SURE-İ TEVBE.. 2

ONBİRİNCİ CÜZ.. 46


SURE-İ TEVBE

 

Medine-i Münevvere'de nazil olan sûrelerden olup yüz yirmi dokuz veyahut yüz otuz âyettir.

Bu sure-i şerife; kıtale müteallik ahkâmı müştemil olduğun­dan evvelinde emniyet ve selâmete delâlet eden besmele yazılma­mıştır. Yahut Sure-i Berâe ile Sure-i Enfal'in ahkâmı ve kıssaları birbirine benzediğinden ikisi yekdiğerine merbut bir. sûre sayıl­dığı için araları besmeleyle faslolunmamıştır. Bu sûrenin evvelin­de besmelenin yazılmamasmda birçok rivayet varsa da esah olan her sûrenin evvelinde besmele nazil olmamıştır. Şu halde bizim için selâmet demektedir. Çünkü; »Vahiy hakkında niçin şöyle veya böyle oldu» demeye salâhiyetimiz olmadığı gibi vazifemizin de haricidir ve bizler için hikmetine ittılâ'da mümkün değildir. Zira; bu misilli şeyler vahiyle bilindiğinden aklımız id­rakinden âcizdir. İnsanlar bu gibi hikmetleri bilmekle mükellef olmadıklarından şu sûrenin evvelinde besmelenin yazılnjadığının hikmetini bilmemekten noksan lâzım gelmez. Mükellef olmayınca «İnsan hikmetini bilmediği şeyle nasıl mükellef olur?» şeklinde suâl dahi varid olmaz.

[Ey müminler! Şu sûre; müşriklerden sizinle muahede eden­lere Allahü Tealâ ve resulünden beraet ve aranızda olan emânî ve zimmeti kaldırmak ve ahdi nakzetmektir. Hâl böyle olunca ey müşrikler! Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarından iba­ret olan dört ayda yeryüzünde istediğiniz mahalde kemâl-i emni­yetle gezin ve seyrüsefer edin, hiçbir şeyden korkmayın ve şura­sını da iyi bilin ki, Allahü Tealâ'yı siz âciz kılamazsınız ve şunu da bilin ki, Allahü Tealâ kâfirk.i dünyada kılıçla rezil ve rüsvâ ve âhirette azab-ı Cehennem'le onları perişan edicidir.]

Şu halde Allah'ın size dört ay müsaade buyurması sizin te­fekkür ve teemmül etmeniz maslahatına mebnidir. Binaenaleyh; müsaade olunan dört ayda kemâl-i sükûnetle vakit geçirdikten sonra sizin için İslâm olmak veyahut cizye vermek veyahut keskin kılıç altında ölmekten başka çare yoktur.

Bu âyette beraet ; ismetin kesilmesi manasınadır. Bu­na nazaran manâ-yı âyet: [Allahü Tealâ ve Resulullah'la muahe­de eden müşrikler beyninde muahedenin hükmü olan ismet ve em­niyet kalktı ve aranızda münasebet kalmadı. Binaenaleyh; muha­rebe kapıları açıldı, ehl-i imanla müşrikler beyninde emniyet-i mü-tekaabile kalktı, herkes elinden geleni geri koymasın, işlesin] demek­tir. Resulullah'ın muharebeyi suret-i kafiyede azmedip muahede ka­bul olunmayacağına işaret için beraet; suret-i aleniyede izhar ve ilân olunmuş ve bunu ilândan kâfirlerin mukaavemet edemeye­cekleri raddede İslâm'ın kuvvetini beyanla kâfirleri din-i İslâmı kabule terğib de hasıl olmuştur. Nakz-ı ahdetmek; gadri ve bey-nehümada vâki olan mukaaveleden vazgeçmeyi mucip olduğun­dan ResuluHah'tan doğrudan doğruya nakz-ı ahdetmek caiz ola­maz. Çünkü; ahdi nakzetmek; üç şeyle olur: Birincisi; muahedenin bir müddete muallâk olması ve o müddetin hitam bulmasıyladır. İkincisi; muahede zamanında muahedenin bir şarta muallâk olup o şartın vücut bulmasıyladır. Üçün­cüsü; kâfirlerin gizlice nakz-ı ahdettiklerine dair biremmare anlaşümasıyladır. Çünkü; hafî nakz-ı ahdettikleri bilinip de zarar etmeleri anlaşılınca ahdi bozduklarını bildiğimizi onlara bildir­mek maksadıyla derhal onlara mukaabele tarikıyla bizim de ahdi nakzettiğimizi bildirmek lâzım olduğu Sure-i Enfal'de beyan olun­muştu.

Burada beyan olunan nakz-ı ahid; serdolunan esbab-ı selâse-den üçüncüsü olan düşmanın nakz-ı ahdetmesi üzerine Resulul-lah'ın nakz-ı ahdettiği ilân olunmuştur. Çünkü; Fahri Râzi ve Hâ-zin'in beyanlarına nazaran Resulullah (Tebûk) kazası için Medi­ne'den çıktığında münafıklar Resulullah'ın askerine muhalefet ederek Medine'de kaldılar ve asakir-i İslâmiyenin bozulmasına dair birtakım eracif yani yalan sözler dağıttılar. Binaenaleyh; müşrik­ler ahdi bozarak ehl-i İslâmı zararlandırmayı göze aldırmaları üzerine Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz Allah'ın emriyle onlar­la kendi beyninde olan ahdi onların nakzına karşı nakzettiğini ilân etmiştir. Şu halde iptidaen nakz-ı ahid; onlar tarafından vuku bul­muştur.

Bu sure-i celilenin hicretin dokuzuncu senesi nazil olduğu mervidir. Çünkü; feth-i Mekke hicretin sekizinci senesi vâki oldu. Hicretin dokuzuncu senesi Resulullah'ın menâsik-i haccı nasa ta'-lim etmek üzere (Ebubekir)> Hazretlerini emir-i hac olarak Mek­ke'ye gönderdikten sonra bu sure-i celile nazil olmuştur. Sûrenin evvelinden otuz veyahut kırk âyeti nasa tebliğ ve ahdi nakzetti­ğini ilân etmek üzere Resulullah Hz. Ali'yi Ebu Bekir'in arkasın­dan gönderdi. İkisi yolda birleşerek beraber Mekke'ye gelirler. Ebu Bekir Hazretleri Arafat'ta hutbesinde menasik-i haccı nasa talimle vazifesini ifa etti. Bayram günü Mina'da (Cemre-i Akabe) denilen mahalde Hz. Ali nasa tebliğle me'mur olduğu âyetleri oku­du ve,ahdi nakzettiklerini ahaliye ilân etti ve bunun üzerine «Ben; dört şeyle me'niurum : Birincisi; bundan sonra Beyt-i Şerife müşrik yaklaşmayacak, ikincisi; ur.yan- olarak Beytullah tavaf olunmayacak, üçüncüsü ; Cennefe mü­min olmayan .kimseler giremeyecek, dördüncüsü; bi­zimle bundan evvel ahid sahiplerinin ahdi tamam olmuş sayıla­caktım buyurması üzerine kâfirler «Yâ Ali! Amcanın oğluna söy­le, biz de ahdi arkamıza attık. Bundan sonra beynimizde süngüyle kılıçtan başka birşey yoktur» dediler. Ahdi bozmayı ilân etmek vazifesi Ebu Bekir Hazretlerine tevdi olunmayıp da Hz. Ali'nin ayrıca bu vazifeyle memur olmasının sebebi; Arap beyninde carî olan âdete riayet içindir. Çünkü; Arap beyninde âdet; ahidnameyi imza veyahut nakzetmek ahid sahibinin kendi veyahut akrabasından birisi olmak urhur-u lâzırnedendi. Eğer şu âdete riayet olun-mayarak bu vazife Hz. Ebu Bekir'e tevdi' olunmuş olsaydı müş­rikler tarafından itiraz olunmak ihtimali olduğundan Hz. Ali'ye tevdi olunmuştur.

Âyet-i celilede setafiatla murad; yeryüzünde istediği yerde gezmektir, Seyahatla emir; İbahe için olduğundan seyahat etmek mubahtır, vacip değildir. Dört ay müddetle bilumum müş­riklere ilân-ı harp olunmuştur. Binaenaleyh; kabailden müddetle­rinin dört aydan ziyade olanları dört aya tenzil ve ahdin müddeti dört aydan noksan olanların da dört aya temdid olundu. Müddet-i muahedenin dört ay olmasının hikmeti; kâfirlerin tefekkür edip İslâmiyetten başka çare olmadığını bilsinler ve Resulullah'm gele­cek sene de hacca gideceğinden hiç kimseyi üryan olarak görme­mek ve umuma ilân-ı harple İslâmm kuvvetini bildirmek için şu beraet suret-i aleniyede herkese bildirilmiş ve İslâmm şecaat ve şevketi âleme ilân edilmiştir.[1]

 

Vacip Tealâ açıktan kâfirlere dört ay müddetin hitamında ilân-ı harbi beyandan sonra şu beyan, cümle nasa Allahü Tealâ ve resulüne ilân olduğunu ve müşriklerden berî olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu âyet hacc-ı ekber gününde Allahü Tealâ ve resulünden cümle nasa ilân ve beyandır ki, Allahü Tealâ ve Resulü müşrik­lerden beridir.]

[Ey kâfirler! Eğer küfrünüzden tevbe ederseniz tevbe etmek sizin için hayırlıdır. Eğer tevbeden kaçarsanız iyi bilin ki, siz AI-lahü TeaLVyi âciz kılamazsınız. Yâ Ekrem-er Kusul! Sen kâfirleri acıtıcı azapla müjde et.]

Yani; etraf-ı âlemden nasın içtimâ' ettiği Arefe ve Bayram günü olan hacc-ı ekber gününde Allah'ın emriyle resulünden sa­dır olan ferman, nasa bir ilândır ki, o ilânın münderecâtı: Allahü Tealâ ve resulü bu günden itibaren müşriklerden beridir ve müş­riklerle beyinlerinde münasebet yoktur. Eğer ey müşrikler! Kü­fürden ve ehl-i İslama gadretmekten ve ahdi bozmaktan tevbe ederseniz dünyada ve âhirette tevbe sizin için hayırlıdır ve eğer tevbeden i'raz ve küfrüzere ısrar ederseniz iyi bilin ki, Allah'ın kahrı size ulaşır. Çünkü; siz Allah'ı âciz kılamazsınız. Zira; Al­lah'ın kudreti vâsidir, her yerde ve her zamanda sizden intikaa-nıını almaya kaadirdir. Yâ Ekrem-er Rusül! Söz dinlemeyen kâ­firleri azab-ı elimle tebşir et. Zira; onların istihkaakı azaptır.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile şu ilân müslim ve kâfir cümlesine şâmildir. Çünkü; Müslümanlar Allah'ın ve Resu­lünün müşriklerden berî olduklarını bilmeleri lâzımdır ki, bittebi' kendilerinin de berî olup kâfirlerle beyinlerinde münasebet kal­madığını bilsinler ve kâfirlerin de şu beraeti bilmeleri lâzımdır ki, onlar da Allahü Tealâ ve Resulü ve ehl-i imanla beyinlerinde asla münasebet kalmadığını bilsinler. Haccın cemir efâli Bayram gü­nünde hitam bulduğu için Bayram gününe hacc-ı ekber -denilmiştir. Yahut şu ilânın vâki olduğu günde mümin ve kâfir her cümlesi haccettiğinden o güne hacc-ı ekber denil­miştir,                        

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin tevbeleri Al­lah'ın ve Resulünün beraetleri üzerine terettüb ettiğine işaret için tevbenin lüzumu tertibe delâlet eden lafzıyla varid olmuştur.[2]

 

Vacip Tealâ kâfirlerden beraeti ilânla dört ay mühlet verdiğini beyandan sonra    beraetten müstesna    olanları beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ'nın beraetinden şol kimseler hariçlerdir ki, on­lar müşriklerden sizinle muahede ettiler de, muahededen sonra muahedenin iktizasından size karşı hiç bir şey noksan etmedikleri gibi muahedeye tamamen riayet ederek sizin mazarratınıza olarak hiçbir kimseye yardım etmediler.] Binaenaleyh; muahedeye asla halel getirmediler ve size karşı bir kusurda bulunmadılar. İşte bunlar şerait-i muahedeye tamamen riayet ettiklerinden Allah'ın ve Resulünün beraetinden müstesna olarak ahde riayetlerinin fay­dasını görmüşlerdir. Çünkü; ahdin muktezasmı muhafazaya riayet edenlerle etmeyenler müsâvî olamazlar. Ahdi nakzedenlerle etme­yenler beynini tefrik etmemek hakka ve adalete münafidir.

Bu âyette lâfzı; müddet-i ahid ne kadar uzarsa ahidle-rinde sebat edip dönmeyeceklerine işaret için varid olmuştur. Çün­kü; bunlar müddet-i muâhdede bilfiil kendileri harbe kıyam etme­dikleri gibi ehl-i iman aleyhine başka bir kavme dahi muavenetle fitne ikaaına dahi sa'yetmediklerinden ahdi nakzedenler arasında istisna olunmaya şayandırlar. Binaenaleyh; Vacip Tealâ bunları ahdi nakzedenlerin ahkâmından istisna etmiştir.[3]

 

Vacip Teaİâ ahdin muktezasına göre muamele edenlerin ahdi nakzedenlere nispetle bir mevki-i mümtazları olduğuna işaret için istisna ettikten sonra adalet; bu misillilerin ahdini itmam etmekte olduğuna tenbih etmek üzere buyuruyor.

[Onlar ahidlerinde sebat edip nakzetmeyince siz de onların ahdini müddetine itmam edin. Zira; Allahü Tealâ gadretmekten nefislerini vikaaye edenlere muhabbet eder.]

Yani; ahdi bozanlara yaptığınız muameleyi ahdinde sebat edenlere yapmayın ki, adalete riayet olsun, şu halde ahdi bozan­lara vermiş olduğunuz dört ay müddetin geçmesiyle onlarla mu­harebeye başlamayın. Eğer onlarla muharebe ederseniz gadretmiş olursunuz. Gadir ise ittikaaya münafi olduğundan Allahü Tealâ'-nın rızasına muhalif olur. Çünkü rızaya muvafık olan; emr-i ilâ­hiye imtisal etmektir. Binaenaleyh; bunların ahdini itmam etmek vaciptir. Çünkü; rıza-yı ilâhiye muvafık olan da onlara riayet et­mektir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran Araptan (Beni Kenane) kabilesi ahdi bozmadılar ve müddet-i ahidleri dokuz ay kalmıştı. Cenab-ı Hak bu âyetle onların ahidlerini her kaç ay olur­sa olsun itmam etmesini emretti ve Resulullah da bu âyetin ahkâ­mınca onların ahidlerini ikmal buyurmakla diğer kabailden tem­yiz buyurdu. Çünkü; bunlar ahidlerine riayet ettiklerinden Cenab-ı Hak onların müddet-i ahidlerinde canlarım muhafazaya müstehak olduklarını bu âyetle ilân buyurmuştur. Ahdine riayet edenler hakkında bu âyetin hükmü ilâyevmilkıyam bakîdir. Binaenaleyh; iki devlet arasında vâki olan mukaavelenamelerin hükmüm tara­feynden birisi nakzetmedikçe muahede müddeti hitam buluncaya kadar bakî olduğundan her iki tarafın riayet etmeleri vaciptir. Bi­naenaleyh; ahdin muktezasma riayeti terkeden gadir ve zulmet­mekle günahkâr olur.[4]

 

Vacip Tealâ müşriklerden berî olduğunu ve ahdi nakzeden­lere dört ay müddet verdiğini ve nakz-ı ahdetmeyenlerin müddet-i ahidlerini ikmâl etmek lâzım olduğunu beyandan sonra müşriklere verilen dört ay müddet hitam bulduktan sonra ehl-i imana teret-tüb eden vazifeyi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Muharebe etmek haram olan dört ay geçince müşrikleri her nerede bulursanız hemen katledin, aman vermeyin ve diri olarak tuttuğunuzu esir edin ve onları hapsedin ki, İslama tasalluttan menolunsunlar ve müşrikleri gözetmek üzere dağ aralarında ve ovalarda mevcut yollara gözcüler oturtun ki, onları gözetsinler ve gidip geldikleri yerleri bilsinler ki, ansızın ehl-i İslâmın haberi olmaksızın zarar iras edemesinler.]

Fahri Râzi ve Ebussuud Efend-'nin beyanları veçhile eşhür-ü hurum olan dört ay geçince hiçbir zaman fevt etmeksizin muhare­beye başlamak vacip olduğuna işaret için müddetsiz hemen müba­şerete delâlet eden lafzıyla emri varid olmuş ve dört ay geçince gerek Harem-i Şerif dahilinde, gerek haricinde her nerede ve her ne zaman olursa olsun kıtal vacip olduğuna işa­ret için cemi-i emkine ve ezmineye şamil olan lafzıyla varid olmuştur. Şu halde manâ-yı nazım :• [Eşhür-ü hurum geçince müşrikleri nerede bulursanız zaman ve mekân aramaksızın derhal katledin ki, İslâm'ın şevketini izhar ve kâfirleri zaafa duçar etmiş olasınız.]

Bu âyette Vacip Tealâ dört şeyle emir buyurdu: Birin­cisi; müşrikleri nerede olursa olsun katletmek, ikincisi; diri tutulanları esir etmek, üçüncüsü; tutulanları hapse­dip ahval-i İslâm'ı onlara tınlatmamak, dördüncüsü; yol­lara gözcü koyup onların hallerine muttali' olmaktır. Binaenaleyh; şu ahkâma riayet etmek Müslümanlar üzerine vaciptir. Çünkü; İslâmiyeti muhafaza dünya ve âhirette müslümanlarm necatlarına sebep bu ahkama riayet etmektir. Şu halde bu ahkâma raiyet et­memek ehl-i İslâm için felâkettir. Zira; muharebeden el çekmek kâfirlere müsaade eylemek ve küfrüzere devamlarına müsamahakârâne bakmak onları hali üzere bırakmakla onların esbab-ı harbi hazırlamalarına müsaade olduğundan Müslümanlar için tecviz olunur ahvalden değildir.- Binaenaleyh; Vacip Tealâ bu âyette dai­ma Müslümanlara basiret üzere olmak lâzım olduğunu ve onların ahvalini teftiş için yollara memur tayin etmek ve hallerine mut­tali' olacak keşif kolları bulundurmak ve yollara karakollar, bek­çiler koymak, mümkün olduğu kadar onların memleketlerine an­layışlı casuslar göndermek ve bihakkın hallerine muttali* olmak esbabını aramak umur-u lâzımeden olduğunu beyanla tenbih ve tavsiye buyurmuştur ki, Müslümanlar kâfirlere karşı daima uya­nık bulunmak vacip olduğunu beyan etmiş ve hükûmet-i İslâmiye ricaline bir ders-i basiret vermiştir.

İşte şu âyetlerle amel eden Müslümanlar ve bilhassa hükû­met-i İslâmiye hiçbir zaman zaafa duçar olmaz. Maatteessüf çok zamandan beri cehalet kesb-i kuvvet edip İslâmlar zevk u sefaya dalıp a'dânm halinden haberdar olmamak ırk-ı İslâmâ yerleşti­ğinden ve mühim işler cahil, hava ve hevesine tâbi kimselere tev­di olunduğundan ehl-i İslâm üzerinden felâket eksik olmadığı gibi a'dânın tasallutundan da hâlî kalmadığı görülmektedir. Binaena­leyh; evliyâ-yı umurun bu gibi ahkâm-ı şer'iyeye riayetle düşma­na karşı hazırlıkta bulunması ve düşmanın haline vakıf olması için icab eden esbaba tevessül etmesi vaciptir.[5]

 

Vacip Tealâ kâfirler hakkında beyan olunan ahkâmın reva görülmesi küfürlerinden dolayı olup küfürden tevbe edip mümin olunca katil ve esaret gibi ahkâmm haklarında reva görülmeye­ceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer kâfirler küfürden tevbeyle İslâm'ı kabul ve namazı eda eder ve mallarının vacip olan zekâtmı verirlerse onların yollarını mevam'den hâlî kılın ki, istedikleri mahalle gitsinler ve müşrik­lere reva gördüğünüz muameleyi bunlara reva görmeyin ki, tev-belerinin faydasını görsünler. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ve dergâh-ı ülûhiyetine iltica edenlere in'am ve ihsan edicidir.]

Yani; küfürden tevbe ederek namazı eda ve zekâtı vermek suretiyle merhamet-i ilâhiyeye dehalet edenlerin merhamet-i ilâ­hiye cümlesinden olarak diğerlerinin müstehak oldukları cezadan affolunacaklarını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.

îmam-ı Şafii Hazretleri namazı devam üzere terkeden kimse­nin katli vacip olduğuna bu âyetle istidlal etmiştir. Çünkü; Fahri Râzi ve Nisâbûrfnin beyanları veçhile Cenab-ı Hak katli vacip olanların katilden halâslarını küfürden tevbeye, namazı edaya ve zekâtı vermeye, ta'lik buyurmuştur. Şu halde katilden halâs ola­bilmek bunların mecmuuna tevakkuf ettiğinden bunlardan birini yerine getirmeyen kimsenin katli vacip olduğunu beyan buyur­muştur. Hatta Ebu Bekir Hazretleri, zamanı hilâfetinde zekât ver­mekten imtina' edenlerle mukaatelenin lüzumunu beyan etti ve mukaatele de eyledi. Amma einıme-i Hanefiye bu âyetin ahkâmını itikaada hamlettiler. Yani; namazın farziyetini itikad vacip oldu­ğundan farziyetini inkâr edenlerin katli vacip olduğunu ve Ebu Bekir zamanında zekâtı-vermekten imtina' edenler irtidad etmekle imtina' ettiklerinden mukaateleye mübaşeret olunduğunu beyan etmişlerdir.

Hulâsa; eşhür-ü hurumun geçmesiyle müşrikleri katletmek vacip, esir almak ve esirleri hapsetmek, mümkün olduğu kadar müşrikleri bilâd-ı İslama koymamak ve onların ahvalini teftiş et­mek umur-u lâzımeden olduğu, eğer İslâmiyeti kabul ve edâ-yı se-lât, ita-yı zekât ederlerse'onların taarruzdan masun kalacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Şu kadar ki, eşhür-ü huruma riayet zamanımızda lâzım olmadığından bizimle harbi olan kâfirlerin cümlesiyle her zaman muharebe edebiliriz. Çünkü eşhür-ü huruma riayet; icmâ'-ı ümmetle mensuhtur. Binaenaleyh; bu zamanda eşhür-ü huruma riayet yoktur. [6]

 

Vacip Tealâ müşriklere verilen müddet bitince kıtal vacip olup ancak küfürden tevbe ederek tevbenin levazımâtmdan, olan füru-u a'mâlle imanını takviye edenlerin taarruzdan salim olacak­larını beyandan sonra müddet-i mühlet bittikten sonra müşrikler­den kelâmullahı işitmekle sıdk-ı nübüvvete delâlet eder başka de­lil talebinde bulunanlara aman vermek lâzım olduğunu beyan et-, mek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Eğer müşriklerden birisi senden aman isterse Allanın kelâmını işitinceye kadar sen ona aman ver ki, İs­lâm'ın ulviyetini düşünsün.]

Yani; nakz-ı ahdedip tevbe etmeyen müşriklerden birisi senin civarında bulunmakla senden aman taleb ederse kelâmullahı işi­tip maânîsini düşünerek iman ederse sevabı kendine ait olduğunu ve iman etmezse muazzap olacağını bilinceye kadar sen ona müh­let ver, katletme ki, iman etmemekte ma'zurum demesin. Çünkü; her ne kadar beyan ettiğin deiâil akl-ı kâmil sahiplerine nazaran nübüvvetini ispatta kâfi ise de aklı noksan olanlar için delil-i ahar getirmekte beis yoktur. Zira; dinin dekaayıkmı bilmek ve şeair-i şer-i şerife muttali' olmak arzusunda bulunanlara istedikleri müh­leti vermek muktezâ-yı adi ü insaftır. Eğer bu aman üzere iman ederse ne alâ, kendi nefsini kılıçtan halâs etmiş olur. Amma îman etmezse fırsatım bulduğun zaman katlet. [7]

 

Vacip Tealâ aman isteyenlere aman vermek lâzım olduğunu beyandan sonra aman üzere iman etmeyenlerin katlinde acele et­meyip amanın tetimmesinden olarak o adam mahalline ulaştıkdan sonra katletmek lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Aman verdiğin kimsenin imanından ümitsizlik hasıl olduk­tan sonra onu mahall-i me'meni olan memleketine ve kavmine ulaştır. Çünkü; amanın muktezası budur. İşte şu amanın sebebi onlar bir kavim ki, menfaat ve mazarratlarını bilmezler.]

Yani; Allah'ın kelâmını işitmekle dinin hak olduğunu tetkik etmek için aman isteyenlere aman verdikten sonra iman etmez­lerse onları emin oldukları meskenlerine îsâl etmek lâzımdır. Zira şu amanın ve mahallerine îsâlin sebebi; onların cahil bir kavim olmalarıdır. Çünkü; onlar şöyle bir kavim ki, din-i İslâm'ı ve İs­lâm'ın hakikatini bilmezler.'Binaenaleyh; onlara istedikleri müh­leti vermeli ki, hakikati bilsinler de iman etmezlerse onlar için asla ma'zeret kalmasın.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyet-i celile usul-ü itikadda taklid caiz olmadığına delâlet eder. Çünkü; eğer taklit caiz olsaydı delâil-i itikaadiyeyi tetkik için aman isteyenlere aman vermek lâzım gelmezdi. Binaenaleyh; onlara ya İslâm olması veyahut kılıçtan başka çare-i necat olmadığı tebliğ olunurdu. Hal­buki taklid kâfi görülmedi, aman verildi ve hatta mahallerine îsâl olunması bile emrolundu. Şu halde taklid kâfi değildir. Şu kadar ki, âyette verilecek mühletin miktarı ma'lûm ve muayyen olma­dığından bu misillilere verilecek mühlette örf ve âdete müracaat ve mühlet verilecek şahsın haline nazar olunur. Eğer hali tahkik-i delâil sadedinde olursa lüzumu kadar mühlet verilir ve eğer hali tahkik sadedinde olmaz, belki birtakım hiyel ve desaisle vakit ka­zanmak sadedinde olursa aman verilmez derhal tard edilir.

Bu âyette kelâmulllahh murad; Kur'an ve bazı de-lâildir. Ve âyetin hükmü ilâyevmilkıyam bakî ve ehl-i iman indin­de düstûr-ül ameldir. Binaenaleyh; elyevm dar-ı harpten dar-ı İs­lâm'a amanla gelenlerin malları ve canları taht-ı emanımızdadır ve kütüb-ü fıkhiyemizde fukaha-yı ızâm bu âyetin hükmünü tafsil hususunda ayrıca bir bahis irad etmişlerdir. Hatta verilen müddet içinde memleketimizin hangi noktasında olsa muhafaza etmek üzerimize vaciptir.[8]

 

Vacip Tealâ kâfirlerden beraeti ve beraetin ahkâmını beyandan sonra beraeti icab eden- hikmeti beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şirk üzerine ısrar eden müşriklerin ahdi AUahü Tealâ ve Resulü indinde nasıl muteber olur? Onların kalplerinde ahdi boz­mak gizli oldukça zahirde ah idleri muteber olabilir mi? Elbette olamaz. İllâ şol kâfirler ki, onlarla Mescid-i Haram yanında siz muahede etmiştiniz. Ahidlerinde sebat ettiklerinden dolayı Allahü Tealâ ve resulü indinde onların ahdi muteberdir.]

Yani; müşriklerin ekserisinin ahdi hile üzere bir desiseden ibaret olduğu cihetle nazar-ı ilâhide ahidlerine itibar yoktur. Çün­kü; fırsat bulduklarında ahdi nakzetmek her zaman kalplerinde gizlidir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak onların âhidlerinden beraetini ilân buyurmuştur. Amma ahidlerinde sebat edenlerin ahidlerinin hükmü bakî ve muteberdir.

Ahdinde sebat eden kimseler hakkında birçok rivayet varsa da nakz-ı ahdetmeyenler ekseri müfessirînin beyanları veçhile Arap'tan (Beni Kenane) ve (Beni Damra) namında iki kabiledir. [9]

 

Vacip Tealâ ahdinde sebat edenlerin ahidleri muteber oldu­ğunu beyandan sonra onlar ahidlerinde sebat ettikçe müminlerin de sebatları lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar ahidlerini bozmayarak sizin için istikaamet ettikçe si­zin de onlar için istikaamet etmeniz lâzımdır. Zira; Allahü Tealâ gadirden nefsini vikaaye edenlere muhabbet eder.]

Yani; onlar size doğrulukta sebat ederlerse siz de onlara karşı doğrulukta sebat edin ki, gadretmek sizden sudur etmesin ve isti-kaamete devam edin ki, hıyanetten ittikaa etmiş olasınız. Zira; Allahü Tealâ gadretmekten ve hiyanet ve saire gibi maâsîden ha-zer eden müttekileri sever. Şu halde Allah'ın muhabbet ettiği şeye müminlerin muhabbet etmeleri lâzımdır. Binaenaleyh; istikaame-te ve ittikaaya muhabbet ve dikkat etmek ehem ve elzemdir. Çün­kü; Cenab-ı Hakkın muhabbetini celbedecek şeyin ittikaa olduğu­na bu âyet sarahatla delâlet eder. Şu halde ehl-i imanın maâsîden nefsini sakınmak manâsmca ittikaa etmeleri vaciptir ki, ittikaa etmekle muhabbet-i ilâhiyeye mazhar olsunlar.[10]

 

Vacip Tealâ müşriklerin ahidlerinde sebat etmediklerinin be­yanını te'kid etmek üzere buyuruyor.

[Müşriklerin ahidlerine nasıl itibar olunur? Elbette itibar olunamaz. Halbuki eğer onlar sizin üzerinize galebe ederlerse si­zin hakkınızda vuku bulan yeminlerine bakmazlar ve ahde lâzım gelen hukuka riayet etmezler. Belki onların halleri Iisanlarıyla hi­le ve hud'a ederek sizi razı kılmaktır. Ve lâkin kalpleri lisanların­dan sudur eden muahedenin hakkına riayetten imtina' eder. Zira; ekserisi taat-i ilâhiyeden çıkmış ve ahidlerini ifa etmekten istin-kâf etmiş birtakım fasıklardır.] Binaenaleyh; onların lisanlarından sudur eden muahede ve mukaaveleye itibar yoktur. Çünkü; lisan­ları kalplerine uygun değildir ve ahdinde sebat etmeyen, kâfirle­rin hepsi olmayıp belki bazısı olduğuna işaret için fısıkla kâfirle­rin ekserisi tavsif olunmuş, küllisi tavsif olunmamıştır.

Küfür; fısıktan daha kötü ve daha ağır olmakla beraber kendi dinlerinde adalet etmediklerinden kendi dinlerinde dahi fasık ol­duklarına işaret için fasık oldukları, açıktan beyanla zemmolun-muşlardır. Yani «Kendi dindaşları kâfirler nazarında bile; bunlar birtakım adaletten uzak fısk u fücurla me'lûf, sözlerine itibar olunmaz edânî» demektir. Çünkü; insanın sözü kalbine muvafık olmayınca sözünde sebat etmek mümkün olamaz. Sözünde sebat etmeyenlerse insanlar nazarında itibardan sakıttırlar. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bunların sözleri kalplerine muvafık olmadığını be­yanla dahi zemmetmiştir. ahdüzere yemin etmektir. borçlanmaktır. Şu halde manâ-yı nazım : [Eğer onlar size galebe ederlerse ne yeminlerine bakarlar ve ne de yeminleri ve ahidleri icabı borçlandıklarına bakarlar, hemen fırsattan isti­fade ederek ahdi bozar ve üzerinize yürürler.] demektir. İşte bu âyetin sırrı; gerek Balkan muharebesinde ve gerek Yunan'ın Ana­dolu'nun bir kısmını istilâ faciasında hiç kimsenin şüphesi kalma­yacak derecede zuhur etmiştir. Çünkü; içimizde bulunan zimmiler bizim zimmetimizi kabul edip hukukumuza riayete borçlandıkları halde hiçbirine-bakmayarak komşuları olan ve hergün riayet gör­dükleri ehl-i İslâm'a her türlü işkence ve fenalığı lâyık gördüler ve ellerine geçen fırsattan bir zerresini bile fevtetmediler. Şu hal­de ehl-i İslâm gözünü açıp bunların zahirde yemin ve iltifatlarına aldanmamalan lâzım olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan bu­yurmuş ve müminleri intibaha davet etmiştir.[11]

 

Vacip Tealâ müşriklerden ekserisinin fasık olduğunu beyan dan sonra onların fısıklarmdan bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.                                         

[O müşrikler Allah'ın âyetlerini azıcık bir paraya değiştiler de din-i ilâhiden naşı menettiler. Zira; onların amelleri gaayet çirkin oldu.]

Yani; müşrikler o kadar âdî tabiata malikler ki, onlar vahda-niyet-i ilâhiyeye delâlet eden âyetleri hava-yı şeytaniyelerine te-baiyetle gaayet az bir paraya tebdil ettiler de din-i ilâhiden ken­dileri kaçtıkları gibi sair kimseleri dahi din-i ilâhiye duhulden menetmeye çalıştılar. Zira; onların tabiat-ı habiselerinin iktizası dinlerini dünya metaına değişmektir. Çünkü; kalplerinde niyet­leri ve zahirde amelleri gaayet kötüdür. Binaenaleyh; cemi-i ah­vallerini ıslah ve menafi-i diniye ve dünyeviyelerini onlara öğret­mek için taraf-ı ilâhiden gönderilen resule inzal olunan âyât-ı bey-yinâtı akıl sahipleri indinde kadri ve değeri olmayan dünyaya de­ğiştiler. İnsanlar için bundan daha kötü bir amel tasavvur olunur mu? Elbette olunamaz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; Resulullah'ın muahede ettiği bazı kavme (Ebu Süfyan) tarafından ekmek yedirmek suretiyle iğfal olunarak nakz-ı ahid etmeleri üzerine Cenab-ı Hak bu âyetle onları zemmetmiş ye bu misilli dinini dünyaya değişenlere bir ders-i ibret vermiştir.

Çünkü; insanlar için din gibi cemii saadete îsâl eder ulvî bir maksat olmadığı halde o âlî maksadı seriüzzeval olan dünya me­taına değişivermek kadar bir denî tabiat olmadığı cihetle bu ma­kûle kimseler her zaman zemme şayanlardır. İşte Müslümanlık iddiasında bulunup ahkam-ı şer'iyeden birçoklarını terk ettirmek isteyenler de dinini dünyaya değişenler meyanında dahillerdir.[12]

 

Vacip Tealâ zaman-ı saadette bulunan kâfirlerin ehl-i imanın hukukuna riayet etmediklerini beyandan sonra hiçbir zamanda kâfirlerin ehl-i imanın hukukuna riayet etmediklerini beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Onlar hiçbir   müminin ahdine ve hukukuna riayet edip gözetmezler. İşte şu kötü ahlâkta bulunan kâfirler hudud-u ilâhiyi tecavüz ve Allah'ın kullarının hukukuna taarruz edicilerdir.]

Yani; kâfirlerin kötü amelleri cümlesinden birisi de mümin­lere buğz ve adavetleri neticesi olarak efrad-ı mümininden hiçbir müminin hakkına riayet etmedikleri gibi ahdine dahi riayet edip gözetmezler. Binaenaleyh; fırsat bulduklarında nakz-ı ahdetmek, hıyanet ve gadreylemek suretiyle müminlerin hukukuna tecavüze her zaman hazırlardır. Allah'ın kendilerine tayin ettiği hududu ihlâl ve ahidlerinin muktezasmı terkle ehl-i imanı izrar etmekten çekinmezler. Şu halde Müslümanlar daima gözü açık bulunup on­ların ahidlerine itimad etmemek lâzımdır. Binaenaleyh; uyanık bulunmakla onların hile ve zahirde iltifatlarına aldanmamak ehl-i iman için bir vazife-i vecibedir.

Medarik'te ve Kaazî'de beyan olunduğu veçhile âyette tekrar yoktur. Çünkü; evvelki âyette yani «Onlar sizin hakkınızda yemine ve zimmete bakmazlar» demek ashap hakkındadır. İkinci âyette de­mek «Bilumum müminler haklarında muahedeye ve zimmete ria­yet etmezler» demektir. Yahut evvelki âyet; münafıklara ve müş­riklere mahsustur. İkinci âyet; Yehûd ve Nasârâ dahil olduğu hal­de bilumum kâfirlere şamildir. Binaenaleyh; tekrar yoktur.[13]

 

Vacip Tealâ nakz-ı ahdedenlerin hallerini ve hükümlerini be­yandan sonra bu halden vazgeçerek taib ü müstağfir olup iman edenlerin hükmünü ve ehl-i iman indinde ihraz edecekleri merte-be-i uhuvveti beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Eğer kâfirler küfürden tevbe ederek iman ederler, namazı ikaamc ve zekâtı verirlerse onlar dininizde sizin kardeşlerinizdir.]

Binaenaleyh; onlara kardeş muamelesi yapmanız ve haklarına ria­yet etmeniz lâzımdır.

Yani; onlar iman etmekle beraber şeâir-i İslâmiyenin mühim­lerinden olan namazı edâ ve üzerlerine vacip olan zekâtlarını ve­rirlerse onlar dininize girdikleri cihetle sizin kardeşleriniz zümre­sine girmişlerdir. Şu halde sizin menfaatiniz olan şey; onların men­faati ve sizin zararınız olan şey; onların zararıdır. Binaenaleyh; menfaat ve mazarratta müştereksiniz. Zira; uhuvvetin muktezası budur.

Bu âyette zekâtı vermekle murad; vacip olursa vermektir. Yoksa vacip olmayan fukaranın, vermediğinden dolayı kardeş olmamaları lâzım gelmez. Zira maksat; vücubunu itikad etmektir. Vücubunu itikadda fukara dahi dahillerdir.[14]

 

Vacip Tealâ şu beyan olunan ahkâmda tefekkür etmek lâzım olduğunu beyan için buyuruyor.

[Müminlerin ve kâfirlerin ahkâmına delâlet eden âyetleri ilim sahibi olan kimselerin tefekkür edip düşünmeleri için Biz Azîmüş-şan tafsilederiz ki, dikkatle manâlarını düşünsünler ve mucibiyle amel eylesinler.] Çünkü; ahkâma delâlet eden âyetlerden herkes istifade etmez, belki manâlarını bilmek için kemâl-i şevkle dinle­yen ve anlamak üzere manâlarını tetkik ve manâlarını bilenlerden öğrenen kimseler istifade ederler. Binaenaleyh; biz de âyâtımızı bilenler ve bilmek isteyen kimseler için tafsil ederiz.

Bu makamda ây etler \e murad; âyât-ı Kur'aniye veya­hut hassaten şu ahkâma delâlet eden âyetlerdir. Herhangi manâ murad olunursa olunsun Kur'an'm manâsını bilmek için düşünmek ehl-i imana terettüb eden bir vazife-i diniyyedir.[15]

 

Vacip Tealâ küfürden tevbe edenlerin hallerini beyandan son­ra tevbe etmeyip de ahdi nakzedenler hakkında ehl-i imana lâzım gelen vezaifi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer kâfirler ahidlerinden sonra yeminlerini bozarlar da di­ninize ta'ıı ederlerse küfürde sair kâfirlere imam olan reislerini öldürün. Zira; onlar için iman yoktur. Binaenaleyh; yeminlerine itibar da yoktur. Me'mûl ki, onlar kıtali görünce küfürden ve di­ninize t a'no (m ek ten vazgeçerler. Şu halde onları Öldürmeye mü­başeretiniz onların imanlarına sebep olur.]

Yani; kâfirler yeminleriyle takviye ve te'kid ettikleri ahidle-rini bozar, yeminlerine itibar etmez, sizinle muahededen sonra ahidlerini nakzetmeye cüret ederler, dininizin ahkâmını ta'yip ve itikaadâtmızı takbih, ibadetinize ta'nederlerse rüesâ-yı kefereyi katledin. Zira; onlar için iman yoktur. Binaenaleyh; onlar hem kendileri yoldan çıkmış, hem de gayrılarını yoldan çıkarmışlar­dır. Şu halde onların zararları yalnız kendilerine değildir, belki başkalarının küfürlerine sebep olduklarından zararları umuma si­rayet etmektedir. Binaenaleyh; evvelemirde onların katli lâzımdır. Zira; onları katletmek onlara tâbi' olanları da katletmektir. Onları katletmeye başlayınca me'mûl ki, küfürlerinden vazgeçerler, iman­larına sebep olursunuz.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile din-i İslâm'a ta'neden zimmiyle ehl-i İslâm beyninde ahdin nakzolunmasına bu âyet delâlet eder. Binaenaleyh; ahkâm-ı İslâmiyeden bir hükme ta'n eden zimmînin ahdine ve zimmetine itibar yoktur. Çünkü; ta'myla ahdini boz­muştur.

Ahdi nakzeden kâfirlerin katli vacip olmasının illetini beyan etmek üzere Vacip Tealâ buyurmuştur. Yani «Onlar için asla yemin yoktur.    Çünkü; yeminlerinin muktezasıyla amel etmediklerinden yeminleri yok mesabesine tenzil olunmuştur ve ahidlerinde sebat etmediklerinden ahidlerine de itibar yoktur. Çünkü; onlarda din ve iman olmadığından ahidlerini bozmaktan asla utanmazlar» demektir, Zamanımız vukuatı da buna şahittir. Zira; kâfirler bugün verdikleri sözden yarın dönerler, hiç de utan­mazlar. Bu hâller Avrupa'nın medeni dedikleri hükümet ricalinde her zaman görülmektedir. Kilise ve cami-i şerifle alâkası olmayan kimselerin halleri dahi böylecedir. Binaenaleyh; bu misillilerden ahidlerini bozmak eseri görülünce hemen katle mübaşeret vacip olduğunu Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. Zahirde kılıçla onlara hücum onlar için felâket gibi görülürse de hakikatta salâhlarına sebep olacağından kılıç onlar için ayn-ı menfaattir. Kâfirlerle mu-kaateleden maksat; onların küfrü terketmekle ıslah-ı nefsetmele-ridir, yoksa onlara eza etmek değildir. Binaenaleyh; onları imana davet etmek, salâh ve saadetlerine hizmettir. Şu halde âlemde in­tizamı ve salâhı te'min için ehl-i İslâm her zaman şevketini mu­hafazaya gayret edip din-i İslama davet hususunda daima kılıç göstermek lâzımdır.[16]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin baş tutanlarını katletmek lâzım oldu­ğunu beyandan sonra müminleri kıtale teşvik ve kıtalin lüzumu­nun sebeb ve hikmetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ahidlerini bozup yeminlerinden hulfederek Resulullah'ı Mek­ke'den çıkarmak isteyen bir kavimle mukaatele etmez misiniz? Halbuki sizinle mukaateleye iptida onlar başladılar.]

Yani; nakz-ı ahdeden kâfirlerle mukaatele etmez misiniz? Mu­kaatele etmelisiniz. Zira; nakz-ı ahdetmek ebnâ-yı cinsini izrar, gadri ve hıyaneti mucip olduğundan cezası katletmektir. Maahaza onların günahları yalnız ahidlerini bozmak değildir. Belki Resulul-lah'ı Mekke'den çıkarmak kasdettikleri gibi sizinle kıtale dahi ev­velemirde mübaşeret eden onlardır. Şu halde onların yeminlerini nakız ve Resulullah'ı Mekke'den ihracı kasdetmeleri ve sizinle kı­tale sizden evvel başlamaları onların kıtalini mucip olan esbap­tandır.

Şu beyan olunan sebepler mevcut olduğu halde onlarla kıtal etmekten çekinir misiniz? . Bu misilli kâfirlerle ceng ü cidalden çekinmeyin. Zira; çekinmek sizin için muvafık değildir.

Fahri Râzi, Beyzâvî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile Ku-reyş'in Mekke'de (Darünnedve)'de içtimâ'larında Resulullah'ı katletmek veyahut Mekke'den çıkarmak üzere ittifak ettikleri gibi (Bedir) vakasında kıtale evvelemirde onlar mübaşeret etmişlerdir. Çünkü; Şam'dan gelen kervanları selâmetle geldiği ve kervanın reisi (Ebu Süfyan) da selâmetle geldiklerini haber verdiği halde dönmeyip (Bedir)'e kadar gelmeleri kıtale evvel mübaşeret etmek demektir.

Bu âyet-i celile ahdi nakzedenlerle kıtal etmenin gayrüarla kıtal etmekten elzem olduğuna delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ ahdi nakzetmelerini kıtale sebep kılmıştır. Çünkü; kıtallerini icab eden küfür olduğu gibi nakz-ı ahdetmeleri ikinci bir sebep teşkil etti­ğinden ve Resulullah Kur'an'la imana davet ettiği halde muârazaya kıyam edip âciz kalınca muktezâ-yı akıl ve insaf iman etmek lâ­zımken bilâkis imanı terkle kıtale cüret etmeleri ikinci bir sebep teşkil ettiğinden bunlarla kıtali sairleri üzerine takdim etmek ehem ve elzemdir.[17]

 

Vacip Tealâ nakz-ı ahdedenlerle kıtalin vücubunu beyandan sonra emr-i kıtalde kâfirlerden korkmak lâzım olmadığını beyan etmek üzerebuyuruyor.

[Siz kâfirlerden korkar mısınız? Eğer imanınız varsa kork­maya lâyık ancak Allahü Tealâ'dır.]

Yani; ey müminler! Nakz-ı ahdeden kâfirlerin şerrinden ve onlarla kıtal etmekten korkar mısınız? Sizin için onlardan kork­mak lâyık ve münasip değildir. Eğer bir kötülük isabetinden kork­mak isterseniz ve Allahü Tealâ'ya imanınız varsa Allah'tan kor­kun. Zira; Allahü Tealâ ahz-ı intikama kaadir olduğundan herkes­ten ziyade korkmaya lâyık olan Allahü Tealâ'dır.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet-i celile ehl-i imanı kıtale teşvik için sevkolunmuştur. Zira âyette istifham; inkâr-içindir. Yani; «Kâfirlerle kıtal etmekten çekinir ve onlardan kor-karsanız sizin için korkmak âr ve ayıptır. Binaenaleyh; onlardan çekinmeyin. Hemen kıtale mübaşeret edin demektir. Çünkü; bir kimseye «Hasmından korkar mısın?» demek o kimsenin kanını tahrik ve hasmı üzerine hücuma teşvik olduğu insanlar beyninde inkârı gayr-ı kaabil bir hâldir. «Korkmak isterseniz korkmaya lâ­yık ancak Allahü Tealâ'dır» demek «Korkmayın hemen kıtale mü­başeret edin. Allahü Tealâ sizin yardımcınız)) demektir. Zira; on­larla mukaatele Allah'ın emrine imtisal olduğu cihetle Allah'ın yârdım edeceğinde şüphe olmadığına binaen kâfirlerden korkmak­ta bir manâ yoktur.'

Bu âyet-i celile; sebeb-i şer'i olmaksızın kıtalden kaçanları son derece zemmetmiştir. Çünkü; Allahtan korkmayı imana ta'lik ede­rek «İmanınız varsa Allah'tan korkun, kâfirlerden korkmayın» demek «Kıtalden kaçanları imanları olmamakla» zemdir ve kâfir­lerden müminlerin korkması bir emr-i münker ve çirkin birşey ol­duğuna işaret için tevbihe ve başa kakmaya delâlet eden hemze-i istifhamla varid olmuştur. Kâfirlerden korkmak ne kadar fena birşey olduğunu bize mütareke zamanı göstermiştir. Âdeta korku­muz sebebiyle elimizle beslediğimiz zimmîler elinde esir olduk ve korkmamak da ne kadar iyi birşey olduğunu son Yunan zaferi is­pat etmekle âyetin sırrı zuhur etmiştir.[18]

 

Vacip Tealâ kıtali   terketmek üzerine   tevbih ettikten sonra kıtal üzere terğib ve ehl-i imana yardım edeceğini vaadla düşman­larının zelil ve hakîr olacağını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirlerle mukaatele edin ki, sizin elinizle Allahü Tealâ on­lara azap ederek zelil ve hakîr kılsın ve onlar üzerine size nusret versin ve müminlerin kalpleri şif ay âb olsun.]

Yani; kâfirleri hangi mekânda bulursanız mukaatele edin. Zi­ra; Allahü Tealâ sizin elinizle onları katil, esaret ve memelketle-rinden tard u teb'id etmek suretiyle ta'zib ederek bakî kalanlarını zelil ve hakir kılar, daima onlar üzerine size yardım etmekle mü­min olan kavmin kalplerine şifa verir.

Vacip Tealâ kâfirlerin dünyada azapları müminlerin eliyle olacağını beyanla müminleri kıtala bir kat daha terğib etmiştir. Müminlerin eliyle ta'zipten murad; katlolunmalart, esir alın­maları ve memleketlerinden tard edilmeleridir. Bu âyet, ef'âl-i ibadın halikı Allahü Tealâ olduğuna delâlet eder. Zira; müminle­rin elleriyle hasıl olacak ef'âli Vacip Tealâ kendi zatına nispet bu­yurmuştur.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Kaazî'nin beyanlarına nazaran Mekke ahalisi (Beni Bekir) kabilesine muavenetle İslâm olan (Huzaa) kabilesine eza etmişlerdi. Huzaa kabilesinin Resulullah'a iştikâ et­meleri üzerine. Resulullah bu âyetle Cenab-ı Hakkın ehl-i İslama yardım edeceğini ve kâfirlerin makhur ve münhezim, zelil ve ha­kir olacaklarını beyanla cevap verdi. Sonra bu âyetin mazmunu icabı verilen cevabın aynıyla vukuat meydana geldi. Binaenaleyh; kâfirler zelil ve müminler aziz oldu" ve âyet-i celilenin manâsı ga­ipten haber olup ileride vukuatın haber verildiği veçlîile husule gelmesi mu'cizât-ı Resulullah cümlesinden oldu.

Hulâsa; ehl-i imanın kâfirlerle kıtalleri vacip olduğu ve kı­talde Allah'ın kâfirleri   müminlerin elleriyle   ta'zib ederek zelil, hakir ve müminlere nusret vermekle aziz kılacağı ve kâfirlerin mağlûp olmasıyla müminlerin kalplerine şifa vereceği ve kıtali terketrnek şu faydaların aksini intaç edeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[19]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin katliyle ehl-i imanın kalplerine şifa ve­receğini beyandan sonra şifanın zıddı olan ıztırabı izale edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirlerin katli sebebiyle AUahü Tealâ ehli İslâmın kalple­rinde olan acıyı ve ıztırabı giderir ve Allahü Tealâ dilediği kulu­nun tevbesini kabul eder. Zira; Allahü Tealâ onların kalplerinde olan salâhı bilici ve ona göre hükmedicidir.]

Yani; müminlerin din-i İslâm'a muhabbetleri sebebiyle vatan­larım terketmekle gurabadan olup zaaf-ı hallerine bakarak düş­manlarının çokluğundan ve servet ü samanlarından daima korku ve endişe üzerine bulunurlarken Cenab-ı Hakkın onları ümid et­medikleri bir zamanda muzaffer kılıvermesi elbette onların kalp­lerine inşirah vermiş, korku Ve endişeleri zail olmuştur ve kal­binde olan küfrü izaleyle dergâh-ı ülûhiyete iltica ederek tevbe edenlerin tevbesini kabul ve himaye-i ahadiyetine alacağım vaad buyurmuştur.

Bu âyette tevbe yle murad; ehl-i imanın tevbeleri olmak ihtimali vardır.

Çünkü; Allahü Tealâ mukaateleyle emredince müminlerden kıtali kerih görenler olmuştu. Binaenaleyh; o misilli kimselerin tevbelerinin kabulü murad olmak ihtimali baid değilse de esah olan tevbe eden ve kabulüne meşiyet-i ilâhiye taallûk eyleyen her şahsın tevbesinin kabulüdür. Zira; lâfzın umumunun icabı budur ve itibar da lâfzın umumunadır.

