SURE-İ YUNUS. 2


SURE-İ YUNUS

 

Bu sûre-i şerife; Mekke'de nazil olan sûrelerdendir. Yüz dokuz âyeti câmi'dir.

müteşabihattandıı. Ulemâ-yı salifeye göre; manâsını Allahü Tealâ bilir. Binaenaleyh; aslına ve kelâm-i ilâhi olduğuna imanla beraber teVil lâzım değildir. Amma ulemâ-yı müteahhirî-ne göre ilminde rüsuh olan ulemânın, müteşabihatın manâsını bil­mesi ve bazı müfsidlerin kavaid-i şer'iyeye muhalif teVillerine meydan vermemek için hüsn-ü tevcihle tevcihi caizdir. Buna na­zaran şu harfler makama münasip bir teville te'vil olunur ve de­nilir ki insana lebibe yani âkile ve reşide işarettir. Binaenaleyh; manâ-yı nazım: [Ey risalet-i âmmeye malik olup herkesi doğru yola irşad eden insan-ı âkil! Sâna hitab eder ve derim ki, sana inzal olunan şu sûrenin âyetleri hakîm olan kitabın âyetleridir] demek olur. Şu halde Resulullah'a hitap ve bazı evsaf-ı nebeviyeye işaretten ibarettir.   Bu sûrede nazil olan âyetlere ta'zîm için tazîme yüksek mertebeye delâlet eden ism-i işareti varid olmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile kitapla murad; Kur'an ve­yahut Kur'andan .şu sûredir. Kitabın veyahut kitaptan şu sûrenin âyetleri birçok hikmetleri mutazammm olduğundan kitab; hikmet­le tavsif olunarak denmiştir. Yahut   kitapla murad; şu sûre olduğuna nazaran hakim demek; âyetleri nice hik­metleri mutazammın olduğu gibi mensuh da değil muhkem demek­tir. Binaenaleyh; manâ-yı nazım: | Şu işaret olunan âyetler nice yüzlerce hikmeti mutazammm. tağyir ve ifsaddan hâli olan kita­bın âyetleri | demektir.[1]

 

Vacip Tealâ kitabı hikmetle tavsif ettikten sonra kâfirlerin Resulullah'a kitap nazil olduğuna taaccüplerinin emr-i münker ol­duğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Nasa sebeb-i taaccüp olur mu? Bizim o nastan bir erkeğe «Sen nâsı korkut ve müminleri tebşir et ki, onlar için Rablcri in­dinde yüksek ve doğru bir mertebe vardır» demekle vahyetmemiz.]

Yani; nâsa ne oldu ki, kendi cinslerinden ve kavimlerinden bir recül-ü kâmile bizim insanlar haklarında ayn-ı saadet olan ah­kâmı vahyetmemize taaccüb ediyorlar. Bu taaccüpleri bir emr-i münkerdir. Zira; taaccübe şayan birşey yoktur. Çünkü; o recüle vahyimiz «Sen nâsı Cehennem'in ahvalini beyan etmekle korkut ve Cehennem'e girmelerine sebep olan amelleri göstermekle gü­nahları irtikâb etmekten onları menet ve Cennet'in evsafını ve Cennet'e girmelerine sebep olan ibadetleri ve o ibadetler sebebiyle Rableri indinde derecât-ı âliye olduğunu beyanla onları tebşir et» demektir. Şu halde böyle bir recül-ü kâmile bu misilli ahkâmı vah­yimize neden taaccüp ederler? Zira;, onlar, resul olarak gönderdi­ğimiz recülün me'mur olduğu inzar ve tebşir taaccübü icab eden şeylerden değildir. Çünkü taaccüp ; aklen uzak ve âdeten görülmemiş birşeye olur. Halbuki bizim onlara irşad için gönder­diğimiz resul, onların menâfi-i diniye ve dünyeviyelerini kendilerine tebliğ etmesi ma'kul birşey olduğu cihetle taaccübe mahal1 yoktur.

Mekke kâfirleri emr-i nübüvvetin hakikatini bilmediklerinden taaccüp ediyorlardı. Zira; Fahri Râzi, Hâzin ve Kaazfnin beyan­ları veçhile onlar derlerdi ki, «Ne acayip şey ki Allahü Tealâ hal­ka gönderecek bir resul bulamadı da, Ebutalib'in yetimini mi bul­du?» Bu sözleriyle risaleti Resulullah'a münsaip görmüyorlardı, Zira; onların bu sözleri fart-ı hamakatlarından ve bütün himmet­leri umur-u dünyaya münhasır olduğundan ve vahyi mansıb-ı dün­yaya kıyas ederek dünyaca zengin ve hatırlı olan kimseye gele­ceğini zannediyorlardı.   Bilmiyorlardı ki, mansıb-ı nübüvvet rüt-be-i ruhanîdir. Binaenaleyh; fezâil ve kemâlâtla ziynetlenmiş, ah-lâk-ı hamideyle tahalluk etmiş ve kuvve-i   kudsiyeye malik olan zat-ı şerife risalet geleceğini düşünemiyorlardı. Maahaza Resulul-lah'tan evvel geçen enbiya-yı izam hazaratımn ekserisi Resulullah.| gibi metâ'-ı dünyaya iltifat etmemişlerdi ve Resulullah ise Kureyş nazarında muteber olan şereflerin cümlesini câmfdir.    Şu kadar ki, Resulullahın onlar gibi dünya emvaline meyli olmadığından Kureyş'in büyük saydıkları kimseler gibi zengin değildi.    Emr-i nübüvvetteyse malın azlığı ayn-ı nimettir. Çünkü; emvalin evvelâ kazanılması ve sonra muhafaza edilmesi emr-i tebliği haleldar eden ahvaldendir.

Müminlere ibadetleri mukaabilinde verilecek derecelerin ya­lan olmak ihtimali olmadığını ve şekk ü şüpheden ârî olduğunu beyan,için mertebe manâsına olan kadem; stdıkla tavsif olunmuş ve müminlerin cadde-i tevhide ikdamları olup, tevhidi ikrarda ayaklan sabit olduğundan ind-i ülûhiyette mertebe-i âliye sahibi oldukları beyan olunmuştur. Çünkü Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette kadem; mertebe-i âliye ve menzile-i refia manasına­dır ve derecât-i âliyeye ayakla varıldığından mertebeden kademle tabir olunmuş ve bu dereceye nail olmak doğru söz ve halis niyet­le olduğuna işaret için kadem stdtkla tavsif olunmuştur.[2]

 

Vacip Tealâ Resulullah'a vahiy geldiğine kâfirlerin taaccüplerini ve taaccübün bir emr-i münker olduğunu   beyandan sonra kâfirlerin Resulullah'a ta'nettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler,    şu nübüvvet    davası eden zat bir mahir sâhirdir dediler.]

Yani; şiddet-i buğz ve adavetle me'lûf ve habaset-i tıynetleri icabı şirküzere devam eden kâfirler Resulullah'tan birtakım hari­kulade mucizeleri ve bilhassa Kur'an-ı Azîmüşşan'ı görüp muâra-zadan âciz kalınca «Şu risalet davası eden kimse açıktan bir sahir-dir. Fenn-i sihirde mahareti vardır ve zamanında emsali yoktur» demekle Resulullah'a iftira ve bühtan ettiler.

Şu manâ; kıraetine nazarandır. Amma kıra-etine nazaran ism-i işaret Kur'an'a işaret olup manâsı şöyledir : |Şu Kur'an, sihr-i zahirdir ve sihrolduğu meydandadır.] Binaena­leyh; bu manâya nazaran kâfirlerin ta'nı Kur'an'adır. Resulullah'a değildir. Her hangi manâ murad ve nasıl kıraet olunursa olunsun kâfirlerin bu sözleri acizlerini izhardan başka birşey değildir.[3]

 

Vacip Tealâ beşerden resul gönderildiğine taaccüb eden kâ­firlerin taaccüplerine mahal olmadığını beyandan sonra delâil-i kafiyeyle Sâni'in vücudunu ve haşri ispatla taaccüplerini izale etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sizin Rabbiniz şol zat-i ccellü a ladır ki, âlem-i ulvî olan gökleri ve âlem-i süfli olan yeri altı günde halkettikten sonra Arş-ı A'lâ üzerine kahr u galebe etti ve cümle ecsami ihata eden Arş-ı A'zam'a galebe edip taht-ı kahrına aldığı gibi cümle mevcudatın umurunu tedbir eder olduğu halde ecsamın cümlesini makhur ederek yed-i istilâsına aldı.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette altı günle murad; miktardır. Yani »Altı gün miktarı bir zamanda halketti» de­mektir. Çünkü: ma'ruf olan gün şemsin arz üzerinde bulunmasıyla hâsıl olacağından âlem halkolunmazdan evvel ve halkolunurken şems olmadığından ma'ruf olan günün bulunamayacağı cihetle gün tabiri bu makamda miktara mahmuldür. Allahü Tealâ  bu âlemi an-ı vâhidde halketmeye kaadirken altı gün miktarı bir zamanda halkettiğini beyanla kendinin fâil-i muhtar olduğuna işaret buyur­duğu gibi kullarına her umur ve ahvalde teenni eylemelerine dahi işaret ve tavsiye buyurmuştur. Amma miktarı beyanda altı adedi­ni ihtiyarın hikmeti; Allahü Tealâ'ya müfevvazdır ve Arş-ı A'lâ üzerine istivanın manâ'yı hakîkisi bir mekânda karar etmek oldu­ğundan    Allahü Tealâ'ya mekân ispat etmek lâzım gelip halbuki Allahü Tealâ mekândan münezzeh olduğu cihetle muhaldir. Bina­enaleyh; Allahü Tealâ hakkında    istiva ;    istilâ-yı tam ve kahr u galebe manasınadır.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile tedbir; avâkıb-ı umura nazar ederek herşeyin hal ü şanına vıuvafık ve maslahata mutabık iş yapmaktır. Şu halde manâ-yı nazım: [Al­lahü Tealâ herşeyi vech-i etem ve ekmel üzere takdir eder ve o takdir sebebiyle herşey vakt-i muayyeninde miktar-ı muayyen üzere ziyade ve noksan, ileri ve geri olmaksızın saha-i vücudda arzı endam eder| demektir. Emir; âlem-i ulvî ve süflinin kâffesine ve her zerresine şamil olduğundan «Cümle hadisât takdirin hari­cinde zuhur edemez, belki cümlesi takdire muvafık olarak zuhur eder» demektir. Çünkü; eşyanın şey'en ba'de şey'in ve halen ba'de halin zuhur edip zatlarında, sıfatlarında, zamanlarında ve mekân­larında yekdiğerlerine münasip veya mübayin olmaları takdir-i ezelî iktizasidır. Binaenaleyh; her birini takdir eden Cenab-ı Hak'­tır, hiç kimse karışamaz. İşte bu cümleden olmak üzere ey kâfir­ler! Sizin taaccüb ettiğiniz vahiy de Cenab-ı Hakkın takdiriyledir

Binaenaleyh; istediği kuluna gönderir. Şu halde filâna münasip ve filâna münasip değildir demekte bir manâ yoktur. Binaenaleyh; bu âlem-i mükevvenâtın icadına ve bu kadar acaip ve garaibin zu­huruna taaccüp etmiyorsunuz da Muhammed (A.S.) a gelen vahiy hakkında niçin taaccüp ediyorsunuz? Çünkü; vahiy gelmek eczâ-yı âlemden bir cüz' olduğu halde bu kadar cesîm âlemlerin halkolun-masında taaccüb etmeyip de bir cüz'ünde taaccübünüze taaccüb etmekten başka birşey değmez.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hakkın tedbir-i umurda devamına işaret için istimrara ve teceddüde delâlet eden muzari sıyğasıyla varid olmuş ve bu âlem-i mükevvenâ­tın esbabı Arş-ı A'lâ'nm harekesiyle husul bulup mahsulâta kaa-biliyeti olan âlem-i süfliye, esbab-ı âdiye âlem-i ulvîden nazil ol­duğu cihetle Vacip Tealâ mahlûkaatın cümlesini ihata eden Arş-ı A'lâ'ya istilâsını beyan buyurmuştur ki, bütün mevcudatın büyü­ğü olan Arş-ı A'lâ taht-ı kahrında olunca sair eczaların taht-ı kah­rında olacağı evleviyetle sabit olduğuna işaret buyurmuştur.[4]

 

Vacip Tealâ azamet-i ilâhiyeye delâlet eden delâilden bazıla­rım beyandan sonra bazı aharı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın izni olmaksızın hiç bir kimse birşeye şefaat edemez, illâ izn-i ilâhi olursa şefaat eder. Ey insanlar! İşte ülûhiyet sıfa­tıyla muttasıf olan AUahü Tealâ sizin Rabbinizdir. Allahü Tealâ sizin Rabbiniz olunca siz ibadetinizi ancak ona hasredin, onun gayrıya ibadet etmeyin. Vahdaniyetine ve ibadete istihkaakma delâlet eden delâili unutur da düşünmez inisiniz? Maahaza bu hu­susta çokça düşünüp tezekkür etmeniz lâzımdır.]

Yani; ey kâfirler! Siz mâ'budlarınızın size şefaat edeceğini itikad ve onlara ibadet edersiniz. Halbuki bu »itikaadmız batıldır.

Zira; herşeyi tedbir edip maslahat ve hikmeti icabı icad eden Al-lahü Tealâ olduğundan Allah'ın izni olmaksızın hiçbir kimse hak­kında birşey şefaat edemez, ancak şefaata Allahü Tealâ'nın izin verdiği kimse şefaat edebilir.

Bu âyet mutlaka şefaatin varlığına delâlet etmekle mutlaka şefaati inkâr eden Mutezileyi reddettiği gibi Allah'ın izni olma­yınca hiç kimsenin şefaata cüret edemeyeceğini beyan ettiği cihet­le Allah'ın azametine dahi delâlet eder. Vacip Tealâ azametine ve ülûhiyetine delâlet eden delilleri beyandan sonra cümlenin ibadetine müstehak ancak kendisi olup kendinin gayrı ibadete müstehak bir kimse olmadığını beyan buyurmuş ve bu delâili tetkik ederek ülû-hiyeti itikad etmeyenleri tekdir etmiştir. Çünkü; âyetin âhirindeki hemze; istijham-ı inkârı ve tekdir içindir. Zira; bu kadar büyük nimetlere müstağrak olan insanların o nimetleri halkedip kulları­na veren Allahü Tealâ'yı düşünmemekten daha ziyade bir cinayet olamaz. Çünkü; o nimetlerin şükrünü eda ve nimetleri ihsan eden ma'buda ibadet etmek her insan üzerine farz-ı ayndır.

Bu âyet; Allah'ın mahlûkatta icad ettiği sanayi-i garibeyi te­zekkür etmekle vahdaniyete ve Allah'ın kudret-i kâmilesine istid­lal etmek her mükellef üzerine vacip olduğuna delâlet eder. Eğer tezekkür vacip olmasaydı tezekkür etmediklerinden dolayı tekdire müstehak olmazlardı. Çünkü; vacip olmayan şeyi işlememekten tekdire müstehak olmaz.[5]

 

Vacip Tealâ bidayette icada delâlet eden delilleri beyandan sonra nihayette olacak âhirete delâlet eden delilleri dahi beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Ancak sizin ccmünizin    merdiniz Allahü Tealâ'nın huzur-u manevîsidir. Allah'ın gayrının Jıuzuruna varmanız mümkün değildir. Şu rücuunuz Allah'ın vaad-i muhakkakıdır, asla hilaf olmaz. Zira; Allah'ın vaadinde hulf olmaz. Binaenaleyh; haşr ü neşir emr-i muhakkak olup tağyir ve tebdil kabul etmez. Allahii Tealâ halkı icad eder ve Öldürdükten sonra tekrar iade eder. Şu halde iade ede­ceğine iman edip amel-i salih işleyen kullarını adaletle cezalandır­mak için icad eder ki, herkes amelinin mükâfatını görsün.]

Yani; merdiniz ancak Allahü Tealâ'mn huzurudur. Zira; Al-lahü Tealâ bizatihi iptidaen mahlûkaatı halkeder ve sonra Kahhar isminin muktezası herbirini i'dam eder. Badehu kullarına vâki olan tekliflerinin esrarını izhar için tekrar onları ihya ve iade eder. Onları iade etmesinin sebebi; vahdaniyetini tasdik ve resullerine iman ederek şeriatlarıyla amel eden ve etmeyenleri amellerine göre ve adaletle cezalandırmaktır. Zira; günahı olanla olmayan­ların müsâvî kalması hikmete ve adalete mugaayirdir. Çünkü adalet; âsîye azap, muti'a sevap vermektir. Şu halde âsî ile muti* beynini ayırmak bihasebilhikme lâzımdır. Tefrikin ise bu dünyada vaki olmadığı meydandadır. Zira; kâfir ve âsîlerin rahatı, âbid ve zahitlerin mihnet ve meşakkatları her zaman ve her yerde görülmektedir. Şu halde âbidlerle âsîler beyni tefrik olunmak için âhiretin vücudu muhakkaktır.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları veçhile eğer âhiret olmasa âlem hiçbir zaman hercümercden ve fitnelerden hâlî ola­maz. Zira; insanlar tab'an her iyi olan şeyin kendinde bulunma­sına ve kötü olan şeyin bulunmamasına meyyal olduğu cihetle daima gayrın hukuukuna tecavüzden hâlî kalmadıklarından her zaman âlem fesaddan, zulüm ve tuğyandan kurtulmaz. Şu halde herkesin tekâlif-i ilâhiyeyi ferağ-ı kalple edası mümkün olamaz. Çünkü; ferağ-ı kalple,, tekâlif i yerine getirmek âlemin intizamına bağlıdır. Binaenaleyh; fitne ve fesaddan âlemi muhafaza, zulüm ve tuğyandan insanları vikaaye ancak âhiretin vücudunu ikrar ve âhiretten korkmasıyla olabileceğinden Cenab-ı Hak resulleri vası­tasıyla kullarına âhireti bildirmiş ve itikad lâzım olduğunu beyan etmiştir. Zamanımızda ekser-i süfehâda görüldüğü veçhile âhireti itikad etmeyen kimse herşeyi mubah görür ve her fenalığa men­şe' olur. Binaenaleyh; aklına gelen ve hava-yı hayvaniyesine mu­vafık olan her kötülüğü işlemekten çekinmez, utanmaz ve adi ü hakkaaniyetin hilâfına olan şeylere adalet nazarıyla bakar ve ada­leti gözü görmediğinden daima kendine ve gayrılara zulümden hâli kalmaz. Âlemin intizamında padişahların vücud ve mehabet­leri kâfi olamaz. Zira; âhireti itikad etmeyince padişahlarda dahi aynı hâl mevcuttur. Çünkü; onlar da şehavat-ı nefsaniye sahibi oldukları cihetle eşhas-ı sairede cereyan eden ahvalin banlarda daha kuvvetlisi cereyan edeceği tabiidir. Binaenaleyh; âhiret ol­masa padişahların vücudlarıyla dahi âlemin intizamı mümkün ola­maz.

Ahiretin vücuduna delâlet eden delillerden Fahri Râzi pek çok zikretmişse de biz burada bu kadarı zikirle iktifa ettik, ziyadeye hacet görmedik. Halbuki âhiret emr-i mümkün olduğundan mak-duret-i ilâhiye cümlesindendir. Zira; bu dünyada ruhun bedene hulûlüyle âhirette hululü beyninde fark yoktur. Madem ki bu dün­yada hulul ediyor, âhirette dahi hulul edeceğinde tereddüde ma­hal yoktur. Binaenaleyh; dünyada ruhun bedene hululünü herkes nefsinde müşahede edip dururken âhriette hulul edeceğini inkâr, hamakat neticesi olmaktan başka birşey değildir. Dünyada şu be­deni icada kaadir olanın âhirette dahi icada kaadir olacağında şüp­he olur mu? Bittabi' olamaz. Binaenaleyh; dünyada itikad-z sahihi ve a'mal-i salihayı sevaba ve itikaad-ı batılı ve kötü amelleri aza­ba rabıtla insanları hayra terğib ve serden menetmiştir ki, hiç kimsenin bir diyeceği kalmasın.

Hulâsa; Allahü Tealâ'nın dünyada insanları icada ve i'dama kaadir olup birçoklarını nimetleriyle taltif edip diğerlerini mih­net ve meşakkatla ta'zib ettiği gibi âhirette dahi insanları icada ve amel edenleri sevapla taltif ve isyan edenleri azab etmeye kaa­dir olduğu ve âhirette insanları tekrar icad, ancak herkesin ceza­sını vermek için olduğu ve eğer ceza-yı âhiret olmamış olsa âlem­de intizam olamayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümle­sindendir.[6]

 

Vacip Tealâ âhirette mutlaka cezanın varlığını beyandan son­ra kâfirlerin cezalarının hakikatini ve keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sol kimseler ki onlar kâfir oldular, onlar için sıcak sudan şarap ve küfürleri sebebiyle elem verici azap vardır.] Yani; dün­yada isyan ederek Rablerinin güzel nimetleriyle telezzüz ettiler ve lâkin şükrünü eda etmediler. O nimetler bedelinde âhirette hara­reti nihayete varmış sıcak sudan şaraplar vardır ve Resulullah'a iman etmeyip inat ve istikbar üzere küfre devamlarına mukaabü onları acıtıcı azap vardır.

Fahri Râzi ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile azaba istihkakla­rında mübalâğaya işaret için kâfirlerin cezasını beyanda cümle-i ismiye varid olmuştur. Amma müminlerin nail olacakları nimetle­rin nihayesi olmadığına işaret için bundan evvelki âyette mümin­lerin cezasının keyfiyetinden bahsolunmadı. Kâfirlerin cezalarının sebebi; itikaad-ı batıl olduğuna işaret için onların cezası küfürle­rine nispet olundu. Müminlerin amelleri adalet üzere olup kâfir­lerin itikad ve amelleri şer'in hilâfına zulümden ibaret olduğuna işaret için müminlerin cezasını beyanda adalet üzere olduğunu beyanla iktifa olundu, kâfirlerin cezasını beyanda adalet zikrokm-madı. Halbuki onların cezası da adalet-i ilâhiye icabıdır. Fakat dünyada amelleri adalete müstenid olmadığından şanlarını tahkir için cezalarını beyanda adalet zikrolunmamıştır.

Bu âyet mükellef olan insanların iki kısım olup üçüncü bir kısım olmadığına delâlet eder. Çünkü; âyette ceza iki kısım üzere tertib olundu. Eğer üçüncü bir kısım daha olsaydı onun da cezası tertib olunurdu. Zira makam; insanları âhirette iadeden maksat ve cezayı beyan makamı olduğu için kaç türlü insan ve kaç nevi ceza varsa onu zikretmek makamı olduğundan cezaya müstehak olan her kısmı zikretmek lâzımdı. Halbuki iadeden maksat olan cezavı zikir ikiye münhasır olmuştur ki, onlar da kâfirlere mahsus azap ve müminlere mahsus sevaptır. Binaenaleyh; üçüncü bir kıs­mın cezasını beyan etmemek üçüncü bir kısım olmadığına delâlet eder. Şu halde Mu'tezile'nin «Fasıklar için âhirette Cennet'le Ce­hennem arasında bir mahal var» dedikleri mezheb-i batıllarını bu âyet reddetmiştir.[7]

 

Vacip Tealâ insanların hilkatına ve haşr ü neşre ve haşirdan maksad olan tertib-i cezaya işaretten sonra vahdaniyetin delâili cümlesinden olan şems ü kamerin halkolunmalanndaki hikmete işaret etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ şol zat-ı eceli aladır ki, güneşi zıya sahibi ve kameri nur sahibi kıldı. Senelerin ve ayların hesaplarını sizin bilmeniz için onların menzillerini ve burçlarını takdir ve tayin etti. Allahü Tealâ gökleri, yerleri ve bilhassa ay ve güneşi halket-medi, illâ hakka mukaarin olarak halkctti. Zira; tafsil olunduğu veçhile herbirerlerinde gûnâgûn hikmetler ve maslahatlar var ve herbirini insanların birçok menfaatlarına hizmet eder kıldı ve Biz Azîmüşşan vahdaniyetimize delâlet eden âyetleri ilim sahibi olup her şey j iyi teemmül eden kavim için tafsil ederiz.] Zira; onlar me­seleyi tahkik eder, taklide tenezzül etmezler ve hakikati bulup ona iman ederler.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile meseleyi tahkik etmeyip taklidle iktifa edenler behâim derecesinde tahkikten ârî oldukları cihetle mertebe-i insaniyetten sakıt olduklarına işaret için Vacip Tealâ delâilin tafsili âlimlere mahsus olduğunu. beyan buyurmuştur. Zira; delâilden intifa' eden onlardır. Diğerleri delâili tetkikle intifa' edemediklerinden onlara tafsilin faydası yoktur. Zira; ilimden ârî cahillerdir.

Vacip Tealâ vahdaniyetine ve kudretine delâlet etmesi için şemsi ayn-ı zıya kıldı ki, kemâl-i zuhuruna ve kahr u galebesine delâlet eder ve kamer nefsinde cism-i zulmânî olduğu halde güneş­ten ziyanın aksiyle nur sahibi kıldı ve bunlardan herbirini umuru­nuzu tedbir ve ihtiyacınızı teshil için herbirinin burçlarını tayin buyurdu ki, sizler senelerin, ayların hesabını bilip ziraat ve tica­retiniz esnasında zamanlarını ve hesaplarını bilesiniz. Şemsle ka­merin halkolunması insanların menfaatlannı te'min için olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü; cümlesi insanların mabihil hayatı olan maişetlerini tahsile sebeptir. Zira; her faslın zamanını bilmek ve onların mevsimine göre mühimmatı tedarik etmek ve mevsi­minde ekmek ve dikmek gibi umur-u maişetin cümlesi bunlara merbuttur. Eğer şemsle kamer bu minval üzere halkölunmamış olsaydı insanlar için idame-i hayat etmek müşkül olurdu, Kezalik muâmelât-ı ticariyede dahi bunların külli methali vardır. Zira; muamelâtta müddet tayini behemehal lâzımdır ve bu müddetin de aylar, günler ve haftalarla husule geleceği ma'lûmdur. Bunla­rın şu surette halkolunması Vacip Tealâ'nın fail-i muhtar olmasına dahi delâlet eder. Çünkü; ecsamın cümlesi maiyette müsâvî ve ec­zada müteşabih oldukları halde şemsi ziya ve kameri nur sahibi kılmak ve diğerlerine zulmeti tahsis etmek halikın fail-i muhtar olmasına delâlet eder. Eğer tabiat iktizası olsaydı cümlesi bir siyak üzere olurdu. Zira; tabiatın iktizası değişmezdi. Eczada mütesavi olunca tabiata da müsavi olacağı bedihidir. Tabiat-ı vahideden su­dur eden şeyin yeknesak olması zaruridir. Halbuki vukuatın bunun aksine olması fail-i muhtarın vücuduna pek büyük bir delildir ki, eşyadan herbiri ayrı ayrı birer hassa ve suret üzere bulunup bir şekil ve suret üzere bulunmuyor. Belki herşey taraf-ı ilâhiden ken­dine bahşolunan feyz ve şekil üzere zuhur ediyor ve kendinden maksud olan gaayeye doğru gidiyor.[8]

 

Vacip Tealâ kudret-i kâmile ve vahdaniyet-i ezeliyesini âle­min halkıyla ispat ettiği gibi layl ü neharın ihtilafıyla dahi ispat etmek üzere buyuruyor.

[Gece ve gündüzün ihtilâfında ve Allah'ın göklerde ve yerde halkettiği mevcudatın cümlesinde akıbetten havfedip envâ'-i mu-harremattan kaçınmakla nefsim vikaaye eden kavmiçin kudrct-i ilâhiyeye delâlet eden deliller vardır.] Çünkü; insanın menfaatla-rına hizmet eden gece ve gündüzün ihtilâfı ve Allah'ın halkettiği rahmetler, sular, ormanlar, madenler ve otlakla hayvanlarda olan sanayi-i garibe ve acibeden âhirete imam olan kimseler ibret alır, tefekkür ve teemmülle derecâta nail olur. Zira; bu âlem-i mükev-venatın herbirinde akıl sahibi için binlerce ders-i ibret vardır ve bu derslerden ibret alanların maddî ve manevî müstefid olacağına işaret için bu alâmetler mütteki olan kimselere tahsis olunmuştur.[9]

 

Vacip Tealâ vahdaniyete delâlet eden delilleri beyandan son­ra âhirette kâfirlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar âhirette bize mülakat edeceklerini ümid etmezler ve hayat-ı dünyaya razı olarak kalpleri onunla müs­terih oldular ve onlar şol kimseler ki, bizim vahdaniyetimize delâ­let eden âyetlerimizden gaafillerdir. İşte onların kesbettikleri gü­nahları sebebiyle mekânları Cehennem ateşidir.] Çünkü; onlar âhireti inkâr ettikleri için Cehab-ı Hakka mülakat ümid etmedik­lerinden âhirete iltifat etmeyerek fanı olan hayat-ı dünyaya razı oldukları gibi lezzet-i dünyayla iktifa ederek kalpleri sükûnet bul­du, kudretullaha ve âhirete delâlet eden delillerden gaflet üzere vakit geçirdiler. Zira; gabavet ve adem-i dirayetleri bunu intaç etmiştir. Binaenaleyh onların kesbettikleri günahları sebebiyle makamları Cehennem'dir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette Allahü Tealâ'ya mülakat la murad; Allah'ın sevabına ve lûtfuna mülakattır veyahut ma'rifet-i ilâhiyenin kemâliyle inkişafına mü­lakattır. Çünkü; abdin hakikatta Cenab-ı Hakka mülakatı mümkün olamaz. Zira; Allahü Tealâ hadd ü nihayeden münezzeh olduğu cihetle hakîkî mülakat muhaldir.

Bu âyette rica; korku ve iman manâsına olduğuna na­zaran manâ-yı nazım: [Şol kimseler ki, onlar Allah'tan korkmaz ve âhirete iman etmezler. Onların mekânı Cehennem] demektir. Bu âyette ehl-i Cehennem dört sıfatla tavsif olunmuştur. Bi­rinci sıfat; Allahü Tealâ'ya mülakat ümid etmemektir. Bu sıfat; lezzet-i ruhaniye olan ma'rifet-i ilâhiyeyi arzu etmedik­lerine delâlet eder. İkinci sıfat; mücerret dünyaya raazı olmalarıdır. Bu sıfat; bütün himmetleri dünyaya masruf ve meyi ü muhabbetleri lezzât-ı cismaniyeye ma'tuf olduğuna delâlet eder. Üçüncü sıfat; dünyaya kalplerinin mutmain ol­masıdır. Bu sıfat; âhiret korkusu olmadığına delâlet eder. Dör­düncü sıfat; âyât-ı ilâhiyeden gaafil olmalarıdır. Bu sı­fat; maneviyatla alâkalan olmadığına delâlet, eder. Şu dört sıfatın cümlesi birden nar-ı cahîme girmelerine sebep olduğu gibi herbi-rerleri ayrı ayrı nara girmelerine sebeb-i müstakil olabilir. Yani şu sıfatların herbirerleri Cehennem'e duhullerine sebep olduğu gibi mecmuu sebeb-i müşterek dahi olabilir.[10]

 

Vacip Tealâ ehl-i küfrün hallerini beyandan sonra ehl-i ima­nın hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar iman ettiler ve amel-i salih işlediler. İmanları sebebiyle onları Rableri Cennet'e îsâl eder bir'doğru yola sevk buyurur. Binaenaleyh; onlar nail-i emel olurlar ki, envâ-ı ni­metlere mahal olan cennetlerde onların bulundukları sarayların altmdan ırmakla akar.] Çünkü; onlar kuvve-i nazariye olan ma'ri-fetullahı ve akaaid-i diniyeyi ve kuvve-i ameliye olan a'mâl-i sa-lihayı yerine getirmekle itikaadı ve ameli tahsili lâzım olan şeyi tahsilde kusur etmedikleri için meratib-i adideye nail olmuşlardır. Zira; kalpleri ma'rifetullahla dolu olduğu gibi azaları da ibadet-i mevlâ ile meşgul olduğundan Cenab-ı Hak onları birinci mertebe­de tarik-ı selâmet ve istikaamete îsâl eder ve ikinci mertebede âhi-rette Cennet'e îsâl edeceğini beyan buyurur.[11]

 

Vacip Tealâ üçüncü mertebelerine dahi işaret için buyuruyor.

[Ehl-i Cennetin Cennet'te Rablerine duâ ve münacatları «Ey bizim Rabbimiz! Seni cümle nekaaisten tenzih ederiz» demektir ve onların birbirlerine merhabaları selâm alıp vermekle selâmlaş­maktır veyahut meleklerin selâmlarına nail olmaktır.][12]

 

Vacip Tealâ onların    dördüncü mertebelerini    beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i Cennet memul ettikleri nimetlerin nihayesine yarınca m ünaca Harının ve dualarının âhiri âlemleri envâ'-ı lütuf ve kere-miyle terbiye eden Rabbi Tealâ'ya hamdetmektir.]

Yani; ehl-i Cennet Vacip Tealâ'nın acaip ve garaibini ve âsâr-ı rahmetini görüp gözlerin görmediği ve kulakların duymadığı ni­metleri müşahede edince zat-ı ilâhiyi takdis ve vaad-i ilâhiyi hulf şaibesinden tenzih etmek üzere teşbih etmeye sürat ederler ve şu minval üzere Cenab-ı Hakkı tenzih edince birbirleriyle selâmlaşır ve envâ-i mekârihten halâs olduklarına işaret ederler ve bundan sonra nail oldukları nimetlere şükür olmak üzere Cenab-ı Hakka hamd ü sena ederler ve derler ki: Yani; «Her­kesin meth ü senası âlemlerin Rabbi olan Allahü Tealâ'ya mahsus­tur ve Allah'tan başka hamde ehil yok» demektir.[13]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ve müminlerin âhirette hallerini beyan ettiği gibi ehl-i küfrün dünyada halleri Resulleri tarafından beyan olunan azab-ı isti'cal etmek olup lâkin Allahü Tealâ ta'cil buyur-mayıp vakt-î merhununa kadar halleri üzerine terkettiğini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ nâsnı kendilerine hayrı isti'cal ettikleri gibi onlara şerri isti'cal etmiş olsaydı ecel-i mev udlarını kaza bu­yurur da müddet-i hayatları tükenir biterdi. Ve lâkin Allahü Tealâ onların istedikleri azab-ı dünyev iyeyi ta'cil buyurmuyor. Eğer dünyada onlara azabı ta'cil buyursaydı derhal ihlâk ederdi, fakat istidrac olarak onların dünyada azaplarını te'hir eder. Binaenaleyh; Biz Azîmüşşan bize mülakat ünıid etmeyenleri mütehayyir ve mü-tereddid olarak tuğyanlarında terkederiz ki, terkettiğimiz müddet­te aklını başına alıp istiğfar ve iman edenler etsinler ve iman et­meyip isyanında devam edenlerin azaba istihkakları zahir olsun.]

