Mekke-i Mükerreme'de
nazil olan sûrelerdendir. Kırk dört âyeti camidir.
[Bir sâil kâfire vâki
olacak azabı suâl etti. O azap kâfirler içindir ki göklerin ve nice âlî
makamların halikı ve sahibi olan Al-lahü Tealâ tarafından nazil olan âzâbı
defedici bir kimse olmadı.]
Fahri Râzi'nin
beyanına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; müşriklerden (Nadr b. Haris) veya
(Ebu Cehil) «Ya Rabbi! Eğer Muhammedi (S.A.) in dediği doğruysa bizim üzerimize
azap gönder veyahut taş yağdır» demesi üzerine bu âyet nazil olmuştur. Buna
nazaran manâ-yı âyet: [Bir dua edici, kâfirlere vaki olacak âzâbm gelmesiyle
duâ etti. Çünkü; Resulul-lah onları taraf-ı İlâhî'-den azabın gelmesiyle inzar
edince onlar da «Yâ Muhammedi (S.A.) Dediğin doğruysa gelecek azap geliversin»
demişlerdi, istedikleri azap Bedir vak'asmda geldi. AUahü Tealâ onları ehl-i
iman elinde makhûr, münhezim ve maktul kıldı» demektir. Hatta bazı rivayette
(Harise b. Nu'man) «Yâ Rabbi! Muhammed (S.A.) m dediği doğruysa bizim üzerimize
taş yağdır» demişti. Bu duası üzerine Allahü Tealâ başına taş düşürüp beynini
parçalatuiak suretiyle helak etmiştir. Yahut müşriklerden bazıları
Resulullah'ın beyan ettiği azabın .kimlere vaki olacağım suâl etmeleri üzerine
bu âyetin nazil olduğu mervidir. Ve Allahü Tealâ'nin inzal ettiği azabı
defedecek bir kimse olmadığı beyan olunmuştur ki evlâdına ve
etbâ'ma güvenenleri de
reddetmiştir. Çünkü; ( £>'.a -) nefi akabinde nekre olarak vâki olduğundan
manâ-yı ayet: Allahü. Tealâ kâfirlere vaki olacak azabı defedici gerek
akrabalarından, gerek ahbap ve evlâtlarından hiç kimse yoktur j demek olur.
İbn-i Abbas'm
rivayetine nazaran meâric le murad; &-e-rnavâttır. Zira; evamir-i İlâhî'yi
ve nevâhi-yi sübhaniyi getirip götürmek üzere melekler semâvâttan inip çıktıkları
için semâvâta meâric denmiştir.[1]
Vacip Tealâ semâvât
gibi âlî makamların sahibi olduğunu beyandan sonra o âlî makamın sahibi olan
Allahü Tealâ'nm arş-ı a'lâsına meleklerin ne kadar miktarda inip. çıktıklarını
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Melekler ve ruh
isminde olan Cibril-i Emin arş-ı a'lâyt karlar o günde ki o günün miktarı elli
bin senedir.]
Yani; miktarı elli bin
sene raddesinde olan yevm-i kıyam» emr-i İlâhî'yi almak üzere melekler ve
Cibril arş-ı a'lâya çıkarlar. Cibril-i Emin'in fazilet ve meziyetine işaret
için melekler de dahi] olup onların cinsinden olduğu hakle ayrıca zikrolunarak
ruh lâfzı melâike üzerine atfolunmuştur.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile Cenab-ı Hakkın mekândan münezzeh olduğu delil-i kafiyle sabit olduğu
cihetle mekâna delâlet eden kelimâtın her yerde münasip veçhile te'vili vaciptir.
Binaenaleyh; bu âyette İâfzı arşa veya emr-i İlâhî'ye veya hükm-ü İlâhîye râci
olmakla melekler arşa ya emri. veyahut hükm-ü İlâhî'yi telâkki etmek üzere
çıkarlar demektir.
Elli bin sene takdir
suretiyledir. Yani «Yevm-i kıyamette nâsm hesabıyla insanlardan en zeki ve
muhasip kimseler meşgul olsalar elli bin senede nihayet bulur» demektir, yoksa
muhasebe elli bin sene devamla o gün o miktar uzayacak demek değildir. Zira;
Vacip Tealâ'mn, kulların muhasebesini dünya günlerinden bir günün nısfı
mesabesi bir zamanda bitireceği mervidir. Bazıları da elli bin sene miktarı
olmak kâfirlere mahsus olduğunu beyan etmişlerdir. Bugün, hesap gününe mahsus
olduğu cihetle âhiretin nihayet bulacağına delâlet etmez. Zira; bu âyet;
yevm-i kıyameti beyan eder, yoksa âhiretin mecmuu müddetine beyan için
sevkolunmuş değildir ki âhiretin müddetini beyan olsun.
O günün müminler
hakkında pek az bir miktar olduğuna bazı âyetler delâlet ettiği gibi (Ebu
Said-ül Hudrî) Hazretlerinden mer-vî olan hadis-i şerif de delâlet eder. Çünkü;
ashab-ı kiram tarafından «Ya Resulallah! O gün ne kadar uzun bir gündür?»
denildiğinde Resulullah'm «Nefs-i Muhammediyem kudret-i İlâhî'yesinde olan
Allahû Tealâ'ya yemin ederim ki o gün mümin hakkında elbette tahfif olunur.
Hatta dünyada edâ ettiği farz namazından daha hafif olur^ buyurduğu mervidir.
Şu halde bu âyette mezkûr olan uzun müddetin ehl-i imana şümulü yoktur.[2]
Vacip Tealâ kâfirlerin
vâki olacak azaptan suâllerini beyan buyurdu ve lâkin bu suâl istihza tarikıyla
olduğundan Resulullah'a arız olan hüzn ü elem üzerine Resul'ünü tesliye ve
sabırla emretmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusül!
Onlar istihza tarikıyla sana azaptan suâl edince sen güzel sabırla sabret,
âksbet senindir. Zira; onlar o azabı uzak görürler, biz yakın görürüz.]
Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları
veçhile s abr–ı cem ille murad; ıztırap ve halecân-ı kalp şaibesi olmayan sabırdır
ki onda kâfirlerin azabını
isti'câl ve derhal vukuunu gözetmek dahi olmaz. Zira; azabın vukuunu isti'câl
üzere gözetmek hüzünden halî olamayacağından ve ne zaman vâki olacak diyerek
intizarda vakt-i merhunu gelinceye kadar ıztırap çekileceğinden Cenab~ı Hak
Ha-bibine sabr-ı .cemille emretmiştir ki bunların cümlesinden vareste olsun.
Bu âyette Cenab-ı
Hakkın resulüne sabırla emrinde düşmanlarının inkırazına beşaret vardır.