Herkes bihakkın tevbeye   muvaffak olamayıp   belki tevbeye muvaffak olan insanlardan bazıları olduğuna işaret için tevbenin kabulünü nazm-ı münifiyle takyid buyurmuştur. Çünkü; nimete nail olan insanlardan bazıları nimetini hazımla şük­rünü edâ ve ıslah-ı hâl ederek vâki olan kusurlarına tevbe ve is­tiğfara müsaraat eder. İşte Cenab-ı, Hakkın tevbesini kabulünü meşiyetine ta'lik ettiği bu misilli kimselerdir. Çünkü; Allah'ın me-şiyeti abdin iradesini sarfla meşiyet etmesine mevkuftur. Amma birçok kimseler nimete nail oldukça şükretmek şöyle dursun bilâ­kis tuğyan eder ve kusurunu bilmez. Binaenaleyh; tevbeye irade­sini sarfetmez ki, Cenab-ı Hak tevbesini irade buyursun ve kabul etsin.[20]

 

Vacip Tealâ kâfirlerle muharebeye ehl-i imanı teşvik-ı sabı­kına ilâve etmek üzere buyuruyor.

[Ey emr-i cihadı kerih gören müminler! Siz hemen iman et­mek kifayet eder ve olduğunuz hâl üzere terk olunur da cihatla emrolunmaz mı zannedersiniz ve Allahü Tealâ sizden ihlâs üzere i'lâ-yı kelimetullah için mücahede edip de Allah'ın ve resulünün ve müminlerin başkalarından esrarı izhar edecek dost ittihaz et­meyen halis kullarını bilmez mi zannedersiniz? Böyle zannetme­yin. Zira bu misilli zan; fasid ve hatıldır. Çünkü; Allahü Tealâ müminlerden seve seve ihlâs üzere mücahede edenlerle etmeyen­leri bilir ve onların derecelerini birbirinden ayırır. Allahü Tealâ ve resulü ve müminlerin başkaları olan kâfirlerden dost ittihaz etmeyen halis müminlerle kâfirlerden dost ittihaz edip ehl-i ima­nın esrarını onlara bildiren münafıkları bilir. Zira; Allahü Tealâ amelinizden haberdardır.] Çünkü; Alîahü Tealâ sizden zuhur eden tekâsülü, zaafı ve düşmanlarınıza müracaatınızı ve onlarla vuku bulan muhavere ve muhabbetinizi bilir ve ona göre ceza verir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyet-i celile azab-ı ilâhiden halâsın çaresini ihîâs üzere mücahede ve kâfirler­den bilâsebeb-i şer'i dost ittihaz etmemekten ibaret olduğunu be­yan etmiştir. Şu halde mücahede ihlâs üzere olmak lâzımdır. Çün­kü; ihlâs üzere olmayan amelde fayda yoktur. Binaenaleyh; rıza-yı ilâhiyi kasdederek vâki olan mücahedenin dünyada ve âhirette faydası olur. Amma zahirde mücahede eder ve lâkin bâtını onun hilâfına olursa münafık olduğu cihetle emeği boştur. Zira; riya üzere âmelde zarar olur, fayda olmaz.[21]

 

Vacip Tealâ sûrenin iptidasında kâfirlerden beraetini ve be-raetinin esbabını ilân ve beraet üzere terettüb eden mukaateleyle emrettikten sonra kâfirlerde bulunan bazı mahasin-i ahlâkın onlar haklarında mahasinden ma'dud olmadığından bu misilli mahasin-i ahlakın onlarla kıtale mani olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler için kendi nefislerine küfürle şehadet eder olduk­ları halde Allah'ın mescidlerini ta'mir etmek caiz olmadı. İşte şu küfür üzere devam eden kâfirlerin amelleri derece-i itibardan sakıttır ve onlar ebeden Cehennemide kalıcılardır.]

Yani; mescidler müminlerin ibadethaneleri olduğundan kâfir­lerin o misilli mübarek mahalle hizmetleri caiz değildir. Zira; on­lar kendi nefisleri aleyhine küfürle şehadet ettiklerinden küfürle iftihar eden ve ehl-i imana buğz u adavetle me'lûf olan kimselerin Allah'ın mescidini tamire liyakatları olamaz. Binaenaleyh; onlar ne kadar iyi amel işleseler amelleri yok mesabesinde ve kendileri ebeden Cehennem'dedirler.   Çünkü; küfürle işlenen amelde fayda olmaz. Zira amelin esası imandır.

Bu âyette mesacidle murad; Kâ'be-i Muazzama'dır. Zira; Kâ'be yeryüzünde mevcut olan cümle mescidlerin kıblesi ve reisi olduğu için ta'zîm olmak üzere cemi' sıyğasıyla varid olmuş­tur. Mescidi tamirle murad; bazı ulema indinde maruf olan tamir ki, mescidin binası, sıvası ve harab olmaya teveccüh ettiğinde yeniden yapılmasıdır. Buna nazaran bu misilli tamirattan kâfir menolunur. Hatta mescide sarfolunmak üzere vasiyet etse vasiyeti kabul'olunmaz. Bazıları indinde tamirle murad; ma­nevî tamirdir ki, mescide girmek ve oturmak gibi şeylerdir. Bu­na nazaran kâfir mescide girmekten menolunur. Amma bir mümi­nin izniyle girerse beis yoktur. Çünkü müminin izni elbette bir maslahata binaendir. Eğer bir mümin tarafından izin olmaksızın girerse tekdir olunur. Zira mescid; mahall-i ta'zîmdir. Kâfirse taJ-zîme ehil değildir ve mescide girmek taharete muhtaçtır. Kâfirde ise taharet olmadığından mescide lâyık olamaz.

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Hâzin ve Kaazî'nin beyanlarına nazaran âyet-i celile Hz. Abbas hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Bedir) gazasında amm-i Re,şulullah olan Abbas Hazretleri esir olarak hu-zur-u risalete getirilince ashab-i Resulullah, Abbas'ı şirkle ve sıla-i rahmi kat' ederek Resulullah'la muharebeye kadar cüret etmesiyle itham ve tekdir etmeleri üzerine Abbas Hazretleri «Size ne oluyor ki kabahatlarımızı söyler, iyiliklerimizi saklarsınız» demesi üzerine Hz. Ali'nin «Sizin için iyilik var mıdır, nedir iyiliğiniz?» şeklinde irad ettikleri suâle cevap olmak üzere Abbas «Biz sizden efdaliz, zira; mescidi tamir eder, Kâ'be'nin örtüsünü örteriz ve esirleri ko­yuveririz» deyince Abbas'm itikaadını red için bu âyetin nazil ol­duğu mervidir.

Kâfirlerin nefislerine küfürle şehadetlerinin keyfiyetinde ihti­lâf vardır. Bazıları Nasrâniye suâl olunduğunda «Ben Nasrâniyim» ve Yehûda suâl olunduğunda «Ben Yahûdiyim» gibi her millete suâl olunduğunda mensup olduğu millet-i küfriyeyle cevap vermesi kendi küfrüne şehadettir. Yahut kendi küfriyatlarıyla iftihar etme­leridir, yahut putlarına secde etmeleridir.

Vacip Tealâ bu âyette   Cehennemide ebedi kalmak   kâfirlere mahsus olduğuna işaret için hasra ve hususiyete ' delâlet eden zamiriyle irad ve küfür halinde işledikleri amellerinin za­yi olduğunu ve asla faydasını görmeyeceklerini açıktan beyan bu­yurmuş ve Cehennem'de ebedi kalmalarında mübalağa için deva­ma delâlet eden cümle-i ismiye varid olmuştur.

Hulâsa; kâfirlerin mescidi tamire ehil olmadıkları ve küfürle kendileri aleyhlerine şehadet ettikleri ve küfür halinde işledikleri amellerinin batıl olduğu ve ebedi Cehennem'de kalacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[22]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin mescidi tamire ehil olmadıklarını be­yandan sonra mescidi tamire ehil olanları beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın mescidlerini tamir etmek Allah'a ve yevm-i âhirete iman edip namazını kılan ve vacip olan zekâtını veren ve din uğ­runda hiç kimseden korkmayıp ancak Allah'tan korkan kimselere mahsustur. İşte şu evsafı cami' olan kimseler ibâdât-ı ilâhiycyi edâ ve tarik-ı hakka sülük eden mühtediler zümresinden olmaları me'mûl-ü kavidir.]

Yani; Allahü Tealâ'ya ibadet için hazırlanmış mescidi ancak Allah'a imanı olan kimse tamir eder. Binaenaleyh; kâfirin mescidle münasebeti olmadığından mescidi tamire ehil değildir. Çünkü; mescidde ibadet etmediklerinden tamir etseler bile tamirlerinin indallah kadri yoktur ve mescidi tamire ehil olmakta âhirete iman şarttır; âhirete imanı olmayan ibadet etmez ki, ibadet için mescid yapsın. Kezalik mescidi tamire ehliyette ikaame-i salât etmek de şarttır. Namaz kılmayan namaz için mescid yapmaz. Mescidin bi­nası ve tamiri için sarfolunan mesarif, nafile olduğu cihetle farz olan zekâtını vermeyen kimse mescid yapamaz; farz olan zekâtı üzerinde dururken nafile tamire ehil olamaz. Mescidi tamir edecek kimse din uğrunda Allah'tan korkmalıdır. Allah'tan korkmayan bir kimse Allah'ın mescidine riayet etmez. İşte şu iman ve ikaa-me-i salât gibi sıfatlarla muttasıf olan kimseler hidayete nail olan­lardır ve âhirette büyük derecelere dahi nail olmaları me'muldür. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ mescidi ta'-zîme ehil ve tamire salih olanların fezail-i ilmiye ve ameliyeleri olan kimseler olduğunu beyan buyurmakla ehl-i imanı fezail-i il­miye ve ameliye tahsiline teşvik buyurmuştur. Mescidin tamiri yle murad; binasına, tanzifatına, tezyinatına, döşeme­sine ve içinde ibadet etmeye ve zikrullahla tenvirine ve tedris-i ulûma ve sair ibadâta şamil olduğu gibi mescide münasip olmayan şeylerden mescidi himaye etmeye dahi şamildir. Şu halde beş va­kit namazda mescide devam mescidi tamir kabHindendir. Hatta Resulullah :

buyurmuştur ki, «Bir kimse sabah ve akşam mescide giderse Al-lahü Tealâ Cennet'te onun için bir konak hazırlar» demektir. Mes­cidi ziyaret eden Allahı ziyaret etmiş gibi birçok eltaf-ı ilâhiyeye nail olacağına dair müteaddid ehadis-i celile mevcuttur, lâkin bu­rada yazılmasına lüzum görülmemiştir.

Allah'a iman etmek Resulullah'a imana şamil olduğundan bu âyette Allah'a imanla iktifa olunmuş ve Resulullah'a iman zikrolunmamıştır. Âyette kelimesi ricaya delâlet ederse de bu rica kullara râci'dir. Çünkü; kullar ibadetlerini Allah'ın rızasına muvafık olup olmadığını bilmediklerinden her zaman Allah'tan rica ve ümit üzere bulunmaları lâzım olup ibadetlerine mağrur ol­mamaları için ricaya delâlet eden kelimesiyle varid olmuştur.[23]

 

Vacip Tealâ mescidi tamire ehil olanların müminler olduğunu . beyandan sonra müşriklerin mescidi tamirleri ve- huccaca hizmet­leri ehl-i imanın imanlarına müsavi olamayacağım beyan etmek üzere buyuruyor\

[Siz huccaca su vermeyi ve Mescid-i Haranı'ı tamir etmenizi Allah'a ve yevm-i âhirete iman edip de fiscbilillâh mücahede eden kimsenin imanı ve mücahedesi gibi mi kılarsınız ve ikisini müsavi mi zannedersiniz? Eğer böyle zannediyorsanız bu zannınız fasid-dir. Zira; indallah şirkle beraber mescidi tamir ve huccaca su ver­mek hiçbir zamanda imanla beraber düşmanla muharebeye mü­savi olamaz. Çünkü; Allahü Tealâ zalimleri hidayette kılıp doğru yola sevketmez.] Kâfirler iman için halkolunmuşken küfrü irtikâp etmekle nefislerine zulmettikleri gibi Allah'a ibadet için hazırlan­mış olan mescidi putlara mahal kıimalarıyla dahi zulmettiklerin­den Allah'ın hidayetine nail olamazlar.

Bundan evvelki âyette beyan olunduğu veçhile bu âyet Hz. Abbas'ı red için nazil olmuştur. Çünkü; Abbas Bedir'de esir olun­ca Beyt-i Şerifi tamir ve huccaca su vermelerini fezailden sayarak iftihar etmesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Abbas Haz­retleri zaman-ı cahiliyede huccacı hurma suyuyla sulamak vazife­siyle meşgul olup zaman-ı İslâmiyette dahi Resulullah'm o vazi­feyi amcasının uhdesinde' ibkaa buyurduğu mervidir. Çünkü; İbn-i Abbas'a bir A'rabi gelip «Amcazadeleriniz misafirlere bal ve süt verirlerdi. Size ne oldu ki, hurma şerbeti veriyorsunuz. Yoksa muhtaç mısınız veyahut bahil misiniz?» dediğinde İbn-i Abbas «Muhtaç ve bahil değiliz. Ve lâkin Resulullah Üsameyle beraber bizim haneyi teşrifinde biz hurma şerbeti getirdik, Resulullah tah-sin buyurdu. Resulullah'ın tahsin buyurduğu şeyi biz tebdil ede­meyiz» dediği (Müslim)'de .mezkûrdur. İşte şu rivayet hurma şer-betiyle huccacı sulamak vazifesinin Abbas Hazretlerinin uhde­sinde terk olunduğuna delâlet eder.[24]

 

Vacip Tealâ ehl-i imanın imanlarını ve mücahidinin cihatla­rını müşriklerin huccaca su vermeleri ve mescidi tamir etmeleri üzerine tercih etmiştir. Bu tercihi te'kid ve sarahaten beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar iman ettiler ve imanlarını ef âlleriyle takviye ve ispat ederek vatanlarını terk ve civar-ı Resulullah'a il­tica etmek suretiyle hicret ettiler ve fisebilillâh malları ve canla­rıyla mücahede ettiler. Onlar için indallah büyük dereceler vardır ve onlar ancak korktuklarından kurtulup umduklarına nail olmak suretiyle fevz ü necat buluculardır. Zira; bunlar âhir eti dünya üzerine tercih ettiler ve din-i ilâhiyi i'lâ için mallarını ve canlarını fedaya müheyya oldular. Elbette bunların dereceleri büyüktür.]

Bu misilli dinini ihya için hicret edip malıyla ve canıyla mü­cahede edenlerin dereceleri gözlerin görmediği ve kulakların duy­madığı nimetlerle olduğuna işaret zımnında bunların derecelerini beyan için ta'zîme delâlet eden ism-i işaretle varid olmuştur. Şu sıfatları cami' olmayan kimselerin necatları ve dereceleri bunların necatları ve derecelerinden pek az olduğuna' işaret için hasra de­lâlet eden zamir-i fasılla varid olmuştur. [25]

 

Vacip Tealâ şu sıfatlar kendisinde bulunan kimselerin dere­celeri pek büyük olduğunu beyandan sonra âhirette rahmet ve rıdvan ve Cennetle tebşir edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu sıfatlar kendilerinde bulunan kimseleri Rableri canib-i ilâhisinden in'âm, ihsan ve rızalarıyla ve onlar için hazırlanmış Cennetlerle tebşir eder ki, onlar için ebeden o cennette kalıcı ol­dukları halde tükenmez ve bakî nimetler ve muhakkak Cenab-i Hak indinde ecr-i azîm vardır.]

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile şu sıfatlar kendilerinde bulunan kimselerin şereflerine işaret için kemâle îsâl edici manâ­sını ifade eden lâfz-ı şerifi onlara muzaf olarak varid ol­muştur. Tebşirin Vacip Tealâ'ya nispeti tebşir olunan şeyin gaa-yet büyük olmasına delâlet eder. Çünkü her iş; o işi*'işleyenin ke­mâline ve haline göre tasvir olunur. Binanealeyh; bu makamda tebşir eden Vacip Tealâ olunca tebşir olunan şeylerin ukul-ü beşe­rin ihata edemeyeceği bir derecede büyük olmasını icab eder.

Cennet nimetlerinin kederden safî ve mihnetten ârî olduğuna işaret için mübalâğaya delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Çünkü mübalâğa; kederden salim, bol ve cesim olup her ihtiyacı kâfi plmasıyladır. Binaenaleyh; Cennet nimetleri sırf telezzüz için olup tükenmek, azalmak ve kuruyup çürümek gibi âfetlerden sa­lim olduğu cihetle nimet demeye bihakkın şayandır.[26]

 

Vacip Tealâ kâfirlerden beraet etmelerini müminlere emret­tikten sonra kâfirlerle müminler beyninde karabet-i nesebiye olsa dahi beraet etmek lâzım olduğuna işaret etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Babalarınızı ve kardeşlerinizi dost ittihaz et­meyin, eğer onlar küfrü iman üzere tercih ve ihtiyar ederlerse. Eğer sizden bir kimse onları dost ittihaz ederse işte o dost ittihaz eden kimseler zalimlerdir.] vZira; kâfirlere mukaarenetle nefisleri­ne zulmetmişlerdir. Çünkü; yakın olan kimselere onların küfrü ve dalâli sirayet eder ve bilhassa akrabanın akrabaya te'siri daha zi­yade olur. Şu halde kâfirlerden uzak olmalı ki, onların şerrinden mahfuz kalmalı.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile âyet-i celileden mak­sat; her mümini kâfirlerden hiçbir fertle dostluk etmekten nehiy-dir. Yani; «Hiçbir mümin hiçbir kâfiri ciddiyetle dost ittihaz et­mesin. Velevse o kâfir müminin anası, babası ve biraderleri gibi yakın akrabasından olsun» demektr. Fakat bu nehiy; küfrü ihti­yarda ısrar etmek şartıyla meşruttur. Çünkü; kâfir küfrüzere ısrar etmezden evvel kâfire mukaarenetin faydası me'mûldür. Zira; mü­mine mukaarenetle kâfirin mü'min olmak ihtimali vardır. Lâkin nasihat dinlemeyerek küfrüzere devama karar verip iman etmek ümidi azaldıktan sonra uzak olmak lâzımdır. Çünkü; yakın olmak­ta fayda olmadığı anlaşılınca- yaklaşmakta bir manâ yoktur.

Kâfirlerin dostluğa liyakatları olmadığı halde onları dost it­tihaz etmek dostluğu mevzi-i lâyıkının gayrıya vaz'etmek olduğun­dan bunları dost tutan müminlerin zulmetmiş oldukları açıktan beyan olunmuştur. Kâfirleri dost ittihaz etmeyen müminlerden zulüm olursa da dost ittihaz eden müminlerin zulmüne nispetle gaayet az olduğuna işaret için zulmün bunlara münhasır olduğu beyan olunmuştur ki zulümlerinin kemaline ve kesretine işaret edilmiştir.

Tefsir-i Taberi'de beyan olunduğu veçhile âyet-i celüe baba­larına ve kardeşlerine şefkatlarma binaen hicret etmeyenler hak­kında nazil olmuştur. Yahut müminlerin kâfirlerden kat'-ı alâka etmesine dair .beraetlerinin lüzumuna dair olan emir ilân olunun­ca ehl-i iman «Babadan, kardeşten ve sair akrabadan beraet ve kat'-ı alâka nasıl mümkün olur ve sıla-i rahmi terketmek olmaz mı?» gibi birtakım şüpheye düşünce bu şüphelerini gidermek ve din hakkında baba ve kardeşten iftirak vacip olduğunu beyan et­mek üzere bu âyet nazil olmuştur.[27]

 

Vacip Tealâ; bu âyet nazil olunca «Müminler hicret edersek evlâdımız ve emvalimiz zayi olur, ticaretimize kesat arız olacağı gibi hanelerimiz yıkılır, harab olur» diyerek endişeye düşmeleri üzerine şu tasavvur ve endişelerinin hata olduğunu beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Akrabasının firkatına dayanamayarak hicretten çekinen kimselere sen de ki, «Ey müminler! Eğer baba­larınız, oğlanlarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, sair akrabanız ve kavm ü kabileniz, kazanmış olduğunuz mallarınız ve kesat arız ol­masından korktuğunuz ticaretiniz ve sükenasından razı olduğunuz evleriniz size Allah'tan, resulünden ve fisebilillâh. düşmanlarınızla muharebeden ziyade muhabbetliyse hakkınızda emr-i ilâhi gelin­ceye kadar gözetin ki, emr-i ilâhi geldiğinde ne olacağını bilirsiniz. Muhakkak Cenab-ı Hak kavm-i fasikîne hidayet etmez.]

Yani; sizin için pek sevgili olarak şu sayılan şeyler Allahü Te-alâ ve resulünden daha ziyade sevgiliyse sizin üzerinize azabı icab eden emr-i ilâhi gelinceye kadar âkıbet-i emre intizar etmek üze­rinize vaciptir.

Bu âyet; din uğrunda görülecek meşakkata ve dünyaca teret-tüb' edecek bilcümle mazarratlara tahammül etmek lâzım olduğu­na delâlet eder ve insan için dini uğrunda herşeyi fedaya hazır ol­mazsa akıbet vehâmetten hâlî olamayacağına dahi işaret vardır. Çünkü; Cenab-ı Hak bu âyette. «Eğer şu umur-u dünya size umur-u dinden daha ziyade muhabbetliyse akıbette gelecek belâ-yâyı gözetin» buyurmuştur. Bu ise umur-u dine riayet olunmadığı surette her türlü tehlike mevcut olduğunu beyan etmektir.

Bu âyette muhabbetle murad; ihtiyarî olan muhab­bettir. Yoksa zaruri öİan muhabbet değildir. Çünkü; zaruri olan muhabbeti terketmek beşer için mümkün olmadığından muhabet-i zaruriyeyi terkle teklif olmaz.

Hulâsa; baba, kardeş ve sair akraba küfrüzere ısrar ve mu­habbet ettikçe onları dost ittihaz etmek caiz olmadığı ve karabet­lerine binaen onların muhabbetlerinden vazgeçmeyen kimselerin zalim oldukları ve bunların muhabbetlerini cihad-ı fisebilillâh üze­rine tercih edenlerin Allah'ın gazapla emri gelinceye kadar inti­zar etmeleri lâzım olduğunu beyanla tehdid olundukları bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[28]

 

Vacip Tealâ umur-u dini dünya üzerine tercih lâzım olduğunu beyandan sonra umur-u dine.devam edenlere dünyada ve âhirette yardım edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ülûhiyetime yemin ederim kî, Allahü Tealâ çok mu­harebe mahallerinde size yardım etti. Ve bilhassa (Huney,n) de­nilen mevkide vâki olan muharebe gününü düşünün ki, o günde sizin çokluğunuz size uçup vermişti. Halbuki sizin çokluğunuz size hiçbir fayda te'min etmedi ve o kadar genişliğiyle beraber yeryüzü size dar geldi. Yeryüzü bu kadar vüs'atiyla beraber başı­nıza dar geldikten sonra düşmanlarınıza arkanızı döner olduğunuz halde firar ettiniz.]

Yani; ey müminler! Cenab-ı Hakkın size yardım ettiği mevki­lerden birisi (Huneyn) gününde vâki olan yardımıdır. Zira; o gün sizin çokluğunuz size gurur verdi ve bu çoklukla biz mağlûp ol­mayız itikaadında bulundunuz. Halbuki o çokluğunuz size hiçbir fayda bahşetmedi.    Binaenaleyh; muharebenin bidayesinde mağ­lûp oldunuz ve çokluğunuza mağrur olmanızın acısını gördünüz.

Âyet-i celilede Cenab-ı Hak çok yerde ehl-i imana nusret etti­ğini beyan etmiştir. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Resulullah yirmiyi mütecaviz gazada bilfiil hazır bulunmuş ve za-man-ı saadette yetmiş gaza vuku bulmuştur. Bunların ekserisinde müminlere yardım ettiğini Cenab-ı Hak bu âyette yeminle beyan buyurduktan sonra muâvenet-i ilâhiye cümlesinden olarak (Hu­neyn) denilen mahalde vâki olan hâdiseyi ve muavenetini dahi beyan buyurmuştur.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Huneyn vak'ası şöyle zuhur etmiştir : Resulullah Mekke'yi fethettikten sonra (Hu­neyn) denilen derelerde sakin olan (Havazin) ve (Beni Sakif) kabileleriyle muharebe ve onları imana davet etmek üzere on iki bin askerle (Huneyn) mevkiine geldi [29], Ashab-ı Resulullah müş­riklerin askerinin dört bin olduğunu görünce bazıları ve bilhassa ensardan Selâme oğlu Seleme «Biz bu kadar çoklukla hiçbir kim­seye mağlûp olmayız» dediler. Çünkü; on iki bin İslâm askerine karşı dört bin kâfir gaayet az göründüğünden bazı ashab-ı kiram «Muzaffer olmakta .te'sir eden şey çokluktur» zannıyla bu sözü söylemişlerdi. Gerçi Resulullah bu sözü sevmedi, fakat ne çare ki söylendi. Tarafeyn askeri birbirine kavuşunca kâfirler galebe et­tiler ve asakir-i İslâmiye firara yüz tuttu. Hattâ Resulullah'ın ya­nında amcası (Abbas) ile (Ebu Süfyan b. Haris)'ten başka kalan bulunmadığı mervidir. Binaenaleyh; yeryüzünün bu kadar vüs'a-tıyla beraber asakir-i İslâmiye üzerine dar geldiğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. İşte o hengâmda Resulullah amcası Abbas Hazretlerine emretti. Abbas savt-ı bâlâ ile kabailden her-birerlerinin meziyet-i merdanelerini sayarak çağırdı. Resulullah da Ester üzerinden indi, yerden bir avuç toprak aldı, kâfirlere kar­şı saçtı ve yine Ester'e binip hücum edecek olduysa da Abbas Hazretleri bırakmadı.[30]

 

Vacip Tealâ; işte bu sırada asakir-i İslâmiyenin Resulullah'm yanma toplanmaya başladıklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizin hezimetinizden sonra Allahü Tealâ, Resulü ve mümin­ler üzerine sükûnet icab eden emniyeti indirdi. Binaenaleyh; düş­mandan korkuları zail oldu ve bir şahıs gibi toplanmakla yeniden harbe başladılar. İşte şu sebat ve Resulullah'la ittifak sebebiyle AUahü Tealâ sizin görmediğiniz askerleri size yardımcı olarak gönderdi ve kâfirleri katil ve esir etmek gibi dünya azabıyla on­lara azab etti. İşte şu azap; kâfirlerin küfrünün cezasıdır.] Şu ce­zanın sebep ve illeti   küfrolduğuna işaret    için zamir mevziinde

ârzı ism-i zahir olarak varid olmuştur.    Çünkü; yerinde  denilse olabilirdi; lâkin cezanın illeti küfür olduğuna işaret olmazdı.

Asakir-i İslâmiyenin görmediği halde imdada geIen askerler le murad; meleklerdir. Âyette meleklerin adedine delâlet yoktur. Adede delâlet eden ahadis-i celüedeki rivâyât muh­teliftir. Binaenaleyh; beş bin veya altı bin veyahut sekiz bin oldu­ğuna dair rivayetler mevcuttur. Ancak adede bir hüküm taallûk etmeyip bizim için meleklerin kaç kişi olduğuna dair tahkik lâzım olmadığından demek daha evlâdır. Meleklerin gel­mesi müminlere kuvvet-i kalp vermek, şecaat ve cesaretlerini art­tırmak içindir. Binaenaleyh; kıtale iştirak etmediklerine dair olan rivayet sahih olsa gerektir.

Fahri Râzi, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran kâfir­ler bozulunca firar ederek evlâd ü ıyal ve mallarının bulunduğu (Evtas) denilen mahalle iltica ettiler. Resulullah Eş'arîîerden (Ebu âmir) namında bir kimseyi emir tayin ederek bir miktar askerle mal, evlât ve ryallerini esir olarak alıp getirmek üzere gönderdi. Onlardan altı bin esir ve hadsiz, hesapsız emval-i ganimet aldılar ve getirdiler. (Ci'rane) denilen mahalde Resulullah onun cümle­sini asakir-i İslâmiyeye taksim etti. Hatta Kureyş'ten bazılarına yüzer deve verdi. Bu taksimden sonra (Havazin) kabilesi tevbe ve istiğfar ederek huzur-u risalete gelip mallarının ve evlâd ü ıyallerinin kendilerine reddini istediler.[31]

 

Vacip Tealâ işte şu tevbelerini   kabul ettiğini   beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ kâfirleri katil ve esaret gibi azab-ı dünyevî ile azab ettikten sonra kâfirlerden dilediğine tevbeyi tevfik etmekle İslâm oldular Tevbelerini kabul buyurdu. Zira Allahü Tealâ tev­be edenlerin tövbesini kabulle İslâm olanlara ihsan edicidir.]

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Hâzin ve Beyzâvî'nin beyanlarına naza­ran (Havazin) kabilesinin tevbe edip mallarının ve esirlerinin reddini istediklerinde Resulullah «İkisinin reddi olamaz, ikiden birini redde razı olun» buyurunca onlar esirlerimizin reddine ra­zıyız. Zira; neseplerimizden vazgeçemeyiz)' dediler. Binaenaleyh; Resulullah ashabına hitaben «Hamd ü senayla başlayarak bunlar tevbe ettiler. Bizim kardeşlerimiz oldular. Benim reyim bunların esirlerini kendilerine iade edelim. Kimin elinde varsa hüsn-ü rıza­sıyla versin. Razı olmayan varsa bize ödünç versin de,başka mu­harebede aldığımız esirlerden ödeyelim» buyurdu. Cümle ashap "Razıyız verelim» demişlerse de Resulullah «Bilmeyiz, belki içi­nizde «azı olmayanınız olur da bize söyleyemez. Herkes kendi re­isleriyle müzakere etsin, reisleri bize haber versin» buyurdu. Oy­mak oymak herkes reisleriyle bilmüzakere rızalarını beyan etti­ler. İman edenler evlâd ü ıyallerini aldılar ve götürdüler.

Hulâsa; sıdıkla iman edenlere Allah'ın yardım edeceği ve her-şeyde Allah'a itimad lâzım ve herşeyin halikı Allahü Tealâ oldu­ğu ve günahından tevbe edenlerin tevbesini kabul buyurduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[32]

 

Vacip Tealâ (Huneyn) vak'asını beyandan sonra müşriklerin bazı ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! İyi bilin ki, müşrikler ancak necistir. Onlar necis olunca bu seneden sonra Mescid-i Haramca yakın olmasın­lar.] Zira; onlar cenabetten gusletmez ve hadesten abdest almaz ve sair necasetten çekinmezler. Halbuki mescid Allah'a ibadet için hazırlanmış mahall-i mübarek olduğu için taharet-i kâmile lâzım olduğundan taharetsizler giremezler. Binaenaleyh; müşrikler mes­cide girmek şerefinden mahrumlardır.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Beyzâyî'hin beyanları veçhile müş­riklerle murad; -putlara ibadet eden müşriklerdir yahut mut­laka kâfirlerdir. Necaset le murad; hükmen necasettir. Ya­hut müşrikler kelp ve hınzır gibi ayn-ı necaset demektir. Buna nazaran kâfirlerin bedenleri ayn-ı necis demek olur. Yahut neca­set menzilesinde olan şirki iltizam ettiklerinden kendilerine necis ıtlak olunmuştur. Zira; daima necaset içinde olan kimsenin her tarafı necisle mülevves olduğu gibi kâfirler daima şirk içinde bu­lundukları cihetle ayn-ı necis gibidirler. Binaenaleyh; kâfirle, el ele yapışan bir müminin abdestliyse abdestini iadesi lâzım olduğu bazı kütüb-ü şer'iyemizde mezkûrdur. Yahut kâfirlere necis ıtlakı tabiatlarında olan habasetlerine binaendir, Zira; batında olan ha­basetleri ve akide-i   fasideleri necaset-i   zahiriye ve maddiyyeye teşbih olunmak suretiyle bunlara necaset denmiştir. Mescid-i Haram'la murad; nefs-i haremdir. Zira; hareme dahil olan mescide dahil olacağından bu misilli necis olan kâfirlerin mescid-i şerife girmelerinden mescidi sıyanet için Harem'e duhulden dahi nehyolunnıuşlardır.

Bu âyette â m la murad; haccet-ül veda' senesidir, yahut hic­retin dokuzuncu senesi ki, Ebu Bekir Hazretlerinin emir-i hac olduğu senedir. İşte o seneden sonra müşrikler haccetmekten ve Ha­rem'e girmekten menolunmuşlardır. Binaenaleyh; kâfir gerek zim-mî olsun gerek müste'men olsun ve gerekse muâhid bulunsun her ne suretle olursa olsun Harem'e girmekten menolunmuştur. Hatta imanı-ül müslimîn Harem'de bulunup ecanipten elçi gelse imam Harem haricine çıkar, elçiyi Harem'e koymaz. Kâfirleri Harem'e girmekten nehyetmek; müminleri kâfirlere müsaade etmekten nehyetmektir.  -

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile İslâm memleketi; kâfirler hak­kında üçtür: Birincisi; Harem'dir ki, asla kâfirin gir­mesi caiz olmaz. Hatta gizli girse ve vefat etse kabri ma'lum ol­duğu takdirde kabrinden çıkarılır, harice atılır. İkincisi; Yemame'yle Yemen ve Necid'le Medine arasından ibaret olan arz-ı Hicaz'dır. Arz-ı Hicaz'a ehl-i İslâmın izniyle kâfirlerin girmesi caiz de üç günden ziyadeye müsaade olunmaz. Çünkü; Kesulullah'tan kâfirlerin arz-ı Hicaz'dan çıkarılacağına dair olan hadis-i şerif mevcut olduğundan Ebu Bekir Hazretleri çıkarmak istemişse de vakit bulamadı. Fakat halife-i sânı Fâruk-u A'zam Hazretleri za-man-ı hilâfetinde arz-ı Hicaz'dan kâfirleri tard ve teb'id etmiş ve

İmam-ı Malik'ten rivayet olunan hadis-i şerifinin eseri Hz. Ömer zamanında zuhur eylemiştir. Hadis-i şeri­fin manâsı «Ceziret-ül Arap'ta iki din cem' olmaz» demektir. Ve ilâyevminâhaza bu hadisin eseri câridir. Bilâd-ı İslâmdan üçün­cüsü; sair memalik-i İslâmiyedir. Kâfirler bu kısım mema-lik-i İslâmiyeye emanla girebilirler, fakat bir müslimin izni olma­dıkça mescide giremezler.

Bu âyette kâfirlerin âhirette azab olunmaları için furu-u a'malle mükellef olduklarına delâlet vardır. Çünkü; Mescid-i Haram'a girmek furu-u a'mâlden olduğu halde nehyolundular. Nehiy ise mükellef üzerine varid olur. Binaenaleyh; nehyolunmaları mü­kellef olmalarına delâlet eder.[33]

 

Vacip Tealâ; müşriklerin Harem-i Şerife girmeleri memnu* olunca Mekke ahalisinin maişetleri, ticarete münhasır olduğu ci­hetle ticaretlerinin kesadmdan endişe etmeleri üzerine onları tes-liye etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i Mekke! Eğer müşriklerin Harem-i Şerif dahiline giremeyecekleri sebebiyle ticaretinize kesat arız olacağından ve fakr u fakaya müptelâ olacağınızdan korkarsanız korkmayın. Zira; Allahü Tealâ dilerse sizi fazl u kereminden zengin kılar ve ihti­yaçtan kurtarır. Çünkü; Allahü Tealâ kullarının umurunu tedbir eder ve ihtiyaçlarını bilir ve hikmetine muvafık olarak herkesin rızkını ihsan eder.] Zira; her işi hikmete muvafık olur. Binaena­leyh; müşrikleri Harem'e girmekten menetmesi de hikmete mu­vafık olan ef âli cümlesindendir.

Fahr-i Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile Vacip Tealâ Mekke ahalisini iğna buyurmasının keyfiyeti yağmurları çok yağ­dırıp bereketler halk etmesiyle veyahut Cidde ve Yemen- gib'i bir­çok memleket ahalisi İslâm olup hacca gelmek ve onların celbet-tikleri eşya ve erzak sebebiyle ticaret kapıları açılmak ve kâfirler­den cizye almak suretiyle olacağına işaret etti. Nitekim Öyle oldu ve vaad-i ilâhinin eseri zuhur etti. Binaenaleyh; herbirerleri zen­gin oldular. İnsanların her zaman tazarru' ve niyaz üzere bulun­ması ve her zaman emelini Cenab-ı Hak'tan istemesi vacip olan vezaif cümlesinden olduğuna işaret için Cenab-ı Hak kullarını ih­tiyaçtan kurtarmasını kendi meşiyet ve iradesine ta'lik buyurmuş­tur. Yahut iğna etmek fazl-ı ilâhi olup vacip olmadığına işaret için kullarını zengin kılmayı meşiyetine ta'lik buyurmuştur.

Müşriklerin Harem-i Şeriften menolunması ve Ceziret-ül Arap'ta İslâmdan başka bir unsurun bulunmaması ve kütle-i İslâ-miyenin bir mevkide bulunması elbette Müslümanlar için masla-hat-ı mühimmedendir ve din-i alanın hikmetine muvafık olan da budur. Çünkü; kâfirlerle ihtilâtta ahlâk sirayet edeceği cihetle âdât-i keferenin sirayeti cihetiyle ahlâk-ı İslama zaaf arız olmak, kuvvet ve metanet-i İslâmiyeye halel gelmek ihtimali ve korkusu her zaman mevcuttur. Binaenaleyh; kâfirlerin Harem'den men'i ve arz-ı Hicaz'dan tard ve teb'idleri İslâmiyet için ayn-ı menfaat olduğunda şüphe yoktur.

Kâfirlerle ihtilâtımızdan ve umurumuz başında onları bulun­durduğumuzdan ve bilâd-ı İslâmiyeye çekirge gibi dağılmaların­dan ve kanlarımızı sülük gibi sormalarından ve esrarımıza vakıf olmalarından ne kadar zarar gördüğümüz malûmdur ki inkârı mümkün olmayan hakikatlardandır. Hele şu son zamanlarda Mali­yede Fransızların, Bahriyede İngilizlerin, Harbiyede Almanların bulunmasından görülen zararların nihayeti olmadığı şüphe oluna­cak mesailden değildir. Teessüf olunur ki, Maarif Nezareti teşek­kül edeli elli altmış sene olduğu ve milletin bütçesinden birçok pa­ralar çektiği halde şu ihtiyaçlara kâfi adamlar yetiştirememiştir. Yetiştirmediğinden endişe ederek yetiştirmek çaresini düşünmek de istememiştir [34]

 

Vacip Tealâ müşriklerden beraeti ve onlarla mukaatelenin lüzumunu beyandan sonra cizye verinceye kadar ehl-i kitapla mu­kaatelenin vacip olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Allah'a ve yevm-i âhirete iman etmeyen kâ­firlerle mukaatele edin. Hatta kendi elleriyle hakir ve zelil olduk­ları halde cizye verinceye kadar ehl-i kitaptan şol kimselerle dahi mukaatele edin ki, onlar Allah'ın ve Resulünün haram kıldıkları şeyleri haram saymazlar ve hak olan din-i İslâmla tedeyyün et­mezler. Allah'ın dinini i'lâ etmek ve İslâmiyetin ulviyetini tanıt­mak .maksadına mebni onlarla mukatele vaciptir.]

Çünkü; Yehûd ve Nasârâ zahirde Allah'a iman eder gibi gö-rünürlerse de hakikatta imanları yoktur. Zira; Yehûd Allah'ın cisim ve Üzeyr (A.S.) in Allah'ın oğlu olduğunu ve Nasara'dan bir taife Allah'ın bazı eşyaya hulul ettiğini ve ülûhiyet ekanim-i selâ-seden ibaret buluduğunu ve İz. İsa Allah'ın oğlu olduğunu itikad ettiklerinden imanlarına itibar yoktur ve itikadları şirk ve batıl­dır. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bu âyette imanlarının olmadığını beyan buyurmuştur. Kezalik âhirete imanları da yoktur. Çünkü; haşr-ı cismaniyi inkârla haşrolunacak ancak ruhtur ve ehl-i Cen­net yemez, içmez ve nikâh y*oktur dediklerinden âhirete imanları yok mesabesindedir.

Bunlarla mukaatelenin vacip olmasına sebep; imanlarının ol­maması olduğuna işaret için ism-i mevsul varid olmuş ve bunlar kitabî olup Yehûd Tevrat'a, Nasara İncil'e iman ettikleri halde imanlarının muktezasına riayet etmediklerini beyan için Vacip Tealâ haram olan şeyi haram itikad etmediklerini beyan buyur­muştur.

Din-i İslâm cümle edyanı nasih olduğu cihetle efdal ve kabule minküllilvücuh şayan olduğundan din-i hak denmiştir. Çünkü; ah­kâmı ukul-ü beşere mülayim ve tabayi-i selimeye muvafık ve te-messük edenlerin dünya ve âhiret rahatlarını mutazammındır ve her hükmü insanlar için envâ'ı menafii cami olduğu cihetle tedey­yün ve itaat etmek vacip olduğu halde itaat etmeyenlerle muka­tele etmek ehl-i iman üzerine vacip olmuştur.

Yehûd ve Nasârâ kendi kitaplarını tahrif, hava ve heveslerine tevfik ettikleri cihetle kendi kitaplarının beyan ettiği hill ü hür­mete dahi riayetleri yoktur. İşte haramı haram itikad etmeyenle­rin kâfir olduklarına bu âyet delâlet eder. Şu bâlde bu misilli kâfirleri din-i hakka davet edip eğer kabul ederlerse kardeş edin­mek ve eğer kabul etmezlerse cizye teklif etmek onu da kabul et­mezlerse mukaatele eylemek vacip olmuştur. Cizye; ehl-i ahidden muahede zamanında her şahsın nefsini muhafazaya ceza olarak taksim olmak üzere tayin olunan meblâğ olup o meblâğa ceza olacağı cihetle cizye denmiştir. Onların zelil ve hakîr olmaları; borçlarını kendi elleriyle götürmek ve tahsiline me'mur olan kim­senin oturduğu ve onların ayakta oldukları halde hükûmet-i İslâ-m iyenin onlara vâki olan lutûf ve ihsanını beyan etmekle olur.

Cizyenin miktarı İmam-ı A'zam'a göre zengin olanlara kırk sekiz, orta halli olanlara yirmi dört ve edna olanlara on iki dir­hemdir.

Hulâsa; ehl-i küfürle cizyeyi kabul edinceye kadar mukaatele etmek lâzım ve Arabın müşriklerden maada bilcümle kâfirlerden cizye almak caiz olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[35]

 

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın imanlarına itibar olmadığını beyan­dan, sonra imanlarına itibar olunmadığının hikmetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yehûd kavmi (Üzeyr) Allah'ın oğlu ve Nasârâ kavmi (İsa) Allah'ın oğludur dediler. Şu söz onların lisanlarıyla söylenmiş bir söz kî, bu sözleriyle kendilerinden evvel geçen kâfirlerin sözlerine benziyorlar. Allahü Tealâ onları öldürsün. Ne acaip haktan batıla geçerek iftira ediyorlar.]

Yani; Allahü Tealâ baba olmak oğul olmak ve bir hatunla iz­divaç etmekten münezzeh olduğu halde «Üzeyr ve İsâ (A.S.) ı Allah'ın oğludur» demek gibi ednâ aklın ve havsalanın kabul etme­yeceği birtakım itikad-ı batılı irtikâpla küfriyatlarını meydana koydular ve şu sözleri ancak lisanlarındadır. Zira; bu söz delilden ârî bir söz olduğu için kalbe te'sir edemez. Çünkü; delil-i aklî ve naklî ile sabit olmayan sözün akılda yeri olmaz ve bir te'sir de hasıl edemez. Binaenaleyh; manâsını düşünmeksizin dillerinin ucuyla söylenilmiş bir sözdür ve bu sözlerini onlar evvel geçen kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Çünkü; evvel geçenler de «Me­lekler Allah'ın kızlarıdır.)) diyorlardı. Akıl için şu iddiaları batıl olduğundan ne acaip iftira ediyorlar? Binaenaleyh; Allahü Tealâ onları katletsin ki, nesilleri kesilsin ve böyle batıl itikadda bulu­nan olmasın.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile baba veya oğul ol­mak ve zevce ittihaz etmek mahlûkaat içinde ancak hayvanata mahsus, ihtiyaç ve inkıraz eseri birşeydir. Çünkü; hayvanat mev­te ve inkıraza mahkûm olduğundan vakt-i merhununa kadar nes­linin bekaası ve dünyanın imarı için izdivaca, evlât ittihazına ve onlarla telezzüze muhtaçtır. Cenab-ı Hak ise ihtiyaçtan ve inkı­razdan münezzeh olduğundan evlât ve zevce ittihazına ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh; bu sözler iftira alâllahtır. Yehûdun Üzeyr (A.S.) a «Allah'ın oğludur» demelerinin sebebi; Yehûdun günah­ları çoğaldıkça cehalet çoğaldı hatta Tevrat'ı bilen bir kimse kal­madı. Üzeyr (A.S.) Allahü Tealâ'ya münacatta bulundu. Cenab-ı Hak münacatmı kabul ve Tevrat'ı onun zihnine iade buyurup Tev­rat'la kavmini inzara başlayınca «Üzeyr Allah'ın oğlu olmasaydı Tevrat'ı ezber etmek kendine müyesser olmazdı. Şu halde Allah'ın oğludur» dediler. Gerçi bu itikadda bulunan Yehûdun hepsi değil­se de bir-kavmin bazısından sudur eden itikadı cümlesine isnad etmek kabilindendir ve bu misilli isnad da Arap indinde caizdir. Kezalik Hz. İsa harikulade olarak babasız dünyaya geldiğinden Nasârâ Hz. İsa'ya «Allah'ın oğludur» dediler. Bu itikadın Nasâ-râ'da yerleşmesinin sebebi; İncil'de Hz. İsa'ya ta'zim ve teşrif için oğul ıtlakı vardır. Cehele-i Nasârâ bunun hakikatına hamledip teşrif için olduğunu bilmeyerek doğrudan doğruya Allah'ın oğlu itikaadında bulundular ve gittikçe bu itikad beyinlerinde tevessü' ve taammüm etmiştir.

Bu âyette taaccüp kullara râci'dir. Zira taaccüp; umur-u garibeyi idrak etmek üzerine terettüb ettiğinden ancak mahlûkatta olabilir, Cenab-ı Hak'ta taaccüp olmaz. Çünkü; Va­cip Tealâ indinde herşey hazır ve nıa'lûm olduğundan onun hak­kında taaccüp tasavvur olunmaz. Ve kötü amellerle muttasıf olan­ların, küfür, fısk ve fücur gibi fena ahlâk ve itikadda bulunanla­rın aleyhine dua etmek caiz olduğuna bu âyet delâlet eder ve bel­ki de bu misillilerin aleyhine duâ edilmesi taraf-ı ilâhiden kulla­rına talimdir.[36]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın itikadlarının bazı cihetten butlanını beyandan sonra diğer cihetten butlanını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yahudiler âlimlerini ve Nasârâ keşişlerini, âbidlerini Allah'ın gayrı olarak Rableri, ma'budları ittihaz ettiler ve İsa (A.S.) ı rab ve ma'bud tanıdılar. Halbuki İsa (A.S.) Hz. Meryem'in oğludur. Onlar emrolunmadılar, ancak bir olan Allahü Tealâ'ya ibadetle emrolundular. Çünkü; ma'budun bilhak olmadı, ancak Vacip Tealâ oldu. Bu misilli şirk ve iftiradan Allahü Tealâ'yı tenzih etmekle tenzih ederim.]

Yani; Yehüd ve Nasârâ ulemâ ve ruhbanlarına ülûhiyetin hu­lulünü itikad «dip onları ma'bud tanıdıklarından Allah'ın dûnunda onları erbab ittihaz etmiş oldular. Hatta onlara muhabbetlerinden naşi hulul ve ittihad itikad ederek ahbara ve ruhbana secde bile ettikleri mervidir. Bu hâl ümmet-i Muhammed'in bazı sınıfında dahi görülmektedir. Çünkü; bazı meşayihin cahil müridlerinde, şeyhine fart-ı muhabbetinden naşi şeyhini ülûhiyet mertebesine kadar sena ettikleri görülmektedir. Fakat bu; eser-i cehil ve fart-ı muhabbettir ve söylediği sözün manâsını anlamamaktır. Binaen­aleyh; bu gibi cahil müridleri meşayihin evvelâ ta'lim, saniyen terbiye etmeleri lâzımdır.

Ahbar ; habr'in cem'idir. Habr ; âlim manasınadır. Ruhban; rahibin cem'idir. Rahip; âlim ve âbid ma­nasınadır. Erbab ; rabbin cem'idir. Yehûd ve Nasârâ'nın âlimlerini ve âbidlerini erbab ittihaz etmeleri Fahri Râzi ve Nisâ-bûrî'nin beyanlarına nazaran şöyle olmak' ihtimali vardır: Yehûd ve Nasârâ'nın âlimleri kendi huzuzat-ı nefsaniyelerine tâbi' ola­rak şeriatlarının hilâfına icad ettikleri ahkâmı avam-ı nasa tefhim etmek ve onların Allah'ın ahkâmını terkedip o misilli âlimlerinin yalanlarına aldanarak haram olan şeyi helâl ve helâl olan şeyi haram itikad edip onlara ittibâ' ettiklerinden dolayı onları erbab ittihaz etmiş oldular ve Allah'ın hükmü üzerine onların hükmünü tercih ettiklerinden Allah'ın dûnunda onları ma'bud ve metbû' it­tihazla şirkettiler. (Adiyy b. Hâtem)'den mervi olan bir hadis-i şerif de bu manâyı te'yid etmektedir. Çünkü; (Adiyy) evvelce Nasrani olduğundan boynunda bir altın salip bulunduğu halde hu-zur-u risalete geldiğinde Resulullah «Yâ Adiyy! Boynundan şu putu çıkar» buyurdu ve bu âyeti okudu. Adiyy «Yâ Resulallah! Nasârâ ruhbanlara ibadet etmezler» deyince Resulullah «Ruhban­lar Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl ve helâl kıldığı şeyleri ha­ram kılmazlar mı ve Nasârâ da bunların kelâmlarını doğru itikad etmezler mi?» buyurdu ve (Adiyy) de tasdik ederek «Evet! Böyle yaparlar» dedi. Resulullah «İşte ruhbanların ibadetleri budur» bu­yurdu. Halbuki Yehûd ve Nasârâ Allah'ın inzal ettiği kitaplarında Allah'tan başka bir kimseye ibadet etmeyip ancak ferd-i vahid olan Allah'a ibadet etmekle emrolundular. Çünkü; ma'budun bil-hak ancak zat-ı ülûhiyettir. Binaenaleyh; onun gayrı kime ve her neye ibadet etseler kendileri gibi bir hadis ve muhtaç olan mah­lûka ibadet olduğundan küfrün en kötüsünü irtikâb etmiş olacak­ları derkârdır. Zira; Allah'ın gayrı hiçbir şeyin ma'bud olmaya is­tihkakı yoktur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak cemi-i nekaaisten mü­nezzeh ve müşriklerin isnad ettikleri şeylerin cümlesinden berî ef'âlinde, zatında ve ahkâmında şerik ve nazîrden ârîdir.[37]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasârâ'nın irtikâb ettikleri kabayihten bazılarını beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yehûd ve Nasârâ'nın reisleri ağızlarından çıkan, akla ve nak­le müstenid olmayan sözleriyle Allah'ın nuru olan dinini söndür­mek isterler ve lâkin Allahü Tealâ hiçbir şeye razı olmaz, ancak dinini itmam etmeye razı olur velevse kâfirler din-i ilâhinin itma­mını kerih görsünler, istemesinler.]