Yani; âhireti inkâr edip himmetlerini dünyaya hasredenleri, haddini tecavüz eden isyanları içinde terkeder ve dünyada onlara müsaade ederiz ki, âhirette azapları ziyade olsun. Şu halde onla­rın alelacele azab istemelerinin te'siri olmaz.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile zaman-ı saadette olan Kureyş kâfirleri ümem-i salife gibi Rasulullah'ın onları azapla korkutma­sına karşı «Yâ Muhammed (S.A.)! Eğer senin dediğin doğru ve nübüvvetin sahihse üzerimize semadan taş yağdır ve azap getir» demeleri üzerine Allahü Tealâ eğer onların istedikleri veçhüzere azab edecek olsa derhal ihlâk edeceğini ve lâkin dedikleri gibi ol­mayıp onlara vakt-i merhununa kadar müsaade edeceğini beyan buyurmuştur.[14]

 

Vacip Tealâ azaplarını murad etmiş olsaydı derhal ihlâk ede­ceğini beyandan sonra insanm kemâl-i zaafa müptelâ olduğunu ve asla sabrı olmadığını ve hali daima mütegayyir olup, sebatı olma­dığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[İnsana envâ'-ı zarardan bir zarar dokunduğunda yattığı, otur­duğu veya kalktığı halde bize duâ eder, tazarru ve niyazda bulunur ve dört gözüyle o zarardan kurtulmasını ister. Vakta ki, biz o za­rarı ondan kaldırınca keenne o zarara dair bize hiç duâ etmemiş gibi duadan vazgcçivcrir, isabet eden zarardan kurtulmasına dair duasını unutur, kecnne duaya ihtiyacı yokmuş gibi bir tavır takı­nır. İşte böyle müsriflere amelleri tezyin olunur.]

Yani; belâyânın geldiğinde insanın sabrı azdır ve nimet-i ilâ-hiyeye nail olduğunda yoluyla şükrünü eda etmez. Zira; insana bir zarar geldiğinde oturur, kalkar, yatar, gezer velhasıl cemi-i ahvalinde o zararın izalesi için duaya seğirtir, o belânın nimete tebdil olunmasını sabırsızlıkla ister. Fakat duası kabul olunup da belânın üzerinden kalkmasıyla hemen duadan ve şükretmekten i'raz eder, o zararı hatırına bile getirmez. Maahaza insana lâyık olan belâya sabır ve nimete şükretmektir.

Şu halde insan için lâzım olan gerek refah ve rahatında, ge­rek şiddet ve mihnetinde duadan hâli olmamaktır. Zira; Cenab-ı Hak duasını müzayaka zamanına hasredenleri zemmetmiştir. Çün­kü; refah halinde duâ edenlerin vakt-i müzayakada duaları kabul olunacağına dair Resulullah buyurmuştur. Yani «Gam, gussa ve şiddet zamanında duasının kabulü kendisine meserret veren kimse rahat ve afiyet zamanında duayı çok etsin ki, vakt-i ihti­yaçta duası kabul olunsun» demektir. Şu halde afiyet zamanında duanın çok olması musibet zamanında duanın kabulüne sebep ola­cağı bu hadis-i nebeviyle de sabittir. Binaenaleyh; musibet zama­nında duâ edip de afiyet zamanı duayı terketmek mezmumdur ve musibet zamanında duanın kabul olunmamasına sebeptir.

Fahri Râzi, Hâzin ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyet-i celile; insana lâzım olan vezaif-i ubudiyetten bazılarını beyan bu­yurmuştur. Birinci vazife; insan kaza-yı ilâhiye razı olarak lisanıyla ve kalbiyle musibete asla itiraz etmemektir. Çün­kü; Allahü Tealâ malik-i mutlak olduğundan mülkünde dilediğini işler ve her ne işlerse ayn-ı hikmet ve sevaptır, batıl ve abesten münezzehtir. Hiç kimsenin itiraza salâhiyeti yoktur. Binaenaleyh; insana lâzım olan belâyâya karşı sabır ve sükûnet edip elem ve ıztırabı terketmektir. İkinci vazife; musibet zamanın­da Allah'ın zikriyle meşgul olup duaya devam etmektir. Zikirle iştigal etmek duayla iştigal etmekten efdaldir.    Zira zikir; hakla meşgul olmak ve dua ise hazz-ı nefisle meşgul olmaktır. Binaen­aleyh zikir; duadan efdaldir; Üçüncü vazife; belânın üzerinden kalkmasına şükretmek lâzımdır. Zira; belâyı Cenab-ı Hakkın o kimsenin üzerinden kaldırmaması ayn-ı adalet olup kal­dırması ise fazl u ihsan olduğundan bu nimet-i uzmaya elbette şükretmek lâzımdır. Dua zamanında insanın yatmak, oturmak ve ayak üzerinde bulunmak ahvalini tasvir etmek; herhalinde insa­nın duâ etmesi caiz ve lâzım olduğuna işarettir ki, nasıl mümkün olursa Öyle duâ etsin demektir. Binaenaleyh; duanın muayyen bir zamanı ve mekânı yoktur.

Vacip Tealâ bu âyette insanın iki haline işaret buyurmuştur. Birincisi; zaaf ve aciz haliyle sabrının az olmasıdır. Bunun. neticesi belâ nazil olunca zaaf hâlinin onu duaya ve inkıyada ve huzur-u kalple itaata şevketmesidir. Binaenaleyh; belâ isabet edin­ce yalvarmaya başlar. İ kincisi; gurur ve inat, sürür ve. ferahtır. Bunun neticesi o belâ zail olup rahatı bulunca hemen geçmiş ıztırabı unutup Allah'ın ihsanını bir tarafa atarak şehevat-ı nefsaniyesinin arzusunu işlemeye sa'yetmek ve nimet-i ilâhiyeyi inkârla küfür ve tuğyana başlamaktır. Çünkü; nefisleri ve şeytan­ları onların emr-i ilâhiye muhalefetlerini ve resulüne husumetle­rini onlara güzel ve ziynetli gösterir.

Bu âyette Vacip Tealâ belânın zevaliyle duayı terkedenleri ve nimetin şükrünü eda etmeyenleri müsrif namıyla zikir buyurmuş­tur. Çünkü; iptilâ zamanında tazarru'la inkıyad edip belâ zail olun­ca unutuvermek zikrullahtan gaflet ve umur-u dinde haddini te­cavüz olduğundan bu misilli kimselere müsrif denmiştir. Zira; in­sana malını mahallinin gayrıya sarfetmekte müsrif denildiği gibi vâcibat-ı diniyesini terketmekte dahi müsrif denilebilir. Çünkü müsrif; garaz-ı hasis uğrunda boşu boşuna malını sarfeden. kimseye denildiği gibi saâdât-ı uhreviyeye nispetle gaayet değer­siz ve âdî olan lezzât-ı dünyaya kıymetli aklını, fehmini ve azâ-yı sairesini sarfeden kimseye de müsrif denmek elyaktır. Zira; bu azaların riıahall-i masrafı maişet-i dünyeviye ve saâdât-ı uhreviye olduğu halde gaayet hasis ve hakir olan dünyaya sarfla âhireti unutmaktan daha büyük israf olamaz. Çünkü; mahall-i masruftan birine ziyade himmet etmekle israf ettiği gibi diğerini ihmal et­mekle büyük zarar ettiği için yine israf etmiştir.[15]

 

Vacip Tealâ cüz'i zarar isabet edince insanların tazarru' edip zarar zail olunca unutuverdiklerini beyandan sonra ümem-i sali-feyi ihlâkini beyanla kâfirleri tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, âsîlere kahr u gazabımız icabı sizden evvel geçen ümmetleri zulmettikleri zaman muhak­kak ihlâk ettik. Halbuki onlara resuller geldi. Mucizelerini izhar ettiler. Nübüvvet davalarını ispat için ümmetlerine getirdikleri mucizelerini gösterdikleri zaman ümmetleri iman eder olmadılar ve resullerinin tebliğ ettikleri ahkâmı dinlemediler. İşte onları bil-külliye ihlâk etmek suretiyle cezalandırdığımız gibi ceraimi irti-kâb eden her kavm-i günahkârı cezalandırırız.] Zira cürüm ve ci­nayet; cezayı muciptir.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile rusül-ü kiramın gel­melerinden maksat; ümmetlerine doğru yolu göstermek, zulüm ve inadı terkettirmek, insanlar arasına adaleti te'sis, hüsn-ü muaşe­reti te'min ve Allah'a ubudiyetin yolunu takrir etmektir. Bunları kabul ve resullerine iman eden ümmetler her zaman dünya ve âhi-ret saadetlerine nail olmuşlardır. Bunun aksine iman etmeyip en-vâ'-i kabayihi irtikâb ederek yoldan çıkanlar her zaman helak olup gitmişlerdir. Zira enbiya vasıtasıyla vuku bulan tebligat; tenbih-i ilâhidir. Şu tenbihle mütenebbih olanlar cümle korkularından kur­tulup umduklarına nail.olmuş ve mütenebbih olmayanlar hâib ü hâsir dünya ve âhirette rezil ve rüsvâ olmuşlardır,

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile helak olanların helakle­rine sebep; cürmü irtikâpları olduğunu sarahaten beyan için ismi zamir yerinde ism-i zahir olarak mücrim lâfzı varid olmuştur. Çünkü; yerine denilse olabilirdi, fa­kat cürümlerini tasrih olmaz ve cezalarına başlıca sebep, cürüm­leri olduğu bilinemezdi. [16]

 

Vacip Tealâ ümem-i salifeyi zulümleri ve cürümleri sebebiyle ihlâk ettiğini beyandan sonra ümmet-i Muhammediyeyi onlara halife kıldığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ümem-i salifeyi ihlâk ettikten sonra ne gibi amel edeceğinize nazar edip bilmek için yeryüzünde sizi halife kıldık.] Onları imti­han ettiğimiz gibi sizi de imtihan edeceğiz ve onları müptelâ kıl­dığımız şeylerle sizi de müptelâ kılıyoruz ki, amelinize göre mü-cazat edeceğiz.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette nazar lâfzı ilm-i hakîkî manâsında müsteârdır. Zira hakikat-ı nazar; Allahü Tealâ'da ta­savvur olunmaz. Çünkü; Vacip Tealâ'mn nazara ihtiyacı yoktur. Binaenaleyh    nazar;  ilm-i hakîkîye teşbih tankıyla zikrolun-

muşsa da ilim  manâsı murad olduğundan  denmişse de manâsı murad olunmuştur,

Ehl-i Mekke'nin inat ve kibirleri haddini tecavüz ettiğinden âyetin evvelinde tehdidi teşdid için kasemle ve edat-ı tahkikle va­rid olmuştur. Zira; muhatabın inkârı ve şiddeti derecesinde te'kid irad olunmak muktezâ-yı belagattır. İnsanları halife kılmaktan maksat; a'mâl-i haseneyle kullar beyninde adaletin zuhuru ve lâ­yıkıyla âlemin intizamıdır.

Cenab-ı Hakkın kullarını imtihan muâmelesiyle murad; kul­larından amellerinin keyfiyet-i zuhurudur, yoksa amellerinin esa­sının zuhuru değildir. Çünkü; bir amel bazı zamanda ibadet olduğu gibi aynı amel diğer zamanda ma'siyet olur. Meselâ bir kimse­nin yetim bir çocuğa bir tokat vurması eğer o çocuğu te'dib ve terbiye kasdıyla olursa ibadet olduğu gibi çocuğa ihanet ve eza kasdıyla olduğunda ma'siyet olur. Şu halde amelin esasının zuhu­runa itibar yoktur, belki zuhurun keyfiyeti veçhine ve ameli izhar eden kimsenin niyetine itibar vardır. Amma kafi ve sarih ma'si-yeti izharda niyete itibar yoktur. Çünkü masiyet olan birşey; ni­yetle ibadet olamaz. [17]

 

Vacip Tealâ'nın insanları halife kılmaktan maksadını beyan dan sonra insanların amellerinden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar üzerlerine bizim manâsı açık âyetlerimiz okunduğun­da âhirete iman etmeyip bize mülakat ümid etmeyen kimseler »Şu Kur'an'ın yerine başka bir Kuran getir» veyahut «Bunu başka bir Kur'an'a tebdil et kî, biz de okuyalım» derler.]

Yani; nebimiz lisanıyla kâfirler üzerine bizim vahdaniyeti­mizi ve âhirete delâlet eden ve manâsı zahir olan âyetlerimiz okun­duğunda âhirette bizim ihsanımıza mülakat etmek ümid etmeyen­ler «Yâ Muhammed (S.A.)! Bize bir Kur'an getir ki, âhiretten bahsetmesin veyahut bu Kur'an'ın âhirete delâlet eden âyetlerini delâlet etmeyenlere tebdil et ki, zihnimize muvafık olsun, biz de okuyalım ve iman edelim» derler.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran kâfirlerin bu söz­lerden maksatları; Kur'an'ı ve Resulullah'ı istihza etmektir. Çün­kü; zamanımız süfehasmda da görüldüğü veçhile onlar arzularının hilâfına olan şeye itiraz ettikleri gibi bazı âyetleri de kendi hava ve heveslerine uydurmak isterlerdi. Yahut Resulullah'tan bu su­âlleri ciddi olmak muhtemeldir. Çünkü Kur'an; onların ma'budlarım ve mezheblerini zemmettiği cihetle müteezzi olduklarından ma'budlarını ve mezheplerini zemmetmeyen bir kitap gelmesini istemişlerdir. Yahut Resulullah'ı ilzam için istemişlerdir. Çünkü; Resulullah istediklerini getirmiş olsa onlar için tekzib daha kolay olacağından başka bir kitabın gelmesini taleb etmişlerdi.[18]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin bu suâllerine karşı Resulullah"ın ceva­bını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem'er Rusül! Sen onlara «Benim için kendi tarafım­dan Kur'an'ı tebdil etmek caiz olamaz. Zira Kur an; Allah'ın ke­lâmı olduğundan tebdili ancak Allah'a mahsustur. Tebdil etmek beşerin kudretinde değildir. Binaenaleyh; ben ittibâ' edemem, an­cak bana vahyolunana tâbi' olurum. Vahyolunan ahkâmın haricin­de hiçbir şeye ittibâ' edemem ve onun haricinde size birşey söyle­yemem. Çünkü; ben Rabbime âsî olursam büyük bir gün olan yevm-i kıyametin azabından korkarım. Maahaza vahyin haricinde birşey söylemek ve Kur'an'ı tebdil etmek Allahü Tealâ'ya isyan­dır. İsyan ise azabı muciptir. Şu halde azabı mucip olan şey benim için caiz olamaz» demekle cevap ver ki onlar istedikleri şeyin caiz olmadığını bilsinler.]

Yani; ey kâfirler! Sizin istediğiniz şey muhaldir. Amma bazı âyetin bazısıyla nesholunması Allah'ın vahyi cümlesindendir. Bi­naenaleyh; nesihle bu âyete itiraz varid olamaz.

Bazı ulema bu âyetle Resulullah'm her hükmü vahye müste-nid olup içtihadla hükmetmediğine istidlal etmişlerse de esah olan; bu âyet içtihada münafi değildir. Çünkü; Resulullah içtihadla hükmettiğinde o hükmü takrir olunursa takrir de taraf-ı ilâhiden vahiy demektir. Eğer hata olsa derhal beyan olunur, Hata üzere takrir olunmaz. Şu halde içtihad üzere kararlaşmak da vahy-i ilâhi cümlesinden olduğu cihetle Resulullah'm her hükmü vahye müs-teniddir. Amma kıyas-ı fukaha zaman-ı saadetten sonra olduğu cihetle vahye müstenid olmak lâzım gelmez. Çünkü; Resulullah'tan sonra vahiy gelmek imkânı yoktur. Binaenaleyh; âhâd-ı ümmetten içtihadla imtiyaz eden fukahanm kıyasla bir hâdiseye fetva ver­meleri caizdir ki, kıyas-ı fukaha da edille-i şer'iyeden ma'duddur. İşte bu esasa binaen mesail-i şer'iyeden birçokları kıyas-j. fukaha ile istinbat olunmuştur.[19]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın Resulullah tarafından söylenmiş birşey olmadığını beyandan sonra taraf-ı ilâhiden münzel vahiy olundu­ğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sen onlara de ki, »Eğer AUahü Tealâ şu Kur'an'ın gayrı birşey dilemiş olsaydı bu Kur'an'ı sizin üze­rinize ben tilâvet edip size talim etmezdim ve Allahü Tealâ da bunu size göndermez ve bildirmezdi. Bundan evvel kırk sene ka­dar bir müddet de sizin içinizde bulundum, ömür geçirdim. Böyle birşeylere teşebbüs etmedim. Zira; Allahü Tealâ henüz Kur'an'ı gönderip tilâvetimi emretmemişti. Şurasını düşünüp taakkul etmi­yor musunuz ki, kırk sene sükûttan sonra böyle büyük kitabı ge­tirmek ve tilâvet etmek ind-i ilâhiden olmayınca olabilir mi?] Ve niçin buralarını düşünmeksizin söylersiniz ve başka bir Kur'an ge­tirilmesini veyahut bazı âyetlerini tebdil etmemi niçin, teklif eder­siniz? Benim vazifem bunu size tebliğ etmektir. Bunun haricindeme'muriyetim yok ki, onu işleyeyim ve sizin dilediğiniz gibi size istediğinizi getireyim. Bunlardan hiçbirisi olamaz. Çünkü; onları yapmak benim, elimde değildir. Eğer benim kudretim tahtında ol­saydı vahiy gelmezden evvelki kırk senede bir defa bari birşey tilâvet ederdim. Halbuki tilâvet etmedim. Çünkü; bana vahiy gel­memişti. Vahiy gelmeksizin böyle evvelin ve âhirinin-ulûmunu cami'  ü vaîdi hâvî, dünya ve âhiretin saadetini kâfil bir kitab-ı azîmi kendi, indimden getirmek benim için mümkün olabilir mi? Maahaza şiz îfemm halimi bilirsiniz ki, ben bir kitap mütalâa et­medim ve bir kimsecten-çlers okumadım. Siz düşünmez misiniz ki, bir muallimden ders okuma$ra*uve bir üstaza tilmiz olmayan kim­seden böyle ulûm-u nefise, hakaayifcj^dekaayık, ahkâm ve letaif-i j ahlâkı cami* ve esrar-ı acîbe üzerine müştem|l olup ulema ve fu- 1 zalâ muârazasmdan âciz kaldığı kitabı kendi inöiateı getirebilir mi? Ve böyle bir kitabın vahiyle olup vahiy olmayınca^olamaya-cağını neden taakkul etmezsiniz? [20]

 

Vacip Tealâ Kur'an'm Resulullah tarafından yapılmış oldu­ğunu kâfirlerin iddia etmeleriyle iftira etmiş olduklarını beyandan sonra iftira alâllah eden kimselerin cezalarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yalan olarak Allahü Tealâ'ya iftira eden veyahut âyetlerini tekzib eden kimseden ziyade zalim olur mu? Elbette olamaz. Zira; onlar felah bulmaz mücrimlerdir.] Çünkü mücrim olan; felâhyab olamaz.

Yani; Allah'tan sadır olmayan bir şeyin isnadı iftira alâllah olduğu gibi Allah'ın inzal ettiği Kur'an'ı başkasına isnad dahi ifti­ra alâllah olur. Binaenaleyh; sizin Kur'an'ı benim tarafımdan ya­pılmış bir kîtab olduğunu iddianız iftira alâllah olduğundan sizden zalim kim olabilir? Ve eğer sizin dediğiniz gibi Kur'an'ı ben kendi indimden söylemiş olduğum halde Allahü Tealâ'ya isnad etmiş olsam iftira alâllah olmaz mı ve benden daha zalim dünyada kim olabilir? Benden böyle zulmü nasıl bekler ve bana nasıl isnad eder­siniz? Halbuki sizin bu itikaadınızın butlanını ben edille-i kafi­yeyle ispat ettim. Binaenaleyh; sizin cümle âlemden zalim ve cahil olduğunuz meydana çıktı. Halâ utanmıyorsunuz.

Fahri Râzi ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile bu âyet bundan evvelki âyetin hükmü üzerine müteferri olduğuna işaret için tefri'a delâlet eden ( Is ) lafzıyla varid olmuştur. Çünkü; ev­velki âyette kâfirler Resulullah'a «Kur'an senin kendi indinden olduğu halde Allah'a isnatla iftira alâllah ediyorsun» demek iste­dikleri beyan olunmuştu. Bu âyette ise Resulullah iftirayı kökün­den nefyettiği gibi kendilerinin iftira ettikleri cihetle herkesten ziyade zalim olduklarını beyan buyurmuştur. Binaenaleyh; onla­rın Resulullah'a isnad ettikleri iftirayı Resulullah onların üzerine tahmil etmiştir.[21]

 

Vacip Tealâ; Kur'an kâfirlerin ma'budlarım zemmettiğinden dolayı kâfirlerin Resulullah'tan Kur'an'm tebdilini istediklerini ve Allahü Tealâ'ya iftira edenlerden daha ziyade bir zalim olmadığını beyandan sonra batıl mabudlara Kur'an'ın ta'nı haklı ve onlara ibadet edenler   hakkında zemmi   doğru olduğunu   beyan etmek buyuruyor.

[Onlar Allah'ın gayrı mazarrat ve menfaati olmayan putlara ibadet ederler ve derler ki «Şu putlar indallah bizim şefaat çılan-mızdır.»]

Yani; kâfirler felah bulmazlar. Zira; Allah'tan başka olarak menfaat ve mazarratı olmayan, taştan ve ağaçtan yapılmış olan putlara ibadet gibi bir cürüm ve cinayeti irtikâb ederler ve bu ci­nayeti irtikâplarında da    «Bunlar bizim indallah şefi'lerimizdir» demekle itizar etmek isterler. Halbuki ibadet; ta'zîmin en ziyade büyüğü olduğundan -envâ'-ı nimetin büyükleri kimden sadır olur­sa ta'zîm ona olmak lâzım geldiğinden ibadete lâyık olan ancak Allahü Tealâ'dır. Allah'ın gayrı ibadete lâyık zîruhtan hiçbir kimse ve ceınadattan hiçbir şey yoktur. Kâfirlerin ibadet ettiği cemadal ise ibadet edenlere ibadetlerinden dolayı menfaata muktedir ola­madıkları gibi ibadet etmeseler dahi mazarrata da muktedir değil­lerdir. Binaenaleyh; kâfirlerin ma'budlarının asla ibadete istih­kakları yoktur. Çünkü; ma'bud âbidden her cihetle mükemmel olmak lâzımdır. Bunların ibadet ettikleri ma'budlar ise ibadet eden kâfirlerden ezhereihet âcizlerdir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile kâfirlerin bazı­ları kendilerini Allah'a ibadete lâyık görmediklerinden putlara ibadetlerini Allah'a ibadete vesile addederler ve putların kendile­rine şefaat edeceklerini itikad. ederler ve bazıları da içlerinden bü­yük tanıdıkları kimselerin veyahut meleklerin suretlerini ma'bud ittihaz eder ve ona ne kadar ibadet ederse o da ona o kadar şefaat edecek itikad ederlerdi. Nitekim zamanımızda nasın çokları hüsnü-zannettikleri kimselerin kabirlerine pek çok ta'zimle meşgul olur­lar ve bu ta'zîmi onların şefaatına vesile addederler. Halbuki kab­re ta'zîm o kabrin içinde olan kimseye ta'zîm olmaz, belki ta'zîm; şeriata muvafık olarak onun mesleğine sülükle Cenab-ı Hakka ubudiyet etmektir ve kâfirlerden çokları Hulûliye mezhebinden oldukları cihetle ecsam-ı âliyeden bazılarına üiûhiyetin hululünü itikad ettiklerinden o cismin suretine veyahut kendine ibadetle meşgul olurlar. Şu itikaadın cümlesi batıl olduğuna bu âyet delâ­let eder. [22]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin itikadlan ve mezhepleri batıl olduğunu beyandan sonra onları ilzam ve tevbih etmek üzere

buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusiil! Sen kâfirlere ilzam tarikıyla de ki, «Yerde ve göklerde mevcut olmayan şeyleri mi Allah'a haber ve­riyorsunuz? Allahü Tealâ cemi-i sıfat-i nekaaisten münezzeh ve mukaddestir. Binaenaleyh; Conab-ı Hak onların zatına şerik itti­haz ettikleri şeylerden yüce oldu.»]

Yani; Habibim! Menfaat ve mazarata muktedir olmayan bir­takım cemadat ve suretlere ibadet edenleri ilzam ve işlerini red ve inkâr tarikıyla onlara sen de ki «Göklerde ve yerde vücuduna Allah'ın ilmi taallûk etmediği şeyleri mi Allahü Tealâ'ya haber veriyorsunuz? Sizin şefaat edeceğini ümid ettiğiniz putlar size şe­faat edemezler. Zira; şefaat edecek olsalardı Allahü Tealâ'nın ilmi taalluk eder ve Allahü Tealâ bilir». Halbuki onlardan şefaat olma­dığından ilm-i ilâhi taalluk etmemiştir.

Fahr-i Razi ve Kaazî'nin beyanları veçhile bu âyette hemze; istifham-ı inkârı ve tevbih manâsını mutazammm olduğundan kâ­firleri tevbih ve efâllerini inkâr vardır. Çünkü; «Allahü Tealâ'nın bilmediği şeyi mi haber veriyorsunuz?» demek onları terzil ve tek­dir olduğu gibi istihza manâsı dahi mevcuttur. Zira; vücudu olan şeyi Allahü Tealâ elbette bilir. Eğer bir şeyin vücudunu Allahü Tealâ bilmiyorsa o şeyin vücudu yoktur. Kâfirlerin bazıları âhi-rete iman etmediklerinden bazı âyette âhirete iman etmedikleri ve bazıları da âhirete iman edip putların şefaat edeceğini itikad ettiklerinden âyetlerin bazısında onların halleri beyan olunmuştur. Binaenaleyh; kâfirlerin âhirete imanları olmadığını beyan eden âyetlerle imanı olduğunu beyan eden âyetler arasında tenakuz yoktur. Zira; herbirinin mevzuları başka başkadır. Çünkü; âyetin birinde beyan olunan bir kavmin itikaadı öbüründe beyan olunan diğer bir kavmin itikaadıdır. Binaenaleyh; ikisinin mazmunu da doğrudur ve birbirine münafi değildir.[23]

 

Vacip Tealâ puta ibadetin batıl olduğunu beyandan sonra puta ibadet etmek insanların mezheb-i aslileri olmayıp sonradan fcad olunmuş bir mezheb-i batıl olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Nâs olmadı, illâ ümmet-i vahide oldu, sonra mezhepte ihti­lâf ettiler.]

Yani; nâs fıtrat-ı İslâmiye üzere içtimâ' etmiş ümmet-i vahi­deydi. Esas itibarıyla bir din üzere toplanmış bir cemaatken son­raları Şeytan itikaadât-ı batılayı tezyin ve telkinatla aralarını if-sad etti. Onlar da hava ve heveslerine tebaiyetle Şeytan'ın iğfa-lâtına aldandılar. Binaenaleyh; mezhepçe beyinlerinde vâki olan ihtilâf üzerine müteferrik cemaatlar zuhur ederek muhtelif üm-.metler oldular.

Fahri Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile nasın ümmet-i vahi­de olduğu zamanda ihtilâf varsa da esah olan Hz. Âdem zamanında ümmet-i vahide olmuştur. Çünkü; Hz. Âdem ile evlâdı bidayet-i zamanda bir din üzere ümmet-i vahideydiler. Vakta ki, Kaabil, Habil'i katledince evlâd-ı Âdem beynine tefrikalar düştü ve muh­telif cemaatlar hasıl oldu. Şu halde nasın ümmet-i vahide olması bidaye-i devr-i Âdemdeydi. Yahut tufan-ı Nuh'tan sonra nâs üm­meti vahide olmuştur. Çünkü; tufanla bilumum nas garkolup an­cak gemide bulunan ehl-i iman kaldığından işte o zamanda nas din-i vahid üzere ümmet-i vahide olmuştur. Badehu nâs çoğaldı­ğından efkâr ihtilâf ederek birçok milletler hasıl olmuştur.

Ümmet-i vahideyle muradın küfrüzere ittifak etmiş ümmet-i vahide olmak ihtimalini dermeyan edenler varsa da bu ihtimal aklen ve naklen baiddir. Zira; insanların yaratılmasından mak-sad-ı asli ibadet olduğundan dünyada bulunan insanların bilûmum küfrüzere ittifakları hiçbir zamanda vâki' olmamış ve olmayacak­tır. Zira; hiç ibadetten hali olmak hikmet-i hilkata muhaliftir. Şu halde dünya yüzü velev bir şahıs tarafından olsun Allah'a ibadet­ten hâlî olamaz ve Resulullah'ın hadis-i şerifi de bu manâyı te'yid eder. Çünkü; rivayet-i mevsukaya nazaran Resulullah «Yeryüzü Allah'a ibadet eden kullardan ve kendileri sebebiyle rızık nazil olan kimselerden hâlî kalmaz» buyurmuştur. Şu halde nasın küfrüzere ittifak ettiği bir zaman olmaz ve olamaz. Amma din-i hak üzere içtimâ' ettikleri zaman olduğunu âyet-i celile beyan buyu­ruyor. O ittifakta beyan olunduğu veçhile ya devr-i Âdem'de ve­yahut devr-i Nuh'ta vuku bulmuştur. Bu iki zamanda velev az bir müddet için olsun bütün dünyada mevcut halkın iman üzere itti­fak ederek ümmet-i vahide oldukları muhakkaktır.[24]

 

Vacip Tealâ insanların iptidaen ümnıet-i vahide olup sonra mezahipte ihtilâf ettiklerini beyandan sonra azaplarının te'hiri ezelde yazılmamış olsaydı ihtilâf edenlerin derhal ihlâk olunacak­larını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Habibim! Eğer Rabbinden scbkat etmiş bir kelime olma­mış olsaydı onlar beyninde ihtilâf ettikleri mesele hakkında hük-molunur ve derhal helak olurlardı.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Rabbin Tealâ tarafından ezelde âsî­lerin azap ve helakleri ta'cil olunmayacağına dair yazılmış bir ke­lime sebkat etmemiş olsaydı ihtilâf ettikleri mesailde haksız olan­ların Makiyle derhal hükmolunurlardı. Ve lâkin Allahü Tealâ batılı irtikâb edenlerin ceza-yı lâyıkları âhirette olacağına dair takdir-i ilâhi sebkettiğinden ekseriyetle âsîler bu dünyada helak olmamışlardır. Yahut bu âyette sebkeden kelimeyle murad; rah-met~i üâhiyenin gazap üzerine sebketmesidir ki rahmet-i ilâhiye-nin gazap üzerine sebki; âsîlerin azaplarının âhirete te'hirine ve­yahut vakt-i merhununa kadar imhaline sebep olmuştur. Eğer rahmet-i ilâhiye onların azaplarının te'hirine sebep olmasaydı der­hal ihlâk olunurlardı demektir.

Yahut sebkeden kelime yle murad; tekâlif-i üâ­hiyenin bekasına dair kaza-yı ilâhîdir. Çünkü; ibad üzerine tekâ­lifi üâhiyenin   her şahsa nazaran mevtine   kadar ve umum nasa nazaran kıyamete kadar bakî olacağına dair hükm-ü ilâhi olma­saydı âsîler derhal ihlâk olunurlar da tekâlif onlar üzerine bakî kalmazdı. Yani âsîler isyanları ve kâfirler küfürleri üzerine der­hal hesaba ve muâhazeye mübaşeret olunsaydı herkes amele ve imana mecbur olurdu. Binaenaleyh; isyan edecek zaman geçmek­sizin makhur oluverseler tekâlif zail olur, bakî olmazdı. Halbuki maksud; tekâlifin bekaasıdır. Âsîleri derhal ihlâk ve âbidleri ib-kaa etmek teklifin esrarına münafidir. Zira; evamir ve neyâhînin hükmü biraz mühleti icab ettiğinden ihlâki ta'cil etmek hikmet-i teklife muhaliftir. Binaenaleyh; âsîlere Vacip Tealâ mühlet verir ki, tevbe ederse tevbesini kabul buyurun, eğer tevbe etmezse i'ti-zara mecali, kalmasın.[25]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin davâ-yı risalete delâlet eden âyetler taleb ettiklerini beyandan sonra taleb ettikleri zaman söyledikleri sözlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler derler ki, "Keşke Muhammed (A.S.) üzerine Rabbi-sindcn Kur'an'dan başka nübüvvetine delâlet eden âyet nazil ol­saydı.» Yâ Ekrem-er Rusül! Sen onların bu sözlerine cevap olarak de ki, »Sizin istediğiniz âyet gaaiptir. Binaenaleyh; bize malûm değildir. Zira gaaibe ilim; AHahü Tealâ'ya mahsustur. Şu halde istediğiniz şeyin zuhurunu .bekleyin. Allah'tan zuhur edecek hük­me ben de sizinle beraber intizar edicilerdenim.»]

