SURE-İ BAKARA.. 2

İKİNCİ CÜZ SÛRE-İ BAKARA.. 72


SURE-İ BAKARA

 

Bu Sûre-i Kerime,    Medine-i Münevvere'de nazil olan sûre­lerdendir. Ancak âyetinin Mekke-i Mükerreme'de Kurban Bayramında Haccet-ül Vedâ'da nazil olduğu Ibn-i Abbas Hazretlerinden mervidir. Hicretten sonra nazil olan sûreler velev Medine-i Münevvere'nin haricinde nazil olsun, Me­dine-i Münevvere'de nazil olmuş addolunur. Sûre-i Bakara 287 âyeti hâvidir.

Bazı süver-i Kur'âniyenin evvelinde bulunan hurufat Allahü Tealâ'nın ilmini kendine has kıldığı esrar-ı ilâhiyeden olduğu ci­hetle Kur'ân'da bu misilli hurufat, ibadın muttali olamayacağı es­rardandır. Bunlar ilm-i usulde beyan olunduğu veçhile müteşabi-hattır. Müteşabihatm iki kısmı vardır :

Birincisi; asla manâsı fehmolunmayan ve gibi bazı sûrelerin evvellerinde bulunan harfler­dir. İkinci kısım ise, âyetinde bulunan kelimesi gibi asıl manâsı fehmolunup lâkin makam iti­bariyle manâ-yı zahirisini murad etmek edille-i akliye ve nakliye­ye nazaran muhal olduğundan tevile muhtaç olanlardır.

Mutlaka müteşabihatta iki mezhep vardır. Birincisi; selef mezhebidir ki bu misilli müteşabihatm aslına ve murad-ı ilâhinin neden ibaret olduğuna iman edip ilmini Allahü Tealâ'ya tefviz et­mek ve tevili ile iştigal etmemektir. Bu mezhebe nazaran bu mi­silli hurufatı Kur'ân'da zikrin faydası; iman ve kemâl-i itaat ve inkıyadla kulların mecur ve mü'sâb olmasıdır. Sıddik-ı Â'zam Ebu-bekir (R.A.) Hazretlerinin «Her kitabın bir sırrı vardır, Allah'ın Kur'ân'da sırrı ise sûrelerin evvellerinde bulunan harflerdir.» bu­yurduğu mervidir.

Müteşabihat hakkında ikinci mezhep; halef mezhebidir ki on­ların zamanlarında ehl-i dalâl ve mülhidler peyda olup kendi ar­zularına göre amele ve itikad-ı hakka ve kavaid-i şer'iyeye muha­lif te'villerle meşgul olarak umur-u dini teşviş etmek istediklerin­den ahlâf-i kiram onların tevillerine meydan vermemek ve açmak istedikleri fesad kapılarını kapatmak üzere şer-i şerife muvafık surette tevilini vacip addettiklerinden müteşabihatın tevili ile meşgul oldular.

Şöyle ki: bazıları; <(Şüver-i Kur'âniyeden bazılarının evvelin­de bulunan harfler o sûrenin ismidir.» dediler. Buna nazaran ( 11) Sûre-i Bakara'nın ismidir. Bazıları ise '(Esma-i ilâhiyeden bir isim­dir veyahut her harf esma-i ilâhiyeden bir ismin fatihidir. Meselâ (elif) Allah ve (lâm) Lâtif ve (mim) Mecid isimlerinin fatihleridir.» dediler. Yahut yani (Ben Allahü Azim-üşşamm, bilirim) demektir. Veyahut kasemdir. Bu harflerden esma-yı ilâhiye-ve sıfât-ı sübhaniye ve kütüb-ü münezzele terekküb etti­ğinden şanlarına tazim için Vacip Tealâ harf-i hecaya kasem bu­yurur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [elif, lâm, mim harflerine yemin ederim ki, şu kitap kendisinde şek ve şüphe olmayan bir kitaptır.] demek olur. Vacip Tealâ Kur'ân'a itiraz eden müşriklere bir sûrenin mislini getirmelerini emredip de onlar da getireme-yince keenne onlara «Kur'ân taraf-ı ilâhidendir. Eğer taraf-ı ilâ­hiden olmasa siz istediğiniz sûrenin mislini getirirdiniz; zira Kur'ân işte sizin terkibine kadir olduğunuz şu harflerden mürekkeptir. Halbuki siz kısa bir sûrenin bile mislini getirmekten aciz oldunuz, sizin acziniz Kur'ân'm taraf-ı ilâhiden vahyolduğuna delâlet-i va­zıha ile delâlet eder.» demektir.

Beyzâvî'de beyan olunduğuna nazaran (elif) Allah ve (lâm) Cibril ve (mim) Muhammed isimlerinden alınarak «Kur'ân Allahü Tealâ'dan Cibril-i Emin vasıtası ile Muhammed (S.A.) üzerine na­zil oldu.)) manâsına olduğu İbn-i Abbas Hazretlerinden mervidir. [1]

 

[Şu müşarünileyh olan Kur'ân bir kitap ki o kitabın taraf-ı ilâhiden vahy-i münzel olduğunda asla şüphe yoktur.]

Yani; evvelin ve ahirinin kemalâtını cami' olan Resul-ü Ek­rem lûtf-u keremimizden kullarımızı irşad için sana inzal ettiği­miz şu Kur'ân, bir kitab-ı kâmil ve bir düstûr-u â'zamdır ki, onun vahyi münzel olduğunda asla şek ve şüphe yoktur. Zira; elfazında olan intizamı ve maânisinde olan kuvvet ve metaneti ve mutazam-mın olduğu ahkâm-ı belâğati tefekkür eden bir kimse o kitabın kitab-ı semavi ve kelâm-ı ilâhi olduğunda kafiyen tereddüt et­mez. Derhal kabul ve iman edip mucibiyle amele müsaraat eder. Ve sebeb-i necatın ancak o kitaba yapışmakta olduğunu idrak et­mekle kendisinde olan zulümat-ı cehli izaleye sa'y eder.

Kur'ân'ın ulüvv-ü menzeletine ve k^lâm-ı beşer olmaktan ga­yet baid olduğuna işaret için bu âyette bu'dü mertebeye mevzu olan ( etili ) lâfzı ile işaret olunduğu gibi kitabın kütüb-ü sabıkaya nisbetle kâmil olup ilâ yevm-il kıyam havadisin ahkâmını cami ol­mak itibariyle noksan olmadığına işaret için kemâle delâlet eden harf-i ta'rif ile varid olmuştur. Yani demek; işte şu işaret olunan kitab bir kitab-ı kâmil ki, onda asla noksan bulun­mayıp, insanlar beyninde ilâ yevnıilkıyam zuhur edecek havadi­sin cümlesinin ahkâmını ve ekseri ümem-i maziyenin ahvalini ca­mi demektir. Şu halde Kur'ân'a nazar-ı sahihle bakan kimse mer-tebe-i belâgatin nihayetine ve hadd-i i'cazın gayetine baliğ oldu­ğunu görünce vahy-i ilâhi olduğunda asla şüphe etmeyeceğini be­yanla Kur'ân'da şüphe edenlerin nazar-ı sahih malik olmadıkla­rına işaret buyurulmuştur.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile kitap'la murad kitab~ı mev'ud olmak ihtimali vardır. Çünkü; iptidayı bi'sette Cenab-ı Hak resulüne bir kitap inzal buyuracağını vahiy buyurduğu gibi Hz. Musa ve Hz. İsa'ya dahi İsmail (A.S.) neslinden âhir zamanda ba'solunacak nebiye bir kitabı celil-ün nisap inzal edeceğini dahi vahyedip onlar da ümmetlerine böyle bir kitabın nazil olacağını beyan ve nazil olduğu zaman îman etmelerini tavsiye etmişlerdi.

İşte gerek iptida-yı vahiyde bizim nebimize ve gerek Hz. Musa ve İsa (A.S.)'a mev'ud olan kitab-ı mübin şu kitap olduğunu Cenab+ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Buna nazaran manâ-yı âyet:

[Şu müşarünileyh olan kitap iptida-yı bi'sette Muhammed (S.A.)*a ve ondan evvel geçen enbiyaya, âhir zaman peygamberine inzal olunacağı va'd-ü beyan olunan kitab-ı malûmdur kî, o kitabin vahy-i münzel olduğuna dair olan delâilin vuzuh ve zuhuruna bi­naen onun kelûm-i ilâhî olduğunda asla şüphe yok] demektir.

Hulâsa; Kur'ân'ın tavk-ı beşerden hariç bir mertebe-i baide-de bulunduğu ve noksansız havadis-i beşerin ahkâmını ve evvelin ve ahirinin ahvalini cami' bir kitab-ı kâmil olduğu ve taraf-ı ilâ­hiden bizim resulümüz Muhammed (S.A.) Hazretlerine vahy-i münzel kelâm-ı ilâhi olduğu ve kelâm-ı ilâhi olduğunda asla şüphe caiz olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [2]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'ın şek ve şüpheden beri bir kitab-ı kâmil olduğunu beyandan sonra kitabın fevaidini ve cümle-i kemalâtm-dan olan menafimi beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Kur'ân-ı Azim-üş Şan günahlardan kaçınan müttakîlere ta­rîk-: hayrı gösterici ve menfaatlerine delâlet edicidir. O müttakî-ler şoî kimseler ki, onlar gayba imanla saîevat-ı mefruzayi eda ve bizim onları merzuk ettiğimiz rızıkîarmın bazısını muhtaç olan­lara infak ederler.]

Yani kitab-ı mübin olan Kur'ân; evamire imtisal ve nevahi-den içtinab edip, nefislerinin taharetine mani olan, habâisten mu­hafaza eden müttakîlere doğru yolu gösterir ve hidayet-i azîme ve tarîk-i müstakime irşad eder bir mürşid-i kâmildir. O müttakîler

şol kimselerdir ki, onlar gayba iman ettikleri gibi furû-u â'malin â'zamı ve erkân-ı dinin ehemmi olan salâtı ikame etmekle cemi' azalarıyla canibi mânevi-i ilâhiye teveccüh ederler. Ve rızayı ilâ­hiyi talepten .halı kalmazlar ve ubudiyetten maksad-ı aslî olan te-zellül ve tevazuu kemaliyle yerine getirirler. Ve yalnız ibadet-i bedeniye ile iktifa etmezler. Belki bizim onlara lûtf-u keremimiz­den vermiş olduğumuz rızıktan muhtaç olan fukara ve zuafâya sarf ve infak etmekle ibadet-i maliyeden ibaret olan zekâtı da eda ederler.

Hidayet; doğru yola irşad edip tarîk-i savabı göster­mektir. İttiko ; nefsi, mazarrat verecek şeylerden ve şer'a muhalif olan günahlardan muhafaza etmektir. İttikanm üç mer­tebesi vardır :

Birinci mertebesi; küfürden, nefsini muhafaza etmektir. Bu mertebe; ittikanm edna mertebesi vo mertebe-i avamdır. Her mü­min bu mânaya nazaran nefsini küfürden vikaye ettiği için müt-takîdir.

ikinci mertebesi; muharrematm kâffesini terkle ibadetti edaya sarf-ı makderet etmektir. Bu mertebe: ittikanm mertebe-i vustası ve havassın mertebesidir. Çünkü: bunlar evâmire imtisal ve neva-hiden içtinabla nefislerini azab-ı cehennemden vikaye ettikleri için ittikanm tam manâsını ihraz etmişlerdir. Ve bu âyette murad olan ittika da bu manâca itlikadır. Zira; âyette müttakileri tavsif­te yalnız imanla iktifa olunmayıp belki furû-u â'malden salât ve zekâtın ittikada dahil olduğu beyan olunmuştur.

Üçüncü mertebesi; cemi ibadatı eda etmek ve cemi maaside ihtirazla beraber kalbinden   masivamn küllisini   ihraç ve daima azamet~i ilâhiyeye delâlet ederi delâili tefekkürle meşgul olmaktır.

Bu mertebe ittikanm âlâ mertebesi ve mertebe-i havass-ül havassıdır.

Kur'ân'm hidayeti halen ve meâlen müttakîlere mahsus oldu­ğu gibi küfürden ittika etmeyenlere hidayet olunmayacağı ve Kur'ân'm hidayetinden müsteüd olmak ancak ittika ile olacağı bu âyetle beyan olunmuştur. Çünkü; muharremattan içtinab ve ah-kâm-ı ilâhiyeyi iltizam edip âhirete iman ederek tarik-ı hayr ve savabı taharri ile azab-i cehennemden kurtulmak çaresini düşün­meyen kimseler Kur'ân'a iman ve itimad etmediklerinden Kur'-ân'a atf-ı nazar etmezler ki, Kur'ân onlara hidayet etsin ve doğru yolu göstersin. . Temessük etmeyenleri elbette Kur'ân hidayette kılmaz. Çünkü; Kur'ân'm hak olduğunu itikad etmeyince ahkâ-mıyla amel etmek murad etmez ki, Kur'ân'm âyetleri onun için doğru yolu göstersin. Evet! Kur'ân tarîk-i hakkı arayanlara hida­yet eder. Bu âyette Vacip Tealâ müttakilerin evsaf-i lâzimesinden üç sıfat zikretti. Birincisi esas itikaddan olan «iman», diğerleri de furu-i â'malden olan «salât»  ile fukaraya «in/a/c»tır.

İman ; Vacip Tealâ'nın zatını ve sıfatını ve enbiya-yı ki­ramı?) nübüvvetlerini ve ahval-i âhireti ve sair iman edilmesi lâ­zım olan şeyleri, inanıp kalb ile tasdik ve lisanla ikrar etmektir. Şu halde imanın iki rüknü olan «tasdik-î kalbî» ve «ikrar-ı lisanı» nin her müminde bulunması lâzımdır. Binaenaleyh bir kimsenin yalnız kalbde tasdiki bulunsa da ikrar-ı lisanîsi olmasa şu tarife nazaran mümin olmaz. Amma iman yalnız tasdik-i kalbiden iba­ret olduğuna nazaran o kimse beynehu ve beynallah mümin olur. Fakat imanın cüz'ü aharı olan ikrarı terkinden dolayı günahkâr olduğu gibi zahirde o kimse üzerine ahkârn-ı seriye icra oluna­maz. Çünkü; kalbinde olan imanı, ikrarı olmadığı cihetle zahirde bilinemediğinden imanıyla hükmolunamaz ki, ahkâm-ı şer'iye icra olunsun. İmanın iki cüzü olduğuna nazaran ziyade ve noksanı ka­bul etmez. Çünkü; «mü'menün bih» yani iman edilecek şeyler art­maz ve eksilmez ki, iman artsın veyahut eksilsin. Hatta itikadiyat cemi' enbiyanın şeriatlerinde birdir. Binaenaleyh usul-ü itikadi-yatta enbiyanın cümlesi müttefiklerdir. Hernekadar ümmetleri akla ve nakle muhalif bir takım batıl itîkadlar ihdasiyle fena yol­lara ve bid'atlere sapmışlarsa da usul-ü itikad değişmiş addoluna­maz. Meselâ; Nasârâ'nm ekanîm-i selâseyi kabul etmesi ve Hz. İsa'ya haşa Allah'ın oğlu demeleri kendi icadları olduğu için şe-riat-i İsa da itikadİyatm o yolda olmasını icab etmez. Çünkü; bu misilli akla ve nakle muhalif olan itikadat-ı batıla nasaradan bazı kimselerin icadiyle beynennasârâ intişar etmiştir. Yoksa şeriat-i İsa'da böyle batıl itikad olamaz.

Şu tarife nazaran amel, imandan cüz' değildir. Belki imanın kemalinden cüz'dür. Binaenaleyh; imanı olup ameli olmayan kim­se mümindir velâkin amel etmediği için fâsık addolunur. Eğer affı ilâhiye mazhar olamazsa taksiratı kadar muazzeb olduktan sonra imanı sebebiyle cennete girer.

Ehl-i sünnetten muhaddisînin mezheblerine nazaran iman: kalble tasdik, lisanla ikrar, aza~yı cevarihle amelden ibarettir. Şu tarifin zahirine nazaran amel, imandan cüz' ise de esah olan ame­lin, imanın kemalinden cüz' olmasıdır. Çünkü; fasıkm mümin ol­duğunda muhaddisin hâzaratı dahi müttefiklerdir.

Ancak bir kimse yalnız lisanıyla ikrar etse fakat ameli olma­dığı gibi kalben tasdiki dahi olmasa, o kimse beynehu ve beynal-lah mümin değil, belki münafıktır. Binaenaleyh; ebedi cehennem­de kalır.

İmanda muteber olanın gaybe iman olduğuna bu âyet delâlet eder. Gayb ile murad; Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veç­hile Allahü Tealâ'ya ve meleklere ve enbiyaya ve vahye ve yevm-i âhirete, âhirette sual, hesap, azap, cennet, cehenneme iman et­mesi lâzım olup; bunlar insanın gözüyle göremediği şeylerdir. On­ların cümlesine görmüş gibi iman etmek lâzımdır.

İman ikidir. Birincisi; âin-i Muhammedıden olan ahkâmın kâffesine icmalen, kalble tasdik ve lisanla ikrar etmektir.

İkincisi; din-i Muhammedıden olan ahkâmı birer birer tafsil ederek iman etmektir. Avam-ı nas için iman-ı icmali kâfidir. Bi­rer birer ahkâmın kâffesini tafsil üzere bilmek lâzım değildir.

İmanda t akli d ; bahasından, anasından veyahut sair kimselerden işittiği gibi iman edip delâîlini tetkik etmemektir. Bu manâca iman-ı taklidi eşâire indinde makbul değilse de ehli sün­netten matüridiye indinde makbuldür. Lâkin bu, imanın zayıf ve edna mertebesidir. Çünkü imanda makbul olan; mesail-i itikadi-yenin delâilini tetkikle ilm-i yakın hasıl ederek iman etmektir. Zamanımızda ehl-i imandan hemen mukallid yok gibidir. Çünkü; hernekadar cahil olsa ve kitaplardan delâili tetkik etmese dahi ha­riçte görmüş olduğu mevcudat ve mükevvenatın kudret-i ilâhiye ile vücuda geldiğini bilir ve bu cihetle eserden müessire istidlal eder. Zira; ukul-ü beşer tekemmül ettikçe herkes herşeyi Cenab-ı Hakka isnad eder. Ancak sanii inkâr eden Dehri gibi dinsizler müstesnadır.

Bu âyette salât ile murad; salevat-ı mefruzadır. Fahri Razi, Hazin ve Kazi'nin beyanları veçhile i k a m e ~ i salât ile murad sürtenini, adabım, feraizini ihlâl etmeksizin vakt-i muay­yeninde hudû ve huşu ile edasına devam etmektir. S a I â t ı nt asıl manâsı; duadır. Lâkin Şer'i Şerifte salât; efal-i mahsusa ve erkân-ı malûmedir. Yani kıyam, kıraat, rüku, sücud, kuud ve ni-yet-i halise ile bunları eda etmek ve evvelinde tekbir ile dahil ol­mak ve ahirinde selâmla hitam bulmaktır.

Salât lâfzı manâ-yı aslisi itibariyle mücmeldir. Lâkin -Cibril-i Eİmin Resulullah'a ve Resulullah da ümmetine talim buyurdu. Ve bu minval üzere âyetteki icmal, sünnet-i nebeviye ile tafsil olundu ve takarrür etti. Binaenaleyh salât lâfzı zikrolunduğu yerde ma­nâ-yı şer'isi hatıra geldiği gibi murad da odur. Manâ-yı lugavisi olan dûa manâsı örf-ü şeri'de metruktür.

Hal-i hayatında Resulullah (S.A.) eshabı ile beraber erkân-ı malûme olan salâtin ikamesine devam buyurdu, ve zaman-ı saadet­ten ilâ yevminâ haza, icma-ı ümmet de bu suretle vaki oldu. Bina­enaleyh; malûm olan evkat-ı hamsede salâtin farziyetini ve heye­tini inkâr eden tekfir olunur. Yani; salâtin esasını inkâr eden tek­fir olunduğu gibi beş vaktin rekatlerini ve heyetlerini inkâr eden kimse dahi tekfir olunur demektir. Çünkü; salâtin rekâtleri ve he­yetleri her ne kadar Kur'ân'ın sarahatiyle sabit olmamış ise de gerek rekât ve gerek heyeti icma-ı ümmetle sabit ve tevatürle za­man-ı saadetten bu ana kadar naklolunduğundan inkâr eden hükm-i kafiyi inkâr ettiği cihetle küfretmiş olur.

