsrail'in bununla müteselli ol­madıklarını görünce sarahaten «Allahü Tealâ sizin düşmanlarınızı ihlâk ve sizi onlara halife kılar» buyurmakla tesliye ettiğini ve o devlete nail olunca amellerini ıslah lâzım olduğunu tavsiye buyur­muştur ki, nimet-i devlete şükretmek lâzım olduğunu ve o nime­tin şükürle payidar olacağını beyan etmiş ve bizzat halef olacaklar bunlar mıdır, yoksa bunların evlâtları mıdır? Cezmi olmadığından ricaya delâlet eden kelimesini irad buyurmuştur.

Bu âyette beyan olunan vaadin eseri; Dâvûd (A.S.) m zama­nında zuhur ettiği mervidir. Zira Mısır; Beni İsrail eline Dâvûd (A.S.) zamanında geçmiş ve Fir'avn'm helaki ve Beni İsrail'in ne­catı Mûsâ (A.S.) in zamanında olmuştur ki, o zaman Beni İsrail henüz büyük bir hükümet ve devlete mâlik olamamışlardı.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Beni İsrail'in bu kelâmdan maksatları; Müsâ (A.S.) m vaad ettiği nusretin alela­cele olacağım zannedip halbuki nusretin zamanı uzadığından nus­retin zamanını ve keyfiyetinin tahakkuku için tekrar müracaatla işin hakikatini anlamaktır. Çünkü; Mûsâ (A.S.) in bi'setinden sonra Beni İsrail'e Fir'avn'm zulmü tezâyüd etti ve tahammül olunmaz bir hale geldi. Binaenaleyh; tekrar müracaat edip isti-zah-ı keyfiyet etmek istemişlerdir, yoksa Mûsâ (A.S.) İn teşrifini kerih gördükleri için müracaat etmediler. Binaenaleyh; Beni İs­rail'e bu sözlerinden küfür lâzım gelmez.

Bu âyette nazarla murad; rü'yettir. Çünkü; «İlim ifade eder» yahut «Gözünün kapağını kaldırarak bakar»'yahut «İntizar eder» manâsına nazar; Allahü Tealâ hakkında muhal olduğundan bu makamda nazar; ru'yet manasınadır. Yani; «Düşmanınızı helak eder ve sizi yerine halife kılar ve amelinizin keyfiyetini görür» demekle kavmini hüsn-ü amele terğib etmiştir. Zira; amellerini; Allahü Tealâ'nın, göreceğini yakînen itikad eden bir kavim elbet­te amelini Allah'ın nazarına lâyık bir hâle ifrağ etmesine çalışır.[87]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) a Beni İsrail'e düşmanlarının helak olacaklarını beyan ettikten sonra Fir'avn'a nazil olan bazı mesâibi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, Biz muhakkak âl-i Fir'-avn'i kaht u gala ve meyvalarda noksanla iptilâ ettik ki, onlar te­emmül ve tefekkür etsinler ve eyyam-i vüs'atlarını düşünmekle kaht u galanın sebebini taharri eylesinler ve mütenebbih olsun­lar.]

Yani; Fir'avn ve cemaatı küfürde ısrar etmeleri sebebiyle helake müstehak oldular. Binaenaleyh; zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, Biz Fir'avn'ı ve kavmini çok seneler kıtlık ve darlıkla muâhaze ve iptilâ ettik, tena'um ve telezzüz ettikleri nimetleri ve envâ'-ı fevâkihi âfetlerle itlaf ederek noksan verdik ki, müptelâ oldukları kantin sebebini düşünsünler ve musir oldukları küfür ve maâsîden dönsünler ve vüs'at zamanlarını hatıra getirsinler ve o zamanlarını iade için bize tazarru ve niyazda bulunsunlar.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile senenin kıtlık senelerde isti'mali gaaliptir. Zira; kıtlık senesi herkesin zihninde te'sir ettiğinden ve nâs beyninde zikri çok geçip tarih düşüldüğünden kıtlık senele­rine sinin ıtlakı beynelarap meşhurdur. Binaenaleyh; Fir'avn üze­rine vâki olan kıtlık senelere sininle tabir olunmuştur.

Fir'avn'ın ve kavminin inkırazı; kaht u gala ve lezâiz için halk olunan meyvaların noksanıyla başladığına âyet delâlet eder ve ekseri milletlerin inkırazları bu minval üzere başladığı tarihin ispat ettiği vakaayidendir. Kıtlık sebebiyle kalpler incelip insafa bâdı olduğuna işaret için kıtlıkla muâhazeye müttaiz ve mütenas-sıh olmalarını illet olarak beyan etmiştir. Halbuki bilâkis bunların kalplerinin kasaveti ziyadelendi. Binaenaleyh; asla mütenebbih olmadılar ve belâya devam ettikçe temerrüdleri arttı, inatların­dan asla dönmediler. [88]

 

Vacip Tealâ'nın Fir'avn'ı ve kavmini kaht u gala ile müptelâ kılmasından maksat; müptelâ oldukları mesâibin sebebini tezek­kürle irtikâb ettikleri cinayet-i küfürden rücû' etmeleri olduğu halde bilâkis temerrüd ve inatlarının tezâyüd ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn'a ve kavmine ucuzluk, bolluk, ferah ve sürür vere­cek hasene geldiğinde onlar «Bu hasene bizim istihkaakımız ve saâdet-i halimizdir. Zira; bizim hüsn-ü hâlimiz bu gibi haseneye ve emsaline muvaffakiyetimizi icab eder» derlerdi. Ve eğer onla­ra kıtlık ve nimetin noksanı gibi gumum, humum, hüzün ve ke­der verecek seyyie isabet ederse Mûsâ (A.S.) ve Musa'yla beraber bulunan müminlerle teşe'üm ederler ve derler ki, "Şu bizim üze­rimize nazil olan belâya Mûsâ ve Musa'nın maiyetinin şeametidir. Onlar bizim içimizde olmasaydı bu belâya bize gelmezdi» demek­le kemâl-i hamakatlarını izhar ederlerdi. Ey müminler! Agâh ve mütenebbih olun ve uyanık bulunun ki, onların teşe'ümleri indal-lah mahfuzdur. Zira; onlara isabet eden kıtlık ve açlık, mihan ve meşakkat cümlesi Allah'ın halk etmesiyledir ve lâkin nâsın ekse­risi kazâ-yı ilâhi ve kader-i sübhânîyi bilmezler.]

Beyzâvfnin beyanı veçhile bu âyet; Fir'avn ve kavminin ke-mal-i hamakatlarına delâlet eder. Zira; mihan ve şedâid, kalpleri inceltip mevâiz ve nesâyih te'sir edecek iken bilâkis bunlar birta­kım âyetleri re'yelayn müşahede ettikleri halde müteessir olmak şöyle dursun belki bunların küfür ve tuğyana inhimakleri tezâyüd etmiştir.    Hasenenin vukuu muhakkak ve kesir olduğuna' işaret için tahkîka delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Amma seyyienin vukuu nâdir ve nüzulü bil'esâle olmayıp bittebi' oldu­ğuna işaret için edât-ı şek olan lafzıyla varid olmuştur.[89]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin bazı havadisi mahlûkaata isnatla ke­mâl-i cehaletlerini izhar ettiklerini beyan ettiği gibi mucizeyle si­hir beynini tefrik etmediklerini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn ve kavmi; asayı, kaht u galayı ve meyvaların nok­sanını görünce Mûsâ (A.S.) a hitaben dediler ki, «Her ne zaman sihretmek için sen bize bir âyet getirsen biz sana o âyetle iman edicilerden değiliz». Onların şu ısrar ve inatları üzerine Biz Azî-müşşan onlara tûfâm, çekirgeyi, biti, kurbağayı ve kanı mufassal alâmetler olduğu halde gönderdik. Onlar imanı kabulden îstikbar ettiler ve kendileri ashab-ı cürüm ve cinayetten oldular.]

Yâni; Fir'avn ve cemaatı Mûsâ (A.S.) m mucizelerini görün­ce istihza tankıyla Mûsâ (A.S.) a hitaben «Yâ Mûsâ! Her ne şeyi hangi zamanda Rabbin tarafından nübüvvetine alâmet ve dâvâ-yı nübüvvette şıdkma delâlet eder delil olarak bize o alâmetle sih-redip elimizde olan mallarımızı almak üzere getirirsen biz sana o âyetle iman edici ve mucizene mamalardan değiliz. Bizim için boşuna yorulur ve sa'y edersin. Zira; ne kadar çalışsan bizden sa­na iman eden yoktur» deyince Biz Azîmüşşan Musa'ya imdad et­mek ve kâfirlerden intikaam almak üzere kâfirler üzerine tûfâm gönderdik. Mısır'ın her tarafını şu ihata etti. Hatta evlerinin her tarafına girdi. Bundan mütenebbih olup iman etmeyince onlar üzerine çekirge gönderdik. Ekinlerini, meyvalarını ve bütün hâsı­latı yedikten sonra tayan ağaçlarını [90] ve kapılarını bile yedi, ibret almadılar. Badehu çekirgeden daha küçük bit gönderdik ki, ufacık bir kurt çekirgenin giremediği menfezlere girdi ve çekirge­nin bakiyelerini yediği gibi yemeklerinin ve elbiselerinin içlerine girdi, kanlarını emdi. Bununla dahi ibret almayınca biz onlar üze­rine kurbağa gönderdik, hiçbir mekân hâli olmayarak her taraflarını ihata ettiği gibi söz söylerken ağızlarına dahî girer oldu. Bundan da ibret alıp. iman etmeyince biz onlara kan gönderdik ki, suların küllisi kiptiler hakkında kan oldu. Şu alâmâtın cüm­lesini kudretimize ve Mûsâ (A.S.) m nübüvvetine delâlet eder mufassal âyetler oldukları halde gönderdik. Bu âyetleri kabulden istikbar ve i'raz ettiler ve kendileri azaba müstehak bir kavm-i mücrim oldular.

Fahr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanları veçhile tûfân için tâûn veya çiçek illetidir diyenler varsa da esah olan tûfânla murad; sudur. Çünkü; Fir'avn ve kavmi Mûsâ (A.S.) m asasını, yed-i beyzâsmı ve kıtlık gibi mucizelerini gördükleri halde «Sen Rabbin tarafından âyet olduğunu iddia ettiğin şeyleri her ne zaman bize getirirsen sihretmek için getirirsin. Binaenaleyh; biz sana iman etmeyiz» deyince Mûsâ (A.S.) m duası üzerine Allahü Tealâ şid­detle yağmur inzal etti. Mısır arazisi deniz haline geldi. Kıptîle-rin hanelerine su hücum etti. Kiptiler ayakta kaldılar. Garibi şu-rasıdır ki, Beni İsrail'in haneleri kıptîlerle karışık olduğu halde Beni İsrail'in hanelerine bir katre su girmeyerek selâmet ve rahat üzere otururlardı. Bu hâl bir hafta kadar devam eder. Kıptîlerin tâkatları kesilince Fir'avn'ın ricası üzerine Mûsâ (A.S.) m duâ-sıyla Cenab-ı Hak tufanı izâle eder, fakat Fir'avn ve Kiptiler, yine iman etmezler. Cenab-ı Hak bu âyette beyan olunduğu veçhile alâmetleri birer birer gönderir. Cümlesi Kıptîlere zarar eder. An­cak İsrailîlere asla zararı olmaz. Hatta Nil'in suyu Kiptiler hak­kında kan olur, Beni İsrail hakkında su olduğu halde kalır. Bina­enaleyh; bir kâse suyu Kıptî eline alsa kan, İsrailli eline alsa su oîur. Bunların herbirinin zuhurunda Fir'avn ve kavmi Mûsâ (A.S.) a iltica ve azabın izâlesinde iman edeceklerini vaad eder­ler. Azap zail olunca ahidlerini nakızla vaadlerinden dönerler ve imandan istikbar ederler ve irtikâb ettikleri cürüm ve cinayetler­den vazgeçmezlerdi. [91]

 

Vacip.Tealâ her zaman azap gelince Mûsâ (A.S.) a iltica et­tiklerini ve sonra ahidlerînden rücû' ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn'ın kavmi üzerine azap vâki olunca onlar dediler ki, «Yâ Mûsâ! Rabbin Tealâ'nın senin indinde olan nübüvveti ve du­anı kabul edeceğine dair sana verdiği ahid sebebiyle o ahdi vesile ederek sen bizim için Rabbine duâ et.»]

[Yâ Mûsâ! Biz Allah'a yemin ederiz ki, eğer bizden şu azabı kaldırırsan biz elbette sana iman eder ve seninle beraber Beni İs­rail'i istediğin yere göndeririz, asla mâni olmayız. Zira; senin üm­metinden olacağız ve sana tebaiyet edeceğiz» demekle Mûsâ (A.S.) a te'minât verdiler.]

[Vakta ki biz onlardan azabı kaldırdık ve onların baliğ ola­cakları bir vakte kadar müsaade ettikse bir de görüldü ki, onlar ahidlerinden döner ve imandan imtina' ederler, verdikleri te'mi-nâta asla riâyet etmezler.]

Yani; Onlar üzerine azap ve belâ vâki olunca kemâl-i hüzn ü esef, tazarru ve niyazla dediler ki, «Ey halkı Hakka davet eden Mûsâ (A.S.)! Senin indinde ma'ruf ve ma'lûm olan ilimle Rab-, bine bizim için duâ et. Zira; duanın icabetini ve hacetin kabulünü dâva ediyordun. Allah'a yemin ederiz ki, eğer bizden azabı izâle eder ve mesâibi üzerimizden kaldırır ve bizi açığa ve selâmete çıkarırsan elbette biz sana iman eder ve Beni İsrail'i seninle bera­ber Arz-ı Mukaddes'e göndeririz.» İşte Fir'avn'ın kavmi böyle demekle iman edeceklerine ahd ü peyman ve ahidlerini yeminle-riyle te'kid ve takviye edince vakta ki, biz resulümüz Musa'nın duâsıyla onların matlupları veçhüzere azabı ve üzerlerine nazil olan belâyı izâle edip iman edecekleri ve Beni İsrail'i irsal etmek üzere ta'yin ettikleri vakt-ı muayyene kadar müsaade ettikse an­sızın görülür ki onlar yeminlerinden dönerler.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran ricizle mu-rad; beyan olunan mesâib olmak ihtimali kavî ise de tâûn olmak ihtimali de baîd değildir. Çünkü; şu tafsil olunan âyetlerden son­ra Kıptîlere tâûn isabet ederek bir günde öğleden ikindiye kadar birçok kişilerin vefat ettiği ve defne muktedir olamadıkları mer-ı vidir.

Riczin tâûn manâsına olduğuna Buhârî ve Müslim'in beyan­larıyla (Üsâme b. Zeyd) Hazretlerinden rivayet olunan bir ha-dis-i şerif dahi delâlet eder. Çünkü; (Üsâme) Hazretleri Resulul-lah'ın Tâûn bir ricizdir ki, Allahü Tealâ Beni İsrail'den bir taife­ye veyahut Beni İsrail'den evvel bir taifeye gönderdi. Bir arzda tâûn olduğunu işittiğinizde o arz üzerine gelmeyin ve sizin bulun­duğunuz arzda vâki olursa taundan firaren o arzdan çıkmayın", buyurduğunu rivayet etmiştir. Bu hadis-i nebevi riczin tâûn ma­nâsına olduğunu te'yid etmektedir. Fakat riczin mutlaka azap ma­nâsına olup tâûn ve cümle belâyâya şamil olması evlâdır. Zira; her cümlesi murad olunmakta bir mâni yoktur. Bundan evvelki âyet­te Fir'avn'ın kavmine isabet eden mesâib ta'dad olunup bu âyette her ne zaman onlar üzerine riciz vâki olursa Hz. Musa'dan duâ etmesini rica etmelerini beyan da riczin mutlaka mesâib olduğu­nu te'yid eder. Ahid le murad; Allah'ın Mûsâ (A.S:) a nübüv­vet vasıtasıyla vermiş olduğu ilimdir. Buna nazaran manâ-yı na­zım : [Allah'ın sana vermiş olduğu ilimle bizim için Rabbine duâ et. Bu azabı bizden kaldırsın. Eğer azabı izâle edersen biz elbette sana iman ederiz] demektir. Yahut ahid le murad; Cenabı Hakkın Mûsâ (A.S.) a duasının kabulünü vaadetmesidir. Buna na­zaran manâ-yı âyet: [Rabbin Tealâ senin indinde mahfuz ve du­anı kabul edeceğini vaadle bizim için sen duâ et, bu azabı bizden kaldır]  demektir. Yahut,  de bulunan  lâfzı kasemdir.  «Allah'ın senin indinde olan ahdine yemin ederiz ki,

eğer sen azabı izâle edersen elbette biz sana iman ederiz» demektir.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Kıptîlerin şu muamelelerinde hamakatlarının nihayetini gösterir ve akıjlara hayret verir tena­kuzlar vardır. Zira; Hz. Mûsânm bir kere nübüvvetini inkâr eder­ler, sonra şedâidi görünce nübüvvetini ikrar ve itirafla iltica ve azapları zail olursa iman edeceklerine ahd ü peyman ederler. Hal­buki azaptan halâs olunca zaman geçmeksizin derhal ahidlerini nakzederler ve bu hâl senelerce devam ettiği halde bir kere olsun mütenebbih olmadılar. Halbuki Mûsâ (A.S.) m zîr-i cenahına sı­ğınanların bu âfetlerin cümlesinden selâmet üzere bulunduklarını her zaman görürlerdi.

Onların baliğ olacakları ecelleri yle murad; imanları için tayin ettikleri vakt-ı muayyendir. Yahut helakleri için indal-lak tayin olunan zamandır: [92]

 

Vacip Tealâ Fir'avn ve kavminin âyetlerden mütenebbih ol­mayıp küfrüzere ısrar ettiklerini beyandan sonra ihlâk ettiğini beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Fir'avn ve kavmi küfrüzere ısrar edince biz onlardan nimet­lerini selb ve ukubetimizi inzal etmekle intikaam almak murad ettik. Binaenaleyh; deryada onları gark ettik. Zira; onlar âyetle­rimizi tekzib ettiler ve âyetlerimizden gaafil oldular.]

Yani; Fir'avn ve kavmine kiraren ve miraren âyetlerimizi gösterdik ve resulümüz vasıtasıyla imana davet ettik. İman etme­yince azaplarının hulul edeceği zaman geldi. Binaenaleyh; biz on­lardan ahz-ı intikaam etmek üzere derin ve suyu çok deryada gark ettik. Zira; onlar bizim âyetlerimizden gaflet edici olmakla bera­ber tekzib ettiler. Âyetlerimizi tekziplerinden dolayı azab-ı elime müstehak olduklarından biz onları ukubetle helak ettik.

Gafletleri yle murad; âyetlerden gaflet olmak ihtimali olduğu gibi ukubetin nüzulünden evvel ukubetten gafletleri murad olmak ihtimâli de vardır. Herhangi manâ murad olunursa olunsun âyet-i celilede gark olmalarına iki sebep beyan olunmuş­tur: Birincisi; âyetleri tekzip, ikincisi; âyetler­den veyahut ukubetten gaflettir. Şu halde gerek tekzip, gerek gaf­let her ikisi de insanın helakine her zaman yegâne sebeptir. Bilâ­kis ayât-ı iiâhiyeyi tasdik ve rusül-ü kirama iman ve âkıbet-i umurdan basiret üzere olmak her zaman insanın saadetine sebep, refah ve rahatını dâîdir. Çünkü basiret; alelekser insanı hatadan muhafaza ettiği için saadete sebep olacağında şüphe yoktur. [93]

 

Vacip Tealâ lisan-ı Mûsâ üzere Beni İsrail'e düşmanlarını ih-lâk edeceğini ve arazilerine ve memleketlerine vâris olacaklarını vaad buyurmuştu. İki kısımdan ibaret olan vaadinin kısm-ı evveli Fir'an'ın ihlâki olup bundan evvelki âyetle işbu ihlâkini beyandan sonra Arz-ı Mısır'a Beni İsrail'i vâris kıldığını beyandan ibaret olan kısm-ı sâniyi izah etmek üzere buyuruyor.

[Biz Azîmüşşan envâ-ı nimetlerle bereket halk ettiğimiz Arz-ı Mukaddes'in meşrik ve mağrip cihetlerine sol kavmi vâris kıldık ki, o kavim, Fir'avn ve kavmi tarafından zayıf addolunmuşlar ve envâ'-i meşakkatta istihdam olunup kullanılmışlardı.]

[Habibim! Beni İsrail'in Fir'avn'in ezalarına sabırları sebe­biyle onlar üzerine Kabbiıı Tealâ'nuı kclime-i hüsnâsı ve nusretle vaadi tamam oldu.] Çünkü; Beni İsrail'e vaad ettiği nusret husul buldu, Fir'avn ve kavmi helak oldu ve Beni İsrail saha-i selâmete çıktı.                   

[Biz Fir'avn ve kavminin işledikleri bağları, bahçeleri, yap­tıkları köşkleri, sarayları ve sair mamureleri ihlâk ettik.]

Yani; biz kendisinde hayr-ı kesir ve envâ'-ı nimeti çok halk ettiğimiz Arz-ı Mübarek'in meşrik ve mağrip cihetlerine şol kavmi vâris kıldık ki o kavim; Fir'avn ve cemaatı taraflarından zayıf ad­dolunurlar ve taht-ı esarette kullanılırlardı. Hatta oğlanları katlo-lunur ve kızları ibkaa olunurdu. Yâ Mûsâ! Beni İsrail'in sabırları sebebiyle Rabbin Fir'avn'ı ihlâk ve Beni İsrail'e nusret ve arazi-yi Mısır'a mâlik kılmakla vaadini incaz buyurdu ve B,eni İsrail'e va­ade müteallik olan kelime-i hüsnasi tamam oldu. Zira; Rabbinin vaadi düşmanlarını ihlâk etmek ve arazilerine onları vâris ve ha­life kılmaktı. Her iki cihetini ikmâl buyurdu ve Biz Azîmüşşan Fir'avn ve kavminin işledikleri amellerini ve yaptıkları ebniye-lerini ve vâki olan imaretlerini ve yüksek kaldırdıkları köşklerini, saraylarını, bağlarını ve bahçelerini ihlâk ettik. Cümlesi âleme ibret olsun için nıahv u münkariz oldu gitti.                         .

Fir'avn tarafından zayıf addolunan kavim; Fahr-i Râii'nin beyanı veçhile Beni İsrail'dir. Zira; Fir'avn onları hizmât-ı şâk-kada ve süfliyede istihdam ettiği gibi oğlanlarını katil ve kızlarını ihya eder ve cizye alır ve Şam cihetlerine gitmelerine müsaade istedikleri zaman müsaade etmez, taht-ı esarette kahr u galebeyle hapsederdi. Fakat neticede Fir'avn, zulmünün cezasını gördü ve Beni İsrail de sabırlarının mükâfatını gördüler.

Arzın meşârtkı; Şam cihetidir. Çünkü arazi-i Şam Mısır'ın şark cihetindedir. Mağariple murad; Mısır'ın Said cihetidir. Mübarek olan arazi yle murad; arazi-i Şam'dır. Çünkü; vüs'at-ı rızk ve gaayet bolluk ve ucuzluk arazi-i Şam'a münhasır gibidir. Garbın ve şarkın.cemi1 cihetleri itibarına binaen cemi' sıyğasıyla variddir.

Hz. Dâvûd ve Süleyman (A.S.) zamanlarında Beni İsrail Mı­sır'a ve Şam'a ve daha sair bir çok memâlike varis olarak icra-yi hükümet ettiler. Binaenaleyh; Fir'avnların Amâlikalılarm memâlikini tamamen zaptetmişlerdi. O zamanda Beni İsrail hükümeti dünyanın en kuvvetli hükûmetlerindendi. Şu halde arz-ı Mısır'a vâris olanlar Hz. Mûsâ zamanında olan Beni İsrail'in evlâtlarıdır, kendileri değildir.

Kelime-i hüsnâ ile murad; Vacip Tealâ'nın Beni İsrail'e düşmanlarını ihlâk ve bunları onların yerlerine halife ve vâris kılacağına dair sebkcden vaad-i ilâhiyidir. Kelimenin tamam olması yla murad; vaadin incaz olunmasıdır. Va­ad-i incazın husulü; sabırları sebebiyle olduğunu Cenab-ı Hak tas­rih buyurmuştur. Şu halde âyet-i celile, belâyâya sabırla mukaa-bele edenlere Allahü Tealâ'nın zafer vereceğini ve cez' u fezi'le nıukaabele edenlere belâyâyı müvekkel kılacağını müş'irdir. Bina­enaleyh; insanın daima sabırla zaferyâb olmak cihetini iltizam et­mesi emr-i ehemdir.

Fir'avn'ın ve kavminin helâkleriyle beraber âsârı ve imârâtı ve kireçle yapılmış köşkleri, sarayları, bağları ve bahçeleri muz-mahil ve münkariz olduğuna bu âyet sarahatla delâlet eder. Zira; Cenab-ı Hak cümlesini tedmir ettiğini beyan buyurmuştur. [94]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in düşmanlarını ihlâk ve onları düş­manlarının diyarlarına vâris kıldığını beyandan sonra Beni İsra­il'e vermiş olduğu nimetleri ve o nimetlere karşı Beni İsrail'in ni­meti nâşinaslığmı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz Azîmüşşan Beni İsrail'i denizden geçirdik, onlar bir kav m üzerine geldi ki, o kavim kendilerine mahsus putlar üzerine de­vamla putların başında ikaamet ve itaat edip Allah'ın gayrı o put­lara ibadet ediyorlar.]

[Beni İsrail o kavmin putlara ibadet ettiklerini görünce »Yâ Mûsâ! O kavmin kendilerine mahsus mabudlan olduğu gibi bizim için bir nıa'bud yap ki, biz de ona ibadet edelim» dediler.]

[Mûsâ (A.S.) onlara «Siz bir kavim ve milletsiniz ki, Allahın azametini bilmiyorsunuz. Allah'ın gayrıya ibadet bâtıl olduğunu bilmiyorsunuz» dedi.] Ve sözüne şunu da ilâve etti :

[«Zira; şu putlara ibadet edenler ve onlarm, din ittihaz ede­rek içinde bulundukları şeyin cümlesi helake -maruzdur ve amel­leri de bâtıldır» demekle kavmini tekdir etti.]

Yani; Biz Azîmüşşan Beni İsrail'i düşmanlarının helak oldu­ğu denizi salim ve emvâl-i ganimete mâlîk oldukları halde geçir­dik. Denizi arkalarında bırakınca onlar bir kavim üzerine geldiler ki, o kavim kendilerine mahsus olan putlar üzerine ibadet için ika-amet ve devam ederler. Beni İsrail onların putlara ibadet ettikle­rini görünce dediler ki «Yâ Mûsâ! Bizim için bir ma'bud yap. On-larm müteaddid ma'budları olduğu gibi bizim de bir tane ma'bu-dumuz bulunsun.. Onlar ma'budlarına ibadet ettikleri gibi biz de ma'budumuza ibadet edelim. Zira; Allahü Tealâ'yı görmeyiz. Gör­mediğimiz ve müşahede etmediğimiz bir ma'buda nasıl ibadet edelim ve neden korkalım?» deyince Mûsâ (A.S.) onların halle­rinden müşahede ettiği cehaletlerine binaen «Siz bir kavm-i ca­hilsiniz ve cehaletiniz üzere ısrar ediyorsunuz ki, cibilletinizdeki cehilde devam ettiğinizden âyât-ı kübrâ ve berâhin-i uzmâ size te'sir etmiyor. Binaenaleyh putlara ibadet edenlere gıpta ediyor­sunuz. Halbuki onlarm halleri gıpi$ olunacak birşey değildir. Zi­ra; şu sizin gördüğünüz kimselerin bulundukları din iptal olun­muş ve o dinle amel edenlerin amelleri zâyidir. Çünkü; Allah'ın gayrı birtakım mahlûkaata ibadet ettiklerinden dinleri bâtıl ve amelleri zâyidir" demekle sözlerini reddetti.

Beni İsrail'in denizi geçmelerinin keyfiyeti başka âyetlerde beyan olunduğu için burada tecâvüzlerinin keyfiyetinden bahis yoktur. Puta ibadet eden kavimle murad; Bey-zâvî'nin beyanı veçhile' Amâlika'dan bakiye bir kavimdir. Onlar sığır suretinde putlara ibadet ederlerdi. Beni İsrail'in onların al­tın ve gümüşle müzeyyen putlara ibadetlerini görünce kemâl-i cehalet ve belâdetlerini izhar ederek Mûsâ (A.S.) a «Bize de raa'-bud yap» demeye cür'et ettiler. Halbuki Fir'avn'ın helakini ve de­nizden selâmetle geçtiklerini ve Mûsâ (A.S.) ıh mucizelerini re'yel'ayn müşahede ettikleri için böyle bir kelâmın suduru onla­ra lâyık olmadığı gibi kat'â hatıra bile gelmezdi. Fakat insanlar düşünmeksizin bir söz söyler ki, o söze divaneler de hayret eder.

Fahr-i Râzi'nin fc>eyam veçhile Beni İsrail'in bu kelâmdan maksadları; Hz. Musa'nın kendi talepleri üzerine tayin edeceği puta ibadetle Allahü Tealâ'ya takarrub etmektir. ÎVTaahaza bu ke-lâmlanyla irtidad ettiler, kâfir oldular. Zira ibadet; ta'zîmin niha­yetidir, Ta'zîmin ve ikram ü in'âmın nihayeti kendisinden sudur eden Zât-ı Eceli ü A'lâ'ya mahsustur. Onun gayrıya, nihâyet-i ta'zîmden ibaret olan ibadet; bilcümle enbiyanın ittifaklarıyla kü­fürdür. Şu suâl; Beni İsrail'in bazısından sudur edip cemiinden sudur etmemiştir. Binaenaleyh; putlara ibadet edenlerin dinleri­nin müstehlek ve amellerinin bâtıl plduğunu beyan buyurmuştur.