Yani; kâfirlerin tıynetlerinde olan habaset icabı Resuhıllah'ın nübüvvet davasının sıdkına suret-i kafiyede delâlet eden Kur'an'a kanaat etmeyerek derler ki «Keşke Muhammed'in Rabbisinden da-vâsmın sıdkına delâlet eden bir âyet nazil olmuş olsaydı da biz de iman edeydik». Kâfirler bu sözleriyle adem-i imanlarını izhar ederler ve «Kur'an bir kitaptır, kitap ise mucize olmaz. Eğer kitap mucize olsaydı Mûsâ ve İsâ (A.S.) in kitapları da. mucize olurdu. Halbuki onlar haklarında kitapları mucize olmadı» demelerine ce­vap olarak Resulullah buyurmuştur ki »Şu sizin istediğiniz şey Cenab-ı Hakkın kudreti tahtındadir. Binaenaleyh; halkedip etme­yeceğini biz bilmeyiz. Zira; gaaiptir ve gaaibe ilimse Allahü Tea-lâ'ya mahsustur. Şu halde sizin de benim de taraf-ı ilâhiden zuhur edecek hükme intizar etmemiz lâzımdır. Çünkü; sizin ve benim gaybe muttali' olamadığımız cihetle zuhurata tabi olmaktan başka çaremiz yoktur» demekle onları ilzam etmiştir. Yahut, "Siz iste­diğinizi gözetin, ben de sizin hakkı inkârınızdan dolayı nazil ola­cak azabı gözeticiyim» demektir. Bu manâya nazaran kâfirleri, azap nazil olacağını beyanla Resulullah tehdid etmiştir. Yani «İs­terseniz Kur'an'ın mucize olduğunu tasdik edin ve davamın sıdkı-na delâletini kâfi görün, bana iman edin. İsterseniz iman etmeyin, azabın zuhuruna muntazır olun. İki tariktan birini ihtiyarda mu­hayyersiniz. Çünkü; iman ederseniz sizin için necat ve saadet var­dır, eğer iman etmezseniz kizin için dünyada felâket ve âhirette azap vardır. Şu halde istediğinizi ihtiyar edebilirsiniz» demekle cevap verilmiştir.[26]

 

Vacip Tealâ ikinci bir cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Nâsa kıtlık ve hastalık gibi bir belâ isabet ettikten sonra Biz Azîmüşşan onlardan o zararın izalesiyle ihsanımızı onlara tattırdı­ğımızda ansızın onlar için bizim âyetlerimize bir hile görülür ki, âyetlerimize ta'n ve Resulümüze ve şeriatına itirazla hile yapmak isterler. Yâ Ekrem-er Rusül! Sen Allah'ın âyetlerini zahirinden çıkarmaya çalışanlara de ki «Allahü Tealâ'mn tedbîri şedid ve si­zin gibi âsîlerden ahz-ı intikaami mediddir. Zira; bizim hafaza meleklerimiz sizin hilelerinizi yazarlar. Binaenaleyh; hilelerinizden hiçbir şey kalmaz, illâ cezasını görürsünüz.] Çünkü; nimete kü­fürle mukaabele ettiğinizden Allahü Tealâ size azapla mukaabele eder. Şu halde dünyada rezil ve rüsvâ, âhirette azab-ı ebedî ile muazzep olacaksınız.

Fahri Râzî, Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile Allahü Tea­lâ Mekke ahalisini yedi sene kıtlıkla müptelâ kıldı. Mallan ve me-vaşileri kalmadı, bütün helak olmak raddesine geldi ve envâ-ı mü­zayakaya duçar oldular. Badehu Allahü Tealâ o zararı izale edince şu belânın izalesine şükürle Cenab-ı Hakka îman edip itaatla meş­gul olmak lâzımken bir.de aksi hâl üzere görüldüklerini ve âyât-ı ilâhiyeye ta'n ve birtakım asılsız itirazlarla meşgul oluverdiklerini ve envâ'-ı hileyle şeriat-ı Ahmediyeyi söndürmeye çalıştıklarını Vacip Tealâ bu âyetle tasvir buyurmuştur ve şu manâya nazaran âyette beyan olunan mekire murad; kâfirlerden sudur eden ta'n ve Resulullah'ı zem ve belâyânın üzerlerinden kalkmasını put­larına isnatla küfretmeleridir. İşte şu tafsilâttan anlaşıldığı veçhile bunların istedikleri âyet gelmiş olsa dahi iman etmeyeceklerine âyet delâlet eder. Çünkü âyet; evvelki âdetleri veçhile yine bir ba­haneyle iman etmeyeceklerini müş'irdir. Zira; Kur'an'dan başka bir âyet istedikleri iman etmek için değildir, belki temerrüd ve inat içindir. Halbuki helaklerine sebep olacak belâyânın üzerle­rinden kalkmasından daha ziyade onları ikaz edecek bir âyet ola­maz. Bunlar ise belânın üzerlerinden kalkmasıyla mütenebbih ol­mak şöyle dursun envâ'-ı hiyel ve desaisle nâsı iğfale ve şüphe il-kaasına çalışmışlardır.

Ayette Allah'ın mekriyle murad; tedbir ve âsîler­den intikamdır. 'daki   resuller \e murad; kulların amellerini yazan meleklerdir. Meleklerin onların amellerini yaz­malarını beyan; onları tehdid ve hilelerinin te'siri olmayacağını beyanla insafa davet etmektir. İşte bu gibi tenbihat-ı ilâhiye kul­larına her zaman vâki olur ve kullar da ya asla mütenebbih olmaz helak olurlar, veyahut bazıları mütenebbih olmakla gazab-ı ilâhi taahhur eder.[27]

 

Vacip Tealâ insanları belâyâdan halâs edince birtakım hile­lerle itiraza kalkıştıklarını beyandan sonra insanları mesâibden halâs buyurmasını bir misal-i cüz'i ile temsil etmek üzere buyuruyor.

[Allahu Tealâ şol zat-ı eceli ü a'lâdır ki sizi karada ve deniz­de yürütür, hatta siz denizde ve gemi içinde olup da güzel rüzgâr ve içinde olan kimseler o gemiyle yürüdüklerinde o geminin gö­türdüğü kimseler ferahlanınca ansızın bir fena ve şiddetli rüzgâr gelmesiyle her taraftan dalgalar hücum edip içinde bulunanlar kendilerini esbab-ı helak ihata etti zannettiklerinde itaatlarmı AI-lahü Tealâ'ya hasreder oldukları halde ihlâs üzere Allah'a dua ederler ve dergâh-ı ülûhiyete iltica ederek «Zat-ı ülûhiyetine ye­min ederiz yâ Rabbi! Eğer sen bizi şu beliye ve helakten kurtarır­san elbette biz şükrediciîerden oluruz» demekle Vacip Tealâ'ya ahid verirler.] Ve günahlarından nedametle hemen ihsan-ı ilâhiye iltica ve şu helakten kurtulmalarını Cenab-ı Hak'tan istirham ederler.[28]

 

Vacip Tealâ şu duaları üzerine onları halâs edince ahidlerinin ve yeminlerinin hilâfına onlardan sudur eden harekât-ı nalâyıkayı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki, biz onlara necat verince yeryüzünde bigayrıhakkm tuğyan ve fesada müsaraat ederler.]

Yani; Cenab-ı Hakkın melekleri sizin hilelerinizi yazar, Al-lahü Tealâ sizi gözetir. Nasıl gözetmesin? Allahü Tealâ arz üzerin­de seyr ü seyahata size kudret vermekle sizi karada ve denizde yürütüyor ki, sizin ihlâs üzere ameliniz olup olmadığını bilmek ve iman üzere sizin sebatınızı anlamak için imtihan muamelesi yapar. Hatta size gemide olup da o gemiler içinde olanlarla seyrine mu­vafık rüzgâr ve lâtif hava vasıtasıyla gemide bulunanlara arız olan rahattan dolayı ferahlandıklarında derhal hava tebeddül edip ge­miyi şiddetle tahrik edici fena rüzgâr esip cümle rahatları selbo-lunup her cihetten dağlar gibi dalgalar gelip gemiyi alt üst etmeye başlayınca hayatlarının tehlikesini gördüklerinde onlar zanneder­ler ki, kendilerini helak ihata etti, asla necat yoktur. İşte o zaman bilûmum itikaad-ı batılı terkle hemen itaat ve ihlâs üzere duaya müsaraat ederler ve bilirler ki, Allah'ın lutfundan başka iltica edecek bir kimse yoktur. Binaenaleyh; bütün halktan kat'-ı ümid eyleyerek halikın rahmetini istirham ve dualarını yeminleriyle te'kid ederek «Ey Rabbimiz! Eğer şu bizi ihata eden beliyeden kur­tarırsan elbette biz nimetine şükredicilerden olacağımıza yemin ederiz. Zira bu nimet; unutulur nimetlerden değildir» demekle dergâh-ı ülûhiyete iltica edince vakta ki, Vacip Tealâ onların dua­larını kabul ve zararlarını defi' ve belâlarını refi'le necat verince müptelâ oldukları belâları unuturlar. Bir de görülür ki, onlar yer­yüzünü ifsad ederler ve musibetleri onlara asla ibret olmaz.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyet insanların ihtiyarî işle­rini halkeden Allahü Tealâ olduğuna delâlet eder. Çünkü; insan­ların deryada ve karada yürümeleri Allahü Tealâ'ya nispet olun­muştur. Eğer Mu'tezile'nin dedikleri gibi insanlar ihtiyari işlerini kendileri halketnıiş olsaydı ihtiyari işleri cümlesinden olan yürün­meleri kendilerine isnad olunurdu da Allahü Tealâ'ya isnad olun­mazdı. nazmında lâfzı necatın duâ üzerine terettüb ettiğine ve ihlâs üzere vâki olan duanın kabulüne işaret içindir. Çünkü; her taraftan kat'-ı ümid ederek Allah'a yalvarma­nın ihlâs üzere olacağında şüphe yoktur.

«Yeryüzünde bigayrıhakkm küfür ve sair günahlara tecavüzle ih-lâstan çıkar ve tuğyan ederler» demektir.

Hulâsa; insanların müzayaka zamanında ihlâs üzere AUahü Tealâ'ya iltica etmek âdetleri olduğu ve o müzayakanın zevaliyle ekseriya İhlasın zail olup devamı olmadığı ve insanların daima fır­sat esiri olup refah-ı halin galip üzere tuğyana sebep olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid eümlesindendir.[29]

 

Yâcip Tealâ- insanların   tuğyan ettiklerini   beyandan sonra o tuğyanın zararı ancak kendilerine ait olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey nas! Sizin fesadınızın günahı ancak size aittir. Zira; sizin fesadınız menfaat-ı dünya içindir. Dünya ise hakir ve azıcık bir-şeydir. Dünyadan sonra ancak sizin m ere ün iz bizim huzur-u ma-nevîmizdir* Bizim huzurumuza rücû' edince biz size cümle amel­lerinizi haber verir ve herbiriyle mücazat ederiz.]

Yani; insanların nimetlere şükretmek yerine küfran-ı nimet etmelerinin zararı ancak kendilerinedir, zira; akıbet h*uzur-u ilâ­hiye varılacak ve amellerinden birer birer suâl olunacaktır. Şu halde dünya menfaati için âhireti feda etmekte bir manâ yoktur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bağyin mef'ulünbihidir ve haber-i mahzuftur. Mahzur veyahut dalâl demektir. Bu­na nazaran manâ-yı nazım : Sizin menfaat-ı dünyayı taleb için fesadınız korkulu ve dalâldir ki, doğru yoldan çıkmaktır, Yahut fesad manâsına müptedadır. Haberi lâfzı­dır. mukadder fiilinin mef'ul-ü mutlakıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: | Sizin fesadınızın zararı ancak nefsinizedir. Binaenaleyh siz ancak menfaat-ı dünya ile in­tifa' edersiniz, âhirette menfaatiniz olmaz] demektir.[30]

 

Vacip Tealâ insanların bütün fesacüarı dünya menfaati için olduğunu beyandan sonra hayat-ı dünyayı bir misal-i acîble temsil etmek üzere buyuruyor.

[Hayat-ı dünyanın sıfatı ve keyfiyeti bizim semadan inzal et­tiğimiz yağmur suyuna benzer ki, o suyla insanın ve hayvanların yiyecekleri otlar birbirine karışır. Hatta rahmet suyuyla atların kökleri birbirine karışınca yeryüzü ziynetlenir ve otlar yürümeye başlar ve ehl-i arz o biten otları ve ekinleri biçmeye, kaldırmaya ve meyvaları devşirmeye kaadir olduklarını zannederler. Çünkü; bitip meydana geldiğinden oldu, bitti farzederler. Halbuki gece veyahut gündüzde o nebatı bir afet gönderip ihlâk etmekle bizim emrimiz gelince biz onu kökünden kesilmiş anız kılarız. Binaena­leyh; o ekinler ve o£lar dünkü günden bitmemiş gibi olur ki, insan­ların ve hayvanların intifa' edecekleri birşey kalmaz. İşte fikr-i selim sahibi olan kavim için biz âyetlerimizi şu misal-i acip gibi tafsil ve temsil eder ve bu vesileyle dünyanın halini insanlara an­latırız ki, insanlar meylettikleri ve mağrur oldukları dünyanın hali sürat-1 zevalde bizim semadan indirdiğimiz ve envâ-ı nebatla ka­rışıp ekle salih bir hale geldikten sonra derhal helak ettiğimiz otlar gibi olduğunu bilsinler de o kadar muhabbet etmesinler.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile'hayat-ı dünya nebatata teşbih olunmuştur. Çünkü; arz üzerine yağmurlar yağınca yeni topraktan ış henüz neşvünema bulmamışsa da nemaya istidadı olan ot-lara"yağmur suları karışınca yeryüzü ziynetini takınır âdeta yeni bir gelinîrr-enyâ'-ı ziynetlerle tezeyyün ettiği gibi nebatatın her-birinde zuhur edı&n beyaz, sarı, kırmızı ve siyah çiçeklerle bütün dünya ziynetlenir, bağlar ve bahçelerde envâ-ı meyvalar zuhur eder. Şu halleri bağların ve tarlaların sahipleri görünce birçok menfaatlara nail olacağını ünıid eder. Sonra Allahü Tealâ şiddetli rüzgâr ve dolu veyahut sel suyu gibi âfetlerle gecede-veya gün­düzde onu mahveder, keenne dünkü günden bitmemiş gibi olur, emekleri zayi olup bütün hasılat yok olunca sahibi son derece mah­zun olur. İşte şu mahzun olan kimse gibi dünyaya mağrur olan ve muhabbet edenlerin akıbetleri hüzün ve kederden başka birşey olamaz. Zira; bu misilli kimselere Ölüm gelip bütün mal ve mül­künü terkedip emekleri zayi olup dünyaya hırsından dolayı amel-i salihten mahrum olduğunu görünce eseften başka birşeye nail ola­maz. Fakat o vakitte nedamet ve esef de fayda etmez. Çünkü; geç­miş geri dönmez.[31]

 

Vacip Tealâ âhireti terkederek dünyaya meyledenlerin halle­rini temsil ettikten sonra âhirete terğib etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ kullarinN^nnet'e davet eder ve dilediği kuluna doğru yola hidayette kılar.] Çünkit^Allahü Tealâ resulleri ve ki­tapları vasıtasıyla kullarını irşad ve iractesini hayra sarfeden kul­larına doğru yolu tevfik eder.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile S e rdxm ; Al­lah'ın ismi olup Cennet'te Allah'ın halkettiği mülkü olduğu cihet­le dar, Allah'ın ismine muzaf kılınarak Cennet'e Darüsselâm denmiştir, veyahut Darüsselâm Abdullah lâfzı gibi Cennet'in alem-i şahsisidir. Zira Cennet; cemi-İ âfât ve mekârihten salim ol­duğu için Darüsselâm denilmiştir. Vahut ehl-i Cennet'e Allahü Tealâ ve melekler selâm hediye ettiklerinden Darüsselâm denil­miştir.

Bu âyet Cennet-i A/lâ'da gözlerin görmediği ve kulakların duymadığı nimetler mevcut olduğuna deilâlet eder. Zira; Vacip Tealâ'hın dünyayı zemmettikten sonra kullarını Cermet'e davet et­mesi bu dünyada görülmedik birçok nimetler olduğuna ve herşe-yin kemâl üzere bulunduğuna delâlet eder. Çünkü; ziyafet ve ziya­fetin mahalli ziyafet sahibinin azameti nispetinde tasavvur oluna­cağı tabiidir. Cennet'e davet eden Allahü Tealâ ve Cennet'e dave­tini tebliğ eden Resulullah ve davetin sofrası Cennet ve davet olu­nan mahal Darüsselâm ve davete icabet edecek ehl-i iman olunca bu ziyafetin azametini ve o ziyafette olacak ferah ve süruru ve bu­lunacak nimetleri bu dünyada lâyıkıyla tasavvur etmek elbette mümkün olamaz. Binaenaleyh; bu davete icabet etmek her mümi­nin vazifesidir. Bu vazifeyi ifaya sürat eden bahtiyardır. Zira; her­halde ziyafet-i ilâhiyeye nail olmakla saâdet-i ebediyeye vasıl ola­caktır..

Bu âyette bidayetle murad kullara verilen kudret ve rusül-ü kiramı göndermek ve kitapları inzal etmekle irşad etmek­tir. Yoksa bilfiil matluba îsâl etmek manâsına değildir. Şu halde insanlara kudret vermek, resul göndermek ve kitapları inzal etmek suretiyle davet umum kullara şâmildir ve bu manâca davetten hiç kimse hariç değildir. Ancak davete icabet etmek herkese müyesser olamaz. Binaenaleyh; iradesini icabete sarfedenlere Cenab-ı Hakkın bilfiil icabetini irade buyurup tevfik edeceğine ve iradelerini ica­bete sarfetmeyenlere tevfik etmeyeceğinö ve onun icabetini irade etmeyeceğine işaret için hidayeti meşiyetle takyid buyurmuştur. Hidayetin meşiyetle mukayyed olması Allah'ın emri ve iradesinin başka olmasına delâlet eder. Çünkü; Allahü Tealâ herkese hida­yetle emreder ve lâkin herkesin hidayetini murad etmez. Zira hi­dayet; abdin iradesiyle husule geleceğinden abid irade etmeyince Allahü Tealâ dahi irade buyurmaz.

Hulâsa; Allahü Tealâ'mn cümle kullarını resuller göndermek ve kitaplar inzal etmekle Cennet'e davet ettiği ve iradesini hida­yete sarfeden kullarını tarik-ı müstakime hidayette kıldığı ve on­ların hidayetini murad buyurduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[32]

 

Vacip Tealâ kullarını Cennet'e davet ettiğini beyandan sonra Cennet'te kullarının saadetine sebep olan şeyleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar iman ettiler ve evamire imtisal ve ne-vâhîden içtinab etmek suretiyle ibadetlerini lâyıkı veçhüzere gü­zel güzel eda ettiler. Onlar için gaayet güzel ecirler, sevaplar ve" Cennet'te nimetler vardır, birden ona ve ondan yedi yüze kadar ziyadesi de vardır.] Çünkü birden ona kadar ve daha ziyade ecir vereceği diğer âyetlerle dahi sabittir. [Ve bu misilli ibadât-ı ilâ-hiyeyi lâyıkıyla yerine getirenlerin yüzlerini Cennet'te toprak ve zillet ihata etmez.] Çünkü; Cennet'te olan nimetlerde mihnet ve meşakkat olmaz ki, ehl-i Cennet'in yüzlerinde hüzün ve kedere delâlet edecek, toz, toprak, horluk ve çirkinliğe delâlet edecek zil­let bulunsun. Elbette bulunmaz. Binaenaleyh; yüzlerinde olan gü­zelliği izale edecek ve keder verecek birşey bulunmayacağı ve [İşte şu nimetlere nail ve âfetten salim olanlar ehl-i Cennettirler ki, onlar Cennet'te daim ve bakîlerdir.] Zira; Cennet'te zeval yok­tur, nimetlerine inkıraz arız olmaz. Binaenaleyh; onlar Cennet'te ebeden kalıcılardır.

Ehl-i Cennetin mertebelerinin büyüklüğüne ve şanlarının yük­sekliğine işaret için ta'zîme delâlet eden ism-i işaret varid olmuş­tur. Şu hale Allahü Tealâ ve Resulünün emirleri veçhüzere lâyı­kıyla ibadet edip âyetlerin ahkâmına riayet edenler için derecât-ı âliyat olacağı ve o dereceler üzerine bir de mertebe-i ulyâya nail olacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette lâfzının anâsında, ihtilâf vardır. Bazı ulema indinde ziyadeyle mu-rad; mağfiret-i ilâhiyedir. Yahut sevabın kat kat fazla olmasıdır.

Yahut amel nuıkaabili olmayarak Cennet7te verilecek nimetlerdir denmişse de esah olan ziyade yle murad; ru'yet-i ilâhiyedir. Resulullah « Hüsnayla murad; Cennet1 tir. Ziyade yle murad; Allahil Tealâ'yı müvıinlerin görmesidir»     buyurmuştur.

lâfzının ma'rife olup lâfzının nekre olarak yarid olması da ziyadeyle muradın , ru'yütullah olmasına delâlet eder. Çünkü; lâfzının terifi ma'ruf olan Darüsselâm ol­masına ve lâfzının nekresi ma'ruf olmayan ve zikri ebkat etmeyen ru'yet olmasına delâlet eder. Zira; ziyadeyi Cen-net'te olan nimetlerden bazısına hamletmek ekrarı mucip olaca­ğından Cennet'in bazı nimetlerine hamletmek caiz olamaz. Çünkü; bu manâca ziyadenin hamlolunduğu nimetler hüsnamn müştemilâ-tıdan olan nimetlerden ibaret olacağı cihetle aynı manâ iade olun­muş olur. Bu ise tekrardan başka bir şey olmaz. Halbuki Kur'an; faydasız tekrardan ârîdir.[33]

 

Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in ahvalini beyandan sonra ehl-i na rın ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar ömürlerinde günahlar kazandılar. Gü­nahın cefası kendi misli kötülüktür. Ve onları mc/ellet toprakları ihata eder. Binaenaleyh onları Allah'ın azabından kurtaracak hiç­bir hıfzedici bulunmaz. Çünkü; onlar nefislerinin tuğyanından emr-i ilâhiye iltifat etmedikleri gibi rusül-ü kiramın ir şadlarına dahi itibar etmedikleri cihetle gazab-ı ilâhiye mazhar olurlar ve yardımcı da bulamazlar. Onlarda olan zulmet-i küfür sebebiyle keenne onların yüzlerini gecenin karanlığından bir parça ihata et­miş gibi karanlık olur. Zira; bu karanlığı izale edecek nıır-u iman olmadığından gecenin pek ziyade zulmeti gibi karanlık içinde ka­lırlar. Hatta onları görenler zannederler ki, her biri gecenin karan­lığından bir parçadır ve zulmet-i isyan her taraflarım ihata etmiş birer Cehennem kütüğü olup Cehennem'e giderler. İşte şu ahvali beyan olunanlar ehl-i Cehennem ve Cehennem ateşine mülâzım­lardır ki, asla Cehennem'den ayrılmazlar. Zira; Cehennem'de ebe­dî kalıcılardır.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile günahın cezası onun misli olup ziyade olmadığına âyet delâlet eder. Zira; kusurun misliyle ceza vermek adalet-i ilâhiyedendir. Çünkü; cezada günahın ziyadesini vermek zulümdür. Cenab-ı Hak zulümden münezzehtir. Anıma amel-i salih üzerine ziyade sevap vermek lütuf olduğundan ehl-i imanı amellerinden ziyade ecirlerle taltif ihsan-ı ilâhidir ve ziya­de vereceğini vaadle kullarını a'mâl-i salihaya teşvik buyurmuştur. Binaenaleyh; ceza tarafında adalet iltizam olunmuştur. Zira itimad; adaletedir. Adalet de müsavattadır. Müsavatın gayrıda adalet ola­mayacağından günahın cezası ancak kendi misliyle olabilir. Ziyade olamaz. Binaenaleyh; dünyada ukubatta cürümle ceza beyninde nispet-i adileye riayet etmek mahkemelerin en büyük vazifeleridir.

Hulâsa; seyyie sahiplerinin cezası günahlarının misli olup zi­yade olmayacağı ve günahkârın her tarafını zillet ihata edeceği Ve Allah'ın azabından onları muhafaza edecek hiçbir kimsenin bulun­mayacağı ve onların yüzleri keenne geceden bir parça gibi siyah olacağı ve ehl-i seyyienin ashab-ı Cehennem olup orada muhal-led kalacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Burada ehl-i seyyie demek ehl-i küfür demektir.[34]

 

Vacip Tealâ müminlerin ve kâfirlerin hallerini beyandan son­ra kâfirlerle beraber ma'budlarım da hasredeceğini ve kemâl-i se­faletlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Zikret şol zamanı ki, o zamanda Biz Azîmüşşan âbidlerle ma'budlardan her iki fırkayı toptan hasreder, hesab etmek ve amellerine göre ceza vermek için kabirlerinden kaldırır ve mahşer yerine toplarız. Sonra müşriklere hitaben «Ey müşrikler! Siz mekânınız olan Cehennemce mü 1 âz em et edin ve siz -şerikleriniz ve ma'budlarımzla beraber bulunun» deriz. Binaena­leyh; âbidlerle ma'budlar beyninde olan irtibatı keseriz ki, beyin­lerinde rabıta ve muhabbet kalmaz ve aralarını ayırır birbirinden tefrik ve temyiz ederiz. Onların ibadet ettikleri şerikleri «Siz bize ibadet etmediniz. Zira; biz sizin ibadetinizi bilmiyoruz. Çünkü; id­rakimiz yoktur. Hâl bö'yle olunca sizinle bizim beynimizde şahit yönünden Allahü Tealâ kâfidir. Başka şahide hacet yoktur. Zira; muhakkak olarak biz sizin ibadetinizden gafilleriz» derler.]

Yani; Habibim! Şol günü hatırına getir ki o günde biz sirke­den müşriklerle onların ma'budlarını toplarız. Hiçbir fert kalmaz. Ve onları topladıktan sonra biz âbidlere ve ma'budlarına hitaben «Sizin hepiniz mekânınıza mülâzemet edin ve olduğunuz mahalde durun ve görün ki, kötü amellerinizin iktizası size ne gibi azaplar olacaktır» deriz ve âbidlerle ma'budların aralarındaki âbidiyet ve ma'budiyet rabıtasını kaldırırız ki, beyinlerinde muhabbete dair birşey kalmaz ve o vakitte biz onların şirkettikleri putlarına kud­ret verir, söyletiriz. Binaenaleyh; o putlar kendilerine ibadet eden müşriklere hitaben derler ki «Ey ahmak kişiler! Siz bize ibadet etmediniz. Zira; bizim şuurumuz olmadığı gibi size ibadet edin «  diyerek bir emrimiz de yoktur, belki siz kendi havanıza ve size şirketmenizi emreden Şeytanınıza ibadet ettiniz» demekle onları terzil ederler ve «Biz sizin ibadetinizden JaaliHz, sizinle bizim beynimizde şahit yönünden Allahü Tealâ kâfidir. Çünkü; hazır ve na­zırdır ve ilmi herşeye vâsi'dim derler.

Fahri Râzi, Kaazî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile âyette müşriklerin şürekâsıyle murad; müşriklerin Allah'ın gayrı o&rak ibadet ettikleri putlar, melekler, yıldızlar ve şeytanlardır. Çünkü; müşriklerin envâ'ı muhtelif olduğundan herbir nev'in ayrı «yrı ma'budlan vardır. Müşrikler mallarının bir kısmını ma'budlarına ayırdıklarından ma'budlarına onların şerikleri denmiştir. Âyet-i celile âbid olan müşrikleri tehdid etmiştir. Ancak ma'budlan-teh-did olmaz. Çünkü; ma'budlardan bir kısmı zevilukulden olmadığı gibi akıl sahibi olanlar da onlara ibadetle emretmedikleri 'için mes'ul değillerdir.

Müşriklerin ma'budlarına ibadet ettikleri halde ma'budların "Siz bize ibadet etmediniz'» demeleri yalan olmaz. Zira; onların emir ve iradeleriyle ibadet etmeyip kendi hava ve arzularıyla iba­det ettiklerinden kendi havalarına ibadet etmişlerdir, yoksa ma'-budun emriyle ma'buda ibadet etmemişlerdir ki yalan olsun.[35]

 

Vacip Tealâ müşrikler için o makamda zuhur edecek ahvalin bazısını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ve arsa-i mahşerde her nefis dünyada geçirmiş olduğu ame­lini izhar eder de Allahü Tealâ'nın zuhuruna reddolunurlar. Zira; Allahü Tealâ her umurlarına mütevelli mevlâlarıdır ve Hak*Tealâ sabit ve bakîdir, zeval ihtimali yoktur ve onların ma'bud ittihaz ettikleri putları kaybolur gider de Allahü Tealâ'ya iftiraları batıl olur ve ortada elleri tutacak birşey kalmaz. Cümle emekleri zayi olur, hâib ü hâsir ve hayret üzere kalırlar.]

Yani; müşriklerin durduğu makamda herkes kendi amelini bilir. Çünkü; herkesin ameli açığa çıkar. Saklı birşey kalmaz. Zi­ra; amel defteri herkesin eline verilip kendi kıraet ettiğinde kim­seye bir diyeceği kalmaz. Bundan sonra herkes amelinin cezasını göreceği mahkemeye reddolunur. Çünkü; Allahü Tealâ onların Rableri ve hakikatta ma'budlarıdır. Binaenaleyh; müşriklerin ma'-bud ittihaz ettikleri şeylerin cümlesi muzmahil olur gider ve bütün ümitlerinin hilafı zuhur eder ve şefaat bekledikleri şeylerden bilâ­kis ihanet görürler. Zira fesad üzere müesses olan şey; elbette fasid olur.

Hulâsa; mahşerde her nefis dünyada geçirmiş olduğu amelini izhar edip gizli birşey kalmayacağı ve herkesin huzur-u ilâhiye reddolunacağı ve Cenab-ı Hakkın onların sabit ve bakî mevlâ ve ma'budları olduğu ve onların ma'buddur diyerek iftira ettikleri ma'budlarının kendilerinden gaaip olup aradan zail olacağı bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[36]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin fezâhatmdan bazılarını beyandan son­ra mezheplerinin batıl olduğuna açıktan delâlet eden delillerden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Tevhidi inkârla sirkeden kâfirleri ilzam için sen de ki «Ey kâfirler! Semadan yağmurları yağdırıp yerden otları bitirip sizi merzuk eden kimdir? Veyahut sizin kuvve-i ha­fızanıza medar olan kulaklarınıza ve gözlerinize malik olup onları halkeden kimdir? Ve meyyit hükmünde olan meniden hayat sahibi olan hayvanatı sahra-yı dünyaya çıkaran kimdir? Ve meyyit hük­münde olan nutfeyi hayat sahibi olan hayvanattan kim çıkarıyor? Ve şu âlem-i esbah ve müsebbebâta tedbir-i umur eden kimdir?

Bu suallere karşı onlar »Elbette Allahü Tealâ'dır» derler. Çünkü; Allahü Tealâ olduğu gaayet aşikâr olduğundan inkâra mecalleri yoktur. Şu umurun cümlesinin halikı ve müdebbiri Allahü Tealâ olduğunu ikrar edince yâ Resulallah sen onlara de ki «Şirkcdcr de Allah'tan korkmaz mısınız ve Allah'ın gazap ve intikaamindan çekinmez misiniz, şu kadar kuvvet ve kudretinizi tasdik ettiğiniz Allahü Tealâ'ya menfaat ve mazarrata muktedir olmayan putları nasıl şerik itikad edersiniz?» demekle onları teybih et.]

Arzdan nebatatın hurucu semadan yağmura tavakkuf edip rız­kın husulü her ikisiyle meydana geldiğinden rızkın sema ile arz­dan meydana geldiği beyan olunmuştur. İnsana gıda olan hayva­nat dahi nebatatla meydana geldiği için insanın rızkı nebatata mün­hasırdır. Allahü Tealâ'nin tedbirinin nihayeti ve kullarına in'âm ve ihsanının hadd ü pâyânı olmadığına işaret için in'âm-ı ilâhi-yeden bazısını zikirden sonra cümlesine şamil olan tedbir-i umu­runu zikirle mecmuunu hulâsa buyurmuştur. Çünkü; ayrı ayrı herbirinizi zikretmek pek uzundur.

Bu âyette beyan olunan suallere cevabın Allahü Tealâ oldu­ğunu beyanla varid olması kâfirlerin Allahü Tealâ'yı ikrar ettikle­rine delâlet eder. Şu halde müşriklerin işleri sözlerine ve sözleri işlerine muvafık değildir. Zira; sözleri herşeyin maliki ve halikı Allahü Tealâ olduğunu ikrar ederken işleri bu itikadlarım redde­der. Zira; menfaat ve mazarrata muktedir olmayan birtakım put­lara ibadet etmek itikadlarım tekzib ettiğinden mertebe-i insani-yeden sakıtlardır ve behâim zümresine ilhak olunmuşlardır.[37]

 

Vacip Tealâ evsaf-ı ülûhiyetten bazılarını beyandan sonra bu sıfatların sahibi Allahü Tealâ olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey kâfirler! Şu itiraf ettiğiniz zat-ı celil sizin Rabbiniz, hak ve sabit olan Allahü Tealâ'dır. Hâl böyle olunca haktan sonra birşey olmaz, illâ batıl olur. Şu halde nasıl oluyor ki, haktan batıla doğru meyledip sarf olunuyorsunuz.] Haktan batıla doğru gitmek caiz olur mu? Elbette olamaz. Çünkü; kuvvet ve kudretini ve cüm­le hayratın ondan nazil olduğunu ikrar ettiniz. Allahü Tealâ sizin cümle umurunuza mütevelli ve envâ-ı nimetiyle terbiye eden Rab-binizdir ki, Rabbiniz olduğu delail-i kafiyeyle sabittir. Zira; sizi halkeden, hayatınızı veren ve merzuk edip cümle umurunuzu ted­bir ve maişetinizin esbabını halketmekle hayatınızı idame ve raha­tınızı temin eden odur. Allahü Tealâ'nın Rabbiniz ol'duğu hak olun­ca onun maverası olan ma'budlarınız batıldan başka ne olabilir? Ma'budlarımz batıl olunca elbette onlara ibadetleriniz de batıl ve dalâldir. Çünkü; haktan hariç olan herşey batıldır. Bunlar batıl olup zahir olunca nasıl oluyor ki, hakkı batıla tebdil ediyorsunuz ve hak dururken neden batıla gidiyorsunuz?

Hulâsa; herşey ikiden hâli olmayıp elbette ya hak veya batıl olduğu ve hak olmayan şeyin elbette batıl olacağından hakkaa ma'bud olan Vacip Tealâ'dan başka ma'bud ittihaz olunan şeylerin cümlesi batıl olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[38]

 

Vacip Tealâ rububiyetini ispat ettikten sonra taattan çıkanlar üzerine azabın vacip olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ cümle kullarına Rab ve ma'budun bil hak olup cümle umurun halikı ve sabit olduğu gibi taat-ı ilâhiyeden çıkan ve zulmü kendine âdet eden fasıklar üzerine Allah'ın azabını be­yan eder kelimesi vacip oldu. O vacip ve sabit kelime; onların iman etmeyecekleridir. Ve iman etmediklerinin neticesi onların ebedî muazzap olmalarıdır.]

