Mekke-i Mükerrenıe'de
nazil olan sûrelerdendir. Kırk âyeti camidir.
[Hz. Musa'nın kelâm-ı
İlâhî ile müşerref olduğu Tur dağına ve deriden açık sahifelerde yazılmış
Kur'ana ve Hacceden Huccâc-la ma'mur Kâbe-i Muazzama'ya ve arz üzerine ref'
olunmuş semaya ve su île dolu deryaya yemin ederim ki ya Ekrem-er Rusül!
Rabbin Tealâ'nın azabı asîlere elbette vakidir.]
Yani; şu mevcudata
kasem ederim ki Rabbinin günahkârlara va'detmiş olduğu azab elbette vaki
olacaktır, vaki olmamak ihtimali yoktur. Zira; âsînin isyanının cezasını
görmesi adalet-i İlâhiye icabıdır. Bu âyette zikrolunan mevcudatın her biri
birer şerefle müşerref olduğundan Cenab-ı Hak her birine yemin etmekle
şereflerine işaret buyurmuştur. Çünkü Tûr dağı; Hz. Musa'nın Vacip Tealâ ile
mükâlemesine mahal ve hitab-ı İlâhî'nin Hz. Musa'ya tecellîgâhı olduğundan ve
deri üzerine yazılan kitap; kulların dünyevî ve uhrevî seâdetlerine kâjî ahkâmı
cami' bulunduğundan ve beyt-i şerif; Hz. Muhammed'in Cenab-ı Hakka hitabına vesile
olduğundan ve sema; Azametullah'a delâlet ettiğinden ve derya ise Hz. Yunus'a
bir müddet ibadethane olduğundan kasem olunmağa şayan oldukları cihetle
Cenab-ı Hak bunların her birine kasem buyurmuştur.
Kitab ile murad;
Levh-i Mahfuz veyahut Tevrat-ı Şerif veyahut insanların amel defterleri olmak
ihtimali varsa da burada kitapla murad; Kur'an olmak ihtimali ağleb olduğu
cihetle ekser-i müfessirîri Kur'an olmasıyla tefsir etmişlerdir. Kitabın ahkâmı
açık olduğuna işaret için kitabın deriden açık sahifelere yazıldığı beyan
olunmuştur. Çünkü; Kur'anda gizli bir hüküm yoktur. Kur'-anın bidayet-i
nüzulünde kâğıt mevcut olmadığından musaykal deri parçalarına yazılmıştır.
Çünkü; o zamanda deri üzerine yazılmak âdet olduğundan Kur'anın âyetlerinin
dahi deri üzerine, saksı ve tahta parçalarına yazıldığı mervîdir. Kitabın
şanına ta'zîm için ta'zime delâlet eden tenıAn ile nekre olarak varid olmuştur.
Kitap lafzıyla Kur'an murad olunmak beynennâs ma'rûf olduğundan edât-ı ta'rîfle
izaha hacet olmadığına işaret için tariften ârî olarak zikrolunmuştur.
[Vaki olan azabı hiç
bir veçhile def'cdici yoktur.] Çünkü; azabın vukuna irade-i İlâhiye tealluk
edince azabın define hiç bir kimsenin kudreti tealluk etmez. Zira; Allah'ın
kudretine nişbetîe kullarının kudreti yok mesabesindedir.[1]
Vacip Tealâ elbette
azabın vaki olacağını bayandan sonra azabın vukuu zamanını beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Semanın garib bir
harekeyle hareket edip ıs t ir ab-ı elimle muztarib ve büyük dağların kemal-i
sür'atle havada yürüdüğü zaman âsîler üzerine elbette azab vaki olacaktır.]
Yani; kâfirler üzerine
azabın vukuu şol günde olacaktır ki o günlerde gökler şiddetle hareket eder,
dağlar bu kadar cesametiyle atılmış pamuk gibi havada seyr-i seri'le seyreder.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile o günde azab-ı İlâhî'den fira edecek ve sığınacak bir mahal olmadığını
işaret için semanın h reket edeceği, dağların da havada gezeceği beyan
olunmuştur. ÇürJ kü; insanın başına gelen bir musibetten saklanacak mahal semâ
ile arz olabilir. O günde bunun her ikisi de âdetlerinin hilafı şiddetle
hareket ve İstıraba düşünce yerde ve gökte emniyyet üzere karar edecek bir
melce' kalmaz. Zira; her ikisi de kararsız seyr-i seri'le hareket edince
insanın kararma mahel olamazlar.
Sema ile arzın bu
harekesi dünyaya bir daha avdet etmek mümkün olmadığına delâlet eder. Çünkü;
yer, gökler, ay ve yıldızların cümlesi insanın intifaı için yaratılmıştır.
Bunlar harab olunca insanın avdeti imkânı olamaz. Zira; bunlar gidince dünya
kalmaz ki avdet edilsin. İnsanın intifa'ı olmayınca hepsi heba olup gidecektir.
iztırab ve şiddetle
hareket etmektir. alelade yürür demektir. Semânın harekesi arzın harekesinden
şiddetli olduğuna işaret için semânın harekesi şiddet manâsını ifade eden
temûr lafzıyla tâbir olunmuştur.[2]
Vacip Tealâ azabın
vukuunu ve vaki olacağı zamanı beyand^ sonra azabın kimler üzerine vaki
olacağını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Gökler ve dağlar
hareket edip yerlerinden ayrılınca o günde azabın şiddeti ve helakin dehşeti
şol kimselere mahsustur ki onlar nebilerini ve nebilerinin getirdiği şeriatları
tekzibedici batıla dalmış gaflet içinde oynar bir takım kimselerdir.] Zira;
hak söylemez ve söyleyeni dinlemez ahmak kişilerdir. Çünkü; daima batıla meyledip
batılla ülfet,ettikleri için hakka yanaşmaz ve hakkı kabul etmezler.
Dini tekzib eden
kimselerin oynamış oldukları batılın çokluğuna işaret için kelimesi çokluğa
delâlet eden tenvîn ile nekre olarak varid olmuştur. Çünkü havz; bâtıl bir şeye
dalmak manasınadır. Binaenaleyh; müşriklerin bir takım batıl ef'alle iştigallerinden
havz lafzıyla ta'bir olunmuştur.[3]
Vacip Tealâ nebilerini
tekzibedenlerin helak olacaklarını beyandan sonra o helakin muktezası olan
azabın gününü ve şiddetini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Enbiyayı tekzıfaeden
kâfirler için helâk-i azîm şol günde olur ki o günde mücrimler şiddetle
Cehennem'© defolunur atılırlar, zebaniler tarafından onlara «İşte şu ateş;
sizin dünyada tekzib ettiğiniz ateştir»; denilir.] Çünkü; onlar dünyada
Cehennem'i nasıl şiddetli inkâr ettilerse, inkârlarının şiddetleri nisbetinde
Cehen-nem'e şiddetli atılırlar ve Cehennem'i re'yelayn görüp ateşin acısını
tadınca dünyada tekzibettikleri başlarına kakılır, yüzlerine vurulur ki azab
üzerine azab olsun. Bazı rivayete nazaran kâfirler Ce-hennem'e elleri ayakları
bağlı olarak atılırlar.[4]
Vacip Tealâ zebaniler
tarafından ehl-i Cehennem'e «işte şu ateş sizin dünyada tekzibettiğiniz ateş»
denildiğini beyandan sonra zebaniler tarafından sorulacak sualin bakiyyesini
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zebaniler tarafından
ehl-i Cehennem'e «siz dünyada Kur'ana sihirdir
deyip de hakkı görmediğiniz gibi şu içine atıldığınız ateş de sihir midir yoksa
dünyada hakkı görmediğiniz gibi Cehennem ateşini de görmüyor musunuz?»
denilir.]
