Mekke-i mükerremede nazil olan sûrelerdendir. Yetmiş yedi âyeti havidir.
[Şol zat-ı eceli ü âlânın hayri ve bereketi çok oldu ki, o zat kendi abdi üzere Kur'an'ı semadan ve levh-i mahfuzdan indirdi ki o abd âlemleri korkutucu olsun.]
Yani; taazzum etti, yüce oldu, kullarına ihsan ettiği menafii ve sair hayr-i kesiri ve bereketini ukul-ü beşer idrakten aciz oldu, sıfatında, efâlinde cümle mevcudattan âlî oldu şol Allahü Tealâ ki o Allahü Tealâ kendi abdi ve habibi olan Muhammed (S.A.V.) üzerine hakla batıl ve helâlla haram beynini tefrik eden Kur'an'ı inzal etti ki, o abd Kur'an'la ins ü cin âlemlerini korkuta ve cümle âleme Peygamber ola ve herkesi din-i hakka davetle doğru yola irşad ede.
Beyzâvî, Medarik ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile hayri çok, bereketi tükenmez, sıfatında ve efâlinde herkesten ziyade olmak manâsına olduğu cihetle Cenab-ı Hakka mahsus kelime-i tazimdir. Binaenaleyh lâfzı Allah'ın gayrıya ıtlak olunarak kullanılmaz.. Zira; Allah'a mahsus sıfat olunca onunla başka bir kimse tavsif olunamaz.
Taberi ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile furkanla murad; Kur'an'dtr Zira Kur'an; ahkâmıyla hakla baül ve i'caziyle muhikle muptil beynini tefrik edip âyetleri birbirinden farklı ve birden nazil olmayıp müteferrik olarak yirmi üç senede nazil olduğundan furkan denilmiştir. Kur'an'm hayr-i kesir ve bereket-i amme üzerine müştemil ve enva-ı menafii mutazammın olduğuna işaret için Kur'an'ı inzalde zatını lâfziyle tavsif etmiştir. Binaenaleyh Kur'an; ulûm ve maarifi cami olduğu cihetle ilmin şerefine ve hayr-i azim olduğuna bu âyette delâlet vardır.
Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette âlemin ile mu-rad insle cindir. Gerçi âlem meleklere de şamilse de Resulullah meleklere meb'us olmadığından melekler Resuluilah'm inzar edeceği âlemde dahil değildir. Şu halde âlem; insle cinnin kıyamete kadar mevcud olacak efradına şamildir. Binaenaleyh; Resuluilah'm kıyamete kadar mevcut olacak mükellefine Peygamber olduğuna âyet delâlet eder.
Resuluilah'm ümmetini azâb-ı İlâhi ile inzarından hasıl olacak korku ve keder lâfzının delâlet ettiği hayr-i kesir ve bereket-i tammeye münafi değildir. Zira' Resuluilah'm inzarı; merhametli bir babanın evlâdını terbiye etmesi gibidir. Nasıl ki pederin evlâdını terbiyesinin evveli acı olup sonra o terbiyeden bir çok menfaat hasıl olduğu gibi Resuluilah'm inzarında da her ne kadar evvelinde korku ve endişe hasıl olursa da o inzar sebebiyle ihtida ederek amel-i sâlih işleyenlerin ileride bir çok hayrat, saadet ve menfaat-ı daimeye nail olacakları cihetle inzar sebebiyle hasıl olacak ıztırap, zarar o ihtida eden kimsenin menfaatma nisbetle gayet azdır. Binaenaleyh; inzardan hasıl olan korku hayr-i kesir zımnında zarar-ı cüz'iyi ihtiyar kabilindendir. Şu halde menafi-i diniyenin menafi-i dünyeviyeden ehemmiyetli olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; Vacip Tealâ hayr-i kesir sahibi olduğunu beyandan sonra menafi-i diniyeyi beyan eden Kur'an'ı inzal ettiğini beyanla menafi-i diniyenin menfaatlar içinde ehemmiyetine tenbih etmiştir.[1]
Vacip Tealâ Resulünün âlemi inzar etmesi için Kur'an'ı inzalini beyandan sonra zat-i ulûhiyetinin Kur'an'ı inzalle âlemi İslaha kaadir olduğuna delâlet eden evsaf-ı İlâhiyeden bazısını zikretmek! üzere buyuruyor.
[Kur'an'ı habibi üzerine inzal eden şol zat-ı eceli ü a'lâdır kî semavat ve arzın mülkü ve istediği gibi tasarruf ona mahsustur.]
[O Allahü TeaîâJveled ittihâz etmedi. Zira; yardımcıya ihti* yacı yoktur ve mülkünde kendisi için şerik olmadı. Binaenaleyh; mülkünde istiklâl üzere tasarruf eder.] Şu halde kullarını İslah için istediği kuluna kitabını inzal eder hiç kimsenin müdahaleye selal hiyeti yoktur.
[Ve Allahü Tealâ her şeyi icat ve her birini miktarı muayyen üzerine tertip ve takdir etti. Ve herkesten matlup olan gaye neys& ona göre lâzım olan hassaların esbabını hazırladı ve o esbaba tevessülün yollarını gösterdi ve herkesin ecel-i muayyenine kadar yaşıi yabileceği maişetlerini te'min ve ona göre âza ve âletlerini kendi* lerine teslim etti. Binaenaleyh; hiç kimsenin itiraz ve itizara mei cali kalmadı.]
Yani; Kur'an'ı inzal eden Allahü Tealâ şol zattır ki yerin ve göklerin mülkü ve tasarrufu ona mahsustur. Binaenaleyh; âlem-i ulvî ve âlem-i süflî cümlesi vücudunda ve ecel-i muayyenine kadar bekasında Hâlık Tealânın inayetine muhtaçtır. Çünkü; mülk onun olup tasarrufunda müstakil olduğu için her ihtiyaçlarını defeden odur. Ve ondan istimdat ederler, Allahü Tealâ veled itti*' haz etmedi. Binaenaleyh; mülkünde veraset cari olmaz, veled ittijr hazma ihtiyaç da yoktur. Şu halde veraset ve sair suretlerle müfkünde asla şeriki olmadığından ulûhiyette ferd-i vahittir, mabudun bilhaktır ve onun gayrı, hakiki mabut olmadığından cümlenin ibadetine müstehak ancak odur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet, Hz. İsa Allah'ın oğlu diyen bazı Nasara'yı ve müşriklerden (Seneviye) taifesini reddetmiştir. Zira; onlar melekler Allah'ın kızlarıdır diye yalan söylemiş ve iftira etmişlerdir. Allahü Tealâ her şeyi halketti ve her şeyin hilkatinden maksad neyse ona göre vücudunu, suver ü eşkâlini, hüsnünü, âlâtü edavatım ve yaşayabileceği azalarım takdir ve cümlesini maksadına müsavi kıldı. Meselâ insanı şu gördüğümüz şekil ve suret üzere halketti, ondan maksat plan tekâlifi kabule, umur-u din ve dünyaya müteallik mesalihini tesviye ve idrak etmeye muktedir kıldı.
Kezalik her mahlûku maslahatına müsavi ve menfaatim bilip talip olur ve mazarratından kaçar bir hal üzere takdir etti. Binaenaleyh; mahlûkatm takdiri hilkatma müsavi olup asla tehallüf yoktur. İşte şu beyan olunan şeylerin cümlesi Vacip Tealâ'nın kullarına hayr-i kesiri ve bereket-i tammesidir. Çünkü; Vacip Tealâ evvelâ mahlûkatı halketti, saniyen her birinin ahvalini tedbir-i acib ile tedbir etti. Hatta bazılarını bir çok sanatlar icadına kaadir ve idrak-ı kâmile sahibi kıldı ve mahlûkattan bazılarını bazısına vasıta ve âlet kıldı ki bazısı mâlik ve bazısı memlûk olup yekdiğerine muavenet ve muzaheret etmekle âlemin intizamı lâyıkiyle cer-yan etsin. Bazısını zevceler kıldı ki yekdiğeriyle ülfet etsin ve mu-amele-i izdivaciyeyle zürriyetleri meydana gelsin, vakti merhunu-na kadar âlem ma'mur olsun ve intizam-ı âleme halel gelmesin.
Hulâsa; Semavat ve arzın mülkü Allah'a mahsus olup Allah'-dan başka hakiki bir mâlik olmadığı, Allah'ın veled ittihazından ve şerikten münezzeh olduğu ve cümle mahlûkatı maişetlerine elverişli halkedip miktar-ı muayyen üzerine takdir ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[2]
Vacip Tealâ zatını ulûhiyete münasip celâl ve cemâl sıfatlariyle tavsif ettikten sonra Allah'ın gayri bir takım âciz mahlûklara! ibadet eden müşriklerin mezheplerini iptal etmek üzere buyuruyor.
[Allah'ın dûnunda müşrikler mabutlar ittihaz ettiler ki, o ma butlar hiç bir şeyi halkedemezler. Onlar kendileri mahluklara
[Ve o mabutlar kendi nefisleri için def-i mazarrat ve celb-i menfaata mâlik olamadıkları gibi dünyada bir kimseyi öldürmeye ve diriltmeye ve kabrinden kaldırıp neşretmeye mâlik olamazlar.]
Yani; Allahü Tealâ semavat ve arza mâlik ve ulûhiyet sıfat-lariyle bihakkın muttasıf mabudun bilhak olduğu halde müşrikler kendi elleriyle yaptıkları taş, ağaç, altun ve gümüş parçası gibi hakir şeyleri mabutlar ittihaz ettiler ki o mabutlar mahlûkattan edna bir şeyi belki bir zerresini bile halkedemedikleri gibi kendileri de mahlûklardır. Halbuki mabudun her şeyi halketmeye kudreti olması lâzım geldiği gibi kendinin de mahlûk olmaması elzemdir. Zira; mahlûk daima halikına muhtaç olduğundan ibadet olunmaya istihkakı olamaz. Binaenaleyh; onların mabutlarına ibadetleri bâtıldır. Çünkü; onların mabut ittihaz ettikleri şeyler ibadet edenlere menfaat ve mazarrat vermek şöyle dursun kendi nefislerinin menfaat ve mazarratına bile mâlik değillerdir. Şu halde onlara ibadette bir fayda yoktur. Kezalik onların mabutları insanları icada, öldürmeye ve öldükten sonra diriltip hesap ve ceza için kabrinden kaldırıp mahşere sevketmeye dahi kaadir ve mâlik değillerdir. Halbuki mabut ittihaz olunan zatın bunların cümlesine muktedir olması lâzımdır.
Bu âyette Vacip Tealâ
ulûhiyetin levazımından dört şeyi beyan etmiştir :
Birincisi; Halik olup mahlûk olmamaktır.
İkincisi; def-i mazarrat ve celb-i menfaata kaadir olmaktır. Üçüncüsü; dünyada ihya ve imaleye kaadir olmaktır. Dördüncüsü; âhirette naşı haşre, hesap ve cezaya şevke muktedir olmaktır. Mabut olan zatın şu evsafla muttasıf olması lâzım olduğundan bu evsafla muttasıf olmayan putların mabut olmaya istihkakları olmadığını beyanla onlara ibadet edenlerin hamakatlarına işaret olunmuştur.[3]
Vacip Tealâ evvelen zatının kuvvet ve kudret sahibi olduğunu ve saniyen putperestlerin mezheplerinin bâtıl olduğunu beyandan sonra nübüvvet hakkında kâfirlerin şüphelerini izâle ile nübüvveti isbat etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirler, «şu Kur'an olmadı, illâ bir yalan ki Muhammed (S.A.V.) o yalanı kendi iftira etti» dediler.]
[«Ve O Kur'an üzerine Muhammed (S.A.V.) e kavmi ahar yardım etti» demekle Kur'an'ın Resulullah'ın nefsinden icad ettiği bir şey olduğunu iddia ettiler.]
[Binaenaleyh; bu sözü söyleyenler zulüm ve yalanla geldiler.]
Çünkü; Allah'ın kelâmına kul kelâmı demekle zulmettikleri gibi yalan söz de söylemiş oldular. Şu halde Resulullah'a «yalan söyledi» yollu sözleriyle kendileri hem zâlim hem de yalancı oldular.
[Ve müşrikler «Kur'an evvel geçen ümmetlerin kitaplarında yazdıkları satırlarıdır. Muhammed (S.A.V.) nefsi için yazdırdı. Binaenaleyh; o satırlar sabah ve akşam unutmamak için okunur ki Hz. Muhammed (S.A.V.) onu hıfz etsin» demekle Kur'an'ı, Resulullah'ın evvel geçenlerin kitaplarından istinsah ettirdiğini iddia ettiler.]
Yani; Allah'a ve Resulüne îman etmeyen şol kâfirler dediler ki; «Şu Kur'an olmadı, illâ yalandır Muhammed (S.A.V.) onu kendi nefsinden icat etti, meramını terviç etmek ve sözünü dinletmek için iftira ediyor ve bunu icatta başka kavim de muavenet etti» demekle Kur'an'a Ve Resulullah'a lâyık olmayan şeyi isnad ettiler. Fakat bu sözü söylemekle zulmettiler ve kendileri yalan getirdiler ve iftira ettiler. Çünkü; Kur'an tarafı İlâhiden vahyolduğu halde kelâm-ı İlâhi olduğunu inkâr ettiler. Binaenaleyh; Allah'ın kelâmını gayra isnad etmekle zulmettikleri gibi Resulullah'ın bir kimseden istiane etmediği halde «kavm-i ahar iane etti» demekle yalan söylediler ve. dediler ki «Muhammed (S.A.V.) in Kur'an diyerek getirdiği şey evvel geçenlerin kitaplarında yazılmış yalanlardır. Onlardan bir kâtibe yazdırdı, ve yazıldıktan sonra o yalanlar Muhammed (S.A.V.) üzerine sabah ve akşamda okunur ki hıfzetsin unutmasın. Çünkü; kendi okuyup yazma bilmediğinden tekrar okuyup ezberlemeye muhtaçtır. Binaenaleyh; başkalarının tekrar okumasiyle ezberledikten sonra taraf-ı İlâhiden geldi. Vahiydir diyerek halka dinletmek ister» demekle Resulullah'ın nübüvvetine ve Kur'an'a taanetmek istediler.
Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet «Nadr b. Haris» hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Nadr ve emsali müşrikler «Muhammed (S.A.V.) Kur'an'ı (Huveytab b. Abdül'uzza) nın kölesi (İdas) dan ve (Amir b. Hadramî) nin kölesi (Yesar) dan ve (Amir) in kölesi (Cebir) den alıyor. Zira; Kur'an'ın müştemil olduğu manâları eski kitaplardan hikâye ediyorlar ve lâfzını, onlardan aldığı manâya göre kendi uyduruyor» dediler. Çünkü; şu üç
köle ehl-i kitaptan oldukları cihetle Tevrat'ı ve İncil'i okur, onların ahkâmından bazı meclislerde Mekkelilere hikâye ettikleri zamanda Resulullah nübüvvetini izhar edince kölelerin îman etmeleri üzerine bu iftiraya cür'et ettiler. Cenab-ı Hakkın da onların sözlerini hikâye ve kendilerinin zâlim ve yalancı olduklarını beyan zımnında bu âyeti inzal ettiği mervidir. Bu âyette verilen cevap da kâfidir. Çünkü Kur'an; fesahat ve belagatta beşer kudretinden hariç olduğu cihetle kendileri muarazadan âciz kaldılar. Eğer insanların icad edeceği bir şey olsaydı kendileri icad ederlerdi ve başkasının yardımıyla mümkün olsaydı kendilerine yardım edecek binlerce fusaha ve büleğa mevcut idi. Şü halde kendilerinin bir şey yapamamaları Kur'an'ın vahy-i İlâhi olup taanedenlerin yalancı olduklarına delâlette kâfidir.
Bu âyetler beş hükmü hâvidir :
Birincisi; kâfirlerin Kur'an yalan ve iftira demeleridir, ikincisi; Kur'an'ı icatta kavm-i ahar Muhammed (S.A V.) e iane ediyor demeleridir. Üçüncüsü; bu sözleriyle kâfirle^ rin zâlim ve yalancı olmalarıdır. Dördüncüsü; Kur'an evvel geçenlerin kitaplarına Rüstem ve îsfendiyar hikâyeleri gibi yazdıkları satırları demeleridir. Beşincisi; Muhammed (S.A.V.) Kur'an'ı başka kitaplardan istinsah ettiriyor, unutmamak için akşam.ve sabah kendi üzerine okutturuyor ki ezber etsin ve başkalarına \ahiy diyerek tebliğ etsin demeleridir.[4]
Vacip Tealâ kâfirlerin Kur'an'a söyledikleri lâyık olmayan sözlerini beyandan sonra Resulünün onlara vereceği cevabı beyan etmek üzere buyuruyor,
[Ya Ekrem-er Rıısül! Kur'an'a itiraz eden kâfirlere sen de ki, «Kur'an'ı şol Allahü Tealâ inzal etti ki, O Allahü Tealâ semavat ve arzda gizli olan şeyleri bilir. Zira; O Allahü Tealâ tevbe edenlere mağfiret ve ibadet edenlere merhamet eder.]
Yani; habibim! Müşriklerin kibir ve gururlarına delâlet ederi sözlerini ve Kur'an'a taanlarım işittikten sonra onlara cevapta^ «Kur'an'ı şol Allahü Tealâ inzal etti ki, O Allahü Tealâ yerde göklerde olan esrarı bilir. Binaenaleyh; sizi ona muarazadan âciz kılmıştır. Siz ise erbab-ı fesahat vt belagattan olmakla beraberi Kur'an'ı iptale hırsınız son dereceye varmışken kısa bir âyetiniri bile mislini getirmekten âciz kaldınız. Şu halde Kur'an'a taan eti mekten-utanmaz mısmz ve sizin bu halinizin gazab-ı İlâhiyi câliÖ olmasından korkmaz mısınız? Şu halde tâib ve müstağfir olun, Zitra; Allahü Tealâ tevbe edenleri yarlığar ve ibadetle dergâhına ilti| ca edenleri rahmetiyle hisseyap eder» demekle onları ilzam et.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette cevabın hulâsası; Kur'an'ın elfâzında olan fesahat beşerin icadının fevkinde olmasıyla Resulullah îcat etti yollu sözlerini reddettiği gibi Kur'an ilerde olacak bir takım gaipten haberleri mutazammın olduğu ve semavat ve arzda olan bir çok esrar üzere müştemil olduğu cihetle onu ancak semavat ve arzın ve cümle âlem-i melekûtun esrarını bilen Allahü Tealâ'nın inzal ettiği ve âlem-i melekûtun esrarına vakıf olmayan beşer tarafından îcadı mümkün olamadığından kâfirlerin «Muhammed (S.A.V.) îcat etti ve evvel geçenlerin satırlarıdır» sözlerinin butlanı meydandadır. Şu, halde ey müşrikler nasıl oluyor ki böyle vahi ve kizbi meydanda olan bir iddiaya cür'et edersiniz ve bu sözlerinizle ukubet-i İlâhiyeden korkmaz mısınız? demektir. Bu sözlerinin gazab-ı İlâhiyi mucip olup lâkin merhanıet-i İlâhiye te'hirine sebeb olduğuna ve tevbe ederlerse tevbeleri kabul olunup azabtan halâs olacaklarına Cenab-ı Hakkın gafur ve rahim olduğunu beyanla işaret ve tevbeye teşvik olunmuşlardır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile gaipten haber, mesâlih-i ibadı lâyıkıyla temşiyet ve nizam-ı âlemi tedbir üzerine müştemil olan ahkâm gelmez, illâ her nevi malûmat üzere âlim olan zat tarafından gelebilir. Allahü Tealâ'nın cümle âlemin esrarına muttali olduğunu beyan etmek; Resulullah'a ve Kur'an'a taaneden kâfirlerin gizli taanlarım dahî bildiğini beyanla kâfirler tehdit olunmuştur.[5]
Vacip Tealâ kâfirlerin «Kur'an Resulullah'm icadı yahud evvel geçenlerin yazdıkları yalanlardır» sözlerine cevaptan sonra üçüncü şüphelerini ve cevabını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirler «ne oluyor şu risalet iddiasında bulunan kimseye ki bizim gibi yemek yiyor, çarşılarda yürüyor sonra bizim üzerimize tefevvukla risalet davasına kıyam ediyor» dediler.]
[«Keşke ona bir melek inzal olunsa da onunla beraber bizi korkutur olsaydı veya ona semadan bir hazine atılsa da ondan bol bol intifa etseydi, yahud onun için bir bahçe olsa da ondan yeseydi o zaman bizim üzerimize bir imtiyaz davasına ve benim sizden ziyade meziyetim var. Binaenaleyh; ben resulüm demeye bir hakkı olabilirdi. Bunlardan hiç birisi olmayıp bizim gibi yiyip, içip, gezerken risalet davasına neden kıyam ediyor ve bu cesareti nereden alıyor?» dediler.] Ve bir kısmı bu kadarla iktifa etmediler, dediler ki;
[Müşriklerin zalimleri îman eden mü'minlere «siz ittiba etmediniz, ancak sihrolunmuş bir recüle ittiba ettiniz» demekle Re sulullah'm sâhir olunduğunu iddiaya kadar cüret ettiler.]