Fasıklar iradelerini imana sarfetmeyeceklerinden dolayı Al­lahü Tealâ iman etmeyeceklerini irade buyurduğundan iman etmeyeceklerine dair kelimesinin hak ve sabit olduğunu beyan bu­yurmuştur.[39]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin mezheplerinin batıl olduğunu bazı de-lâille beyandan sonra ikinci bir delille mezheplerinin butlanını be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Putları ma'bud ittihaz eden kâfirleri ikinci merrede ilzam ve iskât için sen de ki, «Ey kâfirler! Bu ka­dar mahlûkaati iptidaen icad ve sonra öldürüp tekrar iade eden kimse sizin şerikleriniz ve putlarınızdan mıdır? O ma'bud oldukla­rını itikad ettiğiniz putlarınız böyle şeylere kaadir olabilirler mi?» Şu suâle cevap olarak sen onlara de ki «Mahlûkaatı evvelâ icad eden ve sonra öldürüp iade eden ancak Allahü Tealâ'dır. Hal böyle olunca ne acaip ifk ü iftira ediyorsunuz ki, ibadetinizi Allah'ın gay­rı birtakım âcizlere sarfedip o âcizlerin Allahü Tealâ'ya şerik ol­duklarını itikad ediyorsunuz. Halbuki sizin ma'budlarınız evvelâ halketmeye ve sonra Öldürüp iade etmeye kaadir olmadıklarından ibadete istihkakları yoktur. Böyle ibadete istihkaakı olmayan şey­lere ibadet etmek iftira değil midir?]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kâfirler her ne kadar hasrı iti­kad etmiyorlarsa da haşrin vücuduna delilleri kafi olduğu cihetle onları ilzam etmekte hasrı ikrar etmeleri şart değildir. Zira; hasrın vücuduna deliller gaayet açık olduğundan onların inkârları sırf inad üzere inkâr olduğu cihetle itibardan sakıt ve ilzam olunma­larına mani değildir. Hatta gaayet açık olduğundan onların vere­cekleri cevabı vermeye taraf-ı ilâhiden Resulullah mezun ve me'-mur kılınmıştır. Binaenaleyh; kâfirlere sorulan suâle Resulullah cevap vermiştir.[40]

 

Vacip Tealâ vahdaniyete dair delil-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Müşriklere hitaben sen de ki, «Hakka hidayette kılan sizin şerikleriniz ve nıa'budlarımzdan mıdır?» Ve bu suâlin cevabında onlara niyabet tarikıyla sen de ki, «Hakka hidayette kılan Allahü Tealâ'dır. Çünkü; resuller vasıtasıyla hakka davet eden ve kitaplar gönderip hakkın delillerini beyan eden ve hakka doğru giden ve doğru yolları gösteren Allahü Tealâ'dır, sizin put­larınız değildir. Şu halde hakka hidayette kılan kimse mi ittibâ' olunmaya lâyıktır, yoksa kendi hidayete vasıl olamaz, illâ gayrın hidayette kılmasıyla hidayete vasıl olan âciz bir kimse mi itfibâa lâyıktır? Elbette hidayete îsâl eden kimse ittibâ' olunmaya elyak-tir. Şu halde hidayete kaadir olmayan putların ma'bud olmalarıyla nasıl hükmediyorsunuz?] Ve size ne oldu ki batıl itikaada sapıyor­sunuz. Maahaza edna akıl sahibi şu itikaadın batıl olduğuna hük­meder». Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile saniin vücu­duna evvelâ "insanları ve sair mevcudatı halketmesiyle ve saniyen de insanları doğru yola hidayette kılmasıyla istidlal etmek Kur'-an'da âdet-i cariyedir. Çünkü insan; cesedle ruhtan mürekkeptir. Binaenaleyh; saniin vücuduna cesedin ahvalinden halkolunması ve ruhun ahvalinden hidayette kılınmasıyla istidlal olunuyor ve ce­sedin halkolunmasından maksad-i aslî ise ruhun hidayeti ve ma1-rifet kesbetmesidir, yoksa cesedin ülfet ettiği yemek ve içmek gibi telezzüz-ü cismânî değildir. Şu halde cesedin yemek ve içmek gibi maddî şeylerle meşgul olması ruhun ma'rifet tahsiline vesile kabi-lindendir. Binaenaleyh; cesedin hallolunması ruhun hidayeti için olduğundan hilkattan maksudun bizzat olan ruhun hidayetidir. Ce­sedin halkolunması maksudunbittebi' olduğu cihetle bundan evvel­ki âyette saniin vücuduna cesedin halkolunması ve bu âyette ru­hun hidayette kılınmasıyla istidlal olunmuştur. Çünkü; ikisinin de halikı Allahü Tealâ'dır. Allah'ın gayrı değildir. Binaenaleyh; Allah'ın gayrı hiçbir şey ma'bud ittihazına şayan değildir. Zira; kul­larını hidayette kılan zatın emrine ittibâ' etmek elbette lâzımdır. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile gerçi putlar zevilıı-kulden olmadıkları cihetle hidayet şanlarından değilse de onlara ibadet edenlerin itikadlarma binaen gayrın hidayetiyle ihtida eder­ler denilmiştir, yoksa onların hidayet şanlarından olmadığı cihetle hidayetleri matlup değildir. Yahut onların hidayet olunmalarıyla tabir faraziyet kabilindendir. Yani «İhtida etmek şanlarından farz olunsa kendi kendilerine ihtida edemezler, belki gayrın hidayette kılmasına muhtaçlar» demektir. Yahut şürekâ yla murad; kâfirlerin reisleridir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey kâfirler! Sizi reisleriniz batıl itikaada davet ederler. Onların davet ettikleri batıla ittibâ' ediyorsunuz da, hak olan Allah'ın davetine niçin ica­bet etmiyorsunuz? Halbuki onlar kendilerini doğru yola sevket-mek iktidarını haiz olmadıklarından gayrın hidayetine muhtaçlar­dır. Şu halde kendilerine ittibâ' eden kullarım hidayette kılan Al-lahü Tealâ'ya mı ittibâ' evlâdır, yoksa gayrın hidayetine muhtaç olan reislerinize ittibâ' etmek mi evlâdır? Şu ciheti lâyıkıyla dü­şünmeniz lâzımdır. Hâl böyle olunca size ne gibi şey arız oluyor ki birtakım âcizlere ittibâ' eder ve onların ma'bud olmalarıyla hük­medersiniz de kaadir ü kayyum olan Allahü Tealâ'ya ittiba'ı ter-kedersiniz. Binaenaleyh; haliniz akıl sahiplerini hayrette bırakıyor. Zira; kendi işini göremeyen ve doğru yolu bulmayan bir takım âcizlere tebaiyet etmek hayretle taaccüpten başka birşey icab etmez.][41]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin mezheplerinin butlanını beyandan son­ra mezheb-i batılı ihtiyar ettiklerinin sebebini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onların ekserisi   itikadlarında ancak   zanna tâbi olurlar ve kat'iyet ifade eden ilimden ârîlerdir.   Zan ise haktan hiçbir şeyi müfid olmaz. Allahü Tealâ onların zan üzere işledikleri amelleri­nin hepsini bilicidir.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette z atına ittibâ' eden kimseler le murad; sırf taklidle iktifa etmeyip bir derece nazar ve temyize muktedir olanlardır. Ve lâkin delâili lâyı­kıyla tetkike muvaffak olamadıklarından âsâr-ı hariciyeyi esbabın zahirine isnad ederler de eşyanın mucid-i hakîkîsi olan Vacip Tea-lâ'dan gaflet ederler. Binaenaleyh; onlar birtakım hakir şeyleri ma'bud ittihazına tenezzül ederler. Zira; onlar fâsid hayalât ve gev­şek delillerden neşet eden zanna ve tahmine tebaiyet ederler ve netice-i kafiye ifade eden ilm-i yakinden gaafillerdir. Çünkü; gaai-bi hazıra ve halikı mahlûka kıyas etmek gibi birtakım mevhunıatla meşgul olurlar. Şu halde bu âyet; usul-ü itikadda zanla iktifa eden­leri tehdid etmiştir. Çünkü; usul-ü itikadda delâil-i kafiyeden ilm-i yakin tahsil etmek vacip olduğuna açıktan delâlet eder ki, taklidle iktifa caiz değildir. Gerçi itikaadiyatta ehl-i sünnet iki kı­sım olup bir kısmı Eş'arî ve diğer bir kısmı Matüridî Hazretleri­nin mezheplerini taklid ediyorlarsa da onların taklidleri zan üzere taklid değildir. Zira; onların taklidleri iktida ettikleri imamların delillerini tetkik edip vakıa mutabık bulmak suretiyle o delillerle istidlal ettikleri için onlara tâbi ve mukallid deniyor, yoksa onlar mukallid değillerdir. Şu halde delâili tetkikle hak olan ahkâmda tâbi olmak mezmum değildir.[42]

 

Vacip Tealâ; kâfirler Kur'an'ı mucize değildir diyerek Kur'an'-dan başka delil istediklerini ve onlara verilen cevapları beyandan sonra Kur'an'm vahy-i münzel olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu Kuran Allah'ın gayriya isnadla iftira olunmaya lâyık ol­madı ve lâkin kendinden evvel nazil olan kitapları tasdik oldu ve evamir-i ilâhiye ve nevâhî-yi sübhaniyeyi beyan eden kitabı tafsil ve âlemlerin Rabbisi tarafından nazil olduğunda asla şüphe yoktur.]

Yani; ey kâfirler! Siz Kur'an'm Resulullah tarafından iftira ol­duğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki Kur'an Allah'ın gayrı bir kul tarafından iftira olunur bir şey olmadı. Çünkü; Kur'an mucize oldu­ğundan insanlar tarafından icadı mümkün değil ki, Muhammed (A.S.) tarafından icad ve Allah'a isnatla iftira olunmuş olsun, ifti­ra olamaz.. Zira; Kur'an'ı getirebilmek beşer için mümkün değildir ve lâkin Kur'an kendinden evvel nazil olan Tevrat ve İncil'i taf­sil eder bir kitab oldu. Eğer Kur'an sizin dediğiniz gibi Muhammed (A.S.) tarafından icad olunan birşey olsaydı Kur'an kütüb-ü sabı­kayı tasdik eder olmazdı. Zira; Muhammed (A.S.) tahsil-i ilmiçin gurbete gitmedi, bir üstazdan ders okumadı ve memleketi olan Mekke'de ulema bulunmadığı gibi ümem-i salifenin ahvalinden bahseder bir kitap da yoktu ki, ondan Öğrendi densin. Böyle esbaba tevessül etmeksizin Kur'an'm itikaadiyatta kendinden evvel nazil olan kitapların ahkâmına muvafık ve ümem-i salifenin ahvalini beyanda tarihe, vukuata tamamıyla mutabık gelmesi taraf-ı ilâhi­den münzel olduğuna delil-i zahirdir. Eğer Kur'an'm, itikaadiyatta ve ümem-i salifenin ahvalini beyanda cüz'i bir muhalefeti olsaydı Tevrat ve İncil uleması derhal itiraz eder ve muhalefetini beyan ederlerdi. Halbuki böyle bir muhalefet bulamadıklarından kütüb-ü sabıkaya mutabakatını beyana mecbur oldular ve kütüb-ü sabıkada Resulullahm ne veçhile zuhur edeceği beyan olunmuştur. Beyan olunduğu veçhile zuhur etmesi kütüb-ü sabıkayı tasdik olmuştur ki, asla muhalefet yoktur.

Bu âyet-i celile Kur'an'a ittibâ etmek Vacip olduğunu beyan eder. Zira zanna ittibâ'ı menettikten sonra Kur'an'm taraf-ı ilâhi­den nazil olduğunu beyan etmek; ittibâ' etmeye şayan bir kitab olduğunu beyan etmektir vq Kur'an geçmiş ve gelecek mugayye-batı haber verip ulûm-u diniye ve dünyeviyeyi ve usul-ü itikaadı ve furu-u 'amali cami' olduğundan ve delâilini tamamıyla tafsil et­tiğinden cemi-i mesaili tafsil eder taraf-ı ilâhiden nazil olmuş bir

kitap olduğuna delil-i kavidir. Çünkü; bu kadar tafsilât üzere müş-temil olan kitap eğer Allah tarafından olmasa elbette ahkâmında tenakuz ve ihbarında yalan zuhur ederdi. Halbuki böyle birşeyler zuhur etmedi. Çünkü; haberleri tamamen doğru ve kütüb-ü saire-ye muvafıktır.[43]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın   ResuJullah tarafından   iftira olmasını red ve inkâr etmek üzere buyuruyor.

[Belki kâfirler «Muhammed iftira etti» derler. Habibim! Sen onlara cevapta de ki, «Kur'ân'ın misli bir sure getirin ve Allah'ın gayrı davetine muktedir olduğunuz kimseleri davet edin. Eğer be­nim iftira ettiğimi davanızda sadıksamz hepiniz birlikte çalışın, Kur'an'ın misli bir sûre getirin, biz de görelim.] Eğer getirebilir-seniz davanızda devam edersiniz ve illâ bu inat üzere vâki olan davanızdan vazgeçmelisiniz» demekle âciz olduklarını kendilerine beyan et.

Yani; Habibim! Sen kâfirlere «Ben de sizin gibi beşerim. Kur'-an'ı benim icad ettiğimi iddia ediyorsunuz ve eğer davanız doğ­ruysa siz de benim gibi bir Kur'an icadına kaadir olursunuz. Hay­di, Kur'an'ın misli bir sûre icad edin de görelim. Madem ki beşer icad edebilirmiş. Siz de beşersiniz, icad edin. Eğer sözünüz doğ­ruysa» demekle onları ilzam ve iskât et ki, âciz olduklarını bilsin­ler. Çünkü; fesahat ve belagatta ve hüsn-ü intizamda Kur'an'a müsâvî bir âyet bile getiremedikleri meydandadır.[44]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Resulullah'ı tekzib ettiklerini beyandan sonra tekzipleri cehillerinden neşet ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Belki kâfirler Kur'an'ın ne olduğunu bilmeden tekzib ettiler. Halbuki onlara Kur'an'ın te'vili de gelmemişti. Bunların tekzib ettikleri gibi bunlardan evvel geçen ümmetler de tekzib ettiler. Habibim! Sen nazar et zalimlerin akıbetleri ne olacak.]

Yani; Resulullah kâfirlere Kur'an'ı okuyunca onlar insaf et­mediler, belki Kur'an'ın ilmini ihata edemedikleri sebebiyle tek­zibe sürat ve cüret ettiler. Karîhalarıyla maânîsini lâyıkıyla feh-metmediklerinden düşünmeksizin bu yalandır demeye koşuştular ve henüz kendilerine Kur'an'da olan ahkâmın ve mugayyebattan ahbarın te'viline dair birgey gelmediği için inkâra kalkıştılar. İşte aynıyla bunların tekzipleri gibi ümem-i salife de kendi kitaplarını ve resullerini tekzib ettiler. Bunların ve bunlardan evvel geçenle­rin halleri böyle olunca yâ Ekrem-er Rusül! Sen nazar et gör ki, zalimlerin akıbetleri ne oldu. Şu halde onlar helak oldularsa seni tekzib edenler de aynı helake mar'uz olacaklardır. Zira; amelde müşterek olunca elbette cezada da müşterek olacakları bedihidir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile Kur'an'ın müş-temil olduğu ahkâmı tetkik etmeksizin reddedenleri Cenab-ı Hak bu âyette zemmetmiştir. Zira; bir kimsenin duymuş olduğu bir haberi tetkik etmeksizin tasdik veya tekzibe sürat etmesi doğru değildir. Binaenaleyh; insan işitmiş olduğu bir kelâmın manâsını tamamıyla tahkik etmeksizin ve manâsını düşünmeksizin redde veya kabule müsaraat caiz olamaz. Eğer bilmezse bilen bir kimse­den öğrenmek vaciptir. Hususan Kur'an gibi mühim bir meselede etrafıyla düşünmeksizin redde kalkışmak felâketi muciptir. İşte Kureyş kâfirleri Kur'an'ın mu'ciz olan lâfzında ve manâsında te­fekkür etmeksizin reddettiklerinden sonraları tilâveti tekerrür et­tikçe mu'ciz olduğunu bilmişlerse de eski inatlarından dönememiş ve inat üzere inkârlarında devam etmişlerdir ki, aceleten inkârlarının neticesi olarak helak oldular, gittiler. Bu âyette Kur'an'ın manâsını bilmeyenleri zem vardır. Zira; Kureyş ahkâmını ve es-rar-ı ilâhiyi bilmeyip ahkâmı mahsûsâtlarına bina ettikleri için Kur'an'ı inzalden maksadı ve hikmetini düşünmediklerinden tek­zipleri sebebiyle helak olmuşlardır ki, iman etmeyenlerin helak olacaklarını beyanla Resulullah'ı tesliye ve kâfirleri.tehdid etmiş­tir. Çünkü ümem-i salifenin resullerini ve kitaplarını tekzipleri sebebiyle helak olduklarını beyan etmek; bu ümmetin dahi tekzib edenlerinin helak olacaklarını beyan etmektir. Binaenaleyh; Ku­reyş kâfirlerine «Kur'an'a iman edin, eğer iman etmezseniz akıbe­tiniz helak ve âhiriniz berbat olacak» demektir ve encamında iman etmeyenler helak olmakla âyetin sırrı zuhur etmiştir.[45]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Kur'an'ı tekzibe sürat etmeleri cehil­lerinden neş'et eylediğini beyan ettiği gibi müfsidlerin fesadları da yanlarına kalmayacağını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kur'an'ı tekzib edenlerin bazıları mürur-u zamanla Kur'an'm hakkaaniyetini tasdik eder, adavet ve husumetten vazgeçer, bina­enaleyh iman eder ve bazıları da küfründe ısrar eder, iman etmez. Halbuki Rabbin Tealâ müfsidleri bilir ve onların herbirinin ifsa­dına göre ceza verir.]

Yani; yeryüzünde fesad edenlerin fesadları yanlarına kalmaz, elbette cezasını görürler. Zira; Allahü Tealâ onların ifsadlarım bilir.[46]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ı tekzib eden kafirlerin cezalarım beyan­dan sonra onlara verilecek cevabı beyan etmek üzere

buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Eğer kâfirler seni tckzib ederlerse sen onlara de ki, «Benim amelim bana ait ve sizin ameliniz de size ait­tir. Binaenaleyh; benim amelimden sîz berisiniz ve sîzin ameliniz­den de ben beriyim.]

Yani; Habibim! Onlar senin nasihatini dinlemez ve küfürle­rinde inad ve seni tekzipte devam ederlerse sen onların amelle­rinden tenzih ve teberri suretiyle de ki, «Ey kâfirler! Benim ame­lim bana mahsustur. Binaenaleyh; cezası bana aittir ve sizin ame­liniz de size mahsustur, onun cezası da size aittir. Zira; siz benim amelimden berisiniz. Çünkü; asla methaliniz olmadığı gibi tasdik bile etmiyorsunuz. Şu halde benim amelimden hasıl olacak seva­bın size tecavüzü yoktur ve ben de sizin amelinizden beriyim. Zi­ra; sizden sudur ettiği için benim methalim yoktur. Şu halde ame­linizin cezası size ait, bana tecavüzü yoktur. Binaenaleyh; zuhur edecek cezaya intizar edin.

Bu âyetin kıtal âyetiyle mensuh olmasını söyleyenler varsa da esah olan rivayete göre bu âyet mensuh değildir. Lâkin bu âyette kâfirlere verilen cevap insafın son derecesidir ve bu cevap; davet tamamıyla vuku bulup ve vazife-i tebliğ bitamamiha ifa olunduk­tan sonradır. Çünkü; Resulullah umum naşı hakka davet etmek ve tevhide irşad eylemek için gönderilmiş bir resul olduğundan on­ların davete icabet etmelerinden ümit kesilmedikçe bu cevap vü-rud etmez. Zira; onların icabetlerinden me'yus olmadıkça böyle cevap verip onları davetten sarfınazar etmek hikmet-i bi'sete mu­haliftir. Zira hikmet-i bi'set; envâ-ı delâili serdetmekle ve onlara her yolu göstermekle hasıl olur. Binaenaleyh; bu cevap onların icabetlerinden me'yus olduktan sonra olmak lâzımdır. Resulullah ahkâm-ı ilâhiyeyi tebliğin ve davetin envâ'mı icra ve bu hususta tesadüf ettiği meşakkatlara katlanarak her türlü esbaba tevessülden geri durmadı. Resulullah'ın her esbaba tevessülü ve emr-i da­vette son derece sa'yından sonra onların da son derece inat ve küfre ısrar ve devamlarına binaen bu cevap varid olmuştur.

Hulâsa; umur-u âhirette iyilerin ameli kendilerine ait olup kötülerin amelinden iyilere bir zarar olmayacağı ve herkesin kendi ameliyle haşrolunacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[47]

 

Vacip Tealâ iman etmeyenleri de ikiye taksim etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirlerden bazıları Habibim! Senin kelâmını dinlerler, fa­kat sen sağırlara söz duyurmaya kaadir misin? Velevse o sağırla­rın idrakleri olmasın.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! İman etmeyen kâfirlerden bazıları sana buğz ve adavetleri ve dinine kemâl-i nefretlerinin iktizası iman etmezler ve lâkin istihza suretiyle senin kelâmını dinlerler. Sen onların dinlediklerine iltifat eder ve imanlarına ümid ederek Kur'-an'ı okur ve şeriatını ta'lime sa'yedersin. Ve lâkin onlar senin ke­lâmını lâyıkıyla duymaz ve manâsını fehmetmezler. Çünkü; onlar sağırlardır. Sen sağırların sağırlıklarına bir de idraksizlikleri in­zimam ettiği halde o sağırlara söz duyurmaya kaadir misin? Çünkü aklını yoluyla isti'mâlden mahrum ve maksud olan manâyı fehme iradesini sarfetmediğinden dolayı idrakten âciz ve kuvve-i samiası hakkı işitmekten kaasır olan kimselere nasıl söz duyurabilirsin? Elbette duyuramazsın. Çünkü; duymak istemez ki duysun.

Fahri Râzi ve Kaazî'nin beyanları veçhile bu misilli kimsele­rin kulaklarında zahir-i halde birşey yoksa da hakikati duymadık­ları için sağır menziline tenzil olunmuşlardır. Çünkü hakikatta kelâmı işitmekten maksat; o kelâmdan maksud olan manâyı feh-metmek olduğu cihetle o manâyı fetmetmek istemeyen kimseler işitmiş olsalar da işitmiş sayılmadıklarından behâimden ma'dud-lardır. Zira; akılları vehimlerinin galebesiyle haleldar olduğu için onu hüsn-ü isti'mâlden âcizlerdir. Binaenaleyh; ahkâm-ı şer'iyenin birçoklarını akıllarına muhalif gördüklerinden ne kadar deliller getirilse dinlemezler ve dinleseler de intifa' etmezler. Şu halde behâimden daha kötülerdir. Çünkü behâim; çobanın sadasını işitir ve ondan intifa eder. Bunlarda ise o kadar bile intifa' yoktur.

Bu âyet-i celile; kuvve-i sâmianın kuvve-i bâsıradan efdal ol­duğuna delâlet eder. Çünkü; Cenab-ı Hak kuvve-i sâmiayı akla müsavi ve binaenaleyh; sem'in gitmesini aklın gitmesine mukaa-rin kılmıştır. Gitmeleri mukaarin olunca vücutları da mukaarin olacağı tabiidir.

Hulâsa; insanın işitmesinde muteber olan işittiği elfazın ma­nâsını anlamak ve o elfazdan maksadı fehmetmek olup manâsını' fehmetmeksizin mücerret işitmenin faydası olmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Binaenaleyh; ders okuyan mollaların ve vaaz u nasihat dinleyen kimselerin mücerret dinle­mesine itibar yoktur. Ancak itibar; anlamasmadır. Çünkü; söyle­nen sözden maksat ve manâ anlaşılmayınca  dinlemekte fayda ol­madığı meydandadır.[48]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin anlamak üzere söz dinlemeyen kısmını beyandan sonra görmek üzere bakmayan kısmını beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Kâfirlerden bazıları sana nazar edip nübüvvetine dair delâil ve emmareleri görürler ve lâkin hased ve inatlarından nübüvvetini inkâr ederler. Sen sa'y ü gayretinle veîevse onların basiretleri gör­mez olsun o misilli körleri hidayette kılıp onlara yol gösterebilir misin ve onları doğru yola sevketmeye kaadir olur musun?] Zira; onların gözleri her ne kadar görürse de hakkı görmeye sarfetme-diklerinden hakikati idrakten âciz oldukları cihetle onlar körler­dir. Sen bu misilli körlere velevse gözleri görmez olsun hakkı gös­termeye kaadir misin?

Kâfirlerin gözleri gerçi görürse de gözlerini hakkı görmeye sarf etmedikleri cihetle a'mâ menziline tenzil olunduklarından göz­leri mevcut olduğu halde onlardan a'mâ ile tabir olunmuştur. Şı halde zahirde bir kimsenin gözünün görmesine itibar yoktur, an­cak itibar; gözden maksud olan ibretin husulüdür. Binaenaleyh: ibret nazarıyla bakmayan gözlerin varlığıyla yokluğu müsâvîdir.

Hulâsa; insan a'zâsından maksud olan ameli kesbedip a'zâyı maksada sarf etmedikçe o a'zâ yok hükmünde olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[49]

 

Vacip Tealâ a'zâsını mahalline sarfetmeyenlerin kendi nefis­lerine zulmettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ nâsa hiç birşeylc, zulmetmez. Ve lâkin nâs ken­di nefislerine zulmederler.]

Yani; Allahü Tealâ nâsın aklını, gözlerini, kulaklarını zulüm olarak idrakten mahrum etmez ve lâkin nas kendi a'zâlarını ifsad ve menfaatlarım fevtetmekle nefislerine zulmeder ve a'zâlarını maksuda sarfetnıemekle nefislerini zulme koyarlar ve zulüm ceza­sıyla mücazat olunurlar.

Bu âyet; ibadın kisibleri ihtiyarî olup icbarı olmadığına delâ­let eder. Kıyamette kendilerinin duçar oldukları azabın esbabını kendileri kazanmakla azapları ayn-ı adalet olduğu gibi kendi nefis­lerine bu cihetle zulmetmiş oldukları beyan olunmuştur.[50]

 

Vacip Tealâ hakkı işitmeyen ve görmeyen kâfirlerin hallerini beyan ettiği gibi onların haşrolunacaklarım dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-cr Rusül! Zikret şol zamanı ki, o zamanda biz on­ları hasrederiz. Keenne onlar bu dünyada gündüzden bir saat eğ­leşmiş gibi olurlar ve kendi aralarında, bîrbirlerinde bilirler. Fa­kat âhireti ve Allahü Tealâ'nın cezasına mülâkaatı tekzib etmekle ihtida etmeyenler muhakkak zarar ederler.] Zira; onlar tarik-ı salâh ve sevaba sülük etmediler ve Allah'ın kendilerine ihsan et­tiği a'zâlarını hayrata sarfetmedikleri gibi ma'rifet ve idrake alet olan akıllarını cehalete sarfettiler. Binaenaleyh; zarara müptelâ oldular.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile âsîlerden intikaamı-nı almak için Cenab-ı Hak onları elbette hasredeceğini ve hasret­tiğinde o günün dehşetinden onlar dünyada ne kadar çok yaşasa­lar gündüzden azıcık bir saat meksetmiş gibi olup hatta birbirle­rinden ayrılmamışlar. İllâ azıcık bir müddette ayrılmış gibi bir­birlerini tanıyacaklarını ve ömürlerini hava ve hevese sarfettikle-rinden dünyadan intifa' edemedikleri cihetle müddet-i hayatlarını azıcık bir zaman farzederek unutacaklarını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuş ve mahşerde görecekleri meşakkatla beraber çok duracaklarına nazaran hakikatta dünyanın ömrü az olduğunu be­yan etmiştir. Hatta müddet-i iftirakları azıcık bir zaman gibi be­yinlerindeki muârafeye bile mani olmaz. Sonra azabı görünce bir­birlerini unuturlar, iltifatı keserler ye yekdiğerinin halini sormaya mecalleri kalmaz. Çünkü; herkes kendi derdiyle meşgul olur.

Yahut âyetin beyanı; dünya ile âhiret arasında kabirlerinde bulundukları müddetin azlığına mahmuldür. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Habibim! Sen ol günü zikret ki. Biz Azîmüşşan o günde onları kabirlerinden kaldırır arsa-i mahşere cem'ederiz. Keenne onlar kabirlerinde gündüzden bir kuşluk zamanı kalmış gibi olduk­larından dünyada beyinlerinde olan muarefelerine bile halel gel­mez. Binaenaleyh; birbirlerini tanırlar, beyinlerinde olan muhavereyi bilirler ve cürümlerini yekdiğerine atfederek senden oldu, benden olmadı gibi münazaaya girişirler. Lâkin bu münazaa fayda etmez. Çünkü; âhireti dünyaya değiştikleri için zarar-ı azîm gör­düler. Zira; bakîyi faniye, çoğu aza, iyiyi kötüye değiştiler ve me-salih-i âhireti fevtetmekle ihtida etmediler.] Çünkü; zahire iltifat­la hakikatten gaflet ettiler. Bu misilli kimselerin hallerini bazı erbab-ı akıl şöyle temsil eder : Bir parlak sırçayı görüp cevahir-i nefise zannıyla birçok parayla satın alarak çok para kazanacağını sanarak cevahir bedestenine götüren kimsenin haline benzer. Be­destende onun sırça parçası olup hiçbir kıymeti haiz olmadığını anlayınca emekleri ve ümitleri boşa gittiğini ve, zarar-ı azîme du­çar olduğunu bilince nasıl me'yus olursa dünyayı işine yarar zan­nıyla âhirete gidenler de o yolda me'yus olurlar.

Hülâsa; günahkârlar haşrolununca o günün şiddetinden dün­yada ne kadar çok yaşasalar gündüzden az bir saat menzilinde ola­cağı ve dünyada olan muarefelerini unutmayıp arsa-i mahşerde birbirlerini bilecekleri, âhireti ve Allah'a mülâkaatı tekzib eden­lerin muhakkak zarar ettikleri ve onların doğru yola vasıl olama­dıkları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[51]

 

Vacip Tealâ ihtida etmeyen   kâfirlerin azabını   beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Biz Azîmüşşan onlara vaad ettiğimiz azabın bazısını senin vefatından evvel sana gösteririz ve bazılarını göstermeden seni dâr-ı âhirete- irtihal ettiririz. Ve sana âhirette onların azabının katenderkatmı gösteririz. Binaenaleyh; esef etme. Çünkü; dünya ve âhirette elbette düşmanlarından intikaamımızı alacağız.    Zira; onların mercileri bizim huzur-u manevîmizdir ve onlar huzur-u ilâhiye rücû' ettikten sonra Allahü Tealâ onların amellerine şchadet edicidir.] Binaenaleyh; amellerinin her cüz'ü-nü bilir ve ona göre mücazat eder.

Allahü Tealâ vaadi veçhile Bedir gazasında ve sair hususatta kâfirlerin azaplarını kati ü esaretle resulüne göstermiştir ve âhi-rette dahi dünya azabının yüzlerce ziyadesini göstereceğinde şüphe yoktur. Vacip Tealâ'nın onların işlerine şehadetiyle murad; onla­rın amellerini halk beyninde izhar etmekle rüsvâ etmek ve âleme göstermektir.[52]

 

Vacip Tealâ Resulullah ile ümmetinin halini beyandan sonra ümem-i salifeyle nebilerinin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Her ümmet için bir resul vardır. Onların resulleri kendile­rine geldiğinde aralarında adaletle hükmolumır, onlar da zulmo-lunmazlar ve nebilerine itiraz suretiyle derler ki, «Eğer sözünüzde doğruysamz şu vaad ettiğiniz azap hangi zamanda olacaktır?]

Yani; her ümmete meb'us olan resul birtakım açık mucize­lerle gelip ümmetlerini imana davet ettiklerinde iman edenler eder, tekzib edenler de tekzib eder. Binaenaleyh; resulle ümmet bey­ninde adaletle vâki olan hüküm neticesinde resule tâbi' olanlar necat bulur ve tekzib edenler de helak olur giderler. Helak olan­ların helakleri istihkakları iktizası olduğundan helakleri hakların­da zulmolunmaz. Zira; kendi seyyielerinin cezasıdır.

Yahut manâ-yı âyet: [Yevm-i kıyamette her ümmet için bir resul vardır. O resul ümmetinden kâfir olanların küfürlerine ve mümin olanların imanlarına gehadet eder ve bu şehadet üzerine müminlere necat ve kâfirlere azapla hükmolunur. Bu hüküm; ada­lete muvafık bir hükümdür. Çünkü; dünyada kâfirler resullerinin vaad ettikleri azaba inanmaz ve istihza tarikıyla «Vaad ettiğiniz azap nerede kaldı, neden gelmiyor? Eğer bu sözünüz doğruysa vaad ettiğiniz azap gelsin, halbuki gelmiyor. Şu halde sözünüz doğru değildir» demekle] itiraz ederlerdi.

Şu manâya nazaran âyet yalnız Kureyş kâfirlerinden Resulul-laha vâki olan itirazı beyan değildir, belki bilûmum ümmetlerden resullerine vâki olan itirazları beyandır. Çünkü; her ümmet içinde nebilerine bu yolda itiraz vâki oldu ve «Vaad ettiğiniz azaplar ne­rede kaldı, onun zamanı ne zaman ise geliversin» demekle itiraz edenler bulunmuştu ki bu misilli itirazdan hiçbir nebi hâli kalma­mıştır. Şu halde bu âyet; Resulullah'ı tesliyedir.[53]

 

Vacip Tealâ    kâfirlerin şu itirazlarına    cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Şu itiraz eden kâfirlere karşı cevapta sen de ki, «Ben kendi nefsim hakkında menfaat ve mazarrata ma­lik değilim. Ancak AHahü Tealâ ne isterse o olur. Şu halde size azabın geleceği zamanı ben bilemem. Ancak AHahü Tealâ bilir ve istediği zaman, gönderir. Zira; ezelde ne zaman geleceğini takdir ettiyse işte o zaman muhakkak gelecektir. Ben kendi nefsinde ha­yır ve şer hiçbir şeye kaadir olamayınca sizin istediğiniz azabın taciline nasıl kaadir olurum ve onun vaktini nasıl tayin ederim? Elbette tayin edemem. Zira; tayinine dair bana henüz vahiy gel­medi ki, ben size haber vereyim. Şu halde acele etmeyin. Zira; her ümmet için bir ecel ve vakt-i muayyen vardır. O vakit geldiğinde ne bir saat ileri ve ne de bir saat geri olmaz. Elbette o saatta he­lakleri mukadder olan ümmet ve ümmetten her şahıs helak olur.]

Binaenaleyh; sizin ta'ciliniz fayda etmez. Zira; ilm-i ilâhide tayin olunan zamana tahallüf mümkün değildir, takdimini ve te'hirini talep de caiz değildir. Şu halde ey kâfirler! Siz te'hir olunsun de­seniz te'hir olunmaz ki, zararınızı defedesiniz ve takdimini iste­menizle takdim de olunmaz ki, menfaatinizi celbetmiş olasınız. Her iki cihette fayda olmayınca acele etmeyin ve bekleyin. Elbette eceliniz gelecektir, bana vahyolunari da budur. Bunun haricinde birşey söylemeye me'zun değilim.