Çfönkü; sabrın akıbeti selâmet olup selâmet ise düşmanlarının izmihlâliyle olacağından
sabırla emir; beşareti mutazammmdır ve akıbet Bedir gazasında düşmanları helak
olduklarından sabrın akıbeti olan selâmet görülmüştür, şu itibarla âyet gaipten
haber olduğu cihetle mucizedir.
Kâfirler Resulullah'm
beyan ettiği azabı, inanmadıkları cihetle uzak addetmişlerse de Cenab-ı Hak o
azabın yakın olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü; kudret-i İlâhî'yeye nispetle
gayet kolay ve yakın olduğundan vakt-i merhunu gelince sebeb-i nüzulde beyan
olunduğu cihetle bu azabı uzak addedenler ehl-i İslâm'ın kılıcıyla Bedir'de
helak olmuşlardır. Şu beyan; azabın dünyada vukuuna nazarandır. Amma âhirette
olduğuna nazaran o yakın olan azabın zamanı kıyamet günüdür.[3]
Vacip Tealâ yakın olan
azabın zamanını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yakın olan azap o günde
olur ki gök erimiş bakır gibi ve dağlar dabi atılmış renkli yün gibi olurlar, o
günde akraba diğer akrabasuun
batinden soramaz. Halbuki akraba birbirine gösterilir.]
Yani; o azabın vukuu
Öyle bir günde olur ki o günün şiddetinden gökler erimiş bakır veyahut
zeytinyağının tortusu gibi olur. dağlar bu kadar cesametleriyle beraber gûnâgûn
renklerle atılmış yün parçaları gibi olur, herkes kendi haliyle meşgul
olduğundan hiçbir akraba
diğerinin halinden sormaya mecali olamadığından soramaz. Halbuki akrabaları
onlara gösterilir, yoksa akrabalar birbirlerinin halinden soramadıkları
göremediklerinden değildir, belki o günün şiddetinden herkesin kendi ameli
meşguliyetine kâfi olduğu cihetle velev akrabası olsun gayrın halinden suâle
vakti olmaz ki suâl etsin.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile İhn ; çeşitli renkle atılmış ve boyanmış yündür. Dağların reng-i
aslîleri beyaz, kırmızı ve siyah gibi renkler olduğu cihetle kıyamette atılmış
yün parçaları gibi havada bulundukları zamanda muhtelif renklerde bulunacağından
çeşitli renkle boyanmış ve atılmış yüne teşbih olunmuştur.
Akraba yekdiğerinin
halinden soramayınca birisinden de şefaat isteyemez ve rıfkıla muamele de
beklemez. Zira; herkesin kendi derdi başından aşkın olduğu cihetle hiçbir kimse
diğerinden lütuf gözetemez. Çünkü; kendi derdine derman bulamayanın diğerinin
derdine derman olamayacağı tabii birşeydir. Evet! Kıyamette bazı kimse diğerine
şefaat eder, fakat suâl cevap bitip kendi kurtulduktan sonra aharına şefaat
eder. Şu halde yevm-i kıyamette insanların yekdiğerine şefaatları olacaktır,
lâkin şefaat edecek kimsenin başı selâmet olmak şarttır. Binaenaleyh; bu âyet
şefaat hakkında olan âyetlere münafi değildir.
Hulâsa; kâfirlerin
Resulullah'm beyan ettiği azaptan istihza tarikıyla suâl ettikleri ve taraf-ı
İlâhî'den onlara nazil olacak azabı defedecek kimsenin bulunmayacağı ve
Cenab-ı. Hakkın âlî makamlar sahibi olduğu ve o âlî makamlardan birisi de
arş-ı a'lâ olup arş-ı a'lâya meleklerin, miktarı elli bin sene olan yevm-i
kıyamette Al-lahü Tealâ'dan emir almak üzere çıkacakları ve kâfirlerin suâllerinden
arız olan hüznü defetmek için Resulullah'm sabra devamı lâzım olduğu ve o azabı
kâfirler uzak görüyorlarsa da Cenab-ı Hakkın gayet yakın gördüğü ve o azabın
yevm-i kıyamette olacağı o yevm-i kıyametin dehşetinden semanın erimiş bakır ve
dağların atılmış yün gibi olacağı ve o günde akrabalar birbirini gördükleri
halde herkes kendi derdiyle meşgul olduğundan yekdiğerinin halinden suâl
edemeyeceği bu âyetlerden müstefad olan fevaid cüm-lesindendir.[4]
Vacip Tealâ
akrabaların birbirini görüp bildikleri halde yekdiğerinin halinden
soramayacaklarını beyandan sonra suâl edemediklerinin sebebi; o günün
insanlarda ikaa edeceği te'sirinden mü^| tevellit olduğunu beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Her günahkâr yevm-i kıyametin
azabından kurtulmak içiı sevgili oğlunu, haremini, biraderini ve kavm ü
kabilesini ki o kavm ü kabilesi sevdiklerinden dünyada onu kucaklarına
alırlardı ve yeryüzünde olan insanların cümlesini azaba bedel verip de soı ra
kendi kurtulmasını ister.]
Yani; her günahkâr
kendinden sâdır olan günahların azabını ve kıyametin şiddetini görünce o günün
azabından kurtulmak için oğlunu, haremini, biraderini ve ona her iyiliği lâyık
görüp kendini dünyada kucaklarına alan kavm ü kabilesini ve yeryüzünde olan insanların
cümlesini o azap bedelinde feda edip de sonra kendinin kurtulmasını ister,
ezcân ü dil arzu eder. Lâkin o arzusu kendine fayda vermez. Çünkü; bir kimsenin
günahına diğeri feda edilemez. Zira; o gün adalet-i îîâhî'yenin zuhur edeceği
bir gün olduğundan herkes kendi günahının cezasını görür, aharın günahından
mes'ûl olamaz ve hiçbir kimse kendi günahı bedelinde aharı fedaya muktedir
olamaz. Binaenaleyh; o günah sahibi olan kimsenin bu misilli temenniyâtı muhali
temenni kabilindendir.
Bu âyet-i celile o
günde herkesin duçar olacağı müşkülâtı tasvir eder. Yani o günün müşkülâtını
gören bir âsî nefsinin halâsı için herşeyi hatta en ziyade sevgili olan
evlâdını, ahbabını, haremini ve biraderini fedaya âmâde olur fakat muktedir
olamaz.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile kelimesi istib'âda mevzudur. Çünkü; arzu olunan necat ve feda muhal
olduğu cihetle bu misilli arzusuyla necatın gayet uzak ve muhal olduğuna işaret
için, ıstib'âda mevzu olan lâfzı varid olmuştur.
İşte insanlara lâzım
olan; tedariki mümkünken bu dünyada Allah'ın emrine imtisal ederek o günde
kurtaracak esbaba tevessül etmektir. Zira; herşey zamanında gerektir, zamanı
geçtikten sonra kurtulmak çaresini aramak fayda etmez.