'Bâtıl da ikidir: Birincisi; zatında yok olan şey­dir. İkincisi; zatında mevcut ve lâkin menfaati olmayan şeydir. Putperestlerin ibadetleri; butlanın ikinci kısmındandır. Zi­ra; nefsinde amelleri vardır, lâkin asla menfaati yoktur. Belki ayn-ı mazarrat olduğundan bâtıldır. Çünkü ibâdetten maksud; ibadet üzere devamla o ibadetin kalpte zikrullahın takarruruna sebep ve ruhun saadetine ve rızâ-yı ilahiye neyl-i vusule vesile olmaktır. Amma insan Allah'ın gayrıya ibadet ederse kalbi Allah'ın gayrıya merbut olmakla zikrullahtan i'raz ve saadetten mahrum olmasına sebep olduğundan Allah'ın gayrıya ibadet bâtıl ve zâyidir ki, asla menfaati olmadığı gibi ayn-ı mazarrattır.

Tefsir-i Hâzin ve Kaazî'de beyan olunduğuna nazaran Mûsâ (A.S.) in denizi tecâvüzü ve Fir'avn'm helaki yevm-i Aşurâ'ya tesadüf etmiş ve o gün Mûsâ (A.S.) şükrenlillâh oruç tutmuştur. Kezâlik Nûh (A.S.) in tufandan halâs olup gemiden indiği gün de Muharrem'in onuna tesadüf etmiş, Nûh (A.S.) da şükrenlillâh oruç tutmuştur. Binaenaleyh; Muharrem'in onunda oruç tutan kimse Nuh ve Mûsâ (A.S.) in sünnetini ihya etmiş olur. [95]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in kavmine cehaletle hitabını be­yandan sonra tevbîh ve tekdir ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) in kavmi «Bize ma'bud yap, biz ona ibadet edelim» demeleri üzerine kavminin câhil olduklarını ve putperest­lerin dinleri helakten ibaret ve amellerinin bâtıl olduğunu beyan­dan sonra Mûsâ (A.S.) dedi ki «Size Allah'ın gayrı bir ma'bud mu taleb edeyim? Halbuki Allahü Tealâ sizi âlemler üzerine tafdîl etti.] Zira; düşmanınızı ihlâk etti ve sizi saha-i selâmete çıkardı. İçinizden nebi ba's etti. Şu halde' haya etmez misiniz ki, Allah'ın bu nimetlerine karşı Allah'ın gayrı ma'bud taleb edersiniz. Ma'­bud elle yapılır birşey mi? Bir abd-i âcizin eliyle yapmış olduğu şey nasıl ma'bud ittihaz olunabilir?» demekle suâllerini red ve kendilerini tevbih etmiştir.

Fahr-i Râzi'nin beyanına nazaran â I e m le murad; o zama-nxn âlemi üzerine tafdîl demektir. Veyahut Hz. Musa'ya verilen mu'cizât-ı bahire ve kaahireyle tafdildir. O zamanda ve ondan ev­vel dahi böyle mu'cizât-ı bahire kimseye ve hiçbir kavme veril­memiştir. Bu cihetten zamanlarının âlemi üzerine Beni İsrail mu-faddal kılınmıştır. Amma başka cihetten de başka bir kavim efdal olabilir. Meselâ bir kimse bir fenni bilir, diğer bir şahıs da başka bir fenni bilir, herkes bildiği fen cihetinden ahar üzerine efdaldir. Şu halde bir kimse min cihetin efdal ve min cihetin mefdui olabildiği gibi kezâlik bir kavim de' diğer kavimden min cihetin ef-dal ve min cihetin mefdul olabilir.[96]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in kavminin Allah'tan başka bir ma'bud istediklerini ve Mûsâ (A.S.) in kavmini tekdir ve tevbih ettiğini ve Allah'ın onları âlemler üzerine tafdîl eylediğini beyan­dan sonra tafdîl olundukları nimetlerden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Biz sizi Al-i Firavn'ın azabından halâs ettik ve yedi esaretlerinden kurtardık ki, Al-i Fir'avn size eşedd-i azabı taleb ederler ve reva görürlerdi. Hatta bir dereceye kadar zulüm ve taaddî ettiler ki, oğlanlarınızı katil ve şevketinizi kesrederek nüfusunuzu azaltmakla izzetinizi zillete kalp ve kızlarınızın hayatta kalmasını ialeb ederler ve onları ka­tilden âzâd etmekle onların kesretiyle sizin namusunuzu hotket-mek isterlerdi ve onların oğlanlarınızı katletmekte ve sair çirkin azapları hakkınızda reva görmelerinde sizin için Rabbiniz tara­fından imtihan-ı azîm vardı. Şu beyan olunan belâ ve mihnetten sizi kurtardık ki, nimetimizin kadrini bilip şükrünü eda edesiniz.]

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyetin tefsiri Sûre-i Bakara'da sebkat etti [97]. Lâkin burada zikirden maksat "Bizim size bu kadar nimetimizle beraber Allah'ın gayrıya nasıl ibadet edersiniz ve şu nimetleri ne kadar az bir zamanda unuttu­nuz, Hz. Musa'ya bize ilâh yap demeniz lâyık mıdır?» demekten ibarettir. [98]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.Ş.) m mikaatını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz Musa'ya otuz gece ibadet etmesini vaad ve otuza, on ge­ce dahi ilâvesiyle itmam ve kırk güne iblâğ ettik. Musa'nın Rab-bisinin mikaatı kırk gece olarak tamam oldu ve Mûsâ (A.S.) tav­siye tarikıyla biraderi Harun (A.S.) a dedi ki, «Benim kavmime tarafımdan halife ve yerime vekil oj. Beyinlerinde dünya ve âhi-rete müteallik olan umurlarım ıslah et ve müfsidlerin tarîkına it-tibâ' etme.»] Fahr-i Râzi, Kaazî, Hâzin ve Medârik'in beyanlarına nazaran Vacip Tealâ Mısır'da Mûsâ (A.S.) a Fir'avn'ın helakinden sonra mülk ü milletin hüsn-ü temşiyetine kâfi ve umur-u dünya, umur-u din ve ahval-i nâsın ahkâmını cami bir kitap vereceğini vaad et­miş ve Mûsâ (A.S.) da kavmine vaad-i ilâhiyi beyan ve tebşir eylemişti. Fir'avn helak olup Beni İsrail'in zilleti izzete idbarı ikbale ve tedennisi terakkiye tahavvül edince Mûsâ (A.S.) in Ce­nab-ı Hak'tan vaadinin incazını talep ve istirham etmesi üzerine Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in Zilka'da ayında otuz gün oruç tutma­sını emir buyurdu. Mûsâ (A.S.) emr-i ilâhiye imtisâlen otuz gün oruca devam etti. Otuz günü ikmâl edince Mûsâ (A.S.) ağzının râyihasını,sevmediğinden harnup ağacından bir misvak ittihazıyla ağzını misvakla yıkaması üzerine vahy-i ilâhi geldi ve Cenab-ı Hak buyurdu ki «Yâ Mûsâ! Sen bilmedin mi? Oruç tutan kimse­nin ağzının kokusu bana miskden daha güzeldir. Misvakla izâle ettiğin râyiha-i tayyibeyi telâfi ve tedârik etmek üzere on gün daha oruç tutman lâzımdır.» Bu âyette beyan olunduğu veçhile otuza on gün daha ilâve olundu. Mikat bu veçhile kırka baliğ ol­muş ve Cenab-ı Hak kırk günü tamam olunca Tevrat-ı Şerifi in­zal buyurmuştur. Yahut otuz gün oruç olup bakî kalan on günde; Tevrat nazil olmuş ve mükâleme vuku bulmuştur. Yoksa misvakla ifsad ettiğini ıslah için on gün ilâve olunmuş değildir.

Mûsâ (A.S.) asıl olup Hârûn (A.S.) tâbi olduğu cihetle Mûsâ (A.S.) biraderini makamına halife tayin etmiş ve Beni İsrail'in umurundan ıslaha muhtaç olanları ve umur-u dünya ve umur-u âhireti tesviye ve ıslah etmesini tavsiye buyurmuştur. Hârûn (A.S.) nebi olduğu cihetle daima ıslah ve müfsidlerin tarikma te-baiyetten ihtiraz üzere bulunduğu halde ıslahla emir ve müfsid­lerin tanklarına ittibadan nehyetmek te'kid ve devam içindir.

Hulâsa; Cenab-ı Hakkın Hz. Musa'ya otuz gün oruca on gün daha ilâveyle kırk güne iblâğ eylediği ve Mûsâ (A.S.) m biraderi Harun'u yerine halife tayin ve kavmini ıslahla emredip müfsidle­rin tarîkma tebaiyetten nehyettiği bu âyetten müstefâd olan fevâ-id cümles indendir. [99]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) m vaktin hitamında tayin olunan mahalle gelip kelâm-ı ilâhiyle müşerref olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.    

[Vakla ki, Mûsâ (A.S.) tayin ettiğimiz vakitte bize münâcât için geldi ve Rabbisi ona tekellüm ettiyse «Yâ Rabbî! Zatını bana göster, ben sana nazar edeyim, göreyim» dedi.]

[Rabbisi ona «Yâ Mûsâ! Bu dünyada elbette sen beni göre­mezsin» dedi.]

[Ve lâkin yâ Mûsâ! Sen karşında bulunan dağa bak. Eğer o dağ olduğu mahalde karar eder hareket etmezse sen beni görür­sün» demekle dünyada ruyet olunamayacağını beyan etti.]

[Vakta ki, Rabbisinin nuru o dağa zuhur ettiyse dağ azamet-i ilâhiye altında toz ve yerle beraber oldu ve ufacık bir tepe bile görülmedi ve Mûsâ (A.S.) da kudret-i ilâhiyenin eserinden lâya'-kil secdeye kapandı.]

[Vakta ki Mûsâ (A.S.) hal-i istiğraktan ifâkat buldu, kendini topladı ve secdeden kalktıysa «Yâ Rabbi! Cemi' nekaaisten seni tenzih ve sana tevbe ederim. Halbuki senin vahdaniyetine ve aza­metine evvel iman edenlerdenim» dedi.]

Yani; vakta ki Mûsâ (A.S.) bizim tayin ettiğimiz vakitte mi-kaatımıza geldi ve Rabbisi, vasıtasız Musa'ya tekelüm ettiyse Mû­sâ (A.S.) «Ey benim Rabbim! Bu kadar in'âm ve ihsanına müs-tağrak oldum. Zatım bana göster, ben sana nazar edeyim, göre­yim" dedi. Çünkü; Mûsâ (A.S.) Rabbisinden gördüğü lütuf ve ih­sanı ve inkişaf eden keşfiyâtı görüp ve cemi cevanip ve cihattan bilâvasıta kelâm-ı ilâhiyi işitince ferah ve sürurundan zat-ı ülûhi-yeti ru'yete tama' ederek «Yâ Rabbi! Zatını göster, ben göreyim» dedi. Zira; huruf ve asvattan ârî ve terâkib-i kelimâttan berî ve mukaabele ve muhâzât olmaksızın kelâm-ı ilâhiyi işitmesinden derhal zat-ı ülûhiyeti rû'yete intikaal etti. Rabbisi Mûsâ (A.S.) m şu talebine cevap olarak «Yâ Mûsâ! Sen h'ayat-ı dünyada bakî ol­dukça beni elbette göremezsin, lâkin karşında bulunan ve sebat ve kararda insandan daha ziyade olan dağa nazar et, bak. Eğer ben o dağa tecelli ettiğimde dağ mekânında karar ederse sen de beni görürsün ve görmen mümkündür» dedi. Bundan sonra vakta ki, Rabbisi mezkûr dağa tecelli buyurdu ve inkişaf ettiyse, dağı ufalmış toz halinde kıldı ve ânî olarak dağ yok oldu, gitti. Keenne evvelden yaratılmamış bir hale gelince Mûsâ (A.S.) kahr-ı ilâhi­nin azamet ve dehşetinden muztarib olarak yere kapandı, bir müd­det sonra ıztırabı zail olarak aklı başına gelip ifâkat bulduysa «Ya Rabbi! Seni cemi'-i nekaaisten tenzih ve vüs'-u tâkatımda olma­yan şeyi senden suâl ettiğimden dolayı sana tevbe ve rucû' ede­rim. Halbuki senin azametine ve celâletine ben evvel iman edici­lerdenim» demekle isti'zan etmeksizin suâl ettiğinden dolayı aff-ı ilâhiyi istirham etti.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet Allah'ı ru'yetin cevazına ve imkânına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) a «Ben görülmem ve görülmekliğim mümkün değildir» demedi, belki «Sen beni göremezsin» demekle ru'yeti Mûsâ (A.S.) dan nefiy tarikıy-la cevao verdi.

Mûsâ (A.S.) in görememesinden Vacip Tealâ'nın görülme­mesi lâzım gelmez ve görülmek muhal olmuş olsaydı Mûsâ (A.S.) Vacip Tealâ hakkında muhal olan şeyi talepte bulunmazdı. Çün­kü; Allahü Tealâ hakkında muhal olan şeyi bilmeyip taleb etmek enbiya-yi kiram için muhaldir. Şu halde Mûsâ (A.S.) m Allahı ru'yeti taleb etmesi ru'yetin cevazına delil-i sarihtir.

Kezâlik Vacip Tealâ ru'yeti, cebelin istikrarına talik buyur­du. Cebelin istikrarı emr-i mümkündür. Mümkün olan şeye mual­lâk olan şey de elbette mümkün olur. Binaenaleyh ru'yetin, ce­belin istikrarına taliki, cevazına delâlet ettiği gibi Mûsâ (A.S.) kavminin "Bize Allah!ı açıktan göster» demelerine cevap olarak ru'yeti taleb etmiştir. Eğer ru'yet caiz olmasaydı kavmini başka cevapla iskât ve reddederdi.

Vacip Tealânm Mûsâ (A.S.) a «Sen beni göremezsin» buyur­ması «Beni görmek birtakım esbaba mevkuftur, o sebepler ise henüz sende mevcut değil» demektir, yoksa asla görülmez manâ'-sına değildir.           ,

Fahr-i Râzi'nin beyanına nazaran Hz. Musa'nın işittiği kelâm; Eş'arî indinde harftan ve savttan ârî kelâm-ı ezelîdir. Matüridiye indinde huruf ve asvattan şecere-i mezkûreden Vacip Tealâ'nm halk ettiği kelâm-ı hadisi işitmiştir, yoksa Mûsâ, (A.S.) m işittiği zat-ı ilâhiyeyle kaaim kelâm-ı ezelî değildir.

Mûsâ (A.S.) kelâm-ı ilâhiyyi yalnız mı işitti, yoksa rîıaiyetinde bulunan yetmiş kişi de beraber mi işittiler? Burada ihtilâf vardır. Lâkin esah olan, yalnız işitmiştir. Zjra; işitmek Hz. Mû-sâ'ya tahsis olunmuştur.

CebeIle murad; Beyzâvî'nin beyanına nazaran (Cebel-i Zübeyr) ve Feth-ül Beyan'da zikrolunduğuna nazaran (Cebel-i TûrJ'dur. Cebelin dekkolmasıyla murad; ufanıp toz olmak ve yere dökülüp düz ova olmak ve cebelin namu nisam kalmamaktır. Ce­bel-i Tûr olduğuna nazaran elyevm Cebel-i Tûr'un mevcut olması bu âyete münâfî değildir. Zira; tecelli-i ilâhi cebelin her tarafına olmadı. Belki eczasından bazı cüzüne vâki olmuş ve mahv u mün-deris olan o cüzüdür, yoksa her tarafı mahv u münderis oldu ma­nâsına değildir. Yâ Rabbi! Seni cemi' ne-kaaisten tenzih ve Sana tevbe ederim demektir. Mûsâ (A.S.) in teşbihi; Allah'ın iznine müracaat etmeksizin suâlinden veyahut dünyada ru'yetten veyahut cemi' nekaaisten tenzih manasınadır.

Bu dünyada ru'yetih imkânına bu âyet ve sair âyât-ı beyyi-nât delâlet ettiği gibi edille-i akliyece de ru'yete bir mâni yoktur. Lâkin hayat-ı dünyada bizim peygamberimizden maada bir kim­seye Cenab-ı Hakkı ru'yet vâki olmamıştır. Esahh-ı akval üzere ancak miraçta bizim peygamberimizin Bârı Tealâ'yı rü'yettettiği mervidir. Amma dar-ı âhirette ru'yetin vâki olacağına ahadis-i celilenin sarahati ve âyât-ı beyyinâtın işareti delâlet etmekte ol­duğundan ehl-i iman için âhirette Cenab-ı Hakkı mekândan mü­nezzeh olduğu halde ru'yet vâki olacağını itikad etmek vaciptir.

Hulâsa; Hz. Mûsâ mikaata gelip Rabbisi tekellüm edince «Yâ Rabbi! Zatını bana göster, ben göreyim» dediği ve Rabbi Tealâ'-nın «Sen beni elbette göremezsin. Karşında bulunan dağa nazar et, eğer dağ yerinde durursa sen beni görürsün» buyurduğu vakta ki, Vacip Tealâ müşarünileyh olan dağa tecelli edip dağ hurduhaş olunca Hz. Mûsâ yere kapanıp ifâkat bulur bulmaz tevbe ve teş­bih ettiği bu âyetten müstefad olan fevâid cümlesindendir. [100]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) düyada ru'yetten meneylemesi üzerine Mûsâ (A.S.) bilâisti'zan ru'yeti talebine nedamet ve mahzun olunca Mûsâ  (A.S.)  in hüznünü izâle buyurduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) a hitaben «Yâ Mûsâ! Ben seni ri-sa İçtim ve kelâmımla nas üzerine ihtiyar ve ahkâmımı ve evamir ve nevâhîmi kullarıma tebliğe memur ettim. Binaenaleyh; sen be­nim sana ihsan ettiğim ahkâmı ve sair nimetlerimi ahzet. Kudre­tin tahtında olmayan şeyleri taleb etme ve nimetlerimize şükre-dirilerden 61» dedi.]

Fahr-i Râzi ve Kaazi'nin beyanları veçhile Vacip Tealâ'nın Mûsâ (A.S.) ı ihtiyarı; 6 zamanda mevcut olan insanlar üzerine demektir. Zira; o zamanda Hârûn (A.S.) da nebi ise de ayrı şeriat sahibi olmayıp Mûsâ (A.S.) a tebaiyetle memur olduğundan za­manında Mûsâ (A.S.) dan efdal bir nebi yoktu. Şu halde o zaman­da mevcut nâs üzerine Cenab-ı Hak Mûsâ (A.S.) ı risaletle ba's ve bilâvasıta tekellümle ihtiyar buyurmuştur. Yoksa bilumum nas üzerine ihtiyar ve tafdîl manâsına değildir. Zira; bizim nebimizin cemi' enbiyadan efdal olduğunda ittifak olup delâil-i akliye ve nakliye de buna delâlet etmektedir.

Hz. Musa'nın ru'yetullahı talebi Zilhicce'nin Arefe günü ve Tevrat-ı Şerifin nüzulü, Kurban Bayramı ve Cuma günü sabahle­yin vuku bulduğu Kaazî'nin cümle-i beyânâtındandır.

Cenab-ı Hak bu âyette Mûsâ (A.S.) a iki nimet tadad buyur­du. Birincili-, risalet, ikincisi; bilâvasıta tekel­lümdür. Ve bu nimetlere şükretmekle emir buyurdu ki, ilmen ve amelen nimetin hukukunu edâ ve levazımını ifâ etmekle emirdir. Binaenaleyh, nimete nail olan her insan için o nimetin şükrünü edâ etmesi, vaciptir. Zira şükrü edâ olunmayan nimet zevale ma­ruzdur.[101]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) 1 risâletle tahsis ettiğini beyandan sonra risâletini tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Bizim Mûsâ (A.S.) 1 ihtiyarımız cümlesinden olarak mev'i-ze ve hill ü hürmeti tafsîlen Mûsâ için Tevrat, yazılı levhalarda Beni İsrail'in muhtaç olduğu herşcyi yazdık. Hâl böyle olunca yâ Mûsâ! Sen elvah-ı azimete, ciddiyet ve niyet-i sad ikayla ahzet. Kav­mine emret ki, Tevrat'ta olan ahkâmın güzellerini ahzetsinler. Ey Beni İsrail! Fir'avn; Ad ve Semud gibi kâfirlerin beldelerini size gösteririm ki, onların köşkleri ve sarayları nasıl harap olmuşsa onları görüp ibret alasınız.] Veyahut [Ahirette fâsıkların darı olan dâr-ı Cehennem'i gösteririm.]

Fahr-i Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile eIvahla mu-rad; Tevrat'ın levhalarıdır. Levhaların adedi yedi veyahut on ol­masında ihtilâf olup levhanın madeni yeşil zebercedden veyahut zümrütten veyahut tahtadan olduğuna dair rivayetler varsa da âyette adedine ve madenine dair sarahat olmayıp ancak Tevrat'ın levhada nazil olduğu kafidir. Fakat levhanın adedi ve keyfiyeti malûm değildir, Kemmiyet ve keyfiyetine hüküm de talluk etmez. Maksat Tevrat'ın levha üzerinde nazil olduğunu beyandır.

Herşeyle murad; umur-u din ve umur-u dünyadan Beni İsrail'in muhtaç oldukları herşey demektir. Çünkü; Tevrat'ta emr ü nehiy, helâl ü haram, hudud-u şer'iye, ahkâm-ı din, umur-u dünya ve teşkil-i hükümete müteallik herşeyin tafsili vardı. Bina­enaleyh Cenab-ı Hak bu âyette herşeyin tafsilâtını yazdık» bu­yurmuştur.

Vacip Tealâ Tevrat'ı ciddiyet ve azimet üzere ahzetmesini emretmiştir. Çünkü; insanın ümitsiz ve zayıf niyetle ahzettiği şeyde fütur arız olur, neticesiz kalır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ ciddiyet ve niyet-i sâdıkayla ahzetmesini emretmiştir.

Tevrat'ın ahkâmında ahsen ve hasen olan şeyler olduğuna âyette işaret vardır. Çünkü Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kısas ve zâlimin zulmünü affetmek gibi ameller; ahsendir. Kısasla ve zâlimin mezâlimini ahizle intikaam almak hasendir. Allahü Tea-lâ Mûsâ (A.S.) a «Kavmine emret ki, Tevrat'ta beyan olunan ah­kamın hasen olanlarıyla amel etmek caizse de ahseniyle amelin efdal olduğunu beyan et" demiştir.

Yahut ahsenle murad; ferâiz ve vâcibât, hasenle murad; mendübât ve nevâfildir. Elbette vâcibâtla amel etmek ah­sendir. Şu halde âyette efdal olan şeyle amele tergib vardır. Ya­hut ahsenle murad; azimettir, hasenle murad; ruhsatla ameldir. Elbette azimetle amel ruhsatla amelden efdaldir. Fâsık-larm memleketlerini ve harap olan hanelerini göstereceğini be­yan etmek; emrine muhalefet edenlerin helaklerini göstermekle âsîleri tehdid ve insafa davet etmektir. Tevrat-ı Şerif gaayet bü­yük ve çok olduğundan Tevrat'ı ancak Mûsâ, Yûşâ, Üzeyr ve Isâ (A.S.) hıfzedip başka hıfzeden olmadığı Hâzin'in cümle-i beyânâ-tındandır. Yani; Tevrat'ı ezberden okumak bu dört zat-ı şerife müyesser olmuş, başka kimseye müyesser olmamıştır. [102]

 

Vacip Tealâ fâsıkların beldelerinin harabelerini göstereceğini vaadinden sonra fâsıklarla muamelesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Bigaynhakkın yeryüzünde tekebbür eden kimseleri âfakı enfüste vahdaniyetimize delâlet eden âyetleri tasdik ve iman et­mekten tağyir eder ve kalplerini döndürürüm ki, hakka inat ve bigaynhakkın tekebbürlerinin cezasını görsünler ve ben Kur'ân'ın âyetlerini anlamaktan onları menederim ki, küfürlerinin azabını tatsınlar.]

[Ve eğer onlar her âyeti görseler iman etmezler.]

[Ve eğer onlar doğru yolu görseler kendilerine tarîk-i necat ittihaz etmezler.]

[Ve eğer onlar    tarik-ı dalâleti görseler    derhal kendilerine meslek ve tarikat ittihaz ederler.]

[Bunların şu tarîk-ı dalâli meslek ittihaz etmelerinin sebebi; onlar bizim hakka delâlet eden âyetlerimizi tekzib ettiler ve o âyetlerimizden gaafil oldular.]

Yani; hakka mukaarin olmayan din-i bâtıllarıyla yeryüzünde bigayrıhakkın ibadullaha tekebbür ve tecebbür edip bizim vahda­niyetimize ve kudretimize delâlet için âfâk-ı enfüste nasbolunmuş âyetlerimizin ledünniyâtını tefekkür etmeyen kâfirleri, cebâbireyi âyetlerimi kabul edip iman ve fehmeyleyip tasdik etmekten ben menederim. Onlar âyetlerimizi fehmedemedikleri gibi iptaline sa'y ederlerse de ben onları iptalinden menederim ki, emekleri zayi olur, belki kendi amelleri kendi aleyhlerine döner. Bizim âyet­lerimizin şanı ilâ olunduğu gibi onların hileleri ve dinleri bâtıl ve kendileri helak olur. Zira; onlar hakka inat edip kabulden imtina* ettikleri için hidayetten mahrum olmaya müstehak olduklarından hidayete vesile olan âyetlerden gaflet ederler. Ve eğer onlar ta-raf-ı ilâhimizden nazil ve resulümüze mucize olan ve sıdk u savab üzerine delâlet eden her âyeti görseler kemâl-i inatlarından ve hava ve hevese abalarını taklide fart-ı inhimaklarından âyetleri­mize asla iman etmezler. Çünkü; tıynetlerinde olan habaset ve fıt-retlerinde olan cehalet ve hamakat imanlarına mânidir. Ve eğer onlar tarîk-ı savab ve reşadeti görürlerse şeytanet kendilerine ga­lebe ettiğinden o doğru yolu kendilerine tarîk-ı necat ve nıeslek-i savab ittihaz etmezler., Ve eğer onlar tarik-ı dalâli görürlerse der­hal kendi nefisleri için tarik-ı dalâli savab görüp ihtiyar ve mes­lek ittihaz ederler. İşte mütekebbirlerin tarîk-ı savabı terkederek tarik-ı dalâli ihtiyar etmelerinin sebebi; onlar bizim vahdaniyeti­mize delâlet eden âyetlerimizi tekzib ettiler ve onlar iman ve im-tisâlden gaafil oldular ki, gafletleri ebedîdir, asla uyanmak ve mür tenebbih olmak yoktur.                                t

Bu âyet-i celilede bigayrıhakkın tekebbürün mezmum ve uku­bete sebep olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; Fahr-i Râzi'nin be­yanı veçhile muhikkin mubtıl üzerine tekebbürü ve mütekebbır üzerine tekebür gibi bihakkın olursa tekebbürün memduh olduğu­na işaret olunmuştur. Resulullah'ın «Mütekebbir üzerine tekebbür sadakadır» hadis-i şerifi dahi şu manâyı te'yid eder. Çünkü; bi-gaynhakkm tekebbür deyince bihakkın tekebbür olduğuna ve bi­hakkın tekebbürün cevazına delâlet eder.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet; Allahü Tealâ'nın dilediği kulunu hidâyette ve dilediği kulunu dalâlette kıldığına delâlet eder. Binaenaleyh; Allahü Tealâ bazı kulunu su-u ihtiyarı neticesi âyetlerini kabulden meneder ve bazı kulunu da âyetlerde tefekküre ve hakkı kabule tevfik eder. Zira; dilediğini halk etmeye kaadir olduğu cihetle işlediğinden mes'ul değildir. Çünkü; mülk onundur, keyfe mâ yeşâ' tasarruf eder.

Allahü Tealâ hakkında tekebbür sıfatı medihtir. Çünkü; her-şey Allah'ın halkıyla olduğundan bilumum kemâl, Allahü Tealâ'-ya mahsustur. Amma kulların bigayrıhakkın tekebbürleri bâtıl ve haklarında sıfat-ı mezmumedir. Binaenaleyh; bigayrıhakkın te­kebbür ukubeti mucip günah-ı kebiredendir. [103]

 

Vacip Tealâ âyetleri tekzip ve kabulden gaflet edenlerin âyetleri idrakten sarf olunduklarını   beyandan sonra   âyetleri tekzib edenlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi ve dâr-ı âlı ire 11 o bizim lutfumuza mülâkaatı tekzib ettiler. Onların amelleri haptol-duğundan emekleri zayi olduğu gibi amelleri bâtıl olmasından cezalanmazlar, ancak amellerinin muktezâsıyla cezalanırlar.]

Yani; âyetleri tekzip ve âhirete mülâkaatı inkâr eden kâfir­lerin sıla-i rahim, infak, ihsan ve fukaraya sadaka gibi vücuh-u birre dair olan amelleri küfürleri sebebiyle zayi olur, asla fayda­sını görmezler. Zira; amelle intifâ'ın şartı imandır. İman olmayın­ca hiçbir amel fayda etmez.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile herkesin cezası; ameline göre olacağına bu âyet delâlet eder.[104]

 

Vacip Tealâ âyetleri tekzip ve âhireti inkâr edenlerin amel­leri bâtıl olduğunu beyandan sonra âyeti tekzibin envâ'ından bir nev'ini ve Beni İsrail'in hidayetten sonra dalâli ihtiyarlarını be­yan etmek üzere buyuruyor,

[Mûsâ (A.S.) mikaata gittikten sonra kavm-ı Mûsâ kendi hulliyatlarından bir dana suretini hayattan ârî cesed olarak ittihaz ettiler ki, o cesedin sığır sadası gibi sadası vardır. Onu kavm-i Mûsâ Sâmiri'nin iğfâlâtı üzerine ma'bud ittihaz ettiler. Beni İsrail ziynetten yapılmış buzağı suretini ma'bud ittihaz ettiler de o su­retin onlara tekellüm etmediğini ve onlara bir tarik-ı hayır gös­teremediğini bilmediler ve görmediler mi ki, onu ma'bud ittihaz ettiler de nefislerine zulmedici zâlimlerden oldular.] Çünkü; söze muktedir olmayan ve tarik-ı savaba irşad edemeyen cansız bir ce­sedi ma'bud ittihaz ettiler. Halbuki ma'budun emir ve nehye muk­tedir ve doğru yola irşad eder ve menfaat ve mazarrat elinden ge­lir ve herşeye kaadir bir zat olması lâzım gelir. Bunların ibadet ettikleri suret ise hiçbir şeye muktedir değildir.

