SURE-I NAHL.. 2


SURE-I NAHL

 

Mekke-i Mükerreme'de nazil olan sûrelerdendir. Ancak üç âyeti Medine-i Münevvere'de nazil olmuştur. Yüz yirmi sekiz âyeti cami'dir.

[Allah'ın emri olan kıyamet gelir ve geleceğinde gelmiş, geç­miş vukuat gibi şüphe yoktur. Binaenaleyh; ey müşrikler! O emrin gelmesini isti'cal etmeyin.]

[ Allahü Tealâ kâfirlerin isnad ettikleri nekaisten tenezzüh ve müşriklerin şirklerinden ve itikad ettikleri şerik ve nazîrden taâlî etti ve yüce oldu.]

Yani; Allah'ın emri olan kıyamet veyahut kâfirlerin helaki ge­lir, geri kalmaz. Çünkü; geleceğini Allahü Tealâ haber verdi. Al­lah'ın haber verdiği şey elbette vuku bulur, yalan olmaz. Şu halde ey kâfirler! Emr-i ilâhî olan azabın aceleten gelmesini istemeyin. Allahü Tealâ müşriklerin isnad ettikleri noksan sıfatların cümlesin­den münezzeh, şerik ve nazîrden beri oldu,

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile bu âyette emr-i ilâhî ile murad; kıyamet günü ve o günde olacak feza' u feryad ise de Allanın vu-ku'ıyle hükmettiği şeyin vukuu muhakkak olduğuna işaret için her ne kadar kıyamet ileride olacaksa da olmuş ve geçmiş manâsını ifade eden mâzî sıygasıyla kelimesi varid olmuştur. Binaen­aleyh; kıyametin vukuu muhakkak olduğuna işaret için  denmişse de manâsı murad olunmuştur.

Âyetin sebeb-i nüzulü; Resulullah kâfirleri dünyevî ve uhrevî azapla tehdid edip tehdid olundukları azabın taahhur ettiğine mağ­rur olarak tekrar tehdid olunduklarında Rasulullah'ı istihza kas-dıyla «(Nazil olacak azap nerede kaldı? Her zaman söylersin, söy­lediğin azaptan bir eser görmedik. Gelecekse gelsin ki biz de gö­relim» demeleri üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti inzalle emrin gele­ceğini ve lâkin ta'cil lâzım olmadığını beyanla isti'câlden nehyet-miştir. Çünkü; olacak şey elbette olacak, fakat vaktinden evvel is-ti'câlde fayda yoktur.

Ebussuud Efendi'nin beyanıt veçhile kıyametin ve kâfirlerin helaklerinin vukuundan emr-i ilâhiyle 'tabir; vukuatın şanına ta­zım içiridjr. Emrin gelmesi yle murad; vukuatın yaklaş­tığına alâmetlerin zuhuru olmak ihtimali vardır. Bu âyet nazil olunca Resulullah iki parmağıyla işaret ederek «Ben ve kıyamet şunlar gibi ba'solundum» buyurmuştur. İsti'câl; bir şeyi vaktinden evvel taleb etmektir. Şu tafsilâta nazaran âyetin manâsı: «Taraf-ı ilâhiden mev'ûd olan azap muhakkak gelmiş menzilesindedir. Zi­ra; vukuu vacip olup hilaf ihtimali yoktur ve lâkin vakt-i muayye­ninde olacağından vaktinden evvel taleb etmekte bir fayda olmaz; Binaenaleyh; vaktinden evvel istemeyin. Çünkü; vukuunda sizin için bir fayda yok, belki mazarrat vardır. Şu halde azabın gelme­sini istical, kendi helakinizi isti'câldir. İnsanın kendi zararını ta'cil etmesi kadar bir hamakat olur mu?» demektir.

Resulullah kâfirleri azapla tehdid ettikçe onlar «Senin haber verdiğin azap vâki olursa bizim ma'budlarımız bize şefaat eder, azaptan kurtarır» demeleri üzerine Cenab-ı Hak zatını onların is-nad ettikleri şirkten tenzih ve müşriklerin ma'budlarından âlî ve cümle nekaisten berî ve putların şefaatlarıyla azaptan kurtulmak itikadı ve ümidi batıl olduğunu teşbih ve tealisini zikirle beyan bu­yurmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin şirkleri müste-mir ve devamlı olduğuna ve şirklerini beyan sırasında mertebelerinin izzet-i huzurdan zillet-i gaybete tenezzülüne işaret için mu-zari1 ve gaib sıygasıyla varid olmuştur.[1]

 

Vacip Tealâ müşriklerin putlarından fayda göremeyeceklerini ve zat-ı ülûhiyetin cümle mevcudattan âlî olduğunu beyan ettiği gibi resulüne bazı esrarı melekler vasıtasıyla vahyettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ melekleri kendi emri için kullarından dilediği kulu üzerine semâdan vahyile indirir.]

[Meleklerle gelen vahiyle siz kullarımı azabımla korkutun ve hâl ü şan benden başka ma'budunbilhak yoktur, ancak ben varım. Bu tevhidi kullarıma tebliğ edin ve ma'budunbilhak ancak zat-ı ülûhiyetim olunca benden korkun ve emrime muhalefet etmeyin ve hükmümü kabulle muharremattan ittika edin.]

Yani; Allahü Tealâ kendi emrinden melekleri, insanları ceha-let-i mevtinden kurtarıp hayat-ı ilm ü irfanı vermekle dirilten vahyile kullarından risalete ihtiyar ettiği kulu üzerine inzal eder ve der ki «Kullarıma benden başka mabudunbilhak olmadığını bildirin ve ibadete lâyık ancak ben olduğumu beyanla müşrikleri korkutun ve bana ittika edin».

Kâfirler Resulullah'a «Allahü Tealâ kullarının bazısına hayır­la ve bazısına zararla hükmettiğini teslim etsen sana bu haber ne­reden geldi ve buna sen nasıl vakıf oldun?» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Bu âyette meIâikeyle murad; Cibril-i Emih'dir. Ve şanına ta'zîm için cemi' sıygasıyla gelmiştir.

Ruhla. murad; Fahri Râzi ve Kazî'nin beyanları veçhile vahiy ye Kur'an'dır. Vahy-i ilâhi kulûb-ü nâsı ihya ettiğinden ruh denmistir. Zira ruh; cesede hayat bahşettiği gibi vahy-i ilâhi de kalbe hayat bahşeder. 1badla murad; cümle kullardır. Onlardan di­lediğine vahyile melek gönderdiği kimselerle murad; enbiyayı izamdır. Binaenaleyh âyet-i celile;   nübüvvetin mevhibe-i ilâhiye olup kisible olmadığına ve enbiyanın birinci vazifeleri halkı şirk­ten korkutmakla tevhidi ilân etmek olduğuna ve vahyin ancak melekler vasıtasıyla geldiğine ve emre imtisal ve muharremattan ic-tinab etmek suretiyle ittikanm vacip olduğuna ve Allahü Tealâ di­lediği kulunu mansıb-ı nübüvvete ihtiyar edip hiç kimsenin müdahaleye hakkı olmadığına delâlet eder.            

Fahri Râzi ve Kazî'nin beyanları veçhile bu âyet; saâdet-i be-şeriyenin i'lâsı olan kemalât-ı nefsaniyeyi beyan etmiştir. Çünkü saâdet-i beşeriye; dörttür.

Birincisi; saâdet-i nefsaniyedir ki Allah'ın vahdani­yetini tetkik edip iman etmektir. Buna kelime-i tevhidiyle işaret olunmuştur ve kemâlât-ı insaniyenin a'lâsı da bu­dur.                                            

İkincisi; kuvve-i ameliyedir ki. insana lâzım olan-a'mâl-i saliha ve menhiyattan ictinabdır. Buna da em­riyle işaret olunmuştur. Bu iki şerefin cümlesine işaretle âyet-i celile insana lâzım olan kuvve-i nazariye ve ameliyeyi cernetmiş-tir. Binaenaleyh âyet-i celile; tekâlif-i ilâhiyenin icmalen cümlesi­ni câmi'dir.

Üçüncüsü; saâdet-i arıziyedir ki insanın âbâ' ve evlâdı tarafından nail olacağı şereftir.

Dördüncüsü; mal ve mansıp cihetinden arız olan saâdet-i munfasıladır. Nâsa tebliğde enbiya-yı izamın saâdet-i di-niyeyi takdim ettiklerinde bu âyette saâdet-i diniyeden, itikadiye olan tevhide ve ameliye olan ittikaya işaretle iktifa olunmuştur.

Vacip Tealâ birinci âyette nekaisten münezzeh olduğunu be­yanla icmalen tevhide işaretten sonra bu âyette sarahaten tevhidi beyan ve enbiya göndermekten maksat; tevhidin esrarını ta'lim olduğunu ve melâikenin gelmesiyle Resulullah'ın sair nâstan müm­taz bulunduğunu beyan buyurmuştur.

Nisâbûrî'nin (Ebu Ubeyde) hazretlerinden rivayeten beyanı­na nazaran bu âyette ruhla murad; Cibril-i   Emin'dir. Ve da olan manasınadır. Buna nazaran manâ-yı âyet': [Allahü Tealâ Cibril-i Emin'le beraber melekleri, benden başka ma'bud olmayıp ancak ma'budunbilhak ben oldu­ğumu halka ilân edin ve müşrikleri bununla korkutun emriyle kullarından dilediği kulunun üzerine inzal eder ve bazı esrarı vahyeder] demektir. Çünkü; Bedir vak'ası gibi vakayi-i mühim-mede Cibril-i Eminle beraber ehl-i İslama muavenet etmek üzere bir çok melekler geldiği gibi bundan evvel beyan olunduğu veç­hile İbrahim (A.S.) ı bir oğlanla tebşir ve Lût (A.S.) m kavmini ihlâk için Cibril-i Emin'le bazı melekler nazil olmuştur.

Hulâsa; Allah'ın emriyle dilediği ve nübüvvete ihtiyar buyur­duğu kulu üzerine meleklerin nazil olduğu ve enbiyanın bi'setin-defr-maksad-ı aslî; ilân-ı tevhid ve ittika ile emir olduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[2]

 

Vacip Tealâ tevhidi beyandan sonra tevhidin delillerini beyan etmek üzere buyuruyor. 

[Allahü Tealâ semâvât ve arzı hakka mukarin olarak halketti ve müşriklerin şirklerinden yüce oldu.]

Yani; Allahü Tealâ bu âlem-i mükevvenâtı şu görülen miktar ve cesamette, eşkâl ve elvanda, insanların menfaatlarma elverişli olarak yarattı ve müşriklerin isnad ettikleri şeylerin cümlesinden beri oldu.                

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet Allahü Tealâ'nm ecsama mugayir olduğuna delâlet eder. Çünkü; halikın mahlûkun cinsir den olması muhal olduğundan ecsamı halkeden halikın ecsam cir sinden olmayacağı tabiidir, ecsam mütenahi olduğu cihetle mifc tar-ı muayyen ve şekl-i mukannen üzere ta'yin ve tahsis elbett bir fâil-i muhtarın vücuduna muhtaçtır. İşte o da Halik Tealâ'dıı Binaenaleyh; halik mahlûk cinsinden olmaz.

Bu âyette demek; yerden ve gökten Al lahü Tealâ'ya şerik itikad ettikleri şeylerden âlî oldu   demektir

Bundan evvelki âyette putlar bize şefaat ede, diyenleri red için olduğundan tekrar yoktur. Zira; maksatlar baş­kadır.[3]                               

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine semâvâtı ve arzı icadıyla istidlal ettiği gibi eşref-i mahhlkat olan insanı icadıyla dahi istidlal etmek üzere buyuruyor.

[Allalıü Tealâ insanı nutfedeiı halketti. Bir de görüldü ki in­san Allahü Tealâ'ya açık bir husumet edicidir.]

Yani; Allahü Tealâ insanı hakîr ve tab'-ı selimin istikrah et­tiği meniden şu görülen ahsen-i suret ve âdel-i kamet üzere dira­yet, fetanetj akıl ve hüsn-ü tedbir sahibi olarak halketti. Binaen­aleyh; insana lâyık olan; kemâl-i itaat ve nimete şükürle halikın büyüklüğünü tasdik etmek iken bir de görülür ki insan hakla ba­tılı tefrik hususunda Vacip Tealâ'ya husumetle mücadele eder ve husumeti de meydandadır.

İnsan bedenle nefisten mürekkep olup Vacip Tealâ'mn vücu­duna her iki cüz'ü delil olduğuna bu âyette işaret vardır. Çünkü nutfeden halkolunmasıyla istidlal; Vacip Tealâ'mn vücuduna in­sanın bedeniyle istidlaldir ve husumet etmesiyle istidlal; insanın nefsiyle istidlaldir. Fahri Râzi ve Nisâbûrf de beyan olunduğu veç­hile bedenle istidlalin keyfiyeti olan nutfe; dördüncü hazımdan hasıldır. Zira; hayvanda ve bilhassa insanda etıbbanın beyanları veçhile hazım dörttür. Birincisi; hazm-ı midevîdir ki taamın midede hazmıdır. İkincisi; hazm-ı kebedîdiv ki taamın ciğerde ve böbreklerde hazmıdır. Üçüncüsü; hazm-t urukîdiv ki taamın damarlara ayrılan kısmının hazmıdır. Dör­düncüsü; hazm-ı bedenîdir ki taamın bedene ayrılan kıs­mının cevahir-i bedende hazmıdır. İşte şu dördüncü hazımda taam; ecza-yı bedene dağılınca bir cüz'ü de nutfeye ayrılır ve kuvve-i şehevaniyenin harekesiyle o nutfe bedenden ayrılınca erhâm-ı üm-mehata vasıl olur ve ana rahminde şu şekil üzere halkolunup in­san olması fâil-i muhtarın vücuduna ve ihtiyarına delâlet eder. Çünkü; nutfeden şekl-i ahar olması mümkünken bu suretin ihtiyar olunması elbette bir fâil-i muhtarın ihtiyarıyla olmasına delâlet eder. Nutfe hiss-i harekeden âri cemadat kabilinden olup şu şekil ve şu vaziyet üzere insanın hilkati halikının kemâline ve kudretine delâlet eder. Çünkü; şeklini ve vaziyetini nutfe muhafaza eden bir şey olmayıp akıcı bir şey olduğu halde şu şekli üzere insanın halko-lunması elbette kudret-i kâmile icabıdır.

Nefs-i insaniyeyle Vacip Tealâ'mn vücuduna istidlalin keyfi­yeti; insanın bidaye-i hilkatında ilim ve irfandan, menfaat ve ma­zarratı idrakten âciz olmasıdır. Çünkü; validesinden infisâl ettiğin­de insanın hali her hayvanın halinden aşağıdır. Hatta tavuğun pi­lici yumurtadan çıktığında kendine gıda olanı ve olmayanı, men­faat ve mazarratını, dostunu, düşmanını bilir. Halbuki insan hîn-i tevellüdünde bunlardan hiç birini bilmez. İşte böylece âciz olarak meydana geldiği halde ruh-u insanın terbiye ve tedriciyle her fü-nunu iktisab ederek erbab-ı ma'rifet ve fetanet sahibi olup her hayvanın fevkında bir müktesebat-ı ilmiye sahibi olması Vacip Tealâ'mn hikmetine muvafık terbiyesiyle olduğunda tereddüt yok­tur. Çünkü; fâil-i muhtarın ihtiyarıyla olmasaydı hayvanat-ı saire-nin bidaye-i hallerine nazaran nihaye-i halleri insandan daha ziya­de müdrik olmamaları lâzım gelirdi. Halbuki nefselemir bunun aksinedir. Zira insan; bidaye-i halinde cümle hayvandan aşağı ol­duğu halde tedriçle tekemmül ve cümlesine tefevvuk eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü; (Ubeyy b. Half) in bir çürümüş kemiği ele alıp huzur-u risalete gelmesi­dir. Çünkü; Resulullah insanların öldükten sonra kabirlerinden kalkacaklarını beyan edince (Übeyy) bir çürümüş kemiği alıp hu­zur-u risalete gelerek «Şu çürümüş kemiği kim ihya edebilir?» de­mesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Gerçi sebeb-i nüzul (Übeyy) in mücadelesiyse de cümle insanlara şamildir.

(Übeyy b. Half) ile Resulullah arasında cereyan eden müba-hase (Sure-i Yasin) de mufassalen beyan olunduğundan bu makam­da bu kadarla iktifa olundu.[4]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine delillerden semâvât ve arzın ve in­sanın İnikatlarını zikrettiği gibi mahlûkaat-ı saire içinde hayva­natı dahi zikretmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ deve, koyun ve sığır gibi hayvanatı sizin için halketti. Onların her birinde soğuğu defedecek libaslar ve kisveler ve sair menâfi' ki nesilleri ve sütleri, yoğurtları vardır ve o hay­vanatın nimetlerinden yersiniz.]

Yani; AUahü Tealâ'mn vücuduna ve vahdaniyetine delâlet eden; insanlarla ünsiyet eden hayvanat-ı ehliyedir. Zira; hayva-nat-ı ehliyeyi Allahü Tealâ sizin menfaatiniz için halketti. Çünkü; sizin için hayvanlarda sıcağı ve soğuğu def edecek onların yünün­den, kılından giyeceğiniz elbiseler, sütünden, yoğurdundan, nes­linden havaric-i'zaruriyenize müteallik menfaatlar vardır, O hay-'Vanın nimetlerinden vücudunuzun kıvamı, bünyenizin devamı ve emzicenizin kuvvetlenmesi için ekledersiniz. Halbuki insanları bu hayvanların menfaatlarma tahsis etmek mümkünken bilâkis hay­vanları insanların menfaatlarma tahsis etmek elbette fâil-i muhta­rın ihtiyarına, vahdaniyetine ve kudret-i kâmilesine delâlet eder.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran insanın ihtiyacı iki kısımdır. Birincisi: zaruri olan yenilecek, içilecek ve giyilecek şeylerdir.[5]

 

Vacip Tealâ insanın ihtiyacından ikinci kısmı  ki raruri olmayan şeylerdir, onları beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizin için hayvanatta akşam vakti hanenizin etrafına geldik­lerinde ve sabah vakti mer'aya gittiklerinde ziynet ve iftihar var­dır.]

[Ve o hayvanlara yüklerinizi yükletir, bir takım uzak belde­lere götürürsünüz ki o beldelere varamazsınız, ancak nefislerinizin meşakkatlarıyla varırsınız. Bu meşakkatlarınızı kaldırmak için Rabbiniz bu hayvanları size ihsan etti. Zira; Rabbiniz sizi meşak-katlardan esirger ve hayvanlara sizi bindirmek ve yükünüzü yük-letmekle merhamet eder.]

Yani; hayvanatın yününden ve kıllarından elbise yapmak, sü­tünden, yağından ve etinden yemek gibi şeylerle intifâ'ınız olduğu gibi hayvanatı, merada Allah'ın verdiği otları yiyip sütle dolmuş oldukları halde mer'adan akşam vakti rahat için evlerinizin etra­fına cemedip sabah vakti mer'aya salıverdiğiniz zamanda sizin için ziynet vardır. Zira; bu hayvanlar şu iki vakitte hanelerinizin etra­fında görenlerin gözlerinde size ziynet olduğu gibi sizin de kalp­lerinize rahat ve gözlerinize sürür olur ve nâs indinde hürmetiniz artar, hayvanatın menfaatinin pek büyüklerinden birisi de kendi beldenizden başka bir çok müşkülâtla varabileceğiniz uzak beldelere suhuletle varmak için yüklerinizi yükletir, götürür ve kolay­lıkla mesalihinizi tesviye edersiniz. İşte şu menafii te'min etmeniz için Allahü Tealâ size hayvanları halketti. Zira; Allahü Tealâ sizi meşakkattan esirger ve işlerinizi teshil etmekle merhamet buyu­rur.

Tefsir-i Hâzin ve Kazî'de beyan olunduğu veçhile her ne ka­dar hayvanatın sabah vakti mer'aya gitmesi, akşam vakti hane et­rafına gelmesinden mukaddemse de akşam vakti mer'adan karnı tok ve memeleri sütle dolu olarak nimetle avdet ettiklerinden hane etrafını ganimetle doldurup tezyin ettikleri için akşam vakti gel­dikleri takdim olunmuştur. Çünkü; sabah vakti mer'aya gitmekle hanenin etrafını boşalttıkları için akşam kadar ziynet veremezler.

Vacip Tealâ bu âyette hayvanatın menfaatlarinı beyanla in­sana nimetlerini saymakla insanın maişetinde idame-i hayatı he­men hayvana münhasır olmasına işaret etmiştir. Çünkü; Fahri Râ-zi'nin beyanı veçhile haraset ve ziraat ekseriyetle hayvanatla ol­duğundan hububatın kâffesi hayvanatın sa'y ü ameliyle olduğu gibi ticaret dahi hayvanatın ianesiyle hasıl olur. Zira; arabaların ve develerin nakliyata himmetleri malûmdur. Kezalik yağı, yü­nü, kılı, yavruları ve derileri insanın maişetini te'mine hadim ol­duğundan hemen insanın bütün maişeti bizzat ve bilvasıta hayva­nata münhasırdır. Gerçi tavuk, kaz, örnek ve av hayvanatı ve de­nizde balık gibi en'âmm gayrı hayvanlarda yemek ve sair menâfi' varsa da bunları yemek ve onlardan intifa' etmek meyveyle telez-züz gibi olup taayyüşün esasına taalluk etmediğinden Cenab-ı Hak bu âyette yani deve, sığır ye koyun gibi esasa mü­teallik olanları zikirle iktifa buyurmuş ve bu nimetlerin şükrünü eda lâzım olduğuna işaret etmiştir. Binaenaleyh;.Nimetullah Eten­di »Allahü Tealâ bu nimetleri insanın menâfiine hadim kıldı ki, in­san tekâlif-i ilâhiyeyi edaya müdavemet ve en a'lâ menazile terfi' eden hakayık-ı maarifi tahsile mülâzemetle bu nimetlerin şükrünü eda etsin, yoksa huzuzat-ı nefsaniyesine âlet kılmak için halkolun-mamıştır» demekle bu nimetlerin şükrü vacip, olduğunu te'yid et­miştir.

Hulâsa; hayvanat-ı ehliyenin yiyecek ve giyecek hususlarında insana bir çok menfaatları olduğu gibi sabah ve akşam vakitleri sahiplerine tezyinat ve yüklerini yükletip meşakkatla varılmak icabeden beldelere kolaylıkla varılmaya âlet ve Cenab-ı Hakkın bu gibi vasıtaları   halketmekle kullarını   meşakkattan kurtardığı cihetle ve bu nimetlerin kadrini bilip şükrü­nü eda vacip olduğu bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir.[6]

 

Vacip Tealâ hayvanattan intifâ'ı zaruri olanların menfaatla-rını beyandan sonra intifâ'ı zaruri olmayanların menfaatlarmı be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Sizin binmeniz ve ziynet kılmanız için Allahü Tealâ at, ester ve merkepleri halketti ve henüz sizin görmediğiniz ve bilmediğiniz bir çok şeyler halkeder ki onlara biner ve yüklerinizi yükletirsi­niz.]

Yani Allahü Tealâ yününden, sütünden ve etinden intifa' etti­ğiniz hayvanları halkettiği gibi sizin binmeniz için atları, katırları ve merkebleri dahi halketti. Onlara binmek ve yükünüzü yüklet­mek suretiyle mesalihinizi tesviye hususunda seyrüsefer edesiniz. Onları akran ve emsaliniz arasında size ziynet kıldı ve sizin bil­mediğiniz bir çok binitler dahi halkeder ki onlara binesiniz.  

Vacip Tealâ insanların henüz bilmedikleri bir çok binitler halkedeceğini bu âyette vaadetti ve zamanımızda bundan evvel bi­linmeyen bir çok binitler halketmesiyle âyette vuku bulan vaadi ilâhinin sırrı zuhur etti. Çünkü şimendiferler, otomobiller, bisiklet­ler, tayyareler ve saire gibi âletler gerçi insanların ferasetleri ve dirayetleriyle meydana gelmişse de o feraset ve dirayeti ve sair esbab-ı âlâtını halkeden Allahü Tealâ olduğu için bunların da cüm­lesi mahlûkat-ı ilâhiye cümlesindendir. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ insanların bilmediği bir çok şeyleri müs-temirren halkedeceğine işaret için istimrara delâlet eden muzari' sıygasıyla buyurmuştur.

Nisâbûrî, Medarik ve Kazî'nin beyanları veçhile İmam-ı A'zam Hazretleri atın eti haram olduğuna bu âyetle istidlal etmiştir. Çünkü; Cenab-ı Hak eti helâl olan hayvanatı zikirden sonra eti helâl olmayan katır ve merkeble beraber atı zikretmesi atın eti haram olmasına delâlet eder ve yemenin menfaati sair menfaat-lardan evlâ olduğundan eğer at etinin yenmesi helâl olsaydı binit­ten evvel yenmesini zikretmek lâzım gelirdi, fakat İmam-ı A'zam'-dan diğer bir rivayette atın ekli haram değil, mekruhtur ve İma-meyn ve Şafiî indinde mubahtır. Zira bu âyette zikrolunan şu üç hayvanın binit için halkolunduklarını beyan; menfaatlarından bi­rini beyan olduğu cihetle başka suretle intiâ'm cevazına mani de­ğildir. At, katır ve merkepten maksad-ı aslî; binit olup ziynet ona tebaan olduğu cihetle binit için halkolunduklaı ı takdim olunmuştur.[7]

 

Vacip Tealâ tevhidin delâilini beyandan sonra kâfirlerin küf­rü irtikâba ma'zeretleri kalmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Hakka îsâl eden tarik-i müstakimi beyan etmek AHahü Tealâ üzerinedir ve o tariktan bazısı çğridir.]

[Eğer dilemiş olsaydı AUahü Tealâ sizin cemimizi hidayette kılardı.]

Yani; Allahü Tealâ kullarının maişetlerini tedbir ettiği ve maişetlerine hadim olan hayvanat ve saire halkedip kendilerine muti' kıldığı gibi tedbire daha lâyık olan umur-u dinlerini dahi tedbir ettiğinden kullarını matluplarına îsâl edecek doğru yolu be­yan etmek fazl-ı ilâhi ve lutf-u sübhânî olarak Allahü Tealâ üze­rinedir. Binaenaleyh; onları tarik-ı müstakime irşad eder, doğru yolu gösterir, resulleri ve kitapları vasıtasıyla din-i hakka davet eder ki nâs için i'tizara mecal kalmasın ve tarikin bazısı haktan meyledici ve tarik-ı tevhidin haricidir ve insanlardan bir kısmı Al­lah'ın gösterdiği doğru yolu terkederek batılı irtikâb ederler. Va­cip Tealâ'nm doğru yolu gösterdikten sonra eğri yolu irtikâbeden-lerin «Biz bilemedik ve bulamadık» gibi i'tizara mecalleri olamaz. Zira; berahin-i kafiyeyle tarik-ı istikamet kendilerine gösterilmiş­tir. Eğer Allahü Tealâ cümlemizin hidayetini murad etmiş olsaydı cümlemizi hidayette kılardı ve lâkin nâstan iradesini doğru yola sarfedenleri hidayette kıldı, amma iradesini küfür ve dalâle sarfe-denleri hidayette kılmaz. Binaenaleyh; nâs esas itibarıyla ikiye münkasım olur ki birisi tarik-ı hidayeti ihtiyar edenler, diğeri ta­rik-ı dalâli irtikâb edenlerdir:

Tefsir-i Hâzin ve TaBerî'de beyan olunduğu veçhile kas-tussebille murad; din-i İslâm, ahkâm-ı serayı', feraiz ve bun­ları beyandır. Tarik-ı cairle murad; edyan-ı batıladır. Binaen­aleyh âyetin hulâsası; «Cenab-ı Hak din-i hak, ahkâmını ve fera-izini beyan ediyor ve lâkin nâsın gittikleri yolların bazısı batıldır ve taraf-ı ilâhiden butlanı beyan olunduğu halde insanların bir kıs­mı tarik-ı batıla sülük ederek doğru yoldan çıkarlar. Eğer Allahü Tealâ imana icbar etmiş olsaydı cemiinizi imana mecbur eder ve hidayette kılardı, lâkin mecbur etmedi)) demektir. Çünkü imanda muteber olan; ihtiyarîdir, icbârî değildir. Hatta kişinin mes'ûliye-tini icabeden ihtiyardır. Binaenaleyh; icbar üzere işlediği efâlin-den insan mes'ûl olmaz.

Hulâsa; Allahü Tealâ kullarına doğru yolu gösterdiği, tarikin bazısı eğri olduğu, doğru yol kendilerine gösterildikten sonra eğri yola gidenlerin mes'ûliyetine karşı ma'zur olmayacakları, Allahü Tealâ dilemiş olsa insanların cemiini hidayete icbar ederek cüm­lesini hidayette kılacağı ve lâkin icbar etmeyip herkesi ihtiyarına terkettiği bu âyetten niüstefad olan fevaid cümlesindendir.[8]

 

Vacip Tealâ hayvanat cihetinden insana ihsan ettiği nimetleri beyan ettiği gibi semadan inzal ettiği yağmurlar vasıtasıyla ihsan ettiği nimetleri dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kullarına doğru tariki beyan eden Allahü Tealâ şol zat-ı eceli ü a'lâdır ki sizin menfaatiniz için semadan yağmur suyunu inzal etti. O sudan bazısı içilir sudur \e bazısından ağaç hasıl olur. Siz o ağaçlıkta hayvanlarınızı güdersiniz.]

[O semadan inzal ettiği su sebebiyle Allahü Tealâ sizin için ekin, zeytin, hurma, üzümler ve her meyveden yemenize salih olanları bitirir.]                       

[İşte şu zikrolunan semadan suyun inzali ve o sudan ağaçlar bitip hayvanların yemesi ve bir çok meyvelerin hasıl olmasında tefekkür eden kavmiçin Allah'ın kudretine büyük alâmetler var­dır.]

Yani; bundan evvel beyan olunan nimetleri size halkeden Al­lahü Tealâ şol vâcibül vücut tur ki sizin için sema cihetinde olan buluttan menfaat ve maslahatınıza muvafık yağmur suyunu inzal etti. O sudan sizin için içilecek miktarı berrak safî su olur. Pınar­lardan kaynar, içersiniz ve o suyun bazısından ağaç hasıl olur, hay­vanatınızı otlatırsınız ki onlar meşe ve köknar gibi hayvanatın ye­mesine yarar ağaçlar dağlarda yağmur sularıyla meydana gelir. Koyunlar ve keçiler onlardan intifa' eder, Allahü Tealâ o yağmur sularıyla vücudunuzun kıvamı .ve bedeninizin takviyesi için arpa j ve buğday gibi hububatın envâ'ını sizin menfaatiniz için bitirir ve ondan ekmek ve sair nimetleri ittihaz edersiniz, ekmeğinize katık olmak için zeytin, hurma ve üzümler bitirir ki hem telezzüz eder hem de erzak ittihaz edersiniz, umur-u maişetinizi ikmâl için her nevi meyvelerden bitirir ki nimet-i ilâhiyenin kadrini bilip şük­rünü eda edesiniz. İşte şu ta'dad olunan nimetlerde Allah'ın kud­retine ve vahdaniyetine alâmât-ı azîme vardır ki. akıllarını lâyı­kıyla isti'mâl eden erbab-ı tefekkür için bunların her birinde fail-i muhtarın vücuduna vazıh deliller vardır. Çünkü; yere düşen bir taneden-bir çok çatallar meydana gelir, onların her biri ayrı ayrı yapraklar verir, türlü türlü çiçekler açar. Başaklar ve o başaklar­dan bir çok taneler hasıl olur. Kezalik sair meyvelerde ağaçların yapraklarının rengi asla çiçeklerinin renklerine benzemez, mey­venin rengi çiçek rengine hiç benzemez, her biri bir türlü renge ve şekle malik olur, bunların cümlesi saniin fâil-i muhtar ve kud-ret-i kâmile sahibi olduğuna delâlet eder. Zira; fâil-i muhtarın ih­tiyarıyla olduğuna her birinde binlerce delil vardır. Binaenaleyh; erbah-ı fikir tefekkür ettikçe halikının vücuduna istidlal ederek tabiat vasıtasıyla olmadığını bilir ve Allah'ın vermiş olduğu ni­metlerden intifa' etmek lâzım ve bu nimetlerle intifa' etmek için esbabına teşebbüs edip çalışmak-bir vazife-i diniye olduğunu idrak eder. Binaenaleyh; hem dinine, hem de dünyasına çalışır. Eğer ta-biiyyûnun dedikleri gibi tabiat vasıtasıyla olsaydı madde-i vahide-den hasıl olan şeylerin cümlesi bir şekil ve bir renk ve bir miktar üzere olur, ayrı ayrı olmazdı.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile hububat kıvam-ı bedene hadim ve hayat onunla kaim olduğundan hububata ait olan ekin, sair mey­veler üzerine takdim olunmuş ve zeytin ekmeğe katık olduğundan hububatın yanında zikrolunmuştur. Hurmayla üzüm hem gıda hem de telezzüz içindir. Cümle meyveler semeratta dahil olduğu halde ekin, üzüm, zeytin ve hurma şereflerine binaen ayrıca zikrolun-muşlardır. Çünkü; bunlar dünya nimetlerinin devamlısı ve âmme­ce makbul ve menfaatları umumidir. Her yerde herkes intifa ede­bilir. Meyvenin cemiini saymak pek uzun olacağından Cenab-ı Hak âyetin âhirinde mecmuuna icmalen işaret etmiştir.[9]

 

Vacip Tealâ hayvanat ve meyvelerden kudretine delâlet eden delilleri zikirden sonra vahdaniyetine delâlet eden bazı delil-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tcalâ sizin mesalih ve menafiinizi tesviye için geceyi, gündüzü, güneşi, ayı ve sair yıldızları emrine muti9 ve münkaad oldukları halde size onları hadim kıldı ki onların cümlesi taraf-ı ilâhiden sizin menfaatiniz için hazırlanmış ve her biri kudret-i ilâ­hiye tahtında makhurlardır. Binaenaleyh; Allahü Tealâ her birini kullarının menfaatında istihdam için istediği mahalle götürmüş ve ayrı vazifelere me'mur etmiştir ki hiç birisi vazifesi haricine çıka­maz, bunların her biri Allah'ın kullarına ihsanıdır ve bunlardan ibret almak lâzımdır. Zira; aklı olan kavmiçin bunların her birin­de Allah'ın kudretine alâmetler vardır.]

Beyzâvfnin beyanı veçhile bu âyet bundan evvelki âyetten neş'et eden bir suâle cevap olmak ihtimali vardır. Şöyle ki «Ne­batat; ecram-ı felekiye, gece ve gündüzün te'siriyle hasıl olur. Bi­naenaleyh; halikın vücuduna delâlet etmez» şeklinde varid olan suâle Cenab-ı Hak "Nebatat; halikın sun'uyla hasıldır. Ecram-ı ul-viyenin halkıyla değildir. Zira; ecram-ı ulviyenin te'siri farzolun-duğunda ecram-ı ulviye Allah'ın emrine muti' ve münkad ve onlar da vücutlarında Allah'ın halkına muhtaç olduklarından Vâcibül-vücut onları bu gibi hizmetlerde istihdam edip esbab-ı âdiye1 kıldığı cihetle nebatat halikının vücuduna delil olduğu gibi bunlar da sa-niin vücuduna birer burhan-ı kâfidir. Şu halde esbap ve müsebbe-bat cümlesi saniin sun'uyladır, başka bir şeyin te'siriyle değildim suretinde cevap vermiş ve ecram-ı ulviyenin, gece ve gündüzün delâleti ukuul-ü selime ashabına kâfi olup tefekküre muhtaç olma­dığına işaret için bunlarda âkil olan kavmiçin alâmetler olduğunu beyan etmiştir.[10]

 

Vacip Tealâ gece ve gündüzün ve âlem-i ulvîde bulunan ay, yıldız" ve güneşin emr-i ilâhiye ve cümlesi insanın menafime hadim olmak noktasından insana muti' olduklarını beyan ettiği gibi bun­lardan başka mahlûkatm dahi insana muti' olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yer yüzünde elvanı, eşkâli ve hey'eti muhtelif olduğu halde sizin mizacınıza ve taayyününüze muvafık halketmiş olduğu şey­lerin cümlesini Allahü Tealâ size muti' kıldı ve hu mahlûkatm cümlesinde düşünmek şanından olan kavmiçin Allah'ın kudretine delâlet eder alâmet-i azîme vardır.] Çünkü; otlar, ağaçlar ve hay­vanlar cümlesi insanların "menfaatma hazır ve her ne zaman ister­se insan istediği veçhile tasarruf eder, hiç birinden bir zerre bile muhalefet görmez.

İşte hilkatta, hey'ette, elvanda ve lezzette muhtelif, binlerce nev'i mevcut ve o kadar çokluğuyla hiç biri diğerine benzemez mahlûkatm madde-i asliyesi toprak olduğu halde kendileri gibi madde-i asliyesi toprak olan insanın menfaatma hadim olması ve cümlesi düşman bildikleri şeylere müdafaa ettikleri veyahut hiç olmazsa firar ettikleri halde hepsinin insana eli ve ayağı bağlı gibi inkıyad etmelerinde elbette düşünen kimseler için saniin kudreti­ne büyük alâmet vardır.

Tefsir-i Taberî ve Kazı'de beyan olunduğu veçhile manasınadır. leyi üzerine ma'tuf olduğun­dan manâsı nazım: Allahü Tealâ sizin için yeryüzünde halket-tiği bilûmum mahlûkaatmı size müsahhar kıldı) demektir.[11]

 

Vacip Tealâ gerek sema ve gerek arzda insana müsahhar kıldığı nimetlerini beyan ettiği gibi denizleri dahi müsahhar kıldığını ve denizde insanlar için halkettiği nimetleri dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Semada ve arzda olan mahlûkaatı size müsahhar kılan Allahü Tealâ şol zattır ki o zat-ı latîf denizden çıkan taze halik eti yeme­niz, inci, mercan v.s. gibi kıymettar ziynetleri denizden çıkarıp giymeniz için deryaları size müsahhar kıldı ve her veçhile tasar­rufa size kudret verdi, re'yinize muvafık emrinize âmâde kıldı.]

[Halbuki ey görmek şanından olan kimse! Sen denizde gemi­leri suyu yarar ve yürür görürsün ve o gemilerle istediğiniz metâ'-ımzı alır götürürsünüz, asla meşakkat çekmezsiniz ve Allah'ın faz­lından rızkınızı talehetmeniz için Allahü Tealâ bu nimetleri size verdi ve denizleri müsahhar kıldı.]

[Me'mûl ki siz Allah'ın nimetlerini görüp hukukunu edaya kıyamla o nimetlere şükredersiniz.]