Yani; zebaniler
tarafından «Dünyada size bu Cehennem'i ve ateşinin şiddetini beyan eden vahye
sihir diyordunuz. Şimdi içine girip acısını tattığınız şu ateş de sihir midir,
yoksa siz görmüyor musunuz?» denilmekle ehl-i Cehennem tekdir olunurlar. Çünkü;
dünyada onlar nebilerini tekzib etmekle ve nazil olan vahye sihir demekle
enbiya-ı izama îzâ etmişlerdi. Ceza amel cinsinden olmak kaidesine tevfikan
âhirette zebaniler onları tevbih ederler ve ezâ olmak üzere «Şu gördüğünüz ateş
de sihir midir yoksa görmüyor musunuz?" demekle azabederler. Zira; bu
sözler yara üzerine tuz ekmek kabilinden azab üzerine azabtır ve dünyada
insanların muhaverelerinde buna benzer sözler cereyan eder. Meselâ bir kimse bilkülliye
inkâr ettiği şeye vakt-ı aharda mübtelâ olunca diğerleri tarafından şemâtet
olarak «nasıl bu da mı olmadı? Hani öyle olmaz diyordun, niçin oldu, gördün mü
olmaz mıymış?» gibi sözler söylenir. İşte âhirette dahi aynı muamelenin ceryan
edeceğini Genab-ı Hak bu âyetlerle beyan buyurmuştur.[5]
Vacip Tealâ Zebaniler
tarafından söylenecek sözlerin bjakiyye-sini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zebaniler tarafından
kâfirlere hitaben «Ey kâfirler! j Girin Cehennem'e ister sabredin, ister
etmeyin. Zira; sabredip etmemek sizin üzerinize müsavidir. Çünkü; siz
amelinizle cezalanırsınız» denilir.]
Yani; «ey dünyada
Resullerini tekzibeden ve nazil olan vahye sihir deyen kâfirler! Siz inkâr
ettiğiniz Cehennem'e girin, gireceksiniz, girmemek elinizde değildir. Binaenaleyh;
Cehennem ateşine sabredin veya etmeyin. Zira; sizin üzerinize sabır etmek ve
etmemek müsavidir ki her ne yapsanız faydası yoktur, ancak sizin cezanız;
işlediğiniz amelinizin cezasıdır. Binaenaleyh; dünyada seve seve işlediğiniz
günahlarınızın cezasını burada sevmeye sevmeye çekeceksiniz, ameliniz
mukabilinde ceza olduğu için fezi u feryâd fayda vermez. Çünkü fayda; dünyada
iman etmekteydi, onun da zamanı geçmiştir.» demekle Zebaniler ehl-i Cehennem'i
tekdir ederler.[6]
Vacip Tealâ ehl-i
£ehennem'in hallerini ve onlara vaki olacak tekdirleri beyandan sonra ehl-i
Cennet'in hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Müttekîler Ruhlarının
verdiği nimetler ve rızıklarla telezzüz eder oldukları halde Cennet'ler ve
nimetler içinde karar edicilerdir, Rabları onları azab-ı Cehenriem'den vikaye
etti, sakladı.]
Yani; Allah'a ve
Resulüne iman edip. imanlarının muktezasm-ca amel ederek haram olan şeylerden
nefislerini sakınan mümin müttekîler Rab'larımn verdiği rızıklarla telezzüz
eder oldukları halde kendilerine mahsus olarak halkolunan bağlar, bahçeler,
köşkler, saraylar ve gûnâ gûn nimetler içinde karar ederler, onlar yalnız
Rablerinin nimetine müstağrak olmakla kalmazlar, belki ihsan üzere ihsan
olarak Rab'ları onları Cehennem azabından dahi sakladı ve korktuklarından
kurtardı, bu kurtuluş onlar için seâdet-i uzmâdır. Çünkü insanın kemal-i
istirahatı iki şeyle hasıl olur: Birincisi; umduğuna nail olmak, ikincisi;
korktuğundan kurtulmaktır. Binaenaleyh; insan yalnız umduğuna nail olmakla
müsterihül-kalp olamıyacağmdan Vacip Tealâ bu âyette müttekîlerin nail
olacakları nimetleri beyanla beraber âkibet endişeleri dahi olmayacağım beyan
buyurmuştur.[7]
Vacip Tealâ ehl-i
Cennet'in nail olacakları nimetin neticesi kolaylıkla yemek ve içmek olduğundan
ehl-i Cennet'e yemek ve içmekle olacak iltifatı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Ehl-i Cennet!
Ameliniz sebebiyle kolayca yiyin ve için, birbirine mülasık ve bir hizada sizin
için hazırlanmış köşkler, kür-siler ve sandalyeler üzerine oturucu ve dayanıcı
olduğunuz halde eki ü şürb'e devamedin. Biz müttakîleri gözleri büyük ve
simaları gayet güzel hurilerle evlendiririz.]
Yani; ehl-i Cennet
Cennet'e girince taraf-ı İlâhî'den melekler vasıtasiyle müsafirlere ikram olmak
üzere denilir ki «Ey ehl-i Cennet! Dünyada güzel ameller işlemiştiniz. O güzel
amelleriniz sebebiyle kolay kolay yiyin ve için, yalnız yiyip içmekle iktifa
etmeyin, belki sizin için hazırlanmış ve birbiri hizasına dizilmiş saf olmuş
kürsüler ve sandalyeler üzerine dayanıcı olduğunuz halde yiyin ve için Ki
rahatınız tamam olsun, Biz Azimüşşân ehl-i Cennet'e büyük gözlü güzel yüzlü
hurileri tezvîç ederiz.»
hazmı kolay ve
yemesinde zahmet yok demektir. Çünkü; Cennet nimetlerinin yemesinde güçlük
olmadığı gibi yedikten sonra şişkinlik vermek ve sancı irâs etmek ve hazımda
zahmet çekmek gibi bir korku da yoktur. Şu halde Cennet nimetlerinin akıbeti
bir takım zahmet ve meşakkata inkîlâb eylemez, binaenaleyh; dünya nimetlerine
asla kıyas kabul etmez. Zira; dünya nimetlerinin âkibeti endişeden hali
olamaz.
Vacip Tealâ bu
âyette ehl-i Cennet'in rahatlarının
tertibini beyanla insanları güzel amellere terğib etmiştir. Çünkü; insana evvelâ mesken lâzımdır. Meskenin en alası Cennet'tir.