Bu âyette nur-u ilâhi yle murad; nur-u nübüvvettir. Çünkü; Yehûd ve Nasârâ'nın papazları nur-u nübüvveti söndür­mek için halkı envâ'-ı hiyel ve desa'isle iğfal, Tevrat'ta ve İncil'de olan evsaf-ı nebeviyeyi tağyire kadar cüret ettiler ve lâkin Allahü Tealâ nur-u nübüvvetin itmamını murad ettiği için her ne gibi if­tiraya cüret ettilerse semeresiz kaldı, emekleri zayi oldu ve akıbet kendileri zarar gördüler.

Yahut nur~u ilâhi yle murad; Kur'an'dır. Çünkü; Kur'an'ın ahkâmını iptal ve tekzib için her neye teşebbüs ettilerse hiçbir hükmünü ve hiçbir harfini tağyire nail olamadılar. Belki her teşebbüslerinde me'yus oldular. Zira; Kur'an'ın ahkâmı uyub-dan salim ve elfazı mu'cizdir. Binaenaleyh; onlar her ne kadar söndürmeye çalıştilarsa da Cenab-ı Hak erbabını ve etbâ'ını on­ların çalıştığından daha çok halketti. Çünkü; Vacip Tealâ hıfzım ve itmamını vaad etti, bu vaad-i ilâhi yerini buldu.

Bu âyette  manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım:  Allahü Tealâ hiçbir şeyi murad etmez, illâ keli-me-i tevhidin i'lâsım, dininin i'zazını ve nur-u nübüvvetin itma­mını murad eder, velevse kâfirler istemesinler] demektir. Din düş­manlarını kahretmesi ve dine muin olanlara yardım buyurması vaad-i ilâhiyi ve dinini itmam cümlesindendir. Şu halde bu âyet, Resulullah'a ve erbab-ı dine   Vacip Tealâ'nın    yardım edeceğine dair vaadini mutazammın olduğundan müminler için beşarettir.[38]

 

Vacip Tealâ nura benzeyen dinini ve Kur'an'ın ahkâmını it­mam edeceğini beyandan sonra itmamının keyfiyetini beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ şol zat-ı eceli ü aladır ki, Resulünü ayn-ı hida­yet ve din-i hak olan d in-i İslâmla gönderdi ki, resulü o dini ed-yanın küllisi üzerine izhar etsin, velevse o dinin izharını müşrikler kerih görsünler.]

Yani; Allahü Tealâ kullarını irşad için envâ'-ı irşad ve hay­rata delâlet eden Kur'an'la Resulünü gönderdi ki o resulü vası­tasıyla kullarını tarîk-ı necata davet ve edyan-ı saire üzere Re­sulü din-i İslâm izhar etsin, velevse bu izharı kâfirler istemesinler.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile her ne kadar kâ­firler istemeseler dahi Cenab-ı Hak bu dini sair edyan üzerine iz­har buyuracağını bu âyetle beyan buyurmuştur. Din-i İslâm'ın Ce­mi' edyan üzerine zuhuru bu dinin edyan-ı saireyi neshetmek su­retiyle olacağından Kur'an'ın sair kitapları neshedeceğine âyet delâlet eder. Yahut Allah'a ibadet olmaz, ancak bu dinle olaca­ğından diğer edyanla olacak ibadet bu dinin zuhurundan sonra ba­tıl olur ve din-i İslâm'ın cemi' edyan üzere zuhuru Hz. İsa'nın nü­zulünden sonra olacağı mervidir. Çünkü; bazı rivayete nazaran Hz. İsa'nın nüzulünden sonra herkes din-i İslâm'a dahil olacak ve edyan-ı saireye sahip kalmayacaktır. Ebu Hüreyre (R.A.) in rivayetiyle Resulullah buyurmuş­tur. Yani «İsa (A.S.) in zamanında milletlerin küllisi helak olur, illâ millet-i İslâmiye helak olmaz» demektir. Bu hadiste heIâkle murad; edyan-ı saire erbabı kalmaz, illâ din-i İslâm'a da­hil olur» demektir ve bu halin müddeti az bir zamandır. Çünkü; bundan sonra ehl-i imanın hepsi vefat etmekle yeryüzünde yalnız şerrar-ı nasm bakî kalacağı mervidir.

Edyan-ı saire üzerine A a-i İslâm'ın zuhuru bazı mevkide ve memlekette husul bulması bu âyetin sıdkına kâfidir. Çünkü; din-i İslâm'ın hilâfına bir din olmadı, illâ o din erbabını ehl-i İslâm el­bette kahr u tedmir etmiştir. Meselâ Yahudileri ve müşrikleri Ce-ziret-ül Arap'tan ve Mecusileri Irak'tan ve Rumları Şam'dan tard u teb'id etmişlerdir.

Bu minval üzere ehl-i İslâm sair edyan erbabı üzerine bir çok beldelerde galebeyle İslâm'ı izhar ettikleri meydandadır. Amma bu izharın her zaman ve her beldede olmaması âyete muhalif ol­maz. Çünkü; âyette din-i İslâm'ın zuhuru mutlaktır. Şu halde ka-ziyye; mantıkça mutlaka-i âmmedir, Mutlaka-i âmme ise mazmu­nunun bazı efrad zımnında husulü sıdkma kâfidir. Bazıları da şu âyette beyan olunan din-i İslâm'ın zuhurunu Mehdi'nin hurucu zamanında olmasıyla tevcih ettiler. Çünkü; Mehdi'nin zaman-ı sal­tanatında kimse kalmaz, illâ ya İslâmı veya cizyeyi kabul edenler kalacaktır.

Yahut İsIâmın zuhuru yla murad; delâilinin her­kes indinde zuhuru olup hafi birşey kalmamasıdır. Nitekim öyle de oldu ki, akl-ı selim cümle delâilini ve ahkâmını teslim eder asla itiraza cüret etmez. Evet! Bazı ahkâmına itiraz edenler varsa da onlar aklı hasta, hava ve heveslerine ve şehevat-ı nefsaniyelerine tâbi' olan kimselerdir ki, akl-ı selime malik değillerdir. Çünkü; arzusuna muhalif olan ahkâma itiraz eder. Sair enbiya-yı izamın dinleri üzerine din-i İslâm'ın zuhuru; menafi-i dünyeviye ve uh-reviye üzerine tamamıyla müştemil ve ahkâmı her zamana ve her şahsa muvafık olup beynelbeşer adaleti noksansız te'min ederek zuhurundan sonra o ahkâmının tatbik olunacağı bir kavim ve za­man gelmemesiyledir. Gerçi sair .enbiyanın şeriatları da menâfi-i dünyeviye ve uhreviyeyi cami' ise de hemen zaman-ı muayyenine ait olup ilâyevmilkıyam cereyan edecek ve cümle havadise tatbik olunacak bir halde olmadığından her şeriat kendisinden sonra zuhur eden şeriatla mensuh olduğu gibi cümlesi şeriat-ı Muhamme-diyeyle mensuh olmuştur.[39]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasârâ'nın reislerini avam-ı naşı aldat­makla zemmettikten sonra onların bu yola sülük etmeleri nasın malına hırs ve tama'ları neticesi olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler, Yehûd ve Nasârâ ulemasından pek çokları ba­tılı terviçle nasın emvalini yerler ve tarîk-i ilâhi olan din-i İslâm'­dan naşı menederler.]

Yehûd ve Nasârâ'nın ulemasından nasın mallarını haram ola­rak ekletmeyenler olduğuna işaret için haram olarak ekledenler-den kesretle ta'bir olundu ki, bazı ekletmeyen olduğu bilinsin. Malı cemetmekten maksat, eklolup sair menafi, eklin tavabii oldu­ğuna işaret için batıl olarak nasın malını alıp menâfilerine sarfet-melerinden yalnız eklettikleri beyan olunmuştur. BataIla murad; rüşvettir. Çünkü; Fahri Râzi ve Beyzâvî'nin beyanları veç­hile Yehûd ve Nasârâ uleması şeriatlarının bazı ahkâmım nasın hava ve hevesine uydurmak suretiyle caiz olmayan şeylere ce­vaz gösterir ve nastan rüşvet alırlardı ve bu minval üzere tedricen şeriatlarının ahkâmını tahrif etmekle bilkülliye şeriattan çıkmış­lardır.

Yahut elleriyle kitap yazanlar, ahkâm-ı şer'iyeyi tahrif eder­ler ve taraf-ı ilâhiden gelen ahkâm bundan ibarettir derler ve mukaabilinde nastan bir miktar para alırlar ve yerlerdi.

Yahut Tevrat'ta ve İncil'de olan evsaf-ı Resulullah'ı tağyir ederek naşı din-i Muhammediye dahil olmaktan men' ve mukaa­bilinde para almak suretiyle batılı eklederlerdi. İşte şu ef'âl-i kabihalarım beyanla bu âyette Allahü zülcelâl onları zemle millet-i İslâmiyeyi bu gibi çirkin şeyleri irtikâptan tenfir etmiştir.

Zamanımızda ulema ve meşayih kıyafetinde görülen bazı sah­tekârları görünce bu âyet onlar hakkında nazil olmuş ve onların hallerini tasvir ediyor zannolunur. Çünkü; meclislerinde zühd ü takvadan ve umür-ü dünyaya adem-i rağbetlerinden bahsederler, halbuki bir lokma için yevmiye kırk kapı dolaşırlar ve envâ'-ı te-zellül, desais ve hileyi dünya için irtikâb ederler. Hatta bir çörek için kavga etmekten de çekinmezler. Velev haramdan olsun azıcık menfaatlarma mâni olanlara senelerce muğber olmaktan utanmaz­lar. Ve acaba cüz'i birşeye nail olur muyum ümidine binaen birta­kım süfehanın ebatıylini aylarca ve belki senelerce tervice çalış­maktan ve onların zulmünü tahsin etmekten perva etmezler. İşte bu misilli münafıklar hem avamın işine yarıyor hem de bihakkın ulemayı zemme ellerinde bir âlet oluyor. Lâkin bu makûle kim­seleri ulema kıyafetinde görmekle ulema defterine kaydetmek bit­tabi' doğru olamaz. Zira; itibar sîretedir, surete değildir. Binaen­aleyh; hakikatin hilâfına surete bina edilen hüküm hiçbir zaman­da doğru olamaz.[40]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın reislerini dünyaya haris olmalarıyla zemmettikten sonra son derece buhullerinden' naşi üzerlerine va­cip olan zekâtı eda etmekten imtina' ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar altınla gümüşü cem' ederler de o cemettikleri altını ve gümüşü Allahü Tealâ yoluna sarfetmezler. Onların halleri böyle olunca acıtıcı azapla sen onlara müjde et.]

Yani; ehl-i kitaptan şol haris kimseler ki, onlar hazinelerini altın ve gümüşle doldurur, saklar, kemal-i şöhret ve hırsla muhafaza ederler. Hatta kemâl-i tama'lanndan nâşi vacip olan zekâtını dahi vermezler ve Allah'ın emrettiği tarika rıza-yı Bari'yi kasde-derek sarfetmezler. Onların halleri böyle olunca sen azab-ı elimle tebşir et ki, onlar mütenebbih olsunlar.

Bu âyet her ne kadar ehl-i kitabı zem hakkında varid olmuşsa da lâfz-ı âyet cümle millete şâmil olduğundan hükmünün dahi cümle millet hakkında carî ve tatbik olunduğunda şüphe yoktur ve âyetin ehl-i İslâm'dan zekâtı menedenleri zemmetmek üzere nazil olduğunu bazıları beyan etmeleri de bu manâyı te'yid eder. Çünkü; âyetin evvelinde Cenab-ı Hakkın ehl-i kitabı hırs ve ta-ma'larıyla zemmettiği gibi âyetin âhirinde. dahi ehl-i İslâm'ı ze­kâtı vermemekten men' buyurmuştur.              .

Kenzle murad; zekât verilmeyen maldır, velev mahzun olmasın. Amma zekâtı verilen mala kenz denilmez, velevse yedi kat yerin altında gömülü olsun.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette Vacip Tealâ insanları üç şeyle zemmetmiştir: Birincisi; rüşvet almak, ikincisi; zekât vermemek, üçüncüsü'; Allah'ın rızası için malını sarf etmemektir. Amma zekâtı verilen ve şer'an lâzım gelen mahalle sarfolunan mal memduhtur. Zira; zaman-ı saadette Hz. Osman ve Abdurrahman b. Avf gibi maldar olan kimseleri Resulullah sahabenin büyüklerinden sayar ve mal­larını rızayı Bari için sarf ettikler inden dolayı sena buyururdu. Eğer helâlinden mal cemetmek mezmum olsaydı. Resulullah zen­gin olanları büyüklerden saymaz ve sena etmezdi.

Azab-ı eIîmle murad; cemedip sakladıkları altın ve gümüşle vücutlarını dağlamaktır. Hatta zekâtı verilmeyen mal hayvanattan olursa koyunların boynuzlarıyla ve sair hayvanların tırnaklarıyla azab olunacaklarına dair ahadis-i celile dahi merviciir.[41]

 

Vacip Tealâ zekâtı vermeyenlerin muazzab olacaklarını be­yandan sonra azaplarının keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.         

[Yâ Ekrem-er rusül! Zikret şol günü ki, o günde bahîllerin cemedip sakladıkları altın ve gümüş Cehennem ateşinde kızdırılıp jş alınları, yanları ve arkaları onunla dağlanacağını hatırlarına ge­tirsinler. Zekâtı verilmeyen mal vermeyenler hakkında ayn-'ı za- $ rar olduğunu bilsinler ve onlar hakkında «Şu sizin kendi nefsiniz için cemettiğinîz malınızın azabıdır, hâl böyle olunca cemettiğiniz

malın azabını tadın» denilir.]  Çünkü; düs­turu icabı herkes ameline göre cezalanır.   Şu halde onların men-| faat gözettikleri şey aynıyla    mazarrat olarak zuhur    ettiğinden J hasretleri ve nedametleri artar. Binaenaleyh; hâib ü hâsir, hakir; ve zelil ve mallarıyla muazzep ve rüsvây olurlar, lâkin fayda e mez.- Çünkü; zamanı geçmiştir.   ,

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile onlar dünyada mal-f lan sebebiyle fukara ve zuafaya kafalarını kıstıklarından, yanla-lj rıni döndüklerinden ve alınlarını dürdüklerinden ceza olarak her-:| kesin göreceği mahalleri   dağlanmak suretiyle   azap olunacakları^ beyan olunmuştur ki,, cümle halâik, onların canları için muhafaza edip bir dirhemini kimseye vermeye kıyamadıkları mallarıyla rüs-il| vâ olduklarını   görsünler ve mallarına    arkalanıp şuna ve buna malları sayesinde tecavüz edip mallarını kuvvetüzzahır addettik­leri için arkalarının dağlanacağı dahi beyan olunmuştur ,ki, gü­vendikleri malları kendilerine belâ olacağını bilsinler.

Bazıları zekâtı vermeyen kimselerin şu üç azaları yanmakla azap olunacaklarının hikmetini şöyle beyan etmişlerdir: Zengin kimse bir sail geldiğinde evvelâ yüzünü dürer, alnını kırıştırır. Sail ısrar ederse yanını döner. Eğer tekrar ısrar ederse arkasını döner ve sailin yüzüne "bakmaz. Binaenaleyh; şu ef'âline ceza ol­mak üzere bu üç azalarıyla mücâzât olunacağı beyan olunmuş ve şu beyanla Vacip Tealâ ehl-i imam, buhulden menle zekâtı ver­meye terğib buyurmuştur.[42]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasârâ'mn ve müşriklerin fena işlerin­den bazılarını beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ayların adedi, semâvât ve arzı halkettiği günde levh-i mah­fuzda indallah yazılı olan on ikidir. On iki aydan dördü eşhür-ü hurumdur ve ayların on iki olup onlardan dördü eşhür-ü hurum olması doğru bir din ve doğru bir hesaptır. Eşhür-ü humma ria­yet lâzım olunca bu dört ayda maâsîye cüretle nefsinize zulmet­meyin.]                   

Yani; nâsın muamelâtta .hesaplarını, hac mevsimini, ziraat, felâhat ye ahkâm-ı sairenin zamanlarını bilmesi için kamerin dev­ranı itibarıyla Allahü Tealâ indinde ayların sayısı on ikidir ve on iki olmasıyla hüküm; gökleri ve yeri halk ettiği gün levh-i mah­fuzda yazılmıştır. Çünkü; levh-i mahfuzda beşerin cemi' ahvali yazılı olduğundan cümlei ahval-i beşeriyeden olmak üzere ayların sayısı dahi yazjlmış ve kafi hükümle dahi hükmolunmuştur. Bi­naenaleyh; asla tağyir kabul etmez. $u halde ehl-i kitap ve müş­rikler her ne kadar tebdiline sa'y etseler dahi kafiyen tağyir ede­mezler. Zira; indallah hükm-ü kafi lâhik olan şeyi hiçbir kimse tağyir edemez.                     

Fahri Râzî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile Araplar indinde evvelden beri ayların adedi on iki olup Hz. İbrahim ve İsmail (Â.S.) zamanlarından beri müteselsilen buna riayet edegelmişler-se de mevsim-i hacda ticaret ve sair hususatla meşgul oldukların­dan her sene mevsim-i haccı işlerinin olmadığı bir zamanda itibar ettiklerinden bazı sene Muharrem'de ve bazı sene Sefer'de ve sair aylarda itibar eder ve daima maslahat-ı dünyaya riayet ederlerdi ve bununla maslahat-ı dünya hasıl olursa da hükm-ü ilâhiyi tağ­yire sa'yetmeleri lâzım geldiğinden Cenab-ı Hak onları zemmet-miştir. Çünkü; onlar maslahatlarını' elden koymayıp mevsim-i haccın evvelki gibi arzularına muvafık olmasına sa'yetmişlerse de sa'yleri müsmir olmamıştır.         

Sene-i kameriye üç yüz elli beş gün olup sene-i şemsiye üç yüz altmış beş gün ve bir günün rub'udur. Sene-i kameriye şem­siyeden on küsur gün noksan olduğundan sehe-i kameriyenin ay­ları döner. Binaenaleyh; mevsim-i hac ve Ramazan bazı sene yaza, bazı sene güze, bazı sene kışa ve bazan da bahara tesadüf eder.

Ezelde sabah, akşam, hafta, ay ve sene olmadığına işaret için ayların adedi indallah on iki olmasıyla hüküm; bu âlemin halko-lunduğu günde olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; ezelde Cenab-ı Hak'tan başka birşey mevcut olmadığından ay, hafta ve sene bu âleme mahsus olan şeylerdendir.

On iki aydan bazısının bazı ahardan farklarını beyan için bu on iki aydan dördü eşhür-ü hurum olduğu beyan olunmuştur. Eşhür-ü hurum; Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve Re­cep'tir. Bu aylarda günah, sair aylarda günahtan daha eşed oldu­ğuna işaret için bu aylara eşhür-ü hurum denmiştir. Kezalik bu aylarda ibadet dahi diğer aylardan efdaldir.

Bu âyette din; .hüküm manâsına olduğuna nazaran ma-nâ-yt nazım şöyledir: [Şu ayların on iki olmasıyla hüküm, doğru ve kafi bir hükümdür. Binaenaleyh; Müslümanların bayramların­da, haclarında, oruçlarında, bey' ü şıralarında, borçlarının müdde­tini beyanda ve sair muamelâtında bu hükm-ü ilâhiye riayetleri vaciptir. Araplar bu ayları pek muhterem tutarlar, hatta pederle­rini öldüren kimseye tesadüf etseler, taarruz etmez ve ellerini kal­dırmazlardı.

Zamanın eczalarının birbirinden farkı yoksa da ibadât ve ta-âtm sevabı çok olmak ve günahın azabı şiddetli olmak cihetinden bazıları bazılarından farklı olduğuna bu âyet delâlet eder ve ak-len dahi böyle olması uzak değildir. Çünkü; ayların küllisi eşhür-ü hurum olsa beşer için riayet mümkün olamaz. Amma bazıları eş­hür-ü hurum olunca riayet etmek elbette kolaydır.   Binaenaleyh; günlerin, ayların ve bilcümle zamanların ve mekânların bazıları bazılarından farklı olduğunu Cenab-ı Hak beyan buyurmuş ve bil­hassa eşhür-ü hurum olan dört ayda zulümden nehyetmiştir. Gerçi zulüm her ayda ve her zamanda çirkinse de mübarek günlerde daha. ziyade çirkin olduğunu beyan için âyette zulümden nehiyde bu ayları zikretmiştir.

Bizim için eşhür-ü hurumda muharebenin caiz olduğu evvel­ce beyan olunmuştur. Zira; eşhür-ü hurumda muharebenin hür­meti mensuhtur. Binaenaleyh; Resulullah eşhür-ü hurumdan Zil-ka'de içinde Taif i muhasara etmiştir. Beyzâvî'nin beyanı veçhile Şevval ayında Resulullah (Huneyn) de (Havazin) kabilesiyle mu­harebeden sonra Zilka'de'de Taif i muhasara etti ve fakat sonra muhasarayı terkederek umreye niyet edip Mekke'ye gelmişti.[43]

 

Vacip Tealâ on iki aydan dördü eşhür-ü hürüm olduğunu be­yan ettiği gibi müşriklerle mukaatele vacip olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Müşriklerin hepsi sizinle mukaatele ettikleri gibi siz de on­ların hepsiyle muharebe edin ve iyi bilin ki Allah'ın nusreti müt-tekilerle beraberdir.]

Yani; müşriklerin kâffesiyle mukaatele etmeniz vaciptir. Zira; onlar sizin kâffenizle mukaatele ediyorlar ve şurasını iyi bilin ki, Allah'ın yardımı günahlardan kaçan ve evamire imtisal eden müt-tekilerle beraberdir. Şu halde ittikaanız varsa muharebeden kork­mayın ve eğer ittikaanız yoksa ittikaaya çalışın.

Bu makamda nusret-i ilâhiye ittikaaya mukaarin olup ittikaa­ya müdavemet; muâvenet-i ilâhiyeye medar olunduğunu ilân için ism-i zamir yerinde ism-i zahir olarak varid ol­muştur. Çünkü; yerinde dense olabilirdi,

lâkin zamirde ittikanın nusrete sebep olacağına delâlet olmazdı. Şu halde ittikaaya malik olmayan askerin Allah'ın yardımına nail olamayacağına âyette delâlet vardır. Binaenaleyh; her zaman gü­nahlardan kaçınmak suretiyle ehl-i imanın ittikaaya müdavemet etmeleri lazımsa da bilhassa muharebede ittikaaya riayet etmeleri elzemdir.

Velhasıl mukaateleyle emirden sonra nusret-i ilâhiyenin itti­kaaya merbut olması haram olan şeylerden sakınmak manâsına ittikaanm askerde ve zabıtanda bulunması düşmana galebe etme­nin şartlarından olduğuna âyette tenbih vardır. Çünkü; Beyzavî'-

nin beyanı veçhile âyette manâsına olduğu­na nazaran âyetin manâsı: [Ey müminler! Toplu olduğunuz halde müşriklerle mukaatelede yekdiğerinize yardım edin, müşriklere arkanızı dönmeyin ve birbirinize muvafakat üzere hareket edin ki, galebe edesiniz] demektir. Şu halde zabıtan ve asker cemisi bir akide ve. bir sirette olmakla beraber efradla zabitandan herbiri yekdiğerine merbut olmak muzafferiyetin esbabındandır.[44]

 

Vacip Tealâ on iki ay içinden eşhür-ü nurum olan dört aya diğerlerinden ziyade hürmet lâzım olduğunu beyandan sonra bu aylardan bazılarında olacak hürmeti diğer aylara te'hir caiz olma­dığını beyan etmek üzere buyuruyor.                      .

[Bir ayın hürmetini diğer aya te'hir etmek küfürde ziyadedir. Ve bu te'hir sebebiyle kâfirler idlâl olunuyorlar. Allah'ın haram kıldığı adede muvafık olsun için kâfirler bir ayın hürmetini diğer aya te'hirini bazı senede helâl ve bazı senede haram kılarlar.]

Yani işlerine ve maslahatlarına muvafakat üzere hareket ederler.

[Ve şeytan tarafından kötü amelleri tezyin olunur. Binaena­leyh; Allah'ın haram kıldığı şeyi helâl kılarlar ve küfürde ziyade ederler.   Şu halde Allahü Tealâ kâfirleri doğru yola sevketmez.j

Zira; emr-i ilâhinin hilâfına hareket ettiklerinde hidayetten mah­rum olmuşlardır.

Yani; eşhür-ü hurumdan birinin hürmetini terketmek küfür olduğu gibi birinin hürmetini diğer aya te'hir etmek de küfür üze­re küfür olduğundan te'hir olunmasının küfürden ziyade olduğu beyan olunmuştur. Zaman-ı cahiliyede Arapların reisleri, esafil-i nasa bir ayın hürmetini ve riayetini diğer aya te'hirini emreder ve onlar da ittibâ'. ettikleri cihetle idlâl olundukları beyan olun­muştur. Çünkü; Araplar indinde eşhür-ü huruma riayet mu'teber olup, fakat onların bütün maişetleri birbirlerinin mallarını yağma ve gaarât etmek suretiyle olduğundan yağmagerlikleri meselâ Mu­harrem ayına tesadüf ederse Muharrem ayına yapacakları hürmet ve riayeti Sefer ayına te'hir eder ve Sefer ayına hürmet ederlerdi. Sefer ayında dahi te'hir lâzım gelirse Rebiülevvel'e te'hir eder ve bu minval üzere senenin her ayma nakleder dururlardı. Şu halde eşhür-ü hurumun hürmetini keyiflerine ve dünyaca maslahatları­na tâbi kıldıklarından Vacip Tealâ hükm-ü ilâhinin keyfe tâbi' ol­madığını ve keyfe tâbi kılmak küfür üzere küfür olduğunu ve her ayın hürmeti -başka aya naklolunmak mümkün olmadığını beyanla kâfirleri zem ve itikadlarını reddetmiştir. Nesi'; birşeyi veresiye vermektir. Veresiye vermekte te'hir manâsı olduğundan bu âyette te'hir manâsı murad olunmuştur.

Şu te'hirleri çirkin olup ancak şeytan tarafından tezyin olun­duğundan kendilerine güzel görünür ve nefislerinin arzusuna mu­vafık olduğu cihetle seve seve işlerlerdi ve işlemekten de utan­mazlar, hava ve heveslerine tâbi olmaktan geri durmazlardı.

Kâfirler küfrüzere    devam etmekle    Allahü Tealâ'ya daima muhalefet üzere bulunduklarından All'ahü Tealâ'nm onları bilfiil doğru yola sevketmediğini beyan buyurmuştur. Çünkü; onlar ira­delerini kötü amellere sarfettiklerinden Allahü Teala onların ira­delerini sarfettikleri kötü amelleri halkeder. Binaenaleyh; elle­rinde her zaman iradelerini sarfettikleri kötü işler zuhur ettiğin­den hakka muvafık olan şeye muvaffak olamazlar. Şu beyan olu­nan te'hiri kimin icad ettiğinde ihtilâf varsa da Fahri Râzi ve Bey-zâvî'nin beyanlarına nazaran Araptan (Cenade b. Avf ül-Kenanî) dir. Çünkü; (Cenade) bir sene mevsim-i hacda devesinin üzerinde hutbe okumuş ve hutbesinde "Bu sene sizin ma'budunuz Muhar­rem ayının hürmetini te'hir etti» demiş ve nas da bunu kabul etmişlerdi. Ertesi sene Muharrem'e hürmet lâzım olduğunu söylemiş onu da kabul etmişler, ve bundan sonra bir ayın hürmetini öbür aya te'hir caiz olduğunu itikad ederek te'hirin ve takdimin ceva­zı beyinlerinde yerleşmiş ve âdet olmuş gitmiştir.

Hulâsa; zaman-ı cahiliyede Arapların helâli haram ve haramı helâl kılmaktan çekinmedikleri ve şeytan'm onlara çirkin amelle­rini tezyin edip onların da şeytan'a ittibâ' ettikleri ve Allahü Tea-lâ'nınbu misilli kâfirleri küfre devam ettikçe hakka îsâl etmeye­ceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[45]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin    bazı ayıplarını beyandan sonra ehl-i imanı kâfirlerle mukaateleye- teşvik etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Size ne gibi şey arız oldu ki, Resulünüz tara­fından size rızâ-yı Bârî için a'dâ-yı dinle mücahedeye çıkın denil­diğinde ağırlaşıyorsunuz. Keenne bulunmuş olduğunuz evlerinize yapışmış gibi toprağınızdan ayrılamıyor sunuz ve birtakım maze­retler beyan etmekle geri kalmak istersiniz. Halbuki emr-i Resul üzerine sizin derhal harbe müsaraat etmeniz lâzımdır. Düşmana karşı varmamak ehl-i imana lâyık olur mu? Yoksa âhiret bede­linde hayat-i dünyaya mı razısınız? Hayat-ı dünya ise âhiret be­delinde olmadı, illâ azıcık birşey oldu. Şu halde büyük dereceler ve çok nimetlerden ibaret olan âhirete sebep olacak kıtali terkle onun bedelinde azıcık birşey olan metâ'-ı dünyaya razı olmak âkil şanı mıdır?]

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet (Tebük) gazası hakkında nazil olmuştur. Çünkü Resulul-lah Tâiften Medine'ye avdet edince Rum ile gaza etmesi taraf-ı ilâhiden emrolundu. Resulullah ashabına gazaya gidileceğini em­redince mevsim gayet hararetli ve gölgenin pek tatlı zamanı olup ortalıkta darlık vardı ve kıtlık Medine'yi sarmıştı. Meyveler yeni yetişmeye başladığı bir zaman olduğu cihetle ashab üzerine bu muharebeye gitmek gaayet ağır geldi. Binaenaleyh; birtakım taal-lül ve tereddüd izhar etmeleri ve ağır davranmaları üzerine mu­harebeye teşvik ve ağır davranmak isteyenleri tevbih olmak üzere bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde cihad-ı fisebilillâha da­vet olunan müminlerin derhal davete icabet etmeleri lâzım oldu­ğuna bu âyet delâlet eder. İcabette tekâsül gösterenlerin tevbih olunması; derhal icabetin lüzumuna delildir. Cihat; emr-i âhiret olduğu cihetle dünyaya rağbet edip de cihattan i'raz edenleri Cenab-ı Hak bu âyette zemmetmiştir. Çünkü; âhiret nimetleri ba­kî ve kederden salim ve bol olup asla darlık yoktur. Amma dünya nimetleri büsbütün bunun' aksinedir. Zira; fanidir, bekaası yoktur. Birçok belâya ve âfâtla dolu, kederden salim değildir.

Hulâsa; a'dâ-yı dinle muharebeye ağır davranmak, tekâsül gös­termek, i'tizâra vesile olmak üzere birtakım hiyel ve desais ara­mak caiz olmadığı ve birtakım a'zar-ı vâhiyeyle harpten kalmak tekdiri icab eder günahlardan olduğu ve bu misilli şeyleri irtikâb eden kimseler âhiret nimetlerine nispetle gaayet az ve değersiz olan dünya nimetlerine razı olmuş olacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[46]

 

Vacip Tealâ müminleri harbe teşvik ettikten sonra harpten imtina' edenleri tenfir etmek üzere buyuruyor.

[Resululj^ih cihada gitmenizi emrettikten sonra eğer siz azı­ğınızı ve bînidinizi hazırlayıp harbe gitmek üzere bulunmazsanız Allahii Tealâ sizin üzerinize düşmanlarınızı musallat etmek ve kaht u gala ve fiten gibi birtakım hatır u hayalinize gelmedik aza-bıyla sybe azab eder ve harbe gitmekte Resulullah'ın emrine mu­halefet ederseniz Allahü Tealâ sizi, sizin başkanız bir kavme teb­dil eder, sizi giderir ve sizden daha hayırlı ve Resulüne yardım eder bir kavmi sizin yerinize getirir. Siz tekâsül edip emr-i harbe imtisal etmemenizden Allahü Tealâ veyahut Resulüne cüz'i bile bir zarar iras edemezsiniz.] Çünkü; Allahü Tealâ zarardan münez­zeh bir ganiyy-i mutlak ve ihtiyaçtan beridir. Şu halde harbe gitme­mekten zarar görecek sizsiniz ve Resulullah'a dahi zarar edemez­siniz. Zira; Allahü Tealâ dinine nusreti vaadetti.. Sizinle olmazsa sizin başkanız olan bir kavimle elbette Resulüne yardım eder. [Çünkü; Allahü Tealâ her şeye ve bilhassa düşmanlarından inti­kama ve Resulüne yardıma kaadirdir. Kudretinden hiçbir şey ha­riç değildir.]

Bu âyette azapla murad; rahmetin inkıta'ı olduğuna dair İbn-i Abbas Hazretlerinden bir rivayet vardır. Çünkü; İbn-i Ab-bas'tan bu âyetin manâsı sual olunduğunda «Resulullah bir cema­atın harbe gitmesini emrettiğinde-o cemaat gitmekte taallül ve tereddüd ettiler. Cenab-ı Hâk onların yağmurunu hapsetti» de­mekle bu âyetteki ta'zibi haps-i matarla tefsir etmiştir. Yahut azapla murad; menâfi-i dünyeviye ve uhreviyenin kesilmesi­dir. Çünkü; Resulullahm emri her iki cihetin menafiine şâmil ol­duğundan emre muhalefet her iki cihette menfaatin kesilmesine sebep olur. Binaenaleyh; emr-i Resule muhalefet edenler dünya ve âhirette hâib ü hâsir, rezil ve rüsvâ olurlar. Azabın azab-ı dün­ya olduğuna nazaran harpten imtina' edenler helak olunca yerine başka bir kavmin geleceğini Vacip Tealâ beyan buyurmuştur. Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu kavmin ehl-i Ye­men ve ehl-i Faris olmak ihtimali varsa da âyette kavim; mutlak zikrolunduğu cihetle Resulullah'ın emrine imtisal eden her kavme şamil olması ihtimali kavidir. Herhangi manâ murad olunursa olunsun Vacip Tealâ resulüne yardım edeceğini vaad etmiştir. Çünkü; Muharebe için beldenizden çıkmazsanız sizi başka bir kav­me tebdil edeceğim» demek «O kavimle resulüne muavenet ede­ceğim" demek manâsını mutazammmdır. Şu halde âyetin hulâsası: [Resulümüz harbe gitmenizi emrettiğinde giderseniz dünyevî've uhrevî ecre nail olur ve Resulümüzle beraber mensur ve muzaf­fer ve eğer muhalefet ederseniz dünyevî ve uhrevî menâfi'den mahrum olursunuz] demektir. Resulullah makamında bulunan zatın şer'a muvafık emri de emr-i Resulullah gibidir. Binaenaleyh; ülülemre itaat vaciptir ki, muhalefet eden günahkâr olur.

İşte bu âyet-i celile cihad-ı fisebilillâhın vacip olduğuna delâ­let eder. Şu halde gerek Resulullah ve gerek Resulullah'm gayrı bir emîr tarafından cihada gitmelerini emredince emre imtisal va­ciptir. Binaenaleyh; emre imtisalden nükûleden kimseler dünyada rezil ve âhirette muazzeptirler. Bu âyet-i celilede harbe gitmekten imtina' edenler için tehdid-i azîm vardır. Çünkü; Vacip Tealâ har­be gitmekten .imtina' edenleri azab-ı elimle korkuttuğu gibi emre imtisal etmedikleri surette onları ihlâk edip yerlerine başkalarını getireceğini ve bunların harpten imtinâlarmın zararı'ancak kenr dilerine olacağını ve Allah'ın herşeye k'aadir olduğunu beyan et­mek; emr-i resule muhalefet edenlerin büyük gazaba uğrayacak­larını beyan etmektir.

Hulâsa; Resulullah muharebeye gitmeyi emrettiğinde muhale­fet edenlerin dünyevî ve uhrevî muazzap olacakları ve muhalefette bilûmum ümmet ısrar ederlerse o ümmeti onlardan daha hayırlı bir kavme tebdiledip o kavimle resulüne yardım edeceği ve üm­metin muhalefeti resullerine bir zarar iras etmeyip ancak muha­lefetin zararı kendilerine olacağı ve Allahü Teaâl'nın herşeye kaadir kudret-i vâsia sahibi olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[47]

 

Vacip Tealâ cihet-i uhrâdan harbe teşvik etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Eğer siz Resulullah'a yardım etmezseniz bun­dan evvel Allahü Tealâ muhakkak resulüne yardım etti. Şol za­manda ki, o zamanda iki kişinin ikincisi. olduğu halde Mekke kâ­firleri Resulullah'ı Mekke'den çıkardılar ve o zamanda (Cebel-i Sevr)'de bulunan mağaradaydılar ve o mağarada bulundukları va­kitte Kesulullah arkadaşı olan Ebubekir'e «Mahzun olma. Zira; Allah'ın inayeti bizimle beraberdir» diyordu.] Çünkü; Ebubekir Hazretleri düşmanların gelmesinden telâş ve endişe ettiği bir sı­rada Resulullah kemâl-i tevekkül ve metanetle «Korkma, telâş etme, mahzun olma. Allah'ın muaveneti bizimledir» diye Ebube­kir'i tesliye buyurmuşlardı. Âyet-i celile; Resulullah'a Allah'ın yardımı muhakkak olduğunu beyan etmiştir. Zira; Allahü Tealâ bundan evvel Resulüne nasıl ki, nusret ettiyse yine nusret ede­cektir. Allahü Tealâ resulüne nusreti ve dinini i'zazı ve erbab-i dine ta'zimî tekeffül etti. Siz ister muavenet edin, ister etmeyin, her ihtimale karşı Cenab-ı Hak kelimesini ilâ buyuracak ve Resu­lüne muavenet edecek» demektir.

Resulullah hicreti ihtiyar buyurduğunda maiyet-i nebevile­rinde Ebubekir Hazretlerinden maada kimse olmadığı halde Mek­ke civarında (Sevr) denilen dağda bulunan mağarayı bir müddet-i muvakkata kendilerine ma'bedhane ittihaz ettikleri zamanda tek ve tenha bulunduklarında Allahü Tealâ muavenet edince başka za­manda muavenet edeceği evleviyetle sabit olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Resulullah'ın Mekke'den çıkması izn-i ilâhiyle olduysa da hicrete müsaade-i ilâhiyenin sebebi kâfirlerin Resulullah'ı ihraca teşebbüsleri olduğundan ihraç; sebebine isnad kabilinden kâfirlere isnad olunmuştur.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet Ebubekir Hazretlerinin Resulullah'ın sahibi ve ashabı cümlesinden olduğu­na açıktan ve kafi surette delâlet ettiğinden bir. kimse Ebubekir Hazretlerinin sahabeden olduğunu inkâr ederse kâfir olur. Zira; nass-ı Kuran'ı inkârdır. Sair ashabın sahabetini inkâr ederse kâfir olmaz, lâkin bid'at irtikâb etmiş olur.

Gâr-ı şerife teşrifleri şöyle vâki' olmuştur: Kâfirler Dar-ün Nedve'de Resulullah hakkında birçok hileler düşünmüşlerdi. Cib-ril-i Emin onların hilelerini ve hicret etmesi merzî-i ilâhiye mu­vafık olduğunu haber verince Resulullah maiyet-i nebevilerine Ebubekir Hazretlerini alarak Mekke'nin sağ tarafında bir saat mesafedeki mağaraya geldiler. Ebubekir Hazretleri Resulullah'tan evvel mağaraya girdi, silip süpürüp tathir ettikten sonra Resulul­lah gân teşrif buyurdu ve üç gün o mahalde karar ettiler. Kâfir­ler ise o garın üzerine kadar geldiler. Allahü Tealâ Resulünü kâ­firlerin şerrinden muhafaza için derhal Örümceği gönderdi. Garın ağzını alelacele ördü ve güvercini gönderdi, yumurtladı. Kâfirler örümceği ve güvercinleri görünce «Garda insan olsa bunlar olmaz­dı» demekle döndüler ve bilmediler ki, Cenab-ı Hak gaayet zayıf ve âciz iki mahlûkuyla, Resulü tarafından mukaabeleyle peygam­berinin şerefini ve ülûhiyetinin azametini onlara gösteriyordu. İşte o zamanda düşmanların mağaranın kapısına geldiklerinde Re­sulullah Ebubekir Hazretlerini tesliye buyuruyordu. Binaenaleyh bu âyet-i celile; icmalen o vak'ayı ve Resulullah'ın tesliyesini hi­kâye ve tasvir ediyor.[48]

 

Vacip Tealâ Resulullah'ın şu tesliyesi   üzerine cereyan eden ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ahval bu minval üzere korkunç bir hâlle cereyan edince Al-lahü Tealâ resulü üzerine emniyet ve sükûnet indirdi. Binaena­leyh; kalb-i nebeviyeleri müsterih oldu ve muâvenet-i ilâhiyeyi refiki Ebubekir Hazretlerine tebşirle tesliye buyurdu. Allahü Te­alâ, resulünü sizin görmediğniiz askerleriyle te'yid buyurdu ve Al­lahü Tealâ kâfirlerin mekir ve hileye dair olan kelime ve sözle­rini itibardan aşağı kıldı. Binaenaleyh; sözleri hiçbir şeyde müs­mir olup fayda vermedi. Beynennas kelâmlarının asla itibarı kal­madı ve Allahü Tealâ kendi kelimesi olan kelime-i tevhidi daima yüksek ve âlî kıldı. Âlî olmak Allah'ın kelimesine münhasırdır. Binaenaleyh; kıymeti ilâyevmilkıyam bakidir ve Allahü Tealâ her­kes üzerine gaalip ve her ne işlerse hikmete muvafıktır.] Çünkü; Hafetır. Hak ise daima âlî ve bakîdir ve revacını her zaman muha­faza eder.

Bu âyette, sekinetin Ebubekir üzerine nazil olması ihtimali vardır. Çünkü; deki zamir Ebûbekir'e râci' olmak ihti­mâlden baid değildir. Zira; garda düşmandan çokça endişe eden Ebubekir olduğundan onun sükûnete ihtiyacı fazlaydı. Resulullah'ı muhafaza için Vacip Tealâ asker gönderdiğini beyan buyurdu ki, o askerin melekler olmak ihtimaliyle beraber güvercin ve örüm­cek olmak ihtimalden uzak değildir. Çünkü; semâvât ve arzda cümle zîruh, Allah'ın askerleri olduğu gibi o zamanda kâfirleri defe onları vesile kılmıştır. ÂH olmak Allah'ın kelimesine mün­hasır olduğuna işaret için hasra delâlet eden zamir-i fasılla varid olmuştur. Gerçi Allah'tan başka bazı kimselerin sözleri esafil-i nas indinde revaçlı olursa da o revacın sebatı olmadığından o mi­silli sözleri âlî ve yüksek sayılamaz.

Bu âyet-i celile birkaç cihetten Ebubekir Hazretlerinin sair ashaptan efdal olmasına delâlet eder. Çünkü; gâr-i şerifte Resülullah'la beraber yalnız Ebubekir'in bulunması ve izn-i ilâhiyle olan bu hicrette sohbet-i nebevilerine Cenab-ı Hakkın Ebubekir'i mü­nasip görmesi ve böyle mühim müsaferette Resulullah'a refik ol­ması ve garda sâni-i Resulullah olduğunu Vacip Tealâ'mn zikret­mesi ve Resulullah'm sahibi olduğunu sarahaten beyan eylemesi Ebubekir Hazretlerinin sarahaten şerefine ve faziletine delâlet eder.                                      '

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran hicretin keyfiyeti şöyle vuku bulmuştur : Kureyş kâfirleri (Darünnedve) de Resulul-lah'ın şanına yakışmayacak birtakım müzakerâtta bulunmaları üzerine hicrete izn-i ilâhi geldi. Resulullah Ebubekir Hazretleri­nin hanesine gelerek hicrete izn-i ilâhinin geldiğini haber verince Ebubekir iki binit ve biraz azık hazırladı ve gece karanlığında Ebubekir'in oğlu (Abdullah) dahi beraber gâr-ı şerife geldiler. (Abdullah) Hazretleri hergün akşamdan sonra gara yemek geti­rir, vakt-i seherden evvel Mekke'ye gelirdi. Resulullah da delil oğlanlarından bir kimseyi ücretle tutmuştu. O adam üç gün deve­lerini güttü, dördüncü gün sabah erkenden vâki olan mukaavele üzerine develeri gara getirdi ve Medine'nin yolunu bilmekte gaa-, yet mahir olduğundan delil olarak Resulullah'la Medine'ye kadar geldi. Şurası gariptir' ki, bu adam Kureyş'in dininde olduğu halde Resulullah ona emin oldu. O da emniyeti muhafaza etti ve esrarı fâş etmedi, Resulullah'ı Medine'ye kadar getirdi.

Medine ahalisine gelince; Resulullah'ın Mekke'den çıktığını işitmeleri üzerine hergün (Harre) denilen mevkie istikbal için çı­karlar, biraz gözettikten sonra hanelerine avdet ederlerdi. Birgün minval-i sabık üzere geç vakte kadar intizar ettiklerinde bir Ya-hûdî Resulullah'm zuhurunu gördü ve savt-ı bâlâ ile Resulullah'm teşrifini haber verince ensar-ı kiram istikbaline koşuştular. Re­sulullah (Avf oğlu Arar) in oğlanlarının evlerine misafir oldu ki, o gün Rebiülevvel'in on ikinci Pazartesi günüydü. On üç gün Re­sulullah o hanede istirahat buyurdu ve orada Mescid-i Takva'yı bina. eyledi, namaz kıldı. Badehu devesine bindi. Nas rikâbinda yürür oldukları halde Medine'de şimdi Mescid-i Resulullah olan mahalle gelince deve çöktü. Resulullah «Burası menzildir inşaal-lah» buyurdu. O mahal ise Süyehl ve Sehi namlarında iki yetimin hurma kuruttukları harman ve sergi yerleriydi. O zaman ensar-dan mümin olanlar orada namaz kılarlar ve yetimler de, (Zürare oğlu Es'ad) m hanesinde eğleşirlerdi. Resulullah,onları çağırdı, o mahalli satın aldı ye, Mescid-i Şerifi bina etti. Mescid'in binasın­da Resulullah'ın kerpiç taşıdığı mervidir.[49]

 

Vacip Tealâ müminleri kıtale teşvik ettikten sonra herhalde muharebeye gitmek lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.                          

[Ey müminler! Siz neş'eli. ve neş'esiz herhalde muharebeye çıkın. Malınız ve canınızla fisebilillâh düşmanlarınızla mücahede edin.' Eğer bilirseniz şu mücahede, sizin için mücahedeyi terket-mekten hayırlıdır.] Zira; sevabı size aittir. Binaenaleyh mücahede rahattan hayırlıdır. Çünkü; malla ve evlâtla istirahat fanidir. Mü-cahedenin sevabı ise daim ve zevalden masundur.

Yani; ey müminler! Silâhınız bulunsun veya bulunmasın ıya-liniz çok olsun veya az olsun, yaya veyahut binitli olun, genç veya koca olun, arık (zayıf) veya semiz olun, hasta veya sağlam olun, zengin veya fakir 61un, herhalinizde mücahedeye çıkın. Çünkü; herhalde mücahedeye niyetiniz olsun ki, daima tedarik üzere bulu-nasınız ve hasmınıza galebe edesiniz.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette cihada huruçla emir vücub için   olduğuna nazaran   âyetin hükmü zuafâ hakkında âyetiyle mensuh olduğu mervidir. Çünkü; âmâ, topal, hasta, meşiy ve rükûptan âciz, koca ve ilel ü emraza müptelâ olanlara cihat vacip değildir. Eğer bilû­mum müminlere cihat vacip olsaydı şu beyan olunan âcizlere de vacip olurdu. Bu ise kudretin fevkında bir teklif olduğundan âyette emir; vücub için olduğuna nazaran mensuh olmak icab eder ki, âcizlere teklif lâzım gelmesin. Amma emri muharebeye çıkmak mubah olduğunu ifade ettiğine nazaran mensuh olmaya hacet messetmez.

Bu âyette Vacip Tealâ mal ve bedenle muharebeyi emir bu­yurmuştur. Çünkü; bazı kimsenin gınası bulunur, bedeni müsaid olmaz. O misilli kimse yalnız âlât ve edevat-ı harbiye almak ve asker teçhiz etmekle harbeder ve bazı kimsenin de bedeni müsaid olur, lâkin gınası bulunmaz. O misilliler de yalnız bedenleriyle mü-cahede ederler ve bazı kimselerin de her iki ciheti müsaid olur hem malen hem de bedenen mücahede ederler. Cihadın efdal ola­nı da bu üçüncü kısımdır. Zira; iki cihetle fazileti camidir. Bina­enaleyh; helâlinden mal kazanıp meşru olan mahalle sarfetmek in­san için büyük saadettir.[50]

 

Vacip Tealâ cihada terğip ve (Tebûk) gazasına çıkmayı ağır sayanları tevbih ettikten sonra başka sebeple tekâsüllerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer davet olunan seferde dünya menfaat lan yakınca hasıl olmuş olsa ve gidilecek mesafe de kolay olsaydı o menfaata nail olmak için derhal davetine icabetle sana ittibâ' ederlerdi. Ve lâkin seferin mesafesi uzun, meşakkati çok ve Rum milletiyle gaza et­mek onların indinde müşkül olmasına binaen emval-i ganimete ümitleri kısa olduğundan icabetten imtina' ve muhalefet ettiler.]

Çünkü; bu kadar uzun mesafeye gitmeye değer kıymettar menfa-at-ı dünyeviye ümid etmedikleri cihetle tehallüf ettiler.[51]

 

Vacip Tealâ; ashabıyla Resulullah, bilâhare birçok fütuhatla gelince Resulullah'a yeminleriyle i'tizar ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[O münafıklar (Tebûk) gazasından ashab-ı Resulullah dönüp Medine'ye geldikten sonra Huzur-u Risalette Allah'a yemin eder ve makam-i i'tizarda "Biz muktedir olsaydık sizinle gazaya çıkar­dık» derler ve bu yeminleriyle nefislerini ihlâk ederler. Halbuki Allahü Tealâ onların muhakkak yalancı olduklarını bilir.] Bina­enaleyh; yalan yere yemin ettiklerinden dolayı onları ihlâk eder. Akıbet yalan yere yeminlerinin cezasını gördüler.

Münafıklar harbe gitmeye muktedir oldukları halde «Mukte­dir olsaydık giderdik» dedikleri sözleri yalan olduğunu haber ver­mekle onları Vacip Tealâ terzil etmiştir. Bu âyet-i celile; vukuatı zamanından evvel haber verip âyette haber verildiği veçhile zuhur ettiği cihetle mu'cizât kabilindendir.

Hulâsa; Tebûk gazası-nda kolaylıkla hasıl olacak menfaat ola­cağını ümid etseler ve gazanın mevkii de yakın olmuş olsaydı mü­nafıkların gazaya gidecekleri ve lâkin mesafenin uzak ve meşak­katin çok olması onları muharebeye gitmeye sevkettiği ve yalan yere yeminleriyle nefislerini ihlâk ettikleri ve kendilerinin yalan­cı oldukları bu âyetten rriüstefad olan fevaid cümlesindendir. Bu gibi münafıklar her zaman bulunur ve dünya hiçbir zaman bunla­rın emsalinden hâlî kalmamıştır.[52]

 

Vacip Tealâ (Tebûk) gazasına gitmekten tahallüf edenler ol­duğunu beyandan sonra o tahallüf edenlere Resulullah'm izin ver­diğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Allahü Tealâ senden vâki olan zelleyi affetti. Hangi sebebe mebni münafıklara izin verdin? Sadık olan­ların sıdki tebeyyün edip yalancıları sen bilinceye kadar onlara izin vermemeliydin. Zira; münafıklarla mümin sadıkların beynini tefrik etmek lâzımdı.]