Tefsir-i Hâzin ve Medârik'te beyan olunduğu veçhile hulli-yatı buzağı suretinde tasvir, edön (Sâmiri) isminde Beni İsrail'den bir münafıktır. (Sâmiri) nifakını gizler, daima Mûsâ (A.Ş.) in hafî surette noksanını arardı. Beni İsrail'in hatırı sayılılarından olduğu cihetle Mûsâ (A.S.) in bulunmadığı bir zamanda Beni İs­rail'in evvelce Mûsâ (A.S.) a «Bize bir ma'bud yap dediklerini fırsat addederek hemen zaman fevtetmeksizin idlâle sa'y etmiş ve muvaffak da olmuştur. Çünkü; Beni İsrail'in hamakatı Sâmiri'nin işine yaradı. Gerçi sureti yapan Sâmiri ise de Beni İsrail'in ekse­risi razı olduklarından mecmûuna isnad olunmuştur. Çünkü; bir kavimden bazılarının işlediği efâle diğerleri razı olunca o fiilin cümlesine isnad olunması caizdir. Hulliyatı Kıptîlerden bayram günü için Benî İsrail ariyet suretiyle almışlarsa da Kiptiler helak olunca mâlik olduklarından hulliyat Beni İsrail'e isnad olun­muştur.

Buzağıyı ma'bud ittihaz eden Hârûn (A.S.) dan maada Beni İsrail'in kâffesi midir veyahut bazısı mıdır? İhtilâf varsa da âye­tin umumuna nazaran Hârûn (A.S.) dan maadasının danaya iba­detleri anlaşılmaktadır.

Sâmiri kuyumcu olduğundan buzağı suretini dökmüş ve Cib-ril-i Emin'in atının ayağının altından almış olduğu toprağı sure­tin içine vazJ edince şada vermiştir.

Sâmiri meselesine dair tafsilât (Sure-i Tâhâ) da dahi zikro-lunduğundan burada bu kadarla iktifa olunmuştur. Fahr-i Râzi'-nin beyanı veçhile Vacip Tealâ bu âyette Beni İsrail'i iki cihetle tevbih ettiğini ve buzağının ibadete istihkaakı olmadığını beyan buyurmuştur. Birincisi; buzağı suretinin tekellüme ik­tidarı olmaması, ikincisi; tarik-ı hayra şevke iktidarı bu­lunmamasıdır.[105]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in danaya ibadetlerini beyandan son­ra' nedametlerini ve istiğfarlarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki Beni İsrail'in nedametleri tezâyüd etti. Mertebe-i âlâdan mertebe-i süflâya sukuut ettiler ve muhakkak kendilerinin dalâlette olduğunu görünce dediler ki «Allah'a yemin ederiz ki, eğer Rabbimiz bize merhamet buyurmaz ve vâki olan kusurumuzu af ve setretmezse elbette biz zarar edicilerden oluruz».]

Beyzâvî ve Fahr-i Râzi'nin beyanlarına nazaran ellerine sukuut eden şeyle murad; nedametlerinin müşted ol­gundan kinayedir. Zira; birşeye şiddetle nedamet eden kimsenin elini ağzıyla ısırıp sonra dizine vurması âdet olduğundan eli di­zine sukuut etmiş olur. Binaenaleyh; Beni İsrail Sâmiri'nin idlâ-line aldandıklarını ve küfrettiklerini bilince hayıflarından ve kes-ret-i nedametlerinden ellerini ısırıp dizlerine vurdukları için ne­dametleri ellerine düşmüş oldu. Zira; Araplar birşeye şiddetle ne­damet ede*n kimse için derler. Şu halde bu ke­lâm; şiddetle nedamette isti'mâl olunur bir darbımeseldir. Yahut e y d i yle murad; nefisleridir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Nedamet, nefislerine sukuut edip her taraflarını ihata etti] de­mektir ki, «Vücutlarının her cüz'ünü nedamet kapladı, nedametten hâlî bir cüz' kalmadı» demek olur.

Beni İsrail hatalarını bilince nedametlerini izhar ve Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affını istirham ve irtikâb ettikleri cinayetin pek büyük olduğunu ikrar ve cinayetlerinin neticesi hüsran oldu­ğunu istiğfarlarına ilâve ettiler.[106]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in Beni İsrail'in cinayetlerini işi­tince kemâl-i gazapla geldiğini ve biraderine itâb ettiğini ve bi­raderinin i'tizarını ve Hz. Musa'nın duasını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki, Mûsâ (A.S.) münâcâtından kavmine, kemâl-i ga­zap ve esefle avdet ettiyse kavmine «Ben münâcâta gittikten son­ra bana ne fena halef oldunuz» dedi.] Ve sözüne şunu da ilâve etti:

[«Dana suretine ibadetle Katibinizin gazabını mı ta'cîl etti­niz?»]

[Mûsâ (A.S.) hiddetinden Tevrat'ın levhalarını yere koydu ve biraderini kendine çeker olduğu halde başının saçından tuttu ve danaya ibadetten kavmini menetmedi zannıyla itâb etti.]

[Mûsâ (A.S.) in hiddetine karşı Hârûn (A.S.) «Ey anam oğ­lu! Bana hiddet etme. Zira; senin kavmin beni zayıf addettiler ve beni katletmeye yaklaştılar, sözümü dinlemediler. Binaenaleyh; düşmanları bana gülüştürme ve beni zâlim kavimle beraber kıl­ma» demekle biraderinin hiddetini teskine çalıştı,]

[Mûsâ (A.S.) biraderinden hakikat-i hali dinleyince «Yâ Rab-bi! Beni ve biraderimi mağfiret ve bizi rahmetine ithal et. Zira; sen erhamürrâhimînsin» demekle Rabbisine dua etti.]

Yani; vakta ki, Mûsâ (A.S.) kavminin hatalarını işitince ga­zaplı ve mahzun olduğu halde kavmine rücû1 ettiyse kavmine tek­dir ve tevbih tarikıyla dedi ki, «Benden sonra ne çirkin şey icad ve ne kötü hilâfet ettiniz ki Sâmiri gibi bir münafıkın sözüne al­dandınız? Ben salâhınızı ve ıslahınızı tezyid için gittim, siz dalâ-linizi arttırdınız. Ey ahmak* ve müsrif kişiler! Rabbinizin azabını ve uk'uubetinize dair olan emrinin alelacele nazil olmasını mı iste­diniz» dedi ve levhaları yere attı ve biraderinin başından tuttu ve kendi tarafına çekti ve başını salladı, «Neden bunları hıfzetmedin ve neden bunların kabahatlannı kendilerine beyan edip nehyet-medin?» demekle biraderine gazabını izhar etti. Hârûn (A.S.) bi­raderinin gazabına karşı «Ey anam oğlu! Bu ahali yani Beni İsrail beni zayıf addettiler ve katletmeye karib oldular. Bana itâb et­mekle benimle düşmanları keyflendirme ve beni kavm-i zâlimle beraber kılma ve onlara gazabında beni şerik yapma» demekle Hârûn (A.S.) i'tizar edince Mûsâ (A.S.) Cenab-ı Hakka tazarru ve niyaz ederek «Yâ Rabbi! Beni ve biraderimi mağfiret buyur ve bizi rahmetine ithâl et. Zira; sen erhamürrâhimînsin» demekle Cenab-ı Hak'tan istirham etti.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile Mûsâ (A.S.) mü-nâcâttayken Sânıiri'nin idlâlini, Beni İsrail'in dalâlini ve kavmi­nin ne gibi hâl kesbettiğini Vacip Tealâ haber vermesi üzerine Mûsâ (A.S.) şiddetle gazab ederek ve püresef olarak geldi.

Beni İsrail'den irtidad edenlere hitaben «Benden sonra icad ettiğiniz amelinizde ve danaya ibadetinizde ne çirkin şey işlediniz ve ne fena jıilâfet ettiniz ki Sâmiri gibi bir münafıkın sözüne aldandınız ve Allahü Tealâ'ya ibadeti terkeyleyerek az zaman için­de putperest oldunuz» dedi. Yahut bu hitap; Harun'la maiyetinde olan müminleredir. Buna nazaran manâ-yi nazım: [Bana hilâfet­te lâyıkı veçhüzere edâ-yı hizmet etmediniz. Binaenaleyh; hilâfet­te isâet ettiniz ve danaya ibadet edenleri menetmediniz. Halbuki vazifeniz bunların itikadlannı muhafaza etmekti. Vazifenizi lâyı­kıyla ifa etmediniz ki, zuafâ-yı Beni İsrail itikada hakkı ihlâl et­tiler] demektir.

«Benden sonra hilâfette kötülük ettiniz» demek; «Benim mü-nâcât için nezdinizde"n müfârakat edip gittikten sonra» demektir. Yahut «Benden bu kadar acaip ve garaip mu'cizâtı gördükten son­ra kötülük ettiniz» demektir. «Bu kötülüğünüz, azab-ı ilâhinin nüzulünü ta'cil ettiğinizden midir?» veyahut «Rabbimin bana vaad ettiği kırk günde mi acele ettiniz?» demektir.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran acele; bir-şeyi vaktinden evvel işlemek olduğundanmezmumdur. Çünkü; birşeyi vaktinden evvel getirmek o şeyden mahrumiyeti mucip olur. Ancak sür'at ; birşeyi vaktinin iptidasında işleme/eten ibaret olduğu cihetle mezmum değildir. 

Musa (A.S.) kemâl-i gazabına ve Beni İsrail'in bu kadarcık az bir zamanda dalâletlerine hayretinden ve din-i mübine gayre­tinden elvâhı yere attı ve biraderini kendi tarafına çekti ki haki-kat-ı hali istizah ve meselenin keyfiyetini tahkik eylesin ve şüpheli birşey kalmasın. Çünkü; hakikat meydana çıkınca çaresini düşün­mek kolay olur.

Hârûn (A.S.) Mûsâ (A.S.) in liebeveyn biraderi olduğu hal­de rikkatim celbetmek için validesine nispet etmiştir. Çünkü; va­lide tarafından rikkat fazladır. Bârûn (A.S.) kavmini dalâletten menetmeye son derece çalıştığını ve bu hususta beyinlerinde bir­çok mübâhase olduğunu ve kavminin dinlemediğini ve Hârûn (A.S.) üzerine katletmeye karib bir hücumla hücum ettiklerini beyan sadedinde «Kavmim beni zayıf addettiler, hatta katletmeye yakın oldular. Benim onların fevkinde mukaabeleye. kudretim yok» demekle Mûsâ (A.S.) a kavminin hareketlerini beyan buyur­muş ve «Düşmanları bana güldürme. Senin bana gazabım görüp ferahlanmasınlar ve beni kusur etti zannıyla zâlimlerin idadındân ma'dud kılma» demiştir.

Hârûn (A.S.) dan hakikat-ı hali dinleyince Mûsâ (A.S.) ken­dine ve biraderine duayla meşgul olmuş ve hiddetini teskin et­miştir.[107]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in dana suretine ibadet ettiklerini be­yandan sonra ibadet edenlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Tahkikan şol kimseler ki dana suretine ibadet ettiler. Onla­ra yakında Rablerinden gazap nazil olur ve hayat-ı dünyada zil­let isabet eder. Putperestlere gazap ve zillet isabet ettiği gibi biz müfterileri cezalandırırız.]

Yani; Allanın gayrı, mahlûkattan Sâmiri gibi bir habisin eliy­le yapmış olduğu hasis bir buzağı suretini ma'bud ittihaz ederek ibadet eden kimseler iki belâ ile müptelâ olurlar; Birincisi; Rablerinden gazap, ikincisi; hayat-ı dünyada zillet ve mes­kenet isabet eder ve Allahü Tealâ'yı terkle- iftira edenleri cezâ-yı sezalarını biz böylece veririz.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyette iki ih­timâl vardır: Birincisi; buzağı suretini ma'bud ittihaz edenlerle murad; Hz. Mûsâ zamanında bilfiil ibadete mübaşeret edenlerdir. Gerçi bunlar tâib ve müstağfir olmuşlarsa da tevbele-rinin kabulü katilleriyle olduğundan taraf-ı ilâhideıî onlara nazil olan gazap; katlolunmalarıdır. ZiIIetle murad; katlolunmak için kendi boyunlarını kendilerinin kılıç önüne uzatmalarıdır. Şu halde gerek azap ve gerek gazap ve zillet her ikisi de dünyada vu­ku bulmuştur. Vacip Tealâ bu haberi vukuundan evvel mikatta Mûsâ (A.S.) a beyan buyurduğundan haberin zamanına nisbetle gazabın vukuu muahhar olduğu cihetle gazabm nüzulü istikbâle delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Çünkü katil ve zillet haber verildiğinden sonra vâki olmuştur.

Âyette beyan olunan iki ihtimâlden ikincisi; danayı ma'bud ittihaz edenlerle murad; zaman-ı saadette mevcud olan Yahûdilerdir. Gerçi onlar bilfiil danaya ibadet etmemişlerse de Arap indinde âbâdan sudur eden cerâimin evlâda isnadı âdet ol­duğundan Yehûdun babalarından sudur eden cinayet evlâtlarına isnad olunmuştur. Şu ihtimale nazaran gazapla murad; iman etmedikleri surette âhirette azap ve zilletle murad; dünyada cizye ve katil ve memleketlerinden tard u teb'îd ve bir hükümete nail olamayarak herbiri bir yerde müteferrik ve perişan bir halde ya­şamalarıdır [108].

Din-i ilâhide iftira edenlerin cezası; dünyada gazab-ı ilâhi ve zillet olduğunu ve üzerinde zili ü meskenet bulunacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.

Gerçi âyette iki ihtimal beyan olunmuşsa da Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile ihtimâl-i evvel râcihtir. Çünkü; bilfiil sirke­de tiler murad olunmak mümkünken onların evlâdının murad olun­ması baîddir.[109]

 

Vacip Tealâ tevbe edenlerin tevbelerini kabul buyurduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar birçok günahlar işlediler ve seyyiâtı işledikten sonra tevbe ve nedamet, Allahü Tealâ'ya, meleklerine, resullerine ve kitaplarına iman ettiler. Allahü Tealâ onların tcvbelerini kabul eder. Zira; Habibim! Rabbin Tealâ, tevbeden sonra onların günahlarını mağfiret edici ve tevbelerini kabulle merha­met buyurucudur.]

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile seyyiât; sağire ve kebire cüm­le günahlara şamil olduğu için bilumum günahlardan tevbenin kabulüne âyet delâlet eder. Binaenaleyh; bir kimse envâ'-ı seyyi-âtı irtikâptan sonra nedamet-i külliyeyle nedamet edip hulûs-u kalp ve niyet-i sadıkayla dergâh-ı ülûhiyetten kusurunun affını istirham ederse Cenab-ı Hak tevbesini kabul buyuracağını bu âyetle vaad buyurmuştur. [110]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) dan gazap üzerme vâki olan hâlâtı beyandan sonra gazabın sükûnetinden sonra vâki olan ahvali be­yân etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) m gazabı ve öfkesi sükût ettiyse yere vaz' et­miş olduğu levhaları yerden aldı ve Tevrat'ın nüshalarında tev-hid-i hakka ve saâdet-i dareyne îsâl eder evâmir ve nevâhîyi ca­mi', dünya ve âhirette selâmet-i ibadı kâfil, hidayet ve amel eden­leri azab-ı Cehennemiden kurtarır rahmet vardır. Gerek hidayet ve gerek rahmet şol kimselere hasıl ve sabittir ki onlar Rab] erin­den havfederler ve korkuları ancak Allahii Tealâ'dandır, Allah'ın gayrıdan pervaları yoktur.]

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile gazap; insanın söylemesine se­bep olup gazabın zevali ise sükûnete sebep olduğu cihetle bu ma­kamda gazabın sükûtu sükûnetinden kinayedir. Yahut kelâmda kalp vardır ki «Mûsâ (A.S.) gazaptan sükût etti» demektir.

Mûsâ (A.S.) in ahzettiği    eIvahla murad; Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bundan evvelki âyetlerde yere ilkaa ettiği beyan olunan elvahtır. Zira; marife olarak zikrolunan birşeyin marife olarak iadesi evvelkinin aynı olmak icab eder. Binaenaleyh; el-vah-ı şerifeyi yere nasıl vaz'ettiyse öylece ahzetmiştir. Şu halde elvahı yere vaz'ederken kırıldı, bazı âyetleri zayi oldu ve zayi olan âyetlerin tekrar nazil olduğuna dair olan rivayet zayıf olsa gerektir. Zira; levhaların kırıldığına dair âyette sarahat olmadığı gibi işaret dahi yoktur.

Tevrat-t Şerif Levh-i Mahfuz'dan istinsah olunduğu için nüsha   tabir olunmuştur.

Mûsâ (A.S.) in gazabının sükûnetine sebep; Beyzâvî'nin be­yanı veçhile iki şeydir: Birincisi; Hârûn (A.S.) in i'tizarı, ikincisi;    kavm-i Musa'nın tâib ü müstağfir olmalarıdır. [111]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) ın.mikaata yetmiş kişiyle gittiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) kendi kavminden bizim mikaatımıza gelip dana suretine ibadetlerinden itizar etmek üzere yetmiş kişi intihab etti.]

[Vakta ki, onları zelzele ve izi irap ahzettiyse Mûsâ (A.S.) «Ey benim Rabbim! Bundan evvel murad etseydin onları ve beni sen ihlâk ederdin. Halbuki merhamet ettin, ihlâk etmedin.»]

[«Ya Rabbi! Bizden birtakım sefihlerin işledikleri isyanla bizi ihlâk mi edeceksin?» demekle Cenab-ı Hakka tazarru etti.]

[«Yâ Rabbi! Bu fitne olmadı, illa kullarını imtihan için senin iptilândır.»]

[«Yâ Rabbi! Bu gibi fitnelerle sen istediğin kimseyi idlâl eder ve istediğini hidayette kılarsın».]

[«Yâ Rabbi! Sen bizim velimiz ve işlerimizde yardımcımiz-sm ve cümle umurumuza hakimsin».]

[«Binaenaleyh; Bizim günahlarımızı mağfiret buyur ve tev-bemizi kabulle merhamet et.Zira; mağfiret edicilerin hayırlısısın».]

Yani; Mûşâ (A.S.) .bizim iznimizle kendi, kavminden mikaa-tımıza gelmek üzere yetmiş kişi ihtiyar ve intihab etti. Mikaata gidenler ayanen Cenab-ı Hakkı görmek talebinde bulundukları için onları sâ'ikâ ahzedince Mûsâ (A.S.) «Yâ Rabbi! Eğer dilemiş olsaydın bundan evvel onları ve beni ihlâk ederdin. Yâ Rabbi sü-fehanin seyyiâtıyla bizi ihlâk mi edeceksin? Yâ Rabbi! Bu saika; onların cehreten seni görmek talebinde bulunmaları yüzünden ol­madı, ancak senin fitnen ve iptilâ kılınandır. Sen bu fitneyle di­lediğin kulunu idlâl eder ve dilediğin kulunu hidayette kılarsın. Yâ Rabbi! Sen bizim velinıizsin. Bizi mağfiret et ve bize merhamet buyur. Zira; sen mağfiret edicilerin hayırhsısın, demekle Cenab-ı Hakka tazarruda bulunmuştur.

Fahr-i Râzi, Kaazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Vacip Te-alâ Mûsâ (A.S.) a yetmiş kişi intihabıyla mikaata gelmesini em­redince Mûsâ (A.S.) on iki esbattan altışar kişi intihab ettiğinden yetmiş iki kişi olup aded-i muayyenden ikisi ziyade oldu. Mûsâ (A.S.) lâalettayin ikisinin kalmasını emretti. Bu emir, aralarında birçok münazaaya bâdî oldu. Mûsâ (A.S.) kalanların ecri giden­lerden daha çok olacağını beyanla nizaın önünü aldı. (Yûşâ') ile (Kâleb) kaldılar.

Mikaata gidecek yetmiş kişi oruç tuttular, guslettiler ve gü­zel libaslar giyindiler, Tûr-u Sina'ya vardılar. Cebelin her tara­fını bulut ihata etti. Mûsâ (A.S.) bulutun içine girdi ve rüfeka-sına da yakın gelmelerini emretti. Onlar da bulutun içine girdiler ve secdeye kapandılar. Secdede Vacip Tealâ'nın Mûsâ (A.S.) a emr ü nehyini işittiler. Mükâleme tamam ve bulut zail oldu. Bu­nun üzerine yetmiş kişi Mûsâ (A.S.) a teveccüh ederek «Biz alenî Allah'ı görmeyince sana iman etmeyiz, göster bize Allah'ı» dedi­ler. Binaenaleyh; derhal sâ'ika isabet ederek helak oldular. Mûsâ (A.S.) «Yâ Rabbi! Murad etmiş olsaydın bundan evvel bunları ve beni ihlâk ederdin, halbuki ihlâk etmedin. Şimdi ihlâk edince Be­ni İsrail'e ben neyle rücû' edeyim ve onlara ne cevap vereyim» demekle ihya etmesini istirhamda bulundu ve Cenab-ı Hak tekrar onları ihya buyurdu.

Mûsâ (A.S.) m bu yetmiş kişiyle Tûr'a gitmesi mükâleme için midir veyahut mükâlemeden sonra Beni israil'de vâki olan buza­ğıya ibadet etmek cinayetinden istiğfar ve tevbelerinin kabulünü istirham için midir? İhtilâf vardır, ^ünkü; yetmiş kişiyle gidildiği muhakkaktır. Lâkin gidilmekteki maksadı beyan hakkında âyette sarahat yoktur. Ancak Sâmiri'nin idlâlinden sonra gidilmesi; tev­belerinin kabulünü istirham için gidilmek cihetini te'yid eder.

Bazı rivayette vâki olan reçfe ki saikadır ondan helak olmadılar. Ve lâkin helake karib olduklarından Mûsâ (A.S.) he­laklerinden havfmdan nâşî helak olmamalarını Cenab-ı Hak'tan istirham etmiştir. Bu yetmiş kişi Beni İsrail'in hayırlısı ve akıl­lıları ve Mûsâ (A.S.) m mum ve nasırı olduklarından zayi olmalarından havf ve telâş ettiği gibi eğer helak olsalar Beni İsrail'e söz duyurmak ve anlatmak da müşküldü. Binaenaleyh; ihlâk ol­mamaları temeniyâtında bulunmuştur. Mûsâ (A.S.) nefsine ve kavmine duâ etti ve mağfiret ve rahmet talebinde bulundu.

Allah'ın gayrılarımn bir kimsenin kusurunu ve hatasını af­fetmesi; sevap taleb efrnek yahut herkesin kendini sena ve yahut bir zararı defetmesi gibi maksada müpteni olup Allah'ın kulları­nın hatasını affı böyle bir maksada müpteni olmadığından Mûsâ (A.S.) «Yâ Rabbi! Sen mağfiret edicilerin hayırhsısm» demiştir. Çünkü; gajrılarm âharm kusurunu setri bir ivaz tahtındadır, Al­lah'ın setriyse lutf-u marazdır. Bir ivaz karşısında olmadığına işaret için Cenab-ı Hakkın mağfiret edicilerin cümlesinden hayırlı olduğunu beyan etmiştir. [112]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in duasının bakiyesini beyan etmek üzere:

[«Yâ Rabbi! Bu dünyada bize hasene ve âhirette Cennet yaz ve bizi haklarında sevap yazılan zümreden kıl» demekle Mûsâ (A.S.) dünyalarına ve âhiretlerine duâ etti.]

{uVe biz Yâ Rabbi! Sana tevbe ettik ve kulların tarafından vâki olan kusurdan i'tizar etmeğe geldik» dedi.]

[Cenab-ı Hak Mûsâ (A.S.) m duasına karşı «Benim azabımı ben istediğim kuluma isabet ettiririm, onun kusurunu affetmem» buyurdu.]

[«Halbuki benim    rahmetim herşeye vâsidir.    Binaenaleyh; mahlûkaatın her zerresinde âsârı görülmektedir».]

[n Ben rahmetimi sol kimselere yazarım ki, onlar menhiyatı terkle ittika eder ve zekâtlarını verirler ve onlar şol kimseler ki, bizim âyetlerimize iman ederler».]

Yani; Mûsâ (A.S.) duasında «Yâ Rabbi! Sen bizim için dün­yada hüsn-ü maişeti ve taate tevfik ve a'mâl-i sâlihayı müyesser kılmak gibi haseneyi ve âhirette Cennet ve kerameti ve seyyiâ-tımızi mağfiret yaz ve haseneyle hükmet. Zira; biz tevbe ve kusu­rumuzu itirafla dergâhına müracaat ettik, affet kusurumuzu» de­mekle istirhamda bulundu. Mûsâ (A.S.) m şu istirhamına cevap olarak Vacip Tealâ dedi ki: «Ben azab etmek istediğim kimseye azabımı isabet ettiririm. Zira; mülkümdür, kimsenin itiraza salâ­hiyeti yoktur. Çünkü; halis mülkünde tasarruf eden kimseye ha­riçten itiraz varid olamaz ve itiraz olsa bile te'siri olmaz ve lâkin benim rahmetim herşeye vâsidir. Binaenaleyh; umum halkı ihata etmiştir. Ben rahmetimi ve haseneyi maharimden ittikaa ve ze­kâtlarını i'tâ ve bizim âyetlerimize iman edenlere hükmeder, ya­zarım. Yani; âhirette rahmetim mümin müttekilere ye sûrî ve ma­nevî merzuk oldukları şeylerden verilmesi vacip olan zekât ve­renlere ve vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimize iman eden müminlere mahsustur. Âhirette kâfirlere rahmet-i ilâhiyemizden nasip yoktur».

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Mûsâ (A.S.), Vacip Tealâ kul­larının velisi olduğunu beyandan sonra veliden muntazar olan iki şey olup birincisi; def-i mazarrat, ikincisi; celb-i menfaat olduğundan def-i mazarratı takdim ederek mağfi­ret talebinde bulunduktan sonra celb-î menfaat hususuna atf-ı nazar eyleyerek dünyada ve âhirette hasene talebine müsaraat etti. Çünkü; mefasidi defetmek menâfii celbetmekten evlâdır.

Vacip Tealâ'dan hasene ve mağfiret talebine Mûsâ (A.S.) iki sebep beyan etti ki, birincisi; Vacip Tealâ'nın veli ve nasır olmasıdır. Çünkü; veli ve nasır olamayan kimsenin iktidarı olmadığından birşey taleb etmekte fayda olmaz, ikincisi; abdın canib~i ilâhiye rucû'la tâib ve müstağfir olmasıdır. Çünkü; abid Mevlâsma iltica etmez ve kusurunu itirafla tâib ve müstağ­fir olmazsa mevlâsından birşey talebine yüzü olmadığından Mûsâ (A.S.) şu iki şartın mevcut olduğunu beyanla matlûbunu talebe müsaraat etmiştir ki, icabete karin olsun. Zira rububiyetin izzeti­ni ve ubudiyetin zilletini ikrar etmek; duanın kabulüne sebeb-i kavidir.

Mûsâ (A.S.) ıh şu talebine cevap olarak Vacip Tealâ dilediği kuluna azap edip kimsenin itiraza hakkı olmadığını ve rahmetinin herşeye vâsi' olduğunu beyan ve rahmetini dar-i âhirette îsâl ede­ceği kimselerin evsafını beyanla rahmete nail olacaklarını tayin buyurmuştur. Çünkü cemi* tekâlifin ruhu; ikidir: Birincisi; terkolunması lâzım olan menhiyattan içtinaptır. Buna ittikayla işaret olunmuştur. İkincisi ; işlenmesi lâzım olan ibâdât olup mala taalluk eden kısmına zekât-ı i'ta ile ve bedene taalluk eden kısmına da imanla işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ bu âyette cemi' tekâlifi icmalen cem'etmiştir. Çünkü cemi' tekâlifi kabul; emre imtisal ve ne vahiden içtinaptır. Dünyada Va­cip Tealâ'nın rahmeti mümin ve kâfir, muti' ve fâsık ziruh ve gay­rı ziruh cümlesine şamildir. Zira; herşeyin vücudu ademinden evlâ olduğu cihetle mevcudatın kâffesi vücud nimetiyle mutena'-imler ve zîruh olanların kâffesi envâ'-ı lezâizle mütelezzizlerdir, zira; her zîruhun kendine mahsus lezzet aldığı birşey vardır. Amma âhirette rahmet-i ilâhiye yalnız müminlere mahsustur, kâ­firlere rahmet yoktur. Dar-ı âhiret; amele göre cezanın mahalli­dir. Binaenaleyh; kâfirlerde iman olmadığından rahmet-i ilâhiye-den mahrumlardır.[113]

 

Vacip Tealâ dünyada haseneye ehil olanların sıfatları ittikaa ve fukaraya i'tâ-yı zekât ve iman etmek olduğunu beyandan sonra.cümle-i sıfatlarından birisi de nebiyy-i ümmî olan Muhammed (A.S.) a ittibâ' etmek olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kendilerine hasene yazılan şol kimseler ki; onlar, Kuran kendine vahyolunan resule ve mucize sahibi olan nebiyy-i ümmi-ye ittibâ' eden kimselerdir - ki, o nebiy-yi ümmînin sıfatını Tev­rat'ta bulurlar ve Tevrat'tan sonra nazil olan İncil'de dahi bulur­lar.]

[O nebiy-yi muazzam onlara imanla ve amel-i salihle emre­der ve şirk ve sair günahlardan nehyeder.]

[Ve onlara güzel nimetleri helâl kılar.

[Ve o resul-ü mükerrem onlara hınzır eti ve Ölmüş hayvan İaşesi gibi habis olan şeyleri haram kılar.]

[Ve o resu!-ü müfahham onlar üzerine ağır olan teklifleri ve meşakkatli olan ahkâmı onlardan kaldırır.]

