SURE-İ NEML.. 2

YİRMİNCİ CÜZ.. 19


SURE-İ NEML

 

Mekke-i Mükerremede nazil olan sûrelerdendir. Doksanüç ve­ya DoksandÖrt âyeti eâmi'dir.

Bazı sûrelerin evvellerinde olan hurufatın te'vilini tecviz eden Halef mezhebine göre Esma-i İlâhiyeden bir isimdir ve yemindir. Buna nazaran manâ-yı nazım : | İsmine yemin ederim ki şu tilâvet olunan âyetler Kur'an'm ve Kitab-ı mübinin âyetleridir | demek olur. Yahud Ni'metullab Efendinin te'viline na­zaran Resûlullah'ın talebine ve Saadet ve Siya-dete işaret ve münadidir. Buna göre manâ-yı nazım : [Ey saadet-i ebediyeye ve siyadet-i sermediyeye talip olan Resulüm! Sana nida eder ve derim ki, şu tilâvet olunan âyetler Kur'an'm ve Kitab-ı Mübinin âyetleridir) demek olur.

Ruhûlbeyan'da zikrolunduğu veçhile Kur'an'a elsine-i nâsta kıraat olunduğu için Kur'an ve kalemle yazıldığı için ki­tap, ahkâm-ı dünya ve âhireti beyan ettiği için m ü b i n denilmiştir ve şânma ta'zim için ta'zime delâlet eden tenvinle nek­re olarak varid olmuştur.

[Bu kitabın âyetleri mü'minlere    hidayet ve müjde olduğu halde nazil olmuştur.]

Kur'an bilûmum nâsa doğru yolu gösterdiği cihetle herkes hakkında hadi ise de bilfiil maksada isal etmek manâsmca hidayet mü'minlere mahsus olduğundan Cenab-ı Hak bu âyette Kur'an'm hidayetini ehl-i imana tahsis etmiştir. Çünkü Kur'an; herkese ta-rik-ı hakkı gösterir ve lâkin o tariki ihtiyar eden ona iman eden­lerdir. Amma tebşirat; elbette mü'minlere mahsustur. Zira; ehl-i küfre tebşirat olmaz. Çünkü; Kur'an'm tebşiratı; enva'ı saadat ve mesubat ve esnaf-ı hayrat ve berekâta nail ve ref'-i derecata vasıl olunacağına dair olup bunun cümlesi de ehli imana mahsus oldu­ğundan Kur'an'm tebşiratı mü'minlere tahsis olunmuştur. Zira Kur'an; ahkâmına temessük edenleri tebşir eder. Şu halde; ahkâ­mına yapışmayanları tehdid eder, tebşir etmez. Binaenaleyh; kâ­firler ahkâmiyle amel etmediklerinden Kur'an'm tebşiratma müs-tehak değillerdir.[1]                                  

 

Vacip Tealâ Kur'an'm mü'minlere enva'ı saadatı tebşir ettiğini beyandan sonra saadet ve ref'-i derecata nail olmayan mücerred iman kâfi olmayıp sair feraizi eda etmek lâzım olduğunu beyan zımnında buyuruyor

[Kur'an'ın tebşiratına müstehak olan mü'minler şol kimseler ki, onlar namazı ikame ve zekâtlarını edâ ile beraber âhiıete iman ederler.]

Yani; Kur'an şol mü'minler hakkında hidayet ve büşrâdır ki, o mü'minler taraf-ı İlâhîden kendilerine evkat-ı mahsusada farz kılman namazı şartlarına riayet ederek edâ eder ve asla istihfafla te'hir etmedikleri gibi bilcümle vaciplerini ve sünnetlerini yerine getirirler. Çünki; namazın Allah'a tekarruba ve ref'-i derecata se­bep olacağını bildiklerinden kusur etmemeğe çalışırlar ve yalnız ibadet-i bedeniyeyle de iktifa etmezler, belki kendilerine farz olan zekâtı da eda etmekle fukaranın hakkını vermek suretiyle dünyaya muhabbetleri olmadığını izhar ederler. Halbuki onlar âhirete ilm-i yakinle iman ettiklerinden, dünyayı daima âhirete vesile ittihaz ederler. Binaenaleyh; her amellerini niyet-i halisayla eda ederler ve rıza-yı Bârîyi aramaktan geri durmazlar. Zira âhiret; ceza ma­halli olduğundan âhirete iman eden kimse amelini teftişten ve nef­sini muhasebeden hâlî kalmaz ve bilir ki, âhirette hepsinden suâl olunacak. Elbette gerek namaz gibi hakkullah olsun ve gerekse zekât gibi hakk-ı abde teallûk eden olsun cümlesine dikkat ve i'ti-na eder. Amma âhirete imanı olmayan kimse bunlardan hiç biri­sini ehemmiyete almadığı gibi ahkâm-ı diniyeden hiç birine müba-lât etmez, belki yırtıcı bir canavar gibi her yere saldırır, eline Yıe geçerse yer, içer ve kuvve-i şehevaniyesi ne isterse onu güzel gö­rür ve aklına ne gelirse onu işler, menfaat ve mazarratını düşün­mez. Çünkü; âhirete imanı olmadığından ikabet korkusu olmadığı cihetle haram helâl her' ne yaparsa kâr bilir geçer gider.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ kema-lât-ı insaniyenin ruhunu beyan etmiştir. Çünkü kemalât-ı insani-yenin esası; Üçtür ;

Birincisi; İman,

İkincincisi ; îbadet-i bedeniye ve maliye, Üçüncüsü; Âhirete inanmaktır. Tekâlif-i İlâ-hiyenin hepsi bu üçte dahildir. Zira; birinci mertebede insana lâ­zım olan iman olmazsa sair ibadetin hükmü olmadığı gibi mücer-red imanla iktifa etse de sair ibadette tekâsül etse Cennete girerse de âlî derecata nail olamaz. Şu halde imanın lüzumu kadar iba-dat-ı saire de lâzımdır. Âhirete imanı olmasa amellerinin hiç bir faydasını göremez. Binaenaleyh; Kur'an'm hidayetiyle ihtida ve tebŞiratiyle mübeşşer olmak için iman, ibadet-i bedeniyye ve ma­liye ve âhirete yakin üzere inanmak lâzım olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetinde beyan buyurmuştur. İmanla beraber ikame-i salât ve eda-yı zekât, edenlerin âhirete imanlarının kuvvetine ve sağlam iman    bunları işleyenlere    mahsus olup, bunları işlemeyenlerin imanları zayıf olduğuna işaret için cüm­lesinde zamir tekrar zikrolunmuştur. Yani «onlar âhirete ancak iman ederler» demektir.

Hulâsa; iman etmeyenlerin ve amel-i salih işlemeyenlerin ve âhirete yakini olmayanların Kur'an'da beyan olunan tebşirata müstehak olmadıkları, tebşirat ve derecata müstehak olanların an­cak şu beyan olunan a'mali işleyenler olduğu bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir.[2]

 

Vacip Tealâ tebşiratm mü'minlere mahsus olduğunu sonra kâfirlere nazil olacak azabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar âhirete iman etmezîeV. Biz onlara ken­di ihtiyarlarıyla işledikleri çirkin amellerini güzel gösterir ve tez­yin ederiz. Binaenaleyh; onlar başı dönmüş sarhoş gibi mütehayyir olurlar. Çünkü; işledikleri amel üzere terettüb edecek mazarrata îmanları yoktur.]

[İşte onlar şol kimseler ki, onlar için dünyada kati gibi kötü. azap vardır.]

[Halbuki, âhirette nâs içinde en ziyade zarar edecek ancak onlardır. Zira; sevabı fevt ettikleri gibi şiddetli azaba da müstehak olmuşlardır.]

Yani; şol kimseler ki, onlar âhireti tasdik etmezler. Biz kötü amellerini kendi ihtiyarlariyle kesb ettikleri için kendilerine gü­zel gösterir tezyin ederiz. Çünkü; iradelerini şerre sarf edince biz onlara işledikleri amellerini güzel gösterir ve kalblerine muhabbet ve nefislerine o amel için arzu halk ederiz ve onların su-u ihtiyar­ları sebebiyle şiddetli azaba müstehak olmaları için bir çok zaman müsaade eder ve bazı tenbih için imtihan da ederiz. Fakat müte-nebbih olmazlar, belki o fena amellerinden hâsıl olan azıcık bir lezzete aldanır ve başından vurulmuş sarhoş gibi mütereddid ve mütehayyir bir halde gezerler, nasihat dinlemezler ve kendi bil­diklerine giderler. İşte âhirete iman etmeyip dalâlet ve gaflet için­de mütehayyir olanlar için dünyada bir takım emeller ve hülya­larla kötü azaplar vardır. Çünkü; bunların âhirete imanları olma­yıp her emelleri dünyaya münhasır olduğu cihetle hiç bir şeyle müteselli olmazlar. Dünya uğrunda yanıp kül oldukları gibi bir takım azab-ı dünyaya dahi müptelâ olurlar ve âhirette nâs içinde en ziyade zarar görecek de bunlardır. Zira; âhirete iman etmeyerek Ömürlerinden maksad-ı aslî olan ecr ü mesubatı zayi' ettiklerinden sermayeden zarar gördükleri gibi hâsıl olacak ticareti de kaybet­mişlerdir. Binaenaleyh;,iki cihetle zarar ettikleri gibi şiddetle aza­ba da müstehak olduklarından bundan daha ziyade zarar olamaz. Çünkü; menfeat yerine mazarrat kesbettiler. Bu zarardan kurtu­lamayacaklarına    işaret için hasre delâlet    eden zamir-i    fasılla varid olmuştur. Binaenaleyh âhirete iman etmeyenlerin azaplarının şiddetinden ibarettir ve her birerleri iman ettikleri surette nail olacakları derecatı küfürleri sebebiyle Cehennem ateşine değiştikleri için zararları herkesin za­rarından ziyade olduğuna işaret için ziyade ma'nâsmı müfid olan ism-i tafdîl üzere lâfzı varid olmuştur.

Hulâsa; âhirete iman etmeyenlerin ef'âl-i kabihaları kendi ar­zularına binaen güzel ve müzeyyen olduğu ve onların daima kötü amelleri peşinde mütehayyir olarak dolaştıkları ve kötü amellerine mukabil akıbet kötü azap görecekleri ve âhirette en ziyade zarar göreceklerin bunlar olduğu bu âyetten müsteiad olan fevaid cüm-lesindendir[3]

 

Vacip Tealâ, âhirete iman edenlerin derecelerine ve etmeyen­lerin duçar olacakları vehamete işaretten sonra enbiya-yı izamdan bazılarının vak'alarını beyana mukaddime olmak üzere buyuruyor.

[Ya Ekrme-er Rusül! Muhakkak Kur'an sana ilmi her şeyi muhit olan Hakînvi Tealâ tarafından ilka olunur. Sen de onu te­lâkki eder ve manâsını lâyıkıyla bilirsin.]

Yani; ey Resûl-ü Zişan! Kur'an müşriklerin dedikleri gibi' se­nin icadın değildir. Zira Kur'an; ilimle ve hikmetle müttasıf olan zat-ı Ulûhiyet tarafından sana vahy ile ilka olunur ve sen de lâyı-kiyle telâkki ve hıfz eder ve ahkâmını ümmetine tebliğ edersin.

Hakim; ilimle beraber ameliyatı muhkem ve metin olup hikmet ve maslahat üzere rautaazmmın olan zattır. Alîm; ulûm-u nazariyye ve ameliyye cümlesine şamil olduğu cihetle alîm, hakîm'den eamdır. Kur'an'ın ilmi; iki şeye münhasır olup birincisi; hikmet üzere müesses olan akaid ve şerayi'dir. ikincisi; kısas-ı enbiyadır. Ahkâmı cami' ve bazı mugayye-batı haber verdiğine ve cümle ahkâmı ve ihbarı doğru olduğuna işaret için Kur'an'm, Hakîm ve Alîm olan Allahü Tealâ tarafın­dan inzal olunduğu beyan olunmuştur ki, Kur'an'a iman etmeyen­lere ta'rizdir. Zira ilim ve hikmetle müttasıf olan zat-ı Bârî tara­fından inzal olunan Kur'an'a iman; envai fevaidi mutazammm ol­duğu cihetle iman etmeyenler veya iman edip de ahkâmiyle amel­de tekâsül edenler şu fevaidi fevt ettiklerinden tevbihe müstehak-lardır.[4]

 

Vacip Tealâ Resulüne Kur'an'ı inzal ettiğini beyandan sonra Resûlullah'tan evvel geçen enbiyadan bazılarına da vahy ettiğini ve onların da taraf-ı İlâhîden kitap telâkki ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-er Rusül! Zikret şol zamanı ki, o zamanda Musa (A.S.) ehline »Ben uzaktan bir ateş gördüm. Siz durun burada, ben gideyim ateşin yanına. O ateşten bir haber veyahud bir ateş parçası getiririm ki, siz ısınırsınız» dedi.]

Yani; Habibim! Musa (A.S.) m (Medyen) de Şuayb (A.S.) dan Mısır'a gitmek üzere izin alıp harem-i muhteremeleri ve hiz-nıetçileriyle beraber yola çıkıp Tur dağı civarına geldiğinde uzak­tan gördüğü Nur-u İlâhî'den istif aza etmek üzere ehline «Siz bu­rada durun. Ben bir ateş gördüm, size ateşden bir haber getireyim veyahud sizin ısınmanız için bir ateş parçası getiririm» dediği za­manı hatırına getir ki, müşriklerin ezalarına mahzun olmayasın. Çünkü; Hazret-i Musa gecenin karanlığında şiddetle fırtınaya tu­tulup gayet muztarip ve endişenâk olduğu bir zamanda nur-u İlâ­hîmiz imdadına eriştiği gibi müşriklerin ezalarından dolayı im-dad-ı Sübhaniyemiz sana da erişecektir. Binaenaleyh; mahzun olma.

Fahri Râzi ve Nimetullah Efendinin beyanlarına nazaran Haz-reti Musa'nın (Medyen) den hareketi kış günü olduğundan Tur civarında gecenin karanlığında şiddetli fırtınaya tutulup yolu şa­şırmış, dehşetli, heyecanlı, kasvetengiz bir zamanda ıztırab-ı elîm içindeyken Tur dağında nur-u İlâhîyi görür ve ateş zanniyle âyet­te beyan olunduğu veçhile ehline «Ben ateşe doğru gideyim, ya ateşin yanında yol gösterecek bir adam bulur haber getiririm veya bir ateş parçası getiririm. Me'mûl ki, siz ısınırsınız» dedi. Fakat her nekadar ateşin yeri uzaksa da geleceğini vaad etmiştir ve iki matlûptan birini elde edeceğini ümid ederek ehline veda' etti ve iki matlûptan birine nail olacağına Cenab-ı Hakka i'timad ederek sözünü iki şık üzere bina eyledi. Çünkü âdet-i İlâhiye; kulunu ih­tiyaçlarının cümlesinden me'yus etmez, bazısından me'yus ederse bazı âhara nail kılar. Binaenaleyh; Hazret-i Musa şu iki ihtiyaç­tan birine bari nail olacağını ümid ederek gitti ve lâkin o nur-u ilâhiden müstefid olarak hem saltanat-ı dünya hem de izzet-i âhi-rete nail olacağını hatırına, getirmiyordu. Halbuki o nur-u İlâhi dünya ve âhiret saadetlerine nail olmasına sebep olmuş ve behem-mehâl    ateş getireceğini    bilmediğinden ricaya ve ümide delâlet eden kelimesiyle irad-ı kelâm etmiş ve mesafenin uzak­lığına ; işaret için ile demiştir.[5]

 

Vacip Tealâ, Hazret-i Musa Tur'da görmüş olduğu ateşe gi­dip geleceğini ehline söylediğini beyandan sonra Tur'a gelince zu­hur eden tecelliyatını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vaktaki Musa (A.S.) ateşe gelince taraf-ı İlâhîden nida olun­du ve denildi ki; «Ateş arayan Musa (A.S.) ve ateşin etrafında bulunan melekler mübarek kılınmakla hayr-i kesire nail oldular."]

[Ve âlemlerin Rabbisi olan Allahü Tealâ'yı cemi' nekaisten tenzih ederim.]

Yani; Musa (A.S.) yoldan haber veyahud ateş parçası getir­mek üzere ehlinden ayrılıp ateşe gelince Hazret-i Musa'ya ta'zim olmak üzere nida olunup denildi ki; «Ateşin bulunduğu yerde bu­lunan Musa ve etrafında bulunan melekler mübarek kılındın. Bi­naenaleyh; envai hayrat ve berekete müstağrak oldular ve âlem­leri envai ni'metleriyle terbiye eden Allahü Tealâ cemi' nekaisten münezzehtir ki, kullarından istediğini istediği ni'metiyle taltif eder. Nasıl ki Hazret-i Musa'yı gecenin karanlığında nur-u nübüv­vetle taltif etmişti.

Şu bereketle nida; taraf-ı İlâhîden Musa (A.S.) ı selâmla tal­tif ve tahiyye-i İlâhiyeyle tekrimdir. Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette nâr ile murad; nur-u İlâhî*dir. Hazret-î Mu­sa ateş zannettiğinden nurdan narla ta'bir etmiştir. Fahri Râzi'nin beyanı veçhile    bereket;   Hazret-i Musa'ya ve o mevki'de bulunan meleklere ve o mahallin etrafında olan ahaliye ve bilâd-ı saireye, hatta Şam arazisine kadar şamildir. Binaenaleyh o mahal­lerin mahall-i bereket olması; bu gibi nur-u İlâhînin oralarda zu­hur etmesi ve ekser-i enbiyanın o mahallerde ba'solunması, vahy-i İlâhînin mahall-i nüzulü ve Hazret-i Musa'ya tekellüm gibi nazar-ı İlâhînin oralarda tecelli etmesiyledir. İşte şu beyan olunan esbaba binaen arazi-i mukaddesenin bereketi ilâ yevmilkıyam bakî olaca­ğından arz-ı Şam'a arz-ı bereket denilmiştir ve bu âyet de o ma­hallin mahall-i bereket olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; arazi-i mukaddesenin bereketi her yerden ziyade olduğu meydanda bir hakikattir.

O makamda zuhur eden emrin azametine ve celâlet-i kadrine işaret için Cenab-ı Hak zatını nekaisten tenzih etmiştir. Çünkü; cemi' nekaisten münezzeh olan Rabb-ı Tealâ tarafından gelen ih­san ve nübüvvet büyük olduğu gibi zuhur eden harikanın da elbet­te büyük olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; Vacip Tealâ Haz­ret-i Musa hakkında nazil olan bereketin noksandan ârî olduğunu beyan ve ilân için âyetin ahirinde nekaisten münezzeh olduğunu teşbihle beyan etmiştir.[6]

 

Vacip Tealâ Tur'da Hazret-i Musa'ya bereketle nida ettiğini beyandan sonra sıfât-ı İlâhiyesini ta'rif ve mükâlemesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ya Musa! Hâl ü şan şöyledir: Sana nida eden; aziz ve hakîm olan Allahü Tealâ'dır,]

Yani; ey Musa! Hâl ü şan ben ulûhiyetle muttasıf olan Al­lah'ım. O Allahü Tealâ ki, cümle mevcudat üzerine galip ve işleri muhkem ve hikmet üzere müştemildir, Binaenaleyh; sana vaki' olan hitabımla müşerrefsin.

Bu âyet; Vacip Tealâ'nın Hazret-i Musa'ya vereceği mu'cize-lerin sıhhatma ve evham ü hayalâttan ârî olup kudret-i kaahire sahibi olan Zat-ı Ulûhiyetin halkettiğine bir mukaddimedir. Fahri Râzi'nin beyanı veçhile o makamda nida Zat-ı Ulûhiyetin nidası olduğuna delil ve mu'cize ise ateşin yeşil ağaçta yanıp da ağacın yanmâmasıdır. Çünkü; âdet ateşin ağacı yakmasıdır ve daha bizim bilmediğimiz bazı harikalarla bilmiştir.

Nisâbûrfnin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ Hazret-i Musa'ya vereceği mu'cizelerin muhkem olup muarızların bozama­yacaklarına işaret için hakîm olduğunu ve düşmanlarının Hazret-i Musa'ya bir zarar yapamayacaklarına işaret için azîz olduğunu be­yanla Hazret-i Musa'nın kalbini takviye etmiştir. Çünkü; mu'ci-zeyi veren zat hakîm olunca verdiği mu'cizenin muhkem ve metin olup kulları bozamayacağı, aziz yani cümleye galip olunca düş­manları tarafından Resulüne el uzatılamayacağı şüpheden âridir.[7]

 

Vacip Tealâ Ulûhiyetle zatını tavsiften soniM Hazret-i Mı râki' olan emrini beyan etmek üzere buyuruyor.

[«Ya Musa! Elindeki asanı yere at» dedi.]

[Emre imtisalen asayı yere koyunca sanki bir yılan gibi asayı titrer ve hareket eder gördü ise Musa (A.S.) arkasın arkaya dön­dü ve asanın arkasınca gitmedi.]

[Asâ, derhal yüğrük yürüyüşlü küçük bir yılan suretinde gö-îrülünce kendine arız olan   korku ve dehşetten ve görmüş olduğu acayipten hâsıl olan heybetinden Musa (A.S.) geri sıçrayınca ta­raf-ı İlâhiden hitab-i izzet zuhur ederek «Ya Musa! Korkma.»]

[«Zira; benim indimde ve huzurumda resuller korkmazlar.»]

[«İllâ şol kimse ki, o kimse hataen bir günah işlemekle zul­metti, o zalim kimse korkar. Sonra tevbe ve nedametle o günahı sevaba kalble kötülüğü iyiliğe tebdil ettikten sonra o kimse kork­maz. Zira; ben günahları mağfiret eder ve tevbelerini kabul et­mekle merhamet ederim» demekle Musa (A.S.) in korkusunu iza­le ve kalbine kuvvet verdi, temkin üzere bulunmasını ve endişeden vareste olmasını tavsiye etti.]

Yani; Tur'da Cenab-ı Hak Musa (A.S.) a hitab ederek Ulûhi-yetle muttasıf bir hakîm ve alîm olduğunu beyandan sonra Musa (A.S.) a mu'cizelerini göstermek üzere «Ya Musa! Asanı yere bı­rak» dedi. Emre imtisalen Musa (A.S.) asayı yere bırakınca san­ki küçük bir yılan gibi asayı ciddiyetle hareket eder görünce Musa (A.S.) hâsıl olan heybete binaen arkasına döndü ve asayı ta'kip etmedi. Taraf-ı İlâhiden «Ya Musa! Korkma. Zira; benim huzurum­da resuller korkmazlar, illâ zulm eden zâlimler korkar. Zulm et­tikten sonra günahını sevaba tebdil eder ve günahına nedamet ve tevbeyle kötülüğü iyiliğe döndüren kimseler evvelki hatalarından korkmasınlar. Zira; ben günahları mağfiret ve tevbeleri kabul ile merhamet ederim» dedi.