Yani; gökte yıldızlan, yerde otları, ekinleri ve hayvanları size müsahhar kılan Allahü Tealâ taze balık eti yemeniz ve -takınaca­ğınız nimetleri denizden çıkarıp tezeyyün etmeniz için denizleri sizin tasarrufunuza elverişli ve size inkıyad edecek bir halde hal-ketti ve müsahhar kıldı, sen deryada gemileri suyu yarar gider görürsün ki gemi batmadığı gibi seyrinde dahi suûbet olmaz ve sizin deryada gemiyle seyrüsefer edip ticaret etmeniz ve Allah'ın fazlından rızkınızı istemeniz ve bu nimetlere şükretmeniz için Al­lahü Tealâ denizleri müsahhar kıldı.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile acı sudan taze ve gayet leziz balığı halketmek hallâkm fâil-i muhtar olmasına delâ­let eder. Çünkü; tabiatın işi olsaydı acı sudan çıkan balığın da acı olması lâzım gelirdi, yoksa acı suyun zıddına tatlı olmazdı.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile balık etinin tazesi gayet nafi' olup eskisi fesada sür'at ettiğinden tazesini almak lâzım olduğuna isaret için taze et manâsına varid olmuştur.

Ni'metler içinde me'kûlât kıvam-ı bedene taalluk ettiği cihet­le sair ni'metler üzerine mukaddem olduğu için denizden çıkan ve yenen ni'met yenmeyen ni'metler üzerine takdim olunmuş ve de­nizden çıkarılan inci mercan gibi ziynetler nisvana mahsus ise de nisvanın ziynetinden telezzüz edecek erkekler olduğu için hitap ri­cale olmak üzere varid olmuştur.

Yıldızların, nebatatın ve denizlerin müsahhar olmalarıyla murad; bunların insanın mesalihine muvafık intifâ'ına hazırlanmış olmasıdır. Yoksa akıl sahiplerinin itaatları gibi hakîkî itaat manâ­sına değildir. Zira; idrakleri olmadığı cihetle filhakika itaat ma­nâsına olan hakîkî teshir bunlarda tasavvur olunmaz. Binaenaleyh; bunların müsahhar olmaları yla murad; insanların menfaatlarına yarayışlı olmalarıdır.

Mevâhir ; geminin suyu yarmak suretiyle şada vererek yürümesidir. Taberî'de beyan olunduğuna nazaran mevâhir; bir rüzgârla geminin ileri ve geri gitmesi ve rüzgârın esmesiyle şada, vermesidir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ diğer ni'metlerini ta'-dadm akabinde şükrü zikretmediği halde denizin nimetlerini zikrin akabinde şükrü zikretmek deniz ni'metinin diğerlerinden daha kuvvetli ve büyük olduğuna işaret içindir. Zira; deniz nıehlekeden ibaret olduğu halde rızkın vüs'atma ve celbine ve maişetin suhu­letine sebep ve medar-ı külli kılmak mehlekeyi ayn-ı ni'met kılmak olduğu cihetle Cenab-ı Hak-âyetin âhirinde şükretmek lâzım oldu­ğuna işaret etmiştir. Çünkü; insan için nail olduğu ni'metin şük­rünü eda etmesi en mühim vazife-i diniyedendir. Zira şükrü eda olunmayan ni'met; daima zevale ma'ruzdur. Ni'metler içinde deniz ni'meti daha kuvvetli olduğuna işaret için deniz ni'metini beyan­dan sonra şükrü zikretmiştir.

Hulâsa; insanların taze balık eti yemeleri inci, mercan gibi ziynetler çıkarıp takınmaları ve Allah'ın fazlından deniz vasıtasıy­la rızıklarmı talebetmeleri için AUahü Tealâ'nın insanlara denizi müsahhar kıldığı ve insanlar için denizde sefer etmek ve deniz vasıtasıyla rızık esbabına tevessül eylemek vazife-i meşrua olduğu ve denizde suyu yarmak suretiyle geminin bir rüzgârla ileri geri gittiği görüldüğü ve bu ise Allah'ın'azametine delâlet eden delâil cümlesinden bulunduğu ve bu ni'metlere şükretmek insan için lâ­zım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[12]

 

Vacip Tealâ kullarına deryada halkettiği nimetlerden bazıla­rım beyandan sonra karada halkettiği ni'metlerden bazı âhan, be­yan etmek üzere buyuruyor.                                                                            

[Allahü Tealâ yeryüzüne   sabit ve yüksek   dağları koydu ki yeryüzü sizinle iki tarafa meyledip muztarip olmasın ve ziraatını-  \ za muvafık nehirler halkettik ki arazilerinizi sulayasınız, gidecek mahallerinize suhuletle vasıl olmak ve şaşmamak için yollar hal-ketti ki matlubunuza ihtida edesiniz. 1

[Ve yol üzerinde alâmetler halketti ki o alâmetlerle yolları­nızın doğru olduğunu istidlal edesiniz, gerek kara ve gerek denizde insanlar yıldızlarla yollarını doğrultmak sebebiyle ihtida ederler.]

Yani; Allahü Tealâ'nın kullarına bir çok ni'metleri vardır. Cümle-i ni'metlerinden birisi de dağlar halkolunmazdan evvel mü­teharrik ve muztarip olan arzın insanları rahatsız edecek derecede şiddetli harekesini kesmek ve insanları rahat ettirmek için arz üzerine yüksek ve sabit dağları koydu ki sizinle iki tarafa meyledip hareket etmesin ve dağların sikletiyle ve merkez tarafına meylet-mesiyle arz sükûnet bulsun ve insanlar rahat etsin ve arz üzerinde nehirler halkettik ki ihtiyaç zamanında arazinizi sulayasınız ve bol bol hasılat alasınız ve arz üzerinde Allahü Tealâ yollar halketti ki siz kolaylıkla matlubunuza vasıl olasınız ve yollarda alâmetler halketti ki yolunuzu şaşırmayasınız,. karada ve denizde geceleri in­sanlardan misafir olanlar ancak yıldızlarla yollarını bilirler. Bina­enaleyh; insanların ihtidası için yıldızlarını da halketti.

Beyzâvî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile arz üzerinde dağlar halkolunmazdan evvel arz küre-i hakîkiye olduğu cihetle su üze­rinde eflâkin harekesine müşabih bir hareketle hareket ederdi ve bu harekede şiddet olduğundan insanın rahatla iskânı kaabil de­ğildi. Cenab-ı Hak insanların makam olacağına binaen arz üzerin­de cesîm dağlar halketti ve dağların sikleti üzerine yüklenince ar­zın harekesi mecrâ-yı tabiîsinde bir hareket oldu ki sükûnete yakın bir hareket olduğundan insanın iskânına kaabil bir hale geldi. Zi­ra; insan hareketini hissedemediğinden istirahatına mani değil­dir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak insanlara ni'metini ta'dad sırasın­da hitabederek arz sizinle sallanmasın ve iki tarafa meyletmesin diye üzerine dağları koyduğunu bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; küre-i hakikiye olup her tarafa hareketi kaabil olan arz üzerine cesim dağlar konunca o dağlar merkez cihetine teveccühle arzı hareketten meneden, çivi mesabesinde olmuş ve arzın hareke­tini ta'dil etmiştir.    Dağların, arzın çivisi mesabesinde olduğunu

Cenab-ı Hak Sure-i Nebe'de âyetiyle sarahaten beyan buyurmuştur. Bunun misali; içi boş bir gemi deryaya indirildiğinde cüz'i bir sebeple her tarafı hareket eder ve karar edemez. Fakat üzerine yük yüklendikçe karar eder ve tam yükünü bulunca iki tarafa sallanmadığı gibi kaptan yol vermeyin­ce hareket bile etmez ve olduğu mahalde sebat eder ve rüzgârla cüz'i bir hareket ederse de o hareketi ekser-i evkatta içinde bulu­nan insanlar hissedemez bir halde olur. İşte arz; bidaye-i hilkatın-da derya üzerinde içi boş gemi mesabesinde olup dağlar üzerine yüklenince yüklü gemi gibi karar ettiğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Fahri Râzi ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile necimle murad; Ülker yıldızı veyahut Ferkddan yıldızı olduğunu beyan edenler varsa da esah olan mutlaka yıldızdır. Çünkü; der­yada ve karada seyrüsefer edenler yıldızların kâffesiyle yollarını doğrultabilirler ve hepsi daimi sefer edenlerin gidecekleri cihete istidlale kâfi olunca bu makamda yıldızlardan bazısına tahsis et­mekten umumuna teşmil etmek daha muvafıktır. Zira; yıldızların cümlesi bu hususta menîaattan hâli değildir. Şu halde.nazm-ı âyet; cümle yıldızlara şamildir.[13]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine delâlet eden delilleri- ve o delille­rin zımnında ni'metlerini beyan ettiği gibi Allah'ın gayrıya iba­detin batıl olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler şirkederler de düşünmezler mi mevcudatı halkeden Allahü Tealâ hiçbirşeyi halkedemeyen putlar gibi olur mu?]

[Şirkeder de halka kaadir olan Allahü Tealâ'ya halka kaadir olamayan âcizler müsavi olamayacağını düşünmez misiniz?]

Yani; ey kâfirler! Allah'ın vahdaniyetine ve kudretine delâ­let eden delilleri ve acaip ve garaibi görür de bu kadar mahlûkaatı halkeden Allahü Tealâ mahlûkattan hiç bir şeyi hatta bir zerreyi bile halketmeye kaadir olmayan putlar gibi olur mu? Ve halkeden halketmeyene benzer mi? Şirke devam eder de bunları düşünmez misiniz? İbadete her cihetden müstehak olan Allah'a ibadeti ter-keder de ibadete hiç istihkaakı olmayan putlara nasıl ibadet eder­siniz, bu delillere bakarak halikla mahlûk ve ibadete müstehak olan ma'bud-u hakîkiyle hiç müstehak olmayan putlar beynini ne­den tefrik etmezsiniz? Putlara ibadetinizin fasid ve mezhebinizin batıl olduğunu neden düşünmezsiniz? Halbuki sizin ibadet ettiği­niz taştan ve ağaçtan yapılma putların ibadete istihkakları olma­dığını edna tezekküre malik olan kimse bilir. Siz niçin bilmiyorsu­nuz? Zira; deliller hep meydanda olduğu için ziyade tetkike ihtiyaç yoktur. Hakla batıl cümlesi meydandadır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; yukarıdan beri âlem-i ul­vî ve âlem-i süfliden bir çok mahlûkat-ı acibeyi halkeden hallâka bunlardan hiç birini halka kaadir olmayan âcizlerin müsavi addo­lunmasını inkâr için sevkolunmuş ve bunu tezekkür etmeyen müş­rikler tevbih olunmuştur. HaIikla murad; Allahü Tealâ ol­duğu gibi halk etmekten âcizIerle murad; kâfir­lerin Allah'ın gayrı ibadet ettikleri ma'budlarıdır. Ve âciz putlar ilimden hâlî oldukları halde onlara ibadet eden müşriklerin itikad-ı batıllarına binaen ilim sahiplerinde isti'mâl olunan lafzıyla ta'bir olunmuştur. Çünkü; onlar putlara ibadet ettiler ve âlihe de­diler ve bu misilli itikadın   münker olduğuna   işaret için inkâra mevzii olan istifham-ı inkârı ile varid olmuştur.[14]

 

Vacip Tealâ müşriklerin mezheplerini iptal ettikten sonra ni'-"metinin çokluğunu beyanla batılı irtikâbedenleri tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Eğer Allah'ın ni'metlerini sayarsanız saymakla adedini zap­tedemezsiniz ve saydıkça sayısı çoğalır, tüketemezsiniz. Zira; Al­lahü Tealâ kullarının kusurunu affetmekle mağfiret eder ve ni'­metlerini ihsan etmekle merhamet buyurur.]

[Halbuki Allahü Tealâ sizin gizlediğiniz ve izhar ettiğiniz şeylerin cümlesini bilir.] Binaenaleyh; Allah'tan hiç bir şey saklayamazsınız.

Yani; bir çok ni'metlerini size ihsan eden Allahü Tealâ'ya na­sıl şirk edersiniz? Halbuki eğer Allah'ın size ihsan ettiği ni'metleri sayarsanız tüketemez ve adedini zaptedemezsiniz. Zira ni'met-i İlâ­hiye gayet çok olduğundan adedini sayı ihata edemez. Şu halde lâyıkı veçhile şükrünü eda edemezsiniz ve lâkin nimetin şükrünü eda edemediğinizden dolayı size azabetmez. Zira; Allahü Tealâ ni'metin şükrünü edada vaki olan kusurunuzu setreder ve şükrünü edada kusurunuz mukabilinde derhal azabetmemek ve rızkınızı kesmemekle size merhamet eyler. Halbuki Allahü Tealâ lisanınıza muhalif olarak kalbinizde gizlediğiniz esrarınızı ve kalbinize mu­vafık olmayarak lisanınızla söylediğiniz sözlerinizi bilir ve icabına göre cezanızı verir. Şu halde insan üzerine vacip olan; kalben, li-sanen, dahilî ve haricî hakka teveccüh etmektir. Zira; ne kadar ni'met mukabilinde şükrünü edaya çalışsa lâyıkı veçhüzere edası abdiçin mümkün değildir. Binaenaleyh abid; daima kusurunu iti­rafa mecburdur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Allah'ın vücud-u insanda halkettiği sıhhat-ı beden, afiyet, akl-ı selim, göz, kulak, ağız ve burun gibi ni'metlerin ve bunlarda olan fevaidin ta'dadı kaabil değildir, insanın bilmekten âciz olduğu ni'metler ve sair umur-u diniye ve dünyeviyeye müteallik ni'metlerin hesabı yoktur ve bu ni'metlerin herbirine şükretmek insan üzerine vaciptir ve lâkin bu vücubu yoluyla eda etmek mümkün olmadığından her za­man kusurdan hâlî olamaz. Lâkin bu misilli kusurlara karşı Ce-nab-ı Hak gafur ve rahim olduğunu beyan etmekle herkesin kusu­runu itirafla dergâh-ı ülûhiyete iltica etmesi lâzım olduğuna işa­ret etmiştir. Hafî ve celî şükredenleri ve etmeyenleri bildiğini be­yanla zat-ı ülûhiyetinin ibadete istihkaakmı beyanı te'kid etmiştir. Zira; ni'meti verenle vermeyen ve kullarının her hallerini bilenle bilmeyen bittabi' müsavi olamaz. Çünkü ma'bud# kendine ibadet eden kimsenin ibadetine mükâfa'ta ve ibadeti terkeden kimsenin terkinden dolayı mücazatına muktedir olmalıdır ki ibadet edenler müstefid, ibadet etmeyenler mutazarrır olsunlar.[15]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin mezheplerinin butlanını te'kid etmek üzere buyuruyor.

[Şol putlar ki müşrikler Allah'ın gayrı olarak onlara ibadet ederler. Onlar hiç bir şey halkedemezler. Halbuki kendileri mah­lûklardır.]

[Zira;   onlar hayat eseri olmadık bir takım ölü mesabesinde cemadattır.]

[Halbuki onlar ne zaman ba solunacaklarını bilmezler.]

Yani; müşriklerin Allah'ın gayrı ma'bud ittihaz ettikleri şey­lerin asla ibadete istihkakları yoktur. Zira; onlar mahlûkattan hiç­bir şeyi, hatta ufacık bir karıncayı bile halkedemezler. Halbuki kendileri Allah'ın mahlûklarıdır. Binaenaleyh; şerik olmaya liya-katları yoktur. Çünkü; mahlûk halika şerik' olamaz, müşriklerin ibadet ettikleri putlar ise cemadat kabilinden hayat eseri olmadık bir takım Ölülerdir, onlar ba'solunacakları zamanı bile bilmezler. Halbuki hayat ve idrak ma'budun şanıdır. Şu halde hayattan ve idrakten hâli olan şey ma'bud olamaz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile putların ibadet eden kâfirlerle muhakeme olup onlardan teberri etmek üzere kıyamette ba'solunacaklarma bu âyette işaret olunmuştur. Çünkü; ba'soluna­cakları zamanı bilmediklerini beyan etmek; «Ba'solunacaklar ve lâkin zamanını bilmezler» demektir. Yahut «putlar kendilerine ibadet eden müşriklerin ba'solunacakları zamanı bilmezler ki on­lara ceza olunacak zamanı bilsinler» demektir.[16]

 

Vacip Tealâ müşriklerin mezheb-i batıllarını beyan ettiği gibi tarik-ı hakkı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizin mabudunuz ma'bud-u vâhiddir.]

[Şol kimseler ki onlar âhirete iman etmezler. Kalpleri ma'bu-dun bir olduğunu inkâr eder. Halbuki onlar hakkı kabulden istik-bar ederler.]  Yani hakkı kabulden kendilerini büyük addederler.

[Şüphesiz   Allahü   Tealâ   onların   gizli ve aşikâr   amellerini bilir.]

[Zira; Allahü Tealâ kibredenleri sevmez.] Binaenaleyh; on­ların kibirleri Allah'ın kendilerine muhabbetine mani'dir.

Yani; siziicad ve yukarıdan beri ta'dad olunan nimetleri ihsan eden ma'budunuz bir ma'buddur ki o; ferd-i vâhiddir, şeriki ve na-ziri yoktur. Ey müşrikler! Sizin ibadet ettiğiniz putlarınız mütead­dittir. Binaenaleyh; onların ülûhiyete ve ibadete istihkakları yok­tur. Şu halde âhirete iman etmeyen kimselerin kalpleri vahdani­yeti inkâr ve hakkı kabulden kendi nefislerini büyük addederler. Şüphe yok ki Allahü Tealâ onların kalplerinde gizledikleri hakka buğzu ve resulüne adavetlerini ve zahirde, gösterdikleri temerrüt­lerini bilir, ona göre mücazat eder. Zira; Allahü Tealâ hakkı ka­bulden nefsini âlî addedenleri sevmez. Çünkü; onlar Vacip Tealâ'-ya mahsus olan kibrlyalık sıfatında iştirak etmek hülyasında bulundukları için Allah'ın muhabbetinden mahrum ve azabın eşed-dine müstehaklardır, Hakkın zuhurundan sonra küfrüzere ısrar; âhirete adem-i iman icabıdır. Eğer âhirete imanı olsa delâili tet­kikle hakkı arar ve kalbi de hakkı ikrar eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hak kâfirlerin küfre ısrar­larının üç sebebi olduğunu beyan etmiştir. Birincisi; âhi­rete iman etmemeleridir. Zira; âhirete iman etmeyen kimse dave­te icabet etmez ve söz dinlemez. Binaenaleyh; küfründe devam eder. İkincisi; kalplerinde hakkı inkâr etmeleridir. Üçüncüsü; hakkı kabulden istikbar etmeleridir. Şu halde kibirleri delâili tetkikle iman etmelerine mani olur. Kibir ve gu­rurun ve hakkı inkârın sebebi âhirete iman etmemek olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; kalplerinde inkârlarına ve kibirlerine âhi­rete iman etmemeleri delil olarak varid olmuştur ve takriri şöy­ledir : «Kâfirler hakkı inkâr ve kabulden istikbar ederler. Zira; onlar âhirete iman etmezler. Her kimse ki âhirete iman etmez. On­lar hakkı inkâr ve kabulden istikbar ederler. Binaenaleyh; kâfir­ler hakkı inkâr ve kabulden istikbar ederler» demektir. Çünkü âhi­rete iman; ümmülhasenattır. Âhirete iman; insanı ahlâk-ı haseneye sevk ve insafa davet ve hill ü hürmeti taharriye mecbur eder. Bi­naenaleyh âhirete iman; her iyiliğe vesile ve menşe'dir. Amma âhirete iman etmeyenlerin iyilikten sevap ümidi ve kötülükten ikab korkusu olmadığından her fenalığa cesaret eder. Şu halde âhirete adem-i iman her fenalığın mebdeidir ki Cenab-ı Hak bu âyette kalplerinin inkârını ve zahirlerinin istikbar mı âhirete iman etmemeleri üzerine tertibetmiştir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran Resulullah'm «Bir kimsenin kalbinde zerre kadar kibir olursa Cennet'e girmez» buyurduğunda huzur-u risalette bulunan bir zat «Yâ Rasulallah! Her şahıs libasının ve ayakkabısının güzel olmasını ister» deyince Rasulullah'm «Allahü Tealâ cemildir, cemali sever. Şu söylediğin şeyler cemal kabilinden sevilecek şeylerdir. Ancak kibir; haktan çıkmak ve hak olan şeye batıl demek ve hakkı kabulden temerrüd etmek ve kendinden başkalarını hakir görmektir» buyurduğu mervidir.[17]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetin delillerini beyandan sonra nübüvve­ti inkâr edenlerin şüphelerini izale etmek üzere buyuruyor.

[Müşriklere «Rabbiniz ne gibi şey inzal etti?» denildiğinde on­lar «Evvel geçen ümmetlerin yazdıkları yalan satırları inzal etti" derler.]

[Onlar kendi günahlarını yevm-i kıyamette kamilen götürinek için Kur'an'a evvelinin esatiri dediler.]

[Dahi şol kimselerin    günahlarını yüklenmek için    Kur'an'a esatir dediler ki onları rücsa bigayrıilmin idlâl ettiler.]

[Agâh olun ki onların götürecekleri günahları ne fena günah oldu.]

Yani; Mekke civarında Resulullah'ı zem ve iman edecekleri imandan menetmek için yollar üzerine oturan müşriklere hariçten gelen huccac tarafından «Rabbiniz size ne inzal etti?» denildiğinde onlar cevapta «Geçmiş ümmetlerin kitaplarına yazdıkları yalanları inzal etti» derler ve Kur'an'a yalan dediklerinin akıbeti; onlar ir-tikâbettikleri küfürlerinin günahını yevm-i kıyamette kamilen gö­türmektir ve bigayrıilmin idlâl ettikleri kimselerin veballerini dahi götürmek için Kur'an'a esâtîr dediler. Şu halde uyanık olun, gaf­let etmeyin ki bunların götürdükleri günahlar ne çirkin oldu. Çünkü; hem kendi günahları, hem de idlâl ettikleri kimselerin gü­nahlarının birer mislini götürecekleri cihetle iki kat vebal götüre­cekleri için elbette günahları pek fenadır.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile müşriklerin dünyada gördükleri musibet ve belâ günahlarına kefaret olmayıp âhirette günahlarının ukubetlerini tamamen göreceklerine işaret için yevm-i kıyamette vizirlerini kamilen götürecekleri beyan olunmuştur. Şu halde Fahri Râzi'nin beyanı veçhile dünyada müminlerin gördük­leri musibet bazı günahlarına kefaret olacağına bu âyet delâlet eder. Çünkü; eğer kefaret olmayıp da müminler de tamamen ve­ballerini yüklenecek olsalardı bu âyette tamamen yüklenmek kâ­firlere tahsis olunmazdı. Halbuki vizirlerini tamamen yüklenmek kâfirlere tahsis olunmuştur.

Reis olan kâfirler idlâl ettikleri etbâ'larının günahlarının mis­lini götüreceklerinden tâbi'lerinin günahlarının bazısını almış ol­mazlar. Zira; idlâl ettikleri dâllin günahı neyse onun bir mislini alacakları cihetle dâllin günahı noksan olmadığı gibi azabı da tah­fif olmaz ve idlâl edenler de idlâlleri mukabilinde idlâl ettikleri kimselerin günahlarının mislini aldıklarından aharın vizrini yük­lenmiş olmazlar. Binaenaleyh; kendi dalâletleri ve aharı idlâlleri her ikisi de kendi cürüm ve cinayetleridir. Aharın cürmü değil ki ya, yani «Bir günahkâr aharın günahını götürmez» âyetine muhalif olsun.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile bu âyet, gerçi nübüvvette şüphe edenlerin şüphelerini izale için varid olmuşsa da şüpheleri inat ve mükâbereden ibaret olduğu için cevapta tehdidle iktifa olunmuş­tur. Çünkü; Kur'an'a muârazadan âciz olmalarıyla Resulullah'ın nübüvveti sabit olduğundan bu acizlerinin tahakkukundan sonra itirazları inattan başka -bir şey olmadığı cihetle onlara cevap ve tehdidden başka bir şey olamaz. Zira; her neyle cevap verilse inat­larında ısrar edecekleri cihetle onlar için dünyada kılıçtan, âhiret­te azaptan başka bir şey kalmamıştır. «Rabbiniz ne inzal etti?» su­âlini irad edenler; müşriklerdir. Zira; müşriklerin bazısı bazısına alâtarikılistihza suâl etmişlerdir denilmişse de esah olan etraftan gelen kafileleri imandan menetmek için Mekke yollarına oturan­lara hariçten gelenler suâl ederler ve onlar da Kur'an'm yalan ol­duğunu söylerlerdi.. Şu halde suâl edenler hacc için etraftan gelenlerdir,   cevap   verenler de Mekke   yollarına ahaliyi   imandan menetmek için me'mur olarak oturanlardır.[18]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin dünyada halleri Kur'an'a esatîrülevve-lîn demek ve âhirete tamamen günahlarını götürmek olduğunu beyan ettiği gibi ehl-i hakka buğzedenlerin akıbetleri helak oldu­ğunu beyanla ehl-i hakka hile etmek fikrinde olanları tehdid et­mek üzere buyuruyor.

[Kureyş kabilesinden evvel geçen kimseler muhakkak resul­lerine hile ettiler.]

[Onlar hile edince evlerini    temellerinden yıkmak üzere Al­lah'ın emri geldi.]

[Onların üstünden damları kendi üzerlerine göçtü, yıkıldı.]

[Bilmedikleri cihetten onlara azab-i ilâhi geldi.]

Yani; ehl-i hakka ve bilhassa enbiya-yı izama itiraz etmek Kureyş kabilesine mahsus bir hal değildir. Çürikü; Kureyş'ten ev­vel geçmiş olan kimseler resullerine itirazla bir takım hileye cür'et ettiler. Onlar hakka itiraz edince onların hanelerini temelinden vıkmak ve kendilerini helak etmek üzere emr-i ilâhi geldi ve onlar evlerinde sakin oldukları bir zamanda üst taraflarından evlerinin damları kendi üzerlerine yıkıldı ve bilmedikleri cihetten azap gel­di, haberleri olmadan helak oldular.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyet-i celüe ehl-i hakka hileyle adavet eden her kavme şamildir. Zira; hakka karşı hilekârlığı âdet eden milletlerin kâffesi helak olmuş ve memleket­lerinin altı üstüne çevrilmiş ve haneleri esasından yıkılmış, eser­leri kalmamıştır, bunlar âlemde çok defa görülmüş, inkârı gayr-ı kaabil hakikatlardandır. Amma basireti bağlanmış, kalbi hakka karşı adavetle dolmuş olan cahiller bu gibi vukuatları icabat-ı za­mandan addeder, maneviyattan bilmez, bu ise eser-i cehalettir.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyette evvel geçenler le murad; Babil ahalisi ve bilhassa o zamanda dün­yanın en büyük hükümdarlarından olan (Nemrud b. Ken'an) ve onun etbâ'ıdır. Çünkü Nemrud; İbrahim (A.S.) zamanında dünya­nın en birinci cebabiresindendi. Binaenaleyh; hakkı kabul etmez, doğru sözü dinlemez, daima ehl-i hakka hileyle adavet ederdi ve İbrahim (A.S.) ı ateşe misafir verinceye kadar zulmü uzattı. Nem-rud'un hakka karşı itirazlarından birisi de ehl-i sema ile mukatele etmek üzere beş bin arşın irtifâ'ında bir saray yaptı ve onda rasat­haneler tertibetti ki tarassut edip ehl-i semanın ahvaline muttali olacak ve icabında muharebe edecek. İşte Nemrud bu hülyalarla uğraştığı sırada Allahü Tealâ şiddetli bir rüzgârla Nemrud'u ve etbâ'mı sarayın içinde oldukları halde sarayı temelinden tahriple helak etti ve o günün şiddetinden hariçde kalan ahali lisan-ı asli­lerini şaşırıp her biri bir türlü lisanla meramlarını ifade etmeye başladılar. Hatta her biri diğerine meramını anlatmaktan âciz kal­dıklarından bir çokları dağılıp dünyanın bir çok mahallerinde birer kabile teşkil ettikleri mervidir.

Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile hanelerinin içinde olduk­ları halde helak olduklarını tasrih için kelimesiyle üzer­lerine yıkıldığı sarahaten zikrolunmuştur. Çünkü; bu gibi hileye teşebbüs edenlerin hilelerine kendileri düşeceklerine dair bir çok âyât-ı kerime ve ahadis-i nebeviye vardır ve bu^manâyı müfid ola­rak Araplar derler ki «Kendi kardeşine kuyu kazan kimse o kuyuya kendi yüzü üstüne düşen» demektir. İşte Kur'an'da bu gibi vukuatı beyan; kullarına ibret ve hakka karşı adavetin akıbeti her zaman felâket olduğunu bejranla Cenab-ı Hak kullarını insafa davet etmiştir.

Hulâsa; hakka karşı hile yapanların evlerinin temelinden yı­kılıp damları üzerlerine çökerek helak oldukları ve zannetmedik­leri yerden azap geldiği ve hilekârların akıbetleri her zaman azap olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[19]

 

Vacip Tealâ hakka karşı hilekârların dünyada helaklerini be­yandan sonra âhirette azapla beraber rüsvâ olacaklarını dahi be yan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Teala dünyada onları ihlâk ettikten sonra yevm-i kı­yamette de rüsvâ eder.] Binaenaleyh; azapla beraber âleme karşı hacîl olurlar.

[Ve Allahü Tealâ müşriklere hitaben «Nerededir benim şol şeriklerim ki onlar hakkında siz ehl-i hakka adavet edersiniz» de­mekle onları tevbih eder.]

Yani; hilekârları Allahü Tealâ dünyada ihlâk ettiği gibi yevm-i kıyamette dahi onları rüsvâ eder ve der ki «Ey müşrikler! Nere­dedir benim şeriklerim? Siz onlar hakkında dünyada ehl-i hakka karşı adavet ve putlarınızın bana şerik olduklarını itikad ve onları himaye etmek üzere ehl-i imanla münazaa ve putlarınıza ibadet et­mediklerinden dolayı onlara adavet ederdiniz. Şu halde çağırın o putları, gelsinler yardım etsinler size» demekle müşrikleri tekdir eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu ve bunun emsali âyetlerde Al-lahü Tealâ'nm putlara «Benim şeriklerim» demekle nefsine muzaf kılması istihza içindir, yoksa nefsine izafet hakîkî değildir, belki kâfirlerin itikadlarım hikâyedir. Çünkü izafet-i hakikiye; nefsinde putların şerik olmalarını icabeder. Bu ise muhaldir ve ehl-i imana putlar hakkında adavetleri ehl-i imanın putlara sebbetmelerinden ve ma'bud tanımamalarından neş'et eder. Zira; her müşrik herke­sin kendi gibi putlara ibadet etmesini istediğinden ibadet etmeyen­lere bittabi' adavet eder.[20]

 

Vacip Tealâ yevm-i kıyamette kâfirlere azapla ihanet edece­ğini ve zat-ı ülûhiyetine şerik itikad ettikleri putların nerede ol­duklarını tevbih tarikıyla suâl edeceğini beyandan sonra bu misilli âsîlerin âlimleri tarafından söylenecek sözleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kendilerine ilim verilen ehl-i ilim kâfirlerin azaplarını gö­rünce derler ki »Bugün rüsvalık ve kötü azap şol kâfirler üzerine­dir ki onlar nefislerine zulmedici oldukları halde melekler ruhla­rını kabzettiler ki tevbeye muvaffak olmadan âhirete gittiler». Bi­naenaleyh; onlar için azaptan başka bir şey olmadığını beyan ederler.]

[Onlar azabı görünce ortaya müsalemet korlar ve dünyadaki kibr ü gururu terkederek itaata başlarlar ve derler ki «Biz dünya­da kötü amel işlemedik.»] Bu sözleriyle işledikleri günahlardan teberri etmek isterler.

[Onların bu inkârlarına karşı taraf-ı İlâhiden denilir ki «Sizin inkârınızda fayda yoktur. Zira; Allahü Tealâ sizin amelinizi bilir ve muktezasına göre size ceza verir.]

Yani; kâfirler kıyamette rüsvâ olunca onları dünyada hakka davet eden enbiya ve ulema derler ki «Bugün rüsvalık ve azabın pek kötüsü şol kâfirler üzerinedir ki onlar küfrü ve envâ'-ı cina­yeti irtikâpla nefsine zulmeder oldukları halde insanların ervahını kabza müekkel olan melekler onların ruhlarını kabızla vefat etti­rirler ve kâfirler üzerine azap nazil olunca onlar itaat ve inkıyad. ettiklerini ortaya korlar ve «Biz kötü amel işleyen olmadık, itaat ettik» demekle beraet etmek istemeleri üzerine Allahü Tealâ ta­rafından «Sizin kötü amel işlemedik demenizde fayda yoktur. Zira; Allahü Tealâ sizin işlediğiniz amelin cümlesini bilir ve icabına gö­re ceza verir. Şu halde inkârınızda fayda yoktur» denilmek sure­tiyle inkârlarını reddettiler.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile ulemanın şu sözleri kâ­firlerin azaplarını tezyid ve ihanetlerini tespit ve onlara şematet-lerini izhar içindir. Çünkü; dünyada onlar hakka davet ettiklerinde istihza ve kibr ü gururla karşılar, icabet etmez ve envâ'-ı ezayı reva görürlerdi. İşte ceza amel cinsinden denildiği gibi kâfirlerin dünyadaki kibirlerine mukabil âhirette zelil olacaklarını, enbiya ve ulemayı istihzalarına mukabil enbiya, ulema ve müminlerin on­lara karşı şematet izhar edeceklerini ve ehl-i hakka reva gördükleri ezalara mukabil ihanet göreceklerini Kur'an'da kullarına beyanla Cenab-ı Hak lütfetmiş ve bu gibi ihanetten hazer etmek lâzım ol­duğunu kullarına tavsiye buyurmuştur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlerin ilka ettikleri seIemle murad; selâm ve imandır. İslâm olmalarını istedikleri za­man halet-i nez'dir. Çünkü; rurj boğazına geldiğinde azabı müşa­hede edince her âsî nedamet ettiği gibi kâfir de iman etmek ister ve lâkin hal-i yeiste iman makbul değildir ve yevm-i kıyamette dahi iman etmek isteyeceklerini ve fena amel işlemediklerini beyan edeceklerini ve sözlerini redle tekzib olunacaklarım bu âyette Cenab-ı Hak beyanla kullarını intibaha davet etmiştir.

Âhirette yalanı tecviz etmeyenler bunların «Biz kötü amel iş­lemedik" dediklerini şöyle tevcih ederler. Yani «Kendi zu'mumuz ve itikadımızca biz kötülük etmedik" demektir.[21]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin âhirette rüsvâ olacaklarını beyan ettiği gibi dahil olacakları mekânlarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kıyamette kâfirler rüsvâ olup, ehl-i ilim tarafından da rüs­valık ve kötü azap onlar üzerine olduğu söylenip onların kötü amellerini inkârları üzerine taraf-ı ilâhiden bu sözleri reddolunun-ca Cenab-ı Hak tarafından kâfirlere hitaben «Ebeden Cehennem içinde kalıcı olduğunuz halde girin Cehennem'in kapılarından» de­nilir ki herkes küfrünün ve günahının nev'ine göre hazırlanan ka­pıdan gireceğine işaret olunur. Bu minval üzere kahr-ı ilâhi ve ga-zab-ı sübhânî zuhur edince hakkı kabulden tekebbür edenlerin ma­kamları olan Cehennem ne çirkin oldu.] Çünkü; azab-ı elîm içinde ebeden kalmak elbette kötüdür.

Bu âyet; Cehennem'in müteaddid tabakaları olduğuna delâlet eder. Zira müteaddid kapılar; müteaddid derekeler olduğuna de­lildir. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kıyamette cereyan ede­cek ahvâl üzerine şu kahrıâmiz hitabın geleceğine ve azap üzerine azap olacağına işaret için lafzıyla varid ol­muştur.

 

Vacip Tealâ; «Rabbiniz ne inzal etti?» suâline esatîrülevvelîn demekle cevap verenler kendilerinin vizrini ve idlâl ettikleri kim­selerin veballerinin mislini götüreceklerini ve zalim oldukları halde ruhlarının kabzolunduğunda âhirette imanı kabul edeceklerse de kabul olunmayıp «Girin Cehennemin kapısından» denileceğini beyan ettiği gibi «Rabbiniz ne inzal etti?» suâline «Hayır inzal etti» şeklinde cevap verenlerin ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Muharremattan içtinapla nefislerini muhafaza eden kimse­lere «Rabbiniz ne şey inzal etti?» denildiğinde onlar «Hayır inzal etti» derler.]

[Şu dünyada Kurana iman ve ahkâmiyla amel etmek sure­tiyle ihsan eden kimseler için mükâfât-ı dünyeviye ve sevap var­dır.]

[Ve elbette dar-ı âh i re td e hazırlanan ni'metler, dünyada ve­rilen haseneden daha hayırlıdır.]

[Ve müttekîlerin makam olan dar-ı Cennet ne güzel oldu.]

Yani; haramdan sakınmakla nefsini mehlekeden muhafaza eden kimselere «Rabbiniz sizin ahvalinizi ıslah için resulünüze ne gibi şey inzal etti?» diyerek vâki olan suâle cevapta müttekiler kemâl-i meserret ve memnuniyetle «Rabbimiz nebimize hayr-ı mahz inzal etti» demekle cevap verirler, Kur'an'ın ve ahkâmının hayır olduğunu beyan ederler. Şu dünyada Kur'an'ın emrine im­tisal ve nehyinden içtinapla amel-i salih işlemek suretiyle ihsan eden kimseler için sevap, güzel rızk, ilm-i ledünnî, fütuhat ve nusret vardır; elbette dar-ı âhirette hazırlanan nimetler, bu dünyada verilen nimetlerden daha hayırlıdır. Şirkten ve sair günahlardan ittika eden müminlerin makamları olan Cennet ne güzel oldu.

Nisâbûrî ve Fahri Râzi'nin beyanları veçhile bu âyette it­tika ile murad; haram olan şeylerin küllisinden ictinab etmek ve vâcibatın cemiini işlemektir. İhsanla murad; ibadette ih­sandır. Kasene yle murad; dünyada ihsan sahiplerine emsal­leri tarafından meth ü sena ve düşman üzerine galebe, feth-i bilâd, emval-i ganimet, bol rızık ve sair ni'metlerdir. Âhirette : İhsan mu­kabili hasene birden ona, ondan yüze ve yüzden yedi yüze kadar sevaptır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile şu suâle cevap verenler müminler­dir. Çünkü; yukarıda beyan olunduğu veçhile hacc mevsiminde et­raftan gelen kafile müşriklere sorduklarında «Esâtîrülevvelîn» de­mekle cevap verirler ve müminlere sorduklarında «Rabbimiz hayır inzal etti» demekle cevap verdiklerini Vacip Tealâ bu âyetle be­yan etti.[22]

 

Vacip Tealâ müttekilerin makamlarını icmalen beyandan son­ra ehl-i takvanın makamlarını ve nail olacakları nimetleri tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i ittikanın nail olacakları makam; ikamete lâyık cennet­lerdir ki o cennetlerin altından nehirler akar olduğu halde müt-tekiler o cennetlere girerler ve onlar için cennette istedikleri her nimetler vardır.]

