SÛRE-1 FÜRKÂN.. 2

ONDOKUZUNCU CÜZ.. 9


SÛRE-1 FÜRKÂN

 

Mekke-i mükerremede nazil olan sûrelerdendir. Yetmiş yedi âyeti havidir.

[Şol zat-ı eceli ü âlânın hayri ve bereketi çok oldu ki, o zat kendi abdi üzere Kur'an'ı semadan ve levh-i mahfuzdan indirdi ki o abd âlemleri korkutucu olsun.]

Yani; taazzum etti, yüce oldu, kullarına ihsan ettiği menafii ve sair hayr-i kesiri ve bereketini ukul-ü beşer idrakten aciz oldu, sıfatında, efâlinde cümle mevcudattan âlî oldu şol Allahü Tealâ ki o Allahü Tealâ kendi abdi ve habibi olan Muhammed (S.A.V.) üze­rine hakla batıl ve helâlla haram beynini tefrik eden Kur'an'ı in­zal etti ki, o abd Kur'an'la ins ü cin âlemlerini korkuta ve cümle âleme Peygamber ola ve herkesi din-i hakka davetle doğru yola irşad ede.

Beyzâvî, Medarik ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhile hayri çok, bereketi tükenmez, sıfatında ve efâlinde herkesten ziyade olmak manâsına olduğu cihetle Cenab-ı Hakka mahsus kelime-i tazimdir. Binaenaleyh lâfzı Allah'ın gayrıya ıtlak olunarak kullanılmaz.. Zira; Allah'a mahsus sıfat olunca onunla başka bir kimse tavsif olunamaz.

Taberi ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile furkanla murad; Kur'an'dtr  Zira Kur'an; ahkâmıyla hakla baül ve i'caziyle muhikle muptil beynini tefrik edip âyetleri birbirinden farklı ve birden nazil olmayıp müteferrik olarak yirmi üç senede nazil ol­duğundan furkan denilmiştir. Kur'an'm hayr-i kesir ve bereket-i amme üzerine müştemil ve enva-ı menafii mutazammın olduğuna işaret için Kur'an'ı inzalde zatını lâfziyle tavsif et­miştir. Binaenaleyh Kur'an; ulûm ve maarifi cami olduğu cihetle ilmin şerefine ve hayr-i azim olduğuna bu âyette delâlet vardır.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette âlemin ile mu-rad insle cindir. Gerçi âlem meleklere de şamilse de Resulullah meleklere meb'us olmadığından melekler Resuluilah'm inzar ede­ceği âlemde dahil değildir. Şu halde âlem; insle cinnin kıyamete kadar mevcud olacak efradına şamildir. Binaenaleyh; Resuluilah'm kıyamete kadar mevcut olacak mükellefine Peygamber olduğuna âyet delâlet eder.

Resuluilah'm ümmetini azâb-ı İlâhi ile inzarından hasıl olacak korku ve keder lâfzının delâlet ettiği hayr-i kesir ve bereket-i tammeye münafi değildir. Zira' Resuluilah'm inzarı; mer­hametli bir babanın evlâdını terbiye etmesi gibidir. Nasıl ki pede­rin evlâdını terbiyesinin evveli acı olup sonra o terbiyeden bir çok menfaat hasıl olduğu gibi Resuluilah'm inzarında da her ne kadar evvelinde korku ve endişe hasıl olursa da o inzar sebebiyle ihtida ederek amel-i sâlih işleyenlerin ileride bir çok hayrat, saadet ve menfaat-ı daimeye nail olacakları cihetle inzar sebebiyle hasıl ola­cak ıztırap, zarar o ihtida eden kimsenin menfaatma nisbetle gayet azdır. Binaenaleyh; inzardan hasıl olan korku hayr-i kesir zımnında zarar-ı cüz'iyi ihtiyar kabilindendir. Şu halde menafi-i diniyenin menafi-i dünyeviyeden ehemmiyetli olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; Vacip Tealâ hayr-i kesir sahibi olduğunu beyandan sonra menafi-i diniyeyi beyan eden Kur'an'ı inzal ettiğini beyanla me­nafi-i diniyenin menfaatlar içinde ehemmiyetine tenbih etmiştir.[1]

 

Vacip Tealâ Resulünün âlemi inzar etmesi için Kur'an'ı inza­lini beyandan sonra zat-i ulûhiyetinin Kur'an'ı inzalle âlemi İslaha kaadir olduğuna delâlet eden evsaf-ı İlâhiyeden bazısını zikretmek! üzere buyuruyor.

[Kur'an'ı habibi üzerine inzal eden şol zat-ı eceli ü a'lâdır kî semavat ve arzın mülkü ve istediği gibi tasarruf ona mahsustur.]

[O Allahü TeaîâJveled ittihâz etmedi. Zira; yardımcıya ihti* yacı yoktur ve mülkünde kendisi için şerik olmadı. Binaenaleyh; mülkünde istiklâl üzere tasarruf eder.] Şu halde kullarını İslah için istediği kuluna kitabını inzal eder hiç kimsenin müdahaleye selal hiyeti yoktur.                                                                  

[Ve Allahü Tealâ her şeyi icat ve her birini miktarı muayyen üzerine tertip ve takdir etti. Ve herkesten matlup olan gaye neys& ona göre lâzım olan hassaların esbabını hazırladı ve o esbaba teves­sülün yollarını gösterdi ve herkesin ecel-i muayyenine kadar yaşıi yabileceği maişetlerini te'min ve ona göre âza ve âletlerini kendi* lerine teslim etti. Binaenaleyh; hiç kimsenin itiraz ve itizara mei cali kalmadı.]

Yani; Kur'an'ı inzal eden Allahü Tealâ şol zattır ki yerin ve göklerin mülkü ve tasarrufu ona mahsustur. Binaenaleyh; âlem-i ulvî ve âlem-i süflî cümlesi vücudunda ve ecel-i muayyenine ka­dar bekasında Hâlık Tealânın inayetine muhtaçtır. Çünkü; mülk onun olup tasarrufunda müstakil olduğu için her ihtiyaçlarını defeden odur. Ve ondan istimdat ederler, Allahü Tealâ veled itti*' haz etmedi. Binaenaleyh; mülkünde veraset cari olmaz, veled ittijr hazma ihtiyaç da yoktur. Şu halde veraset ve sair suretlerle müfkünde asla şeriki olmadığından ulûhiyette ferd-i vahittir, mabudun bilhaktır ve onun gayrı, hakiki mabut olmadığından cümlenin iba­detine müstehak ancak odur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet, Hz. İsa Allah'ın oğlu diyen bazı Nasara'yı ve müşriklerden (Seneviye) taifesini reddetmiştir. Zira; onlar melekler Allah'ın kızlarıdır diye yalan söylemiş ve if­tira etmişlerdir. Allahü Tealâ her şeyi halketti ve her şeyin hilka­tinden maksad neyse ona göre vücudunu, suver ü eşkâlini, hüsnü­nü, âlâtü edavatım ve yaşayabileceği azalarım takdir ve cümle­sini maksadına müsavi kıldı. Meselâ insanı şu gördüğümüz şekil ve suret üzere halketti, ondan maksat plan tekâlifi kabule, umur-u din ve dünyaya müteallik mesalihini tesviye ve idrak etmeye mukte­dir kıldı.

Kezalik her mahlûku maslahatına müsavi ve menfaatim bilip talip olur ve mazarratından kaçar bir hal üzere takdir etti. Binaen­aleyh; mahlûkatm takdiri hilkatma müsavi olup asla tehallüf yok­tur. İşte şu beyan olunan şeylerin cümlesi Vacip Tealâ'nın kulları­na hayr-i kesiri ve bereket-i tammesidir. Çünkü; Vacip Tealâ ev­velâ mahlûkatı halketti, saniyen her birinin ahvalini tedbir-i acib ile tedbir etti. Hatta bazılarını bir çok sanatlar icadına kaadir ve idrak-ı kâmile sahibi kıldı ve mahlûkattan bazılarını bazısına va­sıta ve âlet kıldı ki bazısı mâlik ve bazısı memlûk olup yekdiğe­rine muavenet ve muzaheret etmekle âlemin intizamı lâyıkiyle cer-yan etsin. Bazısını zevceler kıldı ki yekdiğeriyle ülfet etsin ve mu-amele-i izdivaciyeyle zürriyetleri meydana gelsin, vakti merhunu-na kadar âlem ma'mur olsun ve intizam-ı âleme halel gelmesin.

Hulâsa; Semavat ve arzın mülkü Allah'a mahsus olup Allah'-dan başka hakiki bir mâlik olmadığı, Allah'ın veled ittihazından ve şerikten münezzeh olduğu ve cümle mahlûkatı maişetlerine el­verişli halkedip miktar-ı muayyen üzerine takdir ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[2]

 

Vacip Tealâ zatını ulûhiyete münasip celâl ve cemâl sıfatlariyle tavsif ettikten sonra Allah'ın gayri bir takım âciz mahlûklara! ibadet eden müşriklerin mezheplerini iptal etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın dûnunda müşrikler mabutlar ittihaz ettiler ki, o ma butlar hiç bir şeyi halkedemezler. Onlar kendileri mahluklara

[Ve o mabutlar kendi nefisleri için def-i mazarrat ve celb-i menfaata mâlik olamadıkları gibi dünyada bir kimseyi öldürmeye ve diriltmeye ve kabrinden kaldırıp neşretmeye mâlik olamazlar.]

Yani; Allahü Tealâ semavat ve arza mâlik ve ulûhiyet sıfat-lariyle bihakkın muttasıf mabudun bilhak olduğu halde müşrik­ler kendi elleriyle yaptıkları taş, ağaç, altun ve gümüş parçası gibi hakir şeyleri mabutlar ittihaz ettiler ki o mabutlar mahlûkattan edna bir şeyi belki bir zerresini bile halkedemedikleri gibi kendi­leri de mahlûklardır. Halbuki mabudun her şeyi halketmeye kud­reti olması lâzım geldiği gibi kendinin de mahlûk olmaması elzem­dir. Zira; mahlûk daima halikına muhtaç olduğundan ibadet olun­maya istihkakı olamaz. Binaenaleyh; onların mabutlarına ibadet­leri bâtıldır. Çünkü; onların mabut ittihaz ettikleri şeyler ibadet edenlere menfaat ve mazarrat vermek şöyle dursun kendi nefisle­rinin menfaat ve mazarratına bile mâlik değillerdir. Şu halde on­lara ibadette bir fayda yoktur. Kezalik onların mabutları insanları icada, öldürmeye ve öldükten sonra diriltip hesap ve ceza için kab­rinden kaldırıp mahşere sevketmeye dahi kaadir ve mâlik değil­lerdir. Halbuki mabut ittihaz olunan zatın bunların cümlesine muktedir olması lâzımdır.

Bu âyette Vacip Tealâ ulûhiyetin levazımından dört şeyi be­yan etmiştir :  

Birincisi;   Halik olup mahlûk olmamaktır.

İkincisi; def-i mazarrat ve celb-i menfaata kaadir olmaktır. Üçüncüsü; dünyada ihya ve imaleye kaadir olmaktır. Dördüncüsü; âhirette naşı haşre, hesap ve cezaya şevke muktedir olmaktır. Mabut olan zatın şu evsafla muttasıf olması lâzım olduğundan bu evsafla muttasıf olmayan putların mabut ol­maya istihkakları olmadığını beyanla onlara ibadet edenlerin ha­makatlarına işaret olunmuştur.[3]

 

Vacip Tealâ evvelen zatının kuvvet ve kudret sahibi olduğunu ve saniyen putperestlerin mezheplerinin bâtıl olduğunu beyandan sonra nübüvvet hakkında kâfirlerin şüphelerini izâle ile nübüvveti isbat etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler, «şu Kur'an olmadı, illâ bir yalan ki Muhammed (S.A.V.) o yalanı kendi iftira etti» dediler.]

[«Ve O Kur'an üzerine Muhammed (S.A.V.) e kavmi ahar yardım etti» demekle Kur'an'ın Resulullah'ın nefsinden icad ettiği bir şey olduğunu iddia ettiler.]

[Binaenaleyh; bu sözü söyleyenler zulüm ve yalanla geldiler.]

Çünkü; Allah'ın kelâmına kul kelâmı demekle zulmettikleri gibi yalan söz de söylemiş oldular. Şu halde Resulullah'a «yalan söyle­di» yollu sözleriyle kendileri hem zâlim hem de yalancı oldular.

[Ve müşrikler «Kur'an evvel geçen ümmetlerin kitaplarında yazdıkları satırlarıdır. Muhammed (S.A.V.) nefsi için yazdırdı. Bi­naenaleyh; o satırlar sabah ve akşam unutmamak için okunur ki Hz. Muhammed (S.A.V.) onu hıfz etsin» demekle Kur'an'ı, Re­sulullah'ın evvel geçenlerin kitaplarından istinsah ettirdiğini iddia ettiler.]

Yani; Allah'a ve Resulüne îman etmeyen şol kâfirler dediler ki; «Şu Kur'an olmadı, illâ yalandır Muhammed (S.A.V.) onu ken­di nefsinden icat etti, meramını terviç etmek ve sözünü dinletmek için iftira ediyor ve bunu icatta başka kavim de muavenet etti» demekle Kur'an'a Ve Resulullah'a lâyık olmayan şeyi isnad ettiler. Fakat bu sözü söylemekle zulmettiler ve kendileri yalan getirdi­ler ve iftira ettiler. Çünkü; Kur'an tarafı İlâhiden vahyolduğu hal­de kelâm-ı İlâhi olduğunu inkâr ettiler. Binaenaleyh; Allah'ın ke­lâmını gayra isnad etmekle zulmettikleri gibi Resulullah'ın bir kimseden istiane etmediği halde «kavm-i ahar iane etti» demekle yalan söylediler ve. dediler ki «Muhammed (S.A.V.) in Kur'an di­yerek getirdiği şey evvel geçenlerin kitaplarında yazılmış yalanlar­dır. Onlardan bir kâtibe yazdırdı, ve yazıldıktan sonra o yalanlar Muhammed (S.A.V.) üzerine sabah ve akşamda okunur ki hıfzet­sin unutmasın. Çünkü; kendi okuyup yazma bilmediğinden tekrar okuyup ezberlemeye muhtaçtır. Binaenaleyh; başkalarının tekrar okumasiyle ezberledikten sonra taraf-ı İlâhiden geldi. Vahiydir diyerek halka dinletmek ister» demekle Resulullah'ın nübüvveti­ne ve Kur'an'a taanetmek istediler.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet «Nadr b. Ha­ris» hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Nadr ve emsali müşrikler «Muhammed (S.A.V.) Kur'an'ı (Huveytab b. Abdül'uzza) nın kö­lesi (İdas) dan ve (Amir b. Hadramî) nin kölesi (Yesar) dan ve (Amir) in kölesi (Cebir) den alıyor. Zira; Kur'an'ın müştemil ol­duğu manâları eski kitaplardan hikâye ediyorlar ve lâfzını, onlar­dan aldığı manâya göre kendi uyduruyor» dediler. Çünkü; şu üç

köle ehl-i kitaptan oldukları cihetle Tevrat'ı ve İncil'i okur, onla­rın ahkâmından bazı meclislerde Mekkelilere hikâye ettikleri za­manda Resulullah nübüvvetini izhar edince kölelerin îman etme­leri üzerine bu iftiraya cür'et ettiler. Cenab-ı Hakkın da onların sözlerini hikâye ve kendilerinin zâlim ve yalancı olduklarını beyan zımnında bu âyeti inzal ettiği mervidir. Bu âyette verilen cevap da kâfidir. Çünkü Kur'an; fesahat ve belagatta beşer kudretinden hariç olduğu cihetle kendileri muarazadan âciz kaldılar. Eğer in­sanların icad edeceği bir şey olsaydı kendileri icad ederlerdi ve başkasının yardımıyla mümkün olsaydı kendilerine yardım edecek binlerce fusaha ve büleğa mevcut idi. Şü halde kendilerinin bir şey yapamamaları Kur'an'ın vahy-i İlâhi olup taanedenlerin yalancı olduklarına delâlette kâfidir.

Bu âyetler beş hükmü hâvidir :

Birincisi; kâfirlerin Kur'an yalan ve iftira demeleridir, ikincisi; Kur'an'ı icatta kavm-i ahar Muhammed (S.A V.) e iane ediyor demeleridir. Üçüncüsü; bu sözleriyle kâfirle^ rin zâlim ve yalancı olmalarıdır. Dördüncüsü; Kur'an evvel geçenlerin kitaplarına Rüstem ve îsfendiyar hikâyeleri gibi yazdıkları satırları demeleridir. Beşincisi; Muhammed (S.A.V.) Kur'an'ı başka kitaplardan istinsah ettiriyor, unutmamak için akşam.ve sabah kendi üzerine okutturuyor ki ezber etsin ve başkalarına \ahiy diyerek tebliğ etsin demeleridir.[4]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Kur'an'a söyledikleri lâyık olmayan sözlerini beyandan sonra Resulünün onlara vereceği cevabı beyan etmek üzere buyuruyor,

[Ya Ekrem-er Rıısül! Kur'an'a itiraz eden kâfirlere sen de ki, «Kur'an'ı şol Allahü Tealâ inzal etti ki, O Allahü Tealâ semavat ve arzda gizli olan şeyleri bilir. Zira; O Allahü Tealâ tevbe eden­lere mağfiret ve ibadet edenlere merhamet eder.]

Yani; habibim! Müşriklerin kibir ve gururlarına delâlet ederi sözlerini ve Kur'an'a taanlarım işittikten sonra onlara cevapta^ «Kur'an'ı şol Allahü Tealâ inzal etti ki, O Allahü Tealâ yerde göklerde olan esrarı bilir. Binaenaleyh; sizi ona muarazadan âciz kılmıştır. Siz ise erbab-ı fesahat vt belagattan olmakla beraberi Kur'an'ı iptale hırsınız son dereceye varmışken kısa bir âyetiniri bile mislini getirmekten âciz kaldınız. Şu halde Kur'an'a taan eti mekten-utanmaz mısmz ve sizin bu halinizin gazab-ı İlâhiyi câliÖ olmasından korkmaz mısınız? Şu halde tâib ve müstağfir olun, Zitra; Allahü Tealâ tevbe edenleri yarlığar ve ibadetle dergâhına ilti| ca edenleri rahmetiyle hisseyap eder» demekle onları ilzam et.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette cevabın hulâsası; Kur'­an'ın elfâzında olan fesahat beşerin icadının fevkinde olmasıyla Resulullah îcat etti yollu sözlerini reddettiği gibi Kur'an ilerde ola­cak bir takım gaipten haberleri mutazammın olduğu ve semavat ve arzda olan bir çok esrar üzere müştemil olduğu cihetle onu an­cak semavat ve arzın ve cümle âlem-i melekûtun esrarını bilen Allahü Tealâ'nın inzal ettiği ve âlem-i melekûtun esrarına vakıf olmayan beşer tarafından îcadı mümkün olamadığından kâfirlerin «Muhammed (S.A.V.) îcat etti ve evvel geçenlerin satırlarıdır» sözlerinin butlanı meydandadır. Şu, halde ey müşrikler nasıl olu­yor ki böyle vahi ve kizbi meydanda olan bir iddiaya cür'et eder­siniz ve bu sözlerinizle ukubet-i İlâhiyeden korkmaz mısınız? de­mektir. Bu sözlerinin gazab-ı İlâhiyi mucip olup lâkin merhanıet-i İlâhiye te'hirine sebeb olduğuna ve tevbe ederlerse tevbeleri kabul olunup azabtan halâs olacaklarına Cenab-ı Hakkın gafur ve rahim olduğunu beyanla işaret ve tevbeye teşvik olunmuşlardır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile gaipten haber, mesâlih-i ibadı lâyı­kıyla temşiyet ve nizam-ı âlemi tedbir üzerine müştemil olan ah­kâm gelmez, illâ her nevi malûmat üzere âlim olan zat tarafından gelebilir. Allahü Tealâ'nın cümle âlemin esrarına muttali olduğu­nu beyan etmek; Resulullah'a ve Kur'an'a taaneden kâfirlerin gizli taanlarım dahî bildiğini beyanla kâfirler tehdit olunmuştur.[5]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin «Kur'an Resulullah'm icadı yahud ev­vel geçenlerin yazdıkları yalanlardır» sözlerine cevaptan sonra üçüncü şüphelerini ve cevabını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler «ne oluyor şu risalet iddiasında bulunan kimseye ki bizim gibi yemek yiyor, çarşılarda yürüyor sonra bizim üzerimize tefevvukla risalet davasına kıyam ediyor» dediler.]