Yalnız meskenin rahatı temin etmediğinden müttekîlerin meskenleri Cennet
olduğunu beyandan sonra ehl-i Cennet'in tefekküh edeceklerini beyan
buyurmuştur. Çünkü fâkihe; telezzüz için yenilen meyvelerdir. Ve nimetlerin
ulviyyetine işaret için nimeti veren ehl-i Cennet'in Rabları olduğunu beyan
buyurmuştur. Zira nimet; o nimeti veren mün'imin büyüklüğü nisbetinde âlî olur.
nimetten telezzüz eki ü şürb'le olup fakat eki ü gurk bazen zararı mucib
olduğundan hiç bir veçhile, zarar olmıyacağma işaret için kolay olduğu halde
yiyip içmeleriyle emrolunacağım beyan buyurmuştur. Yiyip içmek de rahat
oturmakla olacağından kürsüler üzerine oturacakları beyan olunmuştur. Yemek ve
içmekle teîezzüz hasıl olduktan sonra zevceye ihtiyaç messettiğinden ehl-i
Cennet'in âmal-i sâîihaları semeresi olarak halkolunan hurilerle tezevvüç
edecekleri dahi beyan olunmuştur. Şu halde Cennet'te huzuzât-ı nefsâniyyeden
hiç bir şeyin noksan olmıyacağma bu âyet delâlet eder.[8]
Vacip Tealâ ehl-i
Cennet'in me'külât ve meşrubattan istedik-eri şeyler mevcut olacağını beyandan
sonra onların telezzüzü yalnız me'külât ve meskenlerle kalmayıp evlâd ü
ahfadları kendileriyle beraber bulunmak suretiyle dahi mesrur olacaklarım
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlar
iman ettiler ve onların evlâdları kendilerine imanla ittiba' ettiler ve biz
onların zürriyetlerini Cennet'te kendilerine ilhak ederiz ve amellerinden hiç
bir şeyi noksan etmeyiz.]
Yani; kendilerine iman
edip de çocukları da Allah'a iman etmekle kendilerine ittibâ ederlerse
Cennet'te onların rahatlarını ikmal için huzuzat-ı nefsâniyelerini tamam
verdikten sonra zürriyetlerini kendilerine ilhak ve derecelerini terfi'
etmekle rahatlarını temin ederiz, zürriyetlerini kendilerine ilhak etmekten
derecelerine asla noksan gelmediği gibi amellerinin ecrinden asla hiç bir şey
noksan olmaz. Zira; onların her cihetle sürurlarını temin için Ce-nab-ı Hak
lutf u ihsanından çocuklarının derecelerini kendi dereceleri makamına terfi'
eder, yoksa pederlerin amellerinden birer miktarı bedelinde terfi' eder demek
değildir ki pederlerin derecelerinden noksanı mucib olsun.
Fahri Râzi ve Hâzin'in
beyanları veçhile pederle evlâd arasında şefkat ve merhamet dünyada nasıl carî
ise âhirette dahi öylece carî olduğundan insanın evlâdı ve ahbabı ile içtima'
edip sohbet etmek dünyada nasıl süruru mucib olursa Cennet'te dahi süruru mucib
olacağını beyan için Cenab-ı Hak bu âyette ehl-i imanın mümin olan
zürriyetlerini kendilerine ilhak edeceğini beyan buyurmuş ve evlâdın derecesi
babanın derecesinden noksan olsa dahi babaya hususî ikram olmak üzere evlâdın
dereceleri terfi' olunacağı beyan olunmuştur. Şu halde ehl-i Cennet'in
Cennet'te olan zevk u safaları evlâdlarmı nisyân ettirmiyor. Kezalik dünyada
evlâda ma-habbet diğer nimetlerin fevkinde süruru mucib olduğu gibi âhiret*-te
dahi evlâda mahabbet süruru diğer nimetlerin fevkinde olacağına işaret vardır.
Binaenaleyh; dünyada malını sefahete sarfla evlâd ü iyalini fakir olarak
terkeden süfeha mezmum oldukları gibi evlâd ü iyalini halaiinden ganî olarak
terkeden suleha-yı ümmet de indallah ve indennâs memduhlardır ve evlâda
ierkettikleri maldan sadaka sevabına nail olacakları da mervîdir. Binaenaleyh;
bir kimsenin sülüs malından ziyade vasiyyeti caiz olamaz.
Mümin olan kimsenin
baliğ olmadan vefat eden çocuklari imanda kendine tabidir, baliğ olup da iman
edenler de tabilerdir. Şu kadar ki el-İyâzü billâh irtidâd ederse hal-i
sebavette vefat eden çocuklar irtidadda ona tâbi olmazlar.
Hulâsa; ehl-i imanın
mümin olan çocuklarının kendilerine tâbi olacakları ve âhirette her müminin
mümin olan zürriyetleri amelce pederlerinden noksan olsalar dahi dereceleri
pederlerine ikram olmak üzere terfi' olunup pederlerinin yanında bulunacakları
ve evlâdın derecesini
terfi' sebebiyle pederin ecrinden noksan olmayacağı bu âyetten müstefad olan
fevaid cümlesindendir.[9]
Vacip Tealâ ehl-i Cennet'in
ezher cihet refah ve seadete nail olacaklarını beyandan sonra herkesin kendi
ameliyle haşrolunaca-ğını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Her kişi kendi
kazandığı ameli ile merhundur.] Hayr ü şer o amelin cezasını kendi görür.
Binaenaleyh; bir kimse diğer kimsenin amelinin cezasıyla mücâzâat olunmaz.
Çünkü; herkes kendi kisbiyle muahaze olunur. Şu halde mümin imanıyla Cennet'e,
kâfir de küfrüyle Cehennem'e gider. Zira; kendi amelinin rehinidir. Çünkü
rehin; râbine tâbidir. Her şahıs amelinin rehini olunca o şahıs ameline
tabidir. Binaenaleyh; ameli onu alır ya Cennet'e veyahut Cehennem'e götürür
demektir.
Bu âyet bir kaide-i
külliyedir ki efrad-ı insandan her ferde şamildir. Binaenaleyh; suğrâ sehletel
husul tarîk ile her fert üzerine tatbiki kabildir. Şöyle ki meselâ insanlardan
Zeyd'i ele alır deriz ki «Zeyd kendi ameliyle merhundur. Zira; Zeyd bir
kişidir. Her kişi kendi ameli ile merhundur. Binaenaleyh; Zeyd kendi ameliyle
merhundur.» Kezalik Ali, Veli, Ömer hep böyledir. Meselâ «Ali kendi ameliyle
merhundur. Zira Ali bir kişidir. Her kişi kendi ameliyle merhundur.
Binaenaleyh; Ali kendi ameliyle merhundur ». İşte şu minval üzere âyet efrâd-ı
beşerin cümlesine şâmildir.
Fahri Râzi ve Hâzin'in
beyanları veçhile rehîn; râhin yani daim manâsına olduğuna nazaran manâ-yı
nazım : [Her kişi ameliyle daim] demektir. Şu halde «Eğer ameli salih olursa
Cennet'te daim, eğer ameli seyyi' olursa Cehennem'de müebbed» demektir. Çünkü;
devam üzere ameli kendisiyle beraber olunca o amelin cezası da kendisiyle beraberdir.[10]
Vacip Tealâ ehl-i
Cennet'in nimetlerinden bazılarını dan sonra bazı aharı beyan etmek
üzere buyuruyor.