Âyet-i celilede Cenab-ı Hak ehl-i imanı bizim kendilerine ver­diğimiz rızıktan bazısını infak ederler buyurmakla ibadet-i mali­yesini eda edenleri sena buyurmuştur,

Rızık ; insanın intifa ettiği mal kabilinden nasiptir, t n -fak; Fahri Razi ve Hazin'in beyanları veçhile fi sebilillâh elin­de olan malını sarf ve hare etmektir. Âyet-i celile; zekât, nezir, sadaka-i fıtır, nefsine infak, üzerine nafakası vacip olanlara infak ve cihad-ı fi sebilillâhta infak gibi vacip olan infakın cümlesine ve sadakat-ı nevafile şamildir. Hatta müminler beyninde muavenete müteallik şeylerin, cümlesi in fakta dahildir. Zira; cümlesi nazar-ı şer'ide makbul ve memduhtur.

Vacip Tealâ ehl-i imanı nifakta isral ve tebzirden muhafaza ve malının bir miktarını infuk ve bir miktarını kendi mesalihi için alıkoymak lâzım olduğuna işaret için bağza delâlet eden ( j* ) laf­zıyla irad buyurmuştur ki. «merzuk olduğunuz rızkınızın bazısını infak ve bazısını ibka edin» demektir. Çünkü; insanların ahlâkı muhtelif olup bazısı gayet sahi olmakla elinde olan emvalin kül­lisini infak etmek istediğinden ve bazısı da gayet buhil olup elin­de olan emValin bir zerresini bile vermek istemediğinden ve bu cihet de mezmum olduğundan Vacip Tealâ bu âyette insanlar için lâzım olan bu iki tarafın vasatını ihtiyar eıraek Lâ^.ım olduğuna işaret buyurmuş ve infak hususunda Jaz.nı olan haıtı hareketi ta­yin etmiştir. Gerek imanın ve gerek ikame-i salat ile intakın de­vam üzere lâzım olduğuna İşaret için ülinırü-r ve devama delâlet eden muzari sığaları ile var id olmuşlardır.

Bu âyet-i celilede Vacip Tealâ insan için dikkat ve itinası lâ­zım olan vazife-i mühimme-i asliyeyi beyan buyurmuştur. Çünkü Fahri Razi'nin beyanı veçhile insanın mükellef olduğu ahkâmın esası ikidir :

Birincisi; bükülliye mamiyi terkaimekıir, Hu kısma iitika ile işaret buyurmuştur.

İkincisi; bilûmum vecîbatı eda etmektir. Yacibatın esası da ikidir :

Birincisi; saldı gibi ibadet-ı bedeniyedir. Ona cümle-i celilesi ile işaret olunmuştur.

İkincisi; zekât gibi ibadet-i maliyedir. Buna dakavl-i lâtifi ile işaret buyurulmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyetteki injakın niam-ı zahire ile ilim, idrak, kuvvet ve kudret gibi niam-i batmeye dahi şamil ol­ması muhtemeldir. Şu halde; ilmi talim ve dâlli ir şad ve /marısıb sahibi ve hatırlı olan kimsenin şefaat-i hasenesi ve kuvvet sahibi­nin âciz ve zayıfa muaveneti insanın ecr-ü sevaba nail olacağı in-lakda dahil ve memduhtur. Zira bunların cümlesi; tarafı ilâhiden insana ihsan olunan nzık cümlosindefıdir.

Hulâsa; menhiyatı terk ve me'muratı işlemekle ittika ve er-kân-ı dinden olan salâtı ikame ve zekâtı eda edenlerin Kur'ân'daıı intifa edip Kurân'ın ise onları hidayette kılacağı bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendîr. [3]

 

Vacip Tealâ bilûmum ehl-i imana Kur'ân'in hadi olduğunu beyandan sonra ehl-i kitaptan iman eden (Abdullah b. Selâm) ve emsali Kur'ân-a iman eden ehl-i kitabın şanlarım teşrif ile iman etmeyen ehl-i kitabı imana terğib etmek üzere :

buyuruyor.

[Kur'ân şol kimselere dahi hâdidir ki, onlar sana iıizal olunan Kur'ân'a ve senden evvel geçen enbiya-yı kiram biraderlerine in­zal olunan kütüb-ü semaviyenin kaidesine İman eder ve ancak âhîreti yakinen bilir ve tasdik ederler.]

Yani; Kur'ân, gayba iman ve ikame-i salât ve eda-yı zekât eden bilûmum müminlere hidayet ettiği gibi ya Muhammedi Sana Cibril-i Emin vasıtasıyla inzal olunan Kur'ân'a ve senden evvel inzal olunan Tevrat, İncil, Zebur ve sair suhuf-u münzeleye iman eden ve bilhassa dar-ı âhirete şekki ve tereddüdü izale eder bir yakînle iman eden ehl-i kitabı dahi hidayette kılar.

Fahri Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile inzal; bir şeyi ala­dan ednaya nakletmektir. Cibril-i Emin kütüb-ü semaviyeyi Ce-nab-ı Haktan kelâm-ı ilâhi olarak huruf ve esvattan ari olduğu halde işitir, badehu semadan nazil olarak'enbiya-yı kirama nakil ve beyan eder. Veyahut levh-i mahfuza yazılmış olan kitapları ve kitapların âyetlerini iktiza ettikçe emr-i ilâhi üzerine levh-i mah­fuzdan kıraat ve hıfz eder ve badehu rusul-ü kirama tebliğ için semadan nazil olur. Şu iki suretten herhangi suretle olursa olsun kelâm-ı kadim-i ilâhiye dâl olan elfaz ve ibareyi beyan etmek üze­re semadan nazil olduğu cihetle inzal tabir olunmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile ehl-i kitaptan âhirete iman eden­lerin îkan üzere iman ettiklerini beyan ve iman etmeyenlere tariz ve imana terğibdir. Ve âhiret hakkında itikadlarmm vakıa muta­bık olmadığını beyanla iman etmeyenlerin itikadları ilme müste-nid olmaksızın birtakım evham ve itikad-ı batıl olduğuna işaret buyurmuştur.

Âhiret; dünyadan muahhar olduğu için âhiret denilmiş­tir. Bu âyet nazil olduğunda, gerçi Kur'ân'ın küllisi henüz nazil olmamış ise de nazil olanı nazil olmayanlara tağlib ve nazil olması muntazar olanları vaki nefselemirde nazil olmuş menziline işaret için «inzal» mazi sigası ile varid olmuştur.

Enbiya-yı sabıka üzerine nazil olan kitaplara imandan mu-rad; iman-ı icmalidir. Ahkâmına tafsilen iman etmek murad de­ğildir. Zira; biz ahkâmıyla mükellef olmadığımızdan alettafsil kü-tüb-ü sabıkanın ahkâmını tahsil etmek üzerimize vacip değil ki tafsîlen îman vacip olsun. Amma bizim kitabımıza icmalen iman farz-ı ayn olduğu cihetle her ferde lâzımdır. Fakat bütün ahkâmını tafsil üzere iman farz-ı kifayedir. Zira; bilûmum ahkâmını tahsil etmek umum efrad üzerine vacip değildir. Belki namaz ve oruç gibi farz-ı ayn olan ibadatm mesailini her ferdin bilmesi vaciptir. Diğer ahkâmını ise icrası lâzım olan kimselerin bilmesi vacip olur. Başka­larının bilmesi vacip olmaz. Meselâ zekâta müteallik mesaili zekât vermesi vacip olan kimsenin bilmesi vaciptir. Zekâta muktedir olma­yan fakire zekât mesailini öğrenmek vacip olamaz. Kezalik mua­melât ve ukubata müteallik olan mesaili bilmek farz-ı kifayedir. Her ferd üzerine bilmek vacip değildir. Eğer her ferd üzerine va­cip olmuş olsaydı, umur-u millet haleldar olur ve milletin heyet-i mecmuasına ait olan işler intizamdan çıkardı. Çünkü; milletin her ferdinin ahkâm-ı şer'iyeyi bilmesi vacip olsa herkes ömrünün nıs­fını bu uğurda feda etmek ve başka işe bakmamak lâzım gelirdi. Halbuki bir milletin heyet-i mecmuasına ait olan vazife yalnız tahsil-i ilme münhasır olamaz. Zira; zîraatle ekmek ve ticaretle para kazanmak milletin devam ve bekasına yegâne .sebeptir. Ba­dehu düşmana karşı mevcudiyetini muhafaza etmek millet için ehemmi vezaiftendir; Ve sair hususatta da hal böyledir. Binaen­aleyh; taksmi-i â'mal kaidesine tevfiken milletin bir kısmı ziraat, bir kısmı smaat, bir kısmı ticaret, bir kısmı emaret, bir kısmı tah-sil-i ilim ve bir kısmı da askerlikle meşgul olur. Çünkü; insan bit­tabi medeni olduğundan yalnız yaşamayıp cemiyetle yaşamak za­ruri olduğu cihetle heyet-i mecmuasının bekası için amelleri tak­sim zaruridir. [4]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'ın müminlere hidayet olduğunu beyan­dan sonra hidayetin mümin müttakilere mahsus olduğunun hik­metini ve zikrolunan imanın ikame-i salât ve eda-yı zekât gibi iba-datı eda etmek fevz-ü falâha sebep olduğunu beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Şu mümin muttaki olan kimselerin cemi kitaplara iman ve âhirete yakın üzere itikad etmeleri sebebiyle mürebbi-i hakikileri olan rablarından hidayet-i azim üzerinde karar edici ve şu evsaf-ı celileyi haiz olan zevat-ı müşarün Heyhim dünyaya ve âhirette fevz-ü felah buluculardır.]

Yani; usul-ü itikadiyeye dikkat ve furu-i â'mali şeraitine ria­yet ederek lâyıkıyla eda edenler ve sair muharrem attan içtinabla ittika eden müttakiler rablerinden hidayete muvaffak oldukları gibi korktuklarından kurtulmak ve umduklarına nail olmak su­retiyle felâhyab oluculardır. Fahri Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile ehl-i imanın hidayette temekkün ve tekarrurlarına, sebat ve devamlarına işaret için istikrara delâlet eden ( J& ) lafzıyla varid olmuştur. Güya ehl-i imanın hidayete devamları birşey üze­rine çıkıp oturan kimselerin hallerine teşbih olundu. Çünkü; bir kürsü üzerinde oturan kimse karar üzere rahat ederek düşmek gibi rahatsızlıklardan emin olduğu gibi delâil-i ilâhiye ile Hakka istidlal edip hakla batıl beynini tefrik ederek hak üzere karar ve birtakım itikadat-ı fasideden kendini muhafaza etmesi her türlü avarizden salim kürsü üzerinde    oturan kimseye    benzediğinden

mâkulü mahsûsa teşbih tarikiyle istikrara delâlet eden lâf­zı varid olmuştur.

İşte hidayet üzere karar edenleri Cenab-ı Hak ilk Önce iman ve ibadetleriyle methettikten sonra iman ve ibadet üzere karar ve imanlarını şek ve şüpheden muhafaza etmeleri ile dahi meth-ü se­na buyurmuştur.

Iman?üzere karar eden kimselerin hidayetleri gayet büyük olup ukûl-ü beşerin idrakinden aciz olduğuna işaret için hida­yet lâfzı tazime delâlet eden tenvin ve nekre suretiyle varid olmuştur. Çünkü; doğru yola vasıl olmak manâsmca hidayet in­sanın dünyevî ve uhrevî saadetine sebep olup bütün mehleke ve felâketlerden kurtardığı için insana pek çok ve büyük faydalar bahşettiğinden hidayet hakikaten büyüktür. Ve şu büyüklüğüne işaret olmak üzere tenvin ile varid olmuştur.

Ehl-i imanın, hidayetle sairlerinden mümtaz oldukları gibi felah ve necat bulmakla dahi mümtaz olduklarına tenbih için lâfzı her ikisinde de zikrolunmuştur. Bundan evvel be­yan olunan itikad ve amelin neticesi felah ve felaha sebep ise iman ve ibadet-i bedeniye ve maliye olduğuna bu âyet delil-i vazıhtır.

Zira müştak olan ve üzerine felah hükmü­nün terettübü; iştikakın me'hazi olan iman ve ikame-i salât ve in-fakm felâhyab olmaya sebeb ve illet olmasını müş'irdir.

Şu halde itikad-ı sahih ve amel-i salihin neticesi; tazim ve tev-kir üzere sevaba zaferyab ve naîm-i daime vasıl olmaktır.

FeIâhla rnurad; felâh-ı kâmil olduğundan fasık olanların bilkülliye felahtan mahrum olmalarını icab etmez. Çünkü; fasık­lar kusurları miktarı azap gördükten sonra felâhyab olacakların­dan, onların felahları felâh-ı nakıstır. Binaenaleyh felâh-ı kâmil; imanla beraber amel-i salih sahiplerine mahsustur. Felah hasra delâlet eden zamir faslı ile varid olmuştur.

Hulâsa; mümin müttakilerin rablerinden hidayet-i azim üze­rine oldukları ve ancak fevz-ü falâh-ı kâmil onlara münhasır oldu­ğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

Vacip Tealâ if-laha suıü olacak evliyasını sıfatlarıyla beraber zikirden sonra evlh asının zjdtiî ulan â'dâsım ve onların temerrüd-lerine binaen inzar vp adem-i' inzann onlar için müsavi olduğunu beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar muhakkak küfrettiler, senin onları in-zar edip elmemeklîğin onlar üzerine müsavidir. Zira; onlar iman etmezler.]

Yani; şol kimseler ki, onlar hakkı inkâr ve haktan iraz ve ba­tılı izhar ve inat ve istikbarla küfr üzere İsrar ettiler. Ya Muham-med! Senin onları azab-ı ilâhi ile korkutup korkutmamaklığın on­lar üzerine müsavidir. Zira; onların temerrüd ve batıla ısrarlarına binaen inzar fayda etmediğinden asla iman etmezler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile küfür; birşeyi set-redip örtmek manasınadır. Kâfirler hakkı setredip kabul etmedik­leri için kâfir denilmiştir. Küfrün envai dörttür:

Birincisi; Allahü Tealâ'yı asla bilmez, inkâr eder. Buna küfr-ü inkârı denir.

İkincisi; kalb ile Alîahü Tealâ'yı bilir, fakat lisan ile ikrar et­mez. Buna küfr-ü cuhûdî denir. İblisin küfrü bu kısımdandır.

Üçüncüsü; kalbi ile Allahı bilir ve lisanı ile ikrar eder, fakat diniyle tedeyyün etmez. Buna küfr-ü inâdî denir. Ebu Talib'in küfrü bu kabildendir.

Dördüncüsü; lisan ile ikrar eder, fakat kalb ile tasdik etmez, buna küfr-ü nifakî denir. Münafıkların küfrü bu kabildendir.

Küfrün hulâsası; Alları ve vahdaniyetini veyahut inzal ettiği âyetlerinden ve kitaplarından birini veya cümlesini veyahut ru-sül-ü kiramdan birini veya hepsini inkâr etmektir. Bunların cüm­lesi küfür olduğundan bu minval üzere vefat eden kimse ebedi­yen cehennemde kalır. Zira; Allahü Tealâ küfredeni mağfiret fîtmoz.

înzar ; günahlardan men etmekle beraber Allah'ın aza­bından korkutmaktır,

Rusül-ü kiramın kâffesi, ümmetlerini maâsîden nehiyle bera­ber maâsî işledikleri surette azab-ı ilâhi ile muazzap olacaklarını beyanla korkuttukları için münzir unvanını ihraz etmişlerdir. Kâ­firler küfr üzerine musir olup Resulullah'ın sözüne kulak asma­dıkları için haklarında azab-ı ilâhiyi beyanla korkutmakta bir fay­da olmadığından Cenab-ı Hak onların indinde inzann vücudu ve ademi müsavi olduğunu bu âyette beyan buyurmuştur. Zira hızar­dan fayda; küfürden vazgeçip iman etmektir. Bunlar ise gerek in­zar olsun, gerek olmasın iman etmezler ve inad ve temerrüdle küfr üzere ısrar ederler. Şu halde inzardan müstefid olmadıkları için onlar hakkında da inzar yok mesabesindedir.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile küfürde ısrar edip iman etmeyeceklerini Cenab-ı Hak bildiği halde resulüne inzarı emret­mesi; yevmi kıyamette kâfirler üzerine hüccet ikame etmek ve onların itizarlarına meydan kalmamak ve emr-i risalet umumî ol­mak ve inzar sebebiyle resulü müsâb kılmak hikmetine müpteni-dir. Binaenaleyh; rusül-i kiram iman edeceklere ve iman etmeye­ceklere emr-i risaleti tebliğ ve tarik-ı hakkı herkese göstermek ve azab-ı ilâhi ile inzar ve niam-ı ilâhiye ile tebşir etmekle memur­dur. Çünkü; küfr üzere ısrar edecekleri inzar etmeseler yevmi kı­yamette kâfirlerin «bize resul gelmedi ve doğru yolu göstermedi» diyerek itizar etmeye hakları olacağından Cenab-ı Hak bu misilli itizar kapılarını kapamak için iman etmeyecek kâfirleri inzar et­melerini resullerine emretmiş ve onlar da daima inzar etmişler ve inzardan hali kalmamışlardır.

İnzann, birşeyi işlemek veyahut terk etmekte tesiri ziyade olduğundan bu makamda yalnız inzarı zikirle iktifa olundu. Çün­kü; insanın mazarratı defle iştigali, menfaati celble iştigalinden evlâdır. Binaenaleyh; def-i mazarrat kabilinden olan inzar zikrolu-nup celb-i menfaat kabilinden olan tebşirin zikrolunmadığı Fahri Razi'nin cümle-i beyanatından dır. Zira; inzann tesiri olarak mazar­rat terk olununca min vechin menfaat celb olunmuş demektir.

Tefsir-i Medarik'te beyan olunduğu veçhile âyet-i celilede ge­rek (hemze) ve gerek (elif mim) kelimesi istifham manâsından mücerreddirler. Zira; istifham müsavata münafidir. Çünkü maksat; inzar ve adem-i inzar müsavi olduğunu haber vermektir. Bu ha­bere «Sen inzal ettin mi veyahut inzar etmedin mi?» diyerek sual etmek muhaliftir. Binaenaleyh; âyette suret-i istifham varsa da manâ-yı istifham yoktur. Yani «İstersen inzar et, istersen inzar etme, her ikisi de müsavidir. Zira; inzar etsen de, etmesen de iman etmezler» demektir. Yoksa «İnzar ettin mi veyahut inzar etmedin mi?» unvanında sual değildir. Vacip Tealâ küfr üzere ısrar edecek kâfir-i mütemerridlerin iman etmeyeceklerini beyanla beraber iman etmediklerinden dolayı zem etmiştir. Çünkü; imanla mükellef ol­duklarından teklif olunan imanı yerine getirmedikleri için elbette zem olunurlar.

Bu âyet teklif-i mâlâyutakin cevazına ve vukuuna delildir.. Çünkü; Cenab-i Hak kâfir-i mütemerridin dünyaya arz-ı vücud edip teklife mahal olduğunda irade-i cüz'iyesini küfre sarf edip ve ısrar etmekle iman müyesser olmayacağını ezelde bildi. Ezelde o kâfirin lâyezaldeki iradesine binaen adem-i imanına ilm-i ilâhî ta­alluk ettiğinden kâfirin imanı muhal ve mümtenî olduğu halde Cenab-ı Hakkın imanla teklifi mümteni ile tekliftir. Şu halde tek­lif-i mâlâyutak vakî olmuştur. Çünkü; kâfir-i mütemerrid iman et­miş olsa — hâşâ —, Allahü Tealâ'nın ilminin hilafı zuhur edeceğin­den «cehil alâllah» lâzım geldiği gibi iman etmeyecekleri haberi­nin dahi kâzip olması lâzım gelir. Gerek «cehil alâllah» ve gerek «kizb alâllah» her ikisi de muhal olduğundan kâfirin imanı muhal­dir. İşte şu muhal ile teklif; teklif-i mâlâyutaktır.

Muhal; ikidir: Birincisi; kadimi yok eylemek ve zıddmı cem etmek gibi lizatihîdir. Bununla Vacip Tealâ'nın mülkünde mutasarrıf olup hiç kimsenin itiraza salâhiyeti olmadığı cihetin­den teklif caizse de zatında imkânı olmadığından teklif vaki de­ğildir.