Yani; dünyada ve ahirette haseneye müstehak olan şol kimseler ki, onlar nebiy-yi ümmî olan Resul-ü Muazzam'a tâbi olur­lar. O nebiyy-i ümmînin bi'setini, sıfatını, dinini ve ismini kendi yanlarında mevcut olan Tevrat ve İncil'de bulurlar. O nebinin şanı; ittibâ' edenlere aklın ve şer'in tahsin ettiği ma'rufâtla emir ve kabih olan münkirâttan nehyetmektir. O nebiyy-i ümmî onlara tayyibâtı helâl ve habâisi onlar üzerine haram ve onlardan ağır­lıklarım ve boyunlarından bukağı menzilinde olan tekâlifi kaldı­rır. Çünkü dünyada ve âhirette haseneye lâyık ve müstehak olan kimselerin şanları; Allah'la kendileri beyninde vasıta olan ve Al­lah'ın ahkâmını kullarına haber veren ve bir kimseden okuyup yazmamış ümmî olan resule ittibâ' etmektir. Zira; o nebiyy-i üm­mînin evsafını kendi iman ettikleri ve yanlarında bulunan Tev­rat ve İncil'de bulurlar Ve o nebinin şanı; ittibâ' edenlere emribil-maruf ve nehyianilmünker ettiği gibi onlara tayyibâtı helâl ve habîsi haram kılmak ve meşakkat veren tekâlifi üzerlerinden kal­dırmaktır. Binaenaleyh; bu evsafı haiz olan zat-ı şerife ittibâ' et­mek vaciptir.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Resulullah'a tebaiyet edenler le murad; Beni İsrail'in Tevrat'ta Re-sulullah'ın evsafını ve Nasârâ'nın İncil'de Resulullah'ın şemailini görüp Resulullah'ın risaletini ve nübüvvetini tasdik edenlerdir. Çünkü; Resulullah ba'solunmazdan evvel şeriatına ittibâ' müm­kün değildir. Binaenaleyh; gerek Nasârâ'dan gerek Yehûd'dan Resulullah'ın evsafım İncil'in ve Tevrat'ın tarifi veçhüzere bilip ve iman edenlerdir ki, bu da resulullah'ın bi'setinden sonra müm­kündür. Yahut zaman-ı saadette Yehûd ve Nasârâ'nın şeriat-ı Ah-mediyeye iman edenlerdir. Zira; onlar imanları sebebiyle dünyada ve âhirette haseneye müstehak olan ehl-i imandandırlar. Çünkü; Resulullah'a iman edenler hangi milletten olursa olsun müsavi­dir, beyinlerinde fark yoktur.

Yahut âyette tâbi oIanIarla murad; cemi' ümmete şâmildir. Zira; Resulullah'ın evsafı İncil'de ve Tevrat'ta mezkûr olduğunu beyan etmek lâfz-ı âyetin cemi' ümmete şümulüne mani değildir.

Bu âyette resuIle murad; bizim peygamberimiz Muham-med (A.S.) dır. Zira; Allah'la kullan beyninde vasıta olarak risaletini ve ahkâmını ümmetine tebliğ ettiği cihetle resul ve Allahü Tealâ'nın evsafım ve ahkâmını haber verdiği cihetle nebi unvanını ihraz buyurmuştur ve her ikisi de mertebelerin a'lâsı ve eşrefidir.

Resulullah okuyup yazmadığı için ümmi denilmiştir. Ve ümmî olması Resulullah hakkında, şeref-i nübüvvetine delâlet eder a'zam-ı mu'cizâtındandır. Çünkü; Resulullah okumak ve yazmak-sızın evvelin ve âhirinin ulûmunu cami' Kur'an'ı getirmek ve ak-şam-sabah ziyâde ve noksan olmaksızın, tağyir ve tebdil vuku bul­maksızın ümmeti üzerine kıraet etmek ve birçok mugayyebâttan haber vermek ve haber verilen şey aynıyla vâki olmak elbette nübüvvetini tasdik ve taraf-ı ilahiden meb'us resul olduğunu te-yid ettiği için Resulullah'ın ümmî olması mucizelerinin büyüğü­dür. Zira; ümmî olmasaydı Kur'an'ı başka kitaptan istinsah etti diyerek kavmi tarafından itham olunurdu. Fakat ümmî olduğu ci­hetle bu ithama meydan kalmamış ve itham etseler dahi hükmü olamamıştır.

Resulullah'm evsafının, isminin, beldesinin ve şemail-i nebe-viyyesinin Tevrat'ta ve İncil'de mezkûr olması; Resulullah'm nü­büvvetinin sıhhatma a'zam-ı delâildendir.

Resulullah'm mezâyâ-yı âliyesinden birisi de emribilmaruf etmektir. Maruf; aklen ve şer'an müstahsen olan şeydir. Allahü Tealâ'ya iman ve ta'zîm, mahlûkaata şefkat ve inayet, sıla-i rahim ve ebeveyne hürmet, hukuk-u ibada riayet ve mahlûkatm kâffesine nazar-ı ibretle .bakmak ve herşeyde olan .hikem-i hafiye ve esrar-ı acibeyi düşünmek ma'rufâtta dahil olup Resulullah bun­ların da cümlesiyle emir buyurmuştur.

Resulullah'm evsaf-ı celüesinden birisi de nehyianilmünker etmektir. Münkerle1 murad; şer'-i şerifte meşruiyeti inalûm olmayan ve itikaadât-ı fâsiae ve ahlâk-ı kaside gibi fena şeylerdir.

Resulullah'ın mezâyâ-yı âliyesinden birisi de devenin eti ve içyağı gibi kendilerine haram kıldıkları şeylerden ibaret olan tay-yibâtı helâl kıldığı gibi meyte ve hınzır eti ve kan ve tab'-ı seli­min kazurat addettiği ve kerih gördüğü şeylerden ibaret olan ha-baisi haram kılmasıdır. Zira; insana muzu1 olan şeyin cümlesi haramdır. Ancak bizim bildiğimiz bir menfaata mebni helâl olması­na delil olan şeyler helâldir. Çünkü helâl olmasına delil olan şey bizim için helâldir ve nâfidir.    ,.

Resulullah'ın mekârim-i celilesinden birisi de Nasârâ ve Ye-hûd şeriatlarından meşakkat veren ve ağır olan şeyleri ki, tevbe-nin katl-i nefisle olması,' hata eden azanın kesilmesi,    elbisenin tahareti, necaset bulaşan yerinin kesilmesiyle olması, katilde el­bette kısasın muayyen olup diyetin caiz olmaması, Cumartesi gü­nü asla amel caiz olmaması, namazlarının kilisenin gayrı mahal­de caiz olmaması ve etin   içinden damarlarını    arayıp çıkarmak mecburiyetinde olmaları ve emvâl-i ganimeti yakmak ve günah­ları kapılarının üzerine yazılması gibi tekâlif-i şâkkayı kaldırmak­tır.   Tekâlif-i şâkka   insanı harekeden   menettiği için siklete ve ef'âlden menettiği için bukağıya teşbih olunduğundan tekâlif-i şâkkaya ağırlık manasına olan ısr ve bukağı manasına olan denilmiştir. Bizim peygamberimizin şeriatında bu mi­silli tekâlif-i şâkka ref olunduğundan Resulullah

— Ben bâtıldan hakka meyletmiş doğru, kolay ve vâsi bir dinle ba's olundum) buyurmuştur. Binaenaleyh; şeriatı Mu-hammediye edyan-ı saireye nispetle en kolay bir dindir. [114]

 

Vacip Tealâ Resulullah'ta olan evsaf-ı âliyeyi beyandan son­ra iman edenlerin felaha dahil olacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, şu beyan olunan evsaf-ı âliyeyi cami olan peygamber-i zişanm hîn-i huzurunda iman ve kemâl-i ta'zîmle la'zîm, dinine ve kendine nusret ettiler ve o peygamberle beraber inzal olunan Kur'an-1 Kerim'e ittibâ' ve ahkâmıyla amel eyledi­ler. İşte onlar dünya ve âhirette fevz ü felah ve necat bulucular­dır.]

Yani; insanların şu nebinin bi'setinden sonra felah bulmaları o nebiye iman, ta'zîm ve nusret etmelerine, nur-u mübîn olan Kur'an'a tâbi olmalarına münhasırdır. Bunun haricinde felâhyab olmak mümkün değildir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Kur'an'ın i'cazı sebebiyle taraf-ı ilâhiden olduğu zahir bulunduğu cihetle nura benzediğinden ve ziyanın eşyayı gösterdiği gibi Kuran da hakaayıkı izhar edip keş­fettiğinden Kur'an'a nur denmiştir. Yahut «Resulullahla be­raber olan nura ittibâ' edin» demektir. Buna nazaran nur; kitaba şamil olduğu gibi sünnet-i nebeviyeye dahi şamildir. Şu halde âyette kitaba ve sünnete ittibâ'm vücubuna delâlet vardır. Yahut Kur'an; kalb-i mü'mini nurlandırıp zulümât-ı şek ve ce­haletten zıya-yı yakîne ve ilm ü irfana ihraç ettiği cihetle nur de­nilmiştir.[115]

 

Vacip Tealâ rahmet-i ilâhiyesinin mü'minlere vasıl olacağını ve o rahmetin husulü, resulüne ittibâ'a mevkuf olduğunu beyan ettiği gibi resulünün cemi-i nasa meb'us ve cümleye ittibâ' vacip olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen nasa «Ey nasî Ben sizin ceminize Allah'ın re­sulüyüm» demekle risaletini tebliğ et.]

[Ben şol   Allahü   Tealâ'nın    resulüyüm ki semâvât ve arzın mülkü onundur.]

[Zira; o Allahü Tealâ'dan başka mabudun bilhak yoktur. Ancak mabudun bilhak odur. Çünkü kullarını ihya eder ve ruhlarını verir, diriltir ve ruhlarını alır, öldürür.]

[Semâvât ve arzın mülkü kendinin olup ma'budun bilhak olunca o Allahü Teaîâ'ya ve onun resulüne ki, o resul, nebiy-yi ümmîdir, ona iman edin. Zira; iman etmeniz vaciptir.]

[Ve o şol zat-ı ekremdir ki o resul, Allah'a ve Allah'ın keli-mâtından ibaret olan kitaplarına iman eder.]

[İhtida etmeniz için o resule ittibâ' edin.] Zira; dünyanıza ve âhiretihize müteallik saadetinize irşad ve doğru yolu size göster­diği için ittibâ'la ihtidanız me'lûl olduğundan ittibâınız vaciptir.

Yani; ey kâffe-i mükellefine meb'us olan Resul-ü Ekrem! Sen nasa hitaben de ki: «Yâ eyyühennas! Ben sizin ceminize, yerin ve göklerin mülkü kendine mahsus olup cümle mahlûkaatın mâliki ve mutasarrıfı olan Allah'ın resulüyüm. Sizi irşad için geldim. Ta­rafından meb'us olduğum Allah'ın gayrı bir ma'bud yoktur, ancak ma'budun bilhak odur. Binaenaleyh; herkes ibadetini ona hasret-mr \dir. Zira; dilediğini diriltir, dilediğini öldürür. Şu halde yer ve gökler Allah'ın mülkü ve ibadete müstehak ancak zat-ı ülûhi-yeti olup ihya ve imataya kâadir olunca Allah'a ve resulüne iman edin ki o resulü taraf-ı ilâhiden sizi irşad için meb'us resuldür, ahval-i dünya ve âhireti size haber verir ve kimseden okuyup yaz­mamış nebiyy-i ümmîdir ki o nebiyy-i ümmî Allahü TealâVa ve Allah'ın enbiyaya inzal ettiği bütün kelimâtma iman eder. Nebi­nin hâl ü şanı Allah'a ve kelimâtma iman etmek olunca siz o ne­biye ittiba' edin. Zira ittibâ' etmek; üzerinize vaciptir. Eğer ittiba' ederseniz bilumum maksudunuza vasıl olmanız me'mûldür ve o nebiyy-i ümmîye ittibâ' edin. Çünkü ihtidanız için ittibâ'mız va­ciptir, ihtidanız ittibâ'mıza mevkuftur».

Kaazî ve Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile hitap; Re-sulullah'a olduğu cihetle bu âyet Resulullâh'ın cemi' halâyıka meb'us olduğuna delildir. Zira; nas lâfzı umum halâyıka şamil ol­duğu gibi Resulullah da risaletini tebliğde «Ceminize m^b'usum» buyurmuştur.

Allahü Tealâ'nın yerin ve göklerin mâliki, vahid-i hakîkî, ih­ya ve imateye kaadir olduğunu beyan; cemi-i naşa resul gönder­meye kaadir olduğunu beyan etmektir. Resulullah cemi-i nasa meb'us olduğunu beyandan sonra Allah'a ve resulüne imanın va­cip olduğunu beyan buyurmuştur.

İhtida ve mutalebeye vuslatı, Cenab-ı Hak imana ve ittibâ'a talik buyurmuştur. Çünkü; iman olsa da ahkâmına ittibâ' olmasa veyahut ahkâma ittibâ' olsa da iman olmasa dalâlden kurtulamaz. Binaenaleyh ihtida etmek; iman etmeye ve ahkâma ittibâ'a muh­taçtır. Şu halde resule iman ve ahkâma ittibâ' etmeyen kimsede ihtida olamaz. 

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Resulullâh'ın cemi-i nasa ta-raf-ı ilâhiden meb'us' Resul olduğu dâvasının .muhtaç olduğu usul-ü selâsenin kâffesi bu âyette beyan olunmuştur.

Birincisi; âlemde hükmü nafyz bir Sâni'-i Kaadir ve Hâlik-ı Kayyum'un vücudunu ispat etmektir. Zira; hükmü nafiz Sâniin vücudu olmasa resul kimin tarafından gelebilir ve «Resul geldim» dese kim dinler? Çünkü; resulü gönderecek yok demek­tir. Binaenaleyh; risalet dâvası kaadir ve fail-'i muhtar bir Sâniin vücudunu ispata muhtaç olduğundan Cenab-ı Hak bu âyette zat-ı ülûhiyetinin yer ve göklere mâlik olduğunu beyanla vücudunu.ve kudretini ispat etmiştir.

İkincisi; resulü gönderen Fail-i Muhtar'ın Vahid-i Ha­kîkî olması, lâzımdır. Çünkü; ilâh iki farzolunsa, birisinin gönder­diği resulün risaletini tebliğ ettiği insanlar, ilâhlardan hangisinin mahlûku olduğunu bilmez ki, o nebiyye ittibâ' ve nebinin^ emrine imtisal etsin. Şu halde umur-ü bi'set mümkün olamaz, Al­lah'ın bir olmasıyla olur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ, resulü 'gönderen halikın Vahid-i Hakîkî olduğunu beyan etmek üzere buyurmuştur ki, «Ma'budun bilhak ancak bir­dir, ondan başka ma'bud yok» demektir.

Üçüncüsü; resulü gönderen mabudun, haşr ü neşre, ihya ve inıataya kaadir olmasıdır. Çünkü; resulü irsal eden ilâh haşr ü neşre kaadir olmasa taatle emri. nafiz olmaz. Zira; haşrol-mayınca ibadetle iştigalde ve.ma'siyetten içtinapta bir fayda ol­maz. Şu halde enbiyanın bi'setinden ve tebliğlerinden fayda ol­madığından bi'set abes olduğu gibi insanların resule ittibâ'ı dahi abes olur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ haşr ü neşre kaadir olduğunu

ve haşr ü neşrin vâki olacağını beyan için buyur­muştur. Şu usul-ü selâseyi ispat'etmek üzere risalet dâvası sahih olunca resulüne iman ve ittibâ' etmek vacip olduğunu beyan bu­yurmuştur. [116]

 

Vacip Tealâ resulüne mutâbaatın vücubunu beyandan sonra Beni İsrail'den bir taifenin ittibâ' ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kavm-i Musa'dan bir cemaat, hakka vasıl olur ve ancak hak­la hükmederler, haktan ayrılmazlar.] Binaenaleyh; âhir zaman ne­bisine iman ve Kur'an'ın ahkâmına ittibâ' ederler.

Bu âyette kavm-i Mûsâ (A.S.) dan ümmetle murad; Zaman-ı saadette Yahudilerden Resulullaha iman eden (Abdullah b. Selâm) ve onun ashabıdır. Bunların her ne kadar adetleri azsa da imanları ihlâs üzere olduğu cihetle ümmet unvanını ihraza şa­yan olduklarından Cenab-ı Hak ümmet lafzıyla zikir buyurmuş­tur. Yahut ümmetle murad; Kavm-i Müsâdan din-i Mûsâ üzerine tahrif ve tağyirden salim olarak bakî kalıp zamanri saa­dete kadar dinlerini muhafaza eden bir kavimdir. Onlar naşı hi­dayete davet ve hakla hükümde adalet edip kimseye zulmetmeyerek zulümden   tehâşî ettiklerinden   Cenab-ı Hak   medih buyur­muştur. [117]

 

Vacip Tealâ Hz. Musa'nın kavminden bir cemaatın ihtida et­tiklerini beyan ettiği gibi o kavmin ahval-i umumiyesini dahi taf­sil etmek üzere buyuruyor.

[Biz Azimüşşan kavm-i Musa'yı on iki kabile kıldık ve her kabile birer cemaat-ı kesir edir ve onlardan herbiri aharından te-meyyüz eder bir kıt'a ve taife oldu.]

[Mûsâ (A.S.) m kavmi (Arz-ı Tih)'d'e su istedikleri zamanda biz Musa'ya vahyettik ve dedik kî «Yâ Mûsâ! Asam taşa vur».]

[Emrimiz üzerine   Mûsâ (A.S.)   asasını taşa vurunca taştan on iki pınar kaynadı ve aktı; her kabileye bir pınar hasıl oldu.]

[Nâsın herbiri su içecek mahallini bildi, bir cemaat diğer ce­maatın suyuna müdahale etmez ye herkes kendi cemaatı için ta­yin olunan pınardan suyunu alır diğer cemaatın suyuna tecavüz etmez oldu.] Binaenaleyh; arada niza' da olmazdı.

[Biz Azîmüşşan (Arz-ı Tih)'de   kavm-i Musa'nın   üzerlerini bulutla gölgeledik ve onlar üzerine kudret helvası ve kuş!ar inzal ettik ki, onlar hararetten kurtuldukları gibi açlıklarını da tatlı ve tuzlu taamla defettiler,]

[Şu beyan olunan rızıkları onların üzerine inzal edince biz onlara «Verdiğimiz rızkın güzellerinden yiyin, sizin için helâldir» dedik]

[Biz onlara zulmetmediğimiz gibi onlar da bize zulmetmedi­ler. Çünkü; her türlü ihtiyaçlarını te'min ettik ve lâkin onlar ken­di nefislerine zulmettiler. Zira; verdiğimiz rızka kanaat etmeyip başka rızık istemekle tecavüzde bulundular.]

Yani; Beni İsrail'i biz muhtelif ümmetler olarak on iki kabile kıldık ve "kavm-i Mûsâ, Mûsâ (A.S.) dan (Afz-ı Tih)'te su iste­diklerinde biz lûtf u kerem ve cu'd ü ihsanımızdan Mûsâ (A.S.) a vahyettik, dedik ki <<Yâ Mûsâ! Sen asanı taşa vur. Zira; sair umu­runda teshilât için asanı isti'mâl ettiğin gibi bunda dahi isti'mâl et. Derhal taştan on iki pınar cereyan etsin, on iki kabileye ade-dince su çıkpr. Onların beyinlerinde niza' kalmaz». Emr-i ilâhimi­ze imtisalen Mûsâ (A.S.) asayı taşa vurdu ve taştan oniki pınar cereyan etti. Her nas ve kabile su alacak mahallerini ve pınarları­nı muhakkak bildiler ve kendilerine tahsis olunan mahalli öğren­diler ki beyinlerinde nizaa ve husumete mahal kalmadı ve Beni İsrail üz.erini bir bulutla gölgeledik ki hararetin şiddetinden mu­tazarrır olmasınlar, istirahat etsinler ve Biz Azîmüşşan onlar üze­rine kudret helvası denilen tatlı şerbeti ve semiz kuşları inzal et­tik ki, şerbeti içsinler hararetleri bürûdete tahavvül etsin v& semiz kuşlarla tagaddi eylesinler, acıkmasınlar. Bu rızıkları inzal ettik­ten sonra biz onlara dedik ki, «Bizim sizin emzicenizin kıvamı ve bünyenizin takviyesi ve hayatınızın idamesi için vermiş olduğumuz rızıklann güzellerinden mubah'olarak yiyin;». Bizim böyle demekle müsaademize kanaat etmediklerinden hudud-u ilâhiye-mizin haricine çıktılar. Zira; evâmir ve nevâhîmize muhalefet et­tiler ve bu muhalefetleriyle bize zulmetmediler. Çünkü; onların ma'siyetinden bize zarar gelmez, ancak kesbettikleri maâsînin şeâmetiyle kendi nefislerine zulmettiler. Binaenaleyh; dünyada ve âhirette meâsîlerinin ukubetini görürler. Zira ma'siyetin zararı; ancak kendilerinedir.                           

Beni İsrail'in on iki kabile olması Ya'kub (A.S.) in on iki oğ­lunun neslinde oldukları içindir. (Arz-i Tih)'te şiddeti hararet­ten ciğerleri yandığı zamanda Mûsâ (A.S.) dan su istediler. Ce-nab-ı Hak mucize olarak asayı taşa vurmasıyla emretti. Asayı taşa vurunca on iki kabileye on iki pınar çıktı. İkinci merrede harareti def için bulutla gölgeledi. Üçüncü merrede açlık ve susuzluklarını defetmek için inzal buyurdu. Her cihetten suhuletle ihtiyaçlarını defettikten sonra inzal buyurduğu rızıktan ekletmelerini emretti. Şu beyan olunan şeyler harikulade ve fey-kattabia olup Hz. Musa'nın mucizeleridir. Bu gibi mucizelerin en-biya-yı izam yedlerinde zuhuru çok defa vuku bulmuştur. Bina­enaleyh; kudretullahı tasdik eden kimse bunların vukuunda asla şüphe etmez.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kavm-i Mûsâ iki şeyle emr-i ilâhiye muhalefet ettiler. Birincisi; Cendb-ı Hak, verdiği rızıktan idhar etmekten onları menettiği halde onlar idhar ettiler. İkincisi; ekliğin tayin olunan vaktin gayrıda eklettiler. Fakat bu muhalefetleriyle Vacip Tealâ'ya zulmetmeyip kendi ne-, fişlerine zulmettiklerini bu âyette Aliahü Tealâ beyan buyurmuş­tur. Çünkü; mükellefin irtikâb ettiği ma'siyetin mazarratı kendi­ne aittir. Zira o ma'siyetten nehiy; mükellefin menfaati içindir. Binaenaleyh; nehyolunan şeyi irtikâpla mükellef kendi menfaatim fevt ve mazarratını irtikâb etmiş olur. Nefislerine zulümde temâdî ettiklerine işaret için muzâri sıyğasıyla varid olmuş­tur. [118]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in bazı ahvalini, vermiş olduğu nimetlerini ve onlar nimetin kadrini bılmeyip nefislerine zulmettikleri­ni beyan ettiği gibi onlara bazı vesâyâ ve evâmirini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret Habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Beni İsrail'e siz «Şu karyede yani Beyt-i Mukaddes'te sakin olun» denildi.]

[«Ve o karyeden istediğiniz yerde nimetlerinden yiyin».]

[«Ve bizim günahlarımızı bizden tenzil et yâ Rabbi! deyin»,]

[«Ve Beyt-i Mukaddes'in kapısından secde eder olduğunuz halde girin ki, biz sizin günahlarınızı mağfiret edelim. Zira; secde-i şükrü eda etmeniz hatielerinizin mağfiret olunmasına sebeptir».]

[Biz crbab-ı ihsanın sevabını ve amellerine mükâfatı elbette ziyade ederiz.] demekle onlara vesâyâda bulunduk ve kendileri hakkında menfaat olan ahkâmı beyan ettik.

[Onlardan zâlim olanlar   kendilerine söylenilen sözü söylenmeyen söze tebdil ettiler.] Ve memur oldukları hıtta bedelinde diyerek söylemesiyle memur oldukları kelimeyi memur olmadıkları   kelimeye tebdil ettiklerinden zulüm   irtikâb ettiler.

[Binaenaleyh; biz onlar üzerine zulümleri sebebiyle semâdan azap gönderdik ve tâûnla onların çoklarım ihlâk ettik.]

Yani; zikret yâ Ekrem-er Rusül! Şol zamanı ki, o zamanda taraf-ı ilâhiden vahiyle nebileri vasıtasıyla onlara denildi ki, «Beyt-i Mukaddes'te sakin olun ve o karye-i mübareke olan Beyt-i Mukaddesin mebzul rızıklarından mümanaat ve müdafaa olmak­sızın istediğiniz yerden ekledin ve bize tazarru ve niyaz edici ol­duğunuz halde (Yâ Rabbi! Bizim senden suâlimiz ve talebimizi bizden hasbelbeşer sudur eden seyyiâtımızı tenzil ve maâsimizic af fidir» demekle münâcâÇta bulunun ve siz Beyt-i Mukaddes'in kapısından cephelerinizi türab-ı mezellete sürer, tevazu ve tezel-lülünüzü izhar eder olduğunuz halde secdeyle girin, biz de sizin hatiâtınızı mağfiret ve muhsin olanların sevabını ziyade edelim. Yani; cürüm sahiplerini af ve amel sahiplerinin sevaplarını ziyade edelim" demekle vesâyâda bulunduk. Bizim şu vesâyâ ve evâmi-rimiz üzerine nefsine zulmedenler bir söz söylediler ki, kendileri­ne söylemesiyle emrolunan kelimenin gayrıdır. Zira; onlara emrolunan kelime iken onlar dediler ve emrolundukları kelimeyi lâfzan ve ma'nen tağyir ettiler. Binaen­aleyh; biz onlara zulmettikleri ma'siyetleri ve tahrif ve tağyir et­tikleri hataları sebebiyle semâdan bir azap îsâl ettik.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'e duhul ve iskânla emrolunan karye; Beyt-i Mukaddes'tir\ O zamanda Beyt-i Mukaddes Âd kavminin bakiyesinden Amalika kabilesinin ceba-biresi elindeydi. Vacip Tealâ'nin iskân ve Beyt-i Mukaddes'e gir­meleriyle emri fetholunduktan sonradır. Kapıdan girerken arz-ı halâsa ve arz-ı mukaddese duhule şükrolmak üzere secde etmekle ve geçmiş kusurlarının affını istirham etmek üzere de­mekle emrolunmuşlardı. Şu emrin hilafını irtikâb ederek onlar kapıdan girerken secdeyi terkedip    mak'adları üzerine sürünerek geçtikleri gibi lâfzını lâfzına tebdil etmekle de emr-i ilâhiye muhalefet ve Mûsâ (A.S.) ı istihza ettiklerinden azab-ı ilâhiye müstehak olmuşlardır. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak tâûn inzal buyurdu. Bu tâûh yüzünden bir saatte birçok kişinin vefat ettiği mervidir. Çünkü; emr-i ilâhiye bu kadar açıktan mu­halefet etmeleri üzerine elbette gazab-ı ilâhinin zuhur edeceği şüdhesizdir. [119]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in cinayetlerinden bazısını beyandan sonra bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen Yahudilere suâl et şol karyede ki, o karye deniz kenarında hazır ve sahil-i bahirdeydi. Onlar ta'zîm etmeleri lâzım olan Cumartesi gününü tecavüz ettikleri zaman niçin teca­vüz ettiler ve balık avlamakla la'zîmini neye ihlâl ettiler?] Şu suâle onlar cevap versinler.

[Onlar şol zamanda tecavüz ettiler ki, o zamanda Cumartesi günü onların balıkları suyun yüzünde çokça aşikâr olarak geliyor ve onların tamahlarını arttırıyor.]

[Ve Cumartesi olmadığı   günde onlara balıklar   gelmiyordu. Binaenaleyh; hiddetleri artıyordu.]

[İşte böylece fıskları sebebiyle  biz onları müptelâ kılarız.]

Zira fısk; iptilâya sebeptir.

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Sen zamanında bulunan Yehûda tevbih ve tekdir tarîkıyla denizin kenarında mevcut ve hazır olan karyelerden suâl et şöl zamanda ki, o zamanda onlar ta'zîm etmek ve av avlamamakla emrolundukları Cumartesi günlerinde balık­lar birbiri arkasında suyun yüzünde zahir olarak geldiğinde onlar emr-i ilâhiye muhalefet ederek tecavüz etmişlerdi,ve ta'zimi ihlâl edip menhî olan avı avladılar ve Cumartesi olmayan günlerinde balıklar onlara gelmezdi. Onların emr-i ilâhiyi ihlâl etmekle tâât-tan çıkıp fışkı itiyad etmeleri sebebiyle biz onlara imtihan mua­melesi yaptık ki onlar mütenebbih olsunlar ve emrimize imtisal etsinler.

Fahr-i Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile bu âyette suâ ile murad; tevbih ve tekdir ve Yehûd kavminin küfretmek eskiden âdetleri olduğunu beyanla zaman-ı saadette bulunan Yehûdleri tahkir ve terzil etmektir. Yoksa sual istilâm için değildir. Çünkü; Resulullah o karyenin halini vahiyle bilmişti. Bu suâl Resulullah'a mucizedir. Zira; Resulullah ümmî olduğu ve evvel geçenlerin ki­taplarından birşey kıraat etmediği halde şu kadar bin sene evvel geçmiş vak'ayı aynıyla nakl-i beyan etmesi vahy-i ilâhiyle oldu­ğuna büyük bir delildir. Âyette demektir. Yani; «Balıklar onlara suyun yüzünde zahir oldukları halde geldiğinde onlar tecavüz ederler, Cumartesi gününe yapı­lacak ta'zîmi ihlâl eder ve emr-i ilâhiye karşı gelirlerdi» demek olur, karyeyle murad; (Tûr-u Sina) ile (Medyen) arasında denizin kenarında bir karye, yahut (Eyle), veya (Taberiye/dir. On­lar Cumartesi'ye riayet edip balık avlamamakla emrolundukları halde Şeytan'ın onlara «Siz balığın avından nehyolunmadınız, ek­linden nehyolundunuz» diyerek vesvese ilkaa etmesiyle Cumarte-si'nin ta'zîmini ihlâl ve balık avlamakla nehy-i ilâhiye muhalefet ettiler.

