SURE-Î MEÂRİC.. 2


SURE-Î MEÂRİC

 

Mekke-i Mükerreme'de nazil olan sûrelerdendir. Kırk dört âyeti camidir.

[Bir sâil kâfire vâki olacak azabı suâl etti. O azap kâfirler içindir ki göklerin ve nice âlî makamların halikı ve sahibi olan Al-lahü Tealâ tarafından nazil olan âzâbı defedici bir kimse olmadı.]

Fahri Râzi'nin beyanına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü; müşriklerden (Nadr b. Haris) veya (Ebu Cehil) «Ya Rabbi! Eğer Muhammedi (S.A.) in dediği doğruysa bizim üzerimize azap gön­der veyahut taş yağdır» demesi üzerine bu âyet nazil olmuştur. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Bir dua edici, kâfirlere vaki olacak âzâbm gelmesiyle duâ etti. Çünkü; Resulul-lah onları taraf-ı İlâhî'-den azabın gelmesiyle inzar edince onlar da «Yâ Muhammedi (S.A.) Dediğin doğruysa gelecek azap geliversin» demişlerdi, is­tedikleri azap Bedir vak'asmda geldi. AUahü Tealâ onları ehl-i iman elinde makhûr, münhezim ve maktul kıldı» demektir. Hatta bazı rivayette (Harise b. Nu'man) «Yâ Rabbi! Muhammed (S.A.) m dediği doğruysa bizim üzerimize taş yağdır» demişti. Bu duası üzerine Allahü Tealâ başına taş düşürüp beynini parçalatuiak su­retiyle helak etmiştir. Yahut müşriklerden bazıları Resulullah'ın beyan ettiği azabın .kimlere vaki olacağım suâl etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Ve Allahü Tealâ'nin inzal ettiği aza­bı defedecek bir kimse olmadığı beyan olunmuştur ki evlâdına ve

etbâ'ma güvenenleri de reddetmiştir. Çünkü; ( £>'.a -) nefi aka­binde nekre olarak vâki olduğundan manâ-yı ayet: Allahü. Tealâ kâfirlere vaki olacak azabı defedici gerek akrabalarından, gerek ahbap ve evlâtlarından hiç kimse yoktur j  demek olur.

İbn-i Abbas'm rivayetine nazaran meâric le murad; &-e-rnavâttır. Zira; evamir-i İlâhî'yi ve nevâhi-yi sübhaniyi getirip gö­türmek üzere melekler semâvâttan inip çıktıkları için semâvâta meâric  denmiştir.[1]

 

Vacip Tealâ semâvât gibi âlî makamların sahibi olduğunu be­yandan sonra o âlî makamın sahibi olan Allahü Tealâ'nm arş-ı a'lâsına meleklerin ne kadar miktarda inip. çıktıklarını beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Melekler ve ruh isminde olan Cibril-i Emin arş-ı a'lâyt karlar o günde ki o günün miktarı elli bin senedir.]

Yani; miktarı elli bin sene raddesinde olan yevm-i kıyam» emr-i İlâhî'yi almak üzere melekler ve Cibril arş-ı a'lâya çıkarlar. Cibril-i Emin'in fazilet ve meziyetine işaret için melekler de dahi] olup onların cinsinden olduğu hakle ayrıca zikrolunarak ruh lâfzı melâike üzerine atfolunmuştur.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hakkın mekândan mü­nezzeh olduğu delil-i kafiyle sabit olduğu cihetle mekâna delâlet eden kelimâtın her yerde münasip veçhile te'vili vaciptir. Binaen­aleyh; bu âyette İâfzı arşa veya emr-i İlâhî'ye veya hükm-ü İlâhîye râci olmakla melekler arşa ya emri. veyahut hükm-ü İlâhî'yi telâkki etmek üzere çıkarlar demektir.

Elli bin sene takdir suretiyledir. Yani «Yevm-i kıyamette nâsm hesabıyla insanlardan en zeki ve muhasip kimseler meşgul ol­salar elli bin senede nihayet bulur» demektir, yoksa muhasebe elli bin sene devamla o gün o miktar uzayacak demek değildir. Zira; Vacip Tealâ'mn, kulların muhasebesini dünya günlerinden bir gü­nün nısfı mesabesi bir zamanda bitireceği mervidir. Bazıları da elli bin sene miktarı olmak kâfirlere mahsus olduğunu beyan etmiş­lerdir. Bugün, hesap gününe mahsus olduğu cihetle âhiretin niha­yet bulacağına delâlet etmez. Zira; bu âyet; yevm-i kıyameti beyan eder, yoksa âhiretin mecmuu müddetine beyan için sevkolunmuş değildir ki âhiretin müddetini beyan olsun.

O günün müminler hakkında pek az bir miktar olduğuna bazı âyetler delâlet ettiği gibi (Ebu Said-ül Hudrî) Hazretlerinden mer-vî olan hadis-i şerif de delâlet eder. Çünkü; ashab-ı kiram tarafın­dan «Ya Resulallah! O gün ne kadar uzun bir gündür?» denildiğin­de Resulullah'm «Nefs-i Muhammediyem kudret-i İlâhî'yesinde olan Allahû Tealâ'ya yemin ederim ki o gün mümin hakkında el­bette tahfif olunur. Hatta dünyada edâ ettiği farz namazından daha hafif olur^ buyurduğu mervidir. Şu halde bu âyette mezkûr olan uzun müddetin ehl-i imana şümulü yoktur.[2]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin vâki olacak azaptan suâllerini beyan buyurdu ve lâkin bu suâl istihza tarikıyla olduğundan Resulullah'a arız olan hüzn ü elem üzerine Resul'ünü tesliye ve sabırla emret­mek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-er Rusül! Onlar istihza tarikıyla sana azaptan suâl edince sen güzel sabırla sabret, âksbet senindir. Zira; onlar o azabı uzak görürler, biz yakın görürüz.]

Nisâbûrî ve Hâzin'in beyanları veçhile s abr–ı cem ille murad; ıztırap ve halecân-ı kalp şaibesi olmayan sabırdır ki onda kâfirlerin azabını isti'câl ve derhal vukuunu gözetmek dahi olmaz. Zira; azabın vukuunu isti'câl üzere gözetmek hüzünden halî ola­mayacağından ve ne zaman vâki olacak diyerek intizarda vakt-i merhunu gelinceye kadar ıztırap çekileceğinden Cenab~ı Hak Ha-bibine sabr-ı .cemille emretmiştir ki bunların cümlesinden vareste olsun.