Yani; Habibim! Senin için evlâ olan; hakikat-ı hâl zuhur edip iş anlaşılıncaya kadar münafıkların sözlerine itimad etmemekti. Şu evlâyı terkle onlara izin verdiğinden dolayı vâki olan zelleyi Allahü Tealâ senden affetti. O münafıklar bir takım vâhî i'tizar-lar ve yalan yeminleriyle gazaya gidemeyeceklerini beyan ettik­lerinde senden izin istedikleri zaman hangi . sebebe mebni izin verdin?

Gerçi bu âyet-i celilenin zahiri Resulullah'a itab gibi görü­nürse de hakikatta şan-ı Resulullah'a ta'zîm vardır. Çünkü; karşı­sında söz söyleyecek 'kimse eğer söyleyeceği adama ta'zîm ede­cekse ta'zîm ve taltife delâlet edecek sözlerle söze başlamak Arap­ların muhaverelerinde âdettir. Meselâ «Bana cevap verdin» dene­cek yerde muhatabın şanına ta'zîm için «Allahü Tealâ senden razı olsun, bana ne güzel cevap verdin» denir. Affın bu âyette manâsı «Beis yok» demektir. Çünkü; Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına ve Şifa sahibi Kâzî İyaz'ın tetkikına nazaran Resulullah izin ver­mekle vermemek beyninde muhayyer olduğundan af tabiri izin vermekte beis olmadığını beyandan ibarettir ve izin vermezden evvel izinden nehiy, olmadığı cihetle izin vermek'günah olmaz ki itab olsun. Zira günah; nehyolunan birşeyi işlemekle olur. Burada ise nehiy yoktur. Binaenaleyh; Resulullah'ın münafıklara izin vermesini hataya hamletmek hata-yı azimdir. Bu âyet; aceleden ihtiraz etmek lâzım ve hüküm bina olunacak mesailde ziyadece teftiş elzem olduğuna delâlet eder. Zira tahkik üzere bina edilme­yen hüküm; ekseriya hatadan hâlî olamaz.

Hulâsa; Vacip Tealâ bu âyette Resulullah'tan sudur eden izni zikretmezden evvel lûtfa delâlet eden affı zikir buyurmasında şan-ı Resulullah'a ta'zîm olduğu gibi eğer izin vermemiş olsaydı doğrularla eğriler beyni tefrik olunacağını Resulüne bildirmek ayrıca bir ta'zîm daha olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[53]

 

Vacip Tealâ münafıkların i'tizarları vâhî ve yeminleri yalan olduğunu beyandan sonra müminlerle münafıklar beyninde alâ-met-i farikayı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete iman eden müminler mal­larıyla ve canlarıyla mücahede etmeye Habibim! Senden izin ta-leb etmezler.] Zira; mücahedenin emr-i hayır olduğunu bildikle­rinden muharebeye gitmek için isti'zan âdetleri değildir. Hemen daima işarât-ı risalete intizar ve işaret vukuunda derhal muhare­beye sür'at ve icabet ederler. Binaenaleyh; muharebeye gitmek için asla isti'zan vuku bulmaz. Çünkü; mücahededen kalmayı ken­dileri için âr ye ayıp bilirler. [Ve Allahü Tealâ müttekileri her­kesten ziyade bilici ve onlara ecr ü mesûbât vericidir. Yâ Ekrem-er Rusül! Harbe gitmemek için senden izin isteyenler ancak Al­lahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete iman etmeyen münafıklardır. Zi­ra; onların kalpleri hakta şekketti ve şüpheye vardı. Binaenaleyh; onlar seklerinde mütereddid ve mütehayyirlerdir.] Zira; açıktan kâfirlerle beraber olmadıkları gibi müminlerle beraber de değil­lerdir. Şek; birşeyin vücuduyla ademinde tereddüd olduğu cihetle onlar için iman etmekle etmemek müsavi olduğundan hangi ta­rafa gidecek ve hangisini ihtiyar edecek olduğunu bilemezler. Binaenaleyh; şekkinde tereddüd eder dururlar. Şu halde münafık­lar iman edip etmemekte mütehayyir olduklarından bu âyette Cenab-ı Hak onları şekleriyle zemmetmiştir. Nübüvvetin sıdkma deliller açıkta olduğu cihetle şekke mahal olmadığından sekleri zemme istihkaklarını icab etmiştir. Şekle imanın bir yerde içtimâ' edemeyeceğine de âyet delâlet eder.

Bu âyet ehl-i imanın ittikasma şehadet ve onlara sevap vaad etmek olduğu gibi muharebeye gitmek ittikaadan ma'dud ve ci­hattan kaçmak ittikaaya münafi olduğuna delâlet eder. Şu halde imanın icabı fisebilillâh mücahedeye müsaraat etmektir. Binaen­aleyh; ashab-ı Resulullah mücahedeye gitmeyi kendileri için saa­det bilirler ve gitmedikleri zaman me'yus olurlardı. Hatta Resulul­lah Hz. Ali'ye Medine'de kalmasını emrettiğinde Hz. Ali'ye Me­dine'de kalmak gaâyet güç geldi ve Medine'de kalmamasını Re-sulullah'tan istirham ettiğinde Resulullah «Yâ Ali! Sen bana göre, Hz. Musa'ya göre Harun menzilindesin» sözleriyle taltif buyur-masıyla Hz. Ali'yi mesrur etmiş ve o da Medine'de kalmaya razı olmuştur.

Bu âyette ehl-i tefsirden bazılarının tevcihine nazaran takdirindedir. nafiye mukadderdir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ehl-i iman müca-hede etmemek için isti'zan etmezler], demektir. Amma münafıklar harbe gitmemek üzere istizan ederler. Zira; onların âhirete iman­ları olmadığından bütün emelleri dünyaya münhasır olduğu ci­hetle harbe gitmeyip sakil addederler. Şu halde harbe. gitmeye iktidarla beraber gitmemek için isti'zan mezmum olduğu gibi har­be gitmeye mani a'zar-ı şer'iye bulunduğunda isti'zan etmek de caizdir ve Resulullah da izin verip vermemekte muhayyerdir. Mü-' nafıklara izin vermekte acele buyurduğundan Allahü Tealâ onlara izin verildiğinin sebebini sordu. Çünkü; münafıklara izin vermekte teenni olsaydı münafıkların nifakı zuhur edecek ve Resulullah da yalancı olduklarını bilecekti.

Kalbin; mahall-i irfan ve merkez-i iman ve küfür olduğuna ve idrakin, kalbin şanı olup dimağın şanı olmadığına bu âyet ve emsali âyetler delâlet ettiğinden bazı etibbanın mahal-i idrakin dimağ olduğu iddiaları nusus-u Kur'aniyenin hilafıdır. Amma di­mağda bütün idrakten hâlî değildir. Zira; kalbin idrake vasıtası ve âlatıdır. Çünkü; Cenab-ı Hak bu âyette kâfirlerin şekillerini kalplerine nispet etmiştir. Binaenaleyh; tamamıyla idrake mahal; kalptir, dimağ değildir. Belki dimağ; kalbe vasıtadır.

Hulâsa; kelime-i tevhidi ve din-i ilâhiyi i'lâ etmek hususunda a'dâ-yı dinle mücahede etmek umur-u diniyenin erkân-ı mühim-inesi olup İslâm'ın şevketini muhafaza ve şanını i'lâ ve mevcudi­yetini idame ancak mücahedeyle olduğundan mücahededen tahal-lüf etmek mümin için caiz,olmadığı ve muharebeden zaman-ı saa­dette tahâllüf edenlerin Allah'a ve âhirete imanları olmadığı ve onların kalpleri şekle dolu olup mütehayyir bulundukları ve mü­nafıkların küfür ve imanda kafi bir itikadları olmadığından iman­la küfür beyninde mütereddid oldukları cihetle mümin veya kâfir zümresinden birine iltihak edemedikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümiesindendir.[54]

 

Vacip Tealâ münafıkların (Tebûk) gazasından tahallüfe is-ti'zanları bir özre müstenid olmayıp sırf keyfî ve kendi rahatları için olduğundan kabule şayan özürleri olmadığı cihetle mezmum olduklarını beyandan sonra iktidarları olduğu halde iktidarlarının olmadığından bahsetmeleri yalan olduğunu beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Eğer o münafıklar (Tebûk) gazasına çıkmak murad etmiş olsalardı o sefer için azık, binit, âlât-i harbiye ve sair levazimât-ı seferîyeyi hazırlarlardı. Zira; herşeyi hazırlamaya kudretleri var­dı ve lâkin onlar harbe gitmemek istediklerinden Allahü Tealâ onların sizinle beraber harbe gitmelerini kerih gördü. Binaena­leyh; Allahü Tealâ onları harbe gitmekten hapis ve kalplerinde fütur, durgunluk ye korku halketti ve taraf-ı risaletten onlara harbe gitmekten âciz olan kadınlar ve çocuklarla beraber oturun, gitmeyin denildi.] Onlar da maalmemnuniye oturuverdiler.

Vacip Tealâ'nın onların gitmesini kerih gördüğünün hikmeti; bundan sonraki âyette beyan olunacağı veçhile onların gitmelerin­de mefsedet-i azîme vardı. Binaenaleyh; gitmedikleri ehl-i iman hakkında ayn-i menfaat oldu. Şu kadar ki onların gitmemeye is-ti'zanları üzerine derhal Resulullah'ın izin vermesi, fikirleri ta­mamıyla anlaşılmaksızm izin olduğundan taraf-ı ilâhiden niçin izin verildiğine dair suâl var id olmuştur. Çünkü; onların isti'zanı üzerine Resulullah biraz müddet teenni buyurmuş olsaydı nifak­ları zuhur eder ve ehl-i iman da onların münafık olduklarını bi­lirler ve kelâmlarına itimad etmezlerdi. Alelacele izin verildiğin­den nifakları zuhur etmediği cihetle bir takım anlaşılacak haki-katlar örtülü kaldığından suâl-i ilâhî vürud etmiştir.

Bu âyet; münafıkları kadınlara ve çocuklara ilhak etmekle onları zemdir. Çünkü; mücahededen oturmak erkeklere yakışmaz, ancak âcizlere yakışır. Âcizler ise kadınlar ve çocuklarla, körler

ve topallardır. Âyette ile murad; bunlar olsa gerektir. Çünkü; Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran Resulullah harp hazırlığı yaptığı, bir zamanda münafıklar istf zan edince Re­sulullah gazab ederek «Haydin, oturanlarla siz de otu­run» demekle onları erkekler mertebesinden iskaat .etti. Onlar da bu sözü canlarına minnet bildiler ve oturdular. Yahut «Oturan-r larla siz de oturun» sözünü onlara şeytan vesvese tarikıyla ilkaa etmiştir. Yakut onlar ehl-i imanla harbe gitseler birçok fesad meydana getireceklerini bildiğinden Cenab-ı Hak onların gitme­sini kerih görünce onların kalplerine oturmalarını ilham etmiştir.

Kerih görmesinin neticesini cümle-i celilesiyle beyan buyurmuştur. Çünkü; tesbit ; hapsetmek ve meneylemek-tir. Vacip Tealâ bunların harbe gitmelerini istemeyince onların kalbine kesel ve korku koymakla harpten menetmiştir. İnbas; harp cihetine hareketleridir ki «Allahü Tealâ o cihete hare­ketlerini kerih gördü» demektir.

Hülâsa; Münafıklar harbe gitmek istemiş olsalar harp hazır­lığında bulunacakları ve lâkin Allahü Tealâ onların ehl-i imanla beraber harbe gitmelerini kerih gördüğünden onları harpten alı­koydu ve onlar Resulullah'tan isti'zan edince Resululîah'ın «Otu­run âcizlerle beraber» buyurduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.[55]

 

Vacip Tealâ münafıkların harbe gitmelerini kerih gördüğü­nün sebep ve hikmetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer münafıklar sizinle beraber harbe gitmiş olsalardı size, ancak fesad ve şer ziyade ederlerdi ve onlar sizin aleyhinize ara­nızda koğuculuk etmek ve birbirinize düşürmek suretiyle fitne ve fesad talebeder oldukları halde binitlerini sür'atle sürerler ki, aranıza girip de esrarınıza vakıf olsunlar ve envâ'-i fesadı beyni­nize koysunlar ve sizin içinizde onlar tarafından gönderilmiş ca­suslar var. Onlar için sizin esrarınızı işitirler, onlara götürürler ve menfaatımza olan şeyleri saklar ve mazarratınıza olan şeyleri ifşa eder, âleme dağıtırlar. Halbuki bu misilli fesad ilkaasma ça­lışıp ehl-i İslâmı zaafa düçâr etmekle zulmeden zalimleri Allahü Tealâ bilici ve ilminin muktezasına göre mücâzât edicidir,]

Yani; eğer münafıklar sizinle harbe gitmiş olsalardı size za­rardan başka bir faydaları olmazdı. Zira; onlar sizin aranıza girer, beyninizde fitne ve fesad olmasını isterlerdi. Çünkü; onlar tara­fından sizin içinizde sözlerinizi dinleyip onlara götürücüler var­dır. Halbuki o zalimlerin cümlesini Allahü Tealâ bilir.

fesad manasınadır. Çünkü; münafıklar ehl-i îs-lâm beyninde koğuculuk edip birbiri aleyhinde söz götürmek su­retiyle fitne uyandırmak ve İslâm'ın zaafından, düşmanın kuvvetinden bahsetmekle Müslümanlara korku ilkaa etmek, ehl-i İslâ-mın azmine fütur vermek ve Müslümanların arasını açacak birta­kım yalanlar işaa etmek ve yekdiğeri aleyhinde buğz ve adavet icab edecek birçok hiyel ve desaise teşebbüs eylemek gibi fesad-ları saçmaktan geri kalmayacaklarını bildiğinden Cenab-ı Hak harbe gitmelerini kerih gördüğünü bundan evvelki âyette ve fe-sad fikrinde olduklarını bu âyette beyan buyurmakla münafıklar­dan ehl-i İslâmın ihtiraz etmesi lâzım olduğunu öğretmiştir. Bu ahval her zamanın münafıklarında carîdir. Hele bizim zamanımız­da beş on münafık, müfsidin Harb-i Umumîde ehl-i İslâmı ne gibi felâketlere duçar ettikleri malûmdur ve münafıkların Müslüman­lar arasında casuslar kullandıklarını dahi Cenab-ı Hak beyan bu­yurmuştur ki, zamanımızda bu casusluk vazifesini hafiye unvanı altında birtakım insan suretinde canavarlar icra etmektedirler.

Şu beyan olunan manâ; ile murad; onlar tarafın­dan casuslar olduğuna nazarandır. Amma ile murad; Islâmlarda aklı zayıf olanlar olduğuna nazaran manâ-yı nazım şöyledir : [Sizin içinizde birtakım âciz ve zayıf, aklı ve fikri kısa fehimsizler var ki, onlar münafıkların nasihat suretinde irad et­tikleri kelâmlarını ve ifsadata dair sözlerini dinler ve doğru zan­nıyla kabul eder, emirlerine itaat ederler de onların fesadatına aldandiklarmdan dolayı ehl-i İslâmm inhizamma sebep olurlar;] İşte şu manâ; zamanımıza pek muvafıktır. Çünkü Müslümanlardan ekseri efrad; aklı kısa, idraki zayıf kimseler olduğundan beş on şuradan buradan toplanma türedi münafıkların sözlerine aldana-cağı cihetle millet ve devlet de mahv u münkariz olur. İşte inkı­raza bâdî olan ahval Müslümanların zaaf-ı akıllarından, o makûle' dırıltı münafıkların iğfalâtma kapılmaktan başka bir şey değildir. Çünkü; bu misilli münafıklar camisiz, ve kilisesizdirler. Cami ve kiliseyle münasebet ve alâkası olmayanların cami ve kiliseyle alâkası olanlara insafı olur mu ve onların hukukunu muhafaza eder mi? Elbette edemez.

Bu âyette kâfirlerin İslâm askeri içinde bulunmasının fesad-dan hâlî olmayacağına işaret vardır. Binaenaleyh; Müslümanların kâfirlerle zarurî ihtilâtlarıhda ehl-i Islâmın esrarından hiçbir şey söylememeleri lâzımdır.    Bu misilli fesad    ilkaasma çalışanların zalim olduklarını .tasrihle Vacip Tealâ münafıkları tehdid etmiş ve İslâm askeri içinde kâfirlerin bulunması ne kadar zarar ver­diği Balkan Harbinde görülmekle âyetin sırrı zuhur eylemiştir.

Hulâsa; münafıkların ehl-i İslâmla beraber harbe gitmeleri şer ve fesaddan başka birşey ifade etmeyeceği ve ehl-i İslâm ara­sına onların girmesi ancak fitne, talebi için olup başka bir mak­sada mebni olmadığı ve onların ehl-i İslâmın esrarını işitici ve dinleyici adamları bulunduğu ve Allahü Tealâ'nın bu gibi zalim­leri bildiği ve onların zulmünden dolayı intikam alacağı bu âyet­ten müstefad olan fevaid dümlesindendir.[56]

 

Vacip Tealâ münafıkların ehl-i İslâm içinde bulunması zarar­dan başka birşey olmadığını beyandan sonra onların evvelden beri ehl-i İslâm hakkında fitne aramaktan vazgeçmediklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki, o münafıklar bundan evvel de sizin için fitne taleb ettiler ve hatta nusret-i ilâhiye ge­lip emr-i ilâhinin ehl-i iman hakkında zuhur edinceye kadar se­nin ve ashabın işlerinizi iptal etmek ve menfaatinizi mazarrata çevirmek için reyler ve tedbirler düşündüler ve bu hâl üzere de­vam ettiler. Halbuki onlar sizin dininizin zuhurunu istemezler.] Binaenaleyh; din-i İslâm yükseldikçe onların itibarı aşağı inece­ğinden ehl-i İslâmm terakkisini çekemeyerek envâ'-ı fesad ve fit­ne icadına çalışırlar.    .

Yani; münafıkların ehl-i İslâm beynine fitne Ükaasma çalış­maları yeni meydana çıkmış birşey değil, belki eskiden âdetleri­dir.    Çünkü;    onlar Resulullah'a ınev'ud olan nusret gelip emr-i ilâhi ve din-i sübhânînin zuhuruna kadar fırsat düştükçe İslâm­lar beynine fesad atmaktan ve ehl-i Islama nefret vermekten ve din-i İslâmm iptaline çalışmaktan hiçbir zaman geri durmadılar. Zira; İslâm'ın zuhuru onlar için muvafık olmadığından istemez­lerdi. Binaenaleyh; din-i İslâmı iptal için her türlü esbaba teves­sül etmişlerdir, lâkin bütün emekleri hep boşa gitmiştir. Zira; din-i İslâmm muhafazası himaye-i ilâhiye altında olduğundan iptaline sa'y edenler hep hâsir oldular.

Fahri Râzi ve Nisâbûrfnin beyanlarına nazaran bu âyette fitneyle murad; Uhud muharebesinde münafıkların reisi (Ab­dullah b. Übeyyj'in yaptığı fitnedir. Çünkü; Uhud'da tam muha­rebenin başladığı bir zamanda kendi gibi münafıkları aldı, donuver­di. Onun esna-yı muharebede dönmesi ehl-i İslâmın inhizammı mu­cip oldu ve (Abdullah) nıünafıkmın maksadı da buydu. Muharebe esnasında askerin bir kısmının dönüvermesi diğer askerin füturu­nu ve şevkinin kırılmasını icabedeceği tabiidir. Bu ise bilkülliye inhizamin esbabı cümlesindendir. Binaenaleyh; esnâ-yı muharebe­de saff-ı askerden firar etmek din-i îslâmda büyük günahlardandır.

Şu iki âyet münafıkların yapmış oldukları fenalığa karşı Re-sulullah'ı ve ashabını tesliye olduğu gibi (Tebûk) gazasında Va­cip Tealâ'mn münafıkları menetmesinin hikmeti münafıklarda olan* suiniyet olduğunu beyandır.[57]                 

 

Vacip Tealâ münafıkların bazı hallerini beyandan sonra ba­sılarının istizanlarının suretini ve keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıkların bazıları şol kimseler ki, «Bana izin ver yâ Re-sulallah! Beni fitneye ilkaa etme» dediler. Agâh olun ve uyanık bulunun ki, onlar izin istedikleri zaman fitneye düşmüşlerdi. Ve Cehennem yevm-i kıyamette kâfirleri ihata edicidir.]

Yani; münafıklardan bazıları muharebeye giderse fitnede vâki olacağını Öne sürerek Resulullah'tan izin istedi ve dedi ki, «Bana harbe gitmemeye izin ver beni fitneye düçâr etme, evimde otu­rayım» yollu sözler sarfetmekle Resulullah'tan izin talebinde bu­lundu. Fakat iyi bilin ve uyanık olun ki, onlar izin taleb ettikle­rinde ayn-ı fitneye düştüler. ' Çünkü; küfürden ve Resulullah'a muhalefetten ziyade fitne olamaz. Zira; derûnlarında fitne-i nifak ve fitne-i küfür olduğu gibi «Bizi fitneye düşürme. Biz harbe git­meyelim» sözleri dahi kendi haklarında fitneden başka birşey de­ğildir. Bu misilli kâfirleri Cehennem ihata edicidir. Çünkü; Ce-hennem'in onları ihatasının esbabı mevcut olduğundan her ne kadar bilfiil ihata etmemişse de ihata etmiş menzilindedir,

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: (Kays oğlu Ced) denilen adam kavminin reisiy­di. Resulullah (Tebûk) muharebesine gidilmesini emredince (Ced) Huzur-u Risalete gelerek «Yâ Resulallah! Beni kavmim bilirler. Ben kadınlara muhibbim ve meftunum. Tebûk'te Rum kızlarını görürsem tahammül edemem, fitnede vâki olurum. Hem de evim yalnızdır. Şu halde bana İzin ver, evimde kalayım, ma­lım çoktur. Malımla sana iane edeyim, beni fitneye ilkaa etme» dedi. Yahut «İzin verirseniz de vermeseniz de ben kalacağım. Bi­naenaleyh; izin vermemekle beni ma'siyette bırakma» deyince bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Hulâsa; münafıklardan bazıları Resulullah'tan izin istedikleri ve izin verilmediği surette fitnede vâki olacağını dermeyân ettik­leri ve halbuki onların izin istemeleri haklarında ayn-ı fitne oldu­ğu ve onlar kâfir olduklarından dolayı Cehennem'in onları ihata edeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [58]

 

Vacip Tealâ münafıkların   hilelerinden bazılarını    beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Eğer sana bir iyilik isabet ederse o iyi­lik münafıkları mahzun eder ve onu kötü addederler ve sana iyilik isabetini sevmezler.] Çünkü; kemâl-i hased ve adavetlerinden sa­na her zaman kötülük isabetini arzu ettiklerinden arzularının hi­laf ma iyilik isabet ederse elbette mahzun olurlar. Zira; arzusunun hilâfına olan şeye merak etmek ve me'yus olmak insanlar için zaruri gibidir. [Ve eğer sana düşman karşısında mağlup olmak gi­bi bir musibet isabet ederse «Biz bundan evvel alacağımızı aldık, Müslümanlardan ayrıldık. Harbe gitmedik ve kâfirlere müdaraa ettik, ipimizi boyadık ve âdetimiz veçhile uyanık bulunduk» der­ler ve ferah edici oldukları halde arkalarına döner ve izhar-ı şa-dümâıu ederler.] Şu halde iki cihetle mesrur olurlar ki, birin­cisi;- kendilerinin o musibetten hariç bulunmaları, ikin­cisi de; o musibetin Resulullah ve ashabına isabet etme­sidir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile ferahlarının devamına işaret için ferahı ifade eden cümle;   devama delâlet eden cümleli ismiye olarak varid olmuştur. Çünkü; Müslüman­lara isabet eden musibete her zaman mesrur olacakları bedihidir. Ve ehl-i nifakın ehl-i imana karşı her zaman âdetleri de böyledir.[59]

 

Vacip Tealâ münafıkların Resulullah'a isabet eden iyiliğe mahzun ve kötülüğe mesrur olduklarını beyan ettikten sonra su-rurlarını bina ettikleri itikadlarmın batıl olduğunu beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül' Münafıklara hitaben sen de ki, »Elbet­te bize kötülük dokunmaz, illâ Allah'ın bizim için levh-i mahfuzda yazdığı şey dokunur. Şu halde hayır ve şer her ne ki isabet eder­se, Allahü Tealâ'nm takdiriyledi». Zira; Allahü Tealâ bizim umu­rumuza mütevelli, muin ve nâsırımızdır. Hayat ve mematımızda bizi hıfzedici odur.» Çünkü; bizim nefsimize o bizden daha evlâ­dır. Binaenaleyh; müminler hemen ancak Allahü Tealâ'ya umur­larını havale etsinler. Zira işlerin havalesi; o işlerin mütevelli­sine olması lâzımdır.]                

Yani; eceller ve herkesin rızkları ve bilcümle havadis Al­lah'ın takdiri ve Levh-i Mahfuz'da yazmasıyla olunca bize hayır ve şer her ne ki isabet ederse, cümlesi Allah'ın takdiriyledir. Zi­ra; Allahü Tealâ bizini mevlâmızdır. Binaenaleyh; müminlerin ancak- Allahü Tealâ'ya mütevekkil olması lâzımdır.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bihakkın tevekkül; ancak Allahü Tealâ'ya olup Allah'tan başkasına tevekkül caiz ol­madığına işaret için lâfzı tevekkül üzerine mukaddem olarak varid olmuş ve teberrük ve telezzüz etmek ve ziyade-i me­habet için  zamir yerinde   lâfza-i  celâl  vürud  etmiştir.   Çünkü; yerinde denilse olabilirdi. Lâkin lâfza-i celâlin ifade ettiği manâyı ifade etmezdi. Müminlerin Allahü Te­alâ'ya tevekküllerinin sebebi; ülûhiyetin zatında ve sıfatında cemetmiş olduğu kemâlât olduğuna işaret için sebebiyete delâlet eden lafzıyla varid olmuştur.

Allah'ın kazası mümkünat ye havadisin cümlesine şâmil olup kaza-yı ilâhiyi tağyir etmek mümkün olmadığına bu âyet delâlet eder. Çünkü; eşyadan hiçbir şey kendi kendine vücut bulamadı­ğından herşey irade-i ilâhiyeyledir. İradeden hariç hiçbir şey ola­madığından insanlar    üzerine vâki olan mesaibin cümlesine razı olmak lâzımdır. Zira; herşey Allah'ın iradesi, hükmü ve kazasıyla olduğundan razı olmaktan başka çare yoktur. Binaenaleyh; mü­minlerin işlerini- ancak Cenab-ı Hakka havale etmesini Allahü Tealâ emretmiş ve bu âyet; münafıkların esbab-ı âdiyede te'sir var diyerek itikadlarını iptal eylemiştir.

Hulâsa; insanlara iyi ve kötü her ne isabet ederse Allah'ın yazması ve takdiriyle olduğundan müminlerin ancak Allahü Te-alâ'ya tefviz-i umur etmeleri lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[60]

 

Vacip Tealâ Müslümanlara isabet eden musibete münafıkla­rın ferahlanmalarına; herşeyin isabeti Allahü Tealâ'nın takdiriyle olduğunu beyanla cevap verdikten sonra ikinci bir cevap olmak üzere buyuruyor.

[Habibim! Münafıklara hitaben sen de ki, «Siz bize iki iyi­likten birini gozlüyorsunuz ve biz de ya Allah'ın kendi indinden veyahut bizim elimizle size azap isabet ettirmesini gözlüyoruz. Şu halde siz gözlediğinizi gözleyin, biz de gözlediğimizi gözleyiciyiz. Elbette intizar olunan şeylerden birisi husule gelecek, ya sizin istediğiniz veyahut da bizim istediğimiz vücut bulacaktır. İstedi­ğiniz kadar bekleyin» demekle cevap ver.]

Yani; «Ey münafıklar! Siz bize hiçbir şey beklemez, ancak ya şehadet veyahut nusret-i ilâhiyeden ibaret olan iki akıbetten birini beklersiniz. Bunlardan her hangisi vâki olsa Rabbimizden bize nimet-i uzmâdır. Çünkü; gerek şehadet ve gerek nusret her ikisi de bizim için hayrı mahız ve âkıt^et-i hasenedir ve biz de esaret, katlolunmak, hakir ve zelil olmak gibi bizim elimizde azabın isabetini veyahut zelzele, tâûn ve veba gibi azapları Allah'ın size isabet ettirmesini bekleriz. Amma bize vaad eden Cenab-ı Hak, size vaad eden şeytan'dır. Şu halde şeytanınızın vaad ettiği ev­ham ve hayalinizi bekleyin; biz de size nazil olacak musibeti bek­leriz. Binaenaleyh; siz bildiğinizi işleyin, biz de bildiğimizi işle­riz» demekle onlara cevap ver ki, itikadlarmm batıl olduğunu bilsinler.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile münafıkların Müslümanlar için bekledikleri; kâfirlerle muharebede ölmek veya kalmaktır. Bunun her ikisi de ehl-i iman için saadet olduğuna işaret için ta'bir olunmuştur ki, ikisi de güzel ve en yüksek merte­belerdir. Çünkü; muharebede ölmek mertebe-i şehadet ve kalmak da gaazilik mertebesidir. Onlara intizarla emretmek tehdid için­dir. Zira; bu emir onların hakir ve zelil olmaya mahkûm oldukla­rını müş'irdir. Akıbet emr-i ilâhi yerini buldu. Binaenaleyh; kâ­firler ve münafıklar hakir, zelil ve Müslümanlar da âlî ve aziz oldular.[61]

 

Vacip Tealâ münafıkların dünyada ve âhirette muazzep ola­caklarını beyandan sonra onların hak olarak itikadları olmadığın­dan amel-i salih işleseler dahi intifa edemeyeceklerini beyan et­mek :üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Senden izin isteyen münafıklara hita­ben sen de ki «Siz ister rızanızla, ister rizasız malınızı infak edin, her ne suretle infak etseniz sizden o infakıım kabul olunmaz. Zira; siz tarîk-ı haktan çıkmış fışıkla ülfet etmiş bir kavimsiniz.]  Fasıklarsa daima zebun ve haşirlerdir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran bu âyet (Ced b. Kays) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; bundan evvel beyan olunduğu veçhile (Ced) Tebûk gazasına gitmemek için Re-sulullah'tan izin istediğinde «Benim malım çoktur, mâlımla iane edeyim» demesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Buna nazaran manâyı âyet: [Ey Habibim! Şana mallarıyla iane etme­yi vaad ederek Tebûk gazasına gitmemek isteyen münafıklara sen

de ki, «Ey münafıklar! Gerek kendi rızanızla ve gerek' rızasız ma­lınızı vaadiniz veçhile infak edin. Hangi suretle infak etseniz siz­den kabul olunmayacaktır. Zira; siz bilâ Özür gazaya gitmekten imtina' ettiğiniz cihetle taât-ı ilâhiyeden çıktığınız gibi evvelden beri fısk u fücurla ülfet etmiş bir kavimsiniz. Binaenaleyh; sizin ameliniz ne veçhile olursa olsun kabul olunmaz. Çünkü; küfrünüz amelinizi iptal eder.»]

Firak-ı dâlleden (Cübbâî) günah-ı kebirenin a'mâli iptal ede­ceğini bu âyetle istidlal etmişse de bu istidlal merduddur. Zira; bu âyette zikrolunan ask ; küfür manâsına olduğunu Vacip Tealâ bundan sonraki âyette beyan buyurmuştur. Şu halde a'mâ-lin kabul olunmamasına sebep küfrdür, yoksa müminlerin fısk-ı mücerredi değildir. Zira; müminin fışkı a'mal-i saunasını iptal etmez. Çünkü; imanı amelini muhafaza eder.

Âyet her ne kadar (Ced b. Kays) ve emsali münafıklar hak­kında nazil olmuşsa da sebeb-i nüzulün hususuna" itibar olunma-yıp elfazm umumuna itibar olunduğu cihetle rızâ-i Bârı kasdolun-mayarak garaz-ı fasid üzere vuku bulan infakın küllisi kabul olunmayacağına âyet delâlet eder. Çünkü; kabulün manâsı o ame­lin mukaabilinde Cenab-ı Hakkın sevap vermesidir. Rızâ-i Bârî içiri olmayıp korku ve saire gibi birtakım garaz-ı fasid üzerine iş­lenilen ameller kabul olunmayacağı cihetle Vacip Tealâ elbette sevap vermez.

Hulâsa; kâfirlerin rızalı rızasız infak ettikleri sarfiyatları ka­bul olunmayacağı ve küfürleri amellerinin kabulüne mani olduğu ve onların taat-ı ilâhiyeden çıkmış bir kavim oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[62]

 

Vacip Tealâ münafıkların amellerinin kabul olunmayacağını beyandan sonra kabul olunmadığının sebep ve hikmetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklardan nafaka ve sadakalarının kabulüne hiçbir şey mani olmadı, illâ Allah'a ve Resulüne onların küfretmeleri mani oldu ve onlar namazı eda etmezler, keselân üzere oldukları halde eda' ederler ve infak etmezler, illâ infakı sevmeyici oldukları hal­de infak ederler.]

İşte şu üç şey bunların amellerinin kabul olunmamasına se­beptir. Gerçi bunların amellerinin ka'bul olunmamasına küfürleri yalnız sebep olursa da diğer iki sebep ki/ağır ve sakil addederek keselânla namaz kılmak ve istemeyerek infak etmek de küfürle beraber amellerinin butlanına sebep olmakta bir mani yoktur ve küfürden \sonra bu iki sebebi zikretmek münafıkları teşhir ve âle-me hallerini bildirmek içindir. Şu halde bu cümleler münafıkların kötü hallerini beyanla onları zemmetmek için sevkolunmuştur. Çünkü; onlar tenha mahalde namaz kılmazlar, belki cemaat için­de nasın korkusundan naşi kıldıkları için sevap görmezler ve fu­karaya sadakaları da bu minval üzeredir. Zira; âhirete imanları olmadığından daima zahirde maslahata riayet ederler. Yoksa iba­det ve itikad etmezler. Şu halde bunların zahirde namazlarına ye sadakalarına itibar olmadığını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan bu­yurmuştur.

İşte zamanımızda bulunan -münafıkların halleri de böyledir. Zira; onlar da âhirete mu'tekid olmadıklarından hiçbir amelleri niyet-i halisa üzerine rıza-yı Bârî için değildir. Binaenaleyh; has-bettesadüf işledikleri iyi amelleri indallah makbul olmaz.  Zira; ibadetin ruhu ubudiyet garazına iptina olunmaktır. Bunlardaysa ubudiyet garazı yoktur.[63]

 

Vacip Tealâ evvelâ münafıkların çirkin amellerini ve saniyen âhirette muazzap olacaklarını ve dünyada onlara gelecek belâyâyı ve salisen onların iyi amel zannettikleri şeylerden asla intifa' ede­meyeceklerini beyandan sonra onların dünya menfaatlarından saydıkları malları ve çocukları başlıca azapalarına sebep, olacağını beyan etmek üzere buyuruyor.                                   

[Yâ Ekrem-er Rusül! Onların mallarının ve çocuklarının çok­luğu seni taaccübe sevketmesin. Zira; Allahu Tealâ malları ve ço­cukları sebebiyle onlara dünyada azap etmesini ve ecelleri geldi­ğinde kâfir oldukları halde ruhlarının çıkmasını murad eder.]

Yani; Habibim, münafıkların servetleri, evlât ve a'vanlarmın çokluğu sana istiğrab iras etmesin. Zira; ellerinde bulunan bütün varlıkları onlar hakkında azab-ı İlâhiyi caliptir. Çünkü; dünyada malları ve çocukları yüzünden birçok zahmetler ve mihnetler ve gönül azabı çektikleri gibi âhirette dahi azap görecekleri- şüphe­sizdir. Dünya menafiiyle meşgul olup âhjrete atf-ı nazar etmedik­lerinden ecel-i mev'udları geldiğinde de kâfir oldukları halde ruhları çıkar. Binaenaleyh; dünya azabından kurtulunca âhiret azabı yakalarını sarar ve ilelebed kurtulamazlar.

Bu âyette hitaf* îlesulullah'a ise de murad; müminlerin hep­sidir. Zira; müminler için dünyaya mağrur olmamak lâzım olduğu gibi başkalarının ellerinde bulunan nimetlere taaccüb etmemek de lâzımdır. Münafıkların malları ve çocukları yüzünden gördük­leri keder ve acılarının- âhirette ecri olmayacağına işaret için Ce-nab-ı Hak azabı onlara tahsis etmiştir. Gerçi müminler de malları ve çocukları yüzünden birçok gönül azabı görürlerse de âhiretçe mukaabilihde ecir ve sevap olduğundan onlar hakkında bu azap ayn-ı nimet olduğu cihetle azab-ı dünyevî müminlere nispet olun­mamıştır.[64]

 

Vacip Tealâ münafıkların hususî nifaklarından bazılarını be-a yandan sonra diğerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklar elbette sizden olduklarına Allahü Tealâ'ya ye­min ederler. Hâlbuki sizden olmadılar ve lâkin onlar sizden kor­kar bir kavimdirler. O kadar korkarlar ki, eğer kendilerinin sığı­nacakları bir mahal bulsalar veyahut yeraltında delinmiş delikler veyahut dağbaşlarında mağaralar bulsalar o mahalle sürat eder oldukları halde teveccüh -ederlerdi ve lâkin bu misilli sığınacak bir mahal bulamadıklarından sizin içinizde zarurî bulunup sizinle geçinmek için kendilerini mümin suretinde gösteriyorlar. Halbuki mümin değillerdir.]

Yani; münafıklar hakikatta mümin olmadıkları halde sizin müşriklere yapmış olduğunuz muameleyi görüp korktukları için mümin görünürler ve mümin olduklarına dair Allah'a yemin eder ve yeminleriyle sizi kandırmak isterler. Çünkü; sizden korkarlar. Binaenaleyh; eğer emin bir kavim ve bir melce' bulsalar veyahut dağbaşlarında tenha mağaralar veyahut yeraltında girecek delik­ler bulsalar sürat eder oldukları halde oralara girmek için koşar­lar. Bu mahaller ne kadar çirkin olsa da. din-i* İslama nefretleri daha ziyade olduğundan hemen bu çirkin mahalleri bulsalar içi­nizden firar edip çıkmak ve o deliklere girmek isterler. Fakat böyle girecek, bir mahal bulamadıklarından dolayı mümin görü­nür ve İslâm kisvesine bürünür ve bu suretle mallarını, canlarını sizin kılıcınızdan muhafaza ederler.

Dikkat olunduğunda her zamanın münafıkları asr-ı saadet münafıkları gibi olduğu görülür. Çünkü; zamanımızda isimleri, kisveleri ve suretleri İslâm, ancak derûnları nifak dolu birçok kimseler vardır ki, İslâmiyet'ten dem vururlar ve lâkin îslâmlar-la hiçbir münasebetleri yoktur. Hatta İslamların ekmeğini yediği halde İslâmlara buğz ve adavetle iftihar ve âdât-ı İslâmiyeyi tak­bih ve âdât-ı kefereyi tahsin eder münafıklarımız sayılmaz ve tü­kenmezdir. Her milletin inkırazı o milletin münafıkları yüzünden olup bizim inkırazımıza da sebep olan ve Harbi Umumîde girif­tar olduğumuz felâketlerimiz, içimizdeki münafıklarımızın yüzün­den olduğu cümlenin ma'lûmudur. Kezalik Balkan faciasında dü-çâr olduğumuz sefaletler ve ansızın kaybettiğimiz altı vilâyet yine münafıklar yüzündendir. Maatteessüf milletimiz halâ bunlara al­danmakta ve bunların iğfâlât-ı mefsedetkârânelerine kapılmakta berdevamdır.[65]

 

Vacip Tealâ münafıkların    çirkin amellerinden bazı diğerini dahi beyan etmek üzere buyuruyor

.[Münafıklardan bazıları sadakaatı taksim hakkında seni zem ve ta'yib eder. Eğer sadakattan onlara istedikleri miktar verilse onlar razı olur ve zem ve gıybetten vazgeçerler. Ve eğer arzula­rına göre verilmezse bir de görülür ki, derhal gazab ederler.

Yani; o münafıkların sadakaatı taksimde itirazları ve seni zemmetmeleri hemen kendi nefislerinden ve dünyaya hırs ve ta-ma'larındandır. Yoksa hüsnüniyetlerinden ve müminlerin men-faatlarını düşündüklerinden değildir. Binaenaleyh; eğer onların istedikleri verilirse ferahlanırlar, şen ve şadüman olurlar, eğer verilmezse derhal yüzlerini ekşitir ve pürgazap olarak görülürler.

Çünkü; himmetleri hemen dünyaya olduğundan dünya için cüz'i birşeye nail olmakla mesrur oldukları gibi cüz'i birşey noksan olursa derhal yanar ateş kesilirler. Âhiretten ümitleri olmadığın­dan bütün emelleri dünyaya masruftur. Binaenaleyh; sürür ve ferahları dünya için olduğu gibi humum ve gumumları ve elem ve kederleri dahi ancak dünya içindir.

Bu âyet (Zülhuveysıra) isminde Beni Temim'den havaricin reisi olan bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Beyzâvî' ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Resulullah (Huneyn) sadakaatını ashabı arasında taksim ederken bu adam gelip «Yâ Resulallah! Adalet et» deyince Resulullah «Ben adalet etmezsem ya kim ada­let eder» buyurduğu zaman bu âyetin nazil olduğu mervidir. Hz. Ömer «Müsaade buyur yâ Resulallah! Şu adamı katledeyim» de­mişse de Resulullah katline müsaade etmemiştir. Yahut (Ebul-çevvaz) namında bir münafıkın Resulullah'a «Emval-i. ganimeti ve sadakaatı müsavi olarak taksim etmiyorsun» demesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.[66]

 

Vacip Tealâ münafıkların küstahâne muamelelerini beyandan sonra onların vazifelerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer onlar Allah'ın ve Resulünün verdiklerine razı olsalar da deselerdi ki, «AHahü Tealâ bizim her umurumuza kâfidir. Zi­ra; Allahü Tealâ fazl u kereminden ve resulü şefkat ve merhame­tinden yakında bize çok şey verirler. Şu halde bizim arzumuz an­cak Allah'ın maşıdır, Allah'ın rızasının gayrı birşey istemeyiz» demiş olsalardı onlar için hayırlı olurdu.] Lâkin bunu diyemedi­ler ve diyemezler. Çünkü; münafıklardır.   Binaenaleyh; Allahü Tealâ'ya tevekkülleri olmadığından hemen ne kapabilirlerse kâr sayarlar ve Allahın rızası hatırlarına bile gelmez.

Bu âyette ta'zîme delâlet matlûb olduğundan kelime­sinin cevabı mahzuftur. Takdir-i kelâm: 

demektir. Yani; «Allah'ın ve Rasuluîlah'ın verdiğine razı olmuş olsalardı onlar*için hayırlı olurdu» demek olur. Çünkü; bu misilli makamda cevabın hazfı şive-i Arapta ta'zîme ve meselenin ehem­miyetine delâlet eder.

Bu âyette Vacip Tealâ insan için lâzım ve riayet etmesi vacip olan dört mertebeye işaret etmiştir:

Birinci mertebede insan için vazife; Allah'ın abesten ve hatadan münezzeh ve herşeyi lâyıkıyla bilir bir hakîm-i mutlak olup böyle hakimin herşeyde hükmü savap ve kazası hükmüne muvafık olduğundan    hemen her hükmüne razı olup itiraz etmemektir. Bu vazifeyi cümle-i celilesiyle beyan buyurmuştur.

İkinci mertebede vazife-i insaniye; kalbinde olan rıza kâfi olmayıp o rızanın eserini lisanında göster­mek lâzım olduğuna işaret için buyurmuştur. Ya­ni «Kalbleriyle razı olsalar da lisanlarıyla demiş,ol­salardı onlar için hayırlı olurdu» demektir. Şu halde kalbinde olan rızasını lisanıyla izhar etmek vazife-i ubudiyettendir.

Üçüncü   mertebede   insan   için   vazife; kelime-i celilesiyle iktifa edecek bir dereceye nail olmaktır. Eğer nail olamazsa kendi için bir tesliye makamı vardır ki o da Allahü Tealâ dünya ve âhirette fazl u kereminden bize de ihsan eder demektir. Bu mertebeye Vacip Tealâ cümle-i celilesiyle işaret etmiştir. Yani «Allahü Tealâ fazl u kereminden bize de verir» demekle müteselli olur, lâkin bu üçüncü mertebe; mertebelerin ednasıdır.

Dördüncü mertebede insan için va­zife;   her sözünde ve işinde Allah'ın rızasını kasdetmektir.

Bu mertebeye Vacip Tealâ cümîe-i celilesiyle işaret etmiştir. Yani «Biz herşeyde Alîahın rızasına rağbet ede­riz» demektir. Vazife-i ubudiyetin nihayesi budur. Çünkü; insa­nın imanı ve ameli yalnız vazife-i ubudiyettir. Binaenaleyh; iba­deti mukaabilinde bir ücret istemeye hakkı yoktur. Zira; her ne işlerse vazifesini işlemiş olur. Ubudiyetin ruhu ve en âlâsı; raa'-budu olan Vacip Tealâ'nın rızasını istemek, ve cümle ameli ondan ibaret olmaktır. Zira; rıza-yı ilâhiye nail olmaktan daha ziyade büyük bir saadet olmaz ve olamaz.

Hz. İsa'dan hikâye olunan bir söz de bu âyetin manâsına mü­şabihtir. Çünkü; müfessirînin beyanlarına nazaran İsa (A.S.) Al­lah'ın zikriyle meşgul bir kavme tesadüf edip «Sizi zikrullaha sevkeden nedir?» diye sual ettiğinde onlar «Allah'ın azabından ^korkumuzdur» demeleri üzerine İsa (A.S.) «İsabet ettiniz» bu­yurmuştur. Diğer bir kavme tesadüfünde «Sizi zikrullaha sevke­den nedir?» dediğinde onlar «Allah'ın sevabına arzumuz» deyin­ce İsa (A.S.) onların da isabetlerini beyan, buyurmuştur. Üçüncü bir kavmi de zikirle meşgul gördüğünde aynı suâli onlara da so­runca onlar «Bizi zikrullaha sevkeden şey; ubudiyetimizin zille­tini ve Rabbi Tealâ'nın rububiyetinin izzetini izhar edip marifet-i ilâhiyeyle kalbimizi ve zikr-i ilâhiyle lisanımızı tezyin etmektir; yoksa şu zikrimiz azap korkusuna ve sevap ümidine binaen de­ğildin) demeleri üzerine İsa (A.S.) «Siz muhik ve muhakkıklarsı-mz» buyurmuşlardır ki bunları evvelkilerden daha iyi beğendiği­ne işaret etmiştir. Binaenaleyh; insan herşeyi Allah'ın rızası için yapmak azap korkusu ve sevap ümidi için yapmaktan daha evlâ olduğuna bu âyetin delâleti gibi İsa (A.S.) da işaret etmiştir.

Hulâsa; insan için vazife herşeyde Allah'ın verdiğine ve Re­sulünün emrine razı olup demek ve Allah'ın lûtfunu ümid ederek «Allahü Tealâ bize fazlından herşeyi ihsan eder ve biz ancak Allahü Tealâ indinde mevcut mertebeleri isteriz» de­mek vazife-i ubudiyet olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[67]

 

Vacip Tealâ münafıkların sadakaatı taksimde Resulullah'a itirazlarını beyandan sonra sadakaatön masrafını beyanla onların itiraza hakları olmadığını ve itirazlarının kendilerine merdud ve Resulullah'ın taksimi Allah'ın emri veçhüzere olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ancak sadaka fukaraya, miskinlere, zekâtın tahsildarlarına, müellefe-i kulûba, âzâd olunması için köleye, borçlulara, mücahid olan askerlere ve yolculara verilmesi Allahii Tealâ tarafından em-rolunmuş farizadır. Zira; Allahii Tealâ sadakanın masrafını bilir ve ilminin muktezasıyla hükmeder.]

Yani ancak zekât; fakirlere sarf olunur. Zira; onların malları ve kazançları olmadığından ihtiyaçlarının şiddetine binaen ağniyanın zekâtlarını bunlara vermesiyle ihtiyaçlarını defetmele­rini Cenab-ı Hak emretmiş ve bunların ihtiyaçları sairlerinden ziyade olduğuna işaret için sairleri üzerine takdim olunmuştur.

İkinci mertebede zekâta masraf; miskinlerdir. Zira; miskin­lerin bir miktar kazançları ve sanatları varsa da maişetlerine ye­tişmediği cihetle keenne ihtiyaçları, onları zili ü meskenetle kûşe-i mezellete bırakmış olduğundan bunlara miskin denmiş ve ikinci mertebede zekâta muhtaç oldukları taraf-ı. ilâhiden beyan olun­muştur.

Zekâtın üçüncü mertebede masrafı; zekâtın ahaliden tahsili­ne me'mur olan kimselerdir. Zira; bunlar her ne kadar zengin ol­salar dahi emekleri mukaabilinde ücret olarak zekâttan bir hisse almaları meşru' olmakla zekâtın masrafı sırasında beyan olun­muşlardır.

Zekâtın dördüncü mertebede masrafı;    müellefe-i kulûbdur.

Müellefe-i kulûb; zaman-ı saadette dört sınıftır. Birincisi; İslâm olmuş ve lâkin İslâmryeti henüz takarrür etmemiş olan Müslümanlardır. İkincisi; ehl-i İslâmın bazı ruesasıdır. Üçüncüsü; henüz İslâm olmamış ve lâkin İslâm olmak ümidi olan kafirlerdir. Dördüncüsü; İslâm olmadığı gibi îslârri olmak ümidi de yok ve lâkin şerlerinden korkulan kâfirler­dir. Bu dört sınıfın kalplerini telif için zekâttan bir miktarı ve­rilmek meşru olmakla bunlar da zekâtın masrafında dahil olmuş­lardır. Çünkü; bunlardan herbiriyle ülfet ve ünsiyette İslâmlar için maslahat-ı diniye olduğundan emval-i zekâtla taltiflerini Ce-nab-ı Hak emir buyurmuştur.

Zekâtın beşinci mertebede masrafı; mevlâsının kölesini âzâd etmesi için mevlâya verilmesiyle köleyi âzâd etmektir. Zira; İslâm için köle âzâd etmek ve para verip âzâd ettirmek mesail-i mühim-medendir.

Zekâtın altıncı mertebede masrafı; borçlu olan kimselerdir. Zira; onların malları borçlarına ve masraflarına kâfi gelmediğin­den borçlarını ödemek için zekâttan bir miktar vermek caizdir.

Zekâtın yedinci mertebede, masrafı; asakir-i İslâmiyenin teç­hizi, silâhlan, âlât ve edevât-ı harbiyedir. Zira; asakiri- teçhiz ve esbab ve âlâtı hazırlamak mühimmât-ı diniyemizdendir.