Cumartesi'de balık gaayet çok gelip Ctımartesi'nin gayrıda gelmemekle Cenab-ı Hak imtihan buyurduğunu beyan buyurmuş­tur ki, bu hâl onlar için bir iptilâydi. Binaenaleyh; emr-i ilâhiye imtisâlle bu iptilâdan kurtulmak lâzımken aksini irtikâpla gazab-ı ilâhiye mazhar olmuşlardır. [120]

 

Vacip Tealâ yevm-i sebte riayet etmeyen karye, ahalisinin bir kısmı isyan etmeyip isyan edenlere vaazettiklerini ve vaazı kabul etmeyenlerin helak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.                                         

[Zikret habibim! Şol- zamanı ki o zamanda karyenin suleha-smdan bir cemaat vaaz edenlere dediler ki, «Niçin vaazedersiniz bir kavme ki, o kavmi Allahü Tealâ ihlâk veyahut şiddetli azapla azab edecek?»] Zira; vaazınızın te'siri yoktur. Binaenaleyh; eme­ğiniz boşadır.                                            '

[Vaaz edenler cevapta dediler ki «Bizim vaazımız sizin Rab-binize bizim tarafımızdan özür olsun içindir. Ve üzerimize vacip olan emribilma'ruf bilküllîye terkolunmuş olmasın ve me'mûl ki vaazımız onlara te'sir eder de onlar da Allah'tan korkarlar ve biz de Cenab-ı Hakka karşı vazifemizi eda etmiş oluruz».]

[Vakta ki, karye ahalisinden ma'siyeti   irtikâb edenler vaaz olundukları ahkâmı terkle ma'siyeti irtikâpta devam. ettilerse vaazla ma'siyetten nehyedenleri biz azaptan kurtardık ve fıskları sebebiyle zulmedenleri şiddetli azapla muâhaze ettik.]

[Vakta ki, âsîler isyanı terkten imtina' ettiler ve nehyolun­dukları ma'siyete musir oldularsa Biz Azîmüşşan onlara «Siz zelil ve hakir olduğunuz halde hayvanat içinden maymun olun ve su­retiniz maymun sureti olsun» dedik.]

Yani; zikret habibim! Şol zamanı ki, o zamanda karye ahali­sinden bir taife kendileri vaaz edenlere dediler ki «Niçin vaaze-dersiniz bir kavme ki o kavmi Allahü Tealâ ihlâk veyahut azab-ı şedidle azab edecek? Şu iki halden birine elbette müstehak olan­lara vaazın te'siri olmaz. Binaenaleyh; vaazınızda fayda yoktur» demekle vaaz edenlere itab edince vaaz edenler «Sizin Rabbinize bizim tarafımızdan özür olmasın için vaaz ederiz ve vaazımızın te'sirinden me'yus değiliz. Me'mûl ki, bizim vaazımız te'sir eder de muharremâttan içtinab ederler» demekle cevap verdiler. Vakta ki âsîler vaaz olundukları nesâyihi unuttular. Asla iltifat etmeyip ve vaizlerin vaazım kabul etmedilerse biz kötülükten nehyeden vaizlere necat verdik ve naşihattan i'raz edip kabul etmeyenleri fısk ettikleri için, şiddetli azapla muâhaze ettik. Vakta ki, nehyo-lunduklarl şeyden tekebbür ve tecebbür ettiler ve irtikâp etmek­ten asla çekinmedilerse biz onlara hitaben, «Siz hakir ve zelil ola­rak maymun olun» dedik. Onların suratları kudret-i ilâhiye ve emr-i sübhâniyemizle maymun suratına tahavvül %tti. Zira; em­rimizin hilâfına hareket edenlerin akıbetleri helak ve azaptır.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile karye ahalisi üç fırka olup birinci fırka menhiyatı irtikâb eder. Cu­martesi günü balık avlarlar, yerler ve satarlar, hatta sahilin kena­rına havuzlar yaparak Cumartesi günü balıklar içine dolar sonra ağzını kaparlar, Pazar günü o balıkları toplarlardı. Bu minval üze­re, nehyolundukları menhiyata ısrar ederler ve l?u suretle hilele­rini setretmek isterlerdi, ikinci fırka bunların bu ha­line sükût eder fakat menhiyatı da irtikâb etmezlerdi. Üçüncü fırka; menhiyatı İrtikâb etmedikleri gibi irtikâb edenlere vaaz u nasihatta devam ve menhiyattan menetmeye çalışırlardı. Vaazetmeyen fırka «Bunlara, helak olacak veyahut azap görecek bir kavme niçin vaazeder ve abesle iştigal edersiniz? Emeğinize yazıktır» derlerdi. Nasihat edenler de «Cenab-ı Hak indinde ma'-zur olmak için emribilmaruf ve nehyianilmünker ederiz» demekle cevap verirlerdi. Üçüncü fırka vazife-i şer'iyelerini edada kusur etmemişlerdi.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile vaazedenler bunların maâsîleri bir azap getireceğini idrak ettiklerinden âsîlerle kendi mahalleleri arasına bir duvar çekerek mahallelerini ayırıp bir kapıdan işledi­ler ve onlara karışmadılar. Birgün âsîlerden dışarı çıkan olmadı­ğını görünce giderler bakarlar ki, hep maymun olmuşlar. Bunlar maymunlardan, akrabalarını tanımazlar, lâkin maymunlar akraba­larını tanırlar ve yanlarına gelerek elbiselerini koklarlar ve ağlar­lar. Vaizler de «Biz size menhiyattan vazgeçin demedik mi?» de­dikleri zaman onlar da yalnız başlarıyla tasdik ederler. Şu hal üç gün devam ettikten sonra bu suretle maymun olan âsîlerin helak oldukları mervidir.

Âyet-i celile suretleri- mesholmazdan evvel şiddetli bir azapla azab olunduklarına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ fıskları sebe­biyle azab-ı beîsle muahaîe ve ondan sonra daha ziyade tuğyan edip suratlarının maymun suratına tahavvül ettiğini beyan buyur­muştur. Azab-l beîsi tayine dair âyette' sarahat yoksa da Fahr-i Râzi'nin beyanına nazaran fakr u fâkayla müptelâ kılınmışlardır. Onlar av avlamak menhî olan Cumartesinde balık avlayıp satmak ve intifa' etmek hülyasıyla haramdan servet kesbetmek için sa'y ederlerse de bereket Allah'ındır. Allahü Tealâ onları tââttan hu­ruç ettikleri için fakr u faka ve şiddet-i ihtiyaçla müptelâ kıldı, fakat mütenebbih olmadıkları gibi belki daha ziyade tuğyan et­tiler. Taaddî ve tecavüzleri ve emr-i ilâhiye muhalefetleri onları insan kıyafetinden çıkarmıştır. Bu vak'amn Dâvûd (A.S.) zama­nında olup Dâvûd (A.S.) in .onlara lânetettiği mervidir. Beyzâvî'­nin İmam-ı Mücahid'den naklen bir rivayetine göre bu fırkanın meshi kalplerinde olmuştur, bedenlerinde değildir. Yani maymun suretine tebeddül eden kalpleridir, suretleri değildir. Fakat,âyetin zahiri bedenlerinin tebeddül ettiğine delâlet eder.

Fırka-i âsiye helak oldu, fırka-i vaize necat buldu. Firka-i sâkitenin halinden bahis yoksa da Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile fırka-i sâkite de fırka-i vaize ve naciyede dahil olmuşlardır. Zira; fırka-i sâkite her ne kadar sükût etmişlerse de fırka-i âsiyenin helak olacaklarını ve azap göreceklerini ve vaaz etmekte fayda olmadığını çünkü vaazı kabul etmediklerinden intifa' edemeyecek­lerini beyan etmeleri âsilerin hallerine kalpleriyle buğzettiklerin-den onların da fırka-i naciyede dahil olduklarını müş'irdir. Kezâ-lik emribilmaruf ve nehyianilmünker farz-ı kifaye kabilinden ol­duğu cihetle bazılarının bu farzı eda etmeleriyle diğerlerinden sa­kıt olduğundan emribilmaruf eden bulundukça onların sükûtu he­laklerine bâdî olmaz. Zira helake bâdî olan sükût; umumun sükû­tudur. Bazılarının nasihatıyla diğerlerinden farz sakıt olduğu ci­hetle onlar da fırka-i nâciye meyamna dahil olmuşlardır. [121]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in ahvalinden bazılarını beyandan son­ra isyanları sebebiyle • ilâyevmilkıyam müptelâ oldukları mezel­leti "beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret yâ Ekrem-er Rusül! Şol zamanı ki, o zamanda Rabbin Tealâ ilân etti ve Ychûd taifesine bildirdi ki, onlar üzerine yevm-i kıyamete 4tadar kötü azabı reva görecek ve azabı tattıracak kim­seyi elbette gönderecek ve ilâyevmilkıyam onlara ihanet edecek kimseyi mütevelli kılacağını beyan etmekle Yehûd taifesini istika­mete davet etti. Zira; Rabbin Tealâ'nın âsîlere azabı sendir ve tevbe edenleri mağfiret buyurucu ve tevbelerini kabulle merha­met edicidir.]                                        

Yani; zikredin şol zamanı ki, o zamanda Beni İsrail üzerine zili ü hakaareti ve envâ'-ı azabı lâyık görecek kimseleri gönderip ilâyevmilkıyam onlara azap etmeyi Rabbin Tealâ azmetti ve nefsi üzerine yazdı ve ilân etti. Zira; Rabbin Tealâ'nın âsîler üzerine azabı sür'atlı ve tâib ü -müstağfir olanları mağfiret edici ve dergâ­hına rücû' edenlere merhamet buyurucudur.

Vacip Tealâ'nın bir şeyin vukuunu ilânı    kâsem    manâsını, müş'ir olduğundan kaseme cevap olan ile irad olunmuş­tur. Ayette beyan olunan fırka yla murad; Yehûddur. Suuazab ile murad; cizye ve zili ü hakarettir. Bu azabın Yehûd milletinde ilâyevmilkıyam devam edeceğini âyet nâtıktır. Ve el-yevm Yehûdun zili ü hakareti Revanı etmektedir.'

Ayetin mazmunundan müstefad olan ve zili ü hakaretten iba­ret bulunan su-u azab Yehûda Süleyman (A.S.) dan sonra başla­mıştır. Çünkü; Süleyman (A.S.) zamanında Beni İsrail'in nimeti ezher cihet kemâline vasıl olmuştu. Süleyman (A.S.) in vefatıyla Beni İsrail nimetin şükrünü edâ edip kadrini bilemediklerinden hükümeti zayi ettiler. Allahü Tealâ onlara (Buht-u Nasır) gibi bir Mecusiyi gönderdi. Memleketlerini tahrip, gençlerini katil, nis-vanlannı ve sıbyanlarmı esir ve bakî kalanlara cizye vaz'etti. Bun­dan sonra felâketleri temâdî ederek Rum melikleri musallat oldu. Rum ve Mecuse cizye ve haraç vermeleri bizim peygamberimizin bi'setine kadar devam etti. Bizim nebimize iman etmediklerinden mülûk-ü İslâmiyeyi Allahü Tealâ musallat kıldı ve herbiri bir mil­letin ayağı altında kaldı. Binaenaleyh; milel-i sairenin irtikâb et­mediği süfliyeti onlar irtikâb ederler. Bu hâlin ilâyevmilkıyam devam edeceğini Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.

İnsanların yekdiğerine reva göreceği azap ancak dünyada ola­cağından Cenab-ı Hak bu azabın yevm-i kıyamete kadar imtidad edeceğini beyan buyurmuştur. Şu halde azapla murad; iha­net, hakaaret, cizye, haraç ve zillettir. Ahirette ise azaplarının da­ha şedid olacağında şüphe yoktur.

İmanla din-i Islama dahil olanlar Yehûdiyetten çıktıkları için onlar bu hükümden müstesnadırlar.^ Zira âyetin hükmü; Yehûdi-yette devam edenlere mahsustur.

Bu âyet; Resulullah'a mucize kabilindendir. Zira; zaman-ı sa­adette bu âyetle haber verilen hâl elyevm müşahede ettiğimiz veç­hile carî olup asla hilaf olmaması sıdk-ı nübüvvete delâlet yönün­den kâfidir. Çünkü; gaipten haber aynıyla vâki olmuştur. [122]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in ilâyev'milkıyam mezellete müptelâ olacaklarını beyandan sonra mezelletin sebeplerinden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor

[Biz Azîmüşşan Beni İsrail'i yeryüzünde cemaat cemaat dağıt­tık. Fırka fırka herbiri bir tarafa gitti. Alemin her tarafında elbet­te Yehûddan bir taife bulunur.] Rub'-u meskûnun her tarafında bulunduklarına işaret için arz üzerine dağıldıklarını beyan buyur­muştur. [Yehûdda salih olanlar mevcuttur ki, onlar iman etmiş ve İslama dahil olmuşlardır; ve salâha dahil olanların gayri Yehûdi-yette devam edenler de vardır ki, onlar da Yehûdiyette devam ve küfrüzere inad edenlerdir. Onların küfürden rücû' etmeleri için onları ucuzluk, bolluk, afiyet ve sair nimetlerden ibaret olan hase­natla ve kıtlık, darlık ve hastalık gibi seyyiâtla müptelâ kıldık ki, herbirinden bir ibret alarak mütenebbih olsunlar.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Yehûdun, âlemin her tarafına pe­rişan bir halde dağılmalarının hikmeti; şevket ve devlete nail ol­mamalarıdır. Çünkü; müçtemian bir yerde bulunsalar teâvün ve tezahürle kuvvete mâlik olur, izzete meylederler. Amma mütefer­rik surette olunca gözleri bir araya gelemediği gibi yekdiğerine muavenete dahi muktedir olamadıklarından sefaletleri devam eder.

Hasenat ve seyyiâttan herbiri   insanı taâta terğib ettiğinden Cenab-ı Hak her ikisiyle Beni İsrail'i müptelâ kıldığını beyan bu­yurmuştur. Çünkü hasenat; nimetle tefsir olunduğuna nazaran ni­metin şükrünü edâ ile ibadete rağbet eder. Seyyiât da nikmetten ibaret olunca akıbetinden havfla taât-ı ilâhiyeye teveccühüne se­bep olmak gaaliptir. Velhasıl hasenatla iptliâ ; îaâta terğib ve seyyiâtla iptiIâ ; . ma'siyetten tenfir içindir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak her milleti, belki her şahsı her iki ci­hetle imtihan eder. Şu halde insan için nimete şükür ve belâya sabretmekle ubudiyetini izhar etmek vazife-i diniyedendir. [123]

 

Vacip Teala Beni İsrail'in sonra gelenlerinin su-u hâllerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yohûdun uslâiı münkariz olduktan sonra Jiötü ve ^crre mey­yal nesilleri Âba' ve ecdadından onlara intikaal etmiş olan Tevrat'a varis oldular. Onlar Tevrat'ı kıraat ederler ve ahkâmına vâkıf olurlar. Maahaza şu gaayet yakın ve az bir zamandan ibaret olan dünyanın metâ'ını, ahkâm-ı Tevrat'ı tahrif ve tağyir bedelin­de alırlar, irtikâp ve irtişadan çekinmezler ve tcsliyc olmak üzere "Bizim Rabbimiz tarafından biz mağfiret olunuruz, bu kadar bir şeyle Allahü Tealâ bizi muahaze etmez affeder» derler. Halbuki evvel aldıkları gibi suret-i gayrı meşruada aldıklarının bir misli daha metâ'-ı dünya onlara gelse tekrar alırlar, hiç perva etmezler.]

Yani; bir taraftan mağfiret taleb ederler, diğer taraftan ma'-siyete musir olurlar. Evvelki mahiyetlerinin mislini işlemekten çekinmezler. Binaenaleyh; her zaman zilletten kurtulmazlar. Çün­kü; teybeyle ma'siyetlerine nihayet vermediklerinden dünyada ne kadar muammer olsalar ma'siyete devam edecekleri gibi ömürleri oldukça zilletten halâs olamazlar.

Tefsir-i Kebir ve Hâzih'de beyan olunduğu veçhile Vacip Te-alâ bu âyette Yehûdun dünyaya haris olduklarını ve dünya metâ'ı için ahkâm-ı Tevrat'ı tebdile cüret ettiklerini ve bu cüretlerini is­tihfaf ederek «Bu kadar şeyi Allahü Tealâ aramaz. Bizi mağfiret eder» dediklerini ve günahlardan feragat etmeyip musir oldukları­nı beyan buyurmuştur.

cütple-i müste'nifedir. Yani; «kitaba varis olunca ne muamele ederler?» suâline cevap olarak «Şu dün-ya-yı deniyenin metâ'ı ellerine geçtiğinde kitabın ahkâmı hilâfına hükmetmekle dünya metâ'ını almaktan çekinmezler» demektir.

İbn-i Abbas Hazretlerinden bu âyetin meali sual olunduğun­da «Birtakım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler, Kur'an'ın ruh-satlanyla amel etmek isterler ve Allahü Tealâ bizi mağfiret eder derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram ve he­lâl noktasına lâyıkı veçhüzere dikkat etmezler. Bugün ellerine ge­çeni aldıkları gibi onun misli yarın gelse tekrar alırlar mübâlât etmezler», buyurduğu Feth-ül Beyan'da mezkûrdur. Bu rivayete nazaran âyetten maksad; Kur'an'ın ahkâmına riayet etmeyenlerin hallerini beyandır. [124]

 

Vacip Tealâ kitabın ahkâmına riayet etmeyenlere bazı vesâ-yâda bulunmak üzere buyuruyor.                       

[Onlar üzerine Tevrat kitabının misakı alınmadı mı ki, onlar Allahü Tealâ'nın üzerine söylemeyip ancak hak ve sadık olan şeyi söyleyecekler ve bu minval üzere ahid verdikleri halde niçin ki­taplarını tahrif ettiler ve neden yanlış söylediler?]

[Halbuki kitapta olan ahkâmı onlar okudular.]  Binaenaleyh; kitabın ahkâmını doğru söylemeleri vacipti.

[Ve dar-ı âhiret, haramdan ve yalandan ittikaa edip nefsini sakınanlar için hayırlıdır.]

[Yalanı irtikâb eder de ondan lâzım gelen zararı taakkul edip düşünmez misiniz?]

[Ve şol kimseler ki, onlar kitaba temessük eder ve mucibiyle amel eder ve namazı vaktinde eda etmekle ikaamc ederler.] On­ların ecirleri zayi olmaz.

[Zira; biz erbab-i ıslah ve salâhın ecirlerini zayi etmeyiz.]

Yani; Allahü Tealâ üzerine söylemeyip, ancak hak söylemek vacip olduğuna dair kitabın misakı onlar üzerine alınmadı mı ve onlar kitabı kıraat edip muallimlerinden ders almadılar mı? Elbet­te okudular, bildiler ve lâkin mucibiyle amel etmediler. Halbuki dar-ı âhiret, irtikâp ve irtişa gibi muharremâttan nefsini sakınan­lar içindir. Bunlar hıtam-ı dünyaya aldanırlar da âhiretin hayırlı olduğunu taakkul etmezler mi? Amma şol kimseler ki, onlar, kitap­larına temessük ve mucibiyle amel ve namazı kitaplarında emret­tiğimiz veçhüzere ikaamete müdavemet ederler. Onların ecrini vermek bizim üzerimizedir. Zira; biz muslih olanların ecirlerini zayi etmeyiz.

Allahü Tealâ ehl-i kitaptan kitaplarıyla amel etmeyenleri tev-bih buyuruyor. Zira; ehl-i kitabın kitaplarıyla amel edeceklerine ve Allahü Tealâ'ya lâyık olan şeyi söylemek ve hak olmayan şeyi söylememek üzere'ahd ü misak ettiler ve taraf-ı ilâhiden resulleri vasıtasıyla yemin üzere ahidleri alındı ve kitaplarında olan ahkâ­mı okudular; hakayıkına vakıf oldular. Halbuki dar-ı âhiret nıu-harremâttan içtinapla ittikaa edenlere mahsus ve onlar için hayır­lıdır; onlar bu ciheti taakkul etmediler ki, muharremâttan elleri­ni çekmedikleri gibi düşünmedikleri için Cenab-ı Hak tekdir bu­yurmuştur. Amma ehl-i kitaptan şol kimseler ki, onlar tamamıyla kitaplarına temessük ederler ve kitaplarının cümle-i ahkâmından olan salâtı ikaameye ve bu vesileyle cânib-i manevi-yi ilâhiye te­veccühle devam ettiler. Onların ecirleri zayi olmayacağını beyan buyurdu. Zira; kitapla amel edenler muslinlerdir. Slluslih olanların ecrini zayi etmeyeceğini kafi surette bu âyetle Vacip Tealâ beyan buyurmuştur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile her ne kadar salât, kitaba temessükte. dahilse de şanına ta'zîm ve kemâl-i dikkatle itina lâzım olduğuna işaret için salât, ayrıca zikrolunmuştur.

Kitabın misakı; kitapta münderiç olan ahkâmdır., Münderiç olan ahkâm içinde mühim olan zatullah ve sıfâtullaha müteallik ahkâm olduğuna işaret için Allahü Tealâ üzerine hak söylemek lâzım olduğunu tasrih buyurmuştur. Çünkü bir-kitaba imanın ma­nâsı; o kitabîn ahkâmını tamamıyla kabul ve muâibiyle amel ede­ceğine ahd ü peyman etmektir. Binaenaleyh; Kur'an'a iman eden bir mü'min Kur'an'm her ahkâmını ve mucibiyle ameli iltizam ve her hükmünü hüsn-ü telâkki etmek lâzım olduğundan hilâfında hareket dünya ve âhiret saadetinden mahrumiyetini icab edeceğin­de şüphe yoktur.

Hulâsa; bilumum ehl-i kitaptan kitaplarına iman etmeleriyle Allahü Tealâ üzerine haktan başka birşey söylemeyeceklerine ve helâlini helâl ve haramını haram itikad edeceklerine ahdalındığı ve kitaplarında olan ahkâmı okudukları, okumak ve anlamak lâzım olduğu gibi mucibiyle amel etmek de vacip olduğu ve müttekiler için dar-ı âhiretin hayırlı ve herkes için bu ciheti düşünmek lâzım olup düşünmemek hata olduğu ve kitaba yapışıp amel ve namazı eda edenlerin ecri zayi olmayacağı ve zira; muslih olanların ecrini Cenab-ı Hakkın zayi etmeyeceği bu âyetten müstefad olan feva-id cümlesindendir. [125]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in kitaplarının hilâfında hareket ettik­lerini beyandan .sonra sarahaten tehdidini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret Habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Biz Azîmüşşan Beni İsrail üzerine dağı kopardık. Keenne o dağı gölgelik gibi ha­vaya kaldırdık. Bir dam veyahut şemsiye gibi üzerlerinde durdur­duk ve onlar zannettiler ki, dağ üzerlerine düşecek. Bu zan üzere havf ve telâş içinde muztaripken bizim lûtfumuz yetişti onlara dedik ki «Bizim size vermiş olduğumuz kitabın ahkâmını kuvvet, ciddiyet ve azimet-i sadıka ve niyet-i halisayla tutun ve tevbeye müsaraatla kusurunuzun affını istirham edin. Kabayih-i a'mâliniz ve rezâil-i ahlâkınızdan içtinab ve ittikaa etmek için bizim size verdiğimiz kitapta olan ahkâmı zikredin, hatırınızdan çıkarmayın. Mevâiz ve zevacirini ve hüsn-ü ahlâka dair âyetlerini ve su-u ah­lâkı men'e dair olan cümlelerini düşünün».] Böyle demekle onları hakka davet ettik. İşte Cebel-i Tûr'dan bir miktarının havaya kal­kıp Beni İsrail üzerinde durması âdetin hilafı tabiatın fevkinde Hz. Musa'nın mucizesidir ve Tevrat'ı kabulden imtina' ettikleri için Cenab-ı Hak onları tehdid ve Tevrat'ın ahkâmını ciddiyetle kabul etmelerini emretmiş ve onlar da kabul etmekle dağın mahalline iadesiyle helâktan kurtulmuşlardır.

Fâhr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran c eb elle murad; cebel-i Turdur. Havaya kalkan miktarı; Beni İsrail'i ihata edecek miktarıdır. Çünkü; Tevrat-ı Şerif nâzilolunca Beni İsrail ahkâmının sıkletine tahammül edemeyeceklerinden bahisle Tev­rat'ı kabulden imtina' etmeleri üzerine Vacip Tealâ Tûr dağının Beni İsrail'i ihata edecek miktarını üzerlerine kaldırmasını Cibril-i Emin'e emreder, Emr-i ilâhi üzere Cibril-i Emin dağı kaldırınca Beni İsrail tamamen sol yüzlerinin üzerine secdeye kapanırlar ve sağ gözleriyle semâya nazar ederler ki dağ üzerlerine düşerse gö­recekler. Yehûd kavminin secdeleri elyevm sol yüzlerinin üzeri­nedir ve «Bu secde; bizi ukubetten kurtaran secdedir.» derler.

Dağın üzerinde 'bir adam boyundan yüksek ve uzun bir adam elini uzatsa ulaşacak raddede olduğu Feth-ül Beyan'da mezkûrdur. [126]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in   ahvalini tafsil    ettiği gibi umum mükellefini ilzam edecek hücceti dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret Habibim! Şol zamanı ki, o zamanda Kabbin Tealâ Be­ni Âdem'in arkalarından zürriyetlerini çıkardı ve kendilerini ken­di nefisleri üzerine şahit kıldı. Bundan sonra «Ben sizin rabbiniz olmadım mı?» dedi. Beni Âdem de «Belâ" yani «Sen bizim rabbi-mizsin» dediler. Melekler tarafından yevm-i kıyamette sizin «Biz bundan gaafil olduk demenize biz şehadet ederiz»  denildi.]     Şu manâ  üzerine vakfolunup evlâd-ı Âdem'in kelâmı da hitam bulup melekler tarafından söylenmiş iptidâ-yı kelâm olduğuna nazarandır. Amma lâfzında vakfolunmayıp evlâd-ı Âdem'in, kelâmı olup de kelimesi mukadder ve kıraat olunduğuna nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Zikret Habibim! Şol zamanı ki, Rabbin Tealâ o zamanda benî âdem'in zürriyetlerini arkalarından neslen ba'de neslin ihraç etti ve kendilerini kendi nefisleri üzerine şahit kıldı ve dedi ki: «Ben sizin Rabbiniz ve Halikınız olmadım mı?)' Onlar da cevabında de­diler ki «Belâ yâ Rabbi! İkrar ve itiraf ettik, sen bizim Rabbimiz ve Hâlikımızsın. Şehadetettik ki, yevm-i kıyamette «Biz bundan gaafil idik demeyelim».] Allahü Tealâ'nın onları işhaddan hikme­ti; yevm-i kıyamette onlar »Biz bundan gaafildik» demesinler ve böyle demeleri kerih olduğu için onları kendi nefislerine şahit kıl­mıştır.

Zürriyeti ihracın keyfiyeti zerre misali evlâd-ı Âdem'in sulb-lerinden ilâyevmilkıyam vücut bulacak zürriyetlerini birer birer ihraç etti. Akıl ve hayat vermeksizin lisan-ı halle cevap vermek ihtimalleri varsa da esahıolan; akıl, hayat ve nutuk verdi, hâlikı-yetine ve rububiyetine delâlet edecek delilleri gösterdi ve Rableri olduğunu suâl etti. Onlar da suâli fehmedip akılları idrak ederek lisanlarıyla söylemek suretiyle cevap verdiler.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran suâl; Hz. Adem Cennet'e girmezden evvel (Mina) ile (Arafat) arasında (Nu'man Erak) namında bir vadide vaki olmuştur. Yahut Cennet'ten arz-ı Hind'e nazil olduğunda Serendip civarında vaki olmuştur. Yahut Cennet-i A'lâ'ya ginpeden Cennet'in kapısı önünde vaki olmuştur. Suâlin ve işhadın vukuu muhakkaktır. Mekân tayini bizim için lâzım değildir. Çünkü; suâlin ve cevabın mekânım bilmekte veya bilmemekte bir fayda ve zarar olmadığı için mekân tayinine dair bahis olmasa itikada ve amele bir zarar iras etmez. Ancak zürri-yet-i Âdem'i ihraçla suâlin vukuu kafidir. Binaenaleyh; bu ciheti inkâr caiz değildir.  

[VcyaHüt Allahü Teaîâ nefisleri ü/erine işhad etti ki, siz «Biz­den evvel babalarımız şirk ettiler ve biz onlardan sonra onların zürriyetiydik. Bizim muptıl olan pederlerimizin ef'âîiyle bizi mu-ahaze ve ihlâk mi edeceksin? Yâ Rabbi» demeyesiniz.] Eğer ahd ü misak olmamış olsaydı böyle demekle i'tizar ederlerdi. Cenab-ı Hak ahd ü misak aldı ki herkes pederine atf-ı cürüm etmekle i'ti-zar etmesinler.

Yani; yevm-i kıyamette kâfirlerin "Bizden evvel küfredenler ancak bizim babalarımızdır ve biz onların zürriyetleriydik. Onlar şirki ihdas etmiş ve bir din olarak kabul edip bizleri de o yolda terbiye ettiler. Bizim hadaset-i sinnimiz icabı bilmediğimizden on­ları taklid ettik. Şu halde bizim cürmümüz dahi babalarımıza ait­tir. Şirki icad edip bizi ülfet ettiren muptıüerin ef'âliyle bizi ihlâk mi edeceksin Yâ Rabbi! demekle i'tizar edemezler ve etseler özür­leri kabul olunmaz. Çünkü; bâtılla özre itibar yoktur.

Beni Adem'in kâffesi Adem (A.S.) in zürriyeti olduğu cüm­lenin malûmu olduğu için Adem (A.S.) zikrolunmamıştır, Yoksa evlâd-ı Adem'in cemii Âdem (A.S.) dan zuhur etmiştir ve yevm-i misakta zuhur eden zürriyet tamam olmadıkça kıyametin kaaim olmayacağı ma'lumdur. Çünkü; Allahü Tealâ kıyamete kadar mey­dana gelecek zürriyeti ihraç ettiğinden onların cümlesi bu âlemde ispat-ı vücud etmedikçe kıyamet kaaim olmaz.