[İşte böylece ni'metleriyle Allahü Tealâ şol müttekileri cezalandırır ki onlar küfürden ve sair günahtan tayyib ve tahir olduk­ları halde melekler onların ruhlarını kabzederler.]

[Melekler müttekilerin ruhlarını kabzedecekleri zaman mü­minleri tebşir suretiyle derler ki «Ey umum belâya sabredip iba-dâtla mevlâsina yol bulan müttekiler! Bütün musibet ve meşakkat-lardan selâmet sizin üzerinizedir, işlediğiniz amelleriniz sebebiyle Cennet'e girin ve derecelerine nail olun.»] Bu sözleriyle ehl-i ima: nı tebşir ederler.

Cennetle murad; mahud Cennet ve Cennefin bağlan ve bostanlarııdr. Adinle murad; mahall-i ikamettir. Yani mütte­kilerin âhirette ikamet edecekleri mahalleri bağlar ve bostanlarla doludur ve bağın letafetini getiren akar ırmaklar da vardır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile insanın her arzu ettiği şeyin ancak Cennet'te bulunacağına âyet delâlet eder. Zira yi tak­dim; hasra delâlet ettiği gibi de bulunan lâfzı da umuma delâlet ettiğinden her arzu edilen şeyin ancak Cennet'te olacağına delâlet eder.

Ehl-i narın nefislerine zulmederek vefat edip nar-ı Cahime müstehak oldukları gibi ehl-i Cennet de küfürden ve sair maâsîden tahir olarak vefat edip Cennet'e müstehak olduklarına âyet delâlet eder. Binaenaleyh Cennet'e girmenin şartı; küfürden pâk olmak olduğuna dahi delâlet eder. Çünkü; küfrüzere vefat eden kimsenin Cehennem'de ebedî kalacağına ve Cennet'ten bilkülliye mahrum olacağına nusus-u kat'iyey-i saire Kur'an'm müteaddid mevkilerin­de mevcuttur ve ehl-i Cennefin cemi-i Afattan selâmetleri devam üzere olacağına işaret için devama delâlet eden cümle-i ismiyeyle varid olmuş ve Cennet'te derecata nail olmak gü­zel amel sebebiyle olacağına binaen amelleri sebebiyle dahil olma­ları emrolunacağı beyan olunmuştur.

Hulâsa; müttekilerin mahall-i ikametleri altından nehirler ce­reyan eden cennetler olduğu, onlar için Cennet'te her istedikleri mevcut bulunduğu, küfürden ve sair günahlardan tayyib olarak; vefat eden müttekileri Allahü Tealâ'mn böyle ni'metlerle cezalan­dırdığı ve meleklerin ehl-i Gennet'i selâmetle tebşir edip »Amel­leriniz sebebiyle girin Cennet'e» diyecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[23]

 

Vacip Tealâ nübüvveti inkâr ve. ikrar edenlerin hallerini be­yandan sonra nübüvveti inkâr edenlerin bazı şüphelerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler gözlemezler, ancak taraf-ı İlâhiden meleklerin gel­melerini veyahut Rabbin Tealâ'mn emrinin gelmesini gözlerler.]

[Habibim! Senin kavminden evvel geçenlerin halleri de bun­lar gibiydi ki onlar melek gelmesini veyahut emr-i ilâhinin gelme­sini gözlediler.]

[Halbuki Allahü Tealâ onlara zulmetmedi ve lâkin onlar kendi nefslerine zulmeder oldular.]

[Binaenaleyh; onlara kendi amellerinin azabı isabet etti.]

[Resullerini ve tarik-ı hakka sevkeden ulemayı istihzalarının şeameti onların her taraflarını ihata etti.]

Yani; Fahri Kâinat'm nübüvvetini inkâr eden müşrikler ke-mâl-i inat ve kibr ü gururlarından hiç bir şeye intizar etmezler, illâ ruhlarını kabza müvekkel olan meleklerin gelip ruhlarını kab-zetmelerine veyahut azab-ı ilâhiye dair emr-i ilâhinin gelmesine ve kendilerinin Ölümlerine veya muazzap olmalarına intizar ederler. Binaenaleyh; bunlardan birisi gelmedikçe iman etmezler. Amma gerek ervahı kabza me'mur olan melekler ve gerek, azab-ı ilâhiye dair emir gelip azabı muayene edince iman etmek isterler ve lâkin o vakitte iman makbul değildir. Meleğin veya azaba dair emr-i ilâ­hinin gelmesini beklemek bunlara mahsus bir hal değildir. Zira; bunlardan evvel geçen milletlerin halleri dahi bunlar gibi küfür ve sair günahlara ısrarla iman etmemekti. Halbuki onlara azabet-mekle Cenab-ı Hak zulmetmedi, velâkin onlar küfrü ve envâ'-ı ci­nayeti işlemekle nefislerine zulmettiler. Enbiyanın nasihatlarım dinleyip davetlerine icabet etmediler ve nefislerini mehlekeye at­tılar. Binaenaleyh; kendi amellerinin ukuubatı onlara isabet ve ru-sül-ü kiramı istihzalarının cezası onları ihata etti. Şu halde azap­tan halas olmak imkânı kalmadı.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette emr-i ilâhi yle murad; dünyada onlara azabın gelmesi ve helak olmalarına dair emir veyahut kıyamete dair emirdir. «Müşriklerin halleri şu beyan olunan iki şeyden birinin gelmesine intizar etmektir» demek; «Bu iki şeyden biri gelmedikçe iman etmezler ve bu ikiden birisi gelip azabı müşahede edince iman ederler ve lâkin fayda etmez» de­mektir.

Hulâsa; müşriklerin ruhlarının kabzına me'mur olan melek­lerin veya azaplarına dair emrin gelmesine intizar ettikleri, bu iki emirden birine intizar bunlara mahsus olmayıp bunlardan evvel geçen milletlerin halleri de böyle olduğu, Allahü Tealâ onlara zulmetmeyip ancak onların kendilerine zulmettikleri, amellerinin ukuubeti kendilerine isabet ettiği, ehl-i hakkı istihzalarının cezası onları ihata eylediği, halleri ve sıfatları böyle olan kimselerin akı­betleri her zaman böyle olacağı bu âyetten müstefad olan feyaid cümlesindendir.[24]

 

Vacip Tealâ nübüvveti inkâr eden kâfirlerin sözlerinden bazı­larını beyandan sonra bazı aharı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ve sirkeden şol kimseler dediler ki «Eğer Allahü Tealâ dile­miş olsaydı biz ve bizim babalarımız Allah'ın dûnunda bir şeye ibadet etmezdik ve Allah'ın dûnunda hiç bir şeyi haram kılmaz­dık.»]

[Şu müşriklerin dedikleri gibi bunlardan evvel geçen millet­ler de böyle dediler ve Öylece işlediler.]

[Rusül-ü kiram üzerine olmadı, illâ ahkâm-ı şer'iyeyi açık bir surette ümmetlerine tebliğ etmek vacip oldu.]

Yani; nübüvveti tasdik etmeyen müşrikler istihza tarikiyle dediler ki «Allahü Tealâ bizim ve babalarımızın imanını murad etmedi. Eğer Allahü Tealâ bizim ve babalarımızın imanını murad etmiş olsaydı biz ve babalarımız Allah'ın gayrı putlara ve sair eş­yadan hiç bir şeye ibadet etmezdik, halbuki ibadet ediyoruz. Şu halde resul göndermekte asla fayda yoktur. Çünkü; her şey onun iradesiyle olduğundan resul göndermeye ihtiyaç yoktur. Zira; hük­mü kafidir, murad ettiği şey elbette olur ve eğer Allahü Tealâ murad etmiş olsaydı bizim zaman-ı cahiliyede nefsimize haram kıldığımız şeylerden Allah'ın dûnunda hiç bir şeyi haram kılmaz­dık, halbuki bir çok şeyleri haram kıldık» demekle evham ve ha­yallerine ittibâ' ederek vâhî delillerle istidlal ettiler ve bunların istidlalleri gibi Kureyş'ten evvel geçen ümmetler de istidlal etmiş ve aynı sözü söylemişlerdi. Halbuki irade-i ilâhiye ef'âl-i. ihtiyariyede abdin iradesine tâbi olduğundan abid ef âlini irade etmedikçe Allahü Tealâ murad etmez. Hal böyle olunca rusül-ü kiranı üzerine bir kimsenin hidayeti ve imanı vacip olmadı, ancak risaletini üm­metine tebliğ ve açık surette ahkâm-ı şer'iyeyi beyan etmek va­cip oldu. Binaenaleyh; efrad-ı ümmetin iman edip etmemelerinden resuller mes'ûl değillerdir. Zira; hiç bir kimseyi imana cebre me'-mur olmadılar, ancak vazifeleri ümmetlerine doğru yolu göster­mektir. Şu hale kafi delillerle imanın vacip olduğunu beyandan sonra vazife ümmete aittir.

Hulâsa; müşrikler Allah'ın iradesine istinad ederek şirkleri­nin doğru olduğunu iddia ettikleri, «Eğer Allahü Tealâ dilemiş ol­saydı biz ve babalarımız şirketmez ve bir şeyi haram kılmazdık» dedikleri, bu sözler yalnız bunlara mahsus olmayıp evvel geçenle­rin de böyle söyledikleri ve rusül-ü kiram üzerine tebliğden başka bir şey vacip olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[25]

 

Vacip Tealâ Rusül-ü kiramın vazifeleri ancak tebliğ olduğunu icmalen beyandan sonra tebliğ etmekle me'mur oldukları ahkâmı tafsilen beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiy etime yemin ederim ki biz her ümmette resul gönderdik, mühmel bırakmadık. O Resul vasıtasıyla dedik ki «Siz Allahü Tealâ'ya ibadet ve şeytan ve sair ma'budât-i batıladan içti-nab edin. Zira; onların ibadete istihkakları yoktur.»]

[Resuller ibadetle emredince ümmetlerden bazılarını Allahü Tealâ hidayette kıldı ve bazılarının su-u ihtiyarları neticesi onlar üzerine dalâlet "vacip oldu.]

[Eğer bu dalâlet üzere olanların helaklerinde şüphe ederseniz müsaferet edin; yeryüzünde görün, Resullerini tekzibedenlerin akı­betleri ne oldu? Ve seyrüseferiniz sebebiyle harabelerini müşahede edin ki tekzibin akıbeti helak olduğunu bilesiniz.]

Yani; zatıma yemin ederim ki her ümmeti ıslah ve ahvalini tanzim için biz resul gönderdik ve o resul vasıtasıyla biz, ümmeti­ne «Allah'a ibadet ve Allah'ın gayrı ma'budlardan içtinab edin. Zi­ra; Allah'ın gayrı ibadete müstehak yok» demekle tevhide davet ettik. Bizim bu davetimiz üzerine o ümmetlerden bazılarını Allahü Tealâ hidayette kıldı ki onlar iman ettiler ve necat buldular, bazı­ları iradelerini dalâlete sarfettiklerinderi onlar üzerine dalâlet hak oldu. Zira; iradelerini hayra sarfetmediklerinden muvaffak olama­dılar, dalâleti irtikâb edenlerin helaklerinde tereddüd ederseniz yer yüzünde seyrüsefer edin, görün, tekzibedenlerin akıbetleri ne oldu. - Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile mülkünde hakîkî tasarruf Allah'a mahsus olduğundan hidayeti ve dalâleti halkeden Allahü Tealâ'dır ve lâkin abdin iradesini sarfla kesbetmesi şarttır. Zira; abdin ef'âl-i ihtiyariyesini Allah'ın halketmesi abdin kisbine mevkuftur. Binaenaleyh; abid kâsiptir, Allahü Tealâ da haliktır.

Emr~i ilâhinin irade-i ilâhiyeden başka olduğuna- bu âyet de­lâlet eder. Zira; kâfire imanla emreder, halbuki kâfir iradesini imana sarfetmediğinden Allahü Tealâ imanını irade etmez. Şu hal­de emir var, irade yoktur. Binaenaleyh; "Emir, iradeyi mutazam-mm» diyenlerin itikadları merduddur.

Fahri Râzi'nin beyanına nazaran dalâlet le murad; azab-ı dünyevîdir. Yani «Onlar üzerine dalâlet hak oldu» demek; «İrade­sini küfre sarfedip küfründe devam edenler üzerine dünyada helak vacip oldu. Eğer şüphe ederseniz gidin, harabelerini görün ki akı­betlerinin ne gibi felâketlere ma'ruz kaldığım bilesiniz. Şu halde eğer küfrünüzde devam ederseniz sizin de akıbetiniz helak olacak)) demektir. Bu gibi, şeylerde itibar ekseriyetedir. Binaenaleyh; bazı keferenin helak olmamasıyla itiraz varid olmadığı gibi bazı akva­mın helak olmamasıyla dahi itiraz varid olmaz, bilhassa bu misilli âyetler kendilerine mahsus meb'ûs olan resullerini tekzibedenlere aittir.                                                          

Hulâsa; her ümmete bir Resul gönderildiği, o resulün vazife­si; ümmetine, Allah'a ibadetle emredip Allah'ın gayrıya ibadetten nehyetmek olduğu, resul gelince her ümmetin iki fırka olup biri­nin hidayeti ihtiyar, diğerinin dalâleti irtikâbettiği, resullerini tek-zibedenlerin akıbetleri helak olduğunu görmek isteyenlerin seyrü­sefer edip harabeleri görmek ve ondan ibret almak lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[26]

 

Vacip Tealâ her ümmete bir resul gönderdiğini ve nâsın iki fırka olup dalâleti irtikâb edenlerin akıbetleri helak olduğunu be-yanettiği gibi dalâleti tahakkuk edenlerin hidayete muvaffak ola­mayacaklarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Eğer sen kâfirlerin hidayetlerini şiddetle arzu eder­sen onların hidayetlerine sen kaadir olamazsın. Zira; Allah Tealâ dalâleti irtikâb edenleri hidayette kılmaz ve onlar için azab-ı ilâ­hiyi defedecek bir yardımcı da yoktur.] Çünkü; Allahü Tealâ dalâleti irtikâb edenleri suret-i cebriyede imana ithal etmez, belki onlar iradelerini dalâlete sarfettiklerinden Allahü Tealâ dalâlet­lerini halkeder.

Hulâsa; Resulullah'm kâfirlerin imanlarını şiddetle arzu etme-si fayda etmediği, dalâli irtikâb edenlerin imana muvaffak olama­yacakları ve dalâli irtikâb edenlere yardım ve şefaat edecek bir kimsenin bulunmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümle­sindendir.[27]

 

Vacip Tealâ nübüvveti inkâr edenlerin şüphelerinden diğerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler Allah'a şiddetle yemin ettiler ve dediler ki «Vefat eden kimseyi Allahü Tealâ ihya edip kabrinden kaldırmaz.»]

[Evet! Allahü Tealâ vefat eden kimseyi ihya eder. Zira; Al­lahü Tealâ ihya edeceğini vaad etti ve vaadini incaz Allahü Tealâ üzerine hak oldu. Çünkü; vaad-i ilâhide hulf olmaz velâkin nâsın ekserisi ihya olunacaklarını bilmezler.]

Yani; müşrikler tevhidi inkâr ettikleri gibi ba'si de inkâr eder­ler ve bu inkârlarını şiddetli yeminleriyle te'kid ederler ve derler ki «Ölmüş olan kimseyi Allahü Tealâ ihya edip kabrinden kaldır­maz. Zira insan; şu görülen cisimden ibarettir. Bu cisim toprağa karışıp çürüyüp yok olduktan sonra bu, tekrar iade olunmaz. Çün­kü; hayat-ı hayvani zail olduktan sonra- tekrar iadesi kaabil değil­dir". Fakat bu inkârları merduddur. Binaenaleyh; onlar elbette iade olunacaklardır. Zira; Allahü Tealâ insanları öldükten sonra ihya edeceğini vaad etti ve vaadini yerine getirmek Allahü Tealâ üzerine hak oldu. Şu halde onlar elbette ihya olunacaklardır, lâkin nâsın ekserisi kudret-i ilâhiyenin her şeye şamil ve ölmüş insan­ları ihyaya kâfi olduğunu bilmezler. Halbuki insanı iptidaen icada kaadir olan Allahü Tealâ; öldükten sonra da ihyaya kaadirdir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet müşrik-, lerden bir kimse hakkında nazil olduğu mervidir. Çünkü; bir mü­minin müşrikte olan alacağını isteyip «Âhiret vardır, Allah'tan kork hakkını ^er» dediğinde müşrik «Senin itikaad ettiğin âhiret yoktur» diyerek şiddetle yemin etmesi üzerine bu âyetin nazil ol­duğu mervidir. Müşriklerin inkâr ettiği gibi bugün de müşrikler­den daha eşnâ' bir çok kimseler de âhireti inkâr etmektedirler. Çünkü; bütün himmetleri ve nazarları ülfet ettikleri hayat-ı dünyaya münhasır   olup kudretullahm   vüs'atmdan ve iptidaen icad olundukları madde-i   asliyeleri olan bir katre   meniden meydana geldiklerinden gafletleri inkârlarına sebep oluyor.    Binaenaleyh; Vacip Tealâ hasrı inkâr edenleri cehaletle zemmetmiştir.   Çünkü; ilim ve idrak şanından olan kimse hasrın imkânında tereddüd et­mez ve mümkün olan bir şeyin vukuunu inkâr etmekte bir manâ da yoktur. Halbuki inkârında bir çok zarar var ve lâkin ikrarında bir zarar ve güçlük olmadığı gibi, insaniyet noktasından faydaları sayılmaz ve tükenmezdir. Meselâ âhireti ikrar eden bir kimse gay­rın hukukuna tecavüz edemez ve ebnâ-yı cinsini zarardan vikaye eder, bu mu fenadır? Yalandan ve âhara bigayrıhakkm ta'n u teşni' gibi şeylerden ve sair ahlâk-ı zemimeden nefsini muhafaza eder; bu mu fenadır? Ahiret korkusu insanı Rabbisine vazife-i ubudiye­tini edaya sevkeder; bu mu fenadır? Âhireti ikrar; insanı rahata ve ıztırab-ı kalpten sükûnete sevkeder; bu mu fenadır? Ahiretin vukuunda şüphe yoktur. Fakat farzımuhal olarak yoktur diyenlerin sözü doğru olsa itikadından bir zarar gelmez. Lâkin âhireti itikad ettiği Müslümanların itikadiyatı ahiret önüne çıkınca başına gele­ceğini düşünmek daha evlâ değil midir? Ahiretin vukuuna bilû­mum enbiya, şeriatlar ve kütüb-ü mukaddese ittifak etmiş ve her zamanda insanların muârazadan âciz olduğu edille-i kafiyeyle vu­kuu sabit ve itikadı farz olmuştur. Binaenaleyh; ikrar edenler aklî ve naklî bir çok delillere istinad ederler, fakat inkâr edenlerin is­tinad ettikleri acaba nedir? Onların arzu-yu nefsaniyeden başka bir delile istinad edemedikleri ma'lûmdur. Şu halde âhireti inkâr; sırf dava-yı   nefsaniyeden ibaret olup bu ise erbab-ı   ukul nazarında, hiçtir.

Hulâsa; kâfirler vVefat etmiş olan kimseler bir daha hayat; bulmaz^ diyerek yemin edip yeminlerini şiddetle te'kidettikleri, ölmüş olan kimsenin kıyamette elbette dirileceğini Cenab-ı Hakkın vaad ettiği, vaadini incaz etmek Allahü Tealâ üzerine hak olduğu ve lâkin ekser-i nasın bunu bilmedikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[28]

 

Vacip Tealâ hasrı inkâr edenleri reddettikten sonra haşrırij vukuunda maksadı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ ba'sa müteallik emrini yerine getirecek ki hasrı inkâr edenlerin ihtilâf ettikleri ba'sı onlara beyan etsin ve re'yel'-ayn onlara göstersin ve kâfir olanlar da kendilerinin yalancı ol­duklarını bilsinler.]

Yani haşrm vukuuna sebep; ikidir :

Birincisi; müşriklerin ihtilâf ettikleri hasrın vücut bulmasıyla haklı ve haksız, muti' ve âsî bilinsin, zalimle mazlum birbirinden ayrılsın.

İkincisi; kâfirler ba'sı inkârda kendilerinin yalancı ol­duklarını bilsin ve küfürlerinin cezasını görsünler.

Hasrı inkârda kâfirlerin yalancı olduklarını müminlerin bil­diklerine işaret için hasrın vukuuyla yalancı olduklarını bilmek kâfirlere tahsis olunmuştur. Çünkü; müminler haşrm vukuunu su-ret-i kafiyede bildiklerinden bu dünyada itikad etmişlerdir, amma kâfirler âhirette re'yel'ayn görünceye kadar kendilerinin yalancı olduklarını bilmediklerinden onlar yalancı olduklarını haşrm vu­kuunda bileceklerdir. Binaenaleyh bu âyette kâfirler iki veçhile zerhmolunmuşlardır : Birisi; kâfir, diğeri de yalancı olmalarıdır.[29]

 

Vacip Tealâ haşrm vukuunu ve vukuundan maksadı beyanın­dan sonra hasrın kudret-i ilâhiyeye nisbetle gayet kolay olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz bir şeyin vukuunu murad ettiğimizde o şeye bizim hük­mümüz «Ol» emrini vermektir. Binaenaleyh; biz o şeye «Ot» em­rini verince o şey derhal olur, asla muhalefet olmaz.]

Yani; küçük ve büyük bir şeyin vücut bulmasına bizim İra-1 demiz taalluk edince bizim o şeye hitabımız "Sen hadis ol, vücut bul» demektir. Bizim bu hitabımız üzerine o şey derhal vücut bu­lur, asla tahalluf etmez.

Hitab-ı ilâhiyeyle o şeyin vücudu arasına asla zaman girmeyip hemen vücut bulacağına işaret için ta'kibe delâlet eden laf­zıyla varid olmuştur. İşte emvata Cenab-ı Hakkın «Derhal hayat bulun» demesiyle hemen zaman fevt etmeden hayat bulur ve arsa-i mahşere tecemmu' ederler ve kâfirler de inkâr et­tikleri hasrın nasıl vuku bulduğunu görürler. Hatta emvata «Kal­kın kabrinizden» emri gelince herkes kendini kabrinin üzerinde ayakta görür ve arsa-i mahşer cihetine yürür. Şu halde emvati hasretmek kâfirlerin zannettikleri gibi müşkül birşey değildir, an­cak emrine tâbidir'.[30]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin   hasrı inkâr ederek şiddetle yemin et-tiklerini, halbuki hasrın vukuu muhakkak olup onların itikadları batıl olduğunu ve haşir gayet kolay ve emrine tâbi' bulun-duğun, kâfirlerin küfrüzere ısrar ettiklerini beyandan sonra ehl-i İslâm'ı hicrete mecbur ettiklerini ve hicret edenlerin nail olacak­ları mükâfatı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar düşmanları tarafından zulmolunduktan sonra Allah'ın rızasını tahsil için hicret ettiler. Elbette biz onları dünyada gayet güzel bir makamda iskân eder ve rızk-ı hasen ve­ririz. Eğer hicret eden kimseler bilmiş olsalar onlar için âhirette hazırlanan ecir daha büyüktür.]

[Zulümden sonra hicret edenler şol kimseler ki onlar müşrik­lerin ezalarına sabrettiler ve ancak Uablerine itimad ettiler ve iş­lerinin küllisini Allah'a tefviz etmek âdetleridir.] İşte bunlar, Al­lah'ın âhirette vereceği ecri bilseler sabır ve tevekkülde gayretleri daha ziyade olurdu.

Yani; kâfirlerin zulm ü taaddüeri, bigayrıhakkm tecavüzleri ve ezalarıyla mazlum olduktan sonra Allahü Tealâ'nın rızası için terk-i diyar ederek hicret edenleri elbette biz, dünyada güzel bir meskende iskân eder ve bol rızık veririz, onlar için âhiret sevabı daha büyüktür. Eğer müşrikler bilseler müminlere muvafakatla iman eder ve yaptıkları cevr ü cefaya nedametle âhiret ecrinden hissedar olurlar ve lâkin bilmezler, hicret edenler şol kimseler ki düşmanları tarafından vuku bulan cevr ü cefaya sabırla ancak Rab-lerine tefviz-i umur ederler ve esbab-ı âdiyeye tevessül ederlerse de esbaba itimad etmezler, ancak Rablerine itimad ederler. Çünkü; her şeyde müessiri hakikî Rableri olduğunu ve gayra itimadda fayda olmadığını bilirler ve başkasına bel bağlamazlar.

Fahri Râzi, Hâzin ve Nîsâbûrî'nin beyanlarına nazaran âyet-i celiie; ashaptan Hz. (Bilâl), (Suheyp), (Hubab), (Abis) ve (Ebi-cendel) haklarında nazil olmuştur. Çünkü; bunlara Kureyşiler din­lerinden döndürmek için çok eza yaparlardı. Hatta (Bilâl) Hazret­lerini Mekke'nin dışında güneşe yatırıp karnının üzerine kaldıra­mayacağı ağır taş koymakla eza ettiklerini görünce Ebubekir Haz­retleri satın alıp âzâd ettiği ve diğerlerine de envâ'-ı ezayı reva görmeleri üzerine hicretlerine müsaade olunmak üzere bu âyetin nazil olduğu mervidir.

Bu âyette hicretle murad; Allah'ın rızasını tahsil ve di­nini muhafaza için vâki olan hicret olduğuna işaret için varid olmuştur ki «Allah için hicret ettiler» demektir. Binaenaleyh; Allah'ın rızasını ve dinini muhafazanın gayrı bir mak­satla bir beldeden diğer beldeye nakil kabilinden olan hicretin nazar-ı şeri'de bir kıymeti yoktur. Zira; âyette dünyada haseneye ve âhirette daha büyük ecre sebep olan hicretin Vacip Tealâ'mn zatı ve.rızası için vuku bulan hicret olduğu sarahaten beyan olun­muştur ki muhacirîn-i kiramı dünyada Medine'de iskân ve bol rızık vermekle bu âyette dünyaya müteallik olan vaadini incaz buyurdu, Şu halde âyet; hak yolunda hicret edenlerin indallah faziletlerine

delâlet eder. Bu âyette kelimesinin cevabı mukadderdir ve takriri şöyledir : «Eğer hicret edenler hicretin sevabını ve âhirette nail olacakları dereceleri bilselerdi daha ziyade ibadet ve taât eder, düşmanlarının ezalarına daha ziyade sabır ve sebat ederlerdi» de­mektir. Şu manâ zamiri muhacirine râci' olduğuna nazarandır. Amma Beyzâvî'nin beyanı veçhile zamirin müşriklere râci' olmak ihtimaline nazaran manâ-yt nazım: |Eğer müşrikler müminlere verilecek ecr ü mesubati bilselerdi yaptıkları ezaya ne­damet eder, vazgeçerlerdi] demektir.

Haseneyle murad; belde-i kasene, fütuhat, emval-i gani­met, sair rızk-% hasen ve refah-ı hâldir. Binaenaleyh; Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hz, Ömer'in «Muhacirinden bir kimseye emval-i ganimetten atiye verdiğinde al şunu Allahü Tealâ sana mübarek kılsın. Zira bu atiye; sana Allah'ın vaad ettiği hasenedir ve âhiret­te daha büyüğü vardır» buyurdukları mervidir, bu sözleri; âyette haseneyle muradın dünyada muhacirine verilen atiye-i ilâhiye ol­duğuna delâlet ettiğinden âyeti tefsirdir.

Muhacirinin sabırları yla murad; ibadetten hasıl olan meşakkate, hicretle hasıl olan fırkata, cihatta nefislerini ve mallarını bezletmekle sarfettikleri makderete, kâfirlerin ezala­rına mukavemete ve şehevat-ı nefsaniyelerini redle hasıl olan zah­mete sabretmeleridir. Tevekkül le murad; bilkülliye mahlû-kata îti7nadı terkle canib-i hakka teveccüh edip her umurunda Al­lah'a itimad etmektir. Muhacirin le murad; Resulullah'a, ashabına ve din uğrunda hicret edenlerin cümlesine şamildir. Mu­hacirini Cenab-ı Hak bu âyette iki sıfatla sena etmiştir : Birin­cisi; sabr u sebat, ikincisi; tevekkül-ü tamdır. Bina­enaleyh; dinini muhafaza için hicret eden bir kimse Cenab-ı Hakka itimad ederek her nereye hicret etse rızık ve rahat hususunda zah­met çekmeyeceğine âyet ve delâlet eder ve böyle de oluyor. Ancak bazı muhacirinin perişanlığıyla bu âyete itiraz varid olmaz. Zira; ekserisinin hicreti din kaygısına mebni olmadığı gibi dinine müba-lâtı bile yoktur. Çünkü mevzû'-u âyet; din için hicret edenler hak­kındadır. Binaenaleyh; bu misilli, kimselerin dinini muhafaza için olmadığı cihetle onlar haklarında «Âyetin sırrı zuhur etmedi» di­yerek itiraz varid değildir.

Hulâsa; kâfirler ve âsîler tarafından zulüm gördükten sonra dinini muhafaza için hicret eden kimsenin dünyada envâ'-ı hase-neyi cami' bir mekâna iskân olunacağı ve âhirette daha büyük ec­re ve âlî derecelere nail olacağı ve onların son derece sabır ve te-vekkül-ü tam sahipleri olduğu ve eğer muhacerette olan faziletin hakikatini bilmiş olsalar daha ziyade sabr u sebat edip ibadete sa'y ü gayret edecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[31]

 

Vacip Tealâ muhacirinin faziletlerini beyandan sonra nübüv­vet hakkında kâfirlerin şüphelerini reddetmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Senden evvel biz irsal etmedik, illâ ahkâmı şeriatı kendilerine vahyettiğimiz recülleri gönderdik. Ey kâfirler! Beşer­den resul olduğunu bilmiyorsanız ehl-i ilimden suâl edin ki beşe­rin resul olduğunu size haber versinler.]

Yani; kâfirler beşeriyetin risalete münafi olduğunu iddia ede­rek senin risaletini inkâr ederler. Halbuki yâ Ekrem-er Rusül! Biz senden evvel kullarımızı ıslah ve tarik-ı hakkı onlara göstermek için resul göndermedik, illâ beşerden bir takım erkekler gönderdik ki biz o recüllere maâlim-i diniye ve ahkâm-ı şer'iyeyi vahyederiz. Eğer beşerin resul olmasında şüphe ederseniz ehl-i ilimden suâl edin. Onlar size beşeriyetin risalete münafi olmadığını haber ver­sinler. Zira; Ehl-i kitabın uleması resullerin beşer olduğunu bilir­ler ve bu baptaki şüphenizi izale ederler.

Hâzin ve Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile bu âyet; ehl-i Mekke'ye ve onların itikadında olanlara cevaptır.    Çünkü; onlar "AHahü Tealâ beşerden resul ittihaz etmekten âlîdir. Binaenaleyh; Allahü Tealâ resul göndermek isterse melekten gönderir» derler­di. Cenab-ı Hak bu âyetle onların bu itikadlarını reddetmiştir. Ehl-i Mekke, Yehûd ve Nasârâ'ya ehl-i kitap oldukları cihetle hüsnüzan ederler ve sözlerine inanırlardı ve> Hz. Mûsâ ve İsa'nın onlara resul olduklarını bilirler ve onlar da beşerden olduklarından ehl-i kita­bın ulemasından suâl etmelerini emretti ki onlardan suâl ederler­se onlar beşerin resul olduğunu haber verirler ve Mekke ahalisinin bu hususta şüpheleri zail olur ve bu itirazdan vazgeçerler. Çünkü; ehl-i ilim, haber verince beşere resul ancak beşerden olup beşerden resul göndermek âdet-i İlâhiye olduğunu ve beşerden olmak Mu-hammed (A.S.) a mahsus bir hâl olmadığını bilirler.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bilûmum insanları davet için resul ancak ricalden olup nisvandan ve melekten olmadığına bu âyet de­lâlet ettiği gibi insan bilmediği mesailde ehl-i ilme müracaat etmek vacip olduğuna dahi delâlet eder. Çünkü ehl-i ilme suâl etmele­riyle emir; vücub içindir.[32]

 

Vacip Teaîâ beşerden ricali resul olarak göndermek âdet-i İlâ-hiyesinden olduğunu ba'delbeyan resulleri mucize ve ahkâm-ı şer'iyeyle gönderdiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz Azîmüşşan resullerimizi davalarının sıdkina delâlet eder açık mucizeler ve ahkâm-ı şer'iyelerine delâlet eder kitaplarla gön­derdik. Yâ Ekrem-er Rusül! Nâsa inzal olunan ahkâmı senin onlara beyan etmen için biz sana Kur'an'ı inzal ettik ki onlar tefekkür ve teemmül ederler,]

Yani; biz kullarımızı, ıslah için ricali beşerden vahiyle resullerimizi açık mucizeler ve kitaplarla gönderdik ki mucizeleri ve kitapları onların davalarının sıdkına delâlet eylesin, ümmetleri de onların sadık olduğunu bilsinler, asla şüphe kalmasın, Ve habibim! Nâsın ahvalini ıslah için nâsa inzal olunan ahkâmı senin nâsa açık surette beyan etmen için biz Kur'an'ı sana inzal ettik ki senin ah­kâmı beyan edip onlara doğru yolu gösterdiğinde me'mûl ki onlar delâilin hak ve davanın sadık olduğunu düşünürler ve Kur'an'm rnuciz olduğunu bilir ve iman etmekle müstefid olurlar.

Fahri Râzi ve Kazî'nin beyanlarına nazaran Kur'an'da müc­mel olan âyetlerin ahkâmını Resulullah'ın tafsil üzere beyan ede­ceğine bu âyet delâlet eder. Zira nasa inzal olunan ahkâmı beyan için Kur'an'm nazil olduğunu beyan etmek ahkâmı tafsilen beyan edeceğini ilân etmektir. Çünkü; bu âyetin mazmunu kitabı inzal­den ve resulü göndermekten maksad-ı aslî, resulün ümmetine ah­kâmı açık ve her birinin anlayabileceği bir derecede beyan etme­sidir ve resulün şu beyanını ümmetin kabul edip mucibiyle amel etmesi de vazife-i diniyesidir. Zira resulün beyanı; ya âyetin müc­melinden maksadı tasrih etmek veyahut âyetin medlûl-ü aklîsine irşad etmektir. Resulün beyanından maksad-ı aslî de ümmetin, ah­kâmın hakayıkını düşünmesi ve hikmetini anlayıp iman etmesidir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Kur'an'm mücmel ve ahadisin mübeyyen ve mufassal olduğuna bu âyet delâlet- eder. Zira Kur'an'ı inzalden maksat; Resulullah'ın ahkâmını nâsa beyan etmesi için olduğunu beyan etmek, Kur'an'm Resululîahın beya­nına muhtaç olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; Kur'anla hadis taâruz ettiğinde hadisin tarihi muahhar olursa hadis Kur'an'ı mü-fessir olduğu cihetle tercih olunur.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile bu âyet-i celile; risaletin tekem­mül ettiği esasatın cümlesine şamildir. Zira beyyinat; mu'cizâtın enva'ına şamildir ki risalet mucizeyle sabit ve tekemmül ettiğin­den risaletin binasına şamil olduğu gibi bab-ı ibadette muteber olan envâ'-ı tekâlife dahi şamildir. Zira zübür ; kitap manâsına olup kitap da bilûmum ahkâmı cami' olduğu cihetle, âyet risaleti ispata medar olan mucizeyi ve risaletten maksad olan ahkâm-ı şer'iyeyi ve kütüb-ü münzeleyi inzal üzerine terettüb eden ve beyandan ibaret olan vezaif-i risaleti ve ahkâmın hakayıkını teem­mül ve tefekkürden ibaret olan vezaif-i ümmeti cami'dir.

Hulâsa; rusül-ü kiramın davalarını ispat eder mucize ve ah­kâmı beyan eder kitaplarla irsal olundukları, Kur'an'ı inzalden maksat; Resulullah'ın nâsa ahkâmını beyan etmesi ve nâsın vazi-, fesi de ahkâmın hakayıkını düşünmeleri olduğu bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir.[33]

 

Vacip Tealâ nâsa ahkâmını beyan etmek üzere Kur'an'ı inzal ettiğini beyan ettiği gibi Kur'an'ı kabul ve mucibiyle amel etme­yenleri tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Kur'an'ın manâsını düşünmezler de emin mi oldu şol kimseler ki onlar seyyiâtı hileyle işlediler. Onlar kendileriyle beraber Allah'ın arzı batırmasından veyahut bilmedikleri cihetten Allah'ın azabının gelmesinden emin mi oldular?]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Mekke ahalisinin lisanları üzere hal­lerini ıslah ve doğru yolu göstermek için bizim sana inzal ettiğimiz Kur'an'ı kabul etmezler de senin ve ashabın hakkında gizli hile­lerle bir takım seyyiâtı işlerler. Onlar, Karun gibi kendi haneleriy-le beraber Allahü Tealâ onlarla arazilerini yere batırmasından ve­yahut hatırlarına gelmeyen ve bilmedikleri cihetten onlara azabın gelmesinden emin mi oldular? Neden bildiler ki isyanları icabı on­ları haneleriyle beraber Allah'ın yere batırmayacağını veyahut neden bildiler ki ansızın bir azap gelip Lût kavmi gibi onları ihlâk etmeyeceğini? Bunların hangisinden eminlerdir ki hileyle seyyiata devam ederler ve neden biliyorlar ki zelzele gibi bir âfetle mem­leketlerinin altı'üstüne gelmeyeceğini ve bu emniyet kendilerine nereden geldi, hangi delile istinad ederek hileyle meşgul oluyor­lar?