Bu âyette Cenab-ı Hakkın resulüne sabırla emrinde düşman­larının inkırazına beşaret vardır. Çfönkü; sabrın akıbeti selâmet olup selâmet ise düşmanlarının izmihlâliyle olacağından sabırla emir; beşareti mutazammmdır ve akıbet Bedir gazasında düşman­ları helak olduklarından sabrın akıbeti olan selâmet görülmüştür, şu itibarla âyet gaipten haber olduğu cihetle mucizedir.

Kâfirler Resulullah'm beyan ettiği azabı, inanmadıkları cihet­le uzak addetmişlerse de Cenab-ı Hak o azabın yakın olduğunu be­yan buyurmuştur. Çünkü; kudret-i İlâhî'yeye nispetle gayet kolay ve yakın olduğundan vakt-i merhunu gelince sebeb-i nüzulde be­yan olunduğu cihetle bu azabı uzak addedenler ehl-i İslâm'ın kılı­cıyla Bedir'de helak olmuşlardır. Şu beyan; azabın dünyada vu­kuuna nazarandır. Amma âhirette olduğuna nazaran o yakın olan azabın zamanı kıyamet günüdür.[3]

 

Vacip Tealâ yakın olan azabın zamanını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yakın olan azap o günde olur ki gök erimiş bakır gibi ve dağlar dabi atılmış renkli yün gibi olurlar, o günde akraba diğer akrabasuun batinden soramaz. Halbuki akraba birbirine gösteri­lir.]

Yani; o azabın vukuu Öyle bir günde olur ki o günün şidde­tinden gökler erimiş bakır veyahut zeytinyağının tortusu gibi olur. dağlar bu kadar cesametleriyle beraber gûnâgûn renklerle atılmış yün parçaları gibi olur, herkes kendi haliyle meşgul olduğundan hiçbir akraba diğerinin halinden sormaya mecali olamadığından soramaz. Halbuki akrabaları onlara gösterilir, yoksa akrabalar bir­birlerinin halinden soramadıkları göremediklerinden değildir, bel­ki o günün şiddetinden herkesin kendi ameli meşguliyetine kâfi olduğu cihetle velev akrabası olsun gayrın halinden suâle vakti olmaz ki suâl etsin.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile İhn ; çeşitli renkle atılmış ve boyanmış yündür. Dağların reng-i aslîleri beyaz, kırmızı ve si­yah gibi renkler olduğu cihetle kıyamette atılmış yün parçaları gibi havada bulundukları zamanda muhtelif renklerde bulunaca­ğından çeşitli renkle boyanmış ve atılmış yüne teşbih olunmuştur.

Akraba yekdiğerinin halinden soramayınca birisinden de şe­faat isteyemez ve rıfkıla muamele de beklemez. Zira; herkesin kendi derdi başından aşkın olduğu cihetle hiçbir kimse diğerinden lütuf gözetemez. Çünkü; kendi derdine derman bulamayanın diğe­rinin derdine derman olamayacağı tabii birşeydir. Evet! Kıyamette bazı kimse diğerine şefaat eder, fakat suâl cevap bitip kendi kur­tulduktan sonra aharına şefaat eder. Şu halde yevm-i kıyamette insanların yekdiğerine şefaatları olacaktır, lâkin şefaat edecek kimsenin başı selâmet olmak şarttır. Binaenaleyh; bu âyet şefaat hakkında olan âyetlere münafi değildir.

Hulâsa; kâfirlerin Resulullah'm beyan ettiği azaptan istihza tarikıyla suâl ettikleri ve taraf-ı İlâhî'den onlara nazil olacak azabı defedecek kimsenin bulunmayacağı ve Cenab-ı. Hakkın âlî makam­lar sahibi olduğu ve o âlî makamlardan birisi de arş-ı a'lâ olup arş-ı a'lâya meleklerin, miktarı elli bin sene olan yevm-i kıyamette Al-lahü Tealâ'dan emir almak üzere çıkacakları ve kâfirlerin suâlle­rinden arız olan hüznü defetmek için Resulullah'm sabra devamı lâzım olduğu ve o azabı kâfirler uzak görüyorlarsa da Cenab-ı Hakkın gayet yakın gördüğü ve o azabın yevm-i kıyamette olacağı o yevm-i kıyametin dehşetinden semanın erimiş bakır ve dağların atılmış yün gibi olacağı ve o günde akrabalar birbirini gördükleri halde herkes kendi derdiyle meşgul olduğundan yekdiğerinin ha­linden suâl edemeyeceği bu âyetlerden müstefad olan fevaid cüm-lesindendir.[4]

 

Vacip Tealâ akrabaların birbirini görüp bildikleri halde yek­diğerinin halinden soramayacaklarını beyandan sonra suâl edeme­diklerinin sebebi; o günün insanlarda ikaa edeceği te'sirinden mü^| tevellit olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Her günahkâr yevm-i kıyametin azabından kurtulmak içiı sevgili oğlunu, haremini, biraderini ve kavm ü kabilesini ki o kavm ü kabilesi sevdiklerinden dünyada onu kucaklarına alırlardı ve yeryüzünde olan insanların cümlesini azaba bedel verip de soı ra kendi kurtulmasını ister.]

Yani; her günahkâr kendinden sâdır olan günahların azabını ve kıyametin şiddetini görünce o günün azabından kurtulmak için oğlunu, haremini, biraderini ve ona her iyiliği lâyık görüp kendini dünyada kucaklarına alan kavm ü kabilesini ve yeryüzünde olan insanların cümlesini o azap bedelinde feda edip de sonra kendinin kurtulmasını ister, ezcân ü dil arzu eder. Lâkin o arzusu kendine fayda vermez. Çünkü; bir kimsenin günahına diğeri feda edilemez. Zira; o gün adalet-i îîâhî'yenin zuhur edeceği bir gün olduğundan herkes kendi günahının cezasını görür, aharın günahından mes'ûl olamaz ve hiçbir kimse kendi günahı bedelinde aharı fedaya muk­tedir olamaz. Binaenaleyh; o günah sahibi olan kimsenin bu misilli temenniyâtı muhali temenni kabilindendir.

Bu âyet-i celile o günde herkesin duçar olacağı müşkülâtı tas­vir eder. Yani o günün müşkülâtını gören bir âsî nefsinin halâsı için herşeyi hatta en ziyade sevgili olan evlâdını, ahbabını, hare­mini ve biraderini fedaya âmâde olur fakat muktedir olamaz.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile kelimesi istib'âda mev­zudur. Çünkü; arzu olunan necat ve feda muhal olduğu cihetle bu misilli arzusuyla necatın gayet uzak ve muhal olduğuna işaret için, ıstib'âda mevzu olan lâfzı varid olmuştur.