Yevm-i misakta zürriyet-i Adem'in cümlesi iman ve Allahü Tealâ'nm rububiyetini ikrar ettiler ve lâkin mümin olanlar rıza ve ihtiyarlarıyla iman ettiklerinde dünyada iman-ı ezelîyi izhar et­meye muvaffak oldular ve kâfir olanlar yevm-i misakta kerhen ikrar ettikleri için dünyada iman-ı ezelîyi izhara muvaffak olama­dılar ve olamazlar.

Hulâsa; Vacip Tealâ'nın zahr-ı Âdem'den zürriyetini ihraç et­tiği ve rububiyetine delilleri gösterip herbiri vahdaniyetini ikrar ettikleri ve bu ikrarlarına kendilerini şahit kıldığı ve hu işhaddan maksad; yevm-i kıyamette «Biz bundan gaafildik» veyahut «Bu hatayı ve sirki bizim pederlerimiz te'sis ettiğinden mesuliyeti on­lara aittir^ dememeleri için olduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.

[Ve şu tafsilâtımız gibi biz âyetleri ve hakka delâlet eden de-lâili tafsilederiz ki, beni Adem dola ilden istidlal ederek hakka rü-cû' ve bâtıldan i'raz etsinler.]  Zira; hakka ve kudret-i ilâhiyeye delâlet eden delâili tafsil; aklı olanlar için taraf-ı ilâhiden lütuf ve ihsan olduğundan Vacip Tealâ tafsil ettiğini nimet sırasında beyan buyurmuştur. [127]

 

Vacip Teâlâzürriyet-i Âdem'den ahd ü misak aldığını beyan­dan sonra ihlâsa mukaarin olmayan imanın akıbet küfre tahavvül ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Kusul! Yehûd üzerine şol kimsenin haberini ti­lâvet et ki, o kimseye biz kitaplarımızın âyetlerine ilim verdik. Âyetlerden i'raz ve küfretmekle âyetlerin ahkâmından tecerrüd etti, soyuldu. Binaenaleyh; Şeytan onu kendine tâbi' kıldı, şeytan havasına tâbi' kılınca dalâlete münhemik olup helak olanlardan oldu. Eğer biz hidayetini istemiş olsaydık onu âyetlerimizle ref'e-der ve mertebesini yüce kılardık ve lâkin o kimse ednâ ve erzel olan arza tenezzül ve dünyaya meyletti ve' havasına tâbi' oldu ve dereke-i nârı irtikâb etti.]

[Âyetlerden soyulan kimsenin misali; kelbin misali gibidir. Eğer üzerine yük yükletirsen dilini çıkarır solur veyahut yük yük­letmez terkedersen yine solur. Zira;, bu âdet-i kabiha tabiatında sabit olduğundan herhalde kelp gibi ağzını açar solur. İşte şu kelp gibi olmak bizim âyetlerimizi tekzib eden kavmin sıfatıdır: Habi-bim! Kıssa-i ma'hudeyi onlara hikâye et ki, onlar tefekkür etsinler ve âyetten imtinâ'larım düşünsünler ve kendi ef âllerinin kub-hunu bilsinler.]

Fahr-i Râzi, Kaazî, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanları veç­hile bu âyette zikrolunan şahsın (BeVam b. Bâûrâ) veyahut (Ümey-ye b. Salt) veyahut Beni" İsrail'den (Besüs) isminde bir kimse ve­yahut ehUi kitabın münafıkları olduğuna dair rivayet muhteliftir. Bu rivayetlerden birincisi; (Bel'âm b. Bâûrâ) Ken'an'-1 dan Cebabire'nin bulunduğu karyede kütüb-ü münzeleye âlim ve fazl u kemâliyle meşhur ve beynennas kerametiyle maruf ve ismi a'zamı bilir müstecâbüddâve bir kimseydi. Mûsâ (A.S.) a Vacip .Tealâ emir buyurup Cebabire'yle muharebeye müheyya oldukları bir zamanda Cebabire'nin ricasına dayanamayarak ve verdikleri atiyeye tama' ederek Mûsâ (A.S.) ve askeri aleyhine duaya cü­retle küfrü ihtiyar ve dünyayı âhiret üzerine tercihle şekaavetini izhar etti. .Binaenaleyh; âyet-i celilede beyan olunduğu veçhile bildiği ilim ve âyetler nefsinden soyuldu ve şeytan'a tâbi' tâğîler-den oldu. ikinci rivayete nazaran (Ümeyye b. Salt) Arap-tan olduğu gibi bazı kitapları mütalaaya muktedir bir kimseydi ve o zamanda Allah'ın bir resul göndereceğini bildiği için kendinin resul olmasını ümid ederken Cenab-ı Hak Resulullah'ı gönderince hasedinden iman etmeyip küfrü ihtiyar etti ve bilcümle ma'lumâtı kendinden selbolundu ve tâğîler zümresine iltihak etti. Halbuki eş'âr ve ebyâtında vahdaniyeti mukîr ve muterif olduğundan Re-suîullah «İbni Sait'in beytleri yani [lisanı] iman ve kalbi küfret­ti» buyurduğu mervidir.

İlmiyle âmil olmayıp dünyaya meyleden âlim için âyet-i ce­lilede tehdid-i azîm vardır. Zira; Ceriab-ı Hak ilm ü fazlıyla ma'ruf olan kimsenin dünyaya meyli sebebiyle dünya ve âhiret hüsran-ı ebedîye dûçâr olduğunu beyan buyurmuştur1.

Dünyayı ihtiyarla âhireti terkedenleri, hayvanât içinde en kötü olan kelbin en çirkin hali olan solumakla dilini çıkardığı ha­line teşbih etmekle ilminin mucibiyle amel etmeyerek küfrü ihti­yar edenleri zem ve takbih edip bu misilli halât-ı redieyi ihtiyar etmekten insanları menetmiştir. Çünkü; kelp yorgunluktan ve sıcaktan dilini çıkararak soluduğu zamanda menfaat ve mazarratına kaadif olamadığı gibi âyât-ı ilâhiyeden i'raz eden kimse dahi nefi' ve zararına kaadir olamaz.

Kezâîik âyât-ı ilâhiyeyi tekzib edenlere resul gelse, tekâlifi tahmil etse ağızlarını açarlar ihtida etmezler ve resul gelmese ter-kolunsalar yine ihtida etmezler. Binaenaleyh; âyetleri tekzib eden­ler herhalde lisanını çıkarıp soluyan kelbe benzerler.

Bu kıssayı beyandan maksad; kavm-i Resulullah'ı tefekküre davet ve ibret almalarına terğib olduğuna işaret için Cenab-ı Hak resulüne kıssayı hikâye ve ümmetine beyan etmesini emirle tefek­kür etmelerini tavsiye buyurmuştur.[128]

 

Vacip Tealâ    âyetleri tekzib edenleri zemmetmekle küfürden men'ini te'kid etmek üzere buyuruyor.

[Ne çirkin oldu sol kimselerin sıfatı ki, onlar bizim hakka ve ve tevhide delâlet eden âyetlerimizi tekzib ettiler.]

[Onlar ancak  tekzipleri  sebebiyle kendi  nefislerine  zulmet­tiler.]

[Allah'ın hidayette kıldığı kimse doğru yolu bulmuş ve ihtida etmiştir.]

[Ve eğer bir kimse ki, iradesini dalâle sarfla    AUahü Tealâ onları idlâl ederse işte Allah'ın idlâl ettiği kimseler ancak zarar edenlerdir.]

Yani; sıfat ve misil yüzünden ne çirkin oldu şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi lekzib ettikleri gibi bu tekzipleriyle ancak nefislerine zulmettiler. Zira; zulümlerinin zararı kendilerine ait­tir, başkalarına tecavüz yoktur ve bir kimse ki, Allahü Tealâ onu kelime-i hakkı işitmekle hidayette kılarsa o kimse tevhid-i ilâhiye vâsıl olur ve eğer bir kimseyi âyetleri inkâr etmekle idlâl ederse işte onlar hüsran-ı ebedîye mazhar olmuşlardır. Onların hidayet­leri ve necatları me'mûl değildir.

Beyzâvî'nin bekanı veçhile kâfirler, âyetleri tekzip ve nefisle­rine zulmü cem'ettikleri için Cenab-ı Hak kötülüklerini sarahaten beyan buyurmuş ve ihtida edenlerin tarîklari bir olduğundan cüm­lesinin şahs-ı vâhid   menzilinde olduğuna   işaret için müfred ve dalâlin envâ'-ı müteaddidesi bulunduğundan cemi' sıygasıyla varid olmuştur.

İhtida; nefsinde kemâl-i cesim ve nef'-i azîm olup başka ke-mâlât olmasa fevz ü felahı mucip ve niam-ı celileyi müstelzim ol­duğuna tenbih için Allah'ın hidayette kıldığı kimsenin mühtedi olmasını beyanla iktifa- olunup sair nimetlere nail olacağı beyan olunmamıştır Çünkü mühtedi olduğunu beyan; her şeye kâfidir. Zira ihtida; envâ'-ı ibâdâtı camidir. Hidayet; doğru yolu bulmaktır. Doğru yol ise envâ'-ı ibâdâtı camidir. Binaenaleyh; doğru yola. sülük eden kimseye o yolun muktezâsım işlemek lâ­zımdır.[129]

 

Vacip .Tealâ   dalâlette olanların hüsranlarını beyandan sonra hüsranlarını tafsil etmek üzere :

buyuruyor.

[Zatıma yemin ederim ki, muhakkak Biz Azîmüşşan ins  ü cinden Cehennem için birçok kimseler yarattık.]

[Onlar için kalpler vardır ve lâkin o kalplerle hakka müteal­lik birşey anlamazlar.]

[Onlar için gözler vardır ve lâkin o gözlerle hakkı görüp ibret' almazlar.]

[Ve onlar için kulaklar duymazlar.]  vardır ve lâkin o kulaklarla   hakkı

[İşte Allah'ın verdiği şu a'zâlardan intifa' etmeyenler bclıâ-im gibidirler, belki behâimden daha ziyade dalâlettedirler.]

[Zira behâim gibi olan ins ü cin; ancak gaafillerdir ve gaflct-i kâmile onlara münhasırdır.] Binaenaleyh; bu gafletleri sebebiyle onlar a'zâlarinı nıevzi-i lâyıkına sarfetmed iki erinden Cehennem'e istihkak kesbetmiş ve ehl-i Cehennem olmuşlardır. ,

Yani; zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, muhakkak Biz Ce­hennem için ins ü cinden çok kimseler halk ettik ki, onlar için menat-ı teklif ve muhâl-ı irfan ve iman olan kalpleri vardır. O kalpleriyle asla hakkı fehmetmezler ve âlem-i süflî ve ulviyetin asarını müşahedeye âlet olan gözleri vardır ve lâkin o gözlerle hakkı görmezler. Onlar için kelime-i hakkı işitmeye âlet olan kulakları vardır ve lâkin o kulaklarla kemalâtı iktisaba vesile olan delâil-i hakkayı işitmezler ki, mertebe-i hakka terakki eylesinler. İşte şu evsafı haiz olanlar idrak ve şuurdan hâli ve tenebbüh ve irfandan ârî olan ahmaklardır ki, onlar âdeta behâim gibidirler, belki istidat ve kaabiliyetlerini zay.i ettiklerinden behâimden daha ziyade dalâlettedirler. Zira; onlar bütün kemâlâttan ve delâil-i hakkadan gafillerdir.

Bu âyette Vâcib-ül Vücud ins ü cinden ehl-i nar olarak birçok kimseler halk ettiğini beyan buyurdu. Zira; irade-i cüz'iyesini küf­re sarfedeceklerini bildiği için ehl-i nar olarak halk olunmuşlar­dır. Onlar iradesini küfre sarfettiklerinden Allahü Tealâ onlarda küfür halkeder. Bu âyet; ef'âl-i ibadın halikı Allahü Tealâ oldu­ğuna delil-i kâfidir.

Allahü Tealâ -ehl-i narın evsafını beyan buyurdu ki Allahü Tealâ'nın menfaat ve istifade için halk ettiği azalardan intifa' et­memek ve onlardan matlûb olan menâfii fevt etmektir. Zira kalp­ten maksad-ı aslî; âyât-ı ilâhiyeyi teemmül ve tefekkür etmek ve eserden müessire istidlal kabilinden bu âlem-i mükevvenâttan vü-cud-u ilâhi'ye ve kudret-i kâmilesine istidlal eylemek matlûpken, bilâkis bunlar asla tefekkür ve teemmül etmezler. Kezâlik gözden maksad; hakkı görmek ve kulaktan murad; hak sözü duymakken bilâkis bunlar hakkı görmez, duymaz, hava ve heveslerine tâbi' olduklarından ehl-i nardan oldular.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kâfirlerin umur-u dünyaya müteallik mesalihini idrak edecek havâss-ı hamseleri mevcut olduğu halde bu havassın kâfirlerden nefyolunması; umur-u dine müteallik olan menâfilerini idrak edemediklerini be­yan etmektir. Binaenaleyh; idrakleri mevcut olduğu halde idrak­ten intifa' edemediklerini beyandan kinayedir ki, her ne kadar id­rakleri varsa da maksada sarfolunmadığı için yok menziline ten­zil olunmuştur. Bunun içindir ki, kuvve-i müdrikesinden intifa' edemeyenleri Vacip Tealâ behâime teşbih buyurmuştur. Zira; bu âyette beyan olunan a'zâlarda insan, hayvanât-ı saireyle müşte­reklerdir. İnsanın imtiyazı; bâtıldan hakkı ve serden hayrı ve men-faattan mazarratı fark ve temyiz   edecek ma'rifete   müeddi olan akıl ve fehimledir. Fehim ve idrak olmadığı surette ihsanın behâ­imden farkı olmayıp belki dalâlette daha ziyadedir. Zira behâim; bir derece menfaat ve mazarratını, dost ve düşmanını idrak edip halbuki kâfir idrak etmediğinden behâimden daha aşağıdır. Çünkü behâim; mazarratın geleceği yeri bilir ve ondan kaçar. Bununla beraber hay vanat .tekâlif ~i ilâhiyeyle de mükellef değillerdir. Zira; hayvanatta tekâlife medar olan akıl yoktur. Binaenaleyh; hayvan­da menat-ı teklif olan akıl olmayıp insanda akıl olduğu halde hüsn-ü isti'mâl olmayınca elbette hayvandan daha kötüdür. Hay­van, Allah'a muti ve münkaddır, kâfirse itaattan çıkmıştır.

Kâfirlerin bu misilli durub-u emsalden gaafil olduklarını ve gaflet kendilerine münhasır olup ehl-i imana gaflet tecavüz etme­diğini beyan için hasra delâlet eden zamir-i fasıl ile irad buyur­muştur. Gerçi umur-u dünyada kâfirler gaafil değillerse de umur-u âhirette gaafillerdir. Binaenaleyh; bu âyette beyan olunan gaflet­leri âhirete ait gaflettir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile kâfirlerin behâim gibi himmetleri hemen esbab-ı taayyüşe münhasır olduğuna alâtarikitteşbih işa­retle bütün ef'âllerini zem ve takbih buyurmuştur. Hayvanat me-nâfiini cezbe ve mazarratını defa takati miktarı sa'y ettiği halde kâfirler daima küfür gibi bir mazarrata ikdam ve ısrar ettikleri cihetle Cehennem'e kesb-i istihkak ettiklerinden behâimden daha kötüdürler.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile bu âyet; ilmin mahalli kalp olduğuna delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ ilim, fehim ve idrak ma­nâsına olan fıkhı, makam-ı zemde kâfirlerin kalblerinden nefyet-miştir. Eğer ilmin mahalli kalp olmasa kalpten nefyetmekte bir manâ olmazdı. Şu kadar ki kalbin idrakine havâss-ı zahire âlet olduğu gibi dimağ dahi âlettir. Binaenaleyh; ekser-i etibbâ ma-hall-i idrakin dimağ olduğunu beyan ederlerse de dimağın, ma-hall-i idrak olan kalbe âlet olduğundan kinaye olsa gerektir. Yok­sa hakikaten mahall-i idrakin dimağ olmasını iddia bu âyete mu­halif bir iddiadır. [130]

 

Vacip Tealâ ehl-i Cehennem'in gaafil    olduklarını beyandan sonra insan için zâkir olmak lâzım olduğunu ve zâkir olmak es-mâ-i hüsnayı bilmekle ve Allah'ın isimlerini zikretmekle olacağın­dan Allah'ın esmâ-i hüsnası bulunduğunu ve esmâ-i hüsnâ ile duâ ve zikir lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor

[Allahü Tcalâ için esmâ-i hüsna vardır. Maâni-i haseneye de­lâlet eder Allah'ın birçok isimleri olunca Allah'a o isimlerle duâ edin ve beyan olunan esmâ-i hüsnâ ile ismini zikredin ve terkedin şol kimseleri ki, onlar Allah'ın isimlerinde tarik-i sevaptan çıkar­lar. Binaenaleyh; mezheplerini terk ve kendilerinden uzlet edin ve onlarla beraber sohbette bulunmayın. Zira; onlar yakında amel­lerinin muktezâsıyla cezalanırlar.]

Yani; Allahü Tealâ'ya mahsus esmâ-i hüsnâ vardır ki, o es­mâ-i hüsnâ ile zatını tesmiyeye Vacip Tealâ kendi veya resulü izin verrnişse sahib-i şeriat -tarafından me'zun olduğunuz isimlerle Al­lah'ı zikredin ve terkedin şol kimseleri ki, onlar tarik-i haktan hu­ruç ederek Allah'ın ismini mahlûkata ve mahlûkaatın ismini Al­lahü Tealâ'ya ıtlak eden mülhidlerdir. Zira; onlar esmâ-i ilâhiyede ancehlin tasarruf ettiklerinden ittibâ'a şayan değillerdir. O mül-hidler elbette yakında amellerinin cezasını görürler.

Medârik'te beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ'nın isimle­rinden hakikatına delâlet edenler vardır: Herşeyden evvel, olma­sına delâlet eden kadîm ve herşeyden sonra ebedî olmasına delâ­let eden bakî isimleri gibi. Nüfus-u beşerin hazzedeceği isimleri vardır : Gafur, rahim, şekûr ve halım gibi. İnsanın tahallûk ede­ceği isimleri vardır : afüv gibi. İnsanın nefsini murakabe etmesini icab eden isimleri vardır : Semi', basîr, muktedir ve müntakim gibi. Allah'a ta'zîm icab eden isimleri vardır : Azîm, cebbar ve mütekebbir gibi. Binaenaleyh; bu isimleri okuyan kimsenin bunların manâlarını düşünmesi lâzımdır.

Bu âyet-i celilede Cehennem'i mucip olan, zikrullahtan gafle­tin ve Cehennem'den halâsa vesilenin zikrullah olduğuna tenbih vardır.

Esmâ-i ilâhiye; maânî-i haseneye delâlet ettiğinden esmâ-i hüsnâ denmiştir. Vacip Tealâ hakkında maânî-i hasene sıfât-ı kemâl ve nuut-u celâle delâlet etmektir, Sıfat-ı celâl ve kemâl de iki kısma münhasırdır: Birincisi; Allahü Tealâ'nın asla gayra muhtaç olmaması, ikincisi; gayrıların Allahü Tea­lâ'ya muhtaç olmasıdır. Yani; «Kendi âhara muhtaç olmaz, ancak ahar kendine muhtaç olmak manâsını müfid olması lâzım« demek­tir. Esmâ-i hüsnânın ancak Allahü Tealâ'ya mahsus olduğuna işa­ret için lâfza-i celâl mukaddem olarak varid olmuştur.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile esmâ-i ilâhiye; zatullaha ve sıfâiullaha delâlet eden elfazdır. Sıfatullah; üçtür: Birincisi; sıfât-ı zatiye ve subutiye gibi Allahü Tealâ'ya sübutu vacip olan sıfatlardır. İkincisi; Vacip Tealâ hak­kında caiz olan sıfatlardır. Üçüncüsü; sıfatlı selbiye gibi Allahü Tealâ hakkında muhal olan sıfatlardır. Bu sıfatların her-birine delâlet eden Vacip Tealâ'nm isimleri vardır.

Bu âyet-i celile; isim müsemmâ'nm gayrı olduğuna delâlet eder. Zira; (esmâ-i ilahiye çoktur. Halbuki Allahü Tealâ birdir. Eğer isim müsemmânm aynı olsaydı Allahü Tealâ'nın haşa müte-addid olmasını müstelzim olurdu. Halbuki Allahü Tealâ'nın mü-teaddid olması batıl olduğundan isim müsemmânın aynı olması da batıldır. Esmâ-i ilâhiye Allahü Tealâ'ya muzâf kılmıyor. Eğer isim müsemmânm aynı olsa muzaf kılınmazdı. Zira; muzâf in muzâf üni-leyhe mugaayir olması lâzımdır.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet-i ce­lile; esmâ-i ilâhiye, Allahü Tealâ'dan veya resulünden işitilmeye ve ıtlakma izin verilmeye mevkuf olup ıstılahı olmadığına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ'nın .zatını nekaaisten tenzih vacip olduğu gibi isimlerini dahi nekaaisten tenzih vaciptir. Binaenaleyh; nok­san îham eden ismi Vacip Tealâ üzerine ıtlak sahih olmaz. Meselâ Vacip Tealâ'ya   (Yâ Cevyad!) denilir ve lâkin (Yâ Sahî!) denilmez. (Ya âlim!) denilir ve lâkin (Yâ âkil) veyahut (Yâ arif!) de­nilmez. Yâ Hakîm! denilir (Yâ Tabib!) denilmez.

Şu halde Vacip Tealâ'yı zikretmek ancak taraf-ı şeri'den va-rid olan esmâ-i hüsnâ ile olur ve duâ edip Allahü Tealâ'ya yalva­racak kimsenin bu isimleri zikrederek Allahü Tealâ'ya duâ etmesi lâzımdır. Bunların gayrı bir isim zikrederek yapılan duanın caiz olmadığına âyet delâlet eder.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile duanın şartı; zikret­tiği ismin manâsını ve kalbinde rububiyetin izzetini ve ubudiyetin zilletini bilmek ye azamet-i ilâhiyeyi gönlünde tutmak ve duasın­da istediği şeyi vermeye Vacip Tealâ'mn kudret-i kâmile sahibi olduğunu itikaad-ı tamla itikaad eylemek ve Cenab-ı Hakka ta'zîm ve nekaaisten tenzihle beraber niyet-i hâlisa sahibi olmak ve iste­diği şeyi azmeylemekle beraber Cenab-ı Hak'tan duanın kabulünü ümid etmektir. Şu şeraite riayet ederse duanın icabete karin ol­ması ağleb-i ihtimâldir.

Vacip Tealâ isminde ilhad edenleri terk etmemizi emir buyur­du. İIhad ; haktan meyletmek ve istikaametten çıkmaktır. Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Vacip Tealâ'nıh isim­lerinde ilhad; üç suretle olur : Birincisi; Allah'ın ismini Allah'ın gaynya ıtlak -etmektir. Meselâ müşriklerin putlarına ilâh ve Allah lâfz-ı şerifinden Lât ve Aziz lâfz-ı şerifinden Uzzâ ve Menân lâfz-ı şerifinden Menat lâfzını ahzederek putlarına bu su­retle ıtlak etmeleri ve' (Müseylemet-ül Kezzab) in zat-ı kerihine rahman ıtlak eylemesi gibi Allah'ın isimlerini birtakım âciz mah­lûklarda isti'mâl etmek suretiyle tarik-i sevaptan çıkmaktır.-ikincisi; kitabullahta ve sünnet-i Resulullah'ta varid ol­mayan isimleri Allahü Tealâ'ya ıtlak etmektir. Zira; izn-i ilâhi ve izn-i resul varid olmayan ismi ıtlak etmek; tarîk-ı istikaametten huruç etmektir. Üçüncüsü; ism-i ilâhiyi zikirde hüsn-ü edebe riayet etmek lâzımken hüsn-ü edebi terketmek ve manâsını bilmediği ismi Allahü Tealâ'ya ıtlak etmektir.

İlhad edenlerin amelleriyle cezalanacaklarını beyan etmek; mülhidleri ukubetin nüzûlüyle tehdid etmektir.[131]

 

Vacip Tealâ Cehennem için ins ü cinden ve mülhidlerden bir­çok kimseleri halk ettiğini beyandan sonra Cennet için de birçok kimseler halk ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Bizim halk ettiğimiz kimselerden bir cemaat-1 azîme vardır ki onlar naşı hakka delâlet eder ve hidayette kılar ve nas beynin­de hakla adalet ederler.]

Yani; biz Cehennem için ins ü cinden ve mülhidlerden birçok kimseler halk ettiğimiz gibi Cennet için de birçok kimseler halk ettik. Zira; bizim halk ettiğimiz kimselerden bir cemaat-ı azîme vardır ki, onlar naşı tarîk-ı hakka davetle tevhide îsâl ve ancak nas beyninde adaletle hükmederler.

Bu ayet-i celile; Fahr-i Râzi ve Beyzâvî'nin beyanlarına naza­ran icmâ'-ı ümmetin sihhatına delâlet eder. Zira âyetten murad; her batında ve her zamanda şu sıfatla muttasıf bir taife bulunaca­ğını ve halkı hakka davet edeceklerini beyandır. (Muâviye) (R!A.) den Buhârî ve Müslim Hazretlerinin rivayet ettikleri bir hadis-i

şerifte Resulullah'm kavl-i lâtifi her zaman ünimet-i Muhammed'den hakla amel eder ve hakka halkı .irgad etmeye sa'yeder bir cemaatın bulunacağına delâlet eder. Çttftkû; hadis-i şerifin meâl-i münifi «Emr-i ilâhiyle kaaim ve mucibince amel eder kıyamet kaaim olup emr-i ilâhî ge­linceye kadar benim ümmetimden bir taife sabit olur zeval bul­maz» demektir.

Tefsir-i Hâzin'de İbn-i Abbas Hazretlerinden rivayet olundu­ğuna nazaran bu âyette ümmetle murad; ümmet-i Muham-. med'den muhacirin ve ensâr-ı kiram ve onlara tâbi' olan ulemâ ve sulehâmn ve din4 İslama halkı davet eden ve adaletle hükmeden­lerin cümlesi dahildir. Ve bu misilli erbab-ı fazl u adaletin her za­manda bulunmakta olduğu cümlenin malûmudur. Çünkü; za-man-ı saadetten şu içinde bulunduğumuz zamana kadar her asırda din aleyhinde bulunmak isteyen fırkaya karşı bir fırka-i muhikka bulunmuş ve müdafaa etmiş ve hakkı beyandan çekinmemiştir. Zira âdet-i ilâhiye; her Fir'avn'a bir Mûsâ halketmektir ve tarih buna şahittir. Binaenaleyh; bu âyet ve şu hadisin sırrı her zaman zuhur etmekte olduğundan ehl-i iman me'yııs olmamalıdır. [132]

 

Vacip Tealâ ümmet-i hâdiyenin halini    beyandan sonra üm-met-i dâllenin halini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar bizim âyetlerimizi tekzib ettiler. On­ların bilmedikleri cihetten azar azar biz onları helake yaklaştırı­rız ve Ben Azîmüşşan onlara mühlet verir müsaade ederim. Zira; benim onları helakle abzım şiddetlidir.]

Yani; bizim âyetlerimizi kabulden imtina' edip tekziple işti­gal edenleri biz derece derece mertebelerini helake yaklaştırır ve bilmedikleri ve zannetmedikleri cihetten defaten .onları ahzederiz ve ben onlara mühlet veririm ki, onlar kibir, gurur, ferah ve sü-rurlarında devam ve,, gaflette ısrar etmekle azapları' tezâyüd etsin ve ömürlerini uzatır ve mallarını teksir ederim ki, mağrur olsun­lar. Çünkü; âsîleri ahzim ve ikaabım kuvvetli ve şiddetlidir.

İstidraç; Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile derece derece yukarı çıkmak veyahut aşağı inmek ve azar azar mehlekeye yak­laşmaktır. Buna" nazaran manâ-yı nazım : Ayetlerimizi tekzib edenleri biz azar azar helake yaklaştırır ve bilmedikleri cihetten azaplarını çoğaltırız. Çünkü; onlar ma'siyete ikdam ettikçe biz on­lara nimet ve bereket ve hayır kapılarını açarız ki, nimetler gel­dikçe onların tuğyanları tezâyüd eder, kibir ve gururları artar. Binaenaleyh; derece derece maâsîye terakki ve mertebe-i saadetten tenezzül ederler ve bir derece azaba istihkak kesbederler ki, Cenab-ı Hak haberleri olmaksızın derhal ihlâk eder.j

Şu halde ma'siyetle beraber gelen nimet, gazab-ı ilâhiye ha­zırlık olduğundan Vâcib Tealâ'nın vermiş olduğu müsaadeye mağ­rur olmamak ve tâib ü müstağfir olmak insan için en büyük bir vazife olduğuna bu âyet delâlet eder.

Vacip Tealâ'mn zahirde müsaadesi ihsan gibi olup bâtını hız­lan olduğu cihetle zahirde müsaadenin, bâtında ukubetin tezâyü-dü hileye müşabih olduğundan Allah'ın ahz-ı şedidinden hile ma­nâsına keydle tabir olunmuştur. Bu âyette keyd ; şid­detli azapla muahaze etmektir. Lâkin insanın bilmediği bir cihet­ten geldiği için keyd denmiştir. Çünkü keyd; gizli hiledir.[133]

 

Vacip Tealâ âyetlerini tekzib edenleri tehdid ettikten sonra resulüne lâyık olmadık şeyi isnad edenleri fikirsizlikle zemmetmek üzere buyuruyor.

