SURE-Î ENFAL.. 2

ONUNCU CÜZ.. 19


SURE-Î ENFAL

 

Medine-i Münevvere'de nazil olan sûrelerdendir. Altmış altı âyeti hâvidir.

[Habibim! Ashabın emval-i ganaimin ahkâmından sana suâl eder. Sen onlara hitaben «Emval-i ganimetin umur ve hususu Al-Iahü Tealâ'ya ve resulüne mahsustur» de ki, onlar emval-i gani­metin taksiminde kendi reylerinin methali olmadığını bilsinler.]

Yani; «Emval-i ganimeti Allah'ın emri veçhüzere resulü tak­sim eder, hariç kimsenin reyine müracaat etmez» demekle taksi­min sana mahsus olduğunu beyan et ki, ashabın taksim hususuna karışmasınlar.

Cihadın meşruiyetinden maksad-ı aslî; i'lâ-yı kelimetullah olup emval-i ganimet maksad-ı aslî olmayıp din-i İslânıı muhafaza ve cemaat-i islâmiyeyi himaye üzerine zaid bir atiye-i ilâhiye ol­duğu cihetle emval-i ganimete nefiI ıtlak olunmuştur. Çün­kü nafile; asıl maksat üzerine zaid olan şeye ıtlak olunur. Emval-i ganimetten intifa ancak bu ümmete mahsus olduğundan gani­metle intifa' bu ümmetin fezâilinden ma'duddur.

Fahri Râzi, Kaazî, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; (Bedir) gazasında ehl-i İslâmın iğtinam et­tikleri emval-i ganimetin taksimi muhacirine mi veyahut ensâra mı ait olduğunda ihtilâf.etmeleridir.

Yahut sebeb-i nüzul; Resulullah, harbe teşvik için a'dâya hü­cum edenlere emval-i ganimetten sehimlerinden ziyade birşey vereceğini vaad buyurması üzerine ashabın gençleri muharebeye müsaraatla a'dânın yetmişini katil ve diğer yetmişini esir aldılar ve ashabın ihtiyarlan, vücuh ve a'yanları da İslâmın bayrağı al­tında ihtiyat sınıfında ve safında bulundular. Harp bitince gençler, Resulullah'tan vaad-i nebevilerini ifa etmek üzere nefil istemişler­di. Vücuh ve a'yan da «Bizim size kuvvet-üzzahr olmamız ve İs­lâm'ın bayrağını himaye etmemiz ve size ilticâgâh olmamız em-val-i ganimette müsavat üzere iştirakimizi icab eder. Binaenaleyh; sizin fazla istemeye hakkınız yoktur» diyerek müdafaaları üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.

Yahut sebeb-i nüzul; (Bedir) gazasında hazır bulunmayan se­kiz kimse ki üçü muhacirinden, beşi ensardandır. . Resulullah'ın emval-i ganimetten onlara sehim vermesi üzerine bazı ashabın, bulunmayanların ganimette hakları olmayacağını dermeyan etme­leri üzerine onların müdafaasını kat' ve Resululîah'm taksimde isabetini beyan etmek üzere âyetin nazil olduğu mervidir. Çünkü; harbe hazır olmayan sekiz kimsenin her birerlerini Resululîah'm o vakitte mühim birer hizmette istihdam etmesine binaen gani­mette hissedar olmaları umur-u lâzımedendi. Binaenaleyh; bu se­kiz kimseye verilecek ganimet müdafaa mahalli değildir. Hazır olmayan muhacirinden birisi Hz. Osman'dır. Resulullah o vakit hasta olan Hz. Osman'ın zevcesini —ki kerime-i afife-i Resulul-lahtır. — onun hizmetinde terketmiştir. Diğer ikisi de (Talha) ile (Said b. Zeyd)'dir. Resulullah bunları Şam'dan gelecek olan Ku-reyş'in kervanını taharri için Şam cihetine göndermiş ve ensardan (Ebu Lübabe)'yi de Medine'de halife olarak terketmiş ve diğerle­rini de böyle mühim birer vazifeye tayin buyurmuşlardır. Bina­enaleyh; onların ganimette müşterek olmaları haklı ve zaruriydi.

Bu âyet-i celilenin emval-i ganimetin humusu beytülmale ait olduğunu beyan eden âyetle mensuh olduğunu söyleyenler varsa da sahih olan; âyet muhkemdir, mensuh değildir. Çünkü; emval-i ganimetin beşte birinin beytülmale ait olduğunu beyan eden âyet emval-i ganimetin masrafını beyan eder. Bu âyet ise emval-i ga­nimeti masrafına sarfedecek ve masrafını tayin edecek, ancak Al-lahü Tealâ ve Resulullah olup başka kimsenin re'yi ve methali ol­madığını beyan ettiğinden âyetlerin hükümleri başka başkadır. Şu halde iki hükmü beyan .lâzım olduğundan âyetin hükmü bakîdir, mensuh değildir.

Hulâsa; ashab-ı, kiramın enıval-i ganimetin keyfiyet-i taksi­minden suâl ettikleri ve taksim hususu Allahü Tealâ'ya ve resulü­ne ait olduğu ve Resulullah'a iktidaen emir-i harp ve imam-ül müslimîn olan zatın harbe teşvik için bazı kimselere emval-i gani­metten diğerlerinden fazla sehim vermesi caiz olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[1]

 

Vacip Tealâ emval-i ganimetin taksimi ve sair umur ve hu­susu kendinin emri üzerine resulüne ait olduğunu beyandan sonra emval-i ganimeti taksim, resulüne ait olunca ehl-i iman üzerine terettüb eden vazifeyi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizler münazaadan korkun, Allahü Tealâ'ya ittikaa edin, beyninizde vâki olan fesadı ıslah edin, eğer mümini- kâmilseniz Allahü Tealâ'ya ve resulüne itaat edin.]

Yani; emval-i ganimetin taksimi ve tasarrufu ve emr-i muha­fazası Allah'a ve resulüne ait olunca ey müminler! Sizin için va­zife: ganaim hakkında münazaayı terk, Allah'a ve resulüne itaat edip muhalefetten bilkülliye içtinab etmekle Allah'tan korkmak­tır. Binaenaleyh; ganaimde şeytan'm iğvâsıyla yekdiğerinize karşı hasıl olan husumet ve iğbirarı terkle nefsinizi ve beyninizi ıslah edin ki, Resulullah'a muhalefeti terketmiş olasınız ve cümle eva-mir ve nevâhîde Allah'a ve resulüne itaat edin ki, ganaimde yek-diğerinizin hukukuna tecavüz etmeyesiniz ve bu suretle aranızda, vaki olan iğbirar tamamen zail olsun. Kemal-i iman; Allahü Tea­lâ'ya ittikaa ve resulüne itaat ve ıslah-ı beyn ve cümle emir ve nehye inkıyad etmeyi icab ettirdiğinden Cenab-ı Hak bunların her üçünü imana ta'lik buyurmuş ve «Eğer müminseniz bunları işle­yin» demiştir. Şu halde Allah'tan korkmayan ve ıslah-ı zatülbeyn eylemeyen, Allah'a ve resulüne itaat etmeyen kimse mümin-i kâmil olamaz. Zira şu üç şey; envâ'-ı hayratın camiası olduğundan bunlara riayet etmek her mümin üzerine vaciptir.

Hulâsa; bir şeyin Allah'a ve resulüne mahsus olduğunu bi­lince müminler için o hususta münazaaya cüret etmemek ve vâki olan hatanın izalesiyle hallerini ıslah eylemek ve bilcümle umur ve hususta Allahü Tealâ'ya ve resulüne itaat etmek iman-ı kâmi­lin şeraitinden olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[2]

 

Vacip Tealâ Allah'a ve resulüne itaat, imanın iktizasından olduğunu beyan ettiği gibi mümin-i kâmil olanların sıfatlarını ve bazı hallerini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ancak mümin-i kâmil şol kimseler ki, Allahü Tealâ zikro-lunduğünda onların kalpleri korkar, onlar üzerine Allah'ın âyet­leri tilâvet olunduğunda imanları tezayüd eder ve onlar ancak Rablerîne tefviz-i umur ederler.]

Yani; Allah'a ve resulüne muhalefet edip emirlerine itaat et­meyen kimseler mümin-i kâmil olmadılar, belki mümin-i kâmil ancak şol kimseler ki, onların indinde Allahü Tealâ zikrolundu-ğunda Allah'ın azamet ve celâletini hatırlayarak kalpleri korkar ve vücutları ürperir. Binaenaleyh; Allah'ın ikaabmdan havf ve haşyet ettiklerinden, evamir-i ilâhiyeye dikkat ve imanın levazı­mından olan itaati lâyıkı veçhüzre yerine getirirler ve onlar üze­rine âyât-ı ilâhiye tilâvet olunduğunda o âyetler imanlarını ziyade .eder. Şu evsafı haiz olan kimseler ancak Rablerine itimad eder ve Rablerinin gayrı hiçbir kimseye ve esbab-ı nakısa ve âdiye gibi bir takım vesaile itimad etmezler ve umurları gerek korkulu olsun ve gerekse ümid ettikleri şeyler olsun cümlesini mürebbileri olan Rablerine tefviz ederler ve husulünü ondan beklerler. Çünkü; onun gayrı-o şeyi halk edecek bir halik yoktur.

Bu âyet-i celile; imanın ziyadeyi kabul edeceğine delâlet eder­se de bu kabul zatnan-ı saadete mahsustur. Çünkü; zanıan-i saa­dette vahiy gelip ahkâm yevmen feyevmen tezayüd ettiği cihetle ashab-ı kiramın imanları ahkâm tezayüd ettikçe tezayüd ederdi. Amma zaman-ı saadetten sonra vahiy munkati' olup ahkâm te­kemmül ettiği cihetle mü'menünbih takarrür, ettiğinden imanın ziyadelenmesi mümkün değildir. Çünkü; dinin tekemmülü cihe-tiyle ahkâm tezayüd etmediğinden imanda tezayüd olamaz. Lâkin imanın tezâyüdü kuvvet ve zaaf cihetinden her zaman mümkün olup zaman-ı saadete münhasır değildir. Çünkü; âyetlerin tilâve-tiyle ve delâil ve hücec ü berahînin tezahürü sebebiyle insanın ya-kîni kuvvet bulur ve itmi'nam ziyade olur. Binaenaleyh; kuvvet cihetinden iman tezayüd eder ve âyetteki ziyadenin bu manâca ziyade olması ihtimalden baid değildir.

Şu^ tevcihe ihtiyaç; imanın tasdik-i kalbî ve ikrar-ı lisânîden ibaret olduğuna veyahut tasdik-i kalbiden ibaret olduğuna naza-randır. Amma iman; tasdik-i kalbî ve ikrar-ı lisânı ve cevarihle amelden ibaret olduğuna nazaran imanın her zaman ziyade ve nok­sanı kaabildir. Çünkü; amel imandan cüz olunca amel ne kadar ziyade olursa iman da o kadar ziyade, ve amel ne kadar noksan olursa iman da o kadar noksan olur. Şu mezhebe nazaran âyet-i celilenin hükmü zaman-ı saadete münhasır olmaz. Lâkin ehl-i sün­net indinde amel, asl-ı imandan cüz' değildir, belki imanın kemâ­linden cüzdür. Binaenaleyh; iman ziyadeyi ve noksanı kabul etmez. [3]

 

Vacip Tealâ iman-ı kâmilin şartlarından kalbe müteallik olan ahvalin bazısını beyandan sonra a'mâl-ı zahireden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[EhM imanın kâmilleri şol kimselerdir ki, onlar, üzerlerine farz olan namazı eda ve merzuk oldukları rızklarından fukaraya infak ederler. İşte şu evsafı cami olanlar hak ve sadık olarak mü­minlerdir. Onlar için Rablcri indinde dereceleri vardır ki, hataları affolunur ve onlar için Cennet'te rızk vardır ki, o rızk onlar hak­kında ayn-ı ikram ve ta'zîmdir.]

Yanj; mümin-i kâmillerin haiz oldukları evsaf-ı âîiyeden birisi de salât-ı mefruzeyi hudut, erkân ve şeraitine riayet ederek evkaa-tında te'hir etmeksizin edaya müsaraat etmeleridir ve bizim ken­dilerine verdiğimiz rızklarından şer'an infakı lâzım olan mahalle­re Allah'ın emri veçhüzere infak ettikleri gibi fukaraya nafile sa­daka vermek ve zekâtlarını masrafına eda etmek ve mescid, mek­tep, medrese, köprü ve çeşme gibi hayrat, ve müberrâta malik ol­dukları   emvalden bir miktarını   sarfetmekten çekinmeyenlerdir. İşte kalplerinde itifeaad-ı sahih ve a'zalarıncla amel-i salih olan vej mallarını fukaraya ve hayrata sarf eden ehl-i iman; mümin-i kâ-J millerdir ve imanları sabit ve sadıktır ki, imanlarında asla şek vej şüpheleri yoktur.   Çünkü; imanlarının muktezasmı lâyıkıyla işle­mek, imanları yakin üzere olup şekküzere olmadığına delâlet eder. Ehl-i iman için Rableri indinde mahfuz dereceleri ve kendilerin-| den sudur eden hatalarının af ve mağfiret olunması ve onlar içini hazırlanmış meşakkatsiz rızkları vardır. Herkesin ameli işlemeye! sa'yi, farklı olduğu gibi âhirette derecelerinin dahi farklı olacağına işaret için âyette lâfzı cemi' sıyğasıyla varid oh muştur. Zira; Cennet'te derece amel mukabilinde olacağından her­kesin derecesi ameline göre olacaktır ve Resulullah'ın hadis-i şerifi de Cennet'te derecelerin mütefavit olduğuna delâlet eder. Yani «Cennet'te yüz derece vardır. Her derecenin araöı yüz senelik yol» demektir. Her­kesin dereceleri beyninde fark olması aklen dahi lâzımdır. Çünkü; ameli az olan kimsenin derecesinin ameli çok olan kimseye müsavi olması adalete münafidir. Hatta emr-i dünyada bile ekseriyetle in­sanlar sa'yi miktarı mükâfat görürler. Binaenaleyh; sa'yi miktarı mükâfatım vermeyen kimse zulümle itham olunur. Cennet'in rızk­larında kesbetmek meşakkati olmadığı gibi me'kûlât ve meşrubatında gam, gussa ve hazımsızlık gibi kederi mucip birşey dahi ol­mayıp sırf lutûftan ibaret olduğuna işaret için âyette rızık kerem sıfatıyla tavsif olunmuş ve ehl-i Cennet'in derecelerine ve mağfi­retlerin ve rızıklarınm kesretine ve azametine işaret için kesrete ve azamete delâlet eden tenvirde varid olmuştur.

Fahr-i Râzi; Hâzin ve Nisâbûrfnin beyanları veçhile mümin olan kimsenin «Ben hakka müminim» demesi lâzım olduğuna İmam-ı A'zam Hazretleri bu âyetle istidlal etmiştir. Zira; bu âyet­te Allahü Tealâ mümin olanların hakka mümin olmalarıyla hük­mettiğinden bir müminin «Ben müminim inşaallah» demesi caiz olmaz. Çünkü; bu kelâm şekke delâlet edip imanda ise şek kafi­yen caiz olmadığından mümin olan kimsenin imanını beyan sade-, dinde şekke delâlet eden kelâmla ifade-i meram etmesi caiz ola­maz.

İnfakın farz, vacip, nafile ve vücuh-u birrin cümlesine şamil olduğuna işaret için âyette mutlak olarak varid olmuş ve mukte­dir olan kimseler için devam üzere infakın lüzumuna işaret olmak üzere istimrara ve devama delâlet eden muzari sıy-ğasıyla inzal ve Rab lâfz-ı şerifinin ehl-i imana izafetiyle şerefle­rine ve kadirlerinin âlî olduğuna işaret olunduğu gibi derecât, Rableri indinde mahfuz olduğunu beyanla vaad olunan derecâtm ziyadan emin ve husulü muhakkak olduğuna dahi işaret olun­muştur.

Bu âyet-i celilede beyan olunan ahkâm-ı hamse ki, havfullah, imanın ziyade olması, tevekkül-ü tam, salâtı eda ve infaktır. Bun­lardan havfullahla tevekkül-ü tamda tekâlif-i ilâhiyenin cümlesi dahil olduğundan Cehennem azabından necat bulup derecât-1 ali-yâta nail olmanın şu ahkâma hasrolunması tekâlif-i saireye devam etmemeyi icab etmez. Çünkü şu ahkâm-ı hamseye devam; ancak cemi-i tekalife devamla olabileceğinden ahkâm-ı saireden bazısını fevteden kimseye bu âyetin ahkâmına bihakkın riayet etti denile­mez. Şu kadar ki, tekâlif-i ilâhijse içinden bu beşini zikir bunların şereflerine işaret içindir.

Hulâsa; bihakkın mümin olabilmek için Allah'ın âyetleri tilâ­vet olunduğunda Allah'tan korkmak ve kalbi   ürpermek ve her umurunu Allah'a tefviz etmek ve salât-ı mefruzayı eda ve zekâtı i'tâ eylemek icab ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[4]

 

Vacip Tealâ'nm Bedir-gazasında ehl-i imana vermiş olduğu emval-i ganimeti taksim hususunda ashabın ihtilâf etmesi üzerine ganimetin taksimi Resulullah'a ait olduğu beyan olunup Resulul-lah da emr-i ilâhi üzerine alesseviye taksim edince bilfiil harbe hazır olanlar bu taksimi kerih görmüşler ve sevmemişlerdi. İşte şu taksimi kerih görmelerini Cenab-ı Hak harbe huruçlarını kerih görmelerine teşbih etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Senin ashabının taksim zamanındaki halleri; Rabbin Tealâ'nm seni hakka mukaarın olarak Medine'de mevcut hanenden harb için çıkardığı zamandaki halleri gibidir. Halbuki müminlerden bir fırka harb için çıkmayı kerih görüp iste­miyorlardı ve hak olan emr-i harpte hak tebeyyün ettikten sonra sana mücadele ediyorlardı. Keenne harbe sevk olundukları zaman gözleri görerek ölüme sevkolunuyorlar gibi korkmuşlardı.] Yani harbi kerih görüp sonra beğendikleri gibi bu taksimi kerih gör-müşlerse de sonra beğenirler. Çünkü; her iki ciheti Allahü Tealâ emrettiğinden her ne kadar bidayeten acı olursa da akıbeti hik­metten hâîî olmadığı cihetle elbette tatlı olur.

Yahut manâ-yı âyet: Yâ Ekrem-er Rusül! Sen Allah'ın emri üzere taksimde hareket et. Nitekim Rabbin Tealâ'nm Medine'deki evinden harb için seni çıkardığı zaman Allah'ın emri üzere hare­ket ettiğin gibi kerih görenlerin mücadelesine bakma, işine devam et] demektir.

Yahut bu âyet kavl-i şerifine merbuttur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tealâ'nın ehl-i imana derecâtı vaad buyurup bu vaadini inçaz buyuracağı hali; seni Medine'deki hanenden çıkarıp da nusreti ve zaferyab olmanızı vaad buyurup bu vaadini incaz ettiği gibidir. Nasıl ki, dünyada vaadi yerine gel­di, âhirette dahi böylece vaadi yerine gelecek] demektir.

Yahut bu âyet; emr-i celiline merbuttur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Sizler ittikaa ve beyninizde olan ahvali ıslah edin. Zira; ittikaa ve ıslah sizin için her ne kadar meşakkat-lıysa da hayırlıdır. Nitekim Rabbin Tealâ'nın seni Medine'de ha­nenden harbe ihracını kerih görenler olmuşsa da akıbeti hayırlı olduğu gibi ittikaanız da hayırlıdır.]

Fahr-i Râzi, Kaazî, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile vak'anın tafsili şöyledir: Kureyş'in kırk kişi bulunduğu halde Şam'a gitmiş olan büyük ve emval-i azîmeyi hamil bir kervanının Şam'dan çıktığını ve Kureyş'in de bu kervanı muhafaza için çıka­caklarını ve binaenaleyh; gerek kervan ve gerekse Kureyş'ten hangi ciheti ihtiyar buy ur ursa o cihetten Allah'ın nusret verece­ğini Cibril-i Emin'in haber vermesi üzerine Resulullah ashabıyla istişareye mübaşeret buyurdu. Ashab-ı kiramdan birçokları ker­vandaki malın kesretini ve ricalin kılletini ve asakir-i İslâmiye-deki mühimmât-ı harbiyenin nedretini nazar-ı itibare alarak ker­vanın kolaylıkla ele geçmesi me'mûl ve Kureyş'e mukaabele ise gaayet müşkül göründüğünden kervana karşı gitmek cihetini ih­tiyar etmişlerdi. Resulullah'ın re'y-i nebevîleriyse düşmana karşı gidilip onun kuvvetini kesir ve şevket-i İslâmiyeyi i'lâ ve tezyid etmekti. Zira; düşmanın şevketi yerinde oldukça her zaman ehl-i İslâm muhataradan salim olamayacağı cihetle düşmanı zaafa dû-çâr etmek kervanı elde etmekten daha evlâ olduğundan bu ciheti ihtiyar buyurdu. Bunun üzerine ashaptan (Ebubekir), (Ömer), (Sa'd b. Ubbade) ve (Miktad) ile ensardan (Sa'd b. Muaz) (R.A.) Hazaratı rey'-i Resulullah'a tebaiyetle diğer ashab-ı kiramı bu re'ye döndürdüler. Resulullah da bu iki taifeden birini Cenab-ı Hakkın vaad buyurduğunu tebşir etti, (Bedir) cihetine azimete karar verildi ve azimet de olundu. Kureyş'in haline gelince: Re-suluiiah'ın kervana karşı gideceği haberi    Mekke'de şayi olunca (Ebucehil) Kabe'nin damına çıkarak «Ey KureyV Arık ve semiz atlarınıza ve develerinize binerek kervanınızı kurtarmaya koşun. Zira; sizin bütün malınız bu kervandadır. Eğer bu kervan Muham-med (S.A.) in eline geçerse asla yerinize gelemezsiniz, necatınıza sa'y edin» demesi üzerine Mekke'den birçok kimselerle Ebucehil kurtarmak üzere çıktığında kervanın sahil tarîkıyla selâmeti bul­duğu ve ashab-ı kiramın istilâsından halâs olduğu cihetle dönül­mesini tavsiye edenler olmuşsa da (Ebucehil) Bedir'e kadar gide­ceğini ve orada develer kesilip yenileceğini ve envâ'-ı çalgılarla ahenk edileceğini söyleyip bu sözünde ısrar edince bilnıecburiye Bedir'e kadar gelirler. Bunun üzerine Bedir vakası hasıl olur ve irade-i ilâhiye yerini bulur.                  

Ashab-ı Resulullah'tan ekserisinin kervana gitmek hususunda rey verip ve bu reylerinde bir müddet ısrar ettiklerini    Cenab-ı Hak : nazm-ı celiliyle beyan buyurmuştur. Yani; «Habibim! Sen ashabına nusret beyanedip onlar için hak tebeyyün ettikten sonra hak olan cihada teveccüh etmemek üzere sana mücadele ederler ki, keenne onlar kıtale sevk olunup da katlin esbabından olan cellâda ve cellâdın elinde onları kesecek kılıca nazar ediyorlar gibi olduk­ları halde harp hazırlıkları olmamak ve harbe adem-i kudretlerin­den bahisle mücadelede bulundular» demektir.

Şu tafsilâttan anlaşıldığı veçhile ashabın mücadelesi kemâl-i havf ve telâşlarından neşet ettiği ve bu korkuysa ihtiyari olmayıp zaruri olduğu cihetle bu mücadelede mazur olduklarından Resulul-lah'a muhalefet etmiş addolunmazlar. Binaenaleyh; muhalefetle­rinden dolayı âhirette mücâzât da olunmazlar. Çünkü maksatları; ehl-i İslâm zayıf olduğu için bir tehlikeye düşmeyerek kervana git­mek istemişlerdir. [5]

 

Vacip Tealâ umur-u harpte ve harpten sonra emval-i ganimet hakkında ashabın ihtilâflarını ve reylerini ve reylerinde olan ku­surlarını ve mücadelelerini beyandan sonra onların hallerine na­zaran Cenab-ı Hakkın onlara vâki olan ihsanını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Zikredin, şol zamanı ki, o zamanda Allahü Tealâ iki taifeden birisi sizin olacağını vaad buyurdu. Halbuki siz şev­ket sahibi olmayan kervanın sizin olmasına muhabbet ediyordu­nuz. Allahü Tealâ ise hak olan din-i İslâmı kelimâtıyla izhar edip de kâfirlerin ırkını kesmek murad ediyordu. Allahü Tealâ'nın bu iradesindekî hikmetse hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak göstermek­ti. Her ne kadar kâfirler bu iradeyi kerih görürlerse de, Allah'ın muradı böyle olduğundan murad-ı ilâhi zuhur etti.]

Yani; ey müminler! Kendinizin kılletini düşmanınızın kesre­tini ve mühimmât-ı harbiyenizin nedretini nazar-ı itibare alarak harbi kerih görüp Allah'ü Tealâ'nın Kureyş taifesinden veyahut Kureyş'in Şam'dan gelen kervanından ibaret olan iki taifeden bi­rinin elinize geçeceğini vaad ettiği zamanı ve o zamanda cereyan eden vakaayii hatırınızda tutun, unutmayın ve o vakitte siz kıtale kudreti olmayan kervanın sizin olmasına muhabbet ediyordunuz. Çünkü; kervanda mal çok olup mukaatele edecek kadar kimse bu­lunmadığı cihetle meşakkatsiz birçok menafiine malik olacağınızı düşünerek kervana gitmek istemiştiniz. Halbuki o vakitte Allahü Tealâ vahyettiği kelimâtıyla hak olan İslâmı ve îslâmın esası olan kelime-i tevhidi izhar ve ispat etmek ve din-i İslâmı i'zazla müş­riklerin ırkını kesmek murad ediyordu. îşte şu maksad-ı âlî; hakkı sabit kılmak ve bâtılı iptal etmek gaaye-i celiline binaendi. Velevse bu iradeyi küfürlerinde ısrar eden kâfirler sevmesinler. Onların sevmemesinden irade-i ilâhiye geri kalmaz, yerini bulur, nitekim de buldu.

Beyzâvî  ve  Hâzin'in  beyanları veçhile bu  âyette   birinci ihkak hakla murad; Cenab-ı Hakkın vaad ettiği nusret

ve zaferi ispat olup ikinci ihkak- ıhakla murad; din~i İs-lâmı izhar ve menar-ı şeriatı i'lâ olduğu cihetle âyette asla tekrar yoktur. Çünkü; hak lâfzının birisi nusret diğeri islâm manasına­dır. İkisi bir manâya değil ki, tekrar olsun.

Bu âyette ihkak-ı hak ve. iptal-ı batılla murad; hakkın hak ve batılın batıl olduğunu delilleriyle izhar etmek manâsına olduğun­dan hak zatında hak ve batıl da zatında batıl olduğu cihetle «Hak­kı ihkak batılı iptal mümkün değildir» unvanında suâl varid ol­maz. Çünkü ihkak-ı hakla murad; hakkı hak kılmak değil ki hasılı tahsil olsun. Belki hakkın hakkaniyetini izhar etmektir ve batılı iptalde dahi hâl böyledir. Binaenaleyh; bu suâl varid olamaz.

Müşriklerin şirklerinden sonra ihkak-ı hakkı ve iptal-i batılı kerih görmeleri ayrıca bir cürüm teşkil ettiğine işaret için kâfir­lerden lafzıyla tabir olunmuş ve bu tabirle kafirleri tekdir ve tevbih hasıl olmuştur. Çünkü; mücrim oldukları saraha­ten zikrolunmuş ve açıktan yüzlerine vurulmuş ve batılı iptal ve hakkı hak etmek gibi bir âlî maksadı kerih görüp sevmedikleri beyan olunmuştur.[6]

 

Vacip Tealâ iki taifeden hangisini ihtiyar ederlerse nusret edeceğini beyandan sonra harbi ihtiyar edince Vacip Tealâdan yar­dım taleb ettiklerini ve o zamanda Allah'ın kendilerine olan lût-funu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda siz Rabbi-nizden yardım taleb ediyordunuz. Sizin bu talebiniz üzerine Rab-biniz birbirine tâbi melâikeden bin kişiyle size imdat edeceğini beyanla duanızı müstecap kıldı ve bu duanızın kabulünü Allahü Tealâ ancak size müjde kıldı ki, duanızın kabulüyle mesrur ola­sınız ve bu tebşirat sebebiyle kalbiniz müsterih olsun ki düşmanı­nıza kemâl-i cesaret ve şecaatle müdafaa edesiniz. Halbuki nusret olmaz, illâ Allah'tan olur, Allah'ın gayridan nusret olamaz. Zira Allahü Tealâ; emrinde gaalip ve ef'âlinde hakimdir.] Binaenaleyh; hiçbir fiili hikmetten hâlî olmaz, belki her fiilinde yüz binlerce hikmet mevcuttur.

Bu âyette (Bedir) gazasında hazır olan meleklerin ehl-i imana beşaret ve kalplerinin mutmain olması için gelip başka bir mak­satla gelmedikleri beyan olunduğuna nazaran Bedir gazasında im­dada gelen meleklerin kıtale iştirak etmedikleri anlaşılmaktadır. Şu halde meleklerin gelmesi; mücerret ehl-i imanın cem'iyetini teksir ve kalplerini takviye ve tesliye içindir ve eslaf-ı kiramın mezhebi de budur. Gerçi «Bedir gazasının gayrı gazalarda 'imdada gelen melekler harbe iştirak etmedi, ancak melekler Bedir gaza­sında harbe iştirak etti" diyenler varsa da bu mezhep zayıftır. Bu hususta varid olan rivayetler de zannî olup kat'î değildir. Çünkü; melâike-i kiramın vürudu kıtal için olsa Kureyş'in ihlâkine melek­lerden bir tanesi kâfidir. Binaenaleyh; diğerlerinin gelmesine ha­cet messetmezdi. Halbuki bin tanesinin geldiği nass-ı Kur'an'la sabittir. Şu halde melâikenin gelmesi; müminleri -tesliye ve kalp­lerini takviye ve cesaretlerini tezyid içindir.

Fahri Râzî, Kaazî ve Hâzin'in beyanları veçhile âyet-i celile; nusretin ancak Allahü Tealâ'dan olup askerin çokluğu ve mühim­matın ve sair âlât ve edevat-ı harbiyenin mükemmel olmasıyla muzaffer olmak lâzım gelmediğine ve esbab-ı zahire ancak insan­ları tesliye ettiğine delâlet-i sarihayla delâlet eder. Zira; Allahü Tealâ te'sir halk etmeyince esbabın cümlesi faydasız kalır, nitekim bazı vukuat da buna şahittir. Binaenaleyh; şu âyeti celilenin maz­mununa âlemde binlerce vukuat şehadet etmektedir. Çünkü; çok zaman azıcık bir cemaatın bir kütle-i azîmeye gaalip geldiği ve esbab-ı zahiresi pek çok noksan olanların esbabı pek mükemmel olanlara galebe ettiği her zaman görülmektedir. Binaenaleyh; Al­lahü Tealâ kime nusret verirse mensur odur. Fakat esbabı zahire insanlara medar-ı   tesliye olduğundan insanların   muattal kalmaması için Cenab-ı Hak kullarına esbaba teşebbüsle emreder, yoksa esbab-ı zahireye kafi surette itimad olunamaz. Lâkin itibardan da külliyen iskat edilemez. Çünkü âdât-ı ilâhiye müsebbibi esbab üzere halk etmekle carî olduğundan esbaba teşebbüsle beraber te'sirini ve neticeyi Allah'tan beklemek vaciptir. Zira; Allahü Tealâ herkese gaaliptir. IT.^ kimsenin ona mukaabeleye cüret et­mek haddi değildir ve her umurunda hakimdir, her işi hikmeti ve maslahatı mutazammmdır. Şu kadar ki, düşmana karşı hazırlan­mak ve mühimmat-ı harbiyeyi hazırlamak ve mukaabele-i bilmişle riayet etmek ehl-i iman için bir vazife-i diniyedir ki ihmali caiz değildir.