İşte insanlara lâzım olan; tedariki mümkünken bu dünyada Allah'ın emrine imtisal ederek o günde kurtaracak esbaba teves­sül etmektir. Zira; herşey zamanında gerektir, zamanı geçtikten sonra kurtulmak çaresini aramak fayda etmez.

Hulâsa; yevm-i kıyametin azabından kurtulmak için âsî olan kimsenin o azaba bedel oğlunu, haremini, kavm ü kabilesini ve cümle insanları feda edip de kendinin halâs olmasını arzu edeceği ve lâkin fayda vermeyeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir.[5]

 

Vacip Tealâ günah sahibi olan kimsenin azaptan kurtulmak için bütün dünyayı feda etmek isteyeceğini, lâkin fayda etmeyece­ğini beyandan sonra bu misilli âsîlerin arzuları sarahaten reddolu-nacağını beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Ey âsî! Senin zannettiğin gibi değil. Zira; Cehennem alevle­nici ateş sahibi olup etrâf-ı a'zâmn ve başların derilerini yüzüp çıkarıcıdır, Cehennem imana arkasını donen, haktan i'raz eden. ha­ramdan mal cemedip k^se içine; koyan kimseleri kendi tarafına çağırır.]                     

Yani; günah sahibi olan kimse arzu ettiği veçhile kurtulamaz.  i Zira; Cehennem ateşi daima alevlenici ve etraf-ı a'zâ olan ellerin. " ayakların, başın ve yüzün etlerini ve derilerini söküp alıcıdır, Ce­hennem imana arkasını dönüp    Resul'ün davetine icabetten i'raz edenleri ve ibadetten sarfmazarla müzahrefat-ı dünyeviyeden su-ret-i gayr-ı meşruada mal toplayıp saklayan ve hırs u emeline bi­naen Hakkullah olan zekâtını vermeyen kimseleri kendi tarafına çağırır, içine alır.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile Cehennem, kâfiri kendi tarafına lisan-ı haliyle veyahut Cenab-ı Hakkın kendinde halkettiği lisanla çağırır yahut çağıran Cehennem'in zebanileridir.

Buna nazaran Cehennem veyahut zebanileri «Gel buraya yâ kâ­fir-!» diyerek çağırır yahut manasınadır. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Cehennem imandan i'raz eden kâfirleri helak eder] demektir.

Bu âyette ma'rifet-i İlâhî'yeden ve taat-ı sübha-niyeden i'raza işarettir. hırs ve emele işarettir ve dinin âfâtı da bunlardan ibarettir. Bu âyette imandan ve taat-ı İlâ­hî'yeden i'raz edenlerin Cehennem'in davetine ma'ruz kalacakları beyan olunduğu gibi mal cemedip hıfzedenlerin dahi- Ceheıınem'e ma'ruz kalacakları beyan olunmuştur. Gerçi helâlinden mal cemet-mefc meşru ise de o malın vâcibatmı eda etmemek ve lâzım gelen mahallere sarf etmeksizin hıfzetmek o malın hukukunu eda etme­mek olduğu cihetle Cehennem'in davetine sebep olabilir. Amma veçh-i şer'î üzere mal kazanmak ve israftan sakınmakla beraber şer'an sarfı lâzım olan miktarını sarfederek fîsebilillâh infakla o malı müstehakkma ulaştıran kimse Cehennem'in davetine ma'ruz kalmayacağı gibi o mal Cehennem'e perde olarak sahibinin halâ­sına sebep olur.

ateşi alevle yanıcı Cehennem'in ismidir. şiddetle soyup çıkarıcı manasınadır. yüzün ve başın derileridir. Yahut eller ve ayaklar gibi etraf-ı a'zâdır. öyle değil manâsına âsînin arzusunu reddetmektir. Şu halde manâ-yı nazım: [Ey âsî! Hal ü şan Öyle değil, belki Cehennem; alevlenici ateş sahibi yüzlerin, gözlerin ve etraf-ı a'zânın derilerini şiddetle yolup alıcı, söküp çıkarıcıdır, imandan yüz döndürüp suret-i gayr-ı meşruada mal cemedip hırsla saklayanları tarafına cezbedip ^.çeki­cidir] demektir.[6]

 

Vacip Tealâ mal cemedip mahalline sarfetmeyerek hıfzedenle­rin Cehennem'in davetine ma'ruz kalacaklarını beyandan sonra in­sanda bulunan bazı fena sıfatları beyanla Cehennem'e istihkakın esbabım beyan etmek üzere buyuruyor.

[Muhakkak insan hırsı çok ve sabrı az olarak halkolundu. Hat­ta insana zarar dokunduğunda sabrının azlığından feryad eder, ba-ğırır, çağırır, hayır dokunduğunda kemal-i hırsından kimseye ver­mez, vermek de istemez, onu hıfzeder.]

Yani; küfran-ı nimet ve nisyan şanından olan insan, şiddetli hırs sahibi ve gayet az sabredicî olarak halkolundu ki o insana fa­kır ve hastalık gibi zarar isabet ettiğinde isabet eden zararı her­kese ilân için şikâyet eder, bağırır, çağırır, sabredemez. O insana evlât ve servet ü saman gibi hayır isabet ettiğinde onu saklamakta şiddetle buhul ve imsak eder kimseye vermez. Hatta bir zerresinin bile ahar bir kimseye gittiğine razı olmaz.

Fahri Râzi ve Nisâbûrî'nin beyanları veçhile insan şiddet-i hırs ve kıllel-i sabır manâsına olan heIû ' sıfatı üzerine halko-lunduğundan bu sıfat insanda cibillî ve zarurî olduğu cihetle bunun tebdili mümkün olmadığından insanı zem, bu sıfat üzerine bulun­duğundan değildir. Zira; Çeab-ı Hak kendi halkettiği sıfat üzerine kulunu zemmetmez. Çünkü; o sıfatı refi' ve izale etmek kulun elinde ve kudreti tahtında değildir. Binaenaleyh; insan vus'unda olmayan şeyle mükellef olamaz. Şu halde insanın zemmolunması; bu sıfat-ı zarûriyeden tevellüd eden; şikâyet, bağırmak, çağırmak ve buh] ü imsak gibi birtakım efâl-i ihtiyariye üzerinedir. Gerçi bu, ef âlin menşei insanda cibillî bir sıfatsa da bunları terketmek insan için mümkün olduğundan terketmeyen kimseleri Allahü Tealâ zemmetmiştir. Çünkü bunları terkle teklif; insanın vus'unda olan birşeyle tekliftir ki teklifin menşei zaruûri" ve cibillî olan hâ-let-i nefsaniye değildir, belki hâlet-i nefsaniyeden neş'et eden ef âl-i ihtiyariyedir.