Mekir ; gizli olarak bir kavmi veya bir şahsı ızrar için fesada çalışmaktır. İşte Kureyş kabilesi Resulullah'ı ve etbâ'ını izrar etmek ve din-i İslâm'ı söndürmek için gizli çalıştık­larından Cenab-ı Hak mekrettiklerini beyan etmiş ve bu gibi hile­leri mukabilinde âfât-ı arziye.ve semaviyeyle helak olacaklarını be­yanla hakka karşı hile ve desiselerle uğraşanları tehdid buyurmuş­tur. Binaenaleyh; her zaman facir ve fasık olan milletlerin bu mi­silli belâya ile müptelâ olarak mahv u münkariz oldukları görül­müştür. Bilhassa şeriata karşı hıyanet eden zümre âlemde hiç bir zaman payidar olmamıştır. İşte bu esasa binaen Cenab-ı Hak üm-met-i Muhammedi intibaha davet için bu âyet-i celilede hakka karşı ve Kur'an'm ahkâmına muhalif harekette bulunanlar hangi kuvvete ve hangi delile istinad ederek Allah'ın gazabından emin olduklarını suâl edip emniyet üzere günah işleyenleri tevbih edi­yor.[34]                    

 

Vacip Tealâ ehl-i hakka eza etmek için bir takım hile isti'mâl edenlerin gazab-ı ilâhiyle yere batacaklarını veyahut kavm-i Lût gibi ansızın ümid etmedikleri cihetten azabın geleceğini beyanla tehdid ettiği gibi diğer tehdidatı da beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yahut hile yapanlar seyrüseferlerinde dönüp dolaşırken Al­lah'ın azabı onları ahzetmesinden emin mi oldular? Azap yakala­rını tutunca onlar Allah'ı âciz kılamazlar.] Zira; dünyanın nere­sine gitseler Allah'ın azabı onlara ulaşır. Binaenaleyh; azabı defedip kurtulamazlar. Çünkü; Allahü Tealâ-onlara kendi memleketle­rinde azab etmeye kaadir olduğu gibi diyar-ı gurbette ve hal-i mü-saferetlerinde dahi azabetmeye kaadirdir. [Veyahut Allah'ın azabı onları tedriç suretiyle korkuta korkuta ahzetmesinden emin mi ol­dular?] Zira; Allahü Tealâ azaplarını ta'cil etmez, bir belâ ver­mekle intibaha davet eder. Mütenebbih olurlarsa febihâ ve illâ di­ğer bir belâ ile korkutur. Ya tamamen itaat eder veyahut itaat et­mez tamamen münkariz olurlar, [Çünkü; sizin rabbiniz sizi esir­geyicidir, azabınızı ta'cil etmez, tedricen intibaha davet ve müsaade etmekle merhamet eder.] Eğer bu• müsaadeden istifadeyle taib ü müstağfir olursanız gazabından kurtulur ve sebeb-i necatınız olan itaate girersiniz ve illâ helak olur gidersiniz.

Âyette takallüble murad; leyi ü neharda ve ikbal ü * idbarda azabın ahzetmesidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: | Allahü Tealâ gecede ve gündüzde ikbâl ve idbar hallerinde ve cümle ta­sarruflarında yani çift sürer, koyun güder ve malını satarken ah-' zeder, onlar da azabı defe kaadir olamazlar j demektir. T ah av -v ü f ; bir şeyin tedricen tenakus etmesidir. Şu halde manâ-yı nazım: jAllah'ın azabı onları mallarında, memleketlerinde ve ne­fislerinde tedriç suretiyle tenkis ederek ahzederj demektir. Yani azar azar azap ve belâ ahzederek bir hale baliğ olur ki akıbet ne mal, ne nüfus ve ne de memleket hiç birisi kalmaz, hepsi mahv u münkariz olur, gider. Çünkü; Allah'ın inkarızım murad ettiği mil­letlerde alelekser âdet-i İlâhiye böyle cereyan etmiştir ki evvelâ bazı afetlerle insafa davet eder. Davete icabet etmediklerinde düş­manlarım musallat kılar, memleketleri elden çıkar, kendileri esir olur, altından kalkamayacakları musibetleri verir ve depreriemeye-cek bir hale gelip hâlâ mütenebbih olmayınca bilkülliye ifna ederek yerine başka bir kavim getirir.

Fahri Râzi'nin beyanına nazaran tahavvüfün manâsı; Evvelâ etraflarında olan akvamı tedricen ihlâk ve beldelerini tenkis et­mekle arazileri tenakus ve etbâ' ve a'vanı azalmak ve kuvvetleri kısalmak suretiyle âfet ve düşman her taraflarını ihata eder bir hale gelmektir, bunlarla mütenebbih.-olmadıklarında helake nöbet gelir. Fakat Allahü Tealâ kullarına raûf ve rahîm olduğu cihetle azaplarını ta'cil etmez. Binaenaleyh; bu misilli tenbihatla kâfirleri imana ve âsîleri itaata ve fasıkları ibadete davet ettikten sonra ica­bet etmeyenler için ihlâkin zamanı gelir.

Hulâsa; vukuattan ibret almayan kavmi Allahü Tealâ'nm ken­di vatanlarında veya müsaferet hallerinde veyahut bir takım âfet­lerle alettedric muâhaze edeceği ve gazab-ı ilâhinin tedriç sure­tiyle gelmesi lütuf ve merhamet-i ilâhiye eseri olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[35]

 

Vacip Tealâ kâfirleri envâ'-ı azapla muazzap edeceğini beyan­dan sonra o azapla muazzap etmeye kaadir olduğunu ispat etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler küfrüzere ısrar ederler de Allah'ın halkettiği şey­lere nazar edip görmezler mi, Allah'ın kudretini halkettiği mahlû-kattan istidlal etmezler mi ki o mahlûkat Allah'a secde eder ol­dukları halde gölgeleri sağdan sola ve soldan sağa meyleder. Bun­lara nazar edip ibret almazlar mı? Halbuki o mahlûkat gÖlgelc-riyle beraber secde suretinde Allah'a tezetlül ve tevazu' ve kemâl-i itaatla devran ederler.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyette ru'yet; ibret nazarıyla bakmaktır. Çünkü nazardan maksadı asli ibrettir. Allah'ın her halkettiği cismin müteaddid gölgeleri oldu­ğuna işaret için zilâl ; cemi' sıygasıyla varid olmuştur. Çün­kü gölge şemse tâbi' olduğundan sabah vakti mağrib cihetine, ak­şam vakti meşrik cihetine ve öğle vakti şimal cihetine döner. Gölgenin secde'siyle murad; kemâl-i itaat ve inkıyadın­dan ibarettir. Çünkü gölge; zevilukulden olmadığı cihetle hakîkî secde gölgede tasavvur olunmaz ve lâkin mükellef olan kimsenin Rabbisine kemâl-i itaatini izhar için tevazuun en nihayesi olan ye­re kapanmakla secde ettiği gibi gölge de yere döşenip azamet-i İlâ­hiye karşısında kemâl-i itaat üzere bulunmasından secdeyle ta'bir olunmuştur.

Mahlûkatm tevazularının devamına .işaret için devama delâlet eden cümle-i ismiyeyle varid olmuştur. Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile manasınadır. Yani "Gölge­ler güneşin aksine meyleder, döner» demektir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile kâfirlerin Allahü Tealâ'nın bu ka­dar acaip ve garaip üzere müştemil olan muhlûkatına nazar edip ibret almamaları ve gazab-ı İlâhiden korkmamaları emr-i münker olduğuna işaret için âyetin evvelinde inkâra delâlet eden hemze-i istifham varid olmuştur.

Hulâsa; akıl sahibi olmadıkları cihetle tekâlife mahal olmayan ecsamın gölgeleri emr-i ilâhiye imtisale âmâde ve her vakit kud-, ret-i ilâhiye altında ezilmekle yere döşenmiş olduğunu görüp in­sanların onlardan ibret almaları lâzım olduğu halde ibret almama­ları erbab-ı akıl indinde münkerattan olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[36]

 

Vacip Tealâ gölgelerin secde şeklinde inkıyadlarını beyandan sonra her şeyin inkıyadını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Göklerde ve yerde mevcut mahlûkat ve bilhassa hayvanat ve melekler Allahü Tealâ'ya secde ederler, halbuki onlar secdelerinde asla kibretmezler.]

[Onlar üst cihetlerinden nazil olması muhtemel olan azaptan Rablerinin gazabından korkarlar ve emrolundukları şeyi işlerler, asla muhalefet etmezler.]

Yani; müşrikler nasıl oluyor ki Allah'a itaati terkle isyan eder­ler? Halbuki semâvât ve arzda olan cümle ziruh ve melekler Al­lah'a itaat-ı kâmileyle itaat ve emr-i İlâhiye inkıyad-ı tamla inkı-, yad ederler ve üst taraflarından gelmesi muhtemel olan Rableri­nin gazabından korkarlar ve devam üzere emrolundukları ibadeti işlerler ve hiç bir sebep ve bahaneyle ibadeti terketmezler.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile secdenin iki manâsı vardır :

Birincisi;   Allah'a ibadettir. Ehl-i imanın ve meleklerin Allah'a secdeleri bu kabildendir.

İkincisi; itaat ve inkıyaddır. Mükellef olmayan mahlû-kat-ı sairenin inkıyadları bu kabildendir. Bu makamda zevilukule nispetle manâ-yı evvel ve zevil ukulün gayrıya nispetle manâ-yı sânî muraddır. Zira; her ikisinin mercileri mevcuttur. Binaenaleyh; yalnız manânın birine tahsisine lüzum yoktur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile meleklerin mükellef olduklarına bu âyet delâlet eder. Çünkü «Emrolunduklarını işlerler» demek, mükellef ve bazı ibadatla me'mur olduklarını beyan etmektir. Em­rolundukları şeyleri tamamen işlemeleri nehyolundukları şeyler­den içtinabı müstelzim olduğundan emirle iktifa olunmuştur. Istik-bar etmemek ve her emrolunduklarını işlediklerini beyan etmek meleklerin ma'sum olduklarına delâlet ettiği gibi İblis'in melek olmadığına dahi delâlet eder. Çünkü İblis; ibadet-i İlâhiyeden is-tikbar etti ve emr-i İlâhiye karşı geldi. Şu halde eğer melek olsa isyan etmezdi. Harut ve Marut hakkında bazı kitaplarda isyanla­rına dair yazılan şeylerin tamamen yalan ve batıl olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; onlar. melektir, melekte ise isyan yoktur. Ancak birinci cildin 190. sayfasında beyan olunduğu veçhile Ha-rut'la Marufun nâsa sihir talim etmeleri, nâsı imtihan için olduğu gibi o zamanda sâhirler nübüvvet davasında bulundukları için nâ-sın sihri bilip mucize olmadığım anlamaları ve sihirle mu'cize bey­nini tefrik lâzım gelip nâs sahirlerin sihrini mucize zanniyle sahir-leri nebi tanımamaları için Cenab-ı Hakkın emriyle gelip nâsa beşer suretinde hakikati bildirdiklerinden onlar hakkında şu suretle bazı maslahat ve hikmete binaen sihir talimi isyan değildir.[37]

 

Vacip Tealâ gerek âlem-i revahın ve gerek âlem-i ecsamın cümlesinin itaatlarmı beyandan sonra zat-ı ülûhiyetinin vâhid-i ha­kîkî olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ kullarına «İki ma'bud ittihaz etmeyin. Zira; ma'budunuz birdir. Ma'bud bir olunca korkunuzu ancak bana has­redin, benden gayrıdan korkmayın» dedi,]

[Halbuki ısemâvât ve arzda olan mahlûkatın cümlesi Allah'ın­dır, daîm ve vacip olarak din ve itaat Allah'a mahsustur. Allah'ın gayrı bihakkın itaat ve ibadet edecek kimse yoktur.]

[Allah'ın vahdaniyetini bilince Allah'ın gayrıya mı ittika eder­siniz?]

Yani; Allahü Tealâ kullarına tarik-ı tevhidi beyan etmek su­retiyle dedi ki «Ey mükellef olan insanlar! İki ilâh itikad etmeyin. Zira; ma'budunuz birdir ve ö bir olan ma'bud da benim. Binaena­leyh; korkunuzu ancak bana hasredin, benden gayrı mahlûkatım-dan korkmayın». Zira; korkmaya lâyık ma'bud-u hakîkî olan Al­lahü Tealâ'dır. Çünkü; semâvât ve arzda olan mahlûkatın cümlesi onundur. Binaenaleyh; hepsinde tasarruf Allah'a mahsus olunca her hangisinden korksanız onun kuvVet ve kudreti Allah'ın yed-i kudretinde olduğu cihetle onu size musallat kılacak Allahü Tealâ olduğu gibi onun şerrinden sizi muhafaza edecek yine Allahü Tea-lâ'dır. Şu halde korkmaya lâyık ancak Allahü Tealâ'dır. Halbuki din ve itaat, vâçip olduğu halde Allah'a mahsustur, Allah'ın gayrı bir din sahibi yoktur. Allah'ın vahdaniyetini bildiniz de Allah'ın gayrıdan mı korkuyor ve Allah'ın gayrıya mı ittika ediyorsunuz? Mahlûkatın cümlesi Allah'ın olduğunu bildikten sonra bir takım âcizlerden korkmanız doğru mudur? Bu haliniz taaccübe şayan de­ğil midir, nasıl oluyor ki aklın harici şeyleri irtikâb edersiniz. Zi­ra; cümle ni'metleri ihsan eden ve envâ'-ı azapla azabetmeye kaa-dir olan Allahü Tealâ'yı bırakıp da bir takım âciz mahlûkata baş eğmek akıl şanı mıdır ve gülünç bir manzara değil midir? Kaadir olan Allahü Tealâ'dan korkmayıp da mahlûkattan endişe etmek tekdire lâyık bir hâl olduğuna işaret için Cenab-ı Hak tevbihe de­lâlet eden istifhamla irad buyurmuştur.

Rehb ; hüzün ve ıztırapla korkmaktır. Bina­enaleyh; abdiçin ancak Allahü Tealâ'dan korkup başkasından kork­mamak lâzım olduğuna işaret zımnında Vacip Tealâ zatını takdimle buyurmuştur. Beyzâvî'nin beyanı veçhile gaybet-ten tekellüme iltifat tehdidde mübalâğa ve maksudu tasrih içindir.

Zira maksad-ı asli; ancak Allah'tan korkmaktır. manasınadır ki din, ibadet ve taat demektir. Buna nazaran manâ-yı nazım: | Devamlı ibadet Allahü Tealâ'ya mahsustur, Allah'ın gay-rıya ibadet olunmaz] demektir. Din ceza manâsına olduğuna naza­ran «Devam üzere kulunu cezalandırmak Allahü Tealâ'ya mahsus» demektir. Çünkü; Allah'a ibadet ederi devamlı ibadet eder ve Al­lah'ın verdiği sevap devamlı olur, amma Allah'ın gayrıya itaat eden kimsenin ibadeti o gayrın helâkiyle kesildiği ve itaat' ettiği kimse ihsan etse devamı olmadığı gibi azab etse azabı da devam etmez. Çünkü; kendi zatında devamı olmayan bir mahlûkun gaza­bında ve ihsanında dahi devam olmayacağı tabiidir.

Ma'budu iki itikad etmek gayet çirkin bir şey olduğuna işa­ret için iki manâsını ifade eden ( t£*Jl ) lâfzından sonra te'kid için lâfzı varid olmuştur. Bilûmum ihtiyaç Vacip Tealâ'-nın insanıyla ve cemi-i mekruhat onun ianesiyle mündefi' olduğuna işaret için vahdaniyetini beyandan sonra ancak zat-ı ülûhiye-tinden korkmak lâzım olduğunu beyan etmiştir.

Hulâsa; hakîkî ma'budun bir ve ma'budu müteaddid itikad et­mek çirkin ve batıl ve Allah'ın azabı medid ve gazabı şedid olup azabından hiç bir kimse aharı kurtaramadığı cihetle korkmaya lâ­yık ancak Allahü Tealâ olduğu, yerde ve gökte olan mahlûkat Al­lah'ın olduğu cihetle onlarda tasarruf Allah'a mahsus olup, Al­lah'ın dini ve zatına ibadet devamlı ve vacip olduğu gibi azabı da devamlı bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[38]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetini, cümle mahlûkat kendine muhtaç olduğunu, havfetmeye lâyık ancak zat-ı ülûhiyet olup onun gayrı-dan havf edenlerin halleri taaccübe şayan bulunduğunu beyan et­tiği gibi insanların nail oldukları ni'metlerin cümlesi Allahü Tea-lâ'dan olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.,

[Size vasıl olan her nfmet Allah'tandır.]

[Size ni'metin vusulünden sonra bir zarar isabet ederse yük­sek şada ile ancak Allah'a dua ve ona iltica edersiniz.]

[Size zarar isabet ettikten sonra Allahü Tealâ o zararı sizden kaldırdığında bir de görülür ki sizden bir fırka kendilerine verilen ni'metlere küfretmek için Rablerine şirkederler.]

Yani; sıhhat-ı beden, vüs'at-ı rızık, ucuzluk, diyanet-i İslâmi-ye, evlâd ve emval gibi her ne ki nimet kabilinden size vasıl olur­sa o ni'metlerin cümlesi Allah'ın fazl u ihsanıdır. Binaenaleyh; her ni'metin şükrünü eda etmek üzerinize vaciptir. Bu misilli ni'-metler size vasıl olduktan sonra sıhhat mukabilinde hastalık, bol­luk mukabilinde darlık, ucuzluk mukabilinde kıtlık gibi size bir zarar isabet ettiğinde büyük sesle Allah'a iltica eder ve ondan o zararın defini ister ve inayetine dehalet edersiniz. Sizin kemâl-i ihlâsla istirhamınızdan sonra Allahü Tealâ o zararı sizden kaldı­rınca görülür ki sizden bir fırka Allah'ın onlara verdiği ni'metlere küfretmek için Rablerine şirkederler. Çünkü; o zararın izalesini esbab-ı âdiyeye nispet eder ve âciz putlara ibadet ederler.

ref-i savt ve ke.mâl-i hüzünle duâ ederler demek­tir. Zarar isabet ettiğinde şiddetle duâ eylemek ve Allah'a iltica etmek insanlarda umumidir. Zararın izalesinden sonra insanlardan bazıları küfrederse de bazıları imanda sebat ve ibadete devam ede­ceklerine âyet-i celilede işaret olunmuştur. Çünkü şirkedenlerin bir fırka olduğunu beyan etmek; diğerlerinin iman ve ibadetlerinde devam edeceklerini beyan etmektir. Belânın isabetinde devam üze­re istirhamatta bulunduklarına işaret için âyette istimrara delâlet eden muzari' sıyğasıyla varid olmuştur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyet imanın mahlûk olduğu­na delâlet eder. Zira iman; ni'met olup her ni'met de Allah'ın hal­kıyla olduğu cihetle iman da Allah'ın halkıyladır.

Hulâsa; insanların nail olduğu cümle nimetler Allah'tan oldu­ğu, insana bir zarar isabet ederse hemen vakit geçirmeden Allahü Tealâ'ya duâ edip zararın izalesini istirham ettiği ve zarar kalk­tıktan sonra insanlardan bazılarının küfrettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

[Ey kâfirler! Haliniz ni'mete karşı küfretmek olunca gurur ve sürurunuzda yaşayın ve size verilen nimetlerle intifa' edin. Elbette bu halinizin fenalığım ve akıbetin vehametini yakında bilirsiniz.]

Çünkü; ni'metin şükrünü bilmeyen kimse o ni'metten mahrum ol­maya mahkûm olduğu gibi şükrü terkinden dolayı ebedî. azaba müstehak olduğunu elbette bilirsiniz. Şu halde bu âyette ni'met-i dünya ile temettü' ve taayyüşle emir; tehdid içindir. Yani «Eliniz­den geleni durmayın, işleyin, fakat akıbetini bilir ve elbette neda­met edersiniz. Binaenaleyh; işleyeceğinizi işleyin ve lâkin netice­sini düşünün. Zira; hatanızı bileceksiniz velâkin fayda etmeyecek» demektir.[39]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin ahval-i fasidelerini beyandan sonra ba­tıl sözlerinden bazılarım beyan etmek üzere buyuruyor.                  

[Müşrikler ilimden eser olmayan putlarına bizim onlara ver­diğimiz rizıktan nasip kılarlar.]

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki elbette siz iftira ettiğiniz şeylerden suâl olunursunuz.]

Yani; müşriklerin aklın harici batıl itikadlarından birisi de ilim ve idrakten hali ve cemadat kabilinden olan putlara bizim on­lara verdiğimiz rızıklardan nasip alırlar ve "Bizim rızkımızı veren putlardır» demekle iftira ederler. Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki sizin, ni'metlerimizi putarınıza isnad ederek yaptığınız iftiradan elbette suâl olunursunuz ve iti»kad-ı batılınızın cezasını görürsünüz.

Kâfirlerin ekinlerinden, bağlarından ve hayvanlarından Al­lah'ın verdiği rızkı putların verdiğini itikad ettiklerini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurdu ve putların ilimden hâlî olduklarını beyanla hamakatlarına işaret etti. Çünkü; putlar kendi elleriyle taştan ve ağaçtan yapma cemadat kabilinden olduğu cihetle onlar­da idrakten eser olmadığı gibi rızık vermeye   kaadir olmadıkları halde onların azıklarını verdiğini itikad etmek kadar hamakat ta­savvur olunmaz. Binaenaleyh; bu gibi isnadatın iftira olduğu beyan olunmuştur.

Şu manâ nasiple murad; putların verdiğini itikad ettik­leri rızıklar olduğuna nazarandır. Amma nasiple murad; kâfirle­rin putlara kurban kestikleri ve putların namına sadaka ettikleri malları olmak ihtimali olduğuna nazaran manâ-yı nazım: |Kâfir-ier merzuk oldukları azıklarından putlara kurban keserler ve sa­daka verirler ve bu suretle azıklarından bir miktarını onlara ayı­rırlar] demektir.[40]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin itikad-ı batıllarından bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler kızları Allah'a tahsis ederler. Allahü Tealâ kızları veled ittihazından münezzeh oldu ve kendileri için arzularına mu­vafık olan oğlanları tahsis ederler.]

Yani; şerikten ve nazirden münezzeh olan Allahü Tealâ'ya kâ­firlerin iftiralarından birisi de «Kızlar Allahü Tea-lâ'mn evlâdıdır» derler ve meleklerin Allah'ın kızları olduğunu itikad ve bu dava­larını da meleklerin taife-i nisvan gibi mestur olmalarıyla, istid­lal ederler. Halbuki Allahü Tealâ onların isnad ettikleri veled itti­haz etmek ve sair nevakıstan münezzehtir ve kendileri arzularına muvafık olan oğlanları kendilerine tahsis ederler. Çünkü oğlan ev­lâdı bilûmum insanların nazarında kız evlâdından daha kıymetli olduğundan Mekkeliler «Oğlan evlâdı olmak insanlara mahsustur. Allah'ın oğlu yoktur. Melekler kızlarıdır» demekle vâki' olan ifti­ralarını Allahü Tealâ bu âyette beyan buyurmuş ve bu gibi iftira­lardan münezzeh olduğunu lafzıyla tasrih etmiştir. Zira; lâfzı zat-ı ülûhiyeti nekaaisten tenzihe delâlet ettiği gibi kâfirlerin şu iftiralarının taaccübe şayan olduğuna isaretle işitenleri taaccübe sevketmektir. Çünkü; insanların garaipten bir şey işitince lafzıyla taaccüplerini izhar etmeleri âdetleridir. Nekaisten tenzih olduğu gibi Allah'a veled ve bilhassa kız evlâdını isnad edenlerin hamakatlarına dahi işaret olunmuştur. Zira; veled ittihazı bir ihtiyaca mebni olup Allahü Tealâ cümle âle­min halikı ve bilûmum mahlûkatm maliki olduğu cihetle ihtiyaç­tan münezzeh bir ganiyy-i mutlak olan zat-ı eceli 'ü a'lâya veled isnad etmekten daha ziyade bir hamakat olamaz.

[Onlardan birisi kız evladıyla tebşir olunduğunda yüzü kara­rır ve çocuğun kız olduğuna gayet buğz eder.]

[Hatta tebşir olunduğu kız evlâdının kötülüğünden kendi kav­minden saklar ve setreder, kendi de gizlenir, kavmine görünmez, ne yapacağını düşünür ve derin düşünceye dalar. ]

[Düşüncesinin neticesi şöyle olur. O tebşir olunduğu çocuğu zillet üzere tutsun, halka karşı utanmak ve arlanmakla beraber beslesin büyütsün mü veyahut toprağa gömsün, izini kaybetsin mi? Bu cihetlerini tefekkür eder. Agâh olun ki müşriklerin kızları Al­lah'a ve oğlanları kendilerine tahsis etmek ve kız evlâdından ar­lanmak, halktan saklamak, herkesten utanarak büyütmek veyahut toprağa gömmekle hükümleri ne kadar kötü oldu.]

Yani; zaman-ı cahiliyede müşriklerden birisi hareminin kız doğurduğu haber verilmekle tebşir olunduğunda kemâl-i kederin­den yüzü siyah olur ve kız doğurduğundan dolayı haremine son derece buğz ederdi ve yeni doğan biçare masuma buğz edici oldu­ğu halde sevmediğini yüzünde izhar eder ve kız olduğu için ar ad­dettiğinden çocuğu kavminden saklar ve günlerce düşünür. O çocuğu diri olduğu halde toprağa gömsün, arından kurtulsun mu, yoksa arlanıp kendi hakkında zillet olduğunu itikad ederek besle­sin, büyütsün mü? Fakat agâh ve mütenebbih olun ki onların bu gibi hükümleri nekadar çirkin oldu. Zira Allah'ın verdiği ni'mete buğzetmek; irade-i ilâhiye ve hikmeti sübhaniyeye karşı itiraz ol­duğundan elbette çirkindir.

Tefsir4 Hâzin'de beyan olunduğu veçhile zaman-ı cahiliyede hareminin hamli yaklaşan kimse zuhur edecek çocuğun oğlan veya kız olduğu taayyün edinceye kadar nâstan saklanır. Oğlan doğarsa kemâl-i ferah ve sürurla nâsa ilân ve kendisi için o oğlanı bir şe­ref addederdi. Eğer kız olursa gayet mahzun olarak ne yapacağını şaşırır ve günlerce düşünürdü. Bazıları ar ve zillet addederek bes­ler, büyütür ve bazıları da kavmine göstermeden diri diri biçare ma'surnu toprağa gömer ve kendi itikadınca o kızdan arız olan ar

belâsından kurtulmuş olurdu. Bu âdet-i kerihenin sebebi Sûresinde beyan olunacağı veçhile fukarahkdan, nafaka­sından ve düşman eline esir düşmekten veyahut küfvüne vereme­mekten korkmaktır. Hatta besleyip büyüttüklerini eski elbiselerle deve ve koyun gütmekte istihdamla hakaret ederlerdi.

Nisâbûrî ve Fahri Râzi'nin beyanları veçhile kız çocuğunu Öl­dürmekte âdetleri muhtelifti. Bazıları diri diri toprağa gömer, ba­zıları yüksek mahalden atar. bazıları suya garkeder ve bazıları ku­zu boğazlar gibi boğazlarlardı. Lâkin ekserisinin âdetleri toprağa gömmek olduğu cihetle âyette yalnız toprağa gömdükleri zikro-lunmuştur. Halbuki tabiat-ı insanda evlât mahbuptur. insanın tab'mda muhabbet ettiği bir şeyden arlanmak ve doğuran kadının elinde bir şey olmadığı halde ona buğz etmek ve çocuğun meydana gelmesindeki esbapta kadınla beraber kendisi de müşterek oldu­ğunu unutarak çocuğu yalnız kadına mal etmek ve o çocuktan ar­lanmak ve hiç kusuru olmayan çocuğa hakaaret etmek o zamanın vahşet-i âdâtmdandı. İşte şeriat-ı İslâmiye bu gibi kerih âdetleri kökünden kaldırmıştır. Bu cinayetleri irtik'âb edenleri mes'ûl edip

çocukların intikamını alacağını Cenab-ı Hak âyetiyle beyan buyurmuştur.

örter ve saklar manasınadır. Bu makamda doğan çocuğunu saklar manasına olduğu gibi kendi de kavminden utan­masına binaen saklanır demek ihtimali de vardır zillet demektir.  den;    bir şeyi diğer şey içinde gizle­mek ve gömmektir.

Hulâsa; müşriklerin '«Allah'ın oğlu yoktur kız evlâdı vardır. Melekler onun kızlarıdır» dedikleri, kendileri oğlan evlâdına malik olduklarını maaliftihar beyan ettikleri, haremlerinin kız doğurduğu haber verildiğinde kalplerinin kederi yüzlerine arız olup siyahlan­dığı, gerek doğan çocuğa ve gerek doğuran kadına şiddetle buğz ettikleri, hatta çocuğu saklayıp ahaliye göstermedikleri, günlerce ne yapacağını düşündükleri, düşünmelerinin neticesi ya zilletle beraber o kızı besleyip büyütmek veyahut toprağa gömmek oldu­ğu ve bu gibi hükümlerinin gayet çirkin olduğu bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümle^indendir.[41]

 

Vacip Tealâ zaman-ı cahiliyede müşriklerin kötü âdetlerinden bazılarını beyan ettiği gibi mutlaka âhirete iman etmeyenlerin sı­fatlarını ve kendi sıfatını dahi bevan etmek üzere buyuruyor.

[Âhirde iman etmeyenler için kötü sıfatlar vardır.]

[Allah için sıfatın en âlâsı vardır.]

[Allahü Tealâ cümle mevcudata galip ve bilûmum ef'âli hik­mete muvafık bir hakimdir.]

Yani; âhirete iman etmeyen kâfirlerin kendilerine oğlan ev­lâdını ve Allah'a kız evlâdını tahsis etmek ve kız evlâdından ar­lanıp öldürmek gibi kötü sıfatları vardır, Allahü Tealâ için velet ve zevce gibi emmare-i hudus ve noksan olan şeyleri ittihaz et­mekten münezzeh olmak ve makam-ı vahdaniyet gibi sıfat-ı kemâ­lin cemiiyle muttasıf olmak gibi sıfat-ı âliye vardır. Halbuki Allahü Tealâ cümleye galip ve ef âli hikmeti cami' bir uludur.

Kâfirlerin şu sıfat-ı kabihalarla muttasıf olmalarının ve bu ak­lın hilafı cinayetleri irtikâplarının sebebi; âhirete iman etmeme­leri olduğunu beyan için âyette isnı-i mevsul var^d olmuştur. Çün­kü; mercii sebkettiği cihetle zamir makamı olduğundan denilse olabilirdi ve onlar için kötü sıfat olduğu beyan olunmuş olur ve maksadı da ifade ederdi. Zira maksat; kâfirlerin kötü sıfat sahipleri olduğunu beyandır. Lâkin bu kötü sıfatları ir­tikâplarının sebebi olduğu beyan olunmazdı. Ancak zami­ri yerine ism-i mevsulü gelince bir sılaya muhtaç olup sılası da olunca bu gibi çirkin sıfatları irtikâpla­rının sebebi âhirete adem-i imanları olduğu beyan olunmuş ve âhi­rete iman etmemek envâ'-ı cinayatı irtikâba sebep olacağına dahi işaret edilmiştir.

Bu âyet; üç hükmü camidir. Birincisi; âhirete irruan etmeyenlerin sıfatlarının kötü olduğu, ikincisi; Allahü Te-alâ'nın sıfatlan en âlî olduğu, üçüncüsü; Allahü Tealâ'nın aziz ve hakim olduğudur.[42]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin cinayetlerini beyandan sonra lutf-u ilâ­hi olarak azaplarını tehir ettiğini beyan etmek üzere

buyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ zulümleri sebebiyle nâsı muâhaze etmiş olsaydı yeryüzünde hiç bir hayvan    terketmezdi ve lâkin Allalıü Tealâ muayyen bir vakte kadar onların helaklerini te'hir eder.]

[Onların ecelleri geldiğinde ecellerinden azıcık bir saat takad­düm veya taahhur etmezler.]

Yani; Allahü Tealâ aziz ve hakimdir. Binaenaleyh; kullarım günahları sebebiyle derhal muâhaze etmez, müsaade eder. Eğer Allahü Tealâ ahdlerini nisyan eden insanları zulümleri sebebiyle derhal muâhaze etmiş olsaydı yeryüzünde hareket etmek şanından olan hiç bir ziruh terketmez, hepsini helak ederdi ve lâkin Allahü Tealâ lutf u ihsan olarak muayyen bir vakte kadar onların helak­lerini te'hir eder ki bazıları ıslah-ı nefseder, tâib ü müstağfir olur. Allahü Tealâ ma'siyetleri sebebiyle derhal ihlâk etmeyip ecel-i muayyenlerine te'hir edince ecel-i muayyenleri geldiğinde ne bir saat ileri ve ne bir saat geri asla takaddüm ve taahhur etmez. He­men ilm-i ilâhide taayyün eden dakikada helak olurlar.

Nisâbûrî ve İmam-ı Katade'den naklen Tefsir-i Hâzin'de be­yan olunduğu veçhile ma'siyetleri sebebiyle nasın ve hayvanatın küllisinin helaki Hz. Nuh zamanında bir defa vâki olmuş ve nesli ibka için ancak Nuh (A.S.) m gemisinde olanlar kalmıştır. «Hay-vanat-ı sairenin günahları olmadığı halde insanların zulmü sebe­biyle onlar niçin helak olunur?» suâline cevap; «Hayvanlar insan­ların menfaatleri için halkolunduklarından insanlar olmayınca hay­vanlar da bir fayda ve maksat kalmadığı cihetle insanlar gidince onlar da gider» demektir. Şu halde hayvanların helakleri günah sahipleri olduğundan değildir, belki onlarla intifa' edecekler kal-madığmdandır, intifa' olunmaz gibi görünen hayvanlarda dahi ki­minin derisinden, kiminin kılından ve kiminin yağından elbette insanın intifâ'ı vardır ve bazılarında da bizim bilmediğimiz bir çok maslahat vardır. O maslahat insanlara ait olduğundan insanlar git­miş olsa insanların maslahatına ait yaratılan hayvanat da gider de­mektir.

Fahri Râzi'nin beyanı   veçhile bu âyet;   mazarrat olan şeyin küllisi haram .olduğuna delâlet eder. Zira zulüm; envâ'-ı mazarrata şamildir. Amma mazarrat gerek kişinin kendi nefsine ve gerek gayra olsun mutlaka zarar ve zulüm, haramdır. Ancak zaruret mes-sederse veyahut eşeddini def için ahaffi ihtiyar kabilinden olursa haram olan şey bazan mubah kılınır. Çünkü; iki zarar cem'olun-duğunda eşeddini defetmek için'ahaffini irtikâb etmek nıeşru'dur.

Ayetin manâsı: \ Eğer Allahü Teâlâ zulümleri sebebiyle naşı muâhaze etseydi arz üzerinde kimse bırakmazdı ve lâkin muahaze etmedi] demektir. Çünkü; muâhazeyle küllisini ihlâk etse nesl-i Adem münkariz olur ve kıyametten evvel dünyada kimse kalmaz­dı. Zira; her insanın ecdadında elbette bir zalim bulunur. O zalim zulmüyle helak olsa evlâdı ve ahfadı olmazdı. Halbuki helak olma­dığından bir çok evlât ve ahfadı bulunuyor, her şahlsta bu manâ mutasavver olunca eğer herkes kendi zulmüyle helak olsa dünyada insandan bir fert kalmazdı. Halbuki vukuat bunun aksini ispat edi­yor. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak zulmeden zalimleri derhal ihlâk etmez, bazı belâya ile müptelâ kılar ve insafa davet eder. Vakt-i merhunu gelince ihlâk eder. Amma bir kavmin ekserisinin zulmü sebebiyle küllisi helak olduğu dahi çoktur. Onlardan zalim olanlar zulümleri sebebiyle helak olduğu gibi zalim olmayanlar da iptilâ kabilinden helak olurlar. Bu misilli helak; günahı olanlar hakların­da azap, günahı olmayanlar haklarında terfi-i derecattır.[43]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin batıl itikadlarından bazı aharı dahi be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler kerih görüp nefret ettikleri kız evlâdını Allahü Tealâ için kılarlar.]

[Ve kızlar Allah'ın, oğlanlar kendilerinin olduğunu söylemek­le lisanlarını yalanla muttasıl kıldıkları gibi Cennet'i A'lâ kendile­rinin olduğunu iddia etmekle dahi lisanlarını yalana boyarlar.]

[Şüphesiz onlar için Cehennem ateşi vardır.]

[Ve onlar sair Cehenneme gireceklerinden evvel girecekler ve onların önünde gideceklerdir.]

Yani; müşrikler riyasette kendilerine iştirak edeni sevmedik­leri ve şerik kabul etmedikleri halde Allahü Tealâ'ya putları şerik kılarlar ve kız evlâdını kendileri sevmez, melekler Allah'ın kızları olduğunu itikad ederler, lisanlarıyla, yalan söylerler ve «Muham-med (S.A.) in beyan ettiği âhiret doğruysa Cennet bize mahsustur» demekle Cennet'in kendilerinin olduğunu iddia ederler. Şüphe yok ki Cehennem ateşi ebedî olarak onlara yani kâfirlere mahsus­tur, onlar şirk ve sair maâsîye herkesten evvel ikdam ettiklerin­den Cehennem'e gidenlerin mukaddemi olurlar. Çünkü; küfürde ifrat ettiklerinden herkesten evvel Cehennem'e gireceklerdir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyetde hüsnâ ile murad; oğul evlâdıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Oğul evlâdı bize mah­sustur demekle lisanları yalan söyler] demektir. Yahut hüsna; fevz ü felah manasınadır. Buna nazaran manâ-yı âyet: | Mezheb-i hak üzere olduğumuzdan dolayı rıza-yı ilâhiye nail olmak, fevz ü felah bulmak ve âhirette derecata vasıl olmak bize mahsustur de­mekle lisanları yalan söyler | demektir.

Arapların bir kısm-ı mühimmi âhireti ikrar ederler. Hatta bi risi vefat ettiğinde develerinin en a'lâsından birini kabrinin üze­rine bağlarlar, deve öİÜnceye kadar kalır. Meyyit kıyamette kab­rinden kalktığında deve de beraber   kalkıp binit olacağını itikad ederlerdi.    Kâfirlerin «Cennet bize mahsus» dediklerine mukabil Allahü Tealâ şüphesiz Cehennem'in onlara mahsus olduğunu be­yan etmiş ve binaenaleyh iddiaları kendilerine reddolunmuştur.

Hulâsa; kâfirlerin kendilerine kerih gördükleri kızları Allah'a tahsis ve sevdikleri oğlan evlâdının kendilerine mahsus olduğunu iddia ettikleri, bu cihetle lisanlarının yalan söylediği, Cennet'in kendilerine mahsus olduğunu iddialarına karşı şüphesiz Cehennem ateşinin onlara mahsus olduğu beyan olunduğu ve müşriklerin Ce-hennem'e herkesin önünde gidecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[44]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin şu beyan olunan halleri yalnız Resulul-lah'ın kavmine mahsus olmayıp geçmiş milletlerde dahi aynı hal olduğunu beyanla resulünü tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki biz senden evvel geçen ümmetlere resul gönderdik. Resuller tarik-ı hakkı beyan edince şeytan onlara amellerini tezyin etti. Binaenaleyh; şeytan o günde onların dostlarıdır, halbuki onlar için azab-ı elim vardır.]