Nübüvveti izhardan sonra enbiyadan an amdin günah sâdır . olmaz. Amma onlar hakkında evlâ olan bir şeyi terk etmek mer­tebelerine nisbetle küçük bir günah mesabesindedir ve onlardan sâdır olan zelle, te'vilde veya içtihadda hata kabilinden olduğu ci­hetle içtihadda hata taraf-ı İlâhiden vahy ile veya ilhamla beyan olunca o nebi hata ve zelleyi kendi hakkında günah addederek tevbe ve istiğfara müsareat eder. Nitekim Âdem (A.S.) içtihadda hata kabilinden olan şecere-i menhiyyeden yedikten sonra hata ol­duğu tebeyyün edince tevbe ve istiğfar etmişti. Sair enbiya-yı ki­ram hazeratı da her ne kadar vuku'.bulan hata ma'füv ise de man-sıb-ı nebevilerine nisbetle günah addederek istiğfar ederler. Çün­kü; enbiya-yı izam ma'sum olup âdâb-ı İlâhiyeyi lâyıkıyle bildik­lerinden onlardan günah ve zulüm sâdır olmaz. Şu kadar ki, onlar kendilerinin zellelerini mertebelerine nazaran büyük addederek zulüm ta'bir ettikleri vardır, yoksa hakikaten zulümden münez­zehlerdir. Zira onların resul gönderilmelerindeki hikmet; âlemden zulmü kaldırmak olduğu cihetle Rableri onları zulümden muhafaza eder. Eğer zulümden mahfuz olmasalar avam-ı nâsa «Zulmetme­yin» diyemezler ve deseler te'siri olamaz. Çünkü; kendi zulmedip dururken başkasına zulmetme demekte bir manâ olmaz. Fakat «İyilerin haseneleri mukarreb olan kimselerin seyyiesi menzilinde!) denildiği gibi enbiyadan sadır olan hataya bu âyette zulüm ta'bir olunmuştur. Şu halde * manâ-yı nazım: [Ya Musa! Korkma. Zira; benim huzurumda resuller korkmaz, illâ evlâyi terkle zulüm su­retinde hata sadır olan kimse korkarsa da o hatanın vukuundan sonra tevbe ve istiğfarla o hatayı sevaba tebdil ederse o kimse korkmaz. Zira ben; tevbe edenleri mağfiret eder ve ibadetle der-gâh-ı Ulûhiyetime rücu' edenlere   merhamet ederim]    demektir.

Fakat şu manâ mürselîn'den müstesna olduğuna nazarandır. Amma Hâzin'de beyan olunduğu veçhile ibtida-yı kelâm ve müstesna-yı münkatı' olduğuna nazaran manâ­yı nazım,: [Ya Musa! Benim huzurumda resuller korkmaz. Lâkin âhad-ı nâstan şol kimse korkar ki, o kimse nefsine efâl-i kabiha irtikâbiyle zulmetti. Fakat seyyieyi irtikâptan sonra o seyyieyi tevbe ve istiğfarla haseneye tebdil ederse o kimse korkmasın. Zira; ben, o seyyieyi mağfiret ve haseneyi ihtiyarına binaen merhamet ederim] demektir.

Hulâsa; Cenab-ı Hakkın Hazret-i Musa'ya mu'cizesini göster­mek için «Asanı yere bırak» dediği ve bırakınca küçük bir yılan suretinde gördüğü vakit Musa (A.S.) m korkup geriye döndüğü ve asayı ta'kip etmediği ve taraf-ı İlâhiden    «Ya Musa! Korkma.

Zira; benim huzurumda resuller korkmaz, fakat âhad-ı nastan nef­sine zulm edenler korkar. Şu kadar ki, tevbe ederlerse ben mağ­firet ederim» dediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[8]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Musa'nı: İkinci mu'cizesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[«Ya Musa! Elini cebine idhâl et, asla âfet ve maraz olmaksı­zın güneş gibi parlar beyaz olduğu balde cebinden çıkar ki, sana mu'cize olsun ve asa ile elinin beyazlığı sana verilen dokuz mu'ci-zede dahildir. Sen Firavun'a ve kavmine resul olarak git. Din-i hakka da'vet et. Zira; onlar itaat-i İlâhiyeden çıkmış kavm-i fasık oldular.] Şu halde daire-i itaate da'vet edecek bir resule muhtaç olduklarından seni onlara resul kıldım. Binaenaleyh; git, da'vet et tarik-ı hakka.» ferman-ı İlâhisi zuhur etmiştir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hazret-i Musa'nın dokuz mu'cizesi şunlardır : Asâ, Yed-i Beyzâ, jman etmedikleri surette kıtlık, Mey­velerinin noksan olması, Tufan, Çekirge, Kurbağa, Bit ve Nü su­yunun onlar haklarında kana tahvil olunmasıdır. Bunların tafsilâtı Sure-i A'rafda geçtiği için [9] burada tekrar tafsilâtına lüzum gö­rülmemiştir.[10]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Musa'nın mu'cizeleriyle beraber Fira­vun'a gelip tebligatta bulunduğunu^ ve onların iman etmediklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Firavun'a ve kavmine herkesin göreceği derecede açık bizim âyetlerimiz gelince onlar «Şu görülen şeyler açık bir sihirdir» de­diler.]                                                                   ^

[Ve o âyetleri inkâr ettiler.] Halbuki âyetler bizim kudreti­mize ve hikmetimize' ve Musa (A.S.) m daVasının şıdkma delâlet etmişlerdi.

[Halbuki onların kendi nefisleri o âyetlerin hak olduğunu ve kulun eliyle olacak bir şey olmadığını yakinen bildiler ve lâkin zulmü ihtiyar ederek kendilerini Musa (A.S.) a iman etmekten âli addettiklerinden inkâr ettiler.] Şu halde hak olduğunu bildik­leri halde inkârları zulüm ve tekebbürdür.

[Habibim! Firavun ve kavmi mu'cizelerin hak ve Musa (A.S.) in da'vasının sıdkına delâlet ettiğini bildikleri halde zulmen in­kâr edince nazar et bak ki, müfsidlerin akıbetleri ne oldu?] Hakkı terkedip batııa meyleden ve nefesini tarik-ı hakkı kabulden daha âlî gören ve hakkı bildiği halde inad ve temerrüdle inkâr eden müfsidlerin halleri neye müncer olduğunu gör ki Kureyş müfsid-lerinin akıbetlerini bilesin.

Yani; Musa (A.S.) m açık ve herkesin harikulade olduğunu ve her gören kimsenin sıdk-ı da'vaya delâlet eder delâil cümlesin­den olduğunu bileceği raddede zahir âyetlerimiz Musa (A.S.) vasıtasiyle Firavun ve kavmine gelince onlar «Musa (A.S.) in getir­diği şu görülen şeyler açık bir sihirdir ve sihir olduğu meydanda­dır» dediler ve sihir olmadığını yakinen bildikleri halde o âyetleri­mizi zulüm olarak ve Hazret-i Musa'ya imandan kendilerini âli addederek inkâr ettiler. Binaenaleyh; dünyada garkla helak oldu­lar. Şu halde Habibim! Bak gör ki, müfsidlerin akıbetleri ne oldu? Senin kavminden de onlar gibi temerrüd edip imandan istinkâfla yer yüzünü ifsad edenlerin akıbetleri bunlar gibi helak olduğundan onların ezalarına mahzun olma. Çünkü âdet-i İlâhiye; müfsitleri ihlâk etmek olduğu cihetle neticede bunları da ihlâk edecektir.[11]

 

Vacip Tealâ Resulünü tesliye için Musa (A.S.) m kıssasına işaretten sonra Hazret-i Davud ve Süleyman (A.S.) m zamanla­rında geçen vukuatın bazılarına işaret etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı   Ulûhiyetime   yemin   ederim   ki,   muhakkak   Davud (A.S.) a ve oğluna bİ7 ilim verdik.]

[Ve onlar bizim verdiğimiz nî'metlere şükretmek üzere dedi­ler ki, «Hamd; şol Allahü Tealâ'ya mahsustur ki, O Allahü Tealâ bizi mü'min kullarından çoklarının üzerine tafdil etti» işte bu söz­leriyle Cenab-ı Hakka hamdettiler.]

Yani; zatıma yemin ederim ki, biz Davud ve oğlu Süleyman (A.S.) a ahkâm-ı şer'iyeye ve umum ibadm ahvalini tedbire ilim verdik ki, onlar kullar beyninde cereyan edecek ahvali muhake­meye ve âdetlerinin zaptına, hudud-u şer'iyenin ikamesine, düş­man hududlannm muhafazasına tamamiyle vakıf oldular ve Davud'a kuşların ve dağların teşbihlerine ve oğluna kuşların ve sair hayvanatın lisanlarına ilim verdik ve onlar da bu ni'metlerimize şükretmek üzere dediler ki, «Bilûmum elsineden sâdır olan hamd ü sena ve bilcümle cevarihten sâdır olan ibadat ferd-i vahid olup kâffe-i mahamide müstehak olan Allahü Tealâ'ya mahsustur» de­mekle şükrettiler «Ve o Allahü Tealâ ki, bizi mü'min kullarından çokları üzerine tafdil etti» demekle şükürlerini ikmâl ettiler.

Bu âyet; ilmin pek büyük ni'met ve ehl-i ilmin, ilmi olmayan­lar üzerine bir şeref ve meziyyet sahibi . olduğuna delâlet eder. Çünkü; Hazret-i Davud ve Hazret-i Süleyman, ilmi cümle fezailin esası addettiklerinden her ni'metten evvel ilim üzerine şükür et­mişlerdir. Şükrün ni'met mukabilinde olması ve onların da ilme şükretmeleri ilmin ni'met-i uzma olduğuna delalet eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âlim olan kimseyi bu âyet, ilmin şükrünü edaya terğib etmiştir. İlmin şükrü ise talebeye ta'lim ve nâsa ahkâm-ı şer'iyeyi tebliğdir, tevazua da teşvik vardır. Kendi­nin bir çok kimseler üzerine fazilet ve meziyyetleri varsa da ken­dilerinin üzerine bir çok kimselerin faziletleri olduğunu i'tikad etmek lâzım olduğuna âyette işaret de vardır. Çünkü; Hazret-i Davud ve oğlu cümle evlâd-ı Adem üzerine tafdil olunduklarını beyan etmediler, belki bir çokları üzerine tafdil olunduklarını be­yan ettiler ki, kendilerinden efdâl bazı -kimseler olduğuna işaret etmişlerdir.[12]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Davud'a ve Süleyman'a ilim verdiğini ve onların şükrettiklerini beyandan sonra bilhassa Süleyman (A.S.) a verdiği ni'metlerden bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Süleyman (A.S.) pederinin vefatından sonra pederi Davud (A.S.) m hükümetine, mülküne ve memleketine varis oldu.]

[Ve Süleyman (A.S.) halka nübüvvetini ve mu'cizesini bil­dirmek için.«Ey nâs! Kuşların sözünü bilmek vahyile bize ta'lim olundu ve nâstan sairlerine verilmeyen her şey bize verildi» de­mekle nübüvvetini tasdik etmelerini teklif etti.] Çünkü; Cenab-ı Hak pederine verdiği nübüvvetini ve sair ni'metleri verdiği gibi pederine ve başkalarına verilmeyen bir çok ni'metleri Süleyman (A.S.) a vermiştir. Meselâ ins ü cinnin itaati, rüzgârın inkıyadı ve kuşların lisanına vakıf olmak gibi pederine müyesser olmayan bir çok ni'metler kendine veriidi.

[İşte şu ni'metlerin cümlesi ancak zahir ve inkârı gayr-i kaa-bil fazl-i İlâhî ve ihsan-ı Süphanidir» demekle sözüne hitam verdi.]

Yani; Davud (A.S.) vefat edince oğlu Süleyman (A.S.) mül­küne ve hükümetine varis oldu ve nübüvvetini halka tasdik ettir­mek için mu'cizesini beyan etmek üzere «Ey nâs! Taraf-ı İlâhîden vahyile kuşların lisanı bize ta'lim olundu ve bizim emsalimize ve­rilmeyen her şeyden bize birer mikdar verildi. İşte şu ihsan; ancak Allah'ın bize bir lûtfudur» demekle mu'cizesini halka i'lân etti. Bu sözden maksadı; Allah'ın kendine verdiği ni'metleri zikirle halkı tarik-ı hakka da'vet ve da'vetine icabetin vacip olduğunu beyan etmektir. Kuşların sadasmda her nekadar harf yoksa da Süleyman (A.S.) m onların lisanlarına vakıf olması kuvve-i kudsiye ve il-hâm-ı İlâhiyeyle kuşun sadasmdan maksadını anlamak ve o sada-dan garazını bilmektir. Binaenaleyh; her kuşun sadasmdan maksa­dını anlamak Hazret-i Süleyman'ın mu'cizesi ve harikuladedir. Zi­ra; âdette insanlar için kuşların maksatlarını anlamak yoktur. Bu, ancaK Süleyman (A.S.) a mahsus bir ihsan-ı İlâhîdir. Binaenaleyh; Hazret-i Süleyman her kuşun sadasmdan maksadını bilirdi. Hatta Hâzin'de ve Medarik'te beyan olunduğuna nazaran bir. gün tavus kuşu öttüğünde Süleyman (A.S.) ashabına ne dediğini sorar. Onlar «bilemeyiz ya Nebiyallah!» dediklerinde «Dünyada diyanetiniz gibi ûhirette ceza görürsünüz»' demek istediğini beyan buyurmuş­lardır. Serçe öttüğünde «Ey günahkârlar;! Allah'a istiğfar edin» ve bağırtlak kuşu öttüğünde «Sükût eden selâmet bulur» ve horoz öttüğünde "Allah'ı zikredin ey gafiller!» dediğini haber vermiştir. Beyzâvî'nin beyanı veçhile Hazret-i Süleyman'ın kendilerine verilen her şey ile muradı; nail oldukları şeylerin başka­larına verilenden daha çok olması ve o zamanda ahaliye verilme­yen şeylerin pek çoklarının onlara verilmesinden kinayedir. Yoksa »Dünyada mevcud olan her şey verildi" manâsına değildir. Süley­man (A.S.) in saltanatının kırk sene devam ettiği, mülkünün ga­yet vâsi' olduğu, dünyada ins ü cinnin, kuşların ve hayvanların, rüzgârın ve şeytanların kendine muti' oldukları \e zamanında sa­nayici. acibe ve fünûn-u garibe ihdas olunduğu Hâzin'in cümle-i beyanatindandır. Fakat bilâhere (Buht-u .Nasr) m Benî İsrail'i kahr u tedmiriyle hükümetlerinin ve san'atlarıyla beraber erbab-ı sanayi'de münkariz olduğundan maatteessüf sonra gelen akvam o sanayi'-i garibeye destres olamadıklarından o .sanayi'-i nefise nâ-bedid olup gitmiştir.[13]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Süleyman'ın pederinin saltanatına varis olduğunu ve zamanında verilmesi mümkün olan her şeyin kendi­lerine verildiğini beyandan sonra askerini cem'le bazı seyr ü sefe­rinde cereyan eden vukuatı -beyan etmek üzere buyuruyor.

[Süleyman (A.S.) in enirine imtisalen ins ü cinden ve kuş­lardan askerleri toplandı. Binaenaleyh; evveli âhirine müsavi olsun için askerin evveli hapsolundu.]

Yani; Süleyman (A'.S.) m emri üzerine etraf ve eknaftan ve memalik-i muhtelifeden ins ü cinden ve kuşlardan tertib olunan askerler cem' olundu.    Binaenaleyh; askerin evvel gelen sınıfları ümeray-ı askeriye tarafından ta'yin olunan mahallerde durdurul­du. Zira; yalnız askerin cem'iyle iktifa olunmadı, nizam ve intiza­mına da dikkat olundu, her sınıf mevzı'-i muayyeninde safbeste olarak emre hazır oldu ve askerin evveli âhirine müsavi olarak harekete müheyya oldu ki, askerin hepsi bir yerde bulunsun ve fırkalar yekdiğerinden haberdar olsun. Çünkü; askerin müteferrik olması düşmanın galebesine sebep olduğundan her zaman toplu olması maslahata muvafıktır.

Hâzin'in, Nisâbûrî'nin ve Ni'metullah Efendinin beyanları veç­hile Hazret-i Süleyman'ın ordu merkezinin yüz fersah mesafe ol­duğu ve bir fersah onikibin adım olup bundan yirmibeş fersahı ins'e, yirmibeşi cinn'e, yirmibeşi kuşlara ve diğer yirınibeşinin sair hayvanata tahsis olunduğu ve her nevi' askerin mahall-i muayye­ninde vaziyet aldığı ve her nevi' askerin kendi cinsinden başbuğ­ları, ümerası ve sair erkân-ı askeriyesi bulunarak herkes tarafın­dan askerinin intizamına, ta'lim ü terbiyesine dikkat olunduğu ve cinnilere cesim tabla yaptırılıp havaya kalktığında o tabla üzerin­de kalktığı ve Hazret-i Süleyman'ın kürsüsü ortada bulunup etra­fında insanlardan vüzera ve vükelâsı, ulema, erbab-ı fen ve onun etrafında insandan askerler, 'onun etrafında cinniler, onun etrafın­da kuşlar ve kuşların etrafında sair hayvanat bulunduğu halde rüz­gâra emreder rüzgârın da tablayı havaya kaldırıp istediği mahalle seyr ü sefer ettiği mervidir.

Esas; rüzgârın emr-i Süleyman'a muti olduğunu ve kürsüsünü havada götürdüğünü Cenab-ı Hak Kur'an'da beyan buyurmuş olup yalnız kürsüsünün mikdanna ve askerinin mecmuuna dair tafsilât Kur'an'da yoksa da zamanımızda icad olunarak günbegün ilerle­mekte bulunan tayyareler Kur'an'ı tasdik ve Süleyman (A.S.) in kürsüsünün büyüklüğüne, askerinin çokluğuna ve hepsinin birden tabla üzerinde tayeran ettiğine dair tafsilâtı te'yid etmektedir. Bunları görenler Kur'an'm beyanatına inanmaya mecbur ve is-tib'ad etmesine akıl yormaz. Çünkü; bugün bilfiil mevcud olan bir şeyi inkâr etmek; mükâbere ve gülünçtür. Esasen ma'neviyatı ve bilhassa Kur'an'ı i'tikad eden kimse Kur'an'da zikrolunan şeye derhal itikad eder, istib'ad etmez. Lâkin maneviyata iman etme­yen ve diyanetle alâkası olmayan kimseler bu gibi hârikaların imkansızlığından bahisle mu'cizatı inkârla (hâşâ) enbiyaya ta.n et­meye yeltenirler. Fakat sanayi' vasıtasiyle havada tayeranı görün­ce kudret-i İlâhiyeyle Süleyman (A.S.) a ve onun emsali enbiya-yı izama verilen hârikalara dilini uzatmamak lâzım gelir. Çünkü; kudretullaha nisbetle bu gibi hârikaların hiç ehemmiyeti yoktur.

Hazret-i Süleyman'a ihsan olunan ni'metlerden birisi de bir kimsenin söylediği sözü rüzgârın kulağına isal etmesidir. Hatta bir jfün askeriyle havada tayeran ederken bir çiftçinin «Allahü Tealâ âl-i Davud'a verdiğini kimseye vermedi" diyerek kemâl-i teaccüi:le gıpta ettiğini işitmesi üzerine çiftçinin yanma inip «Sen tedbirine muktedir olmadığın şeyi isteme. Zira; mesalihini tedbir edemeye­ceği şeyi istemek musibettir ve Allah'ın kulundan kabul ettiği bir teşbih, âl-i Davud'a verdiği dünya nimetlerinden efdaldir» buyur­duğu Ni'metullah Efendinin cümle-i beyanatmdandır. Şu halde Hazret-i Süleyman, insanın daima hazmedebileceği ni'meti iste­mesi lâzım olduğuna işaret etmiştir.[14]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Süleyman'ın askerinin cem'ölunduğüpu beyandan sonra seyr ü seferinde vâki' olan bazı garaibi beyan M-mek üzere buyuruyor.

[Süleyman (A.S.) askerini cem'edip askeriyle beraber hav|da gezerken karıncası çok bir dere üzerine gelince karıncanın reisleri Süleyman (A.S.) m askeriyle o dereye ineceğini bilmesi üzerine kendi etbaının zararlanmamasını düşünerek hayre delâlet etmek üzere «Ey karıncalar! Girin meskenlerinize, açıkta ve taşrada kim­se kalmasın.»]

[«Sizi, bilmedikleri halde Süleyman (A.S.)  ve onun askeri çiğnemesinler» demekle karıncaların reisleri nasihatta buluncu.]

Yani; Süleyman (A.S.) askeriyle beraber sotore hareket edip karıncanın çok bulunduğu bir dereye gelerek inmek murad edince karıncaların reisi maiyyetinde bulunan efradı zarardan vikaye için nasihata başladı ve "Ey karıncalar! Çekilin meskenlerinize ki. Sü­leyman ve onun askeri bilmeyerek sizi çiğnemesinler. Zira; onlar bilmiş olsalar ehl-i takva olduklarından sizi incitmezler. Fakat cüs-soleriniz küçük olduğu cihetle dikkat etmeyince görülmezsiniz. Bi­naenaleyh; bilmeyerek ayak altında kalıp çiğnenirsiniz»  demekle

kendi cinsine lenbihat icra etti.

Bu âyette (Vadi-i Nemi) in Taif'te olduğuna dair rivayet var­sa da Beyzâvî'nin beyanı .veçhile Şam civarında olduğu mervidir.

Nasihat edenin karıncanın dişisi olduğuna işaret için mü-ennes suretiyle varid olmuş ve karınca ukalâya yakın bir merte­bede olduğundan ukalâya hitap eder gibi hitap etmiştir. Yahud o zamanda Cenab-ı Hakkın söylemek ve söylenen sözü anlamak için karıncaya bir kudret vermesine binaen ukalâya    mahsus olan bir

hitapla demiştir. Bu hitaptan anlaşıldığı veçhile karınca Hazret-i Süleyman'ın nebi olup cebir ve zulüm sahibi ol­madığını ve o vadide karınca olduğunu bilmiş olsalar çiğnemeye­ceklerini beyanla nasihaita bulundu ve eğer bir zarar gelirse bil­mediklerinden geleceğini beyan etti. Binaenaleyh; karınca Haz­ret-i Süleyman'ı ve askerini adaletle tavsif ederek mansıb-ı nübüv­vete iâyık olan âdabı yerine getirdi. Çünkü bÜ-medikleri halde sizi çiğnemesinler. Zira; bilmiş olsalar çiğnemez­ler dedi.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile-^u- âyette yolda__yürüyen kim-şeye ihtiraz lâzım olmayıp yol içinde bulunanlara ihtiraz lâzım ol­duğuna ve karıncanın şu sözünde enbiyanın bigayri hakkin aharı incitmek gibi şeylerden ma'sum olduklarına delâlet vardır. Çünkü; karıncalara askerin gezeceği yerlerde bulunmayıp meskenlerine çekilmelerini tavsiye etmiştir ki, ihtiraz askere lâzım olmayıp as­kerin yolu üzerinde bulunanlara lâzım olduğuna işaret etti. Kcza-lik.bir kavmin reisinden matlûp olan; o kavmi zarardan himaye edip hayre delâlet etmek olduğuna dahi âyet delâlet eder. Çünkü; karınca hayvanat içinde en ufak bir hayvan olduğu halde reisle­rinin, maiyyetine hayırla nasihat ve zarardan muhafaza olunma­larını düşündüğünü Cenab-ı Hakkın Kur'an'da bize beyan etmesi insanları ibrete da'vet ve ebna-yı cinsini hayır yola sevketmek lâ­zım olduğuna ve ebna-yı cinsini hayre sevketmeyen ve hayırhâ-hane nasihatta bulunmayan insanların karıncadan daha aşağı ol­duklarına işaret içindir. Şu halde bütün insanlara lâzım olan; raa-iyyetini hayra şevkle zarardan vikaye etmektir. Binaenaleyh; aile reisi ailesine, mahalle muhtarı mahalle ahalisine ve köy muhtarı köy ahalisine nasihat ve hayra delâlet etmekle mükelleftirler.