Bu âyette insanın serden fezi1 ve feryad ve hayrı kemal-i ar­zuyla muhafaza ettiği' beyan olunmuştur ki hulâsası mazarrattan kaçmak, menfaatini aramak ve rahatı için çalışmaktır. Buysa bir emr-i meşru ve ma'kul olduğu cihetle zemmolunmamak lâzım gelir ki zemmolunmasmm sebebi; himmeti yalnız dünyaya masruf olduğundandır. Zira insan için lâzım olan; umur-u dünyaya umur-u âhireti de karıştırmak ve belki umur-u âhireti tercih etmektir. Bi­naenaleyh sırf dünyaya hasr-ı emel ederek âhireti unutanlar her zaman mezmûrnlardır.

Hulâsa; insanın çok hırs ve azıcık sabır üzere yaratıldığı ve bu sıfatın neticesi olarak hayır isabet ettiğinde şiddetle muhafaza­kâr olup âhara bir zerresini bile vermeye razı olmadığı ve şer isa­bet ettiğinde sabretmeyerek fezi' ve feryad etmek şanından olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[7]

 

Vacip Tealâ insanın hırs ve emel üzerine halkolunduğunu be­yandan sonra bu sıfat-ı mezmumeden sekiz sınıfı istisna etmek üzere buyuruyor,

[O sıfat-ı mezmume    üzere bulunmayan ancak    namaz ki kimselerdir ki onlar namazlarına devam edicilerdir.]

Yani; bütün insanlar hırs ve emel sahralarında helake müs-tehak olurlar. İllâ şöl kimseler ki canib-i ma'nevî-i İlâhî'ye tevec-cüh-ü tamla teveccüh ederek onlar devam üzere namazlarını eda edicilerdir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu makamda devamla murad; evkaftan hiçbir vakitte namazı terketmemek ve namazın vak­ti geldiğinde namazdan başka birşeyle meşgul olmamaktır. Namaza devam edenler kabâyih-i sabıka olan hırs ve emel gibi sıfât-ı mez­mumeden istisna olundular. Zira; namazın vakti gelince herşeyi terkederek kalbi gibi âzaşıyla dahi cânib-i ma'nevî-i İlâhî'ye tevec­cüh edip namazını edayı herşey üzerine tercih etmesi hırs ve emel gibi sıfât-ı mezmumeyi terkine delâlet eder. Çünkü; dünyaya mu­habbeti olmuş olsaydı dünya umurunu terkle âhiret umurundan ibaret olan namaza sürat etmezdi. Su halde vaktini fevtetmeksizin namaza devamı şeriatın zemmedeceği derecede dünyaya muhab­beti, olmadığına delâlet ettiğinden namaza devam edenler âyet-i sabıkada beyan olunan sıfât-ı mezmumeden istisna olunmuşlardır. Namaza devam evsaf-ı memduhadan birçoklarım müstelzimdir. Zira; namaza devam eden kimsenin ihsan-ı İlâhî'den ve tekrîm-i sübhânîden az ve çok her neye nail olsa ona kanaatma, sabrına ve metanetine delâlet ettiği gibi Allahü Tealâ korkusuyla muttasıf olduğuna dahi delâlet eder. Zira; Allah'tan korkmasa vakit gelince fevtetmeksizin namaza koşmazdı.[8]

 

Vacip Tealâ sıfât-ı mezmumeden istisna olunmayı icab eden evsaf-ı memduhadan birincisi olan namazı beyandan sonra ikincisi olan zekâtı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi sıfât-ı mezmumeden müstesna olan şol kimselerdir ki onların mallarında isteyen ve istemeyen fakirler için muayyen bir miktarda hisse vardır.]

Yani; sıfat-ı mezmume olan hırs ve emel sebebiyle helak olan-lardan şol kimseler müstesnadır ki onların kendilerine mensup olan mallarından ihtiyacını açığa atarak isteyenler ve fakrını set-rederek kemal-i iffetinden istemeye tenezzül etmeyen ve bu se­beple ağniyanın atiyelerinden mahrum olan kimseler için hakk-ı muayyen vardır.

Fahri Râzi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette hfclc-ı maIûmla murad; ağniya üzerine farz olan zekâttır. Zira; sada-kaat içinde taraf-ı şeri'den muayyen olan hisse; zekâttır. Çünkü ze­kâttan başka sadaka, hisse-i muayyene değil, mal sahibinin re'yi-ne menuttur. İster az, ister çok verir, kimse karışamaz. Binaen­aleyh; Allah'ın farz kıldığı zekâtı eda etmekle muhtaç olanları mesrur edenler; hırs ve emel arkasında dolaşmakla helak olanlar­dan müstesna kılınmışlardır.

İmam-ı Mücahid ve (Nehaî) gibi bazı zevat bu âyette hakk-ı maIûmla muradın alâtarikınnedib velistihbab verilen sadakalar olduğunu beyan etmişlerdir. Zira vacip olan zekâtı eda; borcunu eda olduğu cihetle sena icab etmediğinden Cenab-ı Hakkın bu zümreyi sena buyurması nafile olarak verilen sadaka olmasına de­lâlet eder. Hissenin malûm olmasına gelince; herkesin kendi ma­lından muayyen bir vakitte fukaraya vermek üzere muayyen bir miktarı ayırdığından hisse-i maIûme denmiştir. Âye­tin her iki surete de ihtimali olup iki suretin cem'inde mani olma­dığından ikisi de murad olunabilir. Şu halde farz ve nafile olarak mallarından bir miktarını Allahü Tealâ'mn rızası için fukaraya verenler bu istisnada dahiller demektir.

Muhtaç olan kimselerin ihtiyacını deiiçin intak edenlerde ta-karrub-i ilallah olduğu gibi sıfat-ı mezmurne olan buhulden teberri etmekle beraber muhtaçların ihtiyaçlarını defi1 ve ebna-yı cinsle­rine merhamet ve şefkat etmek suretiyle nail oldukları nimetin şükrünü edaya muvaffak oldukları cihetle azab-ı ilâhî'den halâs olacaklarına bu âyet delâlet eder.[9]

 

Vacip Tealâ sıfat-ı.mezmumeden istisnaiyet icab ederi «faf-ı memduhadan üçüncüsünü beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi şol kimseler ki cnlar yevm-i âhireti tasdik ederler.] iş­te bu tasdikleri sebebiyle sıfat-ı mezmumeden müstesnalardır.