[Nazar et gör ki habibim! O müşrikler senin hakkında halkı aldatmak için nasıl misaller beyan ederler, sana recül-ü meşhur «sihrolunmuş bir kimse» demeye kadar nasıl cesaret ederler.]
[Binaenaleyh; onlar senin açık yoldan çıktılar.]
nübüvvetini bilmeye vesile
[«Şu halde onlar tarik-ı hakka ve senin nübüvvetini tasdika yol bulmaya kaadir olamazlar.» Çünkü; nübüvvetin sıtkma ve has-sa-i nebiye delâlet eden delilleri terkle bir takım hayalâta ittiba edince onları terkle doğru yol bulmaları müşküldür.]
Yani; kâfirler Resulullah'a kemâl-i buğz ve şiddet-i adavetleri icabı dediler ki «şu risalet davasında bulunan zâta ne oldu ki bizim gibi yemek yer ve umur-u beytiyesini temşiyet için çarşılarda gezer. Şu halde bizlerden ve sair avâm-ı nastan farkı olmadığı meydanda iken bizim üzerimize tefevvukla risalet davasına kalkıyor. Bizim üzerimize risalet davası edecek zâtın bir fazilet ve meziyeti olmalı değil midir? Eğer davasında sadıksa keşke onun üzerine açıktan melek inzal olunaydı da onunla beraber bizi inzar edeydi, şüphesiz biz îman ederdik veyahud Habbısı tarafından kendisine bir hazine atılmış olaydı da onunla intifa ettiğini göreydik risaletinde şüphemiz olmazdı. Yahud her çeşit meyvası olan bir bahçesi olaydı da kendi ondan yiye ve başkalarına da yedireydi ve bu sayede halk kendine ittiba edeydi, biz de ittiba ederdik bunların hiç birisi olmadığı halde onun davasına biz nasıl inanalım. Eğer davası doğru olaydı bunlardan birisi olurdu» demekle Kur'-an'a taanda ve Resulullah'm nübüvvetini inkârda İsrar ettiler ve bu kadarla iktifa etmiyerek zuafay-ı naşı îmandan menetmek için zâlimler dediler ki «sizin tabi olduğunuz Muhammed (S.A.V.) sihrolunmuş bir kimsedir. Binaenaleyh; ittiba şayan değildir». İşte zalimler bu sözleriyle halkı iğfale çalıştılar. Cenab-ı Hak bunlara cevapta «Habibim! Nazar et bak ki, senin için nasıl misaller beyan ve nasıl sözler icad ediyorlar ve Kur'an vahiy değildir, Muhammed (S.A.V.) icat etti ve evvel geçenlerin kitaplarına yazılmış yalanlardır. Resul olsa yanında melek olurdu yahud zengin olup herkeşte bulunmayan bir bahçesi olurdu, bizim gibi yiyip içmez ve çarşılarda gezmezdi gibi bir takım vahi misallerle akıllarını yordular. Dalâlet ve hayrette kaldılar, kendilerinde bulunan bir takım evsaf-ı nalâyıkayı sana isnadla haşa mecnun demeye kadar cüret ettiler, bümediler ki nübüvvet bir mevhibe-i İlâhiyedir. Cenab-ı Hak dilediği kuluna verir ve onu sairlerinden mümtaz kılar.»
Beyzâvî'nin beyanı veçhile müşriklerin şu şüpheleri hamakatlarının derece-i nihayede olduğuna delâlet eder. Çünkü; ru-sul-ü kiramın avam-ı nastan farkları umur-u cismaniye ve emval-i dünyeviyeyle. değil, belki ahva-li ruhaniye ve umur-u nefsaniye iledir. Binaenaleyh; emval ve evlât gibi dünya metaıyla hasıl olan meziyete itibar yoktur, belki avam-ı nastan enbiyanın farkları; kuvve-i kutsiye ve Cenab-ı Hakkın onları nübüvvete ihtiyar edip kullarını irşadı onlara tevdi etmekledir, yoksa nübüvvet şerefinin dünya metaıyla münasebeti yoktur. Fakat ehl-i şirkin bütün himmetleri ve nazarları hemen dünyaya münhasır olduğundan her şerefi dünya malında aramak âdetleri olduğu cihetle enbiyaya da umur-u dünya cihetinden itirazı âdet etmişlerdir. İşte bu gibi itirazlar zaman-ı saadete mahsus olmayıp her zamanda itiraz edenler bulunacağına binaen zaman-ı saadette vâki olan itirazları Cenab-ı Hak Kur'an'da beyan ve muterizleri zemmetmiştir ki, her zamanda itiraz edenlerin halleri onlara kıyasla kendileri ehl-i îman nazarında mezmun olsunlar. Hatta âhirette sağlam bir itikadı olmayan müslüman isminde ve kisvesindeki bir takım münafıklardan da bu gibi itiraza cür'et edenler vardır. Hususiyle şurada burada gezmiş tevfiksizlik her tarafını sarmış, hangi yola gideceğini şaşırmış yabancı milletlerin çirkin âdetlerini takdir ve tahsin etmeye yeltenir, kendi dininden haberi yok, başka bir dine mâl olamamış bir takım kimseler şuradan buradan işitmiş olduğu ve nefsinin arzusuna muvafık bulduğu bir kaç kelimeyle âdât-ı İslâmiye ve di-yanet-i Muhammediye aleyhinde bulunmak ister. Bu gibilere Cenab-ı Hak tevfik versin demekten başka bir şey yoktur. Diyanet aleyhinde bu gibi iftiralara cür'et edenlerin zâlim olduklarına işaret için zamir yerinde ism-i zahir olarak varid olmuştur. Çünkü; yerinde denilse olabilirdi fakat zulümlerini tasrihle zemmolunmazlardı.
Ebussuud Efendinin beyanı veçhile son âyetin manâsı şöyledir : [Ya Ekrem-er Rusül! Nazar et bak ki, senin hakkında şu acip misalleri ve akıldan hariç garib isnadâtı nasıl îcat ettiler, bu misallerle kendi akıllarının muhtel olduğundan sana itirazlarında ihticaca salih ve erbab-ı ukulün kabul edeceği bir delil getirmekten âciz ve mütehayyir olduklarını ispat etmişlerdir. Binaenaleyh; kendi sahif akıllanyle delil zanniyle getirdikleri şeylere ittiba ederek yoldan çıktılar ve hakka îsal edecek doğru bir yol bulmaya dahi kaadir olamadılar.] demektir. Evet! Kuvve-i vahimesine it-tiba'la yoldan çıkan kimsenin daima yolsuz kaldığı ve tarik-ı da-lâli irtikâpta İsrar ettiği ve tarik-ı hakkı kabule bir gûna yanaşamadığı alelekser görülmektedir.[6]
Vacip Tealâ kâfirlerin şüphelerinin ikinci cevabını beyan etmek üzere buyuruyor.
[ Hayrı ve bereketi çok ve cümleden âli oldu ve taazzum etti sol Allahü Tealâ ki o AUahü Tealâ isterse Ya Ekrem-er Rusül! Senin için kâfirlerin dediklerinden daha hayırlı altından nehirler ceryan eden bağlar, bahçeler, köşkler ve saraylar halkeder ve lâkin nübüvvete bir medarı olmaz. Zira; çeşitli meyvayı cami' bağları bulunan dünyada milyonlarca kimseler bulunur. Fakat nübüvvet mertebesine nail olamazlar.]
Yani; habibim! Seni bir çok nimetleriyle terbiye ve nübüvvetle taltif eden Allahü Tealâ'nın bereketi ve hayrı çok oldu. Binaenaleyh; dilerse senin için dünyada kâfirlerin sana «bir hazinesi olsa harcasa veya bir bahçesi olsa ondan yese» dediklerinden daha hayırlı altından nehirler akar ve pınarlar lemean eder bahçeler, saraylar ve konaklar halkeder. Çünkü; hayrı çok ve cümleden âlî olan zat bunları halketmeye kaadirdir. Fakat bunların nübüvvete medhâli yoktur.
İşte kâfirlerin Resulullah'm dünya metaına iltifat etmediğini vesile ittihaz ederek «şunlar olsaydı resul olduğunda şüphemiz kalmazdı ve lâkin bunlara mâlik olmadığı cihetle nübüvvet davası doğru değildir.» demelerine karşı Cenab-ı Hak dilerse Resulüne onların dediklerinden daha ziyadesini vereceğini beyanla onları reddetmiş ve bu gibi' nimetleri Resulü için âhirete te'hir ettiğine işaret buyurmuştur. Çünkü âhiret nimetleri; devamlı, şerefli, safî, kederden salim ve meşakkati yoktur.
Fahri-Râzi'nin beyanına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; Resulullah'm kâfirlerin bu gibi naiâyık sözlerine mahzun olduğu bir zamanda bir melek geldi, selâm verdi «Ya Resulallah! Allahü Tealâ her şeyin anahtarlarını sana vermekle vermemek arasında seni muhayyer kıldı» deyince Resulullah'm «Rabbım bana cümlesini âhirette cemetsin» şeklinde cevabı üzerine bu âyetin nazil olduğu (İbni Abbas) hazretlerinden mervidir.[7]
Vacip Tealâ müşriklerin şüphelt mek üzere buyuruyor.
[Belki kâfirler kıyameti inkâr ve tekzip ettiler,]
[Ve biz de kıyameti tekzip eden kimseler için şiddetli Cehennem ateşi hazırladık.]
Yani; belki kâfirler evhamlarına ittiba ederek kıyameti ve kıyamet üzere terettüp edecek mesûbatı, derecat-ı âliyatı, müşriklere mev'ut olan ukubatı ve derakât-ı haviyeyi tekzip ettiklerinden Kur'an'ı ve risaleti inkâr ederler. Çünkü; kıyameti ve âhireti tekzip ettikten sonra kulları islâh için kitap inzal etmek ve resul göndermek abesten ibaret olur. Binaenaleyh; âhireti inkâr edenin kü-tüb-ü semaviyeyi ve enbiyanın nübüvvetlerini inkâr etmesi lâzım gelir. Zira; âhiret olmayınca bunlara lüzum kalmaz. Şu halde kıyameti tekzip edenlere biz Cehennem ateşi hazırladık. Bakalım âhiret var mıdır, yok mudur? Kitapların ve resullerin dedikleri doğru mudur, değil midir? Cehenneme girince inkâr edenler bilirler. Yani; «Habibim! Müşriklerin senin risaletini inkâr ettiklerine taaccüp etme. Zira; onlar vukuunda şüphe olmayan kıyameti inkâr ediyorlar. Şu halde senin beyanatını ve Allah'ın sana âhirette va-adettiği şeyleri tasdik ederler mi?» demektir.
Bu âyet Cehennemin el'an mahlûk ve âsiler için hazırlandığına ve müşriklerin şüpheleri bir şüphe-i ilmiye olmayıp mücerret âhireti inkârları üzerine bina kılınmış bir şüphe olduğuna dahi delâlet eder. Beyzâvî'nin beyanı veçhile alevi şiddetli olan ateştir. Yahud Cehennemin tabakalarından azabı şiddetli olan bir tabakanın ismidir ki, âhireti inkâr edenlerin o tabakada muazzep olacakları beyan olunmuştur.[8]
Vacip Tealâ kâfirler için ihzar olunan Cehennemin bas detini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Cehennem kâfirleri uzak bir mekândan gördüğünde Cehennem için kâfirler gılzath bir ses işitirler ve dehşetli gürültüsünü duyarlar.]
Yani; ehl-i narı Cehennem uzaktan gördüğünde kâfirler Cehennem için şiddetli alevler ve gazaba delâlet eden gürültüler işitirler ki daha içine girmeden Cehennem âsîlere gazabını ve şiddetini gösterir. Zira; gazab-ı İlâhinin mahalli olduğundan Allah'ın azameti nisbetinde gazabının azametine delâlet eden mahabetli sedalar ve dehşetli gürültüler, korkunç ve acip haller ve Allah'ın kahrına delâlet eden alâmetler elbette mevcut olacağım beyanla Cenab-ı Hak âsîleri insafa davet etmiştir.[9]
Vacip Tealâ kâfirlerin Cehennemden uzak bulundukları zamanda görecekleri ahvali beyandan sonra Cehenneme yakın olup içine girdiklerinde görecekleri ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirler Cehennemden gayet dar bir mahalle elleri ve ayakları bağlı oldukları halde atıldıklarında o makamda helake çağırırlar. Çünkü; helakten başka çağıracak bir şey bulamazlar.]
[Onlar helake çağırınca taraf-ı İlâhiden melekler vasıtasiyle onlara «yalnız bir helake çağırmayın bir çok helake çağırın» denilir.] Çünkü; Cehennemde helak çoktur. Meselâ saadetten mahrum olmak, ebeden Cehennemde kalmak, enva-ı azaba duçar olmak, açlık ve susuzluk gibi çeşitli sefalete maruz kalmak, elleri zincirle boyunlarına bağlı olmak, her zaman feryad ü figan içinde boğulmak, feryatlarını kimseye dinletememek ve zebaniler tarafından her zaman hakarete ma'ruz kalmak Cehennemde mevcut helakler cümlesindendir. Binaenaleyh; onlara «yalnız bir helake çağırmayın belki bir çok helake çağırın» denileceği beyan olunmuştur.
Yani; kâfirler elleri boğazlarına bağlı ve zincirlerle birbirine mukarin olarak Cehennemden gayet dar bir yere atıldıklarında orada onlar helake çağırırlar ve hüzn ü keder her taraflarını ihata ettiğinden onlar «gel ey helakimiz! Senin gelme zamanın geldi» derler. Onlar bu minval üzere helake çağırınca taraf-ı İlâhiden veya Cehennemin' zebanileri tarafından «bu gün siz yalnız bir helake çağırmayın belki,Cehennemde sayılmaz ve tükenmez bir çok helake çağırın» denilir ki bu söz onlar için azap üzerine azap olsun.
Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Resulullah'a bu âyette beyan olunan Cehennemin darlığından sual olunduğunda Resulullah'ın «duvara çivinin çakıldığı gibi ehl-i Cehennem Cehenneme .çakılır» buyurduğu mervidir. Çünkü; ehl-i Cehennem Cehenneme bilihti-yar girmezler. Binaenaleyh; zebaniler onları zoru zoruna çivi gibi Cehennem ateşine çakarlar. (İmam-i Kelbi) Cehennemin darlığını şöyle tefsir etmiştir: «Cehenneme evvel girenleri alev yukarı kaldırır ve sonra girenleri zebaniler yukarıdan aşağı basarlar şu halde bu minval üzere sıkışırlar». Binaenaleyh; Cehennemde her nevi azapla muazzep oldukları gibi nefes alamaz derecede darlıkla dahi
muazzep olacakları bu âyette sarahaten beyan olunmuştur. şiddetle dar demektir.[10]
Vacip Tealâ âsiler için ihzar olunan azabı beyandan sonra ehl-i nara lâhik olacak hasreti ve ehl-i Cennetin zevk u sefasını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusül! Sen kâfirlere «şu sıfatı beyan olunan Cehennem mi hayırlı yoksa Cenab-ı Hak tarafından müttekilere yaadolunan Cennetülhuld mü hayırlı?» de ki, hangisi hayırlı olduğunu düşünsünler ve ona göre hareket etsinler.]
[«O Cennet müttekilerin amellerine ceza ve onların varacakları mahal oldu.»]
[«Mûttekiler muhallet oldukları halde Cennette onlar için istedikleri her şey vardır» de ki, kâfirlerin hasretleri artsın.]
[Şu müttekilere vaadolunan Cennet Rabbın Tealâ tarafından bir vaaddır ki, o vaad mü'm inler tarafından istenilmiş bir matluptur.] Çünkü; mü'minlerin münacatlarmda her vakit Rablarından istedikleri Cennettir. Binaenaleyh bu vaadolunan Cennet; ehl-i îman tarafından daima istenilen ve sual olunan şeydir.
Yani; Ey Resul-ü Zişan! Kıyameti inkâr eden müşriklere tekdir tarikiyle sen de ki, «şu sıfatı beyan olunan Cehennem ve onda olan azaplar ve helakler mi hayırlıdır, yoksa müttekilere taraf-ı İlâhiden vaadolunan Cennetülhult mu hayırlıdır? O Cennet ki ona girerler ve nimetleri ebedidir, asla tagayyür yoktur. O Cennet müttekilerin amellerine ceza ve dünyada feda ettikleri lezzet-i faniye-ye bedeldir. Ve dünyadan gittikten sonra onların varacak mahal-leridir. Maahaza mûttekiler için abedî kalıcı oldukları halde istedikleri nimetler mevcut asla hasret yoktur. Zira bu vaad; Rabbın Tealâ üzerine vaad-i kavi idi».
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Cehennemde asla hayır olmadığı halde "Cehennem mi hayırlı veya Cennet mi hayırlı?» demekle Cehenneme hayır isnat etmek kâfirlerin itikadlannı tezyif ve onları istihza ile beraber tekdir içindir, yoksa Cehennemde hayır var da Cennetin hayriyle mukayese olunsun manâsına değildir. Ayet, müttekilerin amellerine sevap vermek Allahü Tealâ üzerine vacip olmadığına delâlet eder. Zira; Cenab-ı Hak Cennetin vaadolunduğunu beyan etti. Vaadolunan şeyse vaadeden kimse üzerine tefaddul ve ihsan olunur, vacip olmaz. Eğer vacip olsa vaad denmezdi ve vaad-i İlâhinin muhakkak olup tahallüf olmayacağına binaen vacip Tealâ bu âyette vaadinin müttekilerin amellerine ceza olacağını mazi siğasiyle irat etmiştir ki, muhakkak olduğuna işaret olsun. Cennette herkesin her istediği verilecek olunca ameli az olup aşağı derecede bulunanlar, ameli çok olup yüksek derecede bulunanların derecelerini istiyecekleri tabiidir. Her arzu ettikleri verilince az amel sahipleri çok amel sahiplerine müsavi olmaz mı? Şu halde çok amelle az amel beyninde fark ne olur? Eğer her istediği verilmezse bu âyete muhalif olmaz mı? Cennete girmiş olan bir peder Cehennemde muhallet olan oğlunun halâsını istemez mi? Bu âyetin muktazâsı her istediğini verince oğlunun Cehennemden halâsı muhallet olmasına münafi olmaz mı? Ve eğer halâs olmazsa arzu ettiğini vermediği cihetle bu âyete muhalif olmaz mı? gibi suâllere Fahri Râzi ve Kazfnin beyanları veçhile" cevap şöyledir: Ehl-i Cennetin edna mertebesinde bulunanlar kendi mertebelerinin lezzatı ve zevk u sefasiyle meşgul olduğundan yüksek tabakada olanların dereceleri hatırına gelmez ve onu istemez ki ednanın âlâya müsavi olması lâzım gelsin, kezâlik Cennette olan bir pederin Cehennemde olan oğlu ve sair akrabası hatırına gelmez ki onun halâsını istesin. Zira Cennet; dar-ı ferah ve sürür olduğundan keder ve elem verecek şeyleri ehl-i Cennetin aklından Cenab-ı Hak bilkülliye izale eder ki sürurları daim olsun ve ferahlarına haleî gelmesin. Çünkü; Cennette olan bir kimsenin Cehennemde olan evlât, ecdat ve sair akrabası hatırına gelse onlar için keder etmemek mümkün olamaz. Elbette keder edecektir, Cennet ise keder yeri değildir. Binaenaleyh; Allahü Tealâ ehl-i Cennete lütuf olmak üzere keder verecek şeyleri tamamen kalplerinden çıkarır ki rahatlan tam olsun. Bunun emsali dünyada çoktur: Meselâ insanın basma acınacak ve ağlanacak bir musibet gelir, bir iki gün acır, ağlar ve sonra unutur bir daha aklına gelmez. Güler oynar başka işleriyle meşgul olur. Eğer o acıyı unutmak olmasa o kimsenin işleri muattal olur lâkin lûtf-u Îİâhi imdadına erişir bir iki gün acıyıp ağladıktan sonra o şeyi unutur, işine başlar, sanki o musibet ona gelmemiş gibi bir hal kesbeder. İşte Cennete giren kimsenin
Cehenneme giden evlâdı ve akrabası için arsa-i mahşerde acır ağlarsa da ehl-i Cennet Cennete ve ehl-i Cehennem Cehenneme girdikten sonra Cennette olan kimsenin hatırından keder verecek şeyler tamamen zail ve zevk u sefasiyle meşgul olur. Amma ehl-i narın hasretleri artsın ve azapları ziyade olsun için ehl-i Cenneti seyr ü tamaşa ve ehl-i Cennetin sürurları ziyadelensin için ehl-i Cehennemin halini müşahede etmelerinden kendi evlâdı ve akrabası gibi acıyacakları kimseleri görmeleri lâzım gelmez.