İkincisi; kâfir-i mütemerridin imanı gibi muhal bügayr olur. Çünkü; kâfirin imanı zatında mümkündür. Lâkin küfründe ısrar edeceğini Cenab-ı Hak bildiğinden adem-i imanına ilm-i ilâhî ta­alluk ettiği için kâfir-i mütemerridin imanı ilm-i ilâhiye nazaran muhal olduğu cihetle muhal bilgayrdır. Zira; zatında mümkündür, muhal değildir. İşte bu kısım muhal ile teklif vakidir. Binaenaleyh; kâfirler imanla mükelleftir. Çünkü; iman etmek yed-i ihtiyarlann-dadır. İradelerini küfre sarf edeceklerini ve küfür üzere ısrar ey­leyeceklerini Vacip Tealâ bildiği için imanları ilm-i ilâhiye naza­ran muhaldir. Fakat kâfirler iradelerini adem-i imana sarf edecek­lerinden Vacip Tealâ'nm ilmi adem-i imanlarına taalluk etmiştir. Yoksa ilm-i ilâhi adem-i imanlarına taalluk ettiğinden dolayı iman etmediler değildir. Binaenaleyh; küfrü ihtiyarda mecbur değiller­dir. Zira; ilm-i ilâhi malûm olan adem-i imanlarına tabidir. Yoksa adem-i imanları ilm-i ilâhiye tabi değil ki, küfrü ihtiyara mecbur olsunlar. [5]

* **

Vacip Tealâ kâfir-i   mütemerridlerin iman    etmeyeceklerini beyandan sonra, iman etmediklerinin sebebini beyan etmek üzere:

buyuruyor.

[Allahü Tealâ kâfirlerin kalbleri ve kulakları üzerlerini mü­hürledi ve gözleri üzerinde hakkı görmekten men eder perde var­dır ve onlar için âhirette büyük azap olucudur.]

Yani; inzar kendilerine menfaat vermeyen kâfirler iman et­mezler. Zira Allahü Tealâ kalbleri üzerini mühürledi ki, asla kalb-lerine hayır girmez. Çünkü; onların iradelerini küfre sarf ve ısrar edeceklerini Cenab-ı Hak bildiği için güya kalblerine hariçten bir-şey girmesin diyerek ağzı mühürlenmiş gibi kıldı. Binaenaleyh; onların kalbleri ağzı mühürlenmiş bir kese mesabesinde olduğun­dan kelime-i hak oraya asla vasıl olmaz bir hale gelHi. Onların ku­lakları üzerine mühür vaz etmiştir ki, kelime-i hakkı işitmez ve işittikleriyle katiyen intifa.etmezler ve muannid kâfirlerin gözleri üzerinde büyük ve kalın perde örtülmüştür ki, asla gördükleri de-lâil-i garibeden intibah etmezler. İşte kalbleri ve kulakları mühür­lü ve gözleri perdeli olan kâfirler için âhirette azab-ı azîm vardır,

Yahut dünyada esaret, katil, helak ve âhirette azâb-ı daim vardır. Zira; onlar Allah'ın kendilerine verdiği nimetleri mahalline sarfla intifa etmedikleri gibi belki mahallinin gayrıya sarfla birtakım günahlarda ve küfür gibi büyük cinayetlerde bulunduklarından bü­yük azaba müstehak olmuşlardır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette h a' t m ile murad; onların kalblerinde küfür ve sair maâsiye muhabbet halk olunma-sidir. Çünkü; onlar küfür üzere musir oldukça kalblerinde küfre muhabbetleri bir dereceye varır ki, iman ve taatı kabih addede­rek âbâ' ve ecdatlarını taklide münhemik olurlar. Ve nazar-ı sa­hihten iraz etmek adetleri olduğundan keenne kalbleri ve kulak­ları mühürlenmiş gibi bir kasavet iktisab eder. Binaenaleyh; kalb-lerinden küfrün çıkması ve hariçte olan iman ve teatin kalblerine girmesi mümkün olmadığından mühürlenmiş addolunur. Zira; mühürlü bir kesenin içinde olan şey dışına çıkmadığı gibi dışında olan da içine giremez. Şu halde kâfirlerin kalbleri mühürlü keseye teşbih olunmuştur, yoksa hakikatte mühür vaz olunmuş değildir. Lâkin muamele mühür vaz olunmuş gibidir ki, mühürlenmiş kese içine hariçten bîr^y giremediği gibi onların kalblerine dahi bir-şey giremez, demektir. Kezalik kulakları hakkı duymamakta ve gözleri hakkı görmemekte keenne perdelidir. Zira kâfirler; gözle­riyle intifa edecekleri deliller arasında azîm perdeler çekilmiş gibi deîâilden asla intifa etmezler.

Yahut hatm ile murad; onları imana icbar etmemektir. Çün­kü; onların küfre ve maâsiye muhabbetleri bir dereceye varmıştır ki, küfrü terk ve imanı kabule icbardan başka bir çare olmadığı halde icbarı terk etmek keenne onların kalbleri ve kulakları mü­hürlenmiş ve gözlerine de perde çekilmiş gibi addolunur.

Yahut hatm ile murad; onların küfr üzerine bekalarına delâ­let eder bir alâmet vaz'ıyla meleklere bildirip, meleklerin bugz ve lanet etmeleridir.

Kâfirlere nazil olacak azabın künhünü ve miktarını Allahü Tealâ'dan gayrı kimse bilmediğine işaret için (azab); azametle tav­sif olunduğu gibi adem-i malûmiyete delâlet eden nekre ile varid olmuştur.

Bu âyet kâfirlerin   adem-i imanlarına   sebep ve illeti beyan için inzal olunmuştur. Takriri kelâm şöyledir: «K.âfir-i mütemer-ridler iman etmezler. Zira; Allahü Tealâ onların kalblerini ve ku­laklarım mühürledi ve gözlerinde perde vardır. Herkimin kalbleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli ola; o adamlar iman et­mezler. Binaenaleyh; kâfirler de iman etmezler.» Bu âyette (ku-lûb) ve (ebsâr) cemî sîgası ile varid olmuş ise de (semi) lâfzı lâfız­da müfred, manâda cemî'dir. Veyahut mastar olduğu cihetle müf-red suretinde varid olmuştur. Zira; mastarın tesniyesi ve cem'i birdir.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kulağın gözden efdal olmasına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ sem'i basar üzerine tak­dim buyurmuştur. Sem'i takdim etmek sem'in şerefine ve fazile­tine delâlet eder. Binaenaleyh; işitmek nübüvvetin şartmdandır, lâkin görmek şartından değildir. Yani, sağır olmak nübüvvete ma­nidir, lâkin âma olmak nübüvvete mani değildir ve enbiyadan hiç­biri sağırlığa müptelâ olmamıştır. Kuvve-i sâmia gıda-yı ruh olan mâ'kulâtı tahsile vesile olup kuvve-i bâsıra ise ancak mahsusatla meşgul olduğu cihetle sem'i basardan efdaldir. Hulâsa; kâfirlerin küfür üzere ısrar ve rneyl-ü muhabbetlerine binaen hakkı görmez ve işitmez ve kalbleriyle kabul etmeyip, iradelerini küfre sarf edip imandan iraz ettikleri için kulakları ve kalbleri mühürlü ve göz­leri perdeli gibi delâil-i hakkadan intifa edemedikleri ve onlar küfr üzere ısrar ettikleri takdirde imana muvaffak olamayacakları ve adem-i muvaffakiyetleri kendi sû'u ihtiyarlarından neş'et ettiği ve mühürden murad onların adem-i itaat ve adem-i inkıyadlarmdan ibaret olup hakîkî bir mühür olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [6]

 

Vacip Tealâ evvelâ müminlerin ve saniyen kâfirlerin hallerini beyandan sonra münafıkların hallerini beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Nâstan bazıları Allah'a ve yevm-î âhirete iman ettik, diyen kimselerdir. Halbuki onlar mümin değillerdir.]

Yani; Cenab-ı Hakla fıtrat-ı asliyelerinde vaki olan muahe­delerini unutmuş olan kimselerden bazıları tezvir ve telbis tariki ile itikadlarına muhalif olarak derler ki «Biz ulûhiyetle muttasıf olan Zat-ı Ecellü Â'lâ'ya ve â'nıâlimizin cezasını görmek için vaad olunan yevm-i âhirete iman ve alâ tarik-i yakın tasdik ettik, şüphemiz kalmadı.» demekle kalblerinde merkûz olan küfrün hi­lafım izhar ederler. Halbuki; onlar Allahü Tealâ'ya ve âhirete iman etmiş değillerdir.

Beyzâvî'niri beyanı veçhile bu âyet; münafıkların bazı evsaf-ı habiselerini beyan hakkında varid olmuştur.

Münafık; müminle kâfir arasında müzebzeb bir fırkadır. Çünkü; zahirde mümin görünür, kelime-i tevhidi tekellüm eder, halbuki kalbinde küfriyatını saklar. Binaenaleyh; münafıkların küfürleri sairlerinden eşnâ' ve ağlâzdır. Cenab-ı Hakkın kâfir-i mücahirden daha ziyade münafıklar mebğuzu olduğundan cehen­nemin alt tabakasında bulunacaklarına dair âyetler varid olmuş­tur.

Hâzin'de beyan olunduğu veçhile münafıkların halleri tebed­düle maruzdur. Sabah bir renkte, akşam diğer renkte görünürler, bir hal üzere asla sebat edemezler. Zira; bazan kâfir ve bazan da mümin görünürler.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile bu sûrede Vacip Tealâ dört âyetle müminlerin evsafını ve iki âyetle alenî küfrü ihtiyar edenlerin hallerim beyandan sonra on üç âyette münafıkların ha­basetleri, sefahetleri, cehaletleri, istihzaları ve tuğyanları üzere ısrarları ve mütehayyir ve mütereddid oldukları ve hakkı işitmek­ten sağır ve görmekten kör ve söylemekten mahrum olduklarını beyan buyurmuş ve eşnâ' surette haklarında darbı mesel varid olmuştur.

Bida3^eden nihayeye kadar imanlarını doğru göstermek için, imanlarını Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete tahsis etmişlerdir. Çünkü itikadiyatm hulâsası; ikidir:

Birincisi; Allahü Tealâ'nm vücûduna ve sıfatına ve ef'aline iman gibi mebdee müteallik olup, nübüvvete iman da bunda da­hildir.

ikincisi; âhirete ve ahval-i âhirete imandır. Münafıklar iman etmesi lâzım olan şeylerin kâffesine iman etmiş görünmek için imanlarım izharda bu ikiyi tahsis etmişlerdir.

Münafıkın şerri, alenî olup kâfirin şerrinden daha ziyade ve küfr-ü eşed olduğundan Vacip Tealâ münafıkların ahvalini beyan-da küfürlerini beyanla beraber birçok maasîlerini .dahi b&yan bu­yurmuş ve küfürde eşnâ' olduklarından Cenab-ı Hak onları sara­haten müminler sırasından ihraçla mümin olduklarına dair iddia­larını red etmiştir. Tasdik-i kalbiden ârî mücerred ikrarın iman olmadığına âyet sarahaten delâlet eder. Zira; münafıklar imanı ikrar ettikleri halde Cenab-ı Hak onların mümin olmadıklarım be­yan buyurmuştur. Eğer ikrar, mücerred iman olmuş olsaydı onlar ikrar edip dururken «Siz mümin değilsiniz» diyerek red olunmaz­lardı. Halbuki, Vacip Tealâ münafıklar hakkında «Allah'a ve yevm-i âhirete iman ettik derler, bu sözleri zahirdedir, hakikatte onlar mümin olmadılar» buyurmakla onların dâva-yı kâzibelerini redle ehl-i İslama karşı nifaklarını ilân etmiştir. O zamanda nifak­larım ilân da lâzım idi ki ehl-i imanı aldatmasınlar. Zira; mümin zannıyla ehl-i iman onlara birçok esrar verirler, onlar da müşrik­lere götürürlerdi. Binaenaleyh; nifakları ilân olundu ki müminler hazer üzere bulunsunlar. [7]

**

Vacip Tealâ münafıkların kalbi münkir olduğu halde ikrar-ı mücerredleri iman olmadığım beyanla dâvalarını tekzip ve red et­tikten sonra onların evsâf-ı zemîmelerinden hud'alanm beyan et­mek üzere:

buyuruyor.

[Münafıklar Allahü Tealâ'ya ve Allah'a iman eden müminle­re hile ederler. Halbuki onlar hile etmezler, ancak kendi nefisle­rine hile ederler ve lâkin hilenin mazarratını bilmezler.]

Yani; münafıklar kalbleri ile Allahü Tealâ'ya ve Resulüne ve müminlere muhalefet ettikleri halde zahirde mümin olduklarını beyanla küfürlerini setr ederek hile ve hud'a ederler. Ve onlar bu hileleriyle kimseyi zararlandırarnazlar, ancak kendi nefislerini za-rarlandırırlar. Zira; Allahü Tealâ onların cemî' ahvalini bildiği gi­bi hilelerini dahi bilir ve mücazât eder. Binaenaleyh hilelerinin zararı ancak kendilerine aittir,ve lâkin hilelerinin zararı kendile­rine ait olduğunu bilmezler.

Hud'a; Fahri Razfnin beyanı veçhile selâmet ve doğ­ruluk icab eden şeyi izhar etmek ve gayrı izrar edecek şeyi gizle­mektir. Münafıklar selâmeti mucib olan imam izhar ve mazarratı mucib olan küfrü gizlemek ve ehl-i imanı aldatmak ümidi ile hud'a etmişlerdir.

Allahü Tealâ münafıkların her hallerini bildiği için Allah'ı aldatmak ve hile yapmak ihtimali olmadığından bu âyette Allah'a hud'aları ile murad; Allah'ın resulüne hud'alandır. Zira; Cenab-ı Ha^ resulünün sanma tazim ve indennâs kadr-i nebevilerini i'lâ için resulüne hud'anm Zat-ı Ulûhiyetine hud'a mesabesinde oldu­ğunu beyanla münafıkları terzil buyurmuştur. Yahut Allahü Te­alâ'ya imanı izhar ve küfrü gizlemekle keenne hud'a muamelesi yapıyorlar. Güya bu muamele-i mezmumeleri ile Allah'ı haşa al­datmış gibi kendilerine bir gurur arız olduğundan Allah'a hud'a ederler denilmiştir.

Müfaale babı bu makamda isneyn beyninde iştirak için değil­dir. Lâkin münafıklar Resulüllah'ı ve ehl-i imânı aldatmak için envâ-ı hiyel ve desaisi irtikâb ve devamda ısrar ettiklerinden şu muamele-i şenaatkârânelerinde mübalâğa için müfaale siğası va-rid olmuştur. Hud'a her muamelede dinin hilâfına olduğundan mezmumdur. Zira din-i mübin; istikamet ve adalet icab eder. Hud'a ise adaletin hilafıdır. Yahut münafıkların Allahü Tealâ'ya karşı muameleleri hilekâr kimselerin muamelesi gibidir. Çünkü; küfrü gizleyip islâmı izharla hud'a tarîkini iltizam ettikleri gibi Allahü Tealâ da onlara zahirde ahkâm-ı islâmı emir buyurdu. Halbuki ind-i ilâhide onlar kâfirdirler.

Şu hud'ayı iltizamdan garazları; Fahri Razi'nin beyanı veçhi­le dört şeydir:

Birincisi; Resulüllah ve müminler tarafından kendilerine sair müminler gibi tazim olunmak ve şayet İslâmiyet şevket bulursa o şevketten faydalanmaktır.

ikincisi; ehl-i islâmm sırlarına vakıf olup â'dâ-yı dine ehl-i islâmm sırlarını haber vermektir.

Üçüncüsü; ehl-i islâm tarafından katil ve esaret gibi kâfirlere reva görülen şeylerden kendilerini muhafaza etmektir.

Dördüncüsü; ehl-i islâmm âda-yı dinden almış oldukları em-val-i ganimete iştirak edip hissedar olmaktır.

Hud'alarımn ancak kendi nefislerine, olmasının manâsı; dün­yada ve âhirette hud'alarımn zararı kendilerine raci olmak ve mü­minlere hud'alarmdan bir zarar isabet etmemektir.

Hud'alarınm zararı mahsusattan birşey gibi meydanda oldu­ğu halde kemal-i gafletlerinden naşi his olunmaz birşey gibi idrak edemediklerine işaret için Vacip Tealâ ( 03j^*i ) yani «idrak etmezler» buyurmuştur. Çünkü şuur hisle idrak etmektir.

Hulâsa; münafıklar küfürlerini saklamak ve imanlarını iznar etmekle Allahü Tealâ ve müminleri aldattık gibi hud'a muamele­sinde bulunuyorlarsa da onlar hud'a edemeyip ancak kendi nefis­lerine hud'a eyledikleri ve lâkin nefislerine hud'a ettiklerini bil­medikleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [8]

 

Vacip Tealâ münafıkların islâmı kabullerine mani olan, kalb-lerinde bulunan maraz olduğunu beyan etmek üzere:

buyuruyor.

[Münafıkların kalblerinde maraz vardır. Allahü Tealâ ma­razlarını ziyade Saldı. Halbuki onlar için yalanları sebebiyle az&b-ı elîm vardır.]

Yani; münafıkların kalblerinde hakkı kabule mani perde-i maraz vardır ki o maraz; resule iman ve kitabın ahkâmını kabul ve amel etmekle mündefi olur. Bunlar kitabullaha iltifat etmeyin­ce Allahü Tealâ marazlarını ziyade kıldı ve küfrü saklayıp imanı izhar etmek suretiyle vaki olan yalanları sebebiyle âhirette azab-ı elim vardır ve nar-ı cahime duçar olacaklardır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile maraz; filhakika bedene arız olarak mizacı itidalden çıkarıp efaline halel getiren hasta­lıktır. Bu makamda maraz ile murad; kalblerine arız olan cehil, itikad~ı fâsid, hased, hikd, gayz ve gazap gibi nefislerinde mevcut olan araZA kahiha ve ahlâk-ı fasidedir. Çünkü; şu beyan olunan ahlâk-ı faside nefsin kemalât ve fezail iktisabına mani olduğundan hayat-ı ebediyeden mahrumiyetine badi olduğu gibi onların gün­den güne gamlarının tezayüdüne dahi sebep olur. Zira; riyaset-i dünyeviyeden mahrum olduklarını ve resulullahın emr-i dinde se­batını ve şan-i nebevileriyle din-i mübinlerinin yevmen feyevmen terakki ve tealisini gördükçe gamları tezayüd ve maraz-ı kalbi­leri tekessür eder. Binaenaleyh; küfr üzere ısrar ve Resulullaha adaveti kendileri için bir vazife addederler. Halbuki adavetlerin­den gözettikleri neticeyi iktitaf edemeyince kendi adavetleri ken­dileri için büyük bir musibet olur.

Fakat islâmiyet şevket buldukça fahvasınca kalblerini korku ihata eder. Bîmecal hasta olan kimsenin her ta­rafını acı ve ağrı ihata edince nasıl muztarip olursa onlar da Al-lah'm meleklerle resulüne imdadını ve â'dâsı üzerine zaferyab ol­duğunu ve ânen feânen bilâd-1 islâmm tevessuunu müşahede et­tikçe muztarip bir hal üzere bulunurlardı. Münafıkların iman et­tik diyerek kalblerinde muzmer olan itikadlarının hilafını haber vermek suretiyle yalanları azab-ı elim ile muazzep olmalarına se­bep olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran marazla murad; emr-i dinde şek ve nifaktır. Çünkü maraz; vücud-u insana zaaf iraz et­tiği gibi emr-i dinde şek ve tereddüd dahi dine zaaf iraz ettiği için umûr-u dinde tereddüde maraz ıtlak olunmuş ve ahkâm-ı diniyeye delâlet eden âyetler birbiri akabinde nazil olup her âyet nazil ol­dukça tereddüt ettiklerinden, Kur'ân'ın her âyetinde tereddüt ve sekleri ziyade olmuştur. Binaenaleyh;    Cenab-ı Hak kalblerinde

olan marazın ziyadelendiğini onları zem makamında beyan buyur­muştur.

Hulâsa; münafıkların yalanlarının devamına ve yalandan vaz­geçmeyeceklerine işaret için devama delâlet eden istim­rara delâlet eden muzari siğasıyla varid olduğu ve Kur'ân'm her âyeti nazil oldukça zahirde iman ettik, deyip kalbde küfrü gizle­mek suretiyle itikad-ı batıldan ibaret olan marazları tezayüd et­tiği Ebussuud Efendi'nin cümle-i beyanatmdandır. [9]

 *

**

Vacip Tealâ münafıkların evsafından bazılarını beyandan son­ra evsaf-ı habiselerinden bazı âhari beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Münafıklara mahza nasihat tarikiyle «yeryüzünde Allah'ı ve kitabını ve resulünü tekzip ve müminlere eza etmek suretiyle if-sad etmeyin» denildiğinde onlar «biz ancak yeryüzünü ıslah edi­ciyiz, bizim halimiz ıslahtan ifsada tecavüz etmez» diyerek fesad-îarım inkâr ederler. Ey müminler! Agâh olun ve uyanık bulunun ki onlar ancak müfsidlerdir. Onlar; asla salâh ve felah ümid olun­maz bir zümre-i fasidedir. Çünkü; hal-ü şanları gece gündüz dü­şünceleri hemen ifsaddır. Lâkin tıynetlerindeki habaset ve kalb-lerindeki kasavet neticesi olarak fesadlarınm akıbetini idrak et­mezler.]