Beyzâvî'nin beyanına nazaran karınca Hazret-i Süleyman'ın o vadiye ineceğini anlayınca ayak altında kalmak korkusuna binaen kaçarken ansızın korku arız olan kimseden ihtiyarsız çıkan sadâ gibi karıncadan bir sadâ ve bir vaveyla çıkınca diğer karıncaların ona tebaiyetle meskenlerine girmeleri tıpkı emir ve hitap gibi ol­duğundan emir suretinde ta'bir olundu diyerek tevcih edilmişse de zahir-i âyete muvafık olan karıncanın maiyyetine hitap ederek söy­lemesidir. Cenab-ı Hakkın karıncaya lisan verip söyletmesi Süley­man (A.S.) için bir mu'cize olduğu gibi bizlere de bu vesileyle yol gösterilmesi baid olmadığından te'viîe hacet yoktur. Binaenaleyh; karınca nasihat etmiş ve Hazret-i Süleyman da işitmiştir, âyet de açıktan buna delâlet etmektedir. Şu halde te'vili icab eder bir se­bep, de yoktur.[15]

 

Vacip Tealâ karıncanın bu sözünü işitmesi üzerine Hazret-i Süleyman'ın güldüğünü beyan etmek üzere buyuruyor.                                                               

[Karınca böyle söyleyince Süleyman (A.S.) karıncanın bu sö­zünden güldü.] Çünkü; karınca ufak bir mahlûk olduğu halde sö­zü, mühim tedbiri ve komşulariyle hüsn-ü muaşereti ve kardeşle­riyle adab-ı sohbeti câmi'dir. Binaenaleyh; karıncaları helak ol­maktan korumasına taaccüb etti ve güldü.                       

[Ve dedi ki «Ey benim Rabbim! Benim üzerime, pederim ve validem üzerine ihsan ettiğin ni'metlerine şükretmemi bana mü­yesser kıl, ilham et.»]

[«Ve ya Rabbi! Senin razı olacağın ameî-i salih işlememi ba na nasib et» dedi.] Ve sözüne şunu da ilâve etti:

[«Ya Rabbi! İhsanınla beni salih kulların zümresine idhâl et» demekle münacatta bulundu.]

Yani; Süleyman (A.S.) karıncanın sözünden gülmeye meyle­derek tebessüm etti, yani gülümsedi ve karıncanın sözünü işitip anlamak ni'metini kendisine Cenab-ı Hakkın ihsan ettiğine süru-rundan hafifçe güldü ve dedi ki, «Ey benim Rabbim! Senin şol ni'metine şükretmeme beni bağla ve raptet ki, o ni'meti sen bana, babama ve anama in'am ettin ve sen razı olacağın amel-i salih iş­lememi bana ilham ve beni rahmetinle salih kulların zümresine idhâl et ki, amel-i salih işlemekle şu ni'metlerin şükrünü eda ede­yim» demekle Rabbisine tezarru'da bulundu.

Hazret-i Süleyman'ın s alih in ile muradı; enbiya-yı izam ve onlara tabi' olan suleha'dır. Ebeveynine ihsan olunan ni'metleri Süleyman (A.S.) kendine ni'met addederek kendine verilen ni'-metlere şükrettiği gibi ebeveynine ihsan olunan ni'metlere de şük­rünü beyan etti. Çünkü; ebeveynin şerefi evlâda şeref olup onla­rın ni'metinden alelekser evlâd müstefid olduğundan onlarm ni'J-metinin evlâd hakkında da ni'met olduğuna işaret etti ve ni'mete şükretmeye ve amel-i salih işlemeye Cenab-ı Hak'tan muavenet istedi ve âhirette salihîn zümresinden olmasını dahi Rabbisinden istirham etti. Çünkü; her şeyin husulü muavenet-i İlâhiyeyle ola­cağından gerek şükrüne-ve gerek ameline muavenet-i îlâhiyeye müracaatla her şeyde muavenet-i İlâhiyeden istimdadın lüzumuna işaret etti ve âhirette Cennete girmenin rahmet-i İlâhiyeyle müm­kün olacağına işaret için rahmet-i İlâhiyeyle Cennete duhulünü istirhamda bulundu. Cenab-ı Hakkın Kur'an'da bize beyanı; ken­disinden istirham edecek olan kimsenin Süleyman (A.S.) m istir­hamı gibi istirhamda bulunulması lâzım olduğunu beyandır.

Taberî, Hâzin ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile yani İlham manâsına «Ya Rabbi bana ni'meti­ne şükretmemi ilham et» demektir. Beyzâvî ve Nisâbûrî'de beyan olunduğuna nazaran yani raptedip bağlamak manâsı­na «Ya Rabbi beni ni'metine şükretmem için raptet, bağla.ki, ben şükründen başka bir şeyle meşgul olmayayım» demektir.

Hulâsa; evvelen âhiret sevabına sebeb olacak amele teşebbüs edip saniyen sevab aramak ve amel-i saliha muvaffak olmasını Ce­nab-ı Hak'tan istirham etmek vezaif-i ubudiyetten olduğu ve insa­nın kendine ihsan olunan ni'mete şükretmesi vacip ve ebeveynin ni'meti evlâdı hakkında' ni'met olduğundan ebeveynin ni'metine evlâdın şükretmesi lâzım ve Cennette derecata nail olmak amel-i salihle olursa da Cennete girmenin fazl-ı İlâhî ile olduğu bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir,[16]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Süleyman'ın nail olduğu ni'mete şükrünü beyandan sonra bazı kuşlarla vâki' olan mükâlemeyi beyan etmek üzere buyuruyor.                                                           

[Süleyman (A.S.) kuşu yitirdi (kaybetti) ve dedi ki «Bana ne gibi bir şey arız oldu ki, ben Hüdhüd denilen kuşu görmüyorum; yoksa kaybolanlardan mı oldu?»]                               

[«Allah'a yemin ederim ki, eğer bulursam şiddetli azapla azab ederim veyahud elbette onu boğazlarım veya kaybolmasının sebe­binde bana elbette açık bir delil getirir onu affederim» dedi.]

Yani; Süleyman (A.S.) bazı seferinde hasbel'icap Hüdhüd'ü aradı ve ta'yin olunan vazifesi başında bulamadı ve Hüdhüd'ün vazifesini terkettiğine gazab ederek dedi ki, «Bana ne oldu ki ben Hüdhüd'ü göremiyorum, yoksa hizmetimden kaçıp kaybolanlardan mı oldu? Allah'a yemin ederim ki, eğer onu bulursam tüyünü yol­durmak ve cinsinin gayriyle hapsetmek suretiyle elbette şiddetli azap ederim yahud sairlerine ibret olmak üzere onu elbette boğaz­larım veyahud kaybolmasındaki sebebi beyan hakkında açık ve şüpheden hâli erbab-ı ukulün kabul edeceği bir delil getirir» de­mekle Hüdhüd'ü araştırdı.

Hazret-i Süleyman'ın Hüdhüd'ü aramasmdaki hikmet" Hâzin ve Ni'metullah Efendi şöyle beyan ediyorlar : Süleyman (A.S.) Hüdhüd'ü su aramak vazifesinde kuîlanırmış. Çünkü Hüdhüd'ün hassası: bizim billur içinde suyu gördüğümüz gibi toprağın altında suyu görmekmiş. Binaenaleyh; toprak altında suyun uzak ve yakın olduğunu bildiğinden ihtiyaç zamanı onu gönderir, suyun yakın olan yerini ta'yin eder, derhal cinnilere emrederek kuyular kazılır ve az bir zaman içinde ordunun suyu te'min olunurmuş. İşte suya ihtiyaç olduğu bir zamanda Hüdhüd'ü arar bulamaz. Mükellef ol­duğu vazifesi başından izinsiz kaybolduğuna hiddet eder ve gel­diğinde azap edeceğine veya bir özr-ü meşru' beyan ederse kabul edeceğine yemin eder.*

Beyzâvî, Hâzin ve Medarik'in beyanları veçhile azab-ı şedidde dört ihtimâl vardır ; Birincisi ; tüyünü yolup güneşe at-mak, İkincisi; cinsinin gayriyle hapsetmek, Üçün­cüsü ; kendi akranına hizmetçi vermek, Dördüncüsü: ülfet ettiği kimselerden ayırmaktır. Çünkü; bunların her biri idraki olan. hayvan için azab-1. şediddir. İnsanın menfeati için hayvanın kesilmesi helâl olduğu gibi maslahat-ı siyesiyeye binaen Hüdhüd'e ta'zip etmenin de hela! olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; CeJ nab-ı Hak kuşları Hazret-i Süleyman'a muti' kılıp kuşlardan han^ gisini isterse bir vazifede istihdama me'zun olunca itaatta siyaset lazım olduğundan mükellef olduğu vazifeyi bilâ istizan terkedeni siyasete)! te'dip lâzım olduğuna da âyet delâlet eder. Binaenaleyh*; Hüdhüd; mükellef olduğu vazifesini terkedince makbul bir özrü, olmadığı takdirde azap edeceğine yemin etti. Çünkü; şeriatlerifı kâffesinde, hükümetlerin kanunlarında bilâ istizan vazifesini teijj-kedenlerin te'dibi kavaid-i meriyedendir. Ayni kaideye Hazretâ Süleyman riayet ediyordu. Hüdhüd; Serçe kuşu nev'inde\ ufacık bir kuştur. Hüdhüd'ün Hazret-i Süleyman tarafından bir v zifeyle mükellef olduğuna bu âyette delâlet vardır. Çünkü; teki olmayınca te'dip ve ta'zip olmaz. Binaenaleyh: ta'zip edeceğini be> yan; mükellef olduğunu beyanı müstelzimdir.[17]

 

Vacip Tealâ huzur-u Süleyman'a Hüdhüd'ün geldiğini ve gabubetinin sebebini beyan ettiğini zikretmek üzere buyuruyor.                                                                   

[Süleyman (A.S.) m araması üzerine hemen az bir zamdn durdu geldi ve Süleyman (A.S.) m nereye gittiğini suâl etmeli üzerine Hüdhüd cevabta dedi ki «Ya NebiyyaUah! Senin ihata etr mediğin ve ilmin îâhik olmadığı bir şeyi ben ihata ettim ve mutta­li1 oldum ve sana kavm-i Sebe'den yakın bir haberle geldim.»]

[Zira; ben bir kadın buldum ki o kadın ahali-i Sebe'e maljk oluyor."]                                                                

[«Ve o hatuna padişahların   muhtaç oldukları her şey veril­miştir, n]                                                    

[«Halbuki o hatuna mahsus büyük bii* kürsü de vardır» de­mekle getirdiği haberi tafsil etti.]         

Yani; Süleyman (A.S.) hasbel'icap Hüdhüd'ü arayıp bulama­dığından sonra uzak bir zaman geçmeksizin hemen az bir zaman durdu ve durduğu uzak bir müddet değildi. Binaenaleyh; Hüdhüd sür'atle geldi isbat-ı vücud etti. Süleyman (A.S.) in nereye gitti­ğini suâl etmesi üzerine Hüdhüd i'tizar ederek dedi ki, «Ya Nebiy-yallah! Senin ilmin lâhik olmayan bir şeye benim ilmim lâhik oldu ki, senin ve askerinden hiç kimsenin bilmediği bir şeyi ben tahkik ettim ve kavm-i Sebe'den bir haber-i yakinle sana geldim» dedik­ten sonra haberi beyan etmeye başladı, «Ben Sebe' kavmine malik ve onların padişahı bir hatun buldum ve o hatuna padişahlara lâ­zım olan her şey verilmiş ve o hatunun pek büyük sarayı ve köşkü . de vardır» demekle gaybubetini ve nereye gittiğini beyanla cevap verdi. Sebe' Kaktan neslinden ve (San'a) ya üç konak mesafede (Me'rib) şehrini bina eden şahsın ismidir. Binaenaleyh; o beldeye (Sebe') ve ahalisine (kavm-i Sebe') denilmiştir.

Hüdhüd'ün oraya gitmesinin sebebi; Hâzin, Beyzâvî ve Nisâ-bûrî'nin beyanlarına nazaran Süleyman (A.S:) beyt-i mukaddesin binasını ikmâlden sonra hacce niyet eder ve askeriyle beraber Mek-ke-i Mükerremede hacci edadan sonra bir gün sabah vakti Yemen cihetine hareket eder ve öğleden sonra (San'a) üzerine gelip man­zarası gayet latif bir arz görünce namaz kılmak için indi. Fakat su bulamayınca derhal Hüdhüd'ü aradı bulamadı. Halbuki yukarıda beyan olunduğu veçhile Hüdhüd su teftişine me'mur idi. Meğer Hüdhüd havaya doğru bir cevelân yaptığında gayet güzel bir bah­çede kendi gibi bir Hüdhüd'ü görür. Onunla bir mikdar musahabet edip geri gelmek üzere bahçeye iner. Orada bulunan Hüdhüd onun nereli olduğunu ve ne için gezdiğini sorar. Hüdhüd Süleyman (A.S.) m debdebe ve dârâtmı beyandan sonra Hazret-i Süleyman'in Hüdhüd'ü de ayni suali bahçede bulunan Hüdhüd'e sorar! O da bahçenin (Belkis) e ait olduğunu ve Belkis'in ahvalini tafsil eder, Belkis'in sarayını göstermek için alır götürür ve saray-ı Bel-kis'i temaşa eder gelir. Fakat bir müddet vakit geçer ve muttali' olduğu ahvali Hazret-i Süleyman'a haber vermekle kusurunun af­fını istirham ve bu vesileyle Hazret-i Süleyman'ın gazabını teskin eder, azaptan kurtulur. Çünkü; Süleyman (A.S.) m kelâmında ka­bule şayan bir i'tizarı olursa ve mühim bir haber getirirse affedd-ceği münderic olup Hüdhüd de bu haberi getirince yemini yeriiii buldu ve Hüdhüd'ün kusurunu affetti.                                 

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette Süleyman (A.S.) m nef­sini hakir görmesine ve ilmini gayet az addetmesine tenbih vardıf. Zira; Hüdhüd'ün, küçük bir mahlûk olduğu halde onun bilmediği­ni bilmesi ve «Senin ihata etmediğin şeyi ben ihata ettim» demesi taraf-ı İlâhîden kendine bir tenbihtir.                                         

Hüdhüd'ün vakıf olduğu hatunun ismi (Belkis) tir. Pederinin ismi Kahtan neslinden (Şurahbil) dir. Belkis'e verilen herşeyle murad; padişahlara lâyık olan mat, asker ve mühimmata harbiyeden her şeydir. Her nekadar Süleyman (A.S.) m saltanatı Belkis'ten çok fazlaysa da Belkis'in sarayı gibi bir saray yapmaya iltifat etmediğinden Hüdhüd Belkis'in sarayını azametle tavsif ede­rek demiştir. Yahud Hazret-i Süleyman'ın sal­tanatına göre sarayları vardı velâkin Hüdhüd'ün maksadı Belkis'e nisbetle sarayı büyük.demekti.

Kazî'nin beyanına nazaran Belkis'in sarayı; binası cihetinden o zamana nisbetle dünyanın en kıymettar saraylarından olup mü­cevheratla müzeyyen ve murassa' ve her türlü ziyneti hâvi idi. Gerçi âyette sarayı azametle tavsif varsa da binasının keyfiyetine ve tarz-ı mi'marisine ve ziynetine dair tafsilât yoktur. Ancak o za­manda en kıymetdar ve seyr ü temaşaye değer bir saray olduğuna işaret vardır.[18]

 

Vacip Tealâ, Süleyman (A.S.) m gazayı sever ve bilhassa müşrikleri târik-ı tevhide da'vete muhabbet eder olduğundan Hüdhüd'ün bu haberini daha ziyade tafsil etmesini arzu ettiğinden Hüdhüd'e müsaade ve kavm-i Sebe'in diyanetlerini tahkik etmesi üzerine Hüdhüd'ün kelâmını hikâve etmek üzere buyuruyor.

[«Ben o hatunu ve kavmini Allah'ın gayri güneşe ibadet ve secde ederler buldum.»!

[«Şeytan onlara batıl ibadetlerini tezyin etti.»

[«Binaenaleyh; şeytan onları doğru yoldan men' etti.

[«Şeytan men'edince onlar tarik-ı müstakime ihtida edemez­ler» demekle mezheplerini tafsil etti.]

Yani; Hüdhüd Belkis'i ve Belkis'in sarayını tetkik ettiği gibi Belkis'in mezhebini dahi tetkik ettiğine binaen Süleyman (A.S.) a haber verip diyor ki «Ben Belkis'i ve kavmini Allah'ın gayri güne­şe secde ederler buldum ve şeytan onlara a'mal-i kabihalarmı tez­yin ederek doğru yoldan men'etmiş. Binaenaleyh: onlar şeytanın tezyinatına aldandıkça doğru yolu bulamazlar. Çünkü: eğri amel­lerini doğru zannettiklerinden tarik-ı müstakim aramazlar ki, ih­tida etsinler. Şu halde onları ikaz edecek bir mürşid-i kâmil lâzım­dır. »

Bu âyette kavm-i Sebe'in ihtida edememelerinin sebebi; şey­tanın onları doğru yoldan men'etmesidir ve bu cümle onun netice­sidir ve mantıkça kıyas-ı takriri şöyledir :   «Kavm-i  Sebe!  İhtida edemezler. Zira; şeytan onları doğru yoldan men'etmiştir. Her ka­vim ki, şeytan onları doğru yoldan men'ede, onlar ihtida edemez­ler. Binaenaleyh; Kavm-i Sebe' ihtida edemezler» demektir. Şey­tanın onları doğru yoldan men'inin illeti ve sebebi; amellerini tez­yin etmesidir ve bu cümle onun neticesidir ve takriri şöyledir!: «Şeytan kavm-i Sebe'i doğru yoldan men'etti. Zira; şeytan onların a'mâl-i kabihalarmı tezyin etti. Her kavim ki, şeytan a'mal-i ka­bihalarmı tezyin ede, onları doğru yoldan men'eder. Şeytan kavm-i Sebe'i doğru yoldan men'etti» demektir.        

[Şeytan onların amellerini tezyin etti ki, şol Allahü Tealâ'ya secde etmesinler, O Allahü Tealâ semevat ve arzda olan gizli şey­leri çıkarır, sizin gizlediğiniz ve aşikâr kıldığınız şeyleri bilir.]

Yani; şeytan kavm-i Sebe'in amellerini tezyin ederek doğru yoldan men'etti ki, Allahü Tealâ'ya secde etmesinler diye. O Al­lahü Tealâ ki, göklerde gizli esbab-ı rızıktan olan yağmur danele-rini ve yerlerde nebatatı meydana çıkarır ve onlara rızık kılar ve sizin gizlediğiniz ve izhar ettiğiniz şeylerin cümlesini biîir. Bina­enaleyh; secdeye ve ibadete müstehak O'dur. O'nun gayri ibadete ehil olmadığından gayre ibadet -şirktir.

Bu âyette tahfifle veya harf-i nida olmak ve münadi olan kavim kelimesinin mahzuf olmasiyle kıraet vardır. Buna na­zaran Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet Allahü Tealâ'dan veya-hud Süleyman (A.S.) dan ibtida'-yı kelâm ve secdeyle emirdi^. Süleyman (A.S.) m kelâmı olduğuna nazaran vıanâ-yı nazım;: |Ey kavmim! Şol Aîlahü Tealâ'ya secde edin ki, o Allahü Tealâ göklerde ve yerde gizli olan şeyleri ihraç ettiği gibi sizin gizli ve aşikâr kıldığınız şeylerin cümlesini bilir] demektir. Eğer Cenab-1 Hak'tan ibtida-yı kelâm farzolunursa manâ-yı nazıvı: [Ey kulla--rım! Secde edin şol Alîahü Tealâ'ya ki, O Allahü Tealâ semevat ve arzdan çıkacak daneleri ve rızıklarımzı çıkarır ve sizin gizli ve açık cümle esrar ve efalinizi bilir j demektir. Evvelki,manâya göre secdeyi terkten dolayı Belkis'i ve kavmini zem olup ikinci ve üçüncü manâlara nazaran secdeyle emir olduğundan gerek secdeyi terk için zem ve gerek emir hepsi secdenin vacip olduğuna delâlet et­tiğinden âyet-i celile her iki kıraete nazaran secdenin vacip oldu­ğuna delâlet eder. Secdeye terğib için Vacip Tealâ kemâl-i kudret ve ilmini beyan etmiştir. Çünkü, semevat ve arzda gizli olan şey­leri ihraç etmek kudret-i kâmileye delâlet ettiği gibi gizli ve aşi­kâr her şeyi bilmek de ilm-i kâmile delâlet eder. Şu halde secdeye müstehak ancak Allahü Tealâ olup Allah'tan başka hiç bir kimse­nin secdeye ehil olmadığına delâlet vardır.[19]

 

Vacip Tealâ secdeye müstehak olduğunu beyandan sonra va-hid-i hakiki ve ma'budün bilhak olup Arş-i a'zamın sahibi olduğu­nu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahü Tealâ'dan başka ma'budün bilhak yoktur. Ancak ma'­budün bilhak Allahü Tealâ vardır ki, O Allahü Tealâ Arş-i a'za-mm sahibidir.] Arş-i a'zam, ecsamm evvel halk olunanı olduğu gi­bi ecsamm cümlesini de muhittir. Belkis'in arşı Belk-is'e ve onun emsali padişahlara nisbetle büyük olduğu gibi Allahü Tealâ'nm Arşı da cümle mahlûkata nisbetle büyüktür. Şu halde Arş-ı Bel-kis'e azîm denildiği gibi Arş-ı a'lâya da azîm denmesinde münafat yoktur. Çünkü Arş-ı Belkis'te azamet; Belkis'e nisbetledir ve Al­lah'ın Arşında azamet; cümle mahlûkata nisbetledir.

Bu âyetler Hüdhüd'ün kelâmı olduğuna nazaran Hüdhüd Ce-nab-ı Hakkın vahdaniyetini ikrarla tevhid ettiğine âyet delâlet, eder. Çünkü; Vacip Tealâ'nm vahdaniyetini, fail-i muhtar ve kud­ret-i kâmile sahibi olduğunu tasdikle iman eden bir kimse Allahü Tealâ'nm Hüdhüd'e Hazret-i Süleyman'la konuşmaya ve Allah'ı bilip vahdaniyetini ikrarla tevhid etmeye kudret vermesinde te-reddüd etmediği gibi bu gibi acayibata itiraz etmez. Amma Allah'ın kudretini tamamiyle tasdik etmeyen nefs-i habise sahibi olan bir kimse kendi miskin nefsine kıyasla Halikın izzetiyle mahlûkun zil­leti beynini tefrik etmediğinden bu gibi nüfus-u kudsiye sahiple­rinden zuhur eden tecelliyat-ı İlâhiyeye i'tiraz ederlerse de nefis­lerinde gizli olan nifaklarını izhar etmekten başka bir şey yapmış olmazlar.

Bu âyette beyan olunan iki kıraetin her hangisi tilâvet olunsa tilâvet eden ve işiten kimselere secde-i tilâvet vaciptir.[20]

 

Vacip Tealâ Belkis'in ahvaline dair Süleyman (A.S.) !a Hüd­hüd'ün getirdiği haberi beyandan sonra Hazret-i Süleyman'ın söz­lerini ve muamelesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Süleyman (A.S.) Hüdhüd'ün kelâmım kemâl-i dikkatle din­ledikten sonra dedi ki, «Ey Hüdhüd! Elbette biz senin haberinde teemmül ve tefekkür eder, biraz düşünürüz. Bakalım sen haberin­de sadık mısın, yoksa yalancılardan mısın?»]