[Rüşd ü hidayette ve salâh-ı ahvalde cemi' ukalâ üzerine faik olan zat-ı şerife cinnet isnad etmekten Allah'tan korkup kuldan utanmazlar ve sahipleri olan Muhammed (A.S.) da cinnet olma­dığını tefekkür edip düşünmezler mi ve hiffet-ı akıl olmadığını görmezler mi ki cinnet isnadına cüret ederler? Muhammed (A.S.) ancak Allah'ın izni ve vahyiyle kullarını inzar edici ve açıktan korkutucudur.] Ve lâyık olmadık bir sıfatla muttasıf olmadı. Zi­ra; şan-ı azîm ve beyanı zahirdir, ahvalinde gizli birşey yoktur.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Resulullah Kureyş'in ef'âl ve âdetlerine muhalefetle dünyadan i'raz ve âhirete ikbal ve şirkten nehiy ve tarîk-ı hakka davet ettiğinden Kureyş, Resulullah'a cin­net nispet etmişlerdir. Cenab-ı Hak bu âyetle onları tekzip ve nis­pet ettikleri cinnetten resulünü tebrie buyurmuş ve Resulullah'ta envâ-ı cinnetten hiçbir nevi olmadığına işaret için istiğraka delâ­let eden lafzıyla varid olmuştur. Çünkü; demek; «Onlarla musahabet eden sahiplerinde cinnetten hiç eser yok» demektir.

Fahr-i Râzi, Kaazî, Hâzin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları­na nazaran âyetin sebebi nüzulü Resulullahın bir gece (Safa) üze­rinde Kureyş'i din-i İslama davet buyurmasıdır. Çünkü; Resulul-lah'ın bir gece (Safa) üzerine çıkıp Kureyş'in her kabilesinin is­mini zikrederek sabaha kadar davette devam ve sebat edince Ku-reyş'ten bazılarının «Sizin sahibiniz mecnundur» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. [134]

 

Vâçip Tealâ emr-i nübüvvette kâfirlerin şüphelerini izale etti­ği gibi tevhidin delâilini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[O kâfirler gaflet ederler de yerin ve göklerin mülk-ü azîmi-ne nazar edip istidlal etmediler mi? Yerde ve göklerde küçük ve büyük, ziruh ve gayrı ziruh ve envâ'-ı eczâ-yı mahlûkaata nazar edip onların her birerlerinde akıllara hayret ve fikirlere dehşet verir acaip ve garaibi görmediler mi? Bunların herbirinde olan ter­tip ve intizamı, göklerde mevcut yıldızları ve burçları, vakit ve zamanında harekât ve inkılâplarını, arz üzerinde olan dağları, ova­ları, denizleri, nehirleri, bahçeleri ve gûnâ gûn çiçekleri ve sair mahlûkaatm her zerresinde yüz binlerce delâili görüp halikın vü­cuduna, vahdaniyetine ve kudret-i kâmilesine istidlal etmediler mi? Bu kadar açık delâille istidlal etmemek akıl şanı mıdır? Halüşan ecellerinin muhakkak karib olduğuna nazar etmediler mi? Lâyık olan; ecellerinin kurbiyetini tefekkür edip istidlale ve vahdaniyeti ikrara müsaraat etmektir. Çünkü insana lâyık olan; dai­ma mevtin hululünden ve azabın nüzulünden evvel sebeb-i necat ve halâsını aramaktır. Şu âlem-i mükevvenât; vahdaniyete ve re­sullerin rîsaletinin sıdkına delâlet edince Kur'an'dan sonra hangi kelâma iman ederler?] Yani;-Kur'an'm bu kadar vuzuhundan son­ra daha ne beklerler? Eğer Kur'an'a iman etmezlerse Kur'an'dan sonra hangi kitaba iman ederler?

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile itikaadiyâtta taklidin caiz ol­madığına âyet delâlet-i vâzıhayla delâlet eder. Zira; nazar-ı istid­lalle nazar etmeyenleri Cenab-ı Hak tevbih ve tekdir buyurmuş­tur. Eğer delâile nazarla istidlal vacip olmasaydı istidlali terke-denleri zemmetmezdi.

Bu âyet-i cehle; tevhidin deiâilinin ve kâfirleri zem ve takbi­hin niha\7esidir. Zira melekût-u semâvât ve arzı ve mahlûkaatın kâffesini icmalen zikretmek; delâilin kât'fesini zikretmektir ve bu kadar delâile karşı iman etmemek mücerret temerrüd ve inattan başka birşey değildir. Binaenaleyh; iman etmediklerinden şiddet­le tekdire müstehak olduklarına ve iman edemeyeceklerine de işa­ret olunmuştur. Çünkü; Kur'an'a iman etmeyenin Kur'an'dan son­ra ne gibi şeye iman etmek ihtimali vardır ve âhir zaman pey­gamberine iman etmeyen kime iman eder? Zira; Kur'an'dan sonra bir kitap nazil olmayacağı gibi, bizim nebimizden sonra bir nebi dahi olamayacağından Kur'an'a ve bizim peygamberimiz (S.A.) e iman etmeyenlerin başka birşeye iman edemeyeceğine işaret olun­muştur.[135]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin imandan i'razlarının illetini beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Bir kimseyi[136] Allahü Tealâ idlâl ederse onu hidayette kılan bulunmaz. Allahü Tealâ idlâl ettiği kimseleri mütehayyir ve mütereddid oldukları halde tuğyan ve isyanlarında münhemik olarak terkeder.]

Yani; bir kimseyi Allahü Tealâ idlâl ederse onu hiçbir kimse tarîk-ı tevhide isal edemez ve Allahü Tealâ onları haddini tecavüz­de, isyan ve tuğyanda mütehayyir ve mütereddid olarak1 terk eder ki, onlar imana muvaffak olamazlar. Çünkü; Allahü Tealâ onları irade-i cüz'iyelerini küfre sarf ettiklerin i ve küfürden dönmeyecek­lerini bildiği için idlâl ettiğinden onlar için imanda tevfik olamaz. Zira; iradelerini imana sarf etmezler ki, imana muvaffak olsunlar.

 

Vacip Tealâ nübüvvete, tevhide, kaza ve kadere taallûk eden mesâile işaretten sonra âhirete müteallik mesaili beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Onlar kıyametten sana suâl ederler ve derler ki, «Kıyametin vukuu ne zamandır ve hangi vakitte kaaim olacaktır?»» Onların bu suâline cevap olarak sen de ki, «Kıyametin vukuuna ve kıyamete ilim, Rabbimin indinde mahfuzdur. Kendin­den gayrı kıyametin vaktini kimse bilmez. Binaenaleyh; kıyametin vaktini Allahü Tealâ kimseye izhar etmez. Ancak kendi zatına za­hirdir ve kıyametin emri semâvât ve arzda ağır ve azîm oldu. Kı­yamet size gelmez, ancak füc'eten gelir ve geleceği vakitten habe­riniz olmaz.] Zira; ilmi Allahü Tealâ'ya münhasır olan mugayye-bât-ı hamseden birisi de, kıyametin kaaim olacağı vakte ilimdir» demekle kâfirleri iskât et.

Yani; yâ Ekrem-er Rusülî Sen kâfirleri kıyametin vukuuyla inzar edince, onlar sana kıyametin. vaktinden ve haberinden suâl ederler ve derler ki,  «Kıyametin müntehâsı ezmineden hangi zamanda olacak bize haber ver ki, vaktini bilelim» Onların bu su­âllerine cevapta sen de ki, "Kıyametin vâki olacağı zamana ilim; ancak Rabbimin indinde mahfuzdur. İlmini kendi zatına ihtiyar etmiştir. Zira; vaktini hiçbir kimseye izhar etmez, illâ kendi zatı­na hasretmiş ve insanlar daima kıyametin vukuundan havf ve en­dişe üzerine olmaları için insanlardan ihfa buyurmuştur. Kıyame­tin emri semavat ve arzda bulunanlara gaayet ağır oldu. Kıyamet

size ancak füc'eten gelir, asla haberiniz olmaz». «Kı­yametin kıyamı ve müntehâsı ne zaman?» demektir ki vukuu za­manından suâldir.

[Sana onlar kıyametin zamanından suâl ederler ki, keenne sen kıyametin vaktini bilirsin ve ilmini ihata ettin ve onlara şef-katından vaktini haber verirsin zannederler. Sen de ki, «Kıyame­tin vaktine ilim; Allahü Tcalâ indinde mahfuzdur, ben zamanını bilemem. Zira; Allahü Tealâ bildirmedi ve bildirmez ve lâkin si­zin gibi nasın ekserisi kıyametin ilmi Allahü Tealâ'ya mahsus ol­duğunu bilmezler. Binaenaleyh; suâl ederler».]

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ kıyametin habe­rini nastan gizledi ki, mükellefin ibadete ve vâcibâtı edaya ve is­yanlarından tevbeye müsaraat etsinler.

Suâl, kıyametin zatından olmayıp zamanından olduğuna işaret için zamana delâlet eden lafzıyla varid olmuştur.

Kıyametin semâvât üzerine sıkleti; semâvâtın şakkolması ve dürÜlmesidir: Arz üzerine sıkleti; arzın dağları mahvolup başka bir arza tebeddül etmesidir. Ehl-i sema ve ehl-i arz üzerine sıkleti; cümlesinin helak olmasıdır.'

Kıyametin zamanının hafi olmasını ve füc'eten gelmesinin keyfiyetini Resulullah bir hadis-i şerifinde tafsil buyurmuştur. Çünkü; Tefsir,-i Hâzin'de Buhârî ve Müslim'in Ebu Hüreyre Haz­retlerinden rivayeten beyanlarına nazaran Resulullah buyurmuş ki  'i Kıyamet kaaim olur : İki recül elbiselerini sererler, pazarlık etmeden ve bir reçül süt- kâsesini ağzına alır içmeden, diğer bir recül havzını sıvar içine su koymadan ve başka bir recül lokma­sını eline alır ağzına götürmeden ve ahar bir şahıs teraziyi kaldı­rır tartmadan kaaim olur. Velhasıl umulmadık bir zamanda zuhur ediverir, kimse bilmez». Binaenaleyh; herkesin hemen her saatte kıyametin vukuuna intizar etmesi lâzımdır. Kıyamet bağteten zu­hur edeceği içint saat   denmiştir.

Suâl-i evvel; kıyametin vaktinden olup, suâl-i sânî, kıyame­tin şiddetinden ve mehabetinden olduğu için suâllerde tekrar yok­tur. Çünkü; ayrı ayrı şeylerden suâldir. İkisi bir şeyden suâl de­ğildir ki, tekrar olsun. Suâl-i sânî şiddet ve mehabetinden suâl ol­duğu için mehabete delâlette ziyade olan lâfza-i celâlle cevap ve­rilmiştir ki, evvelki cevapta varid olduğu halde ikincisinde varıd olmuştur.

Hafi ; âlim manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Keenne sen kıyametin vaktini bilirsin zannıyla suâl ederler] de­mektir. Yahut şefik manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Senden suâl ederler ki keenne seninle Kureyş beyninde karabet olduğundan şefkatma binaen cevap veresin ve başkalarına haber vermediğinden onları haberdar edesin] demektir. Sebeb-i nüzul hakkındaki rivayet dahi bu manâyı te'yid eder. Çünkü; Fahr-i Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Kureyş kabilesi «Yâ Resulallah! Seninle bizim beynimizde karabet vardır. Şu karabete binaen kıyametin kaaim olacağı zamanı bize haber ver» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.[137]

 

Vacip Tealâ Resulullah'ın    gaaibi bilmediğini    beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habib-i Zişanım! Sen kâfirlere de ki, "Ben, nefsim için men­faat ve mazarrata mâlik değilim, illâ meşiyet-i ilâhiye taallûk eden şey müstesnadır. Eğer ben gaaib bilmiş olsaydım hayrı çok hazır­lardım. O kötülük beni messetmez bir hale gelirdim. Ben olmadım, ancak âsileri korkutucuyum ve âbidleri müjdeleyiciyim ve tebşi-ratım iman eden kavme mahsustur».] Çünkü; iman etmeyen ka­vim tebşirattan mahrumdur.

Yâni; Habibim! Senden kıyameti suâl edenlere de ki, «Ben gaaibe ilim iddiasında bulunmuyorum. Binaenaleyh; nefsim için celb-i menfeat ve def-i mazarrata mâlik değilim. Zira; Allah'ın kuluyum. Kulun ise bizatihi def'-i mazarrata ve celb-i menfaata iktidarı olmaz. Zira kudret-i kâmile ve ilm-i muhit; Allahü Tea-lâ'ya mahsustur. Ancak Allahü Tealâ benim bilmemi isterse vahiy ye ilhamla bana bildirdiği gaaipler, menâfi1 ve medarı müstesna­dır. Zira; Allahü Tealâ bildirince ben de bilirim. Eğer ben gaaibi bilmiş olsaydım benim halim şimdi bulunduğum halin hilâfında olur, çok mal tedarik eder ve bilumum mazarrattan ve kötülükten içtinab ederdim. Asla zarardan bana birşey isabet etmezdi. Hal­buki beşerim, beşeriyet noktasından bana da zarar isabet ediyor. Binaenaleyh; umur-u harpte bazan gaalip ve bazan dahi mağlûp oluyorum. Eğer gaaibi bilsem mağlûp olacağım cihete mübaşeret etmem. Ben, ancak âsîleri korkutmak ve mümin olan kavmi tebşir etmek için gönderilmiş bir resulden başka bir şey olmadım.

Resulullah'm beşîr ve nezîr olması mümin ve kâfir cümle in­sanlara şamil olduğu halde tebşir ve inzardan intifa1 edecekler müminler olduğu için bu âyette, müminlerin sarahaten zikrolun-duğu Nisâbûrî'nin cümle-i beyânatındandır.

Hayırla murad; menâfi-i dünya, hayrat; sıhhat-ı beden, afiyet, evlâd ve ahfaddır, Zararla murad; dünyamn afatını defi', sürür ve fiten, kaht u gâlâ, üel ve emrazdır. Çünkü; bunların cümlesi insan için mazarrattır. Bu âyet-i celilede Resulullah'm "Gaaibi bilmiş olsam hayra tasaddî eder ve serden kaçardım ve lâkin bilmem^ demesi, «Allahü Tealâ bildirmeyince bilmem» de­mektir, yoksa »Hiç gaaib bilmem» demek değildir. Zira; Allahü Tealâ birçok gaaipleri peygamberimize haber verdi ve mucize ola­rak peygamberimizin ümmetine beyan buyurduğu veçhile vukuat meydana geldi ve nübüvvetinin sıhhatına da delâlet etti. Binaena­leyh; Allahü Tealâ'mn bildirmediğini bilmez» demektir ve bazı mugay-yebâtı bilmemesinden risaletine de bir halel gelmez.

Feth-ül Beyan'da zikrolunduğu veçhile bu âyet-i celilede Re-sulullah'm gaaibi bilmediği beyan olunması ilm-i nücum ve remil ve sair âlât ve edevat vasıtasıyla gaaibi bilirim iddiasında bulu­nanlar için de men' vardır ve bu âyet vaaz yönünden onlara kâfi­dir. Zira; efdal-ı mevcudat olan fahr-i rusül «Ben gaaip bilmem buyurursa âhâd-i ümmetin gaip bilmeyeceği evleviyetle sabittir. Kütüb-ü fıkhiyede beyan olunduğu veçhile gaaibe ilim; Allahü Tealâ'ya mahsus olduğundan bu suretle gaaibe ilim iddiasında bu­lunan kimse tekfir olunur. Çünkü; zat-ı ülûhiyete mahsus olan bir şeyde iştirak davası doğru olamaz.

Bu âyette gaybla murad; müşrikler tarafından suâl olu­nan kıyametin zamanıdır. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer ben kıyametin zamanını bilmiş olsam amel-i salihe müsaraat eder ve mazarrat verecek şeylerden ihtiraz ederdim | demektir ki, ümmetini hayra teşviktir.

Yahut gaybla murad; Allah'ın irade ettiği şeydir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Eğer benim hakkımda Allah'ın murad ettiği şeyi bilmiş olsam murad olan şeyi işler ve murad olmayan şeyden içtinab ederdim] demektir. Nisâbûri'de beyan olunduğu veçhile «Eğer ben gaaibi bilsem hayrı çok yapardım» demek «Din-i hakka davetin te'sir edeceği kimseleri bilir onları davet eder ve ve te'sir etmeyeceği kimseleri bilir onları davet etmezdim» de­mektir.

Yahut gayble murad; harpte nusrettir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer harpte nusret benim olduğunu bilmiş olsay­dım muharebe eder mağlûp olmazdım] demektir. Şu beyan olunan manâlar beyninde münâfât olmadığından cümlesi mânâ-yı evvel­de dahildir. Çünkü hayır; bunların her cümlesine şamildir. Lâfzı umum üzere isti'mâl mümkün iken tahsiste tercih bilâ müreccah olduğundan umum üzere isti'mâli evlâdır. Şu halde hayır lâfzı cümlesine şamil olunca cümlesini murad etmek lâfz-ı âyete daha muvafıktır.

Tefsir-i Hâzin ve Fahr-i Râzi'de beyan olunduğu veçhile sebeb-i nüzule muvafık olan da umum üzere isti'mâldir. Çünkü; ehl-i Mekke'nin «Yâ Muhammedi Sen bize narhın ucuz olup atîde pa­halanacağı zamanı haber versen de biz mal alsak, içeri koysak. Kıtlık olacağını haber versen de ucuzluk olan mahallere gitsek, birçok ticaret etsek, darlık görmesek» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervidir. [138]

 

Vacip Tealâ emr-i   nübüvveti takrirden   sonra emr-i tevhidi takrir etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ şol zat-ı şeriftir ki, sizi nefs-i vâhid olan Adem -den ve o nefs-i vah idden zevcesi Havva'yı halk etti ki, o nefs-i vâ­hid zevcesiyle ünsiyet etsin ve kalbi mutmain olsun.] Zira; insan cinsini görünce kalbi müsterih olur. [Vakta ki, Âdem (A.S.) zev­cesi Havva'ya karib olduysa Havva (R.A.) hafif yüklendi, o yükle biraz zaman geçti, vakta ki Havvânuı yükü ağırlaştı, hamli zahir olduysa zevç ve zevce ikisi beraber mürebbi-i hakîkîleri olan Al­lahü Tealâ'ya duâ ettiler ve dediler ki, «Yâ Rabbi! Eğer sen bize salih bir çocuk verirsen elbette biz şükredicüerden oluruz».]

Yani; Allahü Tealâ şol kaadir ü kayyumdur ki, sizi şahs-ı va-hid olan pederiniz Âdem'den icad ve efradınızı teksir etti ve o nefs-i vâhidden ülfet ve ünsiyet etsin ve nefsine zammetmekle kalbi müsterih olsun için zevcesi Havva'yı halk etti ki, yekdiğerine refakat etsinler. Zevcesi Havva'yı halk edip Âdem (A.S.) Havva üzerine vâki ve yakın olunca Havva nutfe-i Âdem'den hafif bir hamille hâmil oldu ve bu hamille biraz zaman geçti. Binaenaleyh; çocuk karnında büyüdü, can geldi. Çocuk karnında harekete baş­lamakla hamli ağırlaşıp sıkletini görünce zevç ve zevce ikisi be­raber dergâh-ı ülûhiyyete iltica, tazarru ve niyaz ederek Rableri olan Allahü Tealâ'ya dua ettiler ve Rablerinden istirham ederek dediler ki, «Yâ Rabbi! Eğer lutfu kereminden bize bir veled-i sa-lih ihsan edersen elbette nimetine şükredicilerden oluruz». Şu hal­de bir hatun hâmil olunca peder ve validesinin o çocuğun salih olmasına duâ etmeleri lâzım olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü Kur'an'da bunu beyan etmek1; ehl-i imanı irşad içindir

[Vakta ki, Allahü Tealâ onlara istedikleri veled-i salihi ihsan ettiyse evlâtları Allah'ın verdiği veletlerinde Allahü Tealâ'ya şe­rikler kıldılar. Allahü Tealâ onların şeriklerinden münezzeh, yüce, şerik ve nazîrden âlî oldu.]

Bu âyetin tevcihinde müfessirînin bir çok te'villeri vardır : Birincisi; âyetin manâsında beyan olunduğu veçhile bu kıssa Hz. Âdem'le Havva hakkındadır. Allahü Tealâ'ya şirk edenlerle murad; evlâd-ı Âdem'dir. Çünkü; Allahü Tealâ evlâd-ı Âdem'e velet verip teksir, ve salih taliha tebeddül ve muti âsîye tahavvül ettikçe veletlerinin isminde (Abdul'uzzâ), (Abdulmenat) ve (Abdüllât) demekle Allah'a şirk ettiler. Allahü Tealâ onların şirkinden münezzehtir.

İkincisi; müşrikler Hz. Âdem'e şirk nispet ettiler ve kendileri Hz. Âdem'in mesleğini taklid ettiklerinden bahsedince Allahü Tealâ Âdem (A.S.) in kıssasını ve halini hikâye etti ve bu­yurdu ki, «Âdem'le Havva'ya Allahü Tealâ veled-i salih vefince Allah'ın verdiği velette Allahü Tealâ'ya şerik mi kıldılar?» de­mektir. Çünkü; cümlesinde hemze-i istifham, mu­kadder ve inkâr içindir. Buna nazaran manâ-yı nazıra ; [Allahü Tealâ onlara velet verdi de Allahü Tealâ'ya şirk mi ettiler? On­lardan sizin zu'm ettiğiniz gibi şirk sadır olmadığı halde siz nasıl şirk isnad ediyorsunuz? Âdem'in halini benden daha iyi mi bili­yorsunuz?] demektir.

Şu tevcihata ihtiyaç; âyet-i celilenin hakikatta Âdem'le Hav­va hakkında varid olduğuna nazarandır. Amma Fahr-i Râzi'nin İmam-ı Kaffal'den naklen beyanı veçhile âyet; darbımesel olup müşriklerin hallerini temsil olduğu surette manâ-yı âyet şöyledir : [Allahü Tealâ şol Vacib-ül Vücud'dur ki, sizin herbirinizi bir şa­hıstan halketti ve o şahs-ı vahid cinsinden herbirinize insaniyette müsavi olarak ünsiyet için zevcelerinizi, icad buyurdu. Vaktaki zevç zevceye cima' ettiyse zevce zevcin nutfesinden hamil oldu. Zaman geçtikçe hamli ağırlaşip velet harekete başlayınca zevç ve zevce Allahü Tealâ'ya duâ ederler ve derler ki, «Eğer Yâ Rabbi! Bize veled-i salih verirden biz elbette sana şükredicilerden olu­ruz». Şu duaları üzerine Vacip Tealâ veled-i salih verir. Onlar Al- i lah'ın verdiği velet hakkında Allah'a şirk ederler. Zira; onlardan 1 bazıları veledi tabiata ve bazıları yıldızlara ve bazıları putlara ? nispet etmekle şirkederler.] Şu halde âyet; insanların ekserisinde ! vâki olan halleri temsil kabilindendir. Binaenaleyh; Âdem (A.S.) la Havva (R.A.) haklarında değildir. [139]

 

Vacip Tealâ şirk edenlerin şirkinden zat-ı ülûhiyetinin mü­nezzeh olduğunu beyandan sonra müşriklerin şirklerini red ve in­kâr etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler hiçbirşeyi halk edemeyen putları mı Allahü Tea­lâ'ya şerik kılarlar? Halbuki putlar kendileri mahlûklardır ve put­ları ülûhiyette nasıl şerik itikaad ederler? Asla şerik koşmaya sa­lâhiyetleri yoktur. Zira; putlar müşriklere nusret etmeye kaadir olamazlar, belki müşriklere nusret şöyle dursun kendi nefislerine bile nusret edemezler.] Zira; putları keserle yonttular ve bıçkıyla biçtiler ve bu suretle envâ'-ı hakaarete uğradıkları halde kendilerinden zili ü hakaareti defe kaadir değillerdir. Şu halde nerede kaldı ki, ibadet eden müşriklere muavenet ve nusrette bulunsun­lar. Elbette bulunamazlar. Binaenaleyh; menfaat ve mazarrata kadir olamayan birtakım âciz mahlûklara ibadet edip onlardan menfaat beklemek kadar hamakat olur mu?

. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kelimesi lâf-zan müfred olduğundan müfred ve manâda cemi' ol­duğundan cemi' sıyğasıyla varid olmuştur. Putlar; her ne kadar zevilukulden değilse de müşriklerin onlara zevilu-kulden gibi muamele ettiklerine binaen zevilukule mahsus olan cem'-i müzekker-i salim sıyğasıyla varid olmuştur.

Ayetten nıaksad, putların ibadete salâhiyetleri olmadığını is­pat etmektir. Zira ibadet vacip olan ma'budun, ibadet eden kim­seye def-i mazarrat ve celb-i menfaata kaadir olması lâzımdır ki, ibadet ederse menfaat ve ibadeti terkettiğinde mazarrat îsâline muktedir ve ibadete menfaat için rağbet ve ibadeti terkten mazar­rat için nefret* hasıl olsun. Putlarda bu emniyeden hiçbirisi olma­dığından asla ibadete salâhiyetleri yoktur.

Bu âyet-i celile evvelki âyete manâda merbuttur. Çünkü; Bey-zâvî'de beyan olunduğu veçhile evvelki âyette hitap; Araptan (Ku-sayy) in evlâdına olmak ihtimali vardır. Zira; Kureyş'ten (Kusayy) kabilesi Kusayy'in bir ana ve bir babadan evlâdıdır. (Kusayy)ın, ken­di cinsi Kureyş'ten bir zevcesiyle beraber Allahü Tealâ'dan sahih-ül vücud bir velet taleb etmeleri üzerine Allahü Tealâ onlara dört oğlan verdi. Onları (Abd-i Menaf), (Abd-i Şems) ve (AbcUi Ku­sayy) ve (Abdüddar) isimleriyle tesmiye ettikleri cihetle şirk et­tiler. Cenab-ı Hak Kureyş'e onların hallerini tasvir ve iktida eden­leri şirk etmeleriyle tevbih ve tekdir buyurmuştur. [140]

 

Vacip Tealâ müşriklerin şirk üzerine inat ve ısrarlarını beyan etmek üzere buyuruyor.                          

[Ey müminler! Sizden herbiriniz müşrikleri din-i İslama da­vet ederseniz onlar size ittibâ' etmezler. Sizin üzerinize onları da­vet etmeniz veyahut   davet etmeyip sükût    etmeniz müsavidir.]

Çünkü; her iki surette iman etmedikleri cihetle davet ve adem-i davet müsavidir.                

Şu manâ; hitap müminlere olduğuna nazarandır. Feth-ül Be­yan ve Hâzin'de zikrolunduğu veçhile bu âyette hitap; müşriklere ve zamiri asnâma râci olmak ihtimali vardır. Buna nazaran manâ-yı âyet şöyledir: [Ey müşrikler! Siz ibadet ettiğiniz putları eğer hidayete ve salâh-ı hale ve sizi irşad etmeye davet ederseniz o putlar size ittibâ' etmezler ve davetinize icabetten âcizlerdir. Şu halde onları sizin davet etmenizle davet etmeyip sükûtunuz mü-sâvîdir. Çünkü; davetinize cevaba muktedir değillerdir.]

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile müşrikler umur-u mühimmede ve belâya ve mesâibin nüzulünde putlara müracaat eder, gecede ve gündüzde yalvarırlar. Halbuki putlardan sadâ gelmediği gibi imdat ve iane de olmadığından yalvarıp çağırmalanyla sükût edip durmaları beyninde fark olmadığını beyanla Cenab-ı Hak putların aczini ve putlara ibadet eden müşriklerin hamakatlarını meydana koymuştur. [141]

 

Vacip Teala putların üluhiyete salahatiyetleri olmadığını te’kid etmek üzere buyuruyor.

[Şol şeyler ki, Allah'ın dûnunda siz onlara ibadet edersiniz. Onlar sizin emsaliniz kullardır. Eğer sözünüzde sadıksaniz çağırın onları size cevap versinler.]

Yani; ey müşrikler; Ülûhiyetle muttasıf ve cemi-i kemâlâti cami olan Allahü Tealâ'ya ibadeti terkle sizin ma'bud ittihaz ede­rek ibadet ettiğiniz ma'budlarinız sizin emsaliniz mahlûk ve âciz kullardır. Sizin üzerinize onların meziyet ve faziletleri yoktur. Şu halde niçin nefsinizi abîd ve onları ma'bud kılarsınız. Belki siz onlardan daha muktedirsiniz. Zira; sizde hayat, nutuk, şuur ve idrak var; onlarda ise yoktur. Sizin ellerinizde hakir ve zelil olup şuur ve idrakten hâlî olan cemâdâtı ma'bud ittihaz etmek hama­kat değil midir? Onlarda «Kuvvet ve kudret var ve şafaat ede­cekler» dediniz. Eğer sözünüzde sadıksanız çağırın onları, cevap versinler size, görelim cevap verebilirler mi?

Feth-ül Beyan ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu kelâm müşrikleri istihza ve tehekküm tarikıyla varid olmuştur. Zira; put­ların cevaba muktedir olamadıkları cümlenin ma'lûmudur. Bina­enaleyh onlara cevap vermeleriyle emir; ta'ciz içindir. Ve müşrik­lere davetle emir; onları iskât ve ilzam içindir.[142]

 

Vacip Tealâ putların kemâl-i acizlerini beyandan sonra iba­det eden müşriklerin ibadet ettikleri ma'budlarından kendileri da­ha muktedir olduklarını beyanla insafa davet etmek üzere buyuruyor.

[O ma'budlarınızın ayakları var da, o ayaklarla yürürler mi?]

[Yahut onların elleri var da, o ellerle birşeye yapışabilirler mi?}

[Yahut onların gözleri var da, o gözleriyle görürler mi?]

[Yahut onlarm kulakları var da, o kulaklarla işitirler mi?]

[Habibim! Sen onlara de ki, «Çağırın şeriklerinizi size yardım etsinler».]

[«Sonra bana hiyle yapın ve benim zararımı düşünün».]

[«Bana mühlet vermeyin. Elinizden gelen bir şey varsa geri koymayın, hemen yapın» demekle onları ikaza sa'yet.]