Zekâtın sekizinci mertebede masrafı; yolcular ve müsafirler-dir. Zira; onlar her ne Kadar memleketlerinde zengin olsalar dahi vatanlarından uzak düşüp mallarına elleri değmediği için zekât­tan bir miktarını vermekle ihtiyaçlarmı defetmek meşrudur. Bi­naenaleyh; bu makûle müsafirlere memleketlerine varıncaya ka­dar kâfi olacak harçlık vermek zekâta masraf olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

İşte zekâtın şu suretle verilmesi Allah'ın emriyle sabit bir farizadır. Binaenaleyh; müminlerin şu taksime riayetleri vaciptir. Zira; Allahü Tealâ zekâtın masraf mı bilici ve zekâtı beyan olu­nan masrafına sarfetmekle emri hikmetine muvafık bir atiye-i ilâhiyedir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Müslümanlara ze­kâtın vacip olmasındaki hikmet; zenginlerin Allah'a yakın olması ve kasavet-i kalplerini gidermek için imtihandır. Çünkü mal insanların tabiatında sevgili olduğundan o sevgili malla hasıl olan uzaklığı malının bir miktarını Allah'ın rızasına muvafık sarf ve emrine imtisalen fukaraya vermekle Allahü Tealâ'ya yakınlık ha­sıl olacağında şüphe olmadığı gibi mal sebebiyle kalbinde hasıl olan kasavetin gideceğinde dahi şüphe olmaz. Zekâtı vermekle itaat edenlerle vermeyen itaatsızlar arasında imtihan da hasıl olur. Kezalik zenginlerin ellerinde bulunan mallar Allah'ındır ve zenginler Allah'ın hazinedarı olup fukara Allah'ın ıyali olduğu cihetle Allanın malından bir nıiktarını lyaline vermekle emret­mek zekâtın vücubunda beyan olunan hikmetler cümlesindendir. Velhasıl insanın kemâli; Allah'ın emrine imtisal ve kullarına şef­kat ve merhamet etmekle hasıl olacağı cihetle zekâtı vermekte her iki cihetten kemâle sa'y etmek vardır. Çünkü; zekâtı vermekte Allah'ın emrine imtisal olduğu gibi fukaranın ihtiyacım defetmek ve fakr u sefaletten kurtarmak tehzib-i ahlâka büyük bir hizmet olduğunda şüphe yoktur. Tehzib-i ahlâka riâyetin lüzumunu be­yan etmek üzere Fahri Âlem (S.A.) buyur­muştur. Yani; «Allah'ın ahlâkını kendinize ahlâk ittihaz etmek külfetinde bulunun ki, hüsn-ü ahlâk sahibi olmakla saadete nail olun» demektir.

Zekâtı vermekte, emvali hıfız ve hüsn-ü sıyti ibkaa ve ken­dine verilen nimetlerin şükrünü edâ ve her zaman telefe ma'ruz olan malının bir kısmını telef ihtimali almayan hazine-i ilâhiyeye tevdi eylemek ve insan için ruhun gıdası olan iman ve bedenin gıdası olan ibadât-ı bedeniyeden sonra saâdet-i hariciye fukaraya malının'bir miktarını sarf etmekle husule geleceğinden zekâtın saâdet-i maliyeye ve zekâtmı vermek müminler'arasında muhab­bet ve meveddete sebep olacağı ve aralarında olaif buğz ve ada­vetin kalkacağı zekâtın muhassenatı ve meşruiyetinde beyan olu­nan hikmetler cümlesindendir.

Mal kazanan kimsenin kazandığı mal kendi ihtiyacına kâfi olup fazla olmadığında o malda kazanan kimsenin bir hakk-ı ta­sarrufu var ki, kazancının hakkıdır. Binaenaleyh; o mala tasar­rufta bir hak imtiyazı ve muhafazaya salâhiyeti olduğu gibi başka­larını taarruzdan menetmek hakkını dahi haizdir ve bir kimseye vermekle me'mur da değildir. Amma ihtiyacından fazla olursa mal sahibinin kazanç hakkı olduğu gibi fukaranın dahi ihtiyaç hakkı vardır. Cenab-ı" Hak şu iki ihtiyacı ve hakkı nazar-ı itibara alarak mal sahibinin kazancını, sa'yini ve mala kalbinin taallûk cihetlerine riâyet ehem olduğundan malın kırk cüz'ünden otuz dokuz cüz'ünü mal sahibine terkederek fakirin ihtiyacını defet­mek için kırkta bir cüzünün fakire verilmesiyle emretmiştir ki, bu emirde fukaranın ihtiyacını defle ihtiyaç eseri olarak birtakım hırsızlık ve yolsuzluk gibi insanlara yakışmayan ef âle cüretten men ve muhafaza da vardır..

Resulullah'ın «İman; iki nısıftır. Bir nısfı şükür, bir nısfı sa­bırdır» buyurduğu hadis-i nebevilerinde beyan olunan imana ze­kâtı veren ve alan kimselerin her ikisi de riayet etmiş oluyorlar. Çünkü; zekâtı veren kimse sevgili malından bir miktarını ayır­makla telef etmiş olduğu malına sabrettiği gibi elinde kalan ma­lının şükrünü eda etmiş olduğundan her iki ciheti cemetmiştir. Fakir ise fakrına sabrettiği gibi zenginlerin zekâtından eline ge­çen nimete de şükrettiğinden her iki ciheti cemetmiştir.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Ebüssuud Efendi'nin beyanları veç­hile zekâta masraf şu âyette beyan olunan sekiz sınıf kimseler olup bu sekizden başka bir kimsenin zekât almaya hakkı olmadı­ğına işaret için inhisara delâlet eden lafzıyla varid olmuş­tur. Amma, bir kimsenin zekâtının cemiini bu sekizden birine vermesi İmam-ı A'zam indinde caiz olduğundan zekâtını bu se­kizden her bir sınıfa ayrı ayrı taksimi lâzım gelmez, isterse birine vermekte ve isterse herbirine ayrı ayrı taksim etmekte zekât sa­hibi muhayyerdir.

Bu âyette zekâtlaiane lâzımolan medyunla murad; nefakaat-ı zaruriyesi kifayet etmez veyahut bir maslahat-ı meşruasına binaen borçlu olan kimsedir. Yoksa sefâhet ve ma'siyetten dolayı borçlu olan kimse değildir. Zira; ma'siyet-ten dolayı borçlu olan kimseye âsî olduğu cihetle iane caiz değil­dir. Müsafirle murad; bir sebeb-i meşruaya binaen müsa-firdir. Binaenaleyh; bir ma'siyetten dolayı müsafir zekâta masraf olamaz. Kezalik   asakirle murad; muhtaç olanlardır. İhtiyaçtan vareste olan kimse zekâta masraf olamaz. Kezalik sadakatla murad; vacip olan zekâttır. Nafile ve mendup olan sadakaata şamil değildir. Çünkü; nafile sadaka bü sekiz sınıfa münhasır değildir. Herkes istediğine'verebildiği gibi riıescid, med­rese, mektep, köprü ve yol yapmak gibi hayrat ve müberrâta da sarfedilebilir. Bu âyette beyan olunan masraftan zamanımızda müellefe-i kulûbla zekât tahsil edecek kimseler olmadığından za­manımıza nazaran masraf altıdır. Zira; İslâm'ın şevketiyle müel­lefe-i kulûb sakıttır. Kezalik zekâtın hususî sandığı olmadığı ci­hetle hükümet zekât için me'murlar ta'ym etmediğinden zekât tahsiline me'murlarm zekâtta masraf olmasına hacet kalmamıştır. Zira; me'mur yok ki masraf olsun.[68]

 

Vacip Tealâ    münafıkların cehaletinden bazılarını beyandan sonra diğerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklardan bazıları şol kimseler ki, onlar nebiyy-i ma'-lûm olan Muhammed (A.S.) a eza ederler ve Huzur-u Risalette fena söze cüret ederek derler ki «Muhammed (A.S.) işitir bir ku­laktır, her sözü duyar ve duymadığı olmaz» demekle zemmeder­ler. Onlara cevap olarak yâ Ekrem-er Küsül! Sen «Evet! Muham­med (A.S.) sizin için işitici ve hayırlıdır. Binaenaleyh; hakkınız­da hayır ve menfaattir ve Allah'ın emrine muvafık söylediğiniz sözleri işitir ve kabul eder» demekle onlara cevap ver.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Resulullah'a «kulak» demekten maksatları «Zekâ yok, kalbi saf, duyduğu sözü tahkik etmez» demektir ve bu iftiraya cesaretlerinin sebebi; Re-sulullah'ın onlara rıfıkla ve hilm ü keremle muamele edip ayıp­larını görmemesi ye yüzlerine vurmamasıdır. Bunlara cevap ola­rak Cenab-ı Hak Resulüne onlara    «Evet!    Resulünüz kulaktır, işiticidir, ve lâkin hayırlı işiticidir ve size herkesten ziyade ha­yırlıdır. Çünkü; sizin iyi sözlerinizi işitir ve kötü sözlerinizi işit­memiş gibi bulunur ve daima vaaz u nasihat eder. Dünyevî ve uhrevî menfaatlarmızı size öğretir ve lâkin siz hamakatınızdan naşi menfaatinizi işitmezsiniz. Binaenaleyh; sizin maksadınız olan manâca kulak demeye siz lâyıksınız. Zira; şer ve fesaddan başka birşey işitmezsiniz» demekle kendi kelâmlarını kendilerine red­detmesini Resulüne emretmek suretiyle onları.ilzam etmiştir.

Âyetin sebeb-i nüzulü bazı rivayete nazaran,şöyledir: Müna­fıklar bir mahalde Resulullah'ı zemmederken bazıları «Sükût edin, Muhammed (A.S.) bu sözlerimizi işitirse bizi rezil ve rüsvâ eder» deyince içlerinden (Cellâs b. Süveyd) namında birisi «Korkma­yın! Biz istediğimizi söyleriz. Sonra Muhammed'in yanına gelip inkârla yemin ederiz. Bizi tasdik eder, rüsvâ etmez. Zira; Mu­hammed (S.A.) kulaktan ibarettir. Her duyduğuna inanır ve ka­bul eder. Sıhhatim ve adem-i sıhhatim teftiş etmez. Şu halde ©nu kandırmak kolaydır. Muhabbetimize bakalım, korkmayalim» de­mesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.[69]

 

Vacip Tealâ Resulullah'ın hayırlı işitici olduğunu beyandan sonra Resulullah'a eza edenlerin cezasını beyan etmek üzere buyuruyor.                      

[Muhammed (A.S.) hayırlı işiticilerdendir. Zira; Allah'a iman eder ve müminlerin sözlerine inanır, tasdik eder ve sizden iman eden halis müminler haklarında Allah'ın rahmeti ve lûtf u ihsa­nıdır. Zira; onları menfaatlarına ulaştırır. Amma münafıkların sözlerine inanmaz ve şol kimseler ki, onlar Allah'ın Resulüne eziyet ettiler, onlar için acıtıcı azap vardır.] Zira; Allah'ın Resu­lünü acıtanların cezaları acıtıcı azaptan başka birşey olamaz. Çün­kü; ceza amele göredir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu makamda «Müminlere İman eder» demek; «Sözlerini kabul eder» demek olduğuna işaret İçin lâfzı ile varid olmuştur. Ve münafıklar­dan iman edenler hakkında rahmet olup nifak üzere devam eden­lerin bu lutûftan mahrum olduklarına işaret için ba'za delâlet eden lafzıyla varid olmuştur.

Resulullahın Allah'a iman edip müminlerin sözlerim tasdik etmesi ve iman edenlere rahmet olması hayırlı olduğuna delildir. Takrir-i kelâm şöyledir: «Muhammed (Ş.A.) sizin için hayırlı işi-ticidir. Zira; Allah'a imanı vardır. Her kim ki, Allah'a imanı var, o hayırlıdır. Binaenaleyh; Resulullah hayırlıdır».

Vacip Tealâ bu âyette azab-ı elimle münafıkları tehdid etmiş­tir. Çünkü; cürümle ceza beyninde nispet-i âdile lâzım olduğun­dan Allah'ın resulüne eza etmek cinayetinin büyüklüğü nispetin­de cezası da büyük olacağına biriaen Vacip Tealâ münafıkların acitıcı azapla azap olunacaklarını beyan buyurmuştur.[70]

 

Vacip Tealâ münafıkların kötü ahlâklarından Resulullah'a ezalarını beyandan sonra yalan yere yemin ettiklerini beyan et­mek üzere buyuruyor.           

[Ey müminler! Sizi razı kılmak için size karşı münafıklar Allah'a yemin ederler. Halbuki razı kılmaya lâyık olan Allahü Tealâ ve Resulüdür. Eğer onların imanları varsa-razı kılmaya el-yak olanları îrzâya çalışsınlar ki, dünya ve âhirette menfaat gör­sünler.]

Yani; Tebûk gazasına gitmeyen münafıklar sizin gazadan avdetinizde size gelirler ve yalan sözlerle sizi kandırmaya çalışırlar, i'tizarlar beyan ederler ve yalan sözlerine revaç vermek için Al­lah'a yemin ederler. Halbuki irzâ etmeye lâyık olan Allahü Tealâ ve Resulüdür. Zira; onların emirlerine imtisalle onları irzâ etmek herkes üzerine vaciptir. Eğer münafıkların kendi zu'mları gibi imanları varsa Allah'ı ve resulünü irzâya çalışsınlar ki, münafık­ları cinayetleriyle mücâzât edecek onlardır. Şu halde bihakkın Resulullah'a ittibâ'dan başka çare yoktur.

Tefsiri- Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet (Tebûk gazasından tahallüf eden münafıklar hakkında nazil olmuştur. Yahut münafıklardan bir cemaat Resulullah hakkında lâyık olma­dık sözler söylediklerinden içlerinde ensar-ı kiramdan (Âmir) is­minde bir delikanlı bulunup onlara «Resulullah'm dediği doğru­dur ve lâkin siz hayvandan daha aşağı ve kötüsünüz» demekle mukaabeleden sonra delikanlının Resulullah'a bu vak'ayı haber vermesi üzerine Resulullah'm onları celbedip suâl buyurduğunda onlar inkârla (Âmir)'in yalancı olduğuna yemin ettiler. (Âmir) de onlarm yalancı olduğuna yemin edince Resulullah (Âmir)'i tasdik buyurdu ve lâkin (Âmir) bu kadarla iktifa etmeyip Cenab-ı Hakkın sadıkı tasdik ve kâzibi tekzib etmesini ister ve duâ ederdi. Binaenaleyh; Allahü Tealâ'nm (Âmir)'i tasdik ve münafıkları tekzib için bu âyeti inzal buyurduğu mervidir.[71]

 

Vacip Tealâ münafıkların kötü hallerinden bazı diğeri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Resulullah'a eza eden ve muharebeden geri kalan münafık­lar daha bilmediler ve anlamadılar mı ki, hâl-ü şan Allah'a ve Re­sulüne muhalefet ve adavet eden ve Resulullah'la mücadele ve muhalefetle şikak ve nifak eden kimseler için ebedî kalıcı olduklan halde Cehennem ateşi vardır.] Cehennem ateşi onlar için ha­zırlanmış olduğunu bilmeleri lâzım ve bilmedikleri ayıptır.

Yani; Allah'a ve Resulüne muhalefet eden kimselerin hâl ü şanı muhalled olarak Cehennem ateşinde muazzeb olmak olduğu­nu o münafıklar halâ bilmediler mi ve bilmemek günah değil mi? Zira; Resulullah çok zaman onlara dünya ve âhiret menfaatlarım beyan etti ve doğru yolu gösterdi. Binaenaleyh; azıcık aklı olan bu kadar zamanda Allah'ın Resulüne ezanın arkasında olacak fe­lâketi bilirdi. Bunlarda feraset eseri olmadığından gittikleri yol­ların hâlâ mazarratını bilmediler mi?

Fahri Râzi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile onların Ce­hennem'de ebedî kalmaları aklı olanlar için ehemmiyetli ve dü­şünülecek bir mesele olduğuna işaret için zamir-i şanla varid ol­muştur. Çünkü; cümlenin manâsı Allah'a ve Resulüne muhalefet edenlerin Cehennem'de ebedî kalmaları olduğundan bunu işiten­lerin dikkat etmeleri lâzımdır ki; işitince muhalefetten vazgeçsin. Zira; bu cezaya müstehak olacağını dinleyen kimse o cezaya is-tihkaakın sebebi olan muhalefetten vazgeçer. Muhalefet etmek büyük bir cinayet olduğundan cezası olan Cehennem ateşi de bü­yüktür.[72]

 

Vacip Tealâ bu cezanın büyük olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[İşte şu CeTıennem'de ebedî kalmak ve Cennet'ten mahrum olmak büyük rüsvalık ve rüsvalığın nihayetidir.] Zira; Resulullah bu kadar zaman içlerinde bulunduğu halde nifaka devamla her sâadetten mahrum olmaktan ziyade çirkin hiçbir şey olamaz. Ke-zalik Resulullah'm vefatından sonra şeriatın ahkâmı gün gibi za­hir olarak her yerde savt-ı bâlâ ile hakka davet ettiği halde za­hirde İslâm kisvesiyle beraber nifakında devam eden münafıkların cezası da zaman-ı saadette bulunan münafıkların hali ve cezası gibidir. Çünkü; onlar gün gibi meydanda olan hakikati inkâr et­tikleri gibi bu zamanda mevcut olan münafıklar da o hakikati in­kâr etmekte müştereklerdir. Elbette cezada dahi müşterek ola­cakları şüphesizdir.

Bu âyette lâfz-ı şartiye olup cezası mukadder oldu­ğuna nazaran mukadder cezası lâfzıdır ve cümlesi mukadder olan cezanın illetidir. Buna nazaran ma-nâ-yı nazım: [Allah'a ve Resulüne muhalefet eden kimse­nin hali ve sânı helak olmak olduğunu o münafıklar halâ mı bi­lemediler? Onların cezası helak olmaktır. Zira; ebedî kalıcı olduk­ları halde onlar için Cehennem ateşi vardır. İnsanlar için Cehen­nem ateşinden ziyade helak olur mu? Elbette olamaz   demektir.[73]

 

Vacip Tealâ münafıkların kötü hallerinden bazı diğeri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklar kalplerinde    olan nifaklarını haber    verecek bir sûrenin kendi üzerlerine nazil olmasından korkarlar.    Ha bibim!

Sen onlara «Ey münafıklar! Siz müminleri istihza edin ve bildi­ğinizi işleyin. Zira; Allahü Tealâ sizin korktuğunuz şeyi açığa çı­karacaktır. Binaenaleyh; korktuğunuz sûreyi inzal eder ve kalple­rinizde gizlediğiniz şeyleri haber verir» demekle onların korktuk­ları şeyin başlarına geleceğini beyan et ki, hazerlerinin faydası olmayacağını bilsinler.]

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran bu âyette mü­minleri istihza etmeleriyle emir; münafıkları korkutmak içindir.

Zira bu âyet; münafıklardan on iki kimse hakkında nazil olmuş­tur. Çünkü; Resulullah (Tebûk) gazasından gelirken Medine'ye yakın bir mahalde gecenin şiddetli karanlığında bu on kişi binitli oldukları halde Resulullah'a hıyanet etmek üzere yolu beklediler. Cibril-i Emin onların bu hareketini haber verdi. Resulullah'ın de­vesini (Ammar b. Yâsir) çeker ve (Huzeyfe) Hazretleri sürerdi. Resulullah yol üzerinde duranların binitlerinin kafalarına vurma­sını emretti. (Huzeyfe) münafıkların binitlerine kamçısını çırpış-tırıverince binitleri ürktü. Onlar da yol etrafına çekildiler, Re­sulullah selâmetle geçti. (Huzeyfe)'ye Resulullah «Kimdir bun­lar?» buyurdu. (Huzeyfe) Hazretleri «Bilmem» cevabını verince Resulullah herbirinin isimlerini, "baba ve dede isimleriyle haber verdi ve bu âyet nazil oldu. Hatta âyette herbirinin ismi mevcut olup ancak müminlere lûtf-u ilâhî olarak isimlerinin nesholundu-ğu mervidir. Çünkü; o münafıkların nesillerinden gelenler ekse­riyetle mümin olacağından- babalarının isimleri. Kur'ân'da zikro-lunsa ilâyevmilkıyam onlar hakkında âr olacağı cihetle onları bu ardan muhafaza için isimleri nesholunmuştur. Resulullah onların isimlerini haber verince (Huzeyfe) «Yâ Resulallah! Onları öldür­mek için bazı kimse gönderseniz» dediğinde Resulullah «Arap arasında Muhammed (S.A.) ashabıyla mukaateleye başladı diye­rek söylenmesini sevmem, bize Allahü Tealâ kâfidir» buyurmuştur. Bazı rivayette bu on iki münafık bir yerde bazı gizli şeyler konuştuklarında bir âyet nazil olup konuştukları şeyleri haber vermesinden endişe etmişlerdi. Cibril-i Emin'in onları haber ver­mesi üzerine Resulullah kendilerini huzuruna celbederek: «İçiniz­de filân filân meseleleri konuşanlar var. Onlar ayağa kalksınlar, tevbe istiğfar etsinler, ben de şefaat edeyim» buyurdu. Fakat aya­ğa kalkan olmadı. Bundan sonra Resulullah kalk ya filân ve filân diyerek on iki kişinin isimlerini saydı, onlar kalktılar ve «Biz gü­nahımıza tevbe edelim, sen de şefaat et» dediler. Resulullah «Ev­velemirde kalksaydmız ben şefaat edecektim, Allahü Tealâ da kabul ederdi. Ve lâkin o hâl geçti, zaman fevtoldu. Çıkın bura­dan» dedi ve nidasını münafıkların hepsi çıkıncaya kadar kesmedi ve «Çıkm» nidası temadi etti. Bunlar her ne kadar münafıklarsa da Resulullah'ın hakkaa resul olduğunu bilirler ve lâkin hasedlerinden iman etmezlerdi. Binaenaleyh; kendilerinin ayıplarını ha­ber verecek âyetin nazil olmasından korkarlardı. Lâkin kader zu­hur edince hazer fayda vermez fahvasmca korktukları başlarına gelmiş ve bu âyet de nazil olmuştur.[74]

 

Vacip Tealâ münafıkların kötü hallerinden bazılarını beyan ettiği gibi bazı aharı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah hakkı için sen onlara suâl etmiş olsan ve desen ki, «Niçin beni zem ve müminleri istihza ettiniz?» Onlar sana cevapta derler ki, «Biz batıla daldık, oyun oynadık. Yoksa ciddi söyleme­dik, belki birbirimizi lâfla eğlemek için böyle yaptık. Binaena­leyh; konuştuğumuz şeyler hakikat değildim demekle ayıplarını

örtmek isterler. Habibim! Sen onlara cevap olarak «Allah'ı ve Allah'ın âyetlerini ve Resulünü mü istihza eder oldunuz?» De ki "Onlar büyük cinayet ettiklerini ve bu sözleri işe yaramadığını ve itizarlarının kabule şayan olmadığını bilsinler.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: (Tebûk) gazasında münafıklardan bir kaafile Resulullah'a tesadüf ederek «Bakın şu adama ki, Şam'ın köşkle­rini ve saraylarını fethetmek ister. Ne kadar uzak ve ne vâhî ümitlerdir» dediler. Cibril-r. Emin bunu haber verince Resulullah onlardan suâl buyurdu. «Biz sana ve senin ashabına dair birşey konuşmadık, belki kervan âdetince yola kolaylık olsun için batıl sözlere daldık, oyun oynadık ve bu vesileyle bazımız bazımızı eğ­ledik, yoksa sizin hakkınızda söylemiş olduğumuz şeyler ciddî ve hakîkî değildir» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.

Ayet-i celilede   âyetler le murad; Kur'ân'm âyetleri ve ahkâm-ı şer'iyedir. Halbuki gerek âyetlere ve gerek Resulul-lah'a ve ahkâm-ı şer'iyeye her mükellefin hürmet ve ta'zîmi farz-ı aynolduğu cihetle bunları istihza ve bunlarla oyun oynamak kü­fürdür. Binaenaleyh; bu ef'âlin münkerattan olduğuna tenbih için âyette   istifham; inkârı suretiyle varid olmuştur.[75]

 

Vacip Tealâ bu misilli ef'âlin küfür olduğundan i'tizann ka­bul olunmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey münafıklar! Siz i'tizar etmeyin. Zira; siz imanınızdan sonra küfrü izhar ettiniz.] Binaenaleyh; i'tizarınız kabule şayan değildir.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bunların i'tizarları-nm kabul olunmamasının sebebi; imanı izhar ettikten sonra Re-sulullah'a ta'n, zem ve eza etmek suretiyle küfür izhar etmeleri­dir. Çünkü; küfürleri meydanda olduğu cihetle onlarla ehl-i iman beyninde asla emniyet ve münasebet kalmadığından i'tizarları da ehemmiyetten düşmüştür. Zira; nasıl hesaplarına gelirse o yolda hareket ettikleri cihetle hiçbir şeyde sebatları yoktur. Binaenaleyh; sözlerinin itibarı olmadığı bu âyetle kendilerine beyan edilmiş ve müşriklerle farkları olmadığı kendilerine tefhim olunmuştur. Esa­sen her zamanda her münafıkm hali böyledir. Çünkü; işine nasıl elverirse o yolda idare-i kelâm ve maslahat etmek ve her zamana göre bir adam olmak ve herkesin haklı ve haksız mizacına göre söz söylemek, icabına göre iyiye kötü, kötüye iyi demek münafık­lar için başlıca sermayedir.[76]

 

Vacip Tealâ   münafıkların hallerini   beyandan sonra   tevbe edenleri affedip etmeyenlere azab edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz sizden işlediği günahlarına nedamet ettiği için bir tai­feyi affedersek diğer bir taifeye nifaka devam ettiğinden dolayı azab ederiz.] Zira; Resulullah'a ta'n, eza ve ehl-i İslama ihanet gibi efıvâ'-ı cürüm ve cinayeti irtikâb etmişlerdir. Binaenaleyh; devam üzere azab olunacaklardır.

Fahri Râzi, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu mi­silli nifakta devam edip tevbe etmeyenlerin dünyada azapları; katlolunmak, esir alınmak ve memleketlerinden tard u teb'id olun­mak ve zelil ü hakir kılınmaktır. Âhirette azapları; Cehennemdir. Gerçi bu taifelerin her ikisinde de günah varsa da birisi günahına tevbe ettiğinden affa mazhar oluyor, diğeri günahına ısrar etti­ğinden ebedî azaba düçâr oluyor. Münafıkların i'tizarları; yukarı­da beyan olunduğu veçhile Allah'ı, âyâtı ve Resulünü istihza ve oyuncak etmek suretiyle olup bu ise küfr-ü sarih olduğu cihetle bu misilli küfriyâtla i'tizar etmekten nehy olunmuşlar dır. Zira; i'tizarları ayn-ı küfür olduğundan özürleri kabahatlarından daha büyüktür. Bu vesileyle küfriyâtla oyun aynı küfür olduğu cihetle caiz olmadığı dahi beyan 'olunmuştur.

Âyette affolunan taife yle murad; bazı rivayete nazaran yalnız bir kimsedir ki (Humeyr Eşccâfnin oğlu (Mâha-§in)'dir. Bu zat hal-i nifakında diğerlerinin Resulullah'a ta'nma gülerse de kendi asla ta'netmezdi. Bu âyet nazil olunca taib ü müstağfir olmuş ve tevbesine «Yâ Rab! Ben fisebilillâh şehid ola­yım ve şehid olduğum mahalli kimse bilmesin, hatta ben gaslet­tim ve kefen sardım ve defnettim diyen bulunmasın" duasını da ilâve etmiştir. Bu duasının eseri olarak Yemâme'de mürtedlerle muharebede şehid olduğu ve şehid olduğu mahal hiç kimseye ma'-lûm olmadığı ve cenazesinden hiçbir eser görülmediği mervidir.[77]

 

Vacip Tealâ münafıkların karılan da sıfat-ı nifakta erkekleri gibi olduğunu ve nifaklarının alâmetlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıkların erkek ve dişi cümlesi kötülükte yekdiğerinin aynıdır. Çünkü; bazıları bazılarından neş'et etmiş bir damardır. Cümlesinin din-i Muhammedîye ve ehl-i imana ihanette çalışma­ları birdir ve sıfat-ı nifakta erkeğin dişiden ve dişinin erkekten farkları yoktur. Fesad ve fitne çıkarmakta hepsi beraberdir.] On­ların meslekleri; şirk ve Resulullah'a ezâ ve tekzib etmek gibi münkeratle emreylenıek, Allah'a, Resulüne ve kitabına imandan ve ehl-i imana muavenet gibi ma'rufâttan nehyetmek ve mallarını hayrat ve müberrâta sarfetmekten ellerini çekmek ve tutmaktır. Binaenaleyh; ehl-i imana ve fukaraya dest-i semahatlarını kafi­yen uzatmazlar ve şu kötü işleri sebebiyle onlar Allah'ı unuttular ki, emr-i ilâhiyi bütün bütün terkettiler. Allahü Tealâ da onları unutulmuş birşey menziline tenzille rahmetinden ve sevabından mahrum etmiştir. Zira; münafıklar itaat-ı ilâhiyeden çıkmış birta­kım âsîlerdir. Binaenaleyh; hudud-u ilâhiyeden çıktıklarından do­layı rahmet-i' ilâhiyeden tard ve teb'id cezasına müstehak olmuş­lardır.

Münafıkların rahmet-i ilâhiyeden uzak olmalarının sebebi; kendi fısıkları olduğunu herkese bildirmek için Cenab-ı Hak bu âyette fâsık olduklarını açıktan beyan buyurmuş, bunların işleri ve bütün emelleri taât-ı ilâhiyeden çıkmak olup başka bir hayır emelleri olmadığını beyan için inhisara delâlet eden zamir-i fasılla varid olmuştur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette nisyan ; ter-ketmek manâsına olduğuna nazaran manâ-yı nazım: [Onlar iba­det etmemekle Allah'ın zikrini terkettiler.    Binaenaleyh; Allahü Tealâ da onları rahmetinden mahrum etmekle zelil ve hakir ola­rak terketti] demektir ve bu manâ da sahihtir. Çünkü; nisyanın manâ-yı hakîkîsi olan unutmak Cenab-i Hakka isnad olunamaz. Zira; Cenab-ı Hak unutmaktan münezzehtir. Kezalik münafıklara da isnad olunduğunda nisyanın manâ-yı hakîkîsi murad olunamaz. Çünkü; hakikatta abdin ihtiyarında olmadığından unutmakla mü­nafıklar zemmolunmaz. Zira; unutmak ellerinde değildir. Şu hal­de nisyanla zemmolunmaları bu makamda nisyanın an'amdin terk manâsına olmasına delâlet eder. Binaenaleyh; «Onlar Allah'ın em­rini an'amdin terkettiler. Allahü Tealâ da onları rahmetinden ter­ketti» demektir.[78]

 

Vacip Tealâ münafıkların ibâdât-ı ilâhiyeyi terketmelerine mukaabil olarak cezalarını beyandan sonra o cezalarını te'kid et­mek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ erkek ve dişi münafıkların cümlesine ve kâfir­lere ebedî kalıcı oldukları halde Cehennem ateşini vaad etti. Zira; erkekleriyle dişileri beyninde fark olmaksızın cümlesi Cehenneme girerler ve kâfirlerle beraber ebedî Cehennemce kalırlar. Cehen­nem ateşi onlara azap yönünden kâfidir.] Çünkü; Cehennem'de her nevi' azap mevcut olduğu gibi Cehennem'de ebedî kalmaktan daha kötü bir azap olamaz. [Ve Allahü Tealâ münafıklara lanet etti, rahmetinden uzak kıldı ve şu azaplarla beraber onlar için de­vamlı azap yardır.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran onlara Cehen­nem'de ateşle azap olduğu gibi soğukla dahi azap vardır. Şu halde âyette tekrar yoktur. Zira; evvelki azap; nar-ı Cehennem, ikinci azap; tabakaat-ı zemherirdir. Yahut ahir ette azab-ı Cehennem olduğu gibi dünyada onların nifaHarına ve gizledikleri küfriyatla-nna Resulullah'ın ve ashabının muttali' olup rüsvâ olmaları endi­şesi ve korkulan onlar için daimi bir azaptır. Şu halde, âhirette envâ'-ı azapla muazzap olacaklarını ve dünyada dahi kalplerinde sabit olan nifaklarının nas beyninde açığa çıkmasından endişele­riyle müddet-i Ömürlerini gönül azabıyla geçireceklerini beyan et­mek suretiyle bu âyet münafıkları tehdid etmiştir.[79]

 

Vacip Tealâ münafıkların    hallerini tamamıyla    izah etmek üzere buyuruyor.

[Ey münafıklar! Sizin ef'âliniz sizden evvel geçen kâfirlerin efâline benzer. Zira; onlar da, sizin gibi münkeratla emreder ve ma'rufattan nehyederlerdi. Şu halde siz de onların gittiği yola git­tiniz. Halbuki onların kuvveti sizden daha ziyade, malları ve ço­cukları sizden daha çok ezhercihet size faik oldukları halde kuv­vetleri, malları ve çocukları menfaat vermedi. Helâlç oldular, git­tiler. Binaenaleyh; siz onlardan daha zayıf olduğunuz halde eli­nizde bulunan şeylerin faydası olmayıp helak olacağı şüphesizdir. Sizden evvel geçen kâfirler dünyada nasipleriyle intifa' ve telez-züz ettiler. Siz de nasibinizle intifa' ve telezzüz ettiniz.]

Yani; onlar nasipleri kadar lezzet aldılar, siz de nasibiniz ka­dar lezzet aldınız. Onlar âhirete gittiler, siz de gideceksiniz. Bina­enaleyh; sizin intifâ'ınız aynıyla onların nasipleriyle intifâ'ı gibi­dir ve sizin haliniz şu cihetle de evvel geçen kâfirlerin hallerine müşabihtir ki, onlar nasıl resullerini tekzib ettiler, hile ve hud'a gibi birtakım batıl şeylere daldılarsa siz de aynıyla onlar gibi batıla daldınız, Resulünüzü tekzib ettiniz, fesad ve fitne ilkaasıyla meşgul oldunuz. Binaenaleyh; Ömrünüzü birtakım evham ve ha-yâlâtla geçiriyorsunuz.[80]

 

Vacip Tealâ bu misilli kötü işlere cüret edenlerin cezalarını beyan ve tertib etmek üzere buyuruyor.

[İşte şu yaramaz işleri işleyenlerin dünyada ve âhirette amel­leri batıl oldu. Binaenaleyh; onlar ancak zarar görücülerdir.]

Yani; şu doğru yola gitmekten ârî ve Allah'ın kapısından merdud olan münafıkların menfaatları için kesbetmiş oldukları amelleri dünyada ve âhirette müzmahil oldu. Her iki cihette asla faydasını göremeyeceklerdir. Zira; amelleri imana mukaarin ol­madığından kabul olunmaz. Kabul olunmayan amelden ise men­faat görülmeyeceği tabiidir. Kezalik dünyada amelleri nifak üze­re bina olunduğundan fayda görmedikleri gibi ayaklarına dolaşa­rak mazarrat bile gördüler. Binaenaleyh; onlar amellerinden dai­ma mazarrat görmeye mahkûm, menâfi'den mahrum ve ebeden rüsvalıkla âlemde meşhurlardır. Zira; nifakları sebebiyle onlar iz­zetten zillete, kuvvetten zaafa ve kesretten kıllete intikaalle nas indinde zelil ve hakir olmuşlardır. Her zamanın münafıklarında dahi ahval böyle cereyan etmektedir. Gerçi evvelinde münafıkın işi parlak ve nifakı revaçlı gibi görülürse de neticede yok ölüp git­tiği her zaman görülen ahvaldendir.

Vacip Tealâ bu âyette ümmet-i Muhammediyenin münafık­ları ümem-i salifenin kâfirleri gibi olup onların yollarını tuttukla­rını beyan buyurmuştur. Bu âyeti tefsir ve manâsını tafsil olmak üzere Buhârî ve Müslim'de zikrolunan bir hadiste Resulullah (S.A.) buyurmuştur. Yani; «Ey insanlar! Sizden evvel geçen ümmetlerin tarik ve mesleklerine ve âdetlerine karış karış ve kulaç kulaç elbet­te tebaiyet edersiniz. Hatta onlar bir kiler deliğine girmiş olsalar siz de onlara ittibâ' ederdiniz» demektir. Bu hadisten anlaşıldığı veç­hile insanlar geçmişleri taklide meraklılardır. Halbuki taklidle me'mur değiller, belki hakikati tahkikle me'murlardır. Binaena­leyh; Cenab-ı Hak taklid edenlerin taklidlerini bu âyetle zemmet-miştir.[81]

 

Vacip Tealâ münafıkları ümem-i salife kâfirlerine teşbih et­tikten sonra ümem-i salifenin meşhurlarından bazılarını beyan et­mek üzere buyuruyor.

[O münafıklara kendilerinden evvel geçen ve emrimize mu­halefetlerinden dolayı] tufanla ihlâk ettiğimiz [Kavmi Nuh'un] rüzgârla ihlâk ettiğimiz [Kavm-i Âd'm] ve yıldırımla ihlâk etti­ğimiz [Kavm-i Semud'un] ve sivrisinekle ihlâk ettiğimiz [Kavm-i ibrahim'in] ve gökten inen ateşle ihlâk ettiğimiz [Kavm-i Şu-ayb'ın], zelzele ve semadan nazil olan taşlarla ihlâk ettiğimiz [Kavm-i Lût'un ihlâk haberi gelmedi mi? Elbette geldi. Zira; on­ların resulleri kendilerine geldi, hakikati haber verdi ve lâkin ümmetleri resullerini tekzib ettiler. Biz de onları ihlâk ettik. Al-lahü Tealâ onlara zulmeder olmadı ve lâkin onlar kendi nefisleri­ne zulmeder oldular.] Siz de onlar gibi resulünüzü tekzib ettiği­nizden dolayı sizi de ihlâk ederiz.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette manasınadır. Çünkü; kavm-i Lût'un karyelerinin alti üstüne çevrildiğinden dolayı onlara denmiştir. Kavm-i Lût'un karyesi bir olmayıp birkaça münkasem olduğuna işaret için cemi' sıyğasıyla varid olmuştur.

Bu âyette istifham; takrir .ve tesbit içindir. Şu halde manâ-yı âyet: [Şu zikrolunan altı kavmin haberleri münafıklara gelmedi mi? Elbette geldi] demektir. Burada zikrolunan akvamın belde­leri Arapların memleketlerine yakın ve her zaman hikâyelerini işitip eserlerini ve harabelerini gözleriyle gördüklerinden bu altı kavim zikrolunmuştur. Yoksa kendi nefislerine zulmettiklerinden dolayı helak olan akvam bu altıya münhasır değildir. Belki bin­lerce akvam günahları sebebiyle gûnâ gün azaplarla helak olmuş­lardır. Lâkin Araplar arasında şöhretleri olmadığından onlar mi­sal olarak getirilmemiştir.

Bu âyette mukadder cümle vardır ve takdir şöyledir: Yani; «Onların resulleri kendilerine geldi. Tekzib ettiler. Binaenaleyh; All'ahü Tealâ da azaplarını ta'cil buyurdu» demektir.

Her kavim kendi günahları sebebiyle helak olunca Allahü Tealâ onlara zulmeder olmadı, lâkin onlar kendi nefislerine zul­meder oldular. Çünkü; onları irşad için resuller gönderdi. Resul­leri onlara hak olan doğru yolu gösterdiler. Ancak onlar rusül-ü kiramın sözlerini dinlemediler, belki tekzib edib küfür, şirk ve ni­fak gibi mühlik olan itikaadâtı ihtiyarla kendi nefislerine' zulmet­tiler. Binaenaleyh; onların zulümleri sebebiyle helake istihkak kesbettiklerinden Vacip Tealâ'nm onları ihlâk etmesi mevzi-i lâyı-kında olduğu cihetle zulüm değildir.[82]

 

Vacip Tealâ münafıkların ahvalini beyandan sonra müminle­rin ahvalini ve iyi işlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Erkek ve kadın müminlerin cümlesi birbirlerinin dostlarıdır. Zira; müminler iyi şeylerle emreder ve kötü işlerden nehyederler, namazlarını eda eder ve üzerlerine vacip olan zekâtlarını fukaraya verir, Allahü Tealâ'ya ve Resulüne itaat ederler. İşte şu iyi işleri işleyen müminlere Allahü Tealâ elbette rahmet eder. Lutûf ve ih-sanıyla onları taltif ve envâ'-ı nimetleriyle onları aziz kılar. Zira; Allahü Tealâ herkes üzerine gaaliptir.] Çünkü; iradesini reddeden yoktur. [Ve her ne işlerse hikmete muvafıktır.] Çünkü; ilm-i tam sahibi olduğundan herkesin liyakatini bilir.

Yani; müminler münafıkların aksinedir. Zira; münafıklar şer işler ve birbirlerine şerre delâlet ederler. Müminler ise hayır işler ve hayra delâlet ederler. Çünkü; imanın icabı hayra sa'y ve delâ­let etmektir.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile âyetin lâfzı ihbarı ise de manâsı inşâî ve emirdir. Yani; müminlerin birbirlerinin velisi olmaları vaciptir. Çünkü; Müslümanların birbirine muavenet etme­mesi ehl-i İslâmın inkırazına sebep olacağından bütün Müslüman­ların bir şahıs menzilinde olarak yekdiğerinin acısına acıyıp süru-ruyla mesrur olmaları ve muavenette bulunmaları ehem ve elzem­dir. Zira; Cenab-ı Hak dostluk manâsına olan velayetle tavsiye edi­yor. Velayet ise adavetin zıddıdır. Şu halde müminler birbirlerine daima dost olup adavet etmemeleri lâzımdır. Amma bazı müminin umur-u dine ehemmiyet vermediğinden dolayı onun hakkında buğz-u fillâh caizdir. İsmi Müslüman kendi münafık olan kimselerle dostluk ve onlara muavenet asla caiz olmaz.

Cenab-ı Hak bu âyette müminlerin, birbirine hayırla emredip hayır öğüt vermek, yekdiğerini serden menetmek, feraizi yoluyla eda eylemek, Allah'a ve resulüne itaati yerine getirmek evsaf-ı memduhalanndan olduğunu beyan buyurdu ki, mümin olan kim­senin şanı böyle olmak lâzım demektir. Böyle olan müminlerin merhamet-i ilâhiyeye müstehak olacaklarını dahi beyanla mümin­leri şu evsafı cami olmalarına teşvik buyurmuştur. Vacip Tealâ münafıkların çirkin amellerine ceza olarak Cehennem'i vaad bu­yurduğu gibi müminlerin güzel amellerine mükâfat olarak rahme­tini vaad buyurmuştur. Zira; kötülüğün cezası Cehennem ve iyili­ğin cezası Cennet olmak adalet ve hikmet iktizasındandır.

Hulâsa; erkek ve kadın bilûmum müminlerin birbirlerine dost olup muavenet etmeleri lâzım olduğu, iyi işlerle emir, kötü şeyler­den nehyetmek müminlerin şanlarından olduğu, erkân-ı dinden olan namazı, zekâtı eda ederek Allahü Tealâ'ya ve resulüne itaat ettikleri ve şu hısal-i hamideye devam edenlerin rahmet-i ilâhi­yeye müstehak ve mazhar olacakları bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.[83]

 

Vacip Tealâ bundan   evvelki âyette müminlere   icmalen vâki olan vaadini tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ erkek ve kadın bilûmum müminlere ebedî ka­lıcı oldukları halde cennetler vaad etti ki; o cennetlerin altından nehirler, ırmaklar akar ve o müminlere Adin denilen cennetlerde rahat edecek güzel meskenler ve saraylar vaad etti. Allahü Tealâ'-nın onların amellerinden razı olması şu sayılan nimetlerin cümle­sinden büyüktür.] Zira; rıza-yı ilâhiyle rahat edecek, müminlerin ruhudur, diğer nimetlerle rahat edecek cisimleridir. Saâdet-i ruha­niye ise.saâdet-i cismaniyeden elbette eşref ve âlâdır. [İşte şu be­yan olunan nimetlere nail olmak ve korktuğu şeylerin cümlesinden kurtulmak büyük necattır.] İnsan için bundan büyük bir mer­tebe olamaz ve hakîkî necat da budur.

Fahri Râzi, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette altından nehirler akan cennetlerle murad; tenezzüh makûlleridir ki, o bağlar ve bostanların seyredecek güzel mahallerinde gözler hayrette kalır. Çünkü; bundan sonra aynı âyette ehl-i Cennetin meskenlerini beyan etmek; o cennetlerin bu meskenlerin başkası olmasını icab eder. Zira; ma'tufun, ma'tufunaleyhten başka olması kavaid-i Arabiye iktizasındandır. Şu halde meskenler Cennet-i Adin'dedir ki Cennet-i İkaamet demektir ve gezilecek mahaller ise bunlardan başka bağlar ve bostanlardır ki, oralara tenezzüh için giderler. Zira; insanların tenezzüh etmek ve bazı ahbabı görmek için bu dünyada bile bazı mesiregâha gitmek âdetleri olduğu gibi âhirette dahi bu misilli hoş manzaralı mahallere gitmek âdetinin bakî olacağına bu âyet delâlet etmektedir ve bu gibi mahallerde gezmek tabiat-ı insanın sevdiği şeylerden olduğu cihetle âhiret ni­metleri sırasında sayılmıştır.

Cennet'in meskenlerinde asla keder ve insanın mizacına mu­halif birşey olmadığına işaret için meskenler tayy'ib olmakla tavsif olunmuştur.[84]

 

Vacip Tealâ münafıkların ve müminlerin hallerini beyan ettiği gibi kâfirler ve münafıklarla mücahede lâzım olduğunu beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Ey Nebiyy-i Zişan! Kılıçla kâfirlerle ve lisanınla münafık­larla mücahede eyle. Onları din-i hak ve tarik-ı necat olan din-i îslâm'a davet et. Münafıklar ve kâfirler üzerine şiddet icra et. On­lara ehemmiyet verme. Zira; onların makamları, duracak yerleri

Cehennem'dir.   Ne kötü ve çirkin mahaldir kâfirlerin varacakları mahalleri Cehennem.]

Yani; ey Nebiyy-i Muhterem! Kâfirler ve münafıklar erbab-ı fesaddan oldukları cihetle her ne suretle olursa olsun onlarla mü-cahede etmek ye mücahede sebebiyle onların fesadlarmı izale ey­lemek sizin için vaciptir ve esnâ-yı mücahedede onlar üzerine gü-zat et. Zira; onlar vahdaniyeti inkâr, sana eza ve sair fesâdâta de­vam ve cüret ettiklerinden yumuşaklıkla muameleye müstehak de­ğillerdir.

Fahri Râzî ve Hâzin'in beyanları veçhile akaaid-i diniyesinde şekkeden kimseyle mücahede eylemek ve mücahedede gılzat etmek lâzım olduğuna âyet delâlet ettiği gibi kâfirlere mülâyemet muva­fık olmadığına dahi delâlet eder.

Münafıklar zahirde İslâm suretinde göründüğü ve şeriat na­zar mdaysa ahkâm; zahire bina olunduğu cihetle münafıkların za­hirine bina olunarak ashab-ı Resulullah arasında bulunmalarına ve halleri üzerine terkolunmalarına müsaade olunarak malları ve canları muhafaza olunmuştur. Zira; zahirde îslâmiyete itibar olun­masa herkesin batınına vakıf olmak Allahü Tealâ'ya mahsus oldu­ğundan kullar için batma vukuf mümkün değildir. Binaenaleyh; zahir hallerine nazaran münafıklar Müslümanlarla Müslüman sı­rasında bulunurlardı. Herkesin batınına göre mücâzât Cenab-ı Hakka ait olduğu cihetle Resulullah ve ashabı batma müteallik olan ahkâmı Vacip Tealâ'ya havale eder ve zahiriyle hükmederler­di. İşte şu esasa binaen iptida-yı İslâm'da İslâm kisvesi altında birçok münafıklar mallarını ve canlarını İslâm kisvesiyle muhafa­za etmişler. Badehu nifakları zuhur edince muzmahil olmuşlardır. Zira; nifakları meydana çıkınca ehl-i İslâm arasında yerleri kal­mamış ve rüsvâ-yı âlem olarak herbiri bir yerde helak olup git­mişlerdir.[85]

 

Vacip Tealâ münafıkların nifaklarını ve ahval-i seyyiesinden olmak üzere yalan yere yemin ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklar birşey demediklerine Allah'a yemin ederler. Hal­buki onlar muhakkak kelime-i küfür söylediler ve İslâm olduktan sonra kelime-i küfrü söylemekle kâfir oldular ve nail olmadıkları ve olamayacakları günahı kasdettiler. Onlar bu günahı hiçbir se­bebe mebni kasdetmediler, ancak Allah'ın fazl u kereminden ve Re­sulünün emval-i ganimetten onları zengin kılmalarından dolayı Resulullah'ı katletmek cinayetini kasdettiler.]

Yani; münafıklar Resulullah'a ta'n ve din-i İslâm'ı istihza et­mek gibi küfrü müstelzim olan sözleri muhakkak olarak söyledik­leri halde söylemediklerine yemin ettiler ve onlar zahirleriyle Re­sulullah'a teslimiyet ve İslâmiyeti izharla Müslüman göründükten sonra bu misilli küfriyatı irtikâpla kâfir oldular. Resulullah'ı kat­letmek veyahut ashabıyla beraber Medine'den çıkarmalç gibi nail olmadıkları cinayetleri işlemek niyet ettilerse de destires olama­dılar ve bunların bu misilli cinâyâtı işlemeye niyet etmeleri olma­dı, ancak iyilik mukaabilinde kötülük etmek kabilinden Resulul-lah'm ve Allah'ın onları zengin kılmaları oldu.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Resulullah Medine'­ye gelmezden evvel Medine ahalisi fakr u zaruret ve zıyk-ı maişet­le vakit geçirirlerdi. Vakta ki, Resulullah Medine'yi teşrif buyu-runca emval-i ganimet çoğaldı. Ehl-i Medine münafıklarla beraber oldukları halde müstefid olarak herbirerleri zengin oldular. Şu halde bu nimetlere şükretmek lâzımken bilâkis münafıklar Resulul­lah'ı geceyle katil veyahut ashabıyla beraber Medine'den çıkarmak ve ehl-i İslâmm esrarını kâfirlere haber vermek gibi birtakım he­zeyan kasdetmişlerse de emellerine nail olamadıklarını Cenab-ı Hak bu âyetle haber vermiştir.   Şu halde şükür yerinde küfran-ı nimet ettiklerinden dünya ve âhirette rezil ve rüsvâ oldular. Bina­enaleyh;  her  nimetten  mahrum  olmaya   mahkûm   olmuşlardır.

demektir. Yani «Onların Resulullah üzerine inkârları ve ta'nlan olmadı, illâ Allah'ın ve Resulullah'ın onları zengin etmeleri sebep oldu» demektir.

Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet (Abdullah b. Übeyy) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Abdullah) Medine'den kuvvetli olanların zelil olanları çıkaracağına yemin etti ve onun zül ile muradı Resulullah'tı. (Zeyd b. Erkam) bu sözü işitti ve Resulullah'a haber verdi. Hz. Ömer Abdullah'ı katletmek murad etti ve Abdullah'ı huzur-u nebeviye getirdiler. Huzur-u risalette böyle söz söylemediğine yemin etti, fakat bu âyet de Abdullah'ı tekzib eyledi. Yahut âyetin Resulullah'ın Tebûk'ten avdetinde kat­lini kasdedenler hakkında nazil olduğu mervidir.

Hulâsa; münafıkların yalan yere yemin ettikleri ve küfrü müstelzim sözleri söyledikleri halde söylemedik dedikleri ve İs­lâm'a inkıyad ettikten sonra küfrü irtikâb ettikleri ve Resulullah hakkında besledikleri kötü fiillerine muvaffak olamadıkları ve bun­ların bu cinayetleri irtikâplarına sebep; Resulullah sayesinde ser­vete malik olmaları olduğu ve Resulullah Medine'ye gelince fütu­hat çoğalıp rızık kapıları açılıp envâ'-ı nimetin Medine'ye akıp gel­diği ve cümlesi refah ve saadete nail olduklarından şükretmek lâ­zımken bilâkis küfran-ı nimet ettikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[86]

 

Vacip Tealâ münafıkların ahvalini beyandan sonra ihlâs üze­re tevbe ederlerse kabul olunacağını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer münafıklar tevbe ederlerse onlar için hayırlı olur ve eğer tevbeden i'raz ederlerse Allahü Tealâ onları dünyada ve âhi-rette acıtıcı azapla azab eder ve yeryüzünde onlar için hiçbir dost ve yardımcı bulunmaz.]