Zira; onlar küfr-ü nifakı ve müminlere ezayı ve naşı imandan men'e sâ'y etmelerini aynı savap ve salâh zan ederler. Binaena­leyh; kendilerinin başkalarını ıslah edici olduklarını iddiadan çe­kinmezler.

Tefsir-i Medarik ve Kazi'de beyan olunduğu veçhile fesad ; bir şeyin hal-i itidal ve istikametten çıkıp intifa olunmaz bir hale gelmesidir. Salâh; bunun zıddıdır ki birşeyin iti­dal ve istikamet üzere bulunup intifa olunmasıdır. Ifsad ; yeryüzünde fitne uyandırmak ve ahval-İ nâsı ve tarik-i taayyüş­lerini istikametten çıkarıp vıenafi-i diniye ve dünyeviyeyi ihlâl etmektir.

Münafıkların ifsadlan; kâfirlere meyil, müslimîne ihanet ve esrar-ı ehl-i islâmı ifşa etmek ve harb fitnelerini uyandırmakla yeryüzünde nâsm ve hayvanâtın rahatlarını selbeylemek ve nıası-yeti izharla dine ihanet etmektir. Çünkü şerâyii ihlâl ve ahkâmın­dan iraz; âlemin nizamını ihlâl ettiğinden hercümerci muciptir.

İmam-ı Kaffâl'den naklen Fahri Razi'nin beyanı veçhile ma-siyeti izhar ve dine ihanet; yeryüzünü ifsaddır. Çünkü şeriat; ahvaI-i ibadtn hüsn-ü cereyanım temin için sevk olunmuş kavanin-i ilâhiyedir. Bu kavanin-i ilâhiye ise adaleti mahz oldu­ğundan temessük edenler beyninde asla fesad olmaz ve fitne ve fesad varsa şeriate temessükle derhal sükûnet bulur, herkes isti­rahat eder. Amma şeriatten iraz herkesin keyfine ve arzu ve eme­line tabi'olup her şahıs şehevat-ı nefsaniyesi icabı kendi menfaa­tini takip ve gayrin ızrarını kast edeceğinden fitne ve -fesat kapı­ları açılır, hercümercler uyanır. Âlemin intizamı haleldar oldu­ğundan âlemi ıztırap ihata eder, rahat üzere bir kimse bulunmaz bir hale gelir. Nitekim şeriatten inhiraf eden her kavmin hali ız­tırap ve akıbeti izmihlal olduğu Kur'ân'm birçok âyetlerinde be­yan buyurulduğu gibi vekayii tarihiye de bunu göstermektedir.

«Münafıklara ifsad etmeyin» diyen Allahü Tealâ veyahut re-sulullah veyahut bazı müminler olmak ihtimali varsa da bu ma­kamda her üçü de murad olunmakta bir mani yoktur. Zira; Al­lahü Tealâ Kur'ân'la ve Resulullah bazı hadisle ve müminlerden bazıları da nasihat tarikiyle münafıklara «ifsad etmeyin» demiş­lerdir. Lâkin münafıklara bu gibi nasihatler asla tesir etmediğin­den fesaddan hali kalmamışlardır.

Münafıkların hasr-ü kasırla ehl-i imana tariz ederek «ancak muslih biziz» dedikleri kelâmlarını Cenab-ı Hak şiddetle red etmistir. Çünkü; edat-ı tenbih olan Ve kelâmın mazmu­nunu te'kid ve takrir eden ve kasır ve hasra delâlet eden zamir-i fasl ve kemâle delâlet eden edat-ı tarifle

irad etmek müminlerin, münafıkların kelâmlarına aldanmamala-rina tenbih ve onların müfsid olduklarını tahkik ve ifsad onlara münhasır olup salâh-ı hale tecavüzleri olmadığını beyanla fesad-larının şiddeti mukabilinde azaplarının şiddetine işaret buyur­muştur.

Hulâsa; taraf-ı ulûhiyetten ve taraf-ı risaletten münafıklara «yeryüzünü ifsad etmeyin» denildiği ve onlar da bu nasihate karşı «biz ifsad etmeyiz, ancak ıslah ederiz» dedikleri ve halbuki onlar ancak müfsid oldukları ve ifsadlarmı ıslah zannederek hamakat-lerini meydana koydukları ve müminlerin bunlara aldanmamaları unıûr-u lâzimeden olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid eümle-sindendir. [10]

 *

  * *

Vacip Tealâ münafıkların ef al-i kabihalarından daha bazıla­rını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Münafıklara «Nâsın iman ettiği gibi siz de iman edin» denil­diğinde onlar «süfehânın iman ettikleri gibi biz iman eder miyiz?» derler. Agâh olun ve uyanık bulunun ki ancak süfehâ, münafık­lardır, lâkin kendilerinin süfehâ olduklarını bilmezler.]

Yani; taraf-ı risaletten ve ashab-ı resulullah tarafından mü­nafıklara nasihat ve merhamet tarikiyle «Sizden âbâ' ve ecdadının dinlerini terk edip Allah'a ve resulüne ve kitabına imanla dareyn-de fevz-ü felah bulan nâsın imanı gibi siz de iman edin. Zira; da-reynde necahnız imanladır» denildiğinde onlar kemal-i unf-ü şid­detle «İman edenler hayrı serden fark etmez sefihlerdir. Süfehâ-mn iman ettiği gibi biz iman eder miyiz? Elbette iman etmeyiz, zira biz hayrı serden fark ve temyiz eden ukalâdanız ve aklımız başımızdadır. Binaenaleyh; babalarımızın dinlerini terk edeme­yiz» demekle iman edenleri itham ederler. Mütenebbih olun ey müminler! Ancak süfehâ onlardır. Zira; sefih olmasalar hayrı mahz olup selâmet-i dareynih üss-ül esası olan imam terk etmez­lerdi. Lâkin sefahetlerini bilmezler ve binaenaleyh imana rağbet etmezler.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile insanın tekemmülü; iki şey iledir:

Birincisi; lâyık olmayan ve menhî olan şeyleri terk etmektir. Bu kısım kemalâtm lüzumuna Vacip Tealâ ( Ija-iV ) nazm-ı celîli ile işaret buyurmuştur.

İkincisi; lâyık olan şeyleri işlemektir. Bu kısmın vücubuna ( \^ia\ )      emr-i lâtifi ile işaret olunmuştur.

Münafıkların ehl-i imana şefin demeleri ehl-i imanın o zama­na nispetle ekserisinin fakir olmalarından neş'et etmiştir. Çünkü; onlar bütün şerefi dünyaya hasr edip} dünya şerefi de servete muh­taç olduğundan fakir olanları şereften mahrum ve sefih addeder­lerdi.

Cenab-ı Hak sefahetin ancak münafıklara münhasır olduğu­nu beyan buyurmuştur. Zira; münafıklar âhireti dünyaya değişip Allah'ın resulüne adavet ettikleri gibi usul-ü itikadiyede delili terk ederek taklide istinad ettiler. Bundan ziyade sefahet olama­yacağından Cenab-ı Hak sefaheti onlara hasırla ehl-i imanı sefa-hetten tebrie buyurmuştur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile münafıkların bu ke­lâmları kendi beyinlerinde cereyan etmiştir. Yoksa aşikâr olarak «Süfehânın imanı gibi biz iman eder miyiz?» demiş olsalar, aleni kâfir idadmdan madud olurlar, münafık olmazlardı.

İman, nazar-ı sahih ve ilm-ü irfana muhtaç olduğundan mü­nafıkların ilmi olmadığı beyan olunmuş ve haklarında cümle-i celilesi varid olarak cehaletlerini beyanla zem olunmuş­lardır. Binaenaleyh; sefahetin cehaletten ibaret olduğu iş'ar olun­muştur. Amma bundan evvelki âyette beyan olunan fesad ve fit­ne, mahsusattan olduğu için hisle idrak manâsına şuurları nefy olunmuştur.

Hulâsa; münafıklara «Nâsm iman ettiği gibi siz de iman edin» denildiği, onlar da şu emre karşı ehl-i imanın fakrine' binaen «İman edenler sefihlerdir, biz o sefihler gibi iman eder miyiz?» dedikleri ve halbuki ehl-i iman sefih olmayıp ancak sefih müna­fıklar olduğu ve sefahet onlara ve erbab-ı nifaka münhasır bulun­duğu, fakat onların kemâl-i cehalet ve hamakatleri neticesi olarak kendi sefahetlerini bilmedikleri ve fakr-ı hal insan için sefahet ol­mayıp sefahet ancak şeriate inkıyad etmemek olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [11]

**

Vacip Tealâ münafıkların ef'al-i kabihalarmdan diğer bir kıs­mını beyan etmek üzere:

buyuruyor.                   

[Münafıklar müminlere tesadüf ettiklerinde "Biz de iman et­tik» derler ve kendi reisleri ve küfr üzere musir olan şeytanları ile tenha kaldıklarında «Biz de sizinle beraberiz, ancak biz onları istihza ettik» derler. Allahü Tealâ onları istihzaları mukabilinde cezalandırır ve mütehayyir ve mütereddit oldukları halde dâlâl ve tuğyanlarında terk eder.]

Yani; münafıkların, müminler ve kâfirlerle iki türlü muame­leleri vardır. Ehl-i imana mülâki olduklarında tezvir ve ehl-i ima­nı aldatmak suretiyle «Biz de sizin gibi iman ettik, dinde karde­şiz» derler ve küfür üzerine ısrar eden şeytanlara benzeyen kâfir-i mütemerridlerle hâli kaldıklarında «Biz sizinle beraberiz, dininiz­den ayrılmaz, sebat ederiz, ancak müminlerle eğlendik ve itikadı­mıza muhalif birtakım yalan sözlerle onları aldattık ve istihza et­tik. Zira; şu telbisatımızla biz onların esrarına vakıf ve şerlerin­den emin olmak ve emval-i ganimetten hisse almak isteriz» de­mekle iki tarafla uyuşmak isterler ve zahirde işlerini becerir­lerdi. Allahü Tealâ her an ve saat onlara istihza muamelesi yapar ve onların ehl-i imanı istihzaları mukabilinde mücazat eder ve onları tuğyanları içinde ve maâsiye münhemik ve dalâl ve serkeş­likte mütehayyir oldukları halde terk ve onları âhirette azapları ziyade olsun için müsaade eder ve mühlet verir.

Münafıklar, müminlere te'kidden âri cümle-i fiiliye siğası ile «Biz de iman ettik» demekle mübalâtsız ve ehemmiyetsi*7 oldu­ğuna işaret ettikleri gibi kendi cinsleri münafık ve kâfirlere te'kid ile cümle-i ismiye olarak ehemmiyetine işaret ettiler. Yani: İman­larını ehemmiyetten ari olarak beyan ettikleri halde küfürlerini kemâl-i ehemmiyetle beyan ederler.

Mülakat; yolda tesadüf etmektir. Şeytan la mu-rad; küfre ısrarda şeytana benzeyen kâfirler. Veyahut münafık­ların reisleridir. Tuğyan; masiyette haddini tecavüz et­mektir. İstihza; bir kimseyi hafif görmek ve eğlence yap­maktır. Kâfirlerin «Biz onları istihza ederiz» demeleri kendi cins­leri şeytanlarına «Biz de sizinle beraberiz» dedikleri kelâmlarını te'kid ve bu kelâmlarından neşet eden bir suale cevaptır. Çünkü; (»Biz sizinle beraberiz» deyince şeytanları tarafından «Bizim ile beraber olsanız müminlere muvafakat edip iman ettik demezdi­niz?» unvanında varid olan suale onlar da cevap olarak «Biz on­ları istihza için söyledik» dediklerini Vacip Tealâ bu âyette hikâ­ye ve istihza olunanların kimler olduğunu beyanla istihzalarını

kendilerine red etmiştir. Çünkü fehvasınca bir zamanda âhari istihza eden kimse, diğer zamanda kendi istih­za ve bir kimseyi istihza eden de diğer kimse tarafından istihza olunur. Allahü Tealâ'nın onları istihzası ile murad; onların isttyir zalan mukabilinde mücazat etmesi ve istihzalarının zararı ken­dilerine raci olmasıdır. Yahut Allahü Tealâ'nm onları istihzası ile murad; dünyada ve âhirette onlara istihza muamelesi yapmasıdır. Çünkü; Fahri Razi'nin beyanı veçhile dünyada münafıklar nifak­larını son derece gizlemek istedikleri halde Allahü Tealâ onların nifaklarını resulüne bildirmesi onlara istihza muamelesi olduğu gibi âlıirette dahi «İbn-i Abbas» Hazretlerinden rivayet olunduğu­na nazaran kâfir ve münafıklar cehenneme girdiklerinde müna­fıklara cennetten bir kapı açılarak o kapıdan çağırılırlar. Münafıkİar o kapıdan cennete girmek üzere koşarlar, kapının önüne varın-c kapı örtülür. Ehl-i cennet bunların hallerine gülüşürler. Onlar me'yûsen avdet edince tekrar kapı açılır, geri dönerler, kapı önüne gelince örtülür. Velhasıl bu cihetle maskara olurlar.

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyet-i celile; reis-i münafıkîn olan (Abdullah b. Übey) ve rüfekâsı hakkında nazil ol­muştur. Çünkü birgün onlara eshab-ı izamdan (Ebubekir), (Ömer), (Osman), (Ali) ve daha bazı zevat (R.A.) tesadüf ettiklerinde (Abdullah b. Übey) rüfekasma «Bakın; ben şu süfehayı nasıl alda­tacağım» dedikten sonra Ebubekir (R.A.) in elinden tuttu ve' «Mer­haba ey Benî Temimin ve İslâmın şeyhi!» Ve Ömer Hazretlerine: «Merhaba ey Benî Adî'nin ulusu ve Resulullah'a malını ve canını feda eden zat-ı şerif!» dedi. Ve diğerlerine de bu minval üzere sahte iltifat ederek rüfekasını keyiflendirip geçince âyet-i celilenin na-zl olduğu mervidir. [12]

 

Vacip Tealâ münafıkların evsafından diğer bir kısmını daha beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Şu cvsaf-ı habise ile muttasıf olan münafıklar şol kimseler­dir ki, onlar hidayeti dalâlete tebdil ettiler. Binaenaleyh; ticaret­leri kâr etmedi ve kendileri ihtida etmediler.]

Yani; küfrü gizleyip ehl-i islâmı aldatmak için yalan olarak İmanı izhar ve ehl-i imanı istihza eden münafıklar şol kimselerdir ki, onlar fıtrat-ı asliyeleri olan hidayeti dalâle tebdil ve dalâli ih­tiyar etmekle hidayeti ihlâl ve hidayet bedelinde dalâli kabul ile hidayeti terk ve dalâli mezheb ittihaz ettiler. Binaenaleyh; tica­retlerinde fazla nema bulmadılar ve ihtida edici dahi olmadılar.

Iştıra; birşey almak üzere para vermek manâsına ise de bu makamda yed-i kudretlerinde olan imandan iraz ve onun bedelinde küfrü tahsil ve kabul etmek manâsına istiare olunmuş yani ariyet tarîki ile iştira lâfzı, imandan iraz etmek manâsına is­timal edilmiştir.

Ticaret; bey-ü şıra sebebiyle sermaye üzerine ziyade mal talep etmektir. R i b h ; sermaye üzerine hasıl olan ziya­dedir. Nema ve ziyade sermaye üzerine ticaret vasıtası ile hasıl olduğu için ticaret kesb-i emval hususunda amil ve fail-i müsta­kil menziline tenzil olunarak ribh, ticarete isnad olunmuştur.

Bu makamda sermaye; Ömürdür, Ticaret; âhiret için işlenilen ameldir ki, bu da sarf-ı sa'y ve gayretle hasıl olacak ve ömür üze­re terettüb edecek. Nema; iman ve amel-i salihtir. Müna­fıklar ömürlerini küfre sarfla maksut olan ticaret ve ticaretten hasıl olacak iman ve amel-i salih tariklerine ihtida edemediklerini Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. Çünkü tarik-ı haktan huruçla tarik-ı dalâli ihtiyar ettiklerinden ticarette kâr şöyle dursun aynı mazarrat ve zarara uğramışlardır. Zira, hidayetten dalâlete ve ta-atten masiyete ve cemaatten tefrikaya ve emniyetten havf-ü haş­yete ve sünnetten bid'ate intikal ettiler. Şu halde, insan için ser» maye-i saadet olan ömürlerini zayi eylediler. Çünkü; Ömürden maksi; -i olan iman ve amel-i salih olmayınca asıl ömürleri boşuna gitmiştu\ Hedefe isabet etmeyen bir mermi her zaman zayi oldu­ğu gibi â'mal-i âhirete sarf olunmayan ömür dahi her zaman zayi ve sahibine vizr-ü vebaldir.

Münafıkların muttasıf oldukları evsaf-ı habiseleri sebebiyle rıza-yı ilâhiden gayet uzak ve şerr-ü fesad ve şû-i hal tabakaları­nın en nihayet derekesinde olduklarını işaret için bû'd-i meratibe mevzu olan ( lİÜjt ) ismi işareti varid olduğu Ebussuud Efendi'-nin cümle-i beyanatındandır. [13]

* **

Vacip Tealâ münafıkların   vsaf-ı habiselerini beyandan son­ra hallerini tamamiyle izah etmek üzere :

buyuruyor.

[Münafıkların hal-ü şanları ve sıfatları şol kimsenin sıfatı gi­bidir ki, o kimse etrafını görmek ve matlubuna vasıl olmak için ateş yaktı. Vakta ki ateş, etrafında olan şeyleri aydınlattı. Allahü Tealâ onların nur ve ziyalarını söndürdü ve gözleri görmez oldu ve onları karanlıklar içinde terk ettiğinden matluplarına vasıl ol­mak şöyle dursun, etraflarını bile görmez bir halde kaldılar.]

Yani; münafıkların halleri nifaklarında karanlık gecede ıssız çölde etrafını görmek ve korktuğu şeylerden kendini korumak için ateş yakıp ateşin ziyasında vakit geçirmekte iken ateş sönüp hayret ve korku içinde karanlıkta kalan kimsenin hali gibidir. Zi­ra; münafıklar kelime-i tevhidi tekellüm ve imanı izharla nur-u iman sayesinde kendilerini birtakım korkulu şeylerden korudular. Nefislerine, mallarına, canlarına, evlâd-ü ayallerine emin oldular ve emval-i ganaimden hisse aldılar ve ehl-i imanın kılıcı ile katl-ü esaret gibi azaplardan halâs oldular. Vakta ki, Allahü Tealâ resu­lüne ve resulü müminlere onların sû-u akidelerini beyan buyur­du. O zaman yalan olarak izhar ettikleri imanlarının nuru söndü. Zulümat ve hayret içinde endişe ile şaşkın kaldıkları gibi vefat ettiklerinde de bütün zulümat ve enva-ı azab içinde kaldılar. Çünkü; zulümat~x küfürle âhirete giden kimsenin zulmeti izale olunmak ihtimali yoktur.

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile âyette insanı mat­lubuna isal etmekte müminin imanını nura teşbih vardır. Çünkü nur; insana herşeyi gösterip istirahatini mucip olduğu gibi iman da insana hakayikı keşf ettirir ve akaid-i hakkayı ve ibadat-i taatı gösterir ve cennat-ı âliyâta ve rıza-yı ilâhiye isal eder. Kezalik küfür de zulmete teşbih olunmuştur. Zira; karanlık gecede yol yü­rüyen kimseye karanlık hayret ve havf-ü haşyet iras edip ne ya­pacağını şaşırdığı gibi küfür de sahibini hayret ve endişeye ilka eder.

Darb-ı mesel; Fahri Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile birse-yin hakikatini ziyade keşf ettirdiğinden Cenab-ı Hak Kur'ân'da pek çok misaller irad buyurmuştur. Zira misal; hayalât hakikatle ve makulâtı mahsusatla ve hafiyi celî ile ve gaibi hâzırla gösterip izah ettiğinden nüfus-u beşerde tesiri elbette ziyade olur. Çünkü; meselenin anlaşılmadık bir ciheti ve şüpheli bir mahalli kalmaz. Binaenaleyh; bu âyette Cenab-ı Hak münafıkların maneviyatta hallerini gecenin zulmetinde ateş yakıp etrafını görmek isteyen kimselerin ateşleri sönüp zulümât içinde kalarak etrafını göreme­yen kimselerin hallerine teşbih buyurmuştur.