Yani; hırs ve emel sebebiyle helak olmaktan halâs olanlar şo kimselerdir ki onlar cümle a'mâlin cezası görüleceği âhiret gününi tasdik ve a'mâl-i salihalarıyla şu itikatlarını teyid ederler. Çünkü âhirete iman eden Allahü Tealâ'mn emrettiği ibadâtını terkede mez. Zira; ibadeti işlemekte ecir ve sevap, terkinde azap ve ikâl olduğunu itikad edince menfaati mazarrat üzere- tercih eunek la zım olduğunu her âkil  idrak edebilir ve  bu makamda meth içi: varid olan lafzıyla vuku bulan meth-i İlâhî de bu ma­nâyı te'yid eder. Çünkü; medih yalnız itikat üzere terettüb etme­yip belki, amele mukarin olan itikat üzere terettüb ettiğinden âyet­te tasdikle murad; a'mâl-i salihayla te'yid olunan tasdiktir. Zira; yevm-i âhiret inanan kimse nefsini ibadete ve malını infaka sarfetmekten çekinmez. Binaenaleyh; hubb-ü dünya, hırs, emel ve buhul gibi evsaf-ı mezmumeden nefsini tebrie etmeyi kendi için bir vazife-i diniye bildiğinden Vacip Tealâ âhirete iman edenleri evsaf-ı mezmume sahibi olan insanlardan müstesna kılmıştır.[10]

 

Vacip Tealâ evsaf-ı mezmumeden müstesna olanların dördün­cüsünü beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi şol kimseler sıfat-ı mezmume sebebiyle helakten müs­tesnalardır ki onlar Rablerinin azabından korkuculardir.]

Yani; insanın helakine sebep olan hırs ve emelin hariçte tev-lid ettiği ef'âl-i mezmumeyle helak olmaktan müstesna olanlar şol kimselerdir ki onlar behemehal kendilerinin kusurdan halî olma­dıklarını bildikleri için Rablerinin azabından daima korkarlar. Çünkü; Fahri Râzi'nin beyanı veçhile korku; iki şeyden te-vellüd eder : Birincisi; vacip olan ibadâtı terk, ikin­cisi; haram olan şeyleri irtikâb etmektir. İnsanın bu iki şeyden teberri edeceğine emniyeti olmadığından ya vacibin terkinden ve­ya haramı irtikâbından dolayı azab-ı İlâhî'den daima korku üzere bulunmasını bu âyet beyan buyuruyor. Çünkü; insan her dakika­sını a'mâl-i salihaya sarfetse bile Allah'ın azametine karşı her za­man gayet az görmesi elzemdir. Nasıl az görmesinler, nasıl kork­masınlar? Elbette korkmak lâzımdır.

[Zira; onlar Rablerinin azabından emin değillerdir.]

Yani; insanlar için lâyıkı veçhüzere vâcibatı eda ve muhârre-matı terkettiğine dair kendileri için kat'î bir delil ve kanaat müm­kün olmadığından ve bunlarda elbette bir kusur etmek imkânı mevcut bulunduğundan Rablerinin azabından emin olamazlar. Bi­naenaleyh; daima havfüzere bulunmak lâzımdır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bir kimse her ne kadar çok ibadet etse dahi azaptan emniyet üzere bulunmak lâyık olma­dığına işaret için şu cümle-i mu'terize varid olmuştur ki azab-ı İlâ­hî'den herkesin her zaman korkması lâzım olduğunu tavsiye et­miştir.[11]

 

Vacip Tealâ sıfât-ı mezmume sebebiyle helak olanlardan müs tesna olanların beşincisini zikretmek üzere buyuruyor.

[Dahi şol kimseler helakten halâs olurlar ki onlar avret yer­lerini haramdan hıfzedicilerdir. Ancak kendilerinin nikâhlı hatun­larından ve paralarıyla aldıkları cariyelerinden saklamazlar. Zira: onlar hatunlarından ve cariyelerinden saklamamakla zemnıolun-mazlar.]

Cenab-ı Hak bedene ve mala müteallik olan furu-u a'mâl ve usul-ü itikada dair, emirlerine imtisal kabilinden bazı sıfat-ı mem-duhayı beyandan sonra nevâhîden içtinab kabilinden olan bazı sı- fat-i memduhayı bu âyette zikretmiştir. Çünkü avret mahallini haramdan hıfzetmek; menhiyattan içtinab olduğu cihetle ibadet olduğu gibi kudretini şer'an sarfı lâzım gelen helâline sarfetmesi dahi ayrıca bir ibadet olduğu -cihetle bunların da azaptan halâsına sebep olacağını beyan buyurmuştur.

Ezvac ; zevcin cem'i olduğu cihetle mülk-ü nikâhla ken­dilerinin malik oldukları hatunları demektir. «Mülk-ü yeminle malik oldukları cariyeleri» demek «Esbab-ı mülkten hangi 'sebeple malik olurlarsa olsunlar onların cariyeleri haremleri gibi kendile­rine helâldir» demektir. Binanealeyh; onlarla izdivaç etmenin zemmi mucip olmadığını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.[12]

 

Vacip Tealâ avret mahallini muharremattan muhafaza eden­leri sena ettikten sonra helâline kanaat etmeyerek harama tecavüz edenlerin hükmünü beyan etmek üzere buyuruyor,

[Zevceleriyle cariyelerinden başkasını nefsi için arayan kim­seler hudud-u İlâhî'yeyi ve ahkâm-ı şer'iyeyi tecavüz etmişlerdir.]

Yani; zevceleriyle cariyeleri kendilerine helâl olup müsaade-i İlâhî'yeye mazhar olunca bunlardan maada harpm olan hatunlara avret mahallini göstermek isteyenler muharrematı irtikâpla kıbel-i seri'den iffet ve namusunu muhafaza için konulmuş olan ahkâm-ı şer'iye haricine çıkmışlardır. Çünkü; şeriat-ı Ahmediye herşeyin hilline veyahut hürmetine dair vazetmiş olduğu kavaid o şeyin etrafında duvar mesabesinde bir hadd-i şer'îdir. Binaenaleyh o kai­deyi ileri geçmek; girilmesi memnu olan bir bağın duvarından içeri atlamak gibi olduğundan o şeyin hudud-u mevzuasını geçmiş olur. Şu halde vaz'olunan kanunu tecavüzle iffet ve namusunu dünyada lekedar ettiği gibi âhirette dahi azab-ı İlâhî'ye müstehak olacağına işaret için Cenab-ı Hak onlara ( jjjU^ ) buyurmuştur. Yani «Ancak onlar hududu tecavüz edip ileri geçiciler» demektir ki ka-nun-u İlâhî'nin ahkâmından harice çıkanların azaba istihkakları diğer âyetlerle dahi beyan olunmuştur.[13]

 

Vacip Tealâ insanın zaafına lâzım olan evsaf-ı memduhayı beyandan sonra halkla olacak muamelede insaniyete lâzım gelen sı-fat-ı memduhayı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi şol kimseler helakten müstesnalardır ki onlar kendile­rine verilen emanetlerine ve âhara vermiş oldukları ahdlerine riâ­yet edicilerdir.]