Fahri Râzi, Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette beyan olunan istiğase ve duâ Resulullah'la ashab-ı kiramın mec­muundan vâki olduğuna işaret için lâfzı cemi3 sıy-ğasıyla varid olmuştur. Çünkü; netice-i istişarede harbe karar ve­rilince Resulullah ashab-ı kiramla beraber duâ ederek Allah'tan

nusret taleb ettiler. Yahut Resulullah duâ etti, ashabı dediler. Âmin demek de ayn-ı duadır. Zira; 'in manâsı;

«Duamızı kabul et yâ Rabbiî» demektir.

Gerçi duanın yalnız Resulullah'tan vâki ve bu âyette cemi' sıygası Resulullah'a ta'zîm için olduğuna dair rivayet varsa da bu rivayet ashabın duâ etmediğine delâlet etmez ve Resulullah duâ ederken ashab-ı, kiramın bigâne durmasını akıl tecviz etmez. Çün­kü ashabın âdetleri; ittibaı caiz olan herşeyde Resulullah'a ittibâ' etmekti. Binaenaleyh; duada ittibâ' ettiklerinde tereddüt etmemek lâzımdır. Tefsir-i Hâzin'de ve Beyzâvî'de Hz. Ömer'den rivayet olunan bir hadise nazaran Resulullah'ın kıbleye müteveccih olarak duaya mübaşeret ettiği ve «Yâ Rabbi! Şu cemaatı ihlâk edersen arz üzerinde sana ibadet eden bulunmaz» dediği hatta bürde-i sa­adeti yere düştüğü ve Ebubekr-is Sıddîk (R.A.) in bürde-i saadet­lerini yerden kaldırıp Resulullah'ın mübarek omuzlarına koyduğu ve «Yâ Resulallah! Duanız kâfidir, umarım Cenab-ı Hak vaadini incaz buyurur» dediği mervidir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran (Bedir) ga­zasında imdada gelen meleklerin siması at üzerinde beyaz elbise ve beyaz sarıklı ve sarıklarının arkasında taylasan olduğu mervi-dir. Bu rivayet sarığın merzi-i ilâhiye muvafık bir kisve-i İslâmi-ye olduğuna delâlet eder. Çünkü; İslama imdada gelen melekleri Cenab-ı Hakkın sarık kisvesiyle göndermesi sarığın İslâmiyet için indallah müstehab bir kisve olduğuna delil-i kâfidir. Binaenaleyh; sarıkla kılınan namazın sarıksız kılman namazdan efdal olduğu kütüb-ü şer'iyemizde mezkûrdur ve sarık mehabet-i İslâmiyeyi tezyid eden kisve-i diniyemiz olduğu cihetle muhafaza ve riayet olunması müslümanlar için emr-i lâzımdır. Çünkü sarığın gayrı olan kisve; her ne suretle olursa olsun millet-i İslâmiyenin başka bir milleti takliden alındığından elbette kisve-i asliye-i İslâmiye diğerine müreccah olur.

Hulâsa; umur-u mühimmede Cenab-ı Hakka ilticanın lâzım olduğu ve Bedir gazasında bin adet melâikeyle Cenab-ı Hakkın ehl-i İslama imdad buyurduğu ve imdadın müminlere müjde ve tesliye ve kalplerini tatmin için olduğu ve nusreti halk eden ancak Allahü Tealâı olup Allah'ın gayrıdan nusret beklemek doğru olma­dığı ve çünkü; herkes üzerine Allah'ın gaalip, kaahir ve hakîm-i mutlak olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[7]

 

Vacip Tealâ Bedir gazasında ehl-i İslama vâki olan nimetler­den bazılarını beyandan sonra diğerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i iman! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda Çenab-ı Hak'tan emn ü rahat olarak nazil olan uykunun sizi ihata ettiğini ve o zamanda sizi tathir etmek ve sizden şeytan'm vesvesesini gi­dermek ve kalplerinizi birbirine raptetmek ve ayaklarınız yer tut­mak için semadan yağmur inzal ettiğini düşünün ki Allah'ın ni­metlerini bilerek şükrünü eda edesiniz.]

Yani; Allah'ın size olan eltaf-ı ilâhiyesini tezekkür vacip ol­duğu gibi cünıle-i niam-ı ilâhiyeden olarak (Bedir) vak'asmda Allah'ın size emn ü rahat, düşmanınızdan, havf ve telâşenizden halâs olmak üzerinize nazil olan uykunun sizi ihatasıyla rahata vardığınız zamanı tezekkür edin ve o günde size arız olan cena-bet-i zahire ve hades-i asgar ve ekberden tathir etmek ve şeytan'ın susuzluk ve açlıkla ve düşmanınızın çok olmasıyla size ilkaa etmiş olduğu vesvesesini izale edip gidermek ve sizin kalplerinizi sabır ve metanetle birbirine rabıtla takviye etmek ve o metanet sebe­biyle ayaklarınızın yer tutması için üzerinize yağmur inzal buyur­duğu zamanı teemmül ediniz ve hatırınızdan çıkarmayın ki, Al­lah'ın lutfunu lâyıkıyla bilesiniz.

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyetin tasvir ettiği vak'a şöyle zuhur etmiştir: Resulullah as-habıyla akşam vakti Bedir'e karib olup ayaklar yer tutmayacak şekilde kumluk ve kasvetengiz bir mahalle kondular. Düşmandan son derece havf ve telâşları olduğundan gece uyanık bulunmak is­tedikleri halde Allahü Teâlâ onlara gaayet tatlı ve hafif bir uyku ihsan etmesiyle cümlesi birden uyudular ve rahata vardılar. Uyku, vücutlarının her tarafını ihata ettiğinden ihtiyarsız cümlesi yere serildiler. Ve uyandılar ki, bir çoğu ihtilâm olmuş. Şeytan da in­san suretine temessül ederek iğvaya başladı ve «Kendi itikaadı-nızca havass-ı ümmettensiniz ve taharetsiz bir işe başlamazsınız. Şimdiyse cünüp ve abdestsizsiniz. Halbuki su yok, binaenaleyh; taharetsiz namaz kılacak ve efdal-i ibadet addettiğiniz cihada baş­layacaksınız. Bu halle mağlûp olup birçoğunuz helak olacak ve birçoğunuz düşman elinde esir olacaksınız. Zira; düşmanınızın adedi çok olduğu gibi mühimmât-ı harbiyeleri mükemmel ve ka­rınları da tok. Siz ise bunun aksinesiniz» demekle ehl-i imanın zi­hinlerini teşviş eder. İşte o zaman Allahü Tealâ rahmetini inzal buyurdu. Ashab-ı kiram abdest alıp guslettiler ve su cihetinden ihtiyaçlarını yağmur suyuyla def'eylediler. Çünkü; rahmet suyu derelerden aktı, bütün o havali su kesildi ve kumlar yatışarak as­hab-ı kiramın ayağı yer tuttu. Yağmur yağmasıyla hava tebeddül etti: Gam yerine sürür, keder yerine ferah, korku yerine şecaat, kasavet yerine metanet, rehavet yerine salâbet ve nefret yerine ülfet geldi. Binaenaleyh; a'dâya hücumla galebe ve zafer kazan­dılar.

Bu âyette zikrolunan nimetlerden birincisi; uykudur. Çünkü; uykuyla korkuları vücutlarında olan yorgunluk zail oldu­ğu gibi bu korku esnasında bir cemmi gafirin birdenbire cümlesi­nin uykuya varması harikulade olduğu cihetle mucize ve nimet-i uzmâdır. Şu uykunun gaayet hafif hatta a'dâ hücum edecek olsa haberleri olacak kadar hafif olduğuna işaret için Vacip Tealâ bu uykudan nuasla tabir buyurdu. Çünkü nuas ; uykunun ev­veline ve hafif zamanına ıtlak olunur. Bu âyette zikrolunan ni­metlerden ikincisi; rahmettir. Çünkü; rahmet onların suya olan ihtiyaçlarını tamamen defetti ve kendilerine arız olan sıkleti, gumum, humum ve kasavetlerini, refettiği cihetle nimetti uzmâdır. Üçüncü nimet; Şeytan'ın insan suretine temessül ederek ilkaa etmiş olduğu fitne ve fesadın rahmetle zail olup git­mesidir. Dördüncü nimet;, korkunun, gumum, ve humu-mun zevaliyle müminlerin kalplerinin birbirine merbut olmasıdır. Beşinci nimet; rahmet yağmasıyla kumların yatışıp ehl-i imanın sabit olup her yere yürüyebilmeleri ve bilâkis müşriklerin tarafı toprak olup rahmetle çamur olduğundan bataklık içinde kal­malarıdır. [8]

 

Vacip Tealâ Bedir gazasında olan nimetlerinden bazılarını be­yandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Zikret şol zamanı ki, o zamanda Rabbin Tealâ me­leklere vahyetti ve dedi ki, «Ehl-i İslama yardımda ben de sizinle beraberim.»]

[«Ben de sizinle beraber yardım edince ey melekler iman eden kimseleri nusretle tebşir etmekle sabit kılın ki muharebeden yüz döndürmesinler ve İslâm arasına karışmakla cemaatlarını çoğaltın ki kendilerine fütur gelmesin.»]

[Ben kâfirlerin kalplerine elbette korku koyarım ki,    onlar münhezim olurlar.]

[Hâl böyle olunca kâfirlerin boyunlarının üst tarafından vu­run korkmayın.]

[Onlardan boyunlarını sakınmak için ellerini uzatan her par­mağa vurun ellerini kesin ki, bir daha size uzatacak el bularaa-sınlar.]

[İşte onların şu azaba istihkaklarının sebebi; onların Allah'a ve resulüne muhalefetleridir.]

[Zira;   Allah'a ve resulüne   muhalefet eden kimse muazzap olur. Çünkü; Allah'ın azabı şiddetlidir.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Zikret şol zamanı ki, o zamanda Rabbin Tealâ meleklere «Benim kuvvetim sizinle beraber» diyerek vahiy buyurdu ve dedi ki, «Benim kuvvetim sizinle beraber olun­ca ey melekler! Ehl-i, imanı düşmana karşı sebat ettirin. Elbette yakında ben kâfirlerin kalplerine korku ilkaa ederim. Hâl böyle olunca kâfirlerin boyunları üzerinden vurun. Eğer boyunlarını sa­kınmak için ellerini uzatırlarsa onların parmaklarının uçlarını darbedin. İşte şu cezaya onların istihkakları Allah'a ve resulüne; muhalefet ettiklerindendir. Halbuki Allah'a ve resulüne muhalefet edenler envâ'-ı cezaya müstehak olurlar. Zira; Allahü Tealâ'nın düşmanlarına azabı şiddetlidir.»

Meleklerin ehl-i imanı sebat ettirmeleri; kalplerine kuvvet ve şecaat ilham etmeleriyledir. Ve bu sebat askerin metanetini mu­hafazayla İslâmın şevketine bâis ve inkırazdan halâsına sebep ola­cağına binaen Cenab-ı Hak ehl-i imanı tesbit etmekle meleklere emretmiştir. Yahut meleklerin tesbiti; zafer ve nusretle tebşirdir. İnsan suretinde bir meleğin İslâm safları önünde giderek «Ey müs-lümanlar! Korkmayın, nusret sizinledir» diyerek asakir-i İslânii-yeyi teşci' ettiğine dair varid olan rivayet de bu manâyı te'yid eder.

Vacip Tealâ meleklere «Benim kuvvetim sizinle beraberdir» buyurduğu kelâm-ı icmâlîsini «Muâvenet-i ilâhiyenin kâfirlerin kalplerine korku ilkaa etmek» suretiyle olacağını beyanla tafsil buyurmuştur. Çünkü; Allahü Tealâ kâfirlere korku ilkaa edince kâfirlerin havf ve herasla firar etmekten başka birşeye elleri değ-mediği mervidir. Muâvenet-i ilâhiye onların firarlarıyla zuhur edince boyunlarını vurmak zamanı geldiğinden Cenab-ı Hak bo­yunlarını vurmakla ve sakınmak için ellerini kaldırırlarsa ellerini ve bilhassa parmaklarını kesmekle emir buyurmuştur ki, boyun­ları vurulmadığı surette elleriyle silâh isti'mâline mecalleri kal­masın.

Yani; şu azaba istihkaklarının sebebi Allah'ın ve resulünün emrine muhalefet etmeleridir. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile meşâkka; muhalefet mana­sınadır.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette Vacip Tealâ'nm eşref-i a'zaları olan boyunlarıyla ehass-i a'zaları olan parmaklarını kesmekle emir buyurması; bunların mabeyninde olan a'zânın herhangisi olursa olsun kesilmek lâzım olduğunu beyan ve emirdir. Şu halde bu emir; kâfirleri bilkülliye ifna etmekle emri mutazammındır.

Eu âyet-i celilede darpla emir; yalnız meleklere veyahut mü­minlerle beraber melekleredir. Her iki surete nazaran meleklerin kıtale iştiraklerine delâlet eder. Çünkü kâfirlerin başlarım veya parmaklarını darpla emretmek; kıtalle emretmektir. Amma Eey-

zâvî'nin beyanı veçhile emri melekler tarafından müminlere telkin suretiyle emir olursa darpla emir; meleklere emir olmaz. Çünkü; tevcihi şöyledir: Âyetin evvelinde Vacip Te-alâ'nın meleklere müminleri sebat ettirmeleriyle emretmişti. Gûyâ Vacip Tealâ meleklere sebat ettirmelerinin keyfiyetini beyan sa­dedinde ehl-i imana «deyin ve böyle demek suretiyle tespit edin» buyuruyor. Buna nazaran emri mukadder kavlin makuulü ve melekler tarafından mümin­lere kâfirlerin boyunlarını vurmakla emirdir. Şu halde meleklerin

kıtale iştiraklerine-delâlet etmez. Bundan evvelki âyetinde bulunan manâya muvafık olan da budur:

İşte bazı âyet meleklerin bilfiil kıtale iştiraklerine ve bazı âyet de adenı-i iştiraklerine alâveçhizzan delâlet ettiğinden bu bapta ulemânın sözleri muhteliftir. Çünkü; kat'î ve sarih suretle delâlet yoktur ve bu hususta varid olan hadis-i şerifler de zan ifa­de eder haber-i âhad kabilindendir. Binaenaleyh; meleklerin harp mevkiinde hazır oldukları kafidir ve lâkin bilfiil harbe iştirak edip etmedikleri muhtelefünfîhtir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin cüret ettikleri ma'siyetin kemâlini izhar ve isyan mukaabilinde cezanın illetini ve şiddetini beyan olmak üzere zamir mevziinde âyetin âhirinde lâfza-i celâl izhar olunmuştur. Çünkü; muhalefetleri envâ'-ı kemâ-lâtı cami olan Allahü Tealâ'ya olunca elbette o muhalefetten neş'et eden azabın şiddetli olması lâzım gelir. Bu âyette kâfirlerin boyun­larına veyahut parmaklarına vurmakla kıtalin şanına ihtimam ve darbın lüzumuna işaret için darple emir tekrar edilmiştir. Çünkü; şanına ihtimam olan şeyi te'kid ve teşdid için tekrar zikrolunmak kavaid-i Arabiye iktizasındandır. [9]

 

Vacip Tealâ kâfirleri darpla emrettiğini ve onların darba is­tihkakları Allahü Tealâ'ya ve resulüne muhalefetlerinden neş'et ettiğim ve muhalefet edenlere azabının şiddetli olduğunu beyan­dan sonra azabın âhirette olacağı gibi dünyada dahi olacağını be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Ey kâfirler! Emr-i hal ü şan sizin müstehak olduğunuz azap­tır. Azaba müstehak olunca dünyada katil ve esaret gibi müstehak olduğunuz azabı tadın. Maahaza kâfirler için âhirette hazırlanmış Cehennem azabı vardır ve muhakkaktır.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile lâfzında hitap; kâfir­leredir. İşitenlere neşat vermek için kâfirlerden' gaaiple tabir olun­duktan sonra hitaba iltifat olunmuştur. Yani; «Şu azap sizin üze­rinize vâki olacak» demektir. Dünyada azabın acele olduğuna işa­ret için bilâmühletin ta'kibe delâlet eden ile varid olduğu gibi dünyada azabın âhirete nispetle gaayet hafif olduğuna işaret için zevkle tabir olunmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin azaba istihkak­larının sebebi küfür   olduğunu tasrih ve küfürlerini   tescil etmek suretiyle zem ve takbih için zamir mevziinde  lâfzı, ism-i zahir olarak varid olmuştur. Çünkü müştak olan lâfzı üzerine azab-ı nârın   talik olunması   me'haz-ı iştikak olan küfrün o azaba illet olmasını iş'âr eder. Şu halde kâfirlerin azab-ı Cehennem'e giriftar olmalarının sebebi ancak küfürleridir, başka birşey değildir. Çünkü; Allah'a iman etmeyip ubudiyetini bilme­yen kimselere Allah'ın azab edeceği şüphesizdir. [10]

 

Vacip Tealâ Bedir gazasını "tasvir ve o gazada ehl-i imana vâki olan nimetlerinden bazılarını beyan ettiği gibi bundan böyle ilâ-yevmilkıyâm vâki olacak vakaayiin cümlesine şâmil ve bilumum harplerde carî olan hükm-ü külli ile müminlere teklif etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Siz birbirinize sıkışa sıkışa düşmanınız olan kâfirlere mülâki olduğunuzda arkanızı dönüp firar etmeyin. Eğer yevm-i harpte bir kimse kâfirlerden yüz döndürür ve arkasına ric'at ederse Allah'tan nazil olacak gazap ve azabıyla döner ve onun makamı Cehennem'dir ve ne kadar çirkindir onun varacak mahalli olan Cehennem. Ancak bunlardan daha ehem ve elzem bir taifeyle kıtal için veyahut karşısında olan bir düşman fırkasına hile olmak veyahut başka İslâm fırkasına inzimam edip kuvvetini tezyid için dönerse zararı yoktur.]

yavaş yavaş düşmana sezdirmeksizin yürümek manasınadır. Buna nazaran müminlere sıfattır. Ve manâ-yı nazım şöyledir : [Ey ehl-i iman! Düşmanınıza karşı az az ve usul usul yürüyerek mülâki olduğunuzda onlardan arkanızı dön­meyin. Zira; sizin onlardan firarınız inhizammızı mucip olacağın­dan muharebeden maksad olan i'lâ-yı kelimatullah fevtolduğu gibi şevket-i İslâmiyenin kırılmasına sebep olur; düşmandan harp za­manında firar eden kimse Allah'ın gazabına mülâki ve makamı Ce­hennem olur.] Şu manâya nazaran âyet-i celile askerin muallem olup usul-ü harbe vakıf olmaları lâzım olduğuna delâlet eder. Çünkü; usul usul yürümek manâsına olduğu gibi oturağı üze­rinde apallayarak yürümek manâsında dahi müsta'meldir. Çünkü; görünmemek ve ayaklarının takırtısını duyurmamak için gizli yü­rümek mevkiine ve zamanına göre harbin icabatındandır. Elyevm ta'lim-i askerîde bu misilli kaideler carîdir. Binaenaleyh bu âyet; ta'lim-i askeriyenin lüzumuna delâlet eden âyât-ı beyyinâttan bi­risidir.

Yahut kesret sebebiyle birbirine sıkışkın olduk­ları halde yürümek manasınadır. Buna nazaran kâfir­lerin hali ve sıfatlarıdır ve manâ-yı nazım da şöyledir: [Ey ehl-i iman! Kâfirler kesretlerinden naşi birbirine inzimam etmiş sıkış-kın oldukları halde size karşı geldiklerini gördüğünüzde onlara arka dönüp firar etmeyin ki, münhezim olmayasınız.]

Bu âyet; harp zamanında düşmandan firar etmenin ..haram ol­duğuna delâlet eder. Ancak iki sebepten birine mebni firar ederse zararı yoktur. Birincisi; karşı gelen fırkadan daha mühim bir fır­kayla muharebe etmek veyahut o fırkaya hile yapmak üzere dön­mektir. Bu maksatla dönerse zararı yoktur.

Şu halde bu âyet-i celile umur-u harpte hile ve hud'anın ce­vazına delâlet eder. Zira; müfessirînden ekserisi bu âyeti düşmanı aldatmak ve ehl-i İslâmı zayıf göstermekle düşmandan arka döne­rek kendi tarafına celbettikten sonra defaten hücum edip düşmanı perişan etmesiyle tefsir etmişlerdir. Şu tefsire nazaran" âyet; ayn-ı hud'ayı ehl-i imana talim buyuruyor. Firarın cevazına'delâlet eden ikinci sebep; tehlikeye maruz olan diğer bir İslâm fırkasına imdad için düşmandan dönmektir. Şu halde muharebede İslâm fır­kalarının yekdiğerine imdadın lüzumuna bu âyet delil-i kâfidir. Çünkü diğer İslâm fırkasına inzimam edip imdad için düşmandan geri dönen kimsenin gazab-ı ilâhiden müstesna olması; fırkaların birbirine imdad ve istimdad etmelerine kıbel-i ilâhiden me'zun olduklarına delâlet eder..

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile sebeb-i şer'î olmaksızın düşmandan firar eden kimse üzerine gazabın şiddetine işaret için gazab lâfzı ta'zîme delâlet eden tenvinle nekre olarak varid olmuştur. Kezalik gazabın Vacip Tealâ'ya nispeti dahi şiddetine delâlet eder. Çünkü; gazap kimden sudur ederse o gazap sudur eden zatın azameti nispetinde tasavvur olunmak lâzımdır. Şu halde Cenab-ı Hakkın gazabı; azameti nispetinde şiddetli olacağına şüphe yoktur. Bu âyet-i celilenin hükmü; mutlaktır. Yani düşman az olsun veya çok olsun velevse İslâm askerinden katenderkat fazla olsun düşmandan firar etmek haramdır. Fakat bu sûrenin âhirinde âyetiyle bu hüküm tahsis olunmuştur ki düşmanın adedi ehl-i İslâmm iki mislinden ziyade olursa firara müsaade olunmuştur.[11]

 

Vacip Tealâ mutlaka a'dâ-yı dinle muharebenin lüzumunu be­yandan sonra Bedir gazasmdaki vekaayiden bazılarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Siz kâfirleri surette 1> a ti ettinizse de hakikatta katletmediniz ve lâkin onları hakikatta Allahü Tealâ katletti. Yâ Ekrem-er Kusul! Düşmana sen toprak ve çakıl atmakla emrolun-duğan zaman zahirde atımşsan da hakikatta sen atmadın. Ve lâkin hakikatta Allahü Tealâ attı ve Allahü Tealâ müminleri mısret, za­fer ve âyetleri müşahede gibi birtakım nimetleriyle ehl-i imanı mütena'im kılmak için onların gözlerini toprakla doldurmuştur. Zira Allahü Tealâ kullarının sözlerini işitir ve hallerim bilir.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette lâfzı, şart-ı mah-zufa cevaptır ki, «Eğer kâfirleri katletmenizle iftihar ederseniz onları siz katletmediniz» demektir. «Ya kim katletti?» suâline cevap olarak buyur­muştur. Yani «Onları siz katletmediniz ve lâkin size nusret vermekle ve onların kalplerine korku ilkaa etmekle ve onların üzeri­ne sizi musallat kılmakla Allahü Tealâ katletti. Zira; cümle umur ondan sadır olduğu gibi kâfirlerin katli dahi ondan sadır oldu» demektir.

Kezalik kâfirlerin gözlerine toprak atmak zahirde Resulul-lah'tan sudur etmişse de hakikatta Cenab-ı Hak'tan sudur ettiğini beyan buyurdu. Çünkü; Kaazî'nin beyanı veçhile Bedir'de Kureyş görününce Resulullah «İşte şu gelen Kureyş'tir. Kibir ve gururla-rıyla geliyorlar ve resulünü tekzib ederler. Yâ Rabbi! Vaad buyur­duğun nusreti isterim» demesi üzerine Cibril-i Emin geldi, yerden bir avuç toprak alıp kâfirlerin gözlerine atmasını Resulullah'a ta­rif etti. Asakir-i İslâmiye kâfirlere mülâki olduğu zamanda Cibril-i emin'in tarifi veçhile Resulullah bir avuç toprak alıp kâfirlere karşı atınca o topraktan birer parça bilâ istisna her kâfirin gözüne isabet ettiğinden herkes kendi gözüyle meşgul olup akıbet mün­hezim oldular. Eğer bu toprak hakikatta Allah'ın kudretiyle atıl­mamış olsaydı sair efrad-ı beşerin attığı gibi kâfirlerin bazısına isabet eder, bazısına etmezdi. Bir avuç toprağın bin kusur kimse­nin hepsine isabet etmesi harikulade ve mucize kabilinden olup mucizeyi halk eden Allahü Tealâ olduğu cihetle Cenab-ı Hak rem-yi kendi zatına nispet etmiştir ki, o toprağı onların gözüne isabet ettiren zat-ı ilâhidir.

Fahri Râzi, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; Bedir gazasından fariğ olunca ashab-ı izamdan her-biri esnâ-yı muharebede kendinin düşman katletmesinden ve şe­caatinden bahisle iftihara başlayınca Cenab-ı Hak ehl-i imanı mü-faharattan menetmiştir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Siz katli­nizle iftihar edersiniz. Halbuki siz katletmediniz, Allahü Tealâ katletti» demektir. Resulullah'tan nefyolunan r.emiy; hakîkî olup ispat olunan remiy; sûrî olduğu cihetle âyette tenakuz yoktur. Çünkü tenakuzda nefyin ve icabın mahalli bir olmak lâzımdır. Bu­radaysa biri sûrî diğeri hakîkî olduğu cihetle mahalleri muhteliftir.

Yani demek; «Sen toprağı attığın vakitte at­madın» demektir ki, surette tenakuz gibiyse de hakikatta tenakuz değildir.

Bu âyet-i celile; ibadın fiilini halk edenin Allahü Tealâ oldu­ğuna delâlet eder. Çünkü; surette katil müminlerden ve remiy Resulullah'tan sudur ettiği halde Cenab-ı Hak müminlerden katli ve Resuluîlah'tan remyi nefiy buyurması fiilin kemâlini nefiy ol­duğu gibi o fiilin onların halkıyla olmayıp ancak kendi halk etti­ğini beyandır. Yani «Her ne kadar fiil-i katlin esbabına teşebbüsle kesbettinizse de lâkin halk edemediniz, ancak o fiili halkeden Al­lahü Tealâ'dır» demek olur. Bazı rivayete nazaran Eesulullah Be-dir'de üç kabza toprak atmıştır. Bir kabzasını kâfirlerin sağma diğerini soluna ve öbür kabzasını ise ortalarına atmıştır. Binaena­leyh; toprak bu suretle kâfirlerin cümlesine isabet etmiştir.

[Emr-i hal ü şan; katil ve remiy surette sizden sudur etmişse de hakikatte Allahü Tealâdan olması ve nusret ve zafer sizi güzel bir imtihanla imtihan etmesidir ve ey ehl-i iman! Şunu bilin ki, Allahü Tealâ kâfirlerin size karşı hilelerini zayıfla 11 incidir.] Zira; kâfirlerin maksatları; sizi ihlâk ve dininizi iptal etmek olduğun­dan Allahü Tealâ onların hilelerini akım kılar ve iptal eder.[12]

 

Vacip Tealâ Bedir gazasında vâki olan in'âmından bazı aharı beyan ve tehekküm tankıyla kâfirlere hitab etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i Mekke! Eğer Allah'tan fütuhat isterseniz katliniz ve esaretinizle size fütuhat geldi. Eğer hak üzere olan fırka-i Muham-mediyeden elinizi çeker muharebeden vazgeçerseniz sizin için ha­yırlıdır ve eğer siz vazgeçmez de harbe avdet ederseniz kahrımızla biz de size avdet   ederiz ve Muhammed (A.S.) ı musallat   kılar sizi ihlak ederiz. Sizin cemaatınız her ne kadar çok olsa dahi size nazil olacak belâyâdan hiçbir şeyi defetmez ve sizi AUahü Tealâ'-mn ihsanından muğni kılamaz. Zira Allah'ın nusreti; müminlerle beraberdir.]

Fahri Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile ehl-i Mekke; Be-dir'e gidecekleri vakitte Kabe'nin perdesine sarılarak «Yâ Rabbi! Şu iki fırkadan a'lâ olan fırkaya nusret ver ve cemaatın hayırlısı­na ikram et» demişlerdi. Buna nazaran âyetin manâsı şöyledir : [Ey kâfirler! Bedir'e yürüyeceğinizde Kabe'nin örtüsüne yapışa­rak Allah'tan fırkaların a'lâsı hangisiyse o fırka için nusret ve fü­tuhat istemiştiniz. İşte istediğiniz veçhüzere fütuhat geldi.] de­mektir. Fırkanın a'lâsı ve indallah makbul olanı için fetih isteyip makbul olan da fırka-i Muhammediye olduğu cihetle Cenab-ı Hak onların istediği veçhile fütuhatı verdiğini beyanla kendi indinde fırka-i Muhammediye'nin a'lâ ve hayırlı olduğunu beyan buyur­muştur. [Ve eğer siz küfrünüzden vazgeçer Muharnmed -(A.S.) la kıtali terkederseniz dünyada sizin için hayırlı olur. Zira; katil ve esaretten kurtulursunuz ve âhirette dahi hayırlıdır. Çünkü; azab-ı ebedîden kurtulur ve necat-ı sermedîye nail olursunuz. Şu halde dünyada ve âhirette selâmet; ancak küfürden vazgeçmek ve Re-sulullaha ittibâ' etmektedir. Eğer siz küfürden vazgeçmez muha­rebeye avdet ederseniz biz de Habibimize nusrete avdet eder sizi makhur ve münhezim kılarız. Binaenaleyh sizin cemaatınızın çok­luğu size fayda vermez ve sizden hiçbir belâyı defetmez. Zira Al­lah'ın avn ü inayeti müminlerle beraber] demektir. Şu beyan olu­nan manâ ehl-i Mekke'nin Bedir'e huruç edeceklerinde yapmış ol­dukları duanın âyetin sebeb-i nüzulü olduğuna nazarandır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyette hitap; ehl-i imâna olmak ihtimali vardır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ey müminler! Siz Allah'tan nusret istediniz. İşte istediğiniz nusret size geldi. Bina­enaleyh; düşmanınıza galebe ettiniz. Eğer siz kıtalde ve emr-i Re-sulullah'a imtisalde tekâsülü ve betaeti terkederseniz sizin için dünyada hayırlıdır ki, düşmanlarınıza galebe ve dininizi i'lâ ancak emr-i Resulullah'a imtisaldedir, yoksa tekâsül ve betaette değildir ve şu imtisal sizin için âhirette dahi hayırlıdır. Zira; saâdet-i ebe-diyeye bu vesileyle nail olacaksınız ve eğer siz emr-i Resulullah'a imtisalde tekâsüle avdet ederseniz biz de size kâfirleri musallat kılmakla avdet ederiz ki, mağlup ve düşmanınızın kahrı altında makhur ve münhezim olursunuz ve dünyada şu perişanlık sebe­biyle ibâdât-ı saireyi yoluyla edadan inhirafınıza bâdı olacağı ci­hetle âhirette dahi rezil ve rüsva olmanıza sebep olur. Velhasıl şevket-i İslâmiyeyi muhafaza kılıçla olacağından kılıcını düşmana karşı isti'mâlden istinkâf dünyada ve âhirette fezâhatı mucip ol­duğu gibi a'dâya karşı hüsn-ü isti'mâl dareynde selâmeti mukte-zîdir. Ve eğer siz kıtalde tekâsül ederseniz askeriniz ne kadar çok olsa size menfaat vermez ve a'dâmzın tasallutunu sizden defede-mez. Zira Allah'ın nusret ve muaveneti; imanında kâmil olup emr-i Resulullah'a asla muhalefet etmeyen mümin-i kâmillerle beraber­dir. Binaenaleyh; imanında kemâli olmayan fâşıklar nusret-i ilâ-hiyeye mazhar olamazlar.] Şu halde Vacip Tealâ'nm müminlere nusreti vaadi, müminlerin tamamıyla şeriata temessük edip iba­dete devamlarıyla meşruttur. Binaenaleyh; ahlâkı sukuut etmiş ve taat-ı ilâhiyeden çıkmış olan milletler her zaman inkıraza mah­kûmdurlar.