[«Sen şu kitabımla git ve o kitabi onlara at.»]

["Mektubu attıktan sonra onlardan geri çekil sözlerini dinle nazar et bak, birbirlerine ne gibi sözlerle müracaat ederler ve is­tişareleri ne yolda cereyan ederse bana haber getir?» demekle Hüdhüd'ün vazifesini ta'yin edip Belkis'e gönderdi.]

Yani; Süleyman (A.S.) Hüdhüd'ün sözlerini dinledi ve kelâ­mın mutazammm olduğu ilim ve hikmeti sıhhatine delil addederek Hüdhüd'ün i'tizarmı kabul ve kusurunu affetmişse de haberin mu­tazammm olduğu Belkis'e ait haberi tamamiyle tahkik etmek lâ­zım olduğunu ve henüz bu hususa dair kat'î bir haber olmadığını iş'ar etmek üzere dedi ki, "Sözünü dinlemiş ve sıhhatine hamlet-mişsek de biz elbette nazar eder bakarız. Senin sözün doğru mu­dur, yoksa sen yalancılardan mısın? Bu cihet tamamiyle tahkike muhtaçtır. Sen şu kitabımla Belkis'in sarayına git ve bu kitabı Belkis'e ve cemaatine at ve onların olduğu mahalden dön geri ve görmeyecekleri bir yere çekilerek sözlerini dinle. Ne gibi sözler ve tedbirlerle birbirine müracaat eder ve istişarelerinin hulâsası neye müncer olursa bana haber getir» demekle Hüdhüd'ün hareketini ta'yin etti.

Fahri Râzi, Hâzin ve Ruhûlbeyanda zikrolunduğuna nazaran Hüdhüd mektubu gagasıyla götürüp, Belkis'in sarayının pencere­sinden girerek Belkis'in göğsüne koydu ve Hazret-i Süleyman'ın emri üzere geri çekildi ve pencerenin bir tarafına saklanarak, ne­ticeye intizar etti. Belkis uykudan uyandı göğsünden nameyi alıp Mühr-ü Süleyman'ı görünce vücuduna bir titreme arız olup korku her tarafını ihata etmesi üzerine derhal vükelâsını toplayarak mü­zakereye başladı ve Hüdhüd de tamamen sözlerini duyacak kadar yakın bir pencerede ahz-i mevki' edip durdu.[21]

 

Vacip Tealâ Belkis'in kelâmını ve name-i Süleymanı vükelâ­sına okuduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Belkis vükelâsına ve memleketin eşrafına hitap ederek der ki, «Ey ulu kişiler ve büyük adamlar! Muhakkak bana güzel bir kitap atıldı.»]

m [«O kitabın suret-i tahriri şöyledir : O kitap Süleyman'dandır ve o kitap Rahman ve Rahîm olan Allah'ın ismine mukarindir. Siz benim üzerime kibretmeyin ve siz bana tamamiyle muti' olarak gelin diyom dedi.]

Beyzâvî ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile mektup mühürlü olup mührü acayip üzere müştemil olduğu gibi lâfzı da ismullah üzerine müştemil olduğundan Belkis kitabı kerametle tavsif etmiş ve ferasetiyle bir nebi tarafından geldiğini ve ihtidaya da'vet ol­duğunu bildiğinden nâmeye ta'zim etmiş ve bu ta'zimi ihtidasına ve akibet Süleyman (A.S.) la izdivacına sebep olmuş ve bu vesi­leyle saadet-i dareyn'e nail olmuştur.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanlarına nazaran Resûlullah «Kitabın kerameti mührüdür» buyurmuş ve Belkis de kitabı müh­ründe gördüğü acayipten dolayı kerametle tavsif etmiştir. Binaen­aleyh; mektubu mühürlemek sünnet-i enbiyadandır. Hatta bizim Peygamberimiz de nefsi için mühür ittihaz etmiştir ve mektupla­rım mühürlemiştir ki, ibtidası Acem Melikine-yazdığı mektuptan başlamıştır. Fakat Acem Meliki name-i Resûlullah'ı tahkir ettiğin­den akibet kendi hakir, mülkü perişan ve hükümeti münkariz ol­muştur. Belkis mektubu hikâye ederken Hazret-i Süleyman'dan olduğunu beyanı takdim ettiğinden hikâye suretiyle âyette Süley­man takdim olunmuştur. Yoksa Süleyman (A.S.) m tahririnde Besmele mukaddem olduğu ekser müfessirinin cümle-i beyanatm-dandır.

. Enbiya'-yı izam hazretleri sözlerini daima maksada hasreder, fazla söz söylemezler. Binaenaleyh; Hazret-i Süleyman'ın şu kita­bı gayet muhtasar olmakla beraber insana dünya ve âhirette lâzım olan mesailin cümlesini câmi'dir. Çünkü; insana lâzım olan evvelen i'tikat ve ameldir, i'tikadm amel üzerine mukaddem olduğuna işa­ret için Süleyman (A.S.) nâmesinde Besmeleyi takdimle Vacip Tealâ'nm vücudunu ve Ulûhiyetle muttasıf, ilim, kudret, irade ve ihsan sahibi bir halik-ı lemyezel olduğunu beyanla Zat-ı Ulûhiyete müteallik mesail-i i'tikadiyeyi icmalen beyan etmiştir. Zira Rah­man ve Rahim olmak; sıfât-ı sübutiyenin cümlesini cami' olduğun­dan Hazret-i Süleyman Besmeleyle ibadetin ancak Allahü Tealâ'ya ,-Iup Allah'ın gayri ibadete müstehak bir kimse olmadığım beyan ve akaid-i hakkaya işaret etmiştir. Yalnız i'tikad-ı hakkı beyanla iktifa etmedi, belki amel-i salihin lüzumuna da işaret etti. Çünkü; kelimesi nefs-i emmareye ittiba'la hava ve heve­sine tebaiyyetten ve tekebbürden nehyetmekle ahlâk-ı zemimeyi terkin lüzumuna işaret etmiştir ki, ahlâk-ı zemimeyi terk ve ah­lâk-ı hamideyle ittisaf lâzım gelir. Müslim olarak gelmeleriyle emir; tamamiyle inkiyad ve lâzım gelen ibadeti eda, iman ve inki-yad ile nefsini kılıçtan muhafaza, hayat-ı dünya ve saadet-i uhra-ya nail olmaya çalışmalariyle emir ve tavsiyedir. Şu halde; bu iki cümleyle Süleyman (A.S.) onları imana ve inkiyada da'vet etti. Halbuki «Onlara karşı nebi olduğuna dair mu'cizesini izhar etme­diğinden şu da'vet taklid ile iktifayı müstelzim olmaz mı ve usûl-ü i'tikat olan imanda taklid caiz olur mu ve mu'cizesini göstermeksi­zin Belkis'i ve kavmini kendine imana nasıl da'vet etti?» yolunda varid olan şu suale cevap : Hazret-i Süleyman mu'cizesini onlara karşı izhar ve da'vetini onun üzerine bina etti. Şu halde taklidle teklif etmedi. Çünkü; Süleyman (A.S.) m Beikis'e gönderdiği el­çisi serçe kuşu nev'inden ufacık bir kuştur. Nisâbûrî ve Fahri Râ-zi'nin beyanları veçhile Belkis'in yatak odası yedi kapı içinde olup kapıların hepsini arkasından kilitler, hatta anahtarlarını yastığı­nın altına koyduğundan bu nameyi insanın getirip Belkis'in bulun­duğu odaya girmesi mümkün değildir. Şu halde böyle hikmetamiz, Ulûhiyetten haber verir, ameliyatla emreder ve ahlâkıyata işaretle tehzib-i ahlâka da'vet eyler bir nâmenin göğsü üzerinde bulunması semadan vahiy gelmiş gibi garaibi mutazammın olduğu cihetle mektubu gönderen zatın kuvve-i kudsiye sahibi pek büyük bir zat olmasına delâleti mu'cize yönünden kâfi olduğundan Belkis der­hal kabul cihetine meyletmekle nâmeye ta'zim ve kerametle tav­sif etmiştir. Halbuki esah rivayete nazaran Hüdhüd pencereden girip Belkis'in göğsüne nâmeyi koyacağında Belkis'i dakdakasiyle uyandırmış. Bu rivayete nazaran Belkis Hüdhüd'ün nâmeyi getirdiğini görmüş. Binaenaleyh; Hüdhüd'ün nâme getirmesinden daha ziyade bir mu'cize olur mu? Elbette olamaz. Çünkü; böyle bir ku­şun elçilik yapması âdetin hilafıdır ve o kuşun, gönderen zata itaat etlerek tenbih olunan hizmetleri tamamiyle yerine getirmesi ve getirdiği nâmenin gayet kıymettar olması nâmeyi gönderen zatın nübüvvetine delâlet eder mu'cizat kabilinden olduğu cihetle Sü­leyman (A.S.) mu'cizesini izhar etmiş ve onları imana da'vet eyle­miştir. Binaenaleyh; şu da'vette taklidle iktifa yok ki, suâl varid olsun.[22]

 

Vacip Tealâ Belkis'in   mektubu okudukta^ sonra hitaben irad   ettiği sözleri ve vükelâsının üzere buyuruyor.

[Belkis vükelâsına hitaben kemâl-i îztırap ve elemle «Ey ulu kişiler ve büyük adamlar! Şu müşkül işimde bana cevab verin ve meseleyi halledin ve ihtiyata riayetle düşünün, arız ve amîk konu­şun. Zira; siz hazır oluncaya kadar bu meselede ben rey verip kes-tiremedim. Şimdi size tefviz ediyorum, teemmül edin etrafiyle dü­şünün ve bana bir fetva verin, mesele pek mühimdir. Sizin reyi­nizin tekarrür ettiği şeyi ben de imza edeyim» dedi.']      

[Vükelâ meseleyi düşündükten sonra dediler ki «Biz kuvvet ve kudret emr-i harpte siddet-i hücum, şecaat ve celâdet sahibiyiz, sıytimiz âleme intişar etmiştir. Düşmandan korkmayız, mühhn-mat-ı harbiyemiz mükemmeldir ve askerimiz çoktur. Şu halde kor­kumuz yoktur. Eğer harp etmek istersen telâş etme. Halbuki emir sana raci'dir.»] 

[«Binaenaleyh; nazar et bak muharebe veya musalâhadan hangi ciheti ihtiyar ve emredersen biz emrini kabule hazırız» de­mekle istişarelerinin hulâsasını beyanla beraber re'y-i Belkis'e mü­racaat ettiler.]

Bu âyette hükümdarla vükelâsı beyninde irtibat ve imtizaç ve yekdiğerine karşı sadakat ve vükelâsının hükümdara kemâliyle ita­atleri lâzım olduğuna işaret vardır. Çünkü; Cenab-ı Hak hüküm­dar olan Belkis'in vükelâsına maksadını izhar ederek işin ehemmi­yetini anlatıp, meselenin hallini onlara havale ettiğini beyanla hü­kümdar tarafından vükelâya karşı olacak muameleyi beyan ettiği gibi vükelânın da şimdiye kadar vakit kaybetmeyip muharebe mü-himmatiyle meşgul olduklarını ve her türlü ihtimalâta karşı teda-rikâtta bulunduklarını, askeri ta'lim ve terbiyeyle şecaat ve cesa­rete alıştırdıklarını ve hükümete lâzım olan teşebbüslerden geri durmadıklarını ve hükümdar i'lân-ı harbetmek isterse hiç bir düş­mandan çekinmeyeceklerini iş'arla cevap vermeleri vükelânın hü­kümdara karşı vazifelerini ve muharebe etmek tarafına meylettik­lerine işaretle beraber işi akıbet reis-i hükümetin reyine havale ve hüsn-ü muaşeret ve kemâl-i itaatlerine dahi işaret etmekle bir hü­kümetin vükelâsı için lâzım olan vazifeyi beyan etmiştir. Çünkü; Belkis'in vükelâsına işi havaleden maksadı ikidir : Birincisi; vükelânın kalplerini tatyip etmek, ikincisi; onların rey­lerinden istifade etmekle beraber muavenet ve muzaheret bekle­mek ve memleket hakkındaki düşünce ve tedbirlerini anlamaktır. Kezalik vükelânın cevabının hulâsası da ikidir : Birincisi; eğer hükümdar muharebe etmek isterse muharebeye iktidarlarını ve hazır olduklarını beyan etmek, ikincisi; eğer hüküm­darın maksadı musalâha ise ona da muvafakat edeceklerini beyanla hükümdara itaatlerini izhar etmektir. Esasen müzakere olunan me­selenin de çaresi ikidir : ya muharebe ve yahud Hazret-i Süleyman tarafından vaki' olan teklifi kabul etmekle musalâhadır. Çünkü; teklifin icabı bu ikiden birini ihtiyar etmektir. Zamanımızda bu gibi teklifata nota denir ki, neticesi ya harp veya tek­lifi kabul etmekten ibarettir. îşte bu gibi vak'aları Cenab-ı Hakkın Kur'an'da beyanı; ümmet-i Muhammed'e ders vermek ve hüküm­darla vükelâsına lâzım olan vazifelerini ve emniyet-i mütekabile-nin lüzumunu beyan etmektir.[23]

 

Vacip Tealâ vükelânın cevaplarını beyandan som kelâmını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Belkis vükelâsına cevapta dedi ki «Evet! Sizin dediğiniz gibi, bizim kuvvetimiz vardır, fakat harp hud'adir ve muharebe müş­küldür, akibeti ma'lûm olamaz. Binaenaleyh; kesrete ve cür'ete i'tibar yoktur. Eğer me'mulümüzün hilafı zuhur eder emir bil'aks olursa memleket harap ve bizler de zelil oluruz. Zira; padişahlar bir memlekete girdiklerinde o karyeyi ve memleketi ifsad ve ma'-mureleri tahrip ederler, ahalinin kavilerini zayıf ve aziz olanlarını zelil kılarlar. Eğer Süleyman (A.S.) ve askeri bizim memleketi­mize kahren girecek olurlarsa bizim de memleketimizi tahrip ede­rek, zenginimizi fakir ve eşrafımızı zelil kılarlar. İşte benim dedi­ğim gibi böylece işlerler ve böylece işlemek padişahların âdetleri­dir» demekle musalâhanm muvafık olacağını ve o cihete meyletti­ğini beyan etti.] Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile Belkis'in bu kelâmdan maksadı; vükelânın kudret-i zatîleri ki, cisimleri, şeca­atleri ve kudret-i araziyeleri ki mühimmat-ı harbiyenin kâfi mik-darı mevcut olduğunu beyanla muharebeye rağbet göstermelerini tezyiftir ve muharebenin berakis olduğu surette akibetinin vehaf-metini beyanla kendisinin musalâhaya rağbetini izhar etmektir ve muharebenin vehametinin de; memleketi tahrib eylemek ve eizze-yi ezille kılmak olduğunu beyan etti.                                         :

Hulâsa; Belkis'in vükelâsiyle istişaresini beyanla hükümdarla vükelâsı beyninde cereyan edecek muamelenin ve vükelâ ile hü­kümdarın beyinlerinde yekdiğerine karşı irtibatın ne derece ola­cağına dair meselenin ruhunu bu âyetlerde Vacip Tealâ'mn beyan ettiği ve bu vesileyle usûl-ü müzakere ve müşaverenin esasını tab­iim buyurduğu bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesinden-dir.[24]

 

Vacip Tealâ Belkis'in musalâhaya   rağbetini beyandan sonra kelâmına ilâve ettiği sözü de beyan etmek üzere buyuruyor,

[«Benim reyim; bugün kılıca sarılarak muharebe kapısını aç­mak veya ağır tekâlifi kabul ile musalâha olmak bize muvafık de­ğildir. Binaenaleyh; fikrimce ben onlara münasip olan bir hediyye göndereceğim, o hediyye bizim ve onların şanımıza lâyık olacak ve ben intizar edeceğim, gönderdiğimiz elçilerimiz onların ahvalini tecessüs etsinler. Bakalım bizim resullerimiz ne gibi havadisle mü­racaat edecekler ve ne gibi sohbette bulunacaklar, kuvvet ve kud­retleri neden ibarettir. Bu cihetlerini elçilerimizden tahkik edip karşımızdaki hasmın halini anladıktan sonra bizim için muvafık olan harp mi veya sulh mudur? O zaman müzakere edelim» dedi.] Ve bu sözüyle hasmın halini anlamadan bir cihete karar vermenin hata olduğunu beyan etti. Belkis'in şu tedbiri kemâl-i fetanet ve dirayetine, memleketi idareye kudret-i kâmile ve rey-i saip sahi­bi olup umur-u memleketi zapt u muhafazaya ve vazife-i emareti sıyanete iktidar sahibi olduğuna delâlet eder ki, hükümdarların bu sıfatları haiz olmaları lâzımdır. Kezalik saltanatın siyasetine vakıf olduğuna ve bir hükümetin karşısında bulunan hükümetin halini bilmeksizin muharebe veya musalâhaya girişmesinin hatadan hâlî olmadığına ve binaenaleyh; her hükümetin vazifesi hasmını teftiş olduğuna dahi delâlet eder.

Beyzâvî'nin ve Ni'metullah Efendinin beyanlarına nazaran Belkis vükelâsından (Münzir b. Amr) nâmında bir zatı hediyyeyi götürecek cemaate reis ta'yin ederek gönderir. Hediyyenin tafsili­ne gelince : Nisvan elbisesinde oğlanlar ve oğlan elbisesinde cari­yeler ve bir hokka içinde deliksiz bir inci ve bir boncuk ki, eğri de­linmiş ve mücevherat, altun, gümüş ve sair kıymettar mallar ki o zamanda nefis ve kıymettar olan her şeyin mevcud olduğu mer-vidir. Belkis giden elçiye tenbih ederek der ki, «Eğer Süleyman (A.S.) nebi ise bu cariyelerle oğlanları daha siz geriden gelirken bilir ve tefrik eder ve inciyi doğrultur ve eğri boncuğa ipliği takar ve eğer bunları bilmez de gazaplı bulunursa bilin ki, padişahtır, nebi değildir. Eğer padişah olup nebi olmadığı tahakkuk ederse ben ondan korkmam». İşte Belkis bu gibi talimatla elçi heyetini yola çıkardı.[25]

 

Vacip Tealâ Belkis'in elçilerinin hediyyelerle huzur-u ian'a geldiklerinde vuku' bulan ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki, Belkis'in elçisi Süleyman (A.S.) in huzumna ge­lince o zamanda âdet olan merasimi ba'delicra Süleyman (A.S.) «Bana mâl ile mi imdad edeceksiniz?» dedi.] Ve sözüne şunu da ilâve etti:                                    

[«Allah'ın bana vermiş olduğu nübüvvet, hikmet, ilim, mülk ü memleket size verdiği emvalden hayırlıdır, belki siz kendi hediyyenizle ferahlanırsınız."] elçi! Dön geri getirdiğiniz hediyyeye bizim ihtiyacımız yoktur.»]

[Belkis'e ve kavmine «Söyle eğer namemizde beyan ettiğimiz veçhile kemâl-i tevazu'la müslim olarak bize gelirlerse münazaa yoktur, eğer müslim olarak gelmezler ve hediyye göndermek gibi şeylerle vakit geçirmek isterlerse elbette onların mukabele edeme­yecekleri askerle biz onlara geliriz.»]

[«Ve biz elbette onları zelil olarak memleketlerinden çıka­rırız. Halbuki onlar hakirlerdir» demekle elçiye hükümetinin kuv­vetini anlattı.]

Yani; Belkis'in elçisi Süleyman (A.S.) m huzuruna gelince Süleyman (A.S.) elçiye ve yanında bulunanlara hitap ederek dedi ki, «Siz bana ehl-i dünyanın gaye-i emelleri olan emvâl-i dünya ile mi imdad edeceksiniz ve onunla mı kendinizi sevdireceksiniz? Allah'ın bana verdiği ni'metler size verdiği ni'met-i dünyadan ha­yırlıdır. Binaenaleyh; benim sizin getirdiğiniz mala ihtiyacım yok­tur, belki siz dünya malından ibaret olan hediyyenize mağrur olur ve onunla ferahlanırsınız. Çünkü; emeliniz dünya malına münha­sır olup âhiretten haberiniz yoktur. Ey elçi! Git memleketine Bel­kis'e ve-kavmine söyle. Benim onlardan ve onların emsalinden matlûbum dünya malı değildir, ancak onlardan matlup olan iman ve şeriata inkiyattır. Şu halde eğer matlup olan imânı yerine ge­tirip inkiyad etmezlerse elbette biz onlara mukabele edemeyecek­leri bir askerle gelir ve hor ve hakir oldukları halde onları mem­leketlerinden çıkarırız)» demekle maksadını elçiye anlattı ve elçi de nebi olduğuna kanaat ederek avdet etti. Çünkü; Ni'metullah Efendinin, Kazı, Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları veçhile Hazret-i Süleyman elçilere karşı gayet beşuş, güler yüz ve tatlı dille rae-lûl ü mahzun ve gayet yanık bir surette dünyaya ve âhirete mü­teallik sohbette* bulundu, memleketlerinden ve padişahlarının hâl­lerinden suâl etti. Belkis tenbihinde "Eğer mülayim bulunursa ne­bidir»  demişti.  Binaenaleyh; Hazret-i Süleyman'ın mertebe-i nübüvvete lâyık bir surette sohbeti bu maksadı temin etti. Yani nebi olduğunu isbat etti ve diğer imtihanlarından inciyi bir kurda del­dirmek ve boncuğa ipliği taktırmak suretiyle hasıl oldu. Cariye­lerle oğlanların beyinlerini tefrika gelince; Süleyman (A.S.) on­lara ellerini ve yüzlerini yıkamakla emretti. Meğer cariyeler suyu bir ellerinden diğer ellerine ve sonra yüzlerine dökmekle yıkarlar amma oğlanlar nasıl suyu ellerine dökerse öylece doğru yüzlerine götürürler. Onları da bu cihetle tefrik edince Belkis'in tenbih et­tiği imtihanın kâffesi hasıl oldu. Fakat Hazret-i Süleyman'ın deb­debe ve daratıru ve saltanatta varlığını görünce bittabi' getirdik­leri hediyyenin o saltanata nisbetle hiç bir kıymeti olmadığını bil-diler. Süleyman (A.S.) da âyette beyan olunduğu veçhile hediyye-lerini kabul etmeyip reddetti ve hatta bazı tehdidatta da bulundu. Çünkü; evvelce beyan olunduğu veçhile Hüdhüd sarayın pencere­sinde Belkis'in müşaveresini ve göndereceği hediyyelerini ve imti­han tenbihatını ve elçisini velhasıl Belkis'in sarayında bu hususa dair cereyan eden ahvali tamamiyle Süleyman (A.S.) a haber ver­diğinden Süleyman (A.S.) gayet vasi' bir meydana kürsüler kur­durmuş ve ins ü cinden maiyyet askerlerinin saflarla bulunmala­rını emretmiş ve saltanatın kuvvet ve kudretine âid ne kadar deb­debe ve daratı varsa onları elçilerin görecekleri bir hale koymakla kemâl-i satvetini onlara izhar etmiştir. Teklifini kabul etmedikleri takdirde muharebeye hazır olduğunu i'lân etti. Binaenaleyh; bu vukuat bir hükümdardan diğer hükümdara elçi göndermenin ve gelen elçilere satvetini göstermenin meşru' olduğunu Kur'an'da beyana sebep olmuştur.