[«Keşke ona bir melek inzal olunsa da onunla beraber bizi korkutur olsaydı veya ona semadan bir hazine atılsa da ondan bol bol intifa etseydi, yahud onun için bir bahçe olsa da ondan yeseydi o zaman bizim üzerimize bir imtiyaz davasına ve benim sizden ziyade meziyetim var. Binaenaleyh; ben resulüm demeye bir hakkı olabilirdi. Bunlardan hiç birisi olmayıp bizim gibi yiyip, içip, ge­zerken risalet davasına neden kıyam ediyor ve bu cesareti nere­den alıyor?» dediler.] Ve bir kısmı bu kadarla iktifa etmediler, dediler ki;

[Müşriklerin zalimleri îman eden mü'minlere «siz ittiba et­mediniz, ancak sihrolunmuş bir recüle ittiba ettiniz» demekle Re sulullah'm sâhir olunduğunu iddiaya kadar cüret ettiler.]

[Nazar et gör ki habibim! O müşrikler senin hakkında halkı aldatmak için nasıl misaller beyan ederler, sana recül-ü meşhur «sihrolunmuş bir kimse» demeye kadar nasıl cesaret ederler.]

[Binaenaleyh; onlar senin açık yoldan çıktılar.]

nübüvvetini bilmeye vesile

[«Şu halde onlar tarik-ı hakka ve senin nübüvvetini tasdika yol bulmaya kaadir olamazlar.» Çünkü; nübüvvetin sıtkma ve has-sa-i nebiye delâlet eden delilleri terkle bir takım hayalâta ittiba edince onları terkle doğru yol bulmaları müşküldür.]

Yani; kâfirler Resulullah'a kemâl-i buğz ve şiddet-i adavetleri icabı dediler ki «şu risalet davasında bulunan zâta ne oldu ki bi­zim gibi yemek yer ve umur-u beytiyesini temşiyet için çarşılarda gezer. Şu halde bizlerden ve sair avâm-ı nastan farkı olmadığı meydanda iken bizim üzerimize tefevvukla risalet davasına kalkı­yor. Bizim üzerimize risalet davası edecek zâtın bir fazilet ve me­ziyeti olmalı değil midir? Eğer davasında sadıksa keşke onun üze­rine açıktan melek inzal olunaydı da onunla beraber bizi inzar edeydi, şüphesiz biz îman ederdik veyahud Habbısı tarafından ken­disine bir hazine atılmış olaydı da onunla intifa ettiğini göreydik risaletinde şüphemiz olmazdı. Yahud her çeşit meyvası olan bir bahçesi olaydı da kendi ondan yiye ve başkalarına da yedireydi ve bu sayede halk kendine ittiba edeydi, biz de ittiba ederdik bun­ların hiç birisi olmadığı halde onun davasına biz nasıl inanalım. Eğer davası doğru olaydı bunlardan birisi olurdu» demekle Kur'-an'a taanda ve Resulullah'm nübüvvetini inkârda İsrar ettiler ve bu kadarla iktifa etmiyerek zuafay-ı naşı îmandan menetmek için zâlimler dediler ki «sizin tabi olduğunuz Muhammed (S.A.V.) sih­rolunmuş bir kimsedir. Binaenaleyh; ittiba şayan değildir». İşte zalimler bu sözleriyle halkı iğfale çalıştılar. Cenab-ı Hak bunlara cevapta «Habibim! Nazar et bak ki, senin için nasıl misaller beyan ve nasıl sözler icad ediyorlar ve Kur'an vahiy değildir, Muhammed (S.A.V.) icat etti ve evvel geçenlerin kitaplarına yazılmış yalan­lardır. Resul olsa yanında melek olurdu yahud zengin olup herkeşte bulunmayan bir bahçesi olurdu, bizim gibi yiyip içmez ve çarşılarda gezmezdi gibi bir takım vahi misallerle akıllarını yor­dular. Dalâlet ve hayrette kaldılar, kendilerinde bulunan bir takım evsaf-ı nalâyıkayı sana isnadla haşa mecnun demeye kadar cüret ettiler, bümediler ki nübüvvet bir mevhibe-i İlâhiyedir. Cenab-ı Hak dilediği kuluna verir ve onu sairlerinden mümtaz kılar.»

Beyzâvî'nin beyanı veçhile    müşriklerin şu şüpheleri hama­katlarının derece-i nihayede olduğuna delâlet eder.    Çünkü; ru-sul-ü kiramın avam-ı nastan farkları umur-u cismaniye ve emval-i dünyeviyeyle. değil, belki ahva-li ruhaniye ve umur-u nefsaniye iledir. Binaenaleyh; emval ve evlât gibi dünya metaıyla hasıl olan meziyete itibar yoktur,    belki avam-ı nastan enbiyanın farkları; kuvve-i kutsiye ve Cenab-ı Hakkın onları nübüvvete ihtiyar edip kullarını irşadı onlara tevdi etmekledir, yoksa nübüvvet şerefinin dünya metaıyla münasebeti yoktur. Fakat ehl-i şirkin bütün him­metleri ve nazarları hemen dünyaya münhasır olduğundan her şe­refi dünya malında aramak âdetleri olduğu cihetle enbiyaya da umur-u dünya cihetinden itirazı âdet etmişlerdir. İşte bu gibi iti­razlar zaman-ı saadete mahsus olmayıp her zamanda itiraz edenler bulunacağına binaen zaman-ı saadette vâki olan itirazları Cenab-ı Hak Kur'an'da beyan ve muterizleri zemmetmiştir ki, her zaman­da itiraz edenlerin halleri onlara kıyasla kendileri ehl-i îman na­zarında mezmun olsunlar. Hatta âhirette sağlam bir itikadı olma­yan müslüman isminde ve kisvesindeki bir takım münafıklardan da bu gibi itiraza cür'et edenler vardır. Hususiyle şurada burada gezmiş tevfiksizlik her tarafını sarmış, hangi yola gideceğini şaşır­mış yabancı milletlerin çirkin âdetlerini takdir ve tahsin etmeye yeltenir, kendi dininden haberi yok, başka bir dine mâl olamamış bir takım kimseler şuradan buradan işitmiş olduğu ve nefsinin ar­zusuna muvafık bulduğu bir kaç kelimeyle âdât-ı İslâmiye ve di-yanet-i Muhammediye aleyhinde bulunmak ister. Bu gibilere Ce­nab-ı Hak tevfik versin demekten başka bir şey yoktur.   Diyanet aleyhinde bu gibi iftiralara cür'et edenlerin zâlim olduklarına işa­ret için zamir yerinde ism-i zahir olarak varid ol­muştur. Çünkü; yerinde denilse olabilirdi fakat zulümlerini tasrihle zemmolunmazlardı.

Ebussuud Efendinin beyanı veçhile son âyetin manâsı şöyle­dir : [Ya Ekrem-er Rusül! Nazar et bak ki, senin hakkında şu acip misalleri ve akıldan hariç garib isnadâtı nasıl îcat ettiler, bu mi­sallerle kendi akıllarının muhtel olduğundan sana itirazlarında ihticaca salih ve erbab-ı ukulün kabul edeceği bir delil getirmek­ten âciz ve mütehayyir olduklarını ispat etmişlerdir. Binaenaleyh; kendi sahif akıllanyle delil zanniyle getirdikleri şeylere ittiba ede­rek yoldan çıktılar ve hakka îsal edecek doğru bir yol bulmaya dahi kaadir olamadılar.] demektir. Evet! Kuvve-i vahimesine it-tiba'la yoldan çıkan kimsenin daima yolsuz kaldığı ve tarik-ı da-lâli irtikâpta İsrar ettiği ve tarik-ı hakkı kabule bir gûna yanaşa­madığı alelekser görülmektedir.[6]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin şüphelerinin ikinci cevabını beyan et­mek üzere buyuruyor.

[ Hayrı ve bereketi çok ve cümleden âli oldu ve taazzum etti sol Allahü Tealâ ki o AUahü Tealâ isterse Ya Ekrem-er Rusül! Se­nin için kâfirlerin dediklerinden daha hayırlı altından nehirler ceryan eden bağlar, bahçeler, köşkler ve saraylar halkeder ve lâ­kin nübüvvete bir medarı olmaz. Zira; çeşitli meyvayı cami' bağ­ları bulunan dünyada milyonlarca kimseler bulunur. Fakat nü­büvvet mertebesine nail olamazlar.]

Yani; habibim! Seni bir çok nimetleriyle terbiye ve nübüv­vetle taltif eden Allahü Tealâ'nın bereketi ve hayrı çok oldu. Bi­naenaleyh; dilerse senin için dünyada kâfirlerin sana «bir hazinesi olsa harcasa veya bir bahçesi olsa ondan yese» dediklerinden daha hayırlı altından nehirler akar ve pınarlar lemean eder bahçeler, saraylar ve konaklar halkeder. Çünkü; hayrı çok ve cümleden âlî olan zat bunları halketmeye kaadirdir. Fakat bunların nübüvvete medhâli yoktur.

İşte kâfirlerin Resulullah'm dünya metaına iltifat etmediğini vesile ittihaz ederek «şunlar olsaydı resul olduğunda şüphemiz kal­mazdı ve lâkin bunlara mâlik olmadığı cihetle nübüvvet davası doğru değildir.» demelerine karşı Cenab-ı Hak dilerse Resulüne onların dediklerinden daha ziyadesini vereceğini beyanla onları reddetmiş ve bu gibi' nimetleri Resulü için âhirete te'hir ettiğine işaret buyurmuştur. Çünkü âhiret nimetleri; devamlı, şerefli, safî, kederden salim ve meşakkati yoktur.

Fahri-Râzi'nin beyanına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; Resulullah'm kâfirlerin bu gibi naiâyık sözlerine mahzun olduğu bir zamanda bir melek geldi, selâm verdi «Ya Resulallah! Allahü Tealâ her şeyin anahtarlarını sana vermekle vermemek arasında seni muhayyer kıldı» deyince Resulullah'm «Rabbım bana cümle­sini âhirette cemetsin» şeklinde cevabı üzerine bu âyetin nazil ol­duğu (İbni Abbas) hazretlerinden mervidir.[7]

 

Vacip Tealâ müşriklerin şüphelt mek üzere buyuruyor.

[Belki kâfirler kıyameti inkâr ve tekzip ettiler,]

[Ve biz de kıyameti tekzip eden kimseler için şiddetli Cehen­nem ateşi hazırladık.]

Yani; belki kâfirler evhamlarına ittiba ederek kıyameti ve kıyamet üzere terettüp edecek mesûbatı, derecat-ı âliyatı, müşrik­lere mev'ut olan ukubatı ve derakât-ı haviyeyi tekzip ettiklerinden Kur'an'ı ve risaleti inkâr ederler. Çünkü; kıyameti ve âhireti tek­zip ettikten sonra kulları islâh için kitap inzal etmek ve resul gön­dermek abesten ibaret olur. Binaenaleyh; âhireti inkâr edenin kü-tüb-ü semaviyeyi ve enbiyanın nübüvvetlerini inkâr etmesi lâzım gelir. Zira; âhiret olmayınca bunlara lüzum kalmaz. Şu halde kı­yameti tekzip edenlere biz Cehennem ateşi hazırladık. Bakalım âhiret var mıdır, yok mudur? Kitapların ve resullerin dedikleri doğru mudur, değil midir? Cehenneme girince inkâr edenler bilir­ler. Yani; «Habibim! Müşriklerin senin risaletini inkâr ettiklerine taaccüp etme. Zira; onlar vukuunda şüphe olmayan kıyameti inkâr ediyorlar. Şu halde senin beyanatını ve Allah'ın sana âhirette va-adettiği şeyleri tasdik ederler mi?» demektir.

Bu âyet Cehennemin el'an mahlûk ve âsiler için hazırlandı­ğına ve müşriklerin şüpheleri bir şüphe-i ilmiye olmayıp mücerret âhireti inkârları üzerine bina kılınmış bir şüphe olduğuna dahi delâlet eder. Beyzâvî'nin beyanı veçhile alevi şiddetli olan ateştir. Yahud Cehennemin tabakalarından azabı şiddetli olan bir tabakanın ismidir ki, âhireti inkâr edenlerin o tabakada mu­azzep olacakları beyan olunmuştur.[8]

 

Vacip Tealâ kâfirler için ihzar olunan Cehennemin bas detini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Cehennem kâfirleri uzak bir mekândan gördüğünde Cehen­nem için kâfirler gılzath bir ses işitirler ve dehşetli gürültüsünü duyarlar.]

Yani; ehl-i narı Cehennem uzaktan gördüğünde kâfirler Ce­hennem için şiddetli alevler ve gazaba delâlet eden gürültüler işi­tirler ki daha içine girmeden Cehennem âsîlere gazabını ve şid­detini gösterir. Zira; gazab-ı İlâhinin mahalli olduğundan Allah'ın azameti nisbetinde gazabının azametine delâlet eden mahabetli se­dalar ve dehşetli gürültüler, korkunç ve acip haller ve Allah'ın kahrına delâlet eden alâmetler elbette mevcut olacağım beyanla Cenab-ı Hak âsîleri insafa davet etmiştir.[9]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Cehennemden uzak bulundukları za­manda görecekleri ahvali beyandan sonra Cehenneme yakın olup içine girdiklerinde görecekleri ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler Cehennemden gayet dar bir mahalle elleri ve ayak­ları bağlı oldukları halde atıldıklarında o makamda helake çağı­rırlar. Çünkü; helakten başka çağıracak bir şey bulamazlar.]

[Onlar helake çağırınca taraf-ı İlâhiden melekler vasıtasiyle onlara «yalnız bir helake çağırmayın bir çok helake çağırın» de­nilir.] Çünkü; Cehennemde helak çoktur. Meselâ saadetten mah­rum olmak, ebeden Cehennemde kalmak, enva-ı azaba duçar ol­mak, açlık ve susuzluk gibi çeşitli sefalete maruz kalmak, elleri zin­cirle boyunlarına bağlı olmak, her zaman feryad ü figan içinde bo­ğulmak, feryatlarını kimseye dinletememek ve zebaniler tarafın­dan her zaman hakarete ma'ruz kalmak Cehennemde mevcut he­lakler cümlesindendir. Binaenaleyh; onlara «yalnız bir helake ça­ğırmayın belki bir çok helake çağırın» denileceği beyan olun­muştur.

Yani; kâfirler elleri boğazlarına bağlı ve zincirlerle birbirine mukarin olarak Cehennemden gayet dar bir yere atıldıklarında orada onlar helake çağırırlar ve hüzn ü keder her taraflarını ihata ettiğinden onlar «gel ey helakimiz! Senin gelme zamanın geldi» derler. Onlar bu minval üzere helake çağırınca taraf-ı İlâhiden veya Cehennemin' zebanileri tarafından «bu gün siz yalnız bir he­lake çağırmayın belki,Cehennemde sayılmaz ve tükenmez bir çok helake çağırın» denilir ki bu söz onlar için azap üzerine azap olsun.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Resulullah'a bu âyette beyan olunan Cehennemin darlığından sual olunduğunda Resulullah'ın «duvara çivinin çakıldığı gibi ehl-i Cehennem Cehenneme .çakılır» buyurduğu mervidir. Çünkü; ehl-i Cehennem Cehenneme bilihti-yar girmezler. Binaenaleyh; zebaniler onları zoru zoruna çivi gibi Cehennem ateşine çakarlar. (İmam-i Kelbi) Cehennemin darlığını şöyle tefsir etmiştir: «Cehenneme evvel girenleri alev yukarı kal­dırır ve sonra girenleri zebaniler yukarıdan aşağı basarlar şu hal­de bu minval üzere sıkışırlar». Binaenaleyh; Cehennemde her nevi azapla muazzep oldukları gibi nefes alamaz derecede darlıkla dahi

muazzep olacakları bu âyette sarahaten beyan olunmuştur. şiddetle dar demektir.[10]

 

Vacip Tealâ âsiler için ihzar olunan azabı beyandan sonra ehl-i nara lâhik olacak hasreti ve ehl-i Cennetin zevk u sefasını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-er Rusül! Sen kâfirlere «şu sıfatı beyan olunan Cehennem mi hayırlı yoksa Cenab-ı Hak tarafından müttekilere yaadolunan Cennetülhuld mü hayırlı?» de ki, hangisi hayırlı oldu­ğunu düşünsünler ve ona göre hareket etsinler.]

[«O Cennet müttekilerin amellerine ceza ve onların varacak­ları mahal oldu.»]

[«Mûttekiler muhallet oldukları halde Cennette onlar için is­tedikleri her şey vardır» de ki, kâfirlerin hasretleri artsın.]

[Şu müttekilere vaadolunan Cennet Rabbın Tealâ tarafından bir vaaddır ki, o vaad mü'm inler tarafından istenilmiş bir matlup­tur.] Çünkü; mü'minlerin münacatlarmda her vakit Rablarından istedikleri Cennettir. Binaenaleyh bu vaadolunan Cennet; ehl-i îman tarafından daima istenilen ve sual olunan şeydir.

Yani; Ey Resul-ü Zişan! Kıyameti inkâr eden müşriklere tek­dir tarikiyle sen de ki, «şu sıfatı beyan olunan Cehennem ve onda olan azaplar ve helakler mi hayırlıdır, yoksa müttekilere taraf-ı İlâhiden vaadolunan Cennetülhult mu hayırlıdır? O Cennet ki ona girerler ve nimetleri ebedidir, asla tagayyür yoktur. O Cennet müt­tekilerin amellerine ceza ve dünyada feda ettikleri lezzet-i faniye-ye bedeldir. Ve dünyadan gittikten sonra onların varacak mahal-leridir. Maahaza mûttekiler için abedî kalıcı oldukları halde iste­dikleri nimetler mevcut asla hasret yoktur. Zira bu vaad; Rabbın Tealâ üzerine vaad-i kavi idi».

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Cehennemde asla hayır olmadığı halde "Cehennem mi hayırlı veya Cennet mi hayırlı?» demekle Cehenneme hayır isnat etmek kâfirlerin itikadlannı tezyif ve on­ları istihza ile beraber tekdir içindir, yoksa Cehennemde hayır var da Cennetin hayriyle mukayese olunsun manâsına değildir. Ayet, müttekilerin amellerine sevap vermek Allahü Tealâ üzerine vacip olmadığına delâlet eder. Zira; Cenab-ı Hak Cennetin vaadolunduğunu beyan etti. Vaadolunan şeyse vaadeden kimse üzerine tefaddul ve ihsan olunur, vacip olmaz. Eğer vacip olsa vaad denmezdi ve vaad-i İlâhinin muhakkak olup tahallüf olmayacağına binaen va­cip Tealâ bu âyette vaadinin müttekilerin amellerine ceza olacağı­nı mazi siğasiyle irat etmiştir ki, muhakkak olduğuna işaret olsun. Cennette herkesin her istediği verilecek olunca ameli az olup aşağı derecede bulunanlar, ameli çok olup yüksek derecede bulu­nanların derecelerini istiyecekleri tabiidir. Her arzu ettikleri veri­lince az amel sahipleri çok amel sahiplerine müsavi olmaz mı? Şu halde çok amelle az amel beyninde fark ne olur? Eğer her istediği verilmezse bu âyete muhalif olmaz mı? Cennete girmiş olan bir peder Cehennemde muhallet olan oğlunun halâsını istemez mi? Bu âyetin muktazâsı her istediğini verince oğlunun Cehennemden ha­lâsı muhallet olmasına münafi olmaz mı? Ve eğer halâs olmazsa arzu ettiğini vermediği cihetle bu âyete muhalif olmaz mı? gibi suâllere Fahri Râzi ve Kazfnin beyanları veçhile" cevap şöyledir: Ehl-i Cennetin edna mertebesinde bulunanlar kendi mertebelerinin lezzatı ve zevk u sefasiyle meşgul olduğundan yüksek tabakada olanların dereceleri hatırına gelmez ve onu istemez ki ednanın âlâ­ya müsavi olması lâzım gelsin, kezâlik Cennette olan bir pederin Cehennemde olan oğlu ve sair akrabası hatırına gelmez ki onun halâsını istesin. Zira Cennet; dar-ı ferah ve sürür olduğundan ke­der ve elem verecek şeyleri ehl-i Cennetin aklından Cenab-ı Hak bilkülliye izale eder ki sürurları daim olsun ve ferahlarına haleî gelmesin. Çünkü; Cennette olan bir kimsenin Cehennemde olan evlât, ecdat ve sair akrabası hatırına gelse onlar için keder etme­mek mümkün olamaz. Elbette keder edecektir, Cennet ise keder yeri değildir. Binaenaleyh; Allahü Tealâ ehl-i Cennete lütuf olmak üzere keder verecek şeyleri tamamen kalplerinden çıkarır ki ra­hatlan tam olsun. Bunun emsali dünyada çoktur: Meselâ insanın basma acınacak ve ağlanacak bir musibet gelir, bir iki gün acır, ağlar ve sonra unutur bir daha aklına gelmez. Güler oynar başka işleriyle meşgul olur. Eğer o acıyı unutmak olmasa o kimsenin iş­leri muattal olur lâkin lûtf-u Îİâhi imdadına erişir bir iki gün acı­yıp ağladıktan sonra o şeyi unutur, işine başlar, sanki o musibet ona gelmemiş gibi bir hal kesbeder. İşte Cennete giren kimsenin

Cehenneme giden evlâdı ve akrabası için arsa-i mahşerde acır ağ­larsa da ehl-i Cennet Cennete ve ehl-i Cehennem Cehenneme gir­dikten sonra Cennette olan kimsenin hatırından keder verecek şeyler tamamen zail ve zevk u sefasiyle meşgul olur. Amma ehl-i narın hasretleri artsın ve azapları ziyade olsun için ehl-i Cenneti seyr ü tamaşa ve ehl-i Cennetin sürurları ziyadelensin için ehl-i Cehennemin halini müşahede etmelerinden kendi evlâdı ve akra­bası gibi acıyacakları kimseleri görmeleri lâzım gelmez.