Bu âyette hitabın tehekküm tankıyla kâfirlere olmasıyla mü­minlere olması beyninde ihtilâf deveran etmekteyse de esah olan hitabın ehl-i imana olmasıdır. Çünkü fetihle hitap; ^ehl-i imana olmak, lâyık olduğu gibi âyetin Bedir vakası akabinde nazil olması dahi müminlere hitap olmasını te'yid eder. Binaenaleyh; mümin­lere hitap olarak verilen manâ nazar-ı itibare alınmak lâzımdır.[13]

 

Vacip Tealâ resulüne itaat edenlere muavenet edip itaati ter-kedenlere düşmanlarını musallat kılacağını beyandan sonra ita-atla emretmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Allahii Tcalâ'ya ve resulüne itaat edin ve ke-limc-i hakkı ve bilcümle ahkâm-ı şer'iyeyi resulünden işitir oldu­ğunuz halde Allah'ın ve resulünün emrinden i'raz etmeyin ki mer-tebe-i imandan sukuut etmeyesiniz ve şol münafıklar gibi olmayın ki, onlar Resulullah'ın muvacehesinde «Sözünü işittik» derler, halbuki itaat eder ve teslim olurcasma işitmezler, belki hiç duy­mamış gibi bulunurlar. Siz de onlar gibi olmayın ki zahiriniz ba­tınınıza muvafık olsun ve onların mesleğine sülük etmeyin ki, ukalâ mertebesinden sakıt olmayasımz. Zira; indallah hayvanatın en ziyade şerlisi hakkı işitmeyen ve söylemeyenlerdir. Çünkü; on­lar her ne kadar ukalâ suretinde zuhur etmişlerse de hakikatta zümre-i ukalâdan ma'dud değillerdir.] Zira; akıllarını mahall-i lâyıkına sarf etmezler.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ'ya itaatin zikri resulüne itaatin mukaddimesidir ve Allahü Tealâ'ya itaatin, resulüne itaatla hasıl olacağına tenbih içindir. Emr-i cihat; bezl-i mal ve itlâf-i nefisle husul bulacağından her insan için müşkül olduğu cihetle Vacip Tealâ cihat hususunda kullarının resulüne itaat etmelerini emredip muhalefetten şiddetle nehyetmiştir.

Vacip Tealâ akıllarından istifade etmeyen insanların behâ-imden daha fena olduklarını beyan buyurdu. Zira behâim; âhiret-çe mes'ul değillerdir, lâkin insanlar mes'uldürler ve bu misilli in­sanlar hayvanat-ı saireden temeyyüz ettikleri halde akıllarını zayi ettikleri için behaim derekesinden de daha aşağı addolunmuşlardır.

Hulâsa; Vacip Tealâ bu âyette resulüne itaati vücubunu vü-cuh-u adîdeyle te'kid buyurmuştur. Zira; resulüne itaatin kendine itaat olduğunu beyan buyurduğu gibi itaatli emrin akibinde ita-attan i'razmı nehyetmek suretiyle te'kid ve zahirde «Yâ Resulal-lah! Sözünü işittik» deyip de hakikatta işitmeyen münafıklar gibi olmayın» demek ve resulüne itaat etmeyenleri behâim derekele­rine tenzil ve belki behâim derekesinden de iskaat etmek suretiyle dahi itaatin vücubunu te'kid buyurmuştur.[14]

 

Vâeip Tealâ hakkı işitmeyen ve söylemeyenlerin behâimden daha kötü olduklarını beyandan sonra behâim derekesinden daha aşağı olmalarının sebebini beyanla bir kat daha zemmetmek üzere buyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ onlarda hayır olduğunu bilmiş olsaydı on­lara hak sözü işittirirdi ve lâkin onlarda hayır olmadığını bildiğin­den işittirmedi. Eğer hayır olmadığını bildiği halde onlara hak sözü işittirmiş olsaydı, onlar kalpleriyle haktan i'raz edici olduk­ları halde zahirde dahi işitmekten yüz döndürürlerdi.]

Yani; Allahü Tealâ onlarda hayır olduğunu bilmedi, çünkü; hayır yok ki bilinsin. Bu makamda nefyolunan. hayırdır, yoksa ilm-i ilâhi değildir. Şu halde bu misilli kimselerin hakkı işitmeme­lerinin illeti onlarda hayır olmamaktır. Binaenaleyh; hayır olma­dığı halde Allahü Tealâ işittirecek olsa bile onlar kalpleriyle red­dedecekleri gibi yüzleriyle dahi i'raz edecekleri şüphesizdir ve i'razları daimidir. Çünkü; Allah'ın işittirdiği surette i'raz edince işittirmediği surette i'raz edecekleri evleviyetie sabittir. Binaena­leyh; işittirmekte fayda yoktur. Velhasıl hak sözü işitmek şanla­rından değildir. Zira hayır yoktur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nü­zulü; kâfirlerin Resulullah'a «Sen bize cedd-i a'lâmız olan (Kusayy b. Kilâb)'ı ihya et. O bize senin hakkaa resul olduğuna şehadet etsin ki bilelim ve iman edelim» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer emvatm ke-lâmıyla intifa' edeceklerini Allahü Tealâ bilseydi onlara (Ku­sayy) ve (Kusayy)'m emsali ölülerin kelâmlarını ve şehadetlerini işittirirdi ye lâkin intifa etmeyeceklerini bildiği için onlara işittir­medi ve eğer intifa' etmeyeceklerini bildiği halde ölülerin sözle­rini işittirmiş olsaydı inatlarından dolayı onlar i'razda musir olur­lardı] demektir. Zira âdetleri; daima haktan i'raz etmektir ve me'lûf oldukları küfrün icabı da budur. [15]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin hakkı işitmeye kaabiliyetleri olmadı­ğını beyan ettiği gibi ehl-i imana hakkı işitmeyi ta'lim ve tavsiye­nin ve Allahü Tealâ'nın ve Resulünün emrine icabetin vücubunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Allah'ın emrine imtisal ve nehyinden içtinap ve ahkâmına temessük ve ResuluUah'ın sünnetini ihya ve âdâb ve ahlâkını kabul etmek suretiyle Allahü Tealâ'nın ve Resulünün da­vetlerine icabet edin ve bilhassa Resulullah sizi maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî menfaat verecek ve ihya edecek ulûm-u diniye ve maârif-i ilâhiyeye davet ettiğinde hemen vakit fevtetmeksizin icabetiniz vaciptir.] Çünkü; davet-i Resule icabet etmeyen kimse iman etmiş olmaz. [Ve şurasını da iyi bilin ki, Allahü Tealâ kulu­nun kalbiyle kendi beynine hâil ve bütün esrara vakıf olur.] Bina­enaleyh; davete icabetin ihlâsa mukaarin olması lâzımdır. Zira; ihlâsa mukaarin olmayan icabete itibar yoktur. [Ve ancak Cenab-ı Hakkın huzur-u manevîsine haşrolunursunuz.] Şu halde ibadeti­nizi ve icabetinizi ihlâs ve teslimiyet üzere edâ edin ve marzî-i ilâ­hiye muvafık surette husul bulsun ki faydasını göresiniz. Çünkü; herkes ameline göre cezalanacaktır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet ehl-i riyayı ve davete ica­bet etmeyen âsîleri tehdid ve ehl-i imanı ihlâsa terğib etmiştir. Tehdid ise vacibi terk üzerine terettüb ettiği cihetle dâvet-i Resule icabetle vâki olan emr-i İlâhinin vücub için olduğuna âyet delâlet eder.

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Kaazî ve Hâzin'ih beyanları veçhile (Ebu Hüreyre) Hazretlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerif dahi davet-i Resule icabetin vacip olduğunu te'yul etmektedir. Şöyle ki: Birgün Resulullah (Übeyy b. Kâ'b) Hazretlerinin kapısı önün­den geçerken müşarünileyhi çağırdı.    Übeyy (R.A.) ise namazda bulunduğundan derhal davet-i Resule icabet edemedi. Namazdan fariğ olunca huzur-u nebeviye geldi. Resulullah «Yâ Übeyy! Bana icabetten seni kim menetti?» diye suâl buyurması üzerine Hz. Übeyy «Yâ Resulallah! Namaz kılardım» dedi. Resulullah «Cenab-ı

Hakkın kavlini işitmedin mi», buyurdu. İşte şu kelâm-ı nebevi emrin vücub için olduğuna delâlet eder. Çünkü; derhal icabeti terk üzerine Resulullah'm levmetmesi emrin vücub için olduğunu te'yid etmiştir. Zira; emir vücub için olmasa Resulullah levrnetmezdi. Resulullah'm her emri bir davet hük­münde olduğundan icabetin' vücubu umumîdir. Bazı ulema «Na­mazın ikaamesi emr-i ilâhi ve emr-i Resule icabet olduğu cihetle diğer bir emre icabetle namazı kat' etmek caiz değildir» demiş-lerse de Resulullah'm daveti bir emr-i mühim için olmak ihtima­line binaen namaz kılan kimsenin davet-i Resule icabet için na­mazı katletmesi emr-i lâzımdır. Zira; Resulullah'm her daveti in­sanların hayat-ı maddiye ve maneviyelerine bâdî olduğu cihetle

Vacip Tealâ buyurmuştur. Yani «Size hayat-ı ebediye verecek ahkâma davet ettiğinde davetine icabet edin» de­mektir.

Fahri Râzi ve Kaazi'nin beyanları veçhile davet-i Resulün ih­ya edeceği şeyle murad; cihattır. Ve bu makama münasip olan da budur. Çünkü; bu âyet cihada müteallik olan âyetler akibinde vü-rud ettiği gibi cihat, İslâmın bekasına ve kuvvetine sebep olup ci­hadı terk ise a'dâmn galebesine ve dinin inkırazına bâdî olacağı cihetle bilumum ehl-i imanı ihya edecek cihattır. Buna nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Ey ehl-i iman! Allahü Tealâ ve resulü sizi ihya edecek cihada davet ettiklerinde derhal icabet edin, muhare­beden çekinmeyin. Zira; Allahü Tealâ kalplerinizde olan korkula­rınızı şecaata tahvil ve azimetinizi tespit eder ve metanet verir. Binaenaleyh; korkmayın harbe cüret edin ve eğer harpten kaçar emr-i resule muhalefet ederseniz huzur-u ilâhiye haşrolunup ceza göreceğinizi düşünün] demektir. Bazı rivayete nazaran Allahü Tea-lâ'nm insanla kalbi beynine haylûletiyle murad; Ölümdür. Buna na­zaran âyetin manâsı: [Ey müminler! Allahü Tealâ ve Resulünün davetine icabet edin ve şunu bilin ki bir kimse vefat edince Allahü Tealâ o kimsenin ameliyle kendi beynine hail olur. Çünkü; o insanda ibadete takat kalmaz. Şu halde her kimsenin vefat etmez­den evvel amel-i salihe sa'y etmesi emr-i mühim] demektir.

Hulâsa; insanlara hayat verecek ahkâma Resulullah davet edince Allah'ın ve Resulünün davetlerine icabet etmek ehl-i iman üzerine vacip olduğu ve Allahü Tealâ'nın kulunun kalbiyle kendi kalbi arasına ilmi hail olup kalbinde olan esrara vakıf olduğu ve binaenaleyh; kullarının amellerini ıslah etmek lâzım geldiği ve ancak huzur-u ilâhiye cem* olunup amellerinin cezasını görecek­leri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[16]

 

Vacip Tealâ ahval-i kalbe muttali olduğunu beyan ettiği gibi umuma nazil olacak belâyâdan sakınmak lâzım olduğunu dahi be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Şol fitneden sakının ki o fitne yalnız sizden zulmedenlere isabetle iktifa etmez, belki umumunuza birden isa­bet eder ve şunu bilin ki Allah'ın azabı şiddetlidir.]

Yani; adaletinizi iskat ve mürüvvetinizi izale ve eseri umu­munuza sirayet edecek musibeti icab eden ma âsîden içtinab edin ki, o ma'siyetin eseri yalnız sizden zulmeden ve o ma'siyete cüret edenlere münhasır kalmayıp belki umumunuza isabet eder ve siz bilin ki, umuma zararı isabet edecek kimselere Allah'ın azabı deh­şetlidir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrf nin beyanları veçhile bu âyette Vacip Tealâ zararı umumi olan günahlardan sakınmakla emretti kî, insanlar yekdiğerine mazarrat verecek cürümde bulunmasın ve mümkün olan intizamını âlem muhafaza etsin. Çünkü; zina ve li-vata gibi günahlar tâûn ve veba misilli umumi belâyâya sebep ola-, cağı gibi, ölçek ve terazide noksan vermek ve ihtikâr etmek de kaht u galaya sebep olur. Haktan sükût ve emribilmaruf ve riehyi-anilmünkerde müdahene eylemek âsînin isyanına rızayı ve bid'at-ların zuhuru kelime-i İslâmiyenin dağılmasını ve sözlerin bir araya gelmemesini ve erar-i cihatta tekâsül; küffarın galebesini icab et­tiğinden bunlardan ve bunların emsali umumi belâyânın isabetine sebep olacak günahlardan her müminin ihtiraz etmesi lâzım oldu­ğunu Vacip Tealâ tavsiye buyurmuştur.                                     .

Gerçi şu günahların faili hususi eşhas ise de beyan olunduğu veçhile bu günahların eseri dünyaca umuma sirayet ettiğinden umumun menetmesi umur-u lâzımeden olduğu halde menetmedik­leri cihetle o günahın dünyaca azabında umum müşterek olurlar. Şu halde insan bazı günahı yalnız kendi işlerse de onun şeameti bütün dünyayı ihata eder. Binaenaleyh; bilumum ebnâ-yı cinsini mutazarrır kılar. Bu hali nazar-ı dikkata alarak her şahıs nefsine ve ebna-yı cinsine merhamet ve insaf edip de maâsîden herhalde tevakki etmesi lâzımdır ve şu lüzumu bu âyet-i celile ehl-i imana tavsiye ve tenbih ediyor.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette sıyğa-i nehiy olduğuna nazaran fitne isabetinden nehyetmek; ukalâyı zulümden ve ehl-i imanı ma'siyete cüretten nehyetmektir. Çünkü fitne; akıl sahibi olmadığından nehyolunmaya şayan değildir. Şu halde «Fit­neye sen isabet etme» demek «Sana cüret edecekler cüretedip de isabetine sebep olmasınlar» demektir. Zulüm, cümle ukalâya nis­petle çirkinse de bilhassa ehl-i imana daha ziyade çirkin olduğuna işaret için zalimlerin ehl-i ifnandan olmasını Cenab-ı Hak lafzıyla takyid buyurmuştur. Çünkü ittikaa ile hitap; ehl-i imana olduğundan ile hitap da ehl-i imanadır. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Resulullah'm Allahü Tealâ bazı kimsele­rin ma'siyetiyle umuma azap etmez, ancak onlar aralarında bazı kimselerin ma'siyetlerini görüpvde o ma'siyetten    onları menetmeye kaadir oldukları halde menetmezlerse işte o zaman Allahü Tealâ günahı işleyenlere günahlarından dolayı ve günah işleme­yenlere o günahtan men'e muktedirken menetmediklerinden do­layı cümlesine azab eder» buyurduğu mervidir.[17]

 

Vacip Tealâ resulüne itaatla emir ve ma'siyetten nehyettikten sonra emir ve nehyini te'kid ve vermiş olduğu nimetleri ta'dadla kullarını şükre davet etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i iman! Zikredin şol zamanı ki o zamanda yeryüzünde siz gaayet az bir kimseler olduğunuzdan herkes sizi zayıf addedi­yor, gözüne kestiriyordu. Binaenaleyh; siz, nasın ve bilhassa Fa-ris'Ie Rum ve Kureyş müşriklerinin lokma edip ayakları altında hakir ve zelil olmanızdan korkuyordunuz. Çünkü; İslâmın haricin­de olan bilcümle nas size düşmandı. Haliniz böyle olduğu halde Cenab-ı Hak sizi Medine'ye iskân etti, orasını size mesken, me'va ve melce' kıldı, nusretiyle sizi te'yid etti ve âleme gaalip kıldı. Binaenaleyh; cümle âlem sizi tanır ve sayar oldu ve herkese helâl kılmadığı emval-i ganimetin tayyibâtûıdan sizi merzuk kıldı ki Allah'ın şu ta'd ad olunan nimetlerinin şükrünü eda edesiniz.] Zira bu nimetlerin bekaası; şükrünü edaya bağlıdır, eğer şükrünü eda etmezseniz zevale ma'ruzdur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile arzla murad; arz-ı Mekke'dir. Buna nazaran ehl-i imanı zayıf addeden nasla murad; Kureyş müş­rikleridir, yahut hitap bilcümle Araplaradır, Çünkü; o zamanda Araplar Acemlerle Rumlar elinde hakir ve zelillerdi. Ehl-i imanın kılleti biraz zaman devam ettiğine işaret için ehl-i imanın kılletini beyan hususunda devama delâlet eden   cümle4 ismiye   varid olmuştur. Yahut nasla murad*; yalnız Kureyş değil belki cemi-i nas-tır. Çünkü; o zamanda İslâm'ın harici olan cümle nas ehl-i İslâmın zıddı ve düşmanı olup kâffesi ehl-i İslâmı ihlâk etmek isterlerdi ve ehl-i İslâmın devam üzere onlardan korktuklarına işaret için istimrara delâlet eden muzari sıyğasıyla varid ol­muştur,                                           

Cenab-ı Hakkın nusretiyle murad; ensar-ı ki­ramın ehl-i İslama muzahereti ve Bedir gazasında meleklerin im­dada gelmesiyle hasıl olmuştur veyahut bilumum nusret-i ilâhiye-ye şamildir.

Hulâsa; iptida-yı İslâmda İslâm'ın kalil ve zayıf ve devam üzere nastan korkar oldukları halde sonra Cenab-ı Hakkın Medi­ne'yi onlara me'men kılmasıyla düşmanlarının şerrinden bir dere­ce emin olmaları ve yevm-i Bedir'de ve sair gazevâtta nusrete nail olmakla zilletlerinin izzete ve kılletlerinin kesrete ve zaaflarının kuvvete ye ümem-i saireye haram olan emval-i ganimetin onlara helâl olmasıyla fakırlarının gınaya tebeddül ettiği ve şiddetten suhulete ve belâdan nimete îsâl etmekten maksat ehl-i imanın.şük­retmesi ve taatla meşgul olması olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Çünkü; nimete nail olmak hüner değildir. Belki hüner; o nimetin kadrini bilip şükrünü eda etmektir. Zira şükrü eda olunmayan nimet; her zaman zevale ma'ruz ve sahibi hâib ü haşirdir.[18]

 

Vacip Tealâ emval-i ganimeti helâl kıldığını ve nusretiyle te'-yid ettiğini ve bu nimetlere karşı kullar için şükretmek lâzım ol­duğunu beyan ettiği gibi Allahü Tealâ'ya ve resulüne hıyanetten dahi nehyetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Allahü Tealâ'ya ve Resulüne ve size ahar ta­rafından konmuş olan emanetlere hıyanet etmeyin. Halbuki siz hıyanetin kübhunu bilirsiniz ve siz iyi bilin ki mallarınız ve sevgili evlâdınız hakkınızda iptilâ ve fitnedir ve şunu da bilin ki hıyanet etmeyenlere Allahü Tealâ indinde mahfuz büyük ecir vardır.]

Fahri Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanları veçhile Allahü Tea-lâ'ya ve Resulüne hıyanet; feraizi, sünen ve âdabı, kullarına ıslah için vaz'etmiş olduğu havanını, ahkâmı terk ve ihlâl etmek sure­tiyle olur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Şu ahkâmı ve vâcibâtı terketmek suretiyle Allah'a ve resulüne hıyanet etmeyin] demek­tir. Çünkü; nefse gadirdir. Gadir ise daima mazarratı mucip oldu­ğundan her âkilin hıyanetten ihtiraz etmesi lâzımdır.   .

Yahut hıyanet le murad; zahiri batınına uymamaktır. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey müminler! Zahirde gösterdiğiniz a'mâlin hilâfına batınınızda birtakım fena ahlâkı gizlemekle Al­lah'a ve resulüne hıyanet etmeyin] demektir.

Yahut hıyanet le murad; emval-i ganimette hıyanettir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Emval-i ganimeti taksimden evvel nefsinize sarfla hıyanet etmeyin] demektir. Şu manâlardan her­hangisi murad olunsa hıyanetin menhî ve haram olduğuna delâlet eder. İnsanların yekdiğerine ihtiyaçları cümlesinden olmak üzere birbirine emanet vaz'etmek icab ettiği cihetle vaz'olunan emaneti muhafaza lâzım olduğundan Cenab-ı Hak emanetlere hıyanetten dahi nehiy buyurmuştur. Emanetlere hıyanet; ekseriya evlâd ü ıyale sarfetmek ve onlara muhabbet sebebiyle olduğundan Ce­nab-ı Hak evlâdın ve emvalin fitne olduğunu beyan buyurmuştur.

Emanete hıyanetin başlıca sebebi; evlâd gü ıyal maişeti ve mu­habbeti olduğuna bu âyetin sebeb-i nüzulü delâlet eder. Çünkü; Resulullah Yehûddan (Beni Kureyza) kabilesini yirmi bir gün muhasara edince Yehûd, Şam'da (Eriha) denilen mahalle gitmek üzere müsaade ve musalaha taleb ettilerse de Resulullah müsaade etmedi. Ancak ashaptan (Sa'd b.^Vfuaz)'ın hükmüne razı ve kani olmalarını emretti. Onlar da ashaptan (Ebu Lübabe)'yi lieclil'is-tişâre kendilerine göndermesini istirham ettiler. Çünkü; (Ebu Lübabe)'nin   malı ve evlâd ü lyali onların   yanında olduğundan (Ebu Lübabe) malının ve evlâdının muhafazası ve muhabbeti için onlara hayırhah ve nâsıh idi. Binaenaleyh; (Ebu Lübabe)'ye emin oldukları için istişareye onun gönderilmesini istirham ettiler ve Resulullah da onu gönderdi. (Ebu Lübabe) Beni Kureyze'nin nez-dine varınca «Sa'd'm hükmüne, razı olmanız boğazınızı kesmektir» demeye işaret için elini boğazına koydu. Onun bu hareketi üzerine derhal bu âyet-i kerime nazil oldu. (Ebu Lübabe) işbu hareketin­den nedamet ederek mescitte kendini direğe bağladı ve tevbesinin kabulüne kadar böylece duracağını söyledi. Yedi gün sonra tevbe­sinin kabulünü Resulullah- haber verdi ve direkten çözdü. (Ebu Lübabe)'nin Yahudilere «Sad'ın hükmüne razı olmayın» diyerek işareti malına ve evlâdına muhabbetindendi, yoksa imanında ha­lel olduğundan değildi. Binaenaleyh; furuâtta hata olduğu cihetle tevbesi kabul olunmuştur. Çünkü; müşarünileyh sahabe-i kiramın meşhurlarındandır. (Ebu Lübabe)'nin bu hatası malına ve evlâ­dına muhabbetinden olduğuna binaen Cenab-ı Hak «Malınız ve evlâdınız, hakkınızda fitnedir» buyurdu.  

Hulâsa; Allah'ın ve resulünün evamir ve nevâhîsinde ve mut-lakaa emanâtta hıyanetin hiçbir veçhile caiz olmadığı ve emval ve evlâdın insanlar hakkında mihnet ve meşakkat olduğu ve hıyanet etmeyenler için âhirette ecr-i azîm bulunduğu bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir.[19]

 

Vacip Tealâ emval ve evlâdın fitne olduğunu beyanla onlara fart-ı muhabbetin caiz, olmadığına işaretten sonra ittikaanm lüzu­munu ve ittikaanın insanların mağfiretlerine sebep olduğunu be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Allah'a ve Resulüne ve emanâta hıyanetten ve sair meharimi irtikâb etmekten ittikaa eder ve nefsikuzi sakınırsa­nız Allahü Tealâ sizin için hakla batıl beynini tefrik edecek hida­yet halkeder Ve bu hidayet sebebiyle menfaat ve mazarratınızı tef­rik eder, menfaat cihetini takib ederseniz şu minval üzere ittikaa ederseniz Allahü Tealâ' günahlarınızı setreder ve bütün hataları­nızı mağfiret buyurur ve Allahü Tealâ ittikaa eden kullarına fazl u ihsan sahibidir.]

Furkan'la murad; Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hakla batıl beynini tefrik eden nusrettir. Çünkü nusret; muhikle muptil bey­nini tefrik eder. Zira müminlerin ittikaası üzerine terettüp eden nusret; müminleri i'zaz, kâfirleri izlâî ettiğinden haklıyla haksız beynini tefrik eder.

Yahut furkanla murad; nurdur. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer maâsîden nefsinizi sakınırsanız Allahü Tealâ kalbiniz­de bir nur ve inşirah halkeder ki, o nur sebebiyle hakkı batıldan ve hatâyı savaptan ve ilham-ı ilâhiyi iğvâ-yı şeytanîden tefrik eder­siniz] demektir.                                      .        .

Yahut furkanla murad; marifet-i kalbiyedir. Buna naza­ran manâ-yı âyet: [Eğer ittikaa ederseniz Allahü Tealâ kalbinizde bir marifet halkeder ki, o marifet sayesinde kalplerinizde olan gıl ü gış, hıkd ü hased gibi ahlâk-ı rezile zail olur. Binaenaleyh; sa-lâh-ı hâl kesbedersiniz] demektir.

Bu misilli makamda şartın vücudu cezanın vücudunu müstel-zim olduğunu beyan için edat-ı şartla varid olduğundan «Vacip Tealâ şektea münezzeh olduğu halde niçin şek ile irad etti?» de­nemez. Çünkü maksat; şart olan takvanın vücudu ceza olan furka-nın halk ve seyyiatm kefaret ve mağfiret olunmasını beyan etmek­tir. Şu halde şek; ibada râci' olup Allahü Tealâ'ya râci' değildir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile seyyiâtın k e faretiyle murad; günahların dünyada setrolunması ve mağfiretle murad; âhirette bilkülliye mahv ü izalesi olduğundan âyet­te tekrar yoktur.

Vacip Tealânın lütuf ve ihsanı olan mal, meth ü sena ve elemi defi' gibi şeyler bir ivaz   mukaabilinde olmayıp   mücerret fazl-ı ilâhi olduğu cihetle   fazıl;   azametle tavsif olunmuştur.

Hulâsa; Allah'a ittikaanm hariçte nusret ve kalpte hakla batıl beynini tefrik edecek bir nur halk olunmasına sebep olduğu ve gü­nahların kefaret ve âhirette mağfiret olunmasına dahi sebep oldu­ğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[20]

 

Vacip Tealâ müminlere vâki olan nimetlerini ta'dad ettiği gibi bilhassa Resulullah'a lütfetmiş olduğu nimetlerden bazılarını dahi ta'dad etmek üzere  buyuruyor.

[Yâ Ekrem-cr Rusülî Zikret şol zamanı ki o zamanda kâfirler seni hapis veyahut katil veyahut Mekke'den çıkarmak suretlerini istişare ederek hile ve hud'a etmişlerdi. Onlar seni ihlâke dair olan müşaverelerinin neticesini saklarlar. Ali ahu Tealâ onlar için ha­zırladığı kahrını saklar. Zira Allahü Tealâ; saklayıcıların en hayır­lısı ve kavîsidir.j Çünkü; Allahü Tealâ onların hilelerine karşı hile muamelesini en güzel yapıcıdır.

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Kaazî ve Hâzin'in beyanları veçhile âyet-i celile.her ne kadar Medine'de nazil olmuşsa da Mekke müş­riklerinin (Darünnedve)'de vâki olan istişareleri üzerine Resulul-lah'm hicreti sebebiyle onların şerrinden halâs olduğuna dair Ce-nab-ı Hakkın in'âm buyurmuş olduğu nimetini bu âyetle beyan ve tasvir ediyor. Çünkü; ensar-ı kiramın Resulullah'a iman etmeleri üzerine Kureyş Resulullah'ın galebesinden havf ve endişe ederek (Darünnedve)'ye içtimâ' ettiklerinde İblis de (Şeyh Necdî) sure­tinde geldi, Müşavereye mübaşeret ettiler. (Ebulbuhteri) «Mu-hammed (S.A.) i hapsedelim vefat edinceye kadar çıkarmayalım» dedi. Şeytan "Bu rey hatadır. Zira; Muhammed (S.A.) in kabilesi çok, size mukaabele ederler ve hapisten çıkarİrlar. Beyninizde bü­yük mukaatele zuhur eder» deyince cümlesi İblis'in reyini tasvib ettiler. Bundan sonra (Hişam b. Arar) «Benim reyim : Muhammed (S.A.) i bir deveye irkâpla Mekke diyarından çıkarmalı, elinden kurtulmalıyız» dedi. İblis bu reyin de hata olduğunu beyan ederek «Muhammed (S.A.) in veçhi güzel, lisanı tatlı ve kuvve-i müdafaa ve cazibesi mükemmel. Her nereye gitse herkes kendine ittibâ' eder. O zaman birçok teb'asıyla gelir, sizinle harbeder. Başınız bü­tün dert içinde kalır» deyince cümlesi İblis'i tasdik ettiler. Badehu (Ebucehil) «Bu bapta benim reyim : Kureyş'in her kabilesinden birer delikanlı intihabıyla ellerine birer kılıç vermeliyiz. Cümlesi birden hücumla Muhammed (S.A.) i katletmeliler. Beni Haşim bütün Kureyş'le mukaatele edemezler. Binaenaleyh; diyete razı olurlar. Biz de diyetini vermekle halâs oluruz» dedi. İblis de bera­ber olduğu halde istişare meclisi bu reyi uygun görmekle meclise hitam verdiler. Şu istişarenin hulâsasını Cibril-i Emin Resulullah'a haber verip Medine-i Münevvere'ye hicret etmesine işaret etmesi üzerine hane-i saadetinde Hz. Ali'yi bıraktı. Ebubekir Hazretleri maiyetinde olduğu halde meşhur gaar-ı şerifi bir müddet ikaamet-lerine me'men ittihaz ettiler. Sabah vakti Kureyş hazelesi Resulul-lah'ı ızrar kasdıyla geldikleri zaman makam-ı nebide emanetleri sahibine teslim etmek için Hz. Ali'yi buldular. Çünkü; Resulul-lah'ın sıdkma ve emaneti muhafazasına emin olduklarından bil­cümle Kureyş kıymetli mallarını Resuluilah'a emanet ettikleri ci­hetle mevcut emanetleri erbabına vermek üzere Hz.'Ali'yi maka­mında bırakmıştı. Kureyş Hz. Ali'den Resulullah'ın teşriflerini ha­ber alınca Resulullah'm izini takib ederek gaar-ı şerife kadar gel­diler. Fakat gaarın kapısında örümcek ağlarını ve güvercinleri ve yuvasını görünce Resulullah'm orada bulunmadığını zannettiler. Biimediler ki, cümle eşya ve zerrât-ı cihan hak-i pay-i nebiden is-timdad eder ve emrine müheyyadır. Binaenaleyh; döndüler ve git­tiler. Resulullah üç gün o makamda beytutet ve istirahat ettikten sonra Medine'ye azimet buyurdular. İşte âyet; bu vak'ayı tasvir eder. Çünkü; âyet (Darünnedve)'de vâki olan üç reyi beyan ediyor.