Münafıklar; iki hısımdır:

Birincisi; Resulullah Medine'yi teşrif buyurunca iman ettiler. Biraz vakit sonra kalblerinde irtidadla küfrü gizlediler. Bunlara nazaran misal zahirdir. Zira; iptida-yı hallerinde ihlâs üzere nur-u imanı yaktılar ve bazı hakayıkı gördüler ve onunla intifaa başla­dılar. Badehu irtidadla küfrü gizlediler ve nur-u imanı iptal ile ebedî hayretler ve zulmetler içinde kaldılar ve her nimetten mah­rum, dünyada ve âhirette zulümat ve enva-ı azab içinde vehm-ü hayalâta tebaiyetle rezil ve rüsva oldular.

İkincisi; evvel ve âhir münafıklardır. Onların hakkında tem­sil şöyledir: Zahirde imanı izharla ahkâm-ı müsliminden intifa et­tiler ve lâkin bu intifam müddeti gayet az olup vefat edince ebedî hayretler içinde kalacaklarından keenne ateşin nurundan bir müd-det-i kalîlecL. intifa edip de badehu ateş sönünce hayret içinde ka­lan kimseye benzediklerini âyet-i celîlede Cenab-ı Hak izah buyur­muştur.

Fahri Razi, Hazin ve Medarik'in beyanları veçhile bu âyet­te ( tfJill ) lafzı cemî' manâsına olduğundan cem'i cemî' ile tem­sildir, yahut cins murad olduğundan cins de kalîle ve kesîre şa­mildir. Binaenaleyh «müşebbeh cemi'dir ve müşebbehün bin müf-ret olduğundan teşbihin taraflarında mutabakat yoktur», unvanın­da varid olan sual mündefidir. Zira; lâfzı cemi' manâsına olunca teşebbühün taraflarında lâfızda mutabakat yok ise de ma­nâda mutabakat vardır. [14]

* **

Vacip Tealâ münafıkların her ne kadar zahirde hisleri tam ise de intifa' etmediklerinden yok mesabesinde olduğunu beyan etmek üzere : buyuruyor.

 [Münafıklar sağır, dilsiz ve körlerdir. Binaenaleyh; nifakla­rından dönmezler.]

Yani; münafıkların hernekadar gözleri ve kulakları ve dille­rine müteallik hisleri tam ise de o hislerin menfaatından müstefit olmadıkları için keerine hakkı işitmez sağırdırlar! Zira; Kur'ân'ı ve Resûlullahın irad ettiği delâili saireyi duyarlarsa da kabul et­mediklerinden işitmez ve sağır gibidirler. İşitmeyen kimseler ce­vaba iktidarları olmamak itibarile dilsiz gibi oldukları cihetle na­sıl söyleyemezlerse, münafıklar da hakkı işitmedikleri için lisan­ları haktan sakittir. Tarîki hakkı görmediklerinden kör gibidirler. Çünkü; mucizat-ı nebeviyeye atf-ı nazar edip muktezasından müs­tefit olmadıkları cihetle gözleri varsa da yok menziline tenzil olun­muştur.

Nifakla ülfet ve küfre temessük ettiklerinden ve küfrü izale ve akaid-i hakkayı iktisab için Allah'ın vermiş olduğu havass-ı zahirelerini hüsn-ü istimal etmediklerinden müptelâ oldukları ni­fak ve evsaf-ı sairelerinden rücû'" edemezler. Binaenaleyh gözleri dünyayı görürse de hakkı görmediklerinden kör gibi ye kulakları duyarsa da hakkı duymadıklarından sağır gibi ve dilleri her heze­yanı söylerse de hakkı söylemediğinden dilsiz gibi olduklarını ve münafıkların hiss-i zahirîleri varsa da hiss-i hakîkiden mahrum bulunduklarını Vacip Tealâ bu suretle beyan buyurmuştur. Ebus-suud efendinin beyanı veçhile ( öj^-^y pt* ) cümlesinin makab­linde beyan olunan evsaf üzere terettüp edip netice makamında olduğuna işaret için tertibe delâlet eden Fa lâfzile vârid olmuştur. Buna nazaran takrir-i kelâm şöyledir: [Münafıklar müptelâ ol­dukları nifaklarından rücu' etmezler. Zira; münafıklar hakkı gör­mez, duymaz ve söylemez dilsiz, kulaksız ve gözsüz körler ve sa­ğırlar mesabesindedirler. Her kimselerin ki hâl-ü şanları bu min­val üzere ola, onlar nifaklarından dönmezler. Binaenaleyh; müna­fıklar nifaklarından dönmezler] demektir. [15]

**

Vacip Tealâ münafıkların hallerini bir misalle beyandan son­ra kemalile izah için ikinci bir misal ile temsil etmek üzere :buyuruyor:

[Hidayeti dalalete, tebdil ve ticaretlerinde ziyade olmamakta münafıkların halleri; şiddetli karanlıklar ve havanın gürültüleri ve şimşek ziyaları kendisinde mevcut olan bulutlu havada yağmu­ra tutulmuş kimselerin halleri gibidir. Onlar şiddetli ve gürültülü yağmurlarda semadan nazil olan yıldırım sebebiyle ölüm korku­suna binaen parmaklarının uçlarını kulaklarına tıkarlar ki, o şid­detli sayhaları işitip de korkuları tezayüd etmesin. Halbuki Allahü Tealâ kâfirleri kudretiyle ihata edicidir.] Binaenaleyh; onlar el­lerini kulaklarına tıkamakla helak olmaktan halâs olmazlar. Zira; kudreti İlahiye her taraflarını ihata etmiştir.

[Şiddetli şimşek, kemal-i süratle gözlerinin ziyasını almaya karîb olur. Her ne zaman şimşek parlar ve onlara ziya verirse, he­men o ziyadan bilistifade yürürler. Fakat şimşek kaybolur olmaz onlar üzerine karanlık basınca tevakkuf eder, yürümekten kesi­lir, ayak üzerinde dururlar. Eğer Allahü Tealâ dilemiş olsaydı el­bette onların kulaklarını ve gözlerini giderirdi. Zira; Allahü Tealâ herşeye kadirdir.]

Nimetullah Efendi'nin beyanına nazaran âyetin temsili şöyle tasvir olunur: münafıklar kendi zû'm-u batıllarında dîn-i islâmın ansızın zuhurunu yağmura ve din-i islâmın enva-ı "tekâlifini şid­detli yağmurda mevcud olan zulümata ve vaîdât-i ilâhiyeyi hava­nın korkutucu gürültülerine ve ahkâm-ı celîleyi şiddetli şimşeklere teşbih ederek ukûl-ü sahîfe ve zaifeleriyle hemen bu şiddetti yağmurdan bir tenha mahalle çekilip kurtulmak lâzım olduğu gibi din-i islâmm tekâlifinden ihtiraz etmeyi kendilerine vacip bildik­lerinden derhal iraz ve kabul etmemek için parmaklarını kulakla­rına tıkadılar ve bu muameleleriyle helâktan halâs olduk zan et­tiler ve bilmediler ki kudret-i ilâhiye her taraflarını ihata ettiğin­den onlar için halâs ihtimali yoktur.

Fahri Razî'nin beyanı veçhile münafıkların halini şiddetli yağmura ve korkulu fırtınaya tutulan kimselerin hallerine teşbi­hin izahı şöyledir: Karanlık gecede gayet korkunç bulutlar havayı ihata edip dehşetli gürültüler ve aralık aralık mahabetli şimşek ziyalarının lemeânı ile beraber yağmur yağdığında berr-ü beya­banda bulunan kimsenin yıldırımla helak olmak korkusundan el­lerini kulaklarına tıkayıp havf-ü telâş içinde kaldığı gibi din-i mü-bîni karanlık gören münafıklar, karanlık gecede zulümat-ı şedide içinde kalmış kimselerin havf-ü hayretleri gibi hayret içinde kal­mışlardır. Zira; doğru yolu görmez ve hakka ihtida edemezler.

Sayyib ; şiddetlice yağmurdur. R â ' d ; bulutların gürültüsüdür. Berk; şimşek denilen ve buluttan zuhur eden ziyadır. Savdık; saikanın cem'i olup saika; gazab-ı ilâhi eseri olarak buluttan zuhur eden bir ateş parçasıdır ki yıldırım denilen şeydir. Dilediği kuluna isabetle Cenab-ı Hak onu helak eder.

Cenab-ı Hak münafıkların hallerini tamamiyle izah için iki cihetle misal irad etti. Her ikisinde de münafıkların umur-u din ve umur-u dünyada hayretlerini temsil buyurmuştur:

Birinci misalde münafıkların hayreti; ateş yakıp ziyasından istifade edecek kimsenin ateşi söndüğünde hayret içinde kaldığı gibi münafıkların da hayret içinde oldukları beyan olunmuştur.

İkinci misalde; gecenin karanlığında yağmura tutulmuş, ha­vanın gürültüsü ve şimşek parıltısı ve yıldırım korkusuyla hay­ret içinde kalan kimseler gibi münafıkların da hayret içinde olduk­ları beyan olunmuştur.

Bulut ve yağmur, semanın her tarafını ihata ettiğini beyan için (semâ) lâfzı zikr olunmuştur: Keenne gökyüzü bulutla tamamen örtülü olup açık hiçbir mahalli bulunmadığını beyan etmek suretiyle şiddetli karanlık olduğuna işaret edilmiştir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile gecenin ve bulutun ve yağmurun her tarafı ihatasının zulmetleri müteaddid olduğuna işaret için (zulümat) cemi' sîgası ile varid olduğu gibi zulümatın şiddetine işaret için tazime delâlet eden tenvirde dahi varid olmuş­tur. Kemal-i hayret ve dehşetlerine ve alât-ı carihalarını lâyıkı ile istimale elleri değmediğine işaret için kemal-i sür'atle intişar eden dîn-i muhammedînin terakkisini ve Peygamberimiz (S.A.) in et-raf-ı âleme dağılan sıyt-i nebevilerini ve mezaya-yi âliyelerini işit­memek için parmaklarını kulaklarına tıkadıklarına ihbar suretiyle münafıkların ihtida etmek ihtimali olmadığını beyan buyurmuş­tur. Kemal-i şiddete ve onları din-i muhammedî karşısında ihata eden hayrete ve ıztıraba işaret için lemeân eden şimşek ziyasının hemen hemen gözlerin ziyasını alır derecede berrak olduğunu ve o ziya gelince yürüyüp, ziya gidince yürümek ihtimali olmayıp durmaya mecbur olduklarını beyan buyurmuştur. [16]

*

Vacip Tealâ mümin ve kâfir ve münafıkların hallerini beyan­dan sonra umum-i nasa ibadet ve tevhitle emretmek üzere:

buyuruyor.

[Ey nas! Kemal-i tezellül ve inkıyad üzere Rabbinize ibadet edin, o Rabbiniz şol zât-ı ecellü â'lâdır ki, sizi ve sizden evvel ge­çen ümem-i sâlifeyi halk etti. Siz nefsinizi azaptan vikaye etmek-liğiniz için ibadete devam edin. Zira; Rabbiniz öyle bir zat-ı ke­rimdir ki sizin için yeryüzünü karargâh ve döşek kıldığı gibi se­mayı dahi üzerinize bir kubbe mesabesinde bina etti ve semadan rahmet sularını inzal ve o sular sebebiyle size rızık olarak meyva-lar ve medâr-ı maişetiniz olan hububat ihraç etti. Allah'ın bu ka­dar nimetlerine müstağrak olunca Allahü Tealâ için şerik ve na-zir itikad etmeyin. Halbuki Allah'ın şeriki ve nazîri olmadığını siz bilirsiniz.] Şu halde ilminizin hilafını itikad etmeyin.

Bu âyette hitap; nâsın kâffesinedir. İbadetle murad; tevhid ve â'mâl-i sâlihadır. Ayetin nazil olduğu zamanda mevcud olan nâsa şamil olduğu gibi ondan sonra ilâ yevm-il kıyam mey­dana gelecek nâsa dahi şamildir. Çünkü; ibadetin şartı iman. oldu­ğundan ibadetin zımnında imanla dahi emr olunduğu cihetle kâfir­ler dahi mükelleftirler.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile bu âyette Vacip Tealâ sâniin vücuduna nazar-ı sahihle istidlalin vacip olduğuna işaret buyur­muştur. Zira; ibadetle emirden sonra mükellefinin ve ümem-i sâ-lifenin hilkatini beyan zımnında herkesin kendi vücûdunun hali­kına istidlal etmesinin vücubuna işaret etmiş ve ibadetin vücubu-na illet; Allahü Tealâ'nm in'am ve ihsanı olduğunu beyan sırasın­da ümem~i sâlifenin hilkati bu ümmete nimet olduğunu beyan bu­yurmuştur. Zira; ümem-î salife bu ümmetin usulü olduğu cihetle usulün icadı furû'un icadına vesile olduğundan, usulün vücudu el­bette furû' hakkında nimettir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak ümem-i sâlifenin hilkatini bu ümmete nimet sırasında zikir buyurmuştur. Zira; pederin vücudu evlâdın vücuduna sebep olduğundan pederin vücudu evlât hakkında elbette nimettir. Ümem-i salife ise müte-selsilen bu ümmetin pederleridir.

L e ali e kelimesi rica ve ümit manâsına olup rica ve ümit; akıbeti bilinmeyen yerde cereyan ettiğinden Allahü Tealâ kelâmmda kelimesinin manâ-yı aslîsini murad etmek muhal­dir. Zira; Allahü Tealâ herşeyin akıbetini bildiğinden rica ve ümit etmek Vacip Tealâ hakkında muhaldir. Binaenaleyh; Aİlahü Te-alâ'nın kelâmında ( JJ ) kelimesi kafi ve sabit manâsına veya­hut ta'lil manasınadır. Buna nazaran âyetin manâsı: [Ey nas! Rabbinize ibadet edin. Zira; o rabbiniz şol zat-ı ecell-ü âlâdır ki sizin maâsîden ittika etmekliğiniz için sizi ve sizden evvel geçen­leri halk etti.] demektir.

Vacip Tealâ bu âyette sâniin vücuduna ve vahdeniyetine dair zikr etmiş olduğu beş delilden insanın hilkatini takdim buyurdu. Zira; insanın nefsine ilmi herşeye ilminden mukaddemdir. Çünkü kişinin nefsine cisminden daha yakın birşey olmadığından nefsini herşeyden ziyade bilip, nefsinden halikının vücuduna istidlal ede­ceği tabiî olduğundan insanın halk olunması sair delâil üzerine takdim olunmuştur. Nefsinden sonra valide ve pederine insanın ümi yakin olduğundan evvel geçenlerin hilkati ikinci derecede beyan olunmuştur. Valide ve pederden sonra mükevvenat içinde insana az yakın olup arza ilimden sâniin vücuduna ilmi üçüncü derecede ve arzdan sonra semaya ilim dördüncü derecede ve arzla semadan hasıl olan nebatat, beşinci derecede zikr olunmuştur. Çünkü nebatat; semadan nazil olan bereket sebebiyle arzdan hasıl olduğu için sema ile arzın veledi mesabesinde olduğundan neba­tat, sema ile arzı zikirden muahhar olarak zikr olunmuştur. Şu halde delâüin tertibine riâyet vardır.

Ailahü Tealâ'mn vahdaniyetine delil ve bize nimetlerinden birisi de arzın bize döşek mesabesinde olmasıdır. Arzın bizim için firaş yani döşek olması sakin olmasına delâlet eder. Eğer mahsus derecede müteharrik olsa bizim intifaımıza muvafık olmazdı. Ar­zın taş, altın ve gümüş gibi gayet katı ve billur gibi berrak olma­ması bizim için firaş olmasının şeraitindendir. Zira; gayet katı ol­muş olsaydı ziraat etmek ve ekin ekmek ve ebniye yapmak gibi menfaatlerden hâli olur ve bizim intifaımıza ve istimalimize ya­ramazdı.

Eğer billur gibi berrak olsa şemsin ve sair yıldızların ziyasını kabul etmez, gayet soğuk olur ve insanın iskânına kabil olmazdı. Çünkü; arz berrak olmayıp kesif olduğundan şemsin ve sair yıl­dızların ziyasını kabul ile ısınıp insanın tarz-ı taayüşüne elverişli bir hale geldiğinden insanın döşeği mesabesinde olmuştur.

Arzın sikletiyle beraber bir nısfının su seviyesinin haricinde bulunması dahi bizim için firaş olmasının şartlarındandır. Zira; sikleti muktezası her tarafı denizler içinde olsa idi bizim için iskân ve intifa mümkün olmazdı. Halbuki bize firaş yani döşek olarak halk olunması bizim menfaatimiz içindir. İnsan için arzın —ma-deniyat, hayvanat,   nebatat ve enva-ı eşcar ve esmar ve insanın elbisesi ve envâ-i et'ımesi gibi— menâfii lâ yüad ve lâ yuhsâdır. Zira; arzda bulunan cümle mahlûkat bizzat veya bilvasıta insana nadimdir. Ve kâîîesi insanın intifaı için taraî-ı ilâhiden hazırlan­mış nimetlerdir. Şu halde insan için hüner; onların esbab-ı intifa­mı taharri ederek herbirinden lâyıkı veçhile intifam çaresini bu­lup intifa edebilmektir.

Semanın arzdan efdal olduğuna kail-olanlar varsa da Fahri Razi'nin beyanı veçhile arz, semadan efdaidir. Zira; Cenab-ı Hak arzı bereketle tavsif buyurduğu gibi efdal-i mahlûkat olan enbiya­yı kiramı da arzdan halk buyurmuştur.

Hulâsa; cümle nâsm halikı olan Vacip Tealâ'ya ibadet vacip olduğu ve Allahü Tealâ'nm yeryüzünü bizlere döşek ve gökyüzünü bizlere kubbe mesabesinde kılarak lütfü ihsan ettiği ve semadan yağmur sularını inzal etmekle bizlere rızık olarak meyvalar halk ettiği ve Allahü Tealâ'nm şerik ve nazîri olmadığım, insanların bil­dikleri halde şerik ve nazîri var dememek vacip ve şerik ve nazîr-den tenzih etmek lâzım olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir, [17]

**

Vacip Tealâ arzın ve semanın acaip ve garaibiyie saniin vücu­dunu ve vahdaniyetini isbat edip şeriki ve nazîri olmadığını be­yandan sonra nübüvveti ispat etmek üzere :

buyuruyor.

[Eğer bizim abd-i ahassnmz Muhammed (S.A.) üzerine inzal ettiğimiz Kur'ân'dan şek ediyorsanız o Kur'ân'ın mislinden bir sûre getirin. Allah'ın gayrı olarak umur ve hususunuzda müracaat ettiğiniz şühedanızı ve muin ve nasırlarınızı çağırınız. Eğer sözü­nüzde sadiksanız, yardım etsinler, hepiniz bir araya gelin, Kur'ân'­ın mislinden bir sûre meydana getirin görelim, Yani; ey nübüvvet-i Muhammediyeyi inkâr eden münkirler! Bizim abd-i ehassımız Muhammed (S.A.) üzerine havadisin icabı vekâyi' ve müşkülâtın hal ve izahı için tedriç tariki ile inzal etti­ğimiz Kur'ân ki ahlâk-ı ilâhiyeyi cami olan kitaptır. O kitabın ta-raf-ı ilâhimizden olduğunda şek ve şüphe ediyorsanız siz de Mu­hammed (S.A.) gibi okuyup yazmak bilmeyen ümmî bir zatın ge­tirdiği gibi bir sûre getirin de görelim ve umur ve hususunuzda müracaat ettiğiniz Allah'ın gayrı mabutlarınızı çağırın, yardım etsinler. Siz Muhammed (S.A.) Kur'ân'ı kendi nefsinden uyduru­yor, dediniz. Eğer sözünüze sadıksanız bize bir sûre telif edin, ge­tirin de biz de görelim.