Bu ve bunun emsali âyetler insanların her arzularına nail ol­malarını Cennete hasrettiğinden bu dünyada insan için her eme­line nail olmak mümkün değildir. Dünyada bütün arzusunu ikmâl etmiş bir fert tasavvur olunamaz. Çünkü; bütün emelini ikmâl et­miş zannettiğin her kimi tasavvur etsen ahvaline muttali olunca bilirsin ki hasıl olmamış yüzlerce arzu ve emeli vardır, velevse o kimse hükümdar olsun.

demek mü'minler tarafından istenmiş bir vaad demektir. Çünkü; mü'minler beş vakit ibadetleri akabinde Çenab-ı Hakkın rızasını ve Cennetini istemekten hâlî kalmazlar, Allahü Tealâ da mü'minlere Cennetini ve rızasını vaadetmiş ve kullar da daima istemişlerdir.[11]

 

Vacip Tealâ âhiretin ahvalinden bazılarını beyandan sonra di­ğer bazısını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol günü ki, o günde biz, müşriklerin ibadet ettikleri putlarını hasrederiz.]

[Âbitleri ve mabutları hasredince Allahü Tealâ putlara hita­ben der ki «ey putlar benim şu kullarımı siz mi ıdlâl edip yoldan çıkardınız, yoksa onlar kendileri mi dalâleti irtikâpla yoldan çık­tılar?»]

[Cenab-ı Hakkın bu sualine cevapta mabutlar derler ki «Ya-rabbi biz seni cemi' nekaisten tenzih ederiz ki bizim için senin gay­riyi dostlar ittihaz etmek lâyık olmadı.»]

["Ve lâkin Yarabbi! Sen onlara ve babalarına nimetler verdin ve bir çok ömürlerle muammer kıldın, hatta onlar nimetine müs-tağrak olarak senin zikrini unuttular ve helake müstahak bir kavim oldular» demekle kendilerinin dalâleti irtikâp ettiklerini beyan ederler.]

Yani; Ya Ekrem-er Rusül! Allah'ın gayri mabut ittihaz eden­lere zikret şol günü ki o günde biz onları ve bâtıl mabutlarını he­sap için mahşere cemederiz, onlar mabutlariyle beraber cemolun-ca Allahü Tealâ müşrikleri tevbih, nas arasında rüsva ve tahkir etmek için mabutlara hitaben «şu şirkle me'luf olan münkiri ni­met ve zalim kullarını siz mi ıdlâl edip yoldan çıkardınız, yoksa kendileri mi yoldan çıktılar?» diye sorunca müşriklerin mabut it­tihaz ettikleri şeyler cevapta «Yarabbi! Biz seni cemi' nekaisten tenzih ederiz ki senden başka bir dost ve veli ittihaz etmek bizim için münasip olmadı. Şu halde nasıl olur ki müşrikleri idlâl ede­rek Rabbımzı terk edin de bizi veli ittihâz edin diyebiliriz? Bizim böyle bir şeye cür'etimiz olmadı velâkin Yarabbi! Sen onlara ve babalarına müsaade ettin evlât ve emval verdin, bedenlerini afi­yetle Ömürlerini uzun kıldın hatta onlar nimetlerine müstağrak olunca senin zikrini unuttular. Binaenaleyh; helak olan kavim züm­resinden oldular» demekle her nevi ithamattan nefislerini tebrie ederler.

Beyzâvî'nin ve Nimetullah Efendinin beyanları veçhile Al­lah'ın gayri müşriklerin mabutları yla murad; melâike ile Isa ve Üzeyir (A.S.) ve yıldızlarla sair putlardır. Bun­ların içinden söz söylemeye kaadir olanlar «Cenab-ı Hakkın siz mi idlâl ettiniz bunları?» Sualine cevapları lisanlarıyladır. Amma söze kaadir olamıyan putlar Cenab-ı Hakkın hayat ve tekellüme kudret vermesiyle olacağı gibi onların cevaplarının lisan-ı halle olması dahi muhtemeldir. Bu sualin bizzat Vacip Tealâ tarafından olacağına âyette delâlet vardır. Ma'butlarda kabahat olmayıp bü­tün kabahatin ibadet eden müşriklerde olduğunu bildiği halde Ce­nab-ı Hakkın suali müşrikleri tevbih ve halka onların hallerini bil-drimektir. Bu âyette tesbi'h ; vaki olan sualden taaccüp manâsını mutazammın ve Cenab-ı Hakkı şirkten tenzih ve kendi­lerinin teşbihle muttasıf olduklarım beyan etmektir. Zira; sual olunan zevat bazı Nasara'nm mabut ittihaz ettiği Hz. İsa ve bazı Yehûd'un mabut ittihaz ettiği Hz. Üzeyr ve müşriklerden bir tai­fenin mabut ittihaz ettiği melekler olduğuna nazaran bunlar ma­sum olup vazifeleri nâsı islâh ve irşat etmek ve Allah'ı takdisle teş­bih etmek olduğundan onlara şu müşrikleri «siz mi ıdlâl ettiniz?» demek; taaccübü muciptir. Zira; onlarda asla ifsat ve ıdlâl olmaz. Sual olunanlar putlar ve yıldızlar olduğuna ve onlarda cemadat kabilinden bulunduğuna nazaran ıdlâl iktidarları olmadığı halde onlara «siz mi ıdlâl ettiniz?» demek; taaccüplerini rnucib olduğun­dan teşbihe müsaraat edecekleri beyan olunmuştur.

Anifen beyan olunduğu veçhile eğer putlar tekellüm suretiyle cevap verirlerse teşbihleri de tekellüm suretiyledir ve eğer cevapları lisan-ı hâl ile olursa teşbihleri de lisan-ı hâl iledir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kâfirlerin mal ve evlât gibi ni­metleri tuğyanlarına sebeb olup başka bir kimse tarafından ıdlâl olunmadıklarını beyan için cevaplarına Cenab-ı Hakkın onlara ni­met verdiğini dercedecekleri beyan olunmuştur.

helake müstahak bir kavim oldular demektir. Zira; helak manasınadır. Likirle murad; Allah'a, Kur'an'a ve enbiyaya îmanla beraber zikrullahtır. Yani «sen onlara nimet verdin. Onlar da sana, kitabına ve şeriatına îmanı ve zikrini unuttular» demektir. Çünkü; alelekser nimetin tuğyana se­beb olduğu ve bir çok ahitlerin nimete mustağrak olunca ibadet­lerini kabahata ve taatlarıni maşiyete tebdil ettikleri görülmek­tedir.[12]

 

Vacip Tealâ müşriklerin mabutlarının söyleyecekleri sözlerini beyandan sonra o sözlerin bunları tekzip olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey kâfirler! Sizin mabutlarınız sözünüzle sizi tekzip ettiler. Binaenaleyh; Onlar sizin azabınızı defe ve size yardım etmeye kaadir olamazlar.]

[Eğer sizden bir kimse zulmederse biz ona büyük azabı tattı­rırız.]

Yani; ey müşrikler! Dünyada ibadet ettiğiniz mabutlarınız sizi kendi sözlerinizle tekzip ettiler. Çünkü; kendilerinin mabut olma­dıklarını beyanla sizin mabutlardır şeklindeki sözünüzün yalan ol­duğunu meydana koydular. Binaenaleyh; onlar hiç bir veçhile siz­den azabı defe kaadir olamadıkları gibi bizzat ve bilvasıta sizden kaldırmaya yardım da edemezler ve eğer sizden bir kimse zulme­derse biz o kimseye. Cehennemin azabından ibaret olan büyük aza­bı tattırırız. Zira zulüm; büyük cinayet olduğundan cezası olan azap da büyüktür.

Bu âyet; zulmeden her zalimin muazzep olacağına delâlet eder­se de tevbe eder ve mazlumla helâllaşırsa ve bir sebebe mebnı aff-ı İlâhiye mazhar olursa bu suretlerde azaptan müstesnadır. Za­lim zulmünün cezasını dünyada dahî görürse de. dünya azabı âhirete nisbetle ehven ve muvakkat olup müebbet olmadığından âhi-ret azabı büyük olmakla tavsif olunmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile kâfirlerin dedikleri yle murad; putlara ilâh demeleridir. Putların tekziple-r i yle murad; kendilerinin ilah olmayıp Allah'ın mahlûkları ol­duklarını beyan etmeleridir.[13]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Resulullah'a «yemek yer, çarşıda ge­zer» demekle taanettiklerine cevap vermişse de bu hâl yalnız Re­sulullah'a mahsus olmayıp cümle peygamberlerde mevcut olduğu­nu beyanla müşrikleri tekdiri mutazammın ikinci bir cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-er Rusül! Senden evvel resullerden hiç bîr resul göndermedik, illa onlar elbette yemek yerler, senin yediğin gibi ve çarşıda gezerler senin gezdiğin gibi.] Çünkü; enbiyanın avâm-ı nastan farkı zahirde görülmeyen ahval-ı maneviyededir, yoksa ah-val-i cismaniyeden ibaret olan yemekte ve çarşılarda yürümekte değildir. Binaenaleyh; ahval-i zahiriyye ve zaruriyat-ı beşeriyede enbiya-yı kiramın diğer insanlardan farkları yoktur. Şu halde za­ruriyat-ı beşeriyeyi nübüvvete mani addetmek nübüvvetin neden ibaret olduğunu bilmemekten ve hamakattan başka bir şey de­ğildir.

[Ey nas! Sizin bazınızı bazınıza, fitne ve beliyye kıldık.}

[Siz sabreder misiniz?]

Yani; sizin bazınızı bazınıza belâ ve fitne kıldık ki, o belâya sabredip etmediğinizi bilelim. Meselâ fukarayı ağniya ile müptelâ kılarız ki fakir ağniyaya bakarak haline sabredecek mi yoksa cezi' ve fezi* ederek fakrına sabırla alacağı ecirden mahrum mu ola­cak? Kezalik ağniyayı fukara ile müptelâ kılarız ki gınasına şü­kürle fukaraya merhamet ve. muavenet ederek ecir mi alacak ve-yahud istihfaf ve ihanetle gınasına şükürle alacağı ecirden mah­rum mu olacak? Kezâlik hastaları sağlam olanlarla ve eşrafı edâni ve edaniyi eşrafla buk minval üzere müptelâ kılarız. Kezâlik resul­leri ümmetleriyle müptelâ kılarız ki ümmetleri îman etmezler ada­vet ve eza ederler. Onların yüzünden çok meşakkat çekerler ve ümmetleri resullerle müptelâ kılarız ki îman edip saadet-i dâreyne nail olacakken bilâkis küfredip azab-ı ebediye duçar olurlar. Şu halde sizden her biriniz bulunduğunuz hale sabreder, sevaba nail olur musunuz yoksa sabretmeyip belâya mı giriftar olursunuz?

[Halbuki habibim! Rabbın Tealâ sabredeni ve etmiyeni bilir, görür ve cümlesinin cezasını adalet üzere tertip eder.]

Tefsir-i Hâzin ve Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile bu âyet; Kureyş'in zenginlerinden (Ebu Cehil) ve emsali gibi fukara-yı as­hapla müptelâ olanlar haklarında nazil olmuştur. Çünkü; onlardan hatırlı olanlar ve servet sahipleri fukara-yı ashabı gördüklerinde unf ü şiddet gösterip derlerdi ki «Biz İslâm olsak bu fukara güruhu bizden evvel İslâm oldukları cihetle bizim üzerimize faziletleri ve meziyetleri olacak. Binaenaleyh; biz İslâm olmayız» demekle as-habtan fukara olanları îmanlarına mani saymakla müptelâ olmuş­lardır.

Âyet-i celilenih lâfzı kaide-i külliyedir ki cümle insanların yekdiğeriyle müptelâ olduğuna delâlet eder. Zira; Nisâbûrî ve Ta-beri'de beyan olunduğu veçhile meselâ âmâ olan, «Allahü Tealâ dileseydi beni filân kimse gibi görür kılardı» ve hasta olan "Allahü Tealâ isteseydi beni filân kimse gibi sağlam kılardı» ve fakir olan "Allahü Tealâ isteseydi beni de filân gibi zengin kılardı» demekle her insan yekdiğeriyle müptelâdır. (Ebüdderda) hazretlerinin Re-sulullah'm «sultan raiyye yüzünden helak olur. Zira; adalet etmez, raiyye sultan yüzünden helak olur. Zira; yoluyla itaat etmez, şe­dit olan zayıf ve zayıf olan da şedit yüzünden helak olur» buyurup bu âyeti kıraat ettiği rivayeti de cümle insanların birbiri ile müp­telâ olduğuna delâlet eder.[14]

 

ONDOKUZUNCU CÜZ

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Resûlullah'ın risaleti hakkındaki şüphe­lerinden bazılarını beyandan sonra dördüncü bir şüphelerini beyan etmek üzere :

[Şol kimseler dediler ki, onlar âhirette bizim rızamıza veya azabımıza mülakat edeceklerini ümid etmez »keşke bizim üzerimize melekler inzal olunaydı veya biz Rabbimizi göreydik de Muhammed (S.A.) in nübüvvet da'vasında sâdık olduğuna şehadet edeydiler. Biz de iman ederdik. Melek gelmedi ve Rabbimizi de görmedik. Şu halde da Vasinin sıdkna şahid olmayınca biz nasıl îman edelim» de­mekle şüphelerini meydana koydular.]

[Zat-ı Ulûhiyetime yemin ederim ki, şu sözleri söyleyen kâfir­ler kendi nefislerinde büyüklük iddia ve hadlerini bilmeyerek pek ziyade kibir ve pek büyük bir tuğyanla tuğyan, zulümde ve tuğyan­da haddini tecavüz ettiler.] Çünkü; îmanlarını Rablerini görmeleri­ne yahud kendilerine melek nazil olmasına ta'lik ettiler. Binaena­leyh; lâyık olmadıkları mertebelere istihkak da'vasına kalkıştılar.

Yani; âhireti münkir olmalarına binaen bizim rızamıza veya azabımıza mülakatı ümid etmeyen müşrikler «Keşke bize melekler gelip şehadet etseler veya Rabbimizi açıkdan görsek de Muhammed (S.A.) in doğru söylediğine şehadet etse, biz de îman etsek» dedi­ler. Habibim! Zat-ı Ulûhiyetime yemin ederim ki bunlar nefislerin­de tekebbür ettiler. Zira; bu dünyada hâlis kullarımız için caiz ol­mayan şeyleri istemekle hadlerini tecavüz ettiler ve büyük tuğyan­da bulundular.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Utüvv ; zulümde haddini ileri geçmektir. Şu halde manâ-yı nazım: |Müş­rikler zulümde okadar ileri gittiler ki, zulmün son haddine vardı­lar] demektir. Zira; Allah'ı görmek istemeleri zulmün nihayesidir.1 Müşriklerin kibirleri kalplerinde gizli olup kendi büyüklükleri kendi i'tikatlarınca olduğuna işaret için bu âyette nefislerinde is-tikbar ettikleri beyan olunmuştur. Çünkü istihbar; büyük addetmektir. Şu halde büyük addetmekle büyük olmak lâzım gel­mez.[15]

 

Vacip Tealâ müşriklerin dünyada kendilerine melek gelmesi­ni arzu ettiklerini beyandan sonra âhirette melekleri göreceklerini ve gördüklerinde arzularının hilafı zuhur edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret Habibim! Şol günü ki o günde kâfirler melekleri gö­rürler ve o günde mücrimler için asla beşaret ve sürura delâlet eder bir şey yoktur ve onlar «Biz Cennetle tebşirattan men'olun-duk ve nar-i cahimde haps-i müebbcdlc hapsolunduk» derler.]

Yani; kâfirler dünyada görmek arzu ettikleri melekleri âhi­rette görürler fakat melekleri gördükleri günde mücrim olan müş­rikler için asla müjde olmaz. Zira; gördükleri azap melekleri olup onları Cehenneme sevkiçin geldiklerini görünce tebşirattan mah-| rum olduklarını bilemelerine binaen kemâl-i hayret ve hasretle; «Biz Cennetle tebşirattan tamamiyle men' ve Cehennemde ebeden!

hapsolunduk» demekle eseflerini izhar ederler. Şu manâ kâfirlerin sözleri olduğuna nazarandır. Amma bu söz melleklerin sözü olduğuna nazaran manâ-yı nazım şöyledir: [Habi-Ij bim! Kâfirlere zikret şol günü ki, o günde onlar melekleri görürleri ve lâkin o günde mücrimlere beşaret yoktur. Binaenaleyh; melek->j ler mücrimlere derler ki, «Sizin üzerinize beşareti mucib olanjj Cennet haram olmakla Cennetle tebşirden mahrumsunuz»] demektir. Melekler bu sözleriyle kâfirleri tahkir ederler.                    

Kâfirler kendi amellerinin kabul olunduğu zanniyle sevap! ümid ettiklerinden melekler bunları bidayeten gördüklerinde amel4 lerinden istifade edemeyeceklerini beyanla cevap verecekleri vej hiç bir tebşirata nail olamayacakları zikrolunmuştur. Çünkü; Fahri. Râzi'nin beyanı veçhile kâfirler küfürlerinde dahî kendilerini hi-n dayette zannedip sevap bekledikleri gibi mazluma muavenet, fu-£j karaya yardım etmek, atiyye vermek, sıla-i rahim ve ebeveyne ria* yet eylemek gibi sahih amellerini dahî sevap ümidiyle işlerler fafj kat küfürleri cümlesini iptal ettiğinden ümidleri heba olur. Zirâi fasit üzere bina kılman amel; elbette fasittir. Binaenaleyh; melekf leri gördüklerinde her şeyde her şeyden evvel kemâl-i ye's ü has| retlerini mucip olan şeyle cevap verileceği beyan olunmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile mücrimIerle murad; müş­rikler olduğuna nazaran onlar için hiç beşaret olmadığına^ işaret zımnında zamir mevziinde ism-i zahir olarak lâfzı varid olmuştur ki tebşirattan mahrumiyetlerine sebep; cürümleri olduğu tasrih olunsun. Çünkü; yerinde denilse manâ sahih olurdu lâkin beşarete mani' cürümleri olduğu bilinmezdi. Meleklerin mücrimlere «Sizin için beşaret yok» diyeçekleri günde ihtilâf varsa da esah olan yevm-i kıyamettir.

demektir. Yani «Sizin üzerinize müjde ve Cennet haram olmakla haram oldu.    Binaenaleyh; surur verecek .şeylerin cümlesinden mahrumsunuz» demek olur.

Bu âyet; üç hükmü havidir :                       

Birincisi; Kâfirlerin yevm-i kıyamette melekleri gö­recekleri,

ikincisi; Meleklerin mücrimlere sizin için asla sürür verecek beşaret yok diyecekleri,

Üçüncüsü; Mücrimlerin bu hali görüp biz sürür vere­cek şeylerin cümlesinden mahrumuz diyecekleridir.[16]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin beşaretten mahrum olduklarımı beyan­dan sonra amellerinden asla fayda göremeyeceklerini Sarahaten beyan etmek üzere buyuruyor,.

[Biz onların küfür hallerinde işledikleri amellerini kasdettik. Binaenaleyh; hiz o ameli yok ettik.]

Yani; kâfirler için beşaret olmadığını ve beşareti icab eden Cennetten mahrum olduklarını haber verdikten sonra onların hâl-i küfürlerinde mekârim-i ahlâk kabilinden müsafir kabul etmek, mazluma iane ve sıla-i rahim gibi amellerini kasdettik, yani o amel­lerine teveccüh ettik. Binaenaleyh; o amellerini güneşte görülen zerreler gibi faydasız kıldık ve iptal ettik.

Hebâ ; pencereden giren güneşin içinde görülen zerrelerdir. dağılmış demektir. Güneşin içinde görülen zerreleri insan ele gelecek bir şey zanniyle elini uzatır tutacağını sanarak tutamadığı gibi kâfirler de amellerini kabul olundu zanniyle sevap ümid ederek ellerini uzatırlar fakat ellerine bir şey geçmez. Çünkü; amelin kabulünün şartı olan îman olmadığından küfürleri sebebiyle amellerini iptal ettiğini ve fayda görmeyeceklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuş ve gü­neşin içindeki zerrelerin bir araya toplanmasından intifa' mümkün olmadığı gibi bunların amelleriyle intifa' edemeyeceklerine de işaret etmiştir.