Yani; şol kimseler sıfat-ı mezmume sebebiyle helakten müstes­nalardır ki onlar gayrıları tarafından kendilerine bırakılan ema­netleri ve nasla beyinlerinde cereyan eden ahid ve pazarlıklarını kemaliyle muhafaza ederler, asla gadr ü hıyanette bulunmazlar.

Emanetin birçok envâ'ı olduğuna işaret için bu âyette emanet lâfzı cemi' sıygasıyla varid olmuştur. Çünkü; kullarla Rableri ara­sında olur : Savın, salât, hac, zekât ve sair jeraiz-i İlâhî'ye gibi. İn­sanlar arasında olur : Vedialar ve beyinlerinde cereyan eden gizli sözler gibi. Bunların cümlesini bihakkın muhafaza etmek vezaif-i diniyedendir. Zira Cenab-ı Hakka karşı emanâtı muhafaza etmek; uhdesine terettüb eden vazifeyi ve vâcibâtı. eda etmekle ubudiyete lâzım .gelen hizmeti eda etmiş olduğu gibi ahali kendi aralarında cereyan eden emânâtı muhafazayla yekdiğerinin ihtiyacını defet­mek suretiyle dahi muamelenin hüsn-ü cereyanına ve âlemin inti­zamına hizmet etmiş olurlar, bu vesileyle beyinlerinde açıktan ve­ya gizli vuku bulan pazarlıkları dahi muhafazayla vukû-u rnelhuz olan münazaayı katetmiş olurlar. İşte şu esasa binaen Vacip Tealâ emanâtâ ve ahde riayet edenleri sena etmiştir.[14]

 

Vacip Tealâ nâsla olacak   muameleden bazılarını sonra bazı aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi şol kimseler helakten müstesnalardır ki hukuk-u inada müteallik olan ve kendilerine terettüb eden şehadeti hâkimler hu­zurunda bihakkın eda etmekle o şehadetin taalluk ettiği hukuku ziya'dan muhafaza edicilerdir.]

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile şehadet; emanet kabilinden ol­duğu halde emânât içinde şehadetin ayrıca bir şeref ve meziyeti olduğuna işaret için şehadet, emânâttan sonra ayrıca zikrolunmuş-tur. Çünkü; şehadetin asayîş-i âleme taalluku itibariyle diğer emâ-nâta kıyas olunamaz. Zira; şehadeti saklamakla hukuk zayi etmek halk arasında muamelenin haleldar olmasına badi olduğundan şe-hadette hıyanet etmenin intizam-ı âlemi sektedâr edeceği tabii bir-şeydir. Binaenaleyh; şehadeti saklamanın mazarratı hem ashab-i hukuka ve hem de umuma ait olduğundan bihakkın şehadeti eda eden kimseler umumu mazarrattan vikaye eyledikleri gibi uhde­lerine terettüb eden vazifelerini, yoluyla ifa ettiklerinden bu âyet­te helakten müstesna kılınmışlardır,

Şehadetin envâı çok olduğuna işaret için şehadet lâfzı bu âyet­te cemi' sıygasıyla varid olmuştur. Binaenaleyh bu makamda şe­hadet; hukuk-u ibad hakkında hâkimler huzurunda olan şehadet-lere şâmil olduğu gibi kelime-i şehadete dahi şâmil olabilir. Bina­enaleyh; mümin olan bir kimsenin lisanından keîime-i şehadeti saklamaması lâzımdır.[15]

 

Vacip Tealâ insanların helakine badi olan evsaf-ı mezmûmeden müstesna olanların evveli namaza devam edenler olduğu gibi âhiri de salâtı muhafaza edenler olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Dahi şol kimseler helakten müstesnalardır ki onlar vakt-i muayyenlerinde farz olan namazlarını kemal-i huzurla eda ve mu­hafaza ederler.]

Yani; onlar namazlarını kemâl-i ihtimam ve dikkatla eda eder­ler demektir.

Şu beyan olunan sekiz sınıf m. evvelinde namaza devam eden­ler ve âhirinde namazı muhafaza edenler beyan olunmuştur ki de­vamla muhafaza beyninde fark vardır. Zira devam; evka­fından hiçbirini geçirmemektir. Amma muhafaza; abdest, setr-i avret ve kıbleye teveccüh gibi şerait-i hariciyesini, kıyam, kıraat, rükû' ve sücud gibi şerait-i dahiliyesini ifa etmek, fezâili ki mescidde cemaata devam eylemek, namazın vakti gelmezden evvel hazırlanmak, kalbini vesveseden ve masivallaha iltifattan boşaltmak, riya ve sum'a'dan içtinab etmektir. Hatta namazdan sonra oyun ve çalgı gibi maâsîden ihtiraz namazın muhafazasından ma'duddur.

Ebussuud Efendî'nin beyanı veçhile şu beyan olunan sekiz sı­fatın ihtilâfı zatın ihtilâfı menzilinde olduğuna ve her sıfatın bir­çok ahkâmı cami olup herbirûazamet-i şan sahibi olduklarına işa­ret için herbirinde ayrı ayrı ta'zime delâlet eden ism-i mevsul va­rid olmuştur ki hiç birisi aharına tetimme kabilinden kılınmamış­tır. Zira; her birisi müstakil hüküm sahibi olduğundan âhara'teba-iyeti yoktur.[16]

 

Vacip Tealâ ehl-i imanın evsafını beyandan   sonra onlar için hazırlanan lutf-u îlâhî'yi beyan etmek üzere buyuruyor.

[İşte şu evsafı hâiz olan cemaat bahçeler içinde ikram olu­nurlar.]

Yani; şu sıfât-ı kâmileyle muttasıf olan zevat-ı kiram indallah Makbul olduklarından Cennet'ler içinde envâ-ı kerametle mükrem ve aksâm-ı nimetlerle mütenâ'imlerdir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile şu sıfatlarla mevsûf olan kimselerin şanlarının âlî ve mertebelerinin yüksek olduğuna işaret için ta'zime delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Çünkü ism-i işarette kaide; işaret olunan zâtın haiz olduğu sıfat sebebiyle hüküm alınmaktır. Şu halde işaret olunan ehl-i imanın haiz olduk­ları sekiz sıfat sebebiyle Cennetlerde muhterem olarak karar et­mek hükmünü aldıklarından kendilerine lâzım gelen ta'zime işaret için zikrolunmuştur.