Hulâsa; yevm-i
kıyametin azabından kurtulmak için âsî olan kimsenin o azaba bedel oğlunu,
haremini, kavm ü kabilesini ve cümle insanları feda edip de kendinin halâs
olmasını arzu edeceği ve lâkin fayda vermeyeceği bu âyetten müstefad olan
fevaid cüm-lesindendir.[5]
Vacip Tealâ günah
sahibi olan kimsenin azaptan kurtulmak için bütün dünyayı feda etmek
isteyeceğini, lâkin fayda etmeyeceğini beyandan sonra bu misilli âsîlerin
arzuları sarahaten reddolu-nacağını beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Ey âsî! Senin
zannettiğin gibi değil. Zira; Cehennem alevlenici ateş sahibi olup etrâf-ı
a'zâmn ve başların derilerini yüzüp çıkarıcıdır, Cehennem imana arkasını donen,
haktan i'raz eden. haramdan mal cemedip k^se içine; koyan kimseleri kendi
tarafına çağırır.]
Yani; günah sahibi
olan kimse arzu ettiği veçhile kurtulamaz.
i Zira; Cehennem ateşi daima alevlenici ve etraf-ı a'zâ olan ellerin.
" ayakların, başın ve yüzün etlerini ve derilerini söküp alıcıdır, Cehennem
imana arkasını dönüp Resul'ün davetine
icabetten i'raz edenleri ve ibadetten sarfmazarla müzahrefat-ı dünyeviyeden
su-ret-i gayr-ı meşruada mal toplayıp saklayan ve hırs u emeline binaen
Hakkullah olan zekâtını vermeyen kimseleri kendi tarafına çağırır, içine alır.
Fahri Râzi ve Hâzin'in
beyanları veçhile Cehennem, kâfiri kendi tarafına lisan-ı haliyle veyahut
Cenab-ı Hakkın kendinde halkettiği lisanla çağırır yahut çağıran Cehennem'in
zebanileridir.
Buna nazaran Cehennem
veyahut zebanileri «Gel buraya yâ kâfir-!» diyerek çağırır yahut manasınadır.
Buna nazaran manâ-yı âyet: [Cehennem imandan i'raz eden kâfirleri helak eder]
demektir.
Bu âyette ma'rifet-i
İlâhî'yeden ve taat-ı sübha-niyeden i'raza işarettir. hırs ve emele işarettir
ve dinin âfâtı da bunlardan ibarettir. Bu âyette imandan ve taat-ı İlâhî'yeden
i'raz edenlerin Cehennem'in davetine ma'ruz kalacakları beyan olunduğu gibi mal
cemedip hıfzedenlerin dahi- Ceheıınem'e ma'ruz kalacakları beyan olunmuştur.
Gerçi helâlinden mal cemet-mefc meşru ise de o malın vâcibatmı eda etmemek ve
lâzım gelen mahallere sarf etmeksizin hıfzetmek o malın hukukunu eda etmemek
olduğu cihetle Cehennem'in davetine sebep olabilir. Amma veçh-i şer'î üzere mal
kazanmak ve israftan sakınmakla beraber şer'an sarfı lâzım olan miktarını
sarfederek fîsebilillâh infakla o malı müstehakkma ulaştıran kimse Cehennem'in
davetine ma'ruz kalmayacağı gibi o mal Cehennem'e perde olarak sahibinin halâsına
sebep olur.
ateşi alevle yanıcı
Cehennem'in ismidir. şiddetle soyup çıkarıcı manasınadır. yüzün ve başın
derileridir. Yahut eller ve ayaklar gibi etraf-ı a'zâdır. öyle değil manâsına
âsînin arzusunu reddetmektir. Şu halde manâ-yı nazım: [Ey âsî! Hal ü şan Öyle
değil, belki Cehennem; alevlenici ateş sahibi yüzlerin, gözlerin ve etraf-ı
a'zânın derilerini şiddetle yolup alıcı, söküp çıkarıcıdır, imandan yüz
döndürüp suret-i gayr-ı meşruada mal cemedip hırsla saklayanları tarafına
cezbedip ^.çekicidir] demektir.[6]
Vacip Tealâ mal
cemedip mahalline sarfetmeyerek hıfzedenlerin Cehennem'in davetine ma'ruz
kalacaklarını beyandan sonra insanda bulunan bazı fena sıfatları beyanla
Cehennem'e istihkakın esbabım beyan etmek üzere buyuruyor.
[Muhakkak insan hırsı
çok ve sabrı az olarak halkolundu. Hatta insana zarar dokunduğunda sabrının
azlığından feryad eder, ba-ğırır, çağırır, hayır dokunduğunda kemal-i hırsından
kimseye vermez, vermek de istemez, onu hıfzeder.]
Yani; küfran-ı nimet
ve nisyan şanından olan insan, şiddetli hırs sahibi ve gayet az sabredicî
olarak halkolundu ki o insana fakır ve hastalık gibi zarar isabet ettiğinde
isabet eden zararı herkese ilân için şikâyet eder, bağırır, çağırır,
sabredemez. O insana evlât ve servet ü saman gibi hayır isabet ettiğinde onu
saklamakta şiddetle buhul ve imsak eder kimseye vermez. Hatta bir zerresinin
bile ahar bir kimseye gittiğine razı olmaz.
Fahri Râzi ve
Nisâbûrî'nin beyanları veçhile insan şiddet-i hırs ve kıllel-i sabır manâsına
olan heIû ' sıfatı üzerine halko-lunduğundan bu sıfat insanda cibillî ve zarurî
olduğu cihetle bunun tebdili mümkün olmadığından insanı zem, bu sıfat üzerine
bulunduğundan değildir. Zira; Çeab-ı Hak kendi halkettiği sıfat üzerine kulunu
zemmetmez. Çünkü; o sıfatı refi' ve izale etmek kulun elinde ve kudreti
tahtında değildir. Binaenaleyh; insan vus'unda olmayan şeyle mükellef olamaz.
Şu halde insanın zemmolunması; bu sıfat-ı zarûriyeden tevellüd eden; şikâyet,
bağırmak, çağırmak ve buh] ü imsak gibi birtakım efâl-i ihtiyariye üzerinedir.
Gerçi bu, ef âlin menşei insanda cibillî bir sıfatsa da bunları terketmek insan
için mümkün olduğundan terketmeyen kimseleri Allahü Tealâ zemmetmiştir. Çünkü
bunları terkle teklif; insanın vus'unda olan birşeyle tekliftir ki teklifin
menşei zaruûri" ve cibillî olan hâ-let-i nefsaniye değildir, belki hâlet-i
nefsaniyeden neş'et eden ef âl-i ihtiyariyedir.