Sûre; evveli ve ahiri malûm olan Kur'ân'dan bir kıt'adır. Sûrenin manâ-yı aslîsi: yüksek bir menzildir. Kur'ân'ın sûreleri­ni kıraet eden kimse kıraat sebebiyle menzile-i refiaya nail olduğu için Kur'ân'ın mâlûm-ül miktar kıt'alarına sûre denilmiştir.

emri, emr-i tacizidir. Çünkü; Kur'ân'ın vahy-i ilâhi

olduğunu inkâr edenlerin Kur'ân'dan bir sûre getirebilmelerine ihtimal yoktur. Şu halde emr-i ilâhi; onlara acizlerini bildirmek için varid olmuştur. ( $* ) zamiri Kur'ân'a raci olduğuna naza­ran Kur'ân'ın fesahat ve belâgatte ve tertip ve üslûpta az elfazdan birçok maânî istihracına salih olmakta ve lâfzının taravetinde ve manâsının halâvetinde füsahâ ve bülegâyı aciz kılmakta bir nazi-rini getirmekle emirdir.

ile murad; Allah'ın gayrı mabud ittihaz ettikleri putlarıdır. Yahut beyinlerinde cereyan eden mübahaseyi görecek ve şehadet edecek kimselerdir. Buna nazaran man~yı nazım: «Eğer hal ve şan sizin dediğiniz gibi putlarınız, ibadetinize müs-tehak mabudlarımz ise Muhammed (S.A.)'e nazil olan Kur'ân'ın mislini icad etmekte putlarınızdan istiane edin, size yardım etsin­ler ve çağırın nâstan birtakım kimseleri ki^onlar sizin menfaati­nize şehadet etsinler demektir. [18]

 

*

Vacip Tealâ Kur'ân-ı inkâr edenlere, inkâr ve şüphelerini iza­le edecek tariki irâe ettikten sonra şüphelerini izaleye fezleke ve hulâsa-i netice olmak üzere buyuruyor.

[Kudretinizi sarf ettiğiniz halde emr olunduğunuz bir sûreyi getiremediniz ise elbette ilâ yevm-il kıyam çalışsanız getiremeye­ceksiniz ve elbette getiremezsiniz. Bari şol ateşten ihtiraz edin ki o ateşin tutruğu yani yakılacak odunu sizin gibi küfr üzere ısrar ve inat eden insanlar ve insanların elleriyle yonttukları ve ibadet ettikleri taşlardır. O ateş, küfrü itiyad edip terk edemeyen kâfirler için hazırlanmıştır.]

Yani; hepiniz bu kadar uğraşmışken Kur'ân'ın bir sûresine bile nazire getirmekten aciz kaldınız ve ilelebed ömrünüz olsa da çalışsanız elbette âciz kalacaksınız. Zira Kur'ân'ın mislini ityan; kudret-i beşerden hariçtir. Binaenaleyh Kur'ân'ın taraf-ı ilâhiden vahy-i münzel olduğunu tasdikle kâfirler için hazırlanmış olan ateşten nefsinizi vikaye edin ki, saadet-i ebediyeye nail olasınız.

Tefsir-i Medarik'te beyan olunduğu veçhile bu âyette nübüv­veti ispata iki cihetle delil vardır :

Birincisi; Resulullah'm mû'cizesi olan Kur'ân'ın mû'ciz olma­sı, ikincisi; ebediyen mislini ityan edemeyeceklerini beyandır. Çünkü bu ihbar; gaipten haberdir ve haber verildiği veçh üzere acizlerinin tahakkuku, haber veren nebinin nübüvvetinin sıdkma delâlet-i vazıha ile delâlet eder.

Kur'ân'dan bir sûrenin mislini getiremedikleri muhakkak ol­duğu halde muâraza için sarf-ı himmet eden kâfirler fesahat ve belâgatlerine itimad ederek muaraza edebilecekleri yolunda zan ve sekte bulunmalarına ve bu hususta tereddütlerine binaen şekke delâlet eden kelimesiyle varid olmuştur.

Bundan sonra bu seklerinin izalesi için kat'iyete ve ebedi nefy-i muhakkaka delâlet eden kelimesiyle ebediyen mis­lini getiremeyecekleri kendilerine suret-i kafiyede beyan olun­muştur. Kemal-i hırs ve arzu ile nur-u Kur'ân'ı söndürmeye çalıştıkları halde bir kelimesini bile ihlâl edemediler. Şu halde onlar için iman etmekten başka çare kalmadığından inkârı terkle ateş­ten nefislerini vikaye etmeleri taraf-ı ilâhiden tavsiye olunmuştur.

Kâfirlerin Kur'ân'dan sekleri kafi ise de şüphe-i kafiyeleri meşkuk bir halde olduğuna işaret için âyetin bidayesinde Vacip Tealâ şekke delâlet eden kelimesiyle irad buyurmuştur. V e k u d ; ateş yakacak odunu ve sair tutruk olan şeylere ıtlak olunur. H i c a r e yle murad; putperestlerin şefaat ve menfaat ümid ederek ibadet ettikleri putlarıdır. Menfaat bildikleri şeyle­rin aynı mazarrat ve cehennem ateşi olacağını beyanla puta ibadet edenlerin akıbetleri vahim olduğu kendilerine tefhim olunmuştur.

Tefsir-i Hazin'de «İbn-i Abbas» Hazretlerinden naklolundu­ğuna nazaran hicare ile murad; kibrit taşlandır. Zira kibrit taşla­rının alevi daha ziyade olduğundan cehenneme tutruk kibrit taş­ları olmak muvafıktır ve bu vesile ile cehennem ateşinin kuvve­tine dahi işaret olunmuştur.

Şüheda; şehidin cem'idir. Ş e h i d ; Beyzâvî ve Fah­ri Razi'nin beyanları veçhile hazır veyahut eda-yı şehadet edici kimse manasınadır. Bu makamda Kur'ân'ı inkâr edenlerin fikir­lerine muvafakat eden kimselerin büyükleri murad olmak muh­temeldir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Çağırın büyüklerinizi, size muavenet ve emr-i muarazada menfaat ve mazarratınıza şe­hadet etsinler] demektir. Yahut mabudlan muraddır. Zira; ma-budlarmın umur ve hususlarında muavenet edeceklerini itikad et­tiklerinden [Çağırın mabudlarınızı, size muavenet etsinler] de­mektir.

nazmı cehennemin el'an mahlûk olduğuna delâlet eder. Zira U i d d e t ; zaman-ı mazide idad olundu yani hazırlandı manasınadır. Geçmiş zamanda hazırlanmak el-yevm mevcud olmasını icab eder. Bir lâfzın manâ-yı hakikisi müm­kün iken manâ-yı mecazisini ihtiyarla istikbal manâsına hami et­meye sebep yoktur. Şu halde bu âyet-i celile cennet ve cehennemin kıyamette halk olunacağını itikad eden mutezile taifesini red eder*"

Hulâsa; Kur'ân'a muarazaya* kâfirlerin şiddetle tergîb ve bezl-i makderet etmelerine teşvik ve kısa bir sûrenin nazirini getirmeleri emr olunup getiremedikleri surette cehennem ateşiyle tehdid olundukları halde kemal-i fesahat ve belâgate malik ve şid­detle muarazaya münhemik ve Resûlullah'a adavetleri son dere­ceye varmış iken hurufatla muarazadan aciz kalıp kılıçla muhare­beye kıyam ve vatanlarını terke ve canlarını mevte amade etme­leri Resülullah'm sıdk-ı nübüvvetine delâlet ettiği gibi âyetler ga-ibden haber verip, haber verildiği veçh üzere vukuatın zuhur et­mesi ve Resulullah'm kemal-i cesaret ve şecaat ve mübalâğa ile onlara meydan okuyup muarazaya davet eylemesi dahi sıdk-ı nü­büvvetine delâlet ettiği cihetle bu âyetlerin vücuh-u adideyle nü­büvvetin hak olduğuna delâleti Beyzâvî'nin cümle-i beyanatın-dandır. [19]

 

Vacip Tealâ kâfirleri azab-ı cehennemle tehdid ettikten son­ra ehl-i imani cennet nimetleriyle tebşir etmek üzere buyuruyor.

[Ey habib-i ziyanım! Tebşir et şol kimseleri ki, onlar iman et­tiler ve anıel-i salih işlediler. Onlar için altından nehirler cereyan eden cennetler ve müteaddit! nimet mahalleri vardır. Hernezaman ki onlar o cennetlerden bir rızıkla merzuk olurlarsa «Şu rızık bun­dan evvel bizim dünyada merzuk olduğumuz rızıktır» derler. Zira nimet-i cennet; lezzette dünya nimetine kat ender kat faik ise de şekilde dünya nimetlerine benzediğinden kemal-i ferah ve sürür kendilerini ihata ederek şeklen dünya nimetlerine müşabih oldu­ğunu söylerler. Çünkü o nzık; dünya rızıklarına müşabih olarak onlara ita olunur ve ehl-i cennet için afattan ve tabiat-ı beşerin sevmeyeceği şeylerden tahir ve temiz zevceler vardır. Halbuki on­lar cennette bu nimetlerle telezzüz ederek ebedi kalıcılardır.]

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile   beşaret;   insana ferah ve sürür verecek haberdir. Cennet-i âlânın nimetlerini haber vermek ehl-i imana sürür verip eser-i sürür âzâ-yı zahire­lerinde görüldüğünden Resülullah'a ümmetini tebşir buyurmasıyla emr oluşmuştur.

Amel - isalh ; riyadan âri niyet-i haliseye mukarin olarak eda olunan ibadettir. Bazıları da ilm ve niyet ve sabır ve ihlâs üzere eda olunan taat olduğunu beyan etmişlerdir.

Cennet; meyveli ve meyvesiz eşcar-ı kesîre ile dolu bahçeye ıtlak olunursa da bu makamda dâr-ı âhirette Allahü Tealâ'nın kullarına in'am edeceği dar-ı naîmdir. Ve her türlü ağaç­larla dolu olup arazisini ağaçlar setr ettiği için cennet denilmiştir.

İbn-i Abbas Hz. den naklen Beyzâvî'nin beyanı veçhile (cen-net-ül firdevs), (cennet-i adn), (cennet-ün naîm), (dar-ül huld), (cennnet-ül me'va), (dar-üs selâm), (illiyyun) isimleriyle müsem-mâ müteaddid cennetler olduğuna işaret için bu âyette cennet cemi sığası ile varid olmuştur. Âmal-i salihanın miktarına ve de-rece-i kabulüne göre cennetlerin herbirinde müteaddid mertebe­ler ve muhtelif dereceler vardır.de bulunan lâm istihkaka delâlet ederse de cennete girmek fazl-ı ilâhi neticesiyle ve derecata nail olmak amel-i salihle istihkakına göre nail olacağına işaretir.

Cennete girmek ve derecata nail olmak; iman ve amel-i saliha devam üzere vefat etmek şartıyla meşruttur. Çünkü; el iyazü bil-lâh iman üzere vefat etmezse cennete giremeyeceği diğer hususla sabit olduğundan bu âyette iman üzere vefat etmek kaydı zikr olunmamıştır. Cereyan eden nehirlerle murad; mutlaka nehir ol­mak ihtimali olduğu gibi Sûre-i Muhammed'de beyan olunan süt ve bal ve şarap ve sudan ibaret olan enhar-ı erbaa olmak ihtimali ağleptir.

Cennet-i âlânın meyvaları ta'mında ve lezzetinde ve sair key­fiyetinde dünya nimetlerine muhalif ise de eşkâlinde müşabih ol­duğu için ehl-i cennet dünyada merzuk oldukları nimetler kabilin­den olduğunu hatırlarına getireceklerini Cenab-ı Hak beyan bu­yurmuştur.

İnsanın ülfet ettiği şeyle ünsiyeti ziyade olup tabiati, şevkle meyi ederek ülfet etmediği şeyi görünce tabiat nefret edeceğinden ehl-i cennetin rızıkları dünyada ülfet ettikleri rızıkların suretinde zuhur etmesiyle ferah ve sürurlarmm tezayüdüne işaret için ülfet ettikleri suret üzere zuhur edeceği beyan olunmuştur.

Tefsir-i Medarik'te Resulullah'tan rivayet olunan bir hadis-i şerife nazaran ehl-i cennet yemek için bir meyva tanesini aldı­ğında onun yerinde aynı suret ve heyette diğer birisi zuhur eder, o vakitte «Şu"görünen meyva bizim bundan evvel eklettiğimiz meyvadır» derler.    Halbuki ikincinin tâ'mı ve lezzeti evvelkinin

gayrıdır.-Şu halde âyetteki den müstefad olan evvel kaydı cennette ikinci saate nispetle evvelki saate racidir.

Cennet-i âlâda yemek, içmek vardır, lâkin bevl, tağavvud, sü­mük ve tükürük gibi ezalı şeyler yoktur. Çünkü; «Cabir» (R.A.) den «Müslim» Hz.'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resulullah (S.A.) buyurmuş ki: «Ehl-i cennet yerler ve içerler fakat bevl ve tağavvud gibi abdesthaneye gitmek icap eden şeyler olmadığı gibi sümük silmezler, tükürük tükürmezler, teşbih ve tehlil ilham olu­nurlar.» Yani «Teşbih ve tehlilleri nefisleri makamındadır. Dünyada insanın nefsi, başka şeyle meşguliyete mani olmadığı gibi ehl-i cennetin teşbihleri dahi me'külât ve meşrubatlarına mani olmaz demektir.

Bu âyette Vacip Tealâ, insan için mümkün olan lezaizin kâf-fesini beyan buyurmuştur. Çünkü; Fahri Razi'nin beyanı veçhile insan için lezaizin esası; üçtür. Birincisi; mesken, ona cennetle, ikincisi; taam ona rıztkla, üçüncüsü; nikâh ona ezvac~ı mutahhara ile işaret buyurmuş ve bu işaretle ehl-i cennetin rahatları mükem­mel olup asla noksan olmayacağı beyan olunmuş ve ehl-i cennette ezvacm tab-ı beşere muhalif ahlâk-ı zemîme ve hayz-u nifas gibi sevilmeyecek şeylerden tahir olacaklarını beyanla mesruriyetleri tezyid ve akıbetinde nimetin zeval endişesi olmayacağına işaret ve tebşiri tamamiyle ikmal için ehl-i cennetin muhalled olacakları be­yan olunmuştur.

Tebşir etmekle emr olunan Resulullah olduğu gibi her asır ve zamanda tebşir şanından olan her kimse memurdur. Amel-i sali-hin asıl ima. .dan cüz olmadığına âyet delâlet eder. Zira; amel-i saıih iman üzere atf olup matuf, matufun aleyhe mugayir olacagına binaen   amelin imandan   cüz olmadığına    sarahatla delâlet vardır.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet, âhiretin ve haşrin vu­kuuna delildir. Haşr-ü neşri ispat, usul-i itikadiye ve zarurat-ı di-niyeden olduğu cihetle ilm-i akaidde şanına itina ve ispatına ihti­mam olunan mesail cümlesindendir. Âhiretin ispatı hakkında mu-bahase iki cihetle cereyan eder: Birincisi; haşrin imkânı hakkında delil-i akli ve delil-i nakliyi serd etmekle hasıl olur. İkincisi; vu­kuu hakkındadır. Vukuu ispat, ancak delil-i nakliye müsteniddir. Binaenaleyh; Kur;ân-ı Azimüşşan'm her sûresinde müteaddid âyetlerle Cenab-ı Hak haşrin vukuunu beyan buyurmuştur. Şu halde haşrin vukuunu inkâr eden kimse zarurat-ı diniyeden bir mes'eleyi ve sarahat-i Kur'âniyeyi inkâr ettiğinden tevili gayrı kabil bir surette tekfir olunur.

Hulâsa; ehl-i iman ve abidler için cennetler ve cennetlerde bağlar ve bahçeler ve enva-ı meyvalar ve ezvac-ı mutahharat ola­cağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. Fakat bu âyet ve bunvn emsali âyetlerde â'mâl-i saliha işleyenlerin ind-i ilâhide nail olacakları nimetler; fehm-ü idrakçe havsalamızın ala­bileceği bir surette bizim için bu dâr-ı fenada leziz ve nefis olan şeylerle tasvir ve temsil olunmaktan ibarettir. Yoksa dâr-ı âhire­tin nimetleri bu dâr-ı fesadın nimetlerinin aynı demek değildir. Yalnız dâr-ı âhiretin nimetleri dünya nimetlerinin isimlerine' mü-şarik olduğundan onların isimleriyle tesmiye kılınmıştır. Halbuki; dâr-ı âhiretin nimetleri külfetsiz ve mihnetsiz olduğu gibi ebedi­dir, asla fenası yoktur, zevalden ve tükenmekten mahfuz ve sırf telezzüz için yenilir ve içilir. Yoksa yenilip içilmeye ihtiyaç mes ettiğinden değildir. Binaenaleyh; âhiret nimetleri isimde ve surette dünya nimetlerine benzerse de hakikatleri dünya nimetinin gayrı­dır. Zira ebedîdir, zeval korkusu yoktur. Safidir, kederi yoktur. Hazmı kolaydır, sıkıntısı ve zahmeti olmaz. Hazırlanmıştır, kazan­mak külfeti yoktur ve herkesin istediği kadar çoktur, darlık endi­şesi yoktur. [20]

 

Vacip Tealâ Kur'ân'm mûciz olduğuna dair kâfirler tarafından irad olunan bir şüpkeyi def için buyuruyor.

[Cemi' sıfât-ı kemalâtı câmiJ olan Allahü Tealâ sivrisinek ve cüssede sivrisinekten daha büyücek hayvanatla bazı mesaili izah için misal beyan etmekten çekinmez ve haya muamelesi yapmaz.]

Zira durûb-i emsal; bir meseleyi izahla muhatabını terğib veya ten-fir için makulü mahsûsla veyahut mahsûs-u, aharla göstermekten ibarettir. Şu halde sivrisinek ve hakaret ve denaette onun daha fev­kinde karasinek ve karınca gibi şeylerle bir maksadı izahla kulların irşad etmekten haşa Cenab-ı Hakkın azametine ve Kur'ân'ın ulüvvü derecesine bir noksan tarî olmaz, belki ufacık hakîr birşeyle mühim bir maksadı izah etmek kudret-i ilâhiyenin kemâline ve Kur'ân'ın tabakat-ı belagatın nihayetine baliğ olduğuna delâlet eder. [Amma şol kimseler ki, onlar vahdaniyet-i ilâhiye ve risalet-i nebeviyeye iman ettiler. Onlar o darbı meselin Rableri tarafından hak ve sabit olduğunu ilm-i yakinle bilirler, asla itiraz etmezler. Ve amma şol kimseler ki, onlar kâfir oldular, «Allahü Tealâ bu misilli durûb-i em­salle ne gibi şey murad eder, l>öyJe hakir şeylerle misal irad etmek azamet-i ilâhiyeye münasip olur mu? derler.] Ve bu kelâmların­dan maksatları; istihza ve Resülullaha tarizdir. Yani; «senin getir­diğin kelimatm cümlesi müfteriyattan ibarettir. Ukul-ü zaîfe er­babına maksadını terviç ettirmek için Allahü Tealâ'ya isnad edip vahy-i ilâhidir diyorsun. Halbuki böyle hakîr şeylerle misal irad etmek kelâm-ı ilâhi olmadığına delâlet eder» demek isterler, [Halbuki Allahü Tealâ bu misilli durûb-u emsalle çok kimseleri idlâl eder. j Zira; bu durûb-u emsalin kelâm-ı ilâhi olduğunu inkârla küfr ederler. [Ve birçok kimseleri durûb-u emsalle hidayetine mazhar eder ve bu maksatlarına nail kılar, j Zira; onlar durûb-u emsalin taraf-ı ilâhiden kullarını irşad için nazil olduğuna iman ederler. Binaenaleyh; maksatlarına nail olurlar. [Durûb-u emsalle Vacip Tealâ idlâl etmez, illâ fasıkları idlâl eder ki, o fasıklar ye-minleriyle ahitlerini te'kit ve takviye ettikten sonra ahd-i ilâhiyi nakz eder, evarnir-i ilâhiyeye itaatten huruç ederler. Ve Allahü Tealâ'nm sıla olunmasını erar ettiği şeyi kat' eder ve sılayı terk ve yeryüzünü ifsad ederler. İşte şu evsaf-ı habise ile muttasıf olan­lar dünyada ve âhirette zarar görücülerdir.]

Tefsir-i Hâzin ve Medarik'te beyan olunduğu veçhile haya; işlediği fiilden zem ve ta'yib olunur korkusuna binaen insana arız olan inkisar ve levnine tari olan tagayyürdür. Kadîm olan Allahü Tealâ hudus emmaresi olan tagayyür ve inkisar manâsına olan ha­yadan münezzeh ve müberra olduğu cihetle Allahü Tealâ'ya isnad olunan haya ile murad; hayatın gayesi ve lâzımı olan terk manâ­sıdır. Çünk.i; insan akıbetinden utanacağı birşeyi terk etmek adet­tir ve terk etmek lâzım olduğundan Vacip Tealâ'ya isnad olunan haya zikr-i melzûm irade-i lâzım kabilinden mecaz olarak terk manasınadır. Binaenaleyh; bu âyette : ( l^-jV -±)>_V ) manâsını ve mealini müfiddir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü Tea­lâ kâfirlerin zem ve ta'nlarından dolayı sivrisinek ve ondan daha büyük ve daha küçük mahlûkatla misal irad etmeyi terk etmez. Onlar hernekadar tâ'n etseler de Cenab-ı Hak durûb-i emsali irad-la kullarını ikaz ve irşad eder.]