Mekir ; hile ve hud'a manâsına olup Cenab-ı Hakkın ira­desini icrada hile ve hud'aya ihtiyacı olmadığından bu makamda Allah'ın mekri;, onların mekr ü hilelerini kendi ayaklarına dolaş-tirmaktan ibarettir. Çünkü; onlar katletmek üzere toplanmış ol­dukları halde gözleri önünden Resulullah'm çıktığını Cenab-ı Hak onlara göstermedi ve şerlerinden muhafaza etti.

Yahut Allah'ın mekri yle muraji; onların hilele­riyle kendilerine mücazat etmektir. Çünkü; onlar Resulullah'ı Mek­ke'den ihraç veyahut katletmek üzere karar yerdiler. Allahü Te-alâ onları Mekke'den ihraç ve Jtedir'de katletmek suretiyle kendi kararlarını kendilerinde icra buyurdu.

Yahut Allah'ın mekri; Bedir gazasında Allahü Tealâ ehl-i İslâmı onların gözlerine az göstermek suretiyle onlara hücuma cesaret verip kâfirler de hücum edince .ehl-i İslâmın kı­lıçları altında helak olmalarıyla onlar hakkında mekr-i jld/ıi zuhur etmiştir. Şu manâlardan hangisi murad olunursa olunsun Allahü Tealâ'ya mâkir ıtlakma izn-i şer'î varid olmuşsa da noksan iyha-mından hâlî olmadığı cihetle ehl-i sünnet indinde te'vilsiz mâkir ıtlak olunmaz. Binaenaleyh; bu makamda mâkir ıtlakı mecaz ol­duğu gibi kâfirlerin mekrine müşakele suretiyle varid olmuştur.

Hulâsa; ehl-i Mekke'nin Resulullah'ı hapis veya katil veyahut Mekke'den ihraç etmek, suretlerinden birini ihtiyar etmek üzere (Darünnedve) de istişare ettikleri ve onların bu hususta hilelerine karşı Cenab-ı Hakkın resulünü muhafaza etmek suretiyle onlara hiyle muamelesi yaptığı ve Allahü Tealâ mâkirlerin hayırlısı oldu­ğu cihetle sevgili kullarını düşmanlarının şerrinden muhafaza ede­ceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[21]

 

Vacip Tealâ Kureyş'in Resulullah'a vâki olan mekirlerinde bazı nev'irii beyandan sonra nev'-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler üzerine bizim âyetlerimiz tilâvet olunduğunda onlar »Biz onu çok işittik, istemiş olsaydık biz de bu kadarı söylerdik. Zira; Muhammed (S.A;) in söylediği olmadı, illâ evvel geçen üm­metlerin haber ve yalanlarıdır» derler,]

[Yâ Ekrem-er Rusül! Zikret şol zamanı ki, o zamanda onlar dediler ki, «Ya Rabbiî Eğer Muhammed (S.A.) in söylediği sözler ve getirdiği din haksa kendi indinden bizim üzerimize semadan taş yağdır veyahut bize acıtıcı azap getir ki, biz muazzap olalım.»]

Yani; kâfirler üzerine bizim vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimiz okunduğunda onlar kemâl-i cehalet ve fartı gafletle­rinden ve Kur'an'ı tekzibe olan inhimaklerinden neş'et ederek de­diler ki, «Eğer söylemek istemiş olsaydık Kur'an'ın emsalini biz de söylerdik. Zira; bu Kur'an hiçbir şey olmadı, ancak evvel geçen ümmetlerin kitaplarına yazdıkları yalanlardan ibarettir». İşte bu sözleriyle Kur'an'a ve Kur'an'ı getiren Resule itiraz ettiler. Zikret Ey habibim! Şol zamanı ki, o zamanda kâfirler «Yâ Rabbi! Eğer şu Muhammed'in getirdiği Kur'an senin indinde haksa semadan üzerimize taş yağdır veyahut bize elem verici azap getir» dediler.

Fahri Razi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet-i celile; (Nadr b. Haris)'i zem için nazil olmuştur. Çünkü; (Nadr) Rum ve Fâris ve sair bilâd-i Acemi seyr ü sefer eder ve (Rüstem) ve (İsfendiyar) kıssalarım bilir, Mekke ahalisine bazı zamanlar hi­kâye ederdi. Binaenaleyh; ahaliye malûmatfuruşluk taslar ve bu hususta ahalinin bilgisi olduğundan şu âyetin tasvir ettiği kelâmı söylemeye cüret etmişti. Şöyle ki: Resulullah Mekke'de Kur'-an'ıyla ümem-i maziyenin ahvalini haber verince (Nadr) «İster­sem bunun emsalini ben de( söylerim» dedi. (Osman b. Maz'un) mukaabelede bulundu. (Nadr b. Haris) gazab ederek «Yâ Rabbi! Şu gelen' Kur'an haksa üzerimize   semadan taş yağdır» veyahut ümem-i salifeden bazılarını ihlâk ettiğin azabının bir nev'ini bize de gönder bizi ihlâk et» diyordu.

Mekke ahalisi muaraza için birçok sebeblere tevessül edip fu-saha ve büleğası toplandıkları halde Kur'an'm kısa bir sûresinin bile mislini getiremedikleri cihetle Kur'an'a muârazadan âciz ol­dukları güneş gibi meydanda ve Kur'an'm fesahati savt-ı bâlâ ile kulaklarını hergün dövüp dururken hiçbir şeye kaadir olamadık­ları halde «İstesek biz de mislini getirirdik» demeleri sırf inattan ileri gelme bir mükâbere ve gülünç bir münazaradır. Bu sözü söy­leyen yalnız (Nadr) olduğu- halde bu söze cümlesi razı olduklarına

işaret için lâfzı cemi' sıyğasıyla varid olmuştur. Yahut kavmin reisi olmasına binaen cemi' sıyğasıyla varid olmuştur ki, reisin sözü etbaına da şâmildir ve (Nadr) da bu âyette istediği azabı Bedir gazasında buldu. Çünkü; (Nadr) Bedir'de katlolunan

kâfirlerdendir. âyeti bunun hakkında nazil olduğu gibi Kur'an'da bunun hakkında nazil olan âyet on adedi mütecavizdir.[22]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin istedikleri azabın Resulullah içlerinde olduğu halde nazil olmayacağını beyan etmek üzere buyuruyor.        

[Habibim! Sen onların içinde mevcut olup onlar da istiğfar eder oldukça Allahü Tealâ onlara azab edici olmadı.]

Yani; kâfirler her ne kadar azabın eşeddine müstehaklarsa da yâ Ekrem-er Rusül! Sen onların diyarlarında mevcut olup içlerin­de bulundukça Allahü Tealâ onlara azab eder olmadı. Çünkü; ne­bisi içlerinde bulunduğu halde bir kavme Allahü Tealâ'nm azab etmesi âdet-i ilâhiyede cereyan etmemiştir. Kezalik onlar istiğfara devam eder oldukları halde Allahü Tealâ azab edici olmadı.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette istiğfar edenIerle murad; Resulullah'ın Mekke'den Medine'ye hicretinden sonra Mekke'de kalan müslümanlar ve onların istiğfarlarıdır. Zi­ra; Resulullah'ın hicretinden sonra Mekke'de istiğfar eder birçok ehl-i iman kalmıştı. Çünkü; Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyetin iptidası Resulullah hakkında nazil oldu ve Resulul-lah Mekke'den çıktı. Bir müddet sonra âyetin âhırı Mekke'de istiğ­far ederek bakî kalanlar hakkında nazil olup onlar da Mekke'den çıkınca Allahü Tealâ Mekke'nin fethine izin verdi. Binaenaleyh; Mekke'nin fethi vukubulmasıyla azab-ı ilâhi nazil oldu. Zira; Mek­ke'nin fethinde ahalisi birçok felâketlere düçâr olmuştu.

Yahut istiğfar edenIerle murad; müşriklerdir. Çünkü; Mekke ahalisi «Eğer Muhammed (S.A.) in dediği hak ise üzerimize taş yağdır veya azap gönder» dedikten sonra bu sözle­rine nedamet ederek kelimesiyle vaki olan hata­larına istiğfar ettikleri mervidir. Onlar istiğfar edince Allahü Te­alâ «Ehl-i Mekke istiğfar eder oldukları halde onlara Vacip Tealâ azab edici olmadı» buyurmuştur.

, Yahut istiğfarları farazidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Eğer onlar istiğfar etselerdi Allahü Tealâ onlara azab etmezdi. Lâkin istiğfar etmediler ve etmezler. Binaenaleyh; azaba müste-hak oldular] demektir.                              

Herhangi manâya hamlolunursa olunsun istiğfarın insanların azaptan selâmetlerine yegâne sebep olduğuna bu âyet delâlet-i vâ-zıhayla delâlet eder ve (Ebu Musel'Eş'arî) Hazretlerinin rivayeti veçhile Resulullah'ın, «Cenab-ı Hak benim ümmetime ijri necat verdi: Birincisi; benim onların içinde bulunmamda*. İkincisi; Onların hatalarına istiğfar etmeleridir» buyur­duğu kelâm-ı nebevileri de istiğfarın helakten kurtulmaya çare-i müstakille olduğunu te'yid etmektedir. Resulullah'ın «Ben gider­sem ilâyevmilkıyam onlara istiğfarı terkederim» buyurduğu dahi mervidir.

Yahut istiğfar la murad; kâfirlerin nesillerinden gele­cek ehl-i imanın istiğfarıdır. Şu halde «İlm-i ilâhide onların nesil­lerinden gelecek müminlerin şerefine ve onların istiğfarları sebe­biyle bunlar azab-ı dünyeviyle azap olunmazlar» demektir.[23]

 

Vacip Tealâ Resulullah mevcut   oldukça azap etmeyeceğini beyandan sonra kâfirlerin azaba istihkaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ne gibi şey mani olabilir Allah'ın onlara azab etmesinden ki, Allahü Tealâ onlara azab etmesin. Halbuki onlar Mescid-i Ha-ram'ı ziyaretten ehl-i imanı menediyorlar. Onlar, bu men'leri se­bebiyle azaba müstehaklardır ve onlar Meşcid'in velisi ve müte­vellisi olmadılar, ancak Mescid-i Haram'ıh mütevellisi, şirkten ve sair maâsîden ihtiraz eden müttekilerdir ve lâkin müşriklerin ek­serisi Meşcid'in mütevellisi müttekiler olduğunu bilmezler.]

Yani; kâfirlerin azab olunmasına mani olan şey Resulullah'ın onların içinde mevcut olmasıydı. Resulullah onlardan müfarakat edince onların muazzeb olmalarında bir mani yok ki, muazzeb ol­masınlar, elbette muazzeb olacaklardır. Çünkü; mani gitti, mem­nu' avdet etti. Halbuki onlar ehl-i imanı Mescid-i Haram'dan me-nettiklerinden dolayı azab-ı ilâhiye ve gazab-ı sübhânîye şiddetle müstehaklardır. Zira; onj.ar Mescid'e mütevelli olduklarını iddia ederek müminleri menetmekte haksızlardır ve bu iddiaları da yan­lıştır. Onlar necis ve şirk ve sair maâsiyle mülevves oldukları ci­hetle mescide mütevelli olmaya lâyık değillerdir. Şu kadar ki, on­ların ekserisi adem-i liyakatlarım bilmezler ve bilmediklerinden yanlış iddiada bulunurlar.

Beyzâvî ve Fahri Râzi'nin beyanları veçhile kâfirlerin bazıları adem-i liyakatlarım bildiklerine tenbih için Cenabı Hak ekserisi­nin bilmediğini beyan buyurmuştur. Kâfirlerin Resulullah'ı ve sair ehl-i imanı hicrete mecbur etmeleri ve, (Hudeybiye) vak'asında ehl-i imanı Mekke'ye koymayıp bir muahedename akdederek dön­dürmeleri; Mescid-i Haram'dan menetmeleri cümlesindendir. İm­kânını bulabilselerdi ehl-i imandan Mescid-i Haram'a bir fert koy^ mayacaklardı.   Lâkin bu hususa muvaffak   olamadılar ve akıbet Mescid-i Haramdan kendileri tard olundular.    Binaenaleyh; ehl-i iman üzerine tatbik   etmek istedikleri   plânları kendi ayaklarına dolaşmıştır.[24]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Mescid-i Haram'a tevliyete adem-i li-yakatlarım beyandan sonra tevliyete lâyık olmadıklarının sebebini beyan etmek üzere buyuruyor.                                      , 

[Onların Mescid yanında namazları olmadı, ancak ıslık çal­mak ve el ele vurmaktan ibaret oldu. Hâl böyle olunca ey kâfir­ler! Kesbeimiş olduğunuz küfrünüz sebebiyle tadın azab-ı âh ir et i.]

Yani; o kâfirlerin Beyt-i Şerifin velayetini ihraz edemedikle­rinin sebebi; kemâl-i tezellül ve tevazu üzere Cenab-ı Hakka arz-ı ihtiyaç ederek ubudiyeti izhar etmek için bina kılınan Beyt-i Şe­rifin huzurunda onların âdetleri ve duaları olmadı, ancak el şa­kırdatmak ve ıslık çalmak olup bu ise Beyt-i Şerifte maksud olan ibadete münafi olmasıdır. Çünkü Kureys/in rical ve nisvanmm âdetleri; Beyt'i üryan olarak tavaf etmek, ıslık çalmak ve el ele vurmakla ses çıkarmaktı. Binaenaleyh; şu vesileyle Mescid-i Şe­rife vâki olan ihanet ve istihfaflarından dolayı Beyt-i Şerife tev­liyet mertebesini ihraz edemediler.

Bu âyette said la murad; onların itikaadmca salât oldu­ğundan, salât lâfzından istisna olundu. Buna na­zaran manâ-yı âyet: [Beyt-i Şerif huzurunda onların itikaadmca salât olmadı, ancak ıslık çalmak ve el ele vurmak oldu] demektir. Bunlar tavaf ederken şu ef âl-i nâbecayi işledikleri gibi Resulullah namaz kılarken sağına ve soluna gelirler, zihn-i Resulullah'ı teşviş ve. Cenab-ı Peygamberle istihza için ellerim birbirine çarpar ve ıslık çalarlardı. Velhasıl Beyt-i Şerife lâzım olan ta'zime" münafi ef aide bulunmaları Beyt'e mütevelli olmalarına mâni olduğundan Cenab-ı Hak onların tevliyete müstehak olmadıklarını beyan bu­yurmuştur.  

Ebussuud Efendi'nin ve Fahri Râzi'nin beyanları veçhile Mes-cid-i Şerife hürmetsiz bulunarak şu ef'âl-i gayrı lâyıkaları azapla­rına sebep olup ve azaplarının efâlleri üzerine terettüp ettiğine işa­ret için azaba delâlet eden fıkra, âyette tertibe delâlet eden ( a ) lafzıyla varid olmuştur.

Bu âyet âyetine merbut olursa âyetten maksat; onların azaba istihkaklarının sebebini beyan olur ve manâ-yı âyet de şöyledir : [Kâfirler niçin azaba müstehak olmasınlar, elbette müstehaklardır. Zira onların âdetleri; Mescid huzurunda ıslık çal­mak ve el ele vurmak olduğu cihetle onlar azaba müstehaklaf]

demektir: Eğer bü âyet âyetine merbut olursa âyet­ten maksat; bunların Mescid'e mütevelli olamadıklarını beyan olur. Buna nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Bunlar Mescid-i Harama mütevelli olamazlar. Zira, onların Mescid-i Haram'da âdetleri; Mescid'e yakışmayan bir takım ef'âl-i nâlâyıkada bulunmalarıdır.]

Hulâsa; zamanımız ahalisinin Avrupa keferesini taklid ederek alkış unvanıyla konferanslarda ve sair mahafilde yaptıkları el şa­kırtılarının âdet-i cahiliyeden bulunduğu ve bu âdetin gazab-ı ilâ­hîye sebep ve bu misilli ef'âl-i gayr-ı lâyıkayı işlemek âdât-ı İslâ-miyeye münafi ve ind-i ilâhide mezmum olduğu ve bunu işleyen­lerin umur-u mühimmeye tevelliyet mertebesinden sakıt olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Çünkü; Mescid-i Haram'a mütevelli olmalarına mani olan şeyin bu âdet-i kabihaları olduğu beyan olunmuştur.[25]

 

Vacip Tealâ Kureyş kâfirlerinin ibadet-i bedeniyeleri ıslık çal­mak ve el şakırdatmak gibi gülünç şeyler olduğunu beyanla zem­mettikten sonra ibadet-i maliyelerini dahi beyanla zemmetmek Üzere buyuruyor.

[Şol kâfirler ki, onlar naşı hak olan tarik-i ilâhiden ve din-i İslâmdan menetmek için mallarını infak ederler. Şu halde yakın bir zamanda infak eder ve infak ettikleri malları kendilerine hüzn olur ki, o hüzün ve keder onlar için pek şiddetli olur ve hu infaktan sonra kendileri mağlûp da olurlar.]

Yani; kâfirler din-i İslâm'ı iptal ve batılı ilâ ve dalâleti hida­yet üzerine tercih etmek için asakir-i İslâmiyeyle mukaateleye ha­zır olan askerlerine mallarını infak ederler. Fakat bu infaktan ga­rezleri fasid olmasına binaen maksatlarına nail olamayınca infak-ları kendi üzerlerine ebedî hüzün olur. Çünkü; mallarını infaktan garezleri hasıl olmayınca mallarının bilâfaide ziyamı düşündükçe hasretleri ve kederleri gün be gün bir gûnâ tezayüd eder. Zira; mallarına ihtiyaçları messettikçe zayi ettikleri mallarını ve zıyaı da hiçbir maksatlarını te'nıin etmediğini görüp mağlûbiyetleri de zuhur edivermesi onlar için en büyük musibet ve dehşetli felâket olduğunda şüphe olamaz. Binaenaleyh; hasretleri daimidir.

Fahri Râzi, Hâzin, Kaazî ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran bu âyet (Bedir)'e giden müşrik askerini infak edenler hakkında nazil olmuştur. Onlar da Mekke eşrafından on iki kişilerdi. Hergün biri askerin ve umumun infakma kâfi develer keserler, yemek ye-dirirlerdi. Bu minval üzere çok mal sarfedip sonra infak ettikleri­nin mağlup ve maktul olduklarını görünce tahassürleri günbegün tezayüd etti. Zira; mal gitti, fakat maksat da hasıl olmadı ve bü­tün emekleri ve emelleri tamamen boşa çıktı ve hüzün her taraf­larını ihata etti.

Yahut âyet-i celile; Ebu Süfyan ve onun emsali haklarında nazil olmuştur.   Çünkü;   Ebu Süfyan (Bedir) gazasından sonra (Uhud) muharebesi için kırk okka gümüş sarfetmişse de emeline muvaffak olamamıştır.

Bu âyette evvelki infakla murad; Bedir'de infak olup, infak-i sâniyle murad; Uhud ve sair muharebelerde infak olduğundan âyet­te tekrar yoktur. Yahut in f ak - % evvel den maksat; infa-kın hangi garaza mebni olduğunu beyan olup ikinci in­fak tan maksat; infakın akıbetini beyandan ibaret olduğu cihetle tekrar yoktur. Şu tevcihlere nazaran manâ-yı âyet: [Şol kâfirler ki, onlar ehl-i hakkı tarik-ı ilâhi olan din-i İslâmdan ve sebil-i ha­yır olan Beytullah'ı ziyaretten menetmek için mallarım sarf ve (Bedir) vak'asmda derhal infak ederler ve bu yak'ada infakları bir faide-i ınüfid olmayınca yakında onlar mallarını (Uhud) ve sa­ire gibi muharebelerde tekrar infak ederler velâkin bu infakları hasret ve nedametten başka birşeyi intaç etmez] demektir.

Hulâsa; bir garaz-ı faside binaen mal sarfetmek hüzn-ü tavil ve keder-i daimiden başka birşeyi müfid olmadığı ve binaenaleyh; haksız dava için para sarf edenlerin elleri boşa çıktığı ve emekleri ve emelleri zayi olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[26]

 

Vacip Tealâ dünyada kâfirlerin hallerini beyandan sonra âhi-rette vâki olacak hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular. Onlar Cehennemce cemo-lunur ki, Allahü Tealâ habis olan kâfiri tayyib olan müminden temyiz, tefrik ve habis olan kâfirlerden bazılarını bazı ahar üzeri­ne vaz'etsin. Bazısı bazısının üzerine toplanınca cümlesini bir yerde cemetsiıı de Cehennem'e atsın. İşte şu habisler dünyada ve âhi-rette zarar edicilerdir.]

Yani; Allahü Tealâ habislerin mertebesini tayyib olanların mertebesinden temyiz ve tefrik etmek ve habislerin cümlesini bir­biri üzerine toplayıp da Cehennem'e atmak için kâfirleri Cehen­nem'e sevkeder ve onlar da Cehennem'de haşrolunur toplanırlar. Zira; kâfirler sermaye-i ömürlerinden ziyan edicilerdir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette habisle murad; ehl-i şekaavet ve tayyible murad; erbab-ı saadettir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tealâ ehl-i saadetle ehl-i şekaa­vet beynini tefrik ve temyiz etmek için kâfirler Cehennem'e haş-rolunurlar] demektir.

Yahut habisle murad; fesad ve tayyible murad; salâhtır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tealâ ehl-i fesa­dın amel-i fasidiyle ehl-i salâhın amel-i salihi beynini tefrik ve temyiz edip de ehl-i fesadın bazısını bazısı üzerine yığmak suretiyle cemederek Cehennem'e toptan atmak için kâfirler Cehennem'e sevk ve orada cemolunurlar] demektir. Yahut habîsle mu­rad; kâfirlerin Resulullah'a adavet için sarf ettikleri emval~i ha~ bîse ve tatyible murad; müminlerin Resulullah'a muavenet için sarfettikleri emval-i tayyibedir.kavlindeki lâfzına merbuttur.

Buna nazaran manâ-yı âyet: [Allahü Tealâ habis olan infakı tay­yib olan infaktan tefrik edip de habis olan infakın sahiplerini Ce­hennem'e ve tayyib olan infakin sahiplerini Cennet'e ithal eder. Binaenaleyh; habisi infak edenlerin infakmdan hiçbir şey hasıl olmayıp ayn-ı mazarrat olduğu için onlar üzerine infakları dünya ve âhirette nedamet ve hasret olur] demektir. Habislerin bu infak­tan âhirette azab-ı şedid kazanacaklarına işaret için âyette Cehen­nem haşir üzerine takdim olunmuş ve şu vesileyle bu misilli in-fak-ı habisten men'-i külli hasıl olmuştur.[27]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ahval-i dünyeviye ve ahval-i' uhreviyelerinden bazılarını beyandan sonra onlara tarîk-ı hakkı tavsiye ve, din-i İslama irşad etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sen küfrüzere devam eden kâfirleri hakka teşvik etmek üzere onlara de ki, «Eğer onlar bulundukları itikaadât-i batıla ve a'mâl-î habiseden bihakkın iman etmekle vaz­geçerlerse onların geçmiş olan günahlarının cümlesi mağfiret olu­nur ve eğer onlar iman etmez muharebeye avdet ederlerse ümem-i salife hakkında âdet-i ilâhiye muhakkak geçti. Onlar hakkında ce­reyan eden âdet bunlar hakkında dahi cereyan edecektir.]

Yani; eğer kâfirler vâki olan kusurlarından nedamet ederler­se işledikleri günahları affolunur, anadan yeni doğmuş gibi olur­lar. Binaenaleyh; hiçbirinden mes'ul olmazlar. Zira; İslâmiyetten evvelki günahlarını İslâmiyet mahv ü izale eder ve eğer onlar küfrüzere devam ve Resulullah'a adavete avdet ederlerse bunlar­dan evvel geçen ümmetlerin başına gelen helak ve felâket mey­dandadır. Onlar hakkında .vâki olan helak bunlara da vâki olacak­tır. Şu halde kâfirler isterlerse küfrüzere ısrar eylesinler gazab-ı ilâhiyi görsünler ve isterlerse iman etsinler lûtf-u ilâhiye mazhar olsunlar.

Âyet-i celile; İslâmiyetin, İslâmiyetten evvel geçen günahları izale edeceğine delâlet eder. Fakat «Hukuk-u ibadı da izale eder mi, etmez mi?» Burası ihtilâfhysa da esah olan İslâmiyet; hukuk-u ibadı dahi izale eder. Çünkü; âyette lâfzı  taalluk edip de elfaz-ı âmmeden cümle günahlara şamil olduğu cihetle mağfiret-i ilâhiyenin velevse hukuk-u ibad olsun cümlesine şamil olduğuna delâlet eder. Kâfirlerin küfür ha­linde furu-u a'mâlle mükellef olmaması dahi bu manâyı te'yid et­mektedir.   Kelime-i tevhidin en büyük   cinayet olan küfrü izale edince, küfrün madunu olan hukuk-u ibadı da mahvedeceği evle-viyetle sabittir. Amma hukuk-u ibadın sukutu Vacip Tealâ'nm hak sahiplerine haklarına mukaabil başka başka lütuf ve ihsan etmek suretiyle irzâ edeceğinden hak sahiplerinin hakları da zayi olmazr İşte bu esasa binaen kâfirler küfür halinde geçmiş olan ibadât-ı bedeniye ve maliyeden İslâm olduktan sonra hiçbir şeyi kaza etmesi lâzım gelmez. Çünkü; küfür halinde mükellef değildir ki, kazası lâzım gelsin.[28]

 

Vacip Tealâ küfürden tevbe edenlerin mağfiret olunacaklarını beyandan sonra küfrüzere ısrar edenlerle mukaatelenin vacip oldu­ğunu beyan etmek- üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Katledin kâfirleri ki, şirk olmasın ve dinin küllisi Allahü Tealâ'ya mahsus olsun. Eğer sizin kıtaliniz üzerine onlar küfürden vazgeçer, terkederlerse muahazc etmeyin. Zira; Allahü Tealâ onların amellerini görücü ve bilicidir ve eğer onlar evamir-i ilâhiyeyi kabulden i'raz ederlerse endişe etmeyin. Zira; Allahü Tealâ. sizin rmiîninizdir. Allahü zülcelâl ne güzel mevlâ ve ne güzel muin ve nasırdır.]

Yani; ey müminler! Kâfirler nakz-ı ahdederek eski hallerine rücu' ettiklerinde onlarla mukaatele edin. Zira; üzerinize kâfirler­le mukaatele etmek vaciptir. Binaenaleyh; kıtale devam edin ki, onların küfürlerini tahsin etmelerinin neticesi olarak ehl-i İslâm-dan zuafayı idlâl etmeleri ve ümmülhabais ve üssülmaasî olan şirk gibi fitne ve fesatları bulunmasın ve ehl-i İslâm şerlerinden emin ve rahat olsun da âlemde dinin küllisi din-i İslâm olarak hâlisanliveçhillah kalsın ve bu suretle edyan-ı batilanın küllisi muzmahil olsun. Eğer sizin mukaateleniz sebebiyle onlar küfürden vazgeçer bihakkın iman ederlerse Allahü Tealâ imanlarına göre onlara mü-cazât eder. Zira; menviyât-ı ibada muttali' olan Allahü Tealâ onla­rın amellerini görücü ve bilicidir. Eğer onlar nesâyih dinlemez vej i'raz ederler de kendi kardeşleri olan siifehâ ve şeyâtînden yardım j alarak mukaateleye devam ederlerse onlardan korkmayın.    Zira; Allahü Tealâ umurunuzda velinizdir. O Allahü Tealâ ne güzel mev- j lâ ve ne güzel yardımcıdır.

Bu âyette kıtalin vücubuna illet ve sebep; kâfirlerin fitnele-: rini izale etmek olduğuna işaret için Vacip Tealâ «Mukaatele edinl ki, fitne olmasın» buyurmuştur. Çünkü; Fahri Râzi ve Nisâbûrî'-nin beyanlarına nazaran müşrikler ehl-i İslâmı idlâl ve kalplerine şüphe ilkaa etmek için darb ve şetim ve sair suretle eza etmek gibi birtakım esbaba tevessül etmişler ve hatta bazı zuafâ-yı mü'minîni de idlâl etmişlerdi. Binaenaleyh; Resulullah Habeş'e hicret etme­lerini ferman buyurmuştu. Ensar-ı kiramın Resulullah'a biatlarm-dan sonra fitneleri daha ziyade teşeddüd etti. Resulullah'm nesâ-yih-i beliğası onlara te'sir etmeyince şu misilli fitnelerini izale et­mek ve âleme intizam vermek için kıtalle emrolundu. Onların fit­nelerinin zevali vücutlarını bilkülliye ifna etmek suretiyle olaca­ğına işaret için evvelâ kıtalle emir ve saniyen fitneleri kıtale sebep olarak varid olmuştur.

Bu âyette dinin küllisi din-i vâhid olarak Allahü Tealâ için olmasıyla murad; arz-ı Hicaz'da dinin küllisi Allahü Tealâ için olmaktır. Eğer murad-ı ilâhi; bütün âlemde dinin küllisi Allah için olmak lâzım gelseydi, bütün âlemde kıtalle beraber küfür zail olur ve din de ancak dini İslâm olurdu. Halbuki nefselemir bunun hilâ-fmadır. Şu halde murad; arz-ı Hicaz'da dinin küllisi Allah için ol­maktır. Hz. Ömer zamanında arz-ı Hicaz küfürden tamamiyle tat-hir olunmakla âyetin sırrı tamamen zuhur etmiştir. Resulullah'm kavl-i şerifi de bunu te'yid etmektedir.

Yani; «Ceziret-ül Arap'ta iki din içtimâ' etmez» demektir ve ola­madı ve ilâyevmilkıyam da olamayacaktır. Yahut dinin küllisi bü­tün âlemde Allah için olmak muraddır. Çünkü; kıtalle emir; fitnenin izalesi garazına binaen ehl-i imanın her yerde ve her zaman­da kıtale sa'yetmeleriyle emretmektir. Yoksa kıtale sa'yin seme­resi olan fitnenin zevali her yerde bilfiil bulunmak manâsına de­ğildir ki, «Hiçbir zamanda bütün âlemde din bir olmadı» diyerek itiraz varid olsun. Şu halde bu itiraz varid olamaz. Çünkü; «Sa'yin vücudu hiçbir zamanda maksadın husulünü icab etmez, lâkin bu maksadın husulü için ehl-i İslâmın sa'yi vaciptir. Binaenaleyh} sa'yetmedikleri surette ehl-i küfrün fitnesinden emin olamazlar» demektir. Nitekim öyle de olmuştur. Belki uhdelerine tevdi' olu­nan vezaif-i diniyeyi ehl-i iman terk ettikleri için gazab-ı ilâhiye mazhar olarak daima kâfirlerin fitneleriyle meftun ve belâlarıyla müptelâ olur ve zamanımızdaki — bin üç yüz yirmi sekiz senesin­de Rumeli'de Balkan Harbinde — ehl-i İslâmın görmüş olduğu be­lâya da bunu ispat etmektedir.