Bu âyette insanın
serden fezi1 ve feryad ve hayrı kemal-i arzuyla muhafaza ettiği' beyan
olunmuştur ki hulâsası mazarrattan kaçmak, menfaatini aramak ve rahatı için
çalışmaktır. Buysa bir emr-i meşru ve ma'kul olduğu cihetle zemmolunmamak lâzım
gelir ki zemmolunmasmm sebebi; himmeti yalnız dünyaya masruf olduğundandır.
Zira insan için lâzım olan; umur-u dünyaya umur-u âhireti de karıştırmak ve
belki umur-u âhireti tercih etmektir. Binaenaleyh sırf dünyaya hasr-ı emel
ederek âhireti unutanlar her zaman mezmûrnlardır.
Hulâsa; insanın çok
hırs ve azıcık sabır üzere yaratıldığı ve bu sıfatın neticesi olarak hayır
isabet ettiğinde şiddetle muhafazakâr olup âhara bir zerresini bile vermeye
razı olmadığı ve şer isabet ettiğinde sabretmeyerek fezi' ve feryad etmek
şanından olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[7]
Vacip Tealâ insanın
hırs ve emel üzerine halkolunduğunu beyandan sonra bu sıfat-ı mezmumeden sekiz
sınıfı istisna etmek üzere buyuruyor,
[O sıfat-ı
mezmume üzere bulunmayan ancak namaz ki kimselerdir ki onlar namazlarına
devam edicilerdir.]
Yani; bütün insanlar hırs
ve emel sahralarında helake müs-tehak olurlar. İllâ şöl kimseler ki canib-i
ma'nevî-i İlâhî'ye tevec-cüh-ü tamla teveccüh ederek onlar devam üzere
namazlarını eda edicilerdir.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile bu makamda devamla murad; evkaftan hiçbir vakitte namazı terketmemek ve
namazın vakti geldiğinde namazdan başka birşeyle meşgul olmamaktır. Namaza
devam edenler kabâyih-i sabıka olan hırs ve emel gibi sıfât-ı mezmumeden
istisna olundular. Zira; namazın vakti gelince herşeyi terkederek kalbi gibi
âzaşıyla dahi cânib-i ma'nevî-i İlâhî'ye teveccüh edip namazını edayı herşey
üzerine tercih etmesi hırs ve emel gibi sıfât-ı mezmumeyi terkine delâlet eder.
Çünkü; dünyaya muhabbeti olmuş olsaydı dünya umurunu terkle âhiret umurundan
ibaret olan namaza sürat etmezdi. Su halde vaktini fevtetmeksizin
namaza devamı şeriatın zemmedeceği
derecede dünyaya muhabbeti, olmadığına delâlet ettiğinden namaza devam edenler
âyet-i sabıkada beyan olunan sıfât-ı mezmumeden istisna olunmuşlardır. Namaza
devam evsaf-ı memduhadan birçoklarım müstelzimdir. Zira; namaza devam eden
kimsenin ihsan-ı İlâhî'den ve tekrîm-i sübhânîden az ve çok her neye nail olsa
ona kanaatma, sabrına ve metanetine delâlet ettiği gibi Allahü Tealâ korkusuyla
muttasıf olduğuna dahi delâlet eder. Zira; Allah'tan korkmasa vakit gelince
fevtetmeksizin namaza koşmazdı.[8]
Vacip Tealâ sıfât-ı
mezmumeden istisna olunmayı icab eden evsaf-ı memduhadan birincisi olan namazı
beyandan sonra ikincisi olan zekâtı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Dahi sıfât-ı
mezmumeden müstesna olan şol kimselerdir ki onların mallarında isteyen ve
istemeyen fakirler için muayyen bir miktarda hisse vardır.]
Yani; sıfat-ı mezmume
olan hırs ve emel sebebiyle helak olan-lardan şol kimseler müstesnadır ki
onların kendilerine mensup olan mallarından ihtiyacını açığa atarak isteyenler
ve fakrını set-rederek kemal-i iffetinden istemeye tenezzül etmeyen ve bu sebeple
ağniyanın atiyelerinden mahrum olan kimseler için hakk-ı muayyen vardır.
Fahri Râzi ve Hâzin'in
beyanları veçhile bu âyette hfclc-ı maIûmla murad; ağniya üzerine farz olan
zekâttır. Zira; sada-kaat içinde taraf-ı şeri'den muayyen olan hisse; zekâttır.
Çünkü zekâttan başka sadaka, hisse-i muayyene değil, mal sahibinin re'yi-ne
menuttur. İster az, ister çok verir, kimse karışamaz. Binaenaleyh; Allah'ın
farz kıldığı zekâtı eda etmekle muhtaç olanları mesrur edenler; hırs ve emel
arkasında dolaşmakla helak olanlardan müstesna kılınmışlardır.
İmam-ı Mücahid ve
(Nehaî) gibi bazı zevat bu âyette hakk-ı maIûmla muradın alâtarikınnedib velistihbab
verilen sadakalar olduğunu beyan etmişlerdir. Zira vacip olan zekâtı eda;
borcunu eda olduğu cihetle sena icab etmediğinden Cenab-ı Hakkın bu zümreyi
sena buyurması nafile olarak verilen sadaka olmasına delâlet eder. Hissenin
malûm olmasına gelince; herkesin kendi malından muayyen bir vakitte fukaraya
vermek üzere muayyen bir miktarı ayırdığından hisse-i maIûme denmiştir. Âyetin
her iki surete de ihtimali olup iki suretin cem'inde mani olmadığından ikisi
de murad olunabilir. Şu halde farz ve nafile olarak mallarından bir miktarını
Allahü Tealâ'mn rızası için fukaraya verenler bu istisnada dahiller demektir.
Muhtaç olan kimselerin
ihtiyacını deiiçin intak edenlerde ta-karrub-i ilallah olduğu gibi sıfat-ı
mezmurne olan buhulden teberri etmekle beraber muhtaçların ihtiyaçlarını defi1
ve ebna-yı cinslerine merhamet ve şefkat etmek suretiyle nail oldukları
nimetin şükrünü edaya muvaffak oldukları cihetle azab-ı ilâhî'den halâs
olacaklarına bu âyet delâlet eder.[9]
Vacip Tealâ
sıfat-ı.mezmumeden istisnaiyet icab ederi «faf-ı memduhadan üçüncüsünü beyan
etmek üzere buyuruyor.
[Dahi şol kimseler ki
cnlar yevm-i âhireti tasdik ederler.] işte bu tasdikleri sebebiyle sıfat-ı
mezmumeden müstesnalardır.