Bu ve bunun emsali âyetler insanların her arzularına nail olmalarını Cennete hasrettiğinden bu dünyada insan için her emeline nail olmak mümkün değildir. Dünyada bütün arzusunu ikmâl etmiş bir fert tasavvur olunamaz. Çünkü; bütün emelini ikmâl etmiş zannettiğin her kimi tasavvur etsen ahvaline muttali olunca bilirsin ki hasıl olmamış yüzlerce arzu ve emeli vardır, velevse o kimse hükümdar olsun.
demek mü'minler tarafından istenmiş bir vaad demektir. Çünkü; mü'minler beş vakit ibadetleri akabinde Çenab-ı Hakkın rızasını ve Cennetini istemekten hâlî kalmazlar, Allahü Tealâ da mü'minlere Cennetini ve rızasını vaadetmiş ve kullar da daima istemişlerdir.[11]
Vacip Tealâ âhiretin ahvalinden bazılarını beyandan sonra diğer bazısını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret habibim! Şol günü ki, o günde biz, müşriklerin ibadet ettikleri putlarını hasrederiz.]
[Âbitleri ve mabutları hasredince Allahü Tealâ putlara hitaben der ki «ey putlar benim şu kullarımı siz mi ıdlâl edip yoldan çıkardınız, yoksa onlar kendileri mi dalâleti irtikâpla yoldan çıktılar?»]
[Cenab-ı Hakkın bu sualine cevapta mabutlar derler ki «Ya-rabbi biz seni cemi' nekaisten tenzih ederiz ki bizim için senin gayriyi dostlar ittihaz etmek lâyık olmadı.»]
["Ve lâkin Yarabbi! Sen onlara ve babalarına nimetler verdin ve bir çok ömürlerle muammer kıldın, hatta onlar nimetine müs-tağrak olarak senin zikrini unuttular ve helake müstahak bir kavim oldular» demekle kendilerinin dalâleti irtikâp ettiklerini beyan ederler.]
Yani; Ya Ekrem-er Rusül! Allah'ın gayri mabut ittihaz edenlere zikret şol günü ki o günde biz onları ve bâtıl mabutlarını hesap için mahşere cemederiz, onlar mabutlariyle beraber cemolun-ca Allahü Tealâ müşrikleri tevbih, nas arasında rüsva ve tahkir etmek için mabutlara hitaben «şu şirkle me'luf olan münkiri nimet ve zalim kullarını siz mi ıdlâl edip yoldan çıkardınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?» diye sorunca müşriklerin mabut ittihaz ettikleri şeyler cevapta «Yarabbi! Biz seni cemi' nekaisten tenzih ederiz ki senden başka bir dost ve veli ittihaz etmek bizim için münasip olmadı. Şu halde nasıl olur ki müşrikleri idlâl ederek Rabbımzı terk edin de bizi veli ittihâz edin diyebiliriz? Bizim böyle bir şeye cür'etimiz olmadı velâkin Yarabbi! Sen onlara ve babalarına müsaade ettin evlât ve emval verdin, bedenlerini afiyetle Ömürlerini uzun kıldın hatta onlar nimetlerine müstağrak olunca senin zikrini unuttular. Binaenaleyh; helak olan kavim zümresinden oldular» demekle her nevi ithamattan nefislerini tebrie ederler.
Beyzâvî'nin ve Nimetullah Efendinin beyanları veçhile Allah'ın gayri müşriklerin mabutları yla murad; melâike ile Isa ve Üzeyir (A.S.) ve yıldızlarla sair putlardır. Bunların içinden söz söylemeye kaadir olanlar «Cenab-ı Hakkın siz mi idlâl ettiniz bunları?» Sualine cevapları lisanlarıyladır. Amma söze kaadir olamıyan putlar Cenab-ı Hakkın hayat ve tekellüme kudret vermesiyle olacağı gibi onların cevaplarının lisan-ı halle olması dahi muhtemeldir. Bu sualin bizzat Vacip Tealâ tarafından olacağına âyette delâlet vardır. Ma'butlarda kabahat olmayıp bütün kabahatin ibadet eden müşriklerde olduğunu bildiği halde Cenab-ı Hakkın suali müşrikleri tevbih ve halka onların hallerini bil-drimektir. Bu âyette tesbi'h ; vaki olan sualden taaccüp manâsını mutazammın ve Cenab-ı Hakkı şirkten tenzih ve kendilerinin teşbihle muttasıf olduklarım beyan etmektir. Zira; sual olunan zevat bazı Nasara'nm mabut ittihaz ettiği Hz. İsa ve bazı Yehûd'un mabut ittihaz ettiği Hz. Üzeyr ve müşriklerden bir taifenin mabut ittihaz ettiği melekler olduğuna nazaran bunlar masum olup vazifeleri nâsı islâh ve irşat etmek ve Allah'ı takdisle teşbih etmek olduğundan onlara şu müşrikleri «siz mi ıdlâl ettiniz?» demek; taaccübü muciptir. Zira; onlarda asla ifsat ve ıdlâl olmaz. Sual olunanlar putlar ve yıldızlar olduğuna ve onlarda cemadat kabilinden bulunduğuna nazaran ıdlâl iktidarları olmadığı halde onlara «siz mi ıdlâl ettiniz?» demek; taaccüplerini rnucib olduğundan teşbihe müsaraat edecekleri beyan olunmuştur.
Anifen beyan olunduğu veçhile eğer putlar tekellüm suretiyle cevap verirlerse teşbihleri de tekellüm suretiyledir ve eğer cevapları lisan-ı hâl ile olursa teşbihleri de lisan-ı hâl iledir.
Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlerin mal ve evlât gibi nimetleri tuğyanlarına sebeb olup başka bir kimse tarafından ıdlâl olunmadıklarını beyan için cevaplarına Cenab-ı Hakkın onlara nimet verdiğini dercedecekleri beyan olunmuştur.
helake müstahak bir kavim oldular demektir. Zira; helak manasınadır. Likirle murad; Allah'a, Kur'an'a ve enbiyaya îmanla beraber zikrullahtır. Yani «sen onlara nimet verdin. Onlar da sana, kitabına ve şeriatına îmanı ve zikrini unuttular» demektir. Çünkü; alelekser nimetin tuğyana sebeb olduğu ve bir çok ahitlerin nimete mustağrak olunca ibadetlerini kabahata ve taatlarıni maşiyete tebdil ettikleri görülmektedir.[12]
Vacip Tealâ müşriklerin mabutlarının söyleyecekleri sözlerini beyandan sonra o sözlerin bunları tekzip olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey kâfirler! Sizin mabutlarınız sözünüzle sizi tekzip ettiler. Binaenaleyh; Onlar sizin azabınızı defe ve size yardım etmeye kaadir olamazlar.]
[Eğer sizden bir kimse zulmederse biz ona büyük azabı tattırırız.]
Yani; ey müşrikler! Dünyada ibadet ettiğiniz mabutlarınız sizi kendi sözlerinizle tekzip ettiler. Çünkü; kendilerinin mabut olmadıklarını beyanla sizin mabutlardır şeklindeki sözünüzün yalan olduğunu meydana koydular. Binaenaleyh; onlar hiç bir veçhile sizden azabı defe kaadir olamadıkları gibi bizzat ve bilvasıta sizden kaldırmaya yardım da edemezler ve eğer sizden bir kimse zulmederse biz o kimseye. Cehennemin azabından ibaret olan büyük azabı tattırırız. Zira zulüm; büyük cinayet olduğundan cezası olan azap da büyüktür.
Bu âyet; zulmeden her zalimin muazzep olacağına delâlet ederse de tevbe eder ve mazlumla helâllaşırsa ve bir sebebe mebnı aff-ı İlâhiye mazhar olursa bu suretlerde azaptan müstesnadır. Zalim zulmünün cezasını dünyada dahî görürse de. dünya azabı âhirete nisbetle ehven ve muvakkat olup müebbet olmadığından âhi-ret azabı büyük olmakla tavsif olunmuştur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile kâfirlerin dedikleri yle murad; putlara ilâh demeleridir. Putların tekziple-r i yle murad; kendilerinin ilah olmayıp Allah'ın mahlûkları olduklarını beyan etmeleridir.[13]
Vacip Tealâ kâfirlerin Resulullah'a «yemek yer, çarşıda gezer» demekle taanettiklerine cevap vermişse de bu hâl yalnız Resulullah'a mahsus olmayıp cümle peygamberlerde mevcut olduğunu beyanla müşrikleri tekdiri mutazammın ikinci bir cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusül! Senden evvel resullerden hiç bîr resul göndermedik, illa onlar elbette yemek yerler, senin yediğin gibi ve çarşıda gezerler senin gezdiğin gibi.] Çünkü; enbiyanın avâm-ı nastan farkı zahirde görülmeyen ahval-ı maneviyededir, yoksa ah-val-i cismaniyeden ibaret olan yemekte ve çarşılarda yürümekte değildir. Binaenaleyh; ahval-i zahiriyye ve zaruriyat-ı beşeriyede enbiya-yı kiramın diğer insanlardan farkları yoktur. Şu halde zaruriyat-ı beşeriyeyi nübüvvete mani addetmek nübüvvetin neden ibaret olduğunu bilmemekten ve hamakattan başka bir şey değildir.
[Ey nas! Sizin bazınızı bazınıza, fitne ve beliyye kıldık.}
[Siz sabreder misiniz?]
Yani; sizin bazınızı bazınıza belâ ve fitne kıldık ki, o belâya sabredip etmediğinizi bilelim. Meselâ fukarayı ağniya ile müptelâ kılarız ki fakir ağniyaya bakarak haline sabredecek mi yoksa cezi' ve fezi* ederek fakrına sabırla alacağı ecirden mahrum mu olacak? Kezalik ağniyayı fukara ile müptelâ kılarız ki gınasına şükürle fukaraya merhamet ve. muavenet ederek ecir mi alacak ve-yahud istihfaf ve ihanetle gınasına şükürle alacağı ecirden mahrum mu olacak? Kezâlik hastaları sağlam olanlarla ve eşrafı edâni ve edaniyi eşrafla buk minval üzere müptelâ kılarız. Kezâlik resulleri ümmetleriyle müptelâ kılarız ki ümmetleri îman etmezler adavet ve eza ederler. Onların yüzünden çok meşakkat çekerler ve ümmetleri resullerle müptelâ kılarız ki îman edip saadet-i dâreyne nail olacakken bilâkis küfredip azab-ı ebediye duçar olurlar. Şu halde sizden her biriniz bulunduğunuz hale sabreder, sevaba nail olur musunuz yoksa sabretmeyip belâya mı giriftar olursunuz?
[Halbuki habibim! Rabbın Tealâ sabredeni ve etmiyeni bilir, görür ve cümlesinin cezasını adalet üzere tertip eder.]
Tefsir-i Hâzin ve Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile bu âyet; Kureyş'in zenginlerinden (Ebu Cehil) ve emsali gibi fukara-yı ashapla müptelâ olanlar haklarında nazil olmuştur. Çünkü; onlardan hatırlı olanlar ve servet sahipleri fukara-yı ashabı gördüklerinde unf ü şiddet gösterip derlerdi ki «Biz İslâm olsak bu fukara güruhu bizden evvel İslâm oldukları cihetle bizim üzerimize faziletleri ve meziyetleri olacak. Binaenaleyh; biz İslâm olmayız» demekle as-habtan fukara olanları îmanlarına mani saymakla müptelâ olmuşlardır.
Âyet-i celilenih lâfzı kaide-i külliyedir ki cümle insanların yekdiğeriyle müptelâ olduğuna delâlet eder. Zira; Nisâbûrî ve Ta-beri'de beyan olunduğu veçhile meselâ âmâ olan, «Allahü Tealâ dileseydi beni filân kimse gibi görür kılardı» ve hasta olan "Allahü Tealâ isteseydi beni filân kimse gibi sağlam kılardı» ve fakir olan "Allahü Tealâ isteseydi beni de filân gibi zengin kılardı» demekle her insan yekdiğeriyle müptelâdır. (Ebüdderda) hazretlerinin Re-sulullah'm «sultan raiyye yüzünden helak olur. Zira; adalet etmez, raiyye sultan yüzünden helak olur. Zira; yoluyla itaat etmez, şedit olan zayıf ve zayıf olan da şedit yüzünden helak olur» buyurup bu âyeti kıraat ettiği rivayeti de cümle insanların birbiri ile müptelâ olduğuna delâlet eder.[14]
Vacip Tealâ kâfirlerin
Resûlullah'ın risaleti hakkındaki şüphelerinden bazılarını beyandan sonra
dördüncü bir şüphelerini beyan etmek üzere :
[Şol kimseler dediler
ki, onlar âhirette bizim rızamıza veya azabımıza mülakat edeceklerini ümid
etmez »keşke bizim üzerimize melekler inzal olunaydı veya biz Rabbimizi
göreydik de Muhammed (S.A.) in nübüvvet da'vasında sâdık olduğuna şehadet
edeydiler. Biz de iman ederdik. Melek gelmedi ve Rabbimizi de görmedik. Şu
halde da Vasinin sıdkna şahid olmayınca biz nasıl îman edelim» demekle
şüphelerini meydana koydular.]
[Zat-ı Ulûhiyetime
yemin ederim ki, şu sözleri söyleyen kâfirler kendi nefislerinde büyüklük
iddia ve hadlerini bilmeyerek pek ziyade kibir ve pek büyük bir tuğyanla
tuğyan, zulümde ve tuğyanda haddini tecavüz ettiler.] Çünkü; îmanlarını
Rablerini görmelerine yahud kendilerine melek nazil olmasına ta'lik ettiler.
Binaenaleyh; lâyık olmadıkları mertebelere istihkak da'vasına kalkıştılar.
Yani; âhireti münkir
olmalarına binaen bizim rızamıza veya azabımıza mülakatı ümid etmeyen müşrikler
«Keşke bize melekler gelip şehadet etseler veya Rabbimizi açıkdan görsek de
Muhammed (S.A.) in doğru söylediğine şehadet etse, biz de îman etsek» dediler.
Habibim! Zat-ı Ulûhiyetime yemin ederim ki bunlar nefislerinde tekebbür
ettiler. Zira; bu dünyada hâlis kullarımız için caiz olmayan şeyleri istemekle
hadlerini tecavüz ettiler ve büyük tuğyanda bulundular.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile Utüvv ; zulümde haddini ileri geçmektir. Şu halde manâ-yı nazım: |Müşrikler
zulümde okadar ileri gittiler ki, zulmün son haddine vardılar] demektir. Zira;
Allah'ı görmek istemeleri zulmün nihayesidir.1 Müşriklerin kibirleri
kalplerinde gizli olup kendi büyüklükleri kendi i'tikatlarınca olduğuna işaret
için bu âyette nefislerinde is-tikbar ettikleri beyan olunmuştur. Çünkü
istihbar; büyük addetmektir. Şu halde büyük addetmekle büyük olmak lâzım gelmez.[15]
Vacip Tealâ
müşriklerin dünyada kendilerine melek gelmesini arzu ettiklerini beyandan
sonra âhirette melekleri göreceklerini ve gördüklerinde arzularının hilafı
zuhur edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret Habibim! Şol
günü ki o günde kâfirler melekleri görürler ve o günde mücrimler için asla
beşaret ve sürura delâlet eder bir şey yoktur ve onlar «Biz Cennetle
tebşirattan men'olun-duk ve nar-i cahimde haps-i müebbcdlc hapsolunduk»
derler.]
Yani; kâfirler dünyada
görmek arzu ettikleri melekleri âhirette görürler fakat melekleri gördükleri
günde mücrim olan müşrikler için asla müjde olmaz. Zira; gördükleri azap
melekleri olup onları Cehenneme
sevkiçin geldiklerini görünce tebşirattan mah-| rum olduklarını bilemelerine
binaen kemâl-i hayret ve hasretle; «Biz Cennetle tebşirattan tamamiyle men' ve
Cehennemde ebeden!
hapsolunduk» demekle
eseflerini izhar ederler. Şu manâ kâfirlerin sözleri olduğuna nazarandır. Amma
bu söz melleklerin sözü olduğuna nazaran manâ-yı nazım şöyledir: [Habi-Ij bim!
Kâfirlere zikret şol günü ki, o günde onlar melekleri görürleri ve lâkin o
günde mücrimlere beşaret yoktur. Binaenaleyh; melek->j ler mücrimlere derler
ki, «Sizin üzerinize beşareti mucib olanjj Cennet haram olmakla Cennetle
tebşirden mahrumsunuz»] demektir. Melekler bu sözleriyle kâfirleri tahkir
ederler.
Kâfirler kendi
amellerinin kabul olunduğu zanniyle sevap! ümid ettiklerinden melekler bunları
bidayeten gördüklerinde amel4 lerinden istifade edemeyeceklerini beyanla cevap
verecekleri vej hiç bir tebşirata nail olamayacakları zikrolunmuştur. Çünkü;
Fahri. Râzi'nin beyanı veçhile kâfirler küfürlerinde dahî kendilerini hi-n
dayette zannedip sevap bekledikleri gibi mazluma muavenet, fu-£j karaya yardım
etmek, atiyye vermek, sıla-i rahim ve ebeveyne ria* yet eylemek gibi sahih
amellerini dahî sevap ümidiyle işlerler fafj kat küfürleri cümlesini iptal
ettiğinden ümidleri heba olur. Zirâi fasit üzere bina kılman amel; elbette
fasittir. Binaenaleyh; melekf leri gördüklerinde her şeyde her şeyden evvel
kemâl-i ye's ü has| retlerini mucip olan şeyle cevap verileceği beyan
olunmuştur.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile mücrimIerle murad; müşrikler olduğuna nazaran onlar için hiç beşaret
olmadığına^ işaret zımnında
zamir mevziinde ism-i zahir olarak lâfzı varid olmuştur ki tebşirattan
mahrumiyetlerine sebep; cürümleri olduğu tasrih olunsun. Çünkü; yerinde denilse
manâ sahih olurdu lâkin beşarete mani' cürümleri olduğu bilinmezdi. Meleklerin
mücrimlere «Sizin için beşaret yok» diyeçekleri günde ihtilâf varsa da esah
olan yevm-i kıyamettir.
demektir. Yani «Sizin
üzerinize müjde ve Cennet
haram olmakla haram oldu. Binaenaleyh;
surur verecek .şeylerin cümlesinden mahrumsunuz» demek olur.
Bu âyet; üç hükmü
havidir :
Birincisi; Kâfirlerin
yevm-i kıyamette melekleri görecekleri,
ikincisi; Meleklerin
mücrimlere sizin için asla sürür verecek beşaret yok diyecekleri,
Üçüncüsü; Mücrimlerin
bu hali görüp biz sürür verecek şeylerin cümlesinden mahrumuz diyecekleridir.[16]
Vacip Tealâ kâfirlerin
beşaretten mahrum olduklarımı beyandan sonra amellerinden asla fayda
göremeyeceklerini Sarahaten beyan etmek üzere buyuruyor,.
[Biz onların küfür
hallerinde işledikleri amellerini kasdettik. Binaenaleyh; hiz o ameli yok
ettik.]
Yani; kâfirler için beşaret
olmadığını ve beşareti icab eden Cennetten mahrum olduklarını haber verdikten
sonra onların hâl-i küfürlerinde mekârim-i ahlâk kabilinden müsafir kabul
etmek, mazluma iane ve sıla-i rahim gibi amellerini kasdettik, yani o amellerine
teveccüh ettik. Binaenaleyh; o amellerini güneşte görülen zerreler gibi
faydasız kıldık ve iptal ettik.
Hebâ ; pencereden
giren güneşin içinde görülen zerrelerdir. dağılmış demektir. Güneşin içinde
görülen zerreleri insan ele gelecek bir şey zanniyle elini uzatır tutacağını
sanarak tutamadığı gibi kâfirler de amellerini kabul olundu zanniyle sevap ümid
ederek ellerini uzatırlar fakat ellerine bir şey geçmez. Çünkü; amelin
kabulünün şartı olan îman olmadığından küfürleri sebebiyle amellerini iptal
ettiğini ve fayda görmeyeceklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuş ve güneşin
içindeki zerrelerin bir araya toplanmasından intifa' mümkün olmadığı gibi
bunların amelleriyle intifa' edemeyeceklerine de işaret etmiştir.
Bu âyette yani «biz
kasdettik» manasınadır. Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette kâfirlerin
hâllerini hükümet reisine isyan eden kavmin haline teşbih olunmuştur. Zira;
reise isyan eden kavmin isyanlarının sebebini ve kuvvetlerini her şeyden evvel
reis kasdeder. Evvel emirde âsîlerin kuvvetini ve o esbabı izaleyi düşünür.
Binaenaleyh; isyanın sebebini've kuvvetlerini kesip attıktaii sonra âsîleri
tenkil ederek isyandan eser bırakmaz ve kavmin cezasını da verir. İşte Cenab-ı
Hak kâfirlerin mekârim-i ahlâk kabilinden ve güvendikleri amellerini küfürleri
sebebiyle iptal ettikden sonra cezalarını vereceğini beyan etmiştir.