Hulâsa; kâfirlerin fitnesini kaldırmak ve her yerde din-i İs-lâmı i'lâ etmek için ehl-i küfürle muharebenin vacip olduğu ve kâ­firler küfrü terkederlerse Allahü Tealâ'nın onların imanlarına göre mükâfat vereceği ve eğer küfre devam ederlerse ehl-i islâmın on­lardan çekinmemesi lâzım olduğu ve Allahü Tealâ'nın İslamların nasır ve muîni olduğu cihetle ehl-i İslama nusretini vaad ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[29]

 

ONUNCU CÜZ

 

Vacip Tealâ kıtalle   emrettikten sonra   kıtalden hasıl olacak emval-i ganimetin hükmünü beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Bilin ki, muharebede kâfirlerden kahren almış olduğunuz emval-i ganimetin beşte bir schmi Allah'ın emrettiği mahalle sarfoUınmak üzere beytübnala konur ki, icabına göre lâ­zım gelen mahallere sarfolunsun ve bunun bir kısmı Resulullah'a diğer bakî kalanı Benî Hâşim'den muhtaç olan akraba-yı Resulul­lah'a, yetim, miskin ve muhtaç olan yolculara verilir. Ey hâkimler! Allah'a ve ahdimiz üzerine inzal ettiğimiz Kur'an'a iman etmiş mum inlerseniz emval-i ganimet hususunda şu ahkâma riâyet edin ki, hakla batıl beynini tefrik eden gaza-yı Bedir günü İslâm aske­rinin saffıyla ehl-i küfrün saftı içtimâ' ettiği zamanda Allah'a ve resulüne iman ederseniz şu ahkâma riayetiniz lâzımdır ve Allahü Tealâ her şey e kaadirdir.]

almış ettiği lâ-llah'amler! etmiş edin aske-'a ve llahü

Vacip Tealâ emval-i ^ganimetin beşte bir sehmînin masrafını bu âyette şu altı sınıfa hasretmişse de zat-ı ülûhiyetinih ismi te-berrüken zikrolunmuştur. Çünkü; Allahü Teâlâ'nın ihtiyacı olma­dığı gibi kendisi dünyada ve âhirette hakim-i mutlak olduğundan emval-i ganimeti taksim ancak kendi emri ve hükmüyle olup onun hükmü haricinde olamayacağına işaret için kendisini de sehimdar-lar meyanmda zikretmiştir. Şu halde emval-i ganimetin humsünde sehimdar olan Resulullah'ı ve Resulullah'ın akrabası Beni Haşim ve Abdulmuttalip sülâlesi ve ehl-i İslâmm muinsiz, anasız ve ba­basız kalmış yetimleri ve fakr u faka sebebiyle hal-i mezellet ve meskenette kalmış muhtaçları ve memleketlerinden uzak düşmüş yolculardır. İşte iki askerin içtimâ' ettiği Bedir gününde Cenab-ı Hakkın ehl-i imana ihsan ettiği nusrete, Kur'an'a ve bilhassa Kur'-an'm, ganimeti taksime müteallik olan âyetlerine imanetmiş olan müminlerin emval-i ganimeti taksimde beşte bir sehmini şu beş sınıfa ayırmak ve bunların haklarını muhafaza ve taksim husu­sunda dikkat etmek lâzım olduğuna işaret için Allahü Tealâ âye­tin âhirinde bu taksimi imana raptetmiştir. Yani «İmanın mukte-zası böyle taksim etmektir. Binaenaleyh; bu minval üzere taksim­den nükûl ederek sehimdarların hukukunu ihlâl edenler mümin-i kâmil olamazlar» demektir. Beşte birini beyan olunan kimselere ayırdıktan sonra bakî kalan dört sehmi asakir-i İslâmiye beyinle­rinde adalet üzere taksim ederler. Âyette beyan olunan ahkâma riayet vacip olup bunun hilâfında hareket edenlerin azab-ı ilâhiye müstehak olduklarına ve onlardan intikamını alacağına işaret için Vacip Tealâ âyetin âhirinde herşeye kaadir olduğunu, beyan etmek suretiyle taksimin harici hukuka tecavüz edenleri korkutmuştur.

Vacip Tealâ emval-i   ganimet velevse   iğne iplik gibi gaayet .cüz'i ve hakir birşey   olsa dahi zayi etmeyip   riayet etmek lâzım olduğuna işaret için lâfzı tahkire delâlet eden tenvinle varid olmuştur.

Resulullah'ın sehmi vefatıyla sakıt olduğundan vefat-ı Re-sulullah'tan sonra humsun masrafı dört sınıf kalmıştır ki, zevil-kurbâ, yetimler, miskinler ve yolculardır. Resulullah'ın akrabası beyninde taksim erkeğe iki, kadınlara bir vermek suretiyledir.

(Ebül'Âliye) Hazretleri emval-i ganimetin beşte bir sehmi âyette zikrolunduğu cihetle altıya münkasimdir : Birisi Kâbe-i Muazza-ma'ya, diğer birisi hayatında Resulullah'a ve vefatında mesâlih-i muslinimden mühim olan yerlere ve bakî dördü diğer sehirndar-lara verilir» buyurmuştur. Bu âyet Bedir gazasında ehl-i imanın nail oldukları emval-i ganimetin ahkâmını beyan hakkında nazil olmuşsa da umum emval-i ganimete şâmildir. Ramazan-ı şerifin on yedinci veyahut on dokuzuncu Cuma günü vâki olduğu rivayet olunan Bedir gazasında emval-i ganimet, bu minval üzere taksim olunmuştur ve ondan sonra ashab-ı Resulullah daima bu ahkâma riayet etmişlerdir. Maatteessüf çok zamandan beri bu ahkâma riayet olunmamaktadır.

Vacip Tealâ ümmet-i Muhammed hakkında nimet-i uzmâ olan emval-i ganimetin taksimine dair ahkâmım beyandan sonra Be-dir'de vâki olan nimetini beyan hakkında buyuruyor.

[Ey müminler! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda (Bedir) de­nilen mevkide siz Medine'ye yakın bir vadide bulunuyordunuz ve kâfirler de Medine'ye uzak bir vadide bulunuyorlardı. Mekke aha­lisinin Şam'dan gelen kervanı ise sizden daha aşağı sahil cihetinde bulunuyordu. Eğer siz onlarla muharebe için bir vakt-ı muayyen tayin etmiş ve o vakitte harbe hazır olacağınızı kararlaştırarak vaadleşmiş olsaydınız o vakt-i muayyende siz kendinizin azlığını­za bakarak muhalefet eder harbe hazır olmazdınız. Lâkin Allahü Teâlâ inci-i ülûhiyetinde mukadder olan bir emri kaza etmek için sizi âdânın karşısında cemetti ve sebat verdi, nusret.ve zaferini size müyesser kıldı ki, helâk olan açıktan helak olsun, kimsenin şüphesi kalmasın ve hayatta kalacak, yaşayacak olan kimse de açıktan yaşasın ki, herkes görsün. Zira; Allahü Tealâ müminlerin imanını, kâfirlerin küfrünü bilir ve herbirinin münâcâtım işitir ve herkesin ameline göre ceza verir.] Binaenaleyh; ehl-i imanın ni­yetleri din-i ilâhiyi i'lâ etmek olduğundan nusrete ve kâ­firlerin niyetleri şirki i'lâ etmek olduğundan hezimete mazhar oldular.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran ashab-ı Resulul-lah'm bulunduğu mevki; ayakları kaybolur derecede kumluk ve susuz ve sair cihetle suûbetli olduğu ve kâfirlerin bulundukları mevki ise muharebeye elverişli, suyu bol ve sair cihetle sühûletîi olduğu mervidir. Lâkin surenin evvelinde beyan olunduğu veçhile yağmurun yağması ve rüzgârın yetişmesi sebebiyle Cenab-ı Hak suûbeti suhulete ve korkuyu emniyete tebdil buyurmakla nusret verdi. Çünkü Cenab-ı Hakkın muradı; Islâmnı şevketini ve dinini i'lâ etmek olduğu cihetle esbab-ı zaferi hazırladı ve zafer de verdi.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile helak, küfürde ve hayat imanda mecaz olarak isti'mâl olunduğuna nazaran manâ-yı nazım: [İman eden kimsenin imanı açık bir beyyineyle ve küfredenin küf­rü aşikâr bir hüccet üzere olsun kimsenin şüphesi kalmasın için Cenab-ı Hak Bedir gazasında ehli İsiâmın gaayet azlığına ve ehl-i küfrün gaayet çokluğuna rağmen şu hatır ve hayale gelmeyen nusreti harikulade olarak ihsan etti] demektir. Şu halde hariku­lade olarak ümidin hilâfına meydana gelen nusreti gören bir mü­min şükrünü tezyid ve imanını takviye edeceği gibi küfreden kâ­firin de i'tizara mecali olamayacağı şüphesizdir.[30]

 

Vacip Tealâ Bedir'de vaki olan nimetlerinden bazılarını be yandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret yâ Ekrem-er Rusülî Şol zamanı ki, o zamanda senin uyku halinde Allahü Tealâ kâfirlerin fırkasını sana azıcık gösterdi ki, gördüğün veçhile ashabına haber veresin de askerin şecaatma halel gelmeye ve kuvve-i maneviyeleri yerinde ola ve eğer Allahü Tealâ onları sana çok göstermiş, olsaydı ashabına gördüğün veçhile haber verince onların çokluğuna ve kendinizin azlığına bakarak korkar ve emr-i harpte reyleriniz dağılarak münazaa ederdiniz. Binaenaleyh; işiniz müşkül olurdu. Lâkin Allahü Tealâ size onları az göstermekle kalbinize ihsan ettiği metanet ve şecaat sayesinde münazaadan ve reylerinizin dağılmasından salim kıldı. Zira; Al­lahü Tealâ kalbinizde sakladığınız esrarınızı bilici ve niyetinize göre mükâfat vericidir.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Resulullah rüyasında kâfirlerin bir fırkasını gördü ve gördüğü veçhile haber verdiğin­den Resulullah haberinde sadıktır ve esnâ-yı muharebede Resulul-lah'ın ashabının gözüne Cenab-ı Hak kâfirleri az göstermekle re­sulünün rüyasını ashabına karşı tasdik buyurmuştur. Hatta (İbn-i Mes'ud) Hazretleri kâfirleri yetmiş adet nispetinde gördüğünden yanında bir zata «Kâfirleri yetmiş adet miktarında mı görüyor­sun?» dediği ve o zatın da «Hayır, yüz* adet miktarında görüyo­rum» dediği mervidir. Velhasıl Allahü Tealâ zaferi murad ederse kuvve-i maddiyeye kuvve-i maneviyeyi raptederek zaferi halk ede­ceğine âyet delâlet eder.[31]

 

Vacip Tealâ Bedir'de vâki olan garaipten bazılarını beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikredin ey ehl-i iman! Şol zamanı ki, o zamanda kâfirlere mülâki olup muharebeye tutuşacağınızda kâfirleri sizin gözünüze gaayet az gösterdi ki, şecaatınıza halel gelmesin ve onların gözle-rinde sizi de gaayet az gösterdi ki size ehemmiyet verip de ziyade hazırlıkta bulunmasınlar ve ind-i ilâhide işlenmesi kafi ve mukar­rer olan bir emir yerini bulsun ve hükm-ü ilâhi hasıl olsun. Zira; yerde ve göklerde cereyan eden işlerin hepsi Allahü Tealâ'ya re­cidir, ancak başka merci yoktur.] Binaenaleyh; Üm-i ilâhide işlen­mesi mukarrer olan bir emrin geri kalması veyahut hükm-ü ilâhi­nin bozulması ihtimali yoktur.

Cenab-ı Hakkın (Bedir) gazasında ehl-i iman küffarın gözüne ve küffarı ehl-i imanın gözüne az göstermesi harikulade olarak re­sulüne mucize kabilindendir. Çünkü; kuvve-i bâsiranın vakıa azı çok ve çoğu az gösmesi bazı kere vâki olursa da ancak uzaklık ve yakınlık gibi cemi-i şeraiti müsâvî olduğu halde bir mahalde bu­lunan kimselerin bazısını görüp bazı aharı görmemesi harikulade olduğu gibi her iki taraf da çoğu az görmek suretiyle ayrı ayrı maksat husule getirmek ikinci bir harikuladedir. Zira; müminlerin düşmanlarını az görmeleri şecaatlarını ve kuvve-i maneviyelerini arttırdı ve maksat da buydu. Ehl-i küfrün müslümanları az gör­meleri ehemmiyet vermemek suretiyle asaplarına gevşeklik ver­diği gibi tedariksiz bulunmalarını intaç etti. Binaenaleyh; makhur ve münhezim oldular ve maksat da buydu. Şu halde her iki tarafın yekdiğerini az görmesi ehl-i iman hakkında lû'tf-u ilâhi olduğu gibi ehl-i küfür hakkında da gazab-ı ilâhi,olarak zuhur etmesi in--sanların hayret edeceği vukuat cümlesindendir. Kâfirler ehl-i ima­nı muharebeye başlamazdan evvel az gördükleri halde esnâ-yı mu-harebede kendilerinin iki üç misli gördükleri mervidir. Hatta (Ebu Cehil) «Ashab-ı Muhammed beş on kişiden ibarettir. Bunları öl-dürmeksizin tutun getirin de bildiğimiz gibi işkenceyle öldürelim» dediği halde esnâ-yı harpte gördükleri gibi zuhur etmeyip kendi­lerinden daha pek çok zuhur edince her taraflarını hayret ihata edip başlarından vurulmuş gibi ne yapacaklarını bilemeyip şaşkın kalmışlardır. Şu ahvalin cümlesi murad-t ilâhi olan ehl-i imanın i'zazı ve kâfirlerin zelil ve hakir olmalarıydı. Ve bu da husul buldu.

cümlesi bu âyette ve bundan evvelki âyette iki defa zikrolunmuşsa da tekrar yolçtur. Çünkü; evvelki âyette kaza-y ilâhi yle murad; Cenab-ı Hakkın tara­feyni Bedir'de cemetmesi, ikinci âyette kaza-yı iIâhiyle murad; tarafeynin yekdiğerini az görmeleriyle muharebeye tutuş­mak ve müminleri i'zaz ve kâfirleri izlâl olduğundan maksat baş­ka başkadır. Binaenaleyh; lafızda tekrar varsa hükümde ve mak­satta tekrar yoktur.[32]

 

Vacip Tealâ Bedir vak'asında ehl-i imana vâki olan bazı in'â-mını beyandan sonra nusrete sebep ve ehl-i imana lâyık olan bazı ahvali tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Siz kâfirlerden bir cemaatla muharebe' etmek üzere mülâkî olup karşılaştığınızda düşmanların karşısında sebat edin ve muztarip olarak düşmanınıza arkanızı dönmeyin ve seba­tınızla beraber esnâ-yı harpte Allah'ı çok zikredin ki, Al1 ahin ina-yetiyle mansur ve felâhyab olasınız.] Ve düşmanınıza galebeyle zafer ve emval-i ganimetle fevz ü necat bulaşınız.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile ehl-i imanın harb için mülâkaat edeceği cemaat elbette kâfir olacağından (İS ) lâfzı küfürle tavsif olunmamıştır. Mevâki-i harpte mümine esbab-ı maddiyeden ziyade Cenab-ı Hakka iltica etmek lâzım olduğuna ve dergâh-ı ülûhiyete duâ etmekle Allahm nusretine intizar ederek esbab-ı maddiyeye tevessül etmek emr-i ehem bulunduğuna ve mümin için Allah'ı zikre devam vacip olduğuna işaret için Vacip Tealâ esnâ-yı harpte zikretmekle emir buyurmuş ve zikruZlah'm felahın sebeb-i müstakilli olduğuna işaret için felâhyab olmayı zikrullaha ta'lik eylemiştir. Bu âyette zikirle murad; zikr-i kalbidir veya zikr-i lisanidir veyahut nusretle duadır yolunda müfessirîn beyninde ihtilâf varsa da her cümlesinin murad olunmasında bir mâni yoktur. Binaenaleyh; harbe hazır olan bir mümin kalbini Allah'a raptederek nusretin ancak Cenab-ı Hak'tan olduğunu iti-

kadla zikr-i kalbide bulunmak ve lisanıyla lâfz-ı şerifini tekrarla zikr-i lisânı ve nusretle duâ etmek suretiyle her üç ihtimali cemetmek vacip olduğuna âyet delâlet eder. Binaena­leyh; itikad-ı sahih ve zikrullahla meşgul olan ve duâ eden ordu mağlup olmaz.[33]

 

Vacip Tealâ zikrin   vücubunu beyandan    sonra itaatin lüzu­munu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Cetni-i ahvalinizde ve bilcümle düşmanınıza mukaatele ve mukaabele zamanında Allah'ın ve resulünün bütün evamir ve ne-vâhîsine itaat edin de aranızda ihtilâf etmeyin ki, korkmayasımz, devletiniz ve kuvvetiniz zayi olmaya ve düşmanınıza karşı sabır ve sebat edin. Zira; Allanın muaveneti sabredenlerle beraberdir.]

Vacip Tealâ bu âyette millet beyninde ihtilâf ve nizaın kor­kuya ve devletin zevaline sebep olacağını beyan buyurdu. Çünkü; gerek korku ve gerek devlet manâsına olan (rıh) in gitmesi ve zail olması millet beyninde münazaa üzerine tefri' olunmuş ve devletin zevali ümmet beyninde ihtilâf üzerine terettüb edeceği beyan edilmiştir ki, bu âyetin manâsı birçok akvamda zuhur ede-gelmiş ve elyevnı zuhur etmektedir. Zira; inkıraz bulan bilumum hükümetlerin sebeb-i inkırazları hemen ricali beyninde ihtilâfla milletin ahlâksızlıklarından mütevellit bulunduğu inkârı gayr-ı kaabil bir hakikat olduğunu her zaman tarih ispat etmektedir ve bizim için Balkan hâdisesi bu davayı ispata kâfi bir burhandır. Zira Balkan Harbinde vuku bulan inhizamın sebeb-i yegânesi; millet arasında mevcut olan ihtilâf-ı efkâr olduğu cümlenin ma'lûmudur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bu âyette devletin izmihlaline sebep olacak ihtilâf-ı efkârdan ve münazaadan kullarını nehyet-miştir. Her yerde ve her işte sabır ve sebat lâzım olup işe yara­dığı gibi emr-i harpte daha ziyade işe yarayacağına ve belki yegâ­ne sebeb-i zafer olduğuna işaret için Vacip Tealâ sabırla emir bu­yurduğu gibi nusfet-i ilâhiye ye muâvenet-i sübhaniyenin de sabra mülâzemet edicilere mukaarin olduğunu haber vermiştir ki, kul­ları ve bilhassa düşman karşısında bulunan asakir-i İslâmiye sabır ve sebata mülâzemet etsinler.[34]

 

Vacip Tealâ müminlere lâzım olan ahlâk-ı hamide ve âdâb-ı haseneden bazılarını emir ve ferman buyurduktan sonra riya ve kibir gibi ahlâk-ı zemimeden bazılarının çirkin olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i iman! Siz şol kafirler gibi olmayın ki onlar malları ve servetleriyle iftihar ve kibredici ve nasa amellerini gösterici ve din-i haktan naşı menedici oldukları halde muharebe için memle­ketlerinden çıktılar. Halbuki onların bilcümle amellerini Allahü Tealâ bilicidir.]

Yani; ey i'lâ-yı kelinıetullah için cihadı kasdeden ehl-i iman! Siz şol kâfirler gibi olmayın ki onlar pemleketlerinden suiniyet üzere çıktılar. Onların nasa kibir ve riya eder oldukları halde mu­harebe için memleketlerinden çıkmaktan maksatları; nas onların şecaatlarmı ve semahatlarını gömsünler ve sena ederek ta'zîm et­sinler ve bunların başlıca emelleri^ naşı din-i hajctan men' ve nasa karşı tuğyan etmektir. Halbuki; Allahü Tealâ onların emellerini ilmiyle ihata edici ve bilicidir ve ilminin muktezası üzere herke­sin ameline göre mücâzât edicidir.

Fahri Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet; Mek­ke ahalisi hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Mekke ahalisi Şam'dan gelen kervanlarını kurtarmak üzere Mekke'den çıktılar-ve (Cuh-fe) denilen mevkie geldiklerinde kaafilenin reisi (Ebu Süfyan) kaafilenin selâmet üzere olduğunu beyanla Bedir'e kadar gitmeye lüzum kalmadığı cihetle geri dönmeleri lâzımdır diyerek bir adam göndermişti. (Ebu Cehil) ve a'vânı bu sözü dinlemeyerek «Biz Mekke'den çıktık geri dönmeyiz, Bedir'e kadar gider orada deve­ler keser, gelen geçen kabilelere yediririz ve şiirler söyler, dinler ve şaraplar içer eğleniriz, ahali bizi görür, şecaatla, semahatla sena ederler, namımız ve mahabetimiz halk nazarında bakî kalır» dediler, kesretlerine ve servetlerine güvenerek (Bedir)'e kadar geldiler. Bunun üzerine Bedir yak'ası zuhur etti. Rüesâ-yı Ku-reyş'in başlıca maksatlarının, naşı din-i ilâhiden menetmek oldu­ğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; maksatları fasid olduğundan şarap kaseleri bedelinde Ölüm kâse­lerini içtikleri gibi ebyat ve eş'ârları bedelinde mersiyelerle ölü­leri üzerlerine matem edip ağlamak oldu. Şu halde hep emelleri­nin aksi zuhur etmekle helak olanların canlarını Cehennem'e ıs­marladılar ve kalanları da nas beyninde mezmum, meyus, hâib ü hâsir oldular.                                                 

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ ehl-i imanı kâfirler gibi mağrur ve mütekebbir ve mürâî olmaktan nen-yetmiştir ki, halka karşı tevazu ve amellerinde ihlâs sahibi olma­larıyla emretmektir.. Çünkü bir şeyden nehyetmek; onun zıddıyla emir olduğu kavaid-i usuliye iktizasındandır. Şu halde kibirden nehiy; tevazu ile emri ve riyadan nehiy; ihlâsla emri ve ma'siyet-ten nehiy; ittika ile emri mutazammındır..

Vacip Tealâ şu beyan olunan ahlâk-ı zemimeyle kâfirleri zem-le bu misilli ahlâk-ı zemimeyi irtikâb etmekten ehl-i imanı nehiy buyurmuştur. Çünkü; şu beyan olunan ahlâkın cümlesi merzî-i ilâhiyeye muhalif olduğundan bunları ihtiyar eden kimselerin dai­ma emellerinin aksi zuhur etmekle me'yus oldukları her zaman görülmektedir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kibir ve riya gibi ahlâk-ı zemime Mekke kâfirlerinin esas tabiatlarında mevcut olduğuna işaret için kibir ve riya, isim lâfızlarıyla ve din-i ilâhiden menet­meleri Resulullah'ın onları din-i hakka davetinden sonra olduğu­na işaret için zaman-ı hale delâlet eden muzari sıyğasıyla varid olmuştur.

Bazı insanın zahirde ameli merzî-i ilâhiye, muvafık gibi görü­nürse de batını zahirinin hilâfına ve aksine olduğuna işaret için Cenab-ı Hak âyetin âhirinde batm-ı ahvale muttali olduğunu be­yan buyurmuş ve bu vesileyle ehl-i ma'siyeti tehdid etmiştir.[35]

 

Vacip Tealâ ehl-i imana her zaman ve bilhassa esnâ-yı harpte lâzım olan umur-u diniyeden bazılarını tavsiye ettiği gibi Bedir vak'asmda müminlere in'âm buyurduğu nimetlerden bazı aharı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikredin şol zamanı ki, o zamanda şeytan amellerini kâfirle­re tezyin etti ve «Size gaalip olacak bugün nastan kimse yoktur ve elbette ben size yardımcıyım» dedi. Vakta ki İslâm ve kâfir asker­leri birbirlerini görüp muharebeye tutuşacağı zaman şeytan arka­sına döndü ve dedi ki, «Ben size refik olamam. Zira; sizden ve amelinizden beriyim ve ben sizin görmediğiniz şeyleri görüyorum. Binaenaleyh; sizinle teşrik-i mesai edemem. Çünkü; ben Allah'tan korkarım. Muhakkak Allah'ın azabı şiddetlidir.»]

Yani; ey müminler! Zikredin şol zamanı ki, o zamanda şeytan size adavet hususunda kâfirlere vesvese tarîkıyla amellerini tezyin ve husumetle muharebeye teşvik etmek üzere «Korkmayın müslümanlardan, haydi kıtal edin. Zira; bugün nastan size galebe edecek kimse yoktur» dedi ve bu suretle mağlup olmayacaklarım birtakım hülyalarla kendilerine ilkaa etti ve onların çokluğuna ve hazırlıklarının ehemmiyetine nazar ederek kendilerine hiçbir kim­senin takat getiremeyeceğini hayallerine doldurdu ve Kureyş'e kendinin de muavenet ve başkalarının şerrinden muhafaza edece­ğini söyledi, hatta Bedir'e kadar geldi, Vakta ki, Bedir'de iki asker birbirini görüp muharebe başladığı zaman meleklerin ashab-ı ki­ramın imdadına geldiklerini görünce şeytan arkasın arkaya döndü ve dedi ki, «Ben size refakat edemem ve sizden beriyim. Zira; ben sizin görmediğiniz askerleri görüyorum. Sizinle beraber bulunmak benim işime elvermez. Zira; Allah'tan korkarım. Çünkü; Allah'ın azabı şiddetlidir. Binaenaleyh; akıbetiniz helaktir ve gittiğiniz yol çıkmaz bir yoldur demekle sıvıştı gitti.

Tefsir-i Hâzin'de*1 beyan olunduğuna nazaran şeytan'ur Mekke ahalisine vesvesesi şu suretle vâki olmuştur : Şeytan Kureyş'le ev­velden beri beyinlerinde adavet ve husumet cereyan eden «Beni Bekir kabilesinin reisi olan (Süraka b. Mâlik)'in suretine girerek birtakım ilkaatta bulunur. Halbuki Beni Bekir'le Kureyş beyninde geçmiş olan muharebe ve arbedeler dolayısıyla Kureyş Bedir'e gideceklerinden (Beni Bekir) tarafından tecavüze ma'ruz olmaları ihtimalini dermeyan ederek endişe üzere bulundukları bir sırada şeytan'm, onların reisi suretinde zuhur edip yardım edeceğini vaad etmesi Kuieyş'in sürürünü mucip olup gururlarını arttırmıştı. Bi­naenaleyh, kendilerine Beni Bekir kabilesinden taarruz vâki olma­yacağına emin olarak itmi'nan-ı kalple Bedir'e kadar gelmişlerdi. Onlarla Bedir'e kadar gelip meleklerin asakir-i İslâmiyeye. imdada geldiğini görünce nusretin İslâmla beraber olacağını bildiğinden şeytan geri donuverdi. Kureyş'ten (Haris b. Hişam) arkasından koştu ve «Bizi nereye koyup gidiyorsun?» diyerek elini tutunca Hâris'in göğsüne bir yumruk vurur ve der ki «Sizin işiniz çıkmaz bir yoldur ve akıbetiniz berbat ve helaktir». Şeytan'ın bu sözü üzerine Kureyş me'yus olur, bozulur ve münhezim olurlar. Şu halde şeytan'ın onlara vermiş olduğu hülyalar sebeb-i helakleri olduğu gibi evvelce vaad ettiği muaveneti de onlar hakkında iha­net olmuştur.

Kureyş bozulduktan sonra Beni Bekir reisi (Süraka)'ya "Bi­zim inhizamımıza sebep oldun» gibi kahırâmiz haberler gönderip (Süraka) da hiçbir şeyden haberi olmadığını ve yanlarında kafi­yen bulunmadığını beyan edince kendilerini teşvik eden kimsenin (Süraka) suretinde şeytan olduğunu bilmişlerdir. Lâkin iş işten geçti. Çünkü; şeytan semâdan melâikenin İslâm tarafına geldiğini görünce firarı kendi için muvafık buldu. Zira; kâfirler üzerine na­zil olan musibet içinde bulunsa belki vakt-i mev'udu gelmiş olup kendi üzerine de bir tyelâ nazil olmasından korktu, firar etti ve fi­rarı küffarın inhizamma bâdî oldu. Çünkü; muharebede bîr kişinin firarı bir ordunun inhizamma sebep olduğu görüldüğünden muha­rebe saffından firar etmek diyanet-i İslâmiyede günah-ı kebireden olduğu cihetle esna-yı harpte firar eden kimsenin katli helâldir.

Şeytan'ın bu suretle iğfalâtı ehl-i imanın işine yaradı. Çünkü; Mekke ahalisinin her ne kadar kendilerinin çokluğuna ve kuvvet­lerine mağrur olarak galip olacaklarına ümitleri varsa da Resulul-lah'ın ve devletinin günbegün tezayüdü ve Kesulullah'ın haber verdiği herşeyin vukuu onları endişeden hâli bırakmıyordu. Eğer iblis onları iğfal etmeseydi Bedir'e hazır olmamak ihtimali vardı. Şu halde şeytan'ın onlara vesvesesi; harbin vukuuna ve kâfirlerin inhizamma ve ehl-i İslâmın zaferine sebep olmuştur. İşte şu tafsi­lât şeytan'ın insan suretine girmesi lâzım olduğuna nazarandır. Amma, insan suretine girmesi caiz olmadığına nazaran mücerret gizli vesvese tarîkıyla Kureyş'i iğfal etmiştir.

Âyetin âhirinde Allah'ın ikaabımn şiddetli olduğunu beyan şeytan'ın kelâmı cinsinden olmak ihtimali olduğu gibi günahkâr­ları ve bilhassa kâfirleri tehdid için iptida-yı kelâm olmak ihtimali de vardır.[36]

 

Vacip Tealâ Bedir'de vâki olan nimetlerinden bazılarını be­yandan sonra bazı aharı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikredin ey müminler! Şol zamanı ki, o zamanda münafıklar ve kalplerinde imanları kararlaşmamı^ ve mertebei yakîne var­mamış birtakım imanlarında şüphesi olan kimseler tarafından ehl-i imana işaret ederek «Şunları dinleri aldattı. Binaenaleyh; nefisle­rini tehlikeye atıyorlar» dediler. Bunların bu kelâmlarını reddet­mek üzere Vacip Tealâ'ya mütevekkil olup tefviz-i umur edenlere Cenab-ı Hak kifayet eder ve onların umurunu teshil buyurur baş­ka bir kimsenin ianesine muhtaç olmaz. Zira; Allahü Tealâ cümle âlem üzerine gaalip ve kendinden istiâne edenlere muavenet et­meye kadir ve bilûmum ef'âlinde hikmet-i bâliğa sahibidir.] Bi­naenaleyh; her fiilinin zerresinde nice yüz binlerce hikmet oldu­ğundan ef âlinin her cüz'ünün mutazammm olduğu hikmetlerde ukalânın akılları hayrettedir. Bunun içindir ki, insan her işinde esbab-ı zahiriyeye tevessül etmekle beraber Cenab-ı Hakka tevek­külü bırakmaması lâzımdır..