Buûza ; sivrisinektir. Cüssesi o kadar küçük olduğu halde en büyük hayvanın icra edemeyeceği faaliyeti icra eder. Hatta içi boş uzun bir hortuma malik olup bu hortumu fil, deve ve manda gibi cesim hayvanlara saplar ve tesiri ile onları firara mecbur kı­lar. O küçük hayvanın deveyi ve mandayı yerinden kaldırıp kaçır­ması azamet-i ilâhiyeye delâlet eden acaibâttandır ve bazan tesi­riyle deveyi bile itlaf ettiği Araplar beyninde meşhurdur. Ve in­sanı rahatsız ettiği de cümlenin malûmudur. Şu halde sivrisineğin küçüklüğüne nazar etmemeli belki insanlara lâyık olan, onda zuhur eden kudret-i ilâhiye ve sanâyi-i sübhaniyenin azametine na­zar edip ibret almalıdır. O kadar zayıf ve küçük bir hayvan oldu­ğu halde kuvvet ve kudret sahibi olan büyük hayvanlara galebe etmesi Vacip Tealâ'nm kudretine, delâlet-i vazıha ile delâlet eder ki, ukul-ü beşer düşündükçe idrakinden aciz olduğunu teslim et­memek kabil değildir.

da bulunan ma lâfzı İbham içindir. Yani; «Mesel­lerden çok meseli buûza ve buûzanın daha büyüğü ve daha küçü­ğü ile irad etmekten Allahü Tealâ vazgeçmez ve bu misilli durûb-i emsalle bazı mesaili izah etmeyi terk etmez.» demektir. Buûzanın fevkiyle murad; daha büyüğü demek ihtimali olduğu gibi daha küçük demek ihtimali de vardır. Yani «Büyüklükde onun fevkın-da» demek ihtimali olduğu gibi «Küçüklükte anın fevkında» de­mek mekama daha münasipdir.

Kur'ân'da vaki olan durûb-u emsal hakkında nâs iki fırka olup birincisi; durûb-u emsal taraf-ı ilâhiden münzel inkârı gayrı kabil bir hakikat olduğuna iman ve ihtida eden ehl-i iman olduğu­nu ve ikincisi; bu misilli durûb-u emsali inkârla dalâletleri tezayüd eden kâfirler olduğunu ve imanın gayesi hidayet ve küfrün gayesi dalâlet olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Fasık ; evâmir-i ilâhiyeyi terkle taat-i ilâhiyeden hurûc eden kimsedir. Ahidle murad; edat-ı tekitle birşey kabulüne ikrar vermektir. Nakz-ı and; o ikrarından dönmek, kendini raptet­miş olduğu kayıttan çıkarmaktır. Bu makamda ahd-i ilâhi ile mu­rad; emr-i ilâhidir. Şu halde nakz-ı ahd edenlerle gerek yahûddan ve gerek sair milletlerden emr-i ilâhiye muhalefet edenlerin cüm­lesi murad olabilir. Çünkü; her ne suretle olursa olsun emr-i kat'î-i ilâhiye muhalefet edenler; fasıklar ve Allahü Tealâ'nm ahdini nakz edenlerdir.

Allahü Tealâ'nm vasi olunmasını emrettiği şey; Resulullaha iman ve sila-i rahimdir. Bunlara riayet etmeyenler sıla-i rahmi kat' ve yeryüzünde ifsad ve maâsiyi irtikâb etmiş ve iman ede­ceklerin imanlarına mani olmuşlardır.

Cenab-ı Hak durûb-u emsali red ve inkârla dalâli ihtiyar eden kâfirleri bu âyette de dört sıfatla tavsif buyurmuştur. Birincisi; fısk ki, tâatten huruç etmektir. İkincisi; nakz-ı ahddiv. Üçüncüsü; riayeti lâzım olan sılayı kat' etmektir. Dördüncüsü; enva-ı maâsiyi irtikâpla yeryüzünü ifsad etmektir ve bu evsafın cümlesi hüsrân-ı ebediyi mucip olduğunu beyanla kâfirlerin dünyada ve âhirette za-rardîde olacaklarına hükm-ü kat'î-i ilâhi varid olmuştur.

Tefsir-i Medarik'te beyan olunduğuna nazaran bu âyette kâ­firlerin kat ettikleri sıla ile murad; sıla-i evhamı ve müminler bey­ninde yekdiğerine matlub olan muaveneti terk ve enbiya-yı ızâ-mın cümlesine iman lâzımken bazısını bazısından tefrikle bazıla­rına iman ve bazı âhare küfr etmektir.

Kâfirlerin zararları dört cihettendir: Birincisi; nakz-ı ahdi vi­kaye ve tercih, ikincisi; sıla-ı rahmi kafa tebdil, üçüncüsü; fesadı salâh üzerine ihtiyar etmek, dördüncüsü; azabı sevab üzere tak­dim eylemek ve sevabı ikaba değişmektir. Şu halde tadâd olunan evsafın cümlesinde menfaati mazarrata değişmek olduğundan her-biri azabı mucip kabayihten olduğu cihetle haklarında zararı mahz olmuştur.

Fahri Razi ve Kazi'nin beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nü­zulü; Vacip Tealâ'nm Kur'ân-ı Azimüşşan'da bazı ufacık örümcek ve karınca gibi hayvanatla darb-ı mesel iradına yahûdun ve şim­şek ve yıldırım gibi şeylerle temsiline münafıkların tâ'nı üzerine bu âyetin nazil olduğu mervîdir. Çünkü onlar «Muhammed (S.A.) Kur'ân'm taraf-ı ilâhiden vahyolduğunu iddia ediyor, halbuki Kur'ân'da şân-ı ulûhiyete yakışmayacak birtakım karınca, sinek ve arı gibi ufacık hayvanlardan bahis vardır. Bunlardan bahs ise azamet-i ilâhiye ile kabil-i telif olamaz» demişlerdi. Allahü Tealâ bu âyetle onların tâ'nları varid olmadığını beyan buyurmuştur. Maahaza bu misilli hakir eşya ile temsil ve maksadı izah etmek; Arap, Acem ve cümle milletler beyninde meşhur ve füseha ve büleğa indinde mer'î ve muteberdir. Yalnız misalin mümesselün lehe mutabık ve muvafık olması şarttır. Binaenaleyh mümesselün leh hakir olursa misal de hakir ve mümesselün leh şerif olursa mi­sal de şerif olmak adettir.

Hulâsa; Vacip Tealâ'nm ufacık hayvanlarla darb-ı mesel ira­dını terk etmeyeceği ve müminlerin bu misilli durûb-u emsalin taraf-ı ilâhiden nazil ve hak olduğuna iman ettikleri ve kâfirlerin bu misilli ufacık hayvanlarla Allah'ın durûb-u emsalini garip gördükleri ve inkâr ettikleri ve bu misilli durûb-u emsale çok kim­selerin imanla ihtida ve birçok kimselerin küfürle dalâleti'ihtiyar edecekleri ve dalâleti ihtiyar edenler şol kimselerdir ki, onlar tâât-ı ilâhiyeden huruçla nakz-i ahdi ve sıla-i rahmi kat' ve yeryüzünü ifsad etmek gibi cinayeti irtikâb edenler olduğu ve şu kabayihi ih­tiyar edenlerin dünyada ve âhirefte zarar görecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [21]

 

*

Vacip Tealâ tevhide ve nübüvvete ve emr-i âhirete müteallik delâili beyandan sonra umum mükellefine şamil olan nimetlerini beyan ve o nimetlere karşı küfran-ı nimet edenleri tevbih etmek üzerebuyuruyor.

[Sizi icad ve vücudunuzu hadd-i lâyıkına iblâğ eden Allahü Tealâ'ya nasıl küfr ediyorsunuz? Halbuki siz babalarınızın sulbün­de cemadat kabilinden ruhsuz meyyit mesabesinde idiniz. Badehu babalarınızın sulblerinden sizi analarınızın erhamına inzal ile ihya ve dünyaya ihraç ve enva'ı nimetleriyle terbiye etti. Bundan son­ra sizi öldürür, daha sonra diriltir ve â'mâlinize göre ceza verdik­ten sonra ancak huzur-ı manevi-i ilâhiye rucu edersiniz.] Haliniz şu etvar üzere halen bade halin cereyan edince nasıl oluyor ki, bu hallerden ibret almaz da Vacip Tealâ'ya küfr edersiniz?

istifham-ı inkârı ve tevbih içindir. Yani: «Bu kadar cesim nimetlere karşı nasıl küfr edersiniz? Küfrünüz, taacübe şa­yan bir haldir» demek olur.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile küfür; abdin kisb ve ihtiyariyle olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ'nm küfr üzere kâfirleri tevbih ve tekdir buyurması kâfirlerin irade ve ihtiyarıyla hasıl olduğuna delildir. Gerçi küfrü halk eden Allahü Tealâ'dır ve lâkin abdin iradesini küfre sarfı üzerine halk ettiği için küfründen abd mesuldür. Allahü Tealâ'nm halkı, abdin iradesini sarf üzerine olduğundan abd küfrü irtikâba mecbur değildir.

Emvat ile murad; cemadat kabilinden hayata malik ol­mamaktır, tmat e ile murad; hayattan sonra muhakkak olan mevttir.

İhya ve imate ancak Allahü Tealâ'ya mahsus olup Allah'ın gayrı ihya ve imateye kadir kimse olmadığına ve haşr-ü neşrin vu­kuuna ve dünyada elbette mevt muhakkak olduğundan zühd-ü tak­vanın lüzumuna âyet delâlet-i vazıha ile delâlet eder. Çünkü Al­lah'ın ihya ve imate edeceği beyan olunduğu gibi tekrar ihya ede­ceğini beyan etmek; haşrin vukunu beyan demektir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile mevt hayat-ı ebediyeye nail ol­maya vesile olduğu cihetle bu âyette ölüm insan için nimet-i uzma sırasında tadad olunmuştur. Çünkü ölüm; ehl-i imanı saadet-i ebe­diyeye îsal eder bir hal olduğu için bir nevi nimet olduğunda te­reddüt yoktur. Gerçi ölüm, hayat-ı mecaziye olan dünyadan ve ül­fet ettiği nimetlerden alâkasını kesmek itibarı ile dünyaca kerih görülürse de saadet-i uhreviyeye vusulün sebeb-i âdisidir. Amma küfr üzere vefat edenler için azab-ı cehenneme vuslata vesile ol­duğundan nikmettir. [22]

 

Vacip Tealâ umuma ait olan hayat nimetini beyandan sonra imrar-ı hayat için lâzım olan menafii ve hayata taalluk eden ve hadim olan semavat ve arzın, insanın fevaidini temin etmek üzere halk olunduğunu beyan zımnında buyuruyor.

[Allahü Tealâ şol zat-i ecell-ü âlâdır kî, arzda mevcud olan şeyin kâffesini sizin intifamız için halk ettikten sonra irade-i ilâ-hiyesi semayı halka teveccüh etti. Binaenaleyh; semayı yedi taba­ka olarak tesviye buyurdu. Zira; Allahü Tealâ her şey i bilici ve ilmi her şeye lâhik olucudur.]

Yani; Allahü Tealâ'ya nasıl küfr ediyor ve haşre kudretini na-sil inkâr eyliyorsunuz? Bu küfür ve inkâr lâyık ve münasip değildir. Zira; Allahü Tealâ yeryüzünde intifa şanından olan eşyanın kâffesini sizin menfaatiniz için halk etti ve ölü mesabesinde oema-dat kabilinden olduğunuz halde sizi ihya edince öldükten sonra ihya etmeye kadir olduğu evleviyetle sabittir. Nasıl kadir olmasın ki, yeryüzünde eşyayı menafimize müheyya kıldıktan sonra sema­yı halk ve icada irade-i ilâhiyesi taalluk etti ve yedi tabaka olarak tesviye eyledi. Zira; herbirinde olan hikem ve mesalihi ve taba-katm birbirine muhazive müsavatında mevcud olan esrarı bilici­dir. Çünkü; herşeye ilmi lâhiktir. Fahri Razi ve Hazin'in beyanla­rına nazaran yeryüzünde nasm intifa için halk olunan; nebatat, hayvanat, maadin, dağlar, sular ve ağaçlardır. Çünkü; insanın biz­zat veya bilvasıta intifa ettiği şeylerin cümlesi bunlardan ve uka­lânın istihraç ettikleri sanayii garibelerden ibarettir.

Cenab-ı Hak bu âyette intifa olunmak şanından olan herşeyle intifa etmek ve intifam esbabına tevessül eylemek lâzım olduğuna işaret buyurmuştur. Çünkü «arzda mevcud olan menafiin kâffesi­ni insan için halk ettiğini» beyan etmek; «insana arzm menafiini iktisaba sâ'y lâzım olduğunu» beyan etmektir. Arz üzerinde olan şeyler yalnız .mesalih-i dünyeviyeyi tesviyeye ve hayatın bekası için tagaddi ve ebdanı takviyeye münhasır değildir. Belki umur-u dinde kudretullaha ve vahdaniyetine ve sair usul-ü itikadiyeye is­tidlal suretiyle intifaa dahî şâmildir.

Bu âyetle bazıları toprağın ekli haram olduğuna istidlal et­mişlerdir. Çünkü; Cenab-ı Hak, arzda bulunan şeyin intifaa tahsis olunduğunu beyan buyurmuş ve bununla nefsi toprağın hayat-ı insana hadim olmadığını anlatmıştır. Zira topraktan intifa etmek insanın sa'yine merbuttur. Ayette semanın arzdan sonra halk olunduğuna işaret vardır. Çünkü istiva; kasd ve irade ve ke­limesi tehir manâsına olduğundan semanın icadını arzdan sonra irade buyurduğuna delâlet eder.

Âyet-i celilede semavatm yedi tabaka olduğuna delâlet var­dır. Ve kürsi ile arşı azam» mecmuu dokuzdur. Ve herbirinin ecza­larına ilm-i ilâhi lâhik olduğuna dahi sarahatle âyet delâlet eder. Çünkü Vacip Tealâ'nın herşeye âlim olduğunu beyan; her cüzüne âlim olduğunu beyandır. Zira şey lâfz-ı semavat ve arzın her zer­resine şamil ve her cüz'üne âlim olduğundan her yerini bir siyak ve miktar-ı muayyen üzere muhkem halk ettiği gibi tabakat bir­birine muhazı olup asla eğrilik yoktur ve arzın her cüzünü, sakin olan halkın menafi ve mesalihine muvafık olarak halk etmiştir. Şu intizam üzere halk etmek ecza-yı âlemin her cüzüne Vacip Tealâ'-nın âlim olduğunu beyan eder.

Bu âyetle nafi olan eşyanın insanlara mubah ve intifaı caiz olduğuna müsaade-i ilâhiye vaki olmuştur. Gerçi âyette umuma ibâha kapısı açılmışsa da nas beyninde müna'zaaya meydan veril­memek, fitne ve fesad kapılarını kapamak üzere bazı delâil-i hari­ciye vasıtasıyla eşya-yı nafıadan bazıları bazı kimselere tahsis olunmakla âharin müdahale ve taarruzundan masun kalmıştır. Bi­naenaleyh; herkes esbab-ı temellükten bir sebeble malik olduğu emvalinde keyfe mayeşâ tasarruf eder, âhari müdahale edemez.

Yoksa bazı erbab-ı havanın dedikleri gibi herkese herşey mu­bah olsun, öyle değildir. Zira; insanlar umumiyet üzere menafii-nin esiri oldukları cihetle eğer herşey herkese mubah olsa her za­man âlem, hercümerc içinde kalarak haraba badi olacağından Ce-nab-ı Hak seri şerifinde ukudat-ı şer'iye ile her şahsın hukukunu mahfuz ve menafi-i mahsusasını mahalline tahsis ve gayrın müda­halesini men etmekle âlemin intizamını ve kullarının istirahatini temin buyurmuştur. Eğer herkesi kuyudat-ı kanuniye-i şer'iye ile bağlayıp ve her şahsın tasarrufatmı kavaid-i şer'iye ile tahdit bu-yurmamış olsaydı herkes aklına geleni işler ve aharın hukukunu kendine mubah addederek tecavüz eder ve hak sahibi tecavüzünü men etmek ister ve bu suretle beyinlerinde ufacık birşeyden bü­yük arbedeler çıkar ve her beldede ve her şahısta hal bu merkezde olacağı cihetle âlemde emniyet ve istirahat kalmazdı. Binaenaleyh âlemin intizamına halel geleceği şüphesizdir. Şu halde yeryüzünde insanlar için intifaı mümkün olan şeyi, Allahü Tealâ, insanlara esbab-ı intifa ve temellükten bir sebeple malik olmak ve gayrı ız­rar ve aharın hukuku taalluk eden şeylere taarruz etmemek şar­tıyla intifamı mubah kılmıştır. [23]

*

Vacip Tealâ beni ademin hilkatini ve idame-i hayatlarına hadim olan rızıklarını halk ettiğini beyandan sonra cümle beni ade-me nimet kabilinden olan Adem (A.S.)'m keyfiyet-i hilkatini be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr et ya Ekrem-er rusül! Şol zamanı ki, o zamanda Rabbin Tealâ meleklere hitaben «Ben azimüşşan yeryüzünde bir halife halk edeceğim» dedi. Melekler cevaplarında yeryüzünde gördük­leri fesad ve inada ilimlerine binaen dediler ki «Yeryüzünü ifsad eden ve kanlar dökecek olan kimseleri halk eder misin ya Rabbi! Taaccüb ederiz ki, yeryüzünü ifsad edecek kimseleri ıslah ve ima­rına memur edesin? Zira; enva-ı fesadla ifsad şanından olan kim­selerin nasıl halife olacağına idrakimiz kasırdır.» demekle Âdem (A.S.)'m halk olunmasının hikmetinden suale cür'et ettiler ve de­diler kî «Ya Rabbi! Biz senin hamdine mülâbis olduğumuz halde teşbih ve nekaisten tenzih ederiz.» Meleklerin bu suallerine cevap olarak Allahü Tealâ «Sizin bilmediğiniz şeyleri ben muhakkak bi­lirim» buyurdu.]

Beyzâvî ve Fahri Razi'nin beyanları veçhile melekler; mev-cud zatlar olup Allah'a muti' ve münkad kullar olduklarına itti­faktan sonra ekseri müslimin. indinde melekler; ecsam-ı lâtife ve eşkâl-i mul" '.üfe ile teşekküle kadirdirler. Çünkü; enbiya-yı kiram hazaratı suyer-i muhtelif ede görmüşlerdir. Nasara indinde melek­ler; bedenden iftirak eden ervah-ı beşerdir. Hükema indinde me­lekler; cevahir-i mücerrededir denilmiş ise de bu iki mezhebin esa­sı kati bir ilme müstenid olmadığından esah olan ve delil-i nakliye müstenid bulunan ehl-i islâmın mezhebidir ki melekler; ins ve cinnin gayrı Allah'ın kullandır. Meleklerin gökte karar edenleri olduğu gibi yerde karar edenleri dahi vardır. AUahü Tealâ ile kul­ları be ıinde resullerdir. Allahü Tealâ'ya asla isyan etmezler ye

memuriyetlerini lâyıkı veçh üzere yerine getirirler.    Adetlerinin gayet kesretine dair ehadis-i celile mevcuttur.

Halife ile murad; Hz. Âdem'dir. Zira arz üzerinde Âdem (A.S.) Allah'ın halifesidir. Çünkü; her nebiyi Allahü Tealâ arzın imaretine ve nasın siyasetine ve nüfusunun tekemmülüne ve emir­lerinin tenfizine halife kılmıştır. Avam-ı nasın bilâ vasıta feyz-i ilâhiden müstefid olmaya kabiliyetleri olamadığından Cenab-ı Hak her asırda avam-ı naşı bir nebinin yed-i atıfetine teslim ve o nebi vasıtasıyla terbiye etmiş ve feyz~i sübhanisinden müstefid kıl­mıştır.

Emr-i hilâfette evlâd-ı âdem müşterek olduğu halde bir nev'in pederini zikir evlâdını zikirden müstağni olmasına binaen yalnız Adem (A.S.)'m hilâfeti zikirle iktifa olunmuş, diğer enbiyanın hi­lâfetleri bu âyette zikrolunmamıştır.