[Kıyamet gününde
eshab-ı Cennet nıakarr u mekân cihetinden gayet hayırlı ve rahat cihetinden
gayet güzeldir.]
Yani; Allah'a,
resullerine ve kitablarma îman eden ehl-i Cennet tekarrür edecekleri mekân
cihetinden gayet hayırlı ve huriler ve gilmanlarla ülfet edip rahat edecekleri
haneleri cihetinden gayet güzeldir. Zira; asla eza ve endişe yoktur.
Karar manâsına olup
kararda uzun müddet konuşup görüşmeyi icab ettiğinden «ehl-i Cennet karar
yönünden hayırlı» demek "konuşup görüşme
cihetinden hayırlı» demektir. Mahall-i kaylûle demektir. KayIûIe ; kuşluk
uykusudur.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile Cennette uyku olmadığı cihetle bu makamda zevceler ve hurilerle halvet
olup istirahat zamanı ve mekânı gayet güzel demektir. Ehl-i Cennetin hesaptan
fariğ olup Cennete kuşluk vakti gireceklerine işaret için varid
olduğu Fahri Râzi'nin cümle-i
beyanatmdandır.[17]
Vacip Tealâ kâfirlerin
melekleri göreceklerini ve amellerinin bâtıl olduğunu, ehl-i Cennetin o günde
rahat; olacaklarını beyandan sonra kıyamette vaki' olacak vukuatı beyan etmek
üzere buyuruyor.
[Zikret habibim! Şol
günü ki o günde bulutun sebebiyle sema şakkolur ve melekler semadan rilir.]
semadan tulûül
indirilmekle indi
[O günde cümle mülk Rahman
Tealâya sabittir ve onun gayri| mülk sahibi yoktur.]
[Ve o gün zaman
cihetinden kâfirler üzerine gayet güç olur.]
Yani, ey Resûl-ü
mükerrem! Semanın bulutla yarılıp kesretle meleklerin tenzil olunacağı günü
zikret ki o günde sabit ve hak olan mülk Allah'ındır. Zira, Rahman Tealâ'nm
gayri bir mülk sahibi yoktur. Çünkü; Allah'ın gayri mülk sahiplerinin mülkü
bil-külliye zail olur ve o gün küfürleri sebebiyle kâfirler üzerine nazil
olacak azaptan dolayı onlar için gayet güç ve müşkül bir gün olur.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile enbiya-yı izam hazaratına melekler semadan kendileri için ta'yin
olunan mahalden nazil olurdu. Kıyamette sema yarılınca semada olan meleklerin
yer yüzüne, semanın her tarafından nazil olacaklarına ve melâike lâfzının umum
meleklere şamil olduğuna ve kıyamette ins ü cinnin muhasebeleri de arz üzerinde
olacağına âyette delâlet vardır. Çünkü; meleklerden bir kısmı insanların ve
cinnilerin amel defterleriyle nazil olup amel defterleri sahiplerinin ellerine
verileceğinden ve diğer âyetlerde dahî arzın deresi tepesi kalmayıp düz ve
parlak bir ova şeklinde olacağını beyan; muhasebenin arz üzerinde olacağına
delâlet eder. Bu arzın arsa-i mahşer olacağına, ins ü cinni ve semadan nazil
olan melekleri istiab edecek miktarda genişleyeceğine dair bazı ehadis-i
nebeviye vardır. Bu âyette o günün kâfirler üzerine müşkül olacağını beyanla
mü'minler üzerine müşkül olmayacağına işaret olunmuştur.
Bu makamda gamam ile
murad; Beyaz bir bulut ki semanın fevkinde zuhur edeceği ye o bulutla amel defterlerini
hamil olan meleklerin nazil olacağı mervidir. Yahud cümle semanın fevkinde
Cenab-ı Hakkın hdlkettiği bir bulut ki o bulutun semaya te-masiyle semanın
yarılacağı mervidir ve lâfz-ı âyete muvafık olan da budur.
Hulâsa; semanın
bulutla yarılacağı ve meleklerin semadan inecekleri ve o günde bilcümle mal,
mülk ve hüküm Rahman Tea-lâ'ya sabit ve kâfirler üzerine o günün müşkül bir gün
olacağı bu; âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[18]
Vacip Tealâ, semanın
yarılacağım ve meleklerin semadan sür'-atle indirileceğini ve o günün kâfirlere
müşkül olacağını beyan dan sonra o günde zalimlerin kemâl-i hasret ve
nedametlerini be yan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret habibim! Şol
günü ki o günde zalim ola|ı rini ısırır.]
[O zalim der ki «Ah
nolaydı Resûlullah'Ia beraber ben bir yo tutmuş olaydım.»]
[«Ey benim helakim gel
bana! Keşke beni ıdlal eden filân kinseyi dost ittihaz etmemiş olaydım» demekle
müfsid olan kimseyi dost ittihaz edip sözüne aldandığına nedametini izhar
eder.] Ve
sözüne şunu da ilâve
eder ki :
[«Allah'a yemin ederim
ki bana Kur'an, mev'iza-i Resul ve kelime-i şehadet geldikten sonra muhakkak o
kimse beni ıdlâl etti ve yoldan çıkardı. Binaenaleyh; onu dost ittihaz
ettiğimden nedamet gördüm.»]
[Halbuki şeytan insanı
daima rüsva kılar oldu.]
Yani; ya Ekrem-er
Rusül! Zikret sol günü ki o günde her rnün-kir-i zalim kemâl-i nedamet ve
hasretinden ellerini ısırır ve der ki "Eyvah! Nolaydı ben mürşid-i kâmil
muslıh-i âlem olan Resûlul-lah'la beraber beni dünyada hakka isal edecek ve
âhirette şu gördüğüm azaptan kurtaracak bir doğru yol tutaydım». Bu sözleriyle
dünyada tutmuş olduğu yolun hata olduğuna nedametini izhar ederek der ki «Ey
benim helakim süVatle bana gel! Ah nolaydı keşke ben filân cahil müsrifi dost
ittihaz etmemiş olaydım, Allah'a yemin ederim ki müfsid Kur'an geldikten sonra
beni îmandan ve Kur'an'dan ıdlâl etti ve yoldan çıkardı»; Halbuki şeytan insanı
daime mahcub eder ve halk nazarında rezil ve rüsva kılar.
Fahri Râzi, Taberi ve
Beyzâvî'de beyan olunduğu veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir : (Ukbe b.
Ebi Muayt) her seferden geldiğinde komşularına bir ziyafet verirdi. Bir
seferden geldiğinde âdeti veçhile ziyafet verdi ve Resûlullah'ı davet etti.
Resûlullah'la dost olduğu için Resûlullah «Ya Ukbc! Kelime-i şehadeti okuyup
îman etmedikçe ekmeğini yemem» buyurdu. (Ukbe) Resûlullah'ın teklifini kabul
ederek kelime-i şehadeti okur ve îman eder. Resûlullah da ziyafetini teşrifle
yemeğini yer. (Ukbe) nin gayet sevgili ahbabından (Ubey b. Half) Ukbe'ye- itab
ederok «Dininden
çıktın» demesi üzerine Ukbe «Ben dinimden
çıkmadım fakat da'vet ettiğim müsafirin ekmeğimi yemeden evimden çıkmasına utandım.
Binaenaleyh; müsafirin hatırı için kelime-i şehadeti okudum» deyince (Ubey)
«Eğer Muhammed (S.A.) in yüzüne tükrüğünü atarsan bu sözüne inanırım ve illâ
inanmam» demesi üzerine (Ukbe) irtidadmı (Ubey b. Half) e isbat etmek için bu
cinayeti irtikâb eder, fakat Resûlullah namazda iken üflediği tükrük kendi
yüzüne avdet eder ve yüzünü ateş gibi yakar ve katlolununcaya kadar yüzünde o
yanık alâmeti bulunmuştur. (Ukbe) nin şu muamele-i mel'unanesi üzerine
Resûlullah »Ya Ukbe! Sen Mekke'den çıkmazsın, illâ ben senin boynunu kılıçla
vururum» dedi. Filvaki' (Ukbe) Mekke'den çıktı, Bedir'de esir oldu.
Resûlullah'ın emri üzerine Hazreti Ali kılıçla boynunu vurdu ve nutk-u
Resûlullah da yerini buldu ve (Ubey b. Half) dahî Resûlullah'ın bir darbesinden
müteessir olarak Mekke'ye geldi ve Mekke'de canı Cehenneme gitti. Bu sebeb-i
nüzule nazaran âyette zâIimle murad; Ukbe-dir. Falan ile murâd; Übeydir. Zikirle
murad; Kelime-i şehadet ve imandır. Buna nazaran manâ-y% âyet: [Zâlim olan Ukbe
kemâl-i nedametinden ellerini ısırır ve der ki «keşke ben Resûlullah'la
beraber necat verecek bir yol tutaydım ve (Übey) hainini dost ittihaz
etmeyeydim. Zira; Allah'a yemin ederim ki, (Übey) Kelime-i Şehadeti zikirden
beni ıdlâl etti» demekle nedametini izhar eder.] demektir. Fakat bu misilli
makamda i'tibar lâfzın umumuna olup sebeb-i nüzulün hususuna bakılmadığından
âyet her zâlime ve günah üzerine birbirini ıdlâl eden kimselerin cümlesine
şâmil olup her zâlim ve zâlime ittiba' edenler âfcirette nedametlerini izhar
edeceklerdir ve bu muhavere hepsinde cereyan edecektir. Resûlullah'ın «kişi
dostunun dini üzerine olur. Bi-nanealeyh; herkesin halini, muvazenede oturup
kalkıp ülfet ettiği kimselere bakarak onların halleriyle muvazene edin»
buyurduğu hadis-i şerifi de bu manâyı te'yid eder.
Dünyada bir şeye son
derece nedamet eden kimsenin «eyvah» diyerek elini ısırmak âdet olduğu gibi bu
âdetin âhirette de cereyan edeceğine bu âyet delâlet eder.
Hulâsa; zâlim olan
kimsenin âhirette zulmüne nedamet ederek ellerini ısıracağı ve «nolaydı
Resulullah'la beraber doğru yol tu-taydım» diyeceği ve «nolaydı falan kimseyi
dost ittihaz etmeyey-dim» diyerek nedamet eyleyeceği ve şeytanın insanı rüsva
edeceğini beyan ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[19]
Vacip Tealâ kâfirlerin
Kur'an^-a- itirazlarından Resulullah'ın şikâyet ettiğini beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Resûl-ü muazzam
«Yarabbi! Benim kavmim şu Kur'an'ı metruk ittihaz ettiler» dedi.]
Yani; Mekkeliler in
Kur'an'a şiddetle i'tirazlarmdan müteessir olarak Resulullah «Yarabbi! Benim
kavmim olan müşrikler şu insanın saadetini kâfil olan Kur'an'ı metruk ittihaz
ettiler ve ahkâmına asla iltifat etmediler ve şanına lâyık olmadık şeyler
isnad ettiler» demekle kavminden Rabbisine şikâyet etti.
Resulullah'ın bu
şikâyetinin yovm-i kıyamette olacağını beyan edenler varsa da esah olan bu
şikâyet dünyada vaki' olmuştur ve âyetin lâfzı da şikâyetin dünyada vukuna
delâlet ettiğinden Fahri Râzi dünyada vukuunu tercih etmiştir.
Terk olunmuş manâsına
ise de burada Kur'an'ı dinlememek ve iman etmemek ve ahkâmiyle amelden i'raz
etmek manasınadır ki, «Kur'an'ı okumaz ve okuyanı dinlemez» demektir. Resulullah'ın
«Bir kimse Kur'an'ı Öğrenir ve mushaf-ı şerifi başı üzerine takar okumasını
terkederse Kur'an kıyamet gününde o kimseden Cenab-ı Hakka şikâyet eder»
buyurduğu Hz. Enes'ten mervidir. Şu halde Kur'an'ı öğrenen kimsenin tilâvetine
devamı lâzım olduğuna bu hadis-i şerif delâlet ettiği gibi terketmek caiz
olmadığına da bu âyet delâlet eder.[20]
Vacip Teaiâ Resulünün
bu şikâyeti üzerine Resulünü tesliye etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Sana düşman
halkettiğimiz gibi her nebi için mücrimlerden düşman halkettik. Binaenaleyh;
Kureyş'in adavetine sen mahzun olma.]
[Ve Rabbin Tealâ
geldi.]
Yani; Ya Ekrem-er
Rusül! Senin kavminden sana düşman olanlar kitabını dinlemeyip iman etmedikleri
gibi her nebi için biz günahkâr ve mücrim olanlardan düşman halkettik. Onlar nebilerine
su-u edepte bulundular ve seriatlerine iman etmediler ve sözlerini
dinlemediler. Şu halde kavmin Kur'an'ı terk ve sana ada-vet-etmeleri zatına
mahsus bir hâl değildir, belki cümle enbiyanın mübtelâ olduğu ahvaldendir.
Binaenaleyh; sen kavminin adavetlerine mübalât etme. Zira; Rabbin Tealâ
maksadına isal edecek yolu göstermekte ve dinine yardım etmekte ve
düşmanlarmdar intikam almakta sana kâfidir, başka yardımcıya hacet yoktur.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile hayrı ve şerri halkedenin, Al-lahü Tealâ olduğuna bu âyet delâlet eder.
Çünkü; âyette Allahi Tealâ her nebi için düşman halkettiğini beyan buyurmuştur.
Enbiyaya adavet ise küfürdür. Şu halde küfrün halikı; Allahü Tealî olduğunu
beyan etmiştir. Zira; mü'min iradesini imana sarfedinct Allahü Tealâ h'ayr-ı
mahz olan imanı halkettiği gibi kâfirler irade sini küfre sarfeclince şerr-i
mahz olan küfrü dahi halkeder. Faka Allah'ın halkı; abdin iradesini sarf üzere
terettüp ettiğinden ku mecbur olmaz ve Allahü Tealâ halketti diyerek
mes'uliyetten d kurtulmaz. Zira; o küfrü, iradesini sarfla kesbeden kendisidir[21]
Vacip Tealâ Kur'an'a
ve Resulünün nübüvvetine i'tiraz eden müşriklerin şüphelerinden beşincisini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirler «keşke
Kur'an Muhammed (S.A.) üzerine Tevrat ve İncil gibi birden inzal olunsaydı biz
de iman ederdik» dediler.]
[Habibim! Biz Kur'an'i
iktiza ettikçe inzal ettik ki, Kur'an'Ia senin kalbini takviye edelim ve sana
biz Kur'an'ı kemâl-i teenni ve tedriçle tilâvet ettik ki, el fazında sehv
olmasın.]
Yani; kâfirler
Resûlullah'ın nübüvvetinden ve Kur'an'm vahy-i münzel olduğundan şüphe ederek
«Kur'an taraf-ı İlâhîden münzel değildir. Eğer taraf-ı İlâhîden münzel olsaydı
Tevrat ve İncil gibi defaten nazil olurdu. Zira; âdet-i İlâhiye kitabı defaten
inzal etmektir. Çünkü; Tevrat'ı Musa'ya ve İncil'i İsa'ya defaten inzal etti.
Keşke Kur'an da-defaten inzal olunsaydı âdet-i İlâhiyeye muvafık olur biz de
iman ederdik, şekkedecek bir şey kalmazdı» dediler. Ehl-i şirkin bu şüphelerini
red ve ibtâl ve Resulünü tesPye etmek üzere Cenab-ı Hak «Habibim! Senin kalbini
takviye ve Kur'an'Ia tesbit etmek için Kur'an'ı iktiza ettikçe müteferrik
surette âyet beâyet, sûre besûre inzal ettik ki, size hıfzı kolay ve bihasb-el
iktiza inzal olunmakla sizin nübüvvetinizi te'yid ziyade olsun. Zira; senin
hâlin enbiya-yı sabıkanın hâline kıyas olunmaz. Çünkü; enbiya-yı sabıkanın
ümmetleri okuyup yazmak bildiklerinden ve kendileri de okuyup yazdıklarından
defaten kitabı kıraetle ümmetlerine ta'limde güçlük çekmezlerdi, sen okuyup
yazmadığın için Kur'an'ı senin üzerine müteferrik surette inzal ettik ki, hıfzında
ve ümmetine tebliğde meşakkat cekmeyesin ve biz Kur'an'ı Cibril vasıtasiyle
aheste aheste tilâvet ettik ki, hurufatına riayet olunsun ve elfazında hata
olmasın».
Kur'an'ın müteferrik surette
inzal olunup ta defaten inzal olunmamasındaki hikmet; Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile sekizdir:
Birincisi;
Resûlullah'ın ümmî olmasıdır. Çünkü; okuyup yazmakla meşgul olmayınca defaten
nüzulde ezberlemek suu-betli olacağından Vacip Tealâ Habibine Kur'an'ı telâkki
kolay olmak ve sehv ü galattan muhafaza etmek için müteferrik surette inzal
etmiştir.
İkincisi.; Defaten
nüzulde ihtimamın az olmasıdır. Zira; kitap her zaman yanında bulunduğundan
icabında müracaat etmek üzere ezberlenmesine dikkat olunmaz. Halbuki, şeriat
sahibinin kitabının ezberinde olması elbette fazla bir meziyettir.
Üçüncüsü; Defaten
nüzulde halk için amel etmek müşkül olur. Zira; ahkâm-ı İlâhiyenin ekserisi,
zaman-ı cahiliyede ülfet ettikleri âdetlerinin hilâfına olduğundan defaten
âdetlerinin küllisini terketmek elbette nâs için ağır olacağı cihetle Cenab-ı
Hak kullarına merhameten tedriç suretiyle inzal etmiştir. Çünkü; müteferrik
suretle gelen tekâlifi kabul hususunda halka suhulet olacağı aşikârdır.
Dördüncüsü; Bu âyette
beyan olunduğu veçhile müteferrik surette gelmekle Resûlullah'ın kalbinin
takviye olunma-sıdır. Çünkü; Cibril'i zaman zaman görmekle kalb-i Nebevileri
kuvvet bulduğu gibi tahammül ettiği vahy-i İlâhîyi edâ etmekte kavi ve cesur
olacağı şübhesizdir ve kavmi tarafından .ezaya sabrı da ziyade olur. Zira; ara
sıra Cibiil-i Emin'i görmekle metanetinin artacağında şüphe yoktur, iktizay-ı
hâle ve zamana göre ahkâmın gelmesinde ümmeti nazarında nebinin kadri artacağı
ve gelen ahkâma tedricen iman etmekle ümmetin çoğalmasında elbette kuvvetin
fazla ve şeriatin intişarının kolay olacağı da şübhesizdir.
Beşincisi; müteferrik
surette gelmesinde, her âyet mu'ciz olunca mecmuunun mu'ciz olacağında şüphe
olmaz.
Altıncısı; Kur'an'ın
vukuata göre nazil olmasında ümmetin basireti ziyade olur. Zira; ihtiyaç üzere
bulunan şeyin ku-lûb-ü nâsta te'sir ve meziyyetinin ziyade olacağı şüphesizdir.
Yedincisi; Her âyet
geldikçe muarızlarına müteferrik zamanlarda galebe etmesi Resûlullah'a, bütün
dünya birleşseler ve muaraza etseler galebe edeceğine itmi'nan-ı kalp hâsıl
olmasıdır.
Sekizincisi; Cibril-i
Emin'in mansıb-ı sefaretini uzatmak vardır. Amma Kur'an birden nazil olsaydı
Kur'an'dan sonra vahiy gelmeyeceği cihetle o mansıb-ı sefarete, hitam verilmiş
olacağından vahyin müteferrik olarak gelmesi o mansıbın uzamasına vesile
olmuştur ve vahy-i İlâhînin aralıklı gelmesiyle bereket-i İlâhiyenin nazil
olması rahmet-i İlâhiye cümlesinden kulların müs-tefid olduklarında şüphe
yoktur.
Bu âyette Kur'an'm
tecvidine ve hurufatına riayetle tertiline dikkat lâzım olduğuna işaret vardır.
Çünki; tertîI , aheste aheste kemâl-i vekar ve teenni ile bir şeyi hurufatına
riayetle oku-m-aktır. Cenab-ı Hakkın Cibril vasıtasiyle Habibi üzerine tertil
ettiğini beyanı; mü'minlerin Kur'an'm tecvidine ve secavendine dikkat
etmeleri vacip olduğunu beyan etmektir.[22]
Vacip Tealâ
müşriklerin şüphelerini beyandan sonra onların her zaman irad ettikleri
ihtirazlarının butlanını bildirmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusül!
Kâfirler sana hangi zamanda inad üzere Kur'an'ı iptal zu'müyle bîr misâl
getirmezler, illâ biz onların ımıa-razalarını reddedecek hakka, mukarin ve
enva'-ı dolâil üzere müş-temil bir misâl getiririz ki, ö misâl; beyan ve tefsir
cihetinden gayet güzel ve maksada delâlet cihetinden gayet kuvvetli olur.] Binaenaleyh;
her ne zaman onlar tarafından sana «şöyle olsaydı daha a'lâ olurdu» diyerek bir
şey talebinde bulunurlarsa biz ondan daha a'lâ bir şeyle cevab veririz ki,
daima sen galip olasın.