Yani; habibim! Sen kavminden gördüğün muameleye mahzun olma. Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki biz senden evvel geçen ümmetlerin aralarında vâki' olan kavga, niza', zulm ü taaddi gibi zuhur eden fena işleriyle adaletten çıkarak intizam-ı âlemi halel­dar ettiklerinde hallerini ıslah için muhakkak resuller gönderdik. Resuller onları tarik-ı hakka davet ve adalete ithal etmek istedik­lerinde şeytan onların çirkin amellerini kendilerine güzel gösterdi, küfür ve sair cinayetlerine devam ettiler. Zira; şeytan'in iğfalâtma aldandılar. Binaenaleyh; şeytan dünyada onların dostları oldu ki onun dostluğunda devam ettiler. Halbuki âhirette onlar için elem verici azap vardır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile şeytan'ın onlara amellerini tezyin zamanından yevm ile tabir olundu ki dünya demektir. Çünkü amel­lerini tezyin; dünyada olur, âhirette olamaz. Fahri Râzi ve Kazî'nin beyanları veçhile zamiri ümem-i salifeye râci' ol­mak ihtimali olduğu gibi Kureyş kavmine râci' olmak ihtimali de vardır. Buna nazaran manâ-yı nazım: \ Şeytan ümem-i salifenin amellerini zamanlarında tezyin ettiği gibi bugün ve şu zamanda şeytan Kureyş kabilesinin dahi dostlarıdır. Binaenaleyh; nasıl ki ümem-i salifeyi aldattı, bunları da aldatıyor. Şu halde geçmiş mil­letler şeytan'ı dost ittihaz etmekle helak oldular. Bunların da akı­betleri helaktir ki habibim! Kavmin seni tekziplerine mahzun olma. Zira; resullerini tekzibetmek senin kavmine mahsus olmadığı gibi tekzibolunmak da sana mahsus değildir | demektir.

Hulâsa; Resulullah'tan evvel ümem-i salifeye resuller gönde­rildiği, şeytan'ın onlara amellerini tezyin ettiği, şeytan onların dostları olduğu, onlar için âhirette azab-ı elim bulunduğu ve Ku-reyş'in hali de böylece olduğu bu âyetin fevaidi cümlesindendir.[45]

 

Vacip Tealâ resullerini tekzib edenlerin akıbetleri helak ol­duğunu ba'delbeyan Kur-'an'ı inzal etmekten maksadı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Senin üzerine biz Kur'an kitabını hiç bir maksada mebni intfal etmedik, illâ ihtilâf ettikleri emr-i din ve ahval-i âhi-reti senin nâsa beyan etmek maksadına mebni inzal ettik, iman eden kavme doğru yolu ta'rif eden ihsan-ı İlâhi olduğu halde inzal ettik.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Biz envâ'-ı ahkâmı ve geçmiş milletlerin ahvalini cami' olan kitabımızı sana inzal etmedik, ancak senin nâsa sol meseleyi beyan etmen için inzal ettik ki o meselede nâs ihtilâf ettiler ve mümin olan kavme tarik-ı hakkı gösterir ve, ihsan-ı ilâhi olsun için gönderdik.

Fahri Râzi ve Kazî'nin beyanları veçhile nâsın ihtilâf ettik­leri mesail; tevhide, kaza ve kadere, ahval-i âhirete, hill ü hürmete dair insanların efâline müteallik ahkâmdır. Kur'an'dan intifa' edenler; iman eden kimseler olduğuna binaen-Kur'an'ın hidayet ve rahmet olması kavm-i mümine tahsis olunmuştur. Yoksa Kur'an'ın alelıtlak doğru yolu göstermek manâsına olan hidayeti umuma aittir, yalnız müminlere mahsus değildir. Çünkü; herkese doğru yolu gösterir ve lâkin intifa' edenler kabul eden müminlerdir. Zi­ra; iman etmeyenler menfaat şöyle dursun adem-i imanlarından dolayı mazarrat göreceklerdir.

Hulâsa Kur'an'ı inzalden maksad; Resulullah'ın nâsa ihtilâf ettikleri emr-i dini beyan etmesi ve Kur'an'ın müminlere ayn-ı hi­dayet ve rahmet olduğu bu âyetin fevaidi cümlesindendir.[46]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın fevaidini beyandan sonra vahdaniyeti­ne delâlet eden delilleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[AHahü Tealâ sema cihetinden yağmur sularını inzal etti ve o sular sebebiyle kuruduktan sonra ölmüş ceset menzilinde olan arzı otlar, ekinler bitirmekle ihya etti. İşte şu semadan rahmeti inzal ve onun suyuyla arzı ihya etmesinde hakkı işiten kavmiçin halikın vücuduna ve vahdaniyetine alâmei-i azîme vardır.]

Çünkü; semanın fevk cihetinde bulutlar vasıtasıyla yağmur yağacak bir halde olması ve o rahmeti arzın ihtiyacına göre inzal edip arzı ihya etmesinde ve arzın kuruyup intifâ'a salâhiyeti kal­madığı bir zamanda rahmeti inzalle otları, ekinleri, gûnâgûn çiçekleri bitirmekle arzı intifa' edecek bir hale getirip tezyin etmesinde Allah'ın kudretine, irade ve ihtiyarına elbette delâlet vardır. Çün­kü; bütün dünya halkı cem' olsa semadan tek bir tane yağmur damlası düşürmek imkânı olmadığı halde ihtiyaç zamanında yağ­murları yağdırıp yeryüzünü onunla gülistan yapmak insanların kudretiyle olacak bir şey olmadığından elbette halikının kudret-i kahire sahibi olduğuna delâlet eder.[47]

 

Vacip Tealâ ecram-ı felekiye ve arziyenin kudretine delâlet eden acaibatına işaret ettikten sonra hayvanatta olan acaibata işa­ret etmek üzere buyuruyor.

[Sizin için iyi düşünürseniz hayvanatta büyük ibret vardır. Zira hayvanların karnında bulunan bir takım fena şeylerle kanın arasından çıkan halis sütle biz sizi sularız ki o sütü hazmı kolay olduğu gibi içenlerin boğazından da gaayet kolay geçer.]

Yani; bilcümle hayvanatta ve bilhassa koyun, deve, sığır gibi eti yenip sütü içilenlerde tefekkür ederseniz sizin için pek büyük ibret vardır. Zira; biz sizi o hayvanların karınlarından çıkan sütle sularız ki o süt, kanla hayvanın karnında olan fena şeyler arasın­dan çıktığı halde kanın levninden ve fena şeylerin kokusundan asla esgr görülnıeyerek berrak, halis ve içenlere hazmı gayet kolay ve boğazdan geçmesinde asla güçlük olmaz.

Tefsir-i Hâzin'de ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile hay­vanat yemini yiyip karnında hazmedince üçe münkasım olur. Bi­naenaleyh; midenin altında yemin tortusu, onun üstünde sütün maddesi ve onun üstünde kanın maddesi bulunur. Bundan sonra tortu kazurata ve sütü süte mahsus olan.damarlar vasıtasıyla memeye ve kan maddesi ciğer vasıtasıyla sair damarlara taksim olun­duğu (İbn-i Abbas) Hazretlerinden mervidir.

Fahri Râzi'nin hukemadan naklen beyanına nazaran taksimat, şöyledir: Hayvan yediği yemi hazmettiğinde safî olan kısmını ci­ğer cezbeder. Ciğerde temessülün vukuundan sonra beş kısma ay­rılır : safra, sevda', madde-i mâiye, kan ve süt. Bu beşten safra, öde, sevda beyaz ciğere, su böbreklere ve oradan da mesaneye gi­der. Kan ciğerden bütün damarlara dağılır ve süt de ciğerden me­meye muttasıl olan damarlara ayrılır. O damarlar süzgeçten süzer gibi sütü süzer ve memeye götürür.

Hayvanın yemiş olduğu yemin midede hazmından sonra bir taksimat muhakkaktır. Ancak o taksimat gerek (Ibn-i Abbas) Haz­retlerinin dediği gibi olsun, gerek hukemanın dediği gibi olsun ve gerekse henüz keşfedilmemiş bir esrar üzere taksimat vuku bulsun, her ne surette olursa olsun sütün, kanla midede kalan tortu ara­sından halis ve safi olarak ayrılmasında kudret-i-hallâka büyük delâlet vardır. Çünkü; süt ve kanla geride kalan tortunun maddesi yem olduğunda şüphe olmadığı gibi bunların arasından sütün ay­rılıp safi ve insana nâfi', bereketi çok bir surette zuhur edip arka­daşları olan kanla tortunun renginden ve rayihasından hiç bir eser bulunmaması ukuul-ü beşerin idrakinden âciz olduğu ve düşün­dükçe hayret edeceği mesaildendir. Binaenaleyh; bu hâl dahi hali­kın fâil-i muhtar olduğuna açık surette delâlet eder. Çünkü; erkek ve dişi her ikisi vücutta ve.yemekte müşterek oldukları halde di­şinin karnında yavrusunun gıdasını halketmek; aynı yemi yiyen erkekte böyle bir şey halketmemek ve sütü diğer maddelerden ayı­rıp yağ, su, peynir gibi birbirine zıd maddeleri bir yerde cemet-mek ve memenin ucunda sütün çıkmasına mahsus menfezler hal-keylemek ve yavrusu karnında bulunduğunda yavrunun gıdası rahme gidip harice çıktığında harice gitmek tabiatın yapacağı şey­lerden değildir. Çünkü; tabiat iktizası olsa daima bir siyakta ol­ması lâzım gelirdi. Halbuki muhtelif safahat ve acaip ahval üzere cereyan ediyor. İşte bunların cümlesi halikın vücuduna, kudreti­ne, ilminin kemâline ve fâil-i muhtar olduğuna şüphe bırakmayan delâil cümlesindendir.[48]

 

Vacip Tealâ hayvanatta olan acaibe işaretten sonra ağaçlarda olan garaibe işaret etmek üzere buyuruyor.

[Ve hurmanın meyvelerinden, üzümlerden şeker, pekmez, ku­ru hurma, kuru üzüm gibi güzel rıziklar ittijıaz edersiniz. İşte şun-Iarın cümlesinde aklı olan kavmiçin kudret-i ilâhiyeye delâlet-i azîme vardır.]

Yani; hurma ve bağ çubuklarının meyvelerinden tatlı şarap, pekmez, helva, kuru hurma ve kuru üzüm gibi güzel rızık ittihaz ederek taayyüş edersiniz ve envâ'-ı lezzetlerle telezzüz eder, refah ve saadetle vakit geçirirsiniz.

İbn-i Abbas Hazretlerinden bir rivayete nazaran sirke manasınadır. Yahut met'ûmat manasınadır. Hur­maya ve üzüme müteallik tafsilât bu sürenin iki evvelindeki (Sû-re-i Ra'd) da geçmiştir.[49]

 

Vacip Tealâ hayvanattan sütü ve ağaçlardan meyveleri halket-tiğini beyanla kudretine delâlet eden d&lâili beyandan sonra arı­dan bal halketmekte olan sanayi-i garibeyi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ha bibim! Rab bin Tealâ gayet zayıf arıya vahiy ve ilham etti ve »Sen dağlardan, ağaçlardan ve nâsm yapmış oldukları evlerden kendine mahsus evler ittihaz et» demekle arının insanlara hizmetini ve vazifesini ta'ynı eyledi.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Rabbin Tealâ'nın halkettiği acaip mahlûkattan birisi de arılardır. Zira; arılara ilham edip idrak di ve "Ey ufacık mahlûk! Sen dağlardan, ağaçlardan, nâsm yaptığı köşklerden kendine evler yap. Orada sakin ol, o evlerin içinde in­sanların menfaatlarına hizmet edecek tatlılar yap» demekle arının hareketini tayin etti.

Taberî ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile bu âyette vahy ile murad; ilhamdır. AUahü Tealâmn arının gayet zayıf bir hayvan olduğu halde acaip ef'âle kudret verip kudretini isti'mâli ilham et­miştir. Binaenaleyh; bütün ukalâ-yı beşer cem'olsalar yapamayıp âciz kalacakları sanayi-i garibeler meydana getiriyor ki âlem hay­rettedir ve bu esrara lâyıkıyla vakıf olmak imkânı yoktur. Çünkü; arının peteğinde olan evler birbirine müsavi olduğu halde hep şekli müseddestir. Büyük ve küçük olmakta hiç farkı yoktur. Bal yap­mak için o ufacık müseddesüşşekil evlerde taksimi kaabil petekler insanların yaptıkları evlerden daha mükemmel bir haldedir. Şekl-i müseddesi ihtiyar etmekteki hikmet; araları boş kalmamaktır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile eğer müseddes olmasa ara­larında bazı mahallerin boş kalacağı fenn-i hendeseyle sabittir. Bu gibi küçük bir hayvanın bu misilli esrara muttali olup hikmete mu­vafık iş yapması elbette fâil-i muhtarın ilhamıyladır. Şu halde bu kadar küçük bir hayvanda pek büyük bir his ve âlî bir idrak hal-ketmesi azamet-i ilâhiyeye en büyük bir burhandır. İçlerinden bi­rini reis intihab etmesi, cümlesinin ona itaat etmesi, onun hükmü­nün umumunda nafiz olması ve kovanından mer'alara gidip avdet­lerinde saz sadaları gibi envâ'-ı nağamatla ve musiki havalarıyla kendi mekânlarına gelip yollarını şaşırmamaları kemâl-i dirayete tavakkuf ettiğinden bunların cümlesi fâil-i muhtarın kudretine de--lâlet eden acaibat cümlesindendir. Arının iki kısmı olup biri vahşi dağlarda ve ağaçlarda eğleştiğine ve diğeri ehli olup insanların yaptıkları çardaklarda ve damlarda eğleştiklerine bu âyet delâlet eder.

Her dağda ve ağaçta eğleşmeyip ancak maslahata muvafık olan bazı mahallerde eğleştiğine işaret için Vacip Tealâ ba'za de­lâlet eden lafzıyla buyurmuştur. Yani «Dağ­ların ve ağaçların bazısından evler ittihaz et» demektir.

Bu âyette Vacip Tealâ arıya evler ittihaz etmesiyle emrin ma­nâsı; şu sanayi-i garibeyi vücuda getirecek kadar bir dirayet halket-mektir. Binaenaleyh; arının hitab-ı ilâhiye muhatap olacak kadar akıl sahibi olması lâzım gelmez. Bu bahse dair tafsilât Sûre-i Neml'de gelecektir.[50]

 

Vacip Tealâ arıya bazı mesalihini ilhamdan sonra.diğer emir­lerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Arılar binalarını tamam edip mekânlarına girdikten sonra tekrar arıya ilham eder, deriz ki «Sen her meyvenin hulâsası olan çiçeklerden ve zelil ve hakir olduğunuz halde Rabbinizin göster­diği tariklara sülük edin». Bu suretle arıların ahval-i hariciyede dahi vazifelerini ta'yin ettik.]

[Arıların karınlarından    renkleri muhtelif    şaraplar çıkar ki o şaraptan nâs için şifa vardır.]

[İşte arıların şu beyan olunan ahval-i acibelerinden erbab-ı tefekkür için kudret-i ilâhiyeye büyük delâlet vardır.]

Yani; arıların yaptıkları evler kaabil-i iskân bir hale gelince ilham tarikıyla biz arıya deriz ki «Sen acı, tatlı arzuna muvafık meyvelerden ye, Rabbin Tealâ'nm emrine muti' ve münkad olarak sahibinizin taht-ı tasarrufunda zelil olduğunuz halde Rabbin Tea­lâ'nm ta'yin ettiği yollara sülük edin ki Ijal yapmanın yollarını ve mer'adan gelirken evlerinize yollarınızı şaşırmayın» demekle ilham ederiz ve yolları ta'yin olunan arıların karınlarından levn-i muhtelif şarap çıkar ki o şarapta nâs için şifa vardır. Zira; balgamı olan emraza bizzat balda şifa olduğu gibi balgamı olmayan emraz­da dahi bal başka şeylerle mahlut olarak şifa olur. Çünkü; deVa için yapılan macunlarda her halde eczanın bir kısmı bal olur. İşte şu beyan olunan arının ihtisasında olan ince ilimleri lâyıkıyla dü­şünen kavmiçin halikın vücuduna delâlet vardır.

Balın levni sarı, kırmızı, beyaz, bazan da siyah olduğuna işa­ret için elvan-ı muhtelife üzerine hasıl olduğu beyan olunmuştur ki işbu ihtilâf arının yaşında, mevsimlerin ihtilâfından neş'et eder. Meselâ oğul balının gayet beyaz olduğu ve eski arının balı sarı ol­duğu cümlenin malûmudur.

Bu âyet-i celilede balın cinsinde şifa mevcut olduğuna delâlet vardır. Amma bazı insana ve emrazdan bazısına şifa olmaması âyetin mealine münafi değildir. Zira; âyette beyan olunan mutlaka şifadır, yoksa her derde ve her şahsa şifa olduğu beyan olunma­mıştır ki bazı eşhasa şifa olmaması âyete münafi olsun. Ancak ek­seriyet itibarıyla bir ço'k emraza şifa olduğu görülmektedir, bil­hassa balgamı olan hastalıklara şifa olduğunda şüphe yoktur. Ba­lın; arının yediği otlar ve çiçeklerden hasıl olduğuna âyet delâlet eder. Zira; Allahü Tealâ'nın meyvelerden yemesini emrettikten sonra muhtelif elvanda şarap çıkardığını beyan etmesi balın arının me'kûlâtmdan hasıl olduğunu beyan etmektir. Balın rayihası, lev­ni ve hatta bazan acı olması arının gezdiği mer'anın otlarına mü­şabih olması da bu manâyı te'yid eder. Mer'ada otların çiçeklerin­de Allah'ın halkettiği deva balda içtimâ' ettiğinden balda nâs için şifa olduğu beyan olunmuştur. Rasulullah'm karnı ağrıyan bir kimseye bal yemesini emretmesi balın şifasını tefsir etmiştir, el-yevm etıbbanın ishal olan kimseye müshil vermekle tedavileri Re-sulullah'm ishal olan kimseye bal yemesini tavsiyesinde işaret et­tiği hikmeti ta'kib etmekten ibarettir. Çünkü bal; müshil oldu­ğundan Resulullah ishal olan kimsenin karnında olan fenalıkların kökünden izale olunması için bal yemesini emretmiş ve şifa da bul­muştur.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile balın husulünde iki ihtimal vardır. Birinci ihtimal; geceyle nebatat ve çiçekler üzerine düşen ince ru­tubetlerden arı ağzına toplar, bir kısmıyla tagaddi eder, diğer bir kısmını getirir; idhar için peteğin müseddesüşşekil evlerine döker. İşte bal bundan ibarettir ki arının, her çiçeğin üzerinden almış ol­duğu rutubet ağzında birbirine karışmak ve hazmolmak suretiyle yekdiğeriyle imtizaç eder, ma'cun halini alır. Arının yağmurlu ha­vaları sevmesi ve rutubetli senelerde varidatı çok vermesi bu ma­nâyı te'yideder. Buna nazarandaki butun; efvah manasınadır. Yani; «Arıların ağzından muhtelif renklerde şarap çıkan» demektir. İkinci ihtimal; arı muhtelif çiçeklerden is­tediğini yer, karnında hazmeder. Hayvanat-ı saire gibi bir kısmı vücuduna gıda ve bir kısmı da tortu, diğer bir kısmı da rna'cun olur. O ma'cunu ilham-ı ilâhiyle yapmış olduğu evlere döker. İşte

bal bundan ibarettir. âyeti de bu ihtimali te'yid etmektedir. Çünkü butun; manâyı aslisinde müsta'mel olur. Bina­enaleyh karın manâsına olan butunu ağız manâsına olan efvahla tefsire hacet massetmez. Şu kadar ki her hangi ihtimal murad olu­nursa olunsun bir tahminden ibarettir. Yoksa bu esrara bihakkın vakıf olmak ihtimali yoktur. Binaenaleyh vâkıf olduğunu iddia; bir zan ve tahminden başka bir şey değildir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyetteden hâl olduğuna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tealâ'nm sana ze­lil kıldığı ve gidip gelmeyi tahsil ettiği yollardan gidip gelmekle işine devam et] demektir. Eğer de bulunan zamirden hâl olursa [Ey arı! Sen zelil ve hakir bir ş^nek olduğun halde em-rolunduğun vazifene' itaat üzere devam et] demektir.[51]

 

Vacip Tealâ hayvanatta olan bazı acaibi beyandan sonra in­sana mahsus olan bazı garaibi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ sizi halketti, sonra Öldürür. ]

[Ve sizden bazıları ilim ve idrak sahibi olduktan sonra hiç bir şey bilmez bir hale gelsin için erzel-i ömre reddolunur.]

[Zira; Allahü Tealâ herkesin halini bilici ve halketmeye ve icaddan sonra ifna eylemeye ve erzel-i ömre reddetmeye kaadir bir kudret-i kâmile sahibidir.]

Yani; Allahü Tealâ lutf u keremiyle sizi halketti ve sanayi-i garibe icadına, havadis-i âleme ve tedbir-i umura ilm ü idrak ver­di. Ba'dehu muhtelif sebepler ve ecillerle bazınızı hal-i sahavette, bazınızı hâl-i şebapta, bazınızı hal-i şeyhuhette sizi öldürür ve siz­den bazınız ömrün gayet kötüsüne reddolunur ki bildikten sonra bir şey bilmez olsun ve ne yaptığını bilmez, söylediğini unutur bir hale gelsin ve bilsin ki Allahü Tealâ evvelâ icada ve ilim sahibi kılmaya ve.sonra ifnaya kaadirdir. Binaenaleyh; ilimden cehle, kuvvetten za'fa, zekâvetten gabavete, dirayetten hamakata redde­der. Zira; Allahü Tealâ insanların hallerini,bilir ve onların halle­rine muvafık maslahatı halka kaadirdir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile insanlarda ve ecellerinde olan te-favüt Allahü Tealâ'nın takdiriyle olduğuna âyette tenbih vardır. Zira; bünyelerini terkip ve mizaçlarım ta'dil eden Allahü Tealâ olunca ecellerini takdir eden de Allahü Tealâ olduğunda tereddüt yoktur. Çünkü; tabiatın muktezası olsa hep bir siyak üzere olup bu derece ihtilâf ve tefavüt olmamak icabeder.

Beyzâvî ve Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran insan için er­zel-i ömür; yetmiş beş veyahut doksan beş yaş olduğunda ihtilâf varsa da Hz. Ali'den mervi olan erzel-i ömür yetmiş beş yaşında olmaktır ve erzel-i ömür insanın rie söylediğini ve ne yaptığım bil­mez hal-i tufuliyet gibi bir hâl kesbetmesidir, âyette erzel-i ömür mutlaka insanlar hakkında zikrolunduğu için bir sınıfa tahsis yok­tur. Binaenaleyh; her insanda olması muhtemeldir. Şu kadar ki salâh-ı halle muttasıf olanlarda, tilâvet-i Kur'an'a devam ve ulûm-u şer'iyeyle iştigal edenlerde erzel-i ömür olmadığı mervidir ve vu-küât da bu rivayeti te'yid etmektedir. Âbid olan kimselerin ömrü uzadıkça salahları tezayüd ettiğinden bu misilli kimselerde bunak­lık gayet az görüldüğü meydanda bir hakikattir.[52]

 

Vacip Tealâ insanın âlim olduktan sonra cahil ve kavı olduk­tan sonra zayıf olduğunu beyan ettiği gibi insanların yekdiğerine nispetle mütefavit olan hallerini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Teolû rızıkta bazınızı bazınız üzerine tafdil etti.

[Allahü Tealâ insanların bazılarını rızıkta bazı ahar üzerine tafdil edince rızıkta bollukla tafdil olunan kimseler kendi rızıklâ-rının mülk-ü yemin ile malik oldukları memlûklerine reddedemez­ler. Binaenaleyh; malik ve memlûk cümlesi rızıkta müsavidirler.]

[Allah'ın tafdili meydanda olduğunu bilirler de nimetlerini mi inkâr ederler?]

Yani; Allahü Tealâ sizin bazınızı bazınız üzerine tafdil etti ki zengin, fakir, miskin, ümerâ ve reâyâ gibi bir takım kısımlara tak­sim olundunuz. Hatta bazınız hem kendi rızkınıza hem de a'van, etbâ', evlâd ve memlükünün rızkına mütevelli oldunuz ve bazınız da gına ile fakr arasında kifaye miktarı rızıkla vakit geçiriyorsu­nuz. Zira; ilm-i İlâhide herkesin taksimatı ma'lûmdur. Hâl böyle olunca rızkının vüs'atıyla tafdil olanlar kendilerine mahsus olan rızıklarım memlûklerine reddeder olmadılar. Zira; reddine kaadir değillerdir. Çünkü; kendi rızıkları kendilerinin intifâ'ına mahsus­tur, belki memlüklerine verdikleri rızık memlüklerin kendi rızık-larıdır. Şu kadar ki. onların rızkına bunlar mütevellidirler. Binaen­aleyh; bunların elleriyle sarfolunur, malik ve memlûk cümlesinin rızkını Allahü Tealâ halkettiğinden hepsinin rızkı, taksimi veçhile Allah'tandır. Şu halde'efendiler etbâ'larının rızkım kesemezler ve vermemek istediklerinde etbâ'larınıri rızkını onlara îsâlde vasıtalık vazifesinden istifa etmiş olurlar. Allahü Tealâ başka vasıtayla îsâl eder.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile insanların fazilette tefavütleri yalnız rızka münhasır değildir. Belki zekâ, belâdet, hüsn-ü cemâl kubh-u manzar, akıl ve kiyaset, sıhhat ve maraz gibi şeylerin cüm­lesinde tefavütleri ve birbirlerinden farkları mevcuttur. İnsanın rızkı akıl ve zekâsıyla değil, belki Allah'ın ihsamyladır. Çünkü; en ziyade aklı olan kimsenin son derece çalıştığı halde fakir olup kar­nım doyuramadığı ve en ahmak bir kimsenin , milyonlara malik olduğu her yerde ve her zaman görülen bir hakikattir. Şu kadar ki herkesin rızık esbabına tevessül etmesi ve çalışması vezaif-i di­niye cümlesindendir. Binaenaleyh atalet; diyanet-i İslâmiyede memnu'dur ve herkes sa'yüe me'murdur. Amma sa'yi neticesinde az veya çok vermek Allah'ın iradesine bağlı olduğundan insanların «Bu neden böyle oldu?» demeye salâhiyetleri yoktur.

Taberî ve Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile bu âyet Allah'a sirkeden müşrikleri red ve mezheplerinin butlanına tenbihtir. Ya­ni «Memlûk ve malik cümlesi müsavi olup hepsinin rızkı Allah'­tan olunca ve hiç bir kimse diğerinin rızkım veremeyince ve mem-lûkün bir takım hususatta kendinize müsavi olduğunu kabul etme­yince siz nasıl oluyor ki mahlûku halika müsavi kılar ve mahlûka ibadet edersiniz ve kendiniz âciz mahlûk olduğunuz halde etbâ'ı-nızm size şerik olmalarına razı olmazsınız da cümle âlemin halikı olan Allahü. Tealâ'ya şeriki nasıl lâyık görürsünüz ve şirkeder de Allah'ın nimetlerini inkâr mı edersiniz?» demektir.

Hulâsa; Allah'ın insanları rızıkta bazılarını bazıları üzerine tafdil ettiği, rızıkta tafdil olunanlar kendi rızıklarını memlükleri­ne veremedikleri, malik ve memlûk cümlesinin dergâh-ı ülûhiyet-te müsavi oldukları halde Allah'ın şu ni'metlerini unutup da şirketmeteri insanlar için bir emr-i münker olduğu ve kendi nazarla­rında malik memlûke müsavi olamayınca mahlûkun halika müsavi olamayacağı evleviyetle sabit olduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir.[53]

 

Vacip Tealâ insanların ahvalinden vahdaniyetine delâlet eden bazı delâili beyandan sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ sizin için kendi cinsinizden zevceler halketti ye zevcelerinizden size oğlanlar ve hafidler halketti ve sizi güzel rı­zalardan merzuk etti.]

[Allah'a şirkeder de batıla mı iman ederler?]

[Ve onlar ancak Allah'ın nî'metine küfrederler.]

Yani; Allahü Tealâ'mn size ni'meti çoktur. Zira; Allahü Tealâ sizin ünsiyet etmeniz için kendi cinsinizden tabiatınıza muvafık zevceler halketti ve zevcelerinizden kendinize benzer oğlanlar ve oğlanların oğulları hafidler halketmekle size muavinler ve hizmet­çiler verdi, sizi enva'-ı ni'metler, temiz ve leziz olan meyveler, ek­mekler ve sair me'kûlâtla merzuk etti ki bunlarla intifa ederek mi­zacınıza itidal ve vücudunuza kuvvet gelsin, bu vesileyle taat-ı ilâ.-hiyeye müdavim olmakla bu nimetlerin şükrünü eda edesiniz, kâ­firler, tebaiyet etmeye evlâ olan Kur'an'a tebaiyeti terkeder de batzl olan putlara mı iman ederler? Ancak Allah'ın ni'metine küfür ve binaenaleyh; Allah'ın gayrı âciz mahlûklara ibadet ederler, halbuki ni'meti kuvvete, kuvveti de ibadete sarf için Allahü Tealâ kullarına nfmetlerini ihsan eder. Şu halde ni'meti ibadet için sar-fetmeyenler o ni'mete küfretmişlerdir.

Hafede ; hafidin cem'idir. Hâfid ; oğlunun oğlu ve kızının oğludur. Evlât insan hakkında ni'nıet olduğu gibi evlâdın evlâdı da ni'met olduğundan Cenab-i Hak hafidi dahi ni'met sıra­sında zikretmiştir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlerin ni'meti inkâr etmele­riyle murad; nimeti Allah'ın gayrı putların verdiğini itikaad etme­leri ve nimetin kadrini bilmeyip şükrünü eda etmemeleridir.[54]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine delâlet eden delilleri beyandan son­ra müşriklerin ibadetlerini beyanla mezheplerini reddetmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler Allah'ın gayrı bîr takım putlara ibadet ederler ki o putlar yağmurların hazinesi olan sema cihetinden bir damla rah­met indirmeye ve otların madeni olan yerden tek bir tane ot bitir­meye ve bu vesileyle kâfirlere azıcık bir rızık vermeye malik ola­mazlar ve malik olmaya istitaatları dahi yoktur.] Zira; o putlar kendi nefislerine ait celb-i menfaata ve def'-i mazarrata kaadir de­ğiller ki ibadet edenlere rızık vermeye malik olsunlar. Şu halde rızka müteallik hiç bir kimseye azıcık bir şey bile vermeye malik olamazlar ve kudretleri de yoktur.

[Putlarınız size bir şey vermeye kaadîr olamayınca Allahü Tealâ'ya hiç bir şeyi tenbih etmeyin ve ona putlarınızı mesil addet­meyin.] Çünkü; cümle mahlûkat Allah'ın halkıyla vücut bulmuş­tur. Şu halde Allah'ın halkettiği mahlûk halika müsavi ve müşabih olur mu? Elbette olamaz. Zira; mahlûk, halika, merzuk, razika ve âciz kaadire hiç bir cihetle benzemez. Binaenaleyh; şirketmek caiz değildir.

[Çünkü; Allahü Tealâ sizin ahvalinizi ve ma'budlarınızın ce-madat kabilinden olduğunu bilir, halbuki siz durub-u emsalinizin hatasını bilmezsiniz. Zira; eğer bilmiş olsanız mahlûku Allah'a teş­bihe cesaret etmezsiniz.] Yahut manâ-yı nazını : | Eşyanın künhü-nü Allahü Tealâ bilir, siz bilmezsiniz. Binaenaleyh; Allah'ın size bildirdiğinin gayrı durub-u emsale cesaret etmeyin | demektir.

Putlar zevilukulden olmadıklarında» akıl sahiplerinin gaynda isti'mâl olunan lafzıyla ta'bir olunmuştur. Putlar rızka mü­teallik bir şeye malik olmadıkları gibi malik olmaya iktidarları da olmadığını beyan için malik olmadıklarını beyandan sonra adem-i istitaatları da beyan olunmuştur. Yani "Hiç bir kimseyi azıcık bir şeyle merzuk etmeye malik olmak iktidarını haiz değillerdir. Bina­enaleyh; malik olmadıkları gibi rızık vermek hususunda esbab-ı temellükten bir sebep tahsiline dahi kudretleri yoktur» demektir. Nisâbûrî, Kazî ve    Keşşafta beyan olunduğu veçhile zamiri kâfirlere raci' olmak ihtimaline nazaran manâ-yı âyet: Kâfirler kendilerine rızıktan azıcık bir şey vermeye malik olmayan putlara ibadet ederler. Halbuki kendileri hayat, ilim ve idrak sahipleriyken bir kimseye rızık vermeye kudretleri yoktur. Binaenaleyh; cemadat kabilinden olan putların kudretleri olmadığı evleviyetle sabittir | demek olur.[55]

 

Vacip Tealâ putlara ibadet eden müşriklerin mezheplerinin batıl olduğunu beyandan sonra itikadlarının butlanını te'kidetmek üzere buyuruyor.

[ Allahü Tealâ hiç bir şeye kaadir olmayan abd-i memlükü mi­sâl olarak beyan etti ve şol kimse ki biz onu kendi tarafımızdan güzel rızıkla merzuk ettik ve merzuk ettiğimiz rızıktan o kimse gizli ve aşikâr nefsine ve muhtaç olanlara infak eder. Şu halde hiç bir şeye kaadir olmayan abd-i niemlükle infaka malik ve muktedir olan kimse müsavi olurlar mı?]

[Her bir sena edenlerin senası Allah'a mahsustur.]     Çünkü; cümlenin rızkını veren odur.

[Belki nâsın ekserisi hamdın Allah'a mahsus olduğunu bil­mezler.]

Yani; ey müşrikler! Sizin putları Allah'a müşabih ve müşarik kılmanız tasarruftan âciz ve hiç bir şeye malik olmayan abd-i memlükü hür ve serbest ve bir çok mala malik istediği gibi tasar­ruf eder ve arzu ettiği kimseleri infak eden kimseye müşabih kıl­maya ve ikisini mertebeden müsavi tutmaya benzer ve sarahat-ı akıl bu müsavatı tecviz etmez. Halbuki bunlar hilkatta ve suret-i beşerde müsavilerdir. Nasıl oluyor ki siz halik, razık ve kaadir olan Allahü Tealâ ile hiç bir şeye kaadir olmayan âciz putlar bey­nini müsavi kılar da putlara ibadet edersiniz. İşte şu manâyı beyan etmek ve size anlatmak için Allahü Tealâ hiç bir şeye kaadir olma­yan abd-i memlükü ve muktedir olan maliki misâl olarak beyan eder ve der ki «Aciz ve hiç bir şeye malik olmayan abidle şol kim­se ki biz onu helâl rızıkla merzuk ettik ve o kimse rızkını hiç kim­senin muttali olamayacağı gizli ve açık mahallerde istediği gibi infak eder. Bunun ikisi müsavi olur mu ki âciz putlara, kaadir olan Allahü Tealâ'yı müsavi kılıyorsunuz? Halbuki medh ü sena; her şeye kaadir ve herkesin rızkını veren Allah'a mahsustur, putların hamde istihkakları yoktur. Zira; her şeyden âciz ve her sıfat-ı memduhadan ve meziyetten mahrumlardır, belki ekser-i nâs ham-din Allah'a mahsus olduğunu bilmez. Binaenaleyh; âciz putlara ibadet ederler.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu misâl; müşrikleri intibaha davet ve Allah'la putlar beynini tefrik için irad olunmuştur. Ya­hut kâfirlerle müminler beynini tefrik için irad olunmuştur. Buna nazaran manâ-yı âyet: fİbadet-i ilâhiyeden mahrum ve kurbiyet-i İlâhiyeden matrud olan hakir kâfirlerle ibadetle meşgul, Rabbisi-nin emrine muti', mahlûkata şefkat ve merhametle me'lûf ve lutf-u İlâhiye mazhar olan abd-i mü'min müsavi olur mu?[ de­mektir.[56]

 

Vacip Tealâ putlara ibadet edenlerin itikadlarının batıl oldu­ğunu bir misal-i hariciyle beyandan sonra ikinci bir misalle dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahii Tealâ putlarla kendi beyninde müşareket olmadığını insanların anlayabileceği ikinci bir misâlle dahi beyan etti ki o mi­sâl iki kimseden birisi hiç bir şeye kaadir olmaz. Dilsiz, sağır, aklı kısa ve meramını ifadeden âcizdir. Binaenaleyh; onu mevlâsı hangi cihete gönderse asla hayırla gelmez ve getiremez ve mevlâsı üze­rine ağırlıktan ibarettir ve efendisi de üzerine büyük bir yük ad­deder ve lâkin başından savamaz.]

[Böyle elinden hiç bir şey gelmeyen ve mevtasının üzerine yük plan dilsiz ve sağır abd-i memlükle elinden her şey gelir ve kendisi doğru yol üzerinde olduğu halde nâsa adaletle emreder ve herkes yüzünden intifa' eden kimse müsavi olur mu? Hiç bir şeye kaadir olmayan âcizle her şeye kaadir ve kudret-i kâmile sahibi mertebede bir olur mu? Elbette olamaz.] İşte şu iki recülden âciz olan kaadir olana müsavi olamadığı gibi cemadat kabilinden olan putlar her şeyin halikı ve razikı olan Vâcibülvücudda elbette mü­savi ve müşabih olamaz.

Vacip Tealâ bu âyette evvelki recülde dört sıfat zikretti. Birincisi; dilsiz olması, iki.ncisi; hiç bir şeye kaadir olmaması, üçüncüsü; mevlâsına yük olması, dördün­cüsü; her nereye gönderilse hayırla gelmemesidir. İkinci re­cülde de bu dördün zıddı olan sıfatların bulunduğuna işaret etmiş­tir. Çünkü adaletle emretmek; lisana, kudrete ve halka menfaata yani hayır sahibi olmaya ve kimseye yük olmamaya delâlet etti­ğinden adaletle emretmek suretiyle şu evsaf-ı erbaayı cemetmiştir. İşte putlar; Nisâbûrî'nin beyanı veçhile ebkem olan recüle ben­zerler. Zira; onlar tekellüme kaadir olmadıkları gibi hiç bir şeye kaadir değillerdir ve onlara ibadet eden âbidler üzerine sikletten ve yükten ibarettir. Çünkü; âbidler onlara kurban kesmek, sadaka vermek ve tezyin etmek gibi şeylerle infak ederler. Putlar ise on­lara hiç bir şeyle infak edemezler, amma Allahü Tealâ; adaletle emir, kullarını infak ve doğru yolu göstermekle saadete îsâl eder. Binaenaleyh; her şeyden âciz putlarla kudret-i kâmile sahibi olan Allahü Tealâ müsavi olur mu? Elbette olamaz.

Hulâsa; herşeye muktedir olan bir recülle hiç bir şeye mukte­dir olmayan recül beyninde müsavat olamadığı gibi kaadir ü kay-yum olan Allahü Tealâ ile âciz putlar beyninde müsavat olamaya­cağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindehdir.[57]

 

Vacip Tealâ zat-ı ülûhiyetle putlar arasında müsavat olama­yacağını açık misallerle beyan ederek müşrikleri intibaha davet et­tikten sonra ulüvv-ü şanını ve azamet-i burhanını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Semâvât ve arzın gaiplerini bilmek Allahü Tealâ'ya mahsus­tur.]

[Kıyametin vuku ve emri olmadı, ancak gözbebeğinin debren-m esi kadar az bir zaman veyahut gözün hareketinden daha yakın bir zaman oldu.]

[Zira; Allahü Tealâ her şeye kaadir kudret-i tâmme sahibidir.]

