Mekke-i Mükerremede
nazil olan sûrelerdendir. Doksanüç veya DoksandÖrt âyeti eâmi'dir.
Bazı sûrelerin
evvellerinde olan hurufatın te'vilini tecviz eden Halef mezhebine göre Esma-i
İlâhiyeden bir isimdir ve yemindir. Buna nazaran manâ-yı nazım : | İsmine yemin
ederim ki şu tilâvet olunan âyetler Kur'an'm ve Kitab-ı mübinin âyetleridir |
demek olur. Yahud Ni'metullab Efendinin te'viline nazaran Resûlullah'ın
talebine ve Saadet ve Siya-dete işaret ve münadidir. Buna göre manâ-yı nazım :
[Ey saadet-i ebediyeye ve siyadet-i sermediyeye talip olan Resulüm! Sana nida eder
ve derim ki, şu tilâvet olunan âyetler Kur'an'm ve Kitab-ı Mübinin âyetleridir)
demek olur.
Ruhûlbeyan'da
zikrolunduğu veçhile Kur'an'a elsine-i nâsta kıraat olunduğu için Kur'an ve
kalemle yazıldığı için kitap, ahkâm-ı dünya ve âhireti beyan ettiği için m ü b
i n denilmiştir ve şânma ta'zim için ta'zime delâlet eden tenvinle nekre
olarak varid olmuştur.
[Bu kitabın âyetleri
mü'minlere hidayet ve müjde olduğu
halde nazil olmuştur.]
Kur'an bilûmum nâsa
doğru yolu gösterdiği cihetle herkes hakkında hadi ise de bilfiil maksada isal
etmek manâsmca hidayet mü'minlere mahsus olduğundan Cenab-ı Hak bu âyette
Kur'an'm hidayetini ehl-i imana tahsis etmiştir. Çünkü Kur'an; herkese ta-rik-ı
hakkı gösterir ve lâkin o tariki ihtiyar eden ona iman edenlerdir. Amma
tebşirat; elbette mü'minlere mahsustur. Zira; ehl-i küfre tebşirat olmaz.
Çünkü; Kur'an'm tebşiratı; enva'ı saadat ve mesubat ve esnaf-ı hayrat ve
berekâta nail ve ref'-i derecata vasıl olunacağına dair olup bunun cümlesi de
ehli imana mahsus olduğundan Kur'an'm tebşiratı mü'minlere tahsis olunmuştur.
Zira Kur'an; ahkâmına temessük edenleri tebşir eder. Şu halde; ahkâmına
yapışmayanları tehdid eder, tebşir etmez. Binaenaleyh; kâfirler ahkâmiyle amel
etmediklerinden Kur'an'm tebşiratma müs-tehak değillerdir.[1]
Vacip Tealâ Kur'an'm
mü'minlere enva'ı saadatı tebşir ettiğini beyandan sonra saadet ve ref'-i
derecata nail olmayan mücerred iman kâfi olmayıp sair feraizi eda etmek lâzım
olduğunu beyan zımnında buyuruyor
[Kur'an'ın tebşiratına
müstehak olan mü'minler şol kimseler ki, onlar namazı ikame ve zekâtlarını edâ
ile beraber âhiıete iman ederler.]
Yani; Kur'an şol
mü'minler hakkında hidayet ve büşrâdır ki, o mü'minler taraf-ı İlâhîden
kendilerine evkat-ı mahsusada farz kılman namazı şartlarına riayet ederek edâ
eder ve asla istihfafla te'hir etmedikleri gibi bilcümle vaciplerini ve
sünnetlerini yerine getirirler. Çünki; namazın Allah'a tekarruba ve ref'-i
derecata sebep olacağını bildiklerinden kusur etmemeğe çalışırlar ve yalnız
ibadet-i bedeniyeyle de iktifa etmezler, belki kendilerine farz olan zekâtı da
eda etmekle fukaranın hakkını vermek suretiyle dünyaya
muhabbetleri olmadığını izhar ederler.
Halbuki onlar âhirete ilm-i yakinle iman ettiklerinden, dünyayı daima âhirete
vesile ittihaz ederler. Binaenaleyh; her amellerini niyet-i halisayla eda
ederler ve rıza-yı Bârîyi aramaktan geri durmazlar. Zira âhiret; ceza mahalli
olduğundan âhirete iman eden kimse amelini teftişten ve nefsini muhasebeden
hâlî kalmaz ve bilir ki, âhirette hepsinden suâl olunacak. Elbette gerek namaz
gibi hakkullah olsun ve gerekse zekât gibi hakk-ı abde teallûk eden olsun
cümlesine dikkat ve i'ti-na eder. Amma âhirete imanı olmayan kimse bunlardan
hiç birisini ehemmiyete almadığı gibi ahkâm-ı diniyeden hiç birine müba-lât
etmez, belki yırtıcı bir canavar gibi her yere saldırır, eline Yıe geçerse yer,
içer ve kuvve-i şehevaniyesi ne isterse onu güzel görür ve aklına ne gelirse
onu işler, menfaat ve mazarratını düşünmez. Çünkü; âhirete imanı olmadığından
ikabet korkusu olmadığı cihetle haram helâl her' ne yaparsa kâr bilir geçer
gider.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile bu âyette Vacip Tealâ kema-lât-ı insaniyenin ruhunu beyan etmiştir.
Çünkü kemalât-ı insani-yenin esası; Üçtür ;
Birincisi; İman,
İkincincisi ; îbadet-i
bedeniye ve maliye, Üçüncüsü; Âhirete inanmaktır. Tekâlif-i İlâ-hiyenin hepsi
bu üçte dahildir. Zira; birinci mertebede insana lâzım olan iman olmazsa sair
ibadetin hükmü olmadığı gibi mücer-red imanla iktifa etse de sair ibadette tekâsül
etse Cennete girerse de âlî derecata nail olamaz. Şu halde imanın lüzumu kadar
iba-dat-ı saire de lâzımdır. Âhirete imanı olmasa amellerinin hiç bir faydasını
göremez. Binaenaleyh; Kur'an'm hidayetiyle ihtida ve tebŞiratiyle mübeşşer
olmak için iman, ibadet-i bedeniyye ve maliye ve âhirete yakin üzere inanmak
lâzım olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetinde beyan buyurmuştur. İmanla beraber
ikame-i salât ve eda-yı zekât, edenlerin âhirete imanlarının kuvvetine ve
sağlam iman bunları işleyenlere mahsus olup, bunları işlemeyenlerin
imanları zayıf olduğuna işaret için cümlesinde
zamir tekrar zikrolunmuştur. Yani «onlar âhirete ancak iman ederler» demektir.
Hulâsa; iman
etmeyenlerin ve amel-i salih işlemeyenlerin ve âhirete yakini olmayanların Kur'an'da beyan olunan
tebşirata müstehak olmadıkları, tebşirat ve derecata müstehak olanların ancak
şu beyan olunan a'mali işleyenler olduğu bu âyetten müste-fad olan fevaid
cümlesindendir.[2]
Vacip Tealâ tebşiratm
mü'minlere mahsus olduğunu sonra kâfirlere nazil olacak azabı beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Şol kimseler ki,
onlar âhirete iman etmezîeV. Biz onlara kendi ihtiyarlarıyla işledikleri
çirkin amellerini güzel gösterir ve tezyin ederiz. Binaenaleyh; onlar başı
dönmüş sarhoş gibi mütehayyir olurlar. Çünkü; işledikleri amel üzere terettüb
edecek mazarrata îmanları yoktur.]
[İşte onlar şol
kimseler ki, onlar için dünyada kati gibi kötü. azap vardır.]
[Halbuki, âhirette nâs
içinde en ziyade zarar edecek ancak onlardır. Zira; sevabı fevt ettikleri gibi
şiddetli azaba da müstehak olmuşlardır.]
Yani; şol kimseler ki,
onlar âhireti tasdik etmezler. Biz kötü amellerini kendi ihtiyarlariyle kesb
ettikleri için kendilerine güzel gösterir tezyin ederiz. Çünkü; iradelerini
şerre sarf edince biz onlara işledikleri amellerini güzel gösterir ve
kalblerine muhabbet ve nefislerine o amel için arzu halk ederiz ve onların su-u
ihtiyarları sebebiyle şiddetli azaba müstehak olmaları için bir çok zaman
müsaade eder ve bazı tenbih için imtihan
da ederiz. Fakat müte-nebbih olmazlar, belki o fena amellerinden hâsıl olan
azıcık bir lezzete aldanır ve başından vurulmuş sarhoş gibi mütereddid ve
mütehayyir bir halde gezerler, nasihat dinlemezler ve kendi bildiklerine
giderler. İşte âhirete iman etmeyip dalâlet ve gaflet içinde mütehayyir olanlar
için dünyada bir takım emeller ve hülyalarla kötü azaplar vardır. Çünkü;
bunların âhirete imanları olmayıp her emelleri dünyaya münhasır olduğu cihetle
hiç bir şeyle müteselli olmazlar. Dünya uğrunda yanıp kül oldukları gibi bir
takım azab-ı dünyaya dahi müptelâ olurlar ve âhirette nâs içinde en ziyade
zarar görecek de bunlardır. Zira; âhirete iman etmeyerek Ömürlerinden maksad-ı
aslî olan ecr ü mesubatı zayi' ettiklerinden sermayeden zarar gördükleri gibi
hâsıl olacak ticareti de kaybetmişlerdir. Binaenaleyh;,iki cihetle zarar
ettikleri gibi şiddetle azaba da müstehak olduklarından bundan daha ziyade
zarar olamaz. Çünkü; menfeat yerine mazarrat kesbettiler. Bu zarardan kurtulamayacaklarına işaret için hasre delâlet eden zamir-i fasılla varid olmuştur. Binaenaleyh âhirete iman etmeyenlerin
azaplarının şiddetinden ibarettir ve her birerleri iman ettikleri surette nail
olacakları derecatı küfürleri sebebiyle Cehennem ateşine değiştikleri için
zararları herkesin zararından ziyade olduğuna işaret için ziyade ma'nâsmı
müfid olan ism-i tafdîl üzere lâfzı varid olmuştur.
Hulâsa; âhirete iman
etmeyenlerin ef'âl-i kabihaları kendi arzularına binaen güzel ve müzeyyen
olduğu ve onların daima kötü amelleri peşinde mütehayyir olarak dolaştıkları ve
kötü amellerine mukabil akıbet kötü azap görecekleri ve âhirette en ziyade
zarar göreceklerin bunlar olduğu bu âyetten müsteiad olan fevaid
cüm-lesindendir[3]
Vacip Tealâ, âhirete
iman edenlerin derecelerine ve etmeyenlerin duçar olacakları vehamete işaretten
sonra enbiya-yı izamdan bazılarının vak'alarını beyana mukaddime olmak üzere
buyuruyor.
[Ya Ekrme-er Rusül!
Muhakkak Kur'an sana ilmi her şeyi muhit olan Hakînvi Tealâ tarafından ilka
olunur. Sen de onu telâkki eder ve manâsını lâyıkıyla bilirsin.]
Yani; ey Resûl-ü
Zişan! Kur'an müşriklerin dedikleri gibi' senin icadın değildir. Zira Kur'an;
ilimle ve hikmetle müttasıf olan zat-ı Ulûhiyet tarafından sana vahy ile ilka
olunur ve sen de lâyı-kiyle telâkki ve hıfz eder ve ahkâmını ümmetine tebliğ
edersin.
Hakim; ilimle beraber
ameliyatı muhkem ve metin olup hikmet ve maslahat üzere rautaazmmın olan
zattır. Alîm; ulûm-u nazariyye ve ameliyye cümlesine şamil olduğu cihetle alîm,
hakîm'den eamdır. Kur'an'ın ilmi; iki şeye münhasır olup birincisi; hikmet üzere
müesses olan akaid ve şerayi'dir. ikincisi; kısas-ı enbiyadır. Ahkâmı cami' ve
bazı mugayye-batı haber verdiğine ve cümle ahkâmı ve ihbarı doğru olduğuna
işaret için Kur'an'm, Hakîm ve Alîm olan Allahü Tealâ tarafından inzal
olunduğu beyan olunmuştur ki, Kur'an'a iman etmeyenlere ta'rizdir. Zira ilim
ve hikmetle müttasıf olan zat-ı Bârî tarafından inzal olunan Kur'an'a iman;
envai fevaidi mutazammm olduğu cihetle iman etmeyenler veya iman edip de
ahkâmiyle amelde tekâsül edenler şu fevaidi fevt ettiklerinden tevbihe
müstehak-lardır.[4]
Vacip Tealâ Resulüne
Kur'an'ı inzal ettiğini beyandan sonra Resûlullah'tan evvel geçen enbiyadan
bazılarına da vahy ettiğini ve onların da taraf-ı İlâhîden kitap telâkki
ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusül!
Zikret şol zamanı ki, o zamanda Musa (A.S.) ehline »Ben uzaktan bir ateş
gördüm. Siz durun burada, ben gideyim ateşin yanına. O ateşten bir haber
veyahud bir ateş parçası getiririm ki, siz ısınırsınız» dedi.]
Yani; Habibim! Musa
(A.S.) m (Medyen) de Şuayb (A.S.) dan Mısır'a gitmek üzere izin alıp harem-i
muhteremeleri ve hiz-nıetçileriyle beraber yola çıkıp Tur dağı civarına
geldiğinde uzaktan gördüğü Nur-u İlâhî'den istif aza etmek üzere ehline «Siz
burada durun. Ben bir ateş gördüm, size ateşden bir haber getireyim veyahud
sizin ısınmanız için bir ateş parçası getiririm» dediği zamanı hatırına getir
ki, müşriklerin ezalarına mahzun olmayasın. Çünkü; Hazret-i Musa gecenin
karanlığında şiddetle fırtınaya tutulup gayet muztarip ve endişenâk olduğu bir
zamanda nur-u İlâhîmiz imdadına eriştiği gibi müşriklerin ezalarından dolayı
im-dad-ı Sübhaniyemiz sana da erişecektir. Binaenaleyh; mahzun olma.
Fahri Râzi ve
Nimetullah Efendinin beyanlarına nazaran Haz-reti Musa'nın (Medyen) den
hareketi kış günü olduğundan Tur civarında gecenin karanlığında şiddetli
fırtınaya tutulup yolu şaşırmış, dehşetli, heyecanlı, kasvetengiz bir zamanda
ıztırab-ı elîm içindeyken Tur dağında nur-u İlâhîyi görür ve ateş zanniyle âyette
beyan olunduğu veçhile ehline «Ben ateşe doğru gideyim, ya ateşin yanında yol
gösterecek bir adam bulur haber getiririm veya bir ateş parçası getiririm.
Me'mûl ki, siz ısınırsınız» dedi. Fakat her nekadar ateşin yeri uzaksa da
geleceğini vaad etmiştir ve iki matlûptan birini elde edeceğini ümid ederek
ehline veda' etti ve iki matlûptan birine nail olacağına Cenab-ı Hakka i'timad
ederek sözünü iki şık üzere bina eyledi. Çünkü âdet-i İlâhiye; kulunu ihtiyaçlarının
cümlesinden me'yus etmez, bazısından me'yus ederse bazı âhara nail kılar.
Binaenaleyh; Hazret-i Musa şu iki ihtiyaçtan birine bari nail olacağını ümid
ederek gitti ve lâkin o nur-u ilâhiden müstefid olarak hem saltanat-ı dünya hem
de izzet-i âhi-rete nail olacağını hatırına, getirmiyordu. Halbuki o nur-u
İlâhi dünya ve âhiret saadetlerine nail olmasına sebep olmuş ve
behem-mehâl ateş getireceğini bilmediğinden ricaya ve ümide delâlet
eden kelimesiyle irad-ı kelâm etmiş ve
mesafenin uzaklığına ; işaret için ile demiştir.[5]
Vacip Tealâ, Hazret-i
Musa Tur'da görmüş olduğu ateşe gidip geleceğini ehline söylediğini beyandan
sonra Tur'a gelince zuhur eden tecelliyatını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vaktaki Musa (A.S.)
ateşe gelince taraf-ı İlâhîden nida olundu ve denildi ki; «Ateş arayan Musa
(A.S.) ve ateşin etrafında bulunan melekler mübarek kılınmakla hayr-i kesire
nail oldular."]
[Ve âlemlerin Rabbisi
olan Allahü Tealâ'yı cemi' nekaisten tenzih ederim.]
Yani; Musa (A.S.)
yoldan haber veyahud ateş parçası getirmek üzere ehlinden ayrılıp ateşe
gelince Hazret-i Musa'ya ta'zim olmak üzere nida olunup denildi ki; «Ateşin
bulunduğu yerde bulunan Musa ve etrafında bulunan melekler mübarek kılındın.
Binaenaleyh; envai hayrat ve berekete müstağrak oldular ve âlemleri envai
ni'metleriyle terbiye eden Allahü Tealâ cemi' nekaisten münezzehtir ki,
kullarından istediğini istediği ni'metiyle taltif eder. Nasıl ki Hazret-i
Musa'yı gecenin karanlığında nur-u nübüvvetle taltif etmişti.
Şu bereketle nida;
taraf-ı İlâhîden Musa (A.S.) ı selâmla taltif ve tahiyye-i İlâhiyeyle
tekrimdir. Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette nâr ile murad; nur-u
İlâhî*dir. Hazret-î Musa ateş zannettiğinden nurdan narla ta'bir etmiştir.
Fahri Râzi'nin beyanı veçhile
bereket; Hazret-i Musa'ya ve o
mevki'de bulunan meleklere ve
o mahallin etrafında olan ahaliye ve bilâd-ı saireye, hatta Şam arazisine kadar
şamildir. Binaenaleyh o mahallerin mahall-i bereket olması; bu gibi nur-u
İlâhînin oralarda zuhur etmesi ve ekser-i enbiyanın o mahallerde ba'solunması,
vahy-i İlâhînin mahall-i nüzulü ve Hazret-i Musa'ya tekellüm gibi nazar-ı
İlâhînin oralarda tecelli etmesiyledir. İşte şu beyan olunan esbaba binaen
arazi-i mukaddesenin bereketi ilâ yevmilkıyam bakî olacağından arz-ı Şam'a
arz-ı bereket denilmiştir ve bu âyet de o mahallin mahall-i bereket olduğuna
delâlet eder. Binaenaleyh; arazi-i mukaddesenin bereketi her yerden ziyade
olduğu meydanda bir hakikattir.
O makamda zuhur eden
emrin azametine ve celâlet-i kadrine işaret için Cenab-ı Hak zatını nekaisten
tenzih etmiştir. Çünkü; cemi' nekaisten münezzeh olan Rabb-ı Tealâ tarafından
gelen ihsan ve nübüvvet büyük olduğu gibi zuhur eden harikanın da elbette
büyük olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ Hazret-i Musa hakkında
nazil olan bereketin noksandan ârî olduğunu beyan ve ilân için âyetin ahirinde
nekaisten münezzeh olduğunu teşbihle beyan etmiştir.[6]
Vacip Tealâ Tur'da
Hazret-i Musa'ya bereketle nida ettiğini beyandan sonra sıfât-ı İlâhiyesini
ta'rif ve mükâlemesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ya Musa! Hâl ü şan
şöyledir: Sana nida eden; aziz ve hakîm olan Allahü Tealâ'dır,]
Yani; ey Musa! Hâl ü
şan ben ulûhiyetle muttasıf olan Allah'ım. O Allahü Tealâ ki, cümle mevcudat
üzerine galip ve işleri muhkem ve hikmet üzere müştemildir, Binaenaleyh; sana
vaki' olan hitabımla müşerrefsin.
Bu âyet; Vacip
Tealâ'nın Hazret-i Musa'ya vereceği mu'cize-lerin sıhhatma ve evham ü
hayalâttan ârî olup kudret-i kaahire sahibi olan Zat-ı Ulûhiyetin halkettiğine
bir mukaddimedir. Fahri Râzi'nin beyanı veçhile o makamda nida Zat-ı Ulûhiyetin
nidası olduğuna delil ve mu'cize ise ateşin yeşil ağaçta yanıp da ağacın
yanmâmasıdır. Çünkü; âdet ateşin ağacı yakmasıdır ve daha bizim bilmediğimiz
bazı harikalarla bilmiştir.
Nisâbûrfnin beyanı
veçhile bu âyette Vacip Tealâ Hazret-i Musa'ya vereceği mu'cizelerin muhkem
olup muarızların bozamayacaklarına işaret için hakîm olduğunu ve düşmanlarının
Hazret-i Musa'ya bir zarar yapamayacaklarına işaret için azîz olduğunu beyanla
Hazret-i Musa'nın kalbini takviye etmiştir. Çünkü; mu'ci-zeyi veren zat hakîm
olunca verdiği mu'cizenin muhkem ve metin olup kulları bozamayacağı, aziz yani
cümleye galip olunca düşmanları tarafından Resulüne el uzatılamayacağı
şüpheden âridir.[7]
Vacip Tealâ Ulûhiyetle
zatını tavsiften soniM Hazret-i Mı râki' olan emrini beyan etmek üzere buyuruyor.
[«Ya Musa! Elindeki
asanı yere at» dedi.]
[Emre imtisalen asayı
yere koyunca sanki bir yılan gibi asayı titrer ve hareket eder gördü ise Musa
(A.S.) arkasın arkaya döndü ve asanın arkasınca gitmedi.]
[Asâ, derhal yüğrük
yürüyüşlü küçük bir yılan suretinde gö-îrülünce kendine arız olan korku ve dehşetten ve görmüş olduğu
acayipten hâsıl olan heybetinden Musa
(A.S.) geri sıçrayınca taraf-ı İlâhiden hitab-i izzet zuhur ederek «Ya Musa!
Korkma.»]
[«Zira; benim indimde
ve huzurumda resuller korkmazlar.»]
[«İllâ şol kimse ki, o
kimse hataen bir günah işlemekle zulmetti, o zalim kimse korkar. Sonra tevbe
ve nedametle o günahı sevaba kalble kötülüğü iyiliğe tebdil ettikten sonra o
kimse korkmaz. Zira; ben günahları mağfiret eder ve tevbelerini kabul etmekle
merhamet ederim» demekle Musa (A.S.) in korkusunu izale ve kalbine kuvvet
verdi, temkin üzere bulunmasını ve endişeden vareste olmasını tavsiye etti.]
Yani; Tur'da Cenab-ı
Hak Musa (A.S.) a hitab ederek Ulûhi-yetle muttasıf bir hakîm ve alîm olduğunu
beyandan sonra Musa (A.S.) a mu'cizelerini göstermek üzere «Ya Musa! Asanı yere
bırak» dedi. Emre imtisalen Musa (A.S.) asayı yere bırakınca sanki küçük bir
yılan gibi asayı ciddiyetle hareket eder görünce Musa (A.S.) hâsıl olan heybete
binaen arkasına döndü ve asayı ta'kip etmedi. Taraf-ı İlâhiden «Ya Musa!
Korkma. Zira; benim huzurumda resuller korkmazlar, illâ zulm eden zâlimler
korkar. Zulm ettikten sonra günahını sevaba tebdil eder ve günahına nedamet ve
tevbeyle kötülüğü iyiliğe döndüren kimseler evvelki hatalarından korkmasınlar.
Zira; ben günahları mağfiret ve tevbeleri kabul ile merhamet ederim» dedi.