Bu âyette yani «biz kasdettik» mana­sınadır. Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette kâfirlerin hâllerini hükümet reisine isyan eden kavmin haline teşbih olun­muştur. Zira; reise isyan eden kavmin isyanlarının sebebini ve kuvvetlerini her şeyden evvel reis kasdeder. Evvel emirde âsîlerin kuvvetini ve o esbabı izaleyi düşünür. Binaenaleyh; isyanın sebe­bini've kuvvetlerini kesip attıktaii sonra âsîleri tenkil ederek is­yandan eser bırakmaz ve kavmin cezasını da verir. İşte Cenab-ı Hak kâfirlerin mekârim-i ahlâk kabilinden ve güvendikleri amellerini küfürleri sebebiyle iptal ettikden sonra cezalarını vereceğini be­yan etmiştir.

[Kıyamet gününde eshab-ı Cennet nıakarr u mekân cihetin­den gayet hayırlı ve rahat cihetinden gayet güzeldir.]

Yani; Allah'a, resullerine ve kitablarma îman eden ehl-i Cen­net tekarrür edecekleri mekân cihetinden gayet hayırlı ve huriler ve gilmanlarla ülfet edip rahat edecekleri haneleri cihetinden ga­yet güzeldir. Zira; asla eza ve endişe yoktur.

Karar manâsına olup kararda uzun müddet konu­şup görüşmeyi icab ettiğinden «ehl-i Cennet karar yönünden ha­yırlı» demek "konuşup görüşme  cihetinden hayırlı» demektir. Mahall-i kaylûle demektir.  KayIûIe ; kuşluk uykusudur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Cennette uyku olmadığı cihetle bu makamda zevceler ve hurilerle halvet olup istirahat zamanı ve me­kânı gayet güzel demektir. Ehl-i Cennetin hesaptan fariğ olup Cen­nete kuşluk vakti gireceklerine işaret için varid olduğu Fahri Râzi'nin cümle-i beyanatmdandır.[17]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin melekleri göreceklerini ve amellerinin bâtıl olduğunu, ehl-i Cennetin o günde rahat; olacaklarını beyandan sonra kıyamette vaki' olacak vukuatı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol günü ki o günde bulutun sebebiyle sema şakkolur ve melekler semadan rilir.]

semadan tulûül indirilmekle indi

[O günde cümle mülk Rahman Tealâya sabittir ve onun gayri| mülk sahibi yoktur.]

[Ve o gün zaman cihetinden kâfirler üzerine gayet güç olur.]

Yani, ey Resûl-ü mükerrem! Semanın bulutla yarılıp kesretle meleklerin tenzil olunacağı günü zikret ki o günde sabit ve hak olan mülk Allah'ındır. Zira, Rahman Tealâ'nm gayri bir mülk sa­hibi yoktur. Çünkü; Allah'ın gayri mülk sahiplerinin mülkü bil-külliye zail olur ve o gün küfürleri sebebiyle kâfirler üzerine nazil olacak azaptan dolayı onlar için gayet güç ve müşkül bir gün olur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile enbiya-yı izam hazaratına me­lekler semadan kendileri için ta'yin olunan mahalden nazil olurdu. Kıyamette sema yarılınca semada olan meleklerin yer yüzüne, se­manın her tarafından nazil olacaklarına ve melâike lâfzının umum meleklere şamil olduğuna ve kıyamette ins ü cinnin muhasebeleri de arz üzerinde olacağına âyette delâlet vardır. Çünkü; melekler­den bir kısmı insanların ve cinnilerin amel defterleriyle nazil olup amel defterleri sahiplerinin ellerine verileceğinden ve diğer âyet­lerde dahî arzın deresi tepesi kalmayıp düz ve parlak bir ova şeklinde olacağını beyan; muhasebenin arz üzerinde olacağına delâlet eder. Bu arzın arsa-i mahşer olacağına, ins ü cinni ve semadan na­zil olan melekleri istiab edecek miktarda genişleyeceğine dair bazı ehadis-i nebeviye vardır. Bu âyette o günün kâfirler üzerine müş­kül olacağını beyanla mü'minler üzerine müşkül olmayacağına işa­ret olunmuştur.

Bu makamda gamam ile murad; Beyaz bir bulut ki se­manın fevkinde zuhur edeceği ye o bulutla amel defterlerini hamil olan meleklerin nazil olacağı mervidir. Yahud cümle semanın fev­kinde Cenab-ı Hakkın hdlkettiği bir bulut ki o bulutun semaya te-masiyle semanın yarılacağı mervidir ve lâfz-ı âyete muvafık olan da budur.

Hulâsa; semanın bulutla yarılacağı ve meleklerin semadan inecekleri ve o günde bilcümle mal, mülk ve hüküm Rahman Tea-lâ'ya sabit ve kâfirler üzerine o günün müşkül bir gün olacağı bu; âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[18]                  

 

Vacip Tealâ, semanın yarılacağım ve meleklerin semadan sür'-atle indirileceğini ve o günün kâfirlere müşkül olacağını beyan dan sonra o günde zalimlerin kemâl-i hasret ve nedametlerini be yan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol günü ki o günde zalim ola|ı rini ısırır.]

[O zalim der ki «Ah nolaydı Resûlullah'Ia beraber ben bir yo tutmuş olaydım.»]

[«Ey benim helakim gel bana! Keşke beni ıdlal eden filân kinseyi dost ittihaz etmemiş olaydım» demekle müfsid olan kimseyi dost ittihaz edip sözüne aldandığına nedametini izhar eder.]    Ve

sözüne şunu da ilâve eder ki :

[«Allah'a yemin ederim ki bana Kur'an, mev'iza-i Resul ve kelime-i şehadet geldikten sonra muhakkak o kimse beni ıdlâl etti ve yoldan çıkardı. Binaenaleyh; onu dost ittihaz ettiğimden neda­met gördüm.»]

[Halbuki şeytan insanı daima rüsva kılar oldu.]

Yani; ya Ekrem-er Rusül! Zikret sol günü ki o günde her rnün-kir-i zalim kemâl-i nedamet ve hasretinden ellerini ısırır ve der ki "Eyvah! Nolaydı ben mürşid-i kâmil muslıh-i âlem olan Resûlul-lah'la beraber beni dünyada hakka isal edecek ve âhirette şu gör­düğüm azaptan kurtaracak bir doğru yol tutaydım». Bu sözleriyle dünyada tutmuş olduğu yolun hata olduğuna nedametini izhar ede­rek der ki «Ey benim helakim süVatle bana gel! Ah nolaydı keşke ben filân cahil müsrifi dost ittihaz etmemiş olaydım, Allah'a ye­min ederim ki müfsid Kur'an geldikten sonra beni îmandan ve Kur'an'dan ıdlâl etti ve yoldan çıkardı»; Halbuki şeytan insanı da­ime mahcub eder ve halk nazarında rezil ve rüsva kılar.

Fahri Râzi, Taberi ve Beyzâvî'de beyan olunduğu veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir : (Ukbe b. Ebi Muayt) her seferden geldiğinde komşularına bir ziyafet verirdi. Bir seferden geldiğinde âdeti veçhile ziyafet verdi ve Resûlullah'ı davet etti. Resûlullah'la dost olduğu için Resûlullah «Ya Ukbc! Kelime-i şehadeti okuyup îman etmedikçe ekmeğini yemem» buyurdu. (Ukbe) Resûlullah'ın teklifini kabul ederek kelime-i şehadeti okur ve îman eder. Re­sûlullah da ziyafetini teşrifle yemeğini yer. (Ukbe) nin gayet sev­gili ahbabından (Ubey b. Half) Ukbe'ye- itab ederok    «Dininden çıktın» demesi üzerine Ukbe «Ben dinimden çıkmadım fakat da'vet ettiğim müsafirin ekmeğimi yemeden evimden çıkmasına utan­dım. Binaenaleyh; müsafirin hatırı için kelime-i şehadeti okudum» deyince (Ubey) «Eğer Muhammed (S.A.) in yüzüne tükrüğünü atarsan bu sözüne inanırım ve illâ inanmam» demesi üzerine (Uk­be) irtidadmı (Ubey b. Half) e isbat etmek için bu cinayeti irtikâb eder, fakat Resûlullah namazda iken üflediği tükrük kendi yüzüne avdet eder ve yüzünü ateş gibi yakar ve katlolununcaya kadar yü­zünde o yanık alâmeti bulunmuştur. (Ukbe) nin şu muamele-i mel'unanesi üzerine Resûlullah »Ya Ukbe! Sen Mekke'den çık­mazsın, illâ ben senin boynunu kılıçla vururum» dedi. Filvaki' (Ukbe) Mekke'den çıktı, Bedir'de esir oldu. Resûlullah'ın emri üzerine Hazreti Ali kılıçla boynunu vurdu ve nutk-u Resûlullah da yerini buldu ve (Ubey b. Half) dahî Resûlullah'ın bir darbesin­den müteessir olarak Mekke'ye geldi ve Mekke'de canı Cehenneme gitti. Bu sebeb-i nüzule nazaran âyette zâIimle murad; Ukbe-dir. Falan ile murâd; Übeydir. Zikirle murad; Kelime-i şehadet ve imandır. Buna nazaran manâ-y% âyet: [Zâlim olan Uk­be kemâl-i nedametinden ellerini ısırır ve der ki «keşke ben Re­sûlullah'la beraber necat verecek bir yol tutaydım ve (Übey) hai­nini dost ittihaz etmeyeydim. Zira; Allah'a yemin ederim ki, (Übey) Kelime-i Şehadeti zikirden beni ıdlâl etti» demekle neda­metini izhar eder.] demektir. Fakat bu misilli makamda i'tibar lâfzın umumuna olup sebeb-i nüzulün hususuna bakılmadığından âyet her zâlime ve günah üzerine birbirini ıdlâl eden kimselerin cümlesine şâmil olup her zâlim ve zâlime ittiba' edenler âfcirette nedametlerini izhar edeceklerdir ve bu muhavere hepsinde cere­yan edecektir. Resûlullah'ın «kişi dostunun dini üzerine olur. Bi-nanealeyh; herkesin halini, muvazenede oturup kalkıp ülfet ettiği kimselere bakarak onların halleriyle muvazene edin» buyurduğu hadis-i şerifi de bu manâyı te'yid eder.

Dünyada bir şeye son derece nedamet eden kimsenin «eyvah» diyerek elini ısırmak âdet olduğu gibi bu âdetin âhirette de cere­yan edeceğine bu âyet delâlet eder.

Hulâsa; zâlim olan kimsenin âhirette zulmüne nedamet ederek ellerini ısıracağı ve «nolaydı Resulullah'la beraber doğru yol tu-taydım» diyeceği ve «nolaydı falan kimseyi dost ittihaz etmeyey-dim» diyerek nedamet eyleyeceği ve şeytanın insanı rüsva edece­ğini beyan ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[19]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin Kur'an^-a- itirazlarından Resulullah'ın şikâyet ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Resûl-ü muazzam «Yarabbi! Benim kavmim şu Kur'an'ı met­ruk ittihaz ettiler» dedi.]

Yani; Mekkeliler in Kur'an'a şiddetle i'tirazlarmdan müteessir olarak Resulullah «Yarabbi! Benim kavmim olan müşrikler şu in­sanın saadetini kâfil olan Kur'an'ı metruk ittihaz ettiler ve ahkâ­mına asla iltifat etmediler ve şanına lâyık olmadık şeyler isnad ettiler» demekle kavminden Rabbisine şikâyet etti.

Resulullah'ın bu şikâyetinin yovm-i kıyamette olacağını beyan edenler varsa da esah olan bu şikâyet dünyada vaki' olmuştur ve âyetin lâfzı da şikâyetin dünyada vukuna delâlet ettiğinden Fahri Râzi dünyada vukuunu tercih etmiştir.

Terk olunmuş manâsına ise de burada Kur'an'ı dinlememek ve iman etmemek ve ahkâmiyle amelden i'raz etmek manasınadır ki, «Kur'an'ı okumaz ve okuyanı dinlemez» demektir. Resulullah'ın «Bir kimse Kur'an'ı Öğrenir ve mushaf-ı şerifi başı üzerine takar okumasını terkederse Kur'an kıyamet gününde o kimseden Cenab-ı Hakka şikâyet eder» buyurduğu Hz. Enes'ten mervidir. Şu halde Kur'an'ı öğrenen kimsenin tilâvetine devamı lâzım olduğuna bu hadis-i şerif delâlet ettiği gibi terketmek caiz olmadığına da bu âyet delâlet eder.[20]

 

Vacip Teaiâ Resulünün bu şikâyeti üzerine Resulünü tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sana düşman halkettiğimiz gibi her nebi için müc­rimlerden düşman halkettik. Binaenaleyh; Kureyş'in adavetine sen mahzun olma.]

[Ve Rabbin Tealâ geldi.]

Yani; Ya Ekrem-er Rusül! Senin kavminden sana düşman olanlar kitabını dinlemeyip iman etmedikleri gibi her nebi için biz günahkâr ve mücrim olanlardan düşman halkettik. Onlar ne­bilerine su-u edepte bulundular ve seriatlerine iman etmediler ve sözlerini dinlemediler. Şu halde kavmin Kur'an'ı terk ve sana ada-vet-etmeleri zatına mahsus bir hâl değildir, belki cümle enbiyanın mübtelâ olduğu ahvaldendir. Binaenaleyh; sen kavminin adavet­lerine mübalât etme. Zira; Rabbin Tealâ maksadına isal edecek yolu göstermekte ve dinine yardım etmekte ve düşmanlarmdar intikam almakta sana kâfidir, başka yardımcıya hacet yoktur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile hayrı ve şerri halkedenin, Al-lahü Tealâ olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü; âyette Allahi Tealâ her nebi için düşman halkettiğini beyan buyurmuştur. En­biyaya adavet ise küfürdür. Şu halde küfrün halikı; Allahü Tealî olduğunu beyan etmiştir. Zira; mü'min iradesini imana sarfedinct Allahü Tealâ h'ayr-ı mahz olan imanı halkettiği gibi kâfirler irade sini küfre sarfeclince şerr-i mahz olan küfrü dahi halkeder. Faka Allah'ın halkı; abdin iradesini sarf üzere terettüp ettiğinden ku mecbur olmaz ve Allahü Tealâ halketti diyerek mes'uliyetten d kurtulmaz. Zira; o küfrü, iradesini sarfla kesbeden kendisidir[21]

 

Vacip Tealâ Kur'an'a ve Resulünün nübüvvetine i'tiraz eden müşriklerin şüphelerinden beşincisini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirler «keşke Kur'an Muhammed (S.A.) üzerine Tevrat ve İncil gibi birden inzal olunsaydı biz de iman ederdik» dediler.]

[Habibim! Biz Kur'an'i iktiza ettikçe inzal ettik ki, Kur'an'Ia senin kalbini takviye edelim ve sana biz Kur'an'ı kemâl-i teenni ve tedriçle tilâvet ettik ki, el fazında sehv olmasın.]

Yani; kâfirler Resûlullah'ın nübüvvetinden ve Kur'an'm vahy-i münzel olduğundan şüphe ederek «Kur'an taraf-ı İlâhîden münzel değildir. Eğer taraf-ı İlâhîden münzel olsaydı Tevrat ve İncil gibi defaten nazil olurdu. Zira; âdet-i İlâhiye kitabı defaten inzal etmektir. Çünkü; Tevrat'ı Musa'ya ve İncil'i İsa'ya defaten inzal etti. Keşke Kur'an da-defaten inzal olunsaydı âdet-i İlâhiyeye muvafık olur biz de iman ederdik, şekkedecek bir şey kalmazdı» dediler. Ehl-i şirkin bu şüphelerini red ve ibtâl ve Resulünü tesPye etmek üzere Cenab-ı Hak «Habibim! Senin kalbini takviye ve Kur'­an'Ia tesbit etmek için Kur'an'ı iktiza ettikçe müteferrik surette âyet beâyet, sûre besûre inzal ettik ki, size hıfzı kolay ve bihasb-el iktiza inzal olunmakla sizin nübüvvetinizi te'yid ziyade olsun. Zi­ra; senin hâlin enbiya-yı sabıkanın hâline kıyas olunmaz. Çünkü; enbiya-yı sabıkanın ümmetleri okuyup yazmak bildiklerinden ve kendileri de okuyup yazdıklarından defaten kitabı kıraetle üm­metlerine ta'limde güçlük çekmezlerdi, sen okuyup yazmadığın için Kur'an'ı senin üzerine müteferrik surette inzal ettik ki, hıf­zında ve ümmetine tebliğde meşakkat cekmeyesin ve biz Kur'an'ı Cibril vasıtasiyle aheste aheste tilâvet ettik ki, hurufatına riayet olunsun ve elfazında hata olmasın».

Kur'an'ın müteferrik surette inzal olunup ta defaten inzal olunmamasındaki hikmet; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile sekizdir:

Birincisi; Resûlullah'ın ümmî olmasıdır. Çünkü; oku­yup yazmakla meşgul olmayınca defaten nüzulde ezberlemek suu-betli olacağından Vacip Tealâ Habibine Kur'an'ı telâkki kolay ol­mak ve sehv ü galattan muhafaza etmek için müteferrik surette inzal etmiştir.

İkincisi.; Defaten nüzulde ihtimamın az olmasıdır. Zi­ra; kitap her zaman yanında bulunduğundan icabında müracaat etmek üzere ezberlenmesine dikkat olunmaz. Halbuki, şeriat sahi­binin kitabının ezberinde olması elbette fazla bir meziyettir.

Üçüncüsü; Defaten nüzulde halk için amel etmek müş­kül olur. Zira; ahkâm-ı İlâhiyenin ekserisi, zaman-ı cahiliyede ül­fet ettikleri âdetlerinin hilâfına olduğundan defaten âdetlerinin küllisini terketmek elbette nâs için ağır olacağı cihetle Cenab-ı Hak kullarına merhameten tedriç suretiyle inzal etmiştir. Çünkü; müteferrik suretle gelen tekâlifi kabul hususunda halka suhulet olacağı aşikârdır.

Dördüncüsü; Bu âyette beyan olunduğu veçhile mü­teferrik surette gelmekle Resûlullah'ın kalbinin takviye olunma-sıdır. Çünkü; Cibril'i zaman zaman görmekle kalb-i Nebevileri kuvvet bulduğu gibi tahammül ettiği vahy-i İlâhîyi edâ etmekte kavi ve cesur olacağı şübhesizdir ve kavmi tarafından .ezaya sabrı da ziyade olur. Zira; ara sıra Cibiil-i Emin'i görmekle metaneti­nin artacağında şüphe yoktur, iktizay-ı hâle ve zamana göre ahkâ­mın gelmesinde ümmeti nazarında nebinin kadri artacağı ve gelen ahkâma tedricen iman etmekle ümmetin çoğalmasında elbette kuv­vetin fazla ve şeriatin intişarının kolay olacağı da şübhesizdir.

Beşincisi; müteferrik surette gelmesinde, her âyet mu'ciz olunca mecmuunun mu'ciz olacağında şüphe olmaz.

Altıncısı; Kur'an'ın vukuata göre nazil olmasında üm­metin basireti ziyade olur. Zira; ihtiyaç üzere bulunan şeyin ku-lûb-ü nâsta te'sir ve meziyyetinin ziyade olacağı şüphesizdir.

Yedincisi; Her âyet geldikçe muarızlarına müteferrik zamanlarda galebe etmesi Resûlullah'a, bütün dünya birleşseler ve muaraza etseler galebe edeceğine itmi'nan-ı kalp hâsıl olmasıdır.

Sekizincisi; Cibril-i Emin'in mansıb-ı sefaretini uzat­mak vardır. Amma Kur'an birden nazil olsaydı Kur'an'dan sonra vahiy gelmeyeceği cihetle o mansıb-ı sefarete, hitam verilmiş ola­cağından vahyin müteferrik olarak gelmesi o mansıbın uzamasına vesile olmuştur ve vahy-i İlâhînin aralıklı gelmesiyle bereket-i İlâhiyenin nazil olması rahmet-i İlâhiye cümlesinden kulların müs-tefid olduklarında şüphe yoktur.