Belkis'in elçisi (Münzir b. Amr) geri gelip Hazret-i Süley­man'ın sohbetini ve ahvalini ve müşahedatım tamamiyle haber ve­rince Belkis Süleyman (A.S.) in nebi olduğunu tasdik ederek mu­harebe doğru olmadığını ve musalâhayla itaat lâzım olduğunu vü­kelâsına tefhim ve Hazret-i Süleymanla yakın vakıtta huzuruna gelip müşerref olacağını beyan zımnında ikinci bir elçiyle bir nâme gönderdi ve kendi yol tedarikâtma başladı ve kürsüsünü sarayının yedi kapı içinde olan kendine mahsus köşkünde müteaddit bekçi­lerin taht-ı muhafazasında bıraktı ve yola çıktı.[26]

 

Vacip Tealâ, Belkis'in Hazret-i Süleyman'ın ikametgâhına bir konak mesafeye geldiğinde Süleyman (A.S.) m ondan evvel kür­süsünü getirecek bir kimse aradığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Süleyman (A.S.) «Ey ulu kişiler! Belkis ve onun etbaı bana muti' oldukları halde gelmeden evvel onun kürsüsünü bana geti­recek hanginizdir?» dedi.]

[Cinnilerden ifrit dedi ki «Ben Belkis'in kürsüsünü sen otur­duğun yerinden kalkmadan evvel sana getiririm.»]

(«Halbuki ben onun kürsüsünü getirmek üzere kaviyim ve onun ziynetinden hiç bir şeyi de zayi' etmem. Zira; eminini" de­mekle zararsız getireceğini vaadetti.] Fakat Süleyman (A.S.) bunu biraz teehhürlü addederek daha sür'atli getirilmesini arzu etme­sine binaen :

[Şol bir kimse «Ben arş-ı Belkis'i sen gözünü yummadan alır sana getiririm» dedi ki, o kimse indinde levh-i mahfuzdan ilim vardı ve ism-i A'zami da bilirdi.]

[O kimse arş-ı Belkis'i vaadi veçhile derhal alıp getirip vakta ki, Süleyman (A.S.) arş-ı Belkis'i kendi huzurunda karar etmiş görünce Rabbisine iltica ve teveccühle dedi ki, «îşte şu ni'met be­nim Rabhimin bana fazlıdır.»]                  

[«Rabbimin bu ni'metleri ihsanı beni imtihan içindir ki, ben kendimde istihkak görmeksizin ni'metleri Rabbimden bilerek şük­rünü eda eder miyim, yoksa nefsimde istihkak görerek ııfmetle­rin şükrünü edada kusur mu ederim? Bu cihetlerini imtihan mua­melesi yapmak için turfetülaynde arş-i Belkis'i getirmek gibi bü­yük ni'metleri bana ihsan etti» dedi.]

[«Halbuki bir kimse şükrederse nefsi için şükreder ve eğer küfrederse kendine mazarrat eder. Zira; benim Rabbim ganîdir; Çünkü hiç kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur ve kerimdir; zira şük-redene ve etmeyene in'am edem demekle Cenab-ı Hakka şükret-mistir.]

İfrit; Cinden habis ve münkir bir kimsedir. Süleyman (A.S.) bu gibileri hidemat-ı şakkada istihdam ederdi. İsmi (Zek-van) veya (Sahr) dır. İfritin mekam - % Süleyman ile muradı; hükümet konağıdır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Hazret-i Süleyman sabahtan zeval vaktine kadar hükümet kürsü­sünde oturur, mesalih-i ibad ve hükümetle meşgul olup zevalden sonra başka işlerle meşgul olduğundan İfritin «Ben makamından kalkmadan evvel arş-ı Belkis'i getiririm» demesi «hükümet kona­ğından kalkmadan evvel getiririm» demekti. Binaenaleyh; Süley­man (A.S.) zamanı uzun saydı ve daha evvel gelmesini istemesi üzerine kitaptan ilmi olan (Asaf b. Berhiya) «Ben arş-ı Belkis'i gözünün kapağını sana reddetmeden yani gözünü açıp kapamadan getiririm» dedi ve emr-i Süleymanî üzere derhal getirdi. Arş-ı Bel­kis'i getiren zatın Cibril-i Emin olduğuna dair rivayet varsa da bu rivayet zayıftır. Esah olan Süleyman (A.S.) in vezir-i a'zamı ve teyzezadesi (Asaf b. Berhiya) dır. Asaf hazretleri kütüb-ü İlâhi-yeyi ve bilhassa Tevrat'ı tilâvetle meşgul hakayikını lâyıkıyla bi­lip mucibiyle amel eder, ism-i a'zamı bilir, duası müstecap bir zat olduğundan nereye gitse hayırla gelen bir zat-ı âl-i sıfat idi. Göz açıp yumuncaya kadar arş-ı Belkis'i getirmesi Asaf hakkında ke­ramet ve Hazret-i Süleyman hakkında mu'cizedir. Çünkü; bir ne­binin ümmetinde zuhur eden harikalar o nebinin şeriatinin sıhha-tma delâlet ettiği cihetle o nebi hakkında mu'cizedir. Keramet-i evliyanın hak olduğuna bu âyet delâlet eder. Çünkü; Asaf Veli'dir, nebi değildir. Kitapla muradın; Levh-i vıahfuz olması muh-temelse de esah olan Kütüb-ü semaviyedir. Şu halde Asaf m kü­tüb-ü semaviyeye ilmi olduğunu beyanla Cenab-ı Hak Asaf ı sena etmiştir.

Süleyman (A.S.) m arş-ı Belkis'i getirmekten maksadı; Hüd-hüd vasıtasiyle göstermiş olduğu mu'cizelere bir mu'cize daha gös­termekle eski mu'cizesini takviye ve kudretullaha delâlet eden aca­yibi Belkis'e müşahede ettirmekle tevhide da'vettir. Belkis'in mül­kü olan arşı izni olmaksızın getirmek meselesine gelince : Belkis henüz gelip şeref-i imanla müşerref olmadığından ecnebiyye bir müşrike olduğu cihetle onun malını almak helâl olmasına binaen Hazret-i Süleyman arşının getirilmesini emretmiştir. Arş-ı Belkis'i kendi getirmeye muktedirken Asaf'a emretmesi; ümmeti ve bilhas­sa vüzerası içinde böyle sah'ib-i keramet kimselerin bulunduğunu âleme i'lân etmek ve Asaf'm kadrini yükseltmektir. Binaenaleyh hükümdarlara lâyık olan; reayası ve bilhassa vükelâsı içinde bulu­nan erbab-ı iktidarı takdir ile kadrini ilâ etmektir. Arş-ı Belkis'in Turfetülaynda hem Yemen'de hem de Kudüs'te bulunması bir cis­min an-ı vahidde iki mekânda bulunması yönünden harikulade bir keramet olmuştur. Yoksa bir cismi bir mekândan diğer mekâna sür'atli ve sür'atsiz nakletmek her zamanda ve her şahıs tarafın­dan yapılabileceğinden arş-ı Belkis'i yalnız nakletmek ciheti hari­kulade değildir.

Arş-ı Belkis Asaf vasıtasiyle derhal huzuruna gelip karar edin­ce Süleyman (A.S.) bu misilli harikuladelerin kendi iktidariyle olmayıp ancak Allah'ın insanıyla olduğunu ikrarla şükrünü edaya müsareat ederek dedi ki «Rabbim beni imtihan için bu ni'metleri bana ihsan ediyor ki ben şükür mü edeceğim, yoksa ni'mete lâzım olan şükrü terkle küfran-ı ni'met mi edeceğim? Halbuki eğer bir kimse şükrederse şükrünün menfeatı kendine aittir. Zira; şükrü Allah'ın verdiği ni'mete karşı uhdesine terettüp eden vazifesini eda etmek ve ni'metinin tezayüdünü istemektir. Çünkü şükür; ni'-metin ziyadelenmesine sebeptir ve şükürle meşgul olan kimse iba­detle meşguldür. Çünkü; şükrü mün'imini zikirle sena etmekten ibaret ve bu da aynı ibadettir. Eğer bir kimse şükretmez de küf­ran-ı ni'met ederse zararı kendine aittir. Zira; Allahü Teaîâ onun şükründen ganidir ve ihtiyacı yoktur. Lâkin Allahü Tealâ kerim­dir. Zira; kullarından dünyada şükredenlere ni'metini ihsan ettiği gibi şükretm ey enlerin de rızıklarını kesmez, onlara da ni'metinj ihsan eder. Çünkü; dünyada hayat rızıkla kaaim olduğundan dün­yada yaşaması mukadder olan her kulun rızkını kesmez.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile (Asaf b. Berhiya) nın arş-i Bel­kis'i getirmesinin keyfiyyeti; Süleyman (A.S.) a «Aç gözünü bak Yemen cihetine» dedikten sonra ism-i a'zamla Rabbisine duâ eder ve duasının kabulüyle Rabbisi arş-ı Belkis'i mekânından kaybedip huzur-u Süleyman'da izhar eder. Yoksa Asaf Yemen'e giderek ar­kasına yüklenip getirmiş değildir, belki kuvve-i kudsiye ve kudre­tullaha iltica etmek suretiyle gelmiştir. Eflâkin ve bazı yıldızların harekesini bilen ve kudretullaha iman eden ve elektrikteki sür'ati gören arş-i Belkis'in bu kadar sür'atle

naklini uzak saymaz.[27]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Süleyman'ın, arş-ı Belkis'i getirttiğini be­yandan sonra Belkis'i imtihan için arşını gösterdiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Belkis'in köşkünü Asaf getirince Süleyman (A.S.) «Belkis'in kürsüsünü Belkis'e tağyir edin ve bilinmez bir hâle getirin ki, biz nazar edelim, bakalım kendi kürsüsünü bilebilir mi, yoksa bileme­yenlerden mi olur? Bu cihetlerini tedkikle derece-i zekâsını ted-kik ederiz» dedi.]

[Vakta ki, Belkis huzur-u Süleyman'a geldi hazır olan cemaat tarafından «Senin kürsün de böyle midir?» denildi.]

[Bu suale karşı Belkis kürsüyü nazar-ı dikkatten geçirdikten sonra «Keenne bu köşk o koşkdür» dedi ve sözüne şunu da ilâve etti.]

[«Bize bu mu'cizeden evvel sizin   nübüvvetinize ilim verildi ve biz size muti' ve münkad olduk» demekle imanını izhar etti.]

Yani arş-i Belkis gelince Süleyman (A.S.) vükelâsına «Arş-ı Belkis'ı biraz değiştirin biz nazar edelim görelim arşını bilebilir mi, yoksa bilmeyenlerden mi olur?» dedi. Derhal kürsünün vaziye­tini ve üzerinde olan mücevherattan bazılarını değiştirmekle tağ­yir ettiler. Vakta ki, Belkis geldi «Senin arşın da şu gördüğün arş gibi midir?» denildi. Belkis kürsüyü nazardan geçirdi ve «Sanki bu kürsü benim kürsümün aynıdır» dedi ve sözüne şunu da ilâve etti: «Bize bu mu'cizeden evvel kudret-i İlâhiyeye ve sizin nübüvveti­nize ilim verildi. Binaenaleyh; bizler iman ettik ve müslim olduk» demekle itaatini izhar etti.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile arşı tağyirden Hazret-i Süley­man'ın maksadı; Belkis'in dirayet, fetanet, feraset ve kiyasetini imtihan etmekti. Çünkü; Belkis gelmeden evvel cinniler Hazret-i Süleyman'a onu hamakatla zemmettiklerinden Belkis'in aklının mikdarmı tecrübe için kürsüsünün dışının bilinmez bir hale getirilmesini emretti ki, bakalım Belkis'in onu bilecek kadar zekâs var mıdır, yoksa cinnilerin dedikleri gibi ahmak mıdır? Gerçi Bel kis padişah ise de padişahlık pederinden mevrus olduğu cihetle fe raseti ve fetanetine delil olmaz. Çünkü; memleketini vükelâsmıı idare etmesi ihtimaline' binaen tecrübeye lüzum görülmüştür. Bi naenaleyh; kürsünün kırmızı mücevheratını yeşile tebdil ve cüz'i ce heyetini değiştirmek suretiyle imtihan etti ve Belkis de kemâl-dirayet ve fetanet sahibi olduğundan derhal arşın kendinin arş olduğunu bildi fakat yedi kapı içinde kilitli ve bir çok muhafızla: ta'yin ederek bıraktığından kendi kürsüsü olmaması ihtimalini di hatırında tutarak teşbih tarikiyle elâstiki ve diplomasiye muvafı] bir cevap verdi ki, yalandan nefsini muhafaza etti. Çünkü; kat'iy yen odur dese belki değildir ve değildir dese belki odur. Binaena leyh; iki ciheti de idare edecek âkılâne bir cevap verdi ki, yalan dan, hamakattan ve her cihetle ittihamdan nefsini vikaye etti v< Süleyman (A.S.) m bu cevabı kabul ve takdir ettiğini bildiğindei Belkis derhal nübüvvetini tasdike müsareat etti ve «Bu gibi hâri kulade ve mu'cizelerle bizi imtihana hacet yoktur. Zira; şu göster miş oldurun mu'cizeleri izhardan evvel senin nübüvvetin hakkınd; bize ilim verildi. Binaenaleyh; müslim olarak sana itaat üzere gel dik» demekle imanını izhar ve Hazret-i Süleyman'a arz-ı mutavaa ta müsareat etti.[28]

 

Vacip Tealâ bundan evvel   Belkis'in hâl-i küfürde olduğum beyan etmek üzere buyuruyor.                                                                    

[Allah'ın gayri olarak ibadet ettiği güneş    Belkis'i imanda]

men'etti.    Zira; Belkis küfrüzere büyümüş kâfir olan bir kavini dendi.]

Yani; Belkis aklı ve dirayetiyle daha evvel iman ederdi faka Belkis'i imandan evvelce ibadet ettiği batıl ma'budu men'etti. Zi­ra; Belkis iman etmeden evvel kâfir olan kavm-i Sebe'dendi. Bina­enaleyh; ta genç yaşından bu ân'a kadar ülfet ettiği mezhebi ter-kedememişti.

Nimetullah Efendinin tevcihine nazaran âyetin manâsı: [Al-lahü Tealâ Belkis'i evvelce ibadet ettiği güneş ve saire gibi batıl ma'budlara ibadetten men'etti. Çünkü; Allahü Tealâ inayetiyle im-dad edip imanı tevfik etmekle bâtıla ibadetten kurtardı. Zira; Bel­kis evvelce bâtıla ibadet eden kâfirlerden olmuştu, yahud Belkis'i bâtıla ibadetten men'eden Süleyman (A.S.) dır. Çünkü; ihtidasına sebep olmuştur] demektir.[29]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Süleyman'ın Belkis'i imtihanını beyan­dan sonra billurdan yapılmış bir avluya dahil olmasını emirle im­tihan ettiğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Belkis gelip kürsüsü hakkında sorulan suale cevap verdikten sonra Süleyman (A.S.) tarafından Belkis'e hitap edilerek «Ey Bel­kis! Sarayın avlusuna gir» denildi.] Ve salona girmesi taraf-ı Sü-leymanîden emrolundu ve girmek üzere hazırlandı.

[Süleyman (A.S.) in emrine imtisalen sarayın salonuna gir­mek üzere kapıya gelip salonu görünce deniz zannetti ve elbisesi­ni inciklerinden yukarı sıvadı, toparladı ve inciklerini açtı.]

[Süleyman (A.S.) o hâlini gördü ve «salon sağlam billurdan yapılmış sert ve dondurulmuştur. Senin gördüğün gibi su değildir, korkma gir» demekle salonun halini Belkis'e ta'rii etti.]

[Belkis bu hâli görünce ahval-i sabıkasına nedametini izhar ederek dedi ki, «Ey benim Rabbim! Nefsime zulmettim beni mağ­firet et ve ben Süleyman (A.S.) la beraber âlemlerin Kabbisine iman ettim ve İslâm oldum.»] Bu suretle Belkis iman-ı ezelisini izhar etti ve Süleyman (A.S.) m bu cihetle imtihanı tamam oldu. Çünkü; Nisâbûrî'nin ve daha bazı müfessirinin beyanları veçhile cinniler tarafından garaz-ı fasid üzere Belkis'in inciklerinin insana benzemediğinden bahsetmeleri üzerine Hazret-i Süleyman sarayın ortasına billurdan bir salon yaptırır ve salonun altına sarnıç gibi su doldurur ve .suyun içine balık ve saire gibi su hayvanlarını ko­yar. Yeknazarda bakan billurdan altındaki suyu görünce salonu bir göl halinde görür. Binaenaleyh; Belkis'e salona gir emrini ve­rip o da girmek üzere gelerek orasını su halinde görünce etekleri­ni suya girecek gibi sıvamaya mecbur olmuştu. Süleyman (A.S.) bu hali görünce salonun billurdan olduğunu ve etekleri sıvamaya hacet olmadığını derhal haber verdi ve cinnilerin azviyyatlarmm yalan olduğu herkesçe tebeyyün etti ve Belkis de bu azamet kar­şısında hemen dergâh-ı Ulûhiyete iltica ile kusurunu i'tiraf ederek iman ettiğini i'lân etti ve meşhur rivayete nazaran Hazret-i Süley­man Belkis'i tezevvüc ve mülkü üzerinde takrir edip memleketine gönderdi ve hukuk-u zevciyeti ifa etmek üzere aralık aralık Bel­kis'in sarayına gelerek birkaç gün ikamet ettiği mervidir. Gerçi âyette tezevvüc ettiğine dair sarahat yoktur ve bu husus; zan ifa­de eden bir rivayetten ibarettir. O halde El'ilmü indallah demet daha doğrudur. Benî îsrail devrinde billur ve sırça sanatının gayel ileri gittiğine ve sağlam yapılıp salonlara ve avlulara döşenecek kadar muhkem olduğuna âyet delâlet eder. Şimdi cesim ebniyele-rin damlarında ve salonlarında görülenler de bu kabil billurdur Billurun harikulade olarak ânı meydana gelmiş bir mu'cize oldu ğuna dair âyette sarahat yoktur. Binaenaleyh; o zamanın san'atiylt hasıl olduğu ve bu san'atm gayet    mahirane ileri gittiği anlaşıl­maktadır.[30]

 

Vacip Tealâ Resulünü tesliye ve ümmetini ibrete da'vet etmek üzere Hazret-i Davud ve oğlunun bazı kıssalarını beyandan sonra Salih (A.S.) m kavmiyle kendi arasında cereyan eden vak'alarma işaret etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i Ulûhiyetime yemin ederim ki, muhakkak biz Semud kavmine biraderleri Salih (A.S.) ı resul olarak gönderdik ve Salih (A.S.) onlara «Allah'ı tevhid ederek ibadet edin» dedi.]

[Salih (A.S.) tevhidi teklif edince bir de görüldü ki, onlar birbirleriyle muhasama eder iki fırkadır.] Çünkü; biri Salih (A.S.) a «Mü'min»- diğeri «Kâfirdir» dediler. Şu halde mü'min olanlar kâfirleri ve kâfir olanlar mü'minleri sevmez, yekdiğeriyle münakaşa ederler. Zira; her fırka kendini haklı görür.

Yani; Semud kavminin zulm ü udvanları ve fisk u fücurları son dereceye varınca biz muhakkak olarak onlara Allah'a ibadet etmelerini emreder biraderleri Salih (A.S.) ı resul olarak gönder­dik. Salih (A.S.) da onlara «Allah'a ibadet edin» deyip hakka da­vet edince birbirlerine husumet eder iki fırka oldular.

[Onlar iki fırka olunca Salih (A.S.) onlara «Ey kavmim! «Ni­çin tevbeden evvel ukubeti isti'câl edersiniz?" dedi.]

[«Merhamet olunmanız için Allahü Tealâ'ya istiğfar etmez misiniz? Keşke Allah'a istiğfar etseniz de merhamet olunsanız» demekle nasihat etti.]

Yani; Salih (A.S.) kavmini tevhide da'vet edip onlar da iki fırka olunca Salih (A.S.) hallerine acımak ve şefkat etmek sure­tiyle kavmine dedi ki «Enva'ı saadetinizi mucip olan imandan ev­vel küfrü ve küfrün icap ettiği ukubeti neden isti'câl edersiniz? Ne olur merhamet olunmanız için Allah'a istiğfar etseniz ve istiğ­farınızla merhamet-i İlâhiyeye mazhar olsanız» demekle nasihat-ta bulundu.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile Salih (A.S.) onlara «İman edin. Eğer iman etmezseniz size Allah'ın azabı gelir. Binaenaleyh; azap gelmeden günahlarınıza tevbe edin» dediğinde onlar «Ya Salih! Eğer senin bu dediklerin doğruysa vaad ettiğin azap gelsin o za­man tevbe ederiz» demeleri üzerine Hazret-i Salih «Niçin hasene olan tevbeden evvel seyyie olan azabın aceleten gelmesini istersi­niz?» demekle azabı isti'calleri üzerine tekdir etti. Şu manâya na­zaran bu âyette hasene yle murad; tevbe, seyyie yle murad; azaptır, Yahud «Ne için gazabı mucip olan günahı işlersi­niz de rahmet-i İlâhîyi ve lûtf-u Sübhaniyi müstelzim olan hayrat, hasenat ve ibadatı işlemezsiniz?» demektir. Buna nazaran sey­yie yle murad; Ma'siyet ve    hasene yle murad; ibadettir.[31]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Salih'in şu nasihati mukabelesini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar «Salih!    Biz seninle ve sana iman edenlerle teşe'ün) ederiz» dediler.]

[Salih (A.S.) onların şu müdafaalarına cevapta «Sizin şeame­tiniz ve başınıza gelen belâ indallah mukadderdir, belki siz fitne olunmuş bir kavimsiniz» dedi.]

Yani; Salih (A.S.) m nasihati üzerine kavmi dediler ki, «Ya Salih! Biz seninle ve sana iman eden maiyyetinle teşe'üm ederiz. Zira; bu dini icad edeli bizim başımız belâdan kurtulmuyor ve biz sizin sebebinizle uğursuz olduk, vekayi'-i acîbe ve nıesaib-i adide-den halâs olamadık. Bunların cümlesi sizdendir. Çünkü; siz böyle bir din meydana koymadan evvel bu belâlardan hiç birisine ma'ruz kalmazdık» demekle Hazret-i Salih'e unf u şiddet gösterdiler. Sa­lih (A.S.) onların .şu mukabelelerini işitip imanlarından me'yus olunca dedi ki, «Ey kavmim! Sizin uğursuzluğunuz indallah yazı­lıdır. Zira; siz iradenizi küfre ve belâ icap edecek bir takım günah­lara sarfettiğinizden Allahü Tealâ sizin başınıza gelecek belâları yazmıştır, belki siz bir kavimsiniz ki, hayr ü şer, izzet ü zillet, ra­hat ve şiddetle tecrübe olunuyorsunuz ve lâkin bilmiyorsunuz» de­mekle tege'ümün kendi ef alleri icabı olduğunu beyan etti. T air ; Nisâbûrî ve Kazî'nin beyanları veçhile teşe'ümdür. Yani sevilme­dik şeyin husulüne sebep saydığı şeye tair denir. İşte kavm-i Semûd kıtlık ve mallarının telef olması gibi sevmedikleri bir takım âfet­lerin husulüne Hazret-i Salih'in ortaya koyduğu din-i hakkı sebep saydıklarından «Biz sizinle tetayyür yani teşe'üm ederiz ve kötü­lüklere sebeb sizsiniz» demişlerdir.