Nübüvveti izhardan
sonra enbiyadan an amdin günah sâdır . olmaz. Amma onlar hakkında evlâ olan bir
şeyi terk etmek mertebelerine nisbetle küçük bir günah mesabesindedir ve
onlardan sâdır olan zelle, te'vilde veya içtihadda hata kabilinden olduğu cihetle
içtihadda hata taraf-ı İlâhiden vahy ile veya ilhamla beyan olunca o nebi hata
ve zelleyi kendi hakkında günah addederek tevbe
ve istiğfara müsareat eder. Nitekim Âdem (A.S.) içtihadda hata kabilinden olan
şecere-i menhiyyeden yedikten sonra hata olduğu tebeyyün edince tevbe ve
istiğfar etmişti. Sair enbiya-yı kiram hazeratı da her ne kadar vuku'.bulan
hata ma'füv ise de man-sıb-ı nebevilerine nisbetle günah addederek istiğfar
ederler. Çünkü; enbiya-yı izam ma'sum olup âdâb-ı İlâhiyeyi lâyıkıyle bildiklerinden
onlardan günah ve zulüm sâdır olmaz. Şu kadar ki, onlar kendilerinin
zellelerini mertebelerine nazaran büyük addederek zulüm ta'bir ettikleri
vardır, yoksa hakikaten zulümden münezzehlerdir. Zira onların resul
gönderilmelerindeki hikmet; âlemden zulmü kaldırmak olduğu cihetle Rableri
onları zulümden muhafaza eder. Eğer zulümden mahfuz olmasalar avam-ı nâsa
«Zulmetmeyin» diyemezler ve deseler te'siri olamaz. Çünkü; kendi zulmedip
dururken başkasına zulmetme demekte bir manâ olmaz. Fakat «İyilerin haseneleri
mukarreb olan kimselerin seyyiesi menzilinde!) denildiği gibi enbiyadan sadır
olan hataya bu âyette zulüm ta'bir olunmuştur. Şu halde * manâ-yı nazım: [Ya
Musa! Korkma. Zira; benim huzurumda resuller korkmaz, illâ evlâyi terkle zulüm
suretinde hata sadır olan kimse korkarsa da o hatanın vukuundan sonra tevbe ve
istiğfarla o hatayı sevaba tebdil ederse o kimse korkmaz. Zira ben; tevbe
edenleri mağfiret eder ve ibadetle der-gâh-ı Ulûhiyetime rücu' edenlere merhamet ederim] demektir.
Fakat şu manâ
mürselîn'den müstesna olduğuna nazarandır. Amma Hâzin'de beyan olunduğu veçhile
ibtida-yı kelâm ve müstesna-yı münkatı'
olduğuna nazaran manâyı nazım,: [Ya Musa! Benim huzurumda resuller korkmaz.
Lâkin âhad-ı nâstan şol kimse korkar ki, o kimse nefsine efâl-i kabiha
irtikâbiyle zulmetti. Fakat seyyieyi irtikâptan sonra o seyyieyi tevbe ve
istiğfarla haseneye tebdil ederse o kimse korkmasın. Zira; ben, o seyyieyi
mağfiret ve haseneyi ihtiyarına binaen merhamet ederim] demektir.
Hulâsa; Cenab-ı Hakkın
Hazret-i Musa'ya mu'cizesini göstermek için «Asanı yere bırak» dediği ve
bırakınca küçük bir yılan suretinde gördüğü vakit Musa (A.S.) m korkup geriye
döndüğü ve asayı ta'kip etmediği ve taraf-ı İlâhiden «Ya Musa! Korkma.
Zira; benim huzurumda
resuller korkmaz, fakat âhad-ı nastan nefsine zulm edenler korkar. Şu kadar
ki, tevbe ederlerse ben mağfiret ederim» dediği bu âyetten müstefad olan
fevaid cümlesin-dendir.[8]
Vacip Tealâ Hazret-i
Musa'nı: İkinci mu'cizesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[«Ya Musa! Elini
cebine idhâl et, asla âfet ve maraz olmaksızın güneş gibi parlar beyaz olduğu
balde cebinden çıkar ki, sana mu'cize olsun ve asa ile elinin beyazlığı sana
verilen dokuz mu'ci-zede dahildir. Sen Firavun'a ve kavmine resul olarak git.
Din-i hakka da'vet et. Zira; onlar itaat-i İlâhiyeden çıkmış kavm-i fasık
oldular.] Şu halde daire-i itaate da'vet edecek bir resule muhtaç olduklarından
seni onlara resul kıldım. Binaenaleyh; git, da'vet et tarik-ı hakka.» ferman-ı
İlâhisi zuhur etmiştir.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile Hazret-i Musa'nın dokuz mu'cizesi şunlardır : Asâ, Yed-i Beyzâ, jman
etmedikleri surette kıtlık, Meyvelerinin noksan olması, Tufan, Çekirge, Kurbağa,
Bit ve Nü suyunun onlar haklarında kana tahvil olunmasıdır. Bunların tafsilâtı
Sure-i A'rafda geçtiği için [9] burada
tekrar tafsilâtına lüzum görülmemiştir.[10]
Vacip Tealâ Hazret-i
Musa'nın mu'cizeleriyle beraber Firavun'a gelip tebligatta bulunduğunu^ ve
onların iman etmediklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Firavun'a ve kavmine
herkesin göreceği derecede açık bizim âyetlerimiz gelince onlar «Şu görülen
şeyler açık bir sihirdir» dediler.]
^
[Ve o âyetleri inkâr
ettiler.] Halbuki âyetler bizim kudretimize ve hikmetimize' ve Musa (A.S.) m
daVasının şıdkma delâlet etmişlerdi.
[Halbuki onların kendi
nefisleri o âyetlerin hak olduğunu ve kulun eliyle olacak bir şey olmadığını
yakinen bildiler ve lâkin zulmü ihtiyar ederek kendilerini Musa (A.S.) a iman
etmekten âli addettiklerinden inkâr ettiler.] Şu halde hak olduğunu bildikleri
halde inkârları zulüm ve tekebbürdür.
[Habibim! Firavun ve
kavmi mu'cizelerin hak ve Musa (A.S.) in da'vasının sıdkına delâlet ettiğini
bildikleri halde zulmen inkâr edince nazar et bak ki, müfsidlerin akıbetleri
ne oldu?] Hakkı terkedip batııa meyleden ve nefesini tarik-ı hakkı kabulden
daha âlî gören ve hakkı bildiği halde inad ve temerrüdle inkâr eden müfsidlerin
halleri neye müncer olduğunu gör ki Kureyş müfsid-lerinin akıbetlerini bilesin.
Yani; Musa (A.S.) m
açık ve herkesin harikulade olduğunu ve her gören kimsenin sıdk-ı da'vaya
delâlet eder delâil cümlesinden olduğunu bileceği raddede zahir âyetlerimiz
Musa (A.S.) vasıtasiyle Firavun ve kavmine gelince onlar «Musa (A.S.) in getirdiği
şu görülen şeyler açık bir sihirdir ve sihir olduğu meydandadır» dediler ve
sihir olmadığını yakinen bildikleri halde o âyetlerimizi zulüm olarak ve
Hazret-i Musa'ya imandan kendilerini âli addederek inkâr ettiler. Binaenaleyh;
dünyada garkla helak oldular. Şu halde Habibim! Bak gör ki, müfsidlerin
akıbetleri ne oldu? Senin kavminden de onlar gibi temerrüd edip imandan
istinkâfla yer yüzünü ifsad edenlerin akıbetleri bunlar gibi helak olduğundan
onların ezalarına mahzun olma. Çünkü âdet-i İlâhiye; müfsitleri ihlâk etmek
olduğu cihetle neticede bunları da ihlâk edecektir.[11]
Vacip Tealâ Resulünü
tesliye için Musa (A.S.) m kıssasına işaretten sonra Hazret-i Davud ve Süleyman
(A.S.) m zamanlarında geçen vukuatın bazılarına işaret etmek üzere buyuruyor.
[Zat-ı Ulûhiyetime
yemin ederim ki,
muhakkak Davud (A.S.) a ve
oğluna bİ7 ilim verdik.]
[Ve onlar bizim
verdiğimiz nî'metlere şükretmek üzere dediler ki, «Hamd; şol Allahü Tealâ'ya
mahsustur ki, O Allahü Tealâ bizi mü'min kullarından çoklarının üzerine tafdil
etti» işte bu sözleriyle Cenab-ı Hakka hamdettiler.]
Yani; zatıma yemin
ederim ki, biz Davud ve oğlu Süleyman (A.S.) a ahkâm-ı şer'iyeye ve umum ibadm
ahvalini tedbire ilim verdik ki, onlar kullar beyninde cereyan edecek ahvali
muhakemeye ve âdetlerinin zaptına, hudud-u şer'iyenin ikamesine, düşman
hududlannm muhafazasına tamamiyle vakıf oldular ve Davud'a kuşların ve dağların
teşbihlerine ve oğluna kuşların ve sair hayvanatın lisanlarına ilim verdik ve
onlar da bu ni'metlerimize şükretmek üzere dediler ki, «Bilûmum elsineden sâdır
olan hamd ü sena ve bilcümle cevarihten sâdır olan ibadat ferd-i vahid olup
kâffe-i mahamide müstehak olan Allahü Tealâ'ya mahsustur» demekle şükrettiler
«Ve o Allahü Tealâ ki, bizi mü'min kullarından çokları üzerine tafdil etti»
demekle şükürlerini ikmâl ettiler.
Bu âyet; ilmin pek
büyük ni'met ve ehl-i ilmin, ilmi olmayanlar üzerine bir şeref ve meziyyet
sahibi . olduğuna delâlet eder. Çünkü; Hazret-i Davud ve Hazret-i Süleyman,
ilmi cümle fezailin esası addettiklerinden her ni'metten evvel ilim üzerine
şükür etmişlerdir. Şükrün ni'met mukabilinde olması ve onların da ilme
şükretmeleri ilmin ni'met-i uzma olduğuna delalet eder.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile âlim olan kimseyi bu âyet, ilmin şükrünü edaya terğib etmiştir. İlmin
şükrü ise talebeye ta'lim ve nâsa ahkâm-ı şer'iyeyi tebliğdir, tevazua da
teşvik vardır. Kendinin bir çok kimseler üzerine fazilet ve meziyyetleri varsa
da kendilerinin üzerine bir çok kimselerin faziletleri olduğunu i'tikad etmek
lâzım olduğuna âyette işaret de vardır. Çünkü; Hazret-i Davud ve oğlu cümle
evlâd-ı Adem üzerine tafdil olunduklarını beyan etmediler, belki bir çokları
üzerine tafdil olunduklarını beyan ettiler ki, kendilerinden efdâl bazı
-kimseler olduğuna işaret etmişlerdir.[12]
Vacip Tealâ Hazret-i
Davud'a ve Süleyman'a ilim verdiğini ve onların şükrettiklerini beyandan sonra
bilhassa Süleyman (A.S.) a verdiği ni'metlerden bazılarını beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Süleyman (A.S.)
pederinin vefatından sonra pederi Davud (A.S.) m hükümetine, mülküne ve
memleketine varis oldu.]
[Ve Süleyman (A.S.)
halka nübüvvetini ve mu'cizesini bildirmek için.«Ey nâs! Kuşların sözünü
bilmek vahyile bize ta'lim olundu ve nâstan sairlerine verilmeyen her şey bize
verildi» demekle nübüvvetini tasdik etmelerini teklif etti.] Çünkü; Cenab-ı
Hak pederine verdiği nübüvvetini ve sair ni'metleri verdiği gibi pederine ve
başkalarına verilmeyen bir çok ni'metleri Süleyman (A.S.) a vermiştir. Meselâ
ins ü cinnin itaati, rüzgârın inkıyadı ve kuşların lisanına vakıf olmak gibi
pederine müyesser olmayan bir çok ni'metler kendine veriidi.
[İşte şu ni'metlerin
cümlesi ancak zahir ve inkârı gayr-i kaa-bil fazl-i İlâhî ve ihsan-ı Süphanidir»
demekle sözüne hitam verdi.]
Yani; Davud (A.S.)
vefat edince oğlu Süleyman (A.S.) mülküne ve hükümetine varis oldu ve
nübüvvetini halka tasdik ettirmek için mu'cizesini beyan etmek üzere «Ey nâs!
Taraf-ı İlâhîden vahyile kuşların lisanı bize ta'lim olundu ve bizim emsalimize
verilmeyen her şeyden bize birer mikdar verildi. İşte şu ihsan; ancak Allah'ın
bize bir lûtfudur» demekle mu'cizesini halka i'lân etti. Bu sözden maksadı;
Allah'ın kendine verdiği ni'metleri zikirle halkı tarik-ı hakka da'vet ve
da'vetine icabetin vacip olduğunu beyan etmektir. Kuşların sadasmda her nekadar
harf yoksa da Süleyman (A.S.) m onların lisanlarına vakıf olması kuvve-i
kudsiye ve il-hâm-ı İlâhiyeyle kuşun sadasmdan maksadını anlamak ve o sada-dan
garazını bilmektir. Binaenaleyh; her kuşun sadasmdan maksadını anlamak
Hazret-i Süleyman'ın mu'cizesi ve harikuladedir. Zira; âdette insanlar için
kuşların maksatlarını anlamak yoktur. Bu, ancaK Süleyman (A.S.) a mahsus bir
ihsan-ı İlâhîdir. Binaenaleyh; Hazret-i Süleyman her kuşun sadasmdan maksadını
bilirdi. Hatta Hâzin'de ve Medarik'te beyan olunduğuna nazaran bir. gün tavus
kuşu öttüğünde Süleyman (A.S.) ashabına ne dediğini sorar. Onlar «bilemeyiz ya
Nebiyallah!» dediklerinde «Dünyada diyanetiniz gibi ûhirette ceza görürsünüz»'
demek istediğini beyan buyurmuşlardır. Serçe öttüğünde «Ey günahkârlar;!
Allah'a istiğfar edin» ve bağırtlak kuşu öttüğünde «Sükût eden selâmet bulur»
ve horoz öttüğünde "Allah'ı zikredin ey gafiller!» dediğini haber
vermiştir. Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hazret-i Süleyman'ın kendilerine verilen
her şey ile muradı; nail oldukları şeylerin başkalarına verilenden daha çok
olması ve o zamanda ahaliye verilmeyen şeylerin pek çoklarının onlara
verilmesinden kinayedir. Yoksa »Dünyada mevcud olan her şey verildi"
manâsına değildir. Süleyman (A.S.) in saltanatının kırk sene devam ettiği,
mülkünün gayet vâsi' olduğu, dünyada ins ü cinnin, kuşların ve hayvanların,
rüzgârın ve şeytanların kendine muti' oldukları \e zamanında sanayici. acibe
ve fünûn-u garibe ihdas olunduğu Hâzin'in cümle-i beyanatindandır. Fakat
bilâhere (Buht-u .Nasr) m Benî İsrail'i kahr u tedmiriyle hükümetlerinin ve
san'atlarıyla beraber erbab-ı sanayi'de münkariz olduğundan maatteessüf sonra
gelen akvam o sanayi'-i garibeye destres olamadıklarından o .sanayi'-i nefise
nâ-bedid olup gitmiştir.[13]
Vacip Tealâ Hazret-i
Süleyman'ın pederinin saltanatına varis olduğunu ve zamanında verilmesi mümkün
olan her şeyin kendilerine verildiğini beyandan sonra askerini cem'le bazı
seyr ü seferinde cereyan eden vukuatı -beyan etmek üzere buyuruyor.
[Süleyman (A.S.) in
enirine imtisalen ins ü cinden ve kuşlardan askerleri toplandı. Binaenaleyh;
evveli âhirine müsavi olsun için askerin evveli hapsolundu.]
Yani; Süleyman (A'.S.)
m emri üzerine etraf ve eknaftan ve memalik-i muhtelifeden ins ü cinden ve
kuşlardan tertib olunan askerler cem' olundu.
Binaenaleyh; askerin evvel gelen sınıfları ümeray-ı askeriye tarafından ta'yin olunan mahallerde
durduruldu. Zira; yalnız askerin cem'iyle iktifa olunmadı, nizam ve intizamına
da dikkat olundu, her sınıf mevzı'-i muayyeninde safbeste olarak emre hazır
oldu ve askerin evveli âhirine müsavi olarak harekete müheyya oldu ki, askerin
hepsi bir yerde bulunsun ve fırkalar yekdiğerinden haberdar olsun. Çünkü; askerin
müteferrik olması düşmanın galebesine sebep olduğundan her zaman toplu olması
maslahata muvafıktır.
Hâzin'in, Nisâbûrî'nin
ve Ni'metullah Efendinin beyanları veçhile Hazret-i Süleyman'ın ordu
merkezinin yüz fersah mesafe olduğu ve bir fersah onikibin adım olup bundan
yirmibeş fersahı ins'e, yirmibeşi cinn'e, yirmibeşi kuşlara ve diğer
yirınibeşinin sair hayvanata tahsis olunduğu ve her nevi' askerin mahall-i
muayyeninde vaziyet aldığı ve her nevi' askerin kendi cinsinden başbuğları,
ümerası ve sair erkân-ı askeriyesi bulunarak herkes tarafından askerinin
intizamına, ta'lim ü terbiyesine dikkat olunduğu ve cinnilere cesim tabla
yaptırılıp havaya kalktığında o tabla üzerinde kalktığı ve Hazret-i
Süleyman'ın kürsüsü ortada bulunup etrafında insanlardan vüzera ve vükelâsı,
ulema, erbab-ı fen ve onun etrafında insandan askerler, 'onun etrafında
cinniler, onun etrafında kuşlar ve kuşların etrafında sair hayvanat bulunduğu
halde rüzgâra emreder rüzgârın da tablayı havaya kaldırıp istediği mahalle
seyr ü sefer ettiği mervidir.
Esas; rüzgârın emr-i
Süleyman'a muti olduğunu ve kürsüsünü havada götürdüğünü Cenab-ı Hak Kur'an'da
beyan buyurmuş olup yalnız kürsüsünün mikdanna ve askerinin mecmuuna dair
tafsilât Kur'an'da yoksa da zamanımızda icad olunarak günbegün ilerlemekte
bulunan tayyareler Kur'an'ı tasdik ve Süleyman (A.S.) in kürsüsünün
büyüklüğüne, askerinin çokluğuna ve hepsinin birden tabla üzerinde tayeran
ettiğine dair tafsilâtı te'yid etmektedir. Bunları görenler Kur'an'm beyanatına
inanmaya mecbur ve is-tib'ad etmesine akıl yormaz. Çünkü; bugün bilfiil mevcud
olan bir şeyi inkâr etmek; mükâbere ve gülünçtür. Esasen ma'neviyatı ve
bilhassa Kur'an'ı i'tikad eden kimse Kur'an'da zikrolunan şeye derhal itikad
eder, istib'ad etmez. Lâkin maneviyata iman etmeyen ve diyanetle alâkası
olmayan kimseler bu gibi hârikaların imkansızlığından bahisle mu'cizatı inkârla
(hâşâ) enbiyaya ta.n etmeye yeltenirler. Fakat sanayi' vasıtasiyle havada
tayeranı görünce kudret-i İlâhiyeyle Süleyman (A.S.) a ve onun emsali enbiya-yı
izama verilen hârikalara dilini uzatmamak lâzım gelir. Çünkü; kudretullaha
nisbetle bu gibi hârikaların hiç ehemmiyeti yoktur.
Hazret-i Süleyman'a
ihsan olunan ni'metlerden birisi de bir kimsenin söylediği sözü rüzgârın
kulağına isal etmesidir. Hatta bir jfün askeriyle havada tayeran ederken bir
çiftçinin «Allahü Tealâ âl-i Davud'a verdiğini kimseye vermedi" diyerek
kemâl-i teaccüi:le gıpta ettiğini işitmesi üzerine çiftçinin yanma inip «Sen
tedbirine muktedir olmadığın şeyi isteme. Zira; mesalihini tedbir edemeyeceği
şeyi istemek musibettir ve Allah'ın kulundan kabul ettiği bir teşbih, âl-i
Davud'a verdiği dünya nimetlerinden efdaldir» buyurduğu Ni'metullah Efendinin
cümle-i beyanatmdandır. Şu halde Hazret-i Süleyman, insanın daima hazmedebileceği
ni'meti istemesi lâzım olduğuna işaret etmiştir.[14]
Vacip Tealâ Hazret-i
Süleyman'ın askerinin cem'ölunduğüpu beyandan sonra seyr ü seferinde vâki' olan
bazı garaibi beyan M-mek üzere buyuruyor.
[Süleyman (A.S.)
askerini cem'edip askeriyle beraber hav|da gezerken karıncası çok bir dere
üzerine gelince karıncanın reisleri Süleyman (A.S.) m askeriyle o dereye
ineceğini bilmesi üzerine kendi etbaının zararlanmamasını düşünerek hayre
delâlet etmek üzere «Ey karıncalar! Girin meskenlerinize, açıkta ve taşrada kimse
kalmasın.»]
[«Sizi, bilmedikleri
halde Süleyman (A.S.) ve onun askeri
çiğnemesinler» demekle karıncaların reisleri nasihatta buluncu.]
Yani; Süleyman (A.S.)
askeriyle beraber sotore hareket edip karıncanın çok bulunduğu bir dereye
gelerek inmek murad edince karıncaların reisi maiyyetinde bulunan efradı
zarardan vikaye için nasihata başladı ve "Ey karıncalar! Çekilin
meskenlerinize ki. Süleyman ve onun askeri bilmeyerek sizi çiğnemesinler.
Zira; onlar bilmiş olsalar ehl-i takva olduklarından sizi incitmezler. Fakat
cüs-soleriniz küçük olduğu cihetle dikkat etmeyince görülmezsiniz. Binaenaleyh;
bilmeyerek ayak altında kalıp çiğnenirsiniz»
demekle
kendi cinsine lenbihat
icra etti.
Bu âyette (Vadi-i
Nemi) in Taif'te olduğuna dair rivayet varsa da Beyzâvî'nin beyanı .veçhile
Şam civarında olduğu mervidir.
Nasihat edenin
karıncanın dişisi olduğuna işaret için mü-ennes suretiyle varid olmuş ve
karınca ukalâya yakın bir mertebede olduğundan ukalâya hitap eder gibi hitap
etmiştir. Yahud o zamanda Cenab-ı Hakkın söylemek ve söylenen sözü anlamak için
karıncaya bir kudret vermesine binaen ukalâya
mahsus olan bir
hitapla demiştir. Bu
hitaptan anlaşıldığı veçhile karınca Hazret-i Süleyman'ın nebi olup cebir ve
zulüm sahibi olmadığını ve o vadide karınca olduğunu bilmiş olsalar çiğnemeyeceklerini
beyanla nasihaita bulundu ve eğer bir zarar gelirse bilmediklerinden
geleceğini beyan etti. Binaenaleyh; karınca Hazret-i Süleyman'ı ve askerini
adaletle tavsif ederek mansıb-ı nübüvvete iâyık olan âdabı yerine getirdi.
Çünkü bÜ-medikleri halde sizi çiğnemesinler. Zira; bilmiş olsalar çiğnemezler
dedi.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile-^u- âyette yolda__yürüyen kim-şeye ihtiraz lâzım olmayıp yol içinde
bulunanlara ihtiraz lâzım olduğuna ve karıncanın şu sözünde enbiyanın bigayri
hakkin aharı incitmek gibi şeylerden ma'sum olduklarına delâlet vardır. Çünkü;
karıncalara askerin gezeceği yerlerde bulunmayıp meskenlerine çekilmelerini
tavsiye etmiştir ki, ihtiraz askere lâzım olmayıp askerin yolu üzerinde
bulunanlara lâzım olduğuna işaret etti. Kcza-lik.bir kavmin reisinden matlûp
olan; o kavmi zarardan himaye edip hayre delâlet etmek olduğuna dahi âyet
delâlet eder. Çünkü; karınca
hayvanat içinde en ufak bir hayvan olduğu halde reislerinin, maiyyetine
hayırla nasihat ve zarardan muhafaza olunmalarını düşündüğünü Cenab-ı Hakkın
Kur'an'da bize beyan etmesi insanları ibrete da'vet ve ebna-yı cinsini hayır
yola sevketmek lâzım olduğuna ve ebna-yı cinsini hayre sevketmeyen ve
hayırhâ-hane nasihatta bulunmayan insanların karıncadan daha aşağı olduklarına
işaret içindir. Şu halde bütün insanlara lâzım olan; raa-iyyetini hayra şevkle
zarardan vikaye etmektir. Binaenaleyh; aile reisi ailesine, mahalle muhtarı
mahalle ahalisine ve köy muhtarı köy ahalisine nasihat ve hayra delâlet etmekle
mükelleftirler.