Bu âyette Kur'an'm tecvidine ve hurufatına riayetle tertiline dikkat lâzım olduğuna işaret vardır. Çünki; tertîI , aheste aheste kemâl-i vekar ve teenni ile bir şeyi hurufatına riayetle oku-m-aktır. Cenab-ı Hakkın Cibril vasıtasiyle Habibi üzerine tertil et­tiğini beyanı; mü'minlerin Kur'an'm tecvidine ve secavendine dik­kat etmeleri vacip olduğunu beyan etmektir.[22]

 

Vacip Tealâ müşriklerin şüphelerini beyandan sonra onların her zaman irad ettikleri ihtirazlarının butlanını bildirmek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-er Rusül! Kâfirler sana hangi zamanda inad üzere Kur'an'ı iptal zu'müyle bîr misâl getirmezler, illâ biz onların ımıa-razalarını reddedecek hakka, mukarin ve enva'-ı dolâil üzere müş-temil bir misâl getiririz ki, ö misâl; beyan ve tefsir cihetinden ga­yet güzel ve maksada delâlet cihetinden gayet kuvvetli olur.] Bi­naenaleyh; her ne zaman onlar tarafından sana «şöyle olsaydı daha a'lâ olurdu» diyerek bir şey talebinde bulunurlarsa biz ondan daha a'lâ bir şeyle cevab veririz ki, daima sen galip olasın.

Hulâsa; kâfirler her ne zaman Kur'an'a i'tiraz sadedinde bir misâl getirseler Cenab-ı Hakkın, onların getirdiğinden ziyade bir misâl ile onları ilzam edeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[23]

 

Vacip Tealâ Kur'an'a i'tiraz edenler her ne suretle misâl ge­tirseler Resulüne daha a'lâsmı vereceğini ve muarızlarını ilzam edeceğini beyandan sonra Kur'an'a i'tiraz edenlerin âhirette me­kânlarım beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kur'an'a i'tiraz edenler şol kimseler ki, donlar Cehennemde H yüzleri üzerine haşrolunurlar giderler.     İşte onların varacakları mekânları gayet serdir, tarikleri gayet hata ve dalâlettir.]

Yani; Resûlullah'ın nübüvvetine ve Kur'an'a i'tiraz edenle] şol kimseler ki, onlar Cehenneme yüzleri üzerine sevkolunurlar Zira; dünyadaki kibr ü gurur ve inadlarına ceza olarak âhirettt yüzleri üzerine sürüneceklerdir. İşte onların Cehennemde yerler ateş olduğu cihetle ziyade serdir. Çünkü; dünyada gitmiş olduklar yolları küfür olduğu cihetle dalâletin en ziyadesidir. Binaenaleyh eğer ayn-i insafla nazar etseler nübüvvete ve Kur'an'a asla i'tira: etmezler fakat onlarda çeşm-i insaf yoktur ve i'tiraza cür'et ederlei

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile (Ebu Hüreyre) hazretlerinde] Resûlullah'ın «yevm-i kıyamette nâs üç sınıf üzere haşrolunur.

Birincisi;   Hayvan üzerinde binidli gider.   

İkincisi;   Yaya olarak yürür.                      

Üçüncüsü; Yüzleri üzerinde sürünür» buyurduğu mervidir. İşte bu hadis-i şerif de bir kısım âsilerin yü; leri üzerine haşrolunup Cehenneme gideceklerine delâlet ede: «Yüzleri üzerine nasıl yürürler?» denildiğinde Resûlullah'ın «ayal lan üzerine yürütmeğe kaadir olan Allahü Tealâ yüzleri üzerine d yürütmeye kaadirdir» buyurduğu mervidir. Binaenaleyh; yılanı yüzü üstüne yürüdüğü gibi bir kısım insanların yüzleri üzerine yi rüyecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[24]

 

Vacip Tealâ her nebi için düşman halkettiğini icmalen beyaı dan sonra bazılarını tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Zât-ı ulûhiyetime yemin ederim ki, muhakkak biz kullarımı­zın ahvalini ıslâha kâfi Tevrat'ı Musa (A.S.) a verdik ve Musa ile beraber biraderi Harun'u vezir yani muin kıldık.]

[Biz onlara   »bizim âyetlerimizi tekzip eden kavme gidin ta-rîk-ı hakka da'vet edin» dedik.]

[Onlar gidip davet edip kavm-i Fir'avn davetlerine icabet et­meyince biz o kavmi ihlâk eder gihicesine ihlâk ettik.]

Yani; biz her nebi için bir düşman halkettik. Ezcümle Musa için Firavun'u düşman kıldık. Çünkü; Biz Azimüşgan Musa (A.S.) a kullarımızın ahvaline kâfi ahkâmı cami' Tevrat'ı muhakkak verdik ve kullarımıza tebliğini emrettik ve Musa ile beraber biraderi Ha­run (A.S.) ı ona muîn kıldık ki, dinini terviç ve kitabını tebliğ hu­susunda biraderine yardım etsin, i'lâ-yı kelimetullahı ve din-i Mu­sa'yı neşr ü ta'mimde beraber hareket ederek yekdiğerine muave-,net etsinler ve birbirine kuvvet-üzzahr olsunlar. Binaenaleyh; biz onlara «Şol bir kavme Resul olarak gidin ki, o kavim bizim âyet­lerimizi tekzib ederek tarik-ı haktan çıktılar. Onlara risaletimizi tebliğ ve tarik-ı hakka davet edin» dedik. Musa ve biraderi Harun (A.S.) gittiler. Emrimiz vech üzere davet ettiler ve lâkin Firavun ve kavmi tarik-ı hakkı kabulden ve davete icabetten imtina', servet ve kuvvetlerine mağrur olarak istihza ve istihfaf ettiler. Binaena­leyh; biz de onları ihlâk ettik, yer yüzünde onlardan bir fert bile kalmadı cümlesi hak-i helake serildiler.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette Hazret-i Harun'un bi­raderine vezir olduğunu beyan; diğer âyette nebi olduğunu beyana münafi değildir. Zira; vezaretle nübüvvet beyninde münafat yok­tur. Çünkü; Hazret-i Harun nefsinde nebi olduğu gibi emr-i tebliğ­de biraderine muin ve zahîr olduğu cihetle onun veziridir.

Tedmit ; Acîp bir surette ihlâk etmektir. Firavun'un ve kavminin o kadar kuvvet ve şevketleri ve Benî İsrail'in   onların nazarında sinek kadar ehemmiyetleri olmadığı halde bir kuşluk vakti Firavun ve askerinin denizde garkolmasıyla Beni İsrail'in saha-i selâmete çıkıvermesi ve Firavun hükümetinin mahv ü mün­kariz olması ve âlemde eseri kalmayıp bir hayalâttan ibaret oluver-mesi cidden garip bir şey olduğuna işaret için Cenab-ı Hak onların ihlâkinden garabet manâsını müş'ir olan tedmir ile ta'bir etmiş ve Firavun gibi cebabireyi ve kuvvetine istinad ederek zulüm ve teaddiyi âdet edenleri ibrete da'vet etmiştir ki, herkes bu acîp vak'ayı daima gözü önünde tutsun ve kendinin gazab-ı İlâhîden kurtulamayacağını bilsin ve hatt-ı hareketini ona göre ta'yin etsin. ^Hulâsa; Cenab-ı Hakkın, Hazret-i Musa'ya Tevrat'ı verdiği ve biraderini kendine vezir kıldığı ve âyetlerini tekzib eden kavm-i Firavn'a gidin hakka da'vet edin dediği ve onların giderek da'vet edip da'vete icabet etmedikleri ve akibet hatır u hayale gelmedik acip bir surette ihlâk ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[25]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Musa'nın düşmanı olan Firavun'u ihlâk ettiğini beyandan sonra Hazret-i Nuh'un düşmanlarını ihlâk etti­ğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kavm-i Nuh rusül-ü kiramı tekzib ettikleri zaman biz onları tufanla garkettik ve ibret almak şanından olan nâsa biz onların helaklerini alâmet kıldık ki, onların ihlâkine nazar ederek o mi­silli cinayatı irtikâb etmekten imtina' etsinler.]

[Ve biz kavm-i Nuh gibi Resullerimizi tekzip eden zâlimler acıtıcı azabı hazırladık.]

Beyzâvî ve HâzhVin beyanları veçhile kavm-i Nuh yalnız Nuh (A.S.) ı tekzib etmişlerse de rusül-ü kiramdan birini tekzip hep­sini tekzip makamında olduğundan rusül lâfzı cemi' suretinde va-rid olmuştur. Yahud Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kavm-i Nuh nü­büvveti ve risaleti bilkülliyye inkâr eden berahime taifesinden ol­dukları cihetle resullerin küllisini tekzip ettiklerine binaen rusül lâfzı cemi' suretinde varid olmuştur. Onların resullerini tekzipleri sebebiyle helak olmalarıyla cemi'-i nâsa alâmet kılındılar ki, resu­lünü tekzip eden her kavim kendinin felah bulamayacağını bilsin ve kavm-i Nuh'tan ibret alsın. Zira resulü tekzip; bir kavmin hela­kine sebep olunca her kavmin helakine sebep olacağında şüphe yoktur. Çünkü bir hükme illet ve sebep olan şey; her yerde o hük­me illet ve sebeb olur. Binaenaleyh madem ki resulü tekzip; kavm-i Nuh'un helakine sebep oldu. Her kavmin helakine sebep olacağın­da da tereddüde mahal yoktur. Yalnız dünyada helakle ^kalmay ip âhirette de muazzeb olacakları beyan olunmuştur. Kavm-i Nuh'un küfr ü tuğyanda haddini tecavüz ettiklerini beyan için Cenab-ı Hak zâlim olduklarını tasrih ederek zulümlerini âleme ilân zım­nında zamir mevziinde ism-i zahir olarak ( t>Mill ) lâfzını irad buyurmuştur. Çünkü;. yerinde «Kavm-i Nuh için biz azabı hazırladık» denilse olabilirdi. Fakat azablarmın sebebi olan zulümleri tasrih olunmamış olurdu ve bu vesileyle cümle zalimlerin akibetlerinin azab olacağı da tasrih olun­muştur.[26]

 

Vacip Tealâ kavm-i Nuh'un dünyada gark olunduklarını ve âhirette zulümlerinden nâşi azapları hazırlandığını beyanla resu­lünü tesliye ettiği gibi Âd ve Semûd gibi ümem-i salifeden helak olanların bazılarını da beyanla resulünü tesliye etmek üzere buyuruyor.

[Biz Âd ve Semûd ve eshab-ı ressi ve bunların arasında bir çok kavimleri ihlâk ettik.]

[Ve o kavimlerden her biri için birer misâl |

[Ve onlardan her birerlerinin eczalarını azaje beyan ettik.}

Yani; kavm-i Nuh'u ihlâk ettiğimiz gibi Âd, Semûd ve Ress denilen memleket -ahalisini ve bunların arasında nebilerini tekzip eden bir çok ümmetleri ve âsi milletleri ihlâk ettik ve bunlardan her biri için bir takım acîp kıssalar ve misâller beyan ettik ki, her­kese ibret olsun ve onların helaklerinin sebeplerini anlattık ve her birerlerinin hallerine ve zamanlarına muvafık ve hikmetimize mu­tabık kavanin-i seriye vaz'ettik. Onların cümlesini tekzib ederek itaattan çıktılar. Binaenaleyh; her birinin eczalarını tefrik etmek suretiyle ihlâk ettik ki, hiç bir fert kalmadı, küre-i âlemden isim­leri silindi.                                                                              

(Eshab-ür Ress) Ress; Bir kuyudur. Beyzâvî, Ni'metullah ve Ebussuud Efendilerin beyanları veçhile bu kuyu­nun başında bulunan ahali ashab-ı mevaşiden ehl-i servet olup put­lara ibadet ettiklerinden taraf-ı İlâhîden tarik-ı tevhide da'vet için Şuayb (A.S.) onlara resul geldi, fakat iman etmediler. Cenab-ı Hak evvelâ kuyularının sularını kuruttu, sonra kendilerini zelze­leyle yere batırdı. Yahud Ress; Yemame cihetinde bir belde­nin ismidir. O karyede Semûd kavminin bakiyyesi bulunurdu. Al-lahü Tealâ onlara bir nebi gönderdi, katlettiler. Cenab-ı Hak da onları ihlâk etti. Ashab-ı Ress'in kimler olduğuna dair bir çok ri­vayet varsa da zikrine hacet görülmemiştir. Çünkü maksad; nebi­lerini tekzip edenlerin isyanları sebebiyle helak olduklarını beyan ve Kur'an'da zikrile ümmet-i Muhammedi ibret ve insafa da'vettir ve bu maksad; isyanın helake sebep olduğunu beyanla hâsıldır. Amma helak olan millet hangi millet ve ashab-ı Ress kim olursa olsun isyanları sebebiyle ashab-ı Ress'in ihlâki kafidir ve maksat da bunu beyan etmektir ki, âsi olan kimseleri intibaha da'vettir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile dağıtmak ve perişan etmek suretiyle ihlâk etmektir. Şu halde bunların her birini dağıt­mak ve perişah etmek suretiyle ihlâk ettiğini beyanla Cenab-ı Hak azaplarının şiddetine işaret etmiştir.

Vacip Tealâ meşhur milletlerin gayri, nebilerini tekziple ihlâk olunan bir çok milletler olduğuna ve onların adedini kendinden gayri bilen olmadığına işaret için kurunu mutlak zikrettiği gibi kesretle dahî tavsif etmiştir.[27]

 

Vacip Tealâ ümem-i salifenin helakini beyanla Resulünü tes-liye ettiği gibi evvel geçen milletlerin harabelerini gördükleri hal­de Kureyş milletinin ibret   almadıklarını beyanla   tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı Ulûhiyetime yemin ederim kî, Kureyş kavmi kötü yağ­murlar yani taş yağdırılan karye üzerine muhakkak geldiler.]

[Onlar o karye harabelerine nazar ederler de görmediler mi? Elbette o harabeleri gördüler ve hangi milletin harabesi olduğunu Midiler.]

[Belki kabirlerinden dirilip kalkacaklarına ümid etmezler. Binaenaleyh; o harabelerden de ibret almazlar.]

Yani; Kureyş kavmi kasvet-i kalbin ve Resulullah'a buğz u adavetin nihayesine varmışlardı. Zira; onlar Şam cihetine ticaret için senede bir kaç defa seferlerinde Lût (A.S.) m kavminin harabeleri üzerine geldiler ki, o karyeye Cenab-ı Hak taş yağdırmakla ^ onları ihlâk etmişti. Kureyş kavmi senede bir kaç defa gördükleri | halde kalplerine asla rikkat gelmediği gibi sebeb-i helaklerini ta- | harrî edip asla mütenebbih de olmadılar. Belki onlar kıyameti ve ;| kabirlerinden kalkacaklarını ümid etmezler ki, mütenebbih olsun-1 lar. Çünkü; insanın tekâlifin nıeşekkatine tahammül etmesi âhiret ft; korkusuna binaendir. Şu halde âhirete iman etmeyen bu kadar kül-f feti ihtiyar etmez.                           

Beyzâvî'nin beyanı veçhile   Karye yle murad; karye-i Sefdûm ki, Lût (A.S.) m kavminin karyesidir ile mufrad; O karye ahalisi üzerine yağan taştan yağmurdur. Kureyş kav-| minin Şam yolu üzerinde her zaman mürur u uburlarmda onların I harabelerini görüp ibret almadıklarından ta'yip olunmuşlardır. rj Çünkü; bu gibi harabelerden ibret almayan kimseler her zaman| ta'yibe şayandırlar.[28]

 

Vacip Tealâ müşriklerin resulünü tekzipte ısrarlarını ve emr-i;f nübüvvette şüphelerini ve şüphelerine cevaplarını beyandan son-;v ra yalnız tekziple iktifa etmeyip Resululiah'ı istihzaya kadar cür'etfj ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor. 

[Habibim!  O müşrikler gördüklerinde seni ittihaz etmezler,; ancak istihzaya mahal ittihaz ederler.]                                      

[Ve derler ki «»şu mudur şol kimse ki, Allahü Tealâ onu resu gönderdi?»]

[«Eğer ma'budlarımızın ibadetleri üzerine sabretmemiş olsaydik az kaldı ma'budlarımıza ibadetten bizi o rcsûl ıdlâl edecekti» demekle din-i batıllarında sebatla iftihar ederler.]

Yani; Ya £krem-er Rusül! .Müşrikler seni gördüklerinde hak­kında söz söylemezler. Ancak seni istihzaya ve istihfafa delâlet edecek sözleri söylerler ve şan-ı nebevine lâyık olmadık hakareti andırır muamele ittihaz ederek derler ki: «Şu nübüvvet da'vasında bulunan kimseyi mi Allahü Tealâ resul gönderdi. Yani resul olan ve Allah'ın risaletle gönderdiği şu mudur? Eğer biz ma'budlanmı­zm ibadetlerine sabr ü metanet etmemiş olsak ma'budlanmızm iba­detinden hemen hemen bizi elbette ıdlâl edecekti ve ıdlâl etmeye yaklaştı» demekle hem seni istihfaf hem de kendi din-i batıllarında inad ettiklerini beyanla iftihar ederler.

Vacip Tealâ küffai-ı Kureyş'in kemâl-i inad ve cehaletlerini bu âyetle beyan etmiştir. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bir kimseyi istihza; iki şeyle olur :

Birincisi; Surettir. Resulullah'm sureti ise onların suretlerinden her cihetle güzel olduğu gibi, Resulullah da suretiyle onlardan temeyyüz da'vasında bulunmadı, belki kuvve-i kudsiye ve delâil cihetinden temeyyüz da'vasında bulundu.

ikincisi; Sıfat cihetinden olur. Resulullah'm sıfatı ise mu'cize izhar etmekle nübüvjvet da'vasmda bulunmaktadır. Onlar mu'cizeye muarazadan âciz kaldılar. Acizlerin şanı ise utanmaktır, yoksa istihza değildir. Şu halde istihzaya vesile olacak bir şey ol­madığı halde istihzaya cür'et; mücerred inad ve cehalettir.

Müşrikler ma'budlarma son derece ta'zim ettiklerinden Re­sulullah'm ma'budlannın butlanını beyan için gayretini kendi zu-umlarınca ıdîâl addettikleri cihetle "Eğer biz sabretmemiş olsaydık az kaldı ıdlâl olunmaya yaklaşmıştık» dediler ve bu sözleri Re­sulullah'm onları din-i hakka da'vet etmek için çok çalıştığına de­lâlet eder.[29]

 

Vacip Tealâ müşriklerin Resulünü istihza .ettiklerini beyan­dan sonra onların mezheplerjini üç veçhile iptal ve tezyif etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler azabı gördükleri zaman mezhep cihetinden ziyade dalâlette olan kim olduğunu yakında bilirler.]

[Haber ver Habibim! Kendi hevâ ve hevesini ma'bud ittihaz eden kimseyi sen gördün mü?]

[Sen onu din-i hakka da'vette sa'y edersin de sen onun üze­rine vekil olabilir misin ve tarik-ı hakka hidayette kılabilir misin ve sen onu din-i batıldan men'edebilir misin?]

[Belki Habibim! Sen onların ekserisini işitir ve yahud işittik­lerini teakkul eder düşünür zannedersin.]

[Halbuki onlar olmadı, illâ behayim gibidirler, belki taiik ci­hetinden daha ziyade dalâlettedirler.] Zira; behayim otlayacağı mer'ayı Bilir, karnı doyacak ve menfeat göreceği yere gider ve ale-fini veren sahibini bilir ona inkiyad eder.

Yani; ya Ekrem-er Rusül! Sen onların istihzalarına mahzun olma. Zira; onlar kurtulmak mümkün olmayan azab-ı Cehennemi gördüklerinde dalâlette ziyade olan kimler olduğunu elbette bilir­ler ve o zaman dünyada yaptıkları muamelelerine nedamet ederler. Fakat fayda etmez. Onlar senin ıdlâl edeceğinden bahsederler. Halbuki kendi mezheblerinin ayn-i dalâlet olduğu meydana çıkar.

Habibim! Sen şehevat-ı nef saniyesini kendine ma'bud ittihaz eden kimseyi gördün mü? O şahs-ı leim Allah'a ibadet eder gibi nefsine ibadet edip dinini arzusuna bina ederek Halikına ibadeti terkeder-se onlar hakkı duymaz ve doğru yola gitmez ve delâil-i kat'iyyeyi görmez. Ey Resul-ü zişan! Sen onların şu hâllerini görür de nef­sini ma'bud ittihaz eden kimseler üzerine vekil olur musun ve on­ları şirkten ve seni istihzadan ve sair günahlardan men'edebilir ve onlara bekçi olabilir misin? Hiç birine kaadir olamazsın. Zira; on­lar nefislerinin kölesi olduklarından hevâ ve heveslerine tebaiy-yetten vaz geçemezler. Binaenaleyh; sen onların bu hallerine mah­zun olma. Yoksa onların ekserisini işitir ve işittiğini düşünür mü sanırsın? Onlar, ancak behayim gibidirler, belki de tuttukları yol cihetinden behayimden daha aşağıdırlar. Zira; dalâletleri behayim-den ziyadedir. Çünkü behayim; sahibine itaat eder. Bunlarsa vü-cudlarmı ve rızıklarını veren Haliklarına itaat etmezler ve nefis­lerinin arzusunu Haliklarının ibadeti üzerine tercih ederler. Binâ­enaleyh; müşriklerin halleri behayimden çok aşağıdır. Çünkü be­hayim; menfeat ve mazarratını bilir, bunlarsa asla menfeat ve ma­zarrat bilmezler. Behayim i'tikad-ı hakkı bilmezse de batılı i'tikat da etmez.