Kâfirler bin kişiyi mütecaviz olup müminler ise üç yüz on üç kişiden ibaret olduğu halde «Bunları dinleri mağrur etti. Zira; bin kişiye karşı üç yüz küsur kişinin cüreti hamakattan ibarettir» di­yen münafıklarla nıurad; Fahri Râzi, Hâzin, Nisâbûrî ve Taberi'-nin beyanlarına nazaran Medine'de Hazreç ve Evs kabilelerinin münafıklarıdır. Kalplerinde maraz olanlar la murad; Mekke'de iman etmiş ve lâkin intanları henüz şüpheden vareste olamamış ve Kureyş müsaade etmediklerinden dolayı hic­ret edememiş olan zayıf imanlı müminlerdir. Çünkü; Kureyş'le beraber Bedir'e geldiklerinde zayıf imanlı müminler bu sözü söy­lemişlerdir ve niyetleri Kureyş gaalip olursa Mekke'ye avdet et­mek ve irtidad edip anlaşmak ve eğer Resulullah gaalip olursa ehl-i İslâm tarafına geçmek ve Medine'ye gitmekti. Lâkin bazı ri­vayete nazaran onların cümlesi helak olup bir tane kalmamıştır. Çünkü; imanda tereddüd makbul değildir. Böyle zayıf imanlı olan­lar her zaman tereddüt içinde yaşar ve işi iki taraflı tutmakla sağ­lam bir yol takib edemediğinden her zaman endişeden ve ıztırab-ı kalpten hâlî kalamaz ve akıbet hilesi ayağına dolaşmakla helak olur.[37]

 

Vacip Tealâ katlolunan kâfirlerin gördükleri azabı beyan etmek üzere buyuruyor

[Ey görmek şanından olan kimse! Sen şol zamanı görmüş ol­saydın akıllara hayret verecek emr-i acîbi görürdün ki, o zamanda melekler kâfirlerin yüzlerinden ve arkalarından döğerek ruhlarını kabzederler ve derler ki ,«Ey kâfirler! Tadın şu yakıcı azabı. Zira; bu azap sizin elleriniz ve bütün vücudunuzla kesbettiğiniz günah­larınız sebebiyledir. Çünkü AUahü Tealâ kullarına zulmedici ol­madı.] Binaenaleyh; her kulun dünyada ve âhirette gördüğü ve göreceği kendi kusuru ve günahı sebebiyledir, asla zulüm şaibesi olmaz. Kâfirleri meleklerin her taraflarından döğeceklerine ve her taraftan dayak yiyeceklerine işaret için arkalarından ve önlerin­den "darbolunacakları beyan olunmuştur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette teveffî ; kabz-ı ervah manâsına olduğu cihetle mükellef olan insanın şu cesede mugaayir olan ruhtan ib.aret olduğuna delâlet eder. Çünkü teveffî fiili; kâfirlerin zatlarından ibaret ve kinaye olan ism-i mevsule taallûk ettiğinden kabzolunan şeyin mücerret ruh olup cesedin kabza mahal olmadığı cihetle kabzolunan şeyin ruh olduğuna sa­rahaten delâlet eder. Kâfirlerin ruhlarını kabzeden meleklerin el­lerinde demirden değnekler olup kâfirlere vurunca. alevler zuhur ettiği mervidir, ve bu rivayeti âyet-i celile te'yid etmektedir. Zira âyette meleklerin «Yakıcı azabı tadın» diyecekleri beyan olun­ması; ruhları kabzolunduğu zaman azaplarının ateşle olacağını be­yan demektir.

Kâfirlere bu hitabın âhirette olmak ihtimali de vardır. Buna nazaran azapla murad; azab-ı Cehennem'dir. Bu âyette melekler \e murad; imdada gelen melekler olursa meleklerin bilfiil harbe iştirak edip esnâ-yı harpte darbettiklerini beyan vardır. Ancak surenin evvelinde beyan olunduğu veçhile meleklerin harbe iştirak etmeyip mücerret saff-ı İslâmı takviye için geldikleri sahihse bu âyette melekler \e murad; kabz-ı ervaha müek-kel olan meleklerdir.

Bu âyette kâfirlerin azabına sebep; kendilerinin kesbettikleri .günahları olduğu beyan olundu. Her ne kadar onların küfürleri kalplerindeyse de elleri kisbe mahall-i kudret olup ekseriya kalpte olan şeyin eseri elde zuhur ettiğinden kisb ellerine nispet olun­muştur. Şu halde bu âyette   yed;   kudret manasınadır.

Kullar üzerine nazil olan bilcümle musibet ve ukubet kendi istihkaklarının muktezası olduğu cihetle Cenab-ı Hakkın kullarına asla zulmetmediği, beyan olunmuştur. Çünkü; kulun istihkakı icabı

nazil olan belâya, ayn-ı adalettir. lâfzında olan müba­lağa lâfzı cemi' olmak itibarıyla olduğundan mübala­ğadan müstefad olan kesret, efradın adedi ve kesreti nisbetiyledir. Şu halde «zulmün mübalağa ve ziyadesini nefyetmekten asıl zul­mü nefyetmek lâzım gelmediğinden Allahü Tealâ'ya asil zulmün nisbet olunması lâzım gelir» şeklinde var id olan suâl merduddur.

Çünkü; den müstefad olan mübalağa lâfzı­nın cemi' olmasından müstefad olan adede masruf olunca bilkül-liye zulüm nefyolunduğundan Allahü Tealâ'ya' asıl zulüm nisbet olunmuş olmaz. Şu halde «Allahü Tealâ'nm olmasını nefyetmekten ehl-i zulmü nefyetmek lâzım gelmez» suâli varid değildir. Çünkü; Allahü Zülcelâl (hâşâ) zulmetse kudreti nisbe-tinde zulmetmesi lâzım olup kudret-i ilâhiye ise her kudretin fev­kinde olduğu cihetle zulrnü de herkesin zulmünün fevkinde olaca­ğından eğer Cenab-ı Hak'tan zulüm sadır olsa mübalağasıyla zu­lüm olacağı tabii olduğundan Allahü Tealâ'dan zulmün mübala­ğasını nefyetmek asıl zulmü nefyetmektir. Bazı müfessîrinin beya­nına nazaran lâfzı nisbet manâsını mutazammmdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Vacip Te­alâ'ya asla zulüm nisbet olunmaz] demektir.[38]

 

Vacip Tealâ BerUr'de ehl-i İslama vâki' olan bazı' in'âmmı ve kâfirlere nazil olan kahır ve gazabını beyandan sonra âdet-i ilâhi-yenin daima evliyasına in'âm, ihsan ve a'dâsına kahr u gazab et­mek olduğunu beyan tylemek üzere buyuruyor.

[Müşriklerin âdetleri Fir'avn'ın ve kavminin ve Fir'avn'ın kavminden evvel geçen ve âyât-ı îlâhiyeye küfreden kâfirlerin âdetleri gibidir. Onların âdetleri böyle olunca Allahü Tealâ gü­nahları sebebiyle onları azabıyla muahaze buyurdu. Zira; Allahü Tealâ kâfirlerden alız-ı intikam etmeye kuvvet ve kudret sahibidir ve emrinden dışarı çıkanlara azabı şiddetlidir.]

Yani Kureyş kâfirlerinin âdetleri; Fir'avn ve Fir'avn'dan ev­vel geçen (Âd) ve (Senıûd) kavimleri gibi birtakım kâfirlerin âdetlerine benzer. Çünkü onların âdetleri; kendilerine meb'us olan resullerinin taraf-ı ilâhiden getirdiği mu'cizâta, kitaplara ve ahkâ­mına küfretmek olduğu gibi bunların âdetleri de Resulullah'm ge­tirdiği Kur'an'a ve ahkâmına küfür ve Resulullah'a adavet etmek­tir. Binaenaleyh; Âl-i Fîr'avn'a ve emsaline küfürlerinden dolayı vaki olan kahr-ı ilâhi bunlara da vâki olacaktır. Onların ve bunların halleri küfür olduysa gayur ve müntakim olan Vacip Tealâ günah­ları sebebiyle cümlesini muahaze buyurdu. Zira; Allah'ın düşman­larına azabı şiddetlidir ve ahz-ı intikaama dahi kaadirdir.

Vacip Tealâ Kureyş müşriklerinin hallerini takbih ve halkı onlara ittibâ'dan tenfir için beynennas kabahat ve cinayetle meş­hur olan Âl-i Fir'avn ve saire gibi helak olan ümmetlere teşbih bu­yurdu ki, akıbetlerinin hasar ve helak olacağına işaretle tarik-ı hakkı kabule davet buyurmuş ve Küreyş'in. âdetleri insanlar bey­ninde carî olan âdetlerin en çirkini olduğunu beyan için cinayetin en büyüğü olan küfürlerini tasrih etmiştir. Çünkü; cüm­lesi onların âdet-i kabihalarını beyandır. Allah'ın azabı ve muahazesi onların küfürleri üzerine terettüb ettiğine işaret için tertibe delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Şu halde Allah'ın on­ları nıuahazesi; küfürlerinin neticesidir. Çünkü küfür denilen şey; sahibinin muahaze olunmasına sebeptir.

Ebussuud Efendfnin    beyanı veçhile    kâfirlerin küfürlefiyle beraber başka günahları   olduğuna işaret ve sebebiyetini    te'kid

için zünûb lâfzı cemi' olarak sebebiyle varid olmuş ve mu-ahaze lâfzından müstefad olan şiddet-i te'kid ve takrir için azabın şiddeti tasrih olunmuştur. Çünkü küfür; cinayetin en büyüğü ol­duğu cihetle azabın en şiddetlisini mucip olacağı tabiidir.[39]

 

Vacip Tealâ kâfirlere nazil olacak azabı beyandan sonra Al-lahü Tealâ'nın bir kavme vermiş olduğu nimeti tağyir edici olma­dığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu kâfirlere nazil olan azap Allahü Tealâ'nın bir kavme ver­diği nimeti tağyir etmek âdeti olduğundan olmadı; belki o kavim kendilerine ihsan olunan nimetlerin şükründen ferağatla hallerini tağyir ettiklerinden azap nazil olmuştur. Zira; Allahü Tealâ bir kavme verdiği ihsanı almaz, o kavim halini değiştirip de küfran-ı nimet etmedikçe nimeti devam eder, zeval bulmaz. Amma eğer o kavim halini tebdil ederse Allahü Tealâ onun nimetini nikmete ve rahatmı zahmete tebdil eder ve Allahü Tealâ kâfirlerin Mu ha m-med (Â.S.) hakkında sûu kelâmlarını ve kalplerinde olan gizli es­rarını ve cümle kullarının sözlerini işitir ve herkesin kalbinde ne gibi şeyler varsa onların cümlesini bilir ve m uk t eza sına göre ceza verir.]

Yani; kâfirlerin küfrüzere devamları ve nebilerine ihanetleri ve sözünü dinlememekte âdetleri Fir'avn ve sair kâfirlerin âdet­leri gibi olduğu cihetle peygamberin bi'setinden evvelki hallerin­den daha kötü hallere teşebbüs ettiklerinden Allahü Tealâ onların hakkında imhalini ta'cile tahvil buyurmuştur. Binaenaleyh; ümem-i salifeden herbirerlerini esbab-ı helakten birer sebeple ihlâk ettiği gibi Kureyş kavmini de Aîlahü Tealâ Resulünün kılıcıyla ihlâk etmiştir.

Cenab-ı Hak Kureyş'e akıl ve fikir verdiği ve tarik-ı hayra sülûku Resulü vasıtasıyla teshil buyurduğu halde onlar için lâzım olan şu nimetleri ibadete sarf edip şükürle meşgul olmak ve nimet­lerinin tezayüdünü taleb etmek lâzımken bilâkis bu nimetleri küf­re sarfedip maâsîde isti'mâl ederek Resulullah'ın bi'setinden sonra eskiden riayet edegeldikleri sıla-i rahmi terk ve âyât-ı ilâhiyeye itiraz etmek gibi* seyyiâtı irtikâpla azab-ı ebedîye istihkak kesbet-tiklerinden ümem-i salifeyi ihlâk ettiği gibi Allahü Tealâ Kureyş'i de ihlâk eylemiştir.

Hulâsa; bir kavim veya bir şahıs nail olduğu nimetin kadrini bilip şükrünü eda etmezse nimetinin nikmete tebeddül ve halini tağyir ettiği surette Allahü Tealâ'nm nimetini izale edip mihnete tebdil edeceği ve şu halde herkesin nail olduğu nimetin şükrünü eda etmek suretiyle devamını ve tezyidini taleb etmesi umur-u lâzımeden olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[40]

 

Vacip Tealâ Kureyş kâfirlerini ümem-i salife kâfirlerine teş­bih buyurduktan sonra evvelki teşbihi tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Şu kâfirlerin âdetleri; kavm-i Fir'av'ın ve ondan evvel geçip de RTabl eri ne âyetlerini tekzip eden kâfirlerin âdetleri gibidir. On­ların halleri böyİe olunca Biz Azîmüşşan günahları sebebiyle ihlâk ettik ve Âl-i Fir'avn'ı deryaya garkettik, evvel geçen kâfirlerden ve sonra gelenlerden her birerleri nefislerine ve sair nasa irtikâb ettikleri küfür ve maâsî-i saire sebebiyle zulmedicilerdir.] Çünkü; cümlesinin ma'siyetlerinin şeameti hem kendilerinin hem de gay-rılarmın helakine bâdî olmuştur. Nasıl ki, evvel geçenlerin herbi-rerleri birer sebeple ihlâk olundularsa kezalik Kureyş de Resulul-lah'ın kılıcıyla sefil olarak ihlâk olundular.

Fahri Râzi, Kaazi, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet, âyet-i sabıkayı tekrar gibi görünüyorsa da hakikatta tekrar yoktur. Çünkü; evvelki âyette günahları sebebiyle yalnız muahaze olundukları beyan olunup muahazenin keyfiyeti beyan olunma­mıştır. İkinci âyetteyse Âl-i Fir'avn'm gark olundukları beyan olunduğu cihetle bu âyet evvelki âyette beyan olunan muahazenin keyfiyetini tafsil etmiştir. Kezalik evvelki âyette yalnız âyât-i ilâ-hiyeye küfrettikleri zikrolundu. İkinci âyetteyse Allahü Tealâ'mn mün'im ve muhsin olduğunu müş'ir olan rububiyeti zikir sebebiyle niam-ı ilâhiyeye küfran-ı nimet edip şükrünü eda etmedikleri zik-rplunmuştur. Binaenaleyh; evvelkinde helake istihkaklarının es­babından yalnız küfürleri, ikincideyse hem küfürleri hem de nime­te küfran ettikleri zikrolunduğundan tekrar yoktur. Küfürleriyle beraber herbirinin zalim olduğunu tasrihle ayrıca zemmolunmuş-lardır. Çünkü zulüm; daima helake sebeptir. Binaenaleyh; bir ka­vim içinde zulüm olur ve o zulmün izalesine çalışılmazsa o kavim her zaman muzmahil olmuştur.[41]

 

Vacip Tealâ helak olan   kâfirlerin hallerini   beyandan sonra bakîlerinin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ indinde hayvanatın ziyade şerlisi şol kimseler­dir ki, onlar küfürlerinde inat ve İsrar ettiler de asla imana mey­letmediler. Binaenaleyh; onlar iman etmezler ve küfürlerinde ıs­rar edenler şol kimselerdir ki, onlar yâ Ekrem-er Rusülî Seninle muahede ettiler. Badehu her defasında ahitlerini bozdular. Çünkü; onlar nakz-ı ahdetmek hususunda Allah'tan korkmaz ve günahtan çekinmezler.]

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile nakz-ı ahde cüret eden kâfirlerin mertebe-i insaniyetten sakıt ve mücaneset-i beşeriyeden azlolun-muş behâim zümresine lâhik olduklarını ve belki behâinıden daha aşağı bir mertebede bulunduklarını beyanla insanlar için mukaa-velesini bozmak ve sözünden geri dönmek en çirkin birşey olduğu beyan olunmuştur. Zira; hayvanat-ı saireden insanın imtiyazı sö­züyle olduğundan sözüne sahip olması ve sözünün kıymetini kay­betmemesi insan 'için bir meziyettir. Çünkü; gerek Allah'la ve ge­rek küllarıyla daima insanın muamelesi sözüyledir. Binaenaleyh; sözüne dikkat etmesi lâzımdır.

Bunların küfürlerinde devamları sebebiyle küfür kendilerinde kararlaşmış bir tabiat olduğuna işaret için küfürleri üzerine iman etmeyecekleri dahi beyan olunmuş ve onların evsaf-ı zemimelerin-den birisi de ahidlerini bozmak olduğu beyan olunduğu gibi ahid-lerini bozmak onların devam üzere âdetleri olduğuna işaret için devama delâlet eden muzari sıyğasıyla varid olmuştur. Muahede iki taraftan olup yalnız bir tarafın kabulü kifayet etme­yeceğine işaret için müşarekete delâlet eden müfaale babından varid olduğu gibi kâfirlerden ahde girişen hepsi olmayıp bazıları olduğuna dahi işaret için lâfzı ba'za delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Çünkü; muahede kavmin eşraf ve a'yanıyla olup etba' muahedeye karışmazlar. Binaena-leyh; (Beni Kureyze) Yahüdilerindew*İîesulullah'la İslâm aleyhi­ne birşey yapmayacaklarına dair muahfedeye girişenler (Kâ'fo b. Eşref) ve saire gibi Yehûdun rüesasıydı. Onlar nakz-ı ahidden lâzım gelecek âr ve ayıptan çekinmediklerine ve ahdi bozmaktan tevellüd edecek   fenalığın akıbetinden   korkmayacaklarına işaret için ittikaları olmadığı beyan olunmuştur. Halbuki aklen; âdeten ve dinen bütün milletler beyninde carî olan usul, ahidde sebat etmektir. Çünkü; ahdinde sebat etmeyen şahsın ve cemaatın sö­züne hiç kimse emniyet etmez. Binaenaleyh; herkes ahdinde^ se­batı kendi için mühim bir vazife ye meziyet bilirken ve nefselemir de böyleyken bunlar bu vazifeye hiç ehemmiyet vermediklerin­den her defasında nakz-ı ahd etmişler ve akıbet helak olmuşlar­dır. Çünkü; Fahri Râzi, Beyzâvî, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları­na nazaran Resulullah (Beni Kureyze) Yahûdileriyle İslâmla mu­harebe ve İslâm aleyhine başka kavme muavenet etmeyeceklerine dair muahede akdettiği halde (Bedir) vak'asında Yahudiler müş­riklere silâh vermekle nakz-ı ahdettiler. Sonra hata ettiklerini ve unuttuklarını beyanla tekrar mukaveleye giriştiler ve sonra (Hen­dek) vak'asında tekrar müşriklere muavenet ettiler. Hatta reis­leri (Kâ'b b. Eşref) Resulullah aleyhine muhalefet ederek Ku-reyş'le akd-i ittifak etmek' için Mekke'ye kadar gitti. İşte Yehû-dun hallerini bu âyetle Vacip Tealâ taf silen-: bey an etmek sure­tiyle cinayetlerini âleme ilân etmiştir.

Hulâsa; küfürle beraber nakz-ı ahd edenlerin behâimden da­ha aşağı bir mertebede oldukları ve onların Allah'tan korkmadık-ları ve imana asla meyilleri olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cüml esindendir.[42]

 

Vacip Tealâ   nakz-ı ahd edenlerin   ahvalini beyandan sonra ahdini bozanlarla muamele usulünü beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Eğer sen ahidlerini bozanları harp mev-kiııde bulur ve onlar üzerine galip olursan onları ve onların ar­kasında yardımcı olacak kuvve-i muâvene ve imdadiye olan cemaatlarını şiddetle tefrik et ki, bir daha sana mukaabcleye mecal­leri kalmasın. Memul ki, senin bu tefrikin sebebiyle onlar tezek­kür eder, düşünür, mütenebbih olur ve iman ederler ve senin as­habın zümresine dahil olurlar ve eğer bir kavmin nakz-ı ahdet­mek suretiyle hıyanetinden korkar veya öyle nakz-ı ahdedecek­lerini hissedersen adalet üzı_«± onların ahidlerini kendilerine red­det ve ahidlerini nakzettiklerini kendilerine haber ver ki, gadir­den salim olsun. Zira; AUahü Tealâ hıyanet edenleri sevmez.] Çünkü; ahidlerini reddetmeksizin harbe kıyam etmek hıyanet olur. Hıyaneti ise Cenab-ı Hak sevmediğinden hain olan akıbet zarar görür.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyet-i celile nakz-ı ahd edenlerin ahvalini beyandan sonra nakz-ı ahdin ahkâmını beyan için sevk olunmuş ve bu ahkâmın nakz-ı ahdedenlerin ahvali üzere

terettüb ettiğine işaret için tertibe delâlet eden ( to ) lafzıyla varid olmuştur. Yani bunların halleri nakz-ı ahdolunca sen harpte onlara tesadüf edersen kâfirleri ve kâfirlerin arkasında sizinle harbetmeye hazırlanmış olan cemaatı tefrik et ve dağıt ki peri­şan ve mustarip olsunlar. Me'mûl ki senin bu tefrikin onlara, ib­ret olarak onların arkasında olanlar ayılır ve uyanırlar. Binaen­aleyh; nakz-ı ahidden korkarlar ve eğer sen bir kavmin nakz-ı ahdedeceğini bazı -emmarelerle bilirsen derhal ahidlerini onlara redle aranızda olan ahid cihetinden münasebet kalmadığını ale­nen kendilerine bildir ki, haber vermeksizin nakz-ı ahidle onlara gadretmek gibi adaletin hilafı şeylerin senden sudur etmesi ha­tırlarına gelmesin.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran (Beni Huzaa) kabilesi Resulullah'ın zimmeti altında olduğu halde Mekke aha­lisi (Beni Huzaa) ile harbetmeleriyle Resulullah'a dahi nakz-ı ahd etmiş olduklarından Resulullah onlara doğrudan doğruya asker sevketmekle ahidlerini kendilerine reddetmiştir. Amma Yehûddan (Beni Kureyze) gerçi- Ebu Süfyan'a ve emsaline mu­avenet edeceklerini vaad etmişlerse de açıktan nakz-ı ahdettikleri gorülmeyip lâkin nakz-ı ahid emmareleri görüldüğünden onların gadretmeleri ihtimaline binaen Resulullah onların ahidlerini onlara redle aralarındaki münasebâtın kat' olunduğunu ilân etmiş­tir. Zira; âyetin hükmü bundan ibarettir. Şu halde iki devlet ara-, sında münasebetin devam ve adem-i devamını ilân etmek usul-u cariyesinin esasını bu âyet-i celile teşkil etmiştir.

"Eğer sen onları harpte bulur ve muzaf­fer olursan» «Onları tefrik et ki, arkaların­da harbe hazırlananlar da onlardan ibret alarak dağılsın» «Ahidlerini kendilerine reddet ki beyninizde ahid kalmadığını onlar da sen de müsavat üzere bilin» demektir. Hulâsa; alenî nakz-ı ahdedenlerle muharebeye kıyam ve on­ları darb ve tenkil etmek ve onların arkasında harbe hazırlanan­ları dağıtmak ve onların kahr u tedmirine sa'y etmek imam-ül müslimîn üzerine vacip olduğu ve açıkta nakz-ı ahdetmemiş ve lâkin nakz-ı ahid emmareleri zuhur edenler hakkında nakz-ı ahd­edip onlara ilân etmek lâzün geldiği ve hıyanet edenleri Allahü Tealâ'nın sevmediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[43]

 

Vacip Tealâ nakz-ı ahdedenlere veyahut nakz-ı ahdetmek ihtimali olanlara ne gibi muamele olunacağını beyandan sonra dünyada ahz-ı intikam olunmaksızın vefat edenler hakkında âhi-rette ahz-ı intikam olunacağını beyanla Resulullah'ı tesliye etmek üzere buyuruyor.                             

[Zannetme sen yâ Ekrem-er Rusül! Şol kâfirleri ki, onlar vefat ettiklerinden dolayı ahz-ı intikam olunmazlar da, ettikleri yanlarına kalır, belki onlardan ahz-ı intikam kafidir. Zira; bizi ahz-ı intikamdan âciz kılamazlar.]

Yani; Habibim! Vefat eden kâfirlerden ahz-ı intikam olun­maz zannetme. Elbette onlardan intikam alınacaktır.

Âyette kıraatına nazaran manâ-yı âyet şöyledir: | Fevt olan kâfirler fevt olmak sebebiyle kendilerini herşeyden halâs olduk zannetmesinler. Zira; onlar bizi âciz kılamazlar. Çün­kü; kudretimiz dünyada ve âhirette onlardan ahz-ı intikaama kâ­fidir. Binaenaleyh; onlar vefat etmekle nefislerini kurtardık zan­netmesinler. Behemehal ahz-ı intikam edeceğiz. Çünkü; âhirette intikaamımız daha şiddetlidir.] Şu halde küfür; dünyada ve âhi­rette intikaama sebeptir.[44]

 

Vacip Tealâ nakz-i ahdedenlerin ahkâmım ve nakz-ı ahdet­mesinden korkulanlara olunacak muameleyi beyandan sonra kâ­firlerin her cümlesine karşı ehl-i imanın hazırlıkta bulunması va­cip olduğunu müminlere tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i iman! Kâfirlerle muharebede muhtaç olduğunuz esbap ve âlât-ı harbî ve bilhassa zamanın icabına göre muktedir olduğunuz kadar kuvvet ve silâhınızı hazırlayın ve mümkün olur­sa evinizde harbe gitmek için birer de at,bağlayın ki, Allah'ın ve sizin açıktan düşmanlarınızı hazırlığınızla korku tasınız ve bu açık düşmanlarınızdan başka adavetini saklayan birtakım gizli düş­manlarınız da vardır ki onları siz bilmezsiniz, Allahü Tealâ bilir ve onlar etrafınızda size itaatli gibi görünürlerse de daima size adavetlerini gizler münafıklardır. Şu ihzaratınızla onları da kor­kutursunuz.] Zira; onlar her ne kadar size dostluk izhar ederlerse de   kalplerindeki   arzuları,   her   zaman   sizin   helak   olmanızdır.

Çünkü; pnlar size dostluk izharıyla sadakat gösterirler ve sizi kan­dırırlar. Siz onların kalplerindeki esrarı bilmezsiniz ve lâkin ahvale muttali olan Allahü Tealâ. onların kalplerinde olan adavetlerini bilir. Şu halde icabında onların şerrini defe kâfi ve onları korku­tacak kadar âlât-ı harbî hazırlamanız ve uyanık bulunmanız sizin üzerinize vaciptir. Aksi halde düşman elinde zebun olacaksınız. Binaenaleyh; [Din-i ilâhiyi ilâ ve resulüne nusret için rızâ-i Bârî uğrunda âlât-ı harp ve techiz-i asker hususunda vâki olan sarfiya­tınız ve harp için beslediğiniz ata yedirdiğiniz şeylerin sevabı size belâğan mâ belağ vasıl olur. Sizin sarfiyatınızın" ecri asla noksan olmaz. Şu halde amelinizin ziyaıyla kafiyen zulmolunmazsınız.] Belki sizin razı olacağınız nimetlerle mükâfat olunacağınız gibi ak­lınıza gelmeyen birçok nimetlere dahi nail olacaksınız. Binaena­leyh; harp için sarfiyattan çekinmeyin ki, dünyada mesrur ve ma'-mur ve âhirette memnun ve handan olasınız..

Bu âyet altı hükmü hâvidir : Birincisi; at ve silâh gibi kuvvetleri muktedir oldukları kadar düşman karşısında ha­zırlamak ehl-i iman üzerine vacip olmasıdır. İkincisi; o kuvvetle Allah'ın ve müminlerin açık ve gizli bilumum düşman­larını korkutmaktır. Üçüncüsü; ehl-i imana dost görünür birçok gizli düşmanları Allah'ın bilip ehl-i imanın bilemedikleridir. Dördüncüsü; muharebe için sarfolunan emvalin ecri zayi olmayacağıdır. Beşincisi; fisebilillâh harbe sarfolunan emvalin ecri çok verileceğidir. Altıncısı; hiç kimsenin ecri noksan verilmekle zulmolunmayacağıdır.

Fahri Râzi ve Nişâbûrî'nin beyanları veçhile a'dâ-yı dinle i'lâ-yı kelimetullah içüvmuharebe etmek bilumum ehl-i iman üze­rine terettüp eden vezaif-i diniye cümlesinden olup Resulullah'a mahsus halattan olmadığı cihetle âlât-ı harbî hazırlamakla Vacip Tealâ cümle ehl-i imana hitap buyurmuştur. Âlât-ı harbî hazırla­mak bir vakitle mukayyed olmadığı cihetle âlât-ı harple murad; her zamanda câri olan âlât ve esbaptır. Binaenaleyh; şu içinde bulunduğumuz bin üç yüz kırk iki tarih-i hicrisinde âlât-ı harp : Top, tüfek, mitralyoz, otomobil, tayyare,, tank ve zırhlıların envâ'ıyla muallem askerdir. Şu halde bu zamanda a'dâ-yı dinle harp için zikrolunan âlâtı hazırlamak ehl-i İslâm üzerine vaciptir.

Belki sür'atla düşman karşısına asker sevketnıek için memleketin her tarafına yollar, köprüler ve demiryolları yapmak dahi elzem­dir. Çünkü; bunların hepsi ecnebi düşmanlarımızda mevcuttur. Mukaabele-i bilmişle riayet etmek üzere onlarda mevcut olan bil­cümle esbabı hazırlamak ve daha ziyadesini meydana getirmek j ümmet-i Muhammed üzerine niçin vacip olmasın? Elbette vaciptir. Bu âyette kuvvetle murad; düşmana karşı silâh atmak ve atılacak silâh ve silâhın levazımı olduğu Resulullah'ın bu âyeti

tefsir makaammda minberde hutbesinde üç defa buyurduğu hadis-i şerifiyle sabittir ki manâ-yı şerifi: «Kuvvet; düşmana silâh atmak» demektir. Şu halde remiy manâsına olan kuvveti hazırlamak; o kuvvetin levazımı olan silâhı ve o silâhı atacak askeri ve askerin talimini ve askerin yiyecek ve içeceğini hazırlamayı icab eder. Çünki; askersiz silâh işe yaramadığı gibi silâhın isti'mâlini bilmeyen asker de işe yaramaz. Binaenaleyh Cenab-ı Hakkın âyetteki kuvveti hazırlamakla emri; şu zikrolunan şeylerin cümlesini hazırlamakla emirdir. Silâh ve silâhı isti'mal edecek talimli asker ve sair esbap, kâfirlerin dar-ı Islâmı istilâ etmek ümitlerini kat'a ve cizyeye razı olmalarına ve imanı kabul etmelerine ve sair kâfirlere muavenete cesaret etmemelerine ve İslâmm âlî olmasına ve dar-ı İslâmın ziynetine sebep olduğundan Vacip Tealâ kuvveti hazırlamak ve o kuvvet sayesinde kâfirleri korkutmakla emir ve ferman buyurmuştur.

Bu âyette âharînle murad; müşrikler ve sair kefere ol­mak ihtimali varsa da esah olan münafıklardır. Zira münafıkla­rın âdetleri; daima ehl-i İslâmm inkırazına ve mağlubiyetine in-, tizar etmekle nifakta inad etmek ve fırsat düştükçe ehl-i İslama fesad ilkaa eylemek ve nifak tohumu saçmak ve ehl-i İslâm bey­nini tefrik etmek olduğundan İslâmın kuvveti, onları bu gibi fe-sad-ı ahlâktan men'e sebep olduğu cihetle onları da bu misilli kuv­vetle korkutmayı Cenab-ı Hak emir buyurmuştur.