Beyzâvî'nin beyanına
nazaran karınca Hazret-i Süleyman'ın o vadiye ineceğini anlayınca ayak altında
kalmak korkusuna binaen kaçarken ansızın korku arız olan kimseden ihtiyarsız
çıkan sadâ gibi karıncadan bir sadâ ve bir vaveyla çıkınca diğer karıncaların
ona tebaiyetle meskenlerine girmeleri tıpkı emir ve hitap gibi olduğundan emir
suretinde ta'bir olundu diyerek tevcih edilmişse de zahir-i âyete muvafık olan
karıncanın maiyyetine hitap ederek söylemesidir. Cenab-ı Hakkın karıncaya
lisan verip söyletmesi Süleyman (A.S.) için bir mu'cize olduğu gibi bizlere de
bu vesileyle yol gösterilmesi baid olmadığından te'viîe hacet yoktur.
Binaenaleyh; karınca nasihat etmiş ve Hazret-i Süleyman da işitmiştir, âyet de
açıktan buna delâlet etmektedir. Şu halde te'vili icab eder bir sebep, de
yoktur.[15]
Vacip Tealâ karıncanın
bu sözünü işitmesi üzerine Hazret-i Süleyman'ın güldüğünü beyan etmek üzere buyuruyor.
[Karınca böyle söyleyince
Süleyman (A.S.) karıncanın bu sözünden güldü.] Çünkü; karınca ufak bir mahlûk
olduğu halde sözü, mühim tedbiri ve komşulariyle hüsn-ü muaşereti ve kardeşleriyle
adab-ı sohbeti câmi'dir. Binaenaleyh; karıncaları helak olmaktan korumasına
taaccüb etti ve güldü.
[Ve dedi ki «Ey benim
Rabbim! Benim üzerime, pederim ve validem üzerine ihsan ettiğin ni'metlerine
şükretmemi bana müyesser kıl, ilham et.»]
[«Ve ya Rabbi! Senin
razı olacağın ameî-i salih işlememi ba na nasib et» dedi.] Ve sözüne şunu da
ilâve etti:
[«Ya Rabbi! İhsanınla
beni salih kulların zümresine idhâl et» demekle münacatta bulundu.]
Yani; Süleyman (A.S.)
karıncanın sözünden gülmeye meylederek tebessüm etti, yani gülümsedi ve
karıncanın sözünü işitip anlamak ni'metini kendisine Cenab-ı Hakkın ihsan
ettiğine süru-rundan hafifçe güldü ve dedi ki, «Ey benim Rabbim! Senin şol
ni'metine şükretmeme beni bağla ve raptet ki, o ni'meti sen bana, babama ve
anama in'am ettin ve sen razı olacağın amel-i salih işlememi bana ilham ve
beni rahmetinle salih kulların zümresine idhâl et ki, amel-i salih işlemekle şu
ni'metlerin şükrünü eda edeyim» demekle Rabbisine tezarru'da bulundu.
Hazret-i Süleyman'ın s
alih in ile muradı; enbiya-yı izam ve onlara tabi' olan suleha'dır. Ebeveynine
ihsan olunan ni'metleri Süleyman (A.S.) kendine ni'met addederek kendine
verilen ni'-metlere şükrettiği gibi ebeveynine ihsan olunan ni'metlere de şükrünü
beyan etti. Çünkü; ebeveynin şerefi evlâda şeref olup onların ni'metinden
alelekser evlâd müstefid olduğundan onlarm ni'J-metinin evlâd hakkında da
ni'met olduğuna işaret etti ve ni'mete şükretmeye ve amel-i salih işlemeye
Cenab-ı Hak'tan muavenet istedi ve âhirette salihîn zümresinden olmasını dahi
Rabbisinden istirham etti. Çünkü;
her şeyin husulü muavenet-i İlâhiyeyle olacağından gerek şükrüne-ve gerek
ameline muavenet-i îlâhiyeye müracaatla her şeyde muavenet-i İlâhiyeden
istimdadın lüzumuna işaret etti ve âhirette Cennete girmenin rahmet-i
İlâhiyeyle mümkün olacağına işaret için rahmet-i İlâhiyeyle Cennete duhulünü
istirhamda bulundu. Cenab-ı Hakkın Kur'an'da bize beyanı; kendisinden istirham
edecek olan kimsenin Süleyman (A.S.) m istirhamı gibi istirhamda bulunulması
lâzım olduğunu beyandır.
Taberî, Hâzin ve
Medarik'te beyan olunduğu veçhile yani İlham manâsına «Ya Rabbi bana ni'metine
şükretmemi ilham et» demektir. Beyzâvî ve Nisâbûrî'de beyan olunduğuna nazaran
yani raptedip bağlamak manâsına «Ya Rabbi beni ni'metine şükretmem için
raptet, bağla.ki, ben şükründen başka bir şeyle meşgul olmayayım» demektir.
Hulâsa; evvelen âhiret
sevabına sebeb olacak amele teşebbüs edip saniyen sevab aramak ve amel-i saliha
muvaffak olmasını Cenab-ı Hak'tan istirham etmek vezaif-i ubudiyetten olduğu
ve insanın kendine ihsan olunan ni'mete şükretmesi vacip ve ebeveynin ni'meti
evlâdı hakkında' ni'met olduğundan ebeveynin ni'metine evlâdın şükretmesi lâzım
ve Cennette derecata nail olmak amel-i salihle olursa da Cennete girmenin
fazl-ı İlâhî ile olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir,[16]
Vacip Tealâ Hazret-i
Süleyman'ın nail olduğu ni'mete şükrünü beyandan sonra bazı kuşlarla vâki' olan
mükâlemeyi beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Süleyman (A.S.) kuşu
yitirdi (kaybetti) ve dedi ki «Bana ne gibi bir şey arız oldu ki, ben Hüdhüd
denilen kuşu görmüyorum; yoksa kaybolanlardan mı oldu?»]
[«Allah'a yemin ederim
ki, eğer bulursam şiddetli azapla azab ederim veyahud elbette onu boğazlarım
veya kaybolmasının sebebinde bana elbette açık bir delil getirir onu
affederim» dedi.]
Yani; Süleyman (A.S.)
bazı seferinde hasbel'icap Hüdhüd'ü aradı ve ta'yin olunan vazifesi başında
bulamadı ve Hüdhüd'ün vazifesini terkettiğine gazab ederek dedi ki, «Bana ne
oldu ki ben Hüdhüd'ü göremiyorum, yoksa hizmetimden kaçıp kaybolanlardan mı
oldu? Allah'a yemin ederim ki, eğer onu bulursam tüyünü yoldurmak ve cinsinin
gayriyle hapsetmek suretiyle elbette şiddetli azap ederim yahud sairlerine
ibret olmak üzere onu elbette boğazlarım veyahud kaybolmasındaki sebebi beyan
hakkında açık ve şüpheden hâli erbab-ı ukulün kabul edeceği bir delil getirir»
demekle Hüdhüd'ü araştırdı.
Hazret-i Süleyman'ın
Hüdhüd'ü aramasmdaki hikmet" Hâzin ve Ni'metullah Efendi şöyle beyan
ediyorlar : Süleyman (A.S.) Hüdhüd'ü su aramak vazifesinde kuîlanırmış. Çünkü
Hüdhüd'ün hassası: bizim billur içinde suyu gördüğümüz gibi toprağın altında
suyu görmekmiş. Binaenaleyh; toprak altında suyun uzak ve yakın olduğunu
bildiğinden ihtiyaç zamanı onu gönderir, suyun yakın olan yerini ta'yin eder,
derhal cinnilere emrederek kuyular kazılır ve az bir zaman içinde ordunun suyu
te'min olunurmuş. İşte suya ihtiyaç olduğu bir zamanda Hüdhüd'ü arar bulamaz.
Mükellef olduğu vazifesi başından izinsiz kaybolduğuna hiddet eder ve geldiğinde
azap edeceğine veya bir özr-ü meşru' beyan ederse kabul edeceğine yemin eder.*
Beyzâvî, Hâzin ve
Medarik'in beyanları veçhile azab-ı şedidde dört ihtimâl vardır ; Birincisi ;
tüyünü yolup güneşe at-mak, İkincisi; cinsinin gayriyle hapsetmek, Üçüncüsü ;
kendi akranına hizmetçi vermek, Dördüncüsü: ülfet ettiği kimselerden
ayırmaktır. Çünkü; bunların her biri idraki olan. hayvan için azab-1. şediddir.
İnsanın menfeati için hayvanın kesilmesi helâl olduğu gibi maslahat-ı
siyesiyeye binaen Hüdhüd'e ta'zip
etmenin de hela! olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; CeJ nab-ı Hak kuşları
Hazret-i Süleyman'a muti' kılıp kuşlardan han^ gisini isterse bir vazifede
istihdama me'zun olunca itaatta siyaset lazım olduğundan mükellef olduğu
vazifeyi bilâ istizan terkedeni siyasete)! te'dip lâzım olduğuna da âyet
delâlet eder. Binaenaleyh*; Hüdhüd; mükellef olduğu vazifesini terkedince
makbul bir özrü, olmadığı takdirde azap edeceğine yemin etti. Çünkü;
şeriatlerifı kâffesinde, hükümetlerin kanunlarında bilâ istizan vazifesini
teijj-kedenlerin te'dibi kavaid-i meriyedendir. Ayni kaideye Hazretâ Süleyman
riayet ediyordu. Hüdhüd; Serçe kuşu nev'inde\ ufacık bir kuştur. Hüdhüd'ün
Hazret-i Süleyman tarafından bir v zifeyle mükellef olduğuna bu âyette delâlet
vardır. Çünkü; teki olmayınca te'dip ve ta'zip olmaz. Binaenaleyh: ta'zip
edeceğini be> yan; mükellef olduğunu beyanı müstelzimdir.[17]
Vacip Tealâ huzur-u
Süleyman'a Hüdhüd'ün geldiğini ve gabubetinin sebebini beyan ettiğini zikretmek
üzere buyuruyor.
[Süleyman (A.S.) m
araması üzerine hemen az bir zamdn durdu geldi ve Süleyman (A.S.) m nereye
gittiğini suâl etmeli üzerine Hüdhüd cevabta dedi ki «Ya NebiyyaUah! Senin
ihata etr mediğin ve ilmin îâhik olmadığı bir şeyi ben ihata ettim ve muttali1
oldum ve sana kavm-i Sebe'den yakın bir haberle geldim.»]
[Zira; ben bir kadın
buldum ki o kadın ahali-i Sebe'e maljk oluyor."]
[«Ve o hatuna padişahların muhtaç oldukları her şey verilmiştir,
n]
[«Halbuki o hatuna
mahsus büyük bii* kürsü de vardır» demekle getirdiği haberi tafsil etti.]
Yani; Süleyman (A.S.)
hasbel'icap Hüdhüd'ü arayıp bulamadığından sonra uzak bir zaman geçmeksizin
hemen az bir zaman durdu ve durduğu uzak bir müddet değildi. Binaenaleyh;
Hüdhüd sür'atle geldi isbat-ı vücud etti. Süleyman (A.S.) in nereye gittiğini
suâl etmesi üzerine Hüdhüd i'tizar ederek dedi ki, «Ya Nebiy-yallah! Senin
ilmin lâhik olmayan bir şeye benim ilmim lâhik oldu ki, senin ve askerinden hiç
kimsenin bilmediği bir şeyi ben tahkik ettim ve kavm-i Sebe'den bir haber-i
yakinle sana geldim» dedikten sonra haberi beyan etmeye başladı, «Ben Sebe' kavmine
malik ve onların padişahı bir hatun buldum ve o hatuna padişahlara lâzım olan
her şey verilmiş ve o hatunun pek büyük sarayı ve köşkü . de vardır» demekle
gaybubetini ve nereye gittiğini beyanla cevap verdi. Sebe' Kaktan neslinden ve
(San'a) ya üç konak mesafede (Me'rib) şehrini bina eden şahsın ismidir.
Binaenaleyh; o beldeye (Sebe') ve ahalisine (kavm-i Sebe') denilmiştir.
Hüdhüd'ün oraya
gitmesinin sebebi; Hâzin, Beyzâvî ve Nisâ-bûrî'nin beyanlarına nazaran Süleyman
(A.S:) beyt-i mukaddesin binasını ikmâlden sonra hacce niyet eder ve askeriyle
beraber Mek-ke-i Mükerremede hacci edadan sonra bir gün sabah vakti Yemen
cihetine hareket eder ve öğleden sonra (San'a) üzerine gelip manzarası gayet
latif bir arz görünce namaz kılmak için indi. Fakat su bulamayınca derhal
Hüdhüd'ü aradı bulamadı. Halbuki yukarıda beyan olunduğu veçhile Hüdhüd su
teftişine me'mur idi. Meğer Hüdhüd havaya doğru bir cevelân yaptığında gayet
güzel bir bahçede kendi gibi bir Hüdhüd'ü görür. Onunla bir mikdar musahabet
edip geri gelmek üzere bahçeye iner. Orada bulunan Hüdhüd onun nereli olduğunu
ve ne için gezdiğini sorar. Hüdhüd Süleyman (A.S.) m debdebe ve dârâtmı
beyandan sonra Hazret-i Süleyman'in Hüdhüd'ü de ayni suali bahçede bulunan
Hüdhüd'e sorar! O da bahçenin (Belkis) e ait olduğunu ve Belkis'in ahvalini
tafsil eder, Belkis'in sarayını göstermek için alır götürür ve saray-ı
Bel-kis'i temaşa eder gelir. Fakat bir müddet vakit geçer ve muttali' olduğu
ahvali Hazret-i Süleyman'a haber vermekle kusurunun affını istirham ve bu
vesileyle Hazret-i Süleyman'ın gazabını teskin eder, azaptan kurtulur. Çünkü;
Süleyman (A.S.) m kelâmında kabule şayan bir i'tizarı olursa ve mühim bir
haber getirirse affedd-ceği münderic olup Hüdhüd de bu haberi getirince yemini
yeriiii buldu ve Hüdhüd'ün kusurunu affetti.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile bu âyette Süleyman (A.S.) m nefsini hakir görmesine ve ilmini gayet az
addetmesine tenbih vardıf. Zira; Hüdhüd'ün, küçük bir mahlûk olduğu halde onun
bilmediğini bilmesi ve «Senin ihata etmediğin şeyi ben ihata ettim» demesi
taraf-ı İlâhîden kendine bir tenbihtir.
Hüdhüd'ün vakıf olduğu
hatunun ismi (Belkis) tir. Pederinin ismi Kahtan neslinden (Şurahbil) dir.
Belkis'e verilen herşeyle murad; padişahlara lâyık olan mat, asker ve mühimmata
harbiyeden her şeydir. Her nekadar Süleyman (A.S.) m saltanatı Belkis'ten çok
fazlaysa da Belkis'in sarayı gibi bir saray yapmaya iltifat etmediğinden Hüdhüd
Belkis'in sarayını azametle tavsif ederek demiştir. Yahud Hazret-i Süleyman'ın
saltanatına göre sarayları vardı velâkin Hüdhüd'ün maksadı Belkis'e nisbetle
sarayı büyük.demekti.
Kazî'nin beyanına
nazaran Belkis'in sarayı; binası cihetinden o zamana nisbetle dünyanın en
kıymettar saraylarından olup mücevheratla müzeyyen ve murassa' ve her türlü
ziyneti hâvi idi. Gerçi âyette sarayı azametle tavsif varsa da binasının
keyfiyetine ve tarz-ı mi'marisine ve ziynetine dair tafsilât yoktur. Ancak o zamanda
en kıymetdar ve seyr ü temaşaye değer bir saray olduğuna işaret vardır.[18]
Vacip Tealâ, Süleyman
(A.S.) m gazayı sever ve bilhassa müşrikleri târik-ı tevhide da'vete muhabbet
eder olduğundan Hüdhüd'ün bu haberini daha ziyade tafsil etmesini arzu
ettiğinden Hüdhüd'e müsaade ve
kavm-i Sebe'in diyanetlerini tahkik etmesi üzerine Hüdhüd'ün kelâmını hikâve
etmek üzere buyuruyor.
[«Ben o hatunu ve
kavmini Allah'ın gayri güneşe ibadet ve secde ederler buldum.»!
[«Şeytan onlara batıl
ibadetlerini tezyin etti.»
[«Binaenaleyh; şeytan
onları doğru yoldan men' etti.
[«Şeytan men'edince
onlar tarik-ı müstakime ihtida edemezler» demekle mezheplerini tafsil etti.]
Yani; Hüdhüd Belkis'i
ve Belkis'in sarayını tetkik ettiği gibi Belkis'in mezhebini dahi tetkik
ettiğine binaen Süleyman (A.S.) a haber verip diyor ki «Ben Belkis'i ve kavmini
Allah'ın gayri güneşe secde ederler buldum ve şeytan onlara a'mal-i
kabihalarmı tezyin ederek doğru yoldan men'etmiş. Binaenaleyh: onlar şeytanın
tezyinatına aldandıkça doğru yolu bulamazlar. Çünkü: eğri amellerini doğru
zannettiklerinden tarik-ı müstakim aramazlar ki, ihtida etsinler. Şu halde
onları ikaz edecek bir mürşid-i kâmil lâzımdır. »
Bu âyette kavm-i
Sebe'in ihtida edememelerinin sebebi; şeytanın onları doğru yoldan
men'etmesidir ve bu cümle onun neticesidir ve mantıkça kıyas-ı takriri
şöyledir : «Kavm-i Sebe! İhtida
edemezler. Zira; şeytan onları doğru
yoldan men'etmiştir. Her kavim ki, şeytan onları doğru yoldan men'ede, onlar
ihtida edemezler. Binaenaleyh; Kavm-i Sebe' ihtida edemezler» demektir. Şeytanın
onları doğru yoldan men'inin illeti ve sebebi; amellerini tezyin etmesidir ve
bu cümle onun neticesidir ve takriri şöyledir!: «Şeytan kavm-i Sebe'i doğru
yoldan men'etti. Zira; şeytan onların a'mâl-i kabihalarmı tezyin etti. Her
kavim ki, şeytan a'mal-i kabihalarmı tezyin ede, onları doğru yoldan men'eder.
Şeytan kavm-i Sebe'i doğru yoldan men'etti» demektir.
[Şeytan onların
amellerini tezyin etti ki, şol Allahü Tealâ'ya secde etmesinler, O Allahü Tealâ
semevat ve arzda olan gizli şeyleri çıkarır, sizin gizlediğiniz ve aşikâr
kıldığınız şeyleri bilir.]
Yani; şeytan kavm-i
Sebe'in amellerini tezyin ederek doğru yoldan men'etti ki, Allahü Tealâ'ya
secde etmesinler diye. O Allahü Tealâ ki, göklerde gizli esbab-ı rızıktan olan
yağmur danele-rini ve yerlerde nebatatı meydana çıkarır ve onlara rızık kılar
ve sizin gizlediğiniz ve izhar ettiğiniz şeylerin cümlesini biîir. Binaenaleyh;
secdeye ve ibadete müstehak O'dur. O'nun gayri ibadete ehil olmadığından gayre
ibadet -şirktir.
Bu âyette tahfifle veya
harf-i nida olmak ve münadi olan kavim kelimesinin mahzuf olmasiyle kıraet
vardır. Buna nazaran Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet Allahü Tealâ'dan
veya-hud Süleyman (A.S.) dan ibtida'-yı kelâm ve secdeyle emirdi^. Süleyman
(A.S.) m kelâmı olduğuna nazaran vıanâ-yı nazım;: |Ey kavmim! Şol Aîlahü
Tealâ'ya secde edin ki, o Allahü Tealâ göklerde ve yerde gizli olan şeyleri
ihraç ettiği gibi sizin gizli ve aşikâr kıldığınız şeylerin cümlesini bilir]
demektir. Eğer Cenab-1 Hak'tan ibtida-yı kelâm farzolunursa manâ-yı nazıvı: [Ey
kulla--rım! Secde edin şol Alîahü Tealâ'ya ki, O Allahü Tealâ semevat ve arzdan
çıkacak daneleri ve rızıklarımzı çıkarır ve sizin gizli ve açık cümle esrar ve
efalinizi bilir j demektir. Evvelki,manâya göre secdeyi terkten dolayı Belkis'i
ve kavmini zem olup ikinci ve üçüncü manâlara nazaran secdeyle emir olduğundan
gerek secdeyi terk için zem ve gerek emir hepsi secdenin vacip olduğuna delâlet
ettiğinden âyet-i celile her iki kıraete nazaran secdenin vacip olduğuna
delâlet eder. Secdeye terğib için Vacip Tealâ kemâl-i kudret ve ilmini beyan
etmiştir. Çünkü, semevat ve arzda gizli olan şeyleri ihraç etmek kudret-i
kâmileye delâlet ettiği gibi gizli ve aşikâr her şeyi bilmek de ilm-i kâmile
delâlet eder. Şu halde secdeye müstehak ancak Allahü Tealâ olup Allah'tan başka
hiç bir kimsenin secdeye ehil olmadığına delâlet vardır.[19]
Vacip Tealâ secdeye
müstehak olduğunu beyandan sonra va-hid-i hakiki ve ma'budün bilhak olup Arş-i
a'zamın sahibi olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allahü Tealâ'dan
başka ma'budün bilhak yoktur. Ancak ma'budün bilhak Allahü Tealâ vardır ki, O
Allahü Tealâ Arş-i a'za-mm sahibidir.] Arş-i a'zam, ecsamm evvel halk olunanı
olduğu gibi ecsamm cümlesini de muhittir. Belkis'in arşı Belk-is'e ve onun
emsali padişahlara nisbetle büyük olduğu gibi Allahü Tealâ'nm Arşı da cümle
mahlûkata nisbetle büyüktür. Şu halde Arş-ı Bel-kis'e azîm denildiği gibi Arş-ı
a'lâya da azîm denmesinde münafat yoktur. Çünkü Arş-ı Belkis'te azamet;
Belkis'e nisbetledir ve Allah'ın Arşında azamet; cümle mahlûkata nisbetledir.
Bu âyetler Hüdhüd'ün
kelâmı olduğuna nazaran Hüdhüd Ce-nab-ı Hakkın vahdaniyetini ikrarla tevhid
ettiğine âyet delâlet, eder. Çünkü; Vacip Tealâ'nm vahdaniyetini, fail-i muhtar
ve kudret-i kâmile sahibi olduğunu tasdikle iman eden bir kimse Allahü
Tealâ'nm Hüdhüd'e Hazret-i Süleyman'la konuşmaya ve Allah'ı bilip vahdaniyetini
ikrarla tevhid etmeye kudret vermesinde te-reddüd etmediği gibi bu gibi
acayibata itiraz etmez. Amma Allah'ın kudretini
tamamiyle tasdik etmeyen nefs-i habise sahibi olan bir kimse kendi miskin
nefsine kıyasla Halikın izzetiyle mahlûkun zilleti beynini tefrik etmediğinden
bu gibi nüfus-u kudsiye sahiplerinden zuhur eden tecelliyat-ı İlâhiyeye
i'tiraz ederlerse de nefislerinde gizli olan nifaklarını izhar etmekten başka
bir şey yapmış olmazlar.
Bu âyette beyan olunan
iki kıraetin her hangisi tilâvet olunsa tilâvet eden ve işiten kimselere
secde-i tilâvet vaciptir.[20]
Vacip Tealâ Belkis'in
ahvaline dair Süleyman (A.S.) !a Hüdhüd'ün getirdiği haberi beyandan sonra
Hazret-i Süleyman'ın sözlerini ve muamelesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Süleyman (A.S.)