Bu âyet maktul olanların veya bir afetle vefat edenlerin ecel-i mev'udlarıyla vefat ettiklerine delâlet eder. Binaenaleyh; ecel bir­dir, ecelsiz kimse ölmez. Zira; herkes kendi eceliyle vefat eder."[54]

 

Vacip Tealâ kâfirlere cevab-ı sâniyi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusülî Sen itiraz eden kâfirlere de ki, «Ey kâ­firler! Sizin istediğiniz azab-ı ilâhi size gece uykunuz içinde veya gündüz gelirse ne re'yeder ve define ne gibi çare düşünürsünüz? Azap geldiğinde nedametle feza' ve feryad etmekten ve eyvah de­mekten başka ne yapabilirsiniz? Haliniz bundan ibaret olunca ey mücrimler! Ne sebebe mebni azabın alelacele gelmesini istersiniz ve acele etmekte faydanız nedir? Madem ki; fayda yok, niçin acele ediyorsunuz? Haber verin bana, ben de acelenizin sebebini bileyim yoksa azap vâki' olduktan sonra mı iman edeceksiniz? Halbuki mu­hakkak azabı isti'câl ediyordunuz.]

Yani; eğer maksadınız azap olduğu zaman iman ederiz ve bun­dan dolayı azabı isti'câl ederiz diyecekseniz azabın nüzulü zama­nında imanınız makbul değildir. Çünkü; azabı görünce iman-ı ic-bârî olur. Halbuki imanda muteber olan ihtiyarîdir, icbârî değildir. Şu halde azabı istemekte sizin için azaptan başka bir fayda yoktur.

Bu âyette hemze; tevbih için olduğu gibi lâfzı da tekdir içindir. Yani «Şimdi iman etmediniz de canınız boğazınıza geldiğinde mi iman edeceksiniz. Geçmiş olsun» demektir. Zira; o vakit iman makbul değildir. Çünkü; herşey zamanında olmak lâzımdır.[55]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin dünyada azaplarını beyandan sonra du­çar olacakları azabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dünyada gördükleri azaptan sonra âhirette kâfirlere denilir ki, «Azab-ı ebedîyi tadın ve görün ki, dünyada azabı isti'câl etmek kolay mıymış? Ey zalimler! Siz cezalanmaz, illâ kazandığınız ame­linizle cezalanırsınız.] Ayette şu cümle onları tahkir içindir. Çün­kü; onlar dünyada şeriatı hafif addeder ve resullerini istihza ede­rek kendilerini büyük saydıklarına mukaabil tahkir edilerek ken­dilerine azap teklif olunur. Zira; iman etmediklerinden küfürleri­nin cezası ebedî Cehennem azabı olduğu kendilerine taraf-ı ilâhî­den bildirilir ki, azab üzere azab olsun.

Bu âyet; insanların kendi ihtiyarlarıyla işledikleri işlerinden mes'ul olacaklarına ve ef'âl-i ihtiyariyeleri mevcut olduğuna delâ­let eder. Çünkü kisb; kullara nispet olunmuştur. Zira; insanların ef'âl-i ihtiyariyeleri olmasa da Cebriye taifesinin dedikleri gibi ef'âl-i ibad, cebrî ve zarurî olsa.;'Siz kesbettiniz ve onun cezasını görüyorsunuz» denmezdi. Halbuki bu ve bunun emsali âyetlerde ef âli kesbetmek daima insanlara nispet olunur ve bu nispet iba-dın kisb-i ihtiyarîsi olduğuna açıktan delâlet eder.

Hulâsa; âhirette zalimlere «Tadın azab-ı ebedîyi deneceği gibi «siz cezalanmaz, ancak kendi kesbettiğiniz amelinizle cezalanırsınız.M demekle de tahkir olunacakları bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.[56]

 

Vacip Tealâ Resulullah'ın tebliği üzerine kâfirlerden vâki olan suâli ve onlara verilecek cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusiil! Kâfirler senden haber isterler ve derler ki, Bu «senin iddia ettiğin din hak mıdır?" Onların şu suâllerine cevap olarak sen de ki, «Evet! Rabbime yemin ederim ki, benim hakkaaniyetini iddia ettiğim din haktır ve siz de üzerinize gele­cek azabı defetmekle Vacip Tealâ'yı âciz kılamazsınız. Zira; Al-lahü Tealâ istediğini işler. Siz onu menedemezsiniz.»]

Kâfirlerin suâlleri dinin, Kur'an'ın ve nübüvvetin hak olup olmadığındandır, cevapta bu suâle mutabık olarak cümlesinin hak olmasıyla cevap verilmiş ve bunların hak olduğunu beyan yeminle te'kid olunmuştur. Yeminde Cenab-ı Hakkın resulüne vermiş ol­duğu sidik, emanet ve kerâmât-ı adide gibi nimetlere işaret için terbiye ve ihsana delâlet eden ism-i şerifi irad olunmuş­tur ki, Cenab-ı Hakkın Rab olduğunu beyanla kâfirler insafa da­vet olunmuşlardır. Bunların hakkaaniyetinde şüpheye mahal olma­dığına ve hakkaaniyetleri muhakkak bulunduğuna işaret için tahkika delâlet eden lâfzı varid olmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu suâli Resulullah'a irad eden (Hayy b. Ahtab) denen bir Kimsedir. Zamanımızda bu gibi bir çok İslâm kisvesi altında münafıklar ve sefihler vardır ve birtakım ev­ham u hayalâtla ve vahi itirazlarla uğraşanlar her zaman görül­mektedir. Çünkü; ahkâm-ı şer'iyeyi hava ve he­vesine uydurmak isteyenler ve arzu-yu nefs an iyelerine muhalif olan ahkâma itiraz edenler her millette bulunmakla beraber bu ümmette dahi asr-ı saadetten bu ana kadar mevtut olduğu gibi ilâ-yevmilkıyam dahi bulunacaktır. Birçok ahkâmı batıl te'villerle mevzuundan çıkarmak isterlerse de muvaffak olamamışlar ve ola­mayacaklardır. [57]

 

Vacip Tealâ yevm-i kıyamette azabı görünce kâfirlerden vâki olacak halleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer zulmeden her ııefsiçin yeryüzünde olan hazine ve defi­nelerin hepsi kendinin malı olması farzolunsa o nefis onun cümle­sini göreceği azaba mukaabil feda etmek ister ve lâkin o malı feda etmek fayda etmez ve onu azaptan kurtaramaz. O zalim olan eş­has azabı gördüklerinde nedametlerini saklarlar ve lâkin nedamet fayda etmez. Binaenaleyh; azaptan kurtulmazlar ve onlar zulmo-lunmayıcı oldukları halde beyinlerinde adeletle hükmolunur, her­kes ettiğini bulur ve amelinin cezasını görür.]

Bu hüküm 'hviiminlerle kâfirler beyninde veyahut tâbi'lerle metbû'lar beyninde veyahut zalimlerle mazlumlar beyninde olmak ihtimali varsa da esah olan; cümle akvam, ve milletler beyninde olan hükme şâmildir. Yeryüzünde olan cümle hazineler zalim olan şahsın olması muhali farz kabilindendir. Zira; bilûmum definele­rin ve bütün yeryüzünde olan emlâkin bir şahsın olması mümkün değildir. Binaenaleyh; manâ-yı âyet: [Zalim olan her nefis yevm-i kıyamette ahval-i kıyameti ve azab-ı Cehennem'i görünce bütün dünyanın hazinesi kendinin malı farzolunsa onu feda edip vermek­ten çekinmez. Ve cümlesini verip azaptan kurtulmak ister. Ve lâ­kin fayda etmez] demektir.

Bu âyette "manâsına olduğuna nazaran manâ-yı âyet: [Zalimler azabı görünce nedametlerini açığa atarlar ve izhra ederler, lâkin fayda etmez] demektir. İhfa yani gizlemek manâsına olduğunda manâ-yı nazım: [Zalimler aza­bı görünce etbâ'lanndan nedametlerini saklarlar.] demktir. Zira; reisleri etbâ'mdan nedametlerini saklamasalar etbaları onları levm ve zemmederler. Binaenaleyh; azap üzerine azap kabilinden etbâ'ın levmine duçar olmamak için nedametlerini gizlerler.

azdaddan olduğu cihetle iki manâya ihtimali vardır. Yani sakla­mak veya açığa atmak manâlarını ifade ettiği gibi burada manânın her ikisi de muhtemeldir.

Hulâsa; dünyada zulmeden her nefis âhir et azabından kurtul­mak için bütün dünya ve dünyada olan bütün emval kendinin olsa azap karşılığı vermek isteyip hiçbir zerre kadar gözüne görünme-yeceği ve azabı gördüklerinde nedametlerini izhar edecekleri ve halbuki adaletle hükmolunup asla zulmolunmayacakları bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[58]

 

Vacip Tealâ bütün dünyanın emlâki zalim olan kimsenin far-zolunsa azap mukaabilinde vermek isteyeceğini beyandan sonra cümle emlâk bir kimsenin olamayacağını da beyan etmek üzere buyuruyor.

[Agâh olun ve uyanık bulunun ki, yerde ve gökte olan cümle mahlûkat ve mevcudat Allah'ındır. Binaenaleyh; Allah'ın gayrı bir kimse malik olamaz ki, azap mukaabilinde versin de kurtulsun. Bu mümkün olamadığı -cihetle âsîler elbette azap göreceklerdir. Zira; Allahii Tealâ kudret-i tâmme sahibidir. Zalimlerden intikaa-mım alır ve agâh olun ve uyanık bulunun kî, Allah'ın kullarına vaad ettiği sevap ve azap cümlesi hak ve sabittir, şek ve şüpheden ârîdir. Zira; vaad-i ilâhide hulfolmaz ve lâkin ııasııı ekserisi vaadin hak olduğunu bilmez. Binaenaleyh; iman etmez. Allahü Tea-lâ'nın kudretinde nasıl şek ederler ki, imana meyletmezler. Hal­buki Allah'ın kudreti meydandadır. Zira; Allahü Tealâ cümle zer-rat-ı cihanı halkcttiği gibi bilhassa insanları diriltir, öldürür ve ancak öldükten sonra dirilip Cenab-ı Hakkın huzuruna rücû' ede­ceksiniz.] Bu hâl meydandayken nasıl oluyor ki, inkâra cüret edersiniz.

Bu âyette vaadin    sanma ta'zîm için zamir mevkiinde ism-i zahir olarak lafza-i celâl varid olmuştur. Çünkü;

denilse olabilirdi. Vacip Tealâ vaadi inkâr edenleri ve iman etme­yenleri cehaletle tavsif buyurmuştur. Zira; bu makûle münkirler her ne kadar dünyaya müteallik bir miktar şey bilirlerse de umur-u şer'iyeden ve ahval-i âhiretten gaafil oldukları cihetle cehaletleri beyan ve onunla zemmoîunmuşlardır.[59]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin yevm-i kıyamette zuhur edecek halle­rini beyandan sonra Kur'an'ın fevaidini beyanla Kur'an'a temes sük lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey nas! Rabbiniz tarafından size birçok faydaları cami' bir kitap geldi ki, o kitap iyi ve kötü amelleri beyan eden ameliyyâta müteallik ilmi ve hayrata teşvik ve günahlardan tenfir eden mev'i-ze üzerine müştemil olduğu gibi kalplerde olan kötü itikaadı, şek ve şüphe gibi ahlâk-ı seyyieyi izale eden hikmet-i nazariye ki, iti-kaadiyata müteallik olan ilmi ahlâk üzere müştemil şifadır ve kul­ları doğru yola sevkeder ve tarik-ı selâmeti gösterir hidayet ve bi­lûmum müminlere ihsan-ı ilâhi ve lutf-u sübhani olan bir rahmet­tir.1  Binaenaleyh; insanların dünya ve âhirette saadetlerine kâfi ve kâfildir. Zira; insanları hasenata terğib ve seyyiâttan tenfir eder.

Bu âyette mev'izeyle murad; Kur'an'dır. Çünkü; Kur'-an'ın her âyeti insanların birçok menafiini beyan edip hayrata sevkedecek nasihatta bulunduğu cihetle ayn-ı vaazdır. Kalplerde olan maraz-ı cehli ve hastalığa benzeyen kötü itikadlan ve ahlâk-ı fasideyi izale ettiği cihetle Kur'an'a şifa denmiştir. Şu halde Kur'-an'ı getiren Resulullah tabib-i hazıka ve Kur'an da o tabibin ver­miş olduğu ilâca ve devâ-yı sâfiyeye teşbih olunmuştur. Çünkü; tabib-i hazık hastayı, evvelâ mazarrat olan me'kûlat ve meşrubat­tan meneder, saniyen de hastalığını izale edecek ilâcı i'tâ eder. İşte Kur'an-ı Kerimle Resuîullah evvelâ insanları muharremattan nehyi ve saniyen de menfaat olan me'muratı yerine getirmekle em­reder.

Vacip Tealâ bu âyette insanlar için mümkün olan dört merte­beye işaret buyurmuştur. Çünkü; insana evvelâ lâzım olan zahirini lâyık olmadık birtakım günahlardan tathir etmektir. Bunun lüzu­muna Kur'an'm mev'ize olmasıyla işaret etmiştir. Zira mev'izenin manâsı; insanları fenalıktan menetmek olduğundan Kur'an insan­ları fenalıktan nehyeder bir mev'ize demektir, ikinci merrede in­sanlara lâz%m olan ruhlarını akaaid~i bâtıla ve ahlâk-ı fâsideden tathir etmektir. Bunun lüzumuna lafzıyla işaret buyur­muştur. Çünkü; «Kur'an'a iman kalplerde olan şeylere şifadır» de­mek «Kalplerde hastalık mesabesinde olan itikaadat-ı batılayı iza­le eder» demektir. Üçüncü merrede insana lâzım olan nur-u hakla münevver olup Allah'ın gösterdiği yola gitmek ve şeriatını tutmak­tır. Bunun lüzumuna da Kur'an'ın olmasını beyanla işa­ret etmiştir. Çünkü Kur'an; insanlara doğru yolu gösterir ayn-ı hidayet demektir. Dördüncü merrede insana lâzım olan nevakısını ikmal etmektir. Ve bunun lüzumuna dalafzıyla

işaret buyurmuştur. Çünkü. Kur'an'm rahmet ve ihsan olduğunu beyan etmek insanların o ihsandan nevakısını ikmal etmek sure­tiyle istifadenin lüzumuna işarettir. Zira; müminler Kur'an'dan istifade etmeseler onlar hakkında rahmet olamayacağından behe­mehal istifadeleri lâzım demektir. Kur'an'dan menfaat görmek müminlere mahsus olduğundan Kur'an'ın rahmet olması mümin­lere tahsis olunmuştur. Zira; kâfirler iman etmedikleri için istifade edemezler. Binaenaleyh; onlar hakkında rahmet olmaz, belki iman etmediklerinden dolayı haklarında azabı muciptir. Çünkü; Kur'an ve enbiya-yı kiramın ervahı güneşin cirmi mesabesinde olup sair nasın ruhları eesam-ı saire gibidir. Şemisden ziya almak şemse teveccüh etmekle olup teveccüh etmeyen kimse güneşten ziya ala­madığı gibi insanlardan Kur'an'a ve peygambere teveccüh edenler ziya alırlar ve nur-u şeriatla münevver olurlar, amma Kur'an'a ve peygambere teveccüh etmeyenler Kur'an'dan ve nur-u nübüvvet­ten ziya alıp istifade edemezler. Zira; teveccüh yok ki, ziyasından müstefid olsunlar.[60]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın müminlere hidayet ve rahmet olduğu­nu beyandan sonra Kur'an'ın nüzulüne ferah etmek lâzım olduğu­nu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sen nâsa hitaben de ki, ««Kur'an Allah'ın fazlı ve insanıyla geldi. Şu halde Kur'an'ın gelmesiyle nâs ferah etsinler. Zira Kur'an; sizin cemettiğiniz emval-i dünyadan hayır­lıdır.] Çünkü; Kur'an'ın mazmunu ve ahkâmıyla amelin sevabı bakidir. Dünya malıysa fanidir. Dünya malı insanın cismine ve Kur'an ruhuna hizmet eder. Saâdet-i ruhanî, saadeti cismaniye-den efdaldir. Şu halde Kur'an ruha hizmet ettiği için bedene hiz­met eden maldan elbette hayırlıdır.

lâfzını takdim, hasriçindir. Yani insanın ferah­lanmasına şayan ancak rahmet-i ilâhiye olan Kur'an ve Kur'an'ın ahkâmı olan din-i İslâmdır, yoksa daima zevale rna'ruz olan em­val-i dünya değildir. Zira ferah; ruhun hâl ü şanı olduğu cihetle menşei ruha ait olan kemalât-ı ruhaniyeye ferah olabilir. Lezzet-i cismaniyenin esası, iki şeye münhasırdır Birincisi; me'kûlât, ikincisi; menkûhâttlr. Amma âlâm-ı cismânî a'za-nın her tarafını ihata ettiğinden elemine nispetle lezzet gaayet az olduğu cihetle feraha değmez. Lezzet-i ruhanî ise vücudun her ta­rafına sirayet ettiği gibi kederden de salimdir. Binaenaleyh; ferah ve sürürü değer ve ferahlanmaya şayandır.[61]

 

Vacip Tealâ Kur'an'm haiz olduğu mev'ize, şifa, rahmet ve hidayet gibi sıfatlarını ve bu sıfatları cami' olan Kur'an'm gelme­sine ferahın lüzumunu beyandan sonra kâfirlerin ikrar ettikleri hıll ü hürmetin insanlara enbiya vasıtasıyla geldiğinden nübüv­vetin sübutunu ikrar etmeleri lâzım geldiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Senin nübüvvetini inkâr eden kâfirlere sen de ki, «Ey kâfirler! Allah'ın size inzal ettiği rızıkta re'yum nedir? Bazısını kendinize helâl ve bazısını haram kılmakla nasıl tasarruf ediyorsunuz? Yoksa bu tasarrufa Allahü Tealâ mı izin verdi veyahut siz kendiniz mi haram ve helâl demekle Allahü Te­alâ üzerine iftira ediyorsunuz haber verin bana haliniz nedir?] Çün­kü; hâl ü şan bu ikiden hali değildir. Eğer şu dâva ettiğiniz hill ü hürmeti size Allahü Tealâ haber verdiyse elbette bu haber bir nebi vasıtasıyla geldiğinden nübüvveti tasdik etmeniz lâzımdır ve eğer Allahü Tealâ size haber vermeksizin iftira ediyorsanız bu iftiradan vazgeçmelisiniz. Zira; iftira alâllah haramdır, Çünkü; Allahü Tea-lâ'nın sizin maişetinize kâfi ve- emzicenize elverişli göndermiş olduğu rızık size mubah olduğu halde nasıl oluyor ki, bazısının haram olmasıyla hükmedersiniz.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile insanın rızkı olan gerek mevaşi ve gerek hububatın ekserisi bereket-i semaviyeyle husule geldiğin­den Cenab-ı Hak rızkın semadan nazil olduğunu beyan buyurmuş­tur. Allahü Tealâ'nm insanlara mubah kıldığı hayvanatın bazısını kâfirler kendilerine haram kılmışlardır. Binaenaleyh; bu âyet bir cihetten kâfirlerin mezheplerini iptal ve kendilerini cehalet ve ha­makatla itham etmiştir. Zira; helâl olan şeyin hürmetini itikad et­mek cehaletten başka birşey değildir. Çünkü; helâl olduğunu bil­miş olsa hürmetini itikad etmezdi.

Bir cihetten de âyet-i celile nübüvvetin tasdiki lâzım olduğu­nu beyan etmiştir. Zira; hill ü hürmet ancak resul vasıtasıyla bi­linebilir. Çünkü; herşey Allah'ın mahlûku ve mülkü olduğu ci­hetle onu haram kılıp kullarını menetmek ve helâl kılıp kullarına izin-vermek Allahü Tealâ'ya mahsustur. Şu halde o şeyin helâl veya haram olduğunu bilmek vahiyle olup vahiy de enbiya vasıta­sıyla olabileceğinden bunları bilmek ancak bir nebinin vücuduna mütevakkıftır. Binaenaleyh; nebinin nübüvvetini tasdik etmedik­çe eşyanın hill ü hürmeti bilinmez.

Medarik'te beyan olur. duğu veçhile âyette hemze; istifham-ı inkârîdir. Binaenaleyh; Allah'ın hill ü hürmetini beyan etmediği bir şeye helâl veya ha;.am demek emr-i münker olduğundan caiz olmadığına ve bu misilli ahkâmda gaayet ihtiyat lâzım olup yaki-nen bilmediği hükümle hükmetmek haram olduğuna âyet delâlet eder.[62]

 

Vacip Tealâ kâfirlere bu gibi şeylere izin vermediğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar Allahü Tealâ üzerine yalan olarak if­tira eder, eşyanın bazısına helâl ve bazısına haramdır derler. Bun­ların yevm-i kıyamet hakkında zanları nedir? Yevm-i kıyamette ceza görmeyiz ve muhasebe olunmaz mıyız zannederler. Eğer böy­le zannederlerse bu zanları fâsid ve bâtıldır ve Allahü Tealâ hill ü hürmeti beyanla kullarına muhakkak fazl u ihsan sahibidir. Ve lâkin nâsın    çokları bu misilli nimet-i    ilâhiyeye şükretmezler.]

Kendi kendilerine bilmeyerek şu helâldir ve şu haramdır diyerek iftiraya cüret ederler. Halbuki kendilerine açık mu'cizâtla nebi­leri geldi, hill ü hürmeti beyan etti. Şu halde onlar için vazife; ne­bilerinin sözünü dinlemek ve kabul etmektir. Çünkü; envâ'-ı delâ-ille nebileri hakka davet ettiğinden onlar için kendi reyleriyle hük­metmek caiz değildir. Zira; enbiya göndermek Allah'ın kulları hakkında nimet-i uzmâsı olduğu cihetle o nimete şükretmek kullar için büyük vazife^blduğundan bu nimete şükretmeyenler mezmum-lardır. Bu nimetin şükrü ise iman etmek ve şeriatına yapışmak ve mucibiyle amel etmektir. Nasın çokları imanı ve nimete şükrü ter-kettiklerinden Cenab-ı Hak «Şükrü terkettiler» buyurmuştur ki "Ekserisi iman etmez kâfirler» demektir.[63]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin mezheplerinin batıl ve emr-i nübüvve­tin hak olduğunu beyandan sonra Allahü Tealâ'ya ve Resulüne itaat eden kimselerin sürürlarını ve âsîlerin gumum ve hurnurn-larını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Küsül! Sen bîr hâl ü şanda olmadın ve Kur'an'-dan bir âyet ve bir sûre okur olmadın ve siz bir amel işler olma­dınız, illâ Biz Azîmüşşan' sizin üzerinize ö amelleri işlediğiniz za­man hazır ve şahidiz ve onu biliriz.] Siz her ne zaman ki, o amele başladınız, bize o zamanda ameliniz ve haliniz ma'lûmdur. Bina­enaleyh; ihlâs üzere amel edenler mesrur olsunlar. Zira; amelleri zayi olmaz. Çünkü; Allahü Tealâ onu bilir ve nübüvvetini inkârla sana iman etmeyenler me'yus olsunlar. Zira; isyanlarının cezasını göreceklerdir. Çünkü; Allahü Tealâ isyanlarını bilir, elbette unu­tulmaz. Şu halde onlara lâzım olan nübüvvetini tasdik edip ihlâs üzere itaat etmektir. Zira; itaatta sürür, adem-i itaatta ise gumum ve humum vardır. Binaenaleyh; azıcık, aklı olan kimse için lâzım olan süruru mucip olan amele sa'y etmek ve kaderi mucip olandan kaçmaktır. Yani «Siz o amele başladığınızda biz üzerinizde hazırız» demektir.[64]

 

Vacip Tealâ insanların amellerini bildiğini beyandan sonra in­sanlara ilmi nasıl lâhikse herşeye ve cümle zerrat-ı cihana ilmi öylece lâhik olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.                                                             

[Yâ Ekrem-er Rusül! Yerde ve gökte bulunan mevcudattan Kabbin Tcalâ'nın ilminden hiçbir şey kaybolmaz. Zira; o zerreden daha küçük ve daha büyük her ne varsa cümlesi kitab-ı mübin olan Levh-i Mahfuz'da yazılıdır.] Binaenaleyh; dünya ve âhirette, yerde ve göklerde bulunan mahlûk,* gelmiş, geçmiş, gelecek ve ola­cak herşey ilm-i huzur-u ilâhide mevcut ve ilminden bir zerresi bile uzak olmaz. Şu halde herkesin ameline ilm-i ilâhi lâhik oldu­ğundan elbette cezasını görecektir. Geri kalmak imkânı yoktur. Binaenaleyh; herkes amelini şer'a tatbik etmek ve düşünerek işle­mek lâzımdır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bahis; ehl-i arza ait olduğundan âyette Vacip Tealâ arzı sema üzerine takdim buyurmuştur ve âyet­ten maksad; ilm-i ilâhinin herşey i ihata ettiğini beyan etmektir. Binaenaleyh; küçük ve büyük herşey zikrolunmuştur. Kitab-in übinle murad; Levh-i Mahfuz'dur.[65]

 

Vacip Tealâ ilminin herşeyi ihata ettiğini beyandan sonra ita­at eden kullar için korku ve hüzün gibi elemi mucip olan şeyler olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.                                                   

[Agâh olun ve uyanık bulunun ki Allah'ın dostları üzerine korku olmadığı gibi hüzün ve keder dahi yoktur. Zira; onlar şol kimseler ki, iman ettiler ve imanlarının icabâtından olan emre im­tisal ve nehiyden içtinab etmekle daima ittikaa üzere bulunurlar.]

Zira; onlar Allahü Tealâ'ya ibadet ve Resulüne itaat ederek şeri­ata tevfik-ı harekât ettikleri cihetle Allah'ın dostlarıdır. Binaena­leyh; onlar üzerlerine hiçbir şeyden korkmak yoktur. Çünkü ile­ride kendilerine azab isabet etmeyeceğine emniyet gelmiştir ve onlar için dünyada fevtolan nimetlere hüzün de yoktur. Zira; dün­yada ne kadar nimet fevtoldu farzolunsa ondan daha a'lâsına nail5 olduklarından geçmiş olan şeylere asla hüzün olmaz. Çünkü; on­ların kuvve-i nazariyeden ibaret olan itikadları ve kuvve-i ameli­yeleri olan a'mal-i salihaları mükemmeldir. Binaenaleyh; onlar için kederi mucip birşey yoktur

Bu âyette ve emsali velayete müteallik olan âyetlerde _ veli denmeye şayan olan kimler olduğunda ulema ihtilâf etmişlerdir. Bu âyette Cenab-ı Hakkın veliyi imanla ittika eden kimse olma­sıyla tarif buyurmasına nazaran veli; itikad-ı sahihle itikad ve amel-i salihle âmel edip evamire imtisal ve nevâhiden içtinab eden kimsedir. Bazıları da veliyi şöyle tarif, ettiler : Veli; evamire imtisal ve nevâhiden içtinapla beraber hubb-u fillâh ve buğz-u fillâha devam eden kimsedir. Bazıları da v e Lifera-izi eda ile Allah'a takarrub edip ma'rijet-i ilâhiyeyle kalbi dolup, gördüğünde Allah'ın kudretini görüp ve işittiğinde âyât-ı ilâhiyeyi işitip, sözü Allah'ı sena ve özü ibadet olup Allah'ı zikretmekten yorulmaz ve kalbiyle Allah'ın gayriyi tefekkür etmez.

İşte şu sıfatlar kendisinde bulunan kimse    Allah'ın velisidir.

Binaenaleyh; Allahü Tealâ onun yardımcısı olur ve böyle olan kimseler için âhirette korku, keder yoktur, Amma dünyada insan her ne kadar zengin ve her nimete nail olsa yine korku ve keder­den salim olamaz. Çünkü; dünya nimeti her zaman zevale ma'ruz olduğundan kederden salim değildir.

Yahut evliyaullah için dünyada havf ve hüzün olmaz. Çünkü; velayet mertebesini ihraz eden kimse indinde az, çok, var ve yok müsâvî olduğundan hiçbir şeye endişe etmez ki, korkusu veya ke­deri olsun.[66]

 

Vacip Tealâ veli olan kimseler için havf ve hüzün olmadığını beyandan sonra onlar için vâki olacak tebşiratı beyan etmek üzere buyuruyor.

[İman ve ittikaa ve a mâl-i salmaya malik olarak Allahü Te-aîâ'ya kurbiyet kazanan Allah'ın dostları için dünyada ve âhirette rü'ya-yı sal İha ve envali kerametle müjde vardır. Zira; tebşiratı hâvî vaad-i ilâhiye dair vürud eden kelimat-ı ilâhiyede tahalluf olmaz. İşte şu vaad-i ilâhiye nail olmak necat-ı azîm ve fclâh-ı dâimdir.] Binaenaleyh; onlar için korku, keder gibi insanları ra­hatsız edecek şeyler yoktur.'

Hâzin'in beyanı veçhile bu âyette ile murad-ı ilâhi; müminlerin gördükleri rü'ya-yı saliha veyahut bir mümin için başka kimse tarafından görülen rü'ya-yı saliha olduğu Resulullah'-tan mervidir. Çünkü; sahabeden (Ubad b. Samid) Hazretleri bu âyetteki yi ben Rasulullahtan sordum ile murad; «Müminin gördüğü rü'ya-yı salihadır» buyurdu demiştir. Aynı tefsir Ebudderda' Hazretlerinden dahi mervidir. Resulul-lah'ın «Nübüvvetten sonra mübeşşirat bakî kaldı», buyurduğu ve «Mübeşşirat nedir? Ya Resulallah!» denildiğinde «Ru'ya-yı salihadır» buyurduğu mervidir. Yahut dünyada büşrâyla murad; zikri cemil ve senâ-yı hasendir. Zira; Resulullah'm «Bir kimsenin a'mal-i salihası üzerine naşiri meth ü senası onun hakkında büş-râ-yı âciledir" buyurduğu mervidir. Ahirette mümin için büşrâ Cennettir. Veyahut müminler için büşrâ yla murad; rusül-ü kiram vasıtasıyla ve kütüb-ü semaviyede varid olan tebşirattır. Yahut kalb-i mümine varid olan mükâşejattır, yahut hal-i ihtizarda meleklerin tebşiratıdır ve ahirette fevzü felah ve necat ve enva'-ı keramet ve selâm-ı ilâhiyle meleklerin tebşiratıdır. Şu halde Al­lah'ın dostlarının dünyada ve ahirette tebşirat-ı ilâhiyeye nail ola­cakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[67]

 

Vacip Tealâ evliyası için hüzün olmadığını ve onlar için dün­yada ve ahirette envâ'-ı beşaret olduğunu beyandan sonra kâfir­lerin sözlerine endişe etmemek lâzım olduğunu Resulüne tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Kâfirlerin seni tekzibe ve şirke dair olan sözleri sana hüzün vermesin. Zira; kahr u galebenin cemii Allahü Tealâ'-ya mahsustur. Allah'tan gayrıda asla izzet yoktur. Binaenaleyh; Allahü Tealâ onlara kahrettiği gibi sana da yardım eder. Çünkü; Allahü Tealâ onların sözlerini işitici ve kalplerinde olan niyetlerini bilicidir.] Şu halde onların senin şanına lâyık olmadık sözlerinin cezasını vereceğinden senin için esef etmekte bir manâ yoktur. Zi­ra; izzet Allah'ın ve nusret de senindir.[68]

 

Vacip Tealâ ululuk ve kahr u galebenin cemiinin kendine mahsus olduğunu beyandan sonra izzetin kâffesi de kendine mah­sus olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.                                                                        .

[Agâh olun ve uyanık bulunun ki, göklerde ve yerde bulunan ins ü cin ve meleklerden akıl sahiplerinin cümlesi Allah'ta kul­ları ve memlûkeleridir. Binaenaleyh; cümlesi iradc-i ilâhiyeye tâ­bi' ve emrine itaat edicilerdir. Allah'ın gayrı putları ve sair mah-lûkaatı Allah'a şerik itikad edenler ye o âdî mahlûklara Allah'ın şeriki diyerek çağıranlar hakikatta şürekâya ittibâ' etmediler. Zi­ra; hakikatta Allah'ın şeriki yok ki, ona ittibâ' etmiş olsunlar. Çün­kü; onların Allah'ın şeriki olduğunu itikad ettikleri şeyler Allah'ın mahlûkları oldukları cihetle Allah'a şerik olmak salâhiyetini haiz değillerdir. Şu halde onlar tâbi olmazlar, ancak zanlarına tâbi' olurlar ve onlar söylemezler, illâ bu hususta yalan söylerler.] Zi­ra; Allah'ın şerikleri itikad ettikleri ve şerikleridir dedikleri iddi­alarında bir delil-i yfikiniye istinad ve ittibâ' etmezler, belki sırf zann-ı fasidierine ittibâ ederler. Binaenaleyh; itikadları evham ve hayalâttan ibarettir ve fasid üzerine bina kılınan şey fasid oldu­ğundan mezhepleri fasid ve itikadları batıldır ve Allahü Tealâ'ya şerik isnad etmeleri ancak yalandır ve yalana ittibâ' ise caiz de­ğildir.

Bu âyet; kahr u galebenin cemii Allahü Tealâ'ya mahsus ol­duğunu ispat için sevkolunmuştur. İns ü cinden akıl sahiplerinin cümlesi Allah'ın mahlûkları olunca akıl sahibi olmayan sair mah-, lûkaatm Allah'ın mahlûku ve memlükü olacakları evleviyetle sa­bittir. Şu halde mahlûkattan her neye ibadet etseler batıldır. Zi­ra; cümle mahlûkaat ve bilhassa zevilukul Allah'ın kulları olunca cümlesi Allah'a ibadetle mükelleftirler. Binanealeyh; âbidi ma'bud ittihaz etmek elbette batıldır. Zira; akıl sahiplerinin ülûhiyete is­tihkakları olmayınca cemadatın istihkaakı olmayacağı evleviyetle sabittir.

'da bulun'an lâfzı istifhamiye olmak ih­timali vardır. Buna nazaran manâ-yı nazım şöyledir : [Şeylerden hangi şeye ittibâ' eder şol kimseler ki, onlar Allah'ın gayrı birta­kım mahlûkaata Allah'ın şerikleri diyorlar. Onlar melâikeye mi veyahut ins ü cinden birine mi ittibâ ediyorlar? Herhangisine itti­bâ' etseler ittibâ' ettikleri şeyler Allah'a tâbi'lerdir. Binaenaleyh; Allah'ın gayrı eşyadan birine ittibâ' etmek hamakattan başka bir-şey değildir.]