Hulâsa insanları mehlekeye götüren hırs, emel ve sabırsızlık gibi sıfatlarla helak olanların helakinden kurtulmak; namazın vak­tini geçirmeksizin eda etmek, fukaranın hakkı olan zekâtı malın­dan ayırarak müstehakkma ulaştırmak, yevm-i âhireti tasdik et­mek, Allah'ın azabından korkmak, avret mahallini haramdan mu­hafaza etmek, emanete ve ahdine riâyet etmek, hukuk-u ibadı zi'-ya'dan muhafaza için lâzım gelen şehadeti eda etmek, namazın er­kân ve şeraitine dikkat ederek sünnet veçhüzere kılmak olduğu ve şu sıfatları cami olan kimselerin Cennet'te mükrem ve muhterem olacakları bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir.[17]

 

Vacip Tealâ müminlerin hallerini beyandan sonra kâfirlerin bazı ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ya Ekrem-er Rusiil! Ne hal ânz oldu şol kâfirlere ki onlar sür'atla senin etrafını çevirip mütemadiyen sana nazar ederek se­nin sözlerini dinlerler? Halbuki nıütenassıh olup intifa' da etmez­ler. Onlar sağında ve solunda halka halka dağınık bir surette içti­mâ' ediyorlar.]

Muhti sür'at edici ve boynunu uzatıcı, izin; fırka fırka olarak, cemaat demektir. Fahri Râzi'nin beyanı veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; Mekke'de kâfirler fırka fırka sür'atla gelirler ve Resulullah'm etrafını çevirip, boyunlarım uzatarak Resulullah'm kelâmını dinlerler ve istihza tarikıyla «Eğer Resulullah'm dediği gibi bunlar Cennet'e girerlerse biz onlardan evvel gireriz» deme­leri üzerine onların bu hallerini tasvir için âyet nazil olmuştur. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey Habibim! Ne oldu şol kâfirlere ki onların halleri pek acîptir? Zira; onlar senin tarafına sür'atla gelirler, gözleriyle sana teveccüh ederler, boyunlarını uzata uzata senin kelâmını dinlerler ve fırka fırka etrafını çevirirler? Halbuki sözlerini kabul etmediklerinden intifa' etmezler] demektir.

Bunların şu gelmeleri intifa' etmek kasdıyla olmadığı halde böyle sür'atla gelip kelâm-ı nebeviyi dinlemeleri taaccübe şayan bir hal olduğuna işaret için taaccübe delâlet eden ve istifhama mev­zu olan lâfzı varid olmuştur.[18]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin hallerini beyandan sonra «Cennet'e gi­reriz» diye ümitlerinin faydasız bir ümit olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[O kâfirlerden herbiri nimet sahibi olan Cennet'e girmek mi isterler?]

Yani; kâfirler iman etmedikleri halde nimet sahibi olan Cen­net'e herbirerleri a'mâl-i sâlihaya müsaraat etmeksizin girmek mi um id ederler? Bu ümitleri faydasızdır. Çünkü iman olmadığı için Cennet'e girmeleri memnû'dur. Amma müminler iman edip iman­larını a'mâl-i salihayla te'yid ve takviye ettiklerinden amellerinin semeresini görmek için Cennet'e girerler. Binaenaleyh; kâfirlerin <'E|er müminler Cennet'e girerse biz daha evvel gireriz» diyerek kendilerini müminlere-kıyas etmeleri bâtıldır. Çünkü; ehl-i küfür ehi-i imana hiçbir.zaman ve bir ferd-i âkil indinde kabil-i kıyas de^i(dir   Kabil-i kıyas olmayan birşeyi kıyasa cüretin sefâhetten başka birşey olmadığına işaret için Cenab-ı Hak bu ümitte olan kâfirlerin ümitlerini istifham-ı inkârı ile red ve kendilerini tekdir etmiştir.[19]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin bu ümijjrini kemal-i şiddetle reddet­mek üzere buyuruyor.

[Onların itikadı gibi değildir. |ft-a; Biz Azimüşşân onları bil­medikleri meniden halkettik.]

Yani; onların itikatları bâtıldırTZira onlar zannettikleri gibi Cennet'e giremezler. Çünkü; biz onları Cennet'e lâyık olmadık ve lâyıkı veçhüzere eczasının terkibini bilmedikleri nutfeden halket­tik ki mahalli taharet olan Cennet'e lâyık değildir. Şu halde esas-ı hilkat ve madde-i asliye itibarıyla cümle insanlar Cennet'e müna­sip olmamakta müsavilerdir. Lâkin insanlarda akl-ı kâmil sahibi olanlar evvelâ iman ve saniyen ibadetle nefislerini tathir etmek suretiyle Cennet'e liyakat kesbederler. Binaenaleyh; ehl-i iman imanları sebebiyle diğerleri üzerine tercih olunurlar. Ehl-i küfür ise nur-u imanla nefislerini tathir ve ma'rifet-i İlâhî'yeyle tezyin etmedikleri cihetle Cennet'e ve nimetlerine istihkak kesbedemezler. Şu halde küfrüzere ısrar ettikçe Cennet'e gireriz ümitleri abesten başka birşey değildir.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyetin bundan evvelki âyet­lerde beyan olunan haşre müteallik olan âyetlere merbut olması muhtemeldir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Onlar ba'sı inkâr et­tiler. Lâkin bu inkârları doğru değildir. Zira; biz onları bilmedik­leri meniden yarattık. Binaenaleyh; o menide asla zahir olmadığı halde güzel boy-ve güzel suret üzere dünyada nasıl halkettikse âhi-rette dahi Öylece halkedeceğimizde şüphe yoktur] demektir.

Hulâsa; hal ü şan kâfirlerin itikatları gibi olmadığı, zira; onlar meniden halkolunup iman ve ibadetle taharet kabul etmediklerin­den Cennet'e lâyık olmadıkları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[20]

 

Vacip Tealâ insanın hilkat-ı asliyesine işaretle ba'sa işaret et tikten sonra münkirleri ihlâkle onlardan daha hayırlı nâsı icad et meye kadir olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onların bilmedikleri hakîr bir meniden bizim onları halket-tiğimiz malûm olunca ben günün doğduğu ve battığı mahallerin Rabbisine yemin ederim ki biz onları onlardan daha hayırlı bir kavme tebdil etmeye kadiriz. Halbuki onların zannettikleri gibi biz âciz değiliz.]