Bu âyette hazırlamakla   emrolunduğumuz kuvvette askerin talimi Sahil olduğuna Resulullah'ın kavl-i şerifi açıktan delâlet eder. Yani; «Bir kimse silâh isti'mâlini öğrenir de sonra unutursa o kimse bizim cemaatımızdan olmadı» demektir. İşte şu hadis-i şerif bütün rical-i İslâmın silâh isti'mâlini öğrenmesi vacip ve öğrendkiten sonra unutmamak lâzım olduğu­na delâlet eder. İsti'mâl olunacak silâhı icad ve sanatını öğrenmek harp için hazırlanacak kuvvette dahildir. Zira; Resulullah :

buyurmuştur. Yani; «Bir ok sebebiyle üç kimse elbette Cennet'e girer : Birincisi; amelinde hayır itikad ederek oku yapan kimsedir. İkincisi; düşmana karşı ok isti'mal eden kim­sedir. Üçüncüsü; oku isti'mâl eden kimsenin eline ok ver­mek suretiyle imdad eden kimsedir.» İrndad; silâhı yapmak veya satmak veyahut mevki-i harpte yardım etmek suretlerinden her­hangi suretle olursa olsun cümlesine şamildir. İşte şu hadis-i şe­rifte silâh icadı müslümanlara lâzım bir emr-i mühim olduğuna ve silâh isti'nıâli ve isti'mâl edene muavenet lâzım olduğuna açık­tan delâlet vardır ve onun mükâfatı da Cennet'tir. Binaenaleyh; her müminin bu cihetlere sa'y etmeleri vezaif-i d-iniyeleri cümle-sindendir.[45]

 

Vacip Tealâ ehl-i imana âlât-ı harbî hazırlamakla emrettikten sonra eğer kâfirler şuhla talip olurlar ve sulh da ehl-i İslâm hak­kında maslahat olursa sulha meyletmek caiz olduğunu beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Eğer kâfirler sizin kuvvetinizi keşfetmeleri ve sizden vuku bulan korkutma üzerine onların kalplerinde vâki olan havf ü haş­yet üzerine sulha meyleder ve talip olur da sen de sulhta menfaat görürsen sulha sen de meylet. Zira; icabına göre akd-i sulh etmek­te beis yoktur ve sulha meylettiğin surette Allah'a tefviz-i umur et. Zira; Allahü Tealâ onların beyinlerinde sizin hakkınızda cere­yan eden kelâmlarını bilir ve işitir.]

Bu âyette Vacip Tealâ hüsnüniyet üzere sulha rağbetin ceva­zını beyandan sonra tevekkülle emri; nusretini vaadi mutazammın-dır. Zira; «Sulh üzere Allah'a mütevekkil ol» demek «Onların sulhten sonra vâki olacak hilelerinden korkma. Zira; Allahü Tea-lâ'ya itimad edince Allahü Tealâ senin yardımcın» demektir.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran «Bu âyet kılıç âyetiyle mensuhtur» diyenler varsa da esah olan men-suh değildir. Çünkü; icabında sulh olmak diğer zamanda yine ica­bında i'lân-ı harbe münafi değildir. Şu kadar ki, ehl-i İslâm için sulhta menfaat olduğu cihetle sulholursa İslâmın kuvveti kâfi ol­duğu surette bir seneden ziyade sulh olmamak lâzımdır. Amma İslâmın kuvveti onlara kâfi gelmeyecek derecede zayıf olursa on seneye kadar sulhu uzatmak caizdir, on seneden ziyade sulh caiz değildir. Ancak onların kuvveti ve İslâmın zaafı on sene hitamın­da halâ bakî olursa imam-ül müslimîn sulhu tecdid edebilir. Çün­kü; sulhun temdidi ahaliyi muattal kıldığı gibi zabitan ve ümera­ya keselân gelir ve fenn-i harp unutulur ve ehl-i İslâmın kuvve­tine zaaf arız olur. Bu ise ehl-i İslâm için tecviz olunur halattan olmadığı cihetle sulhun müddetini uzatmak doğru değildir.[46]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin sulha talip oldukları surette sulhta menfaat görülürse sulhun cevazını beyandan sonra sulhun ahkâ­mından bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer kâfirler sana hud'a etmek isterlerse telâş etme. Zira; Allahü Tealâ sana kâfidir. Çünkü; seni ve müminleri Allahü Te­alâ yardım etmekle te'yid ve müminlerin kalplerini yekdiğerine rabıtla telif etti. Eğer Habibim! Yeryüzünde olan cemi' emvali müminlerin kalplerini birbirine rabıt ve ülfet etmeleri için sar-fetmîş olsaydın kalplerini yine birbirine bağlayamazdın ve lâkin AHahü Tealâ müminlerin kalplerini birbirine rabıtla te'lif etti. Zira; Allahü Tealâ umum muradâtı üzere gaalip ve cemi' ef'âli, hikmeti mutazammındır.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Eğer kâfirler sulhu istemekle sana hile yapmak isterlerse sen onların hilelerinden endişe etme. Çün­kü musalahadan sonra hile etmek; hıyanet ve gadir olduğu cihetle neticesiz kalır. Cemi' ahvalinde seni hafız ve cümle umurunda sana mütevelli olan Allahü Tealâ onların şerrini defetmekte sana kâfidir. Binaenaleyh; zahirde sulhu isterler ve sen de sulhte mas­lahat görürsen sulhu imza et. Kalplerinde gizli olan şeyi teftiş et­me. Onların hilesi size karşı te'sir edemez. Çünkü; Allahü Tealâ seni nusretiyle te'yid buyurduğu gibi müminlerle de te'yid buyur­muştur. Müminlerin sana iman ve itaatlan, mallarını ve canlarını feda ederek dininin ve milletinin terakkisine sa'yetmeleri ve her zaman emrine, amade bulünmalarıyla dahi Allahü Tealâ sana kuv­vet verdi. Allahü Tealâ evvelden beri Araplar beyninde carî olan ahvali ve hamiyet-i cahiliye ve asabiyet-i Arabiyeyi imanları se­bebiyle beyinlerinden kaldırmakla onlan te'lif etti. Binaenaleyh; sana itaatta cümlesi şahs-ı vâhid gibi oldular. Eğer sen ashabın be­yinlerini te'lif için yeryüzünde olan emvalin cümlesini sarfetmiş olsaydın te'lif edemezdin. Çünkü; asabiyet-i kavmiye ve Arap ak­vamı beyninde câfî buğz u adavet son dereceye varmıştı. Allahü Tealâ onların su-u hallerini hüsn-ü hale tebdil etti. Zira; Allahü Tealâ herşey üzerine gaalip ve her işi bir çok hikmet üzerine şâ­mildir.                                 

Tarihlerde ve kütüb-ü siyerde beyan olunduğu veçhile Arap-larda hamiyet gaayet şiddetli, nefisleri kuvvetli, kalpleri katı, ha-sedleri nihayetsiz olup cüz'î bir bahane ve azıcık bir şey için düş­manlığın nihayetine kadar giderler ve kinleri arttıkça artar hatta bir kabileden birisi öbür kabileden birisine bir tokat vurursa bü­tün kabile o bir yumruğun intikaanımı almak için kıyam ederler senelerce beyinlerinde o bir yumruğun kavgası devam eder, âdeta yırtıcı, vahşi hayvanlar gibi yekdiğerinin etini dağ başlarında par­ça parça sermekle müteselli olurlar ve bigayrıhakkın ebnâ-yı cins­lerini parçalamakla izale-i enfaşı kendileri için büyük bir meziyet bilirler ve ekseriya taayyüşleri yekdiğerinin malını yağma ve nehb ü gaarât etmekle uğraşmaktır. İşte şu ahval üzere cümlesi birbir­lerine kemâl-i nefret ve adavet üzereyken burc-u şeriattan diya-net-i İslâmiye zuhur edince bütün adavetleri dostluğa ve nefret­leri muhabbet ve ülfete tebeddül etti ve şeriat-ı İslâmiye- onları o kadar terbiye altına aldı ki, cümle aileler tek aile ve cümle şahıs­lar tek şahıs gibi oldular. İşte azıcık zaman içinde hallerinde bu kadar büyük bir tebeddülün vukuu, < Ulah'ın halkıyla.olup kul­ların yapabileceği birşey olmadığından Allahü Tealâ Resulüne bu tebeddülü nimet sırasında ta'dad buyurmuştur ve az zaman içinde bu kadar intizam ve ülfetin vücut bulması âleme hayret veren mu'cizât-ı nebeviyedendir.  

Tefsir »i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet (Evs) kabilesiyle (Hazreç) kabilesi hakkında nazil olmuştur. Çünkü; bunlar Araptan iki büyük kabile olup evvelden beri beyinlerinde muharebe cereyan ettiği ve adavetleri son dereceye vardığı halde İslâmiyetin zuhuruyla geçmiş olan vakayiin cümlesini unutuver-diler. Hatta cümlesi yekdiğerine karşı ızhar-ı uhuvvetle düşman karşısında şahs-ı vahid gibi birbirlerine yardımcı oldular. Zira; İslâmiyet her kötülüğü izale edicidir ve bütün ahkâmı insanlar için menfaattan başka birşey değildir. [47]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin hud'ası zamanında Resulüne nusretini vaad buyurduğu gibi cemi-i zamanda nusretini vaad etmek üzere buyuruyor.

[Ey Nebiy-yi Muazzam! Sana Allahü Tealâ ve müminlerden tebaiyet edenler kâfidir.]

Yani; Vacip Tealâ tarafından nusret olunmayı vaad olunan Nebiy-yi Zişan! Cümle umurunda yardım eden Allahü Tealâ ve müminler sana ckâfidir. Binaenaleyh; düşmanlarından korkma. Zi­ra; yardımcın Allahü Tealâ'dır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile âyetin manâsına dikkat etmek lâzım olduğuna işaret için tenbihe delâlet eden harf-i nida ile varid olmuş ve Cenab-ı Hakkın resulüne kâfi olmasına vesile; Resulullah'ın mertebe-i nübüvveti olduğuna işaret için âyetin bi-dayesinde Resulullah nübüvvet sıfatıyla tavsif olunmuştur. Çün­kü; kullarını ıslah için gönderdiği bir nebiye Allahü Tealâ'nın yar­dım edeceği şüphesizdir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet (Bedir) günü muharebeden evvel (Beydâ) denilen mahalde nazil olmuş­tur. Şu halde Resulullah'a ittibâ eden müminlerle murad; Bedir günü muharebeye hazır olan ashaptır. Veyahut muhacirin ve ensann cümlesidir. Bazı rivayette âyet-i celile, Hz. Ömer'in İslâm olması üzerine nazil olmuştur. Çünkü; Beyzâvî ve Fahri Râzi'nin beyanlarına nazaran otuz üç kimse er­kekten ve altı kimse kadından olmak üzere mecmuu otuz dokuz kimse iman etmişlerse de henüz gizli ibadet edilip suret-i aleni-yede ibadete başlanmamıştı. Vakta ki, tevfik-i Rabbani Hz. Ömer hakkında zuhur edip imanı kabul edince bu âyet nazil olmuş ve aşikâr olarak ibadete başlanmıştır. Şu halde âyet Mekke'de nazil olmuşsa da emr-i Resulullah ile Medine'de nazil olan şu sûrenin âyetleri içine yazılmıştır.

Hulâsa; Allah'ın ve Resulüne tâbi' olan riz. Ömer'in ve sair müminlerin, Resulünün düşmanlarına kâfi oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[48]

 

Vacip Tealâ Resulüne ve müminlere imdad edeceğini vaad buyurduktan sonra imdadın mukaddimesiyle emretmek üzere buyuruyor.

[Ey Nebiy-yi Zişanî Müminleri düşmanlarınla muharebeye terğib et. Eğer sizden sabırlı ve metanetli yirmi kişi olursa kâfir­lerden iki yüz kişiye gaalip olurlar ve eğer sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye gaalip olurlar. Şu galebenin sebebi; o kâfir­lerin cahil söz anlamaz ve birşey bilmez ilim ve irfandan ârî olma­larıdır.] Zira; ilmi ve hüneri olmayan kavim herşeyde zebun ve mağlup olduğu gibi muharebede dahi mağluptur,

Cenab-ı Hak bu âyette Resulüne müminleri harbe teşvik et-mesiyle emir buyurdu ki müminler şecaatîarmı muhafazayla düş­manlarından korkmasınlar. Binaenaleyh; ehl-i imandan yirmi ba­hadır iki yüz kâfire rnukaabeleye cesaret edecek bir hale gelsin ki, gaalip olsunlar. Kezalik yüz mümin bin kâfire galebe edecek kadar metanete malik olsunlar. Yani; kuvve-i maneviyeleri mü­kemmel olsun. Müşrikler zaman-ı cahiliyede idrakten hâlî behâim mesabesinde oldukları cihetle kuvve-i maneviyeleri olmadığı gibi Allah'a ve âhirete îmanları bulunmadığı cihetle muharebeden se­vap itikaad etmediklerinden onların harpte sebatları olmaz. Onun, için mağlûp olurlar. Çünkü; hayatlarını daha ziyade severler. On­ların âhiret ümidi olmadığından bütün emelleri dünyaya münha­sırdır. Onlar indinde saadet; ancak dünyada yaşamak ve lezaiz-i dünyevîye ile mütelezziz olmaktan ibaret olduğu cihetle pek ziyade sevdikleri dünyayı feda etmek istemezler. Binaenaleyh; ölümden korktukları için harpte sebat edemezler.

Amma ehl-i iman   âhireti ve âhirette   sevap itikad ettikleri cihetle hayat-ı dünyayı   hakir addederek harbe    sarıldıkları için harpten firar etmek gibi denaeti irtikâb etmez ve metanetle düşman karşısında sebat ettikleri için bir müminin'on kâfire gaalip olacağını Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Şu kelâm; itikaad-ı sahih sahibi olan müslümanlar hakkındadır. Ancak bir zamandan beri müslümanların itikaadıha zaaf arız olduğundan ve bilhassa baş tutanların hali eski müslümanların hallerine pek mu­halif olup rahatı meşakkat üzerine tercih etmek kendilerince mül-tezem bulunduğu cihetle ekseriya muharebelerde bozgunluk hasıl olmuş ve gittikçe a'dâ galebe etmiştir. Bahusus şu geçirdiğimiz harb-ı umumide ekseri zabıtanın maneviyâta itimadları ve mübâ-lâtları olmadığından efradı da o yolda alıştırmaya çalışmaları ge­rek efradın ve gerek ahalinin nefretlerini mucip olduğu cihetle milletin rabıtası çözülmüş ve yekdiğerine hasım gibi bulunmak taammüm etmiştir. Binaenaleyh; her tarafta düşmanlar gaalip biz mağlûp olup memleketlerimiz elden gitti ve efrad mahvoldu da halâ esbabını keşfedemediler. Sebebi; müslümanların yekdiğerine karşı itimadı olmayıp rabıta-i İslâmiyenin çözülmesidir. Çünkü; diyaneti ehemmiyetten iskaat ettiler. Halbuki; milletlerin efradını birbirine rapteden ancak diyanettir. Binaenaleyh; diyanetten daha kavı bir rabıta olamadığından diyanetin hiçbir sebeple ihmali caiz olamaz.

Resulullah'ın terğibinden müminler i'raz ederlerse helak ola­caklarına işaret için" Vacip Tealâ terğib makamında tahriz kelimesini irade buyurmuştur. Çünkü tahriz; har azdan müştaktır. Haraz ise helak manasınadır. Gerçi tef'il babın­dan tahriz tergib manâsınaysa da o baptan matlûp olan manâ husule gelmezse sülâsi manâsı olan helak bakî kalır. Şu hal­de terğib manâsına olan tahrize imtisal olunmazsa tef'il babından ârî helak manâsı bakî kalır ve «tergibe rağbet etmezseniz helak, olacaksınız» manâsını müş'irdir. Binaenaleyh; âyet-i celile ehl-i imanı min veçhin teşvik ve min veçhin hilafını irtikâb etmekten nehiy ve irtikâb edenleri tehdid etmiştir. Zira; düşmanla harbe rağbet etmemek ve harpten kaçınmak her zaman zili ü meskeneti mucip olduğundan akıbet düşmanın ayakları altında helak olmaya sebep olur.

Bu âyette Vacip Tealâ müşriklerin mağlûbiyetine sebep; onla­rın cahil ve fehm ü idrakten ârî olmalarını beyan ve onlar Allah'a ye âhirete iman etmedikleri cihetle gazab-ı ilâhiyeye mazhar olacaklarma işaret buyurmuştur. Zira; onlar herşeyi esbab-ı âdiye-den bekleyip Cenab-ı Hakka iltica etmezler. Amma müminler ise herşeyin halikı Allahü Tealâ olduğunu bildiklerinden esbab-ı za-hiriyeye teşebbüsle beraber esbabta te'sir, Allah'ın halkıyla oldu­ğunu itikaad ettikleri için daima Vacip Tealâ'dan istimdad, tazar­ru ve niyazla işe giriştiklerinden nusret-i ilâhiyeye nıazhar ola­caklarını işaret buyurmuştur. Binaenaleyh; sadakatla Allah'a yal­varıp ve esbab-ı âdiyeye teşebbüs eden eh-li imanın her zaman muvaffak oldukları görülmüştür. Tarih de bu davayı ispata şahid-i âdildir.

Ehl-i küfrün mct'rifetten dr.î olmaları yla murad; umur-u diyaneti idrakleri olmamasıdır. Yoksa umur-u dünyaya idrakleri vardır, lâkin dünyayı bilmelerinin şecaat ve be-salette matlûp olduğu veçhüzere methali yoktur. Zira; metanet-i kalple şecaat başka, dünya umurunu bilmek yine başkadır.

Hulâsa, iman-ı kâmil ve kalb-i kavî olan bir müminin kâfir­lerden on kişiye' mukaavemet edebileceği ve ehl-i imam harbe teşvik etmekle şecaat ve cesaretlerini takviye etmek umur-u lâzi-meden olduğu ve kâfirlerin umur-u diyaneti idrak edemedikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[49]

 

Vacip Tealâ İslâmın az olduğu zamanda bir müminin on kâ­fire müdafaası lâzım olup firarı caiz olmadığını beyandan sonra İslâmm çokluğu zamanında bir müminin iki kâfire müdafaası lâ­zım olup firar etmesi caiz olmadığını ve bidayet-i İslama nazaran emr-i harpte teklifini tahfif ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler!   Cemi-i umurunuzu teshil eden Allahü Tealâ sizden umur-u harbi hafifletti ve ağırlığa tahammül edemeyecek derecede sizde zaaf olduğunu bildi. Binaenaleyh; eğer sizden sa­bırlı yüz kişi olursa kâfirlerden iki yüz kişiye gaalip olur ve eğer bin kişi olursa Allah'ın izniyle iki bine gaalip olur ve Allahü Te-alâ'mn inayeti sabredicilerle beraberdir.]

Yani; efradınızın azlığı ve mühimmat-ı harbiyenizin kısalığı zamanında Allahü Tealâ sîze bir kişinin.on kişiye mukaabelesini emretmişse de şimdi sizden o külfeti tahfif buyurdu. Zira; efradı­nızın kesretinden ve mühimmât-ı harbiyenizin çoğaldığından me­tanetiniz kısaldı. Binaenaleyh; bir kişinin iki kişiye mukaabelesi caiz olduğunu beyân buyurmuştur. Zira; Allahü Tealâ sizde birçok mihan ve meşâkka tahammül edemeyecek derecede zaaf olduğunu bildi. Fakat herhalde sabrın lüzumunu beyan buyurmuştur ki, Al­lahü Tealâ'nm avn ü inayeti sabredenlerle beraber olduğunu be­yanla ünımet-i muhammediyeyi sabır ve metanete teşvik buyur­muştur.

Bazı rivayete nazaran Resulullah Hz. Hamzayîa on kişiyi Ebu Cehille beraber bulunan üç yüz kişiye karşı göndermişti. Hz. Ham-za'nm askeri mağlûp olması üzerine ehl-i İslâm gaayet me'yus ol­dular, Cenab-ı Hakka tazarru ve niyaz ettiler ve Cenab-ı Hak da âyet-i ûlâyı nâsih olarak bu âyeti inzal buyurmuştur.

Yahut Hâzin'in beyanına nazaran Hz. Hâmza vak'ası olmak­sızın evvelki âyet nazil olunca ehl-i İslâm ve bilhassa muhacirîn-i kiram «Yâ Rabbi! Biz gurbetteyiz, düşmanlarımız memleketlerin-dedir ve biz mallarımızdan uzak olduk. Bize lütuf ve inayet buyur» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Her iki rivayete nazaran bu âyet evvelki âyeti nasihtir ve cumhur-u müfessirînin mezhepleri de budur. Ulemadan (Ebu Müs-Iim-i Isfahanı) «Âyetlerin her ikisinin hükmü ilâ yevmil kıyam bakîdir, nesih yoktur» buyurmuşsa da şu kadar ki, âyet-i ûlânın hükmü birtakım şeraitle meşruttur ki, sabır ve metanet, itikaad-ı tam, azm-i sahih, kalb-i kavî ve ciddiyetle beraber yedinde kuvvet olmaktır. Şu şartlar kendisinde mevcut olan kimseler hakkında âyet-i ûlânın hükmü bakî ve onunla amel Ebu Müslim'e göre. ca­izdir, mensuh değildir. Amma bu şartlar mevcut olmayan kimseler hakkında âyet-i saniyenin hükmü carîdir.

Bu âyette zaafla murad; zaaj-ı bedendir veyahut zaafa kalptir. Herhangi manâ murad olunursa olunsun zaaf-ı hâl; tek­lif olunan hizmeti edada meşakkat icab edip meşakkat ise kolay­lığı calip olduğundan âyet-i ûlânın hükmünden ehl-i İslama ânz olan sıkleti âyet-i saniyeyle Vacip Tealâ ehl-i İslâm üzerinden kaldırmıştır.

Herşeyin halikı Allahü Tealâ olduğu gibi harpte galebeyi ha­lik dahi Allahü Tealâ olduğuna ve abid için her fiilinde esbaba te­vessül ettikten sonra Allahü Tealâ'ya iltica lâzım olduğu gibi umur-u harpte dahi Allah'a iltica; vazife-i ubudiyetin muktezasm-dan bulunduğuna işaret için bu âyette galebenin izn-i ilâhî ile ola­cağını beyan buyurmuştur.[50]

 

Vacip Tealâ gazanın ahkâmından bazılarını beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yeryüzünde kâfirlerin katli çoğalıp İslâm şevket buluncaya kadar bir nebi için esir almak ve para bedelinde bırakmak caiz ol­madı. Ey ehl-i iman! Siz metâ'-ı dünya murad edersiniz, Allahü Tealâ sizin için âhiret sevabı murad eder ve Allahü Tealâ cümle âleme gaalip ve bilumum işleri hikmeti mutazammındir.]

Yani; yeryüzünde ilâ-yı kelimetullah için İslâmla kâfirler beyninde çok muharebe olup kâfirlerin çok kırılmasıyla zelil, ha­kir ve İslâmm kuvvet ve şevket sahibi olduğu tezahür edip onlar­dan bir derece korku kesilinceye kadar nebi için onlardan esir al­mak ve esiri bedel mukaabirinde esaretten halâs etmek sahih ol­maz. Siz esirden bedel almakla menafi-i dünyayı murad edersiniz. Allahü Tealâ ise esir almayıp katletmenizle sizin için âhiret sevabini murad eder. Çünkü; Allahü Tealâ herkese gaaliptir. Binaen­aleyh; sizi kâfirler üzerine gaalip kılar ve her işi hikijaete muvafık­tır ve sizin halinize muvafık olan şeyi sizin için murad eder. Şu halde siz paraya tama' ederek esir olan kâfirleri para alarak salı­vermeyin ki, galebeniz zayi olmasın.

Medârik'te beyan olunduğu veçhile demek demektir. Yani «Kâfirlerin yeryüzünde katli çoğalıp katilleri sebebiyle ehl-i küfrün zelil olup ehl-i İslâmın aziz olduğu görülmedikçe esirleri fidye bedelinde kurtarmak sahih olmadı») demektir

Fahri Râzi, Kaazî, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran Bedir gazasında alman esirler arasında Resulullah'ın amcası (Ab-bas) ve Hz. Ali'nin biraderi (Ukeyl) mevcuttular. Resulullah esir­ler hakkında ne gibi muamele olunacağını ashabıyla istişare eder­ken Ebu Bekir (R.A.) Hazretleri esirlerden bedel almak ve onunla ashabı takviye ve askeri silâhlandırmak reyinde"bulundu. Hz. Ömer ise esirlerin boyunları vurulmak ve katledilmekle vücutları izale olunmak cihetini iltizam etti ve hatta «Yâ Resulallah! Bunlar kâ­firlerin muktedâbihidirler. Binaenaleyh; (Hamza)'ya müsaade et, kardeşi Abbas'ı ve Ali'ye müsaade et, biraderi Ukeyl'i ve bana da müsaade et akrabamdan filânın boyunlarını vuralım vücutlarını izaleyle yeryüzünden fesadlarmı defedelim. Zira; bunlarda emma-re-i salâh yoktur» dedi ve bu söz Resulullah'ın reyine hoş gelmedi. Binaenaleyh; Resulullah «Yâ Ebâ Bekir! Sen Hz. İbrahim'e ben­zersin. Zira; İbrahim (A.S.) kendine tebaiyet etmeyenlerin salâh­larına duâ etti» ve Hz. Ömer'e hitaben «Yâ Ömer! Sen de Hz. Nuh (A.S.) a benzersin. Zira; Nuh (A.S.) kendine iman etmeyen kâ­firlerin küllisinin helakine duâ etti» buyurdular ve esirler hakkın­da muameleyi ashabının reyine havale edip ashab-ı kiram fidyeyle terhisleri cihetini iltizam edince bu âyetin nazil olduğu mervidir. Ertesi günü Hz. Ömer, Resulullah ile Ebu Bekir'i ağlar görünce ağlamalarının sebebini suâl etti. Resulullah «Arkadaşların haline ağlarım. Zira onlara azap şu ağaçtan daha yakındır» buyurdu. Bu âyet; enbiyâ-yı izam için içtihadın cevazına ve içtihadında hata­nın vukuuna ve lâkin hataları üzerine takrir olunmayıp derhal o

içtihadın hata olduğuna taraf-ı ilâhiden vahiyle tenbih Sunacak­larına delâlet eder. Çünkü; esirlerden fidye alarak terhinleri Re-sulullah'ın reyine muvafıktı.. Bu âyet o reyin hata olduğunu be­yan etmiştir ki rey-i Resulullah da içtihattan ibaretti.

Bazı tarih-i İslâmda, kütüb-ü siyerde ve tefsirde beyan olun­duğuna nazaran Bedir gazp^ üda esirlerden alman fidye, yani be­delin her okkası kırk dirhem olmak üzere yüz okka altınmış. Bu­nun kırk okkası yalnız Amme-i Resulullah olan (Abbas) Hazret­lerinden alınmıştır. Çünkü; Abbas o zaman henüz şeref-i İslâmla müşerref olmadığı cihetle kâfirlerin içinde esir olarak .bulundu­ğundan fidye-i necat olmak üzere kırk okka altın vermiştir.[51]

 

Vacip Tealâ henüz esirlerden fidye almak caiz olmadığını be­yandan sonra fidye alındığı surette azabın nazil olmayacağına dair hükm-ü ilâhi sebkat etmemiş olsaydı azap nazil olacağını beyanla tehdid etmek üzere buyuruyor:

[Eğer Bedir'e hazır olan cemaat-ı muslinimi azaptan muha­faza hakkında geçmiş hükm-ü ilâhi olmasaydı esirler bedelinde almış olduğunuz emval hakkında size azap isabet eder ve dokunur­du velâkin azabın nazil olmamasına dair Cenab-ı Hakkın levh-i mahfuzda yazılı hükm-ü kafisi vardır.] Binaenaleyh; bu hatanız­dan dolayı azap nazil olmayacaktır.

Beyzâvî'nin beyanıiıa nazaran Resulullah'm bu âyet nazil olunca «Azap gelseydi (Ömer) ile (Sa'd b. Muaz)'dan başka halâs olan olmazdı» buyurduğu mervidir. Çünkü; esirler hakkında isti­şare olunduğu zaman Hz. Ömer ve, Sa'd'in reyleri esirlerden fidye alınmayarak katlolunmalanydı ve âyet-i celilede bu rey üzere na­zil olmuştur.

Levh-İ mahfuzda yazılı olan    hükm-ü   ilâhî   ile murad; içtihadında hata edenlere azap nazil olmamak veyahut ehl-i Bedr'e azap naziloVmamak veyahut kendileri sarahaten nehyolun-madıkları şeyi işleyenlere azap nazil olmamaktır. İşte şu beyan olunan ahkâmdan herhangisi murad olunursa olunsun ehl-i Bedir için azap mukadder olmadığına âyet delâlet eder ve şu beyan olu­nan manâların cümlesi ehl-i Bedir'de mevcut olduğundan onlar ma'zurlardır. Çünkü; ehl-i Bedir'in hatası; beyan olunduğu cihetle içtihadda hatadır. Kezalik esirlerin terhisi bedelinde fidye almak nehyolunmamıştı. Gerçi enbiya-yı sabıkanın ümmetlerine emval-i ganimet helâl olmadığı ma'lûmsa da bu ümmet hakkında helâl ve­ya haram olduğuna dair henüz bir hükm-ü şer'i gelmediğinden as-hab-ı izam için fidye alınmasının cevazı veya adem-i cevazı meç­hul olduğundan fidyenin alınması ve askerin nevakısınm ikmali cihetini ihtiyar etmişlerdi.

Bu meselede ashabın kusuru; fidyenin alınmasına sahib-i şeri­attan müsaade taleb etmeksizin o fidyeyi almaya cesaret etmele­ridir. İslâmm kuvvet ve şevketi zuhur edince fidye alınmasına mü-saade-i ilâhiye olacaksa da acele etmeleri hata olmuştur.

Ehl-i Bedir'in şu hatalarının affolunmasının sebebi; iptida-yı İslâmda Resulullah'a iman edip inkıyad-ı tamla inkıyad etmeleri ve silâhları olmadığı halde feda-yı can ederek kâfirlerle muhare­beye hazır olmaları ve şevket-i İslâmiyeyi izhar ve din-i ilâhiyi i'lâ eylemeleri ve esasını kurmalarıyla ind-i ilâhide makbul olma­larıdır.

Bu âyet-i celileyi «Fidye almak üzerine azab-ı azîmin isabet edeceğini beyanla "fidye alınmasının ma'siyet olmasına ve bu re'ye Resulullah'm iştiraki cihetiyîe Resulullah'tan günahının suduru-na» bazı mülhidler delil addetmişlerse de âyet-i celilede Resulul­lah'tan günahının suduruna delâlet yoktur. Çünkü; âyet-i celilede-ki ishan yeryüzünde kâfirlere galebe etmek şartıyla esir alınmasının meşru olduğuna delâlet eder». Zira; ishan kâ­firlerle çok muharebe ve onları katil ve itlaf etmek suretiyle İs­lâm'ın şevketini onlara göstermek ve mahabet-i İslâmiyeyi tanıt­maktır,

Şu halde Resulullah ve ashab-ı kiram Bedir'de vuku bulan muharebe-i azîmede bu manânın husule geldiğini zannettiklerinden esir alınmasının ve esirlerden fidye kabulünün cevazını içti-had ettiklerinden günah yoktur ve âyette vaki olan tenbih de şi, içtihadda hata üzerine tenbihtir. Binaenaleyh; Bedir gazasında1 esirlerden alınan fidyenin ma'siyet olduğuna delâlet yoktur. Zira; ishan m manâsı olan katl-i kesîr ve galebe için bir hadd-i mul ayyen olmadığı gibi dünyada bulunan bilcümle kâfirleri katletmek ve onların cümlesine galebe eylemek beşer için mümkün olmadı­ğından bilumum kâfirleri öldürmek manâsı dahi maksud olmadığı bedihidir. Âyetten maksud olan kıtâl-i kesîrin husulü ve adem-i husulü içtihada havale olunmuş birşeydir. Şu halde Resulullah ve ashabı içtihadlanyla arnel etmişlerdir. İşte bu içtihadın hata oldu^ ğuna ve'esir almak ve esirlerden fidye kabul etmek zamanı gel­mediğine dair taraf-ı ilâhiden tenbih gelmiştir.