Cenab-ı Hak bu âyette nefsine tebaiyetle tarik-ı haktan çıkan­ları son derece zemmetmiştir. Çünkü; Ebussuud Efendinin beyanı veçhile lâfzında hemze teaccüb manâsını ifade eder. Zira; kâfirlerin Resulullah'a vaki' olan istihza yollu cinayetlerini beyandan sonra Resulullah'ı onların bu acip hallerinden teaccübe sevketmiş ve bu hallerini görüp teaccüb etmek vâcib menzilinde

olduğuna dahî tenbih etmiştir. de bulunan hemze istifham-ı inkârî'dir. Buna nazaran manâ-yı âyet: \Habibim! Bak bunların hallerini gör ve ondan teaccüb et. Zira sen; bunları şirk­ten men' edecek vekilleri değilsin. Çünkü; vazifen tebliğdir. Onla­rın vazifeleri; iradelerini sarfla teklifi kabul etmektir. Halbuki he­vâ ve hevesleri kabule mani'dir | demek olur.

İşte zamanımızda nevalarına tabi' olup ahkâm-ı şer'iyeyi ken­di nefislerinin arzusuna uydurmak ve şehevat-ı nef saniyelerine muvafık te'vil ile hükm-ü şer'iyi elinde oyuncak etmek isteyenler

Şde bu âyetin zem ettiği kimselerdendir. Çünkü; nefislerinin kölesi Jolmakta ve nefislerinin arzusuna muhalif olan ahkâmı kabul etme-fmekte zaman-ı saadette i'tiraz edenlerle şimdikiler beyninde fark :,-yoktur. Zira âyet; onlara nasıl şâmilse bunlara da öylece şâmildir. Fahri Râzi ve Hâzin'in   beyanlarına nazaran hevâ   ve Ihevesle murad; insanın batıl olarak  tebaiyyet ettiği şeydir. f:Hatta (Said b. Cebir) in «müşriklerden birisi taşdan nıa'mûl puta | ibadet ederken ondan daha güzel birini bulduğunda evvelkini ter-T:kederek ikinciye ibadete başlar ve bu hâl üzere bir çok ma'budlar fj değiştirir durur. Bu hâl teaccüb olunmayacak bir hamakat değil­dir. Resulullah'a ittiba' etmedikleri Resûlullah'm teklifinin hava­larına muhalif olduğundandır» buyurduğu mervidir.

Fahri Râzi, Hâzin ve Medarik'in beyanları veçhile müşriklerin üçüncü âyetteki zemmi evvelkilerden daha şiddetlidir. Zira; inat­larından hakkı işitmez ve işittiklerini de tefekkür edip düşünmez­ler.   Binaenaleyh; gaflet ve dalâlette darb-ı mesel olan bahayime teşbihten sonra bahayimden daha aşağı oldukları beyan olunmuş­tur. Şu halde bundan daha ziyade bir zem olamaz. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bunlardan bazılarının hakkı işite-I rek tefekkür edip îman ettiklerine işaret için ekserisinin işitme­di dikleri beyan olunmuştur ki bazılarının işitip hakkı kabul ettikle-*j rini beyandır.

Hulâsa; Resulullah'a «az kaldı dinimiz üzerine sabretmesey-dik bizi ıdlâl edecekti» diyenlerin Cehennem azabını gördüklerinde çok dalâlette olanın kim olduğunu bilecekleri ve müşriklerin kendi heva ve heveslerini ma'bud ittihaz ettikleri ve Resûlullah'm onla­rı şirkten men'etmeye vekil olmadığı ve ekserisi hakki işitmez, te­fekkür etmez bahayimden aşağı oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[30]

 

Vacip Tealâ haktan i'raz edenlerin cehillerini ve mezheplerinin fesadını beyan ettiği gibi saniin vücuduna ve kudretine delâlel | eden delilleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Görmedin mi ve nazar edip bakmadın mı Sânı Te­alâ'nın sun'una ve kudretine, gölgeyi nasıl uzattı? Zira; güneşin tulu' zamanı her şeyin gölgesi nekadar uzun ve nekadar lâtif olur. Ve eğer Rabbin Tealâ dilemiş olsaydı gölgeyi sakin kılar asla ha­reket ettirmezdi ve lâkin gölgenin daima bir karar üzere durma­sını dilemedi.]

[Gölgeyi uzattıktan sonra Biz Azimüşşan güneşi gölge üzerine delil kıldık. Çünkü; güneş gelmese gölge bilinmez.] Nur gelmeyin­ce karanlık bilinmediği gibi her şey zıddiyle bilinir.

[Güneş geldikten sonra Biz gölgeyi azıcık azıcık ahzeder to­parlarız ve güneş yükseldikçe gölge toplanır hatta tedricen ve ta­mamen zail olur ve sonra güneş garb cihetine dönünce gölge azar azar meydana gelir ve istediğimiz mahalle döndürürüz. İşte bun­ların cümlesi Rabbin Tealâ'nın kudretine delâlet eder açık deliller­dir.] Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette gölge yle mu-rad; Şafakla güneşin doğması arasında mevcud olan gölgedir. Onun ni'met olması; gecenin karanlığı ile gündüzün ziyası arasında bir hâl-i lâtif olmasındandır. Çünkü zulmet; tabiatin nefret ettiği bir şey olduğu gibi güneşin ziyası da gözleri kamaştırır ve harareti sıkıntı verir, Amma gölgede bunun ikisi de olmadığından gölge ah­valin cümlesinin en güzelidir. Binaenaleyh; Cennette daima gölge olacağı diğer âyetlerden beyan olunmuştur. Gölgenin âlemi ihata­sında esbab-ı âdiyenin medhali olmayıp ancak müessir; Vacib-ül

Vücudun meşiyyeti olduğuna tenbih için  cümlesi cümle-i mu'teriza olarak varid olduğu Ruhülbeyan sahibinin cümlesi beyanatındandır. Biz gölgeyi tedricen izale et­tik demektir. lâfziyle gölgeyi icad ve mahv ü izale ede­nin ancak Vacib-ül Vücud olduğuna ve güneşle zail olduktan sonra tekrar vücud bulması ve güneşi yükseltmekle gölgenin azalması ve Cenab-ı Hakkın istediği cihete döndürmesi Halikın vücuduna ve kudretine delil olup her mükellefin bu gibi delillerle Saniin vücuduna istidlal etmesi vacip olduğu bu âyetle beyan olunmuştur. Çünkü gölge; âlem cümlesinden olup hadis; tebeddül ve tegayyüre ma'ruz olduğundan elbette bir Saniin vücuduna delâlet eder. Zira; güneş gelip yer yüzünden gölge gidince bütün dünyada olan insan­lar toplansalar ve çalışsalar sabah vaktinde olan gölgenin bir zer­resini iade ve icad edemezler. Şu halde aklı olan kimseler için el­bette bunun mucidini ve müessirin kim olduğunu aramak ve eser­den müessire istidlal tarikiyle Saniin vücuduna istidlal etmek lâ­zımdır. Bu âyette hitap; zahirde her ne kadar Resûlullah'a ise de hakikatta cemi'i mükellefine raci'dir.[31]

 

Vacip Tealâ Halikın vücuduna delâlet eden delillerden ikin­ciyi zikretmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ şol zat-ı lâtiftir ki, o zat geceyi sizin için libas menzilinde ve uykuyu rahat kıldı, gündüzü de maaşınızı tahsil için dağılacağınız zaman kıldı ki, maişetinizi kesbiçin güçlük çekmeyesiniz.]

Yani Allahü Tealâ şol vahid-i hakikidir ki, kemâl-i lutfundan geceyi sizi setreden libasınız gibi kıldı ki, gece karanlığının her ta­rafınızı ihatası sebebiyle bir tarata gidemeyip rahat edesiniz ve uykuyu size ayn-ı rahat kıldı ki dimağınız ve azalarınız dinlenmek­le, ibadet ve maişetiniz hususunda lâyıkiyle çalışasınız ve gündüzü yer yüzünde intişarınıza vesile kıld: ki, her işinizi yoluyla tesviye edesiniz.

Gecenin zulmeti insanı elbise gibi setrettiğinden gece libasa teşbih olunmuştur. Amma gecenin setri; libas mertebesinde ola­madığından gece namazlarında setr-i avret için elbise lâzımdır. Zira namaz hususunda zulmet; elbise vazifesini ifa edemez.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile uyku ölüme ve uykudan uyanmak haşre bir numunedir. Zira; insan uyku ile yatağa girmek, uyanıp yataktan kalkmak; ölüp kabre girmenin ve kıyamet olup kabirden kalkmanın aynıdır. Ve bunlarla mütenebbih olmak lâzımdır. İşte şu esasa binaen Lokman hekim oğluna nasihatinde «Ey oğlum! Uyuduğun gibi uyanırsın. Kezalik öldüğün gibi kabrinden kalkar­sın» demiştir ki, uyku ile uykudan uyanmanın, ölümle haşre bir numune olduğuna işaret etmiştir.[32]

 

Vacip Tealâ Halikın vücduna diğer delili beyan etmek üzere buyuruyor.                                          

[Allahü Teaîâ şol zattır ki, yağmurun evvelinde müjdeci ola­rak rüzgârları gönderir.]

[Ve biz semâ canibinden temiz suyu inzal ederiz ki, o su se­bebiyle belde-i meyte'yi ihya ve halkettiğhniz hayvanları ve bir çok insanları sulayahm.]

Yani; Allahü Tealâ şol zat-ı eceli ü a'lâdır ki, yağmurun ev­velinde kullarını tebşir eder olduğu halde, rüzgârları göndermekle mesrur eder. Binaenaleyh; rüzgârın halkolunması ve istediği mahalle gönderilmesi Halikın vücuduna açık bir delildir ve Biz Azi-müşşan kemâl-i kudretimizle sema canibinden gayet temiz suyu ölmüş meyte menzilinde olan kurumuş beldeleri ihya etmek, hay­vanları ve çok insanları sulamak için inzal ettik ki, insanlar bu ni'metlerle vücud-u Halik'a istidlal etsinler ve bu ni'metlerin şükrünü edâ ile ecr ü mesubata nail olsunlar.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile yağmur suyu ile her nevi1 taharet caiz olduğuna işaret için mübalâğa suretinde varid ol­muştur. Çünkü ( Tahuran ) ; nefsinde suyun kendi temiz olduğu gibi gayrileri de temizler demektir.

Bu âyette rahmet suyunun iki cihetle menfeati beyan olun­muştur :

Birincisi; Yer yüzünü ihyası ve nebatatın onunla hâ­sıl olmasıdır.

İkincisi; Hayvanattan ve insanlardan ekserisinin yağ­mur suyuyla sulanmasıdır. Fakat insanın ve hayvanat-ı sairenin hayatlarına hadim olan kurumuş beldelerin nebatla ihyası olduğun­dan rahmet suyunun menfeatini beyanda ölmüş beldeyi ihyası tak­dim, insanların ve hayvanların bir kısmı nehirler ve pınarlardan sulandıkları için ekserisinin rahmet suyu ile sulandığı beyan olun­muştur. Çünkü; rahmet suyu ile idame-i hayat edenler badiyede haymenişin olan insanlar ve ıssız çöllerde vakit geçiren hayvan­lardır. Şu halde ekseriyet onların zatına nisbetledir, yoksa akar su­lardan içenlere nisbetle değildir. Zira; akar su ile teayyüş edenler daha çoktur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile temiz suyun menfaati çok ve neza-fette medhali ziyade olduğuna işaret ve insanların zahirlerini su ile temizledikleri gibi bâtınlarını da iman ve amel-i salihle temiz­lemek lâzım olduğuna tenbih için su taharetle tavsif olunmuştur ki, insan için zahir ve bâtın, maddî ve ma'nevi taharetin lüzumu­na işarettir.

Hulâsa; Cenab-ı Hak kullarını tebşir ve mesrur etmek için yağmurun evvelinde latif rüzgârlar gönderdiği ve rahmet suyunu inzalden maksat kurumuş beldeleri, otlar ve ekinlerle ihya etmek, hayvanlardan ve insanlardan çoklarını sulamak olduğu bu  âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[33]

 

Vacip Tealâ yağmurun insanlar hakkında ni'met olduğunu be­yan ettiği gibi rahmetin taksimatını ve beldelere nüzulünün key­fiyetini dahî beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i Ulûhiyetime yemin ederim ki, biz nâs beyninde ve bel­delerde muhakkak, yağmuru taksim ettik ki, onlar ni'metlerimizi tezekkür etsinler ve şükrünü yerine getirsinler.]

[Biz onları şükre da'vet edince nâsın ekserisi şükürden imti­na* ettiler, ancak küfran-ı ni'mette musir oldular.]

[Ve eğer biz istemiş olsaydık her karyede ahalisini korkutacak bir nebi gönderirdik ve lâkin umum karyelere yalnız Habibim! Seni gönderdik ki, tebliğin cümlesine şâmildir.]

[Biz bilûmum karyelere ba'sedince Habibim!    Sen kâfirlerin sözlerini dinleme ve re'ylerine itaat etme.]

[Habibim! Sen Kur'an ile onlara büyük cihadla mücahede et ve tarik-ı hakka da'vete çalış.] Zira; onlar Kur'an'a ta'nla senin hakkını iptale çalışıyorlar. Sen de onlara muhalefette ve bâtılla­rını izalede sa'yet.

Yani; ya Ekrem-er Rusül! Zatıma yemin ederim ki, biz insan­lara in'am, hâllerini ıslah ve maişetlerini tevsi1 etmek ve onların tezekkür edip ni'metlerimize şükretmeleri için onların beyinlerin­de ve beldeleri aralarında yağmuru gezdirir ve taksim ederek muh­telif zamanlarda muhtelif beldelere yağmur inzal ederiz. Hatta in­zalin keyfiyeti de birbirine muhaliftir. Zira; bazısı şiddetli, bazısı hafif, bazısı gürültülü, diğeri gürültüsüz, bazısının taneleri büyük, bazısının küçük olarak inzal ederiz ki, bu ni'metlerin kadrini bil­sinler. Hâl böyleyken nâsın ekserisi şükürden i'raz ve ancak küf­ran-ı nimetlerini tezyid ederler. Çünkü; şükürden i'raz edenler rahmetin yağmasını yıldıza nisbet ettiklerinden Halik'a şükrü terk ve Halikın gayriye nisbetle küfürlerini tezyid ederler. Eğer biz di­lemiş olsaydık her karyede ahalisini azapla korkutacak bir nebi ba'sederdik de senin üzerine emr-i risalette tahmil ettiğimiz şeyleı hafif ve tebliğ hususunda çekmiş olduğun meşakkat ehven olurdu Fakat basar-ı basiretine kuvvet vermekle umum karyelere seni re­sul gönderdik ve bu hususta rneşakkat-ı azîme tahmil ettik ki, se­nin için ihzar olunan derecat-ı sabrın sebebiyle kendine lâzım ki-lasın. Habibim! Umum karyelere seni nebi ba's edince küfür v( inatta tuğyan eden kâfirlere sen itaat ve onların arzularına uyrm ve onlarla Kur'an ve din-i İslâm, hususunda büyük cihadla müca hede et ki, sana itaat ve Kur'an'm feraiz ve vacibatını i'tikad ve ah

karniyle amele rağbet etsinler. Bu âyette Biz yağmun nâs beyninde tebdil ve tağyir ederiz demektir ki, anifen beyan olunduğu veçhile bazan bir beldeye ve bazan da o beldeden diğeı beldeye ve bazan şiddetli, bazan da şiddetini hiffete tebdil ve tağ yir ederiz demektir. Çünkü tasrif; tebdil ve tağyir ma'nâ-sınadır. Binaenaleyh; burada tebdil ve tağyire lâzım olan taksin manasınadır ki «Biz beldeler ve insanlar arasında rahmeti taksin ettik» demektir.

Fahri Râzi, Kazı, Taberi ve Hâzin'de beyan olunduğu veçhil (Ibn-i Abbas) hazretlerinden rivayet olunduğuna nazaran «Bir senenin yağmuru diğer seneden ziyade olmaz. Binaenaleyh; her se­nede yağan yağmur bir nisbettedir. Lâkin Allahü Tealâ yağmuru kulları beyninde taksim ettiğinden dilediği zaman dilediği beldeye sevk ve diğerinden men'edem dediği ve sözüne delil olarak (İbn-i Abbas) m bu âyeti okuduğu mervidir. Resulullah'm «Dünya yü­züne gece ve gündüzde yağmur yağmadık bir saat yoktur. Bina­enaleyh; her saat ve her dakika semadan yağmur ve bereket yağar, lâkin Allahü Tealâ dilediği beldeye yağdırır ve istediği kullarını mesrur eder» buyurduğu mervidir. îbn-i Mes'ud Hazretlerinin ri-vayetiyle Resûlullah «Her sene semadan yağmur, mikdar-ı muay­yen üzere nazil olur ve bir kavim isyan ederse Allahü Tealâ onla­rın yağmurunu ıssız çöllere ve başka kavme ve beldelere tahvil eder» buyurmuştur. Çünkü; yağmurun yağması muhakkak olduğu gibi, insanların intifaa isti'dad ve istihkak kesbetmeleri de şarttır. Binaenaleyh; ma'siyetle istihkaklarını kaybedince kendileri için taksim olunan bereketin başka mahalle şevkiyle intifa'dan mahrü^ miyetleri dahi muhakkaktır. Şu halde insanlar için lâzım olan; va-zife-i ubudiyette devamla emr-i İlâhîye imtisal ve lutf-ü İlâhiyi istirham ve ni'met-i Süphaniyeye istihkak kesbetmenin çaresini düşünmektir.

Bu âyette Vacip Tealâ Resulüne ta'zim etmiştir. Çünkü; «İs­temiş olsaydık her karyede bir resul ba'sederdik ve lâkin her kar­yede risalet vazifesini sana tevdi' ettik» demekle bilûmum nâsa resul olduğunu beyan etmek; şan-ı nebevilerine ta'zim ve bilcümle âlem üzerine tafdildir. Zira; bir çok kimselerin göreceği vazifeyi zat-ı Risaletpenahiye tahmil etmek elbette azamet-i şan ve celâlet-i kadrine delâlet eder. Binaenaleyh; Resulüne cihadı kebirle emret­miştir. Çünkü; her karyede bir resul ba's olunsa her resul kendi karyesi ahalisiyle mücahede edecekti. Resûlullah umuma resul olunca umumla mücahede Resulullah'm uhdesine terettüp ettiğin­den Resuiullah'm mücahedesi, mücahede-i kebiredir. Şu halde mücahede yle murad; Risaleün vazifesini edada ve halkı din-i hakka da'vet hususunda kemâl~i gayretle sa'yetmektir. Gerçi cihadla muradın mukatele olmak ihtimali varsa da bu ihtimâl uzaktır. Çünkü kıtal ile emir; hicretten sonra varid olmuştur. Bu âyet ise Mekke'de nazil olmuştur. Şu kadar ki, delâil ve hüccetler irad ederek süfeha ile mücahede edip onları ilzama çalışmak kılıç­la mücahede etmekten büyük olduğu için Resulullah'ın mücahede-sine mücahede-i kebire denmiştir.

Hulâsa; âlemin her zerresinde müessir-i hakikinin Vacip Tea­lâ olduğu gibi yağmurun her damlasında da müessirin Allahü Tea­lâ olduğu ve başka hiç bir şeyin te'siri olmadığı ve başka şeye te'-sir veren kimseye küfür lâzım geleceği bu âyetten müstefad ola­cak fevaid cümlesindendir.[34]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine   delâlet eden delil-i   aharı beyi ıek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ şol zat-ı eceli ü a'lâdir ki, iki denizi birbirine karıştırdı. O iki denizden şu gayet tatlıdır ve şu gayet acı ve tuzlu sudur.]

[Ve o iki suyun arasına bir mâni' halketti ki, biri ötekine asla tuğyan edemez derecede beyinlerini fasletti.] Zira; insanların göz­lerinin göremeyeceği bir sır halketti ki, hiç biri diğerine galebe edemez bir halde kıldı.