Hüdhüd'ün kelâmım kemâl-i dikkatle dinledikten sonra dedi ki, «Ey Hüdhüd!
Elbette biz senin haberinde teemmül ve tefekkür eder, biraz düşünürüz. Bakalım
sen haberinde sadık mısın, yoksa yalancılardan mısın?»]
[«Sen şu kitabımla git
ve o kitabi onlara at.»]
["Mektubu
attıktan sonra onlardan geri çekil sözlerini dinle nazar et bak, birbirlerine
ne gibi sözlerle müracaat ederler ve istişareleri ne yolda cereyan ederse bana
haber getir?» demekle Hüdhüd'ün vazifesini ta'yin edip Belkis'e gönderdi.]
Yani; Süleyman (A.S.)
Hüdhüd'ün sözlerini dinledi ve kelâmın mutazammm olduğu ilim ve hikmeti
sıhhatine delil addederek Hüdhüd'ün i'tizarmı kabul ve kusurunu affetmişse de
haberin mutazammm olduğu Belkis'e ait haberi tamamiyle tahkik etmek lâzım
olduğunu ve henüz bu hususa dair kat'î bir haber olmadığını iş'ar etmek üzere
dedi ki, "Sözünü dinlemiş ve sıhhatine hamlet-mişsek de biz elbette nazar
eder bakarız. Senin sözün doğru mudur, yoksa sen yalancılardan mısın? Bu cihet
tamamiyle tahkike muhtaçtır. Sen şu kitabımla Belkis'in sarayına git ve bu
kitabı Belkis'e ve cemaatine at ve onların olduğu mahalden dön geri ve
görmeyecekleri bir yere çekilerek sözlerini dinle. Ne gibi sözler ve
tedbirlerle birbirine müracaat eder ve istişarelerinin hulâsası neye müncer
olursa bana haber getir» demekle Hüdhüd'ün hareketini ta'yin etti.
Fahri Râzi, Hâzin ve
Ruhûlbeyanda zikrolunduğuna nazaran Hüdhüd mektubu gagasıyla götürüp, Belkis'in
sarayının penceresinden girerek Belkis'in göğsüne koydu ve Hazret-i
Süleyman'ın emri üzere geri çekildi ve pencerenin bir tarafına saklanarak, neticeye
intizar etti. Belkis uykudan uyandı göğsünden nameyi alıp Mühr-ü Süleyman'ı
görünce vücuduna bir titreme arız olup korku her tarafını ihata etmesi üzerine
derhal vükelâsını toplayarak müzakereye başladı ve Hüdhüd de tamamen sözlerini
duyacak kadar yakın bir pencerede ahz-i mevki' edip durdu.[21]
Vacip Tealâ Belkis'in
kelâmını ve name-i Süleymanı vükelâsına okuduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Belkis vükelâsına ve
memleketin eşrafına hitap ederek der ki, «Ey ulu kişiler ve büyük adamlar!
Muhakkak bana güzel bir kitap atıldı.»]
m [«O kitabın suret-i
tahriri şöyledir : O kitap Süleyman'dandır ve o kitap Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın ismine mukarindir. Siz benim üzerime kibretmeyin ve siz bana tamamiyle
muti' olarak gelin diyom dedi.]
Beyzâvî ve
Nisâbûrî'nin beyanları veçhile mektup mühürlü olup mührü acayip üzere müştemil
olduğu gibi lâfzı da ismullah üzerine müştemil olduğundan Belkis kitabı
kerametle tavsif etmiş ve ferasetiyle bir nebi tarafından geldiğini ve ihtidaya
da'vet olduğunu bildiğinden nâmeye ta'zim etmiş ve bu ta'zimi ihtidasına ve
akibet Süleyman (A.S.) la izdivacına sebep olmuş ve bu vesileyle saadet-i
dareyn'e nail olmuştur.
Fahri Râzi ve
Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran Resûlullah «Kitabın kerameti mührüdür»
buyurmuş ve Belkis de kitabı mühründe gördüğü acayipten dolayı kerametle
tavsif etmiştir. Binaenaleyh; mektubu mühürlemek sünnet-i enbiyadandır. Hatta
bizim Peygamberimiz de nefsi için mühür ittihaz etmiştir ve mektuplarım
mühürlemiştir ki, ibtidası Acem Melikine-yazdığı mektuptan başlamıştır. Fakat
Acem Meliki name-i Resûlullah'ı tahkir ettiğinden akibet kendi hakir, mülkü
perişan ve hükümeti münkariz olmuştur. Belkis mektubu hikâye ederken Hazret-i
Süleyman'dan olduğunu beyanı takdim ettiğinden hikâye suretiyle âyette Süleyman
takdim olunmuştur. Yoksa Süleyman (A.S.) m tahririnde Besmele mukaddem olduğu
ekser müfessirinin cümle-i beyanatm-dandır.
. Enbiya'-yı izam
hazretleri sözlerini daima maksada hasreder, fazla söz söylemezler.
Binaenaleyh; Hazret-i Süleyman'ın şu kitabı gayet muhtasar olmakla beraber
insana dünya ve âhirette lâzım olan mesailin cümlesini câmi'dir. Çünkü; insana
lâzım olan evvelen i'tikat ve ameldir, i'tikadm amel üzerine mukaddem olduğuna
işaret için Süleyman (A.S.) nâmesinde Besmeleyi takdimle Vacip Tealâ'nm
vücudunu ve Ulûhiyetle muttasıf, ilim, kudret, irade ve ihsan sahibi bir
halik-ı lemyezel olduğunu beyanla Zat-ı Ulûhiyete müteallik mesail-i i'tikadiyeyi icmalen beyan
etmiştir. Zira Rahman ve Rahim olmak; sıfât-ı sübutiyenin cümlesini cami'
olduğundan Hazret-i Süleyman Besmeleyle ibadetin ancak Allahü Tealâ'ya ,-Iup
Allah'ın gayri ibadete müstehak bir kimse olmadığım beyan ve akaid-i hakkaya
işaret etmiştir. Yalnız i'tikad-ı hakkı beyanla iktifa etmedi, belki amel-i
salihin lüzumuna da işaret etti. Çünkü; kelimesi
nefs-i emmareye ittiba'la hava ve hevesine tebaiyyetten ve tekebbürden nehyetmekle
ahlâk-ı zemimeyi terkin lüzumuna işaret etmiştir ki, ahlâk-ı zemimeyi terk ve
ahlâk-ı hamideyle ittisaf lâzım gelir. Müslim olarak gelmeleriyle emir;
tamamiyle inkiyad ve lâzım gelen ibadeti eda, iman ve inki-yad ile nefsini
kılıçtan muhafaza, hayat-ı dünya ve saadet-i uhra-ya nail olmaya çalışmalariyle
emir ve tavsiyedir. Şu halde; bu iki cümleyle Süleyman (A.S.) onları imana ve
inkiyada da'vet etti. Halbuki «Onlara karşı nebi olduğuna dair mu'cizesini
izhar etmediğinden şu da'vet taklid ile iktifayı müstelzim olmaz mı ve usûl-ü
i'tikat olan imanda taklid caiz olur mu ve mu'cizesini göstermeksizin Belkis'i
ve kavmini kendine imana nasıl da'vet etti?» yolunda varid olan şu suale cevap
: Hazret-i Süleyman mu'cizesini onlara karşı izhar ve da'vetini onun üzerine
bina etti. Şu halde taklidle teklif etmedi. Çünkü; Süleyman (A.S.) m Beikis'e
gönderdiği elçisi serçe kuşu nev'inden ufacık bir kuştur. Nisâbûrî ve Fahri
Râ-zi'nin beyanları veçhile Belkis'in yatak odası yedi kapı içinde olup
kapıların hepsini arkasından kilitler, hatta anahtarlarını yastığının altına
koyduğundan bu nameyi insanın getirip Belkis'in bulunduğu odaya girmesi mümkün
değildir. Şu halde böyle hikmetamiz, Ulûhiyetten haber verir, ameliyatla
emreder ve ahlâkıyata işaretle tehzib-i ahlâka da'vet eyler bir nâmenin göğsü
üzerinde bulunması semadan vahiy gelmiş gibi garaibi mutazammın olduğu cihetle
mektubu gönderen zatın kuvve-i kudsiye sahibi pek büyük bir zat olmasına
delâleti mu'cize yönünden kâfi olduğundan Belkis derhal kabul cihetine
meyletmekle nâmeye ta'zim ve kerametle tavsif etmiştir. Halbuki esah rivayete
nazaran Hüdhüd pencereden girip Belkis'in göğsüne nâmeyi koyacağında Belkis'i
dakdakasiyle uyandırmış. Bu rivayete nazaran Belkis Hüdhüd'ün nâmeyi
getirdiğini görmüş. Binaenaleyh; Hüdhüd'ün nâme getirmesinden daha ziyade bir
mu'cize olur mu? Elbette olamaz. Çünkü; böyle bir kuşun elçilik yapması âdetin
hilafıdır ve o kuşun, gönderen zata itaat etlerek tenbih olunan hizmetleri
tamamiyle yerine getirmesi ve getirdiği nâmenin gayet kıymettar olması nâmeyi
gönderen zatın nübüvvetine delâlet eder mu'cizat kabilinden olduğu cihetle Süleyman
(A.S.) mu'cizesini izhar etmiş ve onları imana da'vet eylemiştir. Binaenaleyh;
şu da'vette taklidle iktifa yok ki, suâl varid olsun.[22]
Vacip Tealâ
Belkis'in mektubu okudukta^ sonra
hitaben irad ettiği sözleri ve
vükelâsının üzere buyuruyor.
[Belkis vükelâsına
hitaben kemâl-i îztırap ve elemle «Ey ulu kişiler ve büyük adamlar! Şu müşkül
işimde bana cevab verin ve meseleyi halledin ve ihtiyata riayetle düşünün, arız
ve amîk konuşun. Zira; siz hazır oluncaya kadar bu meselede ben rey verip
kes-tiremedim. Şimdi size tefviz ediyorum, teemmül edin etrafiyle düşünün ve
bana bir fetva verin, mesele pek mühimdir. Sizin reyinizin tekarrür ettiği
şeyi ben de imza edeyim» dedi.']
[Vükelâ meseleyi
düşündükten sonra dediler ki «Biz kuvvet ve kudret emr-i harpte siddet-i hücum,
şecaat ve celâdet sahibiyiz, sıytimiz âleme intişar etmiştir. Düşmandan
korkmayız, mühhn-mat-ı harbiyemiz mükemmeldir ve askerimiz çoktur. Şu halde korkumuz
yoktur. Eğer harp etmek istersen telâş etme. Halbuki emir sana raci'dir.»]
[«Binaenaleyh; nazar
et bak muharebe veya musalâhadan hangi ciheti ihtiyar ve emredersen biz emrini
kabule hazırız» demekle istişarelerinin hulâsasını beyanla beraber re'y-i
Belkis'e müracaat ettiler.]
Bu âyette hükümdarla
vükelâsı beyninde irtibat ve imtizaç ve yekdiğerine karşı sadakat ve
vükelâsının hükümdara kemâliyle itaatleri lâzım olduğuna işaret vardır. Çünkü;
Cenab-ı Hak hükümdar olan Belkis'in vükelâsına maksadını izhar ederek işin
ehemmiyetini anlatıp, meselenin hallini onlara havale ettiğini beyanla hükümdar
tarafından vükelâya karşı olacak muameleyi beyan ettiği gibi vükelânın da
şimdiye kadar vakit kaybetmeyip muharebe mü-himmatiyle meşgul olduklarını ve
her türlü ihtimalâta karşı teda-rikâtta bulunduklarını, askeri ta'lim ve
terbiyeyle şecaat ve cesarete alıştırdıklarını ve hükümete lâzım olan
teşebbüslerden geri durmadıklarını ve hükümdar i'lân-ı harbetmek isterse hiç bir
düşmandan çekinmeyeceklerini iş'arla cevap vermeleri vükelânın hükümdara
karşı vazifelerini ve muharebe etmek tarafına meylettiklerine işaretle beraber
işi akıbet reis-i hükümetin reyine havale ve hüsn-ü muaşeret ve kemâl-i
itaatlerine dahi işaret etmekle bir hükümetin vükelâsı için lâzım olan
vazifeyi beyan etmiştir. Çünkü; Belkis'in vükelâsına işi havaleden maksadı
ikidir : Birincisi; vükelânın kalplerini tatyip etmek, ikincisi; onların reylerinden
istifade etmekle beraber muavenet ve muzaheret beklemek ve memleket hakkındaki
düşünce ve tedbirlerini anlamaktır. Kezalik vükelânın cevabının hulâsası da
ikidir : Birincisi; eğer hükümdar muharebe etmek isterse muharebeye
iktidarlarını ve hazır olduklarını beyan etmek, ikincisi; eğer hükümdarın
maksadı musalâha ise ona da muvafakat edeceklerini beyanla hükümdara
itaatlerini izhar etmektir. Esasen müzakere olunan meselenin de çaresi ikidir
: ya muharebe ve yahud Hazret-i Süleyman tarafından vaki' olan teklifi kabul
etmekle musalâhadır. Çünkü; teklifin icabı bu ikiden birini ihtiyar etmektir.
Zamanımızda bu gibi teklifata nota denir ki, neticesi ya harp veya teklifi
kabul etmekten ibarettir. îşte bu gibi vak'aları Cenab-ı Hakkın Kur'an'da
beyanı; ümmet-i Muhammed'e ders vermek ve hükümdarla vükelâsına lâzım olan
vazifelerini ve emniyet-i mütekabile-nin lüzumunu beyan etmektir.[23]
Vacip Tealâ vükelânın
cevaplarını beyandan som kelâmını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Belkis vükelâsına
cevapta dedi ki «Evet! Sizin dediğiniz gibi, bizim kuvvetimiz vardır, fakat
harp hud'adir ve muharebe müşküldür, akibeti ma'lûm olamaz. Binaenaleyh;
kesrete ve cür'ete i'tibar yoktur. Eğer me'mulümüzün hilafı zuhur eder emir
bil'aks olursa memleket harap ve bizler de zelil oluruz. Zira; padişahlar bir
memlekete girdiklerinde o karyeyi ve memleketi ifsad ve ma'-mureleri tahrip
ederler, ahalinin kavilerini zayıf ve aziz olanlarını zelil kılarlar. Eğer
Süleyman (A.S.) ve askeri bizim memleketimize kahren girecek olurlarsa bizim
de memleketimizi tahrip ederek, zenginimizi fakir ve eşrafımızı zelil
kılarlar. İşte benim dediğim gibi böylece işlerler ve böylece işlemek
padişahların âdetleridir» demekle musalâhanm muvafık olacağını ve o cihete
meylettiğini beyan etti.] Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile Belkis'in bu
kelâmdan maksadı; vükelânın kudret-i zatîleri ki, cisimleri, şecaatleri ve
kudret-i araziyeleri ki mühimmat-ı harbiyenin kâfi mik-darı mevcut olduğunu
beyanla muharebeye rağbet göstermelerini tezyiftir ve muharebenin berakis
olduğu surette akibetinin vehaf-metini beyanla kendisinin musalâhaya rağbetini
izhar etmektir ve muharebenin vehametinin de; memleketi tahrib eylemek ve
eizze-yi ezille kılmak olduğunu beyan etti. :
Hulâsa; Belkis'in
vükelâsiyle istişaresini beyanla hükümdarla vükelâsı beyninde cereyan edecek
muamelenin ve vükelâ ile hükümdarın beyinlerinde yekdiğerine karşı irtibatın
ne derece olacağına dair meselenin ruhunu bu âyetlerde Vacip Tealâ'mn beyan
ettiği ve bu vesileyle usûl-ü müzakere ve müşaverenin esasını tabiim buyurduğu
bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesinden-dir.[24]
Vacip Tealâ Belkis'in
musalâhaya rağbetini beyandan sonra
kelâmına ilâve ettiği sözü de beyan etmek üzere buyuruyor,
[«Benim reyim; bugün
kılıca sarılarak muharebe kapısını açmak veya ağır tekâlifi kabul ile musalâha
olmak bize muvafık değildir. Binaenaleyh; fikrimce ben onlara münasip olan bir
hediyye göndereceğim, o hediyye bizim ve onların şanımıza lâyık olacak ve ben
intizar edeceğim, gönderdiğimiz elçilerimiz onların ahvalini tecessüs etsinler.
Bakalım bizim resullerimiz ne gibi havadisle müracaat edecekler ve ne gibi
sohbette bulunacaklar, kuvvet ve kudretleri neden ibarettir. Bu cihetlerini
elçilerimizden tahkik edip karşımızdaki hasmın halini anladıktan sonra bizim
için muvafık olan harp mi veya sulh mudur? O zaman müzakere edelim» dedi.] Ve
bu sözüyle hasmın halini anlamadan bir cihete karar vermenin hata olduğunu
beyan etti. Belkis'in şu tedbiri kemâl-i fetanet ve dirayetine, memleketi
idareye kudret-i kâmile ve rey-i saip sahibi olup umur-u memleketi zapt u
muhafazaya ve vazife-i emareti sıyanete iktidar sahibi olduğuna delâlet eder
ki, hükümdarların bu sıfatları haiz olmaları lâzımdır. Kezalik saltanatın
siyasetine vakıf olduğuna ve bir hükümetin karşısında bulunan hükümetin halini
bilmeksizin muharebe veya musalâhaya girişmesinin hatadan hâlî olmadığına ve
binaenaleyh; her hükümetin vazifesi hasmını teftiş olduğuna dahi delâlet eder.
Beyzâvî'nin ve
Ni'metullah Efendinin beyanlarına nazaran Belkis vükelâsından (Münzir b. Amr)
nâmında bir zatı hediyyeyi götürecek cemaate reis ta'yin ederek gönderir.
Hediyyenin tafsiline gelince : Nisvan elbisesinde oğlanlar ve oğlan
elbisesinde cariyeler ve bir hokka içinde deliksiz bir inci ve bir boncuk ki,
eğri delinmiş ve mücevherat, altun, gümüş ve sair kıymettar mallar ki o
zamanda nefis ve kıymettar olan her şeyin mevcud olduğu mer-vidir. Belkis giden
elçiye tenbih ederek der ki, «Eğer Süleyman (A.S.) nebi ise bu cariyelerle
oğlanları daha siz geriden gelirken bilir ve tefrik eder ve inciyi doğrultur ve
eğri boncuğa ipliği takar ve eğer bunları bilmez de gazaplı bulunursa bilin ki,
padişahtır, nebi değildir. Eğer padişah olup nebi olmadığı tahakkuk ederse ben
ondan korkmam». İşte Belkis bu gibi talimatla elçi heyetini yola çıkardı.[25]
Vacip Tealâ Belkis'in
elçilerinin hediyyelerle huzur-u ian'a geldiklerinde vuku' bulan ahvali beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki, Belkis'in
elçisi Süleyman (A.S.) in huzumna gelince o zamanda âdet olan merasimi
ba'delicra Süleyman (A.S.) «Bana mâl ile mi imdad edeceksiniz?» dedi.] Ve
sözüne şunu da ilâve etti:
[«Allah'ın bana vermiş
olduğu nübüvvet, hikmet, ilim, mülk ü memleket size verdiği emvalden
hayırlıdır, belki siz kendi hediyyenizle ferahlanırsınız."] elçi! Dön geri
getirdiğiniz hediyyeye bizim ihtiyacımız yoktur.»]
[Belkis'e ve kavmine
«Söyle eğer namemizde beyan ettiğimiz veçhile kemâl-i tevazu'la müslim olarak
bize gelirlerse münazaa yoktur, eğer müslim olarak gelmezler ve hediyye
göndermek gibi şeylerle vakit geçirmek isterlerse elbette onların mukabele
edemeyecekleri askerle biz onlara geliriz.»]
[«Ve biz elbette
onları zelil olarak memleketlerinden çıkarırız. Halbuki onlar hakirlerdir»
demekle elçiye hükümetinin kuvvetini anlattı.]
Yani; Belkis'in elçisi
Süleyman (A.S.) m huzuruna gelince Süleyman (A.S.) elçiye ve yanında
bulunanlara hitap ederek dedi ki, «Siz bana ehl-i dünyanın gaye-i emelleri olan
emvâl-i dünya ile mi imdad edeceksiniz ve onunla mı kendinizi sevdireceksiniz?
Allah'ın bana verdiği ni'metler size verdiği ni'met-i dünyadan hayırlıdır.
Binaenaleyh; benim sizin getirdiğiniz mala ihtiyacım yoktur, belki siz dünya
malından ibaret olan hediyyenize mağrur olur ve onunla ferahlanırsınız. Çünkü;
emeliniz dünya malına münhasır olup âhiretten haberiniz yoktur. Ey elçi! Git
memleketine Belkis'e ve-kavmine söyle. Benim onlardan ve onların emsalinden
matlûbum dünya malı değildir, ancak onlardan matlup olan iman ve şeriata
inkiyattır. Şu halde eğer matlup olan imânı yerine getirip inkiyad etmezlerse
elbette biz onlara mukabele edemeyecekleri bir askerle gelir ve hor ve hakir
oldukları halde onları memleketlerinden çıkarırız)» demekle maksadını elçiye
anlattı ve elçi de nebi olduğuna kanaat ederek avdet etti. Çünkü; Ni'metullah
Efendinin, Kazı, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları veçhile Hazret-i Süleyman
elçilere karşı gayet beşuş, güler yüz ve tatlı dille rae-lûl ü mahzun ve gayet
yanık bir surette dünyaya ve âhirete müteallik sohbette* bulundu,
memleketlerinden ve padişahlarının hâllerinden suâl etti. Belkis tenbihinde
"Eğer mülayim bulunursa nebidir»
demişti. Binaenaleyh; Hazret-i
Süleyman'ın mertebe-i nübüvvete lâyık bir surette sohbeti bu maksadı temin
etti. Yani nebi olduğunu isbat etti ve diğer imtihanlarından inciyi bir kurda
deldirmek ve boncuğa ipliği taktırmak suretiyle hasıl oldu. Cariyelerle
oğlanların beyinlerini tefrika gelince; Süleyman (A.S.) onlara ellerini ve
yüzlerini yıkamakla emretti. Meğer cariyeler suyu bir ellerinden diğer ellerine
ve sonra yüzlerine dökmekle yıkarlar amma oğlanlar nasıl suyu ellerine dökerse
öylece doğru yüzlerine götürürler. Onları da bu cihetle tefrik edince Belkis'in
tenbih ettiği imtihanın kâffesi hasıl oldu. Fakat Hazret-i Süleyman'ın debdebe
ve daratıru ve saltanatta varlığını görünce bittabi' getirdikleri hediyyenin o
saltanata nisbetle hiç bir kıymeti olmadığını bil-diler. Süleyman (A.S.) da
âyette beyan olunduğu veçhile hediyye-lerini kabul etmeyip reddetti ve hatta
bazı tehdidatta da bulundu. Çünkü; evvelce beyan olunduğu veçhile Hüdhüd
sarayın penceresinde Belkis'in müşaveresini ve göndereceği hediyyelerini ve
imtihan tenbihatını ve elçisini velhasıl Belkis'in sarayında bu hususa dair
cereyan eden ahvali tamamiyle Süleyman (A.S.) a haber verdiğinden Süleyman
(A.S.) gayet vasi' bir meydana kürsüler kurdurmuş ve ins ü cinden maiyyet
askerlerinin saflarla bulunmalarını emretmiş ve saltanatın kuvvet ve kudretine
âid ne kadar debdebe ve daratı varsa onları elçilerin görecekleri bir hale
koymakla kemâl-i satvetini onlara izhar etmiştir. Teklifini kabul etmedikleri
takdirde muharebeye hazır olduğunu i'lân etti. Binaenaleyh; bu vukuat bir
hükümdardan diğer hükümdara elçi göndermenin ve gelen elçilere satvetini
göstermenin meşru' olduğunu Kur'an'da beyana sebep olmuştur.