[Ve medine-i Salih'te dokuz şahıs vardı ve onlar daima arzı ifsad eder islâh etmezlerdi.]

[Onlar beyinlerinde bil'ittifak yemin etmeye karar verdiler : "Yemin etsinler her birimiz diğerimizin yanında, elbette gece biz Salih'i ve evlâd ü iyalini katledelim, sonra Salih'in velisine biz onun helak olduğu mahalle hazır olmadık ve biz bu sözümüzde sa­dıklarız. Zira; onun helakinden haberimiz yoktur diyelim» dediler ve bu minval üzere karar verdiler.]

Yani; Salih (A.S.) kavminin ıslâhına ne kadar çalıştıysa kav­mi de o nisbette tuğyanlarını tezyid, hatta katline kadar cür'et et­tiler. Zira; Salih (A.S.) m meskeni olan (Hicr) ismindeki kasaba­da dokuz kabile vardı. Onların âdetleri yer yüzünü ifsad etmekti, asla islâh etmezlerdi. Cümle-i fesatlarından birisi de gece vakti Hazret-i Salih'i ve evlâdını katle yemin etmeleridir. Çünkü; o do­kuz kabilenin eşrafzadelerinden dokuz delikanlı komite teşkil ede­rek Hazret-i Salih'in ve ona tâbi' olan evlâd ü iyalinin katli husu­sunda müşavere ederek dediler ki «Bizim hepimiz Allahü Tealâ'ya yemin etsin ve yemininde desin ki, biz elbette gece Salih'e ve eh­line beytutet edelim yani gece hücum ederek kendini ve evlâdını katledelim ve velisine diyelim ki, biz Salih'in ihlâk olunduğu ma­halde bulunmadık ve bu sözümüzde biz sadıkız. Bu suretle diyetin­den de kurtulalım» dediler. Hâzin'de beyan olunduğu veçhile söz­lerinde sâdık olmalarım şöyle tevcih ettiler : «Biz yalnız Salih'in helak olduğu mahalle varmadık. Dediğimiz doğrudur. Çünkü; biz Salih'in ve ehlinin mecmuunun helak olduğu mahalle vardık, yok­sa yalnız Salih'in veyahud yalnız ehlinin ihlâk olunduğu mahalle varmadık dersek sadık oluruz» diye te'vil etmek istediler. Bu gibi tezviratın insanlarda eskiden beri âdet olduğu bu vak'ayla da an­laşılmaktadır.

Taberi'de beyan olunduğu veçhile emrolduğu surette manâ-yı nazım: [Bizim hepimiz birbirimizin yanında ye­min etsin] demektir. Eğer mazi ve haber suretinde kıraet olunur­sa manâ-yı nazım: [Onlar yemin eder oldukları halde dediler ki «Biz elbette geceyle hücum, Salih'i ve ehlini katledelim»] demek­tir. Yeminlerinin sureti; ikidir : Birincisi; geceyle hücum edip öldürmektir. İkincisi; biz Öldürmedik diyerek inkâr etmeleridir.

Biz elbette beytutet edelim demek geceyle ih~ lâkini kasdedelim demektir. Çünkü; Nisâbûrî'nin beyanı veçhile beytutet; Geceyle düşmanı ihlâk etmek üzere kasdetmektir. «İfsad ederler islâh etmezler» demek «Hâlleri hemen ifsattır, asla salâh karışığı yok» demektir.

Yalan, insanlar nazarında her zaman fena bir şey olduğundan Semûd kavmi şirki ve resullerini katil gibi cinayetleri irtikâp et­tikleri halde sözlerini yalandan vikaye etmek üzere bir takım te'-vilâtla tekellüf etmişlerdir.[32]

 

Vacip Tealâ bu ittifaklarında inad ederek beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kavm-i Semûd nebilerine hile yapmak ve gadretmekle hile­ye başladılar ve onların bu hilelerine karşı biz de hileye benzer bir ihlâk ile onları ihlâk ettik. Halbuki onlar bilmiyorlar.]

[Habibim! Sen nazar et gör ve tefekkür et bil ki, onların hi­lelerinin akıbeti ne oldu?]

[Zira; biz onları ve onların cemaatlerinin cemiisini ihlâk et­tik. Tek bir fert bile kalmadı hepsi haki helake serildiler.] Çünkü;

hilenin neticesi felâket ve akibeti hüsrandır.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ'nm Salih (A.S.) ı katletmek üzere ittifak edenlere mekrinde üc ihtimâl vardır:

Birincisi; Hazret-i Salih bir mağarayı mescid ittihaz edip geceleri orada ibadetle meşgul olurdu. Müfsidler Hazret-i Sa­lih gelinco katletmek üzere akşamdan mağaraya girdiler. Maksat­ları evvelen mescidde Salih (A.S.) ı öldürüp sonra girip evlâd ü iyalini öldürmekti. Bilmiyorlardı ki kendilerini Allahü Tealâ Haz­ret-i Salih'ten evvel ihlâk edecek. Binaenaleyh; mağara üzerlerine yıkılmakla helak oldular.

İkincisi; Geceyle Salih (A.S.) m hanesine hücumla ken­dini ve evlâdını katletmekti. Bilmiyorlardı ki, orada Hazret-i Sa­lih'i beklemek üzere hazır olan melekler onları Salih'ten evvel katledecekler. Binaenaleyh; melekler cnları taşla Öldürdüler. Ve müfsidler taşın atıldığını görürler, fakat taşı atanları göremez­lerdi.

Üçüncüsü; Allahü Tealâ onların ittifakından Hazret-i Salih'i haberdar etti. Salih (A.S.) da ehl ü iyaliyle beraber saklan­dı. Onlar aramışlarsa da bulamadılar ve akibet cümlesi birden he­lak oldular. Helakleri kafidir. Zira âyet; helaklerine kat'î surette delâlet eder. Fakat helaklerinin keyfiyyetine dair sarahaten delâ­let olmadığından helakin keyfiyyetine dair rivayet muhteliftir.

Mekir ; hile yapmak ise de Cenab-ı Hakkın hileye ihtiyacı olmadığından burada hileye benzer bir ihlâkle ihlâk ettik demek­tir. Çünkü mekir ; hasmın haberi olmaksızın yapılan hile olduğundan Cenab-ı Hak da bunları bilmedikleri ve me'mûl etme­dikleri cihetten ihlâk ettiğinden «Onların mekrine karşı biz de mekrettik» demiştir ki, hilelerini helaklerine sebep kılmıştır.

[İşte şu görülen harabeler zulümleri sebebiyle yıkılmış ol< ğu halde onların evleridir.]

[İşte şu harabelerde ve onların sahiplerinin bir sayha ile he­lak olmalarında ilm ü irfan ve idrak ü iz'an sahipleri için alâmet-i azîme vardır,] Çünkü; bilûmum harabeler ayni insanlar tarafların­dan yapılmış olup onlar veya evlâtları tarafından irtikâp olunan cürüm, cinayet ve zulüm sebebiyle helak olup evleri harap oldu­ğundan sonra gelenlere birer ders-i ibret olması ve onlar gibi bun­lar da zulüm irtikâp ederlerse harap olacaklarını düşünmeleri lâ­zımdır.

[Ve biz şol kimselere necat verdik ki onlar Salih (A.S.) a iman ettiler ve günahlardan nefislerini vikaye eder oldular.] Zira ima­nın neticesi; selâmet ve ekseri âfetlerden kurtulmaktır. Binaena­leyh; mü'minler necat buldu ve kâfirler helak oldu.

Ruhûl Beyan'da zikrolunduğuna nazaran Hazret-i Salih'e kav­minden iman edip necat bulan onbin kimse Yemen'de elyevm (Haz-ramut) denilerv-beldeye hicret ettiler. Çünkü arz-ı zulümden arz-ı salâha hicret; sünnet-i enbiyadandır.

Hazret-i salih oraya varıp orada vefat ettiğinden o beldeye (Hazaramut) denir ki «hazır oldu ve öldü» demektir.[33]

 

Vacip Tealâ Hazret-i Salih'in kavmiyle olan vukuatına işaret­ten sonra Hazret-i Lût'la kavmi beyninde cereyan eden mübahase-ye işaret etmek üzere buyuruyor.                                         

[Biz L£t (A.S.) i kavmine resul gönderdik şol zamanda ki, o zamanda kavmine dedi ki, «Siz gözlerinizle görür olduğunuz hal­de fahişe mi getiriyorsunuz ve livata gibi çirkin bir fi'li irtikâp mı ediyorsunuz?»]

[«Siz elbette şehevatıniza tebaîyyet ederek nisvanın gayri bir takım ricale mi şehvetinizi kaza edersiniz? Belki siz cahil bir kavimsiniz" demekle kavmini tekdir ve işledikleri fi'li inkâr etti.]

Çünkü; hemze, istifham-ı inkârı olduğu gibi suret-i alâniyede o fi'li irtikâp ettiklerini beyanla onlara zemmini tezyid etti. Zira cümle-i latifesi Fahri Râzi'nin beyanı veçhile üç ihtimali havidir: Birincisi; gözünüzle görerek o fi'li ge­tirirsiniz demek onları son derece zemdir. Zira; onlar o kadar fena ahlâklı bir kavimdi ki, bu çirkin fi'li alâ meleinnâs işlemekten çe­kinmez ve hiç kimseden perva etmezlerdi.

İkincisi; siz gözünüzle görür olduğunuz halde işlersiniz demek «Sizden evvel âlemde bu fi'li irtikâp eden olmadığını ve Al-lahü Tealâ erkeği erkek için halketmediğinden bu filinizin hik-met-i İlâhiyeye muhalif olduğunu kalbinizle bildiğiniz halde işler, ilminizle amel etmiyorsunuz» demektir.

Üçüncüsü sizden evvel geçen asilerin ahvalini gözü­nüzle gördüğünüz halde ibret almıyorsunuz demektir.    Binaena­leyh Lût (A.S.) m kelâmı; kavmini şiddetle tekdiri müş'irdir. demek Kalbinizle fi'linizin fena olduğunu bildiğiniz halde ilminizin mucibiyle amel etmez cahiller gibi amel eder sefihlersiniz demektir ki,   dünyada insanlar   için sefahatten aşağı bir sıfat olmadığından kavmini sefahetle tavsif etmiştir. Hat­ta kâfirler bile küfre razı olur, sefahete razı olmazlar. Binaenaleyh kâfir olan bir kimse malında tasarruftan men'olunmaz. Halbuki se fih olan mülkünde tasarruftan men'olunur ki, sefihler nazar-i seri atta behayim menziline tenzil olunurlar ve ukalâdan addolunmaz lar.[34]

 

YİRMİNCİ CÜZ

 

Vacip Tealâ Lût (A.S.) in kavmini tekdirine karşı onların ce­vabını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Lût (A.S.) in sözüne Jkarşi kavminin cevabı olmadı, ancak »köyünüzden âl-i Lût'u çıkarın. Zira; onlar bizim ef'âlimizden pak bir takım kimselerdir» demekten ibaret oldu.] Hemen bütün söz­leri «âl-i Lût'u karyenizden çıkarın» demeleri olmuştur.

Yani; Lût (A.S.) m kavminin Hz. Lût'tan işittikleri nasihat-lara karşı cevapları olmadı, ancak «âl-i Lût'u karyenizden çıkarın» demekten ibaret oldu. Çünkü; şehevat-ı nef saniyeler ine tebaiyetle kemâl~i dalâlet ve gaflet içinde ısrar ettiklerinden hayır öğüt ku­laklarına gitmiyordu, âl-i Lût'u çıkaracak olmalarının sebebi de onların temiz, kendilerinin mülevves olmalarıdır ki kendi delilleri kendi aleyhlerine olduğundan Özürleri kabahatlarmdan daha bü­yüktü. Çünkü; onlar «bizim kavmimizden taharet davasında bulu­nuyorlar. Binaenaleyh; bizimle münasebetleri yok» demek «biz fe­nayız, onlar iyilerdir. Şu halde bizim içimizde yakışmazlar» de­mektir. Lâkin sefih olup ne söylediklerini bilmediklerinden kendi aleyhlerine delil serdettiler, fakat farkında olmadılar. Çünkü irti-kâbettikleri fiilin fenalığını bilirlerse de maksatları; ahlâklarına müdahale eden bir kimse bulunma yar ak lâfsız. sözsüz meramlarını icra etmekti. Zira süfeha meclisinde bulunanlar; daima irtikâbet-tikleri cinayetin fenalığını bilirler lâkin yanlarında fikirlerine mu­halif bir kimse bulundurmak   istemezler ki sefahetlerinde olacak

rüsvalığı kimse bilmesin.

[Kavmi bu hâl üzere olup nasihat dinlemeyince biz Lût'a phline necat verdik, ancak Lût'un haremi necattan müstesnadır!

[Zira; biz Lût'un hareminin azaptan helak olup geçenlerden olmasını takdir ettik.] Çünkü; imreet-i Lût kavminin ef'âline razı bir kâfire olduğundan kavmiyle beraber helaki mukadder olduğu cihetle helakten kurtulamadı. Azapta kalmasıyla hükm-ü İlâhi lâ-hik oldu.

[Ve biz Lût kavmi üzerine taştan yağmur yağdırdık. Binaen­aleyh; Lût tarafından korkutulmuş olan kavmin yağmuru ne fena oldu.] Çünkü; onlardan hiç kimse kalmadığı gibi hayvanattan da hiçbir şey kalmadı, hepsi helak oldu, gitti.[35]

 

Vacip Tealâ enbiya-yı izam hazaratından bazılarının ümmet­lerinin azab-ı dünyeviyeyle acip surette helaklerini beyandan sonra jümmet-i Muhammediye bu gibi helak olmadığından bizim nebimize Jhamd ü sena etmekle emrini beyan zımnında buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sen «hamd ü sena Allah'a mahsustur, dünya ve âhirette selâmet Allah'ın ihtiyar ettiği kullan üzerine nazil olucudur» demekle sana ve ümmetine verdiğim nimetlere şükret.]

[«Allahü Tealâ mı hayırlıdır, yoksa müşriklerin şirkettikleri şeyler mi hayırlıdır?»]

Yani; bizim sana bazı enbiyanın ümmetleriyle vâki olan hal­lerini beyanımızdan sonra sana vermiş olduğumuz nimetlerimize hamdet ve de ki «yani ins ü cinden ve umum kulla­rın lisanlarından sadır olan hamd ü senanın kâffesi Allah'a mah­sustur, Allah'ın gayrı hamde lâyık bir kimse yoktur». Böyle de­dikten sonra enbiya biraderlerinin ümmetlerinden çekmiş olduk­ları zahmetlere mükâfat olmak üzere onlara selâmetle duâ et, «dün­yada ve âhirette selâmet şol kimseler üzerine olsun ki o kimseler Allah'ın nübüvvet ve saffetle ihtiyar ettiği kullarıdır» demekle du­ada bulun ki uhuvvetin vazaifini ifa etmiş olasın. Bundan sonra müşriklerden suâl et, de ki «Kullarım saâdet-i dareyne îsâl ve bü­tün menfaat ve mazarratlarını halkeden Allahü Tealâ mı hayırlı­dır, yoksa müşriklerin şirkettikleri âciz taş ve ağaç parçaları mı hayırlıdır?» Elbette kaadir ü kayyum ve hergeyi feyzeden Allahü Tealâ hayırlıdır. Bunu her âkilin idrak etmesi lâzım olduğundan bu suâl müşrikleri ilzam ve onları istihzadır. Binaenaleyh; âyetin cümle-i ahîresi müşriklerin reylerini tezyib için varid olmuştur. Çünkü; müşriklerin ma'bud ittihaz ettikleri putlarda asla hayır ve iktidar yok ki Vacip Tealâ ile mukayese olunsunlar. Şu halde müş­riklere «Nasıl, Allahü Tealâ mı hayırlıdır, yoksa sizin ma'budla-rınız mı hayırlıdır?» demek onları istihzadan başka birşey değildir. Zira; ma'budlarmda asla iktidar olmadığını onlar da bilirler.

Hâzirî'de beyan olunduğuna nazaran Allah'ın ihtiyar ettiği kullarla murad; enbya-yı izam hazaratıdır veyahut enbiya ile be­raber ümmetlerinin sulehasıdır. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet­te hamidle emir; Resûlullah'a olduğu gibi Lût (A.S.) a olmak ihtimâli de vardır. Buna nazaran manâ-yı nazım:  [«Yâ Lût! Düş­manların olan kavmin helaki ve senin maiyetinle beraber necatın

üzerine Allah'a hamdet ve de ki  ve senin gibi üm­metinden zahmet çeken enbiyaya selâmetle duâ et»] demektir.[36]

 

Vacip Tealâ müşrikleri ilzam için    «Allah mı hayırlı, yoksa müşriklerin putları mı .hayırlı?» unvanında ir ad olunan suâlden sonra zat-ı ulûhiyetin hayırlı ve kudret-i kaahire sahibi olduğuna delâlet eden büyük delillerden bazısını zikretmek üzere:buyuruyor.                                                                      

[Ey müşrikler! Sizin ma'bud ittihaz ettiğiniz putlarınız mı yırhdır, yoksa semavat ve arzı halkeden Hâlık mı hayırlıdır?"

[Ve o Hâlık sizin için sema cihetinden yağmur suyunu etti.]

[Binaenaleyh; hiz o su sebebiyle güzellik sahibi olan bitirdik,]

[Sizin için o bahçelerin ağacını bitirmek mümkün olmaz;

[Şu eşya-yı mevcudeyi halk bud mu vardır?]

[Belki onlar haktan ayrılmış bir kavimdir.]

Yani; şehevatına ittibâ'la babalarını taklit eden müşriklerin âciz putları mı hayırlıdır, yoksa usul-ü âlem ve menâfim menbaı olan gökleri ve yeri halkeden, sizin için sema cihetinden yağmur sularını indirip behcet ve nadrat yani güzellik ve letafet sahibi olan bahçeleri, otları, ekinleri ve her türlü çiçekleri bitiren, bunların herbirini gûnâgûn renkler ve şekillerle meydana getiren Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Elbette bunların cümlesini halkeden Allahü Tealâ hayırlıdır. Zira bunları halketmek Allah'a mahsustur, Al­lah'ın gayrı halkedecek yoktur. Çünkü; sizin için o bahçelerin tek bir ağacını bile bitirmek mümkün olamaz. Şu halde mükevvenâtı icad eden ve sanayii bedîaya kaadir olan Allahü Tealâ ile beraber ondan başka bir ma'bud var da hâşa Allahü Tealâ'ya yardım mı edi­yor? Bu âlem-i mükevvenâtı halkeden Halika kim şerik olabilir? Belki Allah'la beraber ma'budun varlığını iddia edenler haktan batıla meyletmiş, yani hakkı bırakıp, batıla geçmiş bir kavimdir.

Vacip Tealâ bu âyette eşyayı bitirmek kendine mahsus oldu­ğuna işaret için gaipten tekellüm suretine iltifat etmiştir. Çünkü; gaaib suretiyle geldiği halde tekellüm su­retiyle gelmiştir.[37]

 

Vacip Tealâ kudret-i kaahiresine delâlet eden delillerden bu makamda ikincisini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müşrikler! Sizin ibadet ettiği! lıdır, yoksa arzı size karargâh kılan vej keden Allahü Tealâ mı hayırlıdır?]

ma'burîlarıniz mı hayır­sın arasında nehirler hal-

[Ve arz için yüksek dağlar halkeden ve iki deniz arasına ma'ni halkedip acı suyu tatlıya karıştırmayan Allahü Tealâ mı hayırlı­dır, yoksa sizin âciz ma'budlarınız mı hayırlıdır?]

[Bunların cümlesini halkeden Allah'la beraber başka ma'bud mu vardır?]                                                                   

[Belki insanların ekserisi âdâb-ı ubudiyeti bilmez cahillerdir.]

Yani; ey müşrikler! Sizin ibadet ettiğiniz hacer ve şecer par­çalarından ibaret olan putlarınız mı hayırlıdır, yoksa yeryüzünü insanlara ve hayvanat-ı saireye karargâh ve mahall-i rahat olarak halkeden Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Ö Allahü Tealâ ki yeryüzünü hayvanata mesken olmaya elverişli halkettiği gibi yeryüzünün ara­larında hayvanata bilhassa maişetlerini ikmâl için nehirleri ve ar­zın sebat ve kararı için dağlan ve o dağlarda insanların menfaati için envâ'-ı maâdini, binlerce pınarları, hayvanat için otları halket-ti, iki deniz arasında acı suyla tatlı suyun birbirine karışmaması için mani' halketti. İşte bunların cümlesini halkeden hallâk elbette si­zin âciz putlarınızdan hayırlıdır. Zira o putlardan hiçbirisi bunlar­dan bir zerre bile halkedemezler. Bunları halkeden Allah'la bera­ber başka bir ma'bud var, Allah'a muavenet etti de siz onu mu ma-bud ittihaz ediyorsunuz? Belki insanların ekserisi cahillerdir. Bi­naenaleyh; asla menfaat elinden gelmeyen, şuur ve idrakten hâlî olan hasis şeyleri ma'bud ittihaz ederler. Çünkü; ibadete müstehak olan zatla asla ibadete istihkakı olmayanları tefrik edecek kadar ilme mâlik değillerdir.

Bu âyette Cenab-ı Hak arzın insanlar için dört cihetle menfaa-l tını beyan etmiştir. Birincisi: Arzın insanlara karargâhı olmasıdır. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile arzın karargâh olması yla murad; arzın tas gibi gaayet sert olarak] insana eziyet etmediği gibi su gibi cıvık olmadığından insanın aya-\ ğı batnıayıp ikisi arasında insanın yatıp oturmasına, ekip dikme-l sine elverişli olması, güvesin ziyasını tutmakla harareti kaabil olup\ nebatatı bitirmeye kaabiliyetli bulunmasıdır. Çünkü; eğer arz gü­neşi tutmaz bir halde olmuş olsaydı soğuktan ot bitmez, hayvanal yaşayamazdı, eğer hareketi insanların hissedeceği bir derecede ol­saydı arz üzerinde insanların kararı mümkün olmazdı. Şemsin arz* bazı kere yaklaşıp bazan da uzaklaşmasıyla fusul-ü erbaanm husu­lü de insanlara karargâh olmasının başlıca hâdimidiî. Çünkü arz; insanların bitecekleri derecede müteharrik olsa insan daima muz-tarip olur, yaşamazdı. Buna zeizele anları şahittir, fusul-ü erbaî olmasa asla intifa1 olunmaz ve insanlar da yaşayamazdı.

Birincincisi; Arz üzerinde nehirlerin cereyan etmesidir\ Çünkü; arz üzerinde nehirlerin cereyanında insanlar için menfaal ma'lûmdur; nehirlerin kökü (menbaO arzda olduğu cihetle bunla­rın menfaati arzın menfaatından ma'duddur, Oerıab-ı Hak nehirleri arzın menafimden saymakla kullarını o nehirlerden intifa1 etmeye terğib etmiştir.