[Biz Azimüşşân ehl-i
Cennet'in nimetlerini meyvelerle ve arzularına muvafık etlerle ziyade ederiz.
Halbuki onlar içi şarap dolusu kâseleri münavebe tarîki ile birbirlerinden
alırlar ve latife suretiyle birbirlerinden almak için yekdiğerini kendi
üzerine tercih ederek «Sen al ben alayım» gibi niza ederler ki bu niza dünyada
olan nizalar gibi hakiki niza değildir, belki teiezzüz için irâd olunan leiâif
kabilüıdendir. Binaenaleyh; Cennet'te faydasız lağviyyât olmadığî gibi fena söz
dahi olmaz.]
Yani; ehl-i Cennet'e
verilen nimetler üzerine meyvelerin her nev'i ile ve istedikleri etle
nimetlerini tezyîd ederiz, onlar içi dolu şarap kâselerini münavebe tarîki ile
alırlar. Asla Cennet'te lağviy-yâtla iştigal olunmadığı gibi yalan, gıybet,
birbirine söğmek ve kötü söylemek gibi fena sözler de olmaz.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile ehl-i Cennet Allah'ın misafirleridir. Hane sahibi misafirin rahatını
temin ettiği gibi Cenab-i Hak da misafirlerini enva'i nimetlerle taltif ederek
rahatlarını temin edeceğini beyan buyurmuştur. Gerçi bundan evvelki âyetlerde
fâ-kihe ve sair nimetler zikrolunmuşsa da bu âyette iştihâ ile beraber zikrolunarak
ta'mîm olunmuştur. Cennet'te herkesin her is'tediği her zaman mevcud olduğundan
ehl-i Cennet'in işühâları cjmlara elem ve keder icabetnıez. Çünkü; bir kimsenin
bir şeye istediği olur da o şey bulunmaz veyahut bulunur da kudreti tealluk
etmezse o zaman iştihâ o kimseye elem ve keder verir. Yahut nimet var iştihâ
da var ancak hastalık ve saire gibi bir maniden dolayı o nimeti yemekten
mahrum olursa o zaman iştihası başına belâ ve arzusuna muvaffak olamadığından
muazzeb olur. Amma iştihâ olur, nimet de bulunur ve o nimetten' intifaa bir
mani de olmazsa ;istiha aynı
nimettir. Şu halde Cennet'te arzu var, arzu olunan nimet de derhal hazır
olduğundan ehl-i Cennet'in iştihalan asla kederi mu-cib olmaz. Amma dünya bunun
aksinedir. Zira; insan dünyada çok şeyi arzu eder lâkin eline geçmez.
Binaenaleyh; muktoza-yı beşe-riyyet muazzeb olur ve elem içinde kalır.
Cennet şarabı dünya
şarabı gibi aklı izale etmediğinden içen kimse sapık supuk söylemez, belki
daima hikmet söyler. Binaenaleyh; eh-îi Cennet'in sözlerinde asla sakarât
olmayacağını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.[11]
Vacip Tealâ ehl-i Cennet'e vâki olacak iltifatın
bakiyyesini bevan etmek üzere buyuruyor.
[Ehl-i Cennet'in
kendilerine mahsus olan oğlanlar hizmet için onların etrafım tavaf ve emirlerine
intizar ederler. Keenne o hizmet için hazırlanmış olan oğlanlar şeffaf ve
beyaz berraklıkta sa-def içinde saklı el değmedik inci gibidirler.]
Yani; ehl-i Cennet
yiyecek, içecek ve saire gibi her türlü nimete nail oldukları gibi güzel
hizmetçilere dahi nail olurlar ki o hizmetçiler onların etrafını dolaşır
dururlar, onlar güzellikte en ziyade parlak inciler gibi saf ve.berrak olurlar
ki dünya, hizmetçileri misilli onlarda sevilmiyecek şeyler bulunmaz.
Bazı müfessirînin
beyanları veçhile ehl-i Cennet'in hizmetçileri kendi amelinden halkolunup
memlûkleri olduğu gibi dünyanın İenaiığmdan bir şeye temas etmediğinden ârâ-yı
faside ve efkâr-ı kasideden bir şeyle dahi mülevves olmadıkları cihetle onlarda
insanın ikrah edeceği bir hal bulunmaz. Binaenaleyh; efendilerine karşı asla
muhalefetleri olmaz ve onlar efendilerine mahsus olup başka bir kimsenin
iştirak veya müdahalesine ma'rûz olmadıkla-'rından sadef içinde mahfuz olan
inciye benzerler.
Bu â-yet kıraat
olunduğunda huzur-u risalette bulunanlardan bir kimse «YaResulallah: Hizmet
eden hizmetçiler böyle olursa bunların efendileri nasıl olur?" deyince
Resulullah'm «Efendilerinin hizmetçiler üzerine faziletleri ayın on dördünde
sair yıldızlar üzerine fazileti gibidir» buyurduğu mervîdir.[12]
Vacip Tealâ ehl*i
Cennet'in şu nimetlerle mütenâim oljup rahatları temin olunduktan sonra
aralarında ceryan edecek s;ohbeti beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ehl-i Cennet Cennet'e
girip rahat edince birbirlerine sual eder oldukları halde bazısı bazısına
teveccüh eder ve herkes yekdiğerinin dünyadaki hallerinden, husttsî ve umumî
amellerinden sual ederler, bu sual üzerine bazıları cevabta derler ki «Biz bundan
evvel dünyada evlâd ü iyâlimiz ve kavm ü kabilemiz içinde Allah'ın ğadabından
korkardık, bu korkumuz sebebiyle Allah'a isyandan ihtiraz ederdik.
Binaenaleyh; ibadetle meşgul olur Allah'ın lütf u kereminden rahmetini ümid
ederdik.»] Ehl-i Cennet birbirlerine böyle demekle beraber sözlerine şunu da
ilâve ederek ipder-ler ki:
[«Biz böyle Allah'ın
rahmetini iımid ederek ibadetle meşgul olunca Allahü Tealâ bizim üzerimize îutf
ü ihsan etti ve bizim isyanımızı mağfiret etmekle bizi sıcak azabtan vikaye
eyledi" demekle Allah'ın lütf unu m ak anı-1 teşekkürde zikreder ve
derler ki «Biz bundan evvel dünyada ancak Allahü Tealâ'ya dua ve tezar-rumuzu
ona arz ve dergâhına iltica ederdik, hıfz u himayeyi ondan ister, azabtan
kurtulmamızı O'nun kereminden beklerdik.
Zira: Allahü Tealâ in'âm
edici ve ihsan sahibidir ve kullarına merhamet O'na münhasırdır.] Binaenaleyh;
O'nun gayrıdan menfeat beklemek hamakattır. Zira; gayrılar âcizdir, Allahü
Tealâ ise her şeye kaadir ve rahmeti boldur ve bilhassa dergaha iltica edenleri
müs-tehak oldukları surette ihsanından mahrum etmez ve istediklerini verir
esirgemez».