Belkis'in elçisi
(Münzir b. Amr) geri gelip Hazret-i Süleyman'ın sohbetini ve ahvalini ve
müşahedatım tamamiyle haber verince Belkis Süleyman (A.S.) in nebi olduğunu
tasdik ederek muharebe doğru olmadığını ve musalâhayla itaat lâzım olduğunu vükelâsına
tefhim ve Hazret-i Süleymanla yakın vakıtta huzuruna gelip müşerref olacağını
beyan zımnında ikinci bir elçiyle bir nâme gönderdi ve kendi yol tedarikâtma
başladı ve kürsüsünü sarayının yedi kapı içinde olan kendine mahsus köşkünde
müteaddit bekçilerin taht-ı muhafazasında bıraktı ve yola çıktı.[26]
Vacip Tealâ, Belkis'in
Hazret-i Süleyman'ın ikametgâhına bir konak mesafeye geldiğinde Süleyman (A.S.)
m ondan evvel kürsüsünü getirecek bir kimse aradığını beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Süleyman (A.S.) «Ey
ulu kişiler! Belkis ve onun etbaı bana muti' oldukları halde gelmeden evvel
onun kürsüsünü bana getirecek hanginizdir?» dedi.]
[Cinnilerden ifrit
dedi ki «Ben Belkis'in kürsüsünü sen oturduğun yerinden kalkmadan evvel sana
getiririm.»]
(«Halbuki ben onun
kürsüsünü getirmek üzere kaviyim ve onun ziynetinden hiç bir şeyi de zayi'
etmem. Zira; eminini" demekle zararsız getireceğini vaadetti.] Fakat
Süleyman (A.S.) bunu biraz teehhürlü addederek daha sür'atli getirilmesini arzu
etmesine binaen :
[Şol bir kimse «Ben
arş-ı Belkis'i sen gözünü yummadan alır sana getiririm» dedi ki, o kimse
indinde levh-i mahfuzdan ilim vardı ve ism-i A'zami da bilirdi.]
[O kimse arş-ı
Belkis'i vaadi veçhile derhal alıp getirip vakta ki, Süleyman (A.S.) arş-ı Belkis'i kendi huzurunda
karar etmiş görünce Rabbisine iltica ve teveccühle dedi ki, «îşte şu ni'met benim
Rabhimin bana fazlıdır.»]
[«Rabbimin bu
ni'metleri ihsanı beni imtihan içindir ki, ben kendimde istihkak görmeksizin
ni'metleri Rabbimden bilerek şükrünü eda eder miyim, yoksa nefsimde istihkak
görerek ııfmetlerin şükrünü edada kusur mu ederim? Bu cihetlerini imtihan muamelesi
yapmak için turfetülaynde arş-i Belkis'i getirmek gibi büyük ni'metleri bana
ihsan etti» dedi.]
[«Halbuki bir kimse
şükrederse nefsi için şükreder ve eğer küfrederse kendine mazarrat eder. Zira;
benim Rabbim ganîdir; Çünkü hiç kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur ve kerimdir;
zira şük-redene ve etmeyene in'am edem demekle Cenab-ı Hakka şükret-mistir.]
İfrit; Cinden habis ve
münkir bir kimsedir. Süleyman (A.S.) bu gibileri hidemat-ı şakkada istihdam
ederdi. İsmi (Zek-van) veya (Sahr) dır. İfritin mekam - % Süleyman ile muradı;
hükümet konağıdır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Hazret-i Süleyman
sabahtan zeval vaktine kadar hükümet kürsüsünde oturur, mesalih-i ibad ve
hükümetle meşgul olup zevalden sonra başka işlerle meşgul olduğundan İfritin
«Ben makamından kalkmadan evvel arş-ı Belkis'i getiririm» demesi «hükümet konağından
kalkmadan evvel getiririm» demekti. Binaenaleyh; Süleyman (A.S.) zamanı uzun
saydı ve daha evvel gelmesini istemesi üzerine kitaptan ilmi olan (Asaf b.
Berhiya) «Ben arş-ı Belkis'i gözünün kapağını sana reddetmeden yani gözünü açıp
kapamadan getiririm» dedi ve emr-i Süleymanî üzere derhal getirdi. Arş-ı Belkis'i
getiren zatın Cibril-i Emin olduğuna dair rivayet varsa da bu rivayet zayıftır.
Esah olan Süleyman (A.S.) in vezir-i a'zamı ve teyzezadesi (Asaf b. Berhiya) dır. Asaf hazretleri
kütüb-ü İlâhi-yeyi ve bilhassa Tevrat'ı tilâvetle meşgul hakayikını lâyıkıyla
bilip mucibiyle amel eder, ism-i a'zamı bilir, duası müstecap bir zat
olduğundan nereye gitse hayırla gelen bir zat-ı âl-i sıfat idi. Göz açıp
yumuncaya kadar arş-ı Belkis'i getirmesi Asaf hakkında keramet ve Hazret-i Süleyman
hakkında mu'cizedir. Çünkü; bir nebinin ümmetinde zuhur eden harikalar o
nebinin şeriatinin sıhha-tma delâlet ettiği cihetle o nebi hakkında mu'cizedir.
Keramet-i evliyanın hak olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü; Asaf Veli'dir,
nebi değildir. Kitapla muradın; Levh-i vıahfuz olması muh-temelse de esah olan
Kütüb-ü semaviyedir. Şu halde Asaf m kütüb-ü semaviyeye ilmi olduğunu beyanla
Cenab-ı Hak Asaf ı sena etmiştir.
Süleyman (A.S.) m
arş-ı Belkis'i getirmekten maksadı; Hüd-hüd vasıtasiyle göstermiş olduğu
mu'cizelere bir mu'cize daha göstermekle eski mu'cizesini takviye ve
kudretullaha delâlet eden acayibi Belkis'e müşahede ettirmekle tevhide
da'vettir. Belkis'in mülkü olan arşı izni olmaksızın getirmek meselesine
gelince : Belkis henüz gelip şeref-i imanla müşerref olmadığından ecnebiyye bir
müşrike olduğu cihetle onun malını almak helâl olmasına binaen Hazret-i
Süleyman arşının getirilmesini emretmiştir. Arş-ı Belkis'i kendi getirmeye
muktedirken Asaf'a emretmesi; ümmeti ve bilhassa vüzerası içinde böyle
sah'ib-i keramet kimselerin bulunduğunu âleme i'lân etmek ve Asaf'm kadrini
yükseltmektir. Binaenaleyh hükümdarlara lâyık olan; reayası ve bilhassa
vükelâsı içinde bulunan erbab-ı iktidarı takdir ile kadrini ilâ etmektir.
Arş-ı Belkis'in Turfetülaynda hem Yemen'de hem de Kudüs'te bulunması bir cismin
an-ı vahidde iki mekânda bulunması yönünden harikulade bir keramet olmuştur.
Yoksa bir cismi bir mekândan diğer mekâna sür'atli ve sür'atsiz nakletmek her
zamanda ve her şahıs tarafından yapılabileceğinden arş-ı Belkis'i yalnız
nakletmek ciheti harikulade değildir.
Arş-ı Belkis Asaf
vasıtasiyle derhal huzuruna gelip karar edince Süleyman (A.S.) bu misilli
harikuladelerin kendi iktidariyle olmayıp ancak Allah'ın insanıyla olduğunu
ikrarla şükrünü edaya müsareat ederek dedi ki «Rabbim beni imtihan için bu
ni'metleri bana ihsan ediyor ki
ben şükür mü edeceğim, yoksa ni'mete lâzım olan şükrü terkle küfran-ı ni'met mi
edeceğim? Halbuki eğer bir kimse şükrederse şükrünün menfeatı kendine aittir.
Zira; şükrü Allah'ın verdiği ni'mete karşı uhdesine terettüp eden vazifesini
eda etmek ve ni'metinin tezayüdünü istemektir. Çünkü şükür; ni'-metin
ziyadelenmesine sebeptir ve şükürle meşgul olan kimse ibadetle meşguldür.
Çünkü; şükrü mün'imini zikirle sena etmekten ibaret ve bu da aynı ibadettir.
Eğer bir kimse şükretmez de küfran-ı ni'met ederse zararı kendine aittir.
Zira; Allahü Teaîâ onun şükründen ganidir ve ihtiyacı yoktur. Lâkin Allahü
Tealâ kerimdir. Zira; kullarından dünyada şükredenlere ni'metini ihsan ettiği
gibi şükretm ey enlerin de rızıklarını kesmez, onlara da ni'metinj ihsan eder.
Çünkü; dünyada hayat rızıkla kaaim olduğundan dünyada yaşaması mukadder olan
her kulun rızkını kesmez.
Nisâbûrî'nin beyanı
veçhile (Asaf b. Berhiya) nın arş-i Belkis'i getirmesinin keyfiyyeti; Süleyman
(A.S.) a «Aç gözünü bak Yemen cihetine» dedikten sonra ism-i a'zamla Rabbisine
duâ eder ve duasının kabulüyle Rabbisi arş-ı Belkis'i mekânından kaybedip
huzur-u Süleyman'da izhar eder. Yoksa Asaf Yemen'e giderek arkasına yüklenip
getirmiş değildir, belki kuvve-i kudsiye ve kudretullaha iltica etmek
suretiyle gelmiştir. Eflâkin ve bazı yıldızların harekesini bilen ve
kudretullaha iman eden ve elektrikteki sür'ati gören arş-i Belkis'in bu kadar
sür'atle
naklini uzak saymaz.[27]
Vacip Tealâ Hazret-i
Süleyman'ın, arş-ı Belkis'i getirttiğini beyandan sonra Belkis'i imtihan için
arşını gösterdiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Belkis'in köşkünü
Asaf getirince Süleyman (A.S.) «Belkis'in kürsüsünü Belkis'e tağyir edin ve bilinmez
bir hâle getirin ki, biz nazar
edelim, bakalım kendi kürsüsünü bilebilir mi, yoksa bilemeyenlerden mi olur?
Bu cihetlerini tedkikle derece-i zekâsını ted-kik ederiz» dedi.]
[Vakta ki, Belkis
huzur-u Süleyman'a geldi hazır olan cemaat tarafından «Senin kürsün de böyle
midir?» denildi.]
[Bu suale karşı Belkis
kürsüyü nazar-ı dikkatten geçirdikten sonra «Keenne bu köşk o koşkdür» dedi ve
sözüne şunu da ilâve etti.]
[«Bize bu mu'cizeden
evvel sizin nübüvvetinize ilim verildi
ve biz size muti' ve münkad olduk» demekle imanını izhar etti.]
Yani arş-i Belkis
gelince Süleyman (A.S.) vükelâsına «Arş-ı Belkis'ı biraz değiştirin biz nazar
edelim görelim arşını bilebilir mi, yoksa bilmeyenlerden mi olur?» dedi. Derhal
kürsünün vaziyetini ve üzerinde olan mücevherattan bazılarını değiştirmekle
tağyir ettiler. Vakta ki, Belkis geldi «Senin arşın da şu gördüğün arş gibi
midir?» denildi. Belkis kürsüyü nazardan geçirdi ve «Sanki bu kürsü benim
kürsümün aynıdır» dedi ve sözüne şunu da ilâve etti: «Bize bu mu'cizeden evvel
kudret-i İlâhiyeye ve sizin nübüvvetinize ilim verildi. Binaenaleyh; bizler
iman ettik ve müslim olduk» demekle itaatini izhar etti.
Nisâbûrî'nin beyanı
veçhile arşı tağyirden Hazret-i Süleyman'ın maksadı; Belkis'in dirayet,
fetanet, feraset ve kiyasetini imtihan etmekti. Çünkü; Belkis gelmeden evvel
cinniler Hazret-i Süleyman'a onu hamakatla zemmettiklerinden Belkis'in aklının
mikdarmı tecrübe için kürsüsünün dışının bilinmez bir hale getirilmesini
emretti ki, bakalım Belkis'in onu bilecek kadar zekâs var mıdır, yoksa
cinnilerin dedikleri gibi ahmak mıdır? Gerçi Bel kis padişah ise de padişahlık
pederinden mevrus olduğu cihetle fe raseti ve fetanetine delil olmaz. Çünkü;
memleketini vükelâsmıı idare etmesi ihtimaline' binaen tecrübeye lüzum görülmüştür.
Bi naenaleyh; kürsünün kırmızı mücevheratını yeşile tebdil ve cüz'i ce heyetini
değiştirmek suretiyle imtihan etti ve Belkis de kemâl-dirayet ve fetanet sahibi
olduğundan derhal arşın kendinin arş olduğunu bildi fakat yedi kapı içinde
kilitli ve bir çok muhafızla: ta'yin ederek bıraktığından kendi kürsüsü
olmaması ihtimalini di hatırında tutarak teşbih tarikiyle elâstiki ve
diplomasiye muvafı] bir cevap verdi ki, yalandan nefsini muhafaza etti. Çünkü;
kat'iy yen odur dese belki değildir ve değildir dese belki odur. Binaena leyh;
iki ciheti de idare edecek âkılâne bir cevap verdi ki, yalan dan, hamakattan ve
her cihetle ittihamdan nefsini vikaye etti v< Süleyman (A.S.) m bu cevabı
kabul ve takdir ettiğini bildiğindei Belkis derhal nübüvvetini tasdike müsareat
etti ve «Bu gibi hâri kulade ve mu'cizelerle bizi imtihana hacet yoktur. Zira;
şu göster miş oldurun mu'cizeleri izhardan evvel senin nübüvvetin hakkınd; bize
ilim verildi. Binaenaleyh; müslim olarak sana itaat üzere gel dik» demekle
imanını izhar ve Hazret-i Süleyman'a arz-ı mutavaa ta müsareat etti.[28]
Vacip Tealâ bundan
evvel Belkis'in hâl-i küfürde olduğum
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allah'ın gayri olarak
ibadet ettiği güneş Belkis'i imanda]
men'etti. Zira; Belkis küfrüzere büyümüş kâfir olan
bir kavini dendi.]
Yani; Belkis aklı ve
dirayetiyle daha evvel iman ederdi faka Belkis'i
imandan evvelce ibadet ettiği batıl ma'budu men'etti. Zira; Belkis iman
etmeden evvel kâfir olan kavm-i Sebe'dendi. Binaenaleyh; ta genç yaşından bu
ân'a kadar ülfet ettiği mezhebi ter-kedememişti.
Nimetullah Efendinin
tevcihine nazaran âyetin manâsı: [Al-lahü Tealâ Belkis'i evvelce ibadet ettiği
güneş ve saire gibi batıl ma'budlara ibadetten men'etti. Çünkü; Allahü Tealâ
inayetiyle im-dad edip imanı tevfik etmekle bâtıla ibadetten kurtardı. Zira;
Belkis evvelce bâtıla ibadet eden kâfirlerden olmuştu, yahud Belkis'i bâtıla
ibadetten men'eden Süleyman (A.S.) dır. Çünkü; ihtidasına sebep olmuştur]
demektir.[29]
Vacip Tealâ Hazret-i
Süleyman'ın Belkis'i imtihanını beyandan sonra billurdan yapılmış bir avluya
dahil olmasını emirle imtihan ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Belkis gelip kürsüsü
hakkında sorulan suale cevap verdikten sonra Süleyman (A.S.) tarafından
Belkis'e hitap edilerek «Ey Belkis! Sarayın avlusuna gir» denildi.] Ve salona
girmesi taraf-ı Sü-leymanîden emrolundu ve girmek üzere hazırlandı.
[Süleyman (A.S.) in
emrine imtisalen sarayın salonuna girmek üzere kapıya gelip salonu görünce
deniz zannetti ve elbisesini inciklerinden yukarı sıvadı, toparladı ve
inciklerini açtı.]
[Süleyman (A.S.) o
hâlini gördü ve «salon sağlam billurdan yapılmış
sert ve dondurulmuştur. Senin gördüğün gibi su değildir, korkma gir» demekle
salonun halini Belkis'e ta'rii etti.]
[Belkis bu hâli
görünce ahval-i sabıkasına nedametini izhar ederek dedi ki, «Ey benim Rabbim!
Nefsime zulmettim beni mağfiret et ve ben Süleyman (A.S.) la beraber âlemlerin
Kabbisine iman ettim ve İslâm oldum.»] Bu suretle Belkis iman-ı ezelisini izhar
etti ve Süleyman (A.S.) m bu cihetle imtihanı tamam oldu. Çünkü; Nisâbûrî'nin
ve daha bazı müfessirinin beyanları veçhile cinniler tarafından garaz-ı fasid
üzere Belkis'in inciklerinin insana benzemediğinden bahsetmeleri üzerine Hazret-i
Süleyman sarayın ortasına billurdan bir salon yaptırır ve salonun altına sarnıç
gibi su doldurur ve .suyun içine balık ve saire gibi su hayvanlarını koyar.
Yeknazarda bakan billurdan altındaki suyu görünce salonu bir göl halinde görür.
Binaenaleyh; Belkis'e salona gir emrini verip o da girmek üzere gelerek
orasını su halinde görünce eteklerini suya girecek gibi sıvamaya mecbur
olmuştu. Süleyman (A.S.) bu hali görünce salonun billurdan olduğunu ve etekleri
sıvamaya hacet olmadığını derhal haber verdi ve cinnilerin azviyyatlarmm yalan
olduğu herkesçe tebeyyün etti ve Belkis de bu azamet karşısında hemen dergâh-ı
Ulûhiyete iltica ile kusurunu i'tiraf ederek iman ettiğini i'lân etti ve meşhur
rivayete nazaran Hazret-i Süleyman Belkis'i tezevvüc ve mülkü üzerinde takrir
edip memleketine gönderdi ve hukuk-u zevciyeti ifa etmek üzere aralık aralık
Belkis'in sarayına gelerek birkaç gün ikamet ettiği mervidir. Gerçi âyette
tezevvüc ettiğine dair sarahat yoktur ve bu husus; zan ifade eden bir
rivayetten ibarettir. O halde El'ilmü indallah demet daha doğrudur. Benî îsrail
devrinde billur ve sırça sanatının gayel ileri gittiğine ve sağlam yapılıp
salonlara ve avlulara döşenecek kadar muhkem olduğuna âyet delâlet eder. Şimdi
cesim ebniyele-rin damlarında ve salonlarında görülenler de bu kabil billurdur
Billurun harikulade olarak ânı meydana gelmiş bir mu'cize oldu ğuna dair âyette
sarahat yoktur. Binaenaleyh; o zamanın san'atiylt hasıl olduğu ve bu san'atm gayet mahirane ileri gittiği anlaşılmaktadır.[30]
Vacip Tealâ Resulünü
tesliye ve ümmetini ibrete da'vet etmek üzere Hazret-i Davud ve oğlunun bazı
kıssalarını beyandan sonra Salih (A.S.) m kavmiyle kendi arasında cereyan eden
vak'alarma işaret etmek üzere buyuruyor.
[Zat-i Ulûhiyetime
yemin ederim ki, muhakkak biz Semud kavmine biraderleri Salih (A.S.) ı resul
olarak gönderdik ve Salih (A.S.) onlara «Allah'ı tevhid ederek ibadet edin»
dedi.]
[Salih (A.S.) tevhidi
teklif edince bir de görüldü ki, onlar birbirleriyle muhasama eder iki
fırkadır.] Çünkü; biri Salih (A.S.) a «Mü'min»- diğeri «Kâfirdir» dediler. Şu
halde mü'min olanlar kâfirleri ve kâfir olanlar mü'minleri sevmez, yekdiğeriyle
münakaşa ederler. Zira; her fırka kendini haklı görür.
Yani; Semud kavminin
zulm ü udvanları ve fisk u fücurları son dereceye varınca biz muhakkak olarak
onlara Allah'a ibadet etmelerini emreder biraderleri Salih (A.S.) ı resul
olarak gönderdik. Salih (A.S.) da onlara «Allah'a ibadet edin» deyip hakka davet
edince birbirlerine husumet eder iki fırka oldular.
[Onlar iki fırka
olunca Salih (A.S.) onlara «Ey kavmim! «Niçin tevbeden evvel ukubeti isti'câl
edersiniz?" dedi.]
[«Merhamet olunmanız
için Allahü Tealâ'ya istiğfar etmez misiniz? Keşke Allah'a istiğfar etseniz de
merhamet olunsanız» demekle nasihat etti.]
Yani; Salih (A.S.)
kavmini tevhide da'vet edip onlar da iki fırka olunca Salih (A.S.) hallerine
acımak ve şefkat etmek suretiyle kavmine dedi ki «Enva'ı saadetinizi mucip
olan imandan evvel küfrü ve küfrün icap ettiği ukubeti neden isti'câl
edersiniz? Ne olur merhamet olunmanız için Allah'a istiğfar etseniz ve istiğfarınızla
merhamet-i İlâhiyeye mazhar olsanız» demekle nasihat-ta bulundu.
Nisâbûrî'nin beyanı
veçhile Salih (A.S.) onlara «İman edin. Eğer iman etmezseniz size Allah'ın
azabı gelir. Binaenaleyh; azap gelmeden günahlarınıza tevbe edin» dediğinde
onlar «Ya Salih! Eğer senin bu dediklerin doğruysa vaad ettiğin azap gelsin o
zaman tevbe ederiz» demeleri üzerine Hazret-i Salih «Niçin hasene olan
tevbeden evvel seyyie olan azabın aceleten gelmesini istersiniz?» demekle
azabı isti'calleri üzerine tekdir etti. Şu manâya nazaran bu âyette hasene yle
murad; tevbe, seyyie yle murad; azaptır, Yahud «Ne için gazabı mucip olan
günahı işlersiniz de rahmet-i İlâhîyi ve lûtf-u Sübhaniyi müstelzim olan
hayrat, hasenat ve ibadatı işlemezsiniz?» demektir. Buna nazaran seyyie yle
murad; Ma'siyet ve hasene yle murad;
ibadettir.[31]
Vacip Tealâ Hazret-i
Salih'in şu nasihati mukabelesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onlar «Salih! Biz seninle ve sana iman edenlerle teşe'ün)
ederiz» dediler.]
[Salih (A.S.) onların
şu müdafaalarına cevapta «Sizin şeametiniz ve başınıza gelen belâ indallah
mukadderdir, belki siz fitne olunmuş bir kavimsiniz» dedi.]
Yani; Salih (A.S.) m
nasihati üzerine kavmi dediler ki, «Ya Salih! Biz seninle ve sana iman eden
maiyyetinle teşe'üm ederiz. Zira; bu dini icad edeli bizim başımız belâdan
kurtulmuyor ve biz sizin sebebinizle uğursuz olduk, vekayi'-i acîbe ve
nıesaib-i adide-den halâs olamadık. Bunların cümlesi sizdendir. Çünkü; siz
böyle bir din meydana koymadan evvel bu belâlardan hiç birisine ma'ruz
kalmazdık» demekle Hazret-i Salih'e unf u şiddet gösterdiler. Salih (A.S.)
onların .şu mukabelelerini işitip imanlarından me'yus olunca dedi ki, «Ey
kavmim! Sizin uğursuzluğunuz indallah yazılıdır. Zira; siz iradenizi küfre ve
belâ icap edecek bir takım günahlara sarfettiğinizden Allahü Tealâ sizin
başınıza gelecek belâları yazmıştır, belki siz bir kavimsiniz ki, hayr ü şer,
izzet ü zillet, rahat ve şiddetle tecrübe olunuyorsunuz ve lâkin bilmiyorsunuz»
demekle tege'ümün kendi ef alleri icabı olduğunu beyan etti. T air ; Nisâbûrî
ve Kazî'nin beyanları veçhile teşe'ümdür. Yani sevilmedik şeyin husulüne sebep
saydığı şeye tair denir. İşte kavm-i Semûd kıtlık ve mallarının telef olması
gibi sevmedikleri bir takım âfetlerin husulüne Hazret-i Salih'in ortaya
koyduğu din-i hakkı sebep saydıklarından «Biz sizinle tetayyür yani teşe'üm
ederiz ve kötülüklere sebeb sizsiniz» demişlerdir.