Yani; ey kâfirler! Sizin ma'budlarmızm ayakları var da, o ayaklarıyla yürürler ve yerde te'sir hasıl ederler mi, yahut elleri var da o elleriyle yapışırlar da bir şey alıp vurup kırmaya veya kendilerine teveccüh eden zarardan korunmaya veyahut bir men­faati elleriyle celbetmeye iktidarları mı var? Yahut gözleri var da, o gözleriyle görülmesi lâzım olan şeyi görürler mi? Yahut kulak­ları var da o kulaklarıyla işitilmesi lâzım olan kelâmı işitirler mi? Halbuki insanın iktidarı bu misilli âlât-ıcârihayla olduğundan insan daima bunlarla umurunda istiane ve istimdad eder. Sizin ibadet et­tiğiniz putlardaysa istimdad olunacak azalardan hiçbirisi olmadı­ğından bunların cümlesinden mahrumlardır. Binaenaleyh; sizde olan iktidar onlarda yoktur. Nasıl oluyor ki, kendinizden daha âciz olan şeyleri nıa'bud ittihaz edersiniz? Te'sirin ve harekenin şartı olan hayattan dahi mahrumlardır ve hiçbir veçhile ma'bud ittiha­zına istihkakları yoktur. Yâ Ekrem-er Rusül! Sen müşriklere hita­ben «Çağırın Allahü Tealâ'ya müşareketlerini itikad ettiğiniz şe­riklerinizi! Sonra onların muavenet ve muzâheretleriyle bana hile yapın ve hilenizde bana asla müsaade ve mühlet vermeyin. Hemen elinizden geleni geri koymayın, bakın birşey yapabilir misiniz? Elbette birşey yapamazsınız. Zira; ben size ve sizin şeriklerinizin hilelerine mübâlât etmem. Siz bildiğinizi işler ve aklınız varsa ac­zinizi idrak edersiniz. Çünkü; beni Rabbim sizin şerrinizden mu­hafaza eder» demekle ehl-i şirki insafa davet et.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile âyetten maksad; insanın ezher cihet putlardan efdal olduğunu beyan etmektir. Çünkü; beyan olunduğu veçhile «İnsanın menfaati istihsal edecek birtakım âlâtı ve a'zası olduğu halde putlar o a'zâlardan dahi mahrumdur. Bina­enaleyh; nasıl oluyor ki, onları ma'bud tanıyorsunuz?» demektir. [143]

 

Vacip Tealâ putların acizlerini beyanla ibadete istihkakları olmadığını beyandan sonra ibadete müstehak olan ancak zat-ı ülû-hiyeti olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Siz baha istediğiniz kadar mekir ve hile yapın, ben mübâ­lât etmem. Zira; benim hafızım, muin ve nasırım, bilumum umu­ruma mütevelli beni te'yid ve devamı tasdik edici olarak Kur'ân'ı tenzil eden Allahü Tealâ'dır. Halbuki Allahü Tealâ; salih kulları­nın mütevellisîdir.] Binaenaleyh; düşmanlarından sulehâya zarar isabet etmez. Çünkü; sulehanm yardımcısı Allahü Tealâ olunca onlar hakkında düşmanlarının adaveti müsmir olamaz ki, düşman­larının şerri onlara isabet etsin.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile    (Ömer b. Abdülâziz)    evlâdı için mal iddihar etmediğinden bazıları tarafından «Evlâdına biraz mal tedarik etsen» denildiğinde cevaben «Benim veledim ya sule-hadan olur veyahut mücrimlerden olur. Eğer sulehadan olursa onun velisi Allahü Tealâ'dır. Şu halde benim malıma ihtiyacı yok­tur. Ve eğer mücrimlerden olursa Allahü Tealâ buyurdu. Yani; «Elbette ben günahkârlara arka ve yar­dımcı olmam» demektir. Şu halde Allah'ın reddettiği kimsenin mü-himmâtıyla ben meşgul olamam» buyurmuşlardır. Binaenaleyh; evlâda nazar-ı ilâhi olursa birçok servete ve hayrata malik olur ve eğer nazar-ı ilâhi olmazsa pederi milyonlar terk etse az zaman­da yok olur. Bunun emsali hariçte yüzlerce görülmektedir. [144]

 

Vacip Tealâ ibadet caiz olan zat-ı ülûhiyetle ibdet caiz olma­yan putların beynini tefrik için buyuruyor.

[Ey müşrikler! Şol şeyler ki, siz onlara Allah'ın dûnunda iba­det edersiniz. Onlar size yardım etmeye kaadir olamazlar ve ken­di nefislerine dahi nusret edemezler. Eğer onları Islama davet ederseniz onlar işitmezler ve davet edince onları sana nazar eder görürsün, halbuki onlar görmezler.]

Yani; ey müşrikler! Siz Allahü Tealâ'ya şirkedersiniz. Hal­buki Allah'ın gayrı sizin ibadet ettiğiniz ma'budlanmz size nus-rete muktedir olamadıkları gibi kendi nefislerine dahi nusrete ka­adir olamazlar. Kendi nefsini belâyâdan halâsa muktedir olama­yan şey, elbette sizi halâs edemez. Çünkü; nusrete istidad ve kaa-biliyeti yoktur. Eğer siz müşrikleri hidayet-i mahzdan ibaret olan din-i İslama davet ederseniz kabul etmezler. Zira; tıynet-i habise-leri icabı davetinizi işitmezler ve tabiatlarında merkûz olan cehâletleri icabetlerine mânidir.,Sen davet ederken onları sana nazar ederler görürsün, halbuki onlar, putlarının cemâdât olup hayır ve şer, nef u zar ellerinden gelmediğini bilmezler ve görmezler. Yani; görürler ve lakin görmekten maksat mütenebbih olmakken bilâkis mütemerrid oldukları için görmemiş gibidirler. Binaena­leyh; âyette «Görmezler» denmiştir. Çünkü; birşeyden maksat fevt olunca o şey yok hükmündedir.

Bundan evvelki âyetlerde putların adem-i iktidarları ve müş­riklerin İslama davet olunsalar işitmeyecekleri tehdid ve tefri' ta-rikıyla zikrolunup bu âyette bu mesâil; ibadet caiz olanla olmayan beynini tefrik için zikrolunduğundan âyette tekrar yoktur. Çünkü; herbirinin mazmunu birse de zikirden maksat başka başka olduğu cihetle tekrarı mutazammm değildir. [145]

 

Vacip Tealâ salihlerin mütevellisi olduğunu ve resulünü düş­manlarının ızrar edemeyeceklerini beyan ettiği gibi nasla muame­lede menhec-i kavîm ve sırat-ı müstakimi iltizamını dahi resulüne emretmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Nasla muamelede tarîk-ı affı ve mülâ-yemeti iltizam et. Ma'ruf ve aklen müstahsen olan şeylerle emret. Delâili kabul etmeyen cahil mütcmerridlcrdeıı i'raz et, mücadele etme.]

Af; fazıl ve külfetsiz hasıl olan şeydir. Ma'ruf ; Allah'tn vahyiyle hüsnünü beyan ve emrettiği şeydir. CâhiIle murad; söz dinlemez ve delâile kanaat etmez ve küfründe musir ve muannid kimsedir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Habibim! Nâsm ahlâkından kolay olanlarını ahzet. Onlar üzerine herşeyle-rini ta'mik edip işin içyüzünü karıştırma ki, sana isyan etmesinler. Eğer sen hallerini tetkik edersen adavet tevlid edeceğinden kusurlarının affıyla muamele et ve nasın a'mâlinden zahirini ahzet, te­cessüs ve taharri etme ve Allah'ın vahyettiği şeylerle emret ki meşru' olan şeyleri ahzetsinler ve söz dinlemeyen ve küfrüzere musir olan cahillerden i'raz et ki, onlarla mücadele etmeyesin.]

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet; mekârim-i ah­lâkı cem' etmesiyle Resulullah'a taraf-ı ilâhiden emirdir.

Bazılar «Afla emir; nasın malından fazla olandır. Buna naza­ran zekâtın farziyetini beyan eden âyetle mensuhtur ve cahiller­den i'razla emir; kıtal âyetiyle mensuh olduğuna nazaran bu âyet­te vâki' olan üç cümleden evveli ve âhiri mensuh ve evsatta bulunan cümlesi muhkemdir» demişlerse de, esah olan âyetin muhkem olmasıdır. Af; maldan fazla manâsına olmayıp mutlaka af manâsına olduğuna nazaran evveli ve evsatı muhkem ve âhiri mensuhtur. Zira; cahilleri yola getirmek için daima na­sihat lâzımdır.

Tefsir-i Hâzin'de (Ca'fer-i Sâdık) Hazretlerinden naklen be­yan olunduğuna nazaran Kur'an'da mekârim-i ahlâkı bundan zi­yade cami bir âyet yoktur. Çünkü bu âyette; hukuk-u maliyeye taallûk eden cihette şiddetin ve nasa karşı gılzatın ve fena sözün terkolunması ve hulk-u tayyible tahalluk etmesi ve şer'an emro-lundukları feraiz ve nevafil ve sair mekârim-i ahlâkın cümlesi dahildir.

Fahr-i Râzi'nin beyanına nazaran bu âyet nazil olduğunda Re-sulullah Cibril-i Emin'den bu âyetin ahkâmını istizah buyurmuş ve Cibril-i Emîn de «Yâ Resulallah! Rabbin Tealâ senden sıla-i rahmi kat'edene sıla etmenle ve seni mahrum edene senin atîye vermenle ve sana kötülük edene senin iyilik etmenle emrediyor» demiştir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Hz. Aişe (R.A.) «Resulullah kötü söz söylemez, kötü söz dinlemez, çarşıda savt-ı bâlâyla bağırmaz ve kötülüğe kötülükle mukaabele etmez, belki iyilikle mukaabele ederdi» buyurmuştur.  

Bu âyette cahillerden i'raz, kıtal âyetiyle mensuh olduğuna nazaran «Küfürde ısrar eden cahillerle mukaatele et, onları küfrü­zere terketme» demektir. Resulullah'a emir; bittebi' ümmetine dahi emir olduğundan bilcümle ümmet mekârim-i ahlâkla memur­lardır. [146]

 

Vacip Tealâ nasın kusurunu affetmekle emrettikten sonra ga­zap halinde şeytan'in vesvesesini defin ilâcını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Eğer sana şeytan'dan bir vesvese arız olursa o ves­veseyi defetmek için Allahü Tealâ'ya iltica et. Zira; Allahü Tealâ senin duanı işitici ve halini bilicidir.]

Yani; Şeytan daima insanı iğfal için fırsata muntazırdır. Eğer gazap halinde sana şeytan tarafından bir vesvese ilkaa olunur ve zihnini teşvişe başlarsa şeytan'in şerrinden nefsini muhafaza için derhal himaye-i ilâhiyeye iltica ve Allahü Tealâ'ya istiâze et ki, vesvesesi zail olsun. Zira; Allahü Tealâ iltica edenlerin duasını işitir ve kullarının ahvalini bilir. Binaenaleyh iltica eden kimseler­den şeytan'in şerrini def eder. Şeytan'in nez'i; vesvese ve fesad ilkaa etmek ve insanın zihnini teşviş edip endişeye dü­şürmektir.

Fahr-i Râzi, Feth-ül Beyan ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyeti nazil olunca Resulullah'ın «Gazabımızı ne ya­parız, yâ Rabbi!» demesi üzerine gazap halinde şeytan'in vesvese ve fitnesini izaleyi ta'lim etmek üzere bu âyetin inzal olunduğu mervidir. Şu halde bu âyet gazabı teskini ve şeytan'in vesvesesini izalenin ilâcını beyandan ibarettir. Çünkü; herşey yed-i kudret-i ilâhiyede olduğundan şeytan'in şerrini def etmek de Allahü Te-alâ'nın ianesiyle olacağı cihetle Allahü Tealâ, dergâhına iltica olunmak vacip olduğunu beyan ve tavsiye buyurmuştur. Binaen­aleyh; insan için nefsinde şeytan'in vesvese ve fitnesini hissedince derhal istiâzeyle defin çâresine tevessül etmek vaciptir. Zira; is-,tiâze emri her ne kadar Resulullah (S.A.) e ise de bilumum ümmetine talim ve terbiyedir. Resulullah'a istiâzeyle emrolununca ümmetine de emrolunacağı evleviyetle sabittir. Çünkü; ümmetin istiâzeye ihtiyacı daha ziyade olduğunda şüphe yoktur.

Lisanla istiâze edildiğinde kalple istiâzenin manâsını düşün­mek lâzım olduğuma işaret için sem'i zikirden sonra Vacip Tealâ alîm olduğunu dahi beyan buyurmuştur. Yani «Lisanınızla söyle­diğinizi işitir ve kalbinizle niyetinizi bilir» demektir.

Fahr-i Râzi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile «Enbiyâ-yı ızâm ma'sum değildir» diyenler bu âyetle istidlal ederler ve der­ler ki, «Eğer nebi ma'sum, olsa şeytan'in nebi üzerine vesvesesi olamayacağından nebi istiâzeye muhtaç olmazdı. Halbuki istiâzeye ihtiyacına bu âyet delâlet ediyor. Binaenaleyh ma'sum değildir» demişlerse de bu istidlalleri; üç cihetle merduddur: Birin­cisi; Şeytan'ın nebiye vesvesesi edat-ı şart ve faraziyat tan­kıyla varid olduğundan vesvesenin vukuuna delâlet etmez. İkin­cisi; eğer Şeytan'ın vesvesesi vâki olacak olsa bile Resulul-lah'ın ma'sum ve şeytan'ın şerrinden salim olduğuna İbn-i Mes'ud (R.A.) den Müslim Hazretlerinin rivayet buyurduğu hadis-i şerif delâlet eder. Çünkü; Resulullah'ın «Sizden hiçbir kimse olmaz, ancak cinden ve melekten birer karini vardır» buyurması üzerine hazır bulunan ashab-ı kiram tarafından «Senin de mi karinin var? Ya Resulallah!» denildiğinde «Evet» Benim de var ve lâkin Allahü Tealâ bana iane buyurdu. Binanealeyh; ben şeytan'ın şerrinden salim oldum» buyurmuştur. Üçüncüsü; hitab Resulullah'a ise de maksat ümmetidir. Şu halde şeytan'ın şerrinden Allahü Tealâ'ya ilticanın ümmet üzerine vacip olduğunu beyandır. [147]

 

Vacip Tealâ şeytan'm vesvesesinden istiâze vacip olduğunu beyan ettiği gibi müttekilere şeytan'ın vesvesesi daha ziyade oldu­ğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar ittikaa ve muharremâttan ihtiraz etti­ler. Onları şeytan'dan kalplerinin etrafında tavaf edip vesvese messettiğinde tezekkür ederler ve emrolundukları me'muratı ve nehyolundukları menhiyatı düşünürler. Derhal görülür ki, hata­larını idrakle ma âsî d en ihtiraz ve şey tan'in iğvâsından Allahü Te-alâ'ya iltica ederler. Amma şol kimseler ki, maharimden ihtiraz etmez ve menhiyyattan çekinmezler. Onlar şeytanların kardeşle­ridir. Binaenaleyh; şeytanlar onları d al âl e çekerler. Tamamıyla dalâle münhemik olduktan sonra iğvâ ve ifsadlarında kusur etmez­ler. Hatta bir dereceye gelir ki, onlardan asla felah me'mûl olmaz.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile muharremâttan içtinab ve ittikaa-ları sebebiyle müttekilere şeytandın vesvesesi te'sir etmeyip nafiz olamayacağına işaret için vesveseden tâifle tabir olundu. Zira taif ; tavaf edici yani etrafında deveran edici manasınadır. Çünkü; müttekiler emir ve nehyi tezekkür ettikleri cihetle muhar­remâttan içtinab ederler. Şeytan'm arzusuna muvafık işte bulun­madıklarından şeytan'm vesvesesi onlara tesir edemez. Zira; onlar hatanın mevkiini idrak ve şeytan'm hilelerini gördükleri için şey-tan'a ittibâ' etmezler. Binaenaleyh; şeytan kalplerinin etrafında doîaşsa da bir te'sir yapamaz. Amma ittikaa etmeyenler şeytan'm kardeşleri olduğu için kardeşlerini şeytanlar dalâle çeker götürür­ler. Zira; onlar muharremâttan ihtiraz etmediklerinden şeytan'm her emeline hizmet ve her arzusuna tebaiyet ederler. Sonra bir de­receye gelirler ki, şeytan onları iğfalde kusur etmez, onlar da da-lâlden feragat etmezler. Bu hâl ekseri fasıklarda görülür: Çünkü; şeytan bir kere yakasından tuttuktan sonra istediği yere alıp gö­türdüğü ve müptelâ olduğu ma'siyetten vaz geçemediği aşikârdır.

Şeytanla. murad; İblis'in evlâdıysa. da insanın müfsidle-rine de şâmildir. Zira; insanın müfsidleri birbirini azdırmakta şe-yâtîn ve cinden daha eşeddir denilebilir.[148]

 

Vacip Tealâ şeytan'm iğvasını beyan ettiği gibi iğvânın en-vâ'ından bazı nev'ini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen kâfirlere istedikleri âyeti getirmediğinde onlar istihza tankıyla derler ki, «Keşke icad edip kendi nefsinden söy­lediğin gibi istediğimiz âyeti dahi kendi nefsinden intihab ediverseydin veyahut Rabbinden taleb etseydin.»] İşte kâfirler böyle demekle şeytan'ın vesvesesini izharla aldandıklarını mey­dana korlar. [Yâ Ekrem-er Rusül! Sen onlara cevap olarak de ki, «Ben ancak Rabbimden bana vahyolunan evâmir ve nevâhîye it-tiba ederim. Çünkü; sizin zır m un uz gibi ben kendi indimden bir-şey icad etmedim. Her ne sÖyledimse beni resul gönderen Rab­bimden geleni söyledim. İşte şu Kur'an sizin Rab biniz den kalple­rinize basiret ve gözlerinize ziyadır. Zira; hakkı gösterir ve savabı size bildirir ve Kur'an sizin için matlubunuza îsâl eder hidayet ve nevm-i gafletten ikaz eder müminlere ihsandır.]

Tei'sir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette Vacip Te-âlâ insan için mümkün olan meratib-i selâseye işaret buyurmuş­tur. Çünkü; derecât-ı ulûmda insanlar mütefâvittir. Zira; bir kıs­mı ilm-i tevhidde gaayete vasıl olur, hatta Vacip Tealâ'yı müşa­hede etmiş gibi olur. Bu kısım hakkında Kur'an besâirdiv. Zira besâir; birşeyin delilidir ki, o delile tamamıyla nazar edip tetkik eden kimse o delilden maksada intikaal eder. Binaenaleyh Kur'-an'a tamamiyle dikkat eden kimse Kur'an'm ahkâmını bihakkın gördüğünden Kur'an'a besâir denmiştir. Zira; Kur'an'a iman edip tetkik eden kimseye hakikat lâyıkıyla tezahür eder. Şu halde Kur'an tevhidin ve nübüvvetin ve âhiretin delillerini tamamıyla izhar edip gösterdiğinden ve bu kısım insanlar tamamiyle delâili tetkik ettiklerinden bunlar hakkında Kur'an besâirdiv ve bu kısım insanlara, ashab-ı tevhidin en yüksek tabakasında oldukları için ashab-ı aynelyakîn denilir.

İnsanların ikinci bir kısmı nazar-ı istidlal mertebesini ihraz edip ilm-i yakın erbabından oldukları için onlar hakkında Kur'an' hidayettir.

Üçüncü bir kısım muti ve münkad mertebe-i teslimiyeti ih­raz edip hakkı yakın ashabından oldukları için Kur'an onlar hak­kında rahmettir ve âmmeten müminler bu kısımdandır. Binaena­leyh; bu âyette insanların dereceleri ve akılları mütefavit olduğu­na işaret için Kur'an üç sıfatla tavsif olunmuştur. Zira; bir kısım insanlar hakkında Kur'an'ın besâir diğer bir kısım hakkında hi­dayet ve üçüncü bir kısım hakkında da rahmet olduğu beyan olun­muştur.

Fahr-i Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlerin istedikleri mucizeyi Resulullah'm getirmemesi emr-i nübüvveti ihlâl etmez. Zira; Kur'­an'ın dava-yı nebeviye muvafık zuhur edip muâraza edenleri iskât ve âciz kılması nübüvveti ispata kâfi mucize-i bahire olduğundan ziyadeyi talep inad ve istikbar kabilindendir. Binaenaleyh; ziyade taleplerini reddetmek ispat-ı davaya noksan iras etmez. [149]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın    azamet-i şanını beyandan sonra isti-mâ'la emretmek üzere buyuruyor.

[Kur'an kıraat olunduğunda işitin ve merhamet olunmanız için kıraat zamanında sükût edin.]

Fahr-i Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile her ne zaman ve hangi vakitte Kur'an tilâvet olunduğunda maânîsini fehinı ve me-vâizini tedebbür etmek için sükûtla Kur'an'ı istimâ' vacip oldu­ğuna bu âyet delâlet eder. Zira kıraat mutlaktır ve istimâla emir vücub içindir. Binaenaleyh; cehren Kur'an tilâvet olunduğunda işitenler velevse yoldan geçenler olsun veyahut muallim-i sıbyan bulunsun sükûtla istimâ'ı vaciptir.

Bu âyet; namazda imamın tilâvetini istimâ'm vücubuna dahi delâlet eder. İmam-ı A'zam Hazretlerinin mezhebi de budur.

Bazı ulema âyetin «Namazda kelâmı nehyiçin» veyahut «Hut­be kıraatini istimâ' için» veyahut «Hitap kâfirlere olup kâfirlerin Kur'an'ı dinleyip fesahat ve belagatını fehmetmeleri için emirdir demişlerse de elfazın umum üzere isti'mâli mümkünken tahsiste bir fayda yoktur ve umum üzere icra olunduğunda şu manâların kâffesi dahildir.'Şu halde tr\ısise hacet yoktur. Binaenaleyh; her nerede ve her ne zaman olursa olsun Kur'an tilavet olunduğunda işitenler üzerine Kur'an'ı dinlemek vacip olduğuna âyet-i celile sarahatle delâlet etmektedir.[150]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın cehren kıraat olunacağını ve işitenle­rin sükûtu vacip olduğunu beyandan sonra zikrin hafiyen olması efdal olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Tazarru ve niyaz edici ve korkutucu olduğun halde nefsinde Kabbini zikret, akşamda ve sabahta gizli esrarla alenen sadâ beyninde bir tilâvetle tilâvet et ve cemi-i halatında gaafiller-den olma.]

Yani; Yâ Ekrem-er Rusül! Tevazu ve tezellül edici ve azamet-i ilâhiye ve mehâbet-i sübhaniyeden korkutucu ve sözünde cehrin mâdûnu ve sırrın mafevki olarak akşam ve sabah cemi evkat ve halatında Rabbini nefsinde zikret ve Rabbine yaklaştırıcı ameller­den ve bilhassa zikr-i ilâhiden gaflet edicilerden olma.

Bu âyette emir her ne kadar zahirde Resulullah'a ise de üm­meti de dahildir ve zikr-i ilâhide zikrolunan isimlerin manâlarını mülâhaza etmek lâzım olup kalpte tefekkür olmaksızın zikirde fayda olmadığına işaret için Cenab-ı Hak nefsinde zikretmeye emir buyurmuştur.

Zikrin   şartı;   tezellülle beraber gazab-ı ilâhiden korku olmaktır ve uzun sadayla olmayıp cehirle hafâ beyninde ol­mak dahî lâzım olduğuna işaret için buyurmuştur.

Bu âyette Vacip Tealâ abdin kurbiyetine işaret buyurmuştur. Zira; terbiye ve fazl u ihsanı müş'ir olan Rab lâfzını zikirle kulla­rının mün'im ve muhsin olduğuna işaret ve abdin rahmet-i ilâhi-yeyi ümid ederek zikretmesini beyan etmiştir.

Yalnız ümit ve rica kifayet etmeyip Allah'ın azabından da havf olunması lâzım olduğuna işaret için tazarru ve korkuyla be­raber zikretmek lâzım olduğunu dahi beyan buyurmuştur. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile abdin kalbinde korku hasıl olunca imanı kayî olur. Binaenaleyh; müstehab olan abdin hal-i sıhhat ve kuvvetinde havfi ve hal-i maraz ve metine karib olduğu zamanlarında ümit ve ricası gaalip olmaktır.

Abdin a'mâli; nehârm bidâyesi ve nihâyesinde semâya suud edip dergâh-ı ülûhiyete arz olunduğundan amelinin evveli ve âhi­ri zikrolsun için sabah ve akşam zikretmesiyle emrolunmuştur. Yahut sabah vakti, Ölümün misali ve kardeşi olan uykudan uyanıp akşam vakti uykuya yatacak olduğu için her iki vakitte zikret­mesi tavsiye olunmuş ise de bilumum evkatında zikr-i ilâhiden gaflet etmemesiyle dahi emrolunmuştur. Yahut sabah ve ikindi namazlarından sonra nafile namaz meşru olmadığından bu iki va­kitte zikirle meşgul olması tavsiye olunmuştur.

İnsanın Allahü Tealâ'dan havfı; üç sebeple olup birin­cisi; ibadette kusuru, ikincisi; sû-u hatime endişesi, üçüncüsü; lâ yüad ve lâ yuhsâ olan niam-ı ilâhiyeye şü­kürle mukaabele edememesi olduğu Fahr-i Râzi'nin cümle-i beyâ-nâtındandır. [151]

 

Vacip Tealâ zikirle emirden sonra zikre rağbet verecek şeyi zikretmek üzere buyuruyor.

[Şol zevat-ı kiram ki, onlar Rabbin Tealâ indinde kurb-u de­receye malik oldular ve onlar Rabbin Tealâ'mn ibadetinden asla kibretmezler ve her zaman Cenab-ı Hakkı nekaaisten tenzih ve ancak onlar Rabbine secde ederler.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile teşbih ve secde; is-tikbar etmemekte dahilse de istikbar etmemek meleklerin tevazu, huşu' ve huzu'larını beyan olup ibadetleri teşbih ve secde olduğu ayrıca beyan olunmuştur.

İnsanın vücudu ikiye münkasım olup biri kalp diğeri sair beden olduğundan a'mâUi kalbe işaret için teşbih ve a'mal-i bedene işaret için secde zikrolunmuştur.

Bu âyette zikrolunan secde Kur'an'ın azimetlerinden olduğun­dan bu âyeti okuyan ve dinleyen kimseye meleklere muvafakat için secde müstehabdır.

Fahr-i Râzi'nin' beyanı veçhile bu âyette insanı secdeye ve teşbihe terğib vardır. Zira; meleklerin kemâl-i şeref ve tıynet-i taharetle beraber gazab u şehvetten, hased ü hıkıtten ârî oldukları halde ibadet edince insan zulümât-ı cismaniyeye ve şehevât-ı nef-saniyeye müptelâ olduğu halde daha ziyade ibadet etmesi lâzımdır.

Meleklerin ind-i ilâhide olmalarıyla murad; şereflerini ve rahmet-i ilâhiyeye mazhar olduklarını beyandır. İbadette asıl olan; a'mâl-i kalp olduğuna işaret için usul-ü itikaadiyeden olan nekaa­isten tenzih manâsına teşbih evvelâ zikrolunup furu-u a'malden İbaret olan secde sonra zikrolunmuştur.[152]



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1575-1577

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1577-1578

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1578-1580

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1580-1581

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1581-1583

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1583-1584

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1584-1586

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1586-1588

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1588-1590

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1590-1592

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1592-1593

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1593-1594

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1594-1596

[14] Cilt: I, Sayfa : 100.

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1596-1598

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1598

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1598-1599

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1599-1602

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1602-1605

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1605-1607

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1607-1610

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1610-1612

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1612-1614

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1614-1616

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1616-1617

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1617-1619

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1619-1621

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1621-1622

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1622-1625

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1625-1626

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1627-1628

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1628-1630

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1630-1632

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1632-1635

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1635-1637

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1637-1638

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1638-1641

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1641-1642

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1642-1644

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1644-1647

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1647-1650

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1650-1653

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1653-1654

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1654-1656

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1656-1658

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1658-1659

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1659-1660

[48] Hûd'un pederi Abdullah, onun pederi Rebah, onun pederi Ha-lûd, onun pederi Âd, onun pederi Avs, onun pederi İrem, onun pederi İrem, onun pederi Sam ve Şam'ın pederi de Nuh (A.S.) dır

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1660-1662

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1662-1663

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1663-1665

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1665-1666

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1666-1667

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1667-166

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1669-1671

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1671-1673

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1673-1674

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1674

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1675-1676

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1676-1677

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1677-1679

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1679-1680

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1680-1683

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1683-1685

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  3-4/1685-1686

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1697-1699

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1699-1701

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1701-1704

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1704-1705

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1705-1707

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1707-1708

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1708-1711

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1711

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1712-1714

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1714

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1714-1715

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1715-1717

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1717-1720

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1720-1722

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1722-1723

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1723-1724

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1724-1725

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1725-1727

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1727-1728

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1728-1730

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1730-1731

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1732-1733

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1733-1734

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1734-1735

[90] Evlerin tavanlarına vazedilen ve kiriş ıtlak olunan akaçlardır.

[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1735-173

[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1737-1740

[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1740-1741

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1741-1743

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1743-1746

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1746-1747

[97] Cilt: I, S.: 121.

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1747

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1748-1749

[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1749-1752

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1752-1753

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1754-1755

[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1755-1757

[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1757-1758

[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1758-1760

[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1760-1761

[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1761-1764

[108] Dörtbir yanı düşmanla çevrili hususiyle bütün milletlerin düş­manlığını üzerinde toplamış bir kavmin geçici olarak devlet ve hükümet kurmasının bekası olmayacaktır. Kur'an'ın bu ebedî hükmü bakîdir.

[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1764-1765

[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1765-1766

[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1766-1767

[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1767-1770

[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1770-1772

[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1772-1776

[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1776-1777

[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1776-1780

[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1780-1781

[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1781-1783

[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1783-1786

[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1786-1788

[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1788-1791

[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1791-1793

[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1793-1794

[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1794-1795

[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1795-1798

[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1798-1799

[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1799-180

[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1802-1804

[129] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1804-1805

[130] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1805-1808

[131] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1808-1811

[132] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1812-1813

[133] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1813-1814

[134] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1814-1815

[135] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1815-1816

[136] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1816-1817

[137] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1817-1819

[138] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1819-1822

[139] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1822-1824

[140] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1824-1825

[141] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1825-1826

[142] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1826-1827

[143] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1827-1829

[144] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1829-1830

[145] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1830-1831

[146] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1831-1833

[147] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1833-1834

[148] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1834-1835

[149] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1835-1837

[150] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1837-1838

[151] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1838-1839

[152] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1839-1840