Hulâsa; ehl-i Cennet
Cennet'e girince birbirlerinin dünyadaki hallerinden sual edecekleri ve
bazıları cevabta «Dünyada bizim halimiz azabtan korkmak ve rahmet-i İlâhiyyeyi
ümid etmekti. Şimdi Allahü Tealâ korktuğumuz azabtan kurtardı ve ümid
ettiğimiz rahmetine isal etti. Binaenaleyh; şu derecelere nail olduk» diyecekleri
bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir.[13]
Vacip Tealâ ehl-i
Cennet'in nail olacakları nimetleri beyandan sonra o nimetlere nail olmanın
tarîklarmı bu dünyada vaaz u na-sihatla Jpeyan etmek lâzım olduğunu Resulüne
emretmek üzere buyuruyor.
[Cenab-i Hakkın
kullarına Cennet'te ihsanı bol olunca ya Ek-rem-er Rusül! Sen umuma vaaz u
nasihate devam et ve benim tarafımdan sana vahyolunan ahkâmı kullarıma tebliğ
et ve tebliğ esnasında muhatabların i'razından ve senin hakkında irad ettikleri
bir takım fena sözlerden fütur etme, mahzun olma. Zira; vaazın tesiri
muhakkaktır. Binaenaleyh; devam ve sebat lâzımdır. Çün-^ kü; Rabbin Tealâ'nın
sana verdiği nimet-i -vahyi sen kendi indinden haber vermedin ki kâhin olasın.
Kâhin değilsin. Her ne söylersen vahyile söylersin ve kâfirlerin sana mecnun
dedikleri iftiradır. Zira; sen mecnun değilsin, akl-ı kâmil ve re'y-i saib
sahibisin.] Halbuki mecnunun aklı muhtel ve re'yi mebhût olur. Sende ise
gaibten haber vermek iddiası olmadığı cihetle kehanet olmadığı gibi cü-nûndan
bir eser de olmadığından cinnet de yoktur. Şu halde düşmanların tarafından
isnâd olunan şeyler iftira ve bühtan cjlcuığu cihetle onların sözlerine mahzun
olmayıp ümmetine nasihate de-vametmeniz lâzımdır. İşte bu suretle Resulullab'a
vaazla emir; ule-mâ-yı ümmete de emirdir. O halde avam-ı nâsa zamanın gösterdiği
ahval üzere her zaman nasihat; ulemâ üzerine vaciptir. Binaenaleyh ahval-i
zamanı ahkâm-ı şer'iyyeye tatbik ederek vaazetmek lâzım olduğundan ihmal etmek
caiz olamaz. Çünkü; halk daima irşada muhtaçtır ve bu ihtiyacı temin etmek
erbabına vazife-i di-niyye olduğundan ihmal edenler günahkârlardır.
[Belki onlar sana
«şairdir biz eyyamda ve aylarda zuhur edecek yeni havadislerle onun helakini
gözetiriz» derler. Bu sözlerine sen iltifat etme ve onlara de ki «Siz benim
helakimi gözetin, ben de sizinle beraber gazab-ı İlâhîye ve azab-ı sübhaniye
mazhar olacağınızı gözeticilerdenim.»]
Yani; ey Habibim!
Kâfirlerin senin hakkında «kâhindir^ mecnundur» dediklerine ehemmiyet vermeyip
vazife-i tebliğe devamın lâzım olduğu gibi belki sana «şairdir. Binaenaleyh;
sene, ay, hafta ve bilhassa günlerde zuhur edecek havadisleri ve o havadisle vefatını
gözetiriz. Zira; dünyada bir çok genç şairler helak oldu bu da helak olur»
derler. Onların bu sözlerine de iltifat etme, sen onlara mukabele ederek de ki
«Siz istediğiniz gibi benim helakime ve zamanın doğuracağı havadise intizar
edin. Ben de sizinle beraber zuhur edecek hâdisâta intizâr edicilerdenim.
Çünkü her şey; Allah'ın irade ve kudretine bağlıdır ve hüküm müfevvazdır.
İstediğini işler iradesiyle hükmeder kimse hükmüne karşı gelemez. Şu halde siz
de biz de intizar edelim bakalım hangimizin dediği;zuhur eder» demekle cevab
ver.
Bu âyette kâfirleri
tehdid vardır. Zira; Resulülian'm düşmanlarının helak olacaklarına va'd-ı
İlâhîyi mutazammındır. Allah'ın va'di ise yerini bulur geri kalmaz.
[Kâfirler sana isnad
ettikleri sözlerindeki tenakuzla onların akılları mı emreder? Ve yahut onlar
mükâbere ve inadda haddini tecavüz edici bir kavim de bu tenakuzu inat için mi
irtikâb ediyorlar?]
Yani; ey Resulü
Mükerrem! Onların sözlerinde tenakuz vardır. Zira; senin hakkında
"kâhindir» dediler, sonra döndüler «mecnundur» dediler. Bu ise
tenakuzdur. Çünkü kâhin demek; jetânet, kiyaset ve dikkat-ı nazar sahibi
demektir. Mecnun ise fikri muhtel, aklı mestur ve şuuru müşevveş demektir. Bu
ise yekdiğerini müte-nâkız iki sözdür. Bu sözleri bir delil-i naklî var da o
delile istinad ederek mi söylerler veyahut akılları bu kadar idrak ediyor da
akıllarının muktezâsını ve emrettiği şeyi mi söylerler yahut delilde 5'ok ve
mukteza-yı akıl da yok hemen ancak tuğyan ve isyan üzere musırr olduklarından
mağrurâne lisanlarına ne gelirse onu mu söylerler? Çünkü açıktan bir tenakuzu
irtikâbetmek; ya aklı ermemekle veyahut inad ve istkibâr tarîki ile olur.
[Yoksa o kâfirler
"Peygamber Kur'ân'ı kendi indinden bir takım külfet ve meşakkatle
icadederek söyler mi?» diyorlar. Halbuki emr-i hal ü şan onların dedikleri
gibi değildir. Belki onlar Peygambere ve Kur'âna iman etmiyorlar. Binaenaleyh;
bir takım iftiraya ve ta'netmeye cesaret ediyorlar. Eğer bu sözlerinde devam
ediyorlarsa ve sözleri doğru işe Kur'ân'ın misli bir söz getirsinler.]
Yani; onlar «şâirdir,
kâhindir, mecnûndur» dedikleri gibi yoksa «Kur'an'i Muhammed (S.A.) kendi mi
icâd etti?» diyorlar. Bunlardan hiç birisi dedikleri gibi değildir, belki
onlar iman etmediklerinden bu sözlere cesaret ediyorlar. Eğer sözleri doğru
ise Kur'ân'ın misli bir kelâm îcâd edip getirsinler biz de görelim. Halbuki
Kur'an'i Resulullah'm icad etmesi mümkün değildir. Zira; Resulüi-lah araptan
bir ferd-i vahidtir. Gerek arab, gerek acem bilcümle ümmetlerin âciz olup
senelerce sa'yettikleri halde en kısa bir âyetine bile nazire yapamadıkları
halde Kur'an'i beni beşerden bir şahıs nasıl icâd edebilir ve bunu icad mümkün
müdür? Bövlo imkânı olmayan
bir şeyi Resulullah'a isnad etmek hased, adavet ve adem-i iman neticesidir.