Yani; hırs ve emel
sebebiyle helak olmaktan halâs olanlar şo kimselerdir ki onlar cümle a'mâlin
cezası görüleceği âhiret gününi tasdik ve a'mâl-i salihalarıyla şu itikatlarını
teyid ederler. Çünkü âhirete iman eden Allahü Tealâ'mn emrettiği ibadâtını
terkede mez. Zira; ibadeti işlemekte ecir ve sevap, terkinde azap ve ikâl
olduğunu itikad edince menfaati mazarrat üzere- tercih eunek la zım olduğunu
her âkil idrak edebilir ve bu makamda meth içi:
varid olan lafzıyla vuku bulan meth-i
İlâhî de bu manâyı te'yid eder. Çünkü; medih yalnız itikat üzere terettüb etmeyip
belki, amele mukarin olan itikat üzere terettüb ettiğinden âyette tasdikle
murad; a'mâl-i salihayla te'yid olunan tasdiktir. Zira; yevm-i âhiret inanan
kimse nefsini ibadete ve malını infaka sarfetmekten çekinmez. Binaenaleyh;
hubb-ü dünya, hırs, emel ve buhul gibi evsaf-ı mezmumeden nefsini tebrie etmeyi
kendi için bir vazife-i diniye bildiğinden Vacip Tealâ âhirete iman edenleri
evsaf-ı mezmume sahibi olan insanlardan müstesna kılmıştır.[10]
Vacip Tealâ evsaf-ı
mezmumeden müstesna olanların dördüncüsünü beyan etmek üzere buyuruyor.
[Dahi şol kimseler
sıfat-ı mezmume sebebiyle helakten müstesnalardır ki onlar Rablerinin
azabından korkuculardir.]
Yani; insanın helakine
sebep olan hırs ve emelin hariçte tev-lid ettiği ef'âl-i mezmumeyle helak
olmaktan müstesna olanlar şol kimselerdir ki onlar behemehal kendilerinin
kusurdan halî olmadıklarını bildikleri için Rablerinin azabından daima
korkarlar. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile korku; iki şeyden te-vellüd
eder : Birincisi; vacip olan ibadâtı terk, ikincisi; haram olan şeyleri
irtikâb etmektir. İnsanın bu iki şeyden teberri edeceğine emniyeti olmadığından
ya vacibin terkinden veya haramı irtikâbından dolayı azab-ı İlâhî'den daima
korku üzere bulunmasını bu âyet beyan buyuruyor. Çünkü; insan her dakikasını
a'mâl-i salihaya sarfetse bile Allah'ın azametine karşı her zaman gayet az
görmesi elzemdir. Nasıl az görmesinler, nasıl korkmasınlar? Elbette korkmak
lâzımdır.
[Zira; onlar
Rablerinin azabından emin değillerdir.]
Yani; insanlar için
lâyıkı veçhüzere vâcibatı eda ve muhârre-matı terkettiğine dair kendileri için
kat'î bir delil ve kanaat mümkün olmadığından ve bunlarda elbette bir kusur
etmek imkânı mevcut bulunduğundan Rablerinin azabından emin olamazlar. Binaenaleyh;
daima havfüzere bulunmak lâzımdır.
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile bir kimse her ne kadar çok ibadet etse dahi azaptan emniyet
üzere bulunmak lâyık olmadığına işaret için şu cümle-i mu'terize varid
olmuştur ki azab-ı İlâhî'den herkesin her zaman korkması lâzım olduğunu
tavsiye etmiştir.[11]
Vacip Tealâ sıfât-ı
mezmume sebebiyle helak olanlardan müs tesna olanların beşincisini zikretmek
üzere buyuruyor.
[Dahi şol kimseler
helakten halâs olurlar ki onlar avret yerlerini haramdan hıfzedicilerdir.
Ancak kendilerinin nikâhlı hatunlarından ve paralarıyla aldıkları
cariyelerinden saklamazlar. Zira: onlar hatunlarından ve cariyelerinden
saklamamakla zemnıolun-mazlar.]
Cenab-ı Hak bedene ve
mala müteallik olan furu-u a'mâl ve usul-ü itikada dair, emirlerine imtisal
kabilinden bazı sıfat-ı mem-duhayı beyandan sonra nevâhîden içtinab kabilinden
olan bazı sı- fat-i memduhayı bu âyette zikretmiştir. Çünkü avret mahallini
haramdan hıfzetmek; menhiyattan içtinab olduğu cihetle ibadet olduğu gibi
kudretini şer'an sarfı lâzım gelen helâline sarfetmesi dahi ayrıca bir ibadet
olduğu -cihetle bunların da azaptan halâsına sebep olacağını beyan buyurmuştur.
Ezvac ; zevcin cem'i
olduğu cihetle mülk-ü nikâhla kendilerinin malik oldukları hatunları demektir.
«Mülk-ü yeminle malik oldukları cariyeleri» demek «Esbab-ı mülkten hangi
'sebeple malik olurlarsa olsunlar onların cariyeleri haremleri gibi kendilerine
helâldir» demektir. Binanealeyh; onlarla izdivaç etmenin zemmi mucip olmadığını
Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.[12]
Vacip Tealâ avret
mahallini muharremattan muhafaza edenleri sena ettikten sonra helâline kanaat
etmeyerek harama tecavüz edenlerin hükmünü beyan etmek üzere buyuruyor,
[Zevceleriyle
cariyelerinden başkasını nefsi için arayan kimseler hudud-u İlâhî'yeyi ve
ahkâm-ı şer'iyeyi tecavüz etmişlerdir.]
Yani; zevceleriyle
cariyeleri kendilerine helâl olup müsaade-i İlâhî'yeye mazhar olunca bunlardan
maada harpm olan hatunlara avret mahallini göstermek isteyenler muharrematı
irtikâpla kıbel-i seri'den iffet ve namusunu muhafaza için konulmuş olan
ahkâm-ı şer'iye haricine çıkmışlardır. Çünkü; şeriat-ı Ahmediye herşeyin
hilline veyahut hürmetine dair vazetmiş olduğu kavaid o şeyin etrafında duvar
mesabesinde bir hadd-i şer'îdir. Binaenaleyh o kaideyi ileri geçmek; girilmesi
memnu olan bir bağın duvarından içeri atlamak gibi olduğundan o şeyin hudud-u
mevzuasını geçmiş olur. Şu halde vaz'olunan kanunu tecavüzle iffet ve namusunu
dünyada lekedar ettiği gibi âhirette dahi azab-ı İlâhî'ye müstehak olacağına
işaret için Cenab-ı Hak onlara ( jjjU^ ) buyurmuştur. Yani «Ancak onlar hududu
tecavüz edip ileri geçiciler» demektir ki ka-nun-u İlâhî'nin ahkâmından harice
çıkanların azaba istihkakları diğer âyetlerle dahi beyan olunmuştur.[13]
Vacip Tealâ insanın
zaafına lâzım olan evsaf-ı memduhayı beyandan sonra halkla olacak muamelede
insaniyete lâzım gelen sı-fat-ı memduhayı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Dahi şol kimseler
helakten müstesnalardır ki onlar kendilerine verilen emanetlerine ve âhara
vermiş oldukları ahdlerine riâyet edicilerdir.]