Hulâsa; kâfirler her
ne zaman Kur'an'a i'tiraz sadedinde bir misâl getirseler Cenab-ı Hakkın,
onların getirdiğinden ziyade bir misâl ile onları ilzam edeceği bu âyetten
müstefad olan fevaid cümlesindendir.[23]
Vacip Tealâ Kur'an'a
i'tiraz edenler her ne suretle misâl getirseler Resulüne daha a'lâsmı
vereceğini ve muarızlarını ilzam edeceğini beyandan sonra Kur'an'a i'tiraz
edenlerin âhirette mekânlarım beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kur'an'a i'tiraz
edenler şol kimseler ki, donlar Cehennemde H yüzleri üzerine haşrolunurlar
giderler. İşte onların varacakları mekânları
gayet serdir, tarikleri gayet hata ve dalâlettir.]
Yani; Resûlullah'ın
nübüvvetine ve Kur'an'a i'tiraz edenle] şol kimseler ki, onlar Cehenneme
yüzleri üzerine sevkolunurlar Zira; dünyadaki kibr ü gurur ve inadlarına ceza
olarak âhirettt yüzleri üzerine sürüneceklerdir. İşte onların Cehennemde yerler
ateş olduğu cihetle ziyade serdir. Çünkü; dünyada gitmiş olduklar yolları küfür
olduğu cihetle dalâletin en ziyadesidir. Binaenaleyh eğer ayn-i insafla nazar
etseler nübüvvete ve Kur'an'a asla i'tira: etmezler fakat onlarda çeşm-i insaf
yoktur ve i'tiraza cür'et ederlei
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile (Ebu Hüreyre) hazretlerinde] Resûlullah'ın «yevm-i kıyamette nâs üç
sınıf üzere haşrolunur.
Birincisi; Hayvan üzerinde binidli gider.
İkincisi; Yaya olarak yürür.
Üçüncüsü; Yüzleri
üzerinde sürünür» buyurduğu mervidir. İşte bu hadis-i şerif de bir kısım
âsilerin yü; leri üzerine haşrolunup Cehenneme gideceklerine delâlet ede:
«Yüzleri üzerine nasıl yürürler?» denildiğinde Resûlullah'ın «ayal lan üzerine
yürütmeğe kaadir olan Allahü Tealâ yüzleri üzerine d yürütmeye kaadirdir»
buyurduğu mervidir. Binaenaleyh; yılanı yüzü üstüne yürüdüğü gibi bir kısım
insanların yüzleri üzerine yi rüyecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesindendir.[24]
Vacip Tealâ her nebi
için düşman halkettiğini icmalen beyaı dan sonra bazılarını tafsil etmek üzere
buyuruyor.
[Zât-ı ulûhiyetime
yemin ederim ki, muhakkak biz kullarımızın ahvalini ıslâha kâfi Tevrat'ı Musa
(A.S.) a verdik ve Musa ile beraber biraderi Harun'u vezir yani muin kıldık.]
[Biz onlara »bizim âyetlerimizi tekzip eden kavme gidin
ta-rîk-ı hakka da'vet edin» dedik.]
[Onlar gidip davet
edip kavm-i Fir'avn davetlerine icabet etmeyince biz o kavmi ihlâk eder
gihicesine ihlâk ettik.]
Yani; biz her nebi
için bir düşman halkettik. Ezcümle Musa için Firavun'u düşman kıldık. Çünkü;
Biz Azimüşgan Musa (A.S.) a kullarımızın ahvaline kâfi ahkâmı cami' Tevrat'ı
muhakkak verdik ve kullarımıza tebliğini emrettik ve Musa ile beraber biraderi
Harun (A.S.) ı ona muîn kıldık ki, dinini terviç ve kitabını tebliğ hususunda
biraderine yardım etsin, i'lâ-yı kelimetullahı ve din-i Musa'yı neşr ü
ta'mimde beraber hareket ederek yekdiğerine muave-,net etsinler ve birbirine
kuvvet-üzzahr olsunlar. Binaenaleyh; biz onlara «Şol bir kavme Resul olarak
gidin ki, o kavim bizim âyetlerimizi tekzib ederek tarik-ı haktan çıktılar.
Onlara risaletimizi tebliğ ve tarik-ı hakka davet edin» dedik. Musa ve biraderi
Harun (A.S.) gittiler. Emrimiz vech üzere davet ettiler ve lâkin Firavun ve
kavmi tarik-ı hakkı kabulden ve davete icabetten imtina', servet ve
kuvvetlerine mağrur olarak istihza ve istihfaf ettiler. Binaenaleyh; biz de
onları ihlâk ettik, yer yüzünde onlardan bir fert bile kalmadı cümlesi hak-i
helake serildiler.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile bu âyette Hazret-i Harun'un biraderine vezir olduğunu beyan; diğer
âyette nebi olduğunu beyana münafi değildir. Zira; vezaretle nübüvvet beyninde
münafat yoktur. Çünkü; Hazret-i Harun nefsinde nebi olduğu gibi emr-i tebliğde
biraderine muin ve zahîr olduğu cihetle onun veziridir.
Tedmit ; Acîp bir
surette ihlâk etmektir. Firavun'un ve kavminin o kadar kuvvet ve şevketleri ve
Benî İsrail'in onların
nazarında sinek kadar ehemmiyetleri
olmadığı halde bir kuşluk vakti Firavun ve askerinin denizde garkolmasıyla Beni
İsrail'in saha-i selâmete çıkıvermesi ve Firavun hükümetinin mahv ü münkariz
olması ve âlemde eseri kalmayıp bir hayalâttan ibaret oluver-mesi cidden garip
bir şey olduğuna işaret için Cenab-ı Hak onların ihlâkinden garabet manâsını
müş'ir olan tedmir ile ta'bir etmiş ve Firavun gibi cebabireyi ve kuvvetine
istinad ederek zulüm ve teaddiyi âdet edenleri ibrete da'vet etmiştir ki,
herkes bu acîp vak'ayı daima gözü önünde tutsun ve kendinin gazab-ı İlâhîden
kurtulamayacağını bilsin ve hatt-ı hareketini ona göre ta'yin etsin. ^Hulâsa;
Cenab-ı Hakkın, Hazret-i Musa'ya Tevrat'ı verdiği ve biraderini kendine vezir
kıldığı ve âyetlerini tekzib eden kavm-i Firavn'a gidin hakka da'vet edin
dediği ve onların giderek da'vet edip da'vete icabet etmedikleri ve akibet
hatır u hayale gelmedik acip bir surette ihlâk ettiği bu âyetten müstefad olan
fevaid cümlesindendir.[25]
Vacip Tealâ Hazret-i
Musa'nın düşmanı olan Firavun'u ihlâk ettiğini beyandan sonra Hazret-i Nuh'un
düşmanlarını ihlâk ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kavm-i Nuh rusül-ü
kiramı tekzib ettikleri zaman biz onları tufanla garkettik ve ibret almak
şanından olan nâsa biz onların helaklerini alâmet kıldık ki, onların ihlâkine
nazar ederek o misilli cinayatı irtikâb etmekten imtina' etsinler.]
[Ve biz kavm-i Nuh
gibi Resullerimizi tekzip eden zâlimler acıtıcı azabı hazırladık.]
Beyzâvî ve HâzhVin
beyanları veçhile kavm-i Nuh yalnız Nuh (A.S.) ı tekzib etmişlerse de rusül-ü
kiramdan birini tekzip hepsini tekzip makamında olduğundan rusül lâfzı cemi'
suretinde va-rid olmuştur. Yahud Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kavm-i Nuh nübüvveti
ve risaleti bilkülliyye inkâr eden berahime taifesinden oldukları cihetle
resullerin küllisini tekzip ettiklerine binaen rusül lâfzı cemi' suretinde
varid olmuştur. Onların resullerini tekzipleri sebebiyle helak olmalarıyla
cemi'-i nâsa alâmet kılındılar ki, resulünü tekzip eden her kavim kendinin
felah bulamayacağını bilsin ve kavm-i Nuh'tan ibret alsın. Zira resulü tekzip;
bir kavmin helakine sebep olunca her kavmin helakine sebep olacağında şüphe
yoktur. Çünkü bir hükme illet ve sebep olan şey; her yerde o hükme illet ve
sebeb olur. Binaenaleyh madem ki resulü tekzip; kavm-i Nuh'un helakine sebep
oldu. Her kavmin helakine sebep olacağında da tereddüde mahal yoktur. Yalnız
dünyada helakle ^kalmay ip âhirette de muazzeb olacakları beyan olunmuştur.
Kavm-i Nuh'un küfr ü tuğyanda haddini tecavüz ettiklerini beyan için Cenab-ı
Hak zâlim olduklarını tasrih ederek zulümlerini âleme ilân zımnında zamir
mevziinde ism-i zahir olarak ( t>Mill ) lâfzını irad buyurmuştur. Çünkü;.
yerinde «Kavm-i Nuh için biz azabı hazırladık» denilse olabilirdi. Fakat
azablarmın sebebi olan zulümleri tasrih olunmamış olurdu ve bu vesileyle cümle
zalimlerin akibetlerinin azab olacağı da tasrih olunmuştur.[26]
Vacip Tealâ kavm-i
Nuh'un dünyada gark olunduklarını ve âhirette zulümlerinden nâşi azapları
hazırlandığını beyanla resulünü tesliye ettiği gibi Âd ve Semûd gibi ümem-i
salifeden helak olanların bazılarını da beyanla resulünü tesliye etmek üzere
buyuruyor.
[Biz Âd ve Semûd ve
eshab-ı ressi ve bunların arasında bir çok kavimleri ihlâk ettik.]
[Ve o kavimlerden her
biri için birer misâl |
[Ve onlardan her
birerlerinin eczalarını azaje beyan ettik.}
Yani; kavm-i Nuh'u
ihlâk ettiğimiz gibi Âd, Semûd ve Ress denilen memleket -ahalisini ve bunların
arasında nebilerini tekzip eden bir çok ümmetleri ve âsi milletleri ihlâk ettik
ve bunlardan her biri için bir takım acîp kıssalar ve misâller beyan ettik ki,
herkese ibret olsun ve onların helaklerinin sebeplerini anlattık ve her
birerlerinin hallerine ve zamanlarına muvafık ve hikmetimize mutabık kavanin-i
seriye vaz'ettik. Onların cümlesini tekzib ederek itaattan çıktılar.
Binaenaleyh; her birinin eczalarını tefrik etmek suretiyle ihlâk ettik ki, hiç
bir fert kalmadı, küre-i âlemden isimleri silindi.
(Eshab-ür Ress) Ress;
Bir kuyudur. Beyzâvî, Ni'metullah ve Ebussuud Efendilerin beyanları veçhile bu
kuyunun başında bulunan ahali ashab-ı mevaşiden ehl-i servet olup putlara
ibadet ettiklerinden taraf-ı İlâhîden tarik-ı tevhide da'vet için Şuayb (A.S.)
onlara resul geldi, fakat iman etmediler. Cenab-ı Hak evvelâ kuyularının
sularını kuruttu, sonra kendilerini zelzeleyle yere batırdı. Yahud Ress;
Yemame cihetinde bir beldenin ismidir. O karyede Semûd kavminin bakiyyesi
bulunurdu. Al-lahü Tealâ onlara bir nebi gönderdi, katlettiler. Cenab-ı Hak da
onları ihlâk etti. Ashab-ı Ress'in kimler olduğuna dair bir çok rivayet varsa
da zikrine hacet görülmemiştir. Çünkü maksad; nebilerini tekzip edenlerin
isyanları sebebiyle helak olduklarını beyan ve Kur'an'da zikrile ümmet-i
Muhammedi ibret ve insafa da'vettir ve bu maksad; isyanın helake sebep olduğunu
beyanla hâsıldır. Amma helak olan millet hangi millet ve ashab-ı Ress kim
olursa olsun isyanları sebebiyle ashab-ı Ress'in ihlâki kafidir ve maksat da
bunu beyan etmektir ki, âsi olan kimseleri intibaha da'vettir.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile dağıtmak ve perişan etmek suretiyle ihlâk etmektir. Şu halde bunların
her birini dağıtmak ve perişah etmek suretiyle ihlâk ettiğini beyanla Cenab-ı
Hak azaplarının şiddetine işaret etmiştir.
Vacip Tealâ meşhur
milletlerin gayri, nebilerini tekziple ihlâk olunan bir çok milletler olduğuna
ve onların adedini kendinden gayri bilen olmadığına işaret için kurunu mutlak
zikrettiği gibi kesretle dahî tavsif etmiştir.[27]
Vacip Tealâ ümem-i
salifenin helakini beyanla Resulünü tes-liye ettiği gibi evvel geçen
milletlerin harabelerini gördükleri halde Kureyş milletinin ibret almadıklarını beyanla tevbih etmek üzere buyuruyor.
[Zat-ı Ulûhiyetime
yemin ederim kî, Kureyş kavmi kötü yağmurlar yani taş yağdırılan karye üzerine
muhakkak geldiler.]
[Onlar o karye
harabelerine nazar ederler de görmediler mi? Elbette o harabeleri gördüler ve
hangi milletin harabesi olduğunu Midiler.]
[Belki kabirlerinden
dirilip kalkacaklarına ümid etmezler. Binaenaleyh; o harabelerden de ibret
almazlar.]
Yani; Kureyş kavmi
kasvet-i kalbin ve Resulullah'a buğz u adavetin nihayesine varmışlardı. Zira;
onlar Şam cihetine ticaret için senede bir kaç defa seferlerinde Lût (A.S.) m
kavminin harabeleri üzerine geldiler ki, o karyeye Cenab-ı Hak taş yağdırmakla
^ onları ihlâk etmişti. Kureyş kavmi senede bir kaç defa gördükleri | halde
kalplerine asla rikkat gelmediği gibi sebeb-i helaklerini ta- | harrî edip asla
mütenebbih de olmadılar. Belki onlar kıyameti ve ;| kabirlerinden
kalkacaklarını ümid etmezler ki, mütenebbih olsun-1 lar. Çünkü; insanın
tekâlifin nıeşekkatine tahammül etmesi âhiret ft; korkusuna binaendir. Şu halde
âhirete iman etmeyen bu kadar kül-f feti ihtiyar etmez.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile Karye yle murad; karye-i Sefdûm
ki, Lût (A.S.) m kavminin karyesidir ile mufrad; O karye ahalisi üzerine yağan
taştan yağmurdur. Kureyş kav-| minin Şam yolu üzerinde her zaman mürur u
uburlarmda onların I harabelerini görüp ibret almadıklarından ta'yip
olunmuşlardır. rj Çünkü; bu gibi harabelerden ibret almayan kimseler her zaman|
ta'yibe şayandırlar.[28]
Vacip Tealâ
müşriklerin resulünü tekzipte ısrarlarını ve emr-i;f nübüvvette şüphelerini ve
şüphelerine cevaplarını beyandan son-;v ra yalnız tekziple iktifa etmeyip
Resululiah'ı istihzaya kadar cür'etfj ettiklerini beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Habibim! O müşrikler gördüklerinde seni ittihaz
etmezler,; ancak istihzaya mahal ittihaz ederler.]
[Ve derler ki «»şu
mudur şol kimse ki, Allahü Tealâ onu resu gönderdi?»]
[«Eğer ma'budlarımızın
ibadetleri üzerine sabretmemiş olsaydik az kaldı ma'budlarımıza ibadetten bizi
o rcsûl ıdlâl edecekti» demekle din-i batıllarında sebatla iftihar ederler.]
Yani; Ya £krem-er
Rusül! .Müşrikler seni gördüklerinde hakkında söz söylemezler. Ancak seni
istihzaya ve istihfafa delâlet edecek sözleri söylerler ve şan-ı nebevine lâyık
olmadık hakareti andırır muamele ittihaz ederek derler ki: «Şu nübüvvet
da'vasında bulunan kimseyi mi Allahü Tealâ resul gönderdi. Yani resul olan ve
Allah'ın risaletle gönderdiği şu mudur? Eğer biz ma'budlanmızm ibadetlerine
sabr ü metanet etmemiş olsak ma'budlanmızm ibadetinden hemen hemen bizi
elbette ıdlâl edecekti ve ıdlâl etmeye yaklaştı» demekle hem seni istihfaf hem
de kendi din-i batıllarında inad ettiklerini beyanla iftihar ederler.
Vacip Tealâ küffai-ı
Kureyş'in kemâl-i inad ve cehaletlerini bu âyetle beyan etmiştir. Çünkü; Fahri
Râzi'nin beyanı veçhile bir kimseyi istihza; iki şeyle olur :
Birincisi; Surettir.
Resulullah'm sureti ise onların suretlerinden her cihetle güzel olduğu gibi,
Resulullah da suretiyle onlardan temeyyüz da'vasında bulunmadı, belki kuvve-i
kudsiye ve delâil cihetinden temeyyüz da'vasında bulundu.
ikincisi; Sıfat
cihetinden olur. Resulullah'm sıfatı ise mu'cize izhar etmekle nübüvjvet
da'vasmda bulunmaktadır. Onlar mu'cizeye muarazadan âciz kaldılar. Acizlerin
şanı ise utanmaktır, yoksa istihza değildir. Şu halde istihzaya vesile olacak
bir şey olmadığı halde istihzaya cür'et; mücerred inad ve cehalettir.
Müşrikler ma'budlarma
son derece ta'zim ettiklerinden Resulullah'm ma'budlannın butlanını beyan için
gayretini kendi zu-umlarınca ıdîâl addettikleri cihetle "Eğer biz
sabretmemiş olsaydık az kaldı ıdlâl olunmaya yaklaşmıştık» dediler ve bu
sözleri Resulullah'm onları din-i hakka da'vet etmek için çok çalıştığına delâlet
eder.[29]
Vacip Tealâ
müşriklerin Resulünü istihza .ettiklerini beyandan sonra onların mezheplerjini
üç veçhile iptal ve tezyif etmek üzere buyuruyor.
[Müşrikler azabı
gördükleri zaman mezhep cihetinden ziyade dalâlette olan kim olduğunu yakında
bilirler.]
[Haber ver Habibim!
Kendi hevâ ve hevesini ma'bud ittihaz eden kimseyi sen gördün mü?]
[Sen onu din-i hakka
da'vette sa'y edersin de sen onun üzerine vekil olabilir misin ve tarik-ı
hakka hidayette kılabilir misin ve sen onu din-i batıldan men'edebilir misin?]
[Belki Habibim! Sen
onların ekserisini işitir ve yahud işittiklerini teakkul eder düşünür
zannedersin.]
[Halbuki onlar olmadı,
illâ behayim gibidirler, belki taiik cihetinden daha ziyade dalâlettedirler.]
Zira; behayim otlayacağı mer'ayı Bilir, karnı doyacak ve menfeat göreceği yere
gider ve ale-fini veren sahibini bilir ona inkiyad eder.
Yani; ya Ekrem-er
Rusül! Sen onların istihzalarına mahzun olma. Zira; onlar kurtulmak mümkün
olmayan azab-ı Cehennemi gördüklerinde dalâlette ziyade olan kimler olduğunu
elbette bilirler ve o zaman dünyada yaptıkları muamelelerine nedamet ederler.
Fakat fayda etmez. Onlar senin ıdlâl edeceğinden bahsederler. Halbuki kendi
mezheblerinin ayn-i dalâlet olduğu meydana çıkar.
Habibim! Sen şehevat-ı
nef saniyesini kendine ma'bud ittihaz eden kimseyi gördün mü? O şahs-ı leim
Allah'a ibadet eder gibi nefsine ibadet edip dinini arzusuna bina ederek
Halikına ibadeti terkeder-se onlar hakkı duymaz ve doğru yola gitmez ve
delâil-i kat'iyyeyi görmez. Ey Resul-ü zişan! Sen onların şu hâllerini görür de
nefsini ma'bud ittihaz eden kimseler üzerine vekil olur musun ve onları
şirkten ve seni istihzadan ve sair günahlardan men'edebilir ve onlara bekçi
olabilir misin? Hiç birine kaadir olamazsın. Zira; onlar nefislerinin kölesi
olduklarından hevâ ve heveslerine tebaiy-yetten vaz geçemezler. Binaenaleyh;
sen onların bu hallerine mahzun olma. Yoksa onların ekserisini işitir ve
işittiğini düşünür mü sanırsın? Onlar, ancak behayim gibidirler, belki de
tuttukları yol cihetinden behayimden daha aşağıdırlar. Zira; dalâletleri
behayim-den ziyadedir. Çünkü behayim; sahibine itaat eder. Bunlarsa vü-cudlarmı
ve rızıklarını veren Haliklarına itaat etmezler ve nefislerinin arzusunu
Haliklarının ibadeti üzerine tercih ederler. Binâenaleyh; müşriklerin halleri
behayimden çok aşağıdır. Çünkü behayim; menfeat ve mazarratını bilir, bunlarsa
asla menfeat ve mazarrat bilmezler. Behayim i'tikad-ı hakkı bilmezse de batılı
i'tikat da etmez.