[Ve medine-i Salih'te
dokuz şahıs vardı ve onlar daima arzı ifsad eder islâh etmezlerdi.]
[Onlar beyinlerinde
bil'ittifak yemin etmeye karar verdiler : "Yemin etsinler her birimiz
diğerimizin yanında, elbette gece biz Salih'i ve evlâd ü iyalini katledelim,
sonra Salih'in velisine biz onun helak olduğu mahalle hazır olmadık ve biz bu
sözümüzde sadıklarız. Zira; onun helakinden haberimiz yoktur diyelim» dediler
ve bu minval üzere karar verdiler.]
Yani; Salih (A.S.)
kavminin ıslâhına ne kadar çalıştıysa kavmi de o nisbette tuğyanlarını tezyid,
hatta katline kadar cür'et ettiler. Zira; Salih (A.S.) m meskeni olan (Hicr)
ismindeki kasabada dokuz kabile vardı. Onların âdetleri yer yüzünü ifsad
etmekti, asla islâh etmezlerdi. Cümle-i fesatlarından birisi de gece vakti
Hazret-i Salih'i ve evlâdını katle yemin etmeleridir. Çünkü; o dokuz kabilenin
eşrafzadelerinden dokuz delikanlı komite teşkil ederek Hazret-i Salih'in ve
ona tâbi' olan evlâd ü iyalinin katli hususunda müşavere ederek dediler ki
«Bizim hepimiz Allahü Tealâ'ya yemin etsin ve yemininde desin ki, biz elbette
gece Salih'e ve ehline beytutet edelim yani gece hücum ederek kendini ve
evlâdını katledelim ve velisine diyelim ki, biz Salih'in ihlâk olunduğu mahalde
bulunmadık ve bu sözümüzde biz sadıkız. Bu suretle diyetinden de kurtulalım»
dediler. Hâzin'de beyan olunduğu veçhile sözlerinde sâdık olmalarım şöyle
tevcih ettiler : «Biz yalnız Salih'in helak olduğu mahalle varmadık. Dediğimiz
doğrudur. Çünkü; biz Salih'in ve ehlinin mecmuunun helak olduğu mahalle vardık,
yoksa yalnız Salih'in veyahud yalnız ehlinin ihlâk olunduğu mahalle varmadık
dersek sadık oluruz» diye te'vil etmek istediler. Bu gibi tezviratın insanlarda
eskiden beri âdet olduğu bu vak'ayla da anlaşılmaktadır.
Taberi'de beyan
olunduğu veçhile emrolduğu surette manâ-yı nazım: [Bizim hepimiz birbirimizin
yanında yemin etsin] demektir. Eğer mazi ve haber suretinde kıraet olunursa
manâ-yı nazım: [Onlar yemin eder oldukları halde dediler ki «Biz elbette
geceyle hücum, Salih'i ve ehlini katledelim»] demektir. Yeminlerinin sureti;
ikidir : Birincisi; geceyle hücum edip öldürmektir. İkincisi; biz Öldürmedik
diyerek inkâr etmeleridir.
Biz elbette beytutet
edelim demek geceyle ih~ lâkini kasdedelim demektir. Çünkü; Nisâbûrî'nin beyanı
veçhile beytutet; Geceyle düşmanı ihlâk etmek üzere kasdetmektir. «İfsad ederler
islâh etmezler» demek «Hâlleri hemen ifsattır, asla salâh karışığı yok»
demektir.
Yalan, insanlar
nazarında her zaman fena bir şey olduğundan Semûd kavmi şirki ve resullerini
katil gibi cinayetleri irtikâp ettikleri halde sözlerini yalandan vikaye etmek
üzere bir takım te'-vilâtla tekellüf etmişlerdir.[32]
Vacip Tealâ bu
ittifaklarında inad ederek beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kavm-i Semûd
nebilerine hile yapmak ve gadretmekle hileye başladılar ve onların bu
hilelerine karşı biz de hileye benzer bir ihlâk ile onları ihlâk ettik. Halbuki
onlar bilmiyorlar.]
[Habibim! Sen nazar et
gör ve tefekkür et bil ki, onların hilelerinin akıbeti ne oldu?]
[Zira; biz onları ve
onların cemaatlerinin cemiisini ihlâk ettik. Tek bir fert bile kalmadı hepsi
haki helake serildiler.] Çünkü;
hilenin neticesi
felâket ve akibeti hüsrandır.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile Allahü Tealâ'nm Salih (A.S.) ı katletmek üzere ittifak edenlere
mekrinde üc ihtimâl vardır:
Birincisi; Hazret-i
Salih bir mağarayı mescid ittihaz edip geceleri orada ibadetle meşgul olurdu.
Müfsidler Hazret-i Salih gelinco katletmek üzere akşamdan mağaraya girdiler.
Maksatları evvelen mescidde Salih (A.S.) ı öldürüp sonra girip evlâd ü iyalini
öldürmekti. Bilmiyorlardı ki kendilerini Allahü Tealâ Hazret-i Salih'ten evvel
ihlâk edecek. Binaenaleyh; mağara üzerlerine yıkılmakla helak oldular.
İkincisi; Geceyle
Salih (A.S.) m hanesine hücumla kendini ve evlâdını katletmekti. Bilmiyorlardı
ki, orada Hazret-i Salih'i beklemek üzere hazır olan melekler onları Salih'ten
evvel katledecekler. Binaenaleyh; melekler cnları taşla Öldürdüler. Ve
müfsidler taşın atıldığını görürler, fakat taşı atanları göremezlerdi.
Üçüncüsü; Allahü Tealâ
onların ittifakından Hazret-i Salih'i haberdar etti. Salih (A.S.) da ehl ü
iyaliyle beraber saklandı. Onlar aramışlarsa da bulamadılar ve akibet cümlesi
birden helak oldular. Helakleri kafidir. Zira âyet; helaklerine kat'î surette
delâlet eder. Fakat helaklerinin keyfiyyetine dair sarahaten delâlet
olmadığından helakin keyfiyyetine dair rivayet muhteliftir.
Mekir ; hile yapmak
ise de Cenab-ı Hakkın hileye ihtiyacı olmadığından burada hileye benzer bir
ihlâkle ihlâk ettik demektir. Çünkü mekir ; hasmın haberi olmaksızın yapılan
hile olduğundan Cenab-ı Hak da bunları bilmedikleri ve me'mûl etmedikleri
cihetten ihlâk ettiğinden «Onların mekrine karşı biz de mekrettik» demiştir ki,
hilelerini helaklerine sebep kılmıştır.
[İşte şu görülen
harabeler zulümleri sebebiyle yıkılmış ol< ğu halde onların evleridir.]
[İşte şu harabelerde
ve onların sahiplerinin bir sayha ile helak olmalarında ilm ü irfan ve idrak ü
iz'an sahipleri için alâmet-i azîme
vardır,] Çünkü; bilûmum harabeler ayni insanlar taraflarından yapılmış olup
onlar veya evlâtları tarafından irtikâp olunan cürüm, cinayet ve zulüm sebebiyle
helak olup evleri harap olduğundan sonra gelenlere birer ders-i ibret olması
ve onlar gibi bunlar da zulüm irtikâp ederlerse harap olacaklarını düşünmeleri
lâzımdır.
[Ve biz şol kimselere
necat verdik ki onlar Salih (A.S.) a iman ettiler ve günahlardan nefislerini
vikaye eder oldular.] Zira imanın neticesi; selâmet ve ekseri âfetlerden
kurtulmaktır. Binaenaleyh; mü'minler necat buldu ve kâfirler helak oldu.
Ruhûl Beyan'da
zikrolunduğuna nazaran Hazret-i Salih'e kavminden iman edip necat bulan onbin
kimse Yemen'de elyevm (Haz-ramut) denilerv-beldeye hicret ettiler. Çünkü arz-ı
zulümden arz-ı salâha hicret; sünnet-i enbiyadandır.
Hazret-i salih oraya
varıp orada vefat ettiğinden o beldeye (Hazaramut) denir ki «hazır oldu ve
öldü» demektir.[33]
Vacip Tealâ Hazret-i
Salih'in kavmiyle olan vukuatına işaretten sonra Hazret-i Lût'la kavmi
beyninde cereyan eden mübahase-ye işaret etmek üzere buyuruyor.
[Biz L£t (A.S.) i
kavmine resul gönderdik şol zamanda ki, o zamanda kavmine dedi ki, «Siz
gözlerinizle görür olduğunuz halde fahişe mi getiriyorsunuz ve livata gibi
çirkin bir fi'li irtikâp mı ediyorsunuz?»]
[«Siz elbette
şehevatıniza tebaîyyet ederek nisvanın gayri bir takım ricale mi şehvetinizi
kaza edersiniz? Belki siz cahil bir kavimsiniz" demekle kavmini tekdir ve
işledikleri fi'li inkâr etti.]
Çünkü; hemze,
istifham-ı inkârı olduğu gibi suret-i alâniyede o fi'li irtikâp ettiklerini
beyanla onlara zemmini tezyid etti. Zira cümle-i latifesi Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile üç ihtimali havidir: Birincisi; gözünüzle görerek o fi'li getirirsiniz
demek onları son derece zemdir. Zira; onlar o kadar fena ahlâklı bir kavimdi
ki, bu çirkin fi'li alâ meleinnâs işlemekten çekinmez ve hiç kimseden perva
etmezlerdi.
İkincisi; siz
gözünüzle görür olduğunuz halde işlersiniz demek «Sizden evvel âlemde bu fi'li
irtikâp eden olmadığını ve Al-lahü Tealâ erkeği erkek için halketmediğinden bu
filinizin hik-met-i İlâhiyeye muhalif olduğunu kalbinizle bildiğiniz halde
işler, ilminizle amel etmiyorsunuz» demektir.
Üçüncüsü sizden evvel
geçen asilerin ahvalini gözünüzle gördüğünüz halde ibret almıyorsunuz
demektir. Binaenaleyh Lût (A.S.) m
kelâmı; kavmini şiddetle tekdiri müş'irdir. demek Kalbinizle fi'linizin fena
olduğunu bildiğiniz halde ilminizin mucibiyle amel etmez cahiller gibi amel
eder sefihlersiniz demektir ki, dünyada
insanlar için sefahatten aşağı bir
sıfat olmadığından kavmini sefahetle tavsif etmiştir. Hatta kâfirler bile
küfre razı olur, sefahete razı olmazlar. Binaenaleyh kâfir olan bir kimse
malında tasarruftan men'olunmaz. Halbuki se fih olan mülkünde tasarruftan
men'olunur ki, sefihler nazar-i seri atta behayim menziline tenzil olunurlar ve
ukalâdan addolunmaz lar.[34]
Vacip Tealâ Lût (A.S.)
in kavmini tekdirine karşı onların cevabını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Lût (A.S.) in sözüne
Jkarşi kavminin cevabı olmadı, ancak »köyünüzden âl-i Lût'u çıkarın. Zira;
onlar bizim ef'âlimizden pak bir takım kimselerdir» demekten ibaret oldu.]
Hemen bütün sözleri «âl-i Lût'u karyenizden çıkarın» demeleri olmuştur.
Yani; Lût (A.S.) m
kavminin Hz. Lût'tan işittikleri nasihat-lara karşı cevapları olmadı, ancak
«âl-i Lût'u karyenizden çıkarın» demekten ibaret oldu. Çünkü; şehevat-ı nef
saniyeler ine tebaiyetle kemâl~i dalâlet ve gaflet içinde ısrar ettiklerinden
hayır öğüt kulaklarına gitmiyordu, âl-i Lût'u çıkaracak olmalarının sebebi de
onların temiz, kendilerinin mülevves olmalarıdır ki kendi delilleri kendi
aleyhlerine olduğundan Özürleri kabahatlarmdan daha büyüktü. Çünkü; onlar
«bizim kavmimizden taharet davasında bulunuyorlar. Binaenaleyh; bizimle
münasebetleri yok» demek «biz fenayız, onlar iyilerdir. Şu halde bizim
içimizde yakışmazlar» demektir. Lâkin sefih olup ne söylediklerini
bilmediklerinden kendi aleyhlerine delil serdettiler, fakat farkında olmadılar.
Çünkü irti-kâbettikleri fiilin fenalığını bilirlerse de maksatları; ahlâklarına
müdahale eden bir kimse bulunma yar ak lâfsız. sözsüz meramlarını
icra etmekti. Zira süfeha meclisinde
bulunanlar; daima irtikâbet-tikleri cinayetin fenalığını bilirler lâkin
yanlarında fikirlerine muhalif bir kimse bulundurmak istemezler ki sefahetlerinde olacak
rüsvalığı kimse
bilmesin.
[Kavmi bu hâl üzere
olup nasihat dinlemeyince biz Lût'a phline necat verdik, ancak Lût'un haremi
necattan müstesnadır!
[Zira; biz Lût'un
hareminin azaptan helak olup geçenlerden olmasını
takdir ettik.] Çünkü; imreet-i Lût kavminin ef'âline razı bir kâfire olduğundan
kavmiyle beraber helaki mukadder olduğu cihetle helakten kurtulamadı. Azapta
kalmasıyla hükm-ü İlâhi lâ-hik oldu.
[Ve biz Lût kavmi
üzerine taştan yağmur yağdırdık. Binaenaleyh; Lût tarafından korkutulmuş olan
kavmin yağmuru ne fena oldu.] Çünkü; onlardan hiç kimse kalmadığı gibi
hayvanattan da hiçbir şey kalmadı, hepsi helak oldu, gitti.[35]
Vacip Tealâ enbiya-yı
izam hazaratından bazılarının ümmetlerinin azab-ı dünyeviyeyle acip surette
helaklerini beyandan sonra jümmet-i Muhammediye bu gibi helak olmadığından
bizim nebimize Jhamd ü sena etmekle emrini beyan zımnında buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusül!
Sen «hamd ü sena Allah'a mahsustur, dünya ve âhirette selâmet Allah'ın ihtiyar
ettiği kullan üzerine nazil olucudur» demekle sana ve ümmetine verdiğim
nimetlere şükret.]
[«Allahü Tealâ mı
hayırlıdır, yoksa müşriklerin şirkettikleri şeyler mi hayırlıdır?»]
Yani; bizim sana bazı
enbiyanın ümmetleriyle vâki olan hallerini beyanımızdan sonra sana vermiş
olduğumuz nimetlerimize hamdet
ve de ki «yani ins ü cinden ve umum kulların lisanlarından sadır olan hamd ü
senanın kâffesi Allah'a mahsustur, Allah'ın gayrı hamde lâyık bir kimse
yoktur». Böyle dedikten sonra enbiya biraderlerinin ümmetlerinden çekmiş oldukları
zahmetlere mükâfat olmak üzere onlara selâmetle duâ et, «dünyada ve âhirette
selâmet şol kimseler üzerine olsun ki o kimseler Allah'ın nübüvvet ve saffetle
ihtiyar ettiği kullarıdır» demekle duada bulun ki uhuvvetin vazaifini ifa
etmiş olasın. Bundan sonra müşriklerden suâl et, de ki «Kullarım saâdet-i
dareyne îsâl ve bütün menfaat ve mazarratlarını halkeden Allahü Tealâ mı hayırlıdır,
yoksa müşriklerin şirkettikleri âciz taş ve ağaç parçaları mı hayırlıdır?»
Elbette kaadir ü kayyum ve hergeyi feyzeden Allahü Tealâ hayırlıdır. Bunu her
âkilin idrak etmesi lâzım olduğundan bu suâl müşrikleri ilzam ve onları
istihzadır. Binaenaleyh; âyetin cümle-i ahîresi müşriklerin reylerini tezyib
için varid olmuştur. Çünkü; müşriklerin ma'bud ittihaz ettikleri putlarda asla
hayır ve iktidar yok ki Vacip Tealâ ile mukayese olunsunlar. Şu halde müşriklere
«Nasıl, Allahü Tealâ mı hayırlıdır, yoksa sizin ma'budla-rınız mı hayırlıdır?»
demek onları istihzadan başka birşey değildir. Zira; ma'budlarmda asla iktidar
olmadığını onlar da bilirler.
Hâzirî'de beyan
olunduğuna nazaran Allah'ın ihtiyar ettiği kullarla murad; enbya-yı izam
hazaratıdır veyahut enbiya ile beraber ümmetlerinin sulehasıdır. Beyzâvî'nin
beyanı veçhile bu âyette hamidle emir; Resûlullah'a olduğu gibi Lût (A.S.) a
olmak ihtimâli de vardır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [«Yâ Lût! Düşmanların olan kavmin helaki ve
senin maiyetinle beraber necatın
üzerine Allah'a hamdet
ve de ki ve senin gibi ümmetinden
zahmet çeken enbiyaya selâmetle duâ et»] demektir.[36]
Vacip Tealâ müşrikleri
ilzam için «Allah mı hayırlı,
yoksa müşriklerin putları mı .hayırlı?» unvanında ir ad
olunan suâlden sonra zat-ı ulûhiyetin hayırlı ve kudret-i kaahire sahibi
olduğuna delâlet eden büyük delillerden bazısını zikretmek
üzere:buyuruyor.
[Ey müşrikler! Sizin
ma'bud ittihaz ettiğiniz putlarınız mı yırhdır, yoksa semavat ve arzı halkeden
Hâlık mı hayırlıdır?"
[Ve o Hâlık sizin için
sema cihetinden yağmur suyunu etti.]
[Binaenaleyh; hiz o su
sebebiyle güzellik sahibi olan bitirdik,]
[Sizin için o
bahçelerin ağacını bitirmek mümkün olmaz;
[Şu eşya-yı mevcudeyi
halk bud mu vardır?]
[Belki onlar haktan
ayrılmış bir kavimdir.]
Yani; şehevatına
ittibâ'la babalarını taklit eden müşriklerin âciz putları mı hayırlıdır, yoksa
usul-ü âlem ve menâfim menbaı olan gökleri ve yeri halkeden, sizin için sema cihetinden
yağmur sularını indirip behcet ve nadrat yani güzellik ve letafet sahibi olan
bahçeleri, otları, ekinleri ve her türlü çiçekleri bitiren, bunların herbirini
gûnâgûn renkler ve şekillerle meydana getiren Allahü Tealâ mı hayırlıdır?
Elbette bunların cümlesini halkeden Allahü Tealâ hayırlıdır. Zira bunları
halketmek Allah'a mahsustur, Allah'ın gayrı halkedecek yoktur. Çünkü; sizin
için o bahçelerin tek bir ağacını bile bitirmek mümkün olamaz. Şu halde
mükevvenâtı icad eden ve sanayii bedîaya kaadir olan Allahü Tealâ ile beraber
ondan başka bir ma'bud var da hâşa Allahü Tealâ'ya yardım mı ediyor? Bu âlem-i
mükevvenâtı halkeden Halika kim şerik olabilir? Belki Allah'la beraber ma'budun
varlığını iddia edenler haktan batıla meyletmiş, yani hakkı bırakıp, batıla
geçmiş bir kavimdir.
Vacip Tealâ bu âyette
eşyayı bitirmek kendine mahsus olduğuna işaret için gaipten tekellüm suretine
iltifat etmiştir. Çünkü; gaaib
suretiyle geldiği halde tekellüm suretiyle gelmiştir.[37]
Vacip Tealâ kudret-i
kaahiresine delâlet eden delillerden bu makamda ikincisini beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Ey müşrikler! Sizin
ibadet ettiği! lıdır, yoksa arzı size karargâh kılan vej keden Allahü Tealâ mı
hayırlıdır?]
ma'burîlarıniz mı
hayırsın arasında nehirler hal-
[Ve arz için yüksek
dağlar halkeden ve iki deniz arasına ma'ni halkedip acı suyu tatlıya
karıştırmayan Allahü Tealâ mı hayırlıdır, yoksa sizin âciz ma'budlarınız mı
hayırlıdır?]
[Bunların cümlesini
halkeden Allah'la beraber başka ma'bud mu
vardır?]
[Belki insanların
ekserisi âdâb-ı ubudiyeti bilmez cahillerdir.]
Yani; ey müşrikler!
Sizin ibadet ettiğiniz hacer ve şecer parçalarından ibaret olan putlarınız mı
hayırlıdır, yoksa yeryüzünü insanlara ve hayvanat-ı saireye karargâh ve
mahall-i rahat olarak halkeden Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Ö Allahü Tealâ ki
yeryüzünü hayvanata mesken olmaya elverişli halkettiği gibi yeryüzünün aralarında
hayvanata bilhassa maişetlerini ikmâl için nehirleri ve arzın sebat ve kararı
için dağlan ve o dağlarda insanların menfaati için envâ'-ı maâdini, binlerce
pınarları, hayvanat için otları halket-ti, iki deniz arasında acı suyla tatlı
suyun birbirine karışmaması için mani' halketti. İşte bunların cümlesini
halkeden hallâk elbette sizin âciz putlarınızdan hayırlıdır. Zira o putlardan
hiçbirisi bunlardan bir zerre bile halkedemezler. Bunları halkeden Allah'la
beraber başka bir ma'bud var, Allah'a muavenet etti de siz onu mu ma-bud
ittihaz ediyorsunuz? Belki insanların ekserisi cahillerdir. Binaenaleyh; asla
menfaat elinden gelmeyen, şuur ve idrakten hâlî olan hasis şeyleri ma'bud
ittihaz ederler. Çünkü; ibadete müstehak olan zatla asla ibadete istihkakı
olmayanları tefrik edecek kadar ilme mâlik değillerdir.
Bu âyette Cenab-ı Hak
arzın insanlar için dört cihetle menfaa-l tını beyan etmiştir. Birincisi: Arzın
insanlara karargâhı olmasıdır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile arzın
karargâh olması yla murad; arzın tas gibi gaayet sert olarak] insana eziyet
etmediği gibi su gibi cıvık olmadığından insanın aya-\ ğı batnıayıp ikisi
arasında insanın yatıp oturmasına, ekip dikme-l sine elverişli olması, güvesin
ziyasını tutmakla harareti kaabil olup\ nebatatı bitirmeye kaabiliyetli
bulunmasıdır. Çünkü; eğer arz güneşi tutmaz bir halde olmuş olsaydı soğuktan
ot bitmez, hayvanal yaşayamazdı, eğer hareketi insanların hissedeceği bir
derecede olsaydı arz üzerinde insanların kararı mümkün olmazdı. Şemsin arz*
bazı kere yaklaşıp bazan da uzaklaşmasıyla fusul-ü erbaanm husulü de insanlara
karargâh olmasının başlıca hâdimidiî. Çünkü arz; insanların bitecekleri
derecede müteharrik olsa insan daima muz-tarip olur, yaşamazdı. Buna zeizele
anları şahittir, fusul-ü erbaî olmasa asla intifa1 olunmaz ve insanlar da
yaşayamazdı.
Birincincisi; Arz
üzerinde nehirlerin cereyan etmesidir\ Çünkü; arz üzerinde nehirlerin
cereyanında insanlar için menfaal ma'lûmdur; nehirlerin kökü (menbaO arzda
olduğu cihetle bunların menfaati arzın menfaatından ma'duddur, Oerıab-ı Hak
nehirleri arzın menafimden saymakla kullarını o nehirlerden intifa1 etmeye
terğib etmiştir.