Vacip Tealâ kullarına usul-i müşavereyi talim ve Hz. Âdem'in ve zürriyetinin hilâfetini ilân ve ehl-i semaya vücûd-u Âdem'in tuluunu tebşirle şan-ı Âdeme tazim için meleklere müşavere sure-tinde Adem (A.S.)'ı halk edeceğini beyan buyurmuş ve hikmet-i ilâhiyesi hayrı galip olan şeyi icad etmek iktiza ettiğini ilân etmiş­tir. Çünkü; azıcık şer için hayr-ı kesîri terk etmek şerr-i kesirdir. Binaenaleyh hayr-ı külli zımnında şerr-i cüz'îyi ihtiyar etmek; hikmet-i ilâhiye icabı olduğuna bu âyet delâlet eder.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile meleklerin suali, bilemedikleri es­rarı anlamak ve şüphelerini izale etmek suretiyle müşkülâtı hal­letmektir. Yoksa beni âdemi gıybet etmek suretiyle haşa Allahü Tealâ'ya itiraz etmek değildir. Çünkü; beni ademde kuvve-i şehe-vaniye ve gazabiye olacağını Allahü Tealâ'nm haber vermesi ve­yahut levh-i mahfuzda görmeleri veyahut maâsiden masumiyet kendi hasseleri olduğundan gayrılarda masiyet olacağını idrak et-meleri veyahut Adem'den evvel cin taifesi yeryüzünde isyan et­tiklerine kıyasla beni ademin dahi isyan edeceklerine hükmettik­lerinden sual etmişlerdir. Yoksa henüz meydanda olmayan evlâd-ı ademin isyanlarına hükmetmeleri gaibe ilim kabilinden değildir, belki bazı emâratla istidlal kabilindendir. Kendilerinin teşbih ve tehlil ile meşgul olduklarını dermeyan etmekle    Âdem'i hilâfete ihtiyarla tercihin hikmetini sual etmişlerdir, yoksa kendi ibadetle-riyle iftihar etmek maksadıyla teşbihlerinden bahsetmemişlerdir. Çünkü; insanda kuvve-i gazabiye ve şehevaniye bulunup bunlar fesada ve sefk-i dimâya badi olacağım ve insanda bir de kuvve-i akliye olup tâate ve marifet-i ilâhiyeye sebep olacaksa da fesadı dai olan kuvvelerin galebesini nazar-ı itibare alarak hilâfete liya­katinde taaccüp ve hayretleri suale badi olmuştur. Halbuki kuv­ve-i gazabiye ve şehevaniye tehzip ve terbiye olununca ahlâk-ı ha-mideye ve ef al-i pesendîdeye menşe' olacağını bilemediklerinden o kuvvelerin faziletinden gaflet etmişlerdir. Maahaza kuvây-ı adi-deden mürekkep olan bir şahıs kuvve-i vahide sahibinden daha ziyade menafi-i kâinata elverişli olacağını dahi bilememişlerdir. Zira kuva-yı adideden mürekkep olan zat; umur-u smââtı istihraç ve menafi-i kâinatı istinbatla hilâfetten maksad-ı asli olan imarat-ı âleme salâhiyette elbette ziyade olduğuna işaret için Cenab-ı Hak [sizin bilmediğinizi ben bilirim] buyurmuştur.

Melekler beni adem hakkında dermeyan ettikleri fesad ve sefk-i dimadan ibaret olan sıfat-ı kabîhalara mukabil kendilerinin teşbih ve takdisten ibaret olan sıfat-ı memduhalarını dermeyan et­mişlerdir.

Fahri Razi'nin beyanına nazaran Vacip Tealâ meleklerin sua­line cevaben «Sizin bilmediğinizi ben bilirim» demekle beni adem­den zuhur edecek enbiya ve evliya ve sulehaya işaretle meleklerin gumumunu izale buyurmuştur. Çünkü melekler; yeryüzünü ifsad edecek bir sınıfın vücuduna keder ve telâş etmeleri üzerine Vacip Tealâ benî âdemden fesad zuhur edecekse de salâh daha ziyade olacağına işaret buyurmuş ve bu cihetle melekleri teskin ve taac­cüplerini izale etmiştir.

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğuna nazaran Vacip Tealâ Hz. Âdem'in tıynini" arzın her tarafından aldığı için evlâd-ı adem be­yaz, siyah, kırmızı, mülayim, sert, tayyib ve habis suretlerde ve muhtelif ahlâkta zuhur etmektedir. Zira; Maye-i asliye olan arzın, hilkatlerinde medhali olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh; bir memleket halkının renkleri, tabiatleri ve suretleri diğer memleket halkına benzemediği herkesçe malûmdur. [24]

 

Vacip Tealâ meleklerin hilkat-i Âdemdeki hikmeti sualine «Sizin bilmediğinizi ben bilirim)) cümle-i celilesiyle icmalen ce­vaptan sonra o icmali tafsil etmek üzere :

buyuruyor.

[Allahü Tealâ Âdem (A.S.)'a isimlerin küllisini talim etti. Badehu o isimleri ve isimlerin müsemması olan eşhası meleklere arzetti ve dedi ki: Hilâfete evleviyet iddianızda sadık ve doğru iseniz şu gösterilen eşyanın isimlerini bana haber verin.]

Yani; meleklerin «Evlâd-ı âdem yeryüzünü ifsad ederler, biz teşbih ve takdis ederiz. Acaba ifsad ve sefk-i dima şanından olan kavmi halk etmekteki hikmet nedir?» demeleri üzerine meleklere Hz. Âdem'i ve zürriyetini halk etmekteki hikmet; ilmile mümtaz ve meleklerden efdal olması olduğunu beyan etti ve onları irşad etmek üzere Âdem (A.S.)'da ilm-i zaruri halketmek veyahut kal­bine ilka eylemek suretiyle eşyanın isimlerini Öğretti. Sonra me­leklere o eşyayı gösterdi ve «Eğer sözünüzde doğruysanız şu eşya­nın isimlerini bana haber verin» dedi ve bu veçhile Âdem'in ilim sayesinde hilâfete müstehak olduğunu bildirdi.

Âdem; isntA acemdir. Arzın yüzünden halk olunduğu için Âdem (A.S.)'a Âdem denmiştir. Künyesi; Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Ebülbeşer veya Ebu Muhammed'dir. Âdem, ism-i alemisidir. Allahü Tealâ eşyanın mahiyetini ve hassalarını ve isim­lerini ve ulûm ve idrakâtın usul ve kav aidini ve kavanin-i smaatı ve san'atm aletlerini meselâ kitabet için kalemi ve dikiş yani ter­zilik için iğneyi ilham tarikiyle talim e "tikten sonra meleklere ha­ber vermelerini emr etti, onlar da habt r veremediler. Bu emirden maksat; onlara acizlerini bildirmek ve ilzam etmek içindir. Yoksa emr-i ilâhi emr-i teklifi değil ki muhali teklif olsun. Çünkü emr-i hilâfet; fevaid-i ilmiye ve kavaid-i fenni yeye aşina olmaya ve tedbir ve tasarrufta hata etmemeye ve adalet icra edip herşeyi lâyıkı veçhile yapabilmeye ve eşyanın mahiyetlerini ve hassalarını ve onların ef alini ve hariçte asarını bilmeye tavakkuf ettiğinden Ce-nab-ı Hak evvelâ Adem £A.S.)'a talim etmek suretiyle emr-i hilâ­feti edaya lâyık olduğunu ve saniyen meleklere emirle bilemedik­lerinden dolayı umur-u hilâfeti idareye ve tem^iyete ehil olmadık­larını beyan buyurmuştur. Çünkü; umuru ibadda tedbir ve tasar­ruf ve meratib-i istidai Hı n n \ bilmezden evvel adalet ikame etmek muhaldir. Zira adalet; herdin liyakatini ve istihkakını ve onun hakkında enfâ* olan şeyi bıiınck ve icabını icra etmekle olacağın­dan ilmi olmayan kimst hilafete lâzım olan adaleti icra edemez. Ve binaenaleyh; hilâfete ehil olamaz.

Âdem (A.S.)'ın meleklerle mübahase zamanında nübüvvetini izhar edip etmediğine dair müfessirin beyninde ihtilâf vardır. Fah­ri Razi'nin beyanından anlaşıldığına nazaran o zamanda henüz nü­büvvetini izhar etmemiştir, el ilmii indallah.

Âyet-i celile ilmin cümle fezailden efdal olduğuna delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ melekler üzerine Hz. Âdem'in ilm ile fa­ziletini ispat etmiştir. Eğer insan ve melekler için ilimden ziyade bir şeref olmuş olsaydı Âdem (A.S.ym faziletini Vacip Tealâ onun­la ispat ederdi. Halbuki Âdem (A.S.)'ın faziletini ilimle ispat et­miştir. Şu halde insan için ilimden ziyade bir fazilet ve meziyet olmadığını ve her iş başına geçecek kimsenin o işe alim olması lâ­zım olduğunu Vacip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur. İlmin faziletine delâlet eder ayat-ı beyyinat ve ehadis-i nebeviye pek çoktur. Ezcümle «Amiri Cüheni» (R.A.)'ın rivayet ettiği bir hadis­te Resulullah «Yevm-i kıyamette talib-i ilmin mürekkebiyle şehi­din kanı' huzur-u ilâhiye gelir, talib-i ilmin mürekkebi şehid olan kimsenin kanı üzerine tafdil olunur» buyurmuştur.

Hulâsa; Cenab-ı Hakkın Hz. Âdem'e eşyanın isimlerini öğret­tiği ve badehu meleklere eşyayı gösterip o eşyanın ismini haber vermelerini emrettiği ve insan için tahsil-i ilme sa'y edib mübaşe­ret edeceği işin evvelâ ilmini tahsil etmek lâzım olduğunu ve insan için ilimden ziyade bir fazilet olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [25]

 

Vacip Tealâ «Haber verin bana şu eşyanın isimlerini» buyur­ması üzerine meleklerden sudur eden kelâmı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allahii Tealâ'dan meleklere «Haber verin bana şu eşyanın ismini» hitabı gelince itab-ı ilâhiden havf-ü haşyet içinde olduk­ları halde kemal-i tevazu ve tezellül üzere dediler ki «Ya Rabbi! Biz seni cemi nekaisten tenzih eder ve cemi sifât-ı kemaliye ile müttasıf olduğuna itikad ederiz ve bizim için asla ilim olmayıp an­cak senin talim ettiğin şeyi bildiğimizi ikrar ve itiraf eyleriz. Zira; sen herşeyi bilici ve lâyık olan kimseye liyakati kadar ilm-ü irfan ihsan edicisin.» Meleklerin suallerinden hasıl olan hicaplariyla be­raber teşbihlerini ve vaki olan kusurlarına nedametlerini kabul buyurduktan sonra Vacip Tealâ Âdem (A,S.)'e hitaben «Ey Ademî Meleklere şu eşyanın isimlerini haber ver» dedi. Vakta ki emr-i ilâhiye imtisalen Âdem (A.S.), meleklere eşyanın isimlerini ha­ber verdi. O zaman Allahü Tealâ meleklere hitaben buyurdu ki «Ben size semavat-ü arzın gaybini ve gizli olan şeylerini ve sizin Âdem hakkında lisanınızla izhar ettiğiniz şeyleri ve kalbinizde gizlediğiniz esrarı bilirim demedim mi?] buyurdu.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile meleklerin bu kelâmları acizlerini izhar ve kusurlarını itiraf ve suallerinin istifsarı olup itirazı olma­dığını iş'ar ve bilemedikleri esrara vakıf olduklarına teşekkürdür ve ilmin küllisini Allahü Tealâ'ya tefvizle hüsn-ü edebe riayet ve hakikat-i hale vakıf olamayarak suale cür'etlerinden itizar etmek­tir.

Vacip Tealâ'nm meleklere hitabı; istifsarda acele ettiklerin­den dolayı itabı müş'irdir. Çünkü; melâikeye evlâ olan, işin akı­betine intizar ederek zuhurata tabi olmaktı. Bu evlâyı terk ettik­lerinden dolayı itab-ı ilâhiye müstehak olmuşlardır. Binaenaleyh; insan bilmediği şeyi sualde acele etmeyip akıbete intizar etmek lâzım olduğuna işaret olunmuştur.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile «İbn-i Abbas» Hazretlerinden rivayet olunduğuna nazaran bu âyette meleklerin izhar ettikleri kelâmla murad; arzı ifsad edecek ve kan dökecek kimseleri halk eder misin? demeleridir. Gizledikleri şeyle murad; İblis'in kibri ve meleklerin bizden daha iyi bir mahlûku Allahü Tealâ'nın halk etmeyeceğini zan etmeleridir. Halbuki bu zanları yanlış olduğunu ve bu gibi mühim mesailde zanna ittiba caiz olmadığını ve bu gibi zanla vaki olan hükmün hatadan hali bulunmadığını Cenab-ı Hak­kın meleklere tefhimle insanlara bir hatt-ı hareket tayin buyurdu­ğu âyetin cümle-i ahkâmındandır.

Hulâsa; insanın şerefi ve ilmin ibadet üzere fazileti ve ilmin hilâfette şart ve belki umde olması ve melâikenin ulûm ve kemâ-lâtlarınm tezayüdü caiz olması ve Hz. Âdem'in şu meleklerden ef-dal bulunması ve Vacip Tealâ'nın madûmu, madûm olduğu halde bilmesi bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir. [26]

 

Vacip Tealâ Âdem (A.S.)'ın hilâfete lâyık olduğunu ve ilm-i kesirle mümtaz ve meleklerin âciz olduklarını beyandan sonra meleklere secdeyle emr ettiğini beyan etmek üzere : buyuruyor.

[Zikr et ya Ekrem-er rusül; şol zamanı ki o zamanda biz azi-müşşan meleklere «Âdem'e secde edin» dedik. Onlar da emrimize imtisalen secde ettiler, illâ İblis secdeden imtina ve Âdem (A.S.)'a secde etmekten kendini büyük addetti ve emrimize muhalefet se­bebiyle kâfirler zümresinden oldu.]

Yani; bizim Âdem'e ve evlâdına birçok nimetlerimiz vardır. Cümle-i nimetlerimizden birisi de Âdem'in, meleklerin tazim su­retiyle secdelerine lâyık olmasıdır.    Binaenaleyh zikret ya habibim, şol zamanı ki Âdem'in meziyet ve faziletini izhar için biz azi-müşşan meleklerin Âdem ve evlâdı hakkında söyledikleri sözden istiğfar ve itizar olunmak üzere meleklere secdeyle emrettik ve dedik ki «Âdem'e tezellül ve tevazu' edin.» Onlar da emrimizi ye­rine getirdiler ve derhal tevazu ve tezellül suretiyle secde ettiler. Ancak İblis kalbinde olan şekaveti izhar ederek secdeden imtina ve istikbar etti ve kâfirlerden oldu ve tıynet-i habisesinin icabatını meydana koydu ve hasedini ve kibr-ü gururunu saklayamadı.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile secdeyle emrolu-nan; yeryüzünde sakin olan melekler olduğunu söyleyenler varsa da esah olan cemii melâikedir. Çünkü; meleklerin kâffesinin secde ettiklerini diğer âyetler natık olduğu cihetle secdeyi meleklerin bazısına tahsise bir sebep yoktur.

Secde; ibadet kasdıyla alnı yere koymaktır. Bu manâca secde Allahü Tealâ'ya mahsus olduğundan eğer secdeden maksat ibadet kasdıyla secde ise hakikatte secde Allahü Tealâ'yadır. An­cak Hz. Âdem'in şanına tazim ve ulüvvü mertebesini izhar ve me-lekleı imtihan için Allah'a ibadetlerine Âdem (A.S.)'ı kıble itti­haz etmişlerdir. Tefsir-i Hazin'in beyanına nazaran secde ile mu-rad; tevazu ve tezellül ve arz-ı tahiyyet manâsına manâ-yı lugavisi muraddır. Şu halde esah olan secde; Âdem (A.S.)'adır. Lâkin Yu­suf (A.S.)'m biraderlerinin secdesi gibi meleklerin Âdem (A.S.)'a secdeleri de tazim ve arz-ı tahiyyattan ibarettir. Meleklerin Âdem (A.S.) hakkında sebkeden bazı kelâmlarına mukabil Cenab-ı Hak Âdem (A.S.)'a tazim etmeleriyle emr etmiştir. Melekler, emr-i ilâhiye imtisalen Âdem (A.S.)'a tazim ve bu vesile ile Allahü Tealâ'ya ibadet etmişlerdir. Çünkü; insanların birbirleriyle selamlaşmaları zahirde aşinalık ve adab-ı islâmiyeye riayet ise de hakikatte Allahü Tealâ'ya ibadet olduğu gibi meleklerin secdeleri dahi zahirde Âdem (A.S.)'a tazim ise de hakikatte Allahü Tealâ'ya ibadettir ve islâmiyetten evyel küçüklerden büyüklere selâm me­rasimi, belini eğmek veya secde etmek suretiyle icra olunmak meş­ru ve insanlar beyninde kabul olunmuş bir adet idi. Vakta ki rnatla-ı şerayî'den şeriat-i islâmiye tulu edince secde tevazuun niha­yeti olup tevazuun nihayeti en alâ nimetleri in'am eden mün'ime lâyık olduğundan kullara secdeyle arz-ı tâzîmi iptal ve merasim-i tahiyyatın selâm lafzıyla eda olunmasını emr ile kullarına mera­sim-i tahiyyatı teshil buyurdu ve secdenin zat-ı ülûhiyetine mah­sus olduğunu ilân eyledi ve din-i islâmın mesail-i mühimmesinden kıldı. Her ne suretle olursa olsun meleklerin Âdem (A.S.)'a sec­deyle emrolunmaları enbiya-yı kiramın melâikeden efdal olduğu­na delâlet eder.

İblis; rahmet-i ilâhiyeden meyus olduğu için iblis denil­miştir. Esasen ismi -Süryanice «Azazil» ve Arapça «Hâris»tir. Fa­kat isyanını izhar edince ameline göre ismi değişmiş ve sureti te­beddül etmiştir. Bu hal insanların âsîlerinde dahi cereyan etmek­tedir. Çünkü; bidaye-i halinde itikadı ve ameli şer'a muvafık olan bir kimse güzel simaya malik ve ehl-i islâm beyninde hüsn-ü sıyt sahibi iken sonraları isyan ederse sureti çirkin bir manzaraya te­beddül ettiği gibi beyennas kötü lâkaplarla çağrılır ve islâm ara­sında haysiyeti zail olduğundan iblis gibi dünya ve âhirette haib ve haşir olur.

Fahri Razi, Kazi, Hazin ve Medarik'in beyanları veçhile İblis meleklerden istisna olunup müstesna, müstesna minhin cinsinden olmak adet olduğu nazar-ı itibara alarak İblis'in melek cinsinden olup isyan sebebiyle cinlerden madûd olduğunu beyan edenler varsa da esah olan İblis; cindendir. Zira; cinden olduğuna diğer âyette sarahat olduğu gibi meleklerin masumiyeti nas ile sabittir. Eğer melek olsa masum olur, asi olmazdı. İblis'in tevalüd etmesi ve nesil meydana getirmesi melâikeden olmadığına delâlet eder. Zira; meleklerde doğup ve doğurmak yoktur. Halbuki İblis'in do­ğup ve doğurmak suretiyle tekessür ettiği mervidir.

İblis, meleklerle ibadet ve ülfet ve ünsiyet ettiğinden ve bazı rivayete nazaran birçok zaman meleklere muallimlikte bulundu­ğundan sıfatı itibariyle melâikeden madud olarak istisna olun­muştur. Çünkü; meleklerle beraber secdeyle memur olup muha­lefet ettiğinden istisna olundu. Yahut istisna-i munkati' ( V\ ) keli­mesi lâkinne manasınadır. Buna nazaran müstesna olması meleklerden olmasına delâlet etmez. Zira: «Melekler secde ettiler, lâkin İblis secdeden imtina ve istikbar etti» demektir.

Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile, İblis'in emr-i ilâhiye muhalefeti ve imana muvaffak olamaması; rububiyetin ulviyetini ve ubudiyetin süfliyetini beyan ve iman ile küfür beynindeki far­kı ve cennetle cehennemin hükatindeki hikmeti ilân ve cemii mu-tekadat-ı şer'iye ve takâlif-i ilâhiye ve ahkâm-ı diniyenin netice itibarı ile esrarını izhar etmiştir.

İbad beyninde münazaa ve emr-i ilâhiye muhalefet ve batılı hak üzere tercih ve kibir sebebiyle bab-ı ilâhiden tard olunmak evvel be evvel İblis'te zuhur etmiştir.

Hulâsa; kibrin kabih ve sahibinin küfrüne badi olduğu ve emr-i ilâhiye muhalefetin caiz olmadığı ve ef'al-i ilâhiyedeki esra­ra vakıf olmak sevdasını terk etmek insanlar için lâzım bulunduğu ve emirde aslolan vücub ifade etmek olduğu bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [27]

 

Vacip Tealâ Hz. Âdem'e meleklerin secdelerini ve İblis'in mu-haleftini beyandan sonra cennete sakin olmasıyla Âdem (A,S.)'a emreylediğini ve şecere-i