Cenab-ı Hak bu âyette
nefsine tebaiyetle tarik-ı haktan çıkanları son derece zemmetmiştir. Çünkü;
Ebussuud Efendinin beyanı veçhile
lâfzında hemze teaccüb manâsını ifade eder. Zira; kâfirlerin Resulullah'a vaki'
olan istihza yollu cinayetlerini beyandan sonra Resulullah'ı onların bu acip
hallerinden teaccübe sevketmiş ve bu hallerini görüp teaccüb etmek vâcib
menzilinde
olduğuna dahî tenbih
etmiştir. de bulunan hemze istifham-ı inkârî'dir. Buna nazaran manâ-yı âyet:
\Habibim! Bak bunların hallerini gör ve ondan teaccüb et. Zira sen; bunları
şirkten men' edecek vekilleri değilsin. Çünkü; vazifen tebliğdir. Onların
vazifeleri; iradelerini sarfla teklifi kabul etmektir. Halbuki hevâ ve
hevesleri kabule mani'dir | demek olur.
İşte zamanımızda
nevalarına tabi' olup ahkâm-ı şer'iyeyi kendi nefislerinin arzusuna uydurmak
ve şehevat-ı nef saniyelerine muvafık te'vil ile hükm-ü şer'iyi elinde oyuncak
etmek isteyenler
Şde bu âyetin zem
ettiği kimselerdendir. Çünkü; nefislerinin kölesi Jolmakta ve nefislerinin
arzusuna muhalif olan ahkâmı kabul etme-fmekte zaman-ı saadette i'tiraz
edenlerle şimdikiler beyninde fark :,-yoktur. Zira âyet; onlara nasıl şâmilse
bunlara da öylece şâmildir. Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran hevâ ve Ihevesle murad; insanın batıl olarak tebaiyyet ettiği şeydir. f:Hatta (Said b. Cebir)
in «müşriklerden birisi taşdan nıa'mûl puta | ibadet ederken ondan daha güzel
birini bulduğunda evvelkini ter-T:kederek ikinciye ibadete başlar ve bu hâl
üzere bir çok ma'budlar fj değiştirir durur. Bu hâl teaccüb olunmayacak bir
hamakat değildir. Resulullah'a ittiba' etmedikleri Resûlullah'm teklifinin
havalarına muhalif olduğundandır» buyurduğu mervidir.
Fahri Râzi, Hâzin ve
Medarik'in beyanları veçhile müşriklerin üçüncü âyetteki zemmi evvelkilerden
daha şiddetlidir. Zira; inatlarından hakkı işitmez ve işittiklerini de
tefekkür edip düşünmezler.
Binaenaleyh; gaflet ve dalâlette darb-ı mesel olan bahayime teşbihten
sonra bahayimden daha aşağı oldukları beyan olunmuştur. Şu halde bundan daha
ziyade bir zem olamaz. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bunlardan bazılarının hakkı
işite-I
rek tefekkür edip îman ettiklerine işaret
için ekserisinin işitmedi dikleri beyan olunmuştur ki bazılarının işitip hakkı
kabul ettikle-*j rini beyandır.
Hulâsa; Resulullah'a
«az kaldı dinimiz üzerine sabretmesey-dik bizi ıdlâl edecekti» diyenlerin
Cehennem azabını gördüklerinde çok dalâlette olanın kim olduğunu bilecekleri ve
müşriklerin kendi heva ve heveslerini ma'bud ittihaz ettikleri ve Resûlullah'm
onları şirkten men'etmeye vekil olmadığı ve ekserisi hakki işitmez, tefekkür
etmez bahayimden aşağı oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesindendir.[30]
Vacip Tealâ haktan
i'raz edenlerin cehillerini ve mezheplerinin fesadını beyan ettiği gibi saniin
vücuduna ve kudretine delâlel | eden delilleri beyan etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Görmedin mi
ve nazar edip bakmadın mı Sânı Tealâ'nın sun'una ve kudretine, gölgeyi nasıl
uzattı? Zira; güneşin tulu' zamanı her şeyin gölgesi nekadar uzun ve nekadar
lâtif olur. Ve eğer Rabbin Tealâ dilemiş olsaydı gölgeyi sakin kılar asla hareket
ettirmezdi ve lâkin gölgenin daima bir karar üzere durmasını dilemedi.]
[Gölgeyi uzattıktan
sonra Biz Azimüşşan güneşi gölge üzerine delil kıldık. Çünkü; güneş gelmese
gölge bilinmez.] Nur gelmeyince karanlık bilinmediği gibi her şey zıddiyle
bilinir.
[Güneş geldikten sonra
Biz gölgeyi azıcık azıcık ahzeder toparlarız ve güneş yükseldikçe gölge
toplanır hatta tedricen ve tamamen zail olur ve sonra güneş garb cihetine
dönünce gölge azar azar meydana gelir ve istediğimiz mahalle döndürürüz. İşte
bunların cümlesi Rabbin Tealâ'nın kudretine delâlet eder açık delillerdir.]
Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette gölge yle mu-rad; Şafakla güneşin
doğması arasında mevcud olan gölgedir. Onun ni'met olması; gecenin karanlığı
ile gündüzün ziyası arasında bir hâl-i lâtif olmasındandır. Çünkü zulmet;
tabiatin nefret ettiği bir şey olduğu gibi güneşin ziyası da gözleri kamaştırır
ve harareti sıkıntı verir, Amma gölgede bunun ikisi de olmadığından gölge ahvalin
cümlesinin en güzelidir. Binaenaleyh; Cennette daima gölge olacağı diğer
âyetlerden beyan olunmuştur. Gölgenin âlemi ihatasında esbab-ı âdiyenin
medhali olmayıp ancak müessir; Vacib-ül
Vücudun meşiyyeti
olduğuna tenbih için cümlesi cümle-i
mu'teriza olarak varid olduğu Ruhülbeyan sahibinin cümlesi beyanatındandır. Biz
gölgeyi tedricen izale ettik demektir. lâfziyle gölgeyi icad ve mahv ü izale
edenin ancak Vacib-ül Vücud olduğuna ve güneşle zail olduktan sonra tekrar
vücud bulması ve güneşi yükseltmekle gölgenin azalması ve Cenab-ı Hakkın istediği
cihete döndürmesi Halikın vücuduna ve kudretine delil olup her mükellefin bu
gibi delillerle Saniin vücuduna istidlal etmesi vacip olduğu bu âyetle beyan
olunmuştur. Çünkü gölge; âlem cümlesinden olup hadis; tebeddül ve tegayyüre
ma'ruz olduğundan elbette bir Saniin vücuduna delâlet eder. Zira; güneş gelip
yer yüzünden gölge gidince bütün dünyada olan insanlar toplansalar ve
çalışsalar sabah vaktinde olan gölgenin bir zerresini iade ve icad edemezler.
Şu halde aklı olan kimseler için elbette bunun mucidini ve müessirin kim
olduğunu aramak ve eserden müessire istidlal tarikiyle Saniin vücuduna
istidlal etmek lâzımdır. Bu âyette hitap; zahirde her ne kadar Resûlullah'a
ise de hakikatta cemi'i mükellefine raci'dir.[31]
Vacip Tealâ Halikın
vücuduna delâlet eden delillerden ikinciyi zikretmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ şol
zat-ı lâtiftir ki, o zat geceyi sizin için libas menzilinde ve uykuyu rahat
kıldı, gündüzü de maaşınızı tahsil için dağılacağınız zaman kıldı ki,
maişetinizi kesbiçin güçlük çekmeyesiniz.]
Yani Allahü Tealâ şol
vahid-i hakikidir ki, kemâl-i lutfundan geceyi sizi setreden libasınız gibi
kıldı ki, gece karanlığının her tarafınızı ihatası sebebiyle bir tarata
gidemeyip rahat edesiniz ve uykuyu size ayn-ı rahat kıldı ki dimağınız ve azalarınız
dinlenmekle, ibadet ve maişetiniz hususunda lâyıkiyle çalışasınız ve gündüzü
yer yüzünde intişarınıza vesile kıld: ki,
her işinizi yoluyla tesviye edesiniz.
Gecenin zulmeti insanı
elbise gibi setrettiğinden gece libasa teşbih olunmuştur. Amma gecenin setri;
libas mertebesinde olamadığından gece namazlarında setr-i avret için elbise
lâzımdır. Zira namaz hususunda zulmet; elbise vazifesini ifa edemez.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile uyku ölüme ve uykudan uyanmak haşre bir numunedir. Zira; insan uyku ile
yatağa girmek, uyanıp yataktan kalkmak; ölüp kabre girmenin ve kıyamet olup
kabirden kalkmanın aynıdır. Ve bunlarla mütenebbih olmak lâzımdır. İşte şu
esasa binaen Lokman hekim oğluna nasihatinde «Ey oğlum! Uyuduğun gibi
uyanırsın. Kezalik öldüğün gibi kabrinden kalkarsın» demiştir ki, uyku ile
uykudan uyanmanın, ölümle haşre bir numune olduğuna işaret etmiştir.[32]
Vacip Tealâ Halikın
vücduna diğer delili beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allahü Teaîâ şol
zattır ki, yağmurun evvelinde müjdeci olarak rüzgârları gönderir.]
[Ve biz semâ
canibinden temiz suyu inzal ederiz ki, o su sebebiyle belde-i meyte'yi ihya ve
halkettiğhniz hayvanları ve bir çok insanları sulayahm.]
Yani; Allahü Tealâ şol
zat-ı eceli ü a'lâdır ki, yağmurun evvelinde kullarını tebşir eder olduğu
halde, rüzgârları göndermekle mesrur eder. Binaenaleyh; rüzgârın halkolunması
ve istediği mahalle gönderilmesi Halikın vücuduna açık bir delildir ve Biz
Azi-müşşan kemâl-i kudretimizle sema canibinden gayet temiz suyu ölmüş meyte
menzilinde olan kurumuş beldeleri ihya etmek, hayvanları ve çok insanları
sulamak için inzal ettik ki, insanlar bu ni'metlerle vücud-u Halik'a istidlal
etsinler ve bu ni'metlerin şükrünü edâ ile ecr ü mesubata nail olsunlar.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile yağmur suyu ile her nevi1 taharet caiz olduğuna işaret için mübalâğa
suretinde varid olmuştur. Çünkü ( Tahuran ) ; nefsinde suyun kendi temiz
olduğu gibi gayrileri de temizler demektir.
Bu âyette rahmet
suyunun iki cihetle menfeati beyan olunmuştur :
Birincisi; Yer yüzünü
ihyası ve nebatatın onunla hâsıl olmasıdır.
İkincisi; Hayvanattan
ve insanlardan ekserisinin yağmur suyuyla sulanmasıdır. Fakat insanın ve
hayvanat-ı sairenin hayatlarına hadim olan kurumuş beldelerin nebatla ihyası olduğundan
rahmet suyunun menfeatini beyanda ölmüş beldeyi ihyası takdim, insanların ve
hayvanların bir kısmı nehirler ve pınarlardan sulandıkları için ekserisinin
rahmet suyu ile sulandığı beyan olunmuştur. Çünkü; rahmet suyu ile idame-i
hayat edenler badiyede haymenişin olan insanlar ve ıssız çöllerde vakit geçiren
hayvanlardır. Şu halde ekseriyet onların zatına nisbetledir, yoksa akar sulardan
içenlere nisbetle değildir. Zira; akar su ile teayyüş edenler daha çoktur.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile temiz suyun menfaati çok ve neza-fette medhali ziyade olduğuna işaret
ve insanların zahirlerini su ile temizledikleri gibi bâtınlarını da iman ve
amel-i salihle temizlemek lâzım olduğuna tenbih için su taharetle tavsif
olunmuştur ki, insan için zahir ve bâtın, maddî ve ma'nevi taharetin lüzumuna
işarettir.
Hulâsa; Cenab-ı Hak
kullarını tebşir ve mesrur etmek için yağmurun evvelinde latif rüzgârlar
gönderdiği ve rahmet suyunu inzalden maksat kurumuş beldeleri, otlar ve
ekinlerle ihya etmek, hayvanlardan
ve insanlardan çoklarını sulamak olduğu bu
âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[33]
Vacip Tealâ yağmurun
insanlar hakkında ni'met olduğunu beyan ettiği gibi rahmetin taksimatını ve
beldelere nüzulünün keyfiyetini dahî beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zat-i Ulûhiyetime
yemin ederim ki, biz nâs beyninde ve beldelerde muhakkak, yağmuru taksim ettik
ki, onlar ni'metlerimizi tezekkür etsinler ve şükrünü yerine getirsinler.]
[Biz onları şükre
da'vet edince nâsın ekserisi şükürden imtina* ettiler, ancak küfran-ı ni'mette
musir oldular.]
[Ve eğer biz istemiş
olsaydık her karyede ahalisini korkutacak bir nebi gönderirdik ve lâkin umum
karyelere yalnız Habibim! Seni gönderdik ki, tebliğin cümlesine şâmildir.]
[Biz bilûmum karyelere
ba'sedince Habibim! Sen kâfirlerin
sözlerini dinleme ve re'ylerine itaat etme.]
[Habibim! Sen Kur'an
ile onlara büyük cihadla mücahede et ve
tarik-ı hakka da'vete çalış.] Zira; onlar Kur'an'a ta'nla senin hakkını iptale
çalışıyorlar. Sen de onlara muhalefette ve bâtıllarını izalede sa'yet.
Yani; ya Ekrem-er
Rusül! Zatıma yemin ederim ki, biz insanlara in'am, hâllerini ıslah ve
maişetlerini tevsi1 etmek ve onların tezekkür edip ni'metlerimize şükretmeleri
için onların beyinlerinde ve beldeleri aralarında yağmuru gezdirir ve taksim
ederek muhtelif zamanlarda muhtelif beldelere yağmur inzal ederiz. Hatta inzalin
keyfiyeti de birbirine muhaliftir. Zira; bazısı şiddetli, bazısı hafif, bazısı
gürültülü, diğeri gürültüsüz, bazısının taneleri büyük, bazısının küçük olarak
inzal ederiz ki, bu ni'metlerin kadrini bilsinler. Hâl böyleyken nâsın
ekserisi şükürden i'raz ve ancak küfran-ı nimetlerini tezyid ederler. Çünkü;
şükürden i'raz edenler rahmetin yağmasını yıldıza nisbet ettiklerinden Halik'a
şükrü terk ve Halikın gayriye nisbetle küfürlerini tezyid ederler. Eğer biz dilemiş
olsaydık her karyede ahalisini azapla korkutacak bir nebi ba'sederdik de senin
üzerine emr-i risalette tahmil ettiğimiz şeyleı hafif ve tebliğ hususunda
çekmiş olduğun meşakkat ehven olurdu Fakat basar-ı basiretine kuvvet vermekle
umum karyelere seni resul gönderdik ve bu hususta rneşakkat-ı azîme tahmil
ettik ki, senin için ihzar olunan derecat-ı sabrın sebebiyle kendine lâzım
ki-lasın. Habibim! Umum karyelere seni nebi ba's edince küfür v( inatta tuğyan
eden kâfirlere sen itaat ve onların arzularına uyrm ve onlarla Kur'an ve din-i
İslâm, hususunda büyük cihadla müca hede et ki, sana itaat ve Kur'an'm feraiz
ve vacibatını i'tikad ve ah
karniyle amele rağbet
etsinler. Bu âyette Biz yağmun nâs beyninde tebdil ve tağyir ederiz demektir
ki, anifen beyan olunduğu veçhile bazan bir beldeye ve bazan da o beldeden
diğeı beldeye ve bazan şiddetli, bazan da şiddetini hiffete tebdil ve tağ yir
ederiz demektir. Çünkü tasrif; tebdil ve tağyir ma'nâ-sınadır. Binaenaleyh;
burada tebdil ve tağyire lâzım olan taksin manasınadır ki «Biz beldeler ve
insanlar arasında rahmeti taksin ettik» demektir.
Fahri Râzi, Kazı,
Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhil (Ibn-i Abbas) hazretlerinden rivayet
olunduğuna nazaran «Bir senenin yağmuru diğer seneden ziyade olmaz.
Binaenaleyh; her senede yağan yağmur bir nisbettedir. Lâkin Allahü Tealâ
yağmuru kulları beyninde taksim ettiğinden dilediği zaman dilediği beldeye sevk
ve diğerinden men'edem dediği ve sözüne delil olarak (İbn-i Abbas) m bu âyeti
okuduğu mervidir. Resulullah'm «Dünya yüzüne gece ve gündüzde yağmur yağmadık
bir saat yoktur. Binaenaleyh; her saat ve her dakika semadan yağmur ve bereket
yağar, lâkin Allahü Tealâ dilediği beldeye yağdırır ve istediği kullarını
mesrur eder» buyurduğu mervidir. îbn-i Mes'ud Hazretlerinin ri-vayetiyle
Resûlullah «Her sene semadan yağmur, mikdar-ı muayyen üzere nazil olur ve bir
kavim isyan ederse Allahü Tealâ onların yağmurunu ıssız çöllere ve başka kavme
ve beldelere tahvil eder» buyurmuştur. Çünkü; yağmurun yağması muhakkak olduğu
gibi, insanların intifaa isti'dad ve istihkak kesbetmeleri de şarttır.
Binaenaleyh; ma'siyetle istihkaklarını kaybedince kendileri için taksim olunan
bereketin başka mahalle şevkiyle intifa'dan mahrü^ miyetleri dahi muhakkaktır.
Şu halde insanlar için lâzım olan; va-zife-i ubudiyette devamla emr-i İlâhîye
imtisal ve lutf-ü İlâhiyi istirham ve ni'met-i Süphaniyeye istihkak kesbetmenin
çaresini düşünmektir.
Bu âyette Vacip Tealâ
Resulüne ta'zim etmiştir. Çünkü; «İstemiş olsaydık her karyede bir resul
ba'sederdik ve lâkin her karyede risalet vazifesini sana tevdi' ettik» demekle
bilûmum nâsa resul olduğunu beyan etmek; şan-ı nebevilerine ta'zim ve bilcümle
âlem üzerine tafdildir. Zira; bir çok kimselerin göreceği vazifeyi zat-ı Risaletpenahiye
tahmil etmek elbette azamet-i şan ve celâlet-i kadrine delâlet eder.
Binaenaleyh; Resulüne cihadı kebirle emretmiştir. Çünkü; her karyede bir resul
ba's olunsa her resul kendi karyesi ahalisiyle mücahede edecekti. Resûlullah
umuma resul olunca umumla mücahede Resulullah'm uhdesine terettüp ettiğinden
Resuiullah'm mücahedesi, mücahede-i kebiredir. Şu halde mücahede yle murad;
Risaleün vazifesini edada ve halkı din-i hakka da'vet hususunda kemâl~i gayretle
sa'yetmektir. Gerçi cihadla muradın mukatele olmak ihtimali varsa da bu ihtimâl
uzaktır. Çünkü kıtal ile emir; hicretten sonra varid olmuştur. Bu âyet ise
Mekke'de nazil olmuştur. Şu kadar ki, delâil ve hüccetler
irad ederek süfeha ile mücahede edip
onları ilzama çalışmak kılıçla mücahede etmekten büyük olduğu için
Resulullah'ın mücahede-sine mücahede-i kebire denmiştir.
Hulâsa; âlemin her
zerresinde müessir-i hakikinin Vacip Tealâ olduğu gibi yağmurun her damlasında
da müessirin Allahü Tealâ olduğu ve başka hiç bir şeyin te'siri olmadığı ve
başka şeye te'-sir veren kimseye küfür lâzım geleceği bu âyetten müstefad olacak
fevaid cümlesindendir.[34]
Vacip Tealâ
vahdaniyetine delâlet eden delil-i aharı beyi ıek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ şol
zat-ı eceli ü a'lâdir ki, iki denizi birbirine karıştırdı. O iki denizden şu
gayet tatlıdır ve şu gayet acı ve tuzlu sudur.]
[Ve o iki suyun
arasına bir mâni' halketti ki, biri ötekine asla tuğyan edemez derecede
beyinlerini fasletti.] Zira; insanların gözlerinin göremeyeceği bir sır
halketti ki, hiç biri diğerine galebe edemez bir halde kıldı.
Yani; ey kâfirler!
Rabbinizden nasıl gaflet eder ve halinizi ıslah için göndermiş olduğu Resulünün
da'vetinden niçin imtina' edersiniz? Halbuki o Allahü Tealâ şol kaadir ü
kayyumdur ki, iki denizi veya denize benzeyen iki büyük suyu ki, o sulardan
birisi gayet tatlı, içenleri kandırır ve diğeri gayet acı ve tuzlu içilmez bir
hâldedir. Bunları birbirine karıştırdı. Bununla onların arasına kudretiyle bir
mâni' halketti ki, her nekadar surette karışmışlarsa da hakikatta
karışmamışlardır. Zira; arada insanların görenıeyeçekleri mâni' vardır.