Üçüncüsü: Arz üzerinde
dağların bulunmasıdır. Çünkü; ekseriya bulutlar dağlarda oîup evvelâ rahmet
dağlardan başlayarak ovalara yağmur dağlardan geldiği gibi insanların intifa'
ettiği pınarlar ve madenler dağlarda olduğu cihetle insanın menafiine hadim
olan gerek pınarlar, gerek mâdeniyat dağlarda olup dağlar dahî yer üzerinde
olduğundan dağların menafii arzın menafimden ma'dud olmuş ve dağlardan intifa'
edip muattal kalmamaya Vacip Tealâ kullarını terğib etmiştir. Pınarların
dağlarda olmalarının sebebine gelince : Dağların toprağında buharı muhafaza
edecek kadar salâbet olmasıdır. Çünkü; yerlerin altında teraküm eden buharı
dağlaruı toprağının muhafaza edip buhar' teraküm ettikçe tekasüf ederek müsebbibül'esbap
olan hallâk-ı âlem o tekasüf eden buharı suya tahvil eder. Binaenaleyh; inbiğin
menfezi gibi toprağın -p.ras:ndan bir menfez bulmakla hemen merkezi olan
yeryüzüne hücum eder bazan da menfez bulamayıp yerin altında o kadar da tazyik
olmadığından toprak içinde mahpus olarak kalır. Amma ovalara gelince :
Toprağında rehavet olup buharı muhafaza edemediğinden suya madde ve esas
olacak buhar bulunmadığı cihetle ovalarda pınarlar nadirdir. Dağlarda bulutun
çok olmasına gelince; dağlarda bulutu cezbedecek rutubetin çok olduğu gibi
bulutu muhafaza edecek kadar soğuğun ve bulutun madde-i asliyesi olan buharın
çok olmasıdır. Kezalik madeniyatm esası buhar olup buhar da dağlarda tahassun
ettiğinden maden haline gelmesiyle müddet-i medideye muhtaç olduğu cihetle el
değmedik sağlam toprak iktiza ettiğinden bunların cümlesi dağlarda bulunmasına
binaen madeniyatm meskeni dağlardır.
Dördüncüsü; Acı suyla
tatlı su arasında mani' bulunup birbirine karışmakla ifsad etmemesi ve
denizlerin sularının acı olmasıdır. Çünkü; suların acısı tatlısına karışmakla
yekdiğerini ifsad etse insanlar içecek su bulamadıkları gibi denizlerin sulan
tatlı olsa taaffün edip insanların rahatlarını selbedeceği ve beiki emraz-ı
umumiyeye ve tenasülün inkıtama sebep olacağı cihetle denizlerin suyunun acı
olması insanlar hakkında lûtf-u İlâhidir. Binaenaleyh; insanların şu lûtf-u
İlâhiye de ayrıca şükretmeleri ubudiyetin vazifelerindendir.[38]
Vacip Tealâ yerleri,
gökleri ve yerde olan menfeatleri halket-tiğini ve müşriklerin ma'budları bunlardan
hiçbirini halka kaadir olmadıklarını beyanla müşrikleri tevbih ettikten sonra
halkın ihtiyacını defi cihetinden dahî kudret-i kâmile sahibi olduğunu bei yan
etmek üzere buyuruyor.
[Ey müşrikler! Sizin
âciz ma'budlarınız mı hayırlıdır, yoksa muztar olan kimse dua ettiğinde onun
duasına icabet eden ve istediğini veren, o muztar olan kimseye isabet eden
kötülüğü kaldıran ve sizi yeryüzüne halife kılan Allahü Teaîâ mı
hayırlıdır?]
[Allah'la beraher
bunları îcad ve kullarının ihtiyacını defeden bir m a'bu d var da ona mı ibadet
edersiniz?]
[Düşünceniz gaayet az
ve kısadır. Zira; kaadir'i bırakıp âcize ibadet edersiniz.]
Yani; ey müşrikler!
Sizin şirkettiğiniz putlarınız mı hayırlıdır, yoksa mesaibden bir musibete veya
fakir, hastalık gibi dert ve âlâmdan muztar olan ve halâsına çare arayan bir
kimsenin duâ ettiği zaman duasını kabul edip musibetini afiyete, fakrını
gınaya ve hastalığını sıhhata tebdil etmekle saha-i selâmete çıkaran kaadir ü
kayyunı mu hayırlıdır? Elbette kullarının ihtiyacını defeden ve duasını kabul
edip istediğini veren Allahü Tealâ bunlardan hiçbirine kaadir olamayan
putlardan hayırlıdır. Binaenaleyh; ma'bu-dünbilhak odur, onun gayrı ibadete
lâyık kimse yoktur, Allahü Tealâ size yeryüzünde tasarrufa kudret verdi, sizden
evvel geçenlere halife kıldı. Şu halde size yeryüzünde ve bilhassa emlâkinizde
tasarrufa kudret veren zat-ı^ eceli ü a'lâya ibadetiniz lâzımdır. Allah'la
beraber başka bir ma'bud var mı ki gayra ibadet edersiniz ve size ânen fe ânen
tevâlî eden nimetlerin kimden geldiğini düşünmeniz gaayet az olduğundan azizi
ve kaviyi bırakıp âciz ve zelile ibadet edersiniz.
Nisâbûrî'nin beyanı
veçhile bu âyette muztar; cins olup aza ve çoğa şamil olduğundan «cins-i
muztarm duasını kabul eder» demek «Muztar olanlardan bazılarının duasını kabul
eder» demektir. Binaenaleyh; «Bazı âharm duası kabul olmuyor» diyerek suâl
va-rid olmaz. Çünkü; Cenab-ı Hak üzerine duanın kabulü vacip değildir. Şu
halde istediği kimsenin duasını kabul eder ve istemediğini kabul etmez, kabul
edeceği şahıs ve zaman ma'lûm olmadığından herkes her zaman Rabbisine müracaata
muhtaçtır. Maahaza şeraitine riayetle ihlâs ve ri_kkat-ı kalple vuku' bulan
duanın alelekser
kabul olunduğu
malûmdur, kabulüne muayyen bir zaman olmadığından bizim kabul olunmadı zannettiğimiz
dualar kabul olunur da haberimiz olmaz yahut daha ileride kabul olunacak, lâkin
biz acele ediyoruz.
[Ey müşrikler! Sizin
ma'budlarınız mı hayırlıdır, yoksa karanın ve denizin karanlık gecelerinde
size yol veren ve gideceğiniz mahalle yolunuzu doğrultan ve yağmurun evvelinde
müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Elbette sizi
hidayette kılan ve rüzgârları rahmetine beşaret yapan Allahü Tealâ hayırlıdır.]
[Allah'la beraber
Allah'ın gayrı ma'bud mu var ki siz pı ibadet edersiniz?]
[Müşriklerin
şirklerinden ve şirkettikleri ma'budlarından Allahü Tealâ yüce oldu, onların
iftiralarından münezzeh ve ulüvvü sıfata maliktir.] Zira; karada ve deryada
insanlara yol vermeye ve hidayette kılmaya kaadirdir. Putlar ise bunlardan
hiçbirine kaadir değildir. Şu halde elbette kaadir olan Allahü Tealâ âcizlerden
hayırlıdır.[39]
Vacip Tealâ dünyaya
müteallik olan nimetlerini beyanla kud-ret-i kaahire sahibi olduğunu beyandan
sonra âhirete mütealliik^ni-metlerini beyanla da kudretini ispat etmek üzere
[Ey müşrikler! Sizin
putlarınız mı hayırlıdır, yoksa evvelâ sîzi icad ederek sonra Öldürüp tekrar
iade eden ve sema canibinden yağmur yağdırmak, yerden bereketleri bitirmek
suretiyle merzuk kılan Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Elbette icada ve iadeye ve
kullarına rızık vermeye kaadir olan Allahü Tealâ hayırlıdır.]
[Allah'la beraber
başka ma'bud mu var ki siz batıl lara ibadet edersiniz? 1
[Habibim! Sen onlara
de ki «Eğer ey müşrikler! Şirke dair «Özünüz doğruysa davanıza delilinizi
getirin.»] Ve senin bu sözün onları ilzam eder. Çünkü; Allah'ın gayrı bir
ma'bud olduğuna delil getirmeleri muhaldir. Zira; yok ki getirebilsinler.
Vacip Tealâ bu âyette
insanlar için ilci nimet zikretmiştir. Birincisi; öldükten sonra diriltip iade
etmektir. Çünkü; nimet-i ebediyeye nail olmak mevte muhtaç olduğundan ehl~i
îman için hayırlı ölüm pek büyük nimettir. Zira; ölümün köprüsünü geçmedikçe
nimet-i ebediyeye nail olmak mümkün değildir. İkincisi: nzıktır. Çünkü nimet-i
ebediyeye vusul; hayat-i dünyaya, hayat-ı dünya ise rızka muhtaç olduğundan
iadeyi zikirden sonra insanları merzuk ettiğini- zikretmiştir.
Her dâva delile muhtaç
olup delilsiz dâva mesmû' olmadığından ve bilhassa itikaadiyat elbette bir
delile müstenid olmak lâzım olduğu cihetle Cenab-ı Hak müşriklerden dahi
istemesini Resulüne emretmiştir.[40]
Vacip Tealâ kudret-i
kâmile sahibi olduğunu beyandanfisonra ilminin
kemâlini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusül!
Sana kıyametten suâl eden müşriklere sen de ki «Göklerde olan melekler ve yerde
olan ins ü cinden hiç bir kimse gaybı bilmez, ancak Âliahü Tealâ bilir. Halbuki
cümle ins ü cin ne zaman kıyamet kaim olup kabirlerinden kalkacaklarını
bilmezler.» Çünkü; gayba ittilâ'ı Allahü Tealâ zatına hasretmiştir.
Binaenaleyh; mahlûkattan gaybı bilen yoktur, ancak bazı mugayyebatı Allah'ın
bildirdiği kimse bilir.]
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğuna nazaran bu âyet müşrikler hakkında nazil olmuştur. Çünkü;
müşrikler Resûlullah'a kıyametin kıyamından ve ba'sın ne zaman olacağından suâl
etmeleri üzerine cevap makamında bu âyetin nazil olduğu mervıdir. Meda-rik'te
beyan olunduğu veçhile Hz. Âişe (R.A.) «Yarınki günde olacak şeyi bilirim
diyen.Allah'a büyük iftira etmiş olur» buyurmuştur.
Hulâsa; Allah'tan
gayrı gaybı bilir bir fert olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesindendir.
[Onlar ne zaman
ba'solunacaklarını bilmezler, belki onların ilmi âhirette lâhik olur. Çünkü;
âhirette ba'solununca aynelyakin bilirler, belki bu dünyada onlar kıyametten
şek içindedirler. Binaenaleyh; inkârdan çekinmezler, belki onlar âhiretten
gaafillerdir. Âdeta a'mâ gibi âhireti görmediklerinden inanmazlar.]
Yani; Allahü Tealâ'nın
gayrı ins ü cin ve melek gaybı bilmez ve kıyametin zamanından sorarlar. Bu
dünyada ba'solunacakları zamanı bilmezler, belki onların ba'solundukları zamana
ilimleri âhirette vâsıl oiur, belki bu dünyada onlar âhiret hakkında şek
içindedirler. Hatta onlardan bazıları yalnız şekketmekle de iktifa etmezler,
belki kıyametten ve ahval-i âhiretten büsbütün gaafillerdir. Binaenaleyh;
kıyametin vukuunu inkâr ederler, delillerini idrake sarf-ı zihin etmezler,
şiddetle tekzibe kalkarlar.
Bu âyet-i cclilede
âhiretin varlığında tereddüd edenlerin mertebelerini Cenab-ı Hak beyan
etmiştir. Çünkü; evvelâ ba'soluna-cakları vakti bilmediklerini, saniyen
kıyametin vukuunu bilmediklerini, salisen şekkiçinde mütehayyir olduklarını,
rabian bilkülliye gaafil ve münkir olduklarını beyan etmiştir. kıyamete
ilimleri vukuundan sonra âhirete lâhik, inkâra mecalleri kalmaz demek olduğu
gibi ve yani âhirette ilimleri nihayet bulur ve muzmahil olur gider manâsı
dahî muhtemeldir. Çünkü; âhirete varıp re'yel'ayn müşahede edince ilimleri
kemâline vâsıl olur ve bu hususa dair ilim nihayet
bulur ve birşey nihayesine varınca yok
olur. Yahut tedarik manasınadır ki bu hususa dair olan ilimleri birbiri arkasına
tâbi' olur, hatta âhiret vücut bulup arkası kesilinceye kadar demektir. Çünkü;
âhiret vuku bulup re'yel'ayn görülünce «vardı» veya «yoktu» demeye ihtiyaç
kalmaz.[41]
Vacip Tealâ haşrin
vücudunu beyandan sonra hasrı inkâr edenlerin bazı ahvalini beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Kâfir olan kimseler
derler ki "Biz ve babalarımız da toprak olduğumuzda kabrimizden kalkacak
ve topraktan çıkarılacak mı-
[«Allah'a yemin ederiz
ki biz ve bundan evvel babalarımız sununla
yani hasrolunmakla muhakkak vaadolunmuştuk.»]
[«İşte şu Öldükten
sonra dirilmek olmadı, illâ evvel geçen ümmetler tarafından yazılmış
yalanlardır» demekle hasrı tamamen inkâr ederler.]
Yani; kıyameti
bilkülliye inkâr eden kâfirler dediler ki «Biz ve babalarımız toprak olduktan
sonra kabirlerimizden ihraç olunur muyuz, hayat bulup dünyadaki hayatımız gibi
bir adam mı olacağız? Bunu akıl kabul eder mi? Muhakkak biz ve bizden evvel babalarımız
şu haşirle Muhammed (S.A.) tarafından bizler ve başka nebi tarafından
babalarımız vaadolunmuştuk. İşte şu vaadler olmadı, illâ evvel geçen
ümmetlerin yalanlarından ve- kitaplarına yazılmış satırlarından ibarettir»
demekle kıyameti tamamen inkâr ettiler[42]
Vacip Tealâ kâfirlerin
hasrı inkârlarını beyandan sonra ra verilecek cevabı Resulüne ta'limle tesliye
etmek üzere
buyuruyor.
[Habibim! Sen hasrı
inkâr eden kâfirlere de ki «Ey münkirler! Yürüyün siz yeryüzünde ve görün
sizin gibi günahkârların akıbetleri ne oldu?» Yâ Ekrem-er Rusül! Seni tekzib
etmelerinden sen onlar üzerine mahzun ve sana hilelerinden sen darlık içinde
olma.] Zira; Allahü Tealâ sana kâfidir.
Yani; ey Resul-ü
Zişan! Müşrikler kıyameti inkârlarında ısrar eder, havalarına tebaiyetten
vazgeçmezlerse sen onlara de ki «Ey müşrikler!
Sizin kıyameti inkârınız dünyaya muhabbet ve mansıbınıza rağbetiniz
sebebiyledir. Şu halde siz seyredin yeryüzünde ve nazar-ı ibretle harabelere
bakın, görün ki sizin gibi dünyaya hevesle âhireti inkâr edenlerin akıbetleri
ne oldu? Hayretle seyr ü temaşa edin. Zira; akıbetiniz de onların
akıbetlerinden başka bir-şey değildir» demekle tehdidden sonra habibim! Senden
i'raz ve kıyameti inkâr etmelerinden sen onlar üzerine mahzun olma ve senin
hakkında yapmış oldukları hilelerinden göğüs darlığı yapma. Sen kalbini geniş,
yüzünü güler, beşereni beşuş tut. Zira; Allahü Tealâ senin yardımcında",
onların şerrinden her vakit seni muhafaza eder. Binaenaleyh; sen onların
ahvalinden müteessir olma.
[Ve kıyameti inkâr
eden kâfirler «Şu vaadeltiğiniz kıyametin zamanı ne vakittir, ta'yin edin
zamanını, eğer doğru söyler oldu-nuzsa» derler.]
Yani; şiddetle
inkârlarına binaen »Sizin sözünüz yalandır. Eğer doğru söylerseniz
vaadettiğiniz kıyametin zamanını t edin>t demekle mukaabele ederler.[43]
Vacip Tealâ onların bu
mukaabele ve suâllerine cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusül!
Sen onlara cevapta «Sizin alelacele gelmesini istediğiniz azabın bazısı size
yakında tâbi olur, lâkin âdet-i İlâhiye; kulları mütenebbih olsunlar ve musir
oldukları günahlarına tevbe etsinler için bir müddet-i muvakkate müsaade
etmektir. Binaenaleyh; acele etmeyin, istediğiniz şeyin yakında gelmesi
me'-mûldür»' demekle cevap ver.]
Halbuki habibim!
Rabbın Tealâ nas üzerine fazl u ihsan sahibidir, lâkin nâsm ekserisi
şükretmezler.] Binaenaleyh; müsaade-i İlâhiyeden istifade edemezler. Çünkü;
kullarının irtikâb ettikleri küfr ü tuğyan ve zulm ü udvan üzere derhal ihlâk
etmeyip müsaade etmesi Allah'ın büyük ihsanıdır, bu ihsan üzere tevbe ve istiğfar
etmekle şükretmek lâzımken bilâkis şükretmezler. Eğer müsaadenin nimet
olduğunu bilerek tevbeye müsaraatla o nimetin şükrünü eda etseler azaptan
kurtulurlar ve nimetten .müstefid olurlar, lâkin bu nimeti takdir
edemediklerinden evvel, geçenler m.-ısıl helak ve azab-i ebedîye müstehak
oldularsa'bunlar da aynı hale duçar olacaklardır.
kelimeleri âhad-ı
nesin sözlerinde her ne kadar ricaya delâlet ederse de hükümdarların ve
ümerânın sözlerinde kafi ve muhakkak manâsını ifade eder. Çünkü; ümerânın
cüz'i bir işaretleri sarahaten beyan gibi olduğundan başkalarının kelâmında
ricaya delâlet eden elfaz onların kelâmında kat'iyete delâlet eder. Kezalik
Vacip Tealâ'nm kelâmında dahî hâl
böyle olduğundan her ne kadar bu âyette kelimesi zikrolunmuşsa da Vacip Tealâ suret-i kafiyede
kâfirlere azabın lâ-hik olacağını beyan etmiştir.
[[Habibim! Senin Rabbin Tealâ kâfirlerin kalplerindef gizli
olara!sırlarını ve aşikâr işledikleri islerini bilir.]
[[Çünkü; yerde, gökte
gaaip bir şey olmadı, ilîâ o galip Levh-i Mfijcfuz'da mevcut ve
yazılıdır.]
Yani; yâ Ekrem-er
Rusül! Ahireti inkâr eden müşriklerden
sen endişe etme ve hallerinden mahzun
olma. Zira; onların hileleri sana zarar vermez. Çünkü; senin Rabbin Tealâ
onların kalplerinde saklı olan buğz u adavetlerini ve senin hakkında düşündükleri
hilelerini ve kendi lisanlarıyla izhar ettikleri adavetlerini bilir, onlara
cezalarını verir, intikamını alır. Zira; semada ve arzda hiç bir gaaip olmadı,
illâ o gaaip Rabbin Tealâ indinde mahfuz ve Levh-i Mahfuz kitabında yazılıdır.
Şu halde geçmiş, gelecek, olmuş ve olacak her ne varsa cümlesi ilm-i İlâhide münderiç
ve ilminden hariç bir şey yoktur. Binaenaleyh; onların azabının taahhuru hallerinin
gizli olmasından değildir, belki Rabbin Tealâ indinde mukadder olan vaktine
muallâk olduğundandır.
sıyğa-i mübalâğa
olduğundan şiddetle gizli ve gaaip olmadı illâ onu Allahü Tealâ elbette bilir
demektir.[44]
Vacip Tealâ dünyaya,
âhirete ve vahdaniyetine müteallik olan mebahisi beyandan sonra nübüvveti ispat
etmek üzere en büyük delil Kur'an olduğundan Kur'an'm rnu'ciz olduğunu beyan
zımnında buyuruyor.
[İşte şu Kur'an Benî
İsrail üzerine onların ihtilâf ettikleri mesailin ekserisini beyan ve hikâye
eder.]
Yani; Kur'an kütüb-ü
semaviyenin kâffesinin münderecatını camidir. Zira Kur'an; Benî İsrail üzerine
onların ihtilâf ettikleri İsa ve Üzeyr (A.S.) in haklarında ve haşr-ı cismânî
ve ruhanî gibi ihtilâf ettikleri mesailin çoklarını onlar üzerine beyan eder.
Binaenaleyh Kur'an; mu'cizdir. Zira; ümem-i salifeye ait kıssaların Tevrat'a
ve İncil'e muvafık olması Kur'an'm taraf-ı İlâhiden inzal olunduğuna delâlet
eder. Çünkü; Resûlullah'ın ümmi olup bir muallimden taallüm etmediği gibi
kütüb-ü sabıkayı da mütaâla eylemediği halde Kur'an'm beyanatının vakıa muvafık
olması taraf-ı İlâhiden münzel olduğuna delil-i kâfidir.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile Benî İsrail'in ihtilâf ettikleri mesaille murad; birbirine muhalif
itikadlan, tağyir ve tahrif ettikleri meselelerdir. Çünkü; onların İsa (A.S.)
in semaya çıkıp çıkmadığı ve tahrif ettikleri diğer meseleler hakkında
ihtilâflarını Kur'an hail ü faslederek hakikati tamamıyla beyan etmiştir. Şu
halde bunların noksansız beyanı; taraf-ı İlâhiden olduğunu ispata kâfidir.[45]
Vacip Tealâ Kur'an'm
mu'ciz olduğuna ikinci delili beyaı mek üzere buyuruyor.
[Kur'an; elbette
müminlere rahmet ve hidayettir.]
Yani; Benî İsrail'in
müşkülâtını halleden Kur'an hasra, neşre, kıyamete ve ahval-i âhiretin
kâffesine ait aklî ve naklî delilleri müminlere gösterdiğinden müminleri doğru
yola sevkeder hidayettir, Kur'an'm ahkâmı ukul-ü selimeye muvafık olup
mucibiyle amel edenleri rıza-yı İlâhiye îsâl ettiğinden ahkâmıyla amel eden
müminlere rahmettir. Kur'an'dan intifa' eden müminler olduğu cihetle Kur'an'm
hidayet ve rahmet olması müminlere tahsis olunmuştur. Çünkü; kâfirler îman
etmeyip intifâ'dan mahrum olduklarından onlar hakkında rahmet değildir.[46]
Vacip Tealâ Kur'an'm
dava-yı nübüvvetin sadık olduğuna delâletini beyandan sonra îman etmeyen
kimseleri tehdit ve Resulünün hak üzerine olduğunu beyanla kâfirlerin
mezheplerini tezyif etmek üzere buyuruyor.
[Yâ Ekrem-er Rusülî
Senin Rabbin Tealâ onların beyinlerinde adaletle hükmeder. Zira; Rabbin Tealâ
herkese gaaliptir, hükmünü reddedecek bir kimse yoktur, herşeyi bilip ilminden
hariç birşey olmadığından hükmü ayn-ı adalettir.]
[Habibim! Rabbin Tealâ
adalet üzere hükmedince sen Allahü Tealâ üzerine itimad et. Zira; açık bir hak
üzerindesin. Binaenaleyh; onların hallerinden müteessir olma.] Çünkü; hata
veya isabet edenleri Rabbin bilir ve beyinlerini hail ü fasleder. Şu halde
senin için telâşa mahal yoktur. Yalnız Allah'a tevekkülünde devam et, onların
adavetlerine mübâlât etme.
[Çünkü; habibim! Sen
ölmüş mevta menzilinde olan kâfirlere söz duyuramazsm, sağulara çağırmakla
işittiremezsin. Zira; onlar şehevat-ı nef saniyeler in e muhabbetlerinden hakka
arkalarını döndükleri zaman onlara söz duyurmak imkânı yoktur.] Çünkü; hakkı
işitmekten istinkâf ettikleri cihetle hakkı işitmeye iradelerini sar-fetmezler
ki işitsinler, çağıranların sesini işitmemek için arkasını dönenlere söz
duyurmak ihtimali olmadığından kâfirlerin hak sözü duymak ihtimali yoktur.