Yani; ey kâfirler! Rabbinizden nasıl gaflet eder ve halinizi ıslah için göndermiş olduğu Resulünün da'vetinden niçin imtina' edersiniz? Halbuki o Allahü Tealâ şol kaadir ü kayyumdur ki, iki denizi veya denize benzeyen iki büyük suyu ki, o sulardan birisi gayet tatlı, içenleri kandırır ve diğeri gayet acı ve tuzlu içilmez bir hâldedir. Bunları birbirine karıştırdı. Bununla onların arasına kudretiyle bir mâni' halketti ki, her nekadar surette karışmışlarsa da hakikatta karışmamışlardır. Zira; arada insanların görenıeyeçekleri mâni' vardır. Binaenaleyh; denizlerin suları hakikatta bir birine karışmaz hatta   yekdiğerine karşı istiaze etmek suretiyle derler veyahud ve demektir. Yani «ikisinin arasına gözlerin görmesinden memnu' bir perde halketti» demektir.

Fahri Râzi, Beyzâvî ve Ebussuud Efendinin beyanları veçhile iki denizden tatlı su ile murad; Nü, Fırat ve Tuna gibi büyük nehirler ve acı su ile murad; denizler olması ihtimali vardır. Çünkü, büyük nehirleri denizlere isal eder karış­tırır ve lâkin zahirde karışırlarsa da, bâtında onların birbirine ka-rışıp birinin eczasının o birini mahvetmesine mâni' vardır. Zira; her birinin zerreleri ayrı ayrı mevcudiyetlerini muhafaza eder ki, birinin eczası diğerine kalbolmaz.

İşte bu âyet Halikın fail-i muhtar olduğuna delâlet etler. Çün­kü; tatlılık ve acılık arzın veya suyun tabiatı icabı olsa her suyun her yerde tatlı veya acı olması lâzım gelirdi. Zira tabiat; her yer­de müsavi olduğundan onun iktizasının da müsavi olması zaruri­dir. Halbuki bazı yerde tatlı, bazı yerde acı olması Halikının fail-i muhtar olup istediğini tatlı ve istediğini acı olarak ihtiyar ettiğine delâlet eder.[35]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine de]il-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ, şol zat-ı eceli ü a'lâdır ki, nutfe gibi hakîr bir sudan beşeri halketti de, o beşeri iki kısım kıldı: Biri erkek diğeri kadındır.]

[Halbuki Habibim! Rabbin Teaîâ her şeye kaadirdir.] Zira; bir nutfeden iki nevi' insanı halketmeye kaadir olan her şeye kaa-dir olur.

Yani; Allahü Tealâ nutfe gibi hakîr bir sudan sertlik ve yu­muşaklıkta a'zalarınm her biri yekdiğerinden ayrı ve tab'an ecza­ları muhtelif insanı halketti ki, a'zasmdan yalnız bir uzvunda olan imtizacını ve eczaların yekdiğerine olan irtibatını hail ve keşfet­mekten bilcümle hükema âciz ve hayrettedirler. Ve insanı; iki kı­sım kıldı:

Birincisi; Evlâd~ı zükûrdur ki, insanın kendine nisbet olunduğundan o kısma nesep denilmiştir.

ikincisi; Nisvan cihetinden hâsıl olan karabet ve nev'-i insanın bekâsını te'min için zevçle zevce beyninde hâsıl olan ülfeti muhafaza ettiğinden kadına sıhr denilmiştir. Halbuki insa­nın her iki kısmını ayni nutfeden halketmek fail-i muhtarın vücu­duna delâlet eder. Çünkü; tabiatin iktizasiyle olsa hepsi ya erkek veya kadın olurdu. Kezalik şekillerinin de bir siyak üzere olması lâzım gelirdi. Zira; nutfenin tabiati neyse her yerde iktizasının bir olması zaruridir. Vacip Tealâ bir maddeden muhtelif a'za sahibi beşeri halka ve o beşeri birbirine muhalif iki kılmaya ve belki ba'zı zamanda bir nutfeden ve bir batından, biri erkek diğeri dişi ikisini birden halka kaadirdir.

Kayın pedere denirse de burada /cadın vasıtasiyle hâsıl olan karabet manasınadır. Şu halde âyette neseple mu­rad; Erkek ve sıhrla murad; Kadın ve onun vesilesiyle hâsıl olan karabet ve münasebettir. Binaenaleyh; «Allahü Tealâ beşeri nesep ve sıhr kıldı.» demek «erkek, kadın, zevç ve zevce kıldı» de­mektir.[36]

 

Vacip Tealâ vahdaniyetine dalâlet eden bazı delâili zikirden sonra putlara ibadetle şirkedenlerin mezheplerini ibtâl etmek üzere buyuruyor.

[Müşrikler Allah'ın gayri menfcat ve mazarrat vermeyen put­lara ibadet ederler.] 

[Ve kâfir, Rabbisinin aleyhine şeytana zahir ve muin oldu.]

[Ya Ekrem-er Rusül! Biz seni göndermedik, ancak müminleri tebşir ve kâfirleri inzar edici gönderdik.]

Yani; Allahü Tealâ'mn ulüvv-ü gani ve kemâl-i kudretiyle menfaat ve mazarratı halka kaadirken Allah'a ibadeti terkle Al­lah'ın gayri bir takım putlara ibadet ederler ki, o putlara ibadet ettikleri surette onlara menfeat ve ibadeti terkettikleri surette ma­zarrat edemezler. Çünkü; âcizlerdir. Halbuki ma'budun, julûhiye-tin levazımından olan kudret-i tamme sahibi olması lâzımdır, ve kâfir Rabbisi aleyhine şeytana muin olur. Zira Rabbisine ma'siyet; şeytana muavenettir ve Habibim! Bizim seni irsalimiz olmadı, an­cak iman edenleri Cennetle tebşir ve kâfirleri Cehennemle korkut­mak için oldu. Zira; kâfirler delâils nazar edip hakkı aramadıkla-

rından Cehenneme müstehaklardır. arka yani muin manasınadır. Binaenaleyh; Allah'a isyanla şeytana muavenet etti­ğinden Rabbisi aleyhine zahir denmiştir. «Rabbisi aleyhine» demek «Rabbisinin dini aleyhine» demektir. Çünkü; kâfirler din-i İlâhî aleyhine birbirine muavenet ederler ve din-i İlâhînin iptaline ça­lışmaktan hiç bir zaman hâlî kalmazlar.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette manâsına olması dahî muhtemeldir. Buna nazaran ma-nâ-yı nazım: [Rabbisinin gayri putlara ibadet eden kâfir Rabbisi üzerine zelil ve hakir oldu. Zira; iltifat-ı İlâhiyeden sakıt ve nazar-ı ilâhîden metruk] demektir.

Hulâsa; kâfirlerin Allah'ın gayri bir takım âciz mahlûklara, menfeat ve mazarrat şanından olmayan hakir şeylere ibadet ettik­leri ve Rabbisinin gayriye ibadetle şeytana arka ve muin oldukları ve Resulullah'ı göndermekten maksadın; iman edenleri tebşir ve küfredenleri inzar etmek olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[37]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin şirk üzdre devam ettiklerini beyanj İnra Resûlullah'm onlara karşı sözlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Resûl-ü Zişan! Sen müşriklere de ki: «Ben ahkâmı tebliğ İre tarik-ı hakkı size beyanım üzerine hiç bir ücret istemem, illâ; şol kimse ki, malını Rabbisinin rızasına sarfla Rabbisine bir yol tutmak isterse onu hayrata malını sarfetmekten men'etmem» de­rnekle ahkâmı tebliğde kendilerinden ücret istemediğini tefhim et.]

[Ve sen Ölmek şanından olmayan Hayy ve Bakî üzerine] mad et, kâfirlerin ahvaline mübalât etme.]

[Rabbin Tealâ'mn    senasına mülâbis olduğun halde cemi' nekaisten tenzih et.]

[Allahü Tealâ kullarının günahlarına haberdar olmuk tinden kâfi oldu.]

Yani; ya Ekrem-er Rusül! San kâfirlere de ki, "Ey kâfirler! Benim sizi din-i hakka da'vetim üzerine sizden ücret istemem. An­cak mahnı fisebilillâh infak edip hayrata sarfetmek isteyen kimse­yi de men'etmem. Zira iman ve ibadetle ve malını hayrata sarfla Allah'a tekarrüb için Rabbisine bir doğru yol tutmak isteyen kim­se men'olunmaz ve sizi hak yoluna sevkettiğim için bana da sevap vardır. Binaenaleyh; teklifimi kabul ve da'vetime icabet edin» de­mekle ellerinde olan mallarına dünyevî bir tama'la olmadığım be­yan et ki, bu cihetten kalpleri müsterih olsun ve asla ölüme mah­kûm olmayan, Hayy ve Bakî olan Allahü Tealâ'ya her işini tefviz­le i'timad et ve ölmek şanından olan kimselere i'timat etme. Zira; ölecek kimseye i'timad edenlerin âkibet elleri boşa çıkar ve alda­nır. Çünkü; i'timad ettiği kimse vefat edince ümidlerinin zayi' ve emeklerinin heba olacağı şüphesizdir. Sen Rabbini sena eder oldu­ğun halde cemi'-i nekaisten tenzih ve sıfât-ı kemaliyeyle tavsif et ki, sana vermiş olduğu ni'metlerin şükrünü eda etmiş olasın. Çün­kü; Rabbin Tealâ gizli ve aşikâr kullarının günahlarına muttali' olmak cihetinden kâfidir. Binaenaleyh; kâfirlerin serlerini defet­mek hususunda başka muine hacet yoktur.

Hulâsa; Resûlullah'ın şeriatını ümmetine tebliğde ücret-i mad­diye talebinde bulunmadığı ve Rabbisine doğru yol tutmak ve rıza­sına vasıl olmak için malını sarfeden kimse sarfe me'zun olup mü­dahale caiz olmadığı ve cümle umurda Hayy ve Bakî olan Allahü Tealâ'ya itimat lâzım ve Allahü Tealâ'yı sıfât-ı kemaliyeyle sena ve nekaisten tenzih etmek Vacip ve Allahü Tealâ'nın kullarının cümle günahlarından haberdar olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[38]

 

Vacip Tealâ Zatına itimatla emrettikten sonra itimada şayan olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[İtimat lâzım olan Allahü Tealâ şol Zat ki, gökleri, yeri ve bunların arasında olan mevcudatı    altı gün mikdarı bir zamanda halketti.]

[Semevâti ve arzı halkettikden sonra Rahman Tealâ arş-ı a'za üzerine istilâ ve kahr ü galebe etti.]

[Hâl böyle olunca Rahman Tealâ'nın evsafını bilen bir kims den suâl et.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile ile murad; Vacip Tea iddir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Rahman Tealâ'nın hâlini Al lahü Tealâ'dan suâl et tafsilâtını Zatından haber al] demektir. Yahud ile murad; Cibril'dir. Buna nazaran manâ-yı na­zım : [Allahü Tealâ âlem-i mükevvenatı halkeden Kaadir ü Kay-yum olup arş-i â'zam, kudreti altında mağlûp ve makhur olunca Rahman Tealâ'nın evsafını Cibril'den suâl et]  demektir. Yahud ile murad; ehl-i kitaptan bir âlimdir. Çünkü; müşrik­ler Rahman ismini (Müseylemetülkezzab) a ıtlak ettiklerinden Va­cip Tealâ'ya ıtlakını tecviz etmezlerdi. Bu gibi şeylerde müşriklerin ehl-i kitaba itimatları olduğundan Cenab-ı Hak ehl-i kitaptan bir âlime Rahman isminin esma-yı hüsna'dan olup olmadığını suâl et­mesini habibine emretti ki «ehl-i kitabın verdiği haberi müşrikler dinlesin ve seni tasdik etsinler» demektir, yoksa Resulullah bilme­diğinden ehl-i kitaba soracak manâsına değildir. Şu halde Rahman isminin Allah'ın gayriye ıtlakı caiz olmadığını bildirmek için suâl etmesini emretmiştir. Çünkü; Resulullah söylese de dinlemedikle­rinden bir ehl-i kitap âliminin Resulullah'ı tasdik etmesini duyunca onların tasdik 'etmeleri ihtimâline binaen suâl ile emrolunmuştur.

Bu âyette kahr ü galebe manasınadır. İstivanın Cenab-ı Hakka isnadında te'vil lâzım olduğuna dair tafsil selbet-tiğinden iadesine lüzum görülmemiştir.

Semevat ve arzın icadından evvel eyyam mevcud olmadığın­dan burada altı günle murad; altı günün miktarıdır. Bir anda bu âlemi halketmeye kaadirken altı gün mikdarı bir müddette halketmesi kullarına teenniyi ta'lim etmektir. Fahri Râzi'nin beyanına nazaran âlemin'icadının hitamı Cum'a gününe tesadüf ettiğinden Cum'a günü müslümanlara bayram kılınmıştır. Nasıl ki icada baş­lanılan müddetin pazardan itibar olunduğu cihetle pazar günü Na-sara'ya bayram olmuştur. «Yani hnlkolunan miktarın bidayesi haf­ta iptidasından ve hitamı hafta başına tesadüf ettiğinden günler halkolunup şu görülen intizam üzere cereyana başlayınca hitamın zamanı cum'aya tesadüf etti» demektir. Bu hususa dair tafsilât bazı ehadis-i nebeviyeyle de te'yid olunmuştur.

[Taraf-i Risaletten müşriklere «Rahman Tealâ'ya secde edin» denildiğinde müşrikler »Rahman nedir ve kimdir? Biz bilmiyoruz» dediler.]

[Müşrkiler sözlerine şunu da ilâve ettiler ve »Ya Muhammed (S.A.) senin bize secde etmekle emrettiğin şeye biz secde eder mi­yiz ve secde edelim mi?» demekle secdeden imtina' ettiler ve Re-sûlullah'ın «Secde edin» sözü onların nefretlerini ziyade etti ve îmandan uzaklaştırdı.]

Yani Resûlullah tarafından müşriklere «menfeat ve mazarrat vermeyen bir takım âciz mahlûkata ibadet etmeyin, belki Rahman Tealâ'ya secdeyle ibadet edin» denildiğinde onlar «Rahman dediğin kimdir? Biz bilmeyiz. Bilmediğimiz halde senin emrettiğin şeye secde edelim mi?» dediler ve Resûlullah'ın onlara secde emri nef­retlerini ziyade etti. Binaenaleyh; nasihat-ı Resûlullah onlara te'sir etmedi, belki aksi te'sir hâsıl etti. Halbuki emre imtisal; vazife-i ubudiyettendi.

Fahri Râzi'nin beyanına nazaran bu âyet nazil olunca Resûlul­lah (S.A.) Efendimizle beraber (Ebu Bekir), (Ömer), (Osman), (Ali), (Osman b. Maz'un) ve (Amr b. Anbase) (R.A.) Efendileri­miz de secde etmişler ve müşrikler de bir tarafa çekilip istihza ederek bırakıp gitmişlerdir. Bu âyet okunduğunda okuyana ve iş> tenlere secdenin sünnet olduğu Tefsir-i Hâzin'in cümle-i beyana tmdandır.[39]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin secdeden nefretlerini beyandan sonra Zat-ı Ulûhiyetinin secdeye lâyık olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ ibadetinden nefret etmekten çok âli ve emrin­den uzaklaşmaktan çok yüce oldu. Çünkü; Allahü Tealâ şol Eceli ü A'lâdır ki, umum mahrukatın üzerine hayrat ve berekâtı çok ol­makla beraber gökte yıldızların iskânları için burçlar halketti ve o burçların her birinde nice umur-u garibeler icad eyledi ve sema­da ziya veren güneşi ve nur veren kameri halketti. Bu kadar ce­sim ve naf i' mahlûkati halka kaadir olan Allahü Tealâ elbette kul­larının secdesine ehil ve müstehaktır.]

[O Allahü Tealâ şol Zat-ı Kaadirdir ki geceyi ve gündüzü bir­birine bedel ve halife kıldı, biri giderse yerine diğeri gelir.] Bina­enaleyh; bir kimsenin ehadühüma'da fevtettiği ameli diğerinde ka­za etmesi mümkündür. Şu halde biri diğerine bedeldir ve Cenab-ı Hak bu âlem-i mükevvenatı şu intizam üzere halketti ki, tezekkür ve teemmül etmek veya şükreylemek murad eden kimse düşünsün gece ve gündüzle sel gibi akıp gelen ni'metlere şükretsin, zama­nını boş boşuna geçirmesin ve bu vesileyle ebedi saadete nail ol­sun. Şu halde geceyi ve gündüzü şu minval üzere halketmekten maksad-ı aslî; insanların mütteiz olup düşünmeleri ve nail ocuk­ları ni'metlere şükretmeleri olduğuna bu âyet delâlet eder.

Esas manâsına nazaran yüksek saraylar ve köşk-Zerse de burada semada bulunan bir takım makamlardır ki yıldız­ların bulundukları mahalleridir. Çünkü; semada büyük yıldız ye­didir. Medarik'te beyan olunduğu veçhile şemsin ve kamerin birer makamı ve diğer beşinin ikişer makamları vardır. Şu halde yedi yıldızın oniki burcu vardır ve burçlar da şunlardır «(Hamel), (Sevr), (Cevza), (Seretan), (Esed), (Sünbüle), (Mîzan), (Akrep), (Kavs), (Cedi), (Deliv), (Hut) dur. Yıldızlara gelince (Şems), (Kamer), (Merih), (Zühre), (Utârid), (Müşteri) ve (Zuhal) dir. Bunlardan (Seretan) Kamerin, (Esed) Şemsin makamı olduğu gibi (Hamel) ile (Akreb) Merihin ve (Sevr) le (Mîzan) Zührenin ve (Cevza) ile (Sünbüle) Utâridin, (Kavs) ile (Hut) Müşterinin, (Cedi) ile (Deliv) Zühalin makamıdır.

Hilfe ; Bir şeyin diğerinin yerine gelmesidir. Binaenaleyh; gece ve gündüzden her biri gidip diğeri onun yerine geldiğinden hilfe denmiştir ki birbirinin halefi demektir. Hazret-i Ömer (R.A.)a birisi gelip «Ya Ömer! Bu gece yatsı namazı beni fevtetti» dedi­ğinde Hazret-i Ömer «Gece geçirdiğin namazı gündüz ikmâl ve kaza et. Zira; Allahü Tealâ geceyle gündüzü yekdiğerine halef kıl­dı» buyurmuştur. İbn-i Abbas Hazretleri de bu âyetin manâsında «Bir kimse gece ve gündüzden" birinde feraiz veya vacibat veyahud nıu'tad olan evrad ve ezkârından birini geçirirse diğerinde kaza eder. Zira; birisi diğerinin halefidir» buyurduğu mervidir. Velha­sıl bu âlemi şu intizam üzere halkedip gece ve gündüzden her bi­rini diğerine halife kılmakla kullarının rahat, maişet ve ibadetle­rini teshil eden Hallâkm o kulların secde ve sair ibadetlerine ehil olduğuna bu âyet delâlet eder.[40]

 

Vacip Teaîâ geceyle gündüzü şu intizam üzere halketmekten maksad-ı aslî kulların hak ve hakikat hususunda teemmül edip nail oldukları ni'metlere şükretmek olduğunu beyandan sonra şük­reden kulların evsafını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Rahman Tealâ'nın hâlis kullan şol kimseler ki onlar arz üze­rinde sükûnet, vekar ve kemâl-i tevazu' üzere yürürler. Sokakta gezerken asla kibretmezler, gayet mülayim gezerler. Hatta hiç kim­seyle münazaa etmezler.]

[Ve onlara bir takım cahiller sevmedikleri sözlerle hitap ettik­lerinde onlar o cühelaya selâmetle dua ile mukabele eder ve «size selâm olsun» derler.] Ve onların fena sizlerinden müteessir olup fenalıkla mukabele etmezler Ve intikam almak caizse de intikama da meyletmezler. Çünkü; tıynetlerinin temizliği icabı hilimle mua­mele eder ve gazaplarını hazımla kaza-yı İlâhînin cereyanına rıza ve teslimiyetle iktifa ederler. Binaenaleyh; gündüzle bunların ken­di halleri ve ebna-yı cinsleriyle muameleleri bu minval üzeredir.

[Allah'ın hâlis kulları şol kimseler ki onlar geceyle beytûtet ettiklerinde Rablerine secde ve huzur-u İlâhîde kıyamla vakit ge­çirirler. Zira; bunlar Rablerine gece ve gündüzde riyasız ibadetle kaimdirler.]

Beyzâvî, Nisâbûrî ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile ibâ-dın rahmine izafeti tahsis ve ehl-i îmana ta'zim ve şereflerine işa­ret içindir. Çünkü; kâfir, mü'min, muti' ve âsi herkes Allah'ın kul­ları oldukları halde mü'minleri seçmek mücerred onların şanlarına ta'zim içindir.

Vacip Tealâ secdeden nefret eden müşriklerin hâllerini beyan­dan sonra secdeye muhabbet eden ehl-i îmanın bu sûre'de dokuz sıfatlarını beyan etti:

Birincisi; Gündüzleri tevazu'la yürümek, bir kimseye eza etmemek, herkesle hoş geçinip münazaa etmemek ve malâyani ile iştigalle vekar ve "haysiyetine halel getirmemektir.