Yani; yerde ve göklerde mevcut olan mahlûkatın ahvalini ve adedini ve her birinin keyfiyet-i taayyüşlerini, ecellerini, her biri­nin esrarını ve sair gizli olan şeyleri bilmek Allahü Tealâ'ya mah­sustur. Binaenaleyh; Allah'ın gayrı hiç bir kimse semâvât ve ar­zın esrarını bilemez ve mev'ûd olan kıyametin vukuu ve. nâsın he­sap için kaim olması olmadı, illâ göz kapaklarının inip çıkacağı kadar veyahut ondan daha az bir zaman oldu. Zira; gözkapağının hareketi bir zamana muhtaçtır. Kıyametin vukuu ise emr-i ilâhinin taallukuyla bir anda vuku bulacaktır. Çünkü; Allahü Tealâ her şeye kaadir ve bilhassa kıyameti derhal ikameye kudret-i kâmile sahibidir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kıyamet ; nâsın haberi olmadan defaten 'öuku bulacağına işaret için saat denmiştir. Allahü Tealâ'nm ilm-i kâmil ve kudret-i tâmme sahibi olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; semavat ve arzın gaybı kendine mahsus olması ilminin kemâline ve kıyametin bir anda ikamesi kudretinin azame­tine delâlet eder. Gözün hareketi ânlardan terekküb eden zaman­da olup kıyametin vukuu ânlardan birisinde vuku bulması mümkün olduğuna işaret için göz hareketinden daha sür'atlı olacağını Cenab-ı Hak beyan etmiştir. Zira; kelimesi bu makamda manâsına olduğundan sahih olan kıyametin vukuu gözün hareke­tinden daha yakın olacağı kafidir. Yoksa şek manâsına de­ğildir. Çünkü; Cenab-ı Hak sekten münezzehtir. Binaenaleyh; Al­lah'ın kelâmında şek olmaz ve şekke delâlet eden elfazdan müste-1 fad olan şek kullarına aittir. Şu halde Nisâbûrî'nin beyanı veçhile

yani «Kıyametin vukuunun göz hareketinden daha yakın olması mübalâğaya mahmul değil, hakikata mahmuldür. Bi­naenaleyh göz hareketinden daha az bir zamanda olacağı muhak­kaktır.[58]

 

Vacip Tealâ ilminin ve kudretinin    kemâlini beyandan sonra ilminin ve kudretinin kemâlini te'kidetmek üzere buyuruyor.

[Ey insanlar! Siz bir şeyi idrak etmez olduğunuz halde Allahü Tealâ sizi validelerinizin karınlarından dünya yüzüne çıkardı.]

[Ve sizin şükretmeniz için Allahü Tealâ size göz, kulak ve kalpler halk etti ki onlarla siz işitilecek şeyleri işitir, görülecek şeyleri görür, bilinecek şeyleri bilirsiniz.]

Yani; eşyadan hiç bir şeyi idrak etmez olduğunuz halde Allahü Tealâ sizi analarınızın karınlarından çıkardı ve o zamanda cehalet­te, menfaat ve mazarratınızı farke tın emekte cemadattan farkınız yoktu, Allahü Tealâ sizin âlât-ı idrakinizi ve esbab-ı ma'rifetinizi hazırladı. Binaenaleyh; cehilden ilme ve hamakattan zekâvete ve gabavetten dirayete intikal etmeniz için Allahü Tealâ işitilmek şa­nından olan şeyleri işitmenize, görülmek şanından olan şeyleri görmenize, bilinmek şanından olan şeyleri bilmenize vesile ve âlât ol­mak üzere göz, kulak ve kalplerinizi halketti ki bu ni'metlere şük-redesiniz, Kur'an'ı ve ahadis-i nebeviyeyi işitip umur-u diniye ve dünyeviyenizi onlardan istinbat ve acayip ve garaibi gözlerinizle görüp ibret alasınız. Kalplerinizle umur-u garibeyi idrak edip ceh­linizi izale ve nimet-i ilâhiyeyi ve mün'im olan Allah'ın kadrini bilip şükrünü yerine getirmekle ubudiyetinizi izhar edesiniz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette zikrolu-nan göz, kulak ve kalp diğer azalarla beraber validelerin karınla­rında halk olunurlarsa da bu azalarla idrak ve intifa dünyaya çık­tıktan sonra olduğundan Vacip Tealâ evvelâ validelerin karnından ihracını ve saniyen bu azaları halkettiğini beyan etmiştir ki hilkat-ta sair azalarla beraberlerse de intifâ'da muahhar olduklarına işa­ret olunmuştur.

Hulâsa; insanların batn-ı ümnıehattan çıktıklarında hiç bir şey bilmez bir halde oldukları, sonra bedenleri tekemmül ettikçe göz­leriyle görüp, kulaklarıyla duyar, kalpleriyle bilir, ulûm ve maa­rifi iktisapla cehaletten ilme intikal ettikleri ve bu azaları halket-mekten maksat bunları hüsn-ü istimalle vahdaniyete istidlal ede­rek nail oldukları nimetlerin şükrünü eda etmek olduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[59]

 

Vacip Tealâ kıyameti -bir anda ikameye kudretine delâlet eden delil-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.       

[Müşrikler vahdaniyeti ve kudreti inkâr ederler de yerle gök arasında muti ve münkad oldukları halde uçan kuşlara nazar edip görmezler mi?]

[O kuşları cevv-i semada hıfzetmez ve tutmaz, ancak Allahü Tealâ hıfzeder ve tutar.]

[İşte şu kuşların ağır cisim oldukları halde havada bağsiz uç­malarında, sebat ve karar edip düşmemelerinde iman eden kavm-için vahdaniyet-i ilâhiyeye ve kudret-i sübhaniyeye delâlet eden alâmetler vardır.]

Yani; Allahü Tealâ'nın kudret-i kâmilesine delâlet eden delil­lerden birisi de kuşların havada uçmalarıdır. Şu halde müşrikler semanın altında bulunup hava-yı lâtifle dolu ve cism-i kesiften boş olan mahallerde emr-i ilâhiye muti' oldukları halde kanatlarını dö­şemek suretiyle uçan kuşlara nazar edip görmezler mi? Allahü Tealâ'dan maada o kuşları havada kimse hıfzedip tutamaz. Bunu bilmezler mi, o kuşları bir nokta-i istinad olmadan havada tutmak ve onlara havada uçmaya kudret vermek Allah'ın vahdaniyetine ve kudretine delâlet etmez mi? Bunların her birinde iman eden kavmiçin saniin kudretine deliller vardır. Bunlarla istidlal etmek lâzım değil mi? Çünkü; kuşları uçabilecek kanatlarla ve kanatları her kuşun cismine göre halketmek fâil-i muhtarm vücuduna pek açık bir delildir. Eğer tabiat vasıtasıyla olsa ecsamm cümlesi ve bilhassa hayvanatın hepsi cismiyette müşterek olduklarından hay­vanatın cümlesinin uçması lâzım gelirdi. Zira tabiat; ecsamm cüm­lesinde müşterek olunca hepsinde iktizasını icra edeceğinde şüphe yoktur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile cevv ; sema ile arz arasında havayla dolu vâsi meydanlıktır. Kuşların bu mey­danlıkta on iki mil yükselip ziyade yükselemedikleri (Kâ'b) Haz­retlerinden mervidir.[60]

 

Vacip Tealâ kuşlarda ibrete şayan olan ahval-i acibeyi beyan ettiği gibi insanlara ni'met olup kudret-i ilâhiyeye delâlet eden delilleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ sizin için evlerinizden mesken halketti ki raha­tınız için o evlerde sakin olursunuz.]

[Ve Allahü Tealâ sizin için hayvanatın derilerinden evler halketti ki o evleri siz gerek göç günlerinizde ve gerek ikamet gün­lerinizde hafif addeder, istediğiniz yerlere alır götürür ve arzu et­tiğiniz yere kurar, içinde oturursunuz.]

[Ve Allahü Tealâ koyunların yünlerinden, develerin yapağı­larından, keçilerin kıllarından aba ve şalvar gibi giyinecek, kilim ve keçe gibi döşenecek, heybe ve torba gibi elinizde kullanacak meta' ve levazim-ı beytiye halketti ki hîn-i mevtinize kadar bun­lardan intifa' edesiniz.]

Yani; Allahü Tealâ sizin için taş, kerpiç, kiremit ve ağaçtan sakil süknâlar halketti ki hal-i hazarınızla ikamet ve istirahat eder­siniz. Ancak işbu evler hal-i seferinizde nakli mümkün olmayıp yerinde sabittir, hayvanatın derilerinden çadırlar halketti ki o ça­dırları siz hafif addedersiniz. Binaenaleyh; göç günlerinizde istedi­ğiniz yerlere alır, götürürsünüz ve bir mahalde ikamet ettiğiniz günlerde istediğiniz yere kurar, altında rahat edersiniz. Koyunla­rın ve develerin yünlerinden, keçilerin kıllarından çul, çuval gibi esasat-ı beytiyenizi halketti ki ölünceye kadar intifa edersiniz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile insan için mesken; iki olup birincisi; tastan, ağaçtan yapılıp nakli mümkün olmadığım, ikincisi; deriden ve hayvanatın yünlerinden yapılıp hayvanat üzerinde nakli mümkün çadırlar olduğunu ve ha­fif olup nakli mümkün olan meskenler insanlar için ayn-ı nimet olduğunu Vacip Tealâ bu âyette beyan etmiştir. Esasla meta' bey­ninde fark olduğuna işaret için meta', esas üzerine atfolunmuştur. Zira esas; insanın üzerine giymek için yapmış olduğu aba ve şalvar gibi şeylerdir. Meta' ise evlerde döşenmek ve ziynet için yapılan şeylerdir. Yahut esas; hanenin bilcümle levazımatıdır. Meta'; ticaret için yapılıp satılan şeylerdir. Şu halde herhangi ma­nâ murad olunursa olunsun esasla meta' beyninde fark vardır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile hayvanatın tüylerinden yapılan çadırlarda deriden yapılanlar dahi dahildir. Zira; hayvanatın tüy­leri deriden çıktığı için deri de onlarda dahildir. Asvaf ; ko­yunun yünü, evbar ; devenin yünü; eş'ar; keçinin kı­lıdır. Bunların her cümlesi; çadır, esasât-ı beytiye ve metâ'-ı tica­ret olduğundan Cenab-ı Hakkın insanların menfaatları için yarat­tığı nimetleridir. Hin', zamandan bir müddettir. Bunlardan yapılan çadır ve sair şeyler kuvvetli olduğu için müd-det-i medide devam ettiğinden Cenab-ı Hak «Bir müddet intifa' edersiniz» buyurmuştur. Yahut hîn; burada mevt zamanıdır. Buna nazaran "Ölünceye kadar, bunlarla intifa' edersiniz» demektir.[61]

 

Vacip Tealâ insan için halkettiği   nimetlerden bazılarını ba'-delbeyan bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allalıü Tealâ mahlûkaatından .sizin için gölgeler ve dağlarda mağaralar halketti ki güneşin hararetinden ve soğuğun şiddetin­den nefsinizi muhafaza edersiniz.]

[Ve Alialıü Tealâ sizin için sizi sıcaktan muhafaza eden göm­lekler ve düşmanınızın şiddetinden ve hücumundan muhafaza eden zırhlar ve sair âlât-ı harbi halketti ki nefsinizi hararetten ve düş­manın şerrinden himaye eder ve sakınırsınız.]

[İşte Allahii Tealâ şu sayılan ni'metleri halkettiği gibi sizin itaat ve inkıyad etmeniz için böylece sizin üzerinize ni'metini it­mam eder ki ibadetinizi Allah'a hasrcdesiniz ve ni'metlerin kad­rini bilip înkıyad üzere bulunasınız.] Çünkü; ta'dad olunan ni'met­leri gören bir âkil için Allah'ın kudretlerini müşahede etmemek kaabil değildir. Zira; kızıl etten ve yaş deriden kuru kılların zu­huru kudret-i ilâhiyeye açık burhandır. Bunu inkâra kim cür'et edebilir? Bunları müşahede edip de iman etmemek hamakattan jaşka bir şey değildir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile insan misafir veya mukim ol­maktan hâli olamadığı gibi misafir de zengin olup maiyetinde ça­dır götürmek veya fakir olup çadır götürememekten dahi hali ola­madığından Cenab-ı Hak evvelki âyette mukimle zenginin mesken­lerini ve bu âyette fakir olarak misafirlerin mağaralar meskenleri olduğunu beyan ettiğinden ni'metini itmam ettiğini zikretmiştir. Şu ni'metlerin kâffesinde maksat; ni'metin kadrini bilmekle ve o ni'meti halkeden hallâka itaat ve şükrünü eda etmekle azab-ı ilâ­hiden salim olmak olduğuna işaret olunmuştur. Düşmanlara karşı âlât-ı harp tedarik etmek pek büyük ni'met olduğu beyan edilmiş­tir. Hükümetin harp için bilcümle tedarikâtı ni'metler cümlesin­den olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan etmekle âlât-ı harbi tedarik etmek ehl~i iman için vezaif-i diniye cümlesinden olduğu­nu tavsiye buyurmuştur. Binaenaleyh; hükümet-i İslâmiyenin dai­ma düşmana karşı hazırlıkta bulunması vacip olduğu gibi efrad-ı milletin de bu hususta hükümete muavenet etmesi vaciptir.

Hulâsa; insanların istirahatları için Allah'ın gölgeler, sıcak ve soğuktan muhafaza için misafirlere dağlarda mağaralar ve sıcak­tan vikaye için gömlekler ve çadırlar ve düşmanın şiddetinden sı-yanet için zırhlar ve sair âlâtı harbi halkettiği ve şu beyan olunan ni'metleri halkla kullarına ni'metini itmam eylediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[62]

 

Vacip Tealâ insanlar için halkettiği nimetlerden bazılarını be­yandan sonra nasihat-ı nebeviyeyi dinlemeyenlerin mes'ûliyet kendilerine âit olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Eğer i'raz ederler, senin nasihatini dinlemezlerse senin üzerine vacip olan ancak açık tebliğ etmektir.] Binaenaleyh; habibim! Sen tebliğ ettikten sonra mes'ûİiyet onlara aittir.

[Onlar Allah'ın ni'metini bilirler. Sonra o ni'meti inkâr eder­ler.] Çünkü; ibadetlerini, ni'meti veren Allah'ın gayrıya sarfederler.

[Onların ekserisi kâfirlerdir.] Zira; nübüvvet-i Muhammedi-yeyi bildikten sonra küfürde ısrar ve binaenaleyh; ni'meti rıza-yı İlâhinin gayrıda isti'mâl ederler.

İnsanlar içinde sabi, ma'tûh ve mecnun gibi mükellef olmayan­lar bulunduğuna işaret için müşrikleri zemmolmak üzere sevk olu­nan âyette Cenab-ı Hak ekserisinin kâfir olduğunu beyan etmiştir. Nimet-i ilâhiyeyi bildikten sonra inkâr, bilmeden inkârdan daha şeni1 olduğundan Vacip Tealâ bildikten sonra inkâr ettiklerini be­yan ve ile te'kid buyurmuştur. Çünkü; bilmeyerek kabaha­tin cezası birdir ve lâkin bilerek kabahatin cezası ikidir.

Yukarıdan beri sayılan ni'metlerin halikı Allahü Tealâ oldu­ğunu müşriklerin bildiklerini ve lâkin putların şefaatlarıyla halkettiğini itikad ederek putlara ibadetle inkârlarını izhar ve ni'me-tin hukukunu edadan i'raz eylediklerini beyanla müşriklerin zem-mi sarahaten beyan olunmuştur.[63]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin dünyada imanı kabulden ve nasihati dinlemekten i'raz ettiklerini beyan ettiği gibi âhirette vâki olacak ahvali dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret ha bibim! Şol günü ki o günde biz her ümmetten amel­lerine şehadet etmek üzere birer şahit ba'sederiz ki o şahit; onla­rın iman veya küfürlerine şehadet eder. Ve şahidin şehadetindeıı sonra kâfirlere i'tizar için izin verilmez ve onların rızaları da ta-leb olunmaz.]

Yani; habibim! Kâfirlerin ni'meti inkâr etmekle ibadetlerini putlara sarfetmeleri yanlarına kalmaz, elbette cezasını görecekler­dir. Binaenaleyh sen zikret şol günü ki o günde biz her ümmetin imanına, küfrüne ve ni'metin kadrini bilip şükrünü eda ettiğine veyahut ni'meti inkâr edip şükrünü eda etmediğine şehadet eder birer şahit ba'sederiz ve o şahidin şehadetinden sonra kâfirlere i'tizar için izin verilmez. Zira; i'tizar edecek özürleri yoktur ve dünyaya itikadlarını tashih için rücû' etmeye izin isterler, ona da izin verilmez, Çünkü; dünyadan giden için dünyaya bir daha dön­mek yoktur ve onlara, izin verilmekle rızaları da aranmaz. Yani «Rabbinizi İrza edin» de denmez. Çünkü; Rablerinin gazabı muhak­kak olduğundan Rablerinin onlardan razı olmak zamanı geçmiştir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlere i'tizar için izin veril­mediği gibi şahitlerin şehadetlerine itiraz etmelerine dahi izin verilmez. Binaenaleyh; onlar için i'tizar etmek ve söz söylemek ve şahide itiraz eylemek ve dünyaya bir daha dönmek yoktur.

 İsti' tab ; itab talebetmek, yani onlar için söz söylemeye ve i'tizar etmeye izin verilmediği gibi Cenab-ı Hak'­tan onlara itab etmesi dahi talebolunmaz. Çünkü itab; gazap tankıyla incinecek söz söylemektir. Bir kimse hasmının itab edip sonra razı olacağını ve itabla iktifa edip kusurunu affedeceğini bi­lirse hasmından itab talebeder ve hasmı da itabla söyleyeceğini söyler ve sözleriyle öfkesini alır ve gazabını teskin eder.:, ve husu­metten vazgeçer. Ama hasmın affetmek ihtimali olmadığında itab talebetmez. Çünkü; talepte bir manâ yoktur. İşte şu esasa binaen kâfirlerin cinayetleri affolunmayacağına işaret için Vacip Tealâ bu âyette onlar için itab taleb olunmayacağını ve itab olmayınca Ce­nab-ı Hakkın rızasına dahi nail olmayacaklarını beyan etmiştir.

Yevm-i kıyamette her ümmet için ba'solunacak şahitle murad; her ümmetin resulü olduğu Hâzin'in ve Medarik'in beyan­ları cümlesindendir. Çünkü; ümmetlerin muhasebe zamanında iman edenlerin imanlarına ve iman etmeyenlerin küfürlerine re­sulleri şehadet edeceğini Cenab-ı Hak bu âyette ve b'unun emsali âyetlerde beyan buyurmuştur. Şu halde rusül-ü kiram şehadet et­tikten sonra onların dünyaya rücû' edip fevtettikleri amellerini te­darik için taraf-ı ilâhiden müsaade olunmakla rızaları talebolun­maz. Buna nazaran »Onların rızaları taleb olun­maz» demektir. Yahut Nisâbûrî ve Keşşafın beyanları veçhile «Onlara Rabbinizi irzâ edin» denmez. Zira âhiret; dar-ı amel değil ki onların Rablerini irzâ etmeleri teklif olunsun. Binaenaleyh; on­lara «Rablerinin rızasını tahsil için amel etmeleri teklif olunmaz» demektir.

Hulâsa; yevm-i kıyamette Cenab-ı Hakkın her ümmetin ame­line şehadet etmek üzere resullerini şahit göndereceği, resullerin şehadetinden sonra kâfirlere i'tizar için söz söylemeye ve dünyaya rücû' etmeye, izin verilmeyeceği, onların rızaları aranmayacağı ve-' yahut onlar için Cenab-ı Hak'tan rıza taleb olunmayacağı bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[64]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin kıyamette vâki olacak hallerinden baz aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zalimler azabı gördüklerinde onlardan azap tahfif olunmaz ve fevtettikleri amellerini tedarik için onlara mühlet verilmez ve sözleri dinlenmez.]

Yani; dünyada nefsine ve gayra zulmeden kâfirler gözleriyle Cehennem azabını görüp Cehennem'e girdikten sonra onlardan azap tahfif olunmadığı gibi onlara nefes almak için bir müddet mühlet dahi verilmez. Velev bir dakika olsun azaptan hâlî kal­mazlar.[65]

 

Vacip Tealâ müşriklerin   âhirette görecekleri   ahvalden bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şirk eden müşrikler Allah'a ş, ;rik olduğunu itikad ettikleri şeriklerini görünce derler ki «Ey bizim Rabbimiz! Şu gördüğümüz putlar bizim sana şerik addettiğimiz sol şeriklerimizdir ki biz senin gayrın olarak onlara ibadet eder olmuştuk»] demekle putlardan şi-, kâyet edince:

[Putlar onlara söz atarlar ve cevap verirler, derler ki «Siz ey müşrikler! Muhakkal> yalancılarsınız. Çünkü; siz bize ibadet etme­diniz, belki siz hava ve hevesinize ve arzu-yü nefsaniyenize ibadet ettiniz ve istediğinizi işlediniz.» Putlar bu sözleriyle müşriklerin şikâyetlerini reddederler.

Yani; dünyada sirkeden müşrikler şirkettikleri putları görüp şefaat edemeyeceklerini bilince kemal-i tahassür ve nedamet üzere derler ki "Ey bizim Rabbimiz! Senin gayrın olarak ibadet ettiğimiz şeriklerimiz şunlardır». Müşriklerin şu şikâyetleri üzerine putlar onlara cevap olmak üzere söz atarlar ve derler ki «Biz ma'bud ol­madığımız halde bize ma'bûd dediğinizde siz elbette yalancısınız. Zira; şehevat-ı nefsaniyenize tâbi' olarak bizim gibi bir takım âciz­lere ma'bud demekle, iftira ettiniz)-.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile putlar cemadattan ol­dukları cihetle söz söylemeye iktidarları yoksa da Cenab-ı Hakkın' âhirette onları cemedip hayat ve tekellüme kudret verip müşrikleri reddedeceklerine bu âyet ve emsali âyetler delâlet eder. Şu halde putları ihya ve kâfirleri tekzib ettirmek onları tahkir ve kederlerini tezyid içindir.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile müşriklerin bu sözden maksatları putlara atf-ı cürüm ederek kendilerinin azaptan kurtulacaklarını zannetmek ve azaplarının bir kısmını putlara tahmil veyahut put­ların huzurunda taaccüplerini izharla kendi hatalarını itiraf et­mektir.

[O günde müşrikler putların tekzibettiklerini görünce Ali ahu Tealâ'ya itaat ve inkıyad izhar ederler. Halbuki onların putlar şe­faat edecek ve onlar vesilesiyle takarrub ilâllah etmek gibi isnat­ları ve iftiraları onlardan kaybolur ve ümid ettikleri muavenet ve yardımdan hiç bir şey göremezler.]

Yani; zalimler dünyada kibrettikten sonra yevm-i kıyamette Allah'ın hükmüne inkıyadlarını izhar ederler, fakat fayda etmez. Zira; itaatin zamanı geçtiği için o günde İslâmiyet izharında men­faat olamaz ve putların yardım edeceklerine dair iftiraları zayi ve batıl olur.[66]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin azaplarını beyandan sonra din-i Mu-harnmediye iman etmek isteyenleri menedenlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar küfrettiler ve yalnız küfürle iktifa et­mediler; belki küfürleriyle beraber tarik-ı ilâhi olan din-i İslama dahil olmak isteyenleri duhulden menettiler. Onların ifsadları se­bebiyle biz azaplarının üzerine £zap ziyade ettik.]

Yani; şol kimseler ki onlar tıynetlerinde olan fenalığa binaen küfrü ihtiyar ettikleri gibi fukara-yi naşı ve zuafa-yı enamı Al­lah'a ve resulüne imandan, din-i İslâm'a ve Kur'an'ın ahkâmına ittibâ'dan menettiler ve kendi küfürlerine tarik-ı hakka ittibâ'dan nâsı menetmelerini zamla hem dâll hem de mudil oldular. Bina­enaleyh; onların gayr ilan ifsadetmeleri sebebiyle kesbetmiş olduk­ları masiyet mukabilinde asıl küfürleriyle müstehak oldukları aza­bın fevkmda azaplarını ziyade ederiz ki biri küfürleri, diğeri de ibadullahı idlâlleri sebebiyle azapları iki kat olacaktır.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile azaplarının ziyade olması kü­fürlerinin ziyade olmasındandır. Çünkü; kendileri küfrü irtikâb ettikleri gibi başkalarını da küfre sevketmişlerdir. Şu halde küf-rüzere küfrü irtikâb etmeleri azap üzere azapla muazzap olmala­rına sebep olmuştur. Azabın ziyadeliği; ateş üzerine eza eden hay­vanlarla dahi azab olunmaları veyahut hararet üzerine bürudetle ve bürudet üzerine hararetle azabolunmaları veyahut ateşle aza­bın iki kat olması ihtimali ihtilaflıdır. Şu kadar ki azabın iki kat olacağı kafidir. Çünkü; bu âyetin sarahat-ı kat'iyesiyle sabittir. Amma keyfiyetin nasıl olacağında kat'iyet yoktur. Binaenaleyh; muhtelefünfihtir.

Hulâsa; bir kimse kendi fesadı ihtiyar ettiği gibi. Başkalarını da fesada sevkederse indallah azap üzerine azapla muazzap olacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[67]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin kendileri iman etmemekle beraber iman edecekleri imandan menettiklerine mukabil azaplarının ziyade ola­cağını beyan ettiği gibi yevm-i kıyamette nebilerinin; onların kü­fürlerine şehadet edeceğini dahi beyan etmekle tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Zikret sol günü kî o günde her ümmetin kendi cins­lerinden aleyhlerine şahit ba'sederiz ve o şahit onların amellerine şehadet ederler ve seni de şu kâfirler üzerine şahit olarak getiri­riz. Onlar üzerine şehadet edersin.]

[Ve senin üzerine umur-u din ve umur-u dünyayı, helâli, ha­ramı, ahval-i âhireti, ahlâkı, âdabı, vaaz u nasihati, durub-u em­sali ve kısas-ı enbiyayı beyan eder ve kullara doğru yolu gösterir ve Müslümanlara taraf-ı ilâhiyemizden ihsan ve müjde olduğu hal­de biz Kur'an'ı habibim! Senin üzerine inzal,ettik.] Binaenaleyh; sen onlara tebliğ edersin ve Kur'an'ın ahkâmını onlara birer birer tefhim ettikten sonra mes'ûliyet onlara aittir.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile her nebi ba'so-lunduğu kabileden olduğundan şahidin o ümmetin kendi nefisle­rinden olacağı beyan olunmuştur. Çünkü her ümmetin nebisi o üm­met hakkında şahit'olacağı defaatla beyan edilmiştir, Resulullah'ın şanını i'lâ için her ümmete şahit ba'solunacağım beyandan sonra ayrıca Resulullah'ın kendi ümmetine şahit olacağı zikrolunmuştur. Ümmetle murad; cemaat ve bir kavimdir.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile gerçi ahkâm-ı şer'iyenin bazısı ahadis-i nebeviye, icmâ'-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha ile sabitse de bunların edille-i şer'iyeden olup kendilerinden ahkâm istinbat olunmasının cevazı Kur'an'la sabit olduğu gibi bunlar Kur'an'da olan icmali tafsil ve muğlâk olan âyetleri tefsir olduğu cihetle bi­lûmum ahkâmın esası Kur'an olduğundan bu âyette Kur'an'ın her şeyi beyan ettiği sarahaten zikrolunmuştur. Binaenaleyh Kur'an; bazı ahkâmı icmalen beyan eder, tafsili hadiste olur, bazısını işa­retle beyan eder; kıyas-ı fukaha onu izah eder ve bazısını tafsilen beyan eder, başka delillerle tafsile hacet kalmaz. Kur'an ulemaya nazaran her şeyi beyan eder. Zira; ulema ahval-i beşere ait ahkâmı Kur'an'dan istinbat edebilirler. Binaenaleyh; Kur'an'a denilmiştir. Cemi-i halka doğru yolu gösterdiği için denilmiştir. İmanla beraber amel edip bir çok derecelere nail olacaklara ihsan-ı ilâhi olduğundan  denilmiştir. Kur'an'la amel eden müminlerin hîn-i vefatlarında amelleri saye­sinde kazandıkları derecelerde tebşir olunacaklarından Kur'an'ın olduğu beyan olunmuştur.

Hulâsa; her ümmetin ameline şahadet için o ümmetin kendi cinslerinden ba'solunan nebinin şahit olacağı, bizim nebimizin de ümmeti üzerine şahit olarak getirileceği, Kur'an'ın her şeyi beyan ettiği ve kullara doğru yolu gösterir hidayet ve amel edenlere rahmet ve büşrâ olduğu bu âyetin fevaidi cümlesindendir.[68]

 

Vacip Tealâ Kur'an'ın her şeyi beyan ettiğini ve hidayet ve rahmet olup ehl-i İslâm'a tebşir olduğunu beyandan sonra Kur'­an'ın cami' olduğu ahkâmın bazısını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ adalet ve lâyıkı vechüzere ibadet ve akrabaya atiye vermekle, sıla-i rahimle emir, zinadan, şirkten, ebna-yı cinsi­nize zulüm ve tecavüzden nehiy ve sizin tezekkür ve teemmül et­meniz için size vaazeder.j

Yani; Allahü Tealâ gerek ameliyat, gerek itikadiyat, gerekse muamelâtın kâffesinde adaletle emreder. Zira; adalet olmayan şeyde yümn ü bereket olmaz. İbadette şartlarına riayetle eda ve feraize itina ile kötülük edenlere iyilik etmekle ve her şeyde in­safla emreder. Kezalik akrabaya infak etmekle, hüsn-ü muaşeret­le, güzel duâ ile emreder, zina gibi kuvve-i şehevaniyeye ve behi-miyeye tebaiyetten nehyeder. Zira; kuvve-i şehevaniyede ifrat ve harama tecavüz etmek insanın en çirkin ahvalindendir. Şirk gibi en büyük cinayetten ve ef'âl ü akvâlde caiz olmayan münkeratın cümlesinden ve gayrın hukukuna tecavüz suretiyle zulüm ve ud-vandan nehyeder. Zira; Kur'an'ın ahkâmını tezekkür ederek nasi­hat kabul etmeniz için Allahü Tealâ size vaaz eder.

Adalet; kelime-i tevhidin mazmununda dahil olduğundan ada­letle emir; kelime-i tevhidle emri mutazammındır. Zevilkurbâya i'tâ ile emir; muhtaç oldukları nafakayı vermek ve icabında hizmet etmek, ziyaretlerini terk etmemek ve duadan unutmamakla emret­mektir. Fahşa ile murad; zina, işte ve sözde mezmum olan şeylerdir. Münkerât; Kur'an'a ve sünnet-i Resulullah'a muhalif olan her şeydir, Bağy ; zulüm ve gayr üzerine tekeb­bür etmektir. Zira; bunların cümlesi nazar-ı şeri'de çirkindir. Bi­naenaleyh; bunları irtikâb edenler günahkâr ve mezmumlardır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; hayrın ve şerrin envâ'ını cami'dir. Zira adalet, ihsan ve akrabaya riâyet; feraize, vâcibata, nevafile, hüsn-ü âdaba, ahlâka, insanların yekdiğerine karşı mua­melelerine, akraba ve taallûkat beyninde hüsn-ü imtizaca, şefkat ve merhamete şamil olduğundan cümle hayrat bu üç kelimede münderictir. Kezalik fahşâ', münker ve bağiy; efâl-i kabiha ve akval-i mezmume ve gayrın hukukuna tecavüz ve sair ma'siyetle-rin cümlesine şamil olduğundan bu üç kelimede dahi şerrin cüm­lesi münderictir. Çünkü; fahşâ şer olduğu gibi şer'an münkerattan olan şeyler ve aharın hukukuna^ tecavüzle zulmetmek dahi serdir.

Hulâsa; ibadette ve nâsla muamelede adalet etmek vacip, eb-nâ-yı cinsine, akraba ve taallûkaata muhtaç oldukları muavenet lâzım, fuhşiyat ve emsali bilûmum günahların terki vacip olduğu ve insanların tezekkür ve teemmül etmeleri için bu misilli ahkâmı beyanla Aİlahü Tealâ'nın kullarına vaaz ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[69]

 

Vacip Tealâ icmalen emir ve nehyin cemiine işaretten sonra bazılarını tafsilen beyan etmek üzere buyuruyor.

[Muahede ettiğinizde Allah'ın ahdini yerine getirin.]

[Allah'ın ismiyle yeminlerinizi te'kid    ettikten sonra bozma-

[Halbuki siz yemininizi yerine getirmek üzere Allah'ı üzeri­nize şahit ve kefil kıldınız.] Binaenaleyh; yemin ve ahdinizi nak­zetmeyin.

[Zira; Aİlahü Tealâ sizin işlediğinizi bilir.]

Yani; kendi ihtiyarınızla işlemesini iltizam ettiğiniz nezir ve Resulullah'a biat v.s. gibi ifası lâzım olan şeylerin cümlesini ve uhdenize terettüb eden feraiz ve vacibat gibi hukuk-u bedeniye ve maliyenizi imanınız icabı vâki olan muahedeniz veçhile bunların cümlesinde Allah'ın ahdini ifa edin ve sair insanlarla muahede et­tiğinizde muahedenizi yerine getirin ve işlerinizde yemin edip es-mâ-i ilâhiyeden birisiyle yemininizi te'kid ettiğinizde bozmayın. Halbuki yemininizde ismini zikirle Allah'ı üzerinize şahit ve kefil kıldınız. Çünkü; bir işi görmek için Allah'ın ismiyle yemin etmek Allah'ı kefil kılmaktır. Allah'ı şahit ve kefil kıldıktan sonra ahdi­nizi ve yemininizi nakzederseniz büyük kabahat işlemiş olursunuz ve işlediğiniz kabahati saklayamazsımz. Zira; Allahü Tealâ sizin her işlediğinizi bilir ve muktezasma göre ceza verir. Yeminin taf­silâtı Sûre-i Bakara ve Mâide'de beyan olunmuştur.

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet-i celile Resuîullah'a biat eden kimseler hakkında nazil olmuştur. .Buna nazaran Resuîullah'a biatin icabatını ifa etmekle emirse de lâfz-ı âyet insanlardan vuku bulan uhudatın cümlesine şamildir. Bina­enaleyh; âyetin hükmü umumidir, hususi değildir.

Hulâsa; muahede vukuunda ahdin icabatını ifa etmek ve Al­lah'ın ismiyle te'kid olunan yemini bozmamak vacip olduğu, ye­minle ahdini te'kideden kimseler ahdlerine Allah'ı kefil kılmış ol­dukları ve insanların işledikleri her şeyi Allahü Tealâ'nm bildiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[70]

 

Vacip Tealâ ahdi ifa ile emir ve nakz-ı ahidden nehyettikten sonra nakz-ı ahdetmeyi bir misalle beyan etmek üzere buyuruyor.

[Siz şol hatun gibi olmaym ki o hatun iğirdiği ipliğini büküp fitil yapıp kuvvetlendirdikten sonra nakzeder.]

[Yeminlerinizi beyninizde    birbirinizi aldatmak    için gizlice hile ittihaz edersiniz ki, kuvvetli bir cemaat olasınız diye.]

[O ümmet diğer bir ümmetten daha kuvvetli olursa da. Halbuki Allahü Tealâ emrettiği şeyi vefa etmenizle ancak sizi tecrübe eder ve imtihan muamelesi yapar ki vaadinizi ifa eder misiniz veya etmez misiniz?]

[Ve sizin ihtilâf ettiğiniz şeyleri Allahü Tealâ yevm-i kıya­mette elbette size beyan eder. Binaenaleyh; ahdinize, vefanıza sevap ve nakz-ı ahdinize

Yani; siz beyninizde vâki' olan muamelâtınızda, yekdiğeriyle ahid ve mukavelenizde bir kavim diğerinden kuvvetli olduğu için onun kuvvetine aldanarak kuvvetli, tarafa meyletmek ve siz de kuvvetli bir cemaat olmak için yeminlerinizi birbirinizi aldatmak­ta ve hilenize alet eder olduğunuz halde nakz-ı ahdetmekte ve sö­zünüzden dönmekte şol hatun gibi olmayın ki o hatun yünden ve­ya kıldan iplik eğirir ve eğirdiği ipliği büküp fitil yapıp kuvvet­lendirdikten sonra onu söker, bozar, dağıtır ve bozmasında sür'at da eder. Binaenaleyh; daima bir taraftan amel edip diğer taraftan amelini bozmakla meşgul olduğundan emeği zayi olur, boşa gider ve sa'yımn semeresini görmez. Şu halde siz de sa'yını boşa veren hatun gibi mukavele ve ahdinizi nakızla emeğinizi heba etmeyin ve Allahü Tealâ elbette yevm-i kıyamette sizin ihtilâf ettiğiniz şeyleri size beyan eder. Binaenaleyh; sizin saklamanızda bir fayda yoktur.

Fahri Râzi, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyet-i celile ahdini ve yeminini bozanların hallerini temsille insanın baş­ladığı bir işte sebat etmesi lâzım olduğunu tavsiye etmiştir.

Kazî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile bu âyette zikrolunan hatunla murad; Kur'eyş'ten (Reyte), isminde muayyen bir hatundur ki onun âdeti; sabahtan öğleye kadar kendi ve cariyeleri yünden ve kıldan ip eğirip büküp urgan yapmak ve öğleden sonra kendine arız olan vesveseye binaen ördüğü ipi ve eğirdiği ipliği bozup dağıtarak emeğini zayi etmek ve sa'ymı abes kılmaktı. Çünkü; gayet ahmak olduğundan beyhude' nefsine zahmet ederdi. İşte Cenab-ı Hak başladıkları işlerin neticesini almadan bozanların, ahdini nak­zedenlerin hallerini bu hatunun haline teşbihle kullarını bu gibi sebatsız hallerden nehyetmiştir.

Çünkü; insan başladığı işi bir zaman düşündükten sonra baş­layıp emek sarfettikten sonra devam e,dip neticesine intizar etmek lâzımken onu yarım bırakmak ve sarfettiği düşünce ve emeklerini zıyaa uğratmak akıl şanı olmadığından Cenab-ı Hak bu gibi de­vamsızlığı nehyetmiştir.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile bu âyet bundan evvelki âyete rnerbutttur. Yani «Ahdinizi ifa edin, yemininizi bozmayın. Eğer ahdinizi ifa etmez, yemininizi bozarsanız şu, eğirdiği ipliği bozan hatun gibi olursunuz ve emeğiniz boşa gider» demektir,         

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile nekes lâfzının cem'idir. Nekes; ipliği fitil yapıp kuvvetlendirdik­ten sonra bozmaktır. bir kimseyi aldatmak için zahirde ahdine vefa eder gibi görünüp batında ahdini nakzettiğini gizle­mektir ki zahirde dost görünüp batında adavetini saklamak ve fır­sat gözetmek ve gadirle hıyanet etmektir.