Binaenaleyh; denizlerin suları hakikatta bir birine karışmaz hatta yekdiğerine karşı istiaze etmek suretiyle
derler veyahud ve demektir. Yani
«ikisinin arasına gözlerin görmesinden memnu' bir perde halketti» demektir.
Fahri Râzi, Beyzâvî ve
Ebussuud Efendinin beyanları veçhile iki denizden tatlı su ile murad; Nü, Fırat
ve Tuna gibi büyük nehirler ve acı su ile murad; denizler olması ihtimali
vardır. Çünkü, büyük nehirleri denizlere isal eder karıştırır ve lâkin zahirde
karışırlarsa da, bâtında onların birbirine ka-rışıp birinin eczasının o birini
mahvetmesine mâni' vardır. Zira; her birinin zerreleri ayrı ayrı
mevcudiyetlerini muhafaza eder ki, birinin eczası diğerine kalbolmaz.
İşte bu âyet Halikın
fail-i muhtar olduğuna delâlet etler. Çünkü; tatlılık ve acılık arzın veya
suyun tabiatı icabı olsa her suyun her yerde tatlı veya acı olması lâzım
gelirdi. Zira tabiat; her yerde müsavi olduğundan onun iktizasının da müsavi
olması zaruridir. Halbuki bazı yerde tatlı, bazı yerde acı olması Halikının
fail-i muhtar olup istediğini tatlı ve istediğini acı olarak ihtiyar ettiğine
delâlet eder.[35]
Vacip Tealâ
vahdaniyetine de]il-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ, şol
zat-ı eceli ü a'lâdır ki, nutfe gibi hakîr bir sudan beşeri halketti de, o
beşeri iki kısım kıldı: Biri erkek diğeri kadındır.]
[Halbuki Habibim!
Rabbin Teaîâ her şeye kaadirdir.] Zira; bir nutfeden iki nevi' insanı
halketmeye kaadir olan her şeye kaa-dir olur.
Yani; Allahü Tealâ
nutfe gibi hakîr bir sudan sertlik ve yumuşaklıkta a'zalarınm her biri
yekdiğerinden ayrı ve tab'an eczaları muhtelif insanı halketti ki, a'zasmdan
yalnız bir uzvunda olan imtizacını ve eczaların yekdiğerine olan irtibatını
hail ve keşfetmekten bilcümle hükema âciz ve hayrettedirler. Ve insanı; iki kısım
kıldı:
Birincisi; Evlâd~ı
zükûrdur ki, insanın kendine nisbet olunduğundan o kısma nesep denilmiştir.
ikincisi; Nisvan
cihetinden hâsıl olan karabet ve nev'-i insanın bekâsını te'min için zevçle
zevce beyninde hâsıl olan ülfeti muhafaza ettiğinden kadına sıhr denilmiştir.
Halbuki insanın her iki kısmını ayni nutfeden halketmek fail-i muhtarın vücuduna
delâlet eder. Çünkü; tabiatin iktizasiyle olsa hepsi ya erkek veya kadın
olurdu. Kezalik şekillerinin de bir siyak üzere olması lâzım gelirdi. Zira;
nutfenin tabiati neyse her yerde iktizasının bir olması zaruridir. Vacip Tealâ
bir maddeden muhtelif a'za sahibi beşeri halka ve o beşeri birbirine muhalif
iki kılmaya ve belki ba'zı zamanda bir nutfeden ve bir batından, biri erkek
diğeri dişi ikisini birden halka kaadirdir.
Kayın pedere denirse
de burada /cadın vasıtasiyle hâsıl olan karabet manasınadır. Şu halde âyette
neseple murad; Erkek ve sıhrla murad; Kadın ve onun vesilesiyle hâsıl olan
karabet ve münasebettir. Binaenaleyh; «Allahü Tealâ beşeri nesep ve sıhr
kıldı.» demek «erkek, kadın, zevç ve zevce kıldı» demektir.[36]
Vacip Tealâ
vahdaniyetine dalâlet eden bazı delâili zikirden sonra putlara ibadetle
şirkedenlerin mezheplerini ibtâl etmek üzere buyuruyor.
[Müşrikler Allah'ın
gayri menfcat ve mazarrat vermeyen putlara ibadet ederler.]
[Ve kâfir, Rabbisinin
aleyhine şeytana zahir ve muin oldu.]
[Ya Ekrem-er Rusül!
Biz seni göndermedik, ancak müminleri tebşir ve kâfirleri inzar edici
gönderdik.]
Yani; Allahü Tealâ'mn
ulüvv-ü gani ve kemâl-i kudretiyle menfaat ve mazarratı halka kaadirken Allah'a
ibadeti terkle Allah'ın gayri bir takım putlara ibadet ederler ki, o putlara
ibadet ettikleri surette onlara menfeat ve ibadeti terkettikleri surette mazarrat
edemezler. Çünkü; âcizlerdir. Halbuki ma'budun, julûhiye-tin levazımından olan
kudret-i tamme sahibi olması lâzımdır, ve kâfir Rabbisi aleyhine şeytana muin
olur. Zira Rabbisine ma'siyet; şeytana muavenettir ve Habibim! Bizim seni irsalimiz
olmadı, ancak iman edenleri Cennetle tebşir ve kâfirleri Cehennemle korkutmak
için oldu. Zira; kâfirler delâils nazar edip hakkı aramadıkla-
rından Cehenneme
müstehaklardır. arka yani muin manasınadır. Binaenaleyh; Allah'a isyanla
şeytana muavenet ettiğinden Rabbisi aleyhine zahir denmiştir. «Rabbisi
aleyhine» demek «Rabbisinin dini aleyhine» demektir. Çünkü; kâfirler din-i
İlâhî aleyhine birbirine muavenet ederler ve din-i İlâhînin iptaline çalışmaktan
hiç bir zaman hâlî kalmazlar.
Beyzâvî ve Hâzin'in
beyanları veçhile bu âyette manâsına olması dahî muhtemeldir. Buna nazaran
ma-nâ-yı nazım: [Rabbisinin gayri putlara ibadet eden kâfir Rabbisi üzerine
zelil ve hakir oldu. Zira; iltifat-ı İlâhiyeden sakıt ve nazar-ı ilâhîden
metruk] demektir.
Hulâsa; kâfirlerin
Allah'ın gayri bir takım âciz mahlûklara, menfeat ve mazarrat şanından olmayan
hakir şeylere ibadet ettikleri ve Rabbisinin gayriye ibadetle şeytana arka ve
muin oldukları ve Resulullah'ı göndermekten maksadın; iman edenleri tebşir ve
küfredenleri inzar etmek olduğu bu
âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[37]
Vacip Tealâ kâfirlerin
şirk üzdre devam ettiklerini beyanj İnra Resûlullah'm onlara karşı sözlerini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resûl-ü Zişan! Sen
müşriklere de ki: «Ben ahkâmı tebliğ İre tarik-ı hakkı size beyanım üzerine hiç
bir ücret istemem, illâ; şol kimse ki, malını Rabbisinin rızasına sarfla
Rabbisine bir yol tutmak isterse onu hayrata malını sarfetmekten men'etmem» dernekle
ahkâmı tebliğde kendilerinden ücret istemediğini tefhim et.]
[Ve sen Ölmek şanından
olmayan Hayy ve Bakî üzerine] mad et, kâfirlerin ahvaline mübalât etme.]
[Rabbin Tealâ'mn senasına mülâbis olduğun halde cemi'
nekaisten tenzih et.]
[Allahü Tealâ
kullarının günahlarına haberdar olmuk tinden kâfi oldu.]
Yani; ya Ekrem-er
Rusül! San kâfirlere de ki, "Ey kâfirler! Benim sizi din-i hakka da'vetim
üzerine sizden ücret istemem. Ancak mahnı fisebilillâh infak edip hayrata
sarfetmek isteyen kimseyi de men'etmem. Zira iman ve ibadetle ve malını
hayrata sarfla Allah'a tekarrüb için
Rabbisine bir doğru yol tutmak isteyen kimse men'olunmaz ve sizi hak yoluna
sevkettiğim için bana da sevap vardır. Binaenaleyh; teklifimi kabul ve
da'vetime icabet edin» demekle ellerinde olan mallarına dünyevî bir tama'la
olmadığım beyan et ki, bu cihetten kalpleri müsterih olsun ve asla ölüme mahkûm
olmayan, Hayy ve Bakî olan Allahü Tealâ'ya her işini tefvizle i'timad et ve
ölmek şanından olan kimselere i'timat etme. Zira; ölecek kimseye i'timad
edenlerin âkibet elleri boşa çıkar ve aldanır. Çünkü; i'timad ettiği kimse
vefat edince ümidlerinin zayi' ve emeklerinin heba olacağı şüphesizdir. Sen
Rabbini sena eder olduğun halde cemi'-i nekaisten tenzih ve sıfât-ı
kemaliyeyle tavsif et ki, sana vermiş olduğu ni'metlerin şükrünü eda etmiş
olasın. Çünkü; Rabbin Tealâ gizli ve aşikâr kullarının günahlarına muttali'
olmak cihetinden kâfidir. Binaenaleyh; kâfirlerin serlerini defetmek hususunda
başka muine hacet yoktur.
Hulâsa; Resûlullah'ın
şeriatını ümmetine tebliğde ücret-i maddiye talebinde bulunmadığı ve Rabbisine
doğru yol tutmak ve rızasına vasıl olmak için malını sarfeden kimse sarfe
me'zun olup müdahale caiz olmadığı ve cümle umurda Hayy ve Bakî olan Allahü
Tealâ'ya itimat lâzım ve Allahü Tealâ'yı sıfât-ı kemaliyeyle sena ve nekaisten
tenzih etmek Vacip ve Allahü Tealâ'nın kullarının cümle günahlarından haberdar
olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[38]
Vacip Tealâ Zatına
itimatla emrettikten sonra itimada şayan olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[İtimat lâzım olan
Allahü Tealâ şol Zat ki, gökleri, yeri ve bunların arasında olan mevcudatı altı gün mikdarı bir zamanda
halketti.]
[Semevâti ve arzı
halkettikden sonra Rahman Tealâ arş-ı a'za üzerine istilâ ve kahr ü galebe
etti.]
[Hâl böyle olunca
Rahman Tealâ'nın evsafını bilen bir kims den
suâl et.]
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile ile murad; Vacip Tea iddir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Rahman
Tealâ'nın hâlini Al lahü Tealâ'dan suâl et tafsilâtını Zatından haber al]
demektir. Yahud ile murad; Cibril'dir. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Allahü
Tealâ âlem-i mükevvenatı halkeden Kaadir ü Kay-yum olup arş-i â'zam, kudreti
altında mağlûp ve makhur olunca Rahman Tealâ'nın evsafını Cibril'den suâl
et] demektir. Yahud
ile murad; ehl-i kitaptan bir âlimdir.
Çünkü; müşrikler Rahman ismini (Müseylemetülkezzab) a ıtlak ettiklerinden Vacip
Tealâ'ya ıtlakını tecviz etmezlerdi. Bu gibi şeylerde müşriklerin ehl-i kitaba
itimatları olduğundan Cenab-ı Hak ehl-i kitaptan bir âlime Rahman isminin
esma-yı hüsna'dan olup olmadığını suâl etmesini habibine emretti ki «ehl-i
kitabın verdiği haberi müşrikler dinlesin ve seni tasdik etsinler» demektir,
yoksa Resulullah bilmediğinden ehl-i kitaba soracak manâsına değildir. Şu
halde Rahman isminin Allah'ın gayriye ıtlakı caiz olmadığını bildirmek için
suâl etmesini emretmiştir. Çünkü; Resulullah söylese de dinlemediklerinden bir
ehl-i kitap âliminin Resulullah'ı tasdik etmesini duyunca onların tasdik
'etmeleri ihtimâline binaen suâl ile emrolunmuştur.
Bu âyette kahr ü
galebe manasınadır. İstivanın Cenab-ı Hakka isnadında te'vil lâzım olduğuna
dair tafsil selbet-tiğinden iadesine lüzum görülmemiştir.
Semevat ve arzın
icadından evvel eyyam mevcud olmadığından burada altı günle murad; altı günün
miktarıdır. Bir anda bu âlemi halketmeye kaadirken altı gün mikdarı bir
müddette halketmesi kullarına teenniyi ta'lim etmektir. Fahri Râzi'nin beyanına
nazaran âlemin'icadının hitamı Cum'a gününe tesadüf ettiğinden Cum'a günü
müslümanlara bayram kılınmıştır. Nasıl ki icada başlanılan müddetin pazardan
itibar olunduğu cihetle pazar günü Na-sara'ya bayram olmuştur. «Yani hnlkolunan
miktarın bidayesi hafta iptidasından ve hitamı hafta başına tesadüf ettiğinden
günler halkolunup şu görülen intizam üzere cereyana başlayınca hitamın zamanı
cum'aya tesadüf etti» demektir. Bu hususa dair tafsilât bazı ehadis-i
nebeviyeyle de te'yid olunmuştur.
[Taraf-i Risaletten
müşriklere «Rahman Tealâ'ya secde edin» denildiğinde müşrikler »Rahman nedir ve
kimdir? Biz bilmiyoruz» dediler.]
[Müşrkiler sözlerine
şunu da ilâve ettiler ve »Ya Muhammed (S.A.) senin bize secde etmekle
emrettiğin şeye biz secde eder miyiz ve secde edelim mi?» demekle secdeden
imtina' ettiler ve Re-sûlullah'ın «Secde edin» sözü onların nefretlerini ziyade
etti ve îmandan uzaklaştırdı.]
Yani Resûlullah
tarafından müşriklere «menfeat ve mazarrat vermeyen bir takım âciz mahlûkata
ibadet etmeyin, belki Rahman Tealâ'ya secdeyle ibadet edin» denildiğinde onlar
«Rahman dediğin kimdir? Biz bilmeyiz. Bilmediğimiz halde senin emrettiğin şeye
secde edelim mi?» dediler ve Resûlullah'ın onlara secde emri nefretlerini
ziyade etti. Binaenaleyh; nasihat-ı Resûlullah onlara te'sir etmedi, belki aksi
te'sir hâsıl etti. Halbuki emre imtisal; vazife-i ubudiyettendi.
Fahri Râzi'nin
beyanına nazaran bu âyet nazil olunca Resûlullah (S.A.) Efendimizle beraber
(Ebu Bekir), (Ömer), (Osman), (Ali), (Osman b. Maz'un) ve (Amr b. Anbase)
(R.A.) Efendilerimiz de secde etmişler ve müşrikler de bir tarafa çekilip
istihza ederek bırakıp
gitmişlerdir. Bu âyet okunduğunda okuyana ve iş> tenlere secdenin sünnet
olduğu Tefsir-i Hâzin'in cümle-i beyana tmdandır.[39]
Vacip Tealâ kâfirlerin
secdeden nefretlerini beyandan sonra Zat-ı Ulûhiyetinin secdeye lâyık olduğunu
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ
ibadetinden nefret etmekten çok âli ve emrinden uzaklaşmaktan çok yüce oldu.
Çünkü; Allahü Tealâ şol Eceli ü A'lâdır ki, umum mahrukatın üzerine hayrat ve
berekâtı çok olmakla beraber gökte yıldızların iskânları için burçlar halketti
ve o burçların her birinde nice umur-u garibeler icad eyledi ve semada ziya
veren güneşi ve nur veren kameri halketti. Bu kadar cesim ve naf i' mahlûkati
halka kaadir olan Allahü Tealâ elbette kullarının secdesine ehil ve
müstehaktır.]
[O Allahü Tealâ şol
Zat-ı Kaadirdir ki geceyi ve gündüzü birbirine bedel ve halife kıldı, biri
giderse yerine diğeri gelir.] Binaenaleyh; bir kimsenin ehadühüma'da
fevtettiği ameli diğerinde kaza etmesi mümkündür. Şu halde biri diğerine
bedeldir ve Cenab-ı Hak bu âlem-i mükevvenatı şu intizam üzere halketti ki,
tezekkür ve teemmül etmek veya şükreylemek murad eden kimse düşünsün gece ve
gündüzle sel gibi akıp gelen ni'metlere şükretsin, zamanını boş boşuna
geçirmesin ve bu vesileyle ebedi saadete nail olsun. Şu halde geceyi ve
gündüzü şu minval üzere halketmekten maksad-ı aslî; insanların mütteiz olup
düşünmeleri ve nail ocukları ni'metlere şükretmeleri olduğuna bu âyet delâlet
eder.
Esas manâsına nazaran
yüksek saraylar ve köşk-Zerse de burada semada bulunan bir takım makamlardır ki
yıldızların bulundukları mahalleridir. Çünkü; semada büyük yıldız yedidir.
Medarik'te beyan olunduğu veçhile şemsin ve kamerin birer makamı ve diğer
beşinin ikişer makamları vardır. Şu halde yedi yıldızın oniki burcu vardır ve
burçlar da şunlardır «(Hamel), (Sevr), (Cevza), (Seretan), (Esed), (Sünbüle),
(Mîzan), (Akrep), (Kavs), (Cedi), (Deliv), (Hut) dur. Yıldızlara gelince
(Şems), (Kamer), (Merih), (Zühre), (Utârid), (Müşteri) ve (Zuhal) dir.
Bunlardan (Seretan) Kamerin, (Esed) Şemsin makamı olduğu gibi (Hamel) ile
(Akreb) Merihin ve (Sevr) le (Mîzan) Zührenin ve (Cevza) ile (Sünbüle)
Utâridin, (Kavs) ile (Hut) Müşterinin, (Cedi) ile (Deliv) Zühalin makamıdır.
Hilfe ; Bir şeyin
diğerinin yerine gelmesidir. Binaenaleyh; gece ve gündüzden her biri gidip
diğeri onun yerine geldiğinden hilfe denmiştir ki birbirinin halefi demektir.
Hazret-i Ömer (R.A.)a birisi gelip «Ya Ömer! Bu gece yatsı namazı beni
fevtetti» dediğinde Hazret-i Ömer «Gece geçirdiğin namazı gündüz ikmâl ve kaza
et. Zira; Allahü Tealâ geceyle gündüzü yekdiğerine halef kıldı» buyurmuştur.
İbn-i Abbas Hazretleri de bu âyetin manâsında «Bir kimse gece ve
gündüzden" birinde feraiz veya vacibat veyahud nıu'tad olan evrad ve
ezkârından birini geçirirse diğerinde kaza eder. Zira; birisi diğerinin
halefidir» buyurduğu mervidir. Velhasıl bu âlemi şu intizam üzere halkedip
gece ve gündüzden her birini diğerine halife kılmakla kullarının rahat, maişet
ve ibadetlerini teshil eden Hallâkm o kulların secde ve sair ibadetlerine ehil
olduğuna bu âyet delâlet eder.[40]
Vacip Teaîâ geceyle gündüzü
şu intizam üzere halketmekten maksad-ı aslî kulların hak ve hakikat hususunda
teemmül edip nail oldukları ni'metlere şükretmek olduğunu beyandan sonra şükreden
kulların evsafını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Rahman Tealâ'nın
hâlis kullan şol kimseler ki onlar arz üzerinde sükûnet, vekar ve kemâl-i
tevazu' üzere yürürler. Sokakta gezerken asla kibretmezler, gayet mülayim
gezerler. Hatta hiç kimseyle münazaa etmezler.]
[Ve onlara bir takım
cahiller sevmedikleri sözlerle hitap ettiklerinde onlar o cühelaya selâmetle
dua ile mukabele eder ve «size selâm olsun» derler.] Ve onların fena
sizlerinden müteessir olup fenalıkla mukabele etmezler Ve intikam almak caizse
de intikama da meyletmezler. Çünkü; tıynetlerinin temizliği icabı hilimle muamele
eder ve gazaplarını hazımla kaza-yı İlâhînin cereyanına rıza ve teslimiyetle
iktifa ederler. Binaenaleyh; gündüzle bunların kendi halleri ve ebna-yı
cinsleriyle muameleleri bu minval üzeredir.
[Allah'ın hâlis
kulları şol kimseler ki onlar geceyle beytûtet ettiklerinde Rablerine secde ve
huzur-u İlâhîde kıyamla vakit geçirirler. Zira; bunlar Rablerine gece ve
gündüzde riyasız ibadetle kaimdirler.]
Beyzâvî, Nisâbûrî ve
Medarik'te beyan olunduğu veçhile ibâ-dın rahmine izafeti tahsis ve ehl-i îmana
ta'zim ve şereflerine işaret içindir. Çünkü; kâfir, mü'min, muti' ve âsi
herkes Allah'ın kulları oldukları halde mü'minleri seçmek mücerred onların
şanlarına ta'zim içindir.
Vacip Tealâ secdeden
nefret eden müşriklerin hâllerini beyandan sonra secdeye muhabbet eden ehl-i
îmanın bu sûre'de dokuz sıfatlarını beyan etti:
Birincisi; Gündüzleri
tevazu'la yürümek, bir kimseye eza etmemek, herkesle hoş geçinip münazaa
etmemek ve malâyani ile iştigalle vekar ve "haysiyetine halel
getirmemektir.