Yani; âhireti inkâr eden kâfirlerin inkârları zikrolunan delil­lerle merdûd olunca cümle yıldızların doğduğu ve indiği mahalle­rin Rabbisine yemin ederim ki, biz onları ihlâkle onlardan daha hayırlı, imana esiah, din-i İslâmı kabule daha evfak kimseleri hal-ketmeye muhakkak kadiriz. Halbuki bu tebdili biz murad ettiği­mizde hiç kimseye mağlûp olmaz, elbette murad ettiğimizi işleriz. Zira; irademize kimse mümanaat edemez.

Fahri Râzi'nin beyanı veçhile bu âyette tebdi ile murad; bazı kâfirlerin küfrünü imana tebdille Resulüne hayırlı tâbiler Meydana getirmek suretiyle olacağını ve bu tebdil de küffar-ı Mek­ke bedelinde Allahü Tealâ'mn muhacirini ve ensarı halketnıesiyle bilfiil vuku bulduğunu bazı müfessirîn beyan etmişlerse de bu tev­cih o kadar makbul değildir. Zira âyette zahir olan; Mekke kav­lini imana davet ve icabet etmedikleri surette onların tebdiline kudret-i İlâhî'yenin kâfi olduğunu beyanla kâfirleri tehdid inektir.

Bu misilli makamda lâfzı hükmü te'kid için zaid ola­rak geldiğinden her ne kadar kelâm nefiy suretindeyse de manâ müspettir. Yani «Ben yemin ederim» demektir. Araplar nazarında meşarik ve meğâribin şanları büyük olduğundan makam-ı tehdidde bunların Rabb'isine kasemle varid olmuştur.

 manâsına olduğundan demek «Biz kimseye mağlûp değiliz, istediğimizi yaparız. İrademi­ze kimse karşı duramaz» demektir.

Hulâsa; iman etmeyen kâfirlerden daha hayırlı bir kavmi halkla kâfirleri ihlâke Cenab-ı Hakkın kadir olduğu ve hiçbir kim­seye mağlûp olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.[21]

 

Vacip Tealâ kıyameti inkâr eden kâfirleri ihlâkle onların ma­kamında daha hayırlı bir kavim halketmeye kadir olduğunu beyan­dan sonra Resulünü tesliye ve küfrüzere inad eden kâfirleri nev'-i aharla tehdid etmek üzere buyuruyor.

[Biz onları daha iyi bir kavme tebdile kadir olunca bırak sen onları ya Ekrem-er it usûl! Dalsınlar batıl sözlerine. Ve oynasmlar, hatta kendilerine vaad olunan günlerine uğraymcaya kadar.]

Yani; ey Resul-ü Mükerrem! Terket sen onları halleri üzerine. Zira; nasihat te'sir etmiyor, Bildiklerini işlesinler, birtakım iftira ve yalan gibi bâtıl sözlerine dalsınlar, bizim tarafımızdan nazil olan âyetlerle ve sair müftereyâtlarıyla oynasmlar sol güne kadar ki o gün onlara vaad olunmuştur. O güne tesadüf edinceye "kadar oynasın ve gülsünler, o gün gelince hakikati anlarlar, fakat fayda etmez.

Bu âyetin âyet-i kıtalle mensûh olduğu mervidir. Zira; kıtal âyeti nazil olduktan sonra kâfirler halleri üzerine terkolunmadılar, belki iman etmeyenler katlolundular. Bu âyet; kudret-i İlâhî'ye üzerine tefrf olunduğu cihetle kâfirlerin yolsuz muamelelerinden Resulullah'a arız olan hüzün ve kederi izâle için tesliyedir. Şu hal­de manâ-yı nazım; [Habibim! Bizim kudretimizin onları ihlâke kâfi olduğu yeminle takviye olununca sen telâş etme, halleri üzere terket ki onlar gülsünler, oynasmlar, bildiklerini işlesinler, onlara vaad olunan gün gelinceye kadar.

Zira; o günde biz hesaplarını görüp cezasını vermekle intika­mımızı alırız] demektir.[22]

 

Vacip,Tealâ evvelki âyette vaad olunduğu beyan olunan gü beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikret ey Nebiyy-i Muhterem! O günü ki onlar kabirlerinden sür'atla çıkarlar, sür'atla çıktıklarında sen dersin ki «Keenne onlar karşılarında dikilmiş putlara doğru gidiyorlar»/]

Yani; onların vaadolundukları gün sol gün ki o günde emr-i İlâhî üzerine İsrafil tarafından ikinci defa olarak sûra üfürülmekle kabirlerinden kemal-i sür'atla çıkarlar. Keenne onların davet olun­dukları tarafa gidişleri dünyada ibadet için nasbetmiş oldukları putları taraf ma. gidişlerine benzer. Çünkü dünyada yaşadıkça âdet­leri; derecelerinin yüksek olacağına ümid ederek ibadet için koy­dukları putlar tarafına kemal-i sür'atla gitmek olduğundan kabir­den çıkıp mahşere gidişleri aynıyla dünyadaki hallerini andırır.

Hulâsa; kıyamette mahşere gelmek üzere vâki olan davete icabette' kâfirlerin gidişi dünyada ibadet için putları tarafına git­melerine benzer bir gidişle gidecekleri bu âyetten müstefad plan fevaid cümlesindendir.[23]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin kıyamette kabirlerinden kalkınca çağ-frkları tarafa birbirine müsabaka edercesine koşarak gideceklerini beyandan sonra o günde onların duçar olacakları sefaleti be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Onların gözlerinde yalvarmak zahir olur ve her taraflarını züll ü meskenet ihata eder. Şu haller o günde cereyan eder ki o günle onlar vaadolunmuşlardı.j

Yani.; kâfirler kabirlerinden çıkınca gözleri zelil ve her taraf­larını horluk ve hakirlik ihata eder olduğu halde giderler. Şu ah­valin cereyanı gol günde olur ki o gün onlara vaad olunmuştu.

Züll ü hakaret vücudun her tarafinı ihata ettiği halde yalnız gözlerine isnad olunmasının sebebi; zelîl ve hakîr olmasının eseri gözlerde daha ziyade görüldüğü içindir. Zilletin eseri derece-i ni-hayeye   varacağına işaret için her tarafı kaplama manâsına olan kelimesi varid olmuş ve o günü inkâr eden kâfirleri tekdir olmak üzere o günün vaadolunmuş bir gün olduğu beyan olunmuştur.[24]

 



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6128-6129

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6129-6130

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6130-6131

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6131-6132

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6133-6134

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6134-6135

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6135-6137

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6137-6138

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6138-6139

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6139-6140

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6140-6141

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6141-6142

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6142

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6142-6143

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6143-6144

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6144-6145

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6145-6146

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6146-6147

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6147-6148

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6148-6149

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6149-6150

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6150-6151

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6151

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 15/6151-6152