İşte Araplardan bazı kabile müminlerle muahede edip mua­hedelerini yeminleriyle takviye eder ve lâkin Kureyş'i daha kavî gördükleri zaman kendilerini kuvvetli bir cemaat olmak emeliyle ahidlerini nakızla onlara inzimam etmeyi kalplerinde saklar ve ye­minleriyle ehl-i imanı aldatmak isterler, fırsat bulduklarında ye­minlerine bakmayarak sözlerinden dönmekten çekinmezlerdi. Bu gibi muahedeyi nakzedenleri Genab-ı Hak ahmak bir hatuna teş­bihle zemmetmiştir. Binaenaleyh; zahirde muahede ettiği kimsenin zayıf, diğerinin kavî olduğuna bakmayıp hemen ahdinde ve sözün­de sebatın lüzumunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Hulâsa; başkasını aldatmak için yeminini vesile ittihaz ve yap­tığı şeyi bozmaya sa'yetmek 'fena olduğu, muahede ettiği kavmi zayıf görmekle ahdini nakzetmek caiz olmadığı, Allahü Tealâ'-nın emrettiği şeyle insanlara imtihan muamelesi yaptığı, yevm-i kıyamette ahdini ifa edenleri ve etmeyenleri bildiği ve herkesin lâyık olduğu cezayı vereceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[71]

 

Vacip Tealâ nakz-ı ahdin haram olduğunu beyandan sonra ah­de vefa etmek için insanları cemetmeye -kaadir olduğunu beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Eğer Allahü Tealâ istemiş olsaydı sizi millet-i vahide kılar ve bir din üzerinde bulundurur ve cümleniz ahdinizi ifa ederdiniz ve lâkin hikmet-i ilâhiye bunun hilafını iktiza ettiğinden Allahü Tealâ istediği kulunun sû-u ihtiyarına binaen idlâl eder ve istediği kulunun hüsn-ü ihtiyarına binaen hidayette kılar ki, o kulunu sa­adete îsâl eder ve elbette siz amelinizden suâl olunursunuz.] Bi­naenaleyh; eğer ameliniz hayırsa hayırla ve serse' şerle mücazat görürsünüz.

Allahü Tealâ'nm idlâli, dalâleti ihtiyar edenlerin irade-i cüz'i-yelerini dalâle sarf etmeleri üzerine dalâllerini halk ettiğinden ce­bir lâzım gelmez. Çünkü; kulun ef'âl-i ihtiyariyesinde Allah'ın ira­desi kulun iradesine tabidir. Binaenaleyh abid; iradesini ma'siyete sarfedince Allahü Tealâ o ma'siyeti onun yedinde halketmek sure­tiyle idlâl eder ve kezalik abid iradesini hayra sarfedince Vacip Tealâ onun yedinde hayrı halketmekle hidayette kılar.[72]

 

Vacip Tealâ bundan evvelki âyette mutlaka nakz-ı ahdetmek­ten kullarını nehyettiğini beyandan sonra hususî bazı mesailde nakz-ı ahdetmekten nehyetmek üzere buyuruyor.

[Siz yalanlarınızı terviç için yeminlerinizi birbirinizi aldat­mak zımnında beyninizde alet ittihaz etmeyin. Eğer yeminlerinizi yekdiğerinizi aldatmaya gizlice alet ittihaz ederseniz iman üzere sabit olup kararlaştıktan sonra ayağınız kayar, sebat edemezsiniz ye tarik-ı ilâhi olan din-i İslâm'dan meyliniz sebebiyle dar-ı dün­yada kötü azabı tadarsınız. Halbuki âhirette sizin için büyük azap vardır.]

Yani; yeminlerinizi beyninizde nâsı aldatmak için gizli bir hile ittihaz ederek nâsa emniyet verip sonra yemininizi nakızla halka gadretmeye cesaret etmeyin. Eğer bu misilli hileye cür'et ederse­niz hilenizin zararı kendinize ait olur. İslâm ve iman üzere sebat edip kararlaştıktan sonra ayağınız kayar, zarar görürsünüz ve din-i ilâhiden dönmeniz ve başkalarını menetmeniz sebebiyle dün­yada gazab-ı ilâhi eseri kötü azabı tadarsınız ve âhirette dahi sizin için azab-ı azîm vardır. Binaenaleyh dünyada ve âhirette her iyi­likten mahrum olursunuz.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile selâmet ve afiyet­ten sonra sû-u iradesi neticesi bir belâya uğrayan ve mihnete du­çar olan kimseler haklarında âyet-i celile darbımeseldir.

Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile Mekke'de Resulullah'a iman eden kimselerden bazıları nakz-ı ahdederek mürted olmaları üzerine onları tehdid için âyetin nazil olduğu mervidir. Çünkü; Resulullah'a biat ederek ahid verip iman ve İslâm üzerinde bir müddet sebat ettikten sonra imandan dönmekle ayakları kaydı. Dünyada ve âhirette azabı tattılaı, rezil ve rüsvâ oldular. Çünkü; İslâm olup seâdeti bulduktan sonra mürted olup sefalete daldılar.

Sebeb-i nüzulde beyan olunduğu veçhile bu âyet; nakz-ı ahdi ve yeminini alet-i fesad ittihaz etmesi irtidadma ve imandan çık­masına sebep olan kimseler haklarındadır, yoksa mu'tekid ve mü­min olan kimsenin alelade   muamelâtta diğerini   aldatmak üzere yapmış olduğu yemini günah-ı kebireden ise de küfrünü müeddı olmadığından imandan ayağı kaymış ve din-i İslâm'dan çıkmış olmaz.

Hulâsa; insanın yeminini ticarette ve sair hususatta diğer in­sanları aldatmaya alet etmesi haram olduğu, eğer yeminini aldat­maya bir hile ittihaz ederse İslâmiyette sebat ettikten sonra ayağı kayıp haktan çıkmış olacağı ve tarik-ı ilâhiden çıkanların dünyada ve âhirette azap görecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir.[73]

 

Vacip Tealâ ahdi nakzetmek ve Resulullah'a biattan dönmek dünyada ve âhirette azabı mucip olduğunu ba'delbeyan dünya me-tâ'ma aldanarak ahdini nakzetmek ve azıcık bir paraya değişmek haram olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın ahdini nakzetmek mukabilinde azıcık metâ'-i dün­yayı satın almayın. Zira; Allahü Tealâ indinde mevcut olan sevap eğer bilirseniz sizin için hayırlıdır.]

Yani; siz Allahü Tealâ'ya ahdi ve resulüne biati nakzetmeniz mukabilinde metâ'-ı dünyayı almakla ahdinizi azıcık bir paraya değişmeyin, belki ahdinizi yerine getirin. Eğer bilirseniz Allah'ın size dünyada vereceği nusret, emvâl-i ganimet, düşmanlarınıza ga­lebe ve âhirette vereceği sevap sizin için ahdinizi nakzetmek mu­kabilinde alacağınız emval-i dünyadan hayırlıdır.

Keşşaf, Nisâbûrî ve Kazî'nin beyanları veçhile Kureyş kabi­lesi ehl-i imanın zayıf olanlarına irtidad etmelerini teklif ve irti-dad ettikleri surette bir çok mal yereceklerini vaad ederlerdi. İşte onların bu vaadleri üzerine Cenaba Hak ehl-i İslâm'ı bu misilli vahi vaadlere aldanmaktan bu âyetle nehyetti ye ahdinde sebat ve imanında devam üzere olanların nail olacakları1 ecr ü mesûbât dünyada alacakları maldan daha hayırlı olduğunu beyanla âhiret sevabını dünya metâ'ına değişmemelerini tavsiye etmiştir. Zira âhiret; bakî ve safîdir. Dünyada alacakları para ise zevale ma'ruz olduğu cihetle ehemmiyeti yoktur. Binaenaleyh; âhiret sevabını dünya metâ'ına değişmek âkil şanı değildir.[74]

 

Vacip Tealâ dünya metâ'mın fânî ve ahirette verilecek seva­bın bakî olduğunu beyanla kendi indinde olan sevabın hayırlı ol­duğunu ispat etmek üzere buyuruyor.

[Sizin indinizde olan metâ'-i dünya tükenir ve Allahü Tealâ indinde olan sevap bakîdir ve zatıma yemin ederim ki sabreden kimseleri, amellerinin gayet güzel ecirleriyle cezalandırırız.]

Yani; Allahü Tealâ indinde mevcut olan ecir hayırlıdır. Zira; sizin indinizde olan metâ'-ı dünya ve ahdinizi nakız mukabilinde alacağınız emval tükenir, Allahü Tealâ indinde alacağınız ecir ba­kîdir. Şu halde bakî olan âhiret ecri fânî olan dünya metâ'ından elbette hayırlıdır, zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki Biz Azîmüş-şan amellerinin gayet güzellerinin ecriyle şol kimseleri cezalandı­rırız ki onlar ahidlerini ifada ve yeminlerinde sebat, imanlarında devam üzere müşriklerden görecekleri meşakkatlara sabrettiler, dünya malına tama' ederek ahidlerini bozmadılar. Binaenaleyh.; onları güzel ecirle cezalandırırız.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet bundan evvelki âyette Al­lahü Tealâ indinde olan ecr ü mesûbâtın hayırlı ve nimet-i Cen-net'in bakî olmasına delildir, düşmanlarından gördükleri cevrü cefaya, müptelâ oldukları fakru fâkaya ve tekâlif-i ilâhiyenin me-şakkatına sabredenlerin ecirleri amellerinin muktezası olan sevap­tan daha ziyade güzel olacağını beyanla Cenab-ı Hak ehl-i imanı sabr u metanete ve imanlarında sebata terğib etmiştir. Fahri Râ-zi'nin beyanı veçhile amelin a h s e n i yle murad; feraiz, vacibat ve mendubattır. Çünkü; mubah olarak işlenilen şeyler dahi müminin amelinde dahildir. Ve lâkin mubahta ecir yoktur. Şu hal­de ecir; amelin ahseninedir. yoksa her amele değildir.[75]

 

Vacip Tealâ ahdini muhafaza hususunda sabredenlerin güzel ecir alacaklarını beyandan sonra kendi ahdiyle iltizam ettiği ahkâ­mı şeriatı lâyıkıyla eda eden kimselerin nail olacakları ecri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Erkek veya kadından bir kimse mümin olduğu halde amel-i salih işlerse vefatından sonra biz onu güzel bir hayatla elbette ih­ya ederiz ve elbette onları amellerinin gayet güzelinin ecriyle ce­zalandırırız.]

Yani; Allahü Tealâ'ya, resulüne ve âhirete iman eden erkek veya hatundan bir kimse imanının muktezası olan amel-i salih iş­lerse biz onu dünyada helâl rızıkla merzuk ve âhirette hayat-ı tay-yibeyle ihya eder ve amellerinden gayet güzellerinin cezasıyla ce­zalandırırız. Amel-i salihten intifâ'ın şartı iman olup imanı olma­yanların amellerinden intifa' edemeyeceklerine bu âyet delâlet eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile hayat-ı tayyibe ; dün­yada helâl rızka nail olmakla taat etmek ve taatm halâvetini bul­maktır, müminin rızkı ne kadar az olsa maişeti kâfirin maişetin­den daha tatlı ve rahat olur. Çünkü mümin; insanın rızkı Allah'ın takdiri ve tedbiriyle olduğunu bildiğinden taksim-i ilâhiye rıza ve nail olduğu rızka kanaatla kalbi rahat olur. Amma kâfirin kanaati olmadığından rızkı ne kadar çok ve zengin olsa kalbi darlıktan hâli olmaz. Binaenaleyh; müminin hayatı rahat ve kâfirin hayatı mih­nettir.

Yahut hayat-ı tayyibeyle murad; kabirde Münkir ve Nekir'in suâline güzel cevap vermekle saâdet-i ebediyeye ve âhirette Cen­net'e nail -olmaktır. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Mümin olduğu halde amel-i salih işleyen kimseyi Cennet'e ithal etmekle biz el­bette güzel hayatla ihya deriz] demektir.[76]

 

Vacip Tealâ müminin amelinin güzeliyle mücazat edeceğini beyandan sonra amelin güzeli şeytan'ın vesvesesinden hâlî olmak lâzım olduğuna işaret etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen Kur'an'ı kıraat ettiğinde merdud olan şeytan'ın şerrinden Allahü Tealâ'ya iltica et.]

[Zira; şeytan'ın, iman edip Rablerine tcfviz-i umur ederek dergâhına iltica eden kimselere galebesi yoktur.]

Yani; insanın amelinde ihlâs ve şeytan'ın vesvesesinden hâlî olması Jâzımdır. Binaenaleyh; habib-i zişanım! Sen Kur'an oku­mak murad ettiğinde rahmet-i ilâhiyeden uzak ve dergâh-ı sübha-niyeden matrud olan şeytan'm şerrinden Allahü Tealâ'ya sığın ve şerrinden mahfuz kalmanı Cenab-ı Hak'tan istirham et. Zira; şey­tan'ın müminler ve Rablerine mütevekkil olan muhlisler üzerine tasallutu olamaz. Şu halde istiâzeyle Allah'a tefviz-i umur et ki şerrinden halâs olasın.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Kur'an okuyan kim­se üzerine istiâzenin vacip olması tilâvetten hasıl olan ecri riya ve sum'a gibi şeyleri Şeytan'ın vesvese etmekle tilâveti zıyaa uğratinak ihtimaline binaen kıraatdan sonradır diyenler varsa da ekser-i ashap ve fukahanın ittifakları tilâvet murad eden kimsenin tilâ­vete başlayacağı zaman istiâze etmesi vaciptir. Ayette hitap; Re-sulullah'a ise de murad ümmetidir. Çünkü; Resulullah şeytan'm vesvesesinden mahfuzdur. Şu halde âyet; ümmetti Muhammed'e ta'limdir.

Cenab-ı Hak bilûmum nâsa şeytan'm vesvese ilkasına malik olmadığını beyan, müminlere ve Rablerine tefviz-i umur eden mü­tevekkillere tasallut edemeyeceğine işaret için dergâh-ı ülûhiyete iltica ile tefviz-ı umur edenlere musallat olamayacağını beyan et­miştir.[77]

 

Vacip Tealâ şeytan'm kimlere musallat olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ancak şeytan'm tasallutu şol kimseler üzerinedir ki onlar şeytan'a itaatla onu dost ittihaz ettiler ve şol kimseler üzerine ta­sallut eder ki onlar şeytan'm emriyle Allah'a şirkederler.]

Yani; şeytan'm tasallutu ancak kendine itaatla dost olup şir-kedenler üzerinedir ki şeytan sebebiyle Allah'a girkettiğinden şey­tan'm kahrı altında zebun demektir. Şeytan'm, halis müminlere musallat olamayacağına âyet delâlet eder. Zira halis mümin; Ce­nab-ı Hakka itimad-ı tamla itimad ettiğinden şeytan'ı dost ittihaz etmez ki musallat olsun.[78]

 

Vacip Tealâ şeytan'm tasallut edeceği kimseleri beyandan sonra şeytan'm dostlarından nübüvvette şüphe edenleri beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ inzal ettiğini bildiği halde Biz Azîmüşşan bir âyetin yerine diğer âyeti tebdil edip' mensüh olan âyetin yerine nâsih olan âyeti getirdiğimizde müşrikler derler ki «Yâ Muham­medi Sen ancak iftira ediyorsun». Belki onların ekserisi neshin hikmetini bilmezler.]

. Yani; biz bazı hikmetimize binaen âyetlerden bazılarını neshe-der ve nesholunan âyetin yerine icab-ı zamana göre nâsın haline muvafık diğer âyeti getirdiğimizde Allahü Tealâ olmuş, olacak, gelmiş, gelecek şeylerin cümlesini ve neshedip hükmünü kaldırdı­ğımız âyeti, zamana ve nâsın haline muvafık olarak onun yerine getirdiğimiz âyeti herkesten ziyade bildiği halde müşrikler resu­lümüze »Yâ Muhammed! (S.A.) Sen Allah'a iftira ediyorsun. Me­ramını terviç ettirmek, sözünü dinletmek ve hükmünü yürütmek için kendi indinden söylediğin sözü Allah'a isnad ediyorsun. Bina­enaleyh; istediğini getirip diğerini kaldırıyorsun» dediler, böyle söylemekle kendileri resulümüze iftira ettiler, hatada bulundular; Zira; ekserisi bilmez ve neshin hikmetini anlamazlar, binaenaleyh; resulümüze iftiraya cür'et ederler.

Taberî'de beyan olunduğu veçhile bu âyette tebdil; ne­sih manasınadır. Yani «Bir âyeti neshedip yerine diğer âyeti ge­tirdiğimizde» demektir. Çünkü; bir zamana muvafık olan hüküm diğer zamanda muvafık olmadığından ikinci zamana muvafık ve halkın maslahatına mutabık diğer bir âyeti getirmek âdet-i ilâhi­yedir. İşte şu manâca neshe itirazla nübüvvete ta'neden müşrikleri

red için Cenab-ı Hak buyurmuştur ki «Allahü Tealâ halkın maslahatına   muvafık inzal ettiği âyetleri bilir» de­mektir.

Tefsir-i Hâzin'de ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile bir âyet nazil olduktan sonra onun hükmünü refedecek diğer âyet na­zil olduğunda müşrikler ta'na vesile ittihaz ederek «Muhammed (S.A.) ashabını istihza ediyor. Zira; bir gün bir şeyle emreder, er­tesi gün ondan döner, ashabını nehyeder, başkasını emreder» de­meleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.   Vacip Tealâ bu âyeti inzalle müşriklerin ta'nlarına sebep; ekserisinin cehaleti ve nesihte olan hikmeti bilmedikleri olduğunu beyan etmiştir, elyevm ahkâm-ı şeriata itiraz edenlerin itirazlarına sebep; ahkâm-ı şeria­tın gavamızına vakıf olamadıklarından naşi cehaletleridir.

Hulâsa; bazı âyet nesholunup yerine diğer âyet geldiğinde kâ­firlerin Resulullah'a «Sen müfterisin» dedikleri ve halbuki Allahü Tealâ inzal ettiği âyetlerin kullarının hallerine muvafık ve hikmete mutabık olduğunu herkesten ziyade bildiği ve müşriklerin itiraz­ları cehaletlerinden neş'et ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[79]

 

Vacip Tealâ bazı âyetlerin neshi, üzerine müşriklerin Resulul­lah'a itiraz ettiklerini beyandan sonra müşriklere verilecek cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kur'an'ın bazı âyetlerinin nesholunması üzerine habibim! Sana müfterisin diyen kâfirlere sen de ki «Kur'an'ı semadan Cib-ril-i Emin indirdi, bana vasiyet etti ve dedi ki: Yâ Muhammed (S.A.)! Bu Kur'an'ı, seni envâ'-ı nimetleriyle terbiye ederi Rabbin Tealâ tarafından hakka mukarin olarak sana ben getirdim. Bunun­la Rabbin Tealâ senin nübüvvetini te'yid ve davanı tasdik etti ve müminlerin imanlarım takrir ve tesbit etmek ve ehl-i imana hida­yet ve büşrâ olmak için AHahü Tealâ Kur'an'ı inzal etti ki kulla­rının hallerini ıslah* etsin.»]

Yani; habibim! Kâfirlerin nesih vesilesiyle ta'nlarına cevap olarak sen de ki «Kur'an'ı ruh-u mutahhar olan Cibril-i Emin hik­mete muvatıît, maslahata mutabık v£ hakka mukarin olduğu halde Rabbin Tealâ tarafından müminleri imanlarında sabit kılmak için hidayet ve beşaret olarak hasbezzaman maslahata muvafık inzal etti. Zira; Müslümanlar nâsih olan âyeti işitip manâsını düşünüp iman edince akaitleri sabit ve kalplerinde imanları rasih ve mut­main olurlar. Kur'an'dan intifa' edenler Müslümanlar olduğundan Kur'an'm hidayet ve beşaret olması ehl-i İslama tahsis olunmuş­tur. Zira Kur'an'a iman etmeyenler onun menfaatından mahrum­lardır.[80]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin nübüvvette şüphelerinden bazılarını ba'delbeyan bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki muhakkak biz biliriz. On­lar «Kur'an'ı Muhammed (S.A.) e beşer ta'lim eder» derler.]

[Halbuki onların meyledip Kur'an'i nispet ettikleri lisan; ace­midir. Manâsını anlamazlar. Şu senin onlara tilâvet ettiğin Kur'an ise manâsı zahir arabîdir, binaenaleyh onların nisbet ettikleri li­sanla Kur'an arasında bir münasebet yoktur, şu halde nasıl oluyor ki arabî olan Kur'an'ı anlamadıkları lisan-ı acemiye nisbet eder­ler.]

Yani; Habibim zatıma yemin ederim ki muhakkak biz biliriz, sana ve Kur'an'a ta'neden kâfirler derler ki, Muhammed (S.A.) nebi olmadığı gibi Kur'an da taraf-ı ilâhiden gelmiş bir kitap de­ğildir, zira Kur'an'ı Muhammed (S.A.) e Rumiyyül'asıl olan bir beşer ta'lim ediyor, bu suretle Kur'an'a ta'netmeye cesaretle mu-ârazadan âciz olduklarını izhar ederler, halbuki onların hakikattan meylederek Kur'an'ı nisbet ettikleri lisan, acemidir. Binaenaleyh manâsını fehmetmezler, şu senin onlara beyan ettiğin Kur'an irs manâsı ve lâfzı mu'ciz lisan-ı arabîdir ki manâsı onlara zahirdir. Nisâbûrî, Taberî, Hâzin,   Medarik ve Kazî'nin   beyanları veçhile ehl-i Mekke Resulullah'a "Şu beyan ettiğin Kur'an'ı, Muhammed (S.A.) kendi gibi beşerden taallüm ediyor. Taraf-ı ilâhiden geldi dediği yalandır» demeleri üzerine onları red için bu âyetin nazil olduğu mervidir. Âyette zikrolunan beşerle murad; .(Bel'am), (Yaiş Cebir) isminde Nasranî bir kaç kimselerdir ki onlar Mek­ke'de bazı kimselerin köleleriydi. Bunlar Mekke'de demircilik iş­ler, kılıç yapar, ehl-i kitap olduklarından Tevrat ve İncil kıraat eder ve Resulullah gelip geçerken onları görür ve din telkin eder­di. Binaenaleyh; Resulullah'ın din-i İslâmı telkin için onlara bazan mülakatını gören Mekkeliler her fırsattan istifadeye haris oldukla­rından «Muhammed (S.A.) Kur'an'ı şu acemi olan bir kaç kimse­lerden taallüm ediyor» demekten çekinmediler ve bu vesileyle kendi zu'm-u batıllarınca ta'na bir' yol buldular. Cenab-ı Hak on­ları iki cihetle bu âyette reddetmiştir :

Birincisi; Resulullah'ın onlardan işittiği lisan acemi­dir. Ey Mekkeliler! Siz ve Resulullah onun manâsını anlamazsınız. Kur'an ise arabîdir. Binaenaleyh; manâsını anlarsınız. Nasıl oluyor ki anladığınız Kur'an'ı anlamadığınız lisana nispet edersiniz. Hal­buki Muhammed (S.A.) lisan-ı acemiyi nereden öğrendi ve ne za­man taallüm etti demektir.

İkincisi; «Sizin dediğiniz gibi manâsını onlardan taal­lüm ettiği farzolunsa lâfz-ı Kur'an'm onlardan olmadığı sizce de malûmdur. Halbuki Kur'an'ın manâsı mu'ciz olduğu gibi lâfzı da mucizdir. Niçin lâfzına muaraza edemiyorsunuz? Maahaza Kuran'-m müştemil olduğu ahkâmı ve envâ'-ı ulûmu taallüm etmek o ilim­lerde mahir ve emsaline faik bir muallime bir çok seneler mülâze-met edip onun dersine müdavemet etmekle hasıl olması icabeder. Yoksa demircilikle meşgul olan bir kaç kimse ayda ve haftada bir kere tesadüf etmekle tahsil olunur bir şey midir? Binaenaleyh; bu gibi evhamatla itirazınız ey müşrikler! Aczinizin eseridir, hakîkî bir itiraz değildir» demek olur.

İşte bu gibi itirazlar bundan evvel bazı âyetlerde beyan olun­duğu veçhile şeytan'm vesvesesiyle onun dostları tarafından vâki' olur. Çünkü; şeytan'ın insanları iğfal etmek için bir çok hileleri vardır. İcabına ve şahsına göre onları isti'mâl eder ve aldatabile­ceği kimselerden emeğini asla esirgemez ve fırsatı da kaçırmaz.

Hulâsa; Kur'an'ı Cibril-i Emin'in inzal ettiği, Kur'an Müslü­manların imanlarını tesbit edip hidayet ve büşrâ olduğu, müşrik­lerin Resulullah'a Kur'an'ı, lisan-ı acemî olan beşerden taallüm eder dediklerini Allühü Tealâ'nın bildiği, halbuki onların isnad et­tikleri beşerin lisanı acemî olup Kur'an ise arabî olmakla beyin­lerinde asla münasebet olmamakla bu isnat ve iftiranın evhamdan ibaret olduğu bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir.[81]

 

Vacip Tealâ Kur'an'a    ta'nedenlerin itirazlarını    reddettikten sonra Kur'an'a iman etmeyenleri tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar Allah'ın âyetlerine iman etmezler. AI-lahü Tealâ onları hidayette kılmaz. Halbuki onlar için elem vere­cek azap vardır.]

[Yalanı ;ftira eden ancak şol kimselerdir ki onlar Allah'ın âyetlerine iman etmezler. İşte şu yalanla iftiraya cesaret edenler ancak yalancılardır.) Binaenaleyh; yalan onlardan Muhammed (S.A.) e tecavüz etmez. Zira; bu gibi büyük yalanlara ve iftiraya cür'et etmek onlara mahsustur.

Yani; Allah'ın âyetlerinin taraf-ı ilâhiden olduğunu tasdik et­meyenleri Allahü Tealâ tarik-ı necat ve selâmete muvaffak kılmaz. Dünyada tarik-ı necata hidayet olmayınca âhirette onlar için azab-ı elîm vardır. Onlar «Resulullah iftira ediyor ve Kur'an'ı beşerden taallüm ettiği halde tarafTı ilâhiden geldi diyor» dediler. Halbuki yalanı iftira eden ancak onlardır. Zira; Allah'ın âyetlerine iman etmeyenler müfterilerdir. Binaenaleyh; iftira ve yalan onlara münhasırdır. İşte bu gibi kendi ef âllerini gayra isnad etmek isteyenler ancak yalancılardır. Şu halde doğru söyleyen ve din-i hakka davet eden nebiye yalan tecavüz etmez.

Yalan ekseri insanlarda bulunduğu halde yalanın bunlara mahsus olduğunu beyan etmek, yalancılıkta bunların kemâle va­sıl olduklarına işaret içindir. Gerçi başkaları da yalan söylerlerse de Allah'ın resulüne iftira edenlerin derecesine varamadıkları ci­hetle büyük yalanlara cesaret etmek bunlara mahsus demektir. Bu manâyı ifade etmek için âyette yalancı olduklarını beyan;   hasra delâlet eden zamiriyle varid olmuştur.[82]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin   yalancı olduklarını    beyandan sonra küfrün bazı envâ'mı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer bir kimse iman ettikten sonra küfrederse azaba müste-hak olur, illâ kalbi imana mutmain olduğu halde küfrüzere ikrah olunursa o kimse azaptan ma'fııv olur.]

[Ve lâkin kalbi küfürle münşerih olan için dünyada gazab-i İlâhi ve âhirette azab-ı azîm vardır.]

Yani bir kimse iman edip müslim olduktan sonra Allah'a küf­rederse Allah'ın gazabına müstehak olur, illâ şol kimse ki kalbi imanla mutmain ve imanına asla tagayyur arız olmadığı halde kâ­firler tarafından katil ve sair ukuubatla küfrüzere icbar olunup li­sanıyla nefsini kurtarmak için kelime-i küfrü söylerse o kimse iman üzere çlaimdir. Binaenaleyh; onun üzerine gazap olmadığı gibi azap da yoktur, belki kalbinde imanına halel gelmediğinden başına ge­len musibete sabır ve imanda sabit olduğu cihetle o kimse için bü­yük ecir de vardır. Ve lâkin şol kimseler ki kalbi küfürle dolu ve teklif olunan küfrü kabule kalbi açıktır. Binaenaleyh; küfrü istih-san ederek kabul ederse onlar üzerine gazab-ı ilâhi vardır. O halde âhirette büyük azaba duçar olacaklardır.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kelime-i küfrü te­kellüme cevaz verilecek kadar icbarın miktarında ihtilâf varsa da esah olan katil ve azasını kesmek ve tahammül edemeyeceği kadar döğmek gibi şeylerle tehdidini ika' edecek bir kimsenin tehdid et­mesidir. Şu beyan olunan suret üzere tehdid olunduğunda teklif olunan kelime-i küfrü tekellüm etmekle nefsini kurtarmaya ruh-sat-ı şer'iye vardır. Binaenaleyh; kalbi imanla sabit olduğu halde tekellüm ederse kâfir olmaz, ma'fuvdur. Eğer tekellüm etmez, sab­rederse azimetle amel ettiğinden me'curdur. Amma ikrah vacibi terk veya muharrematı işlemekle meselâ hınzır etini yiyeceksin di­yerek icbar olunursa teklifi kabul etmek vaciptir. Eğer sabreder, teklifi kabul, etmez, helak olursa vacibi terkle nefsini mehlekeye attığından günahkâr olur.

Fahri Râzi, Kazî ve Hâzin'in beyanları veçhile iptidâ-yı İslâm'­da Mekke müşrikleri ehl-i İslâm'ın fukarasına 'çok eza etmişlerdi. Hatta (Ammar) ı ve pederi (Yasir) i ve validesi (Sümeyye) yi ir-tidad etmek üzere icbar edip (Yasir) ile haremi (Sümeyye) yi tek­liflerini kabul etmediklerinden katlettiler.    İslâm'da evvel şehid

olanlar bunlardır. (Yaser) in oğlu (Ammar) Haz­retleri lisanıyla onların tekliflerine mümaşat edip ellerinden halâs olup huzur-u Risalete geldiğinde Resulullah'a «Ammar kâfir oldu» dediklerinde Resulullah «Ammar'ı başından ayağına kadar iman ihata etti ve iman kemiklerine karıştı. Binaenaleyh; (Ammar) kâ­fir olmaz» dedi. O sırada huzur-u risaletpenâhıde ağlayan 1 (Ammar) in gözlerinin yaşını Fahri Kâinat mübarek elleriyle sildi ve kalbi imanla sabit olunca lisanen tekellümün imana zararı ol­madığını Resulullah'in haber vermesi üzerine bu âyetin Resulul-lah'ı tasdik için nazil olduğu mervidir.[83]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin, Müslümanları küfre icbarlarının sebe­bini beyan etmek üzere buyuruyor.

[İşte şu kâfirlerin, Müslümanları irtidada icbarlarının sebebi; onların hayat-ı dünyayı ihtiyar edip âhiret üzerine tercih etmele­ridir ve Allahü Tealâ kâfir olan kavmi hidayette kılmaz.]

Yani; kâfirlerin zevale ma'ruz ve bekası olmayan hayat-ı dün­yaya muhabbetleri ve bakî olan âhiret üzerine tercih ederek şehe-vat-ı nefsaniyelerine ittibâ'ları kendilerinin küfrüzere ısrar ve gayrdan küfre icbar etmelerine sebep olmuştur. Kâfirlerin irade­lerini küfre sarfetmeleri sebebiyle Allahü Tealâ onları tarik-ı neca­ta îsâl etmez. Hayat-ı dünyaya lüzumundan ziyade muhabbet; in­sanın helakine sebep olan küfre müeddi olacağı bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir.[84]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin dünyaya 'muhabbetleri küfre ısrarları­na sebep olduğunu beyandan sonra dünyaya muhabbetlerinin se­bebini beyan etmek üzere buyuruyor.                                                                     

[İşte şu dünyayı âhiret üzerine tercih edenler şol kimselerdir ki Allahü Tealâ onların kalplerini kendi su-u ihtiyarları sebebiyle mühürledi ki onlar imanın esrarını ve tevhidin îsâl edeceği saa­deti i eh m edemedi klor i gibi imanın lezzetini de tadamazlar ve kulaklarını mühürledi ki imanın delillerini işitmezler ve gözlerini mühürledi ki onlar bu âlem-i mükevvenata nazar-ı ibretle bakamaz-lar. Binaenaleyh; gözlerinde olan perde-i inat hakkı görmelerine mani'dir. İşte şu kalpleri hakkı idrak etmez, kulakları duymaz ve gözleri görmez olan kimseler ancak âhiretten gaafillerdir.] Bu gaf­letleri onları dünyaya muhabbette ifrata sevketmiştir.

[Şüphe yok ki onlar elbette âhirettc zarar göreceklerdir.] Zi­ra dünyayı âhiret üzerine tercih ve iman üzerine küfrü ihtiyar ettiklerinden huzur-u ilâhiden matrudlar ve saâdet-i ebediyeden mahrumiyete mahkûmlardır. Çünkü; bunlar kalplerini, gözlerini, kulaklarını hayra sarfetmediklerinden kendilerine gelecek azaptan gafil ve o azabın define çaresaz olacak imandan âtıl olduklarından elbette bunların zararı herkesin sararından daha büyük olacağın­da şüphe yoktur. Zira ceza; cinayete göredir-ki bunlar ömürlerini ebedî azaba sebep olan küfre sarfetmekle zayi ettiler.[85]

 

Vacip Tealâ küfre ısrar ve kalbi mutmain olarak kelime-i küf­rü tekellüm edenlerin ahkâmını beyanla kâfirler tarafından muaz­zep olduktan sonra hicret edenlerin nail olacakları mertebeyi be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Ahvali beyan olunan kâfirlerin dünyada ve âhirette hallerini işittikten sonra habibim! Senin Rabbin Tealâ şol kimseleri hayırlı ceza ile cezalandırır ki kâfirler onları irtidad ettirmek için fitneye koyup azabettikten sonra hicret ettiler. Memleket ve mülklerini, akraba ve taallukatmı terkle diyar-ı gurbeti ihtiyar eylediler. Sonra dinlerini i'Iâ için düşmanlarıyla mücahedc ettiler, düşmanlarıi dan gördükleri ezalara, fakr u fâkaya, gurbetin firkatnıa sabrett ler ve büyük ecre nail oldular. Zira; Rabbin Tealâ onların film lerinden sonra günahlarını mağfiret ve âlı dereceler ihsanla meı hamet eder.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile kâfirlerin ezaların; tahammül edemeyerek Medine'ye hicret eden fukara-yı ashaptaı (Ebi Cendel) ve (Ayaş) gibi zevat-i kiram hakkında âyetin nazi olduğu mervidir. İnsanların tabiatında ekseriyetle zebunkeşlü vardır. Binaenaleyh; müşrikler ehl-i imanın cümlesine husumel ederlerse de ashabın hatırlı ve servet sahibi olanları hakkında hu­sumetlerini fiile çıkaramazlar ve lâkin fukara güruhuna envâ'-ı ezayı reva görürlerdi. İşte bu gibi müşriklerin eza ve azaplarından sonra hicret edenlere dünyada nusret, galebe ve âhirette afv ü mağ­firetle merhamet edeceğini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan etmiştir. Binaenaleyh; Allah'ın mağfiret ve merhametine sebep olarak üç şey beyan olunmuştur. Birincisi; kâfirler tarafından fitne olunup azap olunduktan sonra hicret etmeleri, ikincisi; düşmanlarıyla feda-yı cana hazır olarak mücahedeye kıyam etme­leri, üçüncüsü; düşmandan gördükleri ezaya ve terk-i va­tandan hasıl olan firkata ve diyar-ı gurbette gördükleri mihnet De meşakkata sabretmeleridir. Gerçi bu âyet ashab-ı kiram hakkında nazil olmuşsa da din uğrunda hicret, mücahede ve sabırla muttasıf olan kimselerin cümlesi hakkında bu ahkâm carî olup bu sıfatlar kendisinde bulunan kimselerin her zaman mağfiret ve merhamet-i ilâhiyeden hisseyab olacakları şüphesizdir.[86]

 

Vacip Tealâ hicret edenleri mağfiret edeceği günü beyan et­mek üzere buyuruyor,

{Habibim!   Rabbin Tealâ muhacirlere şol günde mağfiret ve merhamet eder ki o günde her nefis kendi şahsıyla mücadele eder ve her nefis hayr ü şer her ne amel ettiyse ameliyle öldürülür ve amelinin cezası verilir, halbuki onlar asla zulmolunmazlar.]

Yani; zikret habibim! Şol günü ki o günde her şahıs gördüğü dehşet ve şiddet üzerine kendi nefsiyle muhasama eder. Çünkü; kendi amelini teftiş edip bir takım çirkin amellerini defterinde gö­rünce ruhla ceset yekdiğerine atf-ı cürüm ederek husumete başla­dıklarından başkalarını gözü görmez, ancak kendi derdiyle meşgul olmaya mecbur olur. Zira her nefis; kendi ameliyle vefat ettirildi­ğinden defter-i a'malinde amelinin cümlesini görür ve onunla mü-cazat olunur. Halbuki onlar asla zulmolunmazlar. Yani günahları üzerine bir zerre ziyade konmadığı gibi sevapları da bir habbe nok­san olmaz.

Hulâsa; yevm-i kıyamette her nefsin kendi zatını levmedip şahsıyla mücadele edeceği, herkesin kendi ameliyle vefat edip ce­zasını tamam alacağı ve hiç bir kimseye asla zulmolunmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[87]

 

Vacip Tealâ kâfirleri   azab-ı âhiretle   tehdid ettikten,  sonra azab-ı dünya ile dahi tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ bir karyeyi misal olarak beyan etti ki o karye âfetten emin ve rızık cihetinden kalpleri rahat ve binaenaleyh; ız-tırap yok, sükûnet var. Çünkü; bol olduğu halde rızıkları her ta­raftan gelir ve rızık cihetinden asla endişe görmezler.]

[Fakat bu kadar bolluğa karşı karye ahalisi Allah'ın nimetle­rine küfrettiler.] Çünkü; şükrünü eda etmediklerinden küfran-ı ni'mette bulundular.

[Binaenaleyh;    onların işledikleri günahları sebebiyle Allah Tealâ açlık ve düşmandan korku elbiselerini onlara tattırdı.]