Yani; şol kimseler
sıfat-ı mezmume sebebiyle helakten müstesnalardır ki onlar gayrıları
tarafından kendilerine bırakılan emanetleri ve nasla beyinlerinde cereyan eden
ahid ve pazarlıklarını kemaliyle muhafaza ederler, asla gadr ü hıyanette
bulunmazlar.
Emanetin birçok envâ'ı
olduğuna işaret için bu âyette emanet lâfzı cemi' sıygasıyla varid olmuştur.
Çünkü; kullarla Rableri arasında olur : Savın, salât, hac, zekât ve sair
jeraiz-i İlâhî'ye gibi. İnsanlar arasında olur : Vedialar ve beyinlerinde
cereyan eden gizli sözler gibi. Bunların cümlesini bihakkın muhafaza etmek
vezaif-i diniyedendir. Zira Cenab-ı Hakka karşı emanâtı muhafaza etmek;
uhdesine terettüb eden vazifeyi ve vâcibâtı. eda etmekle ubudiyete lâzım .gelen
hizmeti eda etmiş olduğu gibi ahali kendi aralarında cereyan eden emânâtı
muhafazayla yekdiğerinin ihtiyacını defetmek suretiyle dahi muamelenin hüsn-ü
cereyanına ve âlemin intizamına hizmet etmiş olurlar, bu vesileyle
beyinlerinde açıktan veya gizli vuku bulan pazarlıkları dahi muhafazayla
vukû-u rnelhuz olan münazaayı katetmiş olurlar. İşte şu esasa binaen Vacip
Tealâ emanâtâ ve ahde riayet edenleri sena etmiştir.[14]
Vacip Tealâ nâsla
olacak muameleden bazılarını sonra bazı
aharı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Dahi şol kimseler
helakten müstesnalardır ki hukuk-u inada müteallik olan ve kendilerine terettüb
eden şehadeti hâkimler huzurunda bihakkın eda etmekle o şehadetin taalluk
ettiği hukuku ziya'dan muhafaza edicilerdir.]
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile şehadet; emanet kabilinden olduğu halde emânât içinde şehadetin ayrıca
bir şeref ve meziyeti olduğuna işaret için şehadet, emânâttan sonra ayrıca
zikrolunmuş-tur. Çünkü; şehadetin asayîş-i âleme taalluku itibariyle diğer
emâ-nâta kıyas olunamaz. Zira; şehadeti saklamakla hukuk zayi etmek halk
arasında muamelenin haleldar olmasına badi olduğundan şe-hadette hıyanet
etmenin intizam-ı âlemi sektedâr edeceği tabii bir-şeydir. Binaenaleyh;
şehadeti saklamanın mazarratı hem ashab-i hukuka ve hem de umuma ait olduğundan
bihakkın şehadeti eda eden kimseler umumu mazarrattan vikaye eyledikleri gibi
uhdelerine terettüb eden vazifelerini, yoluyla ifa ettiklerinden bu âyette
helakten müstesna kılınmışlardır,
Şehadetin envâı çok
olduğuna işaret için şehadet lâfzı bu âyette cemi' sıygasıyla varid olmuştur.
Binaenaleyh bu makamda şehadet; hukuk-u ibad hakkında hâkimler huzurunda olan
şehadet-lere şâmil olduğu gibi kelime-i şehadete dahi şâmil olabilir. Binaenaleyh;
mümin olan bir kimsenin lisanından keîime-i şehadeti saklamaması lâzımdır.[15]
Vacip Tealâ insanların
helakine badi olan evsaf-ı mezmûmeden müstesna olanların evveli namaza devam
edenler olduğu gibi âhiri de salâtı muhafaza edenler olduğunu beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Dahi şol kimseler
helakten müstesnalardır ki onlar vakt-i muayyenlerinde farz olan namazlarını
kemal-i huzurla eda ve muhafaza ederler.]
Yani; onlar
namazlarını kemâl-i ihtimam ve dikkatla eda ederler demektir.
Şu beyan olunan sekiz
sınıf m. evvelinde namaza devam edenler ve âhirinde namazı muhafaza edenler
beyan olunmuştur ki devamla muhafaza beyninde fark vardır. Zira devam; evkafından
hiçbirini geçirmemektir. Amma muhafaza; abdest, setr-i avret ve kıbleye
teveccüh gibi şerait-i hariciyesini, kıyam, kıraat, rükû' ve sücud gibi
şerait-i dahiliyesini ifa etmek, fezâili ki mescidde cemaata devam eylemek,
namazın vakti gelmezden evvel hazırlanmak, kalbini vesveseden ve masivallaha
iltifattan boşaltmak, riya ve sum'a'dan içtinab etmektir. Hatta namazdan sonra
oyun ve çalgı gibi maâsîden ihtiraz namazın muhafazasından ma'duddur.
Ebussuud Efendî'nin
beyanı veçhile şu beyan olunan sekiz sıfatın ihtilâfı zatın ihtilâfı
menzilinde olduğuna ve her sıfatın birçok ahkâmı cami olup herbirûazamet-i şan
sahibi olduklarına işaret için herbirinde ayrı ayrı ta'zime delâlet eden ism-i
mevsul varid olmuştur ki hiç birisi aharına tetimme kabilinden kılınmamıştır.
Zira; her birisi müstakil hüküm sahibi olduğundan âhara'teba-iyeti yoktur.[16]
Vacip Tealâ ehl-i
imanın evsafını beyandan sonra onlar
için hazırlanan lutf-u îlâhî'yi beyan etmek üzere buyuruyor.
[İşte şu evsafı hâiz
olan cemaat bahçeler içinde ikram olunurlar.]
Yani; şu sıfât-ı
kâmileyle muttasıf olan zevat-ı kiram indallah Makbul olduklarından Cennet'ler
içinde envâ-ı kerametle mükrem ve aksâm-ı nimetlerle mütenâ'imlerdir.
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile şu sıfatlarla mevsûf olan kimselerin
şanlarının âlî ve mertebelerinin yüksek olduğuna işaret için ta'zime delâlet
eden lâfzı varid olmuştur. Çünkü ism-i işarette kaide; işaret olunan zâtın haiz
olduğu sıfat sebebiyle hüküm alınmaktır. Şu halde işaret olunan ehl-i imanın
haiz oldukları sekiz sıfat sebebiyle Cennetlerde muhterem olarak karar etmek
hükmünü aldıklarından kendilerine lâzım gelen ta'zime işaret
için zikrolunmuştur.