Yahut âyette fidye alınmak üzere azabın nüzûlüyle korkut­mak yalnız ashabadır, Resulullah'a değildir. Çünkü; ashap muha­rebede ancak katletmekle me'mur oldukları halde esir aldılar. Hal­buki o zaman mükellef oldukları hükm-ü şer'i ellerine geçen kâ­firleri öldürmekken Resulullah'tan isti'zan etmeksizin esir alma­ları vazifeleri harici hareket olduğundan tehdid olunmuşlardır.

Yahut âyette azap nazil olmak ihtimaliyle tehdid; fidye almak garazına binaen esir alanlar hakkındadır. Şu halde mutlaka fidye almak haram olduğuna âyette delâlet yoktur. Maahaza ashabın fidye alınmasına reyleri asakir-i Islâmiyeyi takviye içindir, yoksa kendi menfaatları için değildir. Zemm ise mücerret dünya gara­zına binaen alınmasına variddir.

Şu halde âyette Bedir'de alınan fidyenin ma'siyet olduğuna delâlet olmadığı gibi Resulullah'tan günahın suduruna dahi hiç delâlet yoktur. Binaenaleyh; bazı mülhidlerin Resulullah'tan gü­nah sadır olduğuna dair istidlalleri batıldır.[52]

 

Vacip Tealâ ehl-i Bedir'e esir aldıklarından ve esirleri fidye alarak terhis ettiklerinden dolayı itab-ı ilâhi varid olunca ashab-ı kiram emval-i ganimetten birşey almayacaklarına azmetmeleri üzerine bundan sonra ganimetin ibahasını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz emval-i ganimeti size mubah kılınca siz tayyib ve helâl olduğu halde mal-i ganimeti yiyin ve hatırınıza darlık verecek birşey getirmeyin ki, kemâl-i afiyet ve rahatla yiyesiniz ve günah­ları irtikâb etmekten sakının ve Allah'tan korkun ki, maâsîyi irti­kâba cüret etmeyin ve bundan evvel gaza-yı Bedir esirlerinden dolayı vâki olan hatanızdan da endişe etmeyin. Zira; geçmişte vâki olan hataları Allahü Tealâ mağfiret buyurucudur ve ceraim-i sai­re hakkında AUahü Tealâ merhamet edicidir.]

Fahri Râzi, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran bun­dan evvelki âyet nazil olunca ashab-ı Resulullah emval-i ganimet­ten aldıkları şeylere ellerini uzatmadılar ve bilâizin aldıklarına nedamet edince Allahü Tealâ bu âyetle helâl olduğunu beyanla onların intifama müsaade buyurmakla mesrur etmiştir, ı Âyet-i celile; emval-i ganimeti ahzetmeye terğibi mutazam-mındır." Çünkü birşeyin yenmesiyle emretmek; o şeyin vücuduna tevakkuf ettiğinden «Emval-i ganimeti ekledin» demek «Emval-i ganimeti almaya gayret edin» demektir ve şu terğibi te'kid için helâli tayyib olmakla tavsif buyurmuştur. «Birşeyin hürmetini be­yandan sonra varid olan emir; o haram olan şeyin rnübah olmasına

delâlet eder» diyen usulcüler indinde âyet-i celilede emri emval-i ganimetin mubah olmasına delâlet eder. Çünkü; ümem-i salifeye ganimetle intifâ'ın haram olduğu kafidir. Şu hürmetten son­ra varid olan bu emir; ibahasmı beyan içindir ve ganimetle intifâ'ın helâl  olması  bu ümmetin  hassasıdır.  Bu  manâyı  Resulullah'ın kavl-i şerifi de te'yid eder. Yani «Bana ganimet helâl kılındı, benden evvel hiçbir kimseye helâl kılınma­dı» demektir. Şu halde geçmiş şeriatların Kur'an'la mensuh olan ahkâmından birisi de budur. Binaenaleyh; ganimetin ibahasıyla hüküm; bu şeriatın efdaliyetine delâlet eden ahkâm-ı şer'iye cümle-sindendir. Zira; ümem-i salifenin gazalarının faydası yalnız ecr-i uhrevîye münhasırken bu ümmetin dünyaca emeklerini zayi etme­yerek hem ecr-i dünyevî hem de ecr-i uhrevî ihsan etmek onların efdaliyetine delâlet eder. Amma yalnız bu ümmete helâl olmasının hikmeti, ilm-i ilâhiye müfevvazcfır. Çünkü; mülkünde mutasarrıf­tır. İstediği kuluna istediği şeyi helâl kılar, o şeyi istemediği kulu­na haram kılar, mülkün sahibi odur. «Bu niçin böyle oldu?» den­mez ve suâle kimsenin haddi yoktur. Şu hüküm; birşeye malik olan insanlarda dahi aynıyla carîdir. Zira; herkes kendi mülkünde iste­diği kimseyi intifâ'a me'zun kılar ve diğer bir kimseyi o intifâ'dan mahrum eder ve mahrum olan kimsenin «Beni niçin mahrum et­tin?» demeye salâhiyeti yoktur. Şu kadar ki, intifâ'a me'zun kıldı­ğını diğerinden daha ziyade sevdiğine delâlet eder. Şu halde Vacip , Tealâ'mn emval-i ganimeti bu ümmete helâl kılması indi ülûhiyette j ümmet-i Muhammed'in makbul olmasına dâldir. Binaenaleyh; baş- ] kalarına vermediği ve haram kıldığı emval-i ganimeti bu ümmete j helâl kılmış ve intifa' etmelerine müsaade buyurmuştur.[53]

 

Vacip Tealâ ashâb-ı izamın üserâ-yı Bedir'den fidye almaları üzerine esirler ellerinden alınan mallarına pek ziyade müteessif olmalarına binaen Cenab-ı Hak onları İslâm olmaya meylettirmek için  buyuruyor.

[Ey cümle naşı irşad ve tarik-ı hakka scvkctmck için gönde­rilen Nebiy-yi Mükerrem! Esirlerden ellerinizde bulunan kimselere hitap olarak sen de ki,   «Eğer Allahü Tealâ sizin kalbinizde hayır bilirse sizden esaretinize bedel-i fidye olarak alınan mallarınızdan daha hayırlısını Aüahü Tealâ size verir ve geçmiş günahlarınızı set-reder. Zira Allahü Tealâ size imanı ve taatı tevfik etmekle günah­larınızı mağfiret edicidir ve zat-ı ülûhiyetine iltica edenlere merha­met buyurucudur. Ve eğer bu esirler fidye vererek halâs olup se­ninle muahede ettikten sonra sana hiyanet ederlerse sen taaccüp etme. Zira; onlar senden evvel küfrü irtikâb edib ubudiyetin muk-tezasmdan çıkarak Allahü Tealâ'ya hiyanet ettiler. Binaenaleyh; onlardan ahz-ı intikam etmeye Allahü Tealâ sana kudret verdi. Şu ahidden sonra tekrar ahidlerini bozarlar ve hıyanet etmeye başlar­larsa da sen mübâlât etme. Zira; senin yardımcın olan Allahü Tealâ seni onların şerrinden muhafaza eder. Şu halde onların hıyanet et­melerinden sen korkma. Çünkü; Allahü Tealâ onların niyetlerini bilir ve ilminin muktezasmca onlarm cezasıyla hükmeder.]

Bu âyet-i celilenin hükmü; Resulullah'm nusretini beşarettir. Zira; Resulullah'a her hıyanet edenlerden ve nakz-ı.ahdeyleyenler-, den ahz-ı intikam etmeye kudret vereceğini Vacip Tealâ bu âyetle resulüne vaad etmiştir ki, metbû' olan resule vaad etmek o resulün ümmetine de vaad etmektir. Lâkin ümmetin bihakkın resule teba-iyetle sünnetini ihya etmesi ve nusrete müstehak olması şarttır. Çünkü; din-i ilâhinin terakkisine sa'yeden resulüne vaad olunan nusret o dinin ilâsına çalışan ehl-i imanın cümlesine vaaddir. Şu kadar ki, bu vaad-i ilâhi dinin ilâsı için çalışmak şartıyla meş­ruttur.

Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyet-i celile ammün-nebi (Abbas) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Abbas Hazretleri Bedir'de esir olunca her okkası kırk dirhem hesabıyla Bedir'e gelen Kureyş askerine sarfetmek üzere maiyetinde götürmüş olduğu yir­mi okka altını kendine esaretten halâs bedeli olarak vermişti. Zi­ra; Bedir'e gelen Kureyş'in masrafım taahhüd eden on kişiden bi­risi de Abbas idi. Diğerleri sarfedip bunun nöbeti henüz gelmeden esir düştüğünden meblâğ-ı mezkûr yanında kalmış olduğu cihetle boşu boşuna Kureyş'e sarf için yanına aldığı meblâğ kendinin fid-ye-i necatı olmuştur. Resulullah Abbas'm biraderzadesi (Ukeyl) ve (Nevfel)'in fidyelerini de vermesini Abbas'a emredince Abbas «Param yoktur, beni Mekke'de dilenci olarak mı terkedeceksin?»

demesi üzerine Resulullah «Mekke'de haremin (Ümmül Fadl)'a vermiş olduğun altınlar nerededir?Ve Ümmül Fadl'a (Benim ne olacağım ma'lûm değildir. Eğer ölürsem bu altın oğlanlarınla se­nindir) demedin mi?» buyurdu. Hz. Abbas da «Yâ Resulallah! Bu­nu sana kim söyledi? Bunu kimse bilmiyordu. Çünkü; bu altınları ben (Ümmül Fadl)'a gecenin karanlığında verdim, yanımızda kimj se yoktu ve kimseye de demedim» deyince Resulullah «Bana Rabj bim haber verdi» buyurdu. Bunun üzerine Abbas Hazretleri Resulallah! Ben senin işinde şüphe ediyordum. Şimdi şüphem kal­madı. Binaenaleyh; iman ettim» dedi ve biraderzadelerine de iman etmelerini emretti ve «Allah'tan daha ziyade hayır ve mağfiret isterim» demekle sözüne hitam verdi.

Abbas Hazretleri iman ettikten sonra «Benden fidye olarak alınan maldan daha ziyade ve hayırlı olarak Allahü Tealâ bana mal verdi ve çok şeye malik oldum. Hatta yirmi adet köleye malik oldum ki, herbiri yirmişer bin dinar, döndürüyorlar ve istediğim zaman bana zemzem veriyorlardı. Binaenaleyh; Allah'ın vaad et­tiği mağfirete muntazırım» buyurdukları mervidir.

Bu âyet-i celile; beyan olunduğu veçhile Abbas Hazretleri hakkında nazil olmuşsa da sebebin hususuna itibar olunmayıp el-fazın umumuna itibar olunmak kaaide-i mer'iyesine binaen esirle­rin cümlesine şamildir ve esirlerin cümlesi hakkında nazil olduğu dahi mervidir. Çünkü; âyette hitap zamirleri cemi' sıyğasıyla va-rid olduğu gibi diğer elfazın da umum üzere varid olmasına bina­en Abbas Hazretleri de dahil olduğu halde umum esirler hakkın­da nazil olması râcihtir. Âyet-i celilede evvelki lafzıyla murad; iman ve taattır. İkinci lafzıyla murad; menâfi-i dünyeviyedir. Mağfiret de menâfi-i âhiretten ibarettir. Şu halde Vacip Tealâ esirlerden iman edenlere hem menâfi-i dünyayı, hem de menâfi-i âhireti vaad buyurmasıyla imana terğib buyurmuştur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Eğer sizin iman edip ibadetle meş­gul olduğunuzu Allahü Tealâ bilirse fidye olarak sizden alınan mallarınızdan daha hayırlı dünya malı vereceği gibi âhirette gü­nahlarınızı mağfiret etmek suretiyle sizi dünya ve âhirette mes­rur- edecek] demektir.[54]

 

Vacip Tealâ Bedir vak'asmda cereyan eden birçok havadisi ve o havadisin ahkâmını beyandan sonra zaman-ı saadette mev-cud olan müslümanları taksim ve herbir kısmın ahkâmından ba­zılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Mekke'de iman edip Resulullah'a mu­avenet etmek ve beraberlerinde bulunmak üzere Medine'ye hicret ettiler, malları ve canlarıyla fisebilillâh düşmanlarıyla mücahede ettiler ve şol Medine ahalisi ki, ensar-i kiramdir. Onlar muhacir­leri kendi evlerine oturttular ve yardım ettiler. Muhacirinin düş­manlarına karşı yekdil ve yekvücud olarak muhacirlere muave­nette bulunurlar. İşte şu evsafı cami' olanların bazısı bazısının dostudur.]

Vacip Tealâ bu âyette muhacirinle ensarı sena buyurmuştur. Çünkü; muhacirinden bir kısım edyân-ı kadimeleri olan putperest­liği terkedip Jiza-yı ilâhiyi aramak üzere iman ve vatanlarını, mal­larını ve akrabalarını terkedip Resulullah'a muavenet maksadıyla hicret, silâh ve saire gibi hazırlıkları olmadığı halde Bedir gazası gibi mühim gazalarda din düşmanlarıyla muharebe ettiler. İslâmın zayıf olduğu bir zamanda böyle mühim vak'alarda bulunmak, ma­lını ve canını fedaya hazır olarak herşeyi göze aldırmak, din-i İs­lâmın esasını kurmak, temelini atmak ve Hâsına sa'yetmek me-zâyâ-yı insaniyenin en büyük mertebesi olduğu,için Cenab-ı Hak onları bu âyette sena buyurmuştur. Kezalik ensar-ı kiram da Re-sulullah'ı kabul edip ihtiyaç zamanı muhacirine ikramda bulun­duklarından senaya mazhar olmuşlardır.

Bu âyet-i celile ahkâmınca iptida-yı îslâmda muhacir ve en-sardsn bazıları bazılarına varis olurlardı. Amma küffardan akra­baları varis olamadığı gibi hicret etmeyen müslüman akrabaları dahi varis olamazdı. Şu halde iptida-yı îslâmda bir kimsenin âhara varis olabilmesine sebep ikiydi; Müslim olarak hicret etmek veyahut ensardan olmaktır. Bu sebeplerden birisi kendisinde bu­lunmayan velev akrabadan olsun muhacirlere ve ensara varis ola­mazdı.

Fahri Râzi ye Nisâbûrî'nin beyanları veçhile muhâcirîn-i ki­ram, menâkıbın a'lâsı ve faziletin bâlâsı olan imanda ensar üzeri­ne sebkat etmeleri ve çok zaman Kureyş tarafından kendilerine vâki olan belâlara sabır ve tahammül eylemeleri ve vatanlarından ayrılmakla arız olan birtakım mazarrat ve meşakkata göğüs ger­meleri gibi bir çok mezâyâda ensar üzerine faik olup İslâmda muk-tedâbih olduklarına işaret için Kur'an'da muhacirinle beraber en­sar zikrolunan âyetlerde muhacirin takdim olunduğu gibi bu âyet­te dahi muhacirin takdim olunmuştur. Zira; mühim mesailde te­mel atanlarla sonradan iltihak edenler arasında birçok fark oldu-, ğundan esasını kuranların fazileti elbette ziyadedir.[55]

 

Vacip Tealâ zaman-ı saadette mevcut olan müminlerden kısm-ı evvel olan muhacirini ve kısm-ı sânî olan ensarı zikrettikten son­ra müminlerden üçüncü bir kısmı zikretmek üzere buyuruyor.                               .

[Şol kimseler ki, onlar iman ettiler de Mekke'den Medine'ye hicret etmediler. Ey müminler! Size hicrette muvafakat etmeyen­lerle sizin beyninizde irs hususunda münasebet yoktur. Binaena­leyh; onlar sîze, siz onlara varis olamazsınız. Çünkü; irse dair bey­ninizde velayet yoktur. Bu hüküm onlar hicret edinceye kadar de­vam eder. Eğer hicret ederlerse o zaman yekdiğerinize varis olur­sunuz. Ve eğer onlar din hususunda sizden yardım taleb ederlerse onlara yardım etmek sizin üzerinize vaciptir, İllâ şol bir kavm-i kâfir ki onlarla sizin beyninizde muahede olursa ve onlara karşı müminler yardım talebederîerse yardım etmek vacip olmaz. Çün­kü; sizinle muahede sebketmiş olan kâfirler hakkında ahde riayet etmek vacip olduğundan ahdin hilâfına ehl-i imana muavenet et­mek nakz-i ahdolacağmdan gadri mucip olur. Gadir ise caiz olmaz. Ve Allahü Tealâ sizin amelinizi görücü, bilici ve amelinize göre cezanızı vericidir.] Şu halde emr-i ilâhiye muhalefet etmeyin ki, ikaab-ı ilâhiye müstehak olmayasınız.

İptida-yı .İslâmda ehl-i İslâmın yekdiğeriyle ülfet ve ünsiyet ederek bazılarının bazılarına muavenet etmeleri ve bir noktada içtimâ'ları lâzım olup aralarında nefret ve tefrika caiz olmadığı cihetle hicret vacipti. Çünkü; ehl-i imanın jçtimâ'ı o zamanda hic­retle husul bulacağından hicrete ihtiyaç vardı. Binaenaleyh; şu vacibe riayet edemeyenlerle riayet edip hicret edenler beyninde irse dair hususatta velayetin kesilmesi beyan olunmasıyla ehl-i imanı hicrete teşvik ve kezalik aralarında münasebetin kat' olun­masının müddeti ( hjt-V \ğ*~ ) cümlesiyle beyan olunması dahi ehl-i imanı nicrete terğib etmiştir. Çünkü; hicret edenlerle etme­yenler beyninde velayetin inkıtaı hicret edinceye kadar devam edip hicret edince münasebâtm kemâfissabık avdet. edeceğini bi­len bir mümin elbette hicret etmekle din kardeşleriyle münase-' bâtın iadesine gayret ve rağbet edeceği derkârdır.

Hicret edenlerle etmeyenler beyninde velayetin kat'ı her ci­hetten olmayıp belki yalnız irs hususunda olduğuna işaret için din' hususunda hicret etmeyenlere icabına göre yardım etmek hicret edenler üzerine vacip olmuştur.

Hulâsa; iptida-yı İslâmda iman edip de hicret edemeyenlerle hicret edenler arasında irs carî olmadığı ve lâkin hicret edemeyen­ler hicret edenlerden yardım isterlerse yardım etmek vacip olup yalnız ehl-i imanla muharebe etmemek üzere muahede akdetmiş bir kavim aleyhine yardım isterlerse o kavme karşı nakz-ı ahd ederek yardım etmek caiz olmadığı ve Allahü Tealâ nakz-ı ahde-denlerin hallerini bildiği ve gördüğü ve binaenaleyh; ahde riayet lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[56]

 

Vacip Tealâ zaman-ı saadette mevcut olan müminlerin üç kıs­mını beyandan sonra kâfirlerin bazı ahkâmını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular. Onların bazısı bazısının dostudur. Çünkü; onlar akıllarından maksat olan ihtidayı zayi et­mek ve kendilerini irşad için gönderilen nebilerine iman etmemek hususunda yekdiğerinin velisidir. Eğer siz düşmanınız olan kâfir­leri dost ittihaz ederseniz yeryüzünde büyük fitne ve fesad olur,]

Yani; kâfirlerin bazıları bazılarının dostu olup ehl-i İslâm aleyhine birbirlerine muavenette bulununca ehl-i Islama vacip olan; dostlarım ve düşmanlarını bilip dostlarına muhabbet ve mu­avenet etmek ve düşmanlarına adavet üzere bulunup onları dost tutmamaktır. Eğer bilâkis düşmanları olan kâfirleri dost ittihaz ederlerse bilcümle yeryüzünü ihata ve ekseri aktâr-ı arza eseri si­rayet eder belâlar ve büyük fesadlar zuhur eyler ki, önünü almak istersiniz, lâkin önünü almak mümkün olamaz. Çünkü o fesad; si­zin ve Allah'ın düşmanlarını dost ittihaz ettiğinizden neş'et ettiği cihetle o fesadın men'ine-kaadir olamazsınız. Binaenaleyh; her cümlenize sirayet eder de, âlemde büyük büyük fesad olur.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile işte o fesad; ehl-i İslâmın kendilerini hakir ve zelil görmekle kâfirleri âlî görerek onlara meyi ü muhabbet etmeleridir ki bu; dermanı bulunmaz bir derttir. Zira; kâfirler daima ehl^-î imana buğz ve adavet üzere bu­lunduklarından her zaman ehl-i İslâm aleyhine fırsata intizar ve fırsat düştükçe ehl-i İslârnı zaafa duçar etmeye gayret ederler.

Beyan olunduğu veçhile İslamların kâfirlere muhabbetleri se­bebiyle kâfirlerin âdât ve ahlâklarını taklid etmekten ziyade ehl-i İslâm için bir felâket olamaz. Çünkü kâfirleri taklid; âdât ve ah-lâk-i îslâmiyenin tedricen sukuutuna bâdî olacağı cihetle ırk-ı İs-lâmın zaafa duçar olacağında şüphe olunamaz. Bu ise İslâm için bâis-i inkırazdır. Binaenaleyh; kâfirleri daima düşman bilmek ve şerlerinden hazer üzere bulunmak ehl-i İslâm için vezaif-i diniye ve mühimme cümlesinden olduğuna işaret için. Cenab-ı Hak bu âyette ehl-i İslâmın onları dost ittihaz etmeleri büyük fesadı mu­cip olacağını beyanla tavsiye buyurmuştur.

İşte bu âyet-i celile ehl-i İslâm için büyük bir derstir. Çünkü; âyette üç hüküm vardır: Birincisi; kâfirlerin birbirine dost olmalarıdır ki dost daima dostunun tarafını tutar ve icabında dostuna yardım eder, fırsat düştükçe düşman addettiği millete ihaneteder. Binaenaleyh; hiçbir kâfir milleti ehl-i İslâmı diğer kâ­fir üzerine tercih etmez. Ancak menfaat icabıdır ki, o menfaat bi­tinceye kadar mümaşat eder. İkin. cisi; ehl-i imanın, kâ­firleri dost ittihaz etmelerinin yeryüzünde fitne olmasıdır. Çünkü; kâfirleri dost ittihaz edince ehl-i İslâm onların fena ahlakıyla ta-halluk eder ve onların dostluğuna mağrur olarak âdât-ı İslâmiye ve an'anât-ı milliyyeyi terkederek her feyzi onlardan bekler ve onları âlî kendini hakir görmekle kuvve-i umumiye zafaa duçar olur ve metanetini kaybeder. Binaenaleyh; kâfirler diyar-ı İslama hücumla akıllara hayret verecek fitneler zuhur eder ve nitekim öyle olduğuna da vukuat şahittir. Üçüncüsü; kâfirleri dost ittihaz etmek büyük fesada bâdı olur. Zira; fitne olan yerde fesad olacağı şüphesizdir.[57]

 

Vacip Tealâ ehl-i İslâmın muhacir ve ensardan olanlarına ta!-zîm lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar imanla beraber vatan-i aslîlerini terk­le hicret ve din-i mübîne muavenet ve rıza-yı Bariyi tahsil için adâ-yı dinle muharebe ettiler ve şol kimseler ki, onlar muhacirleri kendi evlerinde oturttular ve din-i İslâmın temelini kurmaya ve âleme dağılmasına gayret ve muhacirlere yardım ettiler. İşte şu iman edip Resulullah'a muavenet etmek için hicret «tmek ve ii-sebilillâh mücahede eylemek ve muhacirini hanesinde iskân edip din-i mübin-i Muhammedi'ye yardım etmek gibi evsaf ve mezâ-yâ-yi âliyeyi cami olan kimseler ancak hak ve sabit olarak mü-min-i kâmillerdir. Onlar için Rablerinden günahlarını setretmek gibi mağfiret-i azîme ve güzel rızıklar vardır.]

Fahri Râzfnin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ muhacir ve ensarı birkaç cihetle meth ü sena buyurmuştur. Çünkü bunları bundan evvelki âyetlerde zikrettikten sonra tekrar zikretmek; hal­lerine ihtimam, şan ve şereflerine ta'zîm ifade ettiği gibi, hakkaa mümin olduklarını beyan etmek imanlarında sebat ve kalplerinde itmi'nan olduğuna ve sarsılmaz bir itikaada malik olduklarına de- \ lâlet eder. Çünkü; imanında sebatı olmayan bir kimse din-i-aslîsi j olan putperestliği ve vatanını terkle malını ve canını din uğrunda \ fedaya hazır olamaz. Halbuki, bunlar her türlü fedâkârlığı ihtiyar j ettiler. Eğer hakkıyla mümin olmasalar bu fedâkârlığı ihtiyar ede­mezlerdi. Vacip Tealâ bunları mağfiretinin azametine ve kemâline

delâlet için lâfzı, tazime delâlet eden tenvin ve nekre olarak varid olduğu gibi" âhirette kemâl-i rahatlarına işaret için lâfzı keremle tavsif, olunmuştur ki rızıkları arzularına muvafık olacağma işarettir. Yani rızkın kerim olması; sahibinin hoşnud olmasıdır.

Hulâsa; insanların âhirette arzu ve emelleri İkidir: Birincisi ; azaptan kurtulmak, ikincisi; derecâiA âliyeye nail olmaktır. Cenab-ı Hak bu âyette mağfiret olunacakla­rını beyanla' azaptan halâslarına ve rızıklarınm kerim olmasını beyanla derecâta nail olacaklarına işaretle şanlarına ta'zîm ve de­recelerinin âlî olacağım beyan buyurmuştur. İşte şu saadete nail olabilmek için ancak ciddiyet üzere iman etmek ve din uğrunda fedâ-yı cana hazır olmak ve fütursuz sa'y ü gayret ve azîmet-i sadıka sahibi olmak ve Iezzât-ı cismaniyeyi terkle her türlü fedâ­kârlığı ihtiyar etmekle hasıl olacağı bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.[58]

 

Vacip Tealâ zaman-ı saadette mevcut olan müminlerin ahva­lini beyandan sonra . Mekke'nin fethinden sonra iman edenlerin ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Mekke'nin fethinden sonra iman ede­rek hicret ettiler ve sizinle beraber düşmanla muharebeye hazır oldular. İşte şu evsafı cami' olanlar sizin kardeşlerinizdendirler. Ve zîrahim mahrem olanların bazısı bazısına Allah'ın kitabında ve hükmünde evlâdır. Zira; Allahü Tealâ herşeyi bilicidir. Binaena­leyh; hükmü yerli yerindedir.]

Yani; şol müminler ki, onlar (Bedir), (Hudeybiye) ve (Mek­ke)'nin fethi gibi mühim vukuatlardan sonra iman ettiler de din-i mübini i'lâ için bazı gazalarda sizinle beraber muharebede bulun­dular ve din-i İslâmı terviç ve sünen-i Muhammediyyeyi ihya ve ta'mim etmek üzere mallarını ve canlarını fedaya hazır oldular. İşte şu evsafı cami1 olan kimseler sizin ihvan-ı dininizdir. Bina­enaleyh; onları kendi nefsiniz gibi sevmeli ve onlara riayette ku­sur etmemelisiniz ki,-cümleniz aile-i vahide gibi olup düşmanları­nıza karşı kuvvetinizi muhafaza edesiniz ve beyinlerinde karabet olan müminler birbirlerine hükm-ü ilâhide ve ahkâm-ı Kur'ân'da ecanipten daha elyaklar ve daha yakınlardır. Zira; irs hususunda akraba birbirlerine varis olurlar, amma ecanip birbirine varis ola­mazlar. Binaenaleyh; karabet sahibi olanlar birbirine ecanipten daha evlâdır. Zira; dekaayık-ı esrara vakıf olan Allahü Zülcelâl kullan beyninde kimlerin kimlere münasip ve irs hususunda ki­min kime daha ziyade yakın olacağını bildiğinden ilminin muk-tezasına göre hükmetmiştir ve hükmünde asla hata olmaz.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette lâfzından müstefad olan sonralık la murad; Bedir vak'ası veyahut Hudeybiye veyahut feth-i Mekke'den sonra olmasında ih­tilâf vâki olmuşsa da esah olan feth-i Mekke'den sonra demektir. Çünkü; Bedir ve Hudeybiye vakıalarında henüz İslâm şevket bul­mamış ve şevket-i İslâmiyenin tezyidi için Mekke'de olan Müslümanlann Medine'ye hicretlerine şiddetle ihtiyaç vardı. Amma feth-i Mekke'den sonra İslâmiyet kuvvet bulup Mekke-i Müker-reme'de bilâd-ı İslâmiye meyanına dahil olunca Mekke'den Medi­ne'ye hicrette ziyade fayda melhuz olmadığı cihetle hicrete mahal kalmadığından hicret edip etmemek herkesin kendi ihtiyarına terk

olunmuştur. Resulullah'm kavl-i şerifi de bu manâyı ifade etmektedir. Yani; «Mekke'nin fethinden sonra hic­rete lüzum yok» demektir.    Şu halde Mekke'nin fethinden evvel hicretin varlığını beyan etmiştir. Binaenaleyh;    hicretin inkıtaı Mekke'nin fethinden sonradır. Yoksa (Hudeybiye) yahut (Bedir) vak'asmdan sonra değildir. Bu hadis-i şerifte beyan olunan hicre­tin inkıtâ'ı Mekke'den Medine'ye hicretin inkıtâ'ına mahsustur ve illâ hicret ilâyevmilkıyam bakî ve meşrudur. Hadis-i şerifte nefyo-lunan; hicretin vücubudur, yoksa bilkülliye hicreti nefyetmek de­ğildir. Çünkü hicrete sebep; dine hizmet ve İslâmm, şevketini tez-yid ve herkes mükellef olduğu ahkâmı yoluyla edâ edebilmektir. Şu sebep her nerede ve her ne zaman mevcut olursa hicret lâzım­dır. Binaenaleyh; İslâmiyetin zaafa düştüğü bir zamanda Müslü­manların bir iklime içtimâ' ederek ehl-i İslâmın küffara karşı kuv­vetini izhar etmesine lüzum görülüyorsa Müslümanların o iklime hicretleri vacip olur. Kezalik bir beldede ehl-i İslâmm azlığından dolayı dinini muhafaza edemeyen kimseye dinini yoluyla ikaame^ edecek bir İslâm beldesine hicret etmesi vacip olur. Şu halde hic­retin sebebi; hicrete ihtiyaçtır. Binaenaleyh; her ne zaman hicrete ihtiyaç messederse hicret etmek bir emr-i lâzım olduğu cihetle hicret ilâyevmilkıyam bakîdir.

Hülâsa; Mekke'nin fethinden sonra iman edip hicret edenler daha evvel hicret edenlerin kardeşleri olduğu ve zevilerhamın ba­zısı bazısına irs hususunda diğerlerinden daha yakın bulunduğu ve kitabullahın hükmü de bu minval üzere olduğu ve Ailahü Tealâ'-nm herşeye âlim bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir.[59]



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1841-1843

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1843-1844

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1844-1845

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1845-1848

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1848-1850

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1850-1852

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1852-1855

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1855-1857

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1857-1861

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1861-1862

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1862-1864

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1864-1866

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1866-1868

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1868-1869

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1869-1870

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1871-1873

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1873-1875

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1875-1876

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1876-1878

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1878-1880

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1880-1882

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1882-1884

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1884-1885

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1886-1887

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1887-1888

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1888-1890

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1890-1891

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1891-1893

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1893-1895

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1896-1899

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1899-1900

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1900-1902

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1902-1903

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1903-1904

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1904-1906

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1906-1908

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1908-1909

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1910-1911

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1912-1913

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1913-1914

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1914-1915

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1915-1917

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1917-1919

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1919-1920

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1920-1923

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1923-1924

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1924-1926

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1926-1927

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1927-1930

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1930-1932

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1932-1934

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1934-1936

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1936-1938

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1938-1940

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1940-1942

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1942-1943

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1944-1945

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1945-1946

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1946-1948