Zira; Kur'ân'ı icad etmek mümkünse kâfirlerin kendileri de evlâd-ı Araptan
oldukları cihetle Kur'ân'ın mislini icad etsinler de görelim. Halbuki kendileri
beliğ şairlerdir. Bağde-ten hutbe icadına ve kasideler kıraatma kudretleri
vardır. Madem ki şâir ve kâhin böyle bir kitab icad edebilir diyorlar.
Kendileri yapsınlar biz de görelim. Halbuki getiremiyorlar. Şu halde Resulullah
hakkında söyledikleri iftira ve bühtandır.
Tekavvele; külfetle
söz söylemek ve icad etmektir. Kur'ân'ın gayrdan aciz kılıp mislini hiç bir
kimsenin getiremediğinin sebebinde ihtilâf vardır. Birincisi; Kur'ân'ın i'câzı
fesâhatmdandır ki beşerden bu kadar fasîh kelâmın sudûru mümkün değildir.
Binaenaleyh; hiç kimse en kısa bir âyetine bile nazire yapmağa muvaffak
olamamıştır. İkincisi; beşerden böyle bir kelâmın sudûru mümkündür ve lâkin
Resul'ünün risale-tini tasdik için Cenab-ı Hak Resul'ünden başkasının lisanını
bu kadar fesahatlı söz söylemekten ve aklını idrâkten ve kudretini böyle bir
kelâmı getirmekten menetmiştir ki Resulünün risaleti sabit olsun ve bu kelâmın
mucize olduğunu herkes bilsin.
[Yoksa onlar
keridilerini îcâd eden bir mûcid bulunmaksızın mı balkolundular, yahut kendi
kendilerini mi halkedicilerdir?]
Yani; onların
Resulullah'm sözünü tasdik etmeleri lâzımdı. Çünkü Resulullah'm teklifi
Tevhid'e, haşre ve risalete mütealliktir. Halbuki bunların cümlesinin doğru
olduğuna kendi vücudların-da delil vardır. Zira; kendileri mahlûklardır. Mahlûk
elbette bir halikın halkı ile olur. Halik ise şirket kabul etmediğinden elbette
vâhid olur. Şu halde kendi vücutları vahdaniyete delildir, kezalik iptida-yı
hilkat de haşre büyük bir delildir şu haide kendilerinin vücudları Resulullah'm
davasına delil olunca derhal tasdik etmeleri lâzımken bilâkis tasdik etmediklerinden
Cenab-ı Hak onları ilzam için-«Yoksa hâlıksız mı halkolundular veyahut kendi
şahıslarını kendileri mi halkettiler?» buyurmuştur ki bunun ikisi de olamaz.
Binaenalyeh; bir hâlikin halketmesiyle olduğu muhakkak
olunca o halikın vücudunu ve vahdâniyyetini
tasdik etmek vaciptir, kendilerinin vücudlarmı bu dünyada halkedenin âhirette
dahi halketmeye kaadir olacağında şüphe olmadığından haşre iman etmeleri de
lâzımdır.
[Yoksa onlar yeri ve
gökleri mi halkettiler? Hayır! Onlar hiç bir şeyi halketmediler ve edemezler,
belki onların idrâkleri ve imanları yoktur.] Çünkü; idrâkleri olsaydı semâvât
ve arzın halikını idrâk ve iman eder ve bu kadar ecsâm-ı azîmeyi halkeden
hâ-likm azametini tefekkür ederek nefislerinin aczini bilir ve ibadetten i'râz
etmezlerdi. Halbuki ibâdetten f râz ediyorlar. İşte şu i'râz-ları; idrâkleri
olmadığına delâlet eder.
ikaan ; bir şeyi
yâkînen bilip şüphesiz iman etmektir. İşte müşriklerin idrakleri olmadığından
halikın vücudunu yakînen bilip iman edemediler.[14]
Vacip Tealâ
vahdaniyetini delâil-i enfüsiyye ve âfâkiyyeyle ispat ettikten sonra
münkirlerin aczlerini beyanla dahi ispat etmek üzere buyuruyor.
[Yoksa ya Ekrem-er
Rusül! Onların indinde Rabbin Tealâ'nın rızik ve rahmet hazineleri var da
istediklerini nübüvvetle taltif eder. istemediklerinden nübüvveti men' mi
ediyorlar yahut onlar her umur üzerine gâlib cebâbiredendir de istedikleri gibi
her umura tasarruf ederler de sana nübüvveti vermemek mi isterler?] Şunlardan
hangisini iddia edebilirler? Hiç birisini iddia edemezler. Zira; her ikisinde
de acizleri meydandadır. Çünkü; Hazine-i İlâhiye-ye mâlik olmadıkları gibi
irâde-i İiâhiyeye karşı da hiç bir şeye kaadir değillerdir. Şu halde sana
Allah'ın vermiş olduğu nübüvvete niçin i'tiraz ederler ve i'tiraza nereden ve hangi
cihetten kendilerinde bir hak görüyorlar, itiraza asla salâhiyetleri olmadığı
ve i hazine-i İlâhiyede bir hakları bulunmadığı halde Allah'ın bazı kullarına
vermiş olduğu atiyyesine niçin karışıyorlar ve karışmağa ne gibi bir istihkak
tasavvur ediyorlar ve bu kadar cesareti nereden alıyorlar? Yahut manâ-yı nazım
şöyledir : [Yoksa onların indinde Rabbin Tealâ'nın ilim ve hikmet hazineleri
var da hikmetin iktizasına göre bazı kimseye nübüvvet verip bazı ahardan nübüvveti
esirgeyimiveriyorlar veyahut kendileri kuvvet ve kudret; sahibi cebâbireden de
istediklerini arzuları veçhile yapmayımıveri-yorlar?] demektir.
Müsaytır; galib,
kaahir, tedbir-i umura malik, emri nafiz ve saltanat sahibi kimsedir. Yani
«Onlar galib, kaahir ve saltanat sahibleri de istediklerine mansıb-ı nübüvveti
verip istemediklerini azletmek mi istiyorlar da onun için mi senin nübüvvetine
razı olmuyorlar?» demektir.
[Yoksa onlar için
semaya merdiven var da o merdivenle semâya çıkıp meleklere vahyolunan
mugayyebâti işiterek onu mu haber veriyorlar. Eğer işitenler varsa
işittiklerine dair açık delil getirsinler de görelim.] Lâkin bunu iddia
edemezler. Zira; semaya merdiven yok ki onunla semaya çıktığını iddia
edebilsin, elbette bu iddiada bulunamazlar. Çünkü; onlar hazinedar olamadıkları
gibi hazinedar kâtipleri dahi olamazlar ve kâtiplerden işitmek imkânı da
yoktur. Şu halde Resulullah hakkında söyledikleri hep iftira ve bühtandır.
Binaenaleyh; delilsiz davaya itibar olmadığından «İşiten varsa işittiğine dair
açık delil getirsin» denilmiştir. Zira; her dâvada beyyine lâzım olduğu gibi
böyle mühim dâvalarda elbette beyyinenin şart olduğu beyan olunmuştur. Bu
âyetlerde nübüvvete i'tiraz edenler şiddetle tektir olunmuşlardır. Zira;
getirilen deliller asla itiraz kabul etmez. Çünkü; mu'terizlerden hiç birisi
kendi kendine halkolunduğunu veya semâvât ve arzı halkettiğini
veya hazine-i İlâhiyeye veya kâfirlerin
irade-i İlâhiyeye karşı koyacak kudrete mâlik olduğunu veyahut merdivenle
semaya çıktısını iddia edemez.[15]
Vacip Tealâ şu delillerle
ilzam olunduktan sonra kendilerinin mertebe-i ukalâdan sakıt olduklarına
delâlet eden bazı dâvalarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yoksa kız evlâdı
Allahü Tealâ'nin da oğlan evlâdı sizin midir?]