İkincisi; Kendilerine
fena sözlerle hitab eden cahillerin ezalarına tahammül edip selâmetle dua ve
mülâyemetle mukabele etmektir.
Üçüncüsü; Geceyle
rıza-yı İlâhîyi tahsil için namaz kılmak ve secde etmektir. Diğer sıfatları
bundan sonraki âyetlerde beyan
olunmuştur. Şu manâ mübteda haber olduğuna nazarandır. Amma ekser müfessirinin
beyanları veçhile mübteda sıfat ve haberi; sûrenin ahirinde cümlesi olduğuna
nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Allah'ın şu sıfatlarla müttasıf olan kullan
Cennet-i a'lâda büyük saraylarla cezalanırlar |
demektir.
Medarik'te ve
Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile bazı ulema bu âyetle istidlal ederek çarşıda
ata binmenin caiz fakat kerahet olduğunu beyan etmişlerdir. Çünkü; ata binmek
mülâyemetle yürümeye mübayindir. Hâlis kulların cühelaya mukabele ettikleri seIdmla
murad; cahillerin şerlerinden selâmet taleb etmek <ve onların fena
muamelelerinden iğmaz-ı aynedip arkasına düşmemektir.[41]
Vacip Tealâ hâlis
kullarının yan etmek üzere buyuruyor.
[Rahman Tealâ'nın
hâlis kulları şol kimseler ki onlar Rable-rine münacatlarmda, gece ve gündüz
halvetlerinde, namazları ve teheccüdleri akabinde «ey bizim Rabbimiz! Âsiler
için hazırlanan azab-ı Cehennemi bizden tebdil ve tağyir et ve bizim
üzerimizden onu kaldır. Zira; azab-ı Cehennem helak olup âsilere lâzım ve daim
olduğundan ebedi bir zarardır. Çünkü; Cehennem karargâhın kötüsü ve ikamet
olunacak mahallin en ziyade çirkinidir» demekle Cehennemden istiaze ederler.]
Hâlis kullar leyi ü
nehar ihlâs üzere a'mâl-i salihaya sa'y ü gayretleri
ve Rablerine teveccüh-ü tamlarıyla beraber Rablerinin gazap ve intikamından
korkarlar. Zira; amellerine asla itimad etmezler. Binaenaleyh; ancak lûtf-u
İlâhiden istimdad eder ve derler ki «Yarabbi! Bizden azab-ı Cehennemi kaldır.
Zira azab-ı Cehennem; ehl-i Cehennemden ayrılmaz bir şer ve tükenmez bir helaktir.
Çünkü Cehennem; mekarr u mekam yönünden gayet kötüdür» demekle Cehennemin
şerrinden Rablerine iltica ederler..
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile Cehennemin âsilere mazarrat-% mahza olduğuna işaret için azabı-
Cehenneme Garam denilmiştir. Çünkü garam; menfeat rayihası olmayan bir
mazarrattır. Bu âyette müstekar ehl-i imana ve mekam kâfirlere masruftur.
Zira; Ehl-i iman Cehenneme girerlerse de imanlarının mükâfatını görmek için
Cehennemden halâs ve Cennete gideceklerine binaen onlar haklarında müstekar;
kâfirler ebedi kalacaklarına binaen onlar haklarında mekam denilmiştir.[42]
Vacip Tealâ halis
kullarının evsaf-ı memduhalarmdan b\ cisini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allah'ın halis
kulları şol kimseler ki, onlar fukaraya intak et tiklerinde intakta haddini
tecavüz ederek israf etmezler ve lüzumundan noksan vermekle tazyik de
etmezler.]
[Ve infakta ifratla
tefrit arasında adalet üzere olurlar.] Yani Rahman Tealâ'mn halis kulları şol kimseler ki, onlar
muhtaç olanlara ye nafakası vacip olan evlâd ü iyallerine infak ettiklerinde
şer'an ve aklen mezmum olan israf derecesine varmaz ve haddini tevacüz etmezler
ve hadd-i lâyıkından noksan da vermezler, mezmum olan ifratla tefrit arasında
bir hadd-i vusta ihtiyar ve adalet üzere' inf aka dikkat ederler.
Hâzin'in beyânına
nazaran bu âyet ashab-ı Resulullah'ın sıfatlarını beyan hakkında nazil
olmuştur. Çünkü; onlar telezzüz ve tena'um için yemezler, belki açlığı defi' ve
ibadete kuvvet gelsin için yerler ve elbiselerini hüsn ü ctmâl için giymezler,
belki setr-i avret için giyerlerdi. Hazret-i Ömer'in «İnsana nefsinin her istediğini
alıp yemek israf yönünden kâfidir» buyurduğu da bu manâyı te'yid eder.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile bu âyette israj ; ma'siyete sarfetmek ve taktir; vacip olan zekât ve fitre
gibi hakkul-lahı ve nafakası lâzım olanların nafakalarını men'etmektir. Buna
nazaran manâ-yı nazım : (Allah'ın halis kulları şol kimselerdir ki, onlar
mallarını ma'siyete ,sarfetmezler ve sarfı vacip olan_ mahallerden mallarını
esirgemezler demektir.
Taktir; Bir şeyi
lüzumundan eksik yapmak ve iyalinden lazım olan nafakayı noksan etmekle onlar
üzerine güçlük ihdas etmektir. adalet manasınadır. Adalet; iki tarafı müstakim
ve müsavi olduğundan adalete kavam denilmiştir.[43]
Vacip Tealâ halis
kulların üzere buyuruyor.
[Rahman Tcalâ'nın
halis kulları şol kimseler kî, onlar Allah'la beraber başka bir ma'buda ibadet
etmezler, umur ve hususlarında Allah'ın gayrı bir ma'budu çağırmazlar ve
hasail-i hamidelerinden birisi de Allah'ın haram kıldığı bir nefsi
katletmezler, illâ had ve kısas gibi bir hakkın teallükuyla katlederler.] Çünkü
nüfus-u beşeriyeden her nefis; Allah'ın vahdaniyetini ikrara mahal olduğundan
bünye-i insaniyeyi yıkmanın Allah'ın ta'mirini emrettiği şeyi tahrip olduğu cihetle
hiç bir veçhile caiz olamaz. Ancak kısas ve-yahud harbî olmak suretiyle katline
izn-i şer'î lâhik olmakla kat-lolunur. [Ve halis kullar zina da etmezler.]
Çünkü zina; muhafazası matlûp olan nesebi zayi' ettiğinden haram olan şeylerin
en kötüsüdür. Zira zina; insanların nutfesinin yekdiğerine karışmakla nesebi
şüpheden vikaye için Allah'ın vaz' etmiş olduğu kanunun haricinde bir muamele
olduğundan ma'siyetlerin en çirkinidir.
[Ve eğer bir kimse şu
fena ef'âlden birini işlerse işlediği fiilin günahına mülâki olur ve yevm-i
kıyamette onun için azap iki kat olur, hakir ve zelil olduğu halde muhalled
olarak azapta kalır.]
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile bu âyette Vacip Tealâ halis kulların usul-ü i'tikada riayetlerini
Allah'la beraber ilâh-ı âhara,ibadet etmediklerini beyanla işaretten sonra
kötülüklerin anası olan katil ve zinayı da onlardan nefyetmiştir ki, imanın
kemâli bu iki ile olduğuna ve mev'ud olan ecr ü.mesubata nail olmak imanı
muhafazayla beraber menhiyatı terke muhtaç olduğuna işaret etmiştir. Çünkü;
bir kimse beyan olunan menhiyatı irtikâpla beraber ibadet etmekle Rahman
Tealâ'nın abd-i halisi olamaz. Binaenaleyh; mü'min-i kâmil olmak için her iki
ciheti cem' etmek lâzım olduğu bu âyette sarahaten beyan olunmuştur. Bu
âyetlerde beyan olunan ahlâk-ı hamidenin zıddını irtikâp eden kâfirlere ta'riz
vardır. Nüfus-u insaniyenin katil suretiyle ifnası ebeden haram'olup ancak
katlini mucip esbaptan birisiyle katlin mubah olduğuna işaret için hakka
mukarin olarak vuku* bulan katlin müstesna olduğu beyan olunmuştur.
Esam ; Günahın cezası,
yahud nefs-i günah veyahud Cehennemde bir derenin ismidir. Buna nazaran manâ-yı
nazım: [Şu beyan olunan katil ve zina gibi günahlardan birini işleyen kimse o
günahın cezası olan ukubete ve Cehennemde bu
günahı işleyenlere mahsus Esam ismindeki dereye mülâki olur] demektir.
Fahri Râzi'nin. beyanı
veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; İbn-i Mesud hazretlerinin Resûlullah'tan hangi
günahın büyük olduğunu suâl etmesidir. Çünkü İbn-i Mes'ud Resûlullah'a «Hangi
günah büyüktür? Ya Resulallah!» deyince Resulullah «Şirketmektir» buyurmuştur.
«Bundan sonra hangisi büyüktür?» deyince «Rızık korkusuna binaen evlâdını
öldürmektir» buyurdu. «Bundan sonra han-higi büyüktür?» sualine cevap olarak
Resulullah «Komşunun haremine, zina etmektir» buyurması üzerine bu âyetin
nazil olduğu mervidir. Binaenaleyh; âyet-i celile Resûlullah'm kelâmını tasdik
etmiştir.[44]
Vacip Tealâ şu
günahları işleyenlerin hallerini beyandan son-,ra tevbe edenlerin hallerini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şu günahları işleyen
kimse azaba müstehak olur. illâ günah-dan tevbe ve iman eden ve amel-i salih
işleyen kimselerin seyyia-tını Allahü Tealâ hasenata tebdil eder. Zira; Allahü
Tealâ tevbe edenleri mağfiret ve amel-i salih işleyenlere merhamet eder.]
Yani; şirk, katil ve
zina gibi cinayeti irtikâp edenler hakir olarak muazzeb olurlar, illâ şol
kimseler ki, işlediği günahlara nedamet eder, Allah'ın gazabından korkar ve
irtikâp ettiği günahların affını Rabbisinden istirham ve şirkten vaz geçerek
Allah'ın^ vahdaniyetine iman ve kalbinde olan imanını amel-i salih işlemekle
tahkik ve tesbit etti. İşte şu evsafı haiz olan kimselerin günahlarını Allahü
Tealâ sevaba tebdil eder. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenlerin tevbeierini kabul
ile mağfiret eder ve amellerine sevab vermekle merhamet buyurur.
Derecat-ı Cennete nail
olmak için iman kâfi olmayıp amel-i salih lâzım olduğuna işaret için imandan
sonra amel-i salih zikrolunmuştur.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile seyyiatın hasenata tebdilinde dört cihetle tevcih vardır ;
Birincisi; Dünyada
hâl-i küfürde işledikleri günahları Cenab-ı Hak hâl-i İslâm'da a'mâl-i salihaya
tebdil eder. Meselâ şirki tevbesiyle imana ve mü'mini katli hâl-i İslâmda
müşrikleri katle ve zinayı iffete tebdil eder. Buna nazaran Vacip Tealâ tâib ve
müs-tağfir olan kimseyi şu a'mâl-i salihaya muvaffak kılacağını bu âyetle vaad
ediyor demektir. Binaenaleyh bu âyet-i celile; kötü amellerin yerine iyi
ameller geleceğini beyan etmiştir.
İkincisi; Tevbe
sebebiyle günahları tamamen mahvol-duğu gibi tevbe ibadet olduğu cihetle sevap
yazılır.
Üçüncüsü; Seyyiat gider yerine sevap gelir.
Dördüncüsü; Tevbe
sebebiyle ukubat gider yerine derecat gelir, demektir.
[Ve eğer bir kimse
tevbe eder ve amel-i salih işlerse o kimse Allah'a rücu' eder ve tevbesi
indellah makbul olduğundan tevbesi azabı giderir sevap getirir.] Bu âyette şart
tevbe ve ceza da tev-bedir. Binaenaleyh; «şartla ceza ikisi bir şey olduğundan
hüküm sahih olmaz» yollu i'tirâz varid olmaz. Zira şart; ma'siyetten rücu'
manâsına tevbe olup ceza da Allah'ın dergâhına kusurunun affını istirhamla
rücu' manâsına olduğundan şartla cezanın manâları ayrı ayrı olduğu cihetle
suâl varid değildir. Bundan evvelki âyette tevbe; şirkten ve sair günahlardan
rücû' manâsına olup bu âyette tevbe; Allah'a rücu' manâsına olduğundan
tevbelerin mercileri başkadır. Binaenaleyh; tekrar yoktur.[45]
Vacip Tealâ halis
kullarının yedinci sıfatlarını beyan, üzere buyuruyor.
[Halis kullar şol
kimseler ki, yalan yere şehadet etmezler ve onlar lâğviyata uğradıklarında
nefislerine ikramla geçi verirler.]
Yani; Allah'ın halis
kullarının ahlâk-ı hamidelerinden biri de yalan yere şehadet etmedikleri gibi
batıl olan bir şey üzerine yollan tesadüf ettiğinde de ona iltifat etmeksizin
geçmekle nefislerine ikram ederler. Çünkü; batıl üzere hazır olmak aynı
ma'siyet olduğundan ona iltifat etmeden geçip giden kimse kendini ma'siyetten
muhafaza ettiği cihetle nefsine ikram etmiş olur.
Hâzin'de beyan
olunduğu veçhile yalan yere şehadet eden kimseye.Hz. Ömer'in kırk değnek
vurarak yüzünü karalayıp çarşıda gezdirdiği mervidir. Çünkü; şehadetiyle
gayrin hakkını ibtâl edip ihkak-ı hakka yegâne medar olan şehadeti ihlâl etmek
a'zam-ı cinayettir. Zûr ile murad; Yalan ve yalanın mevkiidir. Buna nazaran
manâ-yı nazım : | Mü'min-i kâmiller yalan söylemez ve yalan mevkiine hazır
olmazlar] demektir. Lâğivle murad; faydasız her şeydir. Binaenaleyh; insanın
dünya ve âhiretine fayda vermeyecek oyun mahallerinin hepsi bu âyette
dahildir. Çünkü; faydasız ve beyhude vakit geçireceği mahalle hazır olmak insanı
avare ve muattal kıldığı gibi defter-i a'maline bir takım sey-yiat dahi
yazılacağı cihetle bu gibi mahallere iltifat etmeyen kimseleri Cenab-ı Hak
mü'min-i kâmil adâdından ma'dud kılmakla sena buyurmuştur ki, bunun aksini
iltizam eden indellah elbette mez-mumdur. Şu halde lâğviyat; terki vacip olan
oyunlara, fahiş sözlere ve galiz lisanlara şamildir.[46]
Vacip Tealâ mü'min-i
kâmillerin sekizinci sıfatlarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mü'min-i kâmiller şol
kimseler ki, Rablerinin âyetleriyle va'z olunduklarında o âyetler üzerine
kulakları kapalı ve gözleri örtülü oldukları halde kapanmazlar, belki onlar
âyat-ı İlâhiyeyi işittiklerinde gözleri ve kulakları açık oldukları halde
kemâl-i te« vazu'la yüzleri üzerine secdeye kapanırlar ve o âyetlerde olan emir
ve nehiyleri, darb-ı meselleri dinler ve açık gözleriyle kudret-i İlâhiyeye
delâlet eden âyetleri görür ondan ibret alırlar.] İşte bu âdette Allah'ın
azametine delâlet eden âyetlerden göz yumanlara ta'riz vardır.[47]
Vacip Tealâ
ınü'minlerin ahlâk-ı hamidesinden dokuzuncuyu beyan etmek üzere buyuruyor
[Mü'min-i kâmiller şol
kimseler ki, dualarında yalnız kendi nefisleriyle iktifa etmezler, belki evlâd
ü iyallerinin kendileriyle beraber umur-u dinde salâhlarını ve ileri gitmelerim
isteyerek derler ki «Ey bizim Rabbimiz! Sen bizim için sürür verecek ve gözlerimizi
dinlendirip nurlandıracak zevceler ve zürriyetler ver ki, onların salâh-ı
hallerini ve şeriatına tamamiyle yapıştıklarını görmekle gözlerimiz dinlensin»
diyerek Cenab-ı Hakka münacatta bulunurlar.] Çünkü; mü'min için evlâd ü
iyalinin Allah'a muti' ve umur-u dinde salâhlarını görmekten daha ziyade rahat
eçlip mesrur olacağı bir şey olamaz. Zira; evlâd ü iyalin salâhı, Cennette
beraber olacaklarına delil olduğundan elbette evlâd ve etbaının salâhının
kalben istirahatini mucip olacağı şüphesizdir. Ve dualarına şunu da ilâve
ederler: (Yarabbi! Bizim evlâd ü iyalimizi muti' kıldığın gibi bizi haram olan
şeylerden ictinab edip azabından korkan müttekilere mukteda bih kıl ki, biz
onları irşada muvaffak olalım) demekle münacatlarına hitam verirler. Bu âyette
umur-u dinde riyaset istemenin caiz olduğuna delâlet vardır. Çünkü; ehl-i
imanın şu minval üzere dualarını Cenab-ı
Hakkın evsaf-ı memdu-hadan addettiği gibi umur-u dinde riyaset talebi İbrahim
(A.S.) dan dahi vâki' olduğu diğer âyette musarrahtır.[48]
Vacip Tealâ
mü'minlerin evsafını beyandan sonra bu sıfatları haiz olan mü'minlerih nail
olacakları dereceleri beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şu sıfatlarla
müttasıf olan mü'minler müşrikler tarafından gördükleri ezaya ve fakr u faka
ile beraber mücabedenin şiddetine sabırları sebebiyle Cennetin en yüksek
tabakalarıyla cezalanırlar ve onlar ebeden Cennette ve yüksek derecelerinde
kalıcı oldukları halde Rablerinden melekler vasıtasiyle merhabalara,
hediyyelere ve selâma kavuşurlar ve ta'zimat-ı İlâhiyeyle taltif olunurlar.]
[Zira; Cennet,
mü'minlere güzel karargâh ve mahall-i ikamet
oldu.] Çünkü;
hastalık, fakr u.zaruret ve Ölüm gibi şeyler olmadığından daima rahatlardır.
Binaenaleyh; ehl-i Cennetin cemi'-i afattan salim olacaklarına işaret için
Vacip Tealâ selâm ihda ve hediyyeyle taltif edeceğini ve Cennetin en yüksek
tabakalarında olacaklarını beyanla kullarını şu sıfatları kesbetmeye terğib etmiştir.[49]
Vacip Tealâ, kullarının
ibadetlerine ihtiyacı olmadığım ve kullarına ibadetle emrin onların
menfeatleri için olduğunu ve kâfirlerin cezaları elbette lâzım geldiğini beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Sen
kâfirlere de ki, «Eğer sizin ibadetiniz olmamış olsaydı, benim Rabbim size
mübalât etmezdi. Zira; sizin varlığınız ve yokluğunuz indallah müsavidir. Şu
halde sizin kaderiniz ancak iman ve ibadetinizledir. Siz ise Allah'ı ve
Resulünü ve kitabını tekzip ettiniz. Binaenaleyh; bu tekzibinizin cezasını
yakında görürsünüz ve elbette bu ceza size lâzım olur.»]
Yani; «Benim Rabbim
sizi İslama ve imana da'vet etmemiş olsaydı sizi icadda ne işleyecekti ve
işlenecek ne gibi şey olurdu. Zira; sizin i'tibarınız imanla ve imana
da'vetledir. Çünkü; insanın şerefi, Allah'a ma'rifet ve imanladır. Binaenaleyh;
ma'rifeti olmayan insanın sair hayvanattan farkı yoktur. Şu halde insanın halk
olunmasındaki hikmet; imana da'vet olunmasıdır» demekle nasi-hatta bulun. Yahud
manâ-yı âyet: [Sizin şirkiniz olmamış olsaydı Allahü Tealâ sizin azabınızı ne
edecekti ve sizin azabınızdan Allah'a bir fayda mı var? Ve lâkin tekzip
ettiniz. Tekzibinizin azabı elbette size lâzım olur. Yani sizi imana da'vet
maksadı olmasaydı sizi halketmekte faide ne olurdu?] demektir.[50]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3781-3782
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3782-3784
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3784-3786
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3786-3788
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3788-3789
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3790-3793
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3793-3794
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3794-3795
[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3795-3796
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3796-3797
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3797-3800
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3800-3803
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3803-3804
[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3804-3806
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3817-3818
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3818-3820
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3820-3821
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3822-3823
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3823-3826
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3826
[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3827
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3828-3830
[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3830
[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3830-3831
[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3831-3833
[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3833-3834
[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3834-3836
[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3836-3837
[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3837-3838
[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3838-3841
[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3841-3843
[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3843-3844
[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3844-3846
[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3846-3849
[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3849-3850
[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3850-3851
[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3851-3853
[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3853-3854
[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3854-3857
[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3857-3858
[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3858-3861
[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3861-3862
[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3862-3864
[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3864-3865
[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3865-3866
[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3866-3867
[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3867-3868
[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3868
[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3868-3869
[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3869