Üçüncüsü: Arz üzerinde dağların bulunmasıdır. Çünkü; ekseriya bulutlar dağlarda oîup evvelâ rahmet dağlardan başlaya­rak ovalara yağmur dağlardan geldiği gibi insanların intifa' ettiği pınarlar ve madenler dağlarda olduğu cihetle insanın menafiine hadim olan gerek pınarlar, gerek mâdeniyat dağlarda olup dağlar dahî yer üzerinde olduğundan dağların menafii arzın menafimden ma'dud olmuş ve dağlardan intifa' edip muattal kalmamaya Vacip Tealâ kullarını terğib etmiştir. Pınarların dağlarda olmalarının se­bebine gelince : Dağların toprağında buharı muhafaza edecek ka­dar salâbet olmasıdır. Çünkü; yerlerin altında teraküm eden bu­harı dağlaruı toprağının muhafaza edip buhar' teraküm ettikçe te­kasüf ederek müsebbibül'esbap olan hallâk-ı âlem o tekasüf eden buharı suya tahvil eder. Binaenaleyh; inbiğin menfezi gibi topra­ğın -p.ras:ndan bir menfez bulmakla hemen merkezi olan yeryüzüne hücum eder bazan da menfez bulamayıp yerin altında o kadar da tazyik olmadığından toprak içinde mahpus olarak kalır. Amma ovalara gelince : Toprağında rehavet olup buharı muhafaza ede­mediğinden suya madde ve esas olacak buhar bulunmadığı cihetle ovalarda pınarlar nadirdir. Dağlarda bulutun çok olmasına gelince; dağlarda bulutu cezbedecek rutubetin çok olduğu gibi bulutu mu­hafaza edecek kadar soğuğun ve bulutun madde-i asliyesi olan bu­harın çok olmasıdır. Kezalik madeniyatm esası buhar olup buhar da dağlarda tahassun ettiğinden maden haline gelmesiyle müddet-i medideye muhtaç olduğu cihetle el değmedik sağlam toprak iktiza ettiğinden bunların cümlesi dağlarda bulunmasına binaen madeni­yatm meskeni dağlardır.

Dördüncüsü; Acı suyla tatlı su arasında mani' bulu­nup birbirine karışmakla ifsad etmemesi ve denizlerin sularının acı olmasıdır. Çünkü; suların acısı tatlısına karışmakla yekdiğerini ifsad etse insanlar içecek su bulamadıkları gibi denizlerin sulan tatlı olsa taaffün edip insanların rahatlarını selbedeceği ve beiki emraz-ı umumiyeye ve tenasülün inkıtama sebep olacağı cihetle denizlerin suyunun acı olması insanlar hakkında lûtf-u İlâhidir. Binaenaleyh; insanların şu lûtf-u İlâhiye de ayrıca şükretmeleri ubudiyetin vazifelerindendir.[38]

 

Vacip Tealâ yerleri, gökleri ve yerde olan menfeatleri halket-tiğini ve müşriklerin ma'budları bunlardan hiçbirini halka kaadir olmadıklarını beyanla müşrikleri tevbih ettikten sonra halkın ih­tiyacını defi cihetinden dahî kudret-i kâmile sahibi olduğunu bei yan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müşrikler! Sizin âciz ma'budlarınız mı hayırlıdır, yoksa muztar olan kimse dua ettiğinde onun duasına icabet eden ve iste­diğini veren, o muztar olan kimseye isabet eden kötülüğü kaldıran ve sizi yeryüzüne halife kılan Allahü Teaîâ mı hayırlıdır?]    

[Allah'la beraher bunları îcad ve kullarının ihtiyacını defeden bir m a'bu d var da ona mı ibadet edersiniz?]

[Düşünceniz gaayet az ve kısadır. Zira; kaadir'i bırakıp âcize ibadet edersiniz.]

Yani; ey müşrikler! Sizin şirkettiğiniz putlarınız mı hayırlıdır, yoksa mesaibden bir musibete veya fakir, hastalık gibi dert ve âlâmdan muztar olan ve halâsına çare arayan bir kimsenin duâ et­tiği zaman duasını kabul edip musibetini afiyete, fakrını gınaya ve hastalığını sıhhata tebdil etmekle saha-i selâmete çıkaran kaadir ü kayyunı mu hayırlıdır? Elbette kullarının ihtiyacını defeden ve duasını kabul edip istediğini veren Allahü Tealâ bunlardan hiçbi­rine kaadir olamayan putlardan hayırlıdır. Binaenaleyh; ma'bu-dünbilhak odur, onun gayrı ibadete lâyık kimse yoktur, Allahü Tealâ size yeryüzünde tasarrufa kudret verdi, sizden evvel geçen­lere halife kıldı. Şu halde size yeryüzünde ve bilhassa emlâkinizde tasarrufa kudret veren zat-ı^ eceli ü a'lâya ibadetiniz lâzımdır. Al­lah'la beraber başka bir ma'bud var mı ki gayra ibadet edersiniz ve size ânen fe ânen tevâlî eden nimetlerin kimden geldiğini dü­şünmeniz gaayet az olduğundan azizi ve kaviyi bırakıp âciz ve ze­lile ibadet edersiniz.

Nisâbûrî'nin beyanı veçhile bu âyette muztar; cins olup aza ve çoğa şamil olduğundan «cins-i muztarm duasını kabul eder» de­mek «Muztar olanlardan bazılarının duasını kabul eder» demektir. Binaenaleyh; «Bazı âharm duası kabul olmuyor» diyerek suâl va-rid olmaz. Çünkü; Cenab-ı Hak üzerine duanın kabulü vacip değil­dir. Şu halde istediği kimsenin duasını kabul eder ve istemediğini kabul etmez, kabul edeceği şahıs ve zaman ma'lûm olmadığından herkes her zaman Rabbisine müracaata muhtaçtır. Maahaza şerai­tine riayetle ihlâs ve ri_kkat-ı kalple vuku' bulan duanın alelekser

kabul olunduğu malûmdur, kabulüne muayyen bir zaman olmadı­ğından bizim kabul olunmadı zannettiğimiz dualar kabul olunur da haberimiz olmaz yahut daha ileride kabul olunacak, lâkin biz acele ediyoruz.

[Ey müşrikler! Sizin ma'budlarınız mı hayırlıdır, yoksa kara­nın ve denizin karanlık gecelerinde size yol veren ve gideceğiniz mahalle yolunuzu doğrultan ve yağmurun evvelinde müjdeci ola­rak rüzgârları gönderen Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Elbette sizi hidayette kılan ve rüzgârları rahmetine beşaret yapan Allahü Tealâ hayırlıdır.]

[Allah'la beraber Allah'ın gayrı ma'bud mu var ki siz pı ibadet edersiniz?]

[Müşriklerin şirklerinden ve şirkettikleri ma'budlarından Al­lahü Tealâ yüce oldu, onların iftiralarından münezzeh ve ulüvvü sıfata maliktir.] Zira; karada ve deryada insanlara yol vermeye ve hidayette kılmaya kaadirdir. Putlar ise bunlardan hiçbirine kaadir değildir. Şu halde elbette kaadir olan Allahü Tealâ âcizlerden ha­yırlıdır.[39]

 

Vacip Tealâ dünyaya müteallik olan nimetlerini beyanla kud-ret-i kaahire sahibi olduğunu beyandan sonra âhirete mütealliik^ni-metlerini beyanla da kudretini ispat etmek üzere

[Ey müşrikler! Sizin putlarınız mı hayırlıdır, yoksa evvelâ sîzi icad ederek sonra Öldürüp tekrar iade eden ve sema canibinden yağmur yağdırmak, yerden bereketleri bitirmek suretiyle merzuk kılan Allahü Tealâ mı hayırlıdır? Elbette icada ve iadeye ve kul­larına rızık vermeye kaadir olan Allahü Tealâ hayırlıdır.]

[Allah'la beraber başka ma'bud mu var ki siz batıl lara ibadet edersiniz? 1

[Habibim! Sen onlara de ki «Eğer ey müşrikler! Şirke dair «Özünüz doğruysa davanıza delilinizi getirin.»] Ve senin bu sözün onları ilzam eder. Çünkü; Allah'ın gayrı bir ma'bud olduğuna de­lil getirmeleri muhaldir. Zira; yok ki getirebilsinler.

Vacip Tealâ bu âyette insanlar için ilci nimet zikretmiştir. Birincisi; öldükten sonra diriltip iade etmektir. Çünkü; nimet-i ebediyeye nail olmak mevte muhtaç olduğundan ehl~i îman için hayırlı ölüm pek büyük nimettir. Zira; ölümün köprüsünü geç­medikçe nimet-i ebediyeye nail olmak mümkün değildir. İkin­cisi: nzıktır. Çünkü nimet-i ebediyeye vusul; hayat-i dünyaya, hayat-ı dünya ise rızka muhtaç olduğundan iadeyi zikirden sonra insanları merzuk ettiğini- zikretmiştir.

Her dâva delile muhtaç olup delilsiz dâva mesmû' olmadığın­dan ve bilhassa itikaadiyat elbette bir delile müstenid olmak lâzım olduğu cihetle Cenab-ı Hak müşriklerden dahi istemesini Resulüne emretmiştir.[40]                      

 

Vacip Tealâ kudret-i kâmile sahibi olduğunu beyandanfisonra ilminin kemâlini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sana kıyametten suâl eden müşriklere sen de ki «Göklerde olan melekler ve yerde olan ins ü cinden hiç bir kimse gaybı bilmez, ancak Âliahü Tealâ bilir. Halbuki cümle ins ü cin ne zaman kıyamet kaim olup kabirlerinden kalkacakla­rını bilmezler.» Çünkü; gayba ittilâ'ı Allahü Tealâ zatına hasret­miştir. Binaenaleyh; mahlûkattan gaybı bilen yoktur, ancak bazı mugayyebatı Allah'ın bildirdiği kimse bilir.]

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet müşrik­ler hakkında nazil olmuştur. Çünkü; müşrikler Resûlullah'a kıya­metin kıyamından ve ba'sın ne zaman olacağından suâl etmeleri üzerine cevap makamında bu âyetin nazil olduğu mervıdir. Meda-rik'te beyan olunduğu veçhile Hz. Âişe (R.A.) «Yarınki günde ola­cak şeyi bilirim diyen.Allah'a büyük iftira etmiş olur» buyur­muştur.

Hulâsa; Allah'tan gayrı gaybı bilir bir fert olmadığı bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

[Onlar ne zaman ba'solunacaklarını bilmezler, belki onların ilmi âhirette lâhik olur. Çünkü; âhirette ba'solununca aynelyakin bilirler, belki bu dünyada onlar kıyametten şek içindedirler. Bina­enaleyh; inkârdan çekinmezler, belki onlar âhiretten gaafillerdir. Âdeta a'mâ gibi âhireti görmediklerinden inanmazlar.]

Yani; Allahü Tealâ'nın gayrı ins ü cin ve melek gaybı bilmez ve kıyametin zamanından sorarlar. Bu dünyada ba'solunacakları zamanı bilmezler, belki onların ba'solundukları zamana ilimleri âhirette vâsıl oiur, belki bu dünyada onlar âhiret hakkında şek içindedirler. Hatta onlardan bazıları yalnız şekketmekle de iktifa et­mezler, belki kıyametten ve ahval-i âhiretten büsbütün gaafillerdir. Binaenaleyh; kıyametin vukuunu inkâr ederler, delillerini idrake sarf-ı zihin etmezler, şiddetle tekzibe kalkarlar.

Bu âyet-i cclilede âhiretin varlığında tereddüd edenlerin mer­tebelerini Cenab-ı Hak beyan etmiştir. Çünkü; evvelâ ba'soluna-cakları vakti bilmediklerini, saniyen kıyametin vukuunu bilme­diklerini, salisen şekkiçinde mütehayyir olduklarını, rabian bilkülliye gaafil ve münkir olduklarını beyan etmiştir. kıyamete ilimleri vukuundan sonra âhirete lâhik, inkâra mecalleri kalmaz demek olduğu gibi ve yani âhirette ilimleri nihayet bulur ve muzmahil olur gider ma­nâsı dahî muhtemeldir. Çünkü; âhirete varıp re'yel'ayn müşahede edince ilimleri kemâline vâsıl olur ve bu hususa dair ilim nihayet bulur ve birşey nihayesine varınca yok olur. Yahut tedarik manasınadır ki bu hususa dair olan ilimleri birbiri arka­sına tâbi' olur, hatta âhiret vücut bulup arkası kesilinceye kadar demektir. Çünkü; âhiret vuku bulup re'yel'ayn görülünce «vardı» veya «yoktu» demeye ihtiyaç kalmaz.[41]

 

Vacip Tealâ haşrin vücudunu beyandan sonra hasrı inkâr edenlerin bazı ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfir olan kimseler derler ki "Biz ve babalarımız da toprak olduğumuzda kabrimizden kalkacak ve topraktan çıkarılacak mı-

[«Allah'a yemin ederiz ki biz ve bundan evvel babalarımız  sununla yani hasrolunmakla muhakkak vaadolunmuştuk.»]

[«İşte şu Öldükten sonra dirilmek olmadı, illâ evvel geçen üm­metler tarafından yazılmış yalanlardır» demekle hasrı tamamen inkâr ederler.]

Yani; kıyameti bilkülliye inkâr eden kâfirler dediler ki «Biz ve babalarımız toprak olduktan sonra kabirlerimizden ihraç olunur muyuz, hayat bulup dünyadaki hayatımız gibi bir adam mı olaca­ğız? Bunu akıl kabul eder mi? Muhakkak biz ve bizden evvel ba­balarımız şu haşirle Muhammed (S.A.) tarafından bizler ve başka nebi tarafından babalarımız vaadolunmuştuk. İşte şu vaadler ol­madı, illâ evvel geçen ümmetlerin yalanlarından ve- kitaplarına yazılmış satırlarından ibarettir» demekle kıyameti tamamen inkâr ettiler[42]                                                                

 

Vacip Tealâ kâfirlerin hasrı inkârlarını beyandan sonra ra verilecek cevabı Resulüne ta'limle tesliye etmek üzere

buyuruyor.                                                                    

[Habibim! Sen hasrı inkâr eden kâfirlere de ki «Ey münkir­ler! Yürüyün siz yeryüzünde ve görün sizin gibi günahkârların akıbetleri ne oldu?» Yâ Ekrem-er Rusül! Seni tekzib etmelerinden sen onlar üzerine mahzun ve sana hilelerinden sen darlık içinde olma.] Zira; Allahü Tealâ sana kâfidir.

Yani; ey Resul-ü Zişan! Müşrikler kıyameti inkârlarında ısrar eder, havalarına tebaiyetten vazgeçmezlerse sen onlara de ki «Ey müşrikler! Sizin kıyameti inkârınız dünyaya muhabbet ve man­sıbınıza rağbetiniz sebebiyledir. Şu halde siz seyredin yeryüzünde ve nazar-ı ibretle harabelere bakın, görün ki sizin gibi dünyaya hevesle âhireti inkâr edenlerin akıbetleri ne oldu? Hayretle seyr ü temaşa edin. Zira; akıbetiniz de onların akıbetlerinden başka bir-şey değildir» demekle tehdidden sonra habibim! Senden i'raz ve kıyameti inkâr etmelerinden sen onlar üzerine mahzun olma ve senin hakkında yapmış oldukları hilelerinden göğüs darlığı yapma. Sen kalbini geniş, yüzünü güler, beşereni beşuş tut. Zira; Allahü Tealâ senin yardımcında", onların şerrinden her vakit seni muha­faza eder. Binaenaleyh; sen onların ahvalinden müteessir olma.

[Ve kıyameti inkâr eden kâfirler «Şu vaadeltiğiniz kıyametin zamanı ne vakittir, ta'yin edin zamanını, eğer doğru söyler oldu-nuzsa» derler.]

Yani; şiddetle inkârlarına binaen »Sizin sözünüz yalandır. Eğer doğru söylerseniz vaadettiğiniz kıyametin zamanını t edin>t demekle mukaabele ederler.[43]

 

Vacip Tealâ onların bu mukaabele ve suâllerine cevabı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusül! Sen onlara cevapta «Sizin alelacele gel­mesini istediğiniz azabın bazısı size yakında tâbi olur, lâkin âdet-i İlâhiye; kulları mütenebbih olsunlar ve musir oldukları günahla­rına tevbe etsinler için bir müddet-i muvakkate müsaade etmektir. Binaenaleyh; acele etmeyin, istediğiniz şeyin yakında gelmesi me'-mûldür»' demekle cevap ver.]

Halbuki habibim! Rabbın Tealâ nas üzerine fazl u ihsan sa­hibidir, lâkin nâsm ekserisi şükretmezler.] Binaenaleyh; müsaade-i İlâhiyeden istifade edemezler. Çünkü; kullarının irtikâb ettikleri küfr ü tuğyan ve zulm ü udvan üzere derhal ihlâk etmeyip müsa­ade etmesi Allah'ın büyük ihsanıdır, bu ihsan üzere tevbe ve istiğ­far etmekle şükretmek lâzımken bilâkis şükretmezler. Eğer müsaa­denin nimet olduğunu bilerek tevbeye müsaraatla o nimetin şük­rünü eda etseler azaptan kurtulurlar ve nimetten .müstefid olurlar, lâkin bu nimeti takdir edemediklerinden evvel, geçenler m.-ısıl he­lak ve azab-i ebedîye müstehak oldularsa'bunlar da aynı hale du­çar olacaklardır.

kelimeleri âhad-ı nesin söz­lerinde her ne kadar ricaya delâlet ederse de hükümdarların ve ümerânın sözlerinde kafi ve muhakkak manâsını ifade eder. Çün­kü; ümerânın cüz'i bir işaretleri sarahaten beyan gibi olduğundan başkalarının kelâmında ricaya delâlet eden elfaz onların kelâmın­da kat'iyete delâlet eder. Kezalik Vacip Tealâ'nm kelâmında dahî hâl böyle olduğundan her ne kadar bu âyette kelimesi zikrolunmuşsa da Vacip Tealâ suret-i kafiyede kâfirlere azabın lâ-hik olacağını beyan etmiştir.                                               

[[Habibim!    Senin Rabbin Tealâ    kâfirlerin kalplerindef gizli olara!sırlarını ve aşikâr işledikleri islerini bilir.]           

[[Çünkü; yerde, gökte gaaip bir şey olmadı, ilîâ o galip Levh-i Mfijcfuz'da mevcut ve yazılıdır.]                               

Yani; yâ Ekrem-er Rusül!    Ahireti inkâr eden müşriklerden sen endişe etme ve hallerinden mahzun olma. Zira; onların hilele­ri sana zarar vermez. Çünkü; senin Rabbin Tealâ onların kalple­rinde saklı olan buğz u adavetlerini ve senin hakkında düşündük­leri hilelerini ve kendi lisanlarıyla izhar ettikleri adavetlerini bilir, onlara cezalarını verir, intikamını alır. Zira; semada ve arzda hiç bir gaaip olmadı, illâ o gaaip Rabbin Tealâ indinde mahfuz ve Levh-i Mahfuz kitabında yazılıdır. Şu halde geçmiş, gelecek, olmuş ve olacak her ne varsa cümlesi ilm-i İlâhide münderiç ve ilminden hariç bir şey yoktur. Binaenaleyh; onların azabının taahhuru hal­lerinin gizli olmasından değildir, belki Rabbin Tealâ indinde mu­kadder olan vaktine muallâk olduğundandır.

sıyğa-i mübalâğa olduğundan şiddetle gizli ve gaaip olmadı illâ onu Allahü Tealâ elbette bilir demektir.[44]

 

Vacip Tealâ dünyaya, âhirete ve vahdaniyetine müteallik olan mebahisi beyandan sonra nübüvveti ispat etmek üzere en büyük delil Kur'an olduğundan Kur'an'm rnu'ciz olduğunu beyan zım­nında buyuruyor.

[İşte şu Kur'an Benî İsrail üzerine onların ihtilâf ettikleri me­sailin ekserisini beyan ve hikâye eder.]

Yani; Kur'an kütüb-ü semaviyenin kâffesinin münderecatını camidir. Zira Kur'an; Benî İsrail üzerine onların ihtilâf ettikleri İsa ve Üzeyr (A.S.) in haklarında ve haşr-ı cismânî ve ruhanî gibi ihtilâf ettikleri mesailin çoklarını onlar üzerine beyan eder. Bina­enaleyh Kur'an; mu'cizdir. Zira; ümem-i salifeye ait kıssaların Tevrat'a ve İncil'e muvafık olması Kur'an'm taraf-ı İlâhiden inzal olunduğuna delâlet eder. Çünkü; Resûlullah'ın ümmi olup bir mu­allimden taallüm etmediği gibi kütüb-ü sabıkayı da mütaâla eylemediği halde Kur'an'm beyanatının vakıa muvafık olması taraf-ı İlâhiden münzel olduğuna delil-i kâfidir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Benî İsrail'in ihtilâf ettikleri mesaille murad; birbirine muhalif itikadlan, tağyir ve tahrif et­tikleri meselelerdir. Çünkü; onların İsa (A.S.) in semaya çıkıp çık­madığı ve tahrif ettikleri diğer meseleler hakkında ihtilâflarını Kur'an hail ü faslederek hakikati tamamıyla beyan etmiştir. Şu halde bunların noksansız beyanı; taraf-ı İlâhiden olduğunu ispata kâfidir.[45]

 

Vacip Tealâ Kur'an'm mu'ciz olduğuna ikinci delili beyaı mek üzere buyuruyor.

[Kur'an; elbette müminlere rahmet ve hidayettir.]

Yani; Benî İsrail'in müşkülâtını halleden Kur'an hasra, neşre, kıyamete ve ahval-i âhiretin kâffesine ait aklî ve naklî delilleri müminlere gösterdiğinden müminleri doğru yola sevkeder hida­yettir, Kur'an'm ahkâmı ukul-ü selimeye muvafık olup mucibiyle amel edenleri rıza-yı İlâhiye îsâl ettiğinden ahkâmıyla amel eden müminlere rahmettir. Kur'an'dan intifa' eden müminler olduğu cihetle Kur'an'm hidayet ve rahmet olması müminlere tahsis olun­muştur. Çünkü; kâfirler îman etmeyip intifâ'dan mahrum olduk­larından onlar hakkında rahmet değildir.[46]         

 

Vacip Tealâ Kur'an'm dava-yı nübüvvetin sadık olduğuna de­lâletini beyandan sonra îman etmeyen kimseleri tehdit ve Resulü­nün hak üzerine olduğunu beyanla kâfirlerin mezheplerini tezyif etmek üzere buyuruyor.

[Yâ Ekrem-er Rusülî Senin Rabbin Tealâ onların beyinlerin­de adaletle hükmeder. Zira; Rabbin Tealâ herkese gaaliptir, hük­münü reddedecek bir kimse yoktur, herşeyi bilip ilminden hariç birşey olmadığından hükmü ayn-ı adalettir.]

[Habibim! Rabbin Tealâ adalet üzere hükmedince sen Allahü Tealâ üzerine itimad et. Zira; açık bir hak üzerindesin. Binaena­leyh; onların hallerinden müteessir olma.] Çünkü; hata veya isabet edenleri Rabbin bilir ve beyinlerini hail ü fasleder. Şu halde senin için telâşa mahal yoktur. Yalnız Allah'a tevekkülünde devam et, onların adavetlerine mübâlât etme.

[Çünkü; habibim! Sen ölmüş mevta menzilinde olan kâfirlere söz duyuramazsm, sağulara çağırmakla işittiremezsin. Zira; onlar şehevat-ı nef saniyeler in e muhabbetlerinden hakka arkalarını dön­dükleri zaman onlara söz duyurmak imkânı yoktur.] Çünkü; hakkı işitmekten istinkâf ettikleri cihetle hakkı işitmeye iradelerini sar-fetmezler ki işitsinler, çağıranların sesini işitmemek için arkasını dönenlere söz duyurmak ihtimali olmadığından kâfirlerin hak sözü duymak ihtimali yoktur. Hatta okunan âyetleri duymak istemedik­lerinden bu âyette mevtaya teşbih olunmuşlardır. Çünkü; hayatın şanı işitmek ve onunla intifa' etmek olup onlar ise bu intifâ'dan mahrum olduklarından ayn-ı mevta gibidirler. Hüküm 've kaza iki­si bir manâya olursa da bu âyette hüküm; adalet manâsına olduğu cihetle âyette tekrar yoktur. Buna nazaran manâ-yı nazım: Habibim! Rabbin Tealâ onların beyninde adaletiyle hükmeder ve inkârlarının cezasını lâyıkıyla verir] demektir.