Hulâsa; yerde ve gökte olan mahlûkaatın cümlesi Allanın memlûkü ve kulları oldukları ve onlar şirkettikleri şeylere tâbi' olmayıp zanlarma tâbi' oldukları ve ancak yalan söyledikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[69]

 

Vacip Tealâ izzet ve galebesini tarik-ı aharla dahi ispat etmek üzere buyuruyor

[Bilcümle ululuk AUahii Tealâ'ya mahsustur. Zira; o Allahü Tealâ şol zat-i eceli ve âlâdır ki, sizin için geceyi karanlıkla hal-ketti ki, rahat edesiniz ve gündüzü çözleriniz herşeyi görür dere­cede aydınlık olarak halketti ki, mesalihinizî ru'yct ve havayic-i zaruriyenizi tedarik edesiniz. İşte gece ve gündüzü şu suret üzere halketmekte işitmek şanından olan kimseler için Allah'ın kudre­tine ve azametine delâlet eder büyük deliller vardır.]

Yani; Allahü Tealâ şol zat-ı eceli ü a'lâdır ki, geceyi yürümek ve gezmeye elvermez ve mesalihi ru'yete muvafık olmadık bir su­rette icad etti ki, sizler sükûnet üzere o gecede istirahat edip vü­cudunuzun kıvamını bulaşınız ve gündüzü seyr ü sefere ve meşy ü hareket ve sa'y ü amele elverişli ve ziyalı olarak halketti ki, ma­işetinizin esbabını arayıp mesalihinizi tesviye edesiniz. Şu halde gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığı her ikisi de sizin menfaatmız için halkolunmuştur. Binaenaleyh; bu nimetlerin şükrünü eda etmek üzere iman etmek ve amel-i salih işlemekle de imanı­nızı tezyin etmelisiniz. İşte şu gecenin zulmetini ve gündüzün zi­yasını insanın menfaatında cemeden halikın azametine deliller vardır. Ve lâkin kâfirlerin gözlerinde olan perde ve kulaklarında olan örtü bu delilleri görüp işitmeye mani olduğundan ve irade­lerini işitmeye sarfetmediklerinden küfrüzere ısrar ederler ve Al­lah'ın kudretini ve azametini lâyıkıyla takdir edemezler. Binaen­aleyh; imana da muvaffak olamazlar. Çünkü; her ne kadar vahda­niyete ve kudret-i ilâhiyeye delâlet eder âyetler varsa da yalnız âyetlerin vücudu fayda etmez, belki onları düşünmek, dinlemek ve lâyıkıyla tetkik etmek lâzımdır. Amma onlarda olan dekaayıkı tetkik etmeyen kimseler için âyetlerin varlığı ve yokluğu müsa­vidir. Zira; birşeyin vücudundan intifa etmeyince o şeyin varlı­ğıyla yokluğu arasında fark olmaz. Şu halde insan için hüner o şe­yin varlığından istifade etmektir, yoksa istifade etmeyince o şey istifade edemeyenlere nazaran yok hükmünde olduğundan Cenab-ı Hak kudretine delâlet eden âyetleri işitenlere tahsis buyurmakla işitmeyenler haklarında yok mesabesinde olduğunu bildirmiştir.[70]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin batıl itikadlarından   bazısını beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler; Allahü Tealâ kendi için veled ittihaz etti dediler. Allahü Tealâ veled ittihazından münezzehtir. Zira; ganiyy-i mut­laktır. Çünkü; yerlerde ve göklerde olan mevcudatın cümlesi onun mahlûkudur. Binaenaleyh; veled ittihazına ihtiyacı yoktur. Ey müşrikler! Sizin indinizde şu batıl iddianızı ispat eder deliliniz yoktur. Bilmediğiniz şeyi Allah'a nasıl isnad ediyorsunuz bu is­nadınız doğru olur mu?]

Müşrikler iftira olarak «Melekler Allah'ın kızlarıdır» demek­le Allahü Tealâ veled ittihaz etti demişlerdi. Allahü Tealâ veled ittihazından münezzeh olup ganiyy-i mutlak olduğunu beyanla müşriklerin bu iddialarını şu âyetle reddetmiştir. Çünkü; veled ittihaz etmek ihtiyaç ve aciz eseridir. Allahü Tealâ ise ihtiyaçtan ve acizden münezzeh bir halik-ı cihan ve kaadir-i mutlaktır. Keza-lik velede ihtiyaç, eser-i inkırazdır. Vacip Tealâ ise inkırazdan masun ezelî, ebedî, dâim bir kayyum-u mutlak olduğu cihetle dahi veled ittihazına ihtiyacı yoktur.

Allahü Tealâ yerde ve gökte olan cümle eşya kendine mahsus ve memlûk olduğunu beyanla gınasını ispat etmiştir. Çünkü; se-mavât ve arzda bulunan mahlûkun cümlesi kendinin olan zat el­bette ganîdir.

Fahri Râzi, Kaazî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette Allahü Tealâ'nm veled ittihazından münezzeh olmasına delil ganî olmasıdır. Çünkü ganiyy-i mutlak olmak; kendisinden bazı ecza­nın ayrılmasından münezzeh olmayı icab eder, veled ise pederin­den, validesinden bazı eczanın infisaiinden hasıl olacağı cihetle Vacip Tealâ'nm gınası veled ittihazına münafidir. Kezalik ganî, şehvet ve lezzet gibi emmare-i hudûs ve ihtiyaç olan şeylerden müstağni olmayı icab eder, veled ise şehvet ve lezzet eseri olduğu cihetle Cenab-ı Hakkın gınası veled ittihazına manidir. Kezalik ganî mesalihini ru'yet ve işini tedbir etmekte âhare muhtaç olma­mayı icab eder, veled ise tedbir-i umurda ve mesalih-i ru'yeUe muavenet için istenildiğinden Cenab-ı Hakkın her şeyde ganî ol­ması veled ittihazına ihtiyacı olmamasını icab eder. Çünkü; velede ihtiyacı olmayan kimse veled ittihaz etmez. Vacip Tealâ'nm veled-den müstağni olması valide ve pederden de müstağni olmasını icab eder.

Bu âyette davalarına asla delil olmamakla kâfirleri şiddetle tevbih ve tekdir vardır. Yani «Davanıza deliliniz olmadığı ve haki­katim bilmediğiniz halde Allahü Tealâ'ya iftiraya nasıl cesaret ediyorsunuz ve bilmediğiniz şeyi isnad etmekten korkmuyor mu­sunuz?» demektir.

'de bulunan lâfzı nefyi te'kid içindir. Şu halde iddialarını ispat eden hiç delilleri olmadığı gibi delil şaibesi bile yok demektir.

Bu âyette istifham onların itikadlarını inkâra delâlet ettiği gibi cehaletle itham da vardır ki, «Bilmediğinizi söyler misiniz?" demek "Bilmiyor cahilsiniz. Binaenaleyh; söylediğinizi bilmeyerek söylersiniz?» demektir. Şu halde âyet; usul-ü itikadda taklidin caiz olmadığına dahi delâlet eder. Zira; Allahü Tealâ hakkında aynelyakîn bilmediklerini itikad etmelerini, Vacip Tealâ inkâr ve reddetmekle beraber bilmediklerini Allahü Tealâ'ya isnad etme­leri üzerine zem ve takbih etmiştir. Binaenaleyh; itikaadiyatın de-lâil-i kafiye ve ilm-i yakın üzere müpteni olması lâzım olduğuna âyet sarahaten delâlet etmektedir.[71]

 

Vacip Tealâ cehalet üzere kâfirlerin şan-ı ülûhiyete-yakışma­yacak birtakım iftiralarda bulunduklarını beyandan sonra bu mi­silli iftiraya cüret edenlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Küsül. Sen onlara de ki, «Yalanı Allahü Tealâ'­ya iftira eden kimseler muhakkak felah bulmazlar.] Zira; yalan­la iftira ettiklerinden dolayı maksudlanna vasıl olamazlar. Çünkü; sa'yları semeredar olamaz. Binaenaleyh; Cehennem'den kurtula­mayacaklarından akıbet zarar görücülerdir, nimet-i Cennet'i fev-tetmişlerdir. İftira alâllaha cüret eden kimselerden bazıları ömrü oldukça nimet içinde selâmetle* vakit geçirdiğinden bütün derecâ-tına nail oldum zanneder.[72]

 

Vacip Tealâ işte şu zannın batıl olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onların şu iftiraları ve ellerinde bulunan nimetleri menfa-at-ı dünyadır. Zira; iftiraları sebebiyle küfürlerini muhafaza eder ve kâfirlere riyaset ve mansıba nail olurlar ve bunu da kendilerine saadet zannederler. Bunlar ise gurur ve sürür icab eden şeylerden değildir. Zira; her zaman zevale ma'ruz eşya-yi hasisedir. Ve on­ların mağrur oldukları mal ve mansıbları zail olduktan sonra mer­cileri bizim huzur-u manevîmizdir. Bundan sonra biz onlara kü­fürleri sebebiyle şiddetli azabı tattırırız.] Zira; küfrün cezası şid­detli azaptır. Şu halde onların iftiraları dünyaca kendilerine men­faat verir gibi olursa da akıbeti onlar hakkında ayn-ı mazarrattır. Binaenaleyh; aklı olan kimse bu misilli mazarratı irtikâb etmez. İrtikâb edenler elbette ahmaklardır.

Hulâsa; Allah'a iftira edenlerin felâhyab olamayacakları, al-dandıkları azıcık dünya metâ'ı olduğu ve dünyadan sonra merci'-leri Cenab-ı Hakkın huzuru olup badehu küfürleri sebebiyle şid­detli azabı tadacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[73]

 

Vacip Tealâ iftira edenlerin felah bulmayacaklarını ve iftira­ları mücerret menâfi-i dünya için olduğunu beyandan sonra Resu­lünü nusretle tebşir ve kâfirleri mağlûbiyetle korkutmak üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Nuh (A.S.) in haberini kavmin üzerine oku, haber ver onun şol zamandaki sözünü ki, o zamanda Nuh (A.S.) kavmine hitaben demişti «Ey kavmim! Eğer sizin üzerini­ze benim hayatım ve âyât-ı ilâhiyeyle size vaaz u nasihatim ağır olduysa ve indallah benim nübüvvet ve mertebemi çekemiyorsanız ben Allah'a mütevekkil oldum ve cümle umurumu ona tefviz et­tim. Binaenaleyh; siz bütün tedbirinizi ve size yardım edecek şe­riklerinizi toplayın ki, sonra tedbiriniz size keder olmasın ve gizli kalmasın. Hepsini meydana çıkarın, örtülü birşeyiniz bulunmasın ve badehu o tedbirinizi benim canibime sarfedin, bana hiç müsaade et­meyin ve mühlet vermeyin, hemen i Mukimin çaresine bakın. Sizin bu tedbîrlerinize ben tevekkülle müdafaa edeceğim, başka esbaba tevessül etmeyeceğim. Zira; Allah'a tevekkül bana kâfidir, siz eli­nizden geleni geri koymayın» demekle kavmine vesâyâda bulun­du.]

Fahri Râzi, Nisâbûrî, Kaazî ve Ebussuud'un beyanları veçhile bu âyette Nuh (A.S.) in makamıyla murad; nübüvvettir. Kavmi içinde hayatıyla imrar-ı evkat etmesi olduğuna nazaran makam-ı Nuh'un onlar üzerine sakil ve ağır olmasının ve onlara büyük gel­mesinin sebebi; çok yaşamasıyla beraber kavminin ülfet ettikleri mezhebi iptal ve onun hilafını tebliğ ve teklif etmesidir. Çünkü; onların ülfet ettikleri mezhebin hilafını teklif ve delâili kafiyeyle ispat etmek elbette onlar üzerine ağır olur. Zira; dünyayla meşgul olan kimselere vaaz u nasihat ve ülfet ettikleri lezaizden menet­mek onlara elbet ağır olacağında şüphe yoktur. Yahut makam-ı Nuh'la murad; ayak üzerinde durmaktır. Çünkü; bazı rivayete nazaran Nuh (A.S.) onlara ayak üzerinde vaaz ederdi. Şu halde «Benim makaamım size ağır gelirse» demek «Ayak üzerinde vaa­zım size ağır gelirse» demektir. Şu halde ayak üzerinde vaaz etmek meşrudur. Zira; şu manâya nazaran bu âyet ayak üzerinde vaazın cevazına işaret olduğu gibi Hz. İsa'nın da ashabına ayakta vaaz ettiği mervidir. Kezalik bizim Peygamberimiz Efendimizin dahi mühim mevkilerde ayak üzerinde nasa tebligatta bulunduğu ve nasihat ettikleri kütüb-ü siyerde mezkûrdur.

Ayette cümle-i şartiyesinin cevabı, Allahü Tealâ'ya tevekküldür veyahut emr-i tedbirlerini cemetmeleridir. Bu­na nazaran manâ-yı nazım: [Eğer ben size ağır geliyorsam ben Allah'a mütevekkilim. Siz kendi tedbirlerinizi, tedbir sahiplerinizi ve şeriklerinizi velhasıl bu hususa dair her neyiniz varsa cümle­sini bir araya getirin ve hepsini benim katlim hususuna sarfedin, hiç noksan birşey bırakmayın ki, sonra niçin şöyle yapmadık, böy­le yapsaydık daha iyi olurdu diyerek gelecek belâ üzerine gam ve keder olmasın] demektir. Çünkü; insan arzu ettiği maksadının hu­sulüne lâzım olan tedbirde noksan ederse o işin vücut bulmadığını tedbirde noksana isnad ederek ömrünün âhirine kadar tedbirde vâki olan noksan üzerine esef eder. Binaenaleyh; insanlar başladık­ları işin husulü için lâzım gelen tedbiri lâyıkı veçhüzere noksansız yapmak lâzım olduğuna ve noksan ederse akıbet me'yııs ve müked-der olacağına bu âyette Nuh (A.S.) m kavmiyle vâki olan muha­veresini hikâye etmekle Vacip Tealâ kullarını irşad etmiştir. Ger­çi tedbiri tam yapmak o işin elbette husulünü icab etmezse de ted­birde kusur etmediği cihetle adem-i husulüne o kadar müteessif olmaz.[74]

 

Vacip Tealâ Nuh (A.S.) in muhaveresinden bakî kalanı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer siz benim sözümü dinlemek ve nasihatimi kabul etmek­ten i'raz ederseniz benim için asla telâş yoktur. Zira; ben sizden ücret istemem. Çünkü; benim ücretim ancak Allahü Tealâ üzeri­nedir ve ben Allahü Tealâ'ya inkıyad eden zümreden olmakla em-rolundum.] Binaenaleyh; sizin a'razmızdan bana zarar olmadığın­dan bunun üzerine bende bir endişe de yoktur. Zira; insan iki şey­den korkar. Birisi; gayrın şerrinden, diğeri; menfaatinin kesilme­sinden. Ben sizin şerrinizden korkmadığımı ve Allah'a mütevekkil olduğumu bundan evvelki sözümde size söyledim ve sizin sözümü dinlemediğinizde    bana zarar olmadığını dahi şimdi söylüyorum.

Zira; sizden bir fayda beklemem ki, o faydanın fevtinden korkmuş olsam. Şu halde sizin i'razınizdan benim için asla telâş yoktur. Zi­ra; size tebliğim mukaabilinde ücretimi Allah'tan isterim. Çünkü; onun emrini tebliğ eder, şeriatına davet ederim. Şu halde siz ister iman edin, ister etmeyin. İman ederseniz faydası size aittir. Bina­enaleyh; iman edip etmediğinizde bana bir fayda ve zarar yoktur.[75]

 

Vacip Tealâ Nuh (A.S.) in daveti üzerine kavminin cüret et­tikleri ef'âl-i kabihayı ve helaklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar Nuh (A.S.) ı tekzib ettiler. Biz Azimüşşan Nuh'a ve Nuh'la beraber gemide bulunanlara necat verdik, onları helak olanların makamlarında halife kıldık, bizim âyetlerimizi tekzib eden ve nebileri tarafından hızar olunan kimseleri suya garket-tik. Ey Habibim! Nazar et, bak ki, nebilerini tekzib eden ve nebi­leri tarafından inzar olunup da kabul etmeyen asîlerin akıbetleri ne oldu?]

Yani; Nuh (A.S.) kemâl-i şefkati icabı hakimane nasihatla onları hakka davet etti, onlar ise kemâl-i temerrüd ve inadları se­bebiyle davetine icabet etmediler, belki tekzibe ve birtakım lâyık olmadık ef'âle cüret ettiler. Binaenaleyh; onları tufanla gark ve Nuh'a iman edenleri, Nuhla beraber tufandan gemi vasıtasıyla ha­lâs ettik ve yeryüzüne onları halife kıldık. İşte Nuh (A.S.) in kav­mi gibi Yâ Habibim! Kavminden seni tekzib .edenler helak ve iman edenler halâs olacaklardır. Şu halde bak gör ki, iman etmeyenle­rin akıbetleri ne oldu ve iman edenler nasıl halâs buldu? Her üm­metin hali bu minval üzere cereyan etmektedir. Çünkü iman; dai­ma sebeb-i necat olduğu gibi küfür de daima sebeb-i helaktir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Nuh (A.S.)'gemiyi Allah'ın Cibril-i Emin vasıtasıyla ta'limi ve vahyiyle bu maksada mebnÜ yap­mıştı ve maksad da hasıl oldu. Gemide bulunanların Hz. Nuh ve evlâd ü ıyali beraber olduğu halde seksen kişi olduğu mervidir. Bu âyet-i celile iman etmeyen kâfirleri tehdid ve Resulullah'ı asha-bıyla beraber tesliyedir. Çünkü; nebileriyle beraber müminler he­lakten kurtuldular ve iman etmeyenler helak olup gittiler. Bina­enaleyh; Allah'a âsî olanların akıbetleri daima helak olduğuna bu âyet delâlet eder.[76]

 

Vacip Tealâ Nuh (A.S.) la kavmi beyninde vâki olan vak'ayı ve kavminin helak olduğunu beyan ettiği gibi İbrahim, Lût, Hûd ve Salih (A.S.) in vak'alarına dahi icmalen işaret etmek üzere buyuruyor.

[Nuh (A.S.) in ba'solunduğundan sonra kendi kavimlerine meb'us resuller gönderdik. O resuller açık mucizelerle kendi ka­vimlerine geldiler. Fakat kavimleri evvelce tekziplerine binaen iman eder olmadılar. İman etmeyenleri ihlâk ettiğimiz gibi hu-dud-u ilâhiyeyi tecavüz edenlerin kalplerini gaflet mühürleriyle mühürleriz.]

Yani; Nuh (A.S.) dan sonra nas muhtelif ümmetler ve birçok cemaat oldular ve yeryüzüne dağıldılar. Zira; mürur-u zamanla adetleri çoğaldı ve etrafa dağıldı, muhtelif milletler olmakla hükü­metler teşkil ettiler. Tarik-ı haktan çıktılar. Nuh (A.S.) in şeria­tını külliyen terkettiler. Binaenalyeh;'Biz Azîmüşşan onları tarik-ı hakka davet eder birçok resuller gönderdik. Her resul kendi kav­mine davasını ispat eder mucizelerle geldiler ve lâkin onlar resul­leri gelmezden evvel hakkı inkâr ve hudud-u ilâhiyeye tecavüzle ülfet edip bu ülfetlerini terkedemediklerinden küfrüzere devama azmettiler. Çünkü; tabiatlarında olan fenalık ve âdetleri olan kibir ü azamet; ima m kabullerine mani oldu. Binaenaleyh; nebileri gel­mezden evvelki hallerini nebileri geldikten sonra tebdil edemedi­ler ve buuun için nübüvvetten istifade müyesser olmadı. İşte bun­ların kalpleri mühr-ü gafletle mühürlendiği gibi hudud-u ilâhiyeyi tecavüz eden zalimlerin kalplerini de mühürler ve akıbet ihlâk ederiz. Zira; onlar vâdi-i dalâlde gezdiklerinden iradelerini asla hakkı kabule sarf etmedikler i cihetle kalpleri perde-i evhamla ör­tülü olduğundan tarik-ı suluktan mahrum ve ebedî bir gafletle mağrur ve nimet-i Cennet'ten rney'us olmuşlardır.

Bu âyette nebileri gelmezden evvel ümmetlerin tekzipleriyle murad; usul-ü itikaadiyeyi tekzipleridir. Zira; her nebinin dininde usul-ü itikad birdir, değişmez. Fakat babalarından ve dedelerin­den işittikleri batıl itikadları irtikâb edip itikaad-ı hakkı terkettik-1 erinden nebileri gelip itikaad-ı hakka davet edince pederlerinden işittikleri sözlere itimad edip nebilerine itimad etmeyerek batılı hak üzere tercih etmişlerdir. Şu halde inkârları usul-ü itikaadiye-dedir. Binaenaleyh; usul-ü itikadda muhtelif mezhepler ihdas ede­rek muhtelif milletler hasıl olmuştur.[77]

 

Vacip Teaîâ rusül-i kiramın bi'setlerini icmalen beyandan son ra bazılarını tafsilen beyan etmek üzere buyuruyor.

[Geçmiş ümmetlerden resullerine iman etmeyenleri ihlâkimiz akabinde o helak olan ümmetlerin resullerinden sonra Biz Azîmüş-şan Fir'avn'a, Fir'avn'ın cemaatır a, ulularına Mûsâ ve biraderi Hârûn (A.S.) ı vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimizle resul olarak gönderdik. Onlar ise iman etmekten istikbar ettiler. Bina­enaleyh; cürüm sahibi bir kavim oldular.]

Yani; Fir'avn'ın ve kavminin eşrafına biz Mûsâ ve biraderi Harun'u gönderdik. Onlar tarik-ı hakka davet edince Hz. Musa'ya tâbi' olup iman etmeyi kendileri için âr ve ayıp addettiler ve ken­dilerini Mûsâ (A.S.) a ittibâ'dan daha büyük saydılar. Binaena­leyh; şiddetli azaba müstehak ve ashab-i cinayetten oldular. Çün­kü; hakka ittibâ'da istinkâf edenler her zaman azab içinde, her sa­adetten mahrum ve envâ'-ı felâkete duçar, dünya ve âhirette rezil ve rüsvâ olmuşlardır. -Bunun sebebi; kendilerinin meb'us olan ne­biden büyük ve düyaca nail oldukları şerefi mertebe-i nübüvvet ve derece-i âhiretten âlî görmeleridir. Şu halde saâdet-i dareyni şekaavet-i ebediyeye değişmek suretiyle şehevât-ı nefsaniyelerine ittibâ' ettiler.[78]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) ı resul olarak gönderdiğini, Fir'avn ve etbâ'mın imandan istikbar ettiklerini beyandan sonra Mûsâ (A.S.) m mucizesine itirazlarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki, onlara bizim tarafımızdan ittibâ'a lâyık hak olan şeriat geldiyse onlar «Şu Musa'nın getirdiği şey açık bir sihirdir» demekle itiraz ettiler.] Halbuki çok zaman Mûsâ (A.S.) m muci­zesini kendi sihirleriyle müdafaa etmek istemişlerse de mukaabe-leden âciz kaldılar. Binaenaleyh; daima mağlûp ve münhezim ol­dular ve mucizenin galebesiyle hak olduğunu bildiler, lâ]rin ken­dilerinde asılsız bir şeref gördüklerinden temerrüd ve inad ettiler. Evvelce inkâr etmişlerdi. Bu inkârlarından bir türlü dönemediler.[79]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin itirazlarına karşı Mûsâ (A.S.) m müda­faasını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) onların kelâmlarını işittikten sonra imanların­dan me'yus olunca teessüf ve tevbih tarikıyla onlara dedi ki, »Hak olan mucize size geldiğinde siz şu gelen şey elbette sihirdir der misiniz, sizin halinizi ıslâh için gelmiş olan hakka sihirdir demeye utanmaz mısınız ve hak olan mucizeye sihir demeyi nasıl yakıştı­rıyorsunuz? Halbuki sahirler ebeden felah bulmazlar.] Biz ise ina-yet-i ilâhiyeyle felâhyab olup size galip olarak şeriatımızı ta'mim edip neşredeceğiz. Eğer sizin dediğiniz gibi sâhir olmuş olsaydık felah bulmaz ve matlubumuza nail olmazdık» demekle Fir'avn'a ve kavmine karşı müdafaa etmiştir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kavl-i şerifi Mûsâ (A.S.) tarafından kâfirlere tevbihtir. Buna nazaran manâ-yı nazım: | Sizi ıslah ve saadetinize hizmet eden ve hak olarak gelen muci­zeyle sabit olan şeriat size geldiğinde ta'yib ve ta'neder de dedi­ğiniz şeyleri der ve ağzınıza gelen sözü söyler misiniz ve şu benim size getirdiğim mucize sihir midir? Suâl ediyorum sizden, doğru­sunu söyleyin bana. Halbuki sahirler ebeden necat bulmazlar. Zi­ra; sihir olan şey derhal muzmahil ve münkariz olduğundan sahi­bi de rezil ve rüsvâ olur. Eğer benim mucizem sizin dediğiniz gibi sihir olsaydı sizin sihirleriniz gibi mahvolur giderdi, halbuki mah-volmadı ve sihir olsa benim gibi bir peygamberden sudur eder mi ve sudur etse diğer sihirleri iptal eder mi? Görüyorsunuz ki sizin sihirlerinizin cümlesini iptal etti.] Şu manâya nazaran bu âyette istifham üzerine istifham; onları teçhil üzerine teçhildir. Çünkü; mucizenin sihir olmadığına delâlet eder deliller-mevcutken o delâ-ili düşünmeksizin hak olan birşeyin butlanıyla hükmedivermek cehalet ve hamakattan başka birşey değildir.[80]

 

Vacip Tealâ Hz. Musa'nın kelâmını beyandan sonra kâfirlerin kelâmını beyan etmek üzere buyuruyor

[Mûsâ (A.S.) a hitaben kâfirler dediler ki «Sen bizi babamı­zın dininden döndürüp de arz üzerinde padişahlık size mahsus ol* mak için mi geldin? Halbuki biz sana iman edicilerden değiliz.]

Yani; kavm-i Fir'avn Mûsâ (A.S.) m kelâmını işittikten son­ra alâsebililinkâr vettaaccüp dediler ki, «Yâ Mûsâ! Sen bizi âbâ ve ecdadımızın dininden döndürmek ve yer yüzünde padişahlık ve bü­yüklük size mahsus olmak için mi geldin? Biraderin ve sen, iste­diğiniz mahalle gidin. Zira; biz sizi tasdik edenlerden değiliz. Çün­kü; biz babalarımızın dinine sahibiz, onu terkedip size tebaiyet edemeyiz ve arz-ı Mısır bize mahsustur. Size vermeyiz. Zira; bi­zim, refah ve saadetimizi Mısır te'min ettiği için Mısır'ın saltanatı bize aittir» demekle Mûsâ (A.S.) in davetine icabetten imtina et­tiler. «Sen bizi dinimizden döndürmek için mi geldin?» demektir.

Fahri Râzi, Kaazî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette lâfzı saltanat ve padişahlık manasınadır. Umur-u dün­yada insanların arzu ettikleri şeylerin en büyüğü saltanat oldu­ğundan saltanattan büyüklük manâsına olan kibriyalıkla tabir olunmuştur. Çünkü; dünyada bilûmum padişahların azametleri ve nâsın kendilerine tâbi' olmalarıyla nâs üzerine tekebbürleri aşikâr olduğu cihetle kibriya tabirini şayan görmüştür.[81]

 

Vacip Tealâ Fir'avn ve kavminin itirazlarını beyandan sonra Fir'avn'm tedbirini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Fir'avn «Sihir bilen her şahsı bana getirin» dedi. Fir'avn'ın emri üzerine etraf-ı memleketten sâhirleri getirdiler ve sahirler gelince Mûsâ (A.S.) şahitlere hitaben «Atınız atacağınız şeyleri, bırakın elinizden, gösterin hünerinizi» dedi.]

Yani; Mûsâ (A.S.) mucizelerini izharla Fir'avn'ı ve kavmini din-i hakka davet edince lisanla olan muârazalannın cümlesinde ilzam olunup kâfirler âciz kalınca fiilen muârazaya mübaşeret et­tiler. Binaenaleyh; Fir'avn vüzerasma hitaben «Sihir ilminde ma­hir olan her şahsı bana getirin, hariçte kimse kalmasın» dedi. Fir'-avn'ın emrine imtisalen vükelâsı etrafa adamlar gönderdiler ve Fir'avn'm memaliki dahilinde olan sâhirlerin cemisini getirdiler. Sâhirler peyderpey gelip toplanınca bir muayyen gün tayin etti­ler ve o günde mevki-i mahsusa ahali ve sâhirîer ve heyet-i hükü­met cem'oldular. Mûsâ (A.S.) Allahü Tealâ'dan istiâne ederek sâ-hirlere hitaben «Atın elinizde olan sihirlerinizi, koyun meydana hünerinizi. Herkes görsün, ben de göreyim» dedi.    ,

[Vakta ki, sâhirler ellerinde olan sihirlerini meydana koyup iplerini ve asalarını yere atınca Mûsâ (A.S.) «Sizin getirdiğiniz sihirdir, sihir ise hiçbir faydayı müfid olmaz. Zira; Allahü Tealâ sihri iptal eder. Çünkü; Allahü Tealâ sizin gibi müfsidlerin ame­lini ıslah etmez ve Allahü Tealâ kendi kelimesiyle hak olan şeyi sabit kılar, velevse mücrimler kerih görsün, istemesinler» demekle sâhirlerin felâhyab olamayacaklarını ve sihirleri batıl olacağını onlara tefhim etti ve öyle de oldu.] Çünkü; onlar geldiler ve sihir­lerini meydana koyup kendilerinin çokluğuna bakarak galebe ede­ceklerini ürnid ettiler ve Fir'avn'dan atiyeler beklediler, fakat Hz. Mûsâ Allah'ın emriyle asasını yere koydu. Bir de görüldü ki, Se-harenin bütün sihirlerini lokma edip yuttu. Binaenaleyh; hak zahir olunca Fir*avn ve kavminin emekleri zayi oldu ve halk arasında rezil ve rüsvâ oldular. O mahalden kemâl-i rezaletle me'yusen av­det ettiler. Allahü Tealâ Mûsâ (A.S.) a vaadini incaz buyurdu ve emriyle hakkı sabit ve mukarrir kıldı. Batıl olan sihirleri mahvol­du gitti. Amma ashab-ı cürüm olan kâfirler bittabi böyle olduğunu istemediler. Çünkü; nur-u imandan mahrum olan kâfirler nur-u imanın parladığmı elbette istemezler.

Hz. Musa'nın onlara emri; asâ ve ip gibi âlet-i sihir olmak üzere ellerinde bulunan şeyleri yere bırakmakla onların amelleri­nin fasid ve batıl olduğunu halka göstermek ve hakkı izhar etmek maksadıyla olduğu cihetle «Sihir batıldır, batıl olan şeyle Hz. Mû-sâ nasıl emretti?» şeklinde varid olacak sup1 mcrduddur. Zira; Mû-sâ (A.S.) sihirle emretmedi ki bu suâl varid olsun, belki Masa (A.S.) m emri; sihir için hazırladıkları âlâtı yere koymalarıyla hakkı meydana çıkarmak için bir emir olduğundan batılla emir değil bilâkis batılı iptal için emirdir.[82]

 

Vacip Tealâ, mucizenin galebesinde Fir'avrı ve avanesinin mağlûp olmaları üzerine terettüp eden neticeyi beyan etmek üzere buyuruyor.

[İman etmedi Musa'ya, illâ kendi kavminden bazı delikanlı­lar iman ettiler ve imanları da Fir'avn ve Fir'avn'ın vükelâsı ve kavminin sair ileri gelenlerinin fitnesinden korkularıyla beraber bir cesaretten ibaretti. Çünkü; Fir'avn zalim, gaddar ve hakkı bil­mez, tanımaz bir mütekebbirdi ve bu hususta avanesi de kendine uygundu. Zira; Fjr'avn kendi zu'munce yeryüzünde büyük ve her­kesten yüksek bir hükümdardı. Bununla beraber Allah'ın kullarına ve bilhassa Beni İsrail'e zulüm ve iaaddî. isyan ve tuğyanda her­kesten ileri gitmiş müsriflerdendi. Şu halde iman edenler nasıl korkmasınlar, elbette korkarlardı. Çünkü; arz-ı Mısır'da bulunan ahalinin cümlesine gaalip ve sefahette son derece ileri gitmiş bir anûd ve mütekebbirdi. Hatta kemâl-i kibrinden demeye bile cüret etmişti.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Mûsâ (A.S.) a iman edenler Beni İsrail'in delikanlılarından bazılarıydı.    Çünkü; Beni İsrail'in ihtiyarları Fir'avn'dan çok zulüm gördükleri için aşikâr olarak imana cüret edemiyorlardı. Yahut iman eden zürriyetle murad; Fir'avn'ın kavminden hazinedanyla haremi ve Fir'avnhn haremi (Âsiye) ve kerimesi ve kerimesinin saçını tara­yıcısı gibi bazı kimselerdir. Lâkin de bulunan zamirin

Hz. Musa'ya râci olması gaalip olduğundan iman edenlerin Beni İsrail'den olması gaalip ve râcihtir. Maamafih cem'inde inat yok­tur. Binaenaleyh; her iki kavimden de iman edenler olabilir. Zira; iki kavimden de iman edenler olmasında âyetin delâletinde bir mani yoktur.

Yahut zürriyetle murad; Beni İsrail'in oğlan çocuklarını Fir'­avn'ın katlettiği zaman Beni İsrail kadınlarından bazıları çocukla­rını katilden muhafaza için Kıptîlere gizlice feda etmişlerdi. Bina­enaleyh; aslı Beni İsrail fakat Kiptiler içinde neşv ü nema bulmuş ve herkes nazarında Kıptî olarak tanınıp, lâkin hakikatta İsraiVli olarak saklı kalanlardır. Binaenaleyh; onlar daima fırsat gözetir­lerdi. Hz. Musa'nın zuhuru onlar için büyük bir jnimet oldu. Çün-' kü; insanlar her ne kadar ecnebi elinde çok nimet görse de nispet-i asliyesine rağbet etmek cibillî olduğundan derhal Mûsâ (A.S.) a imanla hemen rnuîn ve zahîr olmaya müsaraat ettiler. Binaena­leyh; dünyada ve âhirette mes'ud oldular. Çünkü; hakka muin olan­ların herzaman inayet-i ilâhiyeden müstefid olacakları şüphesizdir.

Yahut zürriyetle murad; babası Kıptî, anası Beni İsra­il'den olanlardır. Çünkü babası ayrı, anası ayrı kavimden olanlara zürriyet itlakı şâyi'dir.