Yani; münafıklar şu beyan olunan cinayetlerin kâffesini iş­ledikten sonra kendilerinde sudur eden kabayihin cümlesinden hulûs-u niyetle tevbe ederlerse bu tevbeleri onlar için hayırlı olur ve vâki olan hatalarının cümlesi affolunur. İnsan için işlediği gü­nahlarının affolunmasından ziyade bir hayır tasavvur olunamaz. Ve eğer tevbeye yanaşmaz, kaçar, küfür ve nifaklarında devam ederlerse intikam sahibi olan Allahü Tealâ dünyada katil ve esa­ret, memleketlerinden tard ve teb'id etmek, zelil ve hakir kılmak­la azab edeceği gibi âhirette de dünyada olan azabın binlerce zi­yadesiyle azab edeceği şüphesizdir. Zira; küfürleri sebebiyle mer-tebe-i insaniyetten sakıt oldukları cihetle her nevi' azaba müste-haklardır ve onlar için din-i İslâm'ın yeryüzünde intişarından sonra bir dost ve yardımcı bulunmaz. Çünkü; bilcümle tekâlif-i ilâhiyeden istinkâf ettikten sonra onları müstehak oldukları ga-zab-ı ilâhiden kurtaracak bir kimse yoktur.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bir kabilenin bazı efradından sadır olan çirkin ef'âlin işlenmesine diğerleri ma­ni olmayıp razı olduklarından kabile efradının cümlesine o fiil isnad olunmak Arap indinde âdet olduğu cihetle bu âyette müna­fıkların bazılarından sudur eden kabahat cümlesine isnad olun­mak suretiyle onların kötülüklerini beyan zımnında cemi' sıyğa-sıyla varid olmuştur.

Hulâsa; münafıklar tevbe ederlerse tevbelerinin kabul oluna­cağı cihetle kendileri için hayırlı olduğu ve eğer tevbe etmezler­se dünyada ve âhirette muazzap olacakları ve yeryüzünde onları Allah'ın azabından kurtaracak bir dost ve yardımcı bulunmaya­cağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[87]

 

Vacip Tealâ münafıkların ahvalinden bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklardan bazıları «Eğer Allahü Tealâ fazl u keremin­den bize mal verirse elbette biz sadaka eder ve suleha zümresin­den oluruz n diyerek yemin edip Allah'a ahid verdiler. Minval-i sabık üzere ahidlerinden sonra Allahü Tealâ fazl u kereminden mal verince onlar o malı hayrata vermekten imtina' ile buhletti-ler ve Allah'ın emrine imtisalden ve Resulullah'a itaatten i'raz eder oldukları halde ahidlerini ifa etmekten yüz çevirdiler. Çün­kü; onların âdetleri daima itaattan i'raz etmektir.]

Yani; münafıklardan bazıları şol kimseler ki, onlar Allah'a ahd ettiler «Eğer Allahü Tealâ esbaptan hangi sebeple olursa ol­sun bize bol rızık ve çok mal verirse elbette her hak sahibinin hakkını verir ve fukaraya tasadduk eder ve sıla-i rahme riayet, envâ'.-ı hayrata sarfederiz ve o malda ehl-i salâhın işlediği hayratı işlemekle salihîn zümresinden oluruz» diyerek Cenab-ı Hakka ahdettiler. Vakta ki, Allahü Tealâ istediklerini verince sözlerin­den döndüler, buhlettiler ve ahidlerinden yüz çevirdiler.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile münafık her ne kadar kâfirse de Allah'ı bildiğinden Allah'la ahdi caizdir. Çünkü; her zaman âlemde mevcut olan kâfirler ekseriyetle Allah'ı bilirler. Ve lâkin küfürleri; kendilerine taraf-ı ilâhiden gönderilen nebiyi tasdik etmediklerindendir. Binaenaleyh; Allah'ı bilen kâfirlerin pazar­lıkları Allahü Tealâ iledir. Kezalik münafıkların küfürleri Re­sulullah'a iman etmediklerindendir. Yoksa Allah'ı bilmediklerin­den değildir. Şu halde cümlesi Allah'ı bilir ve umur u hususla­rında Allahü Tealâ'nm dergâhına iltica etmekten hâli kalmazlar­dı. Lâkin Resulullah'ı tasdik etmediklerinden indallah amelleri makbul değildir. Çünkü; Resulullâh'm risaletini tasdik etmek usul-ü itikaadiyenin esaslarından ve zarurilerindendir. Binaena­leyh; bu esas bulunmadıkça sair amellerinin kabul olunmayacağı bedihidir. Zira; itikaad-ı fasid üzere bina olunan amel de fasiddir.

Fahri Râzi, Kaazî, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyet-i celile (Salebe b. Hâtıb) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Sa'lebe)  «Yâ Resulallah! Duâ buyur,    Allahü Tealâ bana mal versin» dedi. Resulullah «Yâ Sa'lebe! Şükrü eda olunan azıcık mal şükrü eda olunmayan çok maldan hayırlıdır» buyurdu. (Sa'lebe) tekrar geldi, Resulullah reddetti. Üçüncü defa geldi, «Yâ Resulal­lah! Allahü Tealâ bana çok mal verirse her cihetle hak sahibinin hakkını vermekle şükrünü eda ederim»    deyince Resulullah dua buyurdu.  (Sa'lebe) koyun tuttu. Medine'de zengin oldu. Çünkü; koyunları karınca gibi yavrulardı.    Nihayet Medine'ye sığmadı. Binaenaleyh; Medine civarında bir vâdîye çekildi. Yalnız Öğle ve ikindi namazlarında Mescid-i Resulullah'a gelir, diğer namazları­nı koyunlarının yanında kılarken koyunu çoğaldıkça çoğaldı, o vadiye de sığmadı, daha uzak derelere gitti, Medine'ye yalnız bir Cuma namazına gelirken koyunlarının yine çoğalması üzerine da­ha uzak derelere gitmeye mecbur olmakla Cuma namazına dahi gelemez oldu. Birgün Resulullah (Sa'lebe)'nin halinden suâl etti. Bilenler halini haber verdiler. Zekât âyeti nazil oldu. Resulullah zekât tahsiline ashabından iki kimseyi gönderdi. Zekât sahiplerin­den zekât alarak (Sa'lebe)'nin yanına geldiler. Zekât hakkında nazil olan âyeti okuyup   haber verdiler ve âyetin icabı zekâtını istediler. Sa'lebe «Bu; bir cizyedir» demekle zekâtını vermekten imtina' etti. Zekât tahsiline gidenler gelip Resulullah'a (Sa'lebe)'-nin halini haber verdiler.    Bu âyet-i celile onun hakkında nazil olunca meclis-i Resulullah da (Sa'lebe)'nin akrabasından bir kim­se bulundu.    (Sa'lebe)'nin nezdine giderek âyetin nüzulünü ona haber verdi. (Sa'lebe) zekâtım aldı Resulullah'a geldi, fakat Re­sulullah kabul etmedi. Resulullah'm vefatından sonra Ebubekir'e geldi, kabul etmedi. Badehu Hz. Ömer'e geldi, kabul etmedi. Ni­hayet Hz. Osman zamanında zekâtı kabul olunmaksızın helak oldu.

Allah'la olan ahdini derhal ifa etmediğinden Cenab-ı Hak onun zekâtını almaktan Resulünü menetmiştir. Yahut âyetin nü­zulünden sonra (Sa'lebe)'nin zekâtını verecek hulûs-u niyet üze­re olmadığından zekâtı kabul olunmamıştır. Hulefâ-yı Raşidîn Hazretleri de Resulullah'a ittibâ' ederek kabul etmemişlerdir.

Âyet-i celile (Sa'lebe) hakkında nazil olmuşsa da birşeyî Allahü Tealâ'ya ahdedip de o şeyin husulünde ahdini ifadan vazge­çip nakz-ı ahdedenlerin cümlesine şamildir. Binaenaleyh; bir kim­se bir hususa duâ eder, yalvarır ve istediği şeyi verdiği takdirde bazı hayrata sarfedeceğini vaad eder de Allahü Tealâ duasını ka­bul edip istediğini verdiğinde duasında dermeyan ettiği şeraite riayet etmez, ahdînden dönerse o kimse (Salebe) gibi bu âyete mazhar ve mâsadak olur. Çünkü; itibar lâfzın umuınunadır, se-beb-i nüzulün hususuna değildir.[88]

 

Vacip Tealâ münafıkların ahidlerinde sebat etmediklerini be­yan ettiği gibi ahidlerini ifa etmediklerinden sonra terettüb eden cezalarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklar buhledip ahidlerinden dönünce onların bu yara­maz işlerinin arkasında Allahü Tealâ onların kalplerinde sabit ve onlardan ayrılmaz bir nifak kılar ki, bu kötü itikadlan onlar ve­fat edip azab-i ilâhiyi görünceye kadar devam eder, kalplerinden çıkmaz. Binaenaleyh; amellerinin cezasını elbette göreceklerdir.] Veyahut [Onların kalplerinde olan nifakları sebebiyle Allahü Te­alâ onlara ikab eder] demektir. [Ve bu ikaabın sebebi; vaad et­tikleri şeyi vermekte hulfedip yalan söylemeleridir.] Zira; onlar Allahü Tealâ mal verirse fukaraya sadaka edeceklerini ve herke­sin hakkını vereceklerini ve salihler zümresinden olacaklarını vaad etmişken hiçbirini yerine getirmedikleri cihetle Allahü Tealâ'ya karşı vaadlerinden dönüp yalan irtikâb ettiklerinden azaba istih­kak kesbetmişlerdir. Binaenaleyh; kötü cezayla cezalanacaklardır.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile onların nifakları üzere Allah'ın ikaabıyla murad; Kalplerinde keder, göğüslerinde darlık, vücutlarında zili ü meskenetle nas beyninde melûm ve mezunum olmaları olmak muhtemeldir. Şu ihtimale na­zaran manâ-yı nazım: [Onların nifakları ve vaadlerinden dönme­leri ve yalan söylemeleri sebebiyle Allahü Tealâ onların kalpleri­ne gam, gussa ve ıztırap ve vücutlarına zili ü meskenet vermekle ikaab eder ve bu ikabları, onlar ölüp âhiret azabını görünceye ka­dar devam eder] demektir. Bir kimsenin ahdini nakzetmesi kal­binde nifak iras edeceğine bu âyet delâlet eder. Binaenaleyh; mü­min olan kimsenin gerek insanlara ve gerek Allahü Tealâ'ya karşı nakz-ı ahdetmekten ihtiraz etmesi ümur-u vecibedendir.[89]

 

Vacip Tealâ yalan üzere münafıkların cesaret etmelerini tev-bih etmek üzere buyuruyor.

[Onlar söyleyip vaadlerinde hulfetmeyi murad ettikleri za­man Allahü Tealâ'nın onların kalplerinde olan gizli esrarlarını, birbirlerine fısıltılarını ve gaaîpleri bildiğini bilmedi ler mi? Eğer bilmedilerse bilmemek kabahat değil mi? Bilmelilerdi. Zira; bil­meleri vaciptir. Çünkü; Allah'a iman eden bir kimse Allah'ın her-şeyi bildiğini ve ilminden hariç yerde ve gökte hiçbir şey hatta bir zerre bile olmadığını bilmesi lâzımdır.] Şu halde eşyadan hiç­bir şey; Cenab-ı Hakka gizli olmadığından cüret ettikleri günah­lara ve kalplerinde olan nifaka ve vaadlerinden dönmeye cüret etmemeleri farz-ı ayındır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile münafıkları korkutmak ve ziyade mehabet ilkaa etmek için Allah'ın ilmini ifade eden iki cümlede lâfza-i celâl varid olmuştur. Çünkü Allah'a karşı vaadin­de hulfedip kalbinde birçok hileler saklayanların hilesini bilmesi ve cemi-i seraire muttali' olunca hile yapanların yüreği titremesi lâzımdır. Şu halde münafıkları Cenab-ı Hak bu âyette birkaç ci­hetten tekdir etmiştir :    Birincisi;   bilinmesi lâzım oları şeyi bilmez gibi muamele ettiklerinden dolayı hemze-i istifhamla bilmediklerini inkâr etmiştir, ikincisi; kalplerinde esra­rını, birbirlerine vâki olan fısıltılarını bildiğini ve saklı hileleri­nin faydası olmadığını beyanla tehdid etmiştir. Üçüncüsü; gaaib .olan şeylerin hepsini bildiğini beyanla Allah'a karşı birşey saklayamayacaklarını ve fesada çalışmaları fayda etmeyeceğini beyan buyurmuştur ki, bu beyan bütün emellerini kesretmiştir.[90]

 

Vacip Tealâ münafıkların   seyyiâtı cümlesinden olarak zekât veren müminleri zemmettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklardan bazıları şol kimseler ki, müminlerden birrızâ vacip ve nafile olarak sadaka vermesini arzu edenleri zemmeder­ler ve şol müminleri zemmederler ki, onlar sadaka edecek fazla mal bulamaz, ancak son derecede takatları neye yeterse onu sa­daka ederler. İşte münafıklar bu misilli kudretinin son derecesi­ni sarfedenleri levm ve müminleri istihza ederler, onların dünya­da müminleri istihzasına mukaabil Allahü Tealâ âhırette onlara istihza muamelesi yapar. Binaenaleyh; âhirette onlar için acıtıcı azap vardır.]

Müminlerin fukaraya sadaka vermeleri ve ebnâ-yı cinslerine yardım etmeleri insanlar için büyük bir meziyet olduğu cihetle meth ü senaya lâyıkken bilâkis bunların müminlere olan buğz ve adavetleri ve tabiatlarında olan buhl ü hisset ve denaet icabı ha­makatla zemmederler. Çünkü; rıza-yı Bârî'yi arayanlar vazife-i ubudiyeti ifaya çalıştıkları cihetle herhalde memduhlardır. Mü- -nafıklar müminleri istihzaları sebebiyle dünyada telezzüz ettiklerine mukaabil âhirette ayniv sistemde azapla muazzab olacaklarım Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Tefsir-i Hâzin'de Buharı ve Müslim'den naklolunan bir hadîse nazaran âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: Birgün Resulullah asha­bını sadaka vermeye terğib buyurunca (Abdurrahman b. Avf) dört bin dinar getirir ve der ki, «Yâ Resulallah! Malımın mecmuu sekiz bin dinardır, dört binini sadaka olarak getirdim ve dört bi­nini evlâd ü ryalimin nafakasına terkettim. Bunun üzerine Re­sulullah Abdurrahman'a bereketle dua eder ve Resulullah'm dua­sı eseri (Abdurrahman) Hazretlerinin malı çoğaldıkça çoğalır. Hatta vefatında iki hareminin sekizde bir hisseleri Yüz altmış bin dirhem olduğu mervidir. (Adiy oğlu Asım) da yüz deve yükü hurma getirir. (Ukeyl Ensarî) de bir ölçek hurma getirir ve der ki "Yâ Resulallah! İki Ölçek hurmaya malikim, bir ölçeğini ıyali-me terkettim ve bir Ölçeğini sadaka olarak getirdim». Ukeyl'in, bu suretle ziyade sadakaya tahammülü olmadığını beyan edince münafıklar bu hali kemâl-i hayretle temaşa ederler ve derler ki, «Abdurrahman ve Âsım'm sadakaları riyadır. Allahü Tealâ ve Resulü de Ukeyl'in bir ölçek hurmasına muhtaç değillerdir.» İşte münafıkların bu sözleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Cenab-ı Hak bu âyette zengin olsun, fakir olsun nafile sadaka verenleri medih buyurmuştur. Çünkü; sadaka verenleri zemme-denleri Allahü Tealâ'nın zemmetmesi sadaka verenleri medih ol­duğu şüphesizdir.

Hulâsa; sadaka verenleri zemmedip istihza edenleri âhirette Allahü Tealâ'nın istihza suretinde azab edeceği ve onların acıtıcı azapla azap olunacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir.[91]

 

Vacip Tealâ münafıkların birçok kötü hallerini beyan ettiği gibi onlar münafık oldukları halde onlara başkası tarafından istiğ­far olunsa fayda etmeyeceğini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusülî Münafıklar için istersen istiğfar et, is­tersen istiğfar etme. Münafıklara nifaklarından dolayı faydası ol­mamakta istiğfar ve adem-i istiğfar beraberdir. Zira; eğer sen on­lara yetmiş kere istiğfar etsen dahi Allahü Tealâ elbette onları mağfiret etmez. İşte bunlara istiğfarın kabul olunmadığının sebe­bi; bunlar Allahü Tealâ'ya ve Resulüne küfrettiler. Allahü Tealâ ise itaatından çıkmış olan fasıldan hidayette kılmaz ki, fısıldarı sebebiyle matluba îsâl etmez.]

Bu âyette yetmiş adedini zikretmek çokluktan kinayedir. Ya­ni «Münafıklar için her ne kadar çok istiğfar etsen onlara faydası olmaz. Zira; Allahü Tealâ onları mağfiret etmez» demektir, yoksa adet maksud değildir. Âyetin lâfzı emirse de manâsı haberdir. Çünkü;- münafıklar Resulullah'tan istiğfar taleb edince Cenab-ı Hak Resulüne onlar hakkında istiğfarın kabul olunmayacağını ha­ber vermiştir. Bu haberden evvel münafıklar istiğfar isteyince Re­sulullah onlar hakkında istiğfar etti mi etmedi mi? Bu cihet muh-telefünfihtir. Esah olan istiğfar etmedi. Zira kâfire istiğfar; şeri-at-ı Muhammediyede caiz olmadığı gibi münafık nifakına musir olduğu halde istiğfar onu günaha terğib etmektir. Mansıb-ı nü­büvvet ise bu gibi şeylerden masumdur. Resulullah istiğfar etse münafıkın küfründen dolayı istiğfar kabul olunmayacağı cihetle Resulullah'ın istiğfarının reddolunması mansıb-ı risalete münafi olduğundan Resulullah'ın münafıklara istiğfarla meşgul olmaması akla ve nakle muvafıktır ve sahih olan da budur. Şu halde «Re­sulullah onlar için istiğfar etmedi ve lâkin bilfarz vettakdir istiğ­far edecek olsa kabul olunmaz» demektir. Kabul olunmamasının sebebi; küfürleri ve küfrü iman üzere tercih etmeleridir. Yoksa onlar hakkında Resulullah istiğfar etse kabul olunmayacağı haşa Allahü Tealâ'nm buhlünden veya Resuulllah'm kusurundan de­ğildir. Zira Allahü Tealâ buhûlden münezzeh ve Resulü de kusurdan müberrâdır,    belki mağfiret olunmamaları küfürlerinden ve mağfirete adem-i liyakat ve istihkaklarındandır.[92]

 

Vacip Tealâ münafıkların kötü sıfatlarından diğer birisini da­hi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Resulullah'ın hilâfına mücahedeye gitmeyip de hanelerinde oturanlar ferah ederek mallarıyla ve canlarıyla mücahede etmeyi kerih gördüler ve_muharebeden kaldıklarına mesrur oldular ve gazaya gidecek müminlere «Sıcakta taşra çıkmayın, muharebeye gitmeyin» demekle ehl-i imanı gazaya gitmekten menetmeye ça­lıştılar. Habibim! Sen de onlara «Eğer bilmiş olsalar Cehennem ateşi hararette daha ziyadedir» de] ki, bu sözlerinin Cehennem'e girmelerine sebep olacağını bilsinler.

Resulullah'ın hilâfına oturanlarla murad; münafıklardır. Çünkü; Resulullah Tebûk gazasına gittiğinde onlar Resulullah'a muhalefet ederek hanelerinde evlâd ü ıyalleri yanında kaldılar ve bu oturup kalmayı kendileri için saha-i selâmet bildiklerinden-mesrur oldular, canlarını ve mallarını rıza-yı Bârı için sarfetmek-ten imtina' ettiler ve muharebeye gitmeyi sevmediler. Tebûk ga­zası şiddetli yaz gününe tesadüf ettiğinden gazaya gidecek olan ehl-i imanı sıcağı öne sürerek gitmekten mene çalıştıklarını Ce-nab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; onların ihlâs üzere imanları olmadığından mallarını ve canlarını feda etmeyi heder ve boşu boşuna telef saydıklarından kendileri gitmedikleri gibi gidecek olanları da menetmek onlar için hâinane bir vazifeydi.

Hulâsa; münafıkların Resulullah'la muharebeye gitmeyip bir­takım hileyle beldelerinde kalıp hanelerinde oturmayı âdet etmeleri, Resullulah'a muhalefetlerine ferah edip sevindikleri, mallan ve bedenleriyle fisebilillâh mücahedeyi sevmedikleri, Resulullah'a ittibâ' edip muharebeye giden ehl-i imanı yaz gününün sıcağın­dan bahsederek men'e çalışmaları, Resulullah'ın Cehennem ateşi­nin daha şiddetli olduğunu beyanla onların mahalleri Cehennem olacağına ve azdan az olan dünya rahatını ebedî azab olan Ce­hennem ateşine değiştiklerine işaret buyurması ve «Bilmiş olsa­lardı böyle yapmazlardı» buyurmakla hamakatlarını beyan ve bunların şu ahlâk-ı mezmumelerini bildirmekle ehl-i imanı bu mi­silli fena ahlâkı irtikâptan ,nehiy buyurduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[93]

 

Vacip Tealâ dünyada azıcık rahata aldananların cezalan çok ağlamak ve azıcık gülmek olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Cehennem ateşinin şiddeti ziyade olunca günah işleyenler kazandıkları günahlara ceza olarak azıcık gülsünler, çokça ağla­sınlar.] Zira; onlar ömürlerini günaha sarfederek dünya rahatına aldanıp mesrur olduklarından cezaları ağlamaktır.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile âyetin lâfzı emir­se de manâsı haberdir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Her ne kadar münafıklar ve sair günah sahipleri dünyada yaşadıkları müddet gülmüş olsalar dahi âhirette görecekleri azaba ve çeke­cekleri hüzün ve eleme nispetle gaayet azdır. Zira; dünyanın bü­tün ömrü azdan daha azdır. Ahiret ebedî ve daimdir. Çokça ağla­malar kendi kazançları olan günahlarının cezasıdır. 1 demek olur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile nifak ve şikaktan ve gü­nahtan hâlî bir zamanları olmadığına işaret için cümlesi, cem-i zamana şâmil olan mazi ve muzari sıyğalarıyla va-rid olmuştur.[94]

 

Vacip Tealâ münafıkların birçok kötü hallerini beyandan son­ra onlarla muharebeye gitmek caiz olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Allahü Tealâ şu gazadan münafıklar­dan bir taife canibine seni döndürür, onlar da. senden muharebe­ye çıkmak üzere izin isterlerse sen onlara cevap olarak de ki, «Siz benimle beraber ebeden gazaya çıkmaz v» benimle beraber bir düşmanla elbette mukaatele etmezsiniz. Zira;'Siz birinci defada oturmaya ve harbe gitmeyip hanenizde kalmaya razı oldunuz. Bi­naenaleyh; muhalefet edenlerle beraber eskiden oturduğunuz gibi yine oturun»] demekle herkese onları gazaya lâyık olmadık mü­nafık olduklarını bildir.

Yani; onlar evvelce mücahedeye gitmediklerinden kendileri­ne arız olan mezemmeti ikinci defada sûrî olarak izale etmek is­terler. Fakat sen onların bu sözlerinin halisane bir söz olmadığını ve münafık olduklarını bildir ki, herkes onların münafık olduk­larını bilsin ve sözlerine aldanmasınlar. Çünkü; münıin-i halis ga­zadan menolunmaz. Bunların Resulullah tarafından menolunması mümin olmadıklarına açık bir delildir.

Bu âyet; onları Huzur-u Risaletten men' ve onlara lanet ka-bilindendir. Yâni «yıkılın buradan, defolun gidin Huzur-u Risa­letten, lanet olsun size ve sizin yapacağınız işe» demektir. Bunları harpten men'in hikmeti; onların harbe gitmesinde melhuz olan fesaddır. Çünkü; ehl-i îslâmla harbe gitseler mutlakaa fesad ilkaa ederek harbin kaybolmasına sebep olacakları şüphesizdir. Bina­enaleyh; harbe gitmekten menolunmuşlardır ve Müslümanlarla beyinlerinde münasebet minveçhin kesilmiştir. Şu halde bir kimse niekr ü hile, gadr ü fesad gördüğü kimselerden velevse akrabası ve ahbabı olsun kat'-ı münasebet etmek caiz olduğuna bu âyet delâlet eder.    Çünkü; Cenab-ı Hak münafıkların hileleri üzerine resulüne onlarla müsaferet ve sıkı sıkı münasebatta bulunmasın­dan ihtiraz etmesini emrediyor. Amma o halden tevbe ederek teb-dil-i ahlâk ederse münasebetini iade etmek de caizdir. Bu âyette murad; nisvan ve sıbyan gibi âcizler olduğundan mü­nafıkları nifakla zem olduğu gib? acizle dahi zem vardır ki, onları mertebe-i ricalden ıskatla kadımar ve çocuklar derecesine indir­miş ve münafıkların ihtiyaç zamanlarında i'raz edip oturmuş ol­maları minba'din ehl-i İslâmla birleşememelerine sebep olmuştur. Zira; İslâm'ın ihtiyacı zamanında oturunca ihtiyaç geçtikten son­ra "İstediğiniz kadar oturun, bildiğinizi işleyin» demektir. Yani; «Sizin muavenetinize ihtiyaç kalmadı» demekle sohbet-i nebiden matrud oldukları kendilerine bildirilmiştir.[95]

 

Vacip Tealâ münafıkların müstehak oldukları. cezadan birisi de onların üzerlerine namaz kılmak caiz olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlardan nifak üzere vefat eden hiçbir    kimse üzerine sen ebeden namaz kılma ve onlardan hiçbirinin kabri üzerinde kıyam

etme.]*Çünkü; cenaze üzerine namaz kılmak, dua ve kabri üze­rine kıyam ikramdır. Onlar ise duâ ve ikrama ehil değildir. [Zira; onlar Allah'a ve Resulüne küfrettiler ve fasik oldukları halde ve­fat ettiler.] Şu halde küfürleriyle fısıkları Resulullah'ın duasın­dan mahrumiyetlerine sebep olmuştur.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette saIdtla murad; meyyite duâ ve istiğfardır. Münafıklar ve kâfirler duaya ve istiğfara ehil olmadıklarından Cenab-ı Hak onlara duâ etmek­ten Resulünü nehyetmiş ve duadan    mahrumiyetlerinin illeti ve sebebi de onların küfür ve fısıkları olduğunu Cenab-ı Hak bu âyet­te sarahaten beyari buyurmuştur.

Ayetin sebeb-i nüzulü; (İbn-i Übeyy) haini maraz-ı mevtinde Resulullah'ı davetle beden-i nebevilerine temas eden gömleğini kefen olmak üzre vermesini ve namazını kılmakla istiğfar etme­sini rica ve niyaz etmesi üzerine Resulullah gömleğini gönderece­ği zaman Hz. Ömer «Ibn-i Übeyy necistir ve habistir. Yâ Resulal-lah! Gönderme gömleği" dedi. Resulullah «Benim gömleğim onun azabına mani olmaz. Ibn-i Übeyy saildir. Sâil de reddolunmaz ve gömleğimi göndermek birçok münafıkların İslâm olmalarına se­bep olur» buyurmakla Hz. Ömer'i tesliye etti ve gömleğini gön­derdi. O gün bin kadar münafıkm İslâm oldukları mervidir. Re­sulullah (İbn-i Übey)'in namazını kılmaya kıyam edince Hz. Ömer cenazeyle Resulullah arasına girdi «Yâ Resulallah! Şu münafıkm namazını kılma» deyince bu âyetin nazil olduğu mervidir. Bina­enaleyh; Hz. Ömer'in din-i mübin-i Muhammedîde büyük merte­be sahibi olduğuna delâlet eden âyetlerden birisi de bu âyettir.-Çünkü âyet; Hz. Ömer'in re'yi üzere nazil olmuştur. Nitekim şa­rabın hürmetine ve kadınların setrine dair âyetler Hz. Ömer'in reyine muvafık olarak nazil olduğu gibi. Âyet (İbn-i Übeyy)'in kâfir olduğuna delâlet edince Resulullah cenaze namazını kılma­dı. Çünkü; (İbn-i Übeyy)'in ricası üzerine Resulullah iman etti zannıyla namazını edaya kıyam buyurmuştu. Kâfir olduğu açığa çıkınca bittabi' namazdan vazgeçilmiştir. Âyette Resulullah na­mazdan nehyolundu, lâkin gömleğini vermekten nehy.olunmadı. Çünkü; gömleği vermek keremdir, keremi menetmek mansıb-ı nü­büvvete muvafık olmadığından nehyolunmamıştır. Bedir gazasın­da Hz. Abbas esir olduğunda (İbn-i Übeyy) kendi gömleğini Ab-bas'a vermesine mükâfat olarak nehyolunmadığı dahi mervidir. Çünkü; bazı rivayete nazaran Bedir'de ashab-ı Resulullah tarafın­dan Abbas Hazretleri esir alınıp Medine'ye getirildiğinde (İbn-i Übeyy) gerçi kalbinden Resulullah'a buğzederse de zahirde hür­met ediyor gibi görünmek üzere Resulullah'ın amcası Abbas Haz­retlerine bir gömlek vermişti. İşte hîn-i vefatında Resulullah'ın (İbn-i Übeyy)'e bir gömlek vermesi    (İbn-i Übeyy)'in    Abbas'a verdiği gömlek mukaabiliydi. Çünkü; insanların iyiliği dünyada hiç mükâfatsız kalmaz.[96]

 

Vacip Tealâ münafıkların hallerini ve akıbetlerini beyandan sonra ellerinde olan emval ve evlâd gibi muzahrefâtı dünyeviye-ye gıpta olunacak birşey olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekreni-er Küsül! Onların ellerinde bulunan mallarına, oğlan ve kız çocuklarının çokluğuna taaccüb etme. Zira; onların ellerinde bulunan mal ve evlât cümlesi onlar üzerine vebaldir. Zira; Allahii Tealâ o mal sebebiyle dünyada onlara azab etmesini ve kâfir oldukları halde ruhlarının çıkmasını murad eder. Ancak şu halde onların ellerinde bulunan dünya metâ'ı onlar hakkında ayn-ı azaptır.] Zira; onlar iradelerini günaha sarf etmek suretiyle günahkâr olduklarından onların günahları sebebiyle ta'ziplerini murad buyurmuştur. Dünyada azapları; envâ'-ı belâya ve nıesâib ve gûnâ gûn hüzün ve elemle olduğu gibi âhirette dahi ruhları kâ­fir oldukları halde kabzolduğu için ilelebed Cehennem ateşiyle muazzab olmaktır.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bir hükme delâ­let eden âyetin tekrar nazil olmasında o hükmün ehemmiyetine işaret vardır. Binaenaleyh; bu âyetin hükmü olan kâfir ve müna­fıkları tehdid, emval ve evlâdı hüsn-ü isti'mâl olmayınca vizr ü vebal olduğunu beyan etmek; elbette mühim olduğundan âyet bu sûrede tekrar nazil olmuştur. Çünkü; insanı ibadetten ve zikrullah-tan alıkoyan başlıca mal ve evlât olduğu cihetle saâdet-i insaniye-den mahrumiyete sebep olan mal ve evlâdın manevî terakkiyâta mani olacağının tekrar tekrar beyan olunması elbette lâzımdır.

Matlûb olan bir şeyi tavsiye ederken tekrar etmek faydadan hâli olmayacağı açık bir hakikattir.[97]

 

Vacip Tealâ münafıkların emval ve evlâdı kendileri için ve­bal olup gıpta olunacak birşey olmadığını beyan ettiği gibi ihlâsla imanı ve nıücahedeyi âmir sûre inzal olunca harbe gitmeyip i'ti-zarla izin isteyeceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahii Tealâ'ya imanı ve Resulullah'la beraber nıücahedeyi emreder bir sûre inzal olunduğunda onlardan zengin ve bedenleri kuvvetli ve her türlü esbaba malik olanlar birtakım asılsız i'tizar beyan ederek harbe gitmemeye izin taleb ederler ve derler ki «Terkedin bizi, biz harbe gitmeyip oturan kadınlar ve çocuklarla oturalım ve onlarla beraber olalım» demekle muharebeye gitme­mek için hileler düşünürler.]

Yani; evvelâ Allah'a ihlâs üzere iman edin ve saniyen Re­sulullah'la beraber harbe gidin emriyle Kur'ân'dan bir sûre nazil olduğunda onlardan esbab-ı seferi hazırlamaya muktedir olanları harbe gitmemek için senden istizan ederler ve «Terkedin bizi, oturanlarla oturalım ve gitmeyenlerle gitmeyelim, rahatımızı boz­mayalım» demekle nifaklarını meydana korlar.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile imanı olmayan kimsenin mücahedesinin faydası olmayacağına işaret için imanla emir, mücahede üzerine takdim olunmuştur. Keenne münafıklara «Ey münafıklar! Sizin üzerinize evvelâ vacip olan; ihlâs üzere AİJahü Tealâ'ya iman etmektir.    Zira; imanınız olmadıkça cihad ve sair a'malinizin dünyada ve âhirette faydasını göremezsiniz» demektir.

İktidarla beraber harbe gitmekten imtina' etmek daha nıez-mum olduğuna işaret için iktidar sahiplerini zikirle iktifa olun­muştur. Çünkü; demek-«Onlardan kuvvet ve servet sahibi olanlar» demektir.[98]

 

Vacip Tealâ âsîlerin harbe gitmemek üzere istf zan ettikleri­ni beyandan sonra kalpleriyle dahi razı olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Malen ve bedenen harbe gitmeye iktidarı olan münafıklar harbe gitmeye iktidarı olmayan âcizlerle oturup kalkmaya razı oldular ve irade-i cüziyelerini küfre sarfettiklerinden kalplerinin üzerine mühür basılmıştır. Binaenaleyh; hak sözü anlamazlar ve cihatla emr-i ilâhide olan hikmeti fetmetmezler.] Küfür ve nifa­ka pek çok meylettikleri için kalplerine iman girmez bir hale gel­mişlerdir ki, imana dair olan sözü asla dinlemezler ve muharebe­ye gitmeye hiç razı olmazlar. Maahaza din-i İslâm'ın şevketini i'lâ ve bütün âleme dağıtılmasına yegâne sebep; dini kabul etme­yenlerle muharebe etmek olduğu cihetle Cenab-ı Hak harbe git­meyi emretti ve kudretle beraber gitmeyenleri zemmetti ki, ehl-i imanı harbe teşvik olsun. Çünkü mücahedenin meşruiyetindeki hikmet; ıslah-ı âlemdir. Zira enbiyanın taraf-ı ilâhiden gönderil­mesinden maksad-ı aslî; ahval-i ibadı ıslah ve tarik-ı istikaanıete irşad etmek, dünyevî ve uhrevî kendi haklarında savap olan şeyi onlara göstermektir. Bu maksad ise süfehânın arzularını keser ve küfür ve dalâl erbabını defi ve tenkil etmekle, fısk u fücurun men' ve izalesiyle, bu izale de erbab-ı fesadı ortadan kaldırmakla ola­cağından ve bunları ortadan kaldırmak da elbette mukaatele ve müşacereye muhtaçtır ki, ,bu maksadı te'min için mücahedeyle emr-i ilâhi, vaki olmuştur. Binaenaleyh; muharebeden birin­ci maksadi'lâ-yı kelimetullahtır. İkinci maksadda âleme intizam vermek ve zâlimlerin zulmünü ortadan kaldırmaktır.[99]

 

Vacip Tealâ mücahedeye devam edenlerin mertebelerini ve âhirette nail olacakları derecelerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklar muharebeye gitmediler ve lâkin Resulullah ve onunla beraber müminler mallarıyla ve canlarıyla mücahede etti­ler. Ehl-i imanın muharebeye muvafakat ettiklerinden i'lâ-yı ke­lim et ull ah maksadı husul buldu. Binaenaleyh; münafıkların mu­halefetinden emr-i harbe bir noksan gelmedi ve muhalefetleri te'-sirsiz kaldı ve mücahede edenlerin cihatlarına mükâfat olarak Ce-nab-ı Hak onlar için envâ'-ı hayrata nail olacaklarını beyan bu­yurdu ve onlar için ebeden kalıcı oldukları halde altından ırmak­lar akan cennetler hazırladı. İşte şu nimetlere nail olmak ehl-i Cennet için büyük fevz ü felahtır.]

Fahri Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile hayratla murad; dünyada Cenab-ı Hakkın nusreti ve o nusret sayesinde ih­san ettiği emval-i ganimet, servet ü saman, şevket ve kuvvettir ve âhirette Cennet ve Cennet'in derecelen ve nimetleridir. Çün­kü; ehl-i iman kalplerini Allah'a raptettikleri için Allahü Tealâ ebeden nimetlerine onları garkedeceğini beyan ve onlar için ha­zırlanan derecâtm pek âlî olduğuna işaret için fevz ü necatı aza­metle tavsif buyurmuştur. Dünyada insanlar için en kıymetli iki şey vardır: Birincisi; cam, ikincisi; o cam yaşatacak malıdır. Ehl-i iman dünyada bunun her ikisini, de feda ederek mal ve canlarıyla muharebe meydanlarına atılmalarına mükâfat olarak Cenab-ı Hakkın ihsan edeceği ecir elbette büyük olacaktır. [100]

 

Vacip Tealâ Medine'de olan münafıkların hallerini beyandan sonra Medine'nin haricinde olan münafıkların hallerini beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Her ne zaman cihada müteallik emir gelir ve âyet nazil olur­sa bedevi Araplardan harbe gitmemeye izin verilmek için yalan olarak özür dileyiciler'geldi. Allah'a ve Resulüne iman ettik diye­rek yalan söyleyen kimseler harpten çekindiler ve Resulullah'la beraber harbe gitmediler. Araplardan kâfir olanlara elbette acı-tıcı azap isabet eder.]

Ardb ; Badiyede haymenişin olan cühelâ-yı Araptır. Ve âyette A'râpla murad; (Beni Esed) ve (Gatafan) kabileleri veyahut (Âmir b. Tufeylfin kabilesidir. Çünkü; Kaazî, Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu kabileler evlâd u ıyallerinin ve me'ûnet ve meşakkatlarmm çokluğundan ve harbe giderlerse başka kabilelerin mallarına ve evlâd ü ıyallerine taarruzda bu­lunup yağma edeceklerinden bahisle muharebeye gitmemek üze­re Resulullah'a i'tizar beyan ederek müsaade istemişlerdir. Kâfir olanlara dünyada katil ve esaret gibi şeylerle ve âhirette Cehen­nemle azab olunacaklarını beyan buyurmuştur. Âyetin evvelinde i'tizar edenler le murad; zahirde Müslüman görünüp batım küfür olanlardır. Âhirette azab olunacakları beyan olunan kafirlerle murad; i'tizara hacet görmeyip doğrudan doğruya muhalefet edenlerdir. Şu halde bu misilli münafıklara ehl-i ima­nın ehemmiyet vermemesi lâzımdır. Zira; onların hakkında ga-zab-ı ilâhi isabet edeceği beyan ve binaenaleyh; ehl-i imanm on­lara isabet edecek gazaba iştirak etmemeleri ve onların helakine sebep, olan amellerden kaçınmaları lâzım olduğuna işaret olun­muştur.

Hulâsa; âyet, üç hükmü hâvidir : Birincisi; bedevi Araplardan harbe gitmemek için yalan olarak i'tizar etmek üze­re Huzur-u Risalete gelmeleridir. İkincisi; Allah'a ve Re­sulüne iman ettiklerini, iddialarında yalancı olanların harpten çekinmeleridir. Üçüncüsü; A'râptan kâfir olanlara aza­bın isabet etmesidir.[101]

 

Vacip Tealâ özrü olmayarak özür dileyenlerin hallerini be­yandan sonra bihakkın ma'zur olanların hükm-ü şer'isini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kadınlar, çocuklar ve kocalar gibi vücutları sağlam olup ve lâkin harbe kudretleri olmayan zayıflar, körler, topaUar, has­talar ve harbe gitmeye iktidarları olup ve lâkin azığa, binide ve sarfedecek harçlığa iktidarı olmayanlar ve bulamayanlar üzerle­rine harbe gitmediklerinden dolayı günah yoktur. Eğer Allah'a ve Resulüne nasihat ederlerse. Zira; ihsan şanından olan ihsan sa­hiplerine dünyada ve âhirette azap yoktur. Çünkü; cümle esrara muttali' olan Allahü Tealâ kullarının kusurunu mağfiret ediei ve ma'zur olup Allah'a ve Resulüne nasihat edenlere in'âm ve ihsan edicidir.]

Vacip Tealâ harbe muktedir olmayan acezeyi askerlikten is­tisna buyurmuştur. Çünkü teklif : Kudret nispetinde olduğundan harbe kudreti olmayanlara teklif etmek teklif-i mâla yutak kabi-lindendir. Binaenaleyh; bu misilliler şer'an askerlikle mükellef değillerdir. Zira; âciz olan kimseleri mükellef tutmak muktedir olan kimselere yük olmaktan başka birşey değildir. Bu âyette be­yan olunan zayıf, hasta, ve nafakaya muktedir olmayan üç sınıf kimselerden harbe müteallik olan ahkâm-ı teklif sakıttır. Amma mükellef olmadıkları halde askerin metâ'mı beklemek, suyunu ge­tirmek ve düşmanın gözüne askerin karaltısını çoğaltmak gibi birtakım iyi maksadlarla askere yük olmayacak kadar kudret sa­hibi olanların harp mevkiinde bulunup iane etmeleri makbul bir ibadet-i nafiledir. İşte şu zamanda gayr-ı musallan olanların geri hizmetlerde istihdamları bu kabildendir ve onlar için harbe git­mekten bir men' yoktur. Binaenaleyh; kudretleri miktarı hizmet için gidebilirler ve me'cur da olurlar, lâkin gitmemeye kendileri için müsaade-i ilâhiye olduğundan gitmedikleri surette mes'ûl ve günahkâr olmazlar.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Allahü Tealâ'ya ve Resulüne nasihatin manâsı; iman etmek, gizli ve aşikâr her iki surette itaat eylemek ve din-i ilâhiyeyi i'lâya çalışmakla Resulüne nusret etmek ve buğz-u fillâh ve firesulillâh üzere bulunmaktır. Çünkü Allahü Tealâ'ya nasihat; tamamıyla şeriata yapışmakla olacağından şeriata temessük etmeyen Allahü Tealâ'ya ve Resu­lüne nasihat etmiş olmaz. Yahut nasihatin manâsı; ma'zur olarak muharebeye gitmekten muaf tutulanlar beldelerinde birtakım ya­lan sözler neşretmekten, fitne ve fesad kaldırmaktan sakınmakla beraber asker olanların hanelerine mümkün mertebe hizmet ve işlerini tesviye etmektir. Ma'zur olanlar şu beyan olunan veçhü-zere nasihatta bulundukları cihetle bunlar da harbe gidenler gibi ihsan sahipleri olduklarına işaret için Vacip Tealâ muhsinler üze­rine azaba bir tarik olmadığını beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; onların ihsanları onlara dünyada gelecek mezemmete ve âhirette olacak ukubete mani olacağından sair ihsan sahipleri gibi bunlara da azap olmayacağı beyan olunmuştur. Bunların Allah'ın ve Re­sulünün dinini ihyaya sa'yetmekle nasihatta bulunmaları ihsan sahipleri zümresine girmelerine sebep olup ve intizam üzere er-bab-ı İhsandan olduklarına işaret için zamir yerinde ism-i zahir olarak lâfzı varid olmuştur. Çünkü; ( bedelinde denilse olabilirdi. Ve lâkin bunların nasi-hatlan sebebiyle sahib-i ihsan oldukları bilinmezdi. Şu halde özür sahiplerine günah olmadığına cümlesi delildir. Mantıkça kıyas tertibi şöyledir: «Özür sahiplerinin har­be gitmediklerinden dolayı günah yoktur. Zira; onlar ihsan sahip­leridir. Her ihsan sahibine ise günah yoktur. O halde özür sahip­lerine harpten kaldıkları için günah yoktur» demek olur.

Hulâsa; kör1, topal ve hasta gibi ma'zur olanlara ve binide, azı­ğa muktedir olmayanlara harbe gitmediklerinden dolayı günah olmadığı fakat Allahü Tealâ ve Resulü için nasihat etmek şart ol­duğu ve bunları istisna etmek suretiyle harbe muktedir olanların harbe gitmeleri lâzım geldiği ve harbe gitmeyenlerin gidenlere duâ ve şeriata temessük etmek suretiyle erbab-ı ihsandan olup manevî imdad etmeleri icab ettiği bu âyetten müstefad olan feva-id cümlesindendir.[102]

 

Vacip Tealâ harbe gitmeye kaadir olamayanlardan üç sınıfı zikirden sonra dördüncü bir sınıfı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler üzerine dahi günah yok ki, onlar yüklerini yük­letecek ve binecek deve istemek üzere Habibim! Sana geldiklerin­de sen onlara «Sizi yükletecek deve bulamam» dediğinde onlar dönüverdiler. Halbuki gözlerinden yaşlar akıyordu. Zira; sarfede-cek harçlık bulamadıklarından kendilerini ihata eden hüzün sebe­biyle gözlerinin yaşlar mı tutamıyorlardı.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Ashabından yük develeri olmadığı için düşman karşısına gitmek ve yüklerini, yükletmek için senden deve istemek üzere sana gelip de sen de onlara devenin olmadı­ğını beyan edince kendileri sarfedecek harçlık ve deve bulama­dıklarına hüzünlerinden dolayı gözyaşlarını dökerek huzurundan geri dönenler üzerine dahi günah yoktur. Zira; ihlâs üzere harbe gitmek arzu ederlerdi ve lâkin hakikatta azığa ve binide kudret­leri olmadığından harbe gitmemekte ma'zurlardı. Binaenaleyh; harbe/gitmediklerinden dolayı günahkâr olmadılar, belki hüsnü-niyetleriyle me'curlardır. Çünkü; iktidarları olsa bilâtereddüd gi-, deceklerdi.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette zikrolunan fukara yla murad; nafakanın bazısına malik olup bazı diğerini ve binit bulamayanlar olmakla evvelki âyette beyan olunan, nafa­kadan hiçbir şeye malik olmayanlar olduğu cihetle evvelki âyette beyan olunanların başkasıdır. Şu halde harpten müstesna olanlar; dört sınıftır: Birincisi; çocuklar ve kadınlardır. İkin­cisi; hasta ve ma'lûllerdir. Üçüncüsü; harp için hiçbir tedarike malik olmayanlardır. Dördüncüsü; esbab-ı harp­ten bazısını bulup bazısını bulmayanlardır.

Bu âyet ensardan veyahut mutlaka ashaptan yedi kimse hak­kında nazil olmuştur. Çünkü; onlar Resulullah'tan harp için leva-zımat isteyip Resulullah da istedikleri şeyin olmadığını beyan edince son derece mahzun olmaları üzerine onları tesliye için Ce-nab-ı Hak bu âyeti inzal buyurmuştur.

İşbu âyât-ı celile; ahz-ı asker kanununun esasını teşkil eder. Zira; askere gitmek ve harbe hazır olmak kimler üzerine vacip olup, kimlere vacip olmadığını ve mükellefiyet-i askeriyeden kim­lerin muaf olduğunu beyan etmek hükümet için asker almak usu­lünü talim etmektir. Binaenaleyh; âyet; asker almak için bir düs-tur-u a'zamdır. Şu halde esası bu âyetle sabit olunca furuâtı icab-ı zamana ve nasm ahvaline göre tafsil olunur. Binaenaleyh; bazı zamana ve maslahata binaen hükümet teb'asmın bazı sınıfını hiz-met-i askeriyeden müstesna tutar ve bu da lâzımdır. ^.. Hulâsa; a'zar-ı sahiha sahiplerinin harbe gitmediklerinden do­layı kendileri için günah olmadığı bu âyetten müstefad* olan fevaid cümlesindendir.[103]

 

Vâeip Tealâ muhsinler   üzerine günah   olmadığını beyandan sonra kimler üzerine günah olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Envâ'-ı azab ancak şol kimseler üzerinedir ki, onlar ağniya-dan olup herşeye muktedir oldukları halde harbe gitmemek ve hanelerinde oturmak üzere senden izin isterler. Çünkü; bunlar es-bab-ı harpten herşeyi hazırlamaya muktedir oldukları halde aslı olmadık bazı özür beyan ederek harpten kalmak istemeleri nimet-i ilâhiyeyi küfran olduğundan azaba müstehak olmuşlardır ve bu­nun sebebi onlar muhaliflerle beraber olmaya razı oldular ve AI-lahü Tealâ onlarm kötü niyetleri ve çirkin amelleri sebebiyle kalp­lerini kapattı. Binaenaleyh; onlar emr-i cihadda olacak sevabı ve menfaati bilmezler.] Şu halde hayrı serden farketmez, birtakım behâim kabilindendirler ki, akıbetlerinin ne olacağını farketmezler.

Bu âyet; bihakkın harbe iktidarla beraber birtakım hile ve desiseyle harbe gitmeyenleri zem ve akıbeti bilmediklerini beyan­la behâime ihlak etmiştir. Binaenaleyh; harbe kudreti olduğu hal­de envâ'-ı hilelerle gitmemeye yol arayanlar ve yolunu bulup bi­rer bahaneyle kalanlar izzetinefisten mahrum kendi nefsine iftira ederek dünyada zilleti irtikâb ettikleri gibi âhirette dahi tnuazzab olacaklarına delâlet eder.[104]

 

ONBİRİNCİ CÜZ

 

Vacip Tealâ ma'zur olanların harpten kalmalarında zarar ol­madığını ve özrü olmadan yalan yere özür beyan ederek harbe git­meyenlerin mazmum olduklarını beyandan sonra bu misilli kim­selerin dermeyan ettikleri özürlerinin merdud olduğunu beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Harpten kalmak için isti'zan eden münafıklar siz harpten kurtulup onların tarafına dönüp geldiğinizde size birtakım Özür­ler beyan ve nifaklarını saklamak için harbe gidemediklerine esef izhar ederler. Yalan yere özür beyan etmek için onlar size geldik­lerinde Habibim! Sen onlara hitaben «Siz i'tizar etmeyin. Zira; intizarınızda biz sizi tasdik etmeyiz ve sizin sözünüze inanmayız. Çünkü; yalandır.   Sizin kalbinizde gizli ve beyninizde saklı olan haberlerinizden bazısını Ali ahu Tealâ bize haber verdi» demekle onların i'tizarlarını reddet, «Allahü Tealâ ve Resulü sizin amelinizi görür ve tevbe edip etmediğinizi bilir. Eğer tevbe ederseniz tev-benizi kabul eder ve tevbe etmezseniz azab eder. Allahü Tealâ ve Resulü amelinizi bildikten sonra sizi gaaibi ve hazırı bilici olan Allahü Tealâ'mn huzuruna reddeder ve reddolunursumız. Huzur-u ilahide her esrarınız meydana çıkar. Binaenaleyh; batıl itizarları­nızın cezasını görürsünüz. Çünkü; gizli ve aşikâr, hazır ve gaaib hiçbir şey Vacip Tealâ'mn ilminden hariç değildir. Şu halde sizin cümle amelinizi Allahü Tealâ size haber verir, günahlarınızdan mahcup olursunuz, ve lâkin fayda vermez, her zerresi hesab olu­nur ve cezasını çekersiniz] demekle onlara hakikati beyan et.

Münafıkların bu i'tizardan maksatları ehl-i imana olan buğz ve adavetlerini saklamak ve hıyanetlerini meydana çıkarmamak­tır. Çünkü; bunlar hain olduklarından her zaman hıyanetlerinin zuhurundan korkarlar. Binaenaleyh; birtakım asılsız i'tizarlarla kabahatlarını örtmek isterlerdi. Cenab-ı Hak bu âyette onların i'tizarlarını reddetmesini Habibine emretmekle onları rezil ve rüs-vâ kıldı ve yalan itizarların kabulüne çalışmakta bir fayda olma­dığını onlara bildirdi.