Hulâsa insanları
mehlekeye götüren hırs, emel ve sabırsızlık gibi sıfatlarla helak olanların
helakinden kurtulmak; namazın vaktini geçirmeksizin eda etmek, fukaranın hakkı
olan zekâtı malından ayırarak müstehakkma ulaştırmak, yevm-i âhireti tasdik etmek,
Allah'ın azabından korkmak, avret mahallini haramdan muhafaza etmek, emanete
ve ahdine riâyet etmek, hukuk-u ibadı zi'-ya'dan muhafaza için lâzım gelen
şehadeti eda etmek, namazın erkân ve şeraitine dikkat ederek sünnet veçhüzere
kılmak olduğu ve şu sıfatları cami olan kimselerin Cennet'te mükrem ve muhterem
olacakları bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir.[17]
Vacip Tealâ müminlerin
hallerini beyandan sonra kâfirlerin bazı ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ya Ekrem-er Rusiil!
Ne hal ânz oldu şol kâfirlere ki onlar sür'atla senin etrafını çevirip
mütemadiyen sana nazar ederek senin sözlerini dinlerler? Halbuki nıütenassıh
olup intifa' da etmezler. Onlar sağında ve solunda halka halka dağınık bir
surette içtimâ' ediyorlar.]
Muhti sür'at edici ve
boynunu uzatıcı, izin; fırka fırka olarak, cemaat demektir. Fahri Râzi'nin
beyanı veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; Mekke'de kâfirler fırka fırka sür'atla
gelirler ve Resulullah'm etrafını
çevirip, boyunlarım uzatarak Resulullah'm kelâmını dinlerler ve istihza
tarikıyla «Eğer Resulullah'm dediği gibi bunlar Cennet'e girerlerse biz
onlardan evvel gireriz» demeleri üzerine onların bu hallerini tasvir için âyet
nazil olmuştur. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey Habibim! Ne oldu şol kâfirlere
ki onların halleri pek acîptir? Zira; onlar senin tarafına sür'atla gelirler,
gözleriyle sana teveccüh ederler, boyunlarını uzata uzata senin kelâmını
dinlerler ve fırka fırka etrafını çevirirler? Halbuki sözlerini kabul
etmediklerinden intifa' etmezler] demektir.
Bunların şu gelmeleri
intifa' etmek kasdıyla olmadığı halde böyle sür'atla gelip kelâm-ı nebeviyi
dinlemeleri taaccübe şayan bir hal olduğuna işaret için taaccübe delâlet eden
ve istifhama mevzu olan lâfzı varid olmuştur.[18]
Vacip Tealâ kâfirlerin
hallerini beyandan sonra «Cennet'e gireriz» diye ümitlerinin faydasız bir ümit
olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[O kâfirlerden herbiri
nimet sahibi olan Cennet'e girmek mi isterler?]
Yani; kâfirler iman
etmedikleri halde nimet sahibi olan Cennet'e herbirerleri a'mâl-i sâlihaya
müsaraat etmeksizin girmek mi um id ederler? Bu ümitleri faydasızdır. Çünkü
iman olmadığı için Cennet'e girmeleri memnû'dur. Amma müminler iman edip imanlarını
a'mâl-i salihayla te'yid ve takviye ettiklerinden amellerinin semeresini görmek
için Cennet'e girerler. Binaenaleyh; kâfirlerin <'E|er müminler Cennet'e
girerse biz daha evvel gireriz» diyerek kendilerini müminlere-kıyas etmeleri
bâtıldır. Çünkü; ehl-i küfür ehi-i imana hiçbir.zaman ve bir ferd-i âkil
indinde kabil-i kıyas de^i(dir Kabil-i
kıyas olmayan birşeyi kıyasa cüretin sefâhetten başka birşey olmadığına işaret için Cenab-ı Hak bu
ümitte olan kâfirlerin ümitlerini istifham-ı inkârı ile red ve kendilerini
tekdir etmiştir.[19]
Vacip Tealâ kâfirlerin
bu ümijjrini kemal-i şiddetle reddetmek üzere buyuruyor.
[Onların itikadı gibi
değildir. |ft-a; Biz Azimüşşân onları bilmedikleri meniden halkettik.]
Yani; onların
itikatları bâtıldırTZira onlar zannettikleri gibi Cennet'e giremezler. Çünkü;
biz onları Cennet'e lâyık olmadık ve lâyıkı veçhüzere eczasının terkibini
bilmedikleri nutfeden halkettik ki mahalli taharet olan Cennet'e lâyık
değildir. Şu halde esas-ı hilkat ve madde-i asliye itibarıyla cümle insanlar
Cennet'e münasip olmamakta müsavilerdir. Lâkin insanlarda akl-ı kâmil sahibi
olanlar evvelâ iman ve saniyen ibadetle nefislerini tathir etmek suretiyle
Cennet'e liyakat kesbederler. Binaenaleyh; ehl-i iman imanları sebebiyle
diğerleri üzerine tercih olunurlar. Ehl-i küfür ise nur-u imanla nefislerini
tathir ve ma'rifet-i İlâhî'yeyle tezyin etmedikleri cihetle Cennet'e ve
nimetlerine istihkak kesbedemezler. Şu halde küfrüzere ısrar ettikçe Cennet'e
gireriz ümitleri abesten başka birşey değildir.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile bu âyetin bundan evvelki âyetlerde beyan olunan haşre müteallik olan
âyetlere merbut olması muhtemeldir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Onlar ba'sı
inkâr ettiler. Lâkin bu inkârları doğru değildir. Zira; biz onları bilmedikleri
meniden yarattık. Binaenaleyh; o menide asla zahir olmadığı halde güzel boy-ve
güzel suret üzere dünyada nasıl halkettikse âhi-rette dahi Öylece
halkedeceğimizde şüphe yoktur] demektir.
Hulâsa; hal ü şan
kâfirlerin itikatları gibi olmadığı, zira; onlar meniden halkolunup iman ve
ibadetle taharet kabul etmediklerinden Cennet'e lâyık olmadıkları bu âyetten
müstefad olan fevaid cümlesindendir.[20]
Vacip Tealâ insanın
hilkat-ı asliyesine işaretle ba'sa işaret et tikten sonra münkirleri ihlâkle
onlardan daha hayırlı nâsı icad et meye kadir olduğunu beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Onların bilmedikleri
hakîr bir meniden bizim onları halket-tiğimiz malûm olunca ben günün doğduğu ve
battığı mahallerin Rabbisine yemin ederim ki biz onları onlardan daha hayırlı
bir kavme tebdil etmeye kadiriz. Halbuki onların zannettikleri gibi biz âciz
değiliz.]