Yani; ey ukalâ
zümresinden sakıt olan süfehâ taifesi! Sizin kendi nefsiniz için sevmediğiniz
ve aşağı saydığınız kızları Allah'a tahsis edip de kerîm ve şerîf görüp
vücudlarıyla iftihar ettiğiniz oğlanları kendinize mi tahsis ediyorsunuz?
Halbuki bu davanız bâtıldır. Çünkü; Allahü Tealâ evlâd ü iyâlden müstağni
olduğundan veled isnad etmek bâtıldır. Bu gibi isnâdâd sizin küfrünüzü mucib
olduğu gibi veledin makbul olmayanını Allahü Tealâ'ya tahsis edip sizin
indinizde makbul olanı kendinize tahsis etmeniz sefâhetinizi ve mertebe-i
ukalâdan sukutunuzu ispat ve akl ü kiyasetten mahrumiyetinize delâlet eder.
Halbuki kendi zu'munuzca zamanın hu-kemâsmdansınız, bununla beraber semâvât ve
arzın halikına lâyık olan evsâfı idrâkten âcizsiniz. Binaenaleyh; sizden hiç
bir dava mesmu' olamaz. Çünkü; süfehâ zümresindensiniz.
[Yahut «vahyi tebliğ
mukabilinde onlardan ücret istiyorsun da onlar o ücretin ödenmesinden
ağırsımyorlar mı?»] Böyle bir şey var mı ki onların inkârına ve nübüvvetten
i'razlarına sebep oluyor. Böyle zannediyorlarsa bu zanları batıldır. Çünkü; tebliğ
mukabilinde ücret talebi yoktur. Binaenaleyh; garâmet yani ödenecek bir şeyi de yoktur. Şu halde onları
tazyik edecek maddî ve manevî bir şey olmadığından bu hususta hiç bir veçhile
itizarları kabul olunmaz. Resulüllah'm onlara getirmiş olduğu şeriat onlar için
aynı menfeat olduğundan ücreti değmez değildir. Belki dünya vemâ fîhâ ücret
olarak verilse değer. Lâkin böyle olduğu halde hiç bir ücret istenmemiştir ve
istenmez. Zira; umur-u diniyyeden olduğu cihetle tebliğ aynı ibadettir. Abid
ise ibadetine dünyada ücret istememiştir. Binaenaleyh; hiç bir nebi ümmetinden
tebliğ mukabilinde ücret istememiştir, Mağrem ; Ödenecek şeydir. MüskaI ; ağır demektir.
[Yoksa onlar indinde
gayıb var da onu mu yazarlar?]
Yani; ya EkremTer
Rusül! Senin nübüvvetini inkâr edenlerin indinde levh-i Mahfuzda olan gaibe
ilim var da vukuatı oradan yazarlar halka onu mu izhâr ederler, âhireti
inkârlarını ve âhiret olsa bile azab olunmayacaklarını oradan yazıp da mı bu
bâtıl davalarını iddia ediyorlar? Böyle bir şeye zerre kadar ilimleri olmadığı
halde nasıl iddia ve nübüvvetini inkâra neden cesaret ediyorlar? Şu halde
bunların Resullerine imandan i'razlarına bir sebep yoktur. Çünkü; Resulleri
onları hidayete davet ettiği gibi onlara ağır gelecek ve ödemesi müşkül olacak
bir ücret de teklif etmemiştir ve Resulün davet ettiği şeriattan da müstağni
değillerdir. Zira; onların indinde ilm-i gayb yok ki muhtaç oldukları ahkâmı
ondan yazsınlar ve onunla amel etsinler de Resulün getirdiği şeriata muhtaç
olmasınlar. Böyle bir ilme mâlik olmadıklarından ahkâm-ı şer'~ iyyeye ve o
ahkâmı getiren Resule i'tiraza mecalleri yoktun
[Yoksa ey Habibim! O
kâfirler seni öldürmek için hile mi mu-rad ediyorlar?]
Eğer (Dârûn Nedve)de
verdikleri karar üzere hile murad ediyorlarsa iyi bilsinler ki kâfirlerin
hilelerinin vebali kendilerine ait ve hileleri ayaklarına dolaşan kendileridir.
Çünkü (Dârûn Nedve) de Resulüllah'ı katle dair verdikleri karara mukabil Bedir
vak'a-sında kendileri katlolunmuşlar ve Resulullah hakkında kazdıkları kuyuya
kendileri düşmüşlerdir.
Bazı müfessirînin
beyanları veçhile kusuru olmayan bir kimse hakkında zulüm olarak hile yapılırsa
o hilenin vebali ve seyyiesi, hileyi yapanlara ait olduğuna bu âyet delâlet
eder.
Şu halde bu âyette
Resuiüllah'a gadretmek isteyenleri tehdid olduğu gibi bilcümle erbâb-ı hileye
tenbih dahi vardır.
Kâfirlerin hilelerinin
vebali kendilerine ait olup ahar bir kimseye tecavüz etmiyeceğine işaret için
hasra delâlet eden zamir-i fasıl ile varid olmuştur, hilenin vebali ansızın
zuhur edivereceğine işaret
için de lâfzı nekre olarak varid olmuştur ki hile edenler daima korku üzerine
bulunsunlar ve hileleri yanlarına kalacak zannetmesinler demektir.
[Yoksa onlar için
Allah'ın gayrı bir ilâh rai vardır?]
Yani; ey Resul-ü
Zişân! Müşrikler senin nübüvvetini ve benim vahdâniyyetimi inkâr ederler. Yoksa
onların Allah'ın gayrı bir ma-budları var da onun emrini mi söylerler, ona
ibadet ve umur-u rnü-himmelerinde ona iltica ve senin nübüvvetini inkârda ondan
istiâne mi ederler? Halbuki Öyle bir ilâh olmak mümkün değildir. Zira;
üluhiyyet; şirket kabul etmez. Binaenaleyh; delâil-i akliyye ve nakliyye ile
vahdâniyyet-i İlâhiyye sabittir. Şu halde vahdâniyye-te delâlet eden delillere
bakmaksızın şirki itikad etmek hamakat-an başka bir şey değildir.
[ZİSı ülûhiyyetimi onların şerik itikad ettikleri şeylerden
tenzih ederim.] Binaenaleyh; zat-ı üiûhiyyet bilûmum
nevâkıstan münezzeh, müberrâ ve müşriklerin itikatlarından mukaddestir.[16]
Vacip Tealâ kâfirlerin
itikadlarını red ve ibtal edecek delilleri beyandan sonra onların^ inad üzere
bâtıl itikatlarına İsrar ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer onlar semadan
bir parça düşmüş görselerfterâküm eti bulut parçası derler.]