Hatta okunan âyetleri duymak istemediklerinden bu âyette mevtaya teşbih
olunmuşlardır. Çünkü; hayatın şanı işitmek ve onunla intifa' etmek olup onlar
ise bu intifâ'dan mahrum olduklarından ayn-ı mevta gibidirler. Hüküm 've kaza
ikisi bir manâya olursa da bu âyette hüküm; adalet manâsına olduğu cihetle
âyette tekrar yoktur. Buna nazaran manâ-yı nazım: Habibim! Rabbin Tealâ onların
beyninde adaletiyle hükmeder ve inkârlarının cezasını lâyıkıyla verir]
demektir.
[Halbuki ey Resul-ü
Zişan! Sen körlere benzeyen kâfirleri dalâletlerinden hidayette kılar olmadın]
Binaenaleyh: onlara hakkı işittirip dalâleti terkettirenıezsin.
[Zira; sen
işittiremez, illâ bizim ayetlerimize îman eden kimseye işittirirsin. Çünkü;
onlar muti, münkad ve mümin-i muhlislerdir.] Binaenaleyh; müminier sözlerini
dinler ve mucibiyle amel ederler..
Yani; habibim! Sen
kalpleri kasavetle dolmuş ve basar-ı-basiretleri kapanmış âmâlar gibi olan
kâfirlere nasihatini te'sir ettiremez, dalâletten kurtaramazsın, onlar intifa'
etmek kasdıyla sözünü dinlemezler ki nasihatin te'sir etsin. Şu halde sen
sözünü âyetlerimize îman eden müminlerden başkasına işittiremezsin. Zira;
onlar sana muti olduklarından inkıyad üzere sözünü dinler ve intifa' ederler,
insanlarda ekseriya alelade muhaverelerde bile bu hâl carîdir. Ankasdin
dinlerse duy™- ve maksadı anlar, fakat anlamak istemezse dinler gibi görümir ve
lâkin söylenen sözü sorsan orada yokmuş gibi hiçbir seydvj; haberi 'irnaz, iste
kâfirlerin de aynı halde olduklarını Cenab-ı Hak bu
iiyptte beyan buyurmuştur.[47]
Vacip Tealâ kıyametin alâmetinden bazısını beyan eti üzere buyuruyor.
[Zikret habibim! Şol
zamanı ki o zamanda nas üzerine mev'ûd olan kavlimiz vâki olduğunda nas için
biz arzdan bir hayvan çıkarırız ki o hayvan nâsa tekellüm eder. Zira; o günde
nas bizim âyetlerimize yakin üzere îman etmezler.]
Yani; yâ Ekrem-er
Rusül! Zikret şol zamanı ki o zamanda nas üzerine azap vacip olup bizim
gazabımızın nüzulü ve kıyametin hululü yaklaştığında biz nas için yerden
tekellüm eder bir büyük hayvan çıkarırız ki o hayvan kıyametin yakın olduğuna
alâmet olur, o dâbbe; nâsa amellerinin iyisini, kötüsünü beyanla mümini ve
kâfiri tefrik eder. İşte o zaman zuhur eder ki nas,bizim âyetlerimize îman
etmemiş, belki inkâr ve ekserisini tekzibetmişlerdir. Çünkü; o dâbbenin mümini,
kâfiri tefrikinden anlaşılır ki İslâm isminde birçok münafık vardır.
Taberî'de beyan
olunduğuna nazaran dâbbetülarz; kıyametin alâmet-i .kübraşırıdandır. Nas
arasında emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkeri beyan eden bulunmadığı zamanda
çıkacaktır, Taberî'nin rivayetine, Hâzin'in ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran
bu âyette beyan olunan dâbbenin üç defa çıkıp kaybolacağı mervidir. Çünkü; bir
defa Yemen'den çıkıp bâdiyede dâbbetülarz'm çıktığı şâyî olacak ve bu şüyu'
Mekke'ye gelmeden kaybolacak, ikinci defa da bâdiye'den çıkacak ve çıktığı
Mekke'de şâyî olup tekrar kaybolacak, üçüncü defada Mekke'de zelzele olup halk
muz-tarip olduğu bir zamanda Mekke'de Safa denilen mahal yarılacak, oradan
çıkarak nâsa tekellüm edecek ve müminle kâfir beynini tefrik edecek. İşte o
zaman nâsın ekserisinin yakin üzere îman etmedikleri bilinecek, binaenaleyh;
İslâm kisvesi altında "birçok münafık olduğu anlaşılacak. Fakat üç. defa
çıkacağı rivayet olunmuş-sa da Kazî ve Fahri Râzi'de beyan olunduğuna nazaran
esah olan rivayet Mekke'den, bir defa çıkacaktır. Çünkü; Resûlullah'tan
dâb-betülarz'm çıkacağı memleketten suâl olunduğunda «İndallah hürmeti büyük
olan Mescid-i Haram'dan çıkacağını» beyan buyurmuştur ki çıkmasında tekrar
olacağını beyan etmemiştir. Eğer çıkmasında tekerrür olsaydı Rasûlullah beyan
ederdi. Zira; çıkacağı beldeden suâl nerelerden çıkacağını beyanı icab
ettiğinden tekerrür olsa behemehal beyan ederdi. Şu halde yalnız Mekke'den
çıkacağını beyanla iktifa etmesi bir defa çıkacağına delil-i kavidir.
Dâbbetülarz'm
cesametinde muhtelif rivayet varsa da cesametine hüküm taallûk etmediğinden bu
makamda zikrine lüzum görülmemiştir. Çünkü mesele; kıyametin başlangıcında
böyle bir hayvanın çıkıp, çıkmamasmdadır. Âyet-i celilede Cenab-ı Hak çıkacağını
beyan ettiğinden böyle bir hayvanın çıkarak insanlara tekellüm edeceği kafidir.
Çünkü; Kur'an'da çıkacağı beyan olunmuştur. Tekellümüne gelince; Fahri Râzi ve
Kazî'nin beyanlarına nazaran iki ihtimâl vardır. Birincisi: hakikatta söz
söylemektir. Çünkü; nâsm iyi ve kötü amellerini kendilerine haber verecek ve
müminle kâfir beynini tefrik edecek, hatta mescidde namaz kılan kimselerden
bazısına "Sen ehl-i salât değilsin» diyecektir. İkincisi: tekellümle
murad; kelimdir. Yani; noktalamaktır. Zira;
ekser-i rivayete nazaran dâbbetülarz'm elinde asa-yı Mûsâ
ve mühr-ü Süleyman
olacak ve asa ile müminin alnına yazılı bir beyaz nokta ve mühürle kâfirlerin
burnunun ucuna yazılı bir siyah nokta
basacaktır ve bu suretle müminle kâfirin beyni tefrik olunacağı mervidir.
Cenab-ı Hakkın
kudret-i kâmilesine îmanı olan kimse bu misilli acayibatı inkâra cesaret
etmez. Zira; deve gibi acîp ve.fil gibi garip hayvanatın ve zelzele gibi
dehşetengiz vak'alarla yer yarılıp büyük göllerin ve sair garaibin zuhurunu
görüp dururken kıyametin evvelinde kıyamete alâmet olarak böyle bir acîp
mahlûku hal-ketmekle Mekke gibi ümmülbilâd olan bir mahalde müminle kâfir
beynini açıktan tefrik ettireceğini baîd addetmeye bir sebep yoktur. Ancak
tıynetinde habaset olanlar şekavet-i asliyesini izhar için istib'âd ederler ve
itiraza yeltenirler, yoksa asdak-ı makaal olan Fahri Kâinatın her dediği doğru
da hâşâ bu ve bunun emsali bazı beyanatının yanlış olmak ihtimali var mıdır?
Hulâsa; kıyametin
evvelinde kıyamete alâmet olarak Cenab-ı Hakkın böyle acip bir hayvan
çıkaracağı ve o hayvanın nâsa tekellüm edip müminle kâfir beynini tefrik
edeceği ve kıyametin evvelinde böyle bir hayvanın çıkacağını inkâr eden kimsenin bu
âyeti inkâr etmiş olduğu cihetle tekfir
olunacağı bu âyetten müs~ tefad olan fevaid cümlesindendir.[48]
Vacip Tealâ kıyametin
kabiylinde olacak bazı alâmeti beyan-;; dan sonra kıyamette vâki olacak bazı
ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Rcsul-ü Zişan!
Zikret şol zamanı ki o zamanda biz her ümmetten birer cemaat hasrederiz ki o
cemaat onların reisleri ve bizim âyetlerimizi tekzib edenlerdendir. Onlar
haşrolununca hapso-lunurlar kî arkada olanlar gelsin, onlara ulaşsın ve
evvelleri âhirine müsavi olsun, evveli ve âhiri birleştikten sonra
sevkolunsıın-lar,]
[Onlar müçtemi' olarak
sevkolunup mahşere geldiklerinde Allahü Teaîâ onlara der ki «Ey kâfirler! Sizin
ilminiz benim âyetlerimin hakikatim ihata etmediği ve kabule şayan olup
olmadığını tetkik etmediğiniz halde âyetlerimi tekzibettiniz miydi ve sıhha-tma
dair delâilini tetkik edip zihninizi yormaksızın tekzibe nasıl cür'et ettiniz?»
demekle kâfirleri tevbih eder.]
[ «Tekzibettikten
sonra hangi amelî işlediniz, haber verin bana.] Çünkü; âyetleri tekzibetmek ve
beğenmemek o âyetlerin ahkâmından daha iyi bir amel icabeder. Binaenaleyh; siz
ne gibi amel işledinizse söyleyin, bilelim» demekle kâfirleri iskât ve ilzam
eder. Çünkü; onların tekzipleri
cehaletten başka birşey olmadığından cevaba
muktedir olamazlar. Zira; «filân ameli işledik" demeye mecalleri yoktur.
Şu suâl «Âyetleri inkâr edince âyetlerden daha iyi bir amel vücuda
getirmeliydi, inkârdan başka ne işlediniz? Daha iyi bir amel vücuda
getirebildiniz mi? Getirdinizse söyleyin. Geti-remeyince inkârdan faydanız ne
oldu?» demekten ibarettir. Çünkü; insan bir ameli beğenmeyip reddedince ondan
daha alâ bir amele sa'yeünesi âdettir. Şu halde âyetleri reddedenlerin başka
amelleri olmayınca tekdire müstehak olduklarından Cenab-ı Hak mahşerde onları
tekdir ve terzil edeceğini bu âyetle beyan buyurmuştur.[49]
Vacip Tealâ mahşerde
kâfirleri tevbih edeceğini bekandan sonra- onlar üzerine azap nazil olunca söz
söylemeye kaadir olamayacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirlerin bizim
âyetlerimizi tekziple kendi nefislerine İ ve gayrıları idlâl etmeleri sebebiyle
onlar üzerine azapla vaki' olup azap nazil olunca onlar asla söz söylemezler.]
Zira; i'ti" zara mecalleri olmaz. Çünkü; onlar ateş içine yüzleri üzerine
başlan aşağı feci bir surette atıldıklarından söz söylemeye kudretleri kalmaz
ki azapla meşguliyetlerinden itizara zaman bulabilsinler. Bu âyet; kâfirlerin
zulümleri sebebiyle duçar olacakları felâketleri beyanla kullarını zulümden
tenfir ve zulme ısrar edenleri\ tehdit etmiştir.[50]
Vacip Tealâ kâfirleri
kudret-i İlâhiyeye delâlet eden âyetlere nazar etmediklerini beyanla tevbih
etmek üzere buyuruyor.
[Onlar zulmederler de
görmediler ve bilmediler mi? Biz geceyi onlar sakin olsunlar için karanlık,
gündüzleri onların hareket- ?| leri için göz görür ziyalı halkettik.]
[İşte şu geceleri
nâsın rahatları için karanlık ve gündüzlerij meşy ü hareketleri için ziyalı
halketmekte âyetlerimize îman edenj müminler için kudretimize delâlet eder
alâmetler vardır.] \
Yani; müşrikler nazar
edip ayn-ı ibretle bakmadılar mı bizimi bu kadar meydanda olan masnûâtımıza ve
kudretimiz tahtında! makhur olduğunu görmediler mi? Hem gördüler, hem de
bildilerj ve o masnûâtımız cümlesinden olarak geceleri nâsa istirahat ve
sükûnet için karanlık halkettik ki insanlar uykuyla vücutlarını
dinlendirsinler, dağdağa ve iştigalden fariğ olsunlar. Hâlî zihinle yarınki gün
yapacakları şeyleri düşünsünler, gündüzü ziyalı halkettik ki nâsın
seyrüseferine elverişli olsun, ticaret, ziraat gibi es-bab-ı maişetle meşgul
olsunlar. İşte bu minval üzere halkettiğimiz mahlûka atımıza nazar edip bakmak
lâzımken nazarı terkle küfrü-zere devam edenler azaba müstehaktırlar. Zira; bu
gibi mahlûkaa-tımızda nazar-ı ibretle bakan kavm-i mümin için kudretimize ve
âhirete alâmetler vardır. Çünkü; şu beyan olunan alâmetlere ke-mâl-i dikkat ve
ihtimamla nazar eden kimseler için hasra ve neşre müteallik ahkâmı inkâr etmek
şöyle dursun derhal tasdika müsa-raat ederler. Binaenaleyh; kâfirlerin tasdik
etmedikleri, nazar-ı ibretle bakmadıklarından neş'et ettiğinden nazarı
terkettikleri cihetle azaba müstehak olmuşlardır.[51]
Vacip Tealâ kıyamette
olacak ahvalin bazısını beyandan sonrj baz-ı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret hahibim! Şol
günü ki o günde sûra üfürülünce yerde ve gökte olan zîruhun kâffesi fezi' ve
feryad eder. Ancak Allah'ın fezi' etmelerini murad etmediği kimseler fezi'
etmezler.]
[Ve emvattan herhiri
zelil ve hakir oldukları halde sûr] lan çağıran davetçi tarafına gelirler.]
Yani; yevm-i kıyamette
İsrafil tarafından sûr denilen şeye üfürülünce yerde ve gökte sakin olan cümle
mahlûkat o sadanm şiddetinden ıztırap üzere fezi' ve feryad ederler. İllâ
Allah'ın helaklerini murad etmediği has kulları feryad etmezler ve cümlesi
ihya olunduktan sonra hor ve hakir oldukları halde mahşere gelirler. Yani;
herkes hallâk-ı âlem huzuruna kemâl-i tazarru' ve tevazu üzere ezik büzük bir
halde gelirler. Binaenaleyh; dünyada tekebbür eden cebabirede asla kibir
emmaresi görülmez.
Fahri Râzi'nin
beyanına nazaran sûr; bir borudur. Onu öttürmeye me'mur olan İsrafil (A.S.)
dır. Ahâdis-i nebeviyede beyan olunduğu veçhile İsrafil sûra üç defa
üfürecektir. Birincisi; kıyametin evvelinde üfürecek, halk fezi' ve feryad
ede-çektir. İkincisi: kıyamette herkesi ihlâk için üfürecektir. Üçüncüsü: kıyametten
sonra herkesi kabrinden kaldırmak için üfürecektir. Medarik'te beyan olunduğuna
nazaran bu âyette nefh ile murad; fezi' için olandır. Yahut fezi 'İç murad;
helak olduğuna nazaran helak için üfürülecek olandır. Çünkü; sûrun sadâsı o
kadar şiddetli '.olacak ki onu işiten zîruhtan hiçbir ferdin kuvvet-i tabiiyesi
tahammül edemeyeceğinden bir kere şada ile cümlesi helak olacaktır, illâ
Allah'ın helakini murad etmediği kimseler müstesnadırlar. Hâzin'de beyan
olunduğuna nazaran helakten müstesna olanlar; Cibril-i Emin, İsrafil, Mikâil
ve Azrail'dir. Çünkü, (İbn-i Abbas) tan nefha-i ûlâda bu dördün helak olmayacakları
mervidir,[52]
Vacip Tealâ sûr
üfürülünce halkın fezi' ve feryed edeceğini beyandan sonra kıyamette vuku bulacak ahvalden baz-ı
âharj^ be yan etmek üzere buyuruyor.
[Habibimî Sen dağları
görür, o dağları sabit ve cânüd sanne-dersin. Halbuki kıyamet gününde o dağlar
havada bulutların yürüdüğü gibi yürür, bulutlar gibi hareket ederler,]
[îşte bu dağların
sabit gibi görülüp halbuki havada hareket
-Tealâ'nın işidir.]
Binaenaleyh; Allah'ın bu gibi işlerinde akılları hayrette kılacak hikmetler ve
maslahatlar vardır, fakat kulları bilemezler.
[Zira; Allahü Teaîâ kullarının islediği ef âlin
kâffesini bilir ve cümlesinden
haberdardır.] Lâkin kulları onun işlerinde olan hikmetlerin ekserisini
bilmezler ve bilmediklerinde hayrette kalır, gûnâgûn mezheplere zehab ederler,
muhtelif fırkalar hasıl olur.
manâsına yani:
kıyamette sen dağlan görsen onları
bir noktada durur zannedersin, halbuki onlar havada bulutun yürüdüğü gibi
yürürler demektir. Çünkü; büyük cisimlerin hareketleri ne kadar seri olsa da
ufak cisimlerin hareketleri, gibi bakınca iarkolunmadiğından onu görenler ilk
görüşte hareket etmez, durur zanneder. Halbuki onlar seyr-i seriyle hareket
eder.
yani «Herşeyi
halketti, sağlam kıldı, muhkem yaptı ve güzel eyledi» demektir.[53]
Vacip Tealâ alâmat-ı
kıyameti beyandan sonra kıyamette cereyan edecek ahvalden bazısını beyan etmek
üzere buyuruyor.
[Eğer bir kimse
âhirete sevapla gelirse âhirette onun için o sevaptan daha hayırlısı vardır.
Halbuki haseneyle gelenler o günün fezi' ve feryadından, mihnet ü meşakkatinden eminlerdir.]
Binaenaleyh; onlar o
günde ıztırap çekmezler.
[Ve eğer bir kimse
Allah'ın nehyetmiş olduğu! bir günahla gelirse onlar yüzleri üzerine Cehennem
ateşine atılırlar.]
[Onlar Cehennem'e
girince asaplarını tezyid içib taraf-ı ilâhiden «Siz cezalanmaz, illâ
amelinizle cezalanırsınız.» Yani; şu gördüğünüz ceza amelinizin cezasıdır]
denir ki hasretleri artsın, azap üzere azap olsun.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile bu âyette Kasene yle murad; kelime-i tevhid ve amelde
ihlâstır. Buna nazaran man&yı nazım: [Eğer bir kimse kelime-i tevhid ve
amelinde ihlâsla gelirse âhirette ona getirdiği amelden daha hayırlı derece
var] demektir. Fakat hasene lâfzı ibâdâtın cemime şâmil olup itibar lâfzın
şümulüne olduğu cihetle haseneyle murad; ibada-tın cümlesidir. Şu halde manâ-yı
nazım: [Eğer bir kimse Allah'ın emrettiği ibadeti işler ve sevapla gelirse
âhirette ona işlediği ibadetten daha hayırlı ecir var ve yevm-i kıyametin
şiddetinden de emin] demektir. Çünkü; abdın dünyaaa şer'a muvafık işlediği her
amelin âhirette sevabı olduğundan haseneyi kelime-i tevhide tahsise hacet
yoktur. Kezalik seyyie de menhî olan her günaha şamildir. Binaenaleyh; günahla
âhirete gelen kimse Cehennem ateşine müstehaktır. Ancak affa mazhar olanlar
azaptan müstesnalardır.[54]
Vacip Tealâ mebdei,
maadı, nübüvveti ve kıyametin bazı alâmetini, ehl-i Cennet ve ehl-i
Cehennem'in halini beyandan sonra bunların cümlesi usûl-ü itikadiyeye müteallik
olduğundan usul-ü itikadı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ben ancak şu beldenin
Rabbisine ibadet etmek ve riyasız ih-lâs üzere tevhidle emrolundum ki o Rabbi
Tealâ bu beldeyi muhterem kıldı. Halbuki herşey o beldenin sahibi olan Rabbi
Tealâ'nın mülkü ve mahlûkudur. Binaenaleyh; herşeyiıı tasarrufu ona aittir.]
[Ve ben o beldenin
Rabbisinin emr ü nehyine ve cemi ahkâmına inkiyad edenlerden olmakla
emrolundum.]
[Ve sizi irşad için
inzal olunan Kur'an'ı size tilâvet ve mec-ma'-ı nâsta halka tebliğ etmekle dahî
emrolundum.]
[Binaenaleyh; eğer bir
kimse ihtida ederse ancak kendi nefsi için ihtida eder.] Zira; ihtidasından
intifa' edecek kendisidir eğer bir kimse Kur'an'dan i'razla dalâleti irtikâb
ederse habibim! Sen de ki
«Ben ancak Allah'ın kullarını inzar edenlerdenim. Binanaleyh; vazifem sizi
inzar edip ahkâmı tebliğ etmektir. Şu halde ben vazifemi ifa edince siz ister
kabul edin, ister etmeyin» demekle onlara hakikati beyan et.]
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile bu âyette belde yle murad; Mekke-i Mükerremedir. Vacip Tealâ her
beldenin Rabbisi olduğu halde Mekke'ye izafetle Mekke'nin Rabbisi olduğunu
tasrih; Mekke'ye tazım ve teşrif içindir. Çünkü; Allahü Tealâ Mekke beldesini
cümle beldelerden efdal, eşref ve muhterem kıldı, o belde-i mükerremeye
insanlar nazarında bir hürmet ve kıymet verdi ve bu faziletine binaen âyette o
beldenin Rabbi olduğunu tasrih etti. Binaenaleyh; insanlar için o beldenin
hürmetini kaldırmak ve şerefini gidermek mümkün olamaz. Zira; Allah'ın"
verdiği şerefi kaldırmak kimin haddidir? O şerefi başka beldeye nakletmek dahî
mümkün değildir. Nasıl ki (Ebrehe) Yemen'e nakletmek için çalıştı ve akıbet
helakine sebeb olduysa o beldenin hürmetini kes-retmek için çalışanlar hep haip
oldular. Çünkü; insanlardan bazıları deniyyüttabia olup himmeti ancak dünya
ziynetine ve lezzetine masruf olanlar Mekke'nin kuru bir çölde huzuzat-ı
dünyadan hâli bir mahal olduğundan şeref-i manevîsini idrakten âciz olan
kimseler şerefi, sulu, bağlı ve bahçeli olan yerlerde zanneder ve Mekke'ye
kendi hasis nazarıyla bakar, kıymetsiz görür ve o şerefin başka mahalle
naklini mümkün farzeder. Fakat bu zannı hayalinde kalır, akıbet hüsran-ı
ebedîye mazhar olur gider.
Cenab-ı Hak sûrenin
bidayesinden buraya gelinceye kadar vuku bulan davetin tekemmül ettiğine
işaret için Resulüne kendi haliyle meşgul olup Rabbisinin ibadetine müstağrak
olduğunu beyan etmesini emretmiştir.[55]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3970-3971
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3971-3973
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3973-3974
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3974-3975
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3975-3977
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3977-3978
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3978-3979
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3979-3982
[9] Cild: V, Sahife: 1734.
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3982
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3982-3984
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3984-3985
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3985-3987
[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3987-3989
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3989-3991
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3991-3993
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3993-3995
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3995-3997
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/3997-4000
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4000-4001
[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4001-4002
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4002-4005
[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4005-4007
[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4007-4008
[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4008-4009
[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4009-4011
[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4012-4015
[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4015-4017
[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4017-4018
[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4018-4020
[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4020-4021
[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4021-4024
[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4024-4026
[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4026-4027
[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4028-4029
[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4029-4031
[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4031-4032
[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4032-4035
[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4035-4037
[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4037-4038
[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4039-4040
[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4040-4041
[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4041-4042
[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4042-4044
[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4044-4045
[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4045
[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4045-4047
[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4047-4050
[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4050-4051
[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4051
[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4051-4052
[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4052-4053
[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4053-4054
[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 9-10/4055-4056
[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4056-4057