Yani; âhireti inkâr
eden kâfirlerin inkârları zikrolunan delillerle merdûd olunca cümle
yıldızların doğduğu ve indiği mahallerin Rabbisine yemin ederim ki, biz onları
ihlâkle onlardan daha hayırlı, imana esiah, din-i İslâmı kabule daha evfak
kimseleri hal-ketmeye muhakkak kadiriz. Halbuki bu tebdili biz murad ettiğimizde
hiç kimseye mağlûp olmaz, elbette murad ettiğimizi işleriz. Zira; irademize
kimse mümanaat edemez.
Fahri Râzi'nin beyanı
veçhile bu âyette tebdi ile murad; bazı kâfirlerin küfrünü imana tebdille Resulüne
hayırlı tâbiler Meydana getirmek suretiyle olacağını ve bu tebdil de küffar-ı
Mekke bedelinde Allahü Tealâ'mn muhacirini ve ensarı halketnıesiyle bilfiil
vuku bulduğunu bazı müfessirîn beyan etmişlerse de bu tevcih o kadar makbul
değildir. Zira âyette zahir olan; Mekke kavlini imana davet ve icabet
etmedikleri surette onların tebdiline kudret-i İlâhî'yenin kâfi olduğunu
beyanla kâfirleri tehdid inektir.
Bu misilli makamda
lâfzı hükmü te'kid için zaid olarak geldiğinden her ne kadar kelâm nefiy suretindeyse
de manâ müspettir. Yani «Ben yemin ederim» demektir. Araplar nazarında meşarik
ve meğâribin şanları büyük olduğundan makam-ı tehdidde bunların Rabb'isine
kasemle varid olmuştur.
manâsına olduğundan demek «Biz kimseye mağlûp
değiliz, istediğimizi yaparız. İrademize kimse karşı duramaz» demektir.
Hulâsa; iman etmeyen
kâfirlerden daha hayırlı bir kavmi halkla kâfirleri ihlâke Cenab-ı Hakkın kadir
olduğu ve hiçbir kimseye mağlûp olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesin-dendir.[21]
Vacip Tealâ kıyameti
inkâr eden kâfirleri ihlâkle onların makamında daha hayırlı bir kavim
halketmeye kadir olduğunu beyandan sonra Resulünü tesliye ve küfrüzere inad
eden kâfirleri nev'-i aharla tehdid etmek üzere buyuruyor.
[Biz onları daha iyi
bir kavme tebdile kadir olunca bırak sen onları ya Ekrem-er it usûl! Dalsınlar
batıl sözlerine. Ve oynasmlar, hatta kendilerine vaad olunan günlerine
uğraymcaya kadar.]
Yani; ey Resul-ü
Mükerrem! Terket sen onları halleri üzerine. Zira; nasihat te'sir etmiyor,
Bildiklerini işlesinler, birtakım iftira ve yalan gibi bâtıl sözlerine
dalsınlar, bizim tarafımızdan nazil olan âyetlerle ve sair müftereyâtlarıyla
oynasmlar sol güne kadar ki o gün onlara vaad olunmuştur. O güne tesadüf
edinceye "kadar oynasın ve gülsünler, o gün gelince hakikati anlarlar,
fakat fayda etmez.
Bu âyetin âyet-i
kıtalle mensûh olduğu mervidir. Zira; kıtal âyeti nazil olduktan sonra kâfirler
halleri üzerine terkolunmadılar, belki iman etmeyenler katlolundular. Bu âyet;
kudret-i İlâhî'ye üzerine
tefrf olunduğu cihetle kâfirlerin yolsuz muamelelerinden Resulullah'a arız olan
hüzün ve kederi izâle için tesliyedir. Şu halde manâ-yı nazım; [Habibim! Bizim
kudretimizin onları ihlâke kâfi olduğu yeminle takviye olununca sen telâş etme,
halleri üzere terket ki onlar gülsünler, oynasmlar, bildiklerini işlesinler,
onlara vaad olunan gün gelinceye kadar.
Zira; o günde biz
hesaplarını görüp cezasını vermekle intikamımızı alırız] demektir.[22]
Vacip,Tealâ evvelki
âyette vaad olunduğu beyan olunan gü beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikret ey Nebiyy-i
Muhterem! O günü ki onlar kabirlerinden sür'atla çıkarlar, sür'atla
çıktıklarında sen dersin ki «Keenne onlar karşılarında dikilmiş putlara doğru
gidiyorlar»/]
Yani; onların
vaadolundukları gün sol gün ki o günde emr-i İlâhî üzerine İsrafil tarafından
ikinci defa olarak sûra üfürülmekle kabirlerinden kemal-i sür'atla çıkarlar.
Keenne onların davet olundukları tarafa gidişleri dünyada ibadet için
nasbetmiş oldukları putları taraf ma. gidişlerine benzer. Çünkü dünyada
yaşadıkça âdetleri; derecelerinin yüksek olacağına ümid ederek ibadet için koydukları
putlar tarafına kemal-i sür'atla gitmek olduğundan kabirden çıkıp mahşere
gidişleri aynıyla dünyadaki hallerini andırır.
Hulâsa; kıyamette
mahşere gelmek üzere vâki olan davete icabette' kâfirlerin gidişi dünyada
ibadet için putları tarafına gitmelerine benzer bir gidişle gidecekleri bu
âyetten müstefad plan fevaid cümlesindendir.[23]
Vacip Tealâ kâfirlerin
kıyamette kabirlerinden kalkınca çağ-frkları tarafa birbirine müsabaka edercesine
koşarak gideceklerini beyandan sonra o günde onların duçar olacakları sefaleti
beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onların gözlerinde
yalvarmak zahir olur ve her taraflarını züll ü meskenet ihata eder. Şu haller o
günde cereyan eder ki o günle onlar vaadolunmuşlardı.j
Yani.; kâfirler
kabirlerinden çıkınca gözleri zelil ve her taraflarını horluk ve hakirlik
ihata eder olduğu halde giderler. Şu ahvalin cereyanı gol günde olur ki o gün
onlara vaad olunmuştu.
Züll ü hakaret vücudun
her tarafinı ihata ettiği halde yalnız gözlerine isnad olunmasının sebebi;
zelîl ve hakîr olmasının eseri gözlerde daha ziyade görüldüğü içindir. Zilletin
eseri derece-i ni-hayeye varacağına
işaret için her tarafı kaplama manâsına olan kelimesi varid olmuş ve o günü inkâr eden kâfirleri
tekdir olmak üzere o günün vaadolunmuş bir gün olduğu beyan olunmuştur.[24]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6128-6129
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6129-6130
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6130-6131
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6131-6132
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6133-6134
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6134-6135
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6135-6137
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6137-6138
[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6138-6139
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6139-6140
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6140-6141
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6141-6142
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6142
[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6142-6143
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6143-6144
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6144-6145
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6145-6146
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6146-6147
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6147-6148
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6148-6149
[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6149-6150
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6150-6151
[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6151
[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 15/6151-6152