[Halbuki ey Resul-ü Zişan! Sen körlere benzeyen kâfirleri dalâletlerinden hidayette kılar olmadın] Binaenaleyh: onlara hak­kı işittirip dalâleti terkettirenıezsin.

[Zira; sen işittiremez, illâ bizim ayetlerimize îman eden kim­seye işittirirsin. Çünkü; onlar muti, münkad ve mümin-i muhlis­lerdir.] Binaenaleyh; müminier sözlerini dinler ve mucibiyle amel ederler..

Yani; habibim! Sen kalpleri kasavetle dolmuş ve basar-ı-ba­siretleri kapanmış âmâlar gibi olan kâfirlere nasihatini te'sir etti­remez, dalâletten kurtaramazsın, onlar intifa' etmek kasdıyla sö­zünü dinlemezler ki nasihatin te'sir etsin. Şu halde sen sözünü âyet­lerimize îman eden müminlerden başkasına işittiremezsin. Zira; onlar sana muti olduklarından inkıyad üzere sözünü dinler ve inti­fa' ederler, insanlarda ekseriya alelade muhaverelerde bile bu hâl carîdir. Ankasdin dinlerse duy™- ve maksadı anlar, fakat anlamak istemezse dinler gibi görümir ve lâkin söylenen sözü sorsan orada yokmuş gibi hiçbir seydvj; haberi 'irnaz, iste kâfirlerin de aynı halde olduklarını Cenab-ı Hak  bu  iiyptte beyan buyurmuştur.[47]

 

Vacip Tealâ    kıyametin alâmetinden    bazısını beyan    eti üzere buyuruyor.

[Zikret habibim! Şol zamanı ki o zamanda nas üzerine mev'ûd olan kavlimiz vâki olduğunda nas için biz arzdan bir hayvan çıka­rırız ki o hayvan nâsa tekellüm eder. Zira; o günde nas bizim âyet­lerimize yakin üzere îman etmezler.]

Yani; yâ Ekrem-er Rusül! Zikret şol zamanı ki o zamanda nas üzerine azap vacip olup bizim gazabımızın nüzulü ve kıyametin hululü yaklaştığında biz nas için yerden tekellüm eder bir büyük hayvan çıkarırız ki o hayvan kıyametin yakın olduğuna alâmet olur, o dâbbe; nâsa amellerinin iyisini, kötüsünü beyanla mümini ve kâfiri tefrik eder. İşte o zaman zuhur eder ki nas,bizim âyet­lerimize îman etmemiş, belki inkâr ve ekserisini tekzibetmişlerdir. Çünkü; o dâbbenin mümini, kâfiri tefrikinden anlaşılır ki İslâm isminde birçok münafık vardır.

Taberî'de beyan olunduğuna nazaran dâbbetülarz; kıyametin alâmet-i .kübraşırıdandır. Nas arasında emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünkeri beyan eden bulunmadığı zamanda çıkacaktır, Taberî'nin rivayetine, Hâzin'in ve Nisâbûrî'nin beyanlarına naza­ran bu âyette beyan olunan dâbbenin üç defa çıkıp kaybolacağı mervidir. Çünkü; bir defa Yemen'den çıkıp bâdiyede dâbbetülarz'm çıktığı şâyî olacak ve bu şüyu' Mekke'ye gelmeden kaybolacak, ikinci defa da bâdiye'den çıkacak ve çıktığı Mekke'de şâyî olup tekrar kaybolacak, üçüncü defada Mekke'de zelzele olup halk muz-tarip olduğu bir zamanda Mekke'de Safa denilen mahal yarılacak, oradan çıkarak nâsa tekellüm edecek ve müminle kâfir beynini tefrik edecek. İşte o zaman nâsın ekserisinin yakin üzere îman et­medikleri bilinecek, binaenaleyh; İslâm kisvesi altında "birçok mü­nafık olduğu anlaşılacak. Fakat üç. defa çıkacağı rivayet olunmuş-sa da Kazî ve Fahri Râzi'de beyan olunduğuna nazaran esah olan rivayet Mekke'den, bir defa çıkacaktır. Çünkü; Resûlullah'tan dâb-betülarz'm çıkacağı memleketten suâl olunduğunda «İndallah hür­meti büyük olan Mescid-i Haram'dan çıkacağını» beyan buyurmuş­tur ki çıkmasında tekrar olacağını beyan etmemiştir. Eğer çıkma­sında tekerrür olsaydı Rasûlullah beyan ederdi. Zira; çıkacağı bel­deden suâl nerelerden çıkacağını beyanı icab ettiğinden tekerrür olsa behemehal beyan ederdi. Şu halde yalnız Mekke'den çıkaca­ğını beyanla iktifa etmesi bir defa çıkacağına delil-i kavidir.

Dâbbetülarz'm cesametinde muhtelif rivayet varsa da cesame­tine hüküm taallûk etmediğinden bu makamda zikrine lüzum gö­rülmemiştir. Çünkü mesele; kıyametin başlangıcında böyle bir hay­vanın çıkıp, çıkmamasmdadır. Âyet-i celilede Cenab-ı Hak çıkacağı­nı beyan ettiğinden böyle bir hayvanın çıkarak insanlara tekellüm edeceği kafidir. Çünkü; Kur'an'da çıkacağı beyan olunmuştur. Te­kellümüne gelince; Fahri Râzi ve Kazî'nin beyanlarına nazaran iki ihtimâl vardır. Birincisi: hakikatta söz söylemektir. Çünkü; nâsm iyi ve kötü amellerini kendilerine haber verecek ve müminle kâfir beynini tefrik edecek, hatta mescidde namaz kılan kimselerden bazısına "Sen ehl-i salât değilsin» diyecektir. İkin­cisi: tekellümle murad; kelimdir. Yani; noktalamaktır. Zira;    ekser-i rivayete nazaran dâbbetülarz'm elinde asa-yı Mûsâ

ve mühr-ü Süleyman olacak ve asa ile müminin alnına yazılı bir beyaz nokta ve mühürle kâfirlerin burnunun  ucuna yazılı bir siyah nokta basacaktır ve bu suretle müminle kâfirin beyni tefrik olunacağı mervidir.

Cenab-ı Hakkın kudret-i kâmilesine îmanı olan kimse bu mi­silli acayibatı inkâra cesaret etmez. Zira; deve gibi acîp ve.fil gibi garip hayvanatın ve zelzele gibi dehşetengiz vak'alarla yer yarılıp büyük göllerin ve sair garaibin zuhurunu görüp dururken kıyame­tin evvelinde kıyamete alâmet olarak böyle bir acîp mahlûku hal-ketmekle Mekke gibi ümmülbilâd olan bir mahalde müminle kâ­fir beynini açıktan tefrik ettireceğini baîd addetmeye bir sebep yoktur. Ancak tıynetinde habaset olanlar şekavet-i asliyesini izhar için istib'âd ederler ve itiraza yeltenirler, yoksa asdak-ı makaal olan Fahri Kâinatın her dediği doğru da hâşâ bu ve bunun emsali bazı beyanatının yanlış olmak ihtimali var mıdır?

Hulâsa; kıyametin evvelinde kıyamete alâmet olarak Cenab-ı Hakkın böyle acip bir hayvan çıkaracağı ve o hayvanın nâsa tekel­lüm edip müminle kâfir beynini tefrik edeceği ve kıyametin ev­velinde böyle bir hayvanın    çıkacağını inkâr eden kimsenin bu âyeti inkâr etmiş olduğu cihetle tekfir olunacağı bu âyetten müs~ tefad olan fevaid cümlesindendir.[48]

 

Vacip Tealâ kıyametin kabiylinde olacak bazı alâmeti beyan-;; dan sonra kıyamette vâki olacak bazı ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Rcsul-ü Zişan! Zikret şol zamanı ki o zamanda biz her ümmetten birer cemaat hasrederiz ki o cemaat onların reisleri ve bizim âyetlerimizi tekzib edenlerdendir. Onlar haşrolununca hapso-lunurlar kî arkada olanlar gelsin, onlara ulaşsın ve evvelleri âhi­rine müsavi olsun, evveli ve âhiri birleştikten sonra sevkolunsıın-lar,]

[Onlar müçtemi' olarak sevkolunup mahşere geldiklerinde Allahü Teaîâ onlara der ki «Ey kâfirler! Sizin ilminiz benim âyet­lerimin hakikatim ihata etmediği ve kabule şayan olup olmadığını tetkik etmediğiniz halde âyetlerimi tekzibettiniz miydi ve sıhha-tma dair delâilini tetkik edip zihninizi yormaksızın tekzibe nasıl cür'et ettiniz?» demekle kâfirleri tevbih eder.]

[ «Tekzibettikten sonra hangi amelî işlediniz, haber verin ba­na.] Çünkü; âyetleri tekzibetmek ve beğenmemek o âyetlerin ah­kâmından daha iyi bir amel icabeder. Binaenaleyh; siz ne gibi amel işledinizse söyleyin, bilelim» demekle kâfirleri iskât ve ilzam eder. Çünkü;    onların tekzipleri cehaletten başka birşey olmadığından cevaba muktedir olamazlar. Zira; «filân ameli işledik" demeye me­calleri yoktur. Şu suâl «Âyetleri inkâr edince âyetlerden daha iyi bir amel vücuda getirmeliydi, inkârdan başka ne işlediniz? Daha iyi bir amel vücuda getirebildiniz mi? Getirdinizse söyleyin. Geti-remeyince inkârdan faydanız ne oldu?» demekten ibarettir. Çünkü; insan bir ameli beğenmeyip reddedince ondan daha alâ bir amele sa'yeünesi âdettir. Şu halde âyetleri reddedenlerin başka amelleri olmayınca tekdire müstehak olduklarından Cenab-ı Hak mahşerde onları tekdir ve terzil edeceğini bu âyetle beyan buyurmuştur.[49]

 

Vacip Tealâ mahşerde kâfirleri tevbih edeceğini bekandan sonra- onlar üzerine azap nazil olunca söz söylemeye kaadir olama­yacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirlerin bizim âyetlerimizi tekziple kendi nefislerine İ ve gayrıları idlâl etmeleri sebebiyle onlar üzerine azapla vaki' olup azap nazil olunca onlar asla söz söylemezler.] Zira; i'ti" zara mecalleri olmaz. Çünkü; onlar ateş içine yüzleri üzerine baş­lan aşağı feci bir surette atıldıklarından söz söylemeye kudretleri kalmaz ki azapla meşguliyetlerinden itizara zaman bulabilsinler. Bu âyet; kâfirlerin zulümleri sebebiyle duçar olacakları felâketleri beyanla kullarını zulümden tenfir ve zulme ısrar edenleri\ tehdit etmiştir.[50]                                                               

 

Vacip Tealâ kâfirleri kudret-i İlâhiyeye delâlet eden âyetlere nazar etmediklerini beyanla tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Onlar zulmederler de görmediler ve bilmediler mi? Biz ge­ceyi onlar sakin olsunlar için karanlık, gündüzleri onların hareket- ?| leri için göz görür ziyalı halkettik.]

[İşte şu geceleri nâsın rahatları için karanlık ve gündüzlerij meşy ü hareketleri için ziyalı halketmekte âyetlerimize îman edenj müminler için kudretimize delâlet eder alâmetler vardır.]            \

Yani; müşrikler nazar edip ayn-ı ibretle bakmadılar mı bizimi bu kadar meydanda olan masnûâtımıza ve kudretimiz tahtında! makhur olduğunu görmediler mi? Hem gördüler, hem de bildilerj ve o masnûâtımız cümlesinden olarak geceleri nâsa istirahat ve sükûnet için karanlık halkettik ki insanlar uykuyla vücutlarını dinlendirsinler, dağdağa ve iştigalden fariğ olsunlar. Hâlî zihinle yarınki gün yapacakları şeyleri düşünsünler, gündüzü ziyalı hal­kettik ki nâsın seyrüseferine elverişli olsun, ticaret, ziraat gibi es-bab-ı maişetle meşgul olsunlar. İşte bu minval üzere halkettiğimiz mahlûka atımıza nazar edip bakmak lâzımken nazarı terkle küfrü-zere devam edenler azaba müstehaktırlar. Zira; bu gibi mahlûkaa-tımızda nazar-ı ibretle bakan kavm-i mümin için kudretimize ve âhirete alâmetler vardır. Çünkü; şu beyan olunan alâmetlere ke-mâl-i dikkat ve ihtimamla nazar eden kimseler için hasra ve neşre müteallik ahkâmı inkâr etmek şöyle dursun derhal tasdika müsa-raat ederler. Binaenaleyh; kâfirlerin tasdik etmedikleri, nazar-ı ibretle bakmadıklarından neş'et ettiğinden nazarı terkettikleri ci­hetle azaba müstehak olmuşlardır.[51]

 

Vacip Tealâ kıyamette olacak ahvalin bazısını beyandan sonrj baz-ı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret hahibim! Şol günü ki o günde sûra üfürülünce yerde ve gökte olan zîruhun kâffesi fezi' ve feryad eder. Ancak Allah'ın fezi' etmelerini murad etmediği kimseler fezi' etmezler.]

[Ve emvattan herhiri zelil ve hakir oldukları halde sûr] lan çağıran davetçi tarafına gelirler.]

Yani; yevm-i kıyamette İsrafil tarafından sûr denilen şeye üfürülünce yerde ve gökte sakin olan cümle mahlûkat o sadanm şiddetinden ıztırap üzere fezi' ve feryad ederler. İllâ Allah'ın he­laklerini murad etmediği has kulları feryad etmezler ve cümlesi ihya olunduktan sonra hor ve hakir oldukları halde mahşere gelir­ler. Yani; herkes hallâk-ı âlem huzuruna kemâl-i tazarru' ve tevazu üzere ezik büzük bir halde gelirler. Binaenaleyh; dünyada tekebbür eden cebabirede asla kibir emmaresi görülmez.

Fahri Râzi'nin beyanına nazaran sûr; bir borudur. Onu öttürmeye me'mur olan İsrafil (A.S.) dır. Ahâdis-i nebeviyede be­yan olunduğu veçhile İsrafil sûra üç defa üfürecektir. Birin­cisi; kıyametin evvelinde üfürecek, halk fezi' ve feryad ede-çektir. İkincisi: kıyamette herkesi ihlâk için üfürecektir. Üçüncüsü: kıyametten sonra herkesi kabrinden kaldırmak için üfürecektir. Medarik'te beyan olunduğuna nazaran bu âyette nefh ile murad; fezi' için olandır. Yahut fezi 'İç murad; helak olduğuna nazaran helak için üfürülecek olandır. Çünkü; sûrun sadâsı o kadar şiddetli '.olacak ki onu işiten zîruhtan hiçbir ferdin kuvvet-i tabiiyesi tahammül edemeyeceğinden bir kere şada ile cümlesi helak olacaktır, illâ Allah'ın helakini murad etmediği kimseler müstesnadırlar. Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran he­lakten müstesna olanlar; Cibril-i Emin, İsrafil, Mikâil ve Azrail'­dir. Çünkü, (İbn-i Abbas) tan nefha-i ûlâda bu dördün helak ol­mayacakları mervidir,[52]

 

Vacip Tealâ sûr üfürülünce halkın fezi' ve feryed edeceğini beyandan sonra kıyamette vuku bulacak ahvalden baz-ı âharj^ be yan etmek üzere buyuruyor.

[Habibimî Sen dağları görür, o dağları sabit ve cânüd sanne-dersin. Halbuki kıyamet gününde o dağlar havada bulutların yü­rüdüğü gibi yürür, bulutlar gibi hareket ederler,]

[îşte bu dağların sabit gibi görülüp halbuki havada hareket

-Tealâ'nın işidir.] Binaenaleyh; Allah'ın bu gibi işlerinde akılları hayrette kılacak hikmetler ve maslahatlar vardır, fakat kulları bi­lemezler.

[Zira;    Allahü Teaîâ kullarının islediği ef âlin kâffesini bilir ve cümlesinden haberdardır.] Lâkin kulları onun işlerinde olan hikmetlerin ekserisini bilmezler ve bilmediklerinde hayrette ka­lır, gûnâgûn mezheplere zehab ederler, muhtelif fırkalar hasıl olur.

manâsına yani: kıyamette sen dağlan görsen onları bir noktada durur zannedersin, halbuki onlar havada bulutun yürüdüğü gibi yürürler demektir. Çünkü; büyük cisimlerin hareketleri ne kadar seri olsa da ufak cisimlerin hareket­leri, gibi bakınca iarkolunmadiğından onu görenler ilk görüşte hare­ket etmez, durur zanneder. Halbuki onlar seyr-i seriyle hareket eder.

yani «Herşeyi halketti, sağlam kıldı, muhkem yaptı ve güzel eyledi» demektir.[53]

 

Vacip Tealâ alâmat-ı kıyameti beyandan sonra kıyamette ce­reyan edecek ahvalden bazısını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer bir kimse âhirete sevapla gelirse âhirette onun için o sevaptan daha hayırlısı vardır. Halbuki haseneyle gelenler o gü­nün fezi' ve feryadından,    mihnet ü meşakkatinden eminlerdir.]

Binaenaleyh; onlar o günde ıztırap çekmezler.

[Ve eğer bir kimse Allah'ın nehyetmiş olduğu! bir günahla gelirse onlar yüzleri üzerine Cehennem ateşine atılırlar.]

[Onlar Cehennem'e girince asaplarını tezyid içib taraf-ı ilâ­hiden «Siz cezalanmaz, illâ amelinizle cezalanırsınız.» Yani; şu gördüğünüz ceza amelinizin cezasıdır] denir ki hasretleri artsın, azap üzere azap olsun.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyette Ka­sene yle murad; kelime-i tevhid ve amelde ihlâstır. Buna naza­ran man&yı nazım: [Eğer bir kimse kelime-i tevhid ve amelinde ihlâsla gelirse âhirette ona getirdiği amelden daha hayırlı derece var] demektir. Fakat hasene lâfzı ibâdâtın cemime şâmil olup iti­bar lâfzın şümulüne olduğu cihetle haseneyle murad; ibada-tın cümlesidir. Şu halde manâ-yı nazım: [Eğer bir kimse Allah'ın emrettiği ibadeti işler ve sevapla gelirse âhirette ona işlediği iba­detten daha hayırlı ecir var ve yevm-i kıyametin şiddetinden de emin] demektir. Çünkü; abdın dünyaaa şer'a muvafık işlediği her amelin âhirette sevabı olduğundan haseneyi kelime-i tevhide tah­sise hacet yoktur. Kezalik seyyie de menhî olan her günaha şamildir. Binaenaleyh; günahla âhirete gelen kimse Cehennem ateşine müstehaktır. Ancak affa mazhar olanlar azaptan müstesnalardır.[54]

 

Vacip Tealâ mebdei, maadı, nübüvveti ve kıyametin bazı alâ­metini, ehl-i Cennet ve ehl-i Cehennem'in halini beyandan sonra bunların cümlesi usûl-ü itikadiyeye müteallik olduğundan usul-ü itikadı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ben ancak şu beldenin Rabbisine ibadet etmek ve riyasız ih-lâs üzere tevhidle emrolundum ki o Rabbi Tealâ bu beldeyi muh­terem kıldı. Halbuki herşey o beldenin sahibi olan Rabbi Tealâ'nın mülkü ve mahlûkudur. Binaenaleyh; herşeyiıı tasarrufu ona aittir.]

[Ve ben o beldenin Rabbisinin emr ü nehyine ve cemi ahkâ­mına inkiyad edenlerden olmakla emrolundum.]

[Ve sizi irşad için inzal olunan Kur'an'ı size tilâvet ve mec-ma'-ı nâsta halka tebliğ etmekle dahî emrolundum.]

[Binaenaleyh; eğer bir kimse ihtida ederse ancak kendi nefsi için ihtida eder.] Zira; ihtidasından intifa' edecek kendisidir eğer bir kimse Kur'an'dan i'razla dalâleti irtikâb ederse habibim! Sen de ki «Ben ancak Allah'ın kullarını inzar edenler­denim. Binanaleyh; vazifem sizi inzar edip ahkâmı tebliğ etmektir. Şu halde ben vazifemi ifa edince siz ister kabul edin, ister etme­yin» demekle onlara hakikati beyan et.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette belde yle murad; Mekke-i Mükerremedir. Vacip Tealâ her beldenin Rabbisi olduğu halde Mekke'ye izafetle Mekke'nin Rabbisi olduğunu tasrih; Mek­ke'ye tazım ve teşrif içindir. Çünkü; Allahü Tealâ Mekke belde­sini cümle beldelerden efdal, eşref ve muhterem kıldı, o belde-i mükerremeye insanlar nazarında bir hürmet ve kıymet verdi ve bu faziletine binaen âyette o beldenin Rabbi olduğunu tasrih etti. Binaenaleyh; insanlar için o beldenin hürmetini kaldırmak ve şe­refini gidermek mümkün olamaz. Zira; Allah'ın" verdiği şerefi kal­dırmak kimin haddidir? O şerefi başka beldeye nakletmek dahî mümkün değildir. Nasıl ki (Ebrehe) Yemen'e nakletmek için ça­lıştı ve akıbet helakine sebeb olduysa o beldenin hürmetini kes-retmek için çalışanlar hep haip oldular. Çünkü; insanlardan bazı­ları deniyyüttabia olup himmeti ancak dünya ziynetine ve lezzeti­ne masruf olanlar Mekke'nin kuru bir çölde huzuzat-ı dünyadan hâli bir mahal olduğundan şeref-i manevîsini idrakten âciz olan kimseler şerefi, sulu, bağlı ve bahçeli olan yerlerde zanneder ve Mekke'ye kendi hasis nazarıyla bakar, kıymetsiz görür ve o şere­fin başka mahalle naklini mümkün farzeder. Fakat bu zannı haya­linde kalır, akıbet hüsran-ı ebedîye mazhar olur gider.

Cenab-ı Hak sûrenin bidayesinden buraya gelinceye kadar vu­ku bulan davetin tekemmül ettiğine işaret için Resulüne kendi ha­liyle meşgul olup Rabbisinin ibadetine müstağrak olduğunu beyan etmesini emretmiştir.[55]



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3970-3971

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3971-3973

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3973-3974

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3974-3975

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3975-3977

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3977-3978

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3978-3979

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3979-3982

[9] Cild: V, Sahife: 1734.

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3982

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3982-3984

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3984-3985

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3985-3987

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3987-3989

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3989-3991

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3991-3993

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3993-3995

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3995-3997

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/3997-4000

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4000-4001

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4001-4002

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4002-4005

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4005-4007

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4007-4008

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4008-4009

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4009-4011

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4012-4015

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4015-4017

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4017-4018

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4018-4020

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4020-4021

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4021-4024

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4024-4026

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4026-4027

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4028-4029

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4029-4031

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4031-4032

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4032-4035

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4035-4037

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4037-4038

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4039-4040

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4040-4041

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4041-4042

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4042-4044

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4044-4045

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4045

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4045-4047

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4047-4050

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4050-4051

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4051

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4051-4052

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4052-4053

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4053-4054

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4055-4056

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 9-10/4056-4057