Hulâsa; Hz. Musa'ya gerek kendi kavminden ve gerek Fir'-avn'm kavminden az kimselerin iman ettikleri, iman edenlerin de Fir'avn'dan ve vükelâsından son derece korku ve telâş üzere iman ettikleri, Fir'avn ve cemaatının fitnesinden havfetmemek onların ellerinde olmadığı, Fir'avn'ın kendi zu'munca yeryüzünde en kavı hükümdar olmak noktasından âlî olduğu ve Fir'avn'ın süfeha ve müsrifler zümresinden bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[83]

 

Vacip Tealâ iman edenlerin Fir'avn'dan korktuklarını beyan­dan sonra ehl-i imanın korkularını izale için Hz. Musa'dan sudur eden bazı vesâyâyı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) kavmine dedi ki, «Ey kavmim! Eğer Allalıü Tcalâ'ya iman ettinizse ancak Allah'a mütevekkil olun ve tefviz-i umur edin. Hükm-ü ilâhiye razı ve emrine muti ve münkad iseniz tevekkül-ü tamla mütevekkil olmanız lâzımdır.]

Mûsâ (A.S.) in bu kelâmı yeni iman etmiş olup Fir'avn'ın zulmünden korkan ashabına imanın muktezasını ta'lim ve onlara Allah'ın inayetini bildirmek ve tefviz-i umur edenlerin saha-i se­lâmete çıkacağını beyan etmekle kavmine cesaret vermektir. Şu halde imam zayıf olanların zalemeden havf ve endişelerini gider­mek için vesâyâda bulunmak meşrudur.

Beyzâvı'nin beyanı veçhile imana muallak olan tevekkülün vacip olmasıdır. Zira; mümin olmayan kimseye tevekkül vacip ol­maz. İslâm'a muallâk olan hüküm, tevekkülün bilfiil husulüdür. Binaenaleyh; bu âyette bir hüküm iki şarta ta'lik olunmamıştır, belki iki hüküm iki şarta talik olunmuştur. Zira tevekkülün vacip olması; bir hüküm ve tevekkülün bilfiil hasıl olması da ayrı bir hükümdür. Şu halde manâ-yı nazım: [Ey kavmim! Eğer mümin-seniz Allah'a mütevekkil olmak üzerinize vaciptir ve eğer Allahü Tealâ'ya muti ye münkadsanız bilfiil tevekkülün husulü iâzım] de­mektir.[84]

 

Vacip Tealâ Hz. Musa'nın vaazından müteessir olarak mümin­lerin sözlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) m nasihati ve tevekkül-ü tâmmı ta'limi üzerine müminler dediler ki, «Ancak tevekkülümüz Allahü Tealâ'yadır, Allah'ın gayrıya değildir. Ey bizi lutîit' ve keremiyle terbiye eden Rabbimiz! Sen bizi zulümle ma'ruf olan kavm-i Fir'avn'm fitne­sine mahal kılma ve bizim üzerimize onların tasallutuna meydan verme ve onların belasıyla bizi müptelâ kılma, bizi dinimizden döndürecek kadar onlara kuvvet verme. Yâ Rabbi! Sen lutf u ke­reminle ve bol rahmetinle kâfirlerden bize necat ver ve onların şerrinden bizi kurtar ki, hulûs-u kalple sana ibadet edelim.]

Fahri Râzi ve Ebussuud Efendi'nin    beyanları veçhile ehl-i imanın süratle Mûsâ (A.S.) in nasihatim kabul edip hiç tereddüd etmediklerine işaret için sürat-ı icabete delâlet eden lâf-, zıyla varid olmuştur. Şu halde aklı olan ve bilhassa ehl-i imana lâyık olan hakka derhal ittibâ' edip doğru sözü kabul etmektir.

Bu âyette insanın havf ve endişesi zamanında Cenab-ı Hakka j iltica etmek ve musibeti zamanında duâ, tazarru ve niyazla" karşı­lamak lâzım olduğuna ve duâ edecek kimsenin de duadan evvel Cenab-ı Hakka mütevekkil olmasına delâlet vardır. Çünkü; Hz. Mûsâ ehl-i imana evvelâ tevekkülü tavsiye ve emrettikten sonra müminler de duaları üzerine tevekkülü takdim etmişlerdir. Zira tevekkül; duanın kabulüne vesiledir. Şu halde her mümin dergâh-ı ülûhiyete müracaatında Cenab-ı Hakka tevekkül ve itimacl ettik­ten sonra duaya mübaşeret etmesi lâzımdır. Çünkü; istediği şeyi Cenab-ı Hakkın ihsan edeceğini ümid ederek istemek lâzımdır. Hakka teveccüh ve şeraitine riayet ve ihlâs üzere duâ ederse red-dolunmaz, amma ümitsiz duâ ederse reddolunur.[85]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) a iman edenlerin tevekküllerini be­yandan sonra Mûsâ (A.S.) a vahy*ini beyan etmek üzere buyuruyor;

[Biz Azîmüşşan Mûsâ ve biraderi Harun (A.S.) a vahyettik ve dedik ki «Siz kavminiz için Mısır'da mescidler bina edin ve o mescitleri Cenab-ı Hakka teveccühe mahal kılın, kıble ittihaz edin, namazınızı mescitlerde eda ve ikaame edin. Yâ Mûsâ! Ehl-i imanı sen hayırla tebşir et] ki, dünyada nusrete ve âhirette Cennet'e nail olacaklarını bilsinler, kalpleri müsterih olsun ve bundan sonra on­lara düşmanlarının tasallutu olmayacağına emin olsunlar. Binaen­aleyh; zat-ı ülûhiyetime teveccüh-ü tamla teveccüh etsinler».

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Beni İsrail Fir'avn'm korkusundan «Biz açıkta namaz kılamayız Zira; Fir'avn görür ve duyarsa bizi meneder ve dinimizden bizi döndürür» demeleri üze­rine Cenab-ı Hak vahyetmiş ve buyurmuştur ki, «Kavmin namazı için Mısır'da evler ittihaz edin ve evlerin mihrapları kıble olsunu. Mûsâ (A.S.) m şeriatında kıble Beyt-i Mukaddes ise de ev­lerde   kıble yle murad; kıble canibine alâmet vazetmektir.

Yahut Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile büyutla murad; Beni İsrail için yapılacak evlerdir. Buna nazaran kıbIeyle murad; evlerin birbirine mukaabil olmasıdır. Yani «Hane­lerinizi birbirine mukaabil olarak yapın ki, yekdiğerinize muave­net edesiniz» demektir. Şu halde ehl-i iman için lâzım olan bir kar­deş veya bir kabile gibi haneleri bir yerde bulunmak- ve birbirinin haline muttali olmak, icabında yardım etmek ve evleri birbirine muhazî ve karşı karşıya olarak bina olunmak lâzım olduğunu Va­cip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur.

Tefsir-i Medarik'te beyan olunduğu veçhile bir kavim için ma'bed ittihazı evvelâ kavmin reislerine ve büyüklerine ve bilhas­sa enbiya-yı izam hazaratma tayin lâzım olduğuna işaret için Va­cip Tealâ mescid yapmakla evvelâ Mûsâ (A.S.) la biraderine em­retmiştir. İbadet kavmin cümlesine ait vazife-i diniyyeden olduğu­na işaret için kıble ittihazı "ve eda-yı salâtla emir cemi* sıygasıyla varid olmuştur. Ümmetini tebşir etmek sahib~i şeriata ait vezaif cümlesinden olduğuna işaret için tebşir etmek yalnız Hz. Musa'ya emrolunmuştur. Mescid ittihazıyla Hz. Musa'ya emrin sebebi; Beni İsrail Mûsâ (A.S.) m bi'setinden evvel kiliselerde ibadet ederlerdi. Mûsâ (A.S.) ba'solunup Fir'âvn'a mukaabele edince Fir'avn tara­fından onların kiliseleri tahrib olunması üzerine herkes kendi evlerinde birer mescid ittihaz edip mihrap vazederek gizlice ibadet etmeleriyle emrolunmuşlardır. Şu halde bu âyette kıble laf­zıyla murad; hanelerindeki mescidlerdir. Beni İsrail hanelerinde namaz kılmaları zaruret üzere müpteniydir. Çünkü; Mûsâ (A.S.) in şeriatında namaz kilisenin gayrıda caiz olmazdı. Ve lâkin Fir-avn'm şerrinden halâs için zaruret üzere cevaz verilmiştir. Zira zaruret; memnu' olan şeyleri daima,mubah kılar. Binaenaleyh; kilisenin gayrında namaz kılmak memnu' iken zarurete binaen meşru* olmuştur.

Bu âyet-i celile dört hükmü camidir. Birincisi; Hz. Mûsâ ile biraderi kendi kavimleri için Mısır'da evler yapmakla Mûsâ (A.S.) a vahyolunduğu, ikincisi; namazlarına bir kıble ittihazıyla memur oldukları, üçüncüsü; namazı ikaa-me etmeleri vacip olduğu, dördüncünü; ehl-i imanın sa­adetle mübeşşer olmalarıdır.[86]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (A.S.) in daveti Fir'avn'a ve kavmine te'sir etmeyerek küfr-ü aslilerinde ısrar edip Mûsâ (A.S.) imanlarından me'yus olunca aleyhlerine duaya mübaşeret ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ (A.S.) «Yâ Rabbi! Sen dünyada Fir'avn'la cemaatına mal ve ziynet verdin. Ey Rabbimiz! Onlar senin tarikından dalâ­lette olsunlar. Zira; senin onlara verdiğin nimetlerin şükrünü edâ etmediklerinden azaba müstehak olsunlar» dedi.] Çünkü; onların icabetlerinden me'yus olunca mazarratlarından duayı münasip görmüştür, fakat duanın kabul olunacağını bilince tuğyanlarının sebeb-i aslisi dünya metâ'ı ve dünyaya meyi ve muhabbetleri oldu­ğunu ve onun şükrünü eda etmediklerini beyan için ziynetlerini duasına mukaddime kılmış ve bu kadar nimetin şükrünü edâ etmediklerinden dalâletleriyle duâ buyurmuştur ki, âhirette ahz-ı inti­kam olunsun. Çünkü; ıslah-ı hâl ihtimali olmayan düşmanın aley­hine duâ caizdir. Onların ıslah-ı hâl etmeyeceğini Musa (A.S.) va­hiyle veyahut içtihatla bildi. Binaenaleyh; helaklerine duâ etti ve duanın faydası onların azaba istihkaklarına işaret etmektir.

Yahut manâ-yı âyet: [Yâ Rabbi! Sen onlara dünyada nimet­ler verdin. Onlar bu nimetleri şerre sarfla zuafâ-yı nasa fahr u mübahat etmekle senin tarikin olan tarik-ı haktan çıkmaları için­dir. Zira; malları onların dalâlin6"sebep oluyor. Çünkü; onlar mal sebebiyle tuğyan ediyorlar] demektir. Şu halde onlara mal veril­mesinin sebebi istidraçtır, haklarında nimet değildir. Zira; malla­rım, akıllarını ve bedenlerini dalâlete sarfedip hidayete sarfetme-diklerinden onlara mal vermek dalâletlerf için verilmiş gibidir. Şu manâlardan hangisi murad olunursa olunsun servet ve samanla­rının tuğyanlarına sebep olduğu anlaşılır ve ekseriyet itibarıyla refah-ı halin ve kesret-i malın isyan ve tuğyanlarına sebep oldu­ğu her zaman ve her mahalde görülmektedir. Çünkü; nimet ma-hall-i lâyıkma sarfolmaymca dünya ve âhirette ayn-ı azaptır. Şu halde insan için lâzım olan nimeti helâlinden istemek olduğu gibi o nimeti mahalline sarfetmeyi daha ziyade düşünmek ve nail ol­duğu nimetin nev'ine göre şükrünü edaya çalışmak elzemdir.

Yahut bu âyette dalâl; helak manasınadır. Buna nazaran ma­nâyı âyet: [Yâ Rabbi! Onlara mal verdin ki, malları tuğyanlarına sebep olarak helak olsunlar. Dünya fesadlarından hâli olsun da biçare mazlumlar onların zulmünden kurtulsun. Nizam ve intizam yoluna girsin] demektir.[87]

 

Vacip Tealâ Fir'avn ve kavminin malları tuğyanlarına sebep olduğunu beyandan sonra Mûsâ (A.S.) m aleyhlerine duasının keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Rabbimiz! Onların mallarını ihlâk et ki, tuğyana mecal­leri kalmasın ve kalplerini bağla ki, iman edemesinler, azab-ı elimi görsünler" dedi.]

Yani; «Yâ Rabbi! Mallarını mahvet ve kalplerini bağla ki, azab-ı elimi görünceye kadar onlar iman etmesinler» demektir.

Bu âyette Mûsâ (A.S.) in duası iki maksada müptenidir. Birincisi; mallarının helak olmasıyla fakir olup başkala­rına zulüm ve taaddiye takatları kalmasın ve.ikincisi de; kalplerinde olan kasavetin tezyidiyle imana muvaffak olamasmlar ki, işledikleri küfriyat ve zulmün.cezasını görsünler.-Dünyada aza­bı gördükten sonra iman ederler, lâkin o vakitte iman fayda ver­mez. Medarik'te beyan olunduğu veçhile tamis ; birşeyin mahv ve helak olup âsârı kalmamasıdır. Hz. Musa'nın duası eseri olarak nukutlarınm nakışlarıyla beraber taş olup sair mallarının helak olduğu mervidir.

Hz. Musa'ya yapmış oldukları ezaya karşı Vacip Tealâ'nm on­lardan ahz-ı intikam etmesiyle teşeffi-i sadretmek arzusunda bu­lunmuştur ve adem-i imanlarıyla duanın sebebi; kaza-yı ilâhinin bu minval üzere sebkettiğini bilmesidir. Şu halde duâ-yı Mûsâ; kader-i ilâhiye muvafık düşmüştür. Çünkü; onların iradelerini imana sarfetmeyeceklerini bildiği için Cenab-ı Hak Fir'avn'm ve kavminin imarı etmeyeceklerini takdir buyurmuştur. Hz. Mûsâ Fir'avn'm halinden iman etmeyeceğini bildiğinden bu minval üze­re duâ buyurdu ve duasının kabulünün eseri ve onların iradelerini küfre sarfettiklerinden irade-i ilâhiye iktizası olarak garkoluncaya kadar iman etmediler. Şu halde küfrüzere vefat edeceği yakinen bilinen kimsenin küfrüzere vefatıyla duanın cevazına bu âyet de­lâlet eder. Mukadder olduğu cihetle elbette vuku bulacak birşeyle duâ etmekten maksat; istihkaakını ilân etmektir. Amma küfrü is-tihsan suretiyle gayrın küfrüne rıza olursa küfürdür, ancak gayrın küfrüne ve zulmüne binaen ahz-ı intikam için küfrüne rıza olursa beis yoktur, Hz. Musa'nın duası da bu kabildendir. Çünkü; iman etmeleri ihtimali kalmadığından Hz. Mûsâ bir an evvel helak ol­malarıyla duâ etmiştir.[88]

 

Vacip Tealâ duanın kabulünü beyan etmek üzere buyuruyor.

[Mûsâ ve Hârûn (Â.S.) in duası üzerine AHahü Tealâ «Dua­nız kabul olundu. İstikamet edin ve onları din-i hakka davete de­vam ve sebat edin. Elbette cahillerin tanklarına tebaiyet etmeyin, emr-i davette fütur getirmeyin. Zira; herşeyin vakt-i merhunu vardır, acele etmeyin» dedi.] Çünkü; vakit gelmeyince hiçbir şey vücut bulmaz. Birşeyin hakikatini bilmeyen cahiller arzu ettikleri şeyin alelacele oluvermesini istediklerinden, halbuki vakti gelme­yince acelenin faydası olmayacağından Cenab-ı Hak aceleden ve cahillerin mesleklerine sülükten nehyetmiştir. Çünkü; irade-i ilâ-hiyeye karşı isti'câl sû-u edeptir.

Ayet-i sabıkada beyan olunduğu veçhile dua eden yalnız Mû­sâ (A.S.) ise de Hârûn (A.S.) da demekle iştirak et­tiğinden ve lâfzı da duanın kabulünü rica ve ayrı bir

duâ olduğu cihetle her ikisi de duada müşterek olduklarına işaret için hitab-ı ilâhi ikisine birden varid olmuştur. Şu halde duâ eden­le diyen kimse beyninde fark yoktur. Çünkü; her ikisi de   Cenab-ı   Hak'tan   istirham   ve   talepte   bulunuyorlar.   Zira; lâfzının manâsı «Duamızı kabul buyur yâ Rabbi!» de­mektir.   Binaenaleyh;   mihrapta   imam   duâ   ederken   cemaatın demekle meşgul olmaları duayla meşgul olmalarından

efdaldir. Bazı rivayete nazaran Mûsâ (A.S.) in duasından sonra Fir'avn kırk sene muammer olmuş ve ondan sonra garkla helak olmuştur. Mûsâ (A.S.) m duasının eseri olarak malları helak oldu­ğu gibi altın ve gümüşleri taşa tebeddül ettiği, ekinleri, otları ve zahireleri toprak nev'ine inkılâb ederek fakir düştükleri ve kalp­lerinin kasaveti gittikçe tezayüd ettiği mervidir.

Hulâsa; duanın kabulünde acele edenleri Cenab-ı Hakkın zem­mettiği, binaenaleyh; duanın kabulünde acele etmek ve acele eden cahillerin tanklarına tebaiyet eylemek caiz olmadığı ve acele etmek cehalet eseri olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [89]

 

Vacip Tealâ Mûsâ (Â.S.) m duasının kabulünü beyandan son­ra Mûsâ (A.S.) m Mısır'dan çıkıp Beni İsrail'le beraber deryayı geçtiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz Azîmüşşan Beni israil'i denizden geçirdik. Fir'avn ve askeri bigayrıhakkm tekebbür ve zulmedici oldukları halde onla­ra tâbi' oldular ve arkalarına düştüler. Hatta Fir'avn'a denize garkolmak ulaşınca «Ben iman ettim şol zal-ı eceli ü a'Iâya ki, on­dan başka ma'budun bilhak olmadı, illâ kendi zat-ı ülûhiyeti oldu ve ona Beni İsrail iman ettiler. Ben de onların imanı gibi iman et­tim ve ben Allahü Tealâ'ya inkıyad eden Müslümanlar zümresin-denim» demekle imanını izhar etti.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Beni İsrail Fir'avn'ın zulmün­den salim olarak Mısır'dan çıktıklarını Fir'avn haber alınca hemen vakit fevtetmeksizin arkalarına düşüp ta'kibe başladıklarına işaret için bilâmühle ta'kibe delâlet eden  lâfzı varid olmuştur.

Çünkü; Mûsâ (A.S.) m duası eseri Beni İsrail'in halâsı ve Fir'avn'-' m helaki zamanı gelince Fir'avn'ın gaafil olduğu bir zamanda Ce-nab-ı Hak Beni İsrail'in Mısır'dan çıkmaları için emredip onlar da emre imtisalen çıkıp denize yaklaşınca Fir'avn arkadan çattı. Beni İsrail telâşa düştüler ve Mûsâ (A.S.) a «Arkamızda düşman, önü­müzde deniz, nereye gideceğiz?» dediler. Mûsâ (A.S.) «Denize gi­deceğiz» demesiyle emr-i ilâhi üzerine asayı denize vurunca de­nizden Beni İsrail'in on iki kabilesine on iki yol açıldı. Beni İsrail o yollardan selâmetle geçtiler. Fir'avn bu hali görünce Mûsâ (A.S.)  in mucizesi olduğunu idrak etmeyerek kendinin istidracı zannıyla denize yürümeye cüret etti ve Cibril-i Emin de bir kıs­rak üzerinde önde bulunduğundan Fir'avn'm atı kısrağın arkasın­dan süratle yürüdü, askeri de ona tâbi' oldu. Askerin Önü denizi çıkmaya yaklaştı ve arkası tamamen denize girince emr-i ilâhi üze­rine deniz hemen birbirine kavuştu. Binaenaleyh askeri ve kendi bir ferd kalmaksızın garkoldular. Fakat Fir'avn hayatından ümidi kesince hal-i ıztırarında mücerret tevhidi ikrarla halâsını rica eder ve savt-ı bâlâ ile ağlar olduğu halde «Ben Beni İsrail'in iman ettiği ma'buda iman ettim ve müslimîn zümresindenim» dedi ve imanını izhar etti. İşte denizin Beni İsrail hakkında yol olup Fir'­avn ve askeri hakkında hal-i aslisinin avdeti Hz. Musa'nın muci­zesi olup harikulade ve fevkattabia ahval-i acibedendir. Kudretul-laha nazaran bu gibi şeylerin ehemmiyeti yoktur. Binaenaleyh; kudretullahı tasdik eden bir kimse bu gibi harikaları tasdikte te-. reddüd etmez ve bu gibi harikalar fenne dahi sığmaz. Esasen fen­ne sığmış olsa mucize olmaz.

Fir'avn'ın bu sözü kalbindedir, lisanında değildir. Zira; boğu­lurken söylemek mümkün olamaz veyahut bu sözü gark emmare-İeri zuhur edince lisanıyla söylemiştir.

Bu âyette beyan olunduğu veçhile Fir'avn üç defa iman etmiş­tir. Birincisi ; dedi. İkincisi; tevhidi ikrar etti, üçüncüsü; müslümanlardan olduğunu beyan eyledi. Fakat ne çare ki imanı kabul olunmadı. Çünkü; bu iman hal-i ıztırarındaydı. Hal-i ıztırarda ise iman; ilm-i kelâmda beyan olunduğu veçhile makbul değildir. Yahut Fir'avn'm imanı hakîkî değildi, belki garkolmak beliyesinden kurtulmak içindi. Hatta kur­tulmuş olsaydı küfrüne devam edecekti. Zira; ihlâs üzere olmadı­ğından makbul değildir. Yahut imanı sırf vahdaniyeti ikrardan iba­retti. Hz. Musa'ya imanı yoktur. Halbuki meb'us olan nebiye iman etmeksizin mücerret tevhid, imandan ma'dud olamaz. Yahut Fir'­avn'm imanı taklidden ibaret olup istidlali iman olmadığından ka­bul olunmamıştır. Zira; Fir'avn imanım kendi tahkiki üzerine bina etmemiştir. Çünkü; Fir'avn ekseri sözlerinden anlaşıldığına naza­ran sâniin vücudunu münkir dehriyyundan idi.[90]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'ın imanı kabul olunmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan evvel muhakkak âsî oldun ve müfsidler zümresindendin.]                    

Yani; Fir'avn helakini idrak edince imana müsaraat ettiği za­man gaipten bir nida suretiyle kendisine denildi ki «Şimdi mi ak­lın başına geldi ey âsî! İmanın zamanı geçti. Hayatından ümidin kalmadığı zaman mı iman ediyorsun? Halbuki müddet-i hayatında sen muhakkak isyanla meşguldün ve envâ'-ı fesadla âlemi ifsad ediyordun. Şimdi can boğaza geldi, herşeyden ümit kesildi. Cer nab-ı Hak'tan başka melce' olmadığını bildin. Binaenaleyh; imanı kendine sebeb-i necat addediyorsun, fakat fayda yoktur.»

Fahri Râzi, Hazin ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile Fir'avn'a bu sözü söyleyen Allahü Teaîâ idi, yahut Allah'ın emriyle Cibril-i Emin olmak ihtimali vardır. Her kimin tarafından söylenirse söy­lensin bu söz şimdiye kadar iman etmediğinden dolayı Fir'avn'ı tekdir ve tevbihtir. Binaenaleyh; imanın zamanı geçtiğinden do­layı hal-i ıztırapta vâki olan imanı reddolunmuştur. Çünkü; iman-ı yeistir. İman-ı yeis de makbul değildir.[91]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'ın garkoluîıacağı zaman izhar-ı iman et­tiğini ve imanın zamanı geçtiğinden dolayı reddolunduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Bugün senin bedenini denizden çıkarırım ki geride kalanlara sen ibret ve alâmet olasın. Halbuki nastan çokları bizim âyetleri­mizden gaaf illerdir.]

Yani; ey Fjr'avn! Şimdi iman ediyorsun, fakat bu zamanda îmanın fayda vermez. Şu kadar ki, bugün senden sonra kalanlara ibret ve alâmet olman için üryan, miskin, zelil ve perişan olduğun halde deniz kenarına Biz Azîmüşşan seni çıkarırız*, ki, görsünler ve görenler «Dünkü gün rububiyet dâvasında bulurîan azgın herifin birgün sonra hâli böyle olunca bizim halimiz ne olacak» demekle ibret alsınlar. Halbuki nâstan bir çokları bizim ahz-ı intikaamı-mıza delâlet eden bu misilli âyetlerimizden gaafülerdir.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile bu âyette bedenle murad; Fir'avn'ın ruhtan hâli cesed-i mülevvesidir. Suretine ta-gayyur ânz olmaksızın herkesin Fir'avn olduğunu tanıyabileceği ve kisvesinden ârî bir surette denizden çıkarırız demektir. Yahut bedenle murad; Fir'avn'a mahsus olan kisvesiyle beraber be­denidir. Çünkü; Fir'avn'ın kendine mahsus kolları kısa altında*n zır­hı olduğu ve onunla beraber denizin kenarına atıldığı mervidir [92].

Fir'avn'ın ülûhiyetini itikaad edenlerin şüpheleri zail olması için yalnız Fir'avn denizden kenara atılmış askerinden hiçbir ferd çıkmamıştır. Çünkü; Fir'avn'ın ülûhiyetini itikaad edenler eğer Fir'avn'ın leşini görmeseler, askeri garkolmuşsa da kendi. garkol-madı. Zira; ilâhtır ve berhayattır. Bir taraftan çıkar gelir zanmn-da bulunurlardı. İşte şu itikaad-ı batılı bilkülliye izale etmek için Cenab-ı Hak Fir'avn'ın iaşesini herkese göstermiştir ki, herkes bu itikaddan vazgeçsin, hakikat meydana çıksın ve din-i hak zahir oî-sun, zalimlerin akıbeti helak olduğunu herkes bilsin, zulümden çe-kinsinler, âbidler de kemâl-i neşatla ibadetine devam etsin. Şu hal­de Fir'avn'ın leşini denizden çıkarmakta Allah'ın kulları için birçok menfaatlar olduğundan Cenab-ı Hak Fir'avn gibi bir zalim ve gad­darın leşini denizden çıkardığını beyan buyuruyor. Gerçi deniz her İaşeyi yüzüne atarsa da eser-i gazap olarak Fir'avn'm askeri deni­zin içinde kalmıştır. Ayetin âhirindp ekser-i nâsın gafletini beyan etmek; ümmet-i Muhammediye'yi gafletten men' ve gafletin her türlü saadete mani bir hal-i mezmum olduğunu beyan etmektir.[93]

 

Vacip Tealâ Fir'avn'ın zulmünden Beni İsrail'i halâs ve Fir'­avn'm helakini beyandan sonra Beni İsrail'in hâlini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zal-ı ülûhiyctimc yemin ederim ki, Biz Azimüşsan Beni İs­rail'i iskâna salih bir mahalde iskân ettik ve güzel rızklarla biz onları merzuk eltik.]

Sâdık bir mekân la murad; onların razı olacakları ve rejah-ı hallerine kâji ve dünyaca aradıkları bulunur, havası gü­zel ve envâ'-ı lezaiz mevcut meyva ve sair nimetlerle d.olu bir mu­haldir. Çünkü; Fahri Râzi, Hâzin, Nisâbûrî ve Kaazî'nin beyanları veçhile mekânın sadakati; nimetin bol olması, sinok ve pire gibi insana eza verecek şeylerin bulunmaması veyahut bulunursa da az bulunmasıyla olur. Şu halde mekânı ,sîdt kla murad; Mısır olmak ihtimali vardır. Fir'avn'm helakinden sonra az bir müddette Beni İsrail'in Mısır'a avdet ettikleri ve Fir'avn'm ter-kettiği bağlara, bahçelere ve saraylara vaz'-ı yed ederek envâ'-ı nimete nail oldukları mervidir. Yahut mekdnısıdtfla murad; arz-ı Şanı ve Kudüs'tür. Zira; bu arazi ucuzluk, bolluk ve bilâd-ı hayır ü berekettir ve bu arazinin nimeti gaayet bol olduğu insanın gıdasına yarayışlı ve elverişlidir.

[İlm-i Tevrat kendilerine gelinceye kadar onlar ihtilâf etme­diler. Rabbin Tealâ yevm-i kıyamette onların ihtilâf ettikleri şey­ler hakkında beyinlerinde hükmeder. Zira; onlar nimete şükretme­diler, bilâkis küfrettiler.]

Yani; Beni İsrail kendilerine kitap gelmezden evvel eror-i din­de müttefiklerdi. Ve resullerinin tebliğ ettiği mesailde içtima eder­ler ve Hz. Musa'nın sevkettiği yola giderlerdi. Binaenaleyh; kendi­lerine Tevrat gelinceye kadar mesail-i diniyede beyinlerinde ihti­lâf vâki olmadı ve içtimâ' üzere halleri devam etti.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile . Tevrat gelip ahkâmına vakıf olunca ihtilâfa başladılar; ayrı ayrı fırkalar peyda oldu. Binaena­leyh; birçok mezhepler zuhur etti ve tarik-ı haktan birçokları ay­rıldı ve âhir zaman nebisine müteallik olan ahkâmı tağyire kadar cüret ve işlerine gelmeyen ahkâmı tahrif ettiler. Şu cüretlerine binaen Cenab-ı Hak kıyamette ihtilâf ettikleri mesail hakkında hükmedeceğini ve haklı olanları haksız olanlardan tefrik ve tem­yiz eyleyeceğini bu âyette beyanla bu misilli ahkâmı tağyire cüret edenleri tehdid buyurmuştur.

Bazı hadis-i şerifte beyan olunduğu veçhile Beni İsrail usul-ü itikadda yetmiş üç fırkaya inkısam etmiştir. Şu beyan olunan ma­nâ bu âyetteki Beni İsrail'in Hz. Mûsâ zamanındaki Beni İsrail ol­duğuna nazarandır. Amma Beni îsraiI'le murad; asr-ı sa­adette mevcut olan Beni İsrail olduğuna nazaran manâyı nazım şöyledir : [Biz Azîmüşşan Beni İsrail'i Şam ile Medine arasında güzel beldelerde iskân ettiğimiz gibi o beldelerde dünya nimetle­rinin en a'lâsı olan incir, hurma ve sair leziz nimetlerle merzuk ettik. Hatta onlar Kur'an gelinceye kadar âhir zaman nebisi hak­kında ihtilâf etmediler. Cümlesi âhir zaman nebisinin evsafında ve iman lâzım olduğunda ittifak üzereydiler. Âhir zaman nebisinin zuhurunu dört gözle beklerler ve zuhur edince derhal iman edecek­lerini an itikaadin söylerlerdi. Vakta ki ufk-u nübüvvetten şems-i Risalet tulü' edince hasedlerinden naşi Resulullah'ın Tevrat'ta be­yan olunan evsafını inkârla ihtilâfa başladılar. Bazıları iman ve bazıları da küfrettiler. Binaenaleyh; yevm-i kıyamette senin Rab­bin onların beyninde vâki' olan ihtilâfı hâl ve fasletmekle hükmeder ve sana iman edenleri Cennet'e, iman etmeyenleri Cehennem'e ithal eder] demektir. Şu manâya nazaran onların ihtilâfları Re-sulullah hakkındadır. Ve bu ihtilâflarının sebebi; riyasete fart-ı muhabbetleri ve Resulullaha çokça hasedlerinin' zuhuruna bâdî olan Kur'an'ın nüzulüdür.[94]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Kur'an hakkında ihtilâflarını beyandan sonra onların ihtilâfından nâsa arız olan şek ve şüpheyi.izale et­mek üzere buyuruyor.

[Eğer sen sana inzal ettiğimiz Kur'an'da şekedersen senden evvel nazil olan kitabı kıraet edenlerden suâl et ki, hakikati haber versinler. Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki, Rab bin Tealâ tara­fından sana hak olan Kur'an geldi. Şu halde sen elbette şek edici­lerden olma.]

Fahri Razi,   Hâzin, Kaazî,   Nisâbûrî ve Taberî'nin beyanları veçhile bu âyette hitap; Resulullah'adır. Lâkin alâtariküfarz vettak-dirdir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Yâ Ekrem-er Rusül! Kur'an'­da ve* nübüvvetinde şekketmen muhaldir ve lâkin muhali farz ka­bilinden olarak bilfarzı vettakdir eğer şekkedersen senden evvel nazil olan Tevrat'ı ve İncil'i okuyan ehl-i kitaptan suâl et ki, on­lar Fir'avn'la Mûsâ beyninde cereyan eden- vak'aları' senin nübüv­vetini ve Kuran'm hakkaniyetini sana, haber versinler. Zira; senin nübüvvetin ve Kur'an'ın hakkaniyeti' onların kitaplarında sabit ve muhakkak] demektir. Bu manâya nazaran âyet-i celile ehl-i kitabı tevbih ve tekdir için sevkolunmuştur. Çünkü; farz-ı muhal olarak Resulullah Kur'an'da ve nübüvvetinde şekketmiş olsa bu şekki ehl-i kitaptan izale etmekle emrolununca ehl-i kitabın asla şekketmemeleri lâzım olduğu halde ve şüphe eden ehl-i kitabın tekdire müstehak olacakları bedihidir. Zira; yakinen bildikleri halde inkâr elbette gaayet çirkindir.

Yahut hitap; zahirde Resulullah'a ise de hakikatta Kur'an'da ve nübüvvette şekkedenlere ta'rizdir. Yani; «Şekkedenler ehl-i ki­taptan suâl etsinler. Kur'an'm hakkaaniyetini ve Resulullah'm ri-saletini onlar bilirler. Zira; kitapları ve nebileri hakikat-ı hale şe-hadet etmişlerdir» demek olur.

Yahut hitap; zahirde Resulullah'a ise de hakikatta ümmetine-dir. Çünkü bu misilli makamda metbua hitap; tâbi' olan ümmete hitaptır. Yani «Ey ümmet-i Muhammedi Sizden herhangi biriniz resulünüze nazil olan Kur'an'da ve o Kur'an'm haber verdiği vak'-alarda şekkederse ehl-i kitaptan suâl etsin ve onlar da haber ver­sinler» demektir.

Yahut hitap; cins-i insanadır. Zira; hitapta asıl olan muhata­bın muayyen olmasıysa da umuma ta'mim4çin gayr-i muayyene dahi hitab etmek âdettir. Şu halde bu âyette hitap; hitaba ehil olan her insanadır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ey kaabil-i hitab olan insan! Sen Kur'an'da şekkedersen senden evvel kitab okuyan ehl-r kitaptan suâl etmekle derhal şüpheni izale et. Zira; onların ^itaplarında hakikat-ı.hâl malûm] demektir.