Cenab-ı Hak herkesin a'mâlini bilip gördüğünü beyanla âbid-Jcri ibadete terğib ve âsîleri isyandan tenfir buyurmuştur. Çünkü; Allahü Tealâ'mn bildiğini bilince herkes amelini ıslaha sa'y ede­ceği gibi iyiler iyiliğe devam eder ve kötüler de kötülüğünü terke sa'eyeder.[105]

 

Vacip Tealâ münafıkların i'tizarlarını beyandan sonra ma-kam-ı i'tizarda dermeyan ettikleri kelâmlarından bazılarını beyan etmek üzere buvuruyor,

[Ey müminler! Siz harpten dönüp münafıkların yanlarına gel­diğinizde sizin onlardan i'raz edip yüz çevirdiğiniz için yüz çevir­memenize sebep ararlar. Aîlahü Tealâ'ya yemin ederler ve sizi kandırmak isterler. Onlar sizi yeminle ikna' etmek isteyince siz de onlardan i'raz edin ve iltifat etmeyin. Zira; onlar necistir. Tıy­netlerinde necaset olduğundan te'diple taharet kabul etmezler ve onların âhirette makamları Cehennem'dir ve onların Cehennem'e girmelerinin sebebi kesbettikleri amelleri, küfür ve nifaklarının cezasıdır.] Zira; dünyada kesbettikleri kötülüğün cezası kötülüktür.

Münafıkların ve ehl-i imanın onlardan i'raz etmelerinden kor­kularına binaen yeminle kandırmaya çalıştıkları beyan olunmuş ve onların sakındıkları i'razla Cenab-ı Hak emir ve ferman buyur­muştur ki, korktukları kuyuya düşsünler ve hilenin harmanı olma­dığını bilsinler. Cenab-ı Hak onların necis olduklarını bildirdi ki, onları ıslaha çalışmak beyhude olduğunu ehl-i iman bilsinler. Çün­kü; ayn-ı necis debagatla taharet kabul etmez. Tıynetlerinde olan habasetin; onlara iltifata mani olduğu beyan olunmuştur ki, her zaman münafıklar ehl-i imanın iltifatından mahrum olsunlar. Açıktan kâfirlerin her zaman ıslahı kaabildir. Çünkü; mesleği ma'-lûmdur ye lâkin münafıkm hiçbir zaman ıslahı kaabil değildir. Zira; nifakı gizli ve mesleği malûm değildir.

Hulâsa; münafıkların yeminlerine inanmamak ve sözlerine aldanmamak lâzım ve onlar ayn-ı necis olduklarından nâşi onlar­dan i'raz etmek vacip ve onların amellerine ceza olarak âhirette makamları cehennem olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-Iesindendir.[106]

 

Vacip Tealâ münafıkların yeminlerinden maksatlarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Siz muharebeden geldiğinizde münafıklar sizi razı ve hoşnut kılmak için yemin eder ve yeminleriyle sizi kandırmak, isterler. Onlar yeminleriyle sizi kandırmak isteyince eğer siz onlardan razı olur ve yeminlerine aldanırsamz sizin rızanız onlardan Allah'ın gazabını def edemez. Zira; Allahü Tealâ fâsık olan kavimden razı olmaz.] Çünkü; Allah'ın emrine itaatla ahlâkını, necasete benze­yen ma'siyetten tathir etmeyen ve ahkâm-ı şeriattan çıkmış olan fasıklar Allah'ın düşmanlarıdır. Binaenaleyh; Allahü Tealâ onları sevmez. Şu halde sizin onları sevmeniz ve onlardan razı olmanız Allah'ın onlardan azabını defedemez.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile münafıkların ci­simlerinde necaset olduğu gibi ruhlarında dahi necaset olduğun­dan cisimdeki necasetten nasıl sakınmak lazımsa ruhta olan neca­setten daha ziyade sakınmak ve temizlenmek lâzımdır. Çünkü ruh­ta olan necaset; tabiat-ı insaniyeye' de sirayet ettiğinden ruhanî necaset kabilinden olan ahlâk-ı zemimeden kaçınmak daha evvel vaciptir. Binaenaleyh; ahlâk-ı zemime sahipleriyle ülfet etmekten şeriat bizi menetmiştir. Hatta Resulullah Medine'yi teşrif buyur­duğunda ashabına «Münafıklarla oturmayın ve onlarla konuşma­yın» buyurmuştur. İşte şu hadisiyle Resulullah ahlâkın sirayetine işaret ve ümmetini irşad etmiştir. Hele şu bizim zamanımızda ah­lâksızlığın ne kadar teammüm ettiği cümlenin malûmudur. . Bu­nun da sebebi ahaliye pişivâ olanların bazıları ahlâksız kimseler oldukları cihetle onların ahlâksızlığı halka sirayet ettiği gibi. lâyı­kıyla terbiye olmaması sirayeti daha ziyade takviye etmiştir.

Hulâsa; ehl-i imanı kendilerinden razı kılmak için münafıkla­rın yemin ettikleri ve eğer ehl-i iman onlardan razı olurlarsa Al­lahü Tealâ o misilli fasıklardan razı olmadığı cihetle müminlerin onlardan razı olmaları Allah'ın gazabını onlardan defedemeyeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[107]

 

Vacip Tealâ bilûmum münafıkların ahvalini beyandan sonra bilhassa bedevi olan münafıkların hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Bedevi ve çadır altında bulunan Arapların küfrü ve nifakı Medine'de bulunanların küfür ve nifaklarından' daha şiddetlidir. Zira; onlar ehl-i ilimle ülfet ve ünsiyet etmediklerinden Allah'ın Resulü üzerine inzal buyurduğu Kur'an'm ahkâmını ve hududunu bilmemeye daha ziyade lâyıklardır. Zira; Huzur-u Risaletle mü­şerref olmadıkları gibi nesâyih-i Resulü işitmediklerinden cahil­lerdir. Ve Allahü Tealâ kullarının kalplerinde olan şeyleri bilir ve tekâlifini tayinde hakimdir ki, her teklifi hikmete muvafıktır.]

Fahri Râzi ve Hâzinin beyanları veçhile haymenişin olan be­deviler ehl-i ilimle ünsiyet etmedikleri cihetle vahşetleri ve kasa-vet-i kalpleri fazla olduğundan küfür ve nifak üzere inat ve ısrar­ları daha ziyade olduğu beyan olunmuştur.

A'rab ; bedevi ve cahillere denildiğinden Medenî ve ehl4 ilme; Arap denilir, A'rab denilmez. Hatta medenî olanlara A'rap denilse gazab ederler. Binaenaleyh; Re-sulullah'ın «Araba muhabbet etmek imandandır» buyurduğu kavl-i şerifi Arap hakkındadır, A'rap hakkında değildir. Şu halde muhâ-cirîn ve ensara Arap denilir, lâkin A'rap denilmez. Çünkü; onlar merâtib-i din ve mezâyâ-yı insaniyede A'raba takaddüm ettikle­rinden tahkiri müş'ir olan elfazla tabir etmek onlar haklarında lâyık değildir. Zira; ashab-i kiramın ümmet-i Muhammediye için­de bir mevki-i mümtazları olduğu gibi indallah dahi kadirleri âlî olduğundan ehl-i bâdiyeye reva görülen tabiri onlara reva görmek münasip olamaz. Arab'a Arap denildiğinin sebebi; kavm-i Arap fesahat-ı lisanları sebebiyle muradlarını pek açık ifade ettiklerin­den Arap denilmiştir. Amma diğer kavimler gerçi kendi li-sanlarıyla maksatlarını ifade ederlerse de Araplar, derecesinde fesahata malik olmadıklarından Arap ıtlakına lâyık olamamışlar­dır. Hatta bazı hukemânın  «Rum kavminin hikmetleri dimağlarındadır. Zira; terkibat-ı acibeye kaadir değillerdir. Hintlilerin hikmetleri evham ve hayalâtlarmdandır. Yunanlıların hikmetleri kalplerindedir. Zira; ulûm-u akliyeyle iştigal ederler. Arapların hikmetleri lisanlarındadir. Zira; lisanları pek tatlıdır» dedikleri mervidir.

A'rab'ın beldeleri gaayet sıcak ve tabiatları kibir ve fahırla dolu olup huda-yı nabit gibi keyfemâyeşâ meydana geldiklerinden bir mürebbinin terbiyesi altında bulunamadıkları cihetle ahlâk-ı fasidenin .son derecesine malik olduklarından küfür ve nifakları ehl-i karye ve Medine'nin fevkinde olduğunu Cenab-ı Hak bu âyet­le beyan buyurmuştur. Çünkü; hudayı nabit meyvalar ve otlarla bahçelerde meydana gelen ve terbiye altında bulunanlar beyninde elbette fark vardır. Terbiye sıfatının herşeyde methali olduğundan Cenab-ı Hak Kur'an'ın birinci sûresinde zat-ı ülûhiyetinin âlem­lerin Rabbisi olduğunu ve âlemin her cüzünün terbiye-i ilâhiye-den müstefid bulunduğunu beyan buyurmuş ve bu cihete dair taf­silât Sûre-i Fatiha'da geçmiştir [108].

Bedeviyetin levazımından olan cehillerini, hudud-u ilâhiyeyi bilmediklerini beyanla küfür ve nifaklanyla beraber cahil olduk­larını sarahaten âleme ilânla zemmetmiştir.[109]

 

Vacip Tealâ bedevilerin   bazı hallerini   beyandan sonra bazı sınıfların hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[A'rap'tan bazı taife sarf ettiği parayı ve fukaraya vacip ve nafile olarak vermiş olduğu sadakayı sırf zarar sayar. Zira; âhi-rete imanı olmadığından sevabını itikad etmez ve ecir beklemez, belki zarardan başka birşey ümid etmez ve ey müminler! Sizin üzerinize musibetler ve belâlar gelmesine intizar eder. Eğer size musibet isabet ederse memnun olur ve fırsattan bilistifade size ihanetten de geri durmaz. Her ne kadar onlar size türlü türlü be­lânın gelmesini beklerlerse de daire-i belâ ancak onlar üzerine de­veran eder ve Allahü Tealâ kullarının münacâtını işitir ve niyet­lerini bilir ve onların niyetleri üzerine ceza verir.]

Beyzavî'nin beyanı veçhile cümlesi duâ ol­duğuna nazaran onların ehl-i iman hakkında gözledikleri belâyâ-nın kendi aleyhlerine nazil olmasıyla duâ ye belâyâya müstehak olan kendileri olduğunu ilândır; Yahut müminler hakkında nazil olmasını arzu ettikleri belâyânın kendilerine geleceğini haber ver­mekle onları tehdid etmiştir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile A'rab'ın ehl-i iman için bekle­dikleri belâya ile murad; müşriklerin galebe edip ehl-i imanın mağlûp olarak perişan olmalarıdır. Âyetto beyan olunduğu veçhile bu inhizam akıbet kendilerine vâki olmuş ve perişanlık ancak on­lara münhasır kalmıştır.-Şu halde münafıklar; ehl-i iman için kaz­dıkları kuyuya kendileri düşmüştür.

Şu evsaf-ı zemime sahibi olanlar A'rap'tan bazıları olup cüm­lesi bu itikadda olmadıklarına işaret için ba'za delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Çünkü; fukaraya sadakasını zarar addet­mek ve ehl-i imana belâyânın. gelmesini beklemek insafın harici olduğundan bu misilli insafsızlığa cüret eden A'rap'tan bazıları­dır, hepsi değildir. Belâyânın kendilerine dönmesi kendilerinin kötü niyetleri sebebiyle olduğuna işaret için Vacip Tealâ âyetin âhirinde sözlerini işitici ve niyetlerini bilici olduğunu beyan bu­yurmuştur.[110]

 

Vacip Tealâ A'rap'tan kötü olanları beyandan sonra mümin olanlar da olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[A'rap'tan bazıları Al lalı ü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete iman ederler ye fukaraya verdikleri sadakalarını indal1ah ibadet ittihaz ettiği gibi Resulullah'ın duası ve istiğfarı addederler ve agâh olun, uyanık bulunun ki, onların verdikleri sadakalar onlar için ibadet­tir. Halisen liveçhiHâh sadaka edenleri AIIahü Tealâ elbette rah­metine ithal eder. Zira; Allahü Tealâ kullarının kusurlarını affe­dici ve merhamet buyurucudur.]

Vacip Tealâ sadakasını zarar addedip sevap ümid etmeyenle­rin hallerini beyandan sonra iman ederek sadaka edenlerin rah-met-i ilâhiyeye nail olacaklarını beyan buyurmuştur. Çünkü; iman edenler sadakalarını ihlâs üzere verdiklerinden elbette ecre nail olurlar ve sadakalarım Resulullah'ın duasına vesile addettiklerin­den sa*dakaları haklarında ayn-ı tevbe ve istiğfar olur. Zira; sadaka edenlere Resulullah duâ ve istiğfar buyurdu. Binaenaleyh; sadaka alanların sadakayı verenlere duâ etmesi sünnettir, ve lâkin sale-vat lafzıyla duâ etmez. Çünkü salevatla duâ; enbiyaya mahsus ol­duğundan âhad-ı ümmete salevatla duâ olmaz, belki sair elfazla

duâ olur. Binaenaleyh; Resulullah'a, ile duâ olur, amma âhaddan bir kimseye denilmez.

Sevabını itikad ederek sadaka edenlerin itikadlarının sıhha-. tına ve sadakanın ibadet olduğuna şehadet ve şehadetin kuvveti­ne işaret olmak üzere harf-ı tenbih olan ve edat-ı tahkik olan lâfızlanyla buyurmuştur ve itikaad-ı sahih olmak üzere sadaka edenlerin rahmet-i ilâhiyeye duhulleri muhakkak olduğuna işaret için tahkika delâlet eden lâfzı ve rahmet her taraflarını ihata ettiğine işaret için zarfiyete delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Yani «İyi bilin ve agâh olun ki, o sadaka onlar için ibadettir. Binaenaleyh; Allahü Tealâ onları vakında rahmetine ithal eder» demektir.[111]

 

Vâeip Tealâ A'rap'tan mümin olanların rahmetine nail ola­caklarını beyandan sonra onlardan daha a'lâ olan ehl-i imanın mertebelerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dinini muhafaza için hicret eden muhacirler ve Resulullah'a Medine'de muavenet eden ensar-ı kiramdan birinci mertebede olanlar ve onlara iyilikle ittibâ' edenlerin amellerinden Allahü Tealâ razı oldu ve onlar da Allah'ın ihsan ettiği nimetlerden razı oldular ve Allahü Tealâ onlar için ebeden kalıcı oldukları halde altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. İşte şu Allah'ın onlar­dan razı ve onların da Allah'ın ihsanından razı olmaları ve onların ebeden Cennet'te kalmaları büyük bir necattır ki, insan için bun­dan büyük bir necat olamaz.]

Fahri Râzi, Hâzin, Nisâbûrî ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile muhacir ve ensardan sabık olanlar la murad; kîbleteyn ki, Beyt-i Mukaddes ve Kâ'be'ye namaz kılanlar veyahut Hudey-biye vak'asında hazır bulunanlar veyahut ashab-ı Resulullah'ın hepsidir. Zira; onlar Resulullah'ın sohbetiyle müşerref oldukların­dan ümmetin diğer efradını sebkat etmişlerdir. İmanda nisvandan cümle naşı sebkeden Hz. (Hatice) ve ricalden (Ebubekir) ve sıbyandan (Ali) ve köleden (Zeyd b. Harise) Hazaratıdır. Badehu Ebubekir Hazretlerinin delaletiyle (Osman b. Affan), (Zübeyr b. Avam), (Abdurrahman b. Avf), (Sa'd b. Ebi Vakkas) ve (Talha) İslâm olmuşlardır. Muhacirinden bunlar İslâm'ı kabulde sairleri­ne sebketmişlerdir. Ensardan (Es'ad b. Zürare), (Avf b. Malik), (Rafi b. Malik) Hazaratı İslâmiyeti kabulde sairlerine tekaddüm etmişlerdir. Zira; şu yayılan zevat Medine'den hac için geldiklerin­de Arafat'tan Mina'ya inince (Akabe-i Ûlâ) denilen mahalde Re-sulullah'a biat etmişlerdir. Ertesi sene on iki kişi ve üçüncü sene yetmiş kişi daha Akabe-i Ûlâda biat ettiler ve Resulullah Kur'an ta'limi için (Mus'ab b. Umeyr)'i Medine'ye gönderdi. (Mus'ab) delaletiyle Medine'de birçok kimseler İslâm oldular. Bu vukuatın

cümlesi hicretten evveldir. Âyette la murad; hicrette i ve nusrette sairlerine takaddüm edenler olmak ihtimalden baid değildir. Çünkü; gerek hicret ve gerek Resulullah'a yardım etmek büyük ibadet ve güzel mertebe olduğundan bunlarda sairlerine takaddüm edenlerin elbette faziletleri vardır. Binaenaleyh bu âyet; Ebubekir Hazretlerinin her cihetten efdal olduğuna delâlet eder. Zira; din-i İslâm'ı kabulde, hicrette ve Resulullah'a yardımda her­kese takaddüm ettiğinden herkesten efdaldir ve İlm-i Kelâm'da beyan ulunan da budur. Zira; enbiyadan sonra efdal-i nas (Ebu­bekir) Hazretleridir.

İhsan suretiyle ashaba tâbi' olanlarla murad; ashabın iman-. lan veçhile iman edip üâyevmilkıyavı onlara ıttibâ'la sünnet-i Re-sulullah'ı ihya ve onları hayırla zikrederek dua edenlerdir. Şu hal­de ashab-ı kiramı hayırla yad etmeyen ve onların meth ü senasın­da bulunarak duâ ile meşgul olmayanlar bu âyette beyan olunan vaad-ı ilâhiye müstehak olmayacaklarına bu âyet delâlet eder. Çünkü; âyette beyan olunan rıza ve cennetlere dahil olmak ve korktukları herşeyden kurtulmak manâsına olan jevz-i azım üç sınıf kimselere vaad olunmuştur : Birincisi; muhacirler, ikincisi; ensar, üçüncüsü; ihsan et­mek suretiyle onlara ittibâ' edenlerdir. Ashaba tâbi olan ahad-ı ümmetin onlara ihsanı; haklarına tecavüz etmemek, kadirlerini bilmek ve onları hayırla yad edip meth ü sena etmek ve dualarıyla meşgul olmaktan ibaret olduğu cihetle ihsan suretiyle ittibâ' et­mek nimet-i ilâhiyeye nail olmasının şartı kılınmıştır. Binaena­leyh; şu şarta riayet etmeyenlerin meşrut olan nimetlerden mah­rum olmalarını icab eder. Bunun içindir ki ashaptan herhangi bir zatın ismi zikrolunduğunda duâsıyla duâ etmek ehl-i İslâm arasında carîdir.[112]

 

Vacip Tealâ münafıkları ve onlardan iman edenleri ve ehl-i imanm ulularını beyandan sonra Medine etrafında bulunan müna­fıkların hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizin bulunduğunuz Medine etrafında A'rap'tan bazıları mü­nafıklardır. Medine ahalisinden bazıları dahi nifak üzere inad ve devam etmektedirler. Yâ Ekrem-er Rusül! Kemal-i fetanetin ve ferasetinle beraber sen onların nifaklarını bilmezsin, lâkin biz on­ların nifaklarını biliriz. Çünkü; onlar töhmet mevkiinden ihtiraz­da ve nifaklarını gizlemekte gaayet mahir olduklarından sana bil­dirmezler, ancak bizim ilmimizden saklamak ihtimalleri yoktur. Elbette biz onlara iki defa azab ederiz ve iki kere azaptan sonra Cehennem azabına reddolunurlar.]

Bunlar dünyada nas beyninde rezil ve rüsvâ olup, kabirde azab olunduktan sonra Cehennem azabına reddolunacaklarma bi­naen Cehennem azabından evvel iki kere azab olunacakları beyan olunmuştur ki, biri dünyada diğeri kabirdedir.

Medine ve etrafında bulunan münafıkların nifakı âdet ettik­lerinden  nifaktan  vazgeçip  tevbe  edemeyeceklerine   işaret   için buyurulmuştur. Çünkü merid ;   muannid ve şerir kimseye denir ki, «İnadı ve şerri kendine âdet ettiğinden vaz geçemiyecek bir tabiat halini almış» demektir. Binaenaleyh; münafıkların nifakından vazgeçmeyecek bir halde oldukları be­yan olunmuştur.[113]

 

Vâcip Tealâ münafıkların halini beyandan sonra tevbe eden­lerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu zikrolunan kimselerden başka bir kavim var ki onlar gü­nahlarını itiraf ettiler, başkaları gibi birtakım a'zar-ı kâzibeyle i'tizar etmediler. Kendilerinden vâki olan hatalarını itirafla tevbe ettiler. Onlar iyi amellerini kötü amellerine karıştırdılar. Onlar teybe edince Allahü Tealâ'nın tevbelerini kabul buyurması me'-mûldür. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenlerin günahlarını Örtmekle affedici ve dergâhına iltica edenlere ihsan edicidir.]

Vacip Tealâ münafıkların bazılarının İslâm'ı kabul etmelerin­den ve kusurlarını itiraf ettiklerinden dolayı meth ü sena buyur­muştur. Çünkü; insan için kusurunu bilip itiraf etmek büyük bir meziyettir. Münafıklardan bazıları da bu meziyeti iktisab etmiş-, lerdir.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu cemaat (Tebûk) gazasına gitmediklerine nedamet ettiler «Resulullah Medine'ye gelmeden biz nefsimizi direğe bağlarız. Resulullah çözmedikçe biz nefsimizi salmayacağız» demekle kendilerini Mescid-i Şerifin di­reğine bağladılar. Resulullah'ın âdeti seferden teşrifinde hane-i saadetine girmeden Mescid-i Şerifte iki rek'ât namaz kılar, bade­hu hane-i saadeti teşrif ederlerdi. Âdeti veçhüzere (Tebûk) gaza­sından avdetinde Mescid'e girip namazı edadan sonra bağlı olan­ların hallerini suâl edip hakikat-ı hâl hikâye edilince Resulullah «Allah'tan emir gelmeyince ben onları sahveremem. Zira; müslimînle beraber gazaya gitmediler, büyük kusur ettiler» buyurması üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Âyet nazil olunca Re-sulullah onları saldı. Onlar da «Yâ Resulallah! Elimizde olan ma­lımızı al, bizi tathir et» dediler. Resulullah «Ben sizin malınızı almakla me'mur değilim» buyurunca bundan sonra gelecek âyeti nazil olmuştur.

Bunlar kabule şayan bir şekilde tevbe ettiklerinden tevbeleri kabul olunmuştur. Çünkü hakikî tevbe; günahını itirafla geçmişe nedamet ve gelecekte işlemeyeceğine azmetmektir. Yoksa yalnız günahını itiraf etmek kabule şayan tevbe olamaz. Bunların itiraf ettikleri günahları; amellerinin iyisini kötüsüne karıştırmak oldu­ğu beyan olunmuştur. Zira; bunlar imanlarını zemm ü kadih, ta'n ve teşnia karıştırmışlardır. Yahut iyi amellerinin hepsini kötü amellerine karıştırmışlardı. Yahut gazevât-ı saireye gitmelerini (Tebûk) gazasına gitmediklerine karıştırmışlardı. Yahut halt bu âyette cemetmek manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Onlar iyi amelleriyie kötü amellerini kendi nefislerinde cemet-tiler] demektir. Çünkü; iyi amelin kötü amele karışması suret-i hakikiyede mümkün değildir, belki bir nefiste ikisinin cemolması suretiyle mümkün olabilir. Yoksa hakikatta meczetmek suretiyle mümkün olamaz. Zira amel; â'raz kabilindendir.

kelimesi; kullardan sudurunda şefcfce delâlet ederse de Vacip Tealâ'dan suduru vücuba delâlet eder, lâkin Vacip Tea-lâ'ya birşey vacip olmadığına ve bir kimsenin Vacip Tealâ'yı bir-şeyle ilzam edemediğine ve abdin daima korku ve ümid üzere bu­lunması lâzım olduğuna işaret için tevbenin kabulü şekke ve rica­ya delâlet eden kelimesiyle vârid olmuştur. Halbuki, tev­benin kabulü muhakkaktır. Çünkü; beyan olunduğu veçhiledan müstefad olan şek ve rica kullara aittir, Allahü Tealâ'ya râci' değildir. Zira; Allahü Tealâ sekten münezzehtir.[114]

 

Vacip Tealâ tevbelerinin   kabul olunacağını beyandan sonra tevbelerinin tekemmülüne işaret etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Tevbe edenlerin mallarından sadaka al ki, o sadaka sebebiyle işlemiş oldukları günahlarından onları sen tathir edesin ve sen zekâtını verenlere hayırla duâ et. Zira; senin onlara duan kalplerine sükûnet, ve rahattır. Sen onlara istiğfar et. Çünkü; senin istiğfarın onlara sebat ve karardır ve nefislerinin ıztıraptan selâmetine sebeptir. Allah u Tealâ kullarının münacâtını işitir, niyetlerini ve hâcâtını bilir.] Şu halde, Allahü Tealâ onla­rın günahlarını itiraflarını ve tevbeyle dualarını bilir, işitir ve ona göre cezasını verir. Binaenaleyh; insanın daima güzel cezaya se­bep olacak amele çalışması lâzımdır. Çünkü; ceza amele göre olun­ca, amelin güzelini kesbetmek elzemdir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile insanların mal cem'ine hırs ve tama'ı ve mala muhabbetlerinden hasıl olan gü­nahlardan temizlenmesi ve kötülere mukaarenetleri sebebiyle kalplerinde hasıl olan kötü ahlâk ve uygunsuzluktan taharet emr-i lâzım olup bunların, derunlarına arız olan günahlardan tevbeyle ve zahirlerine arız olan habasetten sadakayla temizleneceklerin­den Cenab-ı Hak evvelâ tevbelerinin kabulünü ve saniyen de mal­larından sadaka alınmasının lüzumunu beyan buyurmuştur.

Bu âyetin sebeb-i nüzulü; (Tebûk) gazasına gitmeyenlerdir. Çünkü; onlar tevbeleri kabul olunacağını bilince «Yâ Rasulallah! Bizi gazadan meneden inalımızdır. Malımızı al, bize mani olma­sın» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut âyet; mutlaka zekât hakkındadır. Buna nazaran zekât; günahlara kefa­rettir. Binaenaleyh; İmam-ı A'zam indinde sabinin malından zekât lâzım gelmez. Zira; sabilerin günahları olmadığından onlar için kefaret lâzım değildir, lâkin herhangi manâ murad olunursa olun­sun sadakanın günaha kefaret olduğuna âyet sarahatla delâlet eder. Zira; günahkârların mallarından alınacak sadaka sebebiyle onların tathir ve tezkiye olunacakları âyette açıktan beyan olun­muştur.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile sadakayı alan kimsenin sadakayı veren kimseye duâ etmesi sünnet olduğuna âyet delâlet eder. Zira; zekâtım veren kimselere duâ etmesini Cenab-i Hak Resulüne emretmiştir. Çünkü saIât duâ manasınadır.[115]

 

Vacip Tealâ tevbe edenlerin tevbelerinin kabul olunacağını beyandan sonra âsîleri tevbeye teşvik etmek üzere buyuruyor.

[Günahlarını ikrarla tevbe edenler; Allahü Tealâ kullarının tevbesini kabul edip mallarından sadaka kabul ettiğini ve Allahü Tealâ'nın tevbe edenlerin tövbelerini ziyadesiyle kabul ve kulla­rına in'âm ve ihsan ettiğini bitmediler mi?]

Yani; tevbeyle dergâh-ı ülûhiyete iltica edenler bilmediler mi ki, Allahü Tealâ kullarının tevbelerini kabul ve günahlarını afla sadakalarını dahi kabul ettiğini? Elbette bildiler ve bilmek de lâ­zımdır. Zira; Allahü Tealâ ihlâs üzere tevbe edenlerin tevbesini her zaman kabul eder ve birrızâ sadaka verenlerin sadakalarının alınmasıyla resulüne emreder. Allahü Tealâ üzerine kulunun tev­besini kabul etmek vacip değildir. Eğer tevbeyi kabul etmek va­cip olsa kabul etmediği takdirde mezmum olması lâzım gelirdi. Lâkin mezmum olması batıldır. Şu halde Allahü Tealâ üzerine tevbe kabulü vacip olmak da batıldır. Binaenaleyh tevbeyi kabul; lutf-u ilâhi olduğuna işaret için tevvâb ve rahim olduğunu beyan etmiştir.

Cenab-ı Hak sıdıkla tevbe edenlerin tevbelerini kabul buyu­racağını vaad etmiştir. Zira; âsînin isyanından zarar ancak kendine ait olup Allahü Tealâ'ya birşey ait olmadığından isyandan iba­dete rücû' edenin rücû'unu kabul buyurur.

Hulâsa; Allahü Tealâ'nm kullarından tevbe edenlerin tevbe-lerini ve hüsn-ü rızâ ile fukaraya sadaka edenlerin sadakalarını kabul edeceği ve tevbe edeceklerin bu manâyı bilmeleri lâzım olupj bilmemek kabahat olduğu ve Allahü Tealâ'nm kullarına kemâliyle merhamet edici öldüğü" bîrâyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[116]

 

Vacip Tealâ tevbe edenlerin tevbesini kabul buyuracağını be­yanla tevbeye terğib buyurduktan sonra tevbe etmeyenleri tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Tevbeden imtina' eden kimselere hita­ben sen de ki, »Siz istediğinizi işleyin, bildiğinizden geri kalma­yın. Zira; Allahü Tealâ, resulü ve müminler sizin amelinizi görür ve bilirler ve siz yevm-i kıyamette elbette gizli ve aşikâr herşeyi bilen Allahü Tealâ'nm huzuruna reddolunursunuz. Şu halde, Al­lahü Tealâ sizin her esrarınıza ve işinize muttali' olunca siz her ne ki, amel ettinizse onun hepsini birer birer size haber verir ve amelinize göre mücâzât eder. Şu halde geçmiş günahlarınıza tevbe ve gelecekte iyi amel işlemekle nefsinizi azaptan kurtarmak sizin için lâzımdır. Binaenaleyh; işlediğinizi işleyin» demekle onları tehdid et ki, akıbetlerinin ne olacağını bilsinler.]

Bu âyet-i celilenin tevbe edenlere hitab olması ihtimali var­dır. Buna nazaran amele devam ve amellerini ıslah .etmelerini emir ve tavsiyedir. Çünkü; Allahü Tealâ herkesin amelini görüp bilince ve akıbet huzur-u ilâhisine varıp birer birer amellerini tekdir suretiyle haber verecek olunca âkil olan kimse elbette amel defterinin ıslahına gayret eder ve güzel defterle huzur-u Bârî'ye varmaya   sa'yeder   ki,   nefsini   mehlekeden   kurtarsın   ve   ebedî

azaptan halâs olsun. de bulunan lâfzı umum ma­nâsına olduğundan Allahü Tealâ'nın herkesin amelinden her cüz'-ünü haber vereceği ve hiçbir zerresi kaybolmayacağı ve herbirine ayrı ayrı mücâzât edeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir.[117]

 

Vacip Tealâ münafıkların ahvalini ve sıdk'la tevbe ederlerse tevbelerinin kabul olunacağını beyan ettiği gibi gazaya gitmeyen bazı kimselerin hallerini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i Medine'den bir kavm-i âhaı- ve bir taife var ki onlar Resulullah'la gazaya gitmediklerini çirkin addettikten sonra hükm-ü ilâhi ve kaza-i sübhânîyi gözleyicilerdir. Ve âkibet-i emir­lerinin ne olacağını bilmezler. Çünkü; onlar hakkında hükm-ü ilâhi ikidir. Ya Allahü Tealâ onları ta'zib eder, eğer onlar isyan üzere ısrar ederlerse. Veyahut Allahü Tealâ onlara tevbe muvaf­fak kılmakla tevbelerini kabul eder. Zira; Allahü Tealâ kullarının hallerini bilir ve ilmi veçhüzere hükmeder. Binaenaleyh; onlara verilen ceza ile hükmü hikmete muvafıktır.] Çünkü; ilmi kafi üzere bir hükümdür ki, hata ihtimali olamaz.

Fahri Râzi, Hâzin ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile bu âyette lâfzından müstefad olan şekk ibada râci'dir. Zira; Allahü Tealâ sekten münezzeh ve müberrâdır. Muharebeye gitmeyenler ve sair maâsîyi irtikâb edenlerin korkuyla ümid arasında yaşaması

lâzım olduğuna işaret için şekke delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Hatta ashaptan bazı kimseler «Şu gazaya gitmeyenler helak oldu» dediler ve bazıları da «Allahü Tealâ mağfiret eder» ümidinde bulundular ve bu tereddüd ve şek elli gün devam etti. badehu tevbelerinin kabulüne dair âyet nazil oldu. Binaenaleyh; nasın şekki zail olmuş ve ortadan dedikodu kalkmıştır.

Bu âyet (Kâ'b b. Malik), (Mirare b. Rebi') ve (Hilâl b. Ümey-ye) haklarında nazil olmuştur. Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu zevat (Tebûk) gazasına gitmemişlerdi. Resulullah avdetinde gitmediklerinin sebebini suâl buyurunca «Hatiemizden başka bir özrümüz yoktur» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervi-dir. Bu âyetin nüzulünden sonra Resulullah naşı bunlarla konuşup görüşmekten ve ihtilâttan menetti, hatta haremleriyle bile ihtilât-tan menetmiştir. Yalnız (Hilâl b. Ümeyye)'nin haremi, (Hilâl) ihtiyar bir koca pir-i fanı olduğu cihetle yemeğini getirmeye Re-sulullah'tan izin istedi, Resulullah da ona izin verdi. Fakat bu kimseler üzerine yeryüzü dar geldi. Hatta (Hilâl) o kadar ağladı ki, gözlerine zaaf arız oldu. Bu hal üzere bunlar niyetlerini tashih ederek Allah'a umurlarını havaleyle zuhurata tâbi' oldular. Bina­enaleyh; elli gün sonra tevbelerinin kabulünü mübeyyin âyet na­zil oldu, onlar da hüzün ve kederden halâs oldular. Bunlar gazaya gitmediklerine nedamet izhar ettikleri halde onlar hakkında ya tevbe etmek veya azab olunmak beyan olununca mücerret neda­metlerinin tevbe olmadığına delâlet eder. Çünkü; bunların neda­metleri Resulullah eza eder zannıylaydı. Yahut nastan. utandıkları içindi, yoksa gitmediklerini günah saydıklarından değildi. Eğer günah olduğunu itiraf ederek nedamet olsaydı tevbe-i sadıka olur ve elli gün kadar bir müddet de mütereddiülhâl olarak ye's ü ma­tem, hüzün ve elem içinde kalmazlardı. İşte bu elli gün içinde halkta birçok dedikodular vâki oldu. Onlar tevbelerini tashih et­tiler ve kabulüne dair olan âyet de geldi. Şu halde tevbe-i sadıka; günahın günah olduğunu itiraf ederek tevbe olmak lâzımdır; yok­sa nasa karşı çirkin birşey, olmak veya hapisten korkmak veyahut akrabaya ve ahbaba karşı mahcup olmak gibi garazlara binaen kusuruna nedametin tevbe olamayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[118]

 

Vacip Tealâ münafıkların kötü hallerinden bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklardan bazıları dahi sol kimseler ki, onlar mümin­leri zararîandırmak ve kendileri küfretmek, Allah'a ve Resulüne bundan evvel ilân-ı harbeden kimseyi gözlemek ve ehl-i iman ara­sına tefrika koymak için yeniden bir mescid bina ettiler ve onlar il Bizim mescid yapmaktan maksadımız olmadı, ancak iyilik oldu» diyerek elbette yemin ederler. Allah da şehadet eder ki, onlar ye­minlerinde muhakkak yalancılardır.]

Mescid-i Dırar'ı yapanlar (Ehl-i kuba) içinde bulunan müna­fıklar olup (Mescid-i Dırar) da (Mescid-i Kuba) ya yakın bir ma­halde idi. Bunu yapmaktan maksatları; Mescid-i Küba'nın cema­atını azaltmak ve müminler beynine tefrika koymakla zararlan-dırnıaktı.

Allah'la ve Resulullah'la muharebe eden (Ebu Âmir) in on­lara gelip imam olmakla küfriyat ve nifaklarını o mescidde icra edip ehl-i imana karşı orada bir cemaat peyda etmek üzere (Ebu Âmir) in gelmesine intizar ederlerdi. Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile (Mescid-i Dırar) ı bina edenler on iki münafıktır. (Mescid-i Kuba) yi bina edip Resulullah o makamı teşrif ederek müminlerin şereflenmesine karşı kendileri de bir şeref tutarak müminlere kar­şı bir mevki ittihaz etmek ve Mekkelilerin (Darünnedve) si gibi orayı bir (Darünnedve) yapıp müminleri ikiye bölmek ve efkâr­larını dağıtmak üzere yapmışlardı. (Ebu Âmir) rahip bir kâfirdi ki, Allah'la ve Resulullah'la muharebe ederdi. Bunlarla eskiden dostluklarına binaen «Bir mescid yapın ben oraya geleceğim, eğ-leşeceğim» diyerek haber göndermişti. Fakat (Huneyn) muhare­besinde münhezim olarak firar etti ve Şam'a gitti ki, Kayserle gö­rüşüp asker alacak, Medine'ye gelip Resulullah'la muharebe ede­cekti ve o gidişinde garip, naip ve hâsir olarak öldü ve canını Cehennem'e ısmarladı. Ebu Âmir bu gidişinde onlara haber gönderdi. Onlar da bu haber üzerine mescidi yapıp onun gelmesine intizar ettiklerini Cenab-ı Hak bu âyetle haber verdi. Münafıklar şu mak-sad-ı .meranetlerini setretmek üzere Resulullah'a geldiler ve dedi­ler ki, «Yâ Resulallah! Kör, topal ve alil kimseler var. Onların kolaylıkla namaz kılmaları için mescid yaptık. Teşrif buyursan namazı kılsan da teşerrüf etsek» demeleri'üzerine Resulullah «Se­fer tedarikindeyim, geleyim de namaz kılarım inşaallah» buyurdu. Tebûk gazasından avdetinde Medine'ye- karib bir mahalde müna­fıklar istikbal ettiler ve Resulullah'ı Mescid-i Dırar'a davet etme­leri üzerine bu âyet nazil olunca Resulullah (Vahşi) Hazretleriyle diğer üç zata mescidin yıkılıp enkazının yakılmasını emir buyur­du. Emr-i Resulullah üzerine mescid, Hz. Vahşi tarafından yıkıl­dı ve enkazı yakıldı ve yeri herkesin çöplük mahalli oldu.

Resulullah Medine'yi teşrifinde (Ebu Âmir) Resulullah'a bazı şeyler suâl edip Resulullah cevap verince (Ebu Âmir) «Herhan­gimiz yalancıysak garip ve yalnız olarak vefat etsin» deyip Re-sulullah'ın da «Âmin» dediği ve bu duanın eseri olarak Şam civa­rında (Kansirin) denilen mahalde yalnız olduğu halde helak olup cenazesi başında hiç kimsenin bulunmadığı mervidir.

Bunlar her ne kadar «Bizim maksadımız kör, topal gibi Mes­cid-i Resulullah'a gitmeye iktidarı olmayan müminlere bir iane ve yardım etmektir» diyerek yemin etmişlerse de Cenab-ı Hak on­ları tekzib etmiş ve maksatları fitne ve fesad olduğunu beyan buyur­muştur. Çünkü; âyette beyan olunan dırar, küfür ve tefrikadan ve (Ebu Âmir) gibi bir düşmanın gelmesine intizarları ayrı ayrı bi­rer fitneden başka birşey değildi. Zamanımızda bazı karyelerde bir cami varken başkaca yapılan mescidlere de hemen mescid-i dırar denilebilir. Çünkü; camiin cemaatına köy halkı kâfi gelmez­ken ve yalnız bir camiin mühimmatını ve imamını idareden âciz­ken yeniden bir mescid bina etmek ahaliyi tefrikaya düşürmek ve birçok umur ve hususta ayrılık icad etmek ve yekdiğerine karşı buğz ve adavet tohumu saçmaktan başka bir faydayı müfid olma­dığı görülmektedir. Binaenaleyh; mescid çoğaltmaya sa'yetmektense cemaatını çoğaltmaya sa'yetmek elbette evlâdır. [119]

 

Vacip Tealâ Mescid-i Dırar'ın ne gibi maksada mebni yapıldı­ğını beyandan sonra bu gibi mei'sedet üzerine bina olunan mescid-de namaz kılmaktan Resulünü nehyetmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-cr Rusül! Sen Mescid-i Dırar'da namaz kılmak için asla kaaim olma. Zira o mescid; hud'a, tezvirat ve zarar için bina kılındığından senin onda bulunmana ve namaz kılmana şa­yan değildir. Ve zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, (Mescid-i Küba) maharimden içtinab etmek ve rızâ-yı Barî'yi kazanmak için bina kılınmış bir mescid-i mukaddes olduğundan bina kılındığı günden itibaren senin kıyamına ve namaz kılmana lâyık ve mü­nasip bir mescid-i muazzamdır ve o mescid-i takvada birtakım er­kekler vardır ki, onlar taharete kemâl-i dikkatla muhabbet eder­ler ve Allahü Tealâ kemâl-i dikkatla taharet edenlere muhabbet eder ve onları sever.]

Bu âyette esas takva üzerine bina kılınan mescidle murad; Mescid-i Nebevi, olmak ihtimali varsa da âyetin evveli ve âhiri Mescid-i Küba olmasına delâlet eder. Binaenaleyh; müfessirlerin çokları (Mescid-i Küba) olmasıyla tefsir etmişlerdir.

Ehl-i Küba; taşla istincadan sonra suyla istincaya devam et­tiklerinden veyahut geceyle cünüp olarak uyku uyumadıklarından Cenab-ı Hak onları meth ü sena buyurmuş ve onlara muhabbetini beyan etmiştir. Çünkü; Resulullah ehl-i Küba'ya «Allahü Tealâ sizi taharetinizden dolayı sena buyurdu. Taharete dair ameliniz nedir?» buyurduğunda onlar «Suyla istinca ettiklerini» beyan et­meleri kütüb-ü ahadiste mezkûrdur. Zahirde taharet lâzım olduğu gibi batında dahi taharetin lüzumuna âyet-i celile delâlet eder. Çünkü; Cenab-ı Hak münafıkları (Mescid-i Dırar) bina etmeleri ve tefrika koymaya çalışmaları ve sair ahlâk-ı fasideleriyle zem­mettikten sonra müminleri   sena buyurması onların   muttasıf oldukları küfür, nifak, ehl-i imanı izrar ve tefrika gibi ahlâk-ı fasi-delerin zıddı olan ahlâk-ı hamideyle muttasıl olmakla taharet-i batıniyeyle tahir olmalarından dolayı senaya müstehak oldukları­na delâlet eder ve insan için lâzım olan zahiri ve batını tahir ol­maktır. Çünkü Allah'ın senasına istihkak; her iki cihetle tahareti icab eder. Zira; zahiri ve batını mülevves olan kimse sena-yı ilâ­hiye müstehak olamaz.[120]

 

Vacip Tealâ Mescid-i Dırar'ı ihdas eden münafıkların halleriy­le Mescid-i Küba'yı ihdas eden müminlerin hallerini beyandan sonra her ^iki fırkanın ahval-i maneviyelerini mahsusata teşbih ta-rikıyla beyan etmek üzere buyuruyor.

[Bünyan-ı dinini Allah'ın gazabından saklayan kaide-i muh­keme üzerine tesis eden kimse mi hayırlıdır, yoksa bünyan-ı dini­ni sel suyuyla çukurlaşmış ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yar ucuna bina edip de o bina sebebiyle narı Cehennem'e düşen kimse mi hayırlıdır? Elbette binasını sağlam temel üzerine kuran hayırlı­dır. Halbuki AUahü Tealâ zalim olan kavmi salâh ve necatlarına irşad etmez.]

Takva; günahlardan kaçınmak ve emrolunan şeyi işle­mekten ibaret olduğu cihetle yıkılmaz bir burç ve sarsılmaz bir temel gibi olduğundan takva üzerine bina kılınan her amelin zayi olmayacağına işaret olunmuştur. Amma takvanın gayrı herşey üzerine bina kılman, esassız ve yıkılmaya yaklaşmış bir harabe üzerine bina kılman ebniye .misilli her zaman yıkılmaya hazır gibi zayi olacağına dahi işaret olunmuştur.

kenar, ve taraf manasınadır.  attı boş çukurlaşmış olan bir methaldir ki yıkılmaya müheyyadır.

düşücü ve düşmeye yakın olan şeydir. Buna nazaran manâyı na­zım: [Binasını düşücü ve altı boş bir mahal üzerine bina edip de o bina ile beraber kendi de düşen kimse, sağlam temel üzerine bina eden kimseyle bir olabilir mi? Elbette olamazJ demektir. Çünkü; çürük temel üzerine bina eden kimsenin ebniyesi her za­man yıkı] ip harab olmaya hazır olduğundan ebniyenin sahibi de ebniy'eyle bereber enkaz altında helak olur. Amma sağlam temel üzere ebniye ihdas eden bunun aksine ebniyesiyle beraber payidar olacağı şüphesizdir.

İşte şu teşbihten anlaşıldığı veçhile (Mescid-i Küba) ahalisi dinlerini sağlam bir usul ve riyadan hâlî bir itikad üzerine bina ettikleri ve her işlerinde rıza-yı Barîyi aradıkları cihetle onların dinleri ve amelleri sağlam temel üzerine yapılmış bir bina gibi, yı­kılmaz bir saraya benzer. Amma (Mescid-i Dırar) ahalisi dinle­rini birtakım evham ve hayalât üzere tesis edip amellerini itikad-ı fasid ve nifak üzere bina ettiklerinden çürük temel üzerine yapılan ebniyeye benzer ki, her zaman harab olmaya hazır ve fasiddir.

Cenab-ı Hak bu âyette ma'kul olan dini mahsus olan binaya teşbih buyurmuştur ki, nas hakikati kemaliyle anlasın, bir diyece­ği kalmasın.

Hulâsa; iki bina ki, birini yapan binasıyla Allah'ın rızasını kasdeder, diğer birini yapan binasıyla küfür ve ma'siyet kasdeder. Elbette evvelki bani ve binası ikinci bani ve binasından hayırlı­dır. Binaenaleyh; evvelki bina hayırlı olduğundan ibkası vacip­tir, amma. ikinci bina hasis ve fesad üzere bina kılındığından yı­kılması lâzımdır. Nitekim Mescid-i Dırar da Rasulullah'ın emriyle yıkılmıştır.[121]

 

Vacip Tealâ münafıkların yaptıkları (Mescid-i Dırar) hakla­rında şek olup Resulullah'a' buğz ve adavete sebep olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıkların yaptıkları (Mescid-i Dirar) haklarında şek ol­makta devam etti, zail olmadı. İllâ kalpleri parça parça olup idra­ke kaabiliyetleri kalmadığında sekleri zail olur.] Zira; kalpleri Cehennem ateşiyle parçalanınca şekkedecek bir cihet kalmaz ve mescidin yıkılması onların Resulullah'a buğz ve adavetlerini art­tırdı, fakat bu şek ve adavetin devamı onlar katlolunmak veya kabirde çürümek yahut Cehennem ateşiyle yanmak suretleriyle kalpleri parça parça oluncaya kadar devam eder. Kalpleri parça-j landıktan sonra sekleri ve adavetleri de kalmaz. [Kullarının her esrarına muttali' olan Allahü Tealâ onların niyetlerini bilir ve on­ların mcscidlerinin yıkılması emri hikmete muvafıktır.] Onların mescidi binadan maksatları, ehl-i iman araşma fitne ve fesad koy­mak idi. Şu halde bu maksad-ı mel'anete esas ve alet ittihaz et­tikleri binayı yıkmak elbette maslahata muvafıktır. Zira; fesat üzere bina olunan şey fasid olduğundan bekası caiz olamaz. Bi­naenaleyh; Mescid-i Dırar'ın yapılmasıyla yıkılması bir oldu. İşte bunun gibi fesad üzere müesses olan herşey heı zaman payidar olamaz.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran (Mescid-i Dı-rar) ı bina eden münafıklar şu binalarına gayet mesrur ve mağ­rur olmuşlardı ve Mescid-i Küba'dan başka bir mescid binasına mübaşeretleri halis mümin olmadıklarına delâlet etmişti ve Re-sulullah'ın yıkılmasıyla emredip yıkılınca daima şek ve korku içinde bulunurlardı. Çünkü; kalplerindeki gizli nifaklarına Re-sulullah'ın vakıf olması ve maksad-ı mefsedetlerini bilmesi onları hayrete düşürmüş ve haklarında rüsvâ edecek bir emrin dahi zu­hur etmesi endişesi onları rahatsız bırakmıştı. Çünkü; işi hile ola­nın akıbeti daima ıztırap ve telâştan hâlî olamaz ve neticesi de yı­kılıp baştan başa harab olmaktan başka birşey değildir.[122]

 

Vacip Tealâ münafıkların    hallerini beyandan sonra cihadın faziletini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ müminlerden    canlarını ve mallarım    Cennet mukaabilinde    satın aldı ve nefisleri bedelinde    Cennet verdi.]

Çünkü; Allahü Tealâ'nın rızası için mallarını sarfederek mücahe-de edip hayat-ı dünyayı feda etmek suretiyle şehid olanlara çalış­malarına mükâfat olarak Cennet'i ihsan etmek onlar için lutf-u ilâhidir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran Vacip Tealâ ile kulları beyninde vaki olan şu akitten maksad; Cennet olduğuna işaret için maIimebi ; can ve mal olmuş ve onun mu­kabilinde para Cennet kılınmıştır. Çünkü bir malı, satmaktan maksat; mukaabilinde alınacak para olduğundan Cenab-ı Hakkın müminlerin mallarını ve canlarını Cennet mukaabilinde iştira et­tiğini beyan buyurması şu iştiradan maksadın Cennet olmasına delâlet eder. Mücerret Vacip Tealâ'nm Cennet'i vaadine itimad ederek mal ve canlarını sarfa müsaraat etmeleri kemâl-i imanları neticesi olup Cennet'e vusulleri muhakkak gibi olduğuna işaret

için tahkika delâlet eden lâfzı hususiyete delâlet eden zarf-ı takdimle varit ve bu vesileyle ehl-i imana büyük müjde vâki olmuştur. Çünkü; satıcı Allahü Tealâ olduğu gibi alıcı dahi Allahü Tealâ'dır. Şu halde müminler çocuk mesabesinde olduğundan Aİ-lahü Tealâ akdin her iki cihetine mütevellidir. Binaenaleyh; akdin nakzı ve feshi kaabil olmadığından sağlam bir akiddir ki, pazarlık bitmiş semen olan Cennet lâzım gelmiştir. Binaenaleyh, sıdk u hulûsla Allah'a ve Resulüne itaat edenlerin taatları rızaya muva­fık olduğu takdirde onlar için Cennet muhakkaktır.