İkincisi; Kendilerine fena sözlerle hitab eden cahille­rin ezalarına tahammül edip selâmetle dua ve mülâyemetle muka­bele etmektir.

Üçüncüsü; Geceyle rıza-yı İlâhîyi tahsil için namaz kılmak ve secde etmektir. Diğer sıfatları bundan sonraki âyetlerde beyan olunmuştur. Şu manâ mübteda haber olduğuna nazarandır. Amma ekser müfessirinin beyanları veçhile mübteda sıfat ve haberi; sû­renin ahirinde cümlesi olduğuna nazaran manâ-yı âyet şöyledir : [Allah'ın şu sıfatlarla müttasıf olan kul­lan Cennet-i a'lâda büyük saraylarla cezalanırlar |  demektir.

Medarik'te ve Nisâbûrî'de beyan olunduğu veçhile bazı ulema bu âyetle istidlal ederek çarşıda ata binmenin caiz fakat kerahet olduğunu beyan etmişlerdir. Çünkü; ata binmek mülâyemetle yü­rümeye mübayindir. Hâlis kulların cühelaya mukabele ettikleri seIdmla murad; cahillerin şerlerinden selâmet taleb etmek <ve onların fena muamelelerinden iğmaz-ı aynedip arkasına düşme­mektir.[41]

 

Vacip Tealâ hâlis kullarının yan etmek üzere buyuruyor.

[Rahman Tealâ'nın hâlis kulları şol kimseler ki onlar Rable-rine münacatlarmda, gece ve gündüz halvetlerinde, namazları ve teheccüdleri akabinde «ey bizim Rabbimiz! Âsiler için hazırlanan azab-ı Cehennemi bizden tebdil ve tağyir et ve bizim üzerimizden onu kaldır. Zira; azab-ı Cehennem helak olup âsilere lâzım ve daim olduğundan ebedi bir zarardır. Çünkü; Cehennem karargâhın kö­tüsü ve ikamet olunacak mahallin en ziyade çirkinidir» demekle Cehennemden istiaze ederler.]

Hâlis kullar leyi ü nehar ihlâs üzere a'mâl-i salihaya sa'y ü gayretleri ve Rablerine teveccüh-ü tamlarıyla beraber Rablerinin gazap ve intikamından korkarlar. Zira; amellerine asla itimad et­mezler. Binaenaleyh; ancak lûtf-u İlâhiden istimdad eder ve derler ki «Yarabbi! Bizden azab-ı Cehennemi kaldır. Zira azab-ı Cehen­nem; ehl-i Cehennemden ayrılmaz bir şer ve tükenmez bir helak­tir. Çünkü Cehennem; mekarr u mekam yönünden gayet kötü­dür» demekle Cehennemin şerrinden Rablerine iltica ederler..

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Cehennemin âsilere mazarrat-% mahza olduğuna işaret için azabı- Cehenneme Garam denilmiştir. Çünkü garam; menfeat rayihası olmayan bir mazarrattır. Bu âyet­te müstekar ehl-i imana ve mekam kâfirlere masruftur. Zira; Ehl-i iman Cehenneme girerlerse de imanlarının mükâfatını görmek için Cehennemden halâs ve Cennete gideceklerine binaen onlar haklarında müstekar; kâfirler ebedi kalacaklarına binaen onlar haklarında mekam denilmiştir.[42]

 

Vacip Tealâ halis kullarının evsaf-ı memduhalarmdan b\ cisini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın halis kulları şol kimseler ki, onlar fukaraya intak et tiklerinde intakta haddini tecavüz ederek israf etmezler ve lüzu­mundan noksan vermekle tazyik de etmezler.]

[Ve infakta ifratla tefrit arasında adalet üzere olurlar.] Yani Rahman Tealâ'mn halis kulları şol kimseler ki, onlar muhtaç olan­lara ye nafakası vacip olan evlâd ü iyallerine infak ettiklerinde şer'an ve aklen mezmum olan israf derecesine varmaz ve haddini tevacüz etmezler ve hadd-i lâyıkından noksan da vermezler, mezmum olan ifratla tefrit arasında bir hadd-i vusta ihtiyar ve adalet üzere' inf aka dikkat ederler.

Hâzin'in beyânına nazaran bu âyet ashab-ı Resulullah'ın sıfat­larını beyan hakkında nazil olmuştur. Çünkü; onlar telezzüz ve tena'um için yemezler, belki açlığı defi' ve ibadete kuvvet gelsin için yerler ve elbiselerini hüsn ü ctmâl için giymezler, belki setr-i avret için giyerlerdi. Hazret-i Ömer'in «İnsana nefsinin her iste­diğini alıp yemek israf yönünden kâfidir» buyurduğu da bu manâyı te'yid eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette israj ; ma'siyete sarfetmek ve taktir; vacip olan zekât ve fitre gibi hakkul-lahı ve nafakası lâzım olanların nafakalarını men'etmektir. Buna nazaran manâ-yı nazım : (Allah'ın halis kulları şol kimselerdir ki, onlar mallarını ma'siyete ,sarfetmezler ve sarfı vacip olan_ mahal­lerden mallarını esirgemezler demektir.                        

Taktir; Bir şeyi lüzumundan eksik yapmak ve iyalinden lazım olan nafakayı noksan etmekle onlar üzerine güçlük ihdas et­mektir. adalet manasınadır. Adalet; iki tarafı müstakim ve müsavi olduğundan adalete kavam denilmiştir.[43]

 

Vacip Tealâ halis kulların üzere buyuruyor.

[Rahman Tcalâ'nın halis kulları şol kimseler kî, onlar Allah'la beraber başka bir ma'buda ibadet etmezler, umur ve hususlarında Allah'ın gayrı bir ma'budu çağırmazlar ve hasail-i hamidelerinden birisi de Allah'ın haram kıldığı bir nefsi katletmezler, illâ had ve kısas gibi bir hakkın teallükuyla katlederler.] Çünkü nüfus-u beşeriyeden her nefis; Allah'ın vahdaniyetini ikrara mahal olduğun­dan bünye-i insaniyeyi yıkmanın Allah'ın ta'mirini emrettiği şeyi tahrip olduğu cihetle hiç bir veçhile caiz olamaz. Ancak kısas ve-yahud harbî olmak suretiyle katline izn-i şer'î lâhik olmakla kat-lolunur. [Ve halis kullar zina da etmezler.] Çünkü zina; muhafa­zası matlûp olan nesebi zayi' ettiğinden haram olan şeylerin en kötüsüdür. Zira zina; insanların nutfesinin yekdiğerine karışmakla nesebi şüpheden vikaye için Allah'ın vaz' etmiş olduğu kanunun haricinde bir muamele olduğundan ma'siyetlerin en çirkinidir.

[Ve eğer bir kimse şu fena ef'âlden birini işlerse işlediği fiilin günahına mülâki olur ve yevm-i kıyamette onun için azap iki kat olur, hakir ve zelil olduğu halde muhalled olarak azapta kalır.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ halis kulla­rın usul-ü i'tikada riayetlerini Allah'la beraber ilâh-ı âhara,ibadet etmediklerini beyanla işaretten sonra kötülüklerin anası olan katil ve zinayı da onlardan nefyetmiştir ki, imanın kemâli bu iki ile ol­duğuna ve mev'ud olan ecr ü.mesubata nail olmak imanı muhafa­zayla beraber menhiyatı terke muhtaç olduğuna işaret etmiştir. Çünkü; bir kimse beyan olunan menhiyatı irtikâpla beraber iba­det etmekle Rahman Tealâ'nın abd-i halisi olamaz. Binaenaleyh; mü'min-i kâmil olmak için her iki ciheti cem' etmek lâzım olduğu bu âyette sarahaten beyan olunmuştur. Bu âyetlerde beyan olunan ahlâk-ı hamidenin zıddını irtikâp eden kâfirlere ta'riz vardır. Nü­fus-u insaniyenin katil suretiyle ifnası ebeden haram'olup ancak katlini mucip esbaptan birisiyle katlin mubah olduğuna işaret için hakka mukarin olarak vuku* bulan katlin müstesna olduğu beyan olunmuştur.

Esam ; Günahın cezası, yahud nefs-i gü­nah veyahud Cehennemde bir derenin ismidir. Buna nazaran ma­nâ-yı nazım: [Şu beyan olunan katil ve zina gibi günahlardan bi­rini işleyen kimse o günahın cezası olan ukubete ve Cehennemde bu günahı işleyenlere mahsus Esam ismindeki dereye mülâki olur] demektir.

Fahri Râzi'nin. beyanı veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; İbn-i Mesud hazretlerinin Resûlullah'tan hangi günahın büyük olduğu­nu suâl etmesidir. Çünkü İbn-i Mes'ud Resûlullah'a «Hangi günah büyüktür? Ya Resulallah!» deyince Resulullah «Şirketmektir» bu­yurmuştur. «Bundan sonra hangisi büyüktür?» deyince «Rızık kor­kusuna binaen evlâdını öldürmektir» buyurdu. «Bundan sonra han-higi büyüktür?» sualine cevap olarak Resulullah «Komşunun ha­remine, zina etmektir» buyurması üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Binaenaleyh; âyet-i celile Resûlullah'm kelâmını tasdik etmiştir.[44]

 

Vacip Tealâ şu günahları işleyenlerin hallerini beyandan son-,ra tevbe edenlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu günahları işleyen kimse azaba müstehak olur. illâ günah-dan tevbe ve iman eden ve amel-i salih işleyen kimselerin seyyia-tını Allahü Tealâ hasenata tebdil eder. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenleri mağfiret ve amel-i salih işleyenlere merhamet eder.]

Yani; şirk, katil ve zina gibi cinayeti irtikâp edenler hakir olarak muazzeb olurlar, illâ şol kimseler ki, işlediği günahlara ne­damet eder, Allah'ın gazabından korkar ve irtikâp ettiği günahla­rın affını Rabbisinden istirham ve şirkten vaz geçerek Allah'ın^ vahdaniyetine iman ve kalbinde olan imanını amel-i salih işlemek­le tahkik ve tesbit etti. İşte şu evsafı haiz olan kimselerin günah­larını Allahü Tealâ sevaba tebdil eder. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenlerin tevbeierini kabul ile mağfiret eder ve amellerine sevab vermekle merhamet buyurur.

Derecat-ı Cennete nail olmak için iman kâfi olmayıp amel-i salih lâzım olduğuna işaret için imandan sonra amel-i salih zikrolunmuştur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile seyyiatın hasenata tebdilinde dört cihetle tevcih vardır ;

Birincisi; Dünyada hâl-i küfürde işledikleri günahları Cenab-ı Hak hâl-i İslâm'da a'mâl-i salihaya tebdil eder. Meselâ şir­ki tevbesiyle imana ve mü'mini katli hâl-i İslâmda müşrikleri katle ve zinayı iffete tebdil eder. Buna nazaran Vacip Tealâ tâib ve müs-tağfir olan kimseyi şu a'mâl-i salihaya muvaffak kılacağını bu âyetle vaad ediyor demektir. Binaenaleyh bu âyet-i celile; kötü amellerin yerine iyi ameller geleceğini beyan etmiştir.

İkincisi; Tevbe sebebiyle günahları tamamen mahvol-duğu gibi tevbe ibadet olduğu cihetle sevap yazılır.

Üçüncüsü;    Seyyiat gider yerine sevap gelir.

Dördüncüsü; Tevbe sebebiyle ukubat gider yerine derecat gelir, demektir.

[Ve eğer bir kimse tevbe eder ve amel-i salih işlerse o kimse Allah'a rücu' eder ve tevbesi indellah makbul olduğundan tevbesi azabı giderir sevap getirir.] Bu âyette şart tevbe ve ceza da tev-bedir. Binaenaleyh; «şartla ceza ikisi bir şey olduğundan hüküm sahih olmaz» yollu i'tirâz varid olmaz. Zira şart; ma'siyet­ten rücu' manâsına tevbe olup ceza da Allah'ın dergâhına kusurunun affını istirhamla rücu' manâsına olduğundan şartla ce­zanın manâları ayrı ayrı olduğu cihetle suâl varid değildir. Bun­dan evvelki âyette tevbe; şirkten ve sair günahlardan rücû' ma­nâsına olup bu âyette tevbe; Allah'a rücu' manâsına olduğundan tevbelerin mercileri başkadır. Binaenaleyh; tekrar yoktur.[45]

 

Vacip Tealâ halis kullarının yedinci sıfatlarını beyan, üzere buyuruyor.

[Halis kullar şol kimseler ki, yalan yere şehadet etmezler ve onlar lâğviyata uğradıklarında nefislerine ikramla geçi verirler.]

Yani; Allah'ın halis kullarının ahlâk-ı hamidelerinden biri de yalan yere şehadet etmedikleri gibi batıl olan bir şey üzerine yol­lan tesadüf ettiğinde de ona iltifat etmeksizin geçmekle nefislerine ikram ederler. Çünkü; batıl üzere hazır olmak aynı ma'siyet oldu­ğundan ona iltifat etmeden geçip giden kimse kendini ma'siyetten muhafaza ettiği cihetle nefsine ikram etmiş olur.

Hâzin'de beyan olunduğu veçhile yalan yere şehadet eden kimseye.Hz. Ömer'in kırk değnek vurarak yüzünü karalayıp çar­şıda gezdirdiği mervidir. Çünkü; şehadetiyle gayrin hakkını ibtâl edip ihkak-ı hakka yegâne medar olan şehadeti ihlâl etmek a'zam-ı cinayettir. Zûr ile murad; Yalan ve yalanın mevkiidir. Buna nazaran manâ-yı nazım : | Mü'min-i kâmiller yalan söylemez ve yalan mevkiine hazır olmazlar] demektir. Lâğivle murad; faydasız her şeydir. Binaenaleyh; insanın dünya ve âhiretine fay­da vermeyecek oyun mahallerinin hepsi bu âyette dahildir. Çün­kü; faydasız ve beyhude vakit geçireceği mahalle hazır olmak in­sanı avare ve muattal kıldığı gibi defter-i a'maline bir takım sey-yiat dahi yazılacağı cihetle bu gibi mahallere iltifat etmeyen kim­seleri Cenab-ı Hak mü'min-i kâmil adâdından ma'dud kılmakla se­na buyurmuştur ki, bunun aksini iltizam eden indellah elbette mez-mumdur. Şu halde lâğviyat; terki vacip olan oyunlara, fahiş söz­lere ve galiz lisanlara şamildir.[46]

 

Vacip Tealâ mü'min-i kâmillerin sekizinci sıfatlarını beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Mü'min-i kâmiller şol kimseler ki, Rablerinin âyetleriyle va'z olunduklarında o âyetler üzerine kulakları kapalı ve gözleri örtülü oldukları halde kapanmazlar, belki onlar âyat-ı İlâhiyeyi işittiklerinde gözleri ve kulakları açık oldukları halde kemâl-i te« vazu'la yüzleri üzerine secdeye kapanırlar ve o âyetlerde olan emir ve nehiyleri, darb-ı meselleri dinler ve açık gözleriyle kudret-i İlâhiyeye delâlet eden âyetleri görür ondan ibret alırlar.] İşte bu âdette Allah'ın azametine delâlet eden âyetlerden göz yumanlara ta'riz vardır.[47]                                               

 

Vacip Tealâ ınü'minlerin ahlâk-ı hamidesinden dokuzuncuyu beyan etmek üzere buyuruyor

[Mü'min-i kâmiller şol kimseler ki, dualarında yalnız kendi nefisleriyle iktifa etmezler, belki evlâd ü iyallerinin kendileriyle beraber umur-u dinde salâhlarını ve ileri gitmelerim isteyerek derler ki «Ey bizim Rabbimiz! Sen bizim için sürür verecek ve göz­lerimizi dinlendirip nurlandıracak zevceler ve zürriyetler ver ki, onların salâh-ı hallerini ve şeriatına tamamiyle yapıştıklarını gör­mekle gözlerimiz dinlensin» diyerek Cenab-ı Hakka münacatta bu­lunurlar.] Çünkü; mü'min için evlâd ü iyalinin Allah'a muti' ve umur-u dinde salâhlarını görmekten daha ziyade rahat eçlip mes­rur olacağı bir şey olamaz. Zira; evlâd ü iyalin salâhı, Cennette beraber olacaklarına delil olduğundan elbette evlâd ve etbaının salâhının kalben istirahatini mucip olacağı şüphesizdir. Ve duala­rına şunu da ilâve ederler: (Yarabbi! Bizim evlâd ü iyalimizi muti' kıldığın gibi bizi haram olan şeylerden ictinab edip azabından kor­kan müttekilere mukteda bih kıl ki, biz onları irşada muvaffak ola­lım) demekle münacatlarına hitam verirler. Bu âyette umur-u dinde riyaset istemenin caiz olduğuna delâlet vardır. Çünkü; ehl-i imanın şu minval üzere dualarını Cenab-ı Hakkın evsaf-ı memdu-hadan addettiği gibi umur-u dinde riyaset talebi İbrahim (A.S.) dan dahi vâki' olduğu diğer âyette musarrahtır.[48]

 

Vacip Tealâ mü'minlerin evsafını beyandan sonra bu sıfatları haiz olan mü'minlerih nail olacakları dereceleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şu sıfatlarla müttasıf olan mü'minler müşrikler tarafından gördükleri ezaya ve fakr u faka ile beraber mücabedenin şiddetine sabırları sebebiyle Cennetin en yüksek tabakalarıyla cezalanırlar ve onlar ebeden Cennette ve yüksek derecelerinde kalıcı oldukları halde Rablerinden melekler vasıtasiyle merhabalara, hediyyelere ve selâma kavuşurlar ve ta'zimat-ı İlâhiyeyle taltif olunurlar.]

[Zira; Cennet, mü'minlere güzel karargâh ve mahall-i ikamet

oldu.] Çünkü; hastalık, fakr u.zaruret ve Ölüm gibi şeyler olmadı­ğından daima rahatlardır. Binaenaleyh; ehl-i Cennetin cemi'-i afattan salim olacaklarına işaret için Vacip Tealâ selâm ihda ve hediyyeyle taltif edeceğini ve Cennetin en yüksek tabakalarında olacaklarını beyanla kullarını şu sıfatları kesbetmeye terğib et­miştir.[49]

 

Vacip Tealâ, kullarının ibadetlerine ihtiyacı olmadığım ve kul­larına ibadetle emrin onların menfeatleri için olduğunu ve kâfirle­rin cezaları elbette lâzım geldiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Habibim! Sen kâfirlere de ki, «Eğer sizin ibadetiniz olmamış olsaydı, benim Rabbim size mübalât etmezdi. Zira; sizin varlığınız ve yokluğunuz indallah müsavidir. Şu halde sizin kaderiniz ancak iman ve ibadetinizledir. Siz ise Allah'ı ve Resulünü ve kitabını tekzip ettiniz. Binaenaleyh; bu tekzibinizin cezasını yakında görür­sünüz ve elbette bu ceza size lâzım olur.»]

Yani; «Benim Rabbim sizi İslama ve imana da'vet etmemiş olsaydı sizi icadda ne işleyecekti ve işlenecek ne gibi şey olurdu. Zira; sizin i'tibarınız imanla ve imana da'vetledir. Çünkü; insanın şerefi, Allah'a ma'rifet ve imanladır. Binaenaleyh; ma'rifeti olma­yan insanın sair hayvanattan farkı yoktur. Şu halde insanın halk olunmasındaki hikmet; imana da'vet olunmasıdır» demekle nasi-hatta bulun. Yahud manâ-yı âyet: [Sizin şirkiniz olmamış olsaydı Allahü Tealâ sizin azabınızı ne edecekti ve sizin azabınızdan Al­lah'a bir fayda mı var? Ve lâkin tekzip ettiniz. Tekzibinizin azabı elbette size lâzım olur. Yani sizi imana da'vet maksadı olmasaydı sizi halketmekte faide ne olurdu?] demektir.[50]

 

 



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3781-3782

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3782-3784

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3784-3786

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3786-3788

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3788-3789

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3790-3793

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3793-3794

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3794-3795

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3795-3796

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3796-3797

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3797-3800

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3800-3803

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3803-3804

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3804-3806

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3817-3818

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3818-3820

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3820-3821

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3822-3823

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3823-3826

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3826

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3827

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3828-3830

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3830

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3830-3831

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3831-3833

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3833-3834

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3834-3836

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3836-3837

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3837-3838

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3838-3841

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3841-3843

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3843-3844

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3844-3846

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3846-3849

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3849-3850

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3850-3851

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3851-3853

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3853-3854

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3854-3857

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3857-3858

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3858-3861

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3861-3862

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3862-3864

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3864-3865

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3865-3866

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3866-3867

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3867-3868

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3868

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3868-3869

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3869