Şu manâlardan her hangisi murad olunursa olunsun emr«i dinde şüphesi olup zihnine bir halecan gelen kimsenin derhal ehl-i ilme müracaatla hemen şüphesini izale etmek üzerine vacip oldu­ğuna âyet delâlet ettiği gibi aklı olan kimseden şekkin suduru en büyük cinayet olduğuna da işaret vardır. Zira; şekkin suduru ta­savvur olunmayan nebiyy-i zişan şekketmekten nehyolununca şek­kin suduru mümkün ve mutasavver olan kimselerin şekketmekten nehyolunacakları evleviyetle sabittir. Yani «İnsanın şekketmesi o kadar çirkin birşeydir ki, enbiya-yı kiramdan suduru muhal oldu­ğu halde onlardan suduru. bile nehyolunmaya şayan» demektir. Yoksa haşa enbiya-yı izamdan böyle birşeyin suduru mütesavver değildir.

Ayette Yehûd ulemasını ilimle tavsif olduğu gibi iman etme­diklerinden dolayı tekdir de vardır. Yani; "Yâ Ekrem-er Rusül! Ulemâ-yı Yehûdun ilimleri sabittir. Hatta farz-ı muhal olarak Kur'an'm beyan ettiği vak'alarda şekketmiş olsan ve onlardan suâl et­sen senin şekkini izale edecek kadar onlarda ilim vardır. Zira; o kıssalar tamamen Tevrat'ta mezkûrdur. Binaenaleyh; iyi bilirler ve lâkin ne faydası vardır ki, ilimleriyle amel edip de iman etme­diler» demektir.[95]

 

Vacip Tealâ Kur'an   hakkında şekketmekten   nehyettiği gibi tekzib etmekten dahi nehyetmek üzere buyuruyor.

[Sen elbette Allah'ın âyetlerini tekzib edenlerden olma ki, zarar edicilerden olmayasın. Eğer tekzib edenlerden olursan zarar görenler zümresinden olursun.] Şu halde gerek şek ve gerek şüp­henin insanları büyük zararlara duçar edeceğinde şüphe yoktur.

Bundan evvelki âyette beyan olunduğu veçhile bu âyetlerin cümlesinde her ne kadar zahirde muhatap Resulullah'sa da murad; Resulullah'tan başkasıdır. Zira; gerek Kur'an'da şek ve gerek âyet­leri tekzib etmek gibi ef âlin Resulullah'tan suduru muhaldir. Bi­naenaleyh; âyetlerden maksat; şek ve tekzib gibi ef'âle cüret eden­lere ta'rizdir. Yani «Habibim! Kur'an'da şekketmek asla caiz de­ğildir, eğer şekkedenler olursa halleri, beyan olunduğu veçhüzere zarar-ı azimden ibaret olacağı şüphesiz» demektir.[96]

 

Vacip Tealâ Kur'an'da şek ve tekzib etmek caiz olmadığını beyandan sonra iradelerini imana sarfetmediklerinden dolayı adem-i imanlarına kelime-i ilâhiye sebkedenlerin iman etmeyecek­lerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Rabbiıı Tealâ'nın kelimesi üzerlerine vacip olan kimselere bütün âyetler gelmiş olsa azab-ı elimi görmedikçe iman etmezler. Zira; onlar iradelerini küfre sarf edip devam edeceklerine binaen Rabbi Tealâ'hın küfrüzere vefat edeceklerine dair kelinıc-i ilâhiye ve irade-i sübhaniycsi sabit ve carî olduğundan onlar iman etmez­ler. Binaenaleyh; Resulullah'ın tebliği ve hakka daveti onlara asla te'sir etmez. Çünkü; sû-u iradeleri neticesi kaza-yı ilâhi sebketü-ğinden tağyiri mümkün değildir. Binaenaleyh; bütün deliller ve âyetler taraf-ı risâletten onlara gelse bile azabı görmedikçe imana yaklaşmazlar. Azab-ı elimi görünce iman ederler. Fakat o vakitte iman fayda etmez.] Zira; hal-i ye'ste iman makbul değildir. Çünkü iman; ihtiyarî olmak lâzım olduğundan hal-i ye'iste iman ıztırarî olduğu cihetle dergâh-i ülûhiyette kabul olunmaz. Binaenaleyh; bu misilli imanın vücudu ve ademi müsavidir. Nitekim yukarıda beyan olunduğu veçhile Fir'avn'ın imanı da bu kabil olmayan iman cümlesindendir.

Yani; şu kimseler ki, onlar üzerine Rabbin Tealâ'nm hükmü ve küfrüzere ısrar edeceklerine dair kelime-i ilâhiye vaki oldu. Onlar azab-ı elîmi görünceye kadar iman etmezler. Velevse onlara hakka delâlet eden her âyet gelsin, birer birer müşahede etsinler. Asla müteessir olmazlar.[97]

 

Vacip Tealâ küfrüzere kaza-yı ilâhi sebkedenlerin iman etme­yeceklerini beyandan sonra iman üzere kaza sebkedenlerin iman ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Keşke iman etmiş ve imanı menfaat vermiş bir karye olsay­dı, böyle bir karye olmadı, ancak kavm-i Yunus'un karyesi oldu. Çünkü; onlar iman ettiler ve imanları menfaat verdi." Zira; onlar îman edince Biz Azîmüşşan onların dar-ı dünyada rüsvalığını icab eden azabı onlardan kaldırdık ve ecel-i mev'udları gelinceye kadar biz onlara müsaade ettik ve envâ'-ı nimetlerle mütena'im 'kıldık. Ne olaydı, helak ettiğimiz karyeler ahalisi de iman ede ve iman­ları menfaat vere de helakten kurtulalardı. Fakat azabı görmeyince iman etmediklerinden helakten halâs olamadılar. Ancak Yunus (A.S.) in kavmi azap gelmeden iman ettikleri için imanları men­faat verdi. Binaenaleyh; helakten kurtuldular.]

Fahri Râzi, Kaazî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Yunus (A.S.) in karyesi Musul civarında (Ninova) kasabasıydı. Ahalisi müşrik ve zalimler olup irşada ihtiyaçlarına binaen Vacip Tealâ onları hakka davet ve doğru yola irşad için Yunus (A.S.) ı resul olarak gönderdi. Davete icabet etmedikleri gibi istihza etmeleri üzerine iman etmedikleri surette kırk güne kadar azabın gelece­ğini vahy-i ilâhiyle Yunus (A.S.) onlara haber verdi ve kavminin içinden çıkıp tenha bir mahalle çekildi. Yunus (A.S.) dan yalan sadır olmadığını ve her söylediği doğru çıktığını bildikleri cihetle Yunus (A.S.) in içlerinden çekildiğini görünce'azabın geleceğini anladılar ve intizar üzerine bulunuyorlardı. Azabın miadı geldiği gün semadan siyah bulutlar ve dumanlar etrafı ihata etmeye baş­layınca derhal nedamet ederek iman etmek üzere Yunus (A.S.) ı aradılar, bulamadılar. Binaenaleyh; kavmin ileri gelenleri bir dağ başına çıkıp tazarru' ve niyaz etmeyi tensib; ederek erkek, dişi, ço­luk, çocuk, kör, topal bilûmum ahali tensib olunan mahalle gide­rek eski elbiseleri içinde Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affını istir­ham ettiler, yalvardılar. Cenab-ı Hak dualarını ve tevbelerini ka­bul buyurdu ve gelecek azabı onların üzerinden kaldırdı. Çünkü; tevbeleri ihlâs üzere olduğundan merhamet-i ilâhiyeyi celbe vesile oldu. Gerçi Fir'avn da iman etmişti.- Ve lâkin imanı azabın mızû-lünden sonra olduğu gibi ihlâs üzere olmadığından kabul olunma­mıştır. Binaenaleyh; Fir'avn'ın imanı bunların imanına kıyas, olu­namaz. Dualarının keyfiyeti şöyledir : «Yâ Rabbi! Bizim günahım: büyüktür ve lâkin sen daha büyüksün. Sen bize sana yakışanı işle, bize yakışanı işleme» dedikleri mervidir ve duaları da yevm-i Aşu-ra'ya tesadüf eden Cuma günü olduğu bazı tefsirde mezkûrdur.

İşte insanlar sıkıldıkları zaman ihlâsla Rablerine iltica edince Cenab-ı Hak onların dualarını kabul edip müzayakadan kurtaracagına bu âyet delâlet eder. Zira; insanlar için her zaman duâ ayn-ı ibadet olup menfaattan halı olmazsa da musibet zamanlarında rik-kat-ı kalp sebebiyle ihîâs ziyade olduğundan duanın kabulü suret-i seriada görüldüğü çok defa müşahede olunmaktadır.[98]

 

Vacip Tealâ kavm-i Yunus'un ihtiyarlarıyla ihlâs üzere iman ettiklerini beyandan sonra imanda ikrah caiz olmadığını beyan etmek üzerebuyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ dilemiş olsaydı yeryüzünde olan kimse­lerin cemi i iman ederdi. îman etmeleri için nâsı yâ Ekrem-er Ru-sül! Sen ikrah mı ediyorsun?]

Yani; Habibim! İman etmeyenlerin iman etmediklerine mah­zun olma. Zira; Rabbin Tealâ isteseydi yeryüzünde bulunanların hepsi iman ederlerdi ve asla kâfir kalmazdı. Binaenaleyh; insanlar beyninde itil^ad ve din hususunda asla ihtilâf olmazdı. Ve lâkin hikmet-i ilâhiye küfür ve iman, dalâlet ve hidayet üzere insanla­rın ihtilâfını icab ettiğinden insanların efâli şu hikmet üzere zu­hur ediyor ki, tekâlif-i ilâhiyenin sırrı zahir olsun, Cennet'i ve Ce-hennem'i dolsun ve irade-i ilâhiye yerini bulsun. Binaenaleyh; iman etmek üzere hiç bir kimseyi ikrah etmek caiz değildir. Şu halde naşı iman edinceye kadar sen ikrah mı ediyorsun? Zira; her­kesin kendi iradesini imana sarfetrnesi üzerine irade-i ilâhiye ta­allûk etmedikçe hiçbir kimse mümin olamaz. Binaenaleyh; ikrahın asla te'siri olmaz. Şu halde nasın imanlarına tama' ederek nefsini yorma.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile irade-i ilâhiyenin hilâfına bir şey zuhur etmeyeceğine işaret için bu âyette zamir

üzerine takdim olunmuş ve varid olmuştur. Resulullah kavminin imanına haris olduğundan şu hırsını izale için bu âyetin nazil olduğu mervidir,[99]

 

Vacip Tealâ iradesi taallûk etmeyince ikrahla iman hasıl ol­mayacağını ispat etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın izni olmadıkça hiç bir nefis iman etmeye muvaffak olmaz. İman ancak izn-i ilâhiyle müyesser olur. Zira; ef'âl-i iba-dın küllisi Allah'ın iradesiyle hasıl olur. İradenin haricinde birşey husul bulmaz ve Allahü Tealâ aklı olmayıp iman etmeyenler üze­rine azabını vaz' eder.] Zira; onlar medar-ı teklif olan akıllarını mevzi-i lâyıkmda isti'mâlle teemmül tefekkür ederek iman etme­diklerinden azaba müstehaklardır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ tab'-ı beşerin nefret edeceği azabı onlara lâyık görür.

Rics ; necis manâsına olduğu gibi azap, gazap ve rayiha-i kerihe manâlarına da gelir. Burada azap ve gazap manasınadır. Şu halde manâ-yı nazım: Allahü Tealâ azabını ve gazabım aklını îman'a sarf etmeyen kimseler üzerine nazil kılar | demektir. İnsan iradesini imana sarfedince Allahü Tealâ imanını irade edip halket-tiğinden her müminin imanı Allah'ın iradesi ve izniyledir. Binaen­aleyh; izn-i ilâhi ve irade-i sübhanî olmadıkça hiçbir şey vücut bulmaz. Fakat abid iradesini sarfla mükelleftir. «Allah'ın azabı aklı olmayanlar üzerine" demek; «aklını hayra sarf etmeyenler üze­rine» demektir. Çünkü; aklını hayra sarfetmeyince ekseriya en-vâ'-ı kabayihi işler ve azaba müstehak olurlar.[100]

 

Vacip Tealâ akıllarını mahalline sarfetmeyen kimseleri akıl­sızlıkla itham ettikten sonra itikaad-ı hakkı iktisapta tefekkür lâ­zım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sana iman. etmeyen kâfirlere sen de ki, «Siz göklerde ve yerde bulunan ve vahdaniyet-i ilâhiyeye delâlet eden âyetlere ve acaip ve garaibe nazar-ı ibretle nazar edin, görün ki, ne acîp ve garîp sanatlar vardır. «Onların her cümlesi, belki her zerresi vahdaniyet-i ilâhiyeye birer burhan-ı kâfidir ve lâkin imana iradesini sarfetmeyen kavme vahdaniyete delâlet eden alâ­metler ve nâsı inzar edip azaptan korkutan resuller menfaat ver­mez.] Çünkü; onlar iradelerini küfre sarfedeceklerinden dolayı adem-i imanlarına irade-i ilâhiye taallûk ettiğinden bütün deliller ve bilcümle resuller onlara nasihat etseler fayda etmez. Binaena­leyh; iman etmezler.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile ma'rifet-i ilâhiye âleme nazar-ı sahihle hasıl olacağından ve âlem de bizlerin müşahedemize na­zarla iki olup biri âlem-i ulvi ki, semâvât, diğeri âlem-i süfli ki, arz olduğu cihetle Cenab-ı Hak bu âyette semavat ve arza nazar etmekle emretmiştir. Nazardan maksat; göklere ve göklerde olan yıldızlara ve onlarda olan acîb ve garîb sanatlara ve menfaatlarına ve yerlerde olan anasır-ı erbaanın ahvaline, ağaçlara, otlara ve ma­denlere bakarak Vacip Tealâ'nın vahdaniyetine istidlal etmektir. Çünkü; mahlûkatta ve bilcümle rnükevvenâtm her zerresinde Va­cip Tealâ'nın cemi-i sıfât-ı kemâliyeyi cami' ve sıfât-ı nekaaisten münezzeh olduğuna dair delâlet vardır. Binaenaleyh; insanlara lâ­zım olan vazife âlemin her cüz'üne hazar ederek herbirinden birer ders-i ibret almaktır.

[Onlar nazar etmezler, illâ kendilevinden evvel geçen ümmet­lerin günleri gibi bir güne nazaı- ederler.]

Yani; Habibim! Senin ümmetin bu âlem-i mükevvenata na-zar-ı ibretle bakmazlar. Zira; onlar kendilerinden evvel geçmiş olan ümmetlerin nebilerinin dâvetine icabet etmeyip herbirerleri birer gûnâ azapla muazzep ve kahr-ı ilâhî ile helak oldukları gün gibi bir gün gözetirler ki, onlar gibi bunlar da dâvetine icabet et­miyorlar. Binaenaleyh; hüsran-ı ebedîye duçar olacaklardır. Eğer bunlar sana muârazadan vazgeçmezlerse.

[Sen onlara de ki, «Siz helakinize intizar edin, ben de sizinle beraber intizar edicilerdenim.»]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Şenin kavmin sana muârazada de­vam ederler. Sen onlara «Benim helakimi siz dinleyin, ben de si­zin helakinizi bekleyicilerdenim. Bakalım hangimizin dediği ola­caktır. Elbette şu ikiden birisi zuhur edecektir. Şu halde ümem-i salifenin helak oldukları gün gibi helak olacağınız günü bekliyor­sunuz. Binaenaleyh; iman etmediğiniz takdirde elbette Jıelâk ola­caksınız» de.[101]

 

Vacip Tealâ iman etmeyenlerin helak olacaklarını beyandan sonra rusül-ü kiramın ve onlara iman eden müminlerin helakten halâs olmaları âdet-i ilâhiye cümlesinden olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[îman etmeyen ümmetlerin helakinden sonra biz resullerimi­ze ve o resullere iman eden müminlere necat verir ve azaptan ha­lâs ederiz. Ve onları halâs ettiğimiz gibi müminleri birtakım be-lâyâdan halâs etmek bizim üzerimize hak oldu. Binaenaleyh; ehl-i imanı biz azaptan kurtarırız.] Çünkü; âsîleri irşad için gönderdi­ğimiz resullerin ve o resullere tebaiyet eden ehl-i imanın azaba istihkakları yoktur. Binaenaleyh; Habibim! Sana ve sana tebaiyet eden ehl-i imana necat vereceğiz. Zira; iman edenlerle etmeyenler beynini tefrik etmek adalet-i ilâhiyemiz iktizasındandır. İşte şuadalete binaen müminlere biz elbette necat yerir, âsîlerle beraber helak etmeyiz. Çünkü; mümin imanın semeresini ve âsî de isyanın akıbetini görmek adalettir. Binaenaleyh; müminlere selâmet ve âsîlere nedamet ve felâket vardır.[102]

 

Vacip Tealâ usul-ü itikadda delâili tetkik lâzım olduğunu ve küfrüzere ısrar edenlerin helak olacaklarını ve ehl-i imana necat vereceğini beyandan sonra kâfirlerin emr-i dinde şek ve evham­larını izaleye sa'y ve ibadet-i ilâhiyeyi gizli eda etmekten aşikâr olarak edaya intikaal eylemek lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Küsül! Sen bilûmum nâsa ve bilhassa senin dininde şekkedenlere hitaben de ki, «Ey isyanla gaflet şanından olan insanlar! Eğer siz benim dinimde şekkederseniz Allah'ın gayrı sizin ibadet ettiğiniz putlara ben ibadet etmem. Zira; onların iba­dete ve ülûhiyete istihkakları ma'bud olmaya salâhiyetleri yoktur ve lâkin ben şol Allahü Tealâ'ya ibadet ederim ki, o Allahü Tealâ sizin ruhunuzu kabızla isyanınız icabı ihlâk eder ve cümle sıfât-ı kemâliyeyi cami' ve sıfât-ı nekaaisten münezzehtir ve ben Allahü Tealâ'ya inkıyad eden müminler zümresinden olmakla cm rolün­düm ve. sizin iman edip o zümreden olmanızı hakkınızda hayır bi­lirim.]

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet Resulullah'm itikadda ve amelde dininin hulâsasını beyan etmiştir. Yani Allahü Tealâ Resulüne şöyle demekle emrediyor : Ey nas! Benim dinimin hulâsası budur. Aklınıza tatbik ve delâilini ayn-ı insafla tetkik edin ki, şekketmeyesiniz. Çünkü; benim dinim cümle dinlerin ek-meli ve kıyamete kadar umum nasın merciidir. Şu halde mezhep ve mesleklerin şereflisidir. Zira; tevhid üzere bina kılındığından eğrilik yoktur. Binaenaleyh; sizin için şekketmek münasip değil­dir. Belki şekke lâyık olan sizin dininizdir. Çünkü; elinizle yaptı­ğınız putlara ibadet edersiniz. Halbuki sj? putlardan ezhercihet âlî ve eşreflisiniz. Zira; siz muktedirsiniz, onlar âcizdir. Ma'kul olan ^dnânın âlâya ibadetidir. Yoksa â'lânın ednâya ibadeti değildir. Şu halde siz ma'kulün hilafını irtikâb ettiğiniz cihetle tereddüde şa­yan sizin, mezhebinizdir. Benim şeriatımda herşey açık ve ma'kul olduğu için tereddüde mahal yoktur.

İtikaad-ı fasidi izale etmek itikaad-ı hakkı kesbetmek üzerine mukaddem olduğuna işaret için Resulullah, Allah'ın gayrıya iba­det etmediğini Allah'a ibadet etmek üzerine takdim buyurmuştur. Zira; habaseti tathir etmek tezyinattan mukaddemdir. Çünkü; ha­nenin süprüntüsü paklanmayınca döşenmez. Binaenaleyh; hane-i kalbi itikad-ı batıldan tathir etmeyince imanla tezyini mümkün olamaz.

Ölümün mehabeti cümlenin kalbinde gaayet derin bir te'sir icra ettiğinden bu âyette Allahü Tealâ'nın evsafından imate sıfatı — ruhlarını kabzetmek sıfatıdır— zikrolunmuştur'İ Yani; kâfirlere «Sizi öldüren Allah'a ibadet ederim» demek kâfirlerin helak ola­caklarını ve helak edecek Allahü Tealâ olduğunu hatırlarına getir­mekle onları insafa davet etmektir.

Dinin esası iki olup birincisi; itikad, ikincisi; a'zâ-yı cevarihle ibadet olduğuna işaret için Resulullah, Allahü Tealâ'ya ibadetini beyandan sonra itikaad-ı hakkaa sahibi olan müminler zümresin­den olmakla taraf-ı ilâhiden me'mur olduğunu beyan buyurmuştur. Yani «Ben müminler zümresindenim, siz de mümin zümresinden olun ki, .aramızda münaferet kalmasın demektir.[103]

 

Vacip Tealâ Resulünün müminler zümresinden olmakla emro-lunduğunu beyandan sonra batıldan din-i hakka meyletmeye me'­mur olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Batıldan hakka meylcdici olduğun halde yüzünü din-i mü-bîne döndürmek ve ikaame etmekle me'mursun. Şu halde elbette müşrikler zümresinden olma.]

Yani; ben taraf-ı ilâhiden din-i hakka teveccüh edip müşrikler zümresinden olmamakla me'murum. Binaenaleyh; ben, kalbim ve bilcümle vücudumla istikaamet üzere din-i İslâm'a yönümü dön­düm ve o dini ikaameyle insanları tarik-ı savaba irşad edeceğim.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile dinde istikaamet; fera-izi eda ve kabayihten kaçınmakla olur. Din için yönünü döndür­mekle murad; İbadette kıbleye teveccüh olmak muhtemeldir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Habibim! Sen namazda yönünü kıbleye dönmekle dinin ahkâmını sağma, soluna iltifat etmeksizin edâ et ve batıl olan şeyleri terkle hakka meyletmekle me'mursun ki, ih-lâs-ı tâm ve masivadan bilkülliye i'razla zat-ı ülûhiyetime tevec­cüh etmiş olasın] demektir. Şu manâya nazaran namazda kemâl-i huşu Ve huzû' lâzım olup bedenle Kâ'be'ye ve kalple Cenab-ı Hak­ka teveccühün lüzumuna bu âyet delâlet eder.

Âyette zahirde hitap Resulullah'a ise de hakikatta hitap üm-metinedir. Zira; Resulullah asıl yaratılışında hak üzere bulunup batıl üzere asla bulunmadığından batıldan hakka meyledecek; ba­tıl üzere bulunmuş kimselerdir ve kezalik şirkten nehiy de ümme­tini nehiydir. Zira; Resulullah'tan şirk mutasavver değil ki, nehyol-sun. Binaenaleyh şirkten nehyetmek; ümmetini nehyetmektir. Zi­ra; Resulullah hal-i sahavetinden zaman-ı nübüvvetine kadar asla müşriklere iştirak etmemiştir ve daima şirkedenlerin aleyhlerinde bulunmuştur.[104]

 

Vacip Tealâ zat-ı ülûhiyetine teveccüh lâzım olduğunu beyan ve emrettikten sonra kendinden başkasına duâ caiz olmadığını ve başkasına duâ eden kimsenin zâlimler zümresine iltihak etmiş ola­cağını beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Allah'ın gayrı sana menfaat ve mazarrat vermeyen şeylere sen duâ etme. Eğer onlara duâ edersen sen za­limlerden olursun.] Zira; menfaat ve mazarrata muktedir olmayan birtakım âciz mahlûkaata duâ etmek ve onlardan birşey istemek caiz olamaz. Çünkü; elinden hayır ve ger birşey gelmeyen cema-data yalvarmakta bir fayda yoktur. Binaenaleyh; bu misilli âciz­lerden birşey istemek mahall-i lâyıkınm gayrıdan istimdad olduğu cihetle zulüm olduğundan bunu işleyen kimseler zalimlerden olur.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bundan evvelki âyet­te olduğu gibi bu âyette dahi hitap zahirde Resulullah'a ise de ha-kikatta Resulullahtan başkalarınadır. Zira; Allah'ın gayrıdan bir­şey istemek; Resulullah hakkında mutasavver değildir. Şu halde bu âyet-i celile putlara ibadet edip onlardan istimdad edenlere ta'rizdir. Yani; Resulullah cümle mahlûkaatm efdali olduğu halde farz-ı muhal olarak böyle yolsuz bir muamele kendisinden sudur etse zalimler zümresine ilhakı muhakkak olunca diğerlerinin za­limler zümresine ilhak olunacağı evleviyetle sabit olur. Binaena­leyh; evliyaullahtan zannolunan kimselerin kabirlerinden istimdad etmek.ve onlardan muavenet beklemek memnu' olduğuna bu âyet açıktan delâlet eder. Şu halde birçok cühelanın onların kabirlerini beklemeleri ve onlarda tasarruf var zannetmeleri ve herşeyi on­lardan ümid etmeleri ve onların kabirlerine iltica ederek yalvar­maları batıl 1qit itikad ve* faydasız yorgunluktan ibarettir. Hatta bu misilli ölmüş kimselerden istimdad edip onların ianeye iktidarları olduğunu itikad edenlerin ülûhiyeti itikaadıyla beraber putperest­lik edenlerden farkları olamaz.   Hatta bazıları öyle fena itikaada giriftar olmuşlardır ki, ziyaretgâh olan mahallerde medfım olan zata karşı rükû' ve sücudla namaz kılmaya kadar cüret ederler. Halbuki namazda ta'zîm; ancak Allahü Tealâ'ya mahsus olduğun­dan bu misilli ta'zîmi Allah'ın gayrıya lâyık gören kimseler tekfir olunurlar. Amma mazannadan olan zatların kabirlerini ziyaret caiz olduğu gibi onların hürmetine Allahü Tealâ'ya duâ ve Allah'tan istimdad etmek ve namaz kılarsa Allahü Tealâ'nın rızası için kıl? mak suretiyle ziyaret meşrudur ve sevabı da vardır. Zira; indallah makbul olan kimsenin ind-i ülûhiyette olan kurbiyetini vesile itti­haz ederek onun hürmetine Cenab-ı Hak'tan birşey istemek ve on­dan hiç bir şey beklemeksizin Allah'a duâ etmek caizdir.

Amma açlığın defini ekmekte ve susuzluğun defini suda ara­mak gibi esbab-ı âdiyeye tevessül etmek ihlâsa mani değildir. Zi­ra; Allahü Tealâ esbabı kendi halkedip ve ona müracaatla emret­tiği için esbaba müracaat ayn-ı ibadettir. Binaenaleyh; insanlar maişet hususunda Cenab-ı Hakkın tayin ettiği esbab-ı meşruadan bazısına tevessül ederek Cenab-ı Hak'tan rızık istemek meşru ve memduhtur ve sair. hususat-ı dünyeviyede dahi hal böyle olduğu gibi âhirette derecata nail olmak için şeriatın beyan ettiği feraizi, vâcibatı, sünen ve âdabı yerine getirmek, sair nevafil ve hayrata sa'yetmek de umur-u âhirette esbaba tevessül kabilindendir.

Bazı hastaların şifayı Cenab-ı Hak'tan isteyerek tekkeye mü­racaatla orada bulunan kimselerden efsun talebetmek ve muska yazdırmak, o mahallin tuzundan ve ekmeğinden bir miktar yemek suretiyle o tekkede yatan kimsenin hürmetini Allah'tan şifanın husulüne vesile ittihaz etmek tedaviye ve mualeceye müracaat ka­bilinden olduğu cihetle bu misilli müracaatta beis yoktur. Zira: efsun meşru olduğu gibi ekmeğini yemek ve suyunu içmek de ta­bibin ilâcını isti'mâl etmiş gibidir. Binaenaleyh; şifasını Cenab-ı Hak'tan bilmek suretiyle esbaba tevessül meşrudur. Şu halde şi­fayı Cenab-ı Hak'tan istemek suretiyle tabibin ilâcını içmekle tek­kenin ekmeğini yemek ve suyunu içmek beyninde bir fark yoktur.[105]

 

Vacip Tealâ putların menfaat ve mazarrata muktedir olmadıklarmı beyandan sonra kendi zat-ı   ülûhiyetinin kaadir ü kayyum olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ sana bir zarar verirse senden o zararı kal­dıracak kimse yoktur. İllâ kendi zat-ı ülûhiyeli vardır. Eğer sana bir hayır murad ederse onu menedecek bir kimse yoktur. Zira; Al­lah'ın kullarına fazl u ihsanını men'e kimse muktedir olamaz, bel­ki, bütün insanlar toplansalar Allah'ın ihsanından bir zerresini bile reddedemezler. Çünkü; nimetini almak ve vermek Allahü Tealâ'-ya mahsustur. Zira; herşey Allah'a müs ten iddir. Allah'tan başka­ları âciz olduklarından birşey vermeye kaadir olamadıkları gibi almaya dahi kaadir olamazlar. Amma Allahü Tealâ her kemâlâtı cami' ve nekaaisten münezzeh olup bütün mevcudat kendi mah­lûku ve mülkü olduğu cihetle her kuluna istediğini vermeye ve istediği zaman almaya kaadirdir. Çünkü; fail-i muhtardır. Kimse işine karışamaz, her istediğini kendi yapar. Binaenaleyh; kulların­dan dilediği kimseye hayırla serden istediğini isabet ettirir ve tev-be eden kullarının tevbelerini kabulle günahlarını setredici ve iba­detlerine sevap vermekle merhamet buyurucudur.] Zira; merha­meti bol, ihsanına kimse karışmaz ve mağfireti bol, affına kimse dil uzatamaz.

Vacip Tealâ insanlar için hayır, maksudun bizzat olup şer, maksudun bilaraz olduğuna işaret için hayrı iradeye şerri mess kelimesine talik buyurmuştur.

Hayır; ancak fazl-ı ilâhi olup' Allahü Tealâ üzerine vacip ol­madığına işaret için zamir mevziinde ism-i zahir varid olmuştur. Çünkü; zamirin mercii olacak hayır lâfzı geçmiş olduğundan zamir gelse manâya halel gelmez ve lâkin o hayrın fazl-ı ilâhi olup in­sanların istihkaakıyla olmadığına delâlet etmezdi.

Allahü Tealâ'nm kulları hakkında murad buyurduğu şey zahirde bazı kimseler hakkında zarar gibi görülür, fakat o fiil hadsiz ve hesapsız faydalar ve menfaatlar üzerine müştemil olur. Meselâ şiddetli yağmur bazı kimselerin hanelerini tahrip ettiği cihetle on­lar haklarında zarar gibi görülse de bütün memlekette otları, ekin­leri bitirip dağları ve ovaları ma'mur edip umum ahali ve hayva­nat müstefid oldukları cihetle hayr-ı külliyi mutazammm olur. Ve hayr-ı küllî zımnında zarar-ı cüz'îyi ihtiyar caizdir.

[Yâ Ekrem-er Rusül! İnsanlara hitaben sen de ki, »Sizin Rab-binizden hakkı sarih olan Kur'an geldi, ahkâm-ı şeriatı tc'sis etti. Binaenaleyh; eğer bir kimse Kur'an'a yapışmakla ihtida ederse kendi menfaatına ihtida eder ve eğer bir kimse ihtida etmez de şeriatın harici dalâleti ihtiyar ederse kendi mazarratına dalâli ih­tiyar eder. Halbuki ben sizin her işinize kefil ve vekil değilim.] Zira; benim vazifem ahkâm-ı ilâhiyeyi size tebliğ edip doğru yolu göstermektir. Benim sözümü dinlemek ve mucibiyle amel etmek size ait bir vazifedir, isterseniz ihtida eder, menfaat görürsünüz ve isterseniz dalâleti ihtiyar eder mazarrat görürsünüz» demekle ken­dilerine hakikat-ı hali beyan edersin.

Bu âyette 7ı a fc la murad; din-i İslâm'dır, Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey nas! Sizi irşad ye ahvalinizi ıslah edecek ve ilâ-yevmilkıyam hak ve sabit ve cümle umurunuza kâfi olan din-i İs­lâm size geldi. İsterseniz O dine tebaiyet eder doğru yolu tutar nef­sinizi azaptan vikaaye edersiniz, isterseniz din-i İslâm'a tebaiyet etmez, haktan çıkar, nefsinizi Cehennem azabına duçar edersiniz. Zira; ben size vekil değilim. Çünkü; iyilik ve kötülük size ait] demektir.

[Ey Habibim! Sana vahyolunan Kur'an'a sen ittiba' ve emrolunduğun veçhüzere nâsa tebliğ ve esna-yı tebliğde tesadüf edece­ğin ezalara sabırla mukaabele et. Zira; Alîahü Tealâ'nın sana nus-ret verip galebe etmenle hükmedinceye kadar sabra miilâzametin lâzımdır. Çünkü; Allahü Tealâ hakimlerin hayırlısıdır,] Zira; hük­münde hata olmaz, ilmi tamdır ve ilm-i tam üzere bina kılınan hü­kümde yanlış olmak tasavvur olunmaz.[106]

 



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2154-2155

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2155-2156

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2156-2157

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2157-2159

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2159-2160

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2160-2162

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2163-2164

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2164-2165

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2165-2166

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2166-2167

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2167-2168

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2168

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2168-2169

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2169-2170

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2170-2173

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2173-2174

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2174-2175

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2175-2176

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2176-2177

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2177-2178

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2178-2179

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2179-2180

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2180-2181

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2181-2183

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2183-2184

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2184-2185

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2185-2187

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2187

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2187-2189

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2189

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2190-2191

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2191-2192

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2193-2194

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2194-2195

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2195-2197

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2197-2198

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2198-2199

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2199-2200

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2200-2201

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2201

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2202-2203

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2203-2204

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2204-2206

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2206

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2206-2208

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2208

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2208-2210

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2210-2211

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2211-2212

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2212

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2212-2214

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2214-2215

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2215-2216

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2216-2217

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2217-2218

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2218-2219

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2219-2220

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2220-2221

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2221-2222

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2222-2224

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2224-2225

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2225-2226

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2226-2227

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2227-2228

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2228

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2229-2230

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2230-2231

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2231

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2231-2233

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2233-2234

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2234-2236

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2236

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/223-2237

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2237-2239

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2239-2240

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2240-2241

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2241-2242

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2242-2243

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2243

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2243-2244

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2244-2245

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2245-2247

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2247-2248

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2249

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2249-2250

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2250-2252

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2252-2253

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2253-2254

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2255-2256

[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2256-2257

[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2258

[92] Son zamanda Mısır'da bulunan lâhid eğer bu Fir'avn'ın lâhdiy-se bu âyet-i celileye muvafıktır. Çünkü; âyette bedeninin denizden taşra atıldığı beyan olunmuştur. Şu halde Fir'avn'ın naşı Mısır'a götürülüp evvelden hazırlanmış lâhdine defnolunması baîd değildir.

[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2258-2260

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2260-2262

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2262-2264

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2264

[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2264-2265

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2265-2267

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2267-2268

[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2268

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2268-2270

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2270-2271

[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2271-2272

[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2272-2273

[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2273-2275

[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  5-6/2275-2278