Bu âyetin sebeb-i nüzulü; ensar-ı kiramdan yetmiş kişi (Leyle-i Akabe)'de Resulullah'a biat ettiklerinde (Abdullah b. Ravahe) «Yâ Resuîallah ÎRabbin ve nefsin için dilediğini şart kıl» dedi. Re-sulullah da «Rabbim için ibadet edip şirketmemenizi ve nefsim için de kendi nefsinizden ve malınızdan menettiğiniz şeyi benden de menetmenizi şart kılarım» buyurunca ensar-ı kiram hazaratı biz bunu işlersek bizim için ne vardır?» demeleri üzerine Resulul-lah «Cennet vardır» dedi. Ensar-ı kiram da_ «Biatimiz ticaret etti, bunu ikaale etmeyiz» demeleri üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bu âyette şira ; temsil kabilindendir. Çünkü; hakikatta bey' ü şira'dan Cenab-ı Hak münezzehtir. Zira herşey; Allah'ın mülkü­dür. Bir kimsenin kendi mülkünü iştirası mümkün olamaz. Şu ka­dar ki, kullarının malları ve bedenleriyle ibadetleri mukaabiline Vacip Tealâ'nın Cennet vereceğini vaad etmesi pazarlık suretinde bir alış veriş gibi olduğundan insanların malları ve canları mukaa-bilinde Cennet vermesine iştira tabir buyurmuştur.. Yoksa haki­katta iştira yoktur.[123]

 

Vacip Tealâ müminlerin nail oldukları dereceye vasıl olmala­rının sebebini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah rızası için o müminler düşmanlarla mukaatele ederler. Binaenaleyh; katlederler ve kendileri katlolunarak şehid olurlar ve şu mukaatele bedelinde müminlere verilen Cennet Tevrat, İn­cil ve Kur'an'da AUahü Tealâ üzerine şahit bir vaad-i ilâhi oldu ki, vukuu kafidir ve Allahü Tealâ'dan ziyade ahdini kim ifa ede­bilir? Hiç kimse Allah'ın ahdini ifası gibi ahdini ifa edip yerine getiremez. Çünkü; nakz-ı ahid kullardan bile ayıp ve kabahattir.

Şu halde Allahü Tealâ hakkında ahdîni bozmak tasavvur oluna­maz. Ey müminler! Allahü Tealâ'nin vaadi birçok te'kidlerle vâki olup bozulmak ve o vaadden dönmek ihtimali olmayınca Allah'la vaki olan mubayaanızda izhar-1 sürür edin ve sevinin. Çünkü; bir alış veriş ki, onda külli ticaret var, bozulmak ve dönmek ihtimali yok ve sarfedilen para mukaabilinde alınacak şey Cennet'tir. Buna ne kadar ferah olunsa değeri ve kıymeti vardır. Binaenaleyh; böy­le kârlı mubayaa üzerine terettüb eden netice izhar-ı şadümanî-dir. İşte şu ticaret olan Cennet'e vusul sevilmeyen şeylerin cemi-inden büyük kurtuluştur.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile müminlerin beziettikleri mal­ları ve bedenleri mukaabilinde kendilerine va-ad olunan Cennet'e istihkaklarının sebebi; onların Allahü Tealâ yolunda düşmanlarıy­la mücahede edip düşmanlarını öldürüp gaazi olmak veyahut ken­dileri ölüp şehid olmaktır. İşte şu sa'yterma mukaabil Allahü Te­alâ onlara muhakkak olarak Cennetini vaad etti, o vaadi yalnız bir kitapta değildir, belki Tevrat, İncil ve Kur'anın hepsinde mev­cuttur. Bu vaadin kütüb-ü ilâhinin cümlesinde mezkûr ve enbiya­nın cümlesi şahit olduğuna işaret için şu üç kitapta müspet olduğu beyan olunmuştur. Çünkü bu üç kitap; cümle kitapların ahkâmını camidir.

Bu âyette müminlerin şanlarına ta'zîm ve kadirlerini terfi' ve meziyetlerini âleme ilân için gaaipten hitaba iltifat olunmuştur. Çünkü; mertebe-i gaaipten izzet-i huzura yükselmek elbette şeref­lerine delâlet eder. Nail olacakları derecenin pek büyük olduğuna işaret için netice-i hükmü beyanda baide mevzu olan ism-i işaret varid olmuştur. Zira fevz-i azîm ukul-ü beşerin idrak edemeyeceği bir mertebe-i uzmâ olduğuna delâlet etmesi için azamet-i şana de­lâlet eden lafzıyla varid olmuştur ki, mücahitlerin nail olacakları derecelerin en büyüğü olduğuna delâlet etsin.

Hulâsa; ehl-i imanın bedenleri ve malları mukaabilinde vaad olunan Cennet'e nail olmaları Allahü Tealâ ile beyinlerinde cere­yan eden pazarlık suretinde bir ahid ve mukaavele neticesi oldu­ğu ve bu ahdüzere müminler sebat ettikçe Allahü Tealâ'nm vaa­dinde asla hulfolmayacağı ve bu bey' ü şira suretinde' cereyan-ı muamele müminler için beşaret olduğu ve ibadetinin kabulüyle Cennet'e dahil olmak ve bütün mekârihten kurtulmak büyük ne­cat olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[124]

 

Vacip Tealâ Cennet vaad ettiği müminlerin evsaf-ı memduha-lannı beyan etmek, üzere buyuruyor.

[Kendilerine Cennet vaad olunan müminler şol kimseler ki onlar günahlarından tevbe ve Allahü Tealâ'ya ibadet ve nimete şükredicij cihad ve tahsil-i ilim için seyahat ve namazlarında rükû' ve sücud edici ve nasa iyi olan şeylerle emir, kötü olan şeylerden nehyetmekle beraber hudud-u ilâhiye ve ahkâm-ı Kur'aniyeyi hıf-zedicilerdir. Şu halde Habibim! Müminleri sen tebşir et.] Zira; şu beyan olunan dokuz sıfat kendisinde olan kimselere Cennet vaad olunmuştur. Binaenaleyh; onlar Allahü Tealâ'ya ahidlerini ifa ederlerse Vacip Tealâ vaadini incaz buyurur.

Yani; bilkülliye ma'siyetten tevbe ve istiğfar edenler için Cen­net vardır. Çünkü; kemâlile tevbe eden kimse günahtan kurtul­muş olduğundan, günahı yok gibi Cennet'e girer. Tevbe-i halisa; geçmişte işlediği günahlara nedamet etmekle beraber o günahı bir daha işlememesine azmettiği gibi maksadı da rıza-yı Bârı olmaktır. Şu minval üzere tevbe eden Cennet'e müstehak olur, yoksa tevbe-den garazı «Nas beni methetsin, zemmetmesini) demek olursa ger­çi yine tevbe olursa da lâkin tevbe-i halisa olamaz. O tevbe eden kimseler ki, onlar daima Allah'a ibadetle beraber Vacip'Tealâ'nın verdiği nimetlere şükredicilerdir ve onlar a'dâ-yı dinle mücahede ve tahsil-i ilim ve helâlinden mal kazanmak için yeryüzünde se-r yahat ederler. Muattal ve tenperver olarak menafiden mahrum olmazlar ve bu emekleri mukaabliinde onlar, için Cennet vardır ve onlar namazlarında rükû' ve sücud edicilerdir ve yalnız kendi iba-detleriyle dahi kalmayıp nasa iman, ibadet ve ahlâk-ı haseneyle emreder, günahlardan nehyederler ve ahkâm-ı ilâhiyeyi muhafaza ederler ki, şeriatın tayin ettiği ahkâmın haricine çıkmazlar. İşte şu sayılan ve beyan olunan sıfatlarla muttasıf olan ehl-i imanı niam-ı ilâhiyeyle Habibim! Sen tebşir et. Zira; bu a'mâlin cümlesi rıza-i ilâhiye muvafıktır.

Müminleri şu evsafı tahsile   sevkeden şeyin   iman olduğuna işaret için, şanlarına ta'zîm ve imanlarını tescil olmak üzere zamir

yerinde ism-i zahir olarak lâfzı varid olmuş ve şu ev­safı cami olan müminlere verilecek nimetleri beşerin aklı idrak­ten âciz olduğuna işaret için verilecek nimetler ta'dad ve terkolunarak ile iktifa ve bu suretle «Sayılmakla tüken­mez» demeye dahi işaret olunmuştur.

Fahri Râzi ve Kaazi'nin beyanları veçhile bu âyette ahkâm-ı şer'iyenin cümlesini cami olduğu cihetle bun­dan evvel- ta'dad olunan sıfatların cümlesine şamildir. Çünkü ah­kâm-ı kalbiye, itikaadiyat kabilinden ve ahkâm-ı zahiriye; ibadât, muamelât ve ukuubat kabilinden oldukları cihetle hudud-u ilâhiye bu ahkâmın cümlesini camidir.

Seyahat la murad; îahsü-i ilim için talebe-i ulûmun ve cihad için guzât-ı müslimînin seyahatlarıdır. Bunlar bir beldeden, diğer beldeye intikaal ederler ve bu intikal ve seyahatta tehzib-i nefis ve tahsin-i ahlâk gibi birçok menafi de istihsal ederler. Rı-za-yı ilâhiye muvafık her nevi seyahata âyetin şamil olmasında bir mani de yoktur. Meşru surette seyahat memduh olup fevaid-den hali olmadığı için Cenab-ı Hak seyahati rükû' ve sücud gibi evsaf-ı memduha sırasında saymakla seyahat eden kimseleri meth ü sena buyurmuştur. Çünkü; seyahat eden kimse birçok zarar ve şiddete tesadüf edeceğinden onlara sabreder ve birtakım ulema ve sulehaya tesadüf edip onlardan mesail-i diniye ve âhiret cihetin­den istifade eyler ve birçok acaip ve garaibe tesadüfle kudretul-lah'm dekaayıkını görmekle tefekkür eder ve ibret alır. Velhasıl seyahat pişmedik insanları pişirir ve acıları tatlandırır ve fesad-ı ahlâkı ıslah eder. Binaenaleyh seyahat eden adam, her veçhile müstefid  olur. Çünkü;  dünyaca  tahsil  eder  ve âhiretçe ibret ve basiret sahibi olur.[125]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin dünyada olanlarından teberri etmek lâzım olduğunu beyandan sonra vefat edenlerinden dahi beraet etmek lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Enbiyadan hiçbir nebiye ve müminlere müşrikler için istiğ­far etmek sahih olmadı, vclevsc o müşrik olan kimse istiğfar ede­cek nebinin akrabasından olsun. Müşriklerin ashab-ı Cehennem oldukları, nebiye ve müminlere tebeyyün edip bildirildikten son­ra onlar haklarında nebinin ve müminlerin istiğfarı katiyen caiz olamaz.] Zira şirk; mağfirete münafi olduğundan müşrik hakkın­da mağfiret taleb etmek memnu'dur.

Fahri Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü;.Ebu Talibin imandan imtina1 etmesidir. (Ebu Ta-lib) vefat edeceği zaman Resulullah Ebu Talib'in yanına gelip ke-lime-i tevhidi söylemesini teklif edip (Ebu Talib) cevap verme­yince Resulullah Allah'tan «Nehiy varid olmadıkça sana istiğfar ederim^ buyurması üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Fa­kat bu rivayet zayıftır. Çünkü Ebu Talip; bidayet~i İslâm'da Mek­ke'de vefat etmiştir. Bu sûre ise Medine'de en sonra nazil olan sû­relerdendir. Vacip Teaîâ'nın Resulünü ve müminleri kâfirlere is­tiğfardan nehyin sebebi; kâfirlerin ashab-ı Cehennemden olması­dır. Şu halde ashab-ı Cehennem velevse istiğfar eden kimsenin akrabasından olsa dahi istiğfarın caiz olmadığı bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir.[126]

 

Vacip Tealâ din-i Muhammedîde kâfire istiğfarın memnu' ol­duğunu beyan ettiği gibi şu memnuiyet din-i Muhammedîye mah­sus olmayıp belki din-i İbrahim'de dahi memnu olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[ibrahim (A.S.) in babasına istiğfarı olmadı, illâ babasına evvelce istiğfar edeceğine dair olan vaadine binaen oldu veyahut babasının iman edeceğine dair vaad etmesine binaen oldu. Vakta ki, pederinin küfrüzcre ısrar edip Allahii Tealâ'ya düşman olduğu tebeyyün ettiğinden pederine istiğfarı terkle ondan vazgeçti ve kat'-ı alâka etti. Zira; İbrahim (A.S.) in hüznü ve âh ü enini ve ağlaması çoktur. Pederinden ve sair kâfirlerden görmüş olduğu ezalara sabır ve tahammülü çok ve herkese merhameti ve şefkati gaalip bir zat-i şeriftir.] Binaenaleyh; her ne kadar pederi «Azer» huşunet ve gılzat-ı kelâmda bulunduysa da İbrahim (A.S.) mut-tasıf olduğu hilmin icabı merhamet ve şefkattan geri kalmadı.

Şu istiğfar; İbrahim (A.S.) la pederi beyninde geçmiş bir vaad ve mukaaveleden neşet etmiştir. Amma o vaad ya İbrahim (A.S.) in istiğfar edeceğini pederine vaadi veyahut pederinin iman edeceğine dair oğluna vaadidir. Herhangi manâ murad olunursa olunsun İbrahim'in pederine istiğfarı; pederine Cenab-ı Hakkın iman tevfik etmesini istemekten ibarettir. Çünkü; iman geçmişte olan günahın cümlesini mahvettiğinden «İman etsin ve mağfiret olunsun» demektir ve imana muvaffak olmasıyla mağfiret olunsun manâsmca istiğfar; her kâfir için her zaman caizdir ve cevazında da bir mani yoktur. Gerçi İbrahim (A.S.) pederine şu beyan olu­nan manâ suretinde istiğfara müsaraat etmişse de oğlunun gay­reti pederine hiç te'sir etmemiştir.    Binaenaleyh; (Âzer) in eski

dâvasına musırren vefat ettiğine âyetin fıkrası delâlet etmektedir.

Bu âyet, küfrü kafi olanlara istiğfardan nehiy manâsını mu tozanımın olduğu gibi küfrü kafi olan kâfirlerden kat'-ı alâka et­mek dahi lâzım olduğuna delâlet eder.[127]

 

 

Vacip Tealâ müminleri müşriklere istiğfardan nehiy buyurun-ca ehl-i imanın küfür üzere vefat eden pederlerine ve akrabala­rına bu âyetten evvel vâki olan istiğfarlarından naşi azab olun­maları korkusu ânz olduğundan bu arız olan korkularını izale ve tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Vacip Tealâ bir kavmi hidayette kıldıktan sonra onlara itti-kaasi ve kaçması lâzım olan günahları beyan edinceye kadar onları îdlâl eder olmadı/Zira; Allâhü Tealâ kullarının ıslahını ve ıslah­larına taallûk eden her umuru bilir ve ona göre mücazât eder,]

Yani; Vacip Tealâ bir kavme muharremâtın hürmetini ve menhiyatın çirkinliğini beyan etmedikçe İslâm'ı kendilerine hida­yette kıldığı kavmi dalâlette kılmaz ve kabih olan şeyin kubhunu beyan etmedikçe muâhaze etmez. Çünkü; bir şeyin iyi olup işle­meye ve kötü olup işlememeye lâyık olduğunu bilmek akılla olma­yıp şer'-i şerifle olduğundan şeriatla beyan olunmazdan evvel iş­lediği kubuhdan mes'ûl olmaz, illâ ma'rifetullah müstesnadır. Çün­kü; marifetullah akılla bilindiğinden şer'in vüruduna hacet yoktur. Binaenaleyh; şeriatın vürudundan evvel bir kimse Allah'ı inkâr veya şirk ederse nıes'ûl plur, amma başka bir cürüm işlerse mes'ul olmaz. Zira; onun cürüm olduğuna dair sahib-i şeriat tarafından bîr beyan vuku bulmadı. Eğer kubhunu beyandan sonra işlerse elbet mes'ul ve muâhaze olunur. Şu halde müşriklere istiğfar her ne kadar kabihse de kubhuna dair âyet gelmeden evvel akrabalarından olan müşriklere istiğfar eden müminlerin mes'ui olmadık­larını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuş ve müminlerin ke­derlerini izale etmiştir.[128]

 

Vacip Tealâ kâfirlerden velev akrabası olsun müminlerin te-berrisi lâzım olduğunu beyan buyurunca bazı müminlerin müşrik olarak akrabaları olup icabında onlardan muavenet me'mul ettik­lerinden teberriyle emrolunması üzerine böyle müşriklerden ak­rabası olan müminlere arız olan hüsnü izale etmek üzere buyuruyor.

[Semavat ve arzın mülkü Allahü Tealâ'ya mahsustur. Bina­enaleyh; ihyası lâzım olanları ihya ve imatesi lâzım olanları imate eder ve sizin için Allah'tan başka bir dost ve yardımcı yoktur.]

Şu halde insan için menfaat ve mazarrat Allahü Tealâ'dandır. Çünkü; yerlerin ve göklerin maliki Allahü Tealâ olunca yerlerde ve göklerde olan herşey Allah'ın izniyledir. Binaenaleyh; onun iz­ni olmaksızın hiçbir kimseye hayır ve şer vâki olmaz. Şu halde müminler akrabaları olan müşriklerden kat'-ı alâka etmekle onla­ra bir zarar gelmez. Çünkü; müminlere muîn ve nasır ve işlerinde mütevelli ancak Hak Celle ve Alâ'dır ve Allahü Tealâ'nın yar­dım etmediği kimseye gayrıdan yardım mümkün değildir. Çünkü her kimse yardım murad etse onun yardıma iktidarını Allahü Te­alâ halketmedikçe o kimse yardıma kaadir olamaz. Zira; Allahü Tealâ murad etmediği şeyi halketmediği gibi onun esbabını dahi halketmez. Binaenaleyh; insanlar ne kadar çalışsalar fayda vermez.[129]

 

Vacip Tealâ (Tebûk) gazasında vâki olan hatanın affını ilânla resulünü ve müminleri mesrur etmek üzere buyuruyor.

[Muhakkak Allahü Tealâ Resulünden, muhacirin ve ensar ki, onlar pek müşkül bir saat olan gaza-yı Tebûk'te Resulullah'a itti-bâ' etmişlerdi. Onların cümlesinden sadır olan hatayı, Allahü Tc-alâ affetti ve tcvbelerini kabul eyledi ve şu afv ve günahlarından tecavüz ashab-ı ResulullaVtan bir fırkanın Tcbûk gazasına gitme­meye kalpleri meyletmeye yaklaştığından sonra vâki olmuştur. Allahü Tealâ onları esirgeyip rahmet edicidir.]

Yani; Allahü Tealâ Resulünden sadır olan zelleyi ve muhaci­rin ve ensardan sadır olan hatayı affetti ve şol muhacirin ve en­sar ki, onlar gaayet müşkül denmeye seza ve lâyık olan gaza-yı Tebûk'te Resulullah'a ittibâ' eden müminlerdir. Fakat onlardan bir fırkanın kalplerine hemen harbe gitmekten meyledip gitme­meye yakın bir hâl ve tereddüd gelmişti ve lâkin bu tereddüt zail olarak gaza-yı Tebûk'e gitmişlerdi. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak da \ tevbelerini kabul etti.                                                              

Fahri Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Resulullah üzerine tevbe ve affın manâsı "Gaza-yı Tebûk'ten tahallüf eden münafıklara Resulullah'ın izin vermesinden ibaret olan zelleden Allahü Tealâ tecavüz etti» demektir. Gerçi Resulullah'tan izin isteyen münafıklara Resulullah izin vermişse de bu izin evlâyı terketmek kabilindendir. Yoksa günahtır da o günah affolundu manâsına değildir.    Yahut tevbesinin kabulünde Resulullah'ı zikret mek müminlerin şanlarına ta'zîm içindir. Amma muhacirin ve ensarın tevbelerinin kabulünün manâsı; Tebûk gazası gaayet sıcak, bir zamana tesadüf ettiğinden bazıları gidilmemesinden ve bazı­ları da gidilse bile Rum kavmiyle muharebeye iktidarları olmadı­ğından  bahsetmelerinden    ibaret olan    hatalarından  tecavüzdür.

Yahut mutlaka günahlarının affolunmasından ibarettir. Çünkü; Tebûk gazasında görmüş oldukları mihnet ve meşakkatlara ve dar­lığa sabır ve tahammülleri sebebiyle Allahü Tealâ onların bütün günahlarını aff ü mağfiret etti, demektir. Zira; gaza-yı Tebûk o kadar dar bir zamana tesadüf etti ki on kişiye bir deve isabet et­tiği gibi azıcık bir hurmayla birçok kimselerin günlerce idare olun­dukları mervidir. Hatta susuzluktan birçok meşakkat çektiklerin­den bu gazaya saat-ı usret ve askerine de ceyş-ül usret denilmiş­tir. Yani »Güç bir saat ve güç bir saatin askeri" demektir. Saatla murad; mutlaka vakittir. Gazaya gitmeyenleri zem için muîlakaa vakitten saatle tabir olunmuştur. Çünkü saat; az bir za­manda isti'mâl olunduğundan bu kadarcık zamana tahammül ede­medikleri cihetle tevbih olunmuşlardır. Zira; ihtiyaç zamanında ihtiyacın define çalışmayanlar her zaman tekdire lâyık ve şayan­lardır, ihtiyacın define çalışanlarsa her zaman metholunurlar. Bi­naenaleyh; Tebûk gazasına gidenlerin isimleriyle beraber Resulul-lah'ın isminin bu âyette zihrolunması; onları medih ve şanlarına riayet ve kadirlerini terfi olduğu gibi günahlarını zikretmeksizin tevbelerinin kabulünü beyan etmek; onları tatyib ve taltif içindir. Tevbelerinin kabulüne kalpleri mutmain olmak için esirgeyici manâsına raûf ve lutf u ihsan edici manâsına rahim ism-i celillerini dahi ilâve buyurmuştur.[130]

 

Vacip Tealâ gaza-yı Tebûk'e gidenlerden vâki olan hatayı af­fettiğini beyandan sonra mümin oldukları halde gitmeyenlerin tev-belerini dahi kabul buyurduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi A Haini Tealâ Tebûk'c gitmekten imtina' eden üç kim­seye tevbeyi teviik ederek onların tevbelerini de kabul buyurdu ki, onların tevbelerinin kabulü bir müddet te'hir olunmuştu, yer­yüzü o kadar vüs'atla beraber üzerlerine daraldı, kalpleri şişti. Nefesleri dar çıkar ve asla kalplerine ferah girmez oldu, dünya üzerlerine daraldıkça daraldı ve onlar için bütün dünya zindan oldu ve en nihayet zannettiler ve bildiler ki, Allah'ın azabından Allah'ın lutfuna sığınmaktan başka çare yoktur. Binaenaleyh; der-gâh-ı ülûhiyete iltica ile tevbelerini ihlâs üzere bina ettiler. Bade­hu elli gün geçince tevbelerini kabul buyurdu. Zira; Allahü Tealâ kullarının tevbelerini kemâl-i ehemmiyetle kabul ve tevbelerini kabul etmekle kullarına merhamet buyurucudur.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette zikrolu-nan üç kişi yle murad; (Kâ'b b. Malik), (Hilâl b. Ümeyye) ve (Mirare b. Rebi'jdir. Bunlar ensardan mümin oldukları halde Medine'de kaldılar,- gaza-yı Tebûk'e gitmediler. Gergi bundan ev­vel beyan olunduğu veçhile Ebulübabe ve rüfekaası da kalmışlar­sa da onlar Resulullah Medine'ye gelmeden daha evvel tâib ü müs-tağfir olarak çare aradıklarından tevbelerinin kabulüne dair der­hal âyet nazil olmuştu. Amma bunlar derhal kusurlarının affına dair çare aramakta tekâsül ettiklerinden tevbelerinin kabulü ta-ahhur etti. Dünya başlarına zindan kesildi ve ne yapacaklarını bi­lemediler, şaştılar. Badehu Resulullah'ın damen-i pakinden istim-dad ettiler ve hulûs-u niyetle tevbe etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.[131]

 

Vacip Tealâ tevbenin kabulünü beyandan sonra tevbeye muh­taç olan günahlardan eh-li ifnanı menetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Günahları işlemekten korkun ve Allah'ın cmrine muhalefetten sakının. Güç ve kolay herhangi halinizde olur­sa olsun Allah'ın emrine itaat eden sadıklarla beraber olun.]   Ve imanınızda sebat edin, sözünüzde, işinizde doğrularla beraber olun.

Bu âyet birkaç cihetten doğru söylemenin faydasına delâlet eder. Zira; Allahü Tealâ ehl-i imana sadıklarla beraber olmalarını tavsiye buyurur ki, «Mümin olan doğru söyler» demektir. İmanın sıdıkta dahil olması; sıdkın fezailine delâlet yönünden ve küfrün yalanda dahil olması da küfre ayıp yönünden kâfidir. Yani iman edenlere sadık denilir. Zira iman; sidik cümlesindendir ve kâfire kâzip denilmek sahihtir. Zira küfür; kizib cümlesindendir.[132]

 

Vacip Tealâ Resulullah'la gazada bulunmak vacip olduğunu beyandan sonra Resulullah ile gazaya gitmekten imtina' caiz olma­dığını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eh]-i Medine ve onların etrafında bulunan A'rabiler İçin ga­zalarda Resulullah'tan ayrılmak ve muhalefet etmek caiz olma­dığı gibi kendi nefislerini muhafaza için Resulullah'tan i'raz etmek dahi caiz olmadı.] Elbette Resulullah ile beraber bulunmaları lâ­zımdır. Binaenaleyh; Resulullah'ın tahammül ettiği mihnet ve zahmetlere tahammül etmeleri lâbüttür. Bunun için feda-yı can etmek ve bezl-i emvale müsaraat ederek Resulullah'ın gittiği ma­halle gitmek ve Resulullah yoluna rahatlarını feda etmek vaciptir. Belki her müminin (Ebuhayseme) gibi olması lâzımdır.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Resulullah Tebûk gazasına gidince (Ebuhayseme) hurma bahçesine geldi. Haremi koyu bir gölgeye hasır serdi, etrafını suladı, soğuk su getirdi ve yaş hurma koydu. (Ebuhayseme) şu nail olduğu nimetleri ve Resulullah'ın şiddet-i hararette yol üzerinde gider olduğunu düşü­nünce derhal ayağa kalkarak «Resulullah meşakkat içindeyken bu rahat benim için hayır değildir» dedi ve o nimetlerin cümlesini terkederek devesine bindi ve arkadan Resulullah'a yolda yetişti. Resulullah (Ebuhayseme) nin bu hareketinden çok memnun oldu ve hayırla duâ buyurdu. TJhud gazasında Resulullah'la beraber bu­lunmuştu. Yezid'in hükümetine kadar muammer ve Resulullah'm duası eseri çok nimetlere hail oldu. Çünkü; Resulullah'ın rızasını tahsil etti ve duasını aldı. Binaenaleyh; payidar olacağı şüphesiz­di ve öylece oldu.[133]

 

Vacip Tealâ Resulullah'tan tahallüf caiz olmadığının sebebini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Resulullah'ın bulunduğu mahalde bulunup emrine muhale­fet caiz olmadığının sebebi; onlar gazalarında açlık, susuzluk ve saire gibi her neye tesadüf ederlerse rıza-yı Barı yoluna tesadüf ettiklerinden bu şeylerin isabeti olmadı, illâ isabet eden şeylerin mukaabilinde onlar için amel-i salih ve sevap yazıldı ve kezalik kâfirlerin gayz u gazaplarını ve hüzn ü kederlerini icab eder bir mahalle ayak basmadılar ve düşmandan kati ü esaret gibi birşeye isabet etmediler, illâ o şey bedelinde onlara amel-i salih yazılır.]

[Zira Allahü Tealâ erbab-ı ihsanın ecrini zayi etmez.] Bunlar ise dini i'lâ sadedinde görmüş oldukları açlık, susuzluk ve yorgun­luk meşakkatlarmı ve bastıkları düşman toprakları ve düşmana vermiş oldukları hüzün, gayz, gazap ve düşmandan gördükleri ka­til, esaret ve tazyik gibi şeylerin cümlesi Allahü Tealâ'nm rızası için olduğundan ihsan kabilindendir. Binaenaleyh; bu misilli amel­de bulunan kimselerin herbiri erbab-ı ihsan zümresinden oldukları için Allahü Tealâ emeklerini zayi etmez ve amellerinin hepsi amel-i salih yazılır. Çünkü ihsan; lâyıkıyla Allahü Tealâ'ya iba­det etmek olup lâyıkıyla ibadet edenlerin ecirlerini zayi etmeye­ceğini Allahü Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur. İşte ehl-i iman için bu misilli fevaidi fevtetmek caiz olmadığından bu gibi fezai-lin fevtini icab eden tahallüf dahi caiz olamaz.

Her ne kadar bu âyetin hükmü zaman-ı saadete mahsus olup zaman-ı saadetten sonra İslâm'ın çoğalmasından dolayı emr-i harp­te muhalefet caizdir diyenler varsa da esah olan zaruret messetti-ğinde hükümet tarafından davet olunan şahıs için muhalefet caiz olmadığı ve hükümetin davetine icabetin vâcib- olduğu tefsir ki­taplarının ekserisinde mezkûrdur. Çünkü; umur-u harpte emîrül-müminin emrine itaat etmemek hükûmet-i İslâmiyenin inkırazını mucip olduğundan bu hususta hükümetin emrine muhalefet caiz olamaz. Binaenaleyh; bu misilli emre muhalefetin ehl-i İslama ihanet ola'cağı şüphesizdir.

Bir kimsenin maksadı Allah'a itaat olup işinde rıza-yı Bârî'yi kasdettiğinde; o kimsenin yürümesi, oturması, kalkması ve sair harekât ü sekânatı ibadet yazılacağına bu âyet delâlet eder.[134]

 

Vacip Tealâ emr-i harpte isabet eden meşakkatin her zerresine sevap yazılacağını beyan ettiği gibi fisebilillâh sarfolunan nafaka­nın küçüğüne ve büyüğüne ve kat'olunan her zerresine dahi sevap yazılacağını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i iman gerek küçük ve gerek büyük nafaka infak ve harp için az ve çok bir mesafe kat'etmez, illâ amellerinin en güzelinin cezasıyla onları cezalandırma için Allahü Tealâ onlara sevap ya­zar.] Veyahut manâ-yt nazım: J Allahü Tealâ onları bir cezayla cezalandırır ki o ceza amellerinden daha güzel olur) demektir.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile nafaka-i sağ İreyle murad; bir hurma tanesi ve onun daha büyüğüdür. Hatta deve bağlayacak bir ip parçası olsa dahi ona sevap vardır. Kebire yle murad; Tebûk gazasında Hz, Osman'ın infakı gibi birçok şey infak etmektir. Çünkü; Hz. Osman (R.A.) in Tebûk vak'asında bin dinar sarfettiği mervidir. Büyük sarfiyatın kendine göre sevaba istihkakı   olduğu gibi küçük sarfiyatın dahi kendine

göre sevaba istihkaakı olduğuna işaret için ayrı ayrıkeli­mesi varit olmuştur. Şu kadar ki, asıl istihkakta her ikisi de mü­savi* ise de büyüğün sevabı büyük ve küçüğün sevabı küçük ola­cağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; kudreti olan bir mümin i'lâ-yı kelimetullah için sarfiyattan çekinmemelidir. Çünkü; her ne sar-fetse zayi olmayıp ecrine nail olacağını hem de ecrin gaayet gü­zeline nail olacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Şu halde Allahü Tealâ'nın rızası için sarfiyat; her zaman faydadan hâlî değildir.[135]

 

Vacip Tealâ müsaferetle husule gelen hicreti ve cihadı beyandan sonra müsaferetle husule gelen tahsil-i ilme müteallik hükm-ü şer'iyi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Müminler için tahsil-i ilim ve cihad hususunda hepsinin git­mesi sahih olmadı. Çünkü; cümlesinin birden gitmesi emr-i mai­şeti muhtel edeceği cihetle hepsinin birden gitmesi caiz olmadı. Keşke müminlerin her kabilesinden ve her beldesinden azıcık bir taife âdâb-ı diniye ve şeâir-i İslâmiyeden lâzım olanları öğrenip ve tahsil-i ilimden sonra dönüp memleketlerine geldiklerinde kavm ü kabilelerinden inzarı lâzım gelenleri inzar etmek için git­miş olsalar hem kendileri ve hem de kavm ü kabileleri hakların­da ayn-ı nimet olur. Çünkü; saâdet-i ebediyeye îsâle vesiledir ve me'mûl ki, inzarla onlar menhiyattan korkarlar.]

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile ulûm-u şer'iyeyi tahsil etmek farz-ı kifaye olduğuna ve talib-i ilim olan kimsenin niyeti de halkın noksanını ikmâl ve ahvalini ıslah olmak lâzım gel­diğine bu âyet delâlet eder. Çünkü; bir beldeden çok az kimselerin tahsil-i ilim vazifesini ifa etmeleriyle diğerlerinden o vazifenin sukuutu farz-ı kifaye olmaktan başka birşey değildir. Tahsil-i ilim için müsaferetin lüzumu ve seferden mütevellid olan meşakkatlara tahammül tahsil-i ilmin levazımından olduğuna işaret için kelimesi külfete delâlet eden tefâ'ul babından varid olmuş ve her âlimin herşeyden evvel kendi kavmini irşad ve ıslah etmesi emr-i lâzım olduğuna işaret için kendi kavimlerini korkutmak maksad-ı aslî olması âyette sarahaten beyan olunmuştur. Müsaferetle hasıl olan ilimde bereket ve feyz olacağına işaret için elbette müsafe­retin lüzumu beyan olunmuştur. Çünkü tahsil-i ilim için çıkmakla murad; beldelerinden çıkmak olduğu gibi ric'at de beldelerine ric'at olduğundan çıkmakla ric'at ara-sızıda elbette müsaferet lâzımdır. Çünkü; müsaferet olmasa huruç olmaz ve huruç olmayınca ric'at de olmaz. Kavim ve kabilenin inzarı da lâzımdır. Çünkü; inzarla akaaidlerini tashih edince iman­ları tekemmül eder. Binaenaleyh; evamire imtisal ve nevahîden içtinab edecekleri ve Allah'tan korkacakları me'mûl-ü kavidir. Çünkü itikad-ı sahih; Allah'tan korkmanın menşe' ve aslıdır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; amel hakkında haber-i vahidin hüccet olduğuna delâlet eder. Zira fırka; en aşağı üç kişi olup üç kişiden çıkan az bir taife bir veya iki kişi olur, bu ise âdah kabilindendir. Çünkü; bu taifenin sözleriyle hazer lâzım olunca bunların sözleriyle amel etmek vacip demektir. Amel vacip olunca onların sözlerinin hüccet-i şer'iye olunduğunda şüphe yoktur. Ha-vadis-i beşeriyeyi müçtehidîn hazaratından birinin kavaidine tat-bika kaadir olmak manâsına fekahet-i fiddîn ile meşgul ve bu ma­nâca âlim bir kimsenin her beldede ve her kabilede bulunması farz-ı kifaye olduğundan hükümetin ve ahalinin böyle bir kimse bulundurmak ve maişetini te'min etmek üzerlerine lâzımdır. Eğer böyle bir kimse bulunursa o belde ahalisi günahtan kurtulmuş ola­cakları gibi eğer bulundurmazlarsa cümlesi günahkâr olurlar. Amma herkesin ilmihalini bilmesi farz-ı aynolduğundan ilmihali­ni Öğretmeyen kimse günahkârdır.    Zira; dâr-ı İslâm'da cehalet özür değildir. Ve hadis-i şerifi de farz-ı aynolan ahkâm-ı şer'iyeyi taleb etmeye masruftur. Ahkâm-ı şer'i­yeyi tahsil farz ve hayr-ı mahız ve ibadet-i halisadır. Zira; Resulullah buyurmuştur. Yani «Allahü Tealâ bir kimseye hayır murad ederse o kimseyi dinde fakîh kılar» demek­tir. Şu halde fekaahet; hayr-ı mahızdır.

Hulâsa; ahkam-ı şer'iyeyi tahsil farz ise de ehl-i imanın kâf-fesi üzerine tahsil için memleketten çıkmak lâzım olmayıp belki' bazı kimselerin tahsil için gitmeleri kifayet edeceği ve tahsili bü­tün bütün terketmek asla caiz olmadığı ve her kavim ve belde aha­lisinin , rnüşkülât-ı şer'iyeyi halledecek birer âlim bulundurması vacip olduğu ve bilcümle ahalinin hurucuyla ziraat ve ticaret gibi medar-ı maişet olan esbabın terk Ve tatili caiz olmadığı ve tahsil-i ilimden garaz halkı hakka davet olup nas üzerine tekebbür olma­mak lâzım ve gerek ulûm-u şer'iye, gerek cihadın tatili Müslü­manlar hakkında ayn-ı mazarrat olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[136]

 

Vacip Tealâ bilumum müşriklerle mukaatelenin vücubunu beyandan sonra mukaatelede esah olan cihet evvelâ harp mevkiine en yakın olan kimseler üzerine ve sonra onlara yakın olan ve daha sonra daha yakın olanlara vacip olup saha-i harp tevessü' ettikçe vücubun da uzak mahallere kadar imtidad edip gideceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Size yakın olan kâfirlerle mukaatele edin ve? kâfirler esna-yı harpte sizde şecaat, kuvvet ve şiddet bulsunlar ki,, inhizama ve inkıyada mecbur olsunlar ve siz iyi bilin ki, Allahü Tealâ'mn nusrcti; evamirine imtisal ve nevâhîden içtinab eden mütteldlerle beraberdir.] Binaenaleyh; Allah'tan yardım isteyen-. ler Allah'ın emrine imtisal ve nehyinden içtinab etmek suretiyle ittikaa etmelidir. Şu halde ittikaası olmayanlar Allah'ın nusretine müstehak olamazlar.

Fahri Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile ehl-i imana, ma-hal-i\kaametleri yakın olan kâfirlere şefkat ziyade olmasına meb-ni hakka davet ve doğru yolu göstermek için onlarla mukaatele vaciptir ve onların zararlarını kaldırmak uzakta olanların zararla­rını defetmekten daha mukaddem olduğundan Cenab-ı Hak evvelâ onlarla mukaatelenin vücubunu beyan buyurmuştur. Onları İs­lâm'a davetle komşuluk hakkını yerine getirmek de vardır ki, uzakta olanların hukuk-u civariyeti yoktur. Binaenaleyh; emr-i tebliğde Resulullah'a evvelâ akrabasından başlamakla emrolun-muştur. Kezalik mukaatelede dahi evvelâ akrabasından sonra sair kabail-i Arap'tan ve daha sonra Şam tarafında Rumlardan başla­mıştır ve ashab-ı izam" da Şam cihetini bitirdikten sonra Irak ci­hetine gitmişlerdir. Velhasıl bilumum kâfirlerle birden muharebe mümkün olmadığından evvelâ yakın olanlardan başlayarak tedriç tankıyla icab ettikçe uzaklara gitmek maslahat-ı İslama muvafık olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Çünkü; ya­kın olanların serlerini defetmek daha evlâ olduğu gibi yakın olan­ların ahvalini bildikleri cihetle muharebede suhulet dahi olmak ve yakında olanları tarumar etmekle uzakta olanlara şevket-i İslâ-miyeyi duyurmak ve onların kalplerine korku koymakla kuvve-i maneviyelerini kırmak gibi faydalar olduğunda şüphe yoktur. Ve yakın olanları terkle uzakta olanlarla mukaatele dar-ı İslâmla dar-ı küfür arasında diğer bir dar-ı küfrü terketmek mazarrattan hâli olmadmı cihetle caiz olamaz. [137]

 

Vacip Tcalâ Kur'an'm sûrelerinden   bazıları nazil olduğunda münafıklardan sudur eden sözleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kur'an'ın sûrelerinden bazı sûre nazil olduğunda münafık­lardan bazıları istihza tarikıyla «Şu sûre hanginizin imanını ziya-dclcndirir?» derler ve böyle demekle Kur'an'ı ve Resulullah'ı is­tihza ederler. Amma müminlere bu sûre imanı ziyade eder. Çünkü; sûre nazil olunca ehl-i iman o sûrenin ahkâmını itikaad etmekle elbette imanları ziyadelenir. Halbuki onlar şey'en feşey'en Kur'­an'ın nüzulüne ferah ederler ve her ne zaman Kur'an nazil olursa imanları tezayüd eder.]

Yani; Kur'an'dan bir sûre nazil olduğunda münafıklar birbir­lerine "Şu sûre hanginizin imanım ziyade eder?" derlerdi ve bun­dan maksatları Kur'an'ı ve Resulullah'ı ve ashabını istihza etmek ve eğlenmekti.

İmanın miktar cihetinden ziyadelenmesi asr-ı saadete münha­sırdır. Zira; asr-ı saadette ahkâm yeni nazil olup, tedricen husul bulduğundan iman edecek ahkâm günbegün tezayüd ettikçe o ah­kâma iman eden chl-i imanın imanları da ahkâm nispetinde teza­yüd eder. Amma zaman-ı saadetten sonra ahkâm tamamıyla te­kemmül edip tezayüd etmek imkânı olmadığından imanın ziyade­lenmesi mümkün değildir. Çünkü vahiy; Resulullah'ın vefatıyla kesildiğinden mü'menünbihte tezayüd yok ki, imanda tezayüd ol­sun. Tedricen nazil olan sûrelerde ehl-i iman için bir çok menafi'-i diniyye ve dünyeviyye bulunduğundan ve yeni bir sûre nazil oldu­ğunda evvelki sûreler gibi birçok menâfii mutazammm olduğundan müminler hakkında ayn-ı beşaret olduğu cihetle müminlerin istibşar ettikleri beyan olunmuştur.[138]

 

Vacip Tealâ sûreler nazil oldukça müminlerin imanları ziya-delendiğini beyandan    sonra sûreler nazil oldukça kâfirlerin kü fürlerinin ziyadelendiğini dahî bevan etmek'üzere buyuruyor.

[Amma şol kimseler ki, onların kaplerindc necasete benze­yen küfür ve nifak vardır. Sûre ve âyetler nazil oldukça inkâr et­tikleri cihetle eski küfürlerine şu inkârlarından hasıl olan küfür­leri zammoldukça küfürleri tezayüd eder. Halbuki onlar kâfir ol­dukları halde vefat ettiler.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette maraz-la murad; küfürdür. Çünkü küfür; kalpte fesad olduğu cihetle be­dende olan hastalık gibi ilâca muhtaç olduğundan küfre maraz denmiştir. Küfür; tabiat-ı insaniyenin nefret ettiği kazurat kabilinden olduğu cihetle r i c s denmiştir. Çünkü rics; necaset manasınadır. Binaenaleyh; küfürden necaset manâsına ricisle tabir lâyıktır. Belki küfür; necasetten eşna'dır. Zira; necasetin zararı maddîdir ve küfrün zararı ise manevîdir. Necasetin zararı her za­man zevale ma'ruzdur ve küfrün zararı ebedî olduğundan küfrün zararı elbette eşna'dır. Şu halde insan necasetten nasıl kaçınır ve sakınırsa küfürden daha ziyade kaçınması lâzımdır ve necaseti iza­leye sa'yettiğinden daha ziyade küfrü izaleye çalışmak elzemdir.

Velhasıl insanın bedeni gibi ruhu da hastalığı kabul eder. Şu halde cesedin marazdan halâsı için tedaviye müracaat etmek lâzım olduğu gibi ruhun marazdan halâsına dahi çare aramak lâzımdır ki, ruhta hastalık olan küfür, nifak ve ahlâk-ı zemimeyi, iman, ih-lâs ve ahlâkı tathirle izale ve tedâvî etmelidir.[139]

 

Vacip Tealâ kalplerinde nifak olan kimselerin küfürlerini sû­renin nüzulü ziyadelendirdiğini beyandan sonra kâfirlerin musi­betten mütenebbih olmadıklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar her sene bir kere veyahut iki kere müptelâ olduklarım görmezler mi de, küfrüzere devam ederler. Görmüş oldukları me-sâibden ibret almak lâzımken bilâkis mesâibden mütenebbih ol­mazlar mı, şu halde küfrüzere ısrar etmeleri ayn-ı hamakat değil mi? Sende birkaç defa müptelâ olduktan sonra vâki olan küfür ve nifaklarına tevbe etmez ve gördükleri mesâibden ibret almazlar ve tezekkür edip düşünmezler.] Halbuki insan için vacip olan vu­kuattan ibret almak ve kusurunu itiraf ederek tevbeyle dergâh-ı ülûhiyete müracaatla günahının affını istirham etmektir. Resulul-îah iman etmeyen münafıkları ibrete davet için senede bir veya iki kere emraz, ve kaht u gala gibi musibetlerle müptelâ kılar ve kati ü esaret gibi şeylerle de rezil ve rüsvâ ederdi, lâkin onlar da bunların hiçbirisini hesaba almayıp mütenebbih olmadıklarını be­yanla Vacip Tealâ tekdir etmiş ve bu hallerinin emr-i münker ol­duğunu beyan için inkâra delâlet eden istifham-ı inkârı ile irad-ı kelâm buyurmuştur. Çünkü; aklı olan kimsenin her vukuattan ib­ret alması lâzımdır ve ibret almayan tekdire müstehak olduğu gibi mesâibden de hâlî olamaz.[140]

 

Vacip Tealâ münafıkların nifak ve inad üzere devam ettikle­rini beyandan sonra ayıplarımı beyan eden bir sûre nazil olduğun­da vâki olan hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıkların hallerini beyan eder bir sûre nazil olduğunda bazıları bazılarına bakarak «Sizi müminlerden bir kimse görür mü?" diyerek oldukları mahalden giderler. Allahü Tealâ onların kalplerini imandan sarf ve tağyir etti. Zira; onlar vahiy nazil olan meclisten bırakıp gitmeleriyle imandan nefret ve küfrüzere de­vam ettiklerinden Allahü Tealâ onlara imanı tevfik etmemekle kalpleri küfrüzere mühürlendi. Çünkü; onlar menfaat ve mazar­ratı fehmetmez bir kavm-i cahillerdir.] Binaenaleyh; imanın lüzu­mu hakkında gelen delillere nazar ederek iradelerini imana sar-fetmezler ki, iman etmeye muvaffak olsunlar.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile münafıkların1 hallerini beyan eder her ne zaman bir sûre nazil olsa, kendilerine mahsus ve ta'n ü istihzayı müş'ir bakışla birbirlerine bakarlar ve «Sizin bu bakı­şınızı müminler tarafından bir gören var mı? Eğer gören varsa böyle hakaaret üzere bakışınız hakkınızda zarar olur» derler ve oldukları mahalden dağılır giderler ki, bu sûrenin nazil olmasın­dan hoşnud olmadıkları cihetle o meclisten firara mecbur olurlar­dı. Elyevm ahkâm-ı şer'iyeden memnun olmayan münafıkların halleri de böyledir. [141]

 

Vacip Tealâ şu sûrede beyan olunan ahkâmın nasa tebliğini Resulüne emir buyurduktan sonra Resulullah'm kendi cinslerin­den şefkatli bir peder mesabesinde olduğunu ve tabib-i hazıkın ebdanı tedavi ettiği gibi Resulullah'm da ervahı tedavi ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ hakkı için size kendi cinsinizden büyük bir re­sul geldi ki, o resulün hâl ü şanı; size meşakkat verecek şey kendi üzerine gayet ağır olur ve sizin su-u akıbete duçar olmanızdan endişe eder. Ve sizin birtakım sevilmeyecek şeylere tesadüf etmeniz­den korkar ve sizin bir cüz'î meşakkat görmeniz o resul üzerine gaayet büyük birşey olur. Binaenaleyh; sizi meşakkatli olan şey­lerden sakınır, sizin imanınızı ve ıslah-ı halinizi şiddetle arzu eder. Zira; Resulullah müminlerin cemiini esirgeyici ve cümlesine lütuf ve ihsan edicidir.]

Bu âyet-i celile; şu sûrenin müştemil olduğu tekâlif-i şâkkayıj kabule ümmet-i Muhammedi   teşvik eder.    Çünkü Resulullah'ınümmetine re'fetini ve merhametini ve ümmetinin imanına, ıslah-ı haline hırsını,    meşakkatli olan şeylerden esirgemesini beyan et­mek;   tekâlifinin cümlesi merhametten hâlî olmadığını beyan et­mektir.   Zira; bir şefkatli peder evlâdını her ne kadar te'dibât-ı şâkkayla te'dib ederse de pederin şefkati ma'lûm olunca evlâdı in­dinde bu te'dibât lütuf ve ihsandan ma'dud olur.   Kezalik bir ta-bib-i hazıkın hazakati   ma'lûm olunca vermiş olduğu acı ve suû-betli ilâcı isti'mâlden hasta çekinmez. Her ne kadar acıysa da sevej seve isti'mâl eder. Çünkü; tabibin hazakatından emindir.   İşte bu; sûre-i celilede   vâki olan   tekâlif ekseriyetle   kâfirlerle kıtale vej ceng ü cidale müteallik olduğu cihetle nüfus-u beşer üzerine müş­kül ise de Resulullah'ın şefkat ve merhametini, re'fet ve atufetini bilen kimselere gaayet kolaydır.    Binaenaleyh; kabul edip muci-biyle amel etmekten çekinmezler. Zira bu tekâlifi kabul; enva'-ı hayratı camidir.[142]

 

Vacip Tealâ Resulünün evsafını beyandan sonra şu tekâlifi kabul etmek lâzımken kabulden imtina' edenlere karşı

Resulul­lah'ın vaziyetini beyan etmek üzere buyuruyor.               .

[Eğer onlar sana imandan i'raz ederlerse onların bu i'razla-rına karşı yâ Ekrem'er Rusül! «Bana Rabbim kâfidir.   Zira; ma'bud-u bilhak olmadı, illâ o Allahü Tealâ oldu. Binaenaleyh; benim umuruma kâfi ancak odur. Ben ancak Allahü Tealâ üzerine tcf-viz-i umur ederim» demekle i'raz edenlere cevap ver ve «Benim tefviz-i umur ettiğim Allahü Tealâ; büyük olan Arş-ı A'lâ'mn rab-bi ve sahibidir» de ki iman etmeyenleri tehdid olsun.][143]

 



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1949-1952

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1952-1953

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1953-1954

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1954-1955

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1955-1957

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1957-1958

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1959

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1959-1960

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1960-1961

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1961-1962

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1962-1963

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1963-1964

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1964-1965

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1965-1966

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1966

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1967-1968

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1968-1969

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1969-1970

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1970-1972

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1972-1973

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1973-1974

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1974-1976

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1976-1977

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1978

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1979

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1979-1980

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1980-1981

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1981-1983

[29] Huneyn : Tâif ile Mekke arasında bir vadidir.

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1983-1984

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1985-1986

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1986-1987

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1987-1989

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1989-1990

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1990-1992

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1992-1994

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1994-1995

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1995-1997

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1997-1999

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/1999-2000

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2000-2001

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2001-2003

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2003-2005

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2005-2006

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2006-2008

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2008-2009

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2010-2012

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2012-2013

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2013-2016

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2016-2017

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2017

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2018

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2018-2020

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2020-2022

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2022-2024

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2024-2026

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2026-2027

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2027-2028

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2028-2029

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2029-2031

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2031-2032

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2032-2033

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2034-2035

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2035-2036

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2036-2037

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2037-2038

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2038-2040

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2041-2045

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2045-2046

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2046-2047

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2047-2048

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2048-2049

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2049-2050

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2050-2052

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2052-2053

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2053

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2053-2054

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2054-2056

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2056-2057

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2057-2058

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2058-2059

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2059-2060

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2060-2062

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2062-2063

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2063-2064

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2064-2066

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2066-2067

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2067-2070

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2070-2071

[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2071-2072

[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2072-2073

[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2073-2075

[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2075-2076

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2076

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2076-2078

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2078-2080

[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2080-2081

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2081-2082

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2082-2083

[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2083-2084

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2084-2085

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2085-2087

[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2087-2088

[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2089

[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2105-2106

[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2106-2107

[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2107-2108

[108] Cilt I, S. 18.

[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2108-2110

[110]Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2110-2111

[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2111-2113

[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2113-2115

[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2115-2116

[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2116-2117

[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2117-2119

[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2119-2120

[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2120-2121

[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2121-2122

[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2122-2124

[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2125-2126

[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2126-2127

[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2127-2128

[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2129-2130

[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2130-2132

[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2132-2134

[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2134

[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2135-2136

[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2136-2137

[129] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2137

[130] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2137-2139

[131] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2139-2140

[132] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2140-2141

[133] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2141-2142

[134] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2142-2143

[135] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2143-2144

[136] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2144-2146

[137] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2146-2148

[138] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2148-2149

[139] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2149

[140] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2150

[141] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2150-2151

[142] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2151-2152

[143] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2152-2153