Yani; Allahü Tealâ ni'metine şükre d eni eri e ni'metine şükret meyip küfran-ı ni'met edenler beynini tefrik için bir karye ahali sini misal olarak beyan ettik ki o karye ahalisi düşman korkusun dan ve açlık beliyesinden emin ve kalpleri rahattır.    Çünkü; heı taraftan o karyeye bol rızık gelir. Fakat bu kadar emniyet ve vüs'a-ta malik olduğu halde ni'metin kadrini bilmediler. Binaenaleyh küfran-ı ni'metîe halika ibadeti terkettiler. Onlar mün'imin ver­miş olduğu ni'metin kadrini bilmeyince Allahü Tealâ o karye aha­lisine açlık ve düşman korkusunu elbise gibi her taraflarını ihata ettirmek suretiyle tattırdı.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu misal; umum-u ni'mete müs-tağrak olup kadrini bilmediklerinden o ni'metleri hikmete tebed­dül eden her karyeye şamil olmak ihtimali olduğu gibi (Mekke) karyesi için olup misal olarak diğer karyelerin buna kıyas olmak ihtimali dahi vardır. Çünkü; (Mekke-i Mükerreme) Harem-i Şerif hürmetine afetten emin, ahalisi rahat ve kalpleri mutmain yani ıztırap ve sıkıntıları yok ve Arap kabileleri Harem-i Şerif münase­betiyle Mekke'ye merbut ve Mekke ahalisi yazın Şam ve kışın Ye­men cihetine seyrüsefer ederler, Harem ahalisinden oldukları ci­hetle seyrüseferleri taarruzdan salim ve bu sayede sair kabileler­den ziyade ticaretleri bol olup, servet ü sâmân sahibi oldukların­dan diğer kabileler bunlara muhtaç, bunların ise sahile yakın ol­mak itibarıyla rızıkları denizden ve karadan gelir, dünyaca refah ve saadet mevcutken bu ni'metlerin kadrini bilmeyip halika iba­deti terkle putperestliği ileri götürdüklerinden ıslah ve irşada son derece ihtiyaçlarına binaen taraf-ı İlâhiden lütuf olarak gönderilen resule iman etmedikleri gibi envâJ-i ezayı dahi reva gördüklerinden Cenab-ı Hak onları yedi sene açlıkla mübtelâ kıldı. Hatta açlığın şiddetinden kan ve leşler yediler, İslâmiyet şevket bulunca onları imana getirmek, tehdidle insafa davet etmek için Resulullah'ın gön­derdiği askerlerle   korku her taraflarını ihata etti.    Binaenaleyh; emniyetleri korkuya, rahatları mihnete, sükûnetleri. ıztıraba, kes­retleri kıllete, vüs'atları şiddete tebeddül etti, ne yaptıklarını ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Hatta Resulullah'ı hicrete mecbur et­tikleri halde reislerini Mekke'den Medine'ye Resulullah'a ricaya gönderdiler. «Cümle kabail-i Arabın sana nispetleri vardır, bilhas­sa Mekke ahalisi akrabalarındır. Açlığa tahammülleri kalmadı. Rabbine duâ et, kıtlığı kaldırsın, ucuzluk versin, nisvana ve sıb-yana merhameten şefaat et. Şu beliyeden kurtar bizi» demekle Re-sulullatftan istirham ettiler. İşte Mekke ahalisini iki şey ihata et­miştir ki birisi açlık, diğeri asakir-i Resulullah'tan korkudur. Bun­ların her ikisi de elbise gibi her taraflarını ihata ettiğine işaret için teşbih tarikıyla açlık ve korku libasını Allahü Tealâ onlara tattır­dığını beyan buyurmuştur. Yani «Libas gibi her taraflarını ihata

eden açlığı ve korkuyu tattırdı» demektir. cümlesi makabline netice makamında olduğundan bunların müptelâ olduk­ları açlığın ve korkunun sebebi; küfran-ı ni'met olduğuna lafzıyla işaret olunmuştur ki cümlesi cümlesi üzerine terettüb ettiğinden açlığı ve korkuyu tatmalarının sebebi ve illeti; küfran-ı ni'mettir. Şu halde Allah'ın verdiği ni'-meti inkâr eden her kavmin akıbeti felâket olduğunu beyan için Vacip Tealâ Mekke ahalisini misal olarak bu makamda irad buyur­muştur ve takriri şöyledir: «Mekke ahalisine günahları sebebiyle Allahü Tealâ korku ve açlık .libasını tattırdı. Zira onlar; Allah'ın ni'metlerini inkâr ettiler. Her karye ahalisi ki Allah'ın ni'metle-rini inkâr eder, Allahü Tealâ onlara açlık ve korku libasını tattı­rır. Binaenaleyh; Allahü Tealâ Mekke ahalisine elbise gibi her ta­raflarını ihata eden açlık ve korkuyu tattırdı» demektir.

Hulâsa; Allahü Tealâ'nın ihsan ettiği ni'metlerin, gerek dinî ve gerek dünyevî olsun herbirini inkâr edip şükrünü eda etmeyen kavmin başı belâya ve mesaipten hâli olmayacağı bu âyetten müe tefad olan fevaid cümlesindendir.[88]

 

Vacip Tealâ Mekke ahalisinin küfran-ı ni'met ettiklerini ve bu sebeple açlık ve korkuyla mübtelâ olduklarını beyandan sonra ni'-meti inkâr ettiklerinin keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki Mekke ahalisine kendi cinslerinde resul geldi. Onlar o resulü tekzib ettiler. Binaenaleyh; zalim oldukları halde Allahü Tealâ'nm azabı onları muâhaze etti.]

Yani; Mekke ahalisi müptelâ oldukları açlık ve korkuya müs-tehak oldular. Zira; zatıma yemin ederim ki onlara kendi cinsle­rinden Muhammed (S.A.) muhakkak resul olarak geldi. Onları din-i hakka davet etti. Fakat onlar tekzib ettiler, davetine icabet etmediler ki Allah'ın verdiği nfmetin kadrini bilemediklerinden in^âr ettiler. Binaenaleyh; zalim oldukları halde onları azap muâ­haze etti.

Beyzâvi'nin beyanı veçhile bu âyette resuIle murad; Mu-hammed (S.A.) dır. Zamir; Mekke ahalisine râci'dir. Azapla murad; kaht u gala ve havftir. Resulullah'ın kendi cinslerinden nesebini ve halini bildikleri bir zat-ı şerif olduğu cihetle iman et­meleri lâzımken bilâkis onların tekzib etmeleri temerrüd ve inat­tan ibaret olduğu için Allahü Tealâ'nm onları birtakım belâyaya müptelâ kılarak azab ettiği beyan olunmuştur ki resulü tekzib eden ve şeriatıyla amel etmeyen kavmin belâdan hâlî olmayacağına da­hi işaret olunmuştur. Şu kadar ki Mekke'ye gönderilen resul ken­di ırklarından olduğu gibi enbiyanın efdali olduğu cihetle onu tek­zip pek büyük bir cinayet olduğundan dünyaca en büyük azap olan kıtlık ve açlıkla terbiye olunmuşlardır. Zira açlıkla terbiye; der­hal helak olmaktan daha dehşetli ve şiddetlidir.[89]

 

Vacip Tealâ açlıkla terbiyeleri, küfürleri sebebiyle olduğunu beyandan sonra küfrü terkederlerse bol yiyip içmelerine müsaade olunacağını 'beyan etmek üzer"e buyuruyor.

[Kâfirlerin halleri resullerini tekzip olunca ey müminler! He­lâl ve tayyib olarak Allah'ın size ihsan ettiği rizıktan yiyin ve Al­lah'ın ni'metlerine şükredin.    Eğer Allah'a ibadet ederseniz.]   Şu

halde müşrikler şirkten vazgeçer, resullerini tasdik ederek Allah'a ibadet ederlerse, onlar da yesinler, içsinler.

Bu âyette emir ve hitap; müminlere olduğuna nazaran müşrik­lere tariz ve onları imana teşviktir. Binaenaleyh; manâ-yı nazım : [Ey müminler! İmanınız sebebiyle Allah'ın size helâl kıldığı em-val-i ganimetten ve sair merzuk olduğunuz rızıkİardan yiyin ve Allah'ın nimetlerine şükredin. Kâfirlerin küfürleri ve ni'met-i ilâ-hiyeyi inkârları sebebiyle müptelâ oldukları açlıktan siz selâmet­te olun. Eğer Allah'a ibadet ederseniz bu ni'metiniz devam eder] demektir. Amma âyette hitap müşriklere olduğuna nazaran manâ­yı âyet: [Ey kâfirler! Küfrün cezası açlık ve sair azap olunca ter-kedin küfrü, yiyin Allah'ın merzuk ettiği helâl ve tayyib rızıkla-rından, bırakın şirkiniz icabı yemiş olduğunuz necasetleri, şükre­din Allah'ın güzel ni'metlerine. Eğer Allah'a ibadet ederseniz iba­detinizin mükâfatını görürsünüz] demektir.[90]

 

Vacip Tealâ helâli yemekle emrettikten sonra yenmesi caiz olmayan muharrematı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sizin üzerinize din-i İslâm'da haram olmadı, ancak İaşe, akan kan, hınzır eti ve Allah'ın gayrı olan putların isimleri zikrolunarak boğazlanan hayvanların etleri haram oldu. Bunlardan maada Allah'ın verdiği rızikların cümlesi helâldir.]

[Şu sayılan şeyler haram olunca bir kimse yol kesmek, adam soymak gibi bâğî ve hudud-u ilâhiyenin haricine çıkmakla tecavüz eder olmadıkça haram olan şeylerden ekle muztar ve mecbur olur­sa onlardan yemesinde zarar yoktur. Zira; AUahü Tealâ muztar olarak yenilen şeylerden hasıl olan günahları mağfiret ve bunları zaruret zamanında yemeye müsaade etmekle merhamet eder.]

Bu âyette haram olduğu beyan olunan dört şeyin daima haram olduğuna işaret için Kur'an'da dört defa zikrolunmuştur. Zira; bunların hürmeti Sûre-i Bakara'da [91], Sûre-i Mâide'de [92] ve Sûre-i En'am'da [93] ve bu sûre'de zikrolunmuştur. Bunlardan bi­risi Mekke'de vahyin evvellerinde, diğeri Medine'ye hicretin ku-beylinde, üçüncüsü hicretin evvelinde, dördüncüsü de âhir-i ey-yam-ı Resulullah'ta nazil olmuştur ki bunların zaman-ı saadette helâl olduğu bir zaman olmadığı beyan olunmuştur. Çünkü; bun­ları yemekte insana mazarrat şiddetli olduğundan asr-ı saadette mubah kılındığı zaman olmamıştır.

Zaruretin, haramı mubah kıldığı bu âyetle sabittir. Çünkü; şu dört şey hurmet-i kafiyeyle haram olduğu halde zaruret zamanın­da mubah olunca diğer haram olan şeylerin zaruret zamanında mu­bah olacağı evleviyetle sabit olur.

Hulâsa; lâşe, kan, hınzır eti ve putların ismi zikrolunarak ke­silen hayvanların eti haram olduğu, zulüm ve tecavüzden âri ola­rak bunlardan yemeye zaruret messedince yerse zarar olmayacağı, zaruretten dolayı yemekten hasıl olan kusuru Allah'ın affedeceği ve zaruret zamanı telef-i nefisten muhafaza için Allah'ın bunları yemeye müsaade etmekle kullarına merhamet buyurduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[94]

 

Vacip Tealâ muharrematı beyandan sonra şeriatta beyan olu­nandan başka bir şey için âhad-ı ümmet tarafından helâl veya ha­ram demek caiz olmadığını-beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ'ya yalanla iftira etmeniz için lisanlarınızın, ya­lanı kendine sıfat ittihaz ettiğinden dolayı şu şey helâldir ve şu şey haramdır demeyin.]

[Zira; yalanla Allah'a iftira eden kimseler felah bulamazlar.]

[Zira; onların iftira etmekle intifa' edecekleri şey gayet azdır. Halbuki onlar için bu iftiralarından dolayı azab-ı elim vardır.] Şu halde azıcık bir menfaat için büyük bir iftiraya cesaret etmemek, lâzımdır. Zira; acılı azabı muciptir.

Yani; yalanla Allahü Tealâ'ya iftira etmeniz için lisanlarını­zın muttasıf olduğu yalanı elinizde alet ederek şu şey helâldir ve şu şey haramdır demeyin. Zira bir şeyin helâl veya haram oldu­ğunu beyan etmek, resulleri vasıtasıyla Allahü Tealâ'ya mahsus­tur. Şu halde Allahü Tealâ'nm helâl veya haram olduğunu beyan etmediği bir şeyin hill ü hürmetine kendi indinizden hükmetme­yin. Eğer hükmederseniz lisanınızın âdeti üzere muttasıf olduğu yalanla Allahü Tealâ'ya iftira etmiş olursunuz. Binaenaleyh; din-i İslâm'da helâl veya haram olduğu beyan olunmayan şeye lisanla­rınızın alışmasından ağzınıza geleni söylemeyin ki Allah'a iftira etmiş olmayasınız. Zira; sol kimseler dünyada ve âhirette fevz felah ve çare-i necat bulamazlar ki onlar yalanla Allah'a iftira ed ve bilmedikleri şeyin hill ü hürmetine dair hükmederler, onlar intifa' etmek için iftira ettikleri şey azıcık bir şeydir ve intifâ'ı t gayet azdır. Halbuki âhirette onlar için bu iftiralarına mukah elem verir azap vardır. Çünkü; delilsiz bilmediği şeye fetva- ve mekle büyük cinayet işlediğinden azabı elemlidir.

Vacip Tealâ şeriatında hükmü beyan olunmayan bir şeye ken di indinden hükmeden kimseleri lisanlarının yalanla muttasıf ol ması, Allah'a iftira etmiş olmaları, bu iftiranın azameti nispetindi menfaatlarmın gayet az bulunması, bu gibi müfterilerin felâhyat olamamaları ve bu iftiralarının azab-ı elîme sebep olacağını beyan­la zem ve tehdid etmiştin Maatteessüf şu zamanda ekser-i nâs hill ü hürmeti hava ve heveslerine uydurmak istediklerinden he­men edille-i şer'iyeyi bilen ve bilmeyan cümlesi müctehid olmak ve istediğine helâl, istemediğine haram demek hülyasında bulun­maktadırlar. İşte bu gibi arzular; şeriatı tahrif ve ahkâmını tağyir arzusundan başka birşey değildir. Zira; Tevrat ve İncil ashabı da tahrife böyle başlamışlardı. Şu kadar ki Tevrat ve İncil mütevatir olmadığından onlar elfazında tahrif etmişlerdir. Amma Kur'an'ın elfazını tahrif beşerin kudreti haricindedir. Zira hıfzı; kefalet-i İlâhiyeyle te'min olunmuştur. Nasin arzulan ahkâm-ı şer'iyeyi he-vesat-i nefsaniyelerine uydurmak olduğundan gerek ticaret ve ge­rek sair hususatta asla yümn ü bereket olmadığı gibi hey'et-i mec­muada dahi felah ve necat olmuyor. Binaenaleyh; envâ'-ı mihen, meşakkat, âlâm, ekdar, âfât ve beliyattan hali kalmıyor. Zira; Al­lah'ın gösterdiği yolu terkedenler hiçbir zaman dalâlet-i cismanî ve dalâlet-i ruhanîden kurtulamazlar. Ta ki dönüp dolaşıp göste­rilen yolu bulalar. Eğer bulamazlarsa dünyada ve âhirette elem­den başka birşey göremezler.

Hulâsa; hill ü hürmetin me'hazı şer'i şerif olduğundan bir kimse kendi indinden birşeye helâldir veya haramdır demekle hükmederse iftira alâllah etmiş olacağı ve Allah'a iftira edenlerin felâhyab olamayacakları ve dünyada    iftiralarından iniifâ'Iarinm gayet az olduğu ve âhirette azab-ı elime duçar olacakları bu âyet­ten mustefad olan fevaid cümlesindendir.[95]

 

Vacip Tealâ şeriat-ı İslâmiyede helâli ve haramı beyan ettiği gibi Yahudilere dahi hillü hürmeti beyan ettiğini zikretmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Bundan evvel (Sûre-i En'am'da) senin üzerine bi­zim hikâye ettiğimiz şeyleri Yahudiler üzerine biz haram kıldık ve onlara haram kılmadığımız şeyleri haram kılmakla biz zulmetme­dik ve lâkin onlar bir takım günahları irtikâbla kendi nefislerine zulmettiler.]

Beyzâvî'nin beyanına nazaran Sûre-i En'am'da  zikrolun-duğu veçhile Vacip Tealâ Yahudilere her tırnak sahibi sığır ve da­vardan kesilen hayvanın içyağını Yahudilerin cinayetlerine bedel-i ukuubet olarak haram kıldı. Çünkü Yahudilerin bu misilli nimet­lerden mahrumiyetlerine sebep kendileri olduğundan nefislerine zulmettiklerini beyan etmek; vuku bulan ma'siyetlerine ceza ol­mak için haram kılındığını beyan etmektir. Binaenaleyh; Yahudi­lere haram olan şeylerden bazıları, onlara ukuubet içindir. Yoksa mazarrat olduğundan değildir. İşte buna binaen ümmet-i Muham-mediye üzerine içyağı helâl kılınmıştır. Zira; bir millet için olan ukuubetin diğer millete sirayeti yoktur. Şu halde bir şeyin hür­meti mazarratına binaen olduğu gibi vücud-u insana mazarratı ol­madığı halde insanlara ceza olarak dahi haram olduğu vardır ki herkes cürmünün cezasını nimetten mahrumiyetle görsün.[96]

 

Vacip Tealâ helâli haram ve haramı helâl kılmak insanlar için, caiz olmadığını beyandan sonra bilûmum günahların tevbeye mani olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu zikrolunan ahkâmı beyandan sonra habibim! Rabbin Tea­lâ şol kimselere mağfiret eder ki onlar cehalet sebebiyle iftira ve bühtan gibi bir takım günahlar işlediler ve bu günahları işledik­ten sonra tevbe ettikleri gibi amellerini de ıslah ettiler. Onların şehevat-i nal saniyelerinin şevkiyle işledikleri günahlarına tevbe ettikten sonra Rabbin Tealâ tevbelerini kabulle merhamet ve gü­nahlarını setirle mağfiret eder.]

Hâzin'in ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile lâfzı küfre ve iftira alellaha ve sair günahlara şamil olduğundan âyet bilûmum ma'siyetten tevbenin kabulüne delâlet eder. Binaen­aleyh âyetten maksat; Cenab-ı Hakkın kullarına rahmet ve mağfi­retinin vüs'atım beyan etmektir. Cehalet; Allah'a ve aza­bına cehalete şamildir ki şehevat-ı nefsaniyenin galebesiyle yaptığı işin akıbetini düşünmemektir. Şu halde insanlar kötülüğü cehalet sebebiyle, işlerler. Zira; âkil ve bihakkın âlim olan kimse fena fiile cür'et etmez. Çünkü akıl; insanı daima fenalıktan meneder bir mü­debbir olduğu gibi ilim de işin neticesini ve üzerine terettüb edecek fenalığı düşünmeye sevkeder bir silâhtır. Binaenaleyh; fenalığı irti-kâb eden kimsenin irtikâb ettiği zamanda akıldan ve ilimden te-cerrüd ettiğine bu âyet delâlet eder. Zira; Cenab-ı Hak kötülüğü cehalet sebebiyle işlediklerini beyan etmiştir ki cehalet; akıldan ve ilimden tecerrüd etmek manasınadır ve hariçteki vukuat da bu manâyı te'yid eder. Çünkü; fenalığı işleyenlerin yüzde doksan beşi cinnet-i muvakkata halinde işler ve sonra aklı başına gelir, neda­met eder. Fakat ne çare ki kötülüğü işlemiş bulunur.[97]

 

Vacip Tealâ bu sûre'de müşriklerin mezheplerini iptalle nü­büvvete ta'nlarım ve bazı eşyaya haram ve helâl demek âhad-ı nâs için caiz olmadığını beyandan sonra beşerden resul olmaz diyen­leri Hz. İbrahim'in risaletiyle ilzam etmek üzere buyuruyor.

[İbrahim (A.S.) Allahü Tealâ'ya muti' ve edyan-ı batılayı red ve din-i hakka meyleder olduğu halde cemaat makamına kaim bir muktedabih oldu.]                   

[İbrahim (A.S.) Allah'ın ni'metlerine şükredici olduğu halde müşriklerden olmadı.]

[Allahü Tealâ risaletine ihtiyar etti ve İbrahim (A.S.) i doğru yola hidayette kıldı.]

[Biz İbrahim'e dünyada güzel rızıklar,   Salih evlât ve uzun ömür gibi hasene verdik.]

[Halbuki İbrahim (A.S.) âhirette suleha zümresindendir.]

Yani; ey müşrikler! Siz beşerden resul olmaz diyerek Muham-med (A.S.) m risaietine itiraz edersiniz. Halbuki bu itirazınızla beraber İbrahim (A.S.) in resul olduğunu ikrar eder.ve ona nis­petle iftihar ediyorsunuz. Zira; İbrahim (A.S.) Allahü Tealâ'ya itaat eder, eğrilik yapmaz ve daima meyi ü muhabbeti doğruluğa olduğu halde kendinden sonra gelenlerin ittibâ'larına şayan üm-met-i vahideydi. Ey müşrikler! Sizin iddia ettiğiniz gibi Hz. İbra­him müşriklerden olmadı. Zira; muvahhid ve erbab-ı tevhidin muktedabihidir,

İbrahim (A.S.) Allah'ın nimetlerine şükreder olduğu halde Allahü Tealâ resul kıldı ve kendine dost ittihaz etti, doğru yola hidayette kıldı, biz, dünyada risalet ve ni'metlere şükretmek ve zikr-i cemil sahibi kılmak, uzun ömür, bol rızık ve salih evlât ver­mek gibi hasene ihsan ettik, Hz. İbrahim elbette âhirette suleha zümresindendir.

Beyzâvî; Hâzin ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile Hz. İb­rahim'de birçok cemaat ve milletlerde içtimâ' eden kemâlât~ı insa­niye, fezail-i' cemile ve ahlâk-ı hamide içtimâ' ettiğinden her ne kadar İbrahim (A.S.) şahs-ı vahidse de ahlâk ve âdet cihetinden bir ümmet mesabesinde olduğuna işaret için ümmet denmiştir. Zi­ra; büyük bir cemaatın mezâyâsım cami' olan zatın kemâlât nok­tasından cemaat mertebesinde olduğunda şüphe yoktur. Yahut üm­met denilmesi kendisinden sonra gelen milletler için hayra alâmet ve muktedabih olduğundandır. Zira; ehl-i tevhidin imamıdır. Hal-i sahavetinden hal-i mematma kadar din-i hak üzere olduğuna işa­ret için denmiştir. Çünkü hanife ; doğru yola giden ve daima batıldan hakka meyletmekle hakka muhabbet eden kimsedir. Sünnet olmak, kurban kesmek ve ibadet-i haccı eda et­mek gibi mühim ibadetlerde İbrahim (A.S.) in sünnetleri bizim şeriatımızın ahkâmı cümlesinde dahildir.

Vacip Tealâ bu âyette İbrahim (A.S.) m menakıb-ı celilesin-den dokuzunu zikretmiştir:

" Birincisi; İbrahim (A.S.) şahs-ı vahid olduğu halde büyük bir ümmetin cemedebileceği fezail-i ahlâkiyeyi cemettiği cihetle ümmet-i vahide menzilinde olmasıdır.

İkincisi;   her halinde Allahü Tealâ'ya muti' ve münkad olmasıdır.

Üçüncüsü;   daima doğru din ittihaz etmesidir. Dördüncüsü;   muvahhid olup müşriklerden olmama­sıdır.

Beşincisi;    ni'vıet-i İlâhiyenin cemiine şükretmesidir.

Altıncısı;   Allahü Tealâ'nın dost ittihaz etmesidir.

Yedi n-c isi,; dünyada sırat-ı müstakime hidayette kılın­masıdır.

Sekizincisi;    dünyada hasene verilmesidir.

Dokuzuncusu; âhirette salihîn zümresinden olup ma-kaamat-ı âliyede bulunmasıdır. Binaenaleyh; bu âyet ibrahim (A.S.) in saâdet-i dareyni cemettiğine delâlet eder. Kur'an'da Ce-nab-ı Hakkın bize bu menakıb-ı âliyeyi beyandan maksadı; ikti-dası mümkün olan kısımlarda bizim iktida etmemizdir. Meselâ İb­rahim (A.S.) Allah'a muti', batılı sevmez, hakka meyi ü muhab­bet eder, şirketmez ve ni'mete şükreder. İşte bizlerin de aynı sıfat ve ahlâkta bulunmamız lâzımdır. Hz. İbrahim misafirsiz taam ye­mediğinden şakır unvanını almıştır. Bizim de aynı ahlâkta olma­mız lâzımdır, yoksa Avrupa'da misafir sevmezler diyerek buhul gibi Allah'ın ve insanların sevmediği bir denaeti taklid etmekte manâ yoktur.[98]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.) m menakıbını beyandan sonra bizim peygamberimize ve ümmetine de bu menakıb-ı âliyeye itti-bâ' etmelerini emretmek üzere buyuruyor.

[İbrahim (A.S.) m evsafını beyandan sonra habibim! Biz sa­na vahyettik ve dedik ki »Batıldan ben ve doğru olduğun halde ceddin İbrahim (A.S.) in milletine ittibâ' et. Çünkü İbrahim (A.S,); müşriklerden olmadı ve daima tevhid üzere bulundu.» Bi­naenaleyh; halkı din-i hak ve tevhide davet etti. Şu halde yâ Ek-rem-er Rusül! «Sen de onun mesleğine ittibâ' ederek nâsı tevhide davet ve şirkten nehyet» demekle ittibâ lâzım olan mesailde itti» bâ'ın lüzumunu sana tavsiye ettik.]

İşte Cenab-ı Hakkın resulüne tavsiyesi ümmetine tavsiyedir.

Binaenaleyh; Hz. İbrahim şeriatında menşuh olmayan meseleler ümmet-i Muhammed hakkında da ayn-ı şeriat olup ittibâ' vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Çünkü şerayi-i sabıka ahkâmından Kur'an'da Allah'ın bize beyan ettiği ve resulünün hadisinde haber verdiği ahkâm, bize şeriat olup amel etmek vacip olduğu kavaid-i şer'iye ve usuliyemiz iktizasındandır.[99]

 

Vacip Tealâ Hz. İbrahim (A.S.) Cuma gününü bayram ittihaz etmişken Yehud'un Cumartesi gününü ihtiyarlarıyla Cumartesi­ne riayeti onlar üzerine vacip kıldığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Cumartesine riayet etmek ancak şol kimseler üzerine vacip oldu ki onlar riayet etmek vacip olan günde nebilerine ihtilâf ve itiraz ettiler.]

Beyzâvî ve Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile Hz. Mûsâ (A.S.) Yehûd kavmine Cuma gününü bayram ittihaz edip riayet etmelerini emretti. Onlar da «Cumartesi gününde Cenab-ı Hak âlemin icadından fariğ olduğundan yevm-i ferağdır. Binaenaleyh; biz o günü bayram ittihaz eder, işten fariğ oluruz» demeleri üze­rine Allahü Tealâ o güne riayeti onlar üzerine vacip kıldığını bu âyette beyan buyurmuş ve Cumartesi gününe riayeti teşdid etmiş­tir. Hatta av avlamak ve sair bir iş tutmak onlar üzerine haram kı­lındı, Cumartesi gününde av avlayanların suretleri maymun sure­tine tebeddül etti. Onlardan bazıları Hz. Musa'ya ittibâ' ve bazı­ları itiraz etmekle ihtilâf ettikleri gibi Cumartesi gününde av av­lamayı bazıları helâl ve bazıları haram kılmakla dahi ihtilâf ettiler.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile yevm-i Cuma âlemin icadının tek­mil olduğu gün olduğundan Cenab-ı Hak ümmetlere Cuma gününe riayeti vacip kılmıştı. Fakat Mûsâ" (A.S.) m beyanı üzerine Yahu­diler «Cumartesi yevm-i rahattır. Biz o günde rahat etmek isteriz» dediler ve yevm-i sebti ihtiyar ettiler. Nasârâ'ya Hz. İsa da Cu-ma'ya riayetin lüzumunu beyan etmişse de onlar da Pazar gününü ihtiyar ettiler ve bu cihetle peygamberlerine muhalefette bulun­dular. Amma bizim resulümüze Cenab-ı Hak Cuma gününe riayeti emretti ve ümmetine tebliğ buyurdu, ümmeti de kabul etti, Allahü Tealâ o güne mahsus Cuma namazıyla da emretti ki ehl-i imana bir şeref ve cemaat-ı kübra ile mabudun azametine karşı kulların ubudiyetini izhar etmek meziyetini dahi ihraz ediyorlar. Fakat Cuma gününde Yehûd ve Nasârâ gibi bizim de işimizi terkederek muattal bir surette yatmamız lâzım değildir. Zira İslâmyiette ta­til ve boş saat yoktur.

[«Habibim! Senin Rabbin Tealâ yevm-i kıyamette onlar be­yinlerinde ihtilâf ettikleri meselede elbette hükmeder.» Binaenaleyh; muhik olanlara sevap verir ve batılı ihtiyar edenlere azabe-der, haklı ve haksız kıyamette ma'lûm olur.][100]

 

Vacip Tealâ Hz. İbrahim'in milletine ittiba'ı emirden sonra resulünün şeref ve meziyetini ümmetine izhar ve mekârim-i ahlâ­kını ikmâl etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Rabbin Tealâ'mn dinine nâsı açık deliller ve güzel vaazla davet et ve onlarla muhkem ve gayet güzel mukaddimeler­le, mülayim ve tatlı sözlerle mücadele et ki davetin hüsn-ü tc'sir hasıl etsin.]

[Zira; habibim! Senin Rabbin Tealâ tarik-ı tevhidinden çıkan kimseyi ve tarik-ı tevhide vasıl olan mühtedileri herkesten ziyade bilir,]

Yani; Habib-i Zşianım! Sen cemi-i nâsı tarik-ı hakka- davete ve salâh yollarını herkese göstermeye dünya ve âhiret menfaatla-nna irşada me'mur olunca Rabbin Tealâ'nın tariki olan din-i hakka nâsı şüpheleri izale edecek muhkem ve hikmeti mutazammin de­liller, güzel vaazlar, gayet tatlı sözlerle, meşhur mukaddimelerle, yumuşak sözlerle ve zihinlerinde te'sir edecek durub-u emsalle ta­rik-ı hakka davet et ki davetinde hüsn-ü. te'sir hasıl olsun. Zira Rabbin Tealâ; tarik-ı haktan çıkıp nefsine ittibâ' ve tarik-ı sevaba ihtida edenleri herkesten ziyade bilir. Binaenaleyh; senin vazifen-davet etmektir. Şu halde davetine icabet edenleri ve etmeyenleri Rabbin Tealâ bilir ve herkesin müstehak olduğu cezayı verir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile insanları tarik-ı hak­ka davetin sureti; üçtür :

Birincisi; edille-i kafiye ve yakiniyeye davettir. Bu kısım davet; nâsm zeki ve eşyayı hakikatıyla bilmek isteyenleri haklarındadır.

İkincisi; mev'ize-i haseneyle davettir. Bu kısım davet; delâil-i iknaiyeyle nâsın fıtrat-ı selime sahibi olanları hakların­dadır,                                                   

Üçüncüsü; âdâb-ı münazara ve bir takım mukaddematla davettir. Bu kısım davet; nâsın muannid, mücadele ve muhasama-ya meyledenler haklarındadır. Çünkü bu kısım halkı davet hasmı ilzam için sevk olunan mukaddimelerle olur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak resulüne esna-yı davette insanların herbirinin haline riayet ve herkesin istidadına göre davet etmesini emretmiş ve davetin tanklarını beyandan sonra Vacip Tealâ resulüne davetin te'siriyle me'mur olmadığını beyan için dalâlette devam edenleri ve davete icabet edip hidayeti kabul edenleri bildiğini bildirmiştir ki daveti­ne icabet etmeyip temerrüd edenlerden kalb-i nebevileri mahzun olmasın.                                                           

Şu tafsilâta nazaran âyetin manâsı: [Habibim! Nâsm ulûm ve maarifte kâmil olanlarını delâil-i kafiyeyle ve fıtratı selime as­habını ve evsat halde olanlarını deAâil-i iknaiye ve mev'ize-i beliğayla ve nâsın edna mertebede olup mücadele ve muhasamaya meraklı olanlarını mücadele-i haseneyle tarik-ı hakka davet et. Şu vazifeyi ifadan sonra davetine icabet etmeyenlere" mahzun olma. Zira; Rabbin Tealâ onların hepsini bilir ve herkesin lâyık olduğu cezayı verir] demektir.

İşte bu âyet-i celilede hitap; Resulullah'a ise de bittebi' üm­metine de hitap olduğundan vaizlerin bu üslûba riayet etmeleri ve vaazlarında nâsın haline riayet ederek zamana ve zemine mu­vafık olarak vaaz etmeleri lâzımdır.

Hulâsa; tarik-ı hakka davete nâsın liyakat ve istidadlarma gö­re davetin vacip olduğu, davet eden zatın davetin te'siriyle me'-mur olmadığı, davete icabet eden ve etmeyenleri Cenab-ı Hakkın herkesten ziyade bildiği bu âyetten müstefad. olan fevaid cümlesindendir.[101]

 

Vacip Tealâ davetin tanıklarını beyandan sonra hîn-i müca­dele ve mücazatta adaletle emretmek üzere buyuruyor.

[Eğer intikam almak cihetini iltizam eder, hasmınıza ikab ederseniz hasmınız tarafından ikab olunduğunuzun misliyle ikab edin, ziyadesine tecavüz etmeyin.]

[Zat-ı ülûhiyethne yemin ederim ki eğer intikam cihetine git­mez de sabrederseniz sabretmek sabredenlere intikamdan daha hayırlıdır.] Çünkü; sabrın ecrini Allahü Tealâ verecektir.

[Sabret habibim! Senin sabrın olmadı, ancak Allah'ın tevfi-kiyledir.]

 [Yâ Ekrem-er Rusül! Sen kâfirlerin amelleri üzerine me ve onların sana karşı yaptıkları hilelerine kalbin daralmasın.];

[Zira; Allahü Tealâ'nın muaveneti şol kimselerle beraberdir ki onlar hasımlarından intikamda mislinden ziyadeye tecavüzden ittika edenlerle, intikam cihetini iltizam etmeyip hasmının kusuru­nu afivle ihsan edenlerle beraberdir.] Binaenaleyh; onların yapmış oldukları yolsuzluklara mahzun olma. Zira; sana eza edenlerden Rabbin Tealâ intikamını alacaktır. Şu halde kalp darlığı yapmak lâzım değildir.

Yani; eğer size katil, darp ve azanızdan birini itlaf etmek gibi hasmınız tarafından   bir şey isabet ederse   size isabet eden şeyin misliyle mukabele edin ve lâkin sizin için affetmek daha makbul­dür. Eğer hakkınızı almak isterseniz hasmınızın size yapmış oldu­ğu şeyin mislini yapmak ve tecavüz etmemekle adalet edin. Zira; intikamda mislinden ziyadesi zulümdür.    Zulüm ise haram oldu­ğundan istifa-yı hak sırasında hürmette vaki olur, ceza görürsü­nüz. Eğer intikam cihetine gitmez sabrederseniz sabredenlere sab­retmek intikamdan daha hayırlıdır. Binaenaleyh; sabret habibim!-Senin sabrın ancak Allah'ın tevfikı ve iânesiyledir, sen kâfirlerin amellerine ve kâfirler   tarafından şehid edilen müminler üzerine mahzun olma, kâfirlerin hilelerinden kalbini daraltma.    Zira Al­lah'ın nusreti haram olan şeylerden nefislerini muhafaza eden ve ahz-ı intikam hususunda gazaplarını    hazımla sabreden mütteki-lerle, ebna-yı cinsine ihsan eden muhsinlerle beraberdir.

Bu âyette Vacip Tealâ insanlara adalet ve insafla emretmiş ve istifa-yı hukukta zulüm ve taaddiden ve yekdiğerinin hukukuna tecavüzden men'le muamelâtın esasında hüsn-ü edebe riayeti tav­siye buyurmuştur.

Binaenaleyh; hasmından intikam hususunu Al­lahü Tealâ'ya tefviz etmek daha evlâ olduğunu beyan ettiği gibi

Allah'ın inayetine mazhar olmak iki şeye bağlı olup birisi ittika, diğeri muhtaç olanlara ihsan etmek olduğunu dahi beyanla Vacip Tealâ kullarını ittikaya -ve ihsana teşvik etmiştir. Çünkü ittika Allah'ın emrine ttizim ve ihsan; mahlûkuna şefkat ve merhamet olduğundan her iki suret inayet-i İlâhiyeyi caliptir. Zira saâdet-i insaniye; Allah'a tazım ve mahlûkuna- hüsn-ü muamele etmeye mevkuftur ve bu ikinin zıddı gazabullahı caliptir.

Âyet-i celileniri sebeb-i nüzulü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olun­duğu veçhile (Uhud) vak'asında ehl-i imanın şehitlerine müşrik­lerin ika' ettikleri vahşiyane hareketlerine mukabil ashab-ı izamın da müşriklere galebe ederlerse kat kat intikam almaya ahdetme­leri üzerine nazil olduğu mervidir. Çünkü; (Uhud) da müşrikler şehitlerin kulaklarını kesmek, gözlerini çıkarmak gibi bir takım şiar-ı insaniyete yakışmayacak vahşetlerde bulunmuşlardı. Hatta Hz. Hamza'nın her tarafını kestikten sonra müşriklerin refakatın-da bulunan (Ebu Süfyan) m haremi ve (Atabe) nin kızı (Hind) ciğerinden bir parçasını da yemişti. Resulullah (Hind) in katline emir verdi, fakat Mekke'nin fethi günü aff-ı Resulullah'a mazhar olmuştur. Gerçi bu sûre Mekke'de nazil olmuşsa da bu âyetler Me­dine'de nazil olmuştur.[102]

 

 



[1]Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2779-2781

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2781-2783

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2783-2784

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2784-2786

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2786-2787

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2787-2789

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2789-2790

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2790-2791

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2791-2793

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2793-2794

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2794-2795

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2795-2798

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2798-2800

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2800-2801

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2801-2802

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2802-2803

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2804-2805

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2806-2808

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2808-2810

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2810-2811

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2811-2813

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2813-2815

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2815-2817

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2817-2818

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2818-2820

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2820-2822

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2822

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2822-2824

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2824-2825

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2825-2826

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2826-2829

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2829-2830

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2830-2832

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2832-2833

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2833-2835

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2835-2836

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2836-2838

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2838-2840

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2840-2842

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2842-2843

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2843-2846

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2846-2847

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2847-2849

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2849-2851

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2851-2852

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2852-2853

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2853-2854

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2854-2855

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2856

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2856-2858

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2858-2860

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2860-2862

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2862-2864

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2864-2865

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2865-2866

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2866-2868

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2868-2869

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2869-2871

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2871-2872

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2872-2873

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2873-2875

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2875-2877

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2877-2878

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2878-2879

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2879-2880

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2880-2881

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2882-2883

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2883-2884

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2884-2886

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2886-2887

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2887-2890

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2890

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2890-2892

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2892-2893

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2893-2894

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2894-2895

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2895-2896

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2896

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2896-2898

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2898-2899

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2899-2901

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2901-2902

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2902-2903

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2904

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2904-2905

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2905-2906

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2906-2907

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2907-2909

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2909-2910

[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2910-2911

[91] Cilt: I, S. 289.

[92] Cilt: III, S. 1142.

[93] Cilt: IV, S. 1551

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2911-2912

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2913-2915

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2915

[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2916

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2917-2919

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2919-2920

[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2920-2921

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2921-2923

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  7-8/2923-2925