Yani; müşriklerin
Resulüllah'a «Sen davanda sâdık isen sema-1 dan bize azap yağdır» demeleri
üzerine kendilerinin istedikleri veçhile semâdan bir parçası yere düşse yine
tasdik etmezler ve derler ki «Şu semadan düşen şey birbiri üzerine yığılmış
bulut parçasıdır». İşte o kâfirler böyle demekle inadlannı meydana kprlar:
Zira; tabiatlarında olan hased, şiddet, inad, cehil ve hamakatları Hakk'ı
kabulden onları meneder. Binaenaleyh; eski inadlarmda devam ederler. Şu halde
bunlar o kadar âsî ve tağî kimselerdir ki istedikleri veçhile azabın semadan
geldiğini gözleriyle görmüş olsalar dahi hakkı teslim etmezler. Zira; kavm-i
Arabm ekserisi za-man-ı cahiliyyede hükemâ mezhebi üzere olup her şeyi tabiata
is-nâd ederlerdi. Hatta bu âyette mezheblerinin merdûd olduğuna işaret
olunmuştur. Çünkü; hükemâca semanın parçası ayrılmak mümkün olmadığından bu
itikatta olanları red için Cenab-ı Hak semanın parçalanması mümkün olduğuna
işaret zımnında onları, ilzam etmek üzere semâdan bir parça yere düşse dahi
semadan bir parçadır demeyeceklerini ve belki müterakim bulut parçasıdır i diyeceklerini
beyan buyurmuştur.[17]
Vacip Tealâ kâfirlerin
inadlarmı beyandan sonra söz tesir mediğ
üzere cihetle halleri üzere terketmek lâzım olduğunu beyan etmek
buyuruyor.
[Onlar inkârlarında
devam ettikçe ya Ekrem-er Küsül! Sen onları oldukları hal üzere terket. Hatta
onlar helak olacakları şol güne mülaki oluncaya kadar ki o günde onlar ihlâk
olunurlar.]
[Onların helak
olacakları gün Öyle bir gündür ki o günde hileleri onlardan hiç bir şeyi def
edemez, hileleri bir fayda vermediği gibi hiç bir kimse tarafından yardım da
olunmazlar.} Ancak hilelerinin vebali kendilerini rezîl eder. Binaenaleyh;
dünyada helak oldukları gibi âhirette dahi azabtan kurtulamazlar.
Bu âyette kâfirleri
şiddetle tehdid vardır. Çünkü; «Dünyada bırak onları, bildiklerini işlesinler,
helak olacakları güne kadar» demek onlarda salah ümidi kalmayıp elbette helak
olacaklarına işaret olduğu gibi insan için korktuğu şeyden kurtulmak iki şeyle
olur. Birisi kendi tedbiri, diğeri başkalarının yardımıdır. Bu âyette ise
bunların kendi tedbirleri kendilerinden hiç bir şeyi def 'ede-miyeceği gibi
ahar tarafından dahi yardım olunmayacakları beyan olunmuştur.[18]
Vacip Tealâ kâfirlerin
hileleri onlardan hiç bir şeyi def ede-miyeceğini beyandan sonra onlara
kıyametten evvel azabolundu-ğunu beyan etmek üzere :
[Muhakkak zalimler
için kıyametin azabından evvel azab vardır ve lâkin ekserisi onu bilmezler.]
Yani; şol kimseler için kıyametin azabından başka azab vardır ki onlar gerek
hukukullâha ve gerek hukuk-u ibâda riayet etmiyer-ek zulmettiler. Çünkü;
Allah'a ibadeti terkedip putlara ibadet etmekle ibadetlerini mahallinin gaynya
sarfla nefislerine zulmettikleri gibi ebnâ-yı cinsinden gay-rıların hukukuna
tecavüzle dahi Allah'ın kullarına zulmettiklerinden âhiret azabından evvel
dünyada ve kabirde onlar için. azab vardır ve lâkin bu zalimlerin ekserisi o
azabı bilmezler. Çünkü; câhil ve gafillerdir, bazıları bilirse de inad ve istikbâr
ederek zulme devam ederler.[19]
Vacip Tealâ kıyametin
azabından evvel kâfirlere alab olacağını beyandan sonra o azabın vukuuna kadar
sabrın lüzumunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusülî
Sabret Rabb'ın Tealâ'nın hükmüne. Zira; sen bizim hıfz ve himayemiz d e sin,
nimetine hamdle beraber Rabb'ini nekaisten tenzih et ve o teşbihin her ne zaman
bir mekândan ayağa kalkarsan devam etsin ki ubûdiyyetin vazifesini ve nimetin
şükrünü edâ etmiş olasın.]
Yani; müşrikler her ne
kadar seni ihlâk için hileye ve mekr u gadre teşebbüs etmişlerse de sen sabret
onları ihlâkte acele etme ve Rabb'in Tealâ'nın onları yevm-i mev'ûdlarma kadar
imhâline intizar ve onlar tarafından vaki olan hüzn ü kedere tehammül et,
hilelerinden korkma. Zira; sen bizim hıfz u himayemizdesin. Çünkü; biz daima
seni görür ve gözetiriz. Binaenaleyh; onlar sana bir zarar i'râz edemezler, her
ne zaman bir makamdan kalkarsan o zamanda Rabbin Tealâ'nın nimetlerine hamdile
beraber Rabb'ini nekaisten tenzih et ki o mecliste zelle vaki olmuş ise ona,
kefaret olsun. işte bu âyet-i
celîleye muvafık olarak bir kimse bir meclisten kalkınca derse o mecliste sâdır
olan günaha kefaret olacağı Resulullah'tan mervî olduğu gibi uykudan kalkınca
Re-sulullah'm teşbihe devam buyurduğu dahi mervîdir.
Resulullah'ı hıfza
i'tinânm nihayet derecede olduğuna işaret için a'yün lâfzı cemi' sigasıyla
vârid olmuştur. Cenab-ı Hak âlet-i cariha manâsına gözden münezzeh ise de bir
şeyi gözetmek gözle olduğundan «Ey Habibimi Sen bizim gözlerimizin
murakabesinde-sin» buyurmuştur.
[Gecenin bazısında ve
yıl dizi ar m gaybubet edeceği zamanda Rabb'ine teşbih et.] Gecede yatsı
namazını ve seher vaktinde sabah namazım edâ et ki vazife-i ubudiyete devam
etmiş olasın. Gecenin küllisinde teşbihe devama kudret-i beşer mütehammil olmadığından
gecenin bazısında Cenab-ı Hakk'ı tenzih vazife-i ubûdiy-yeti îfaya kâfi olacağına işaret için bazı manâsına
delâlet eden minn lafzıyla vârid
olmuş ve vakt-i sehe'rde ibâdet ve teşbihin faziletine işaret için yıldızların
gaybubeti zamanı tasrîh olunmuştur. Çünkü idbd
- nücûm ile murad; yıldızların arkalandığı zaman demektir ki vakt-ı
seherdir.[20]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5597-5598
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5598-5599
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5599-5600
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5600
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5600-5601
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5601-5602
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5602-5603
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5603-5604
[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5604-5606
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5606
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
14/5607-5608
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5608-5609
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5609-5610
[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5610-5614
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5614-5616
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5616-5619
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5619
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5619-5620
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5620-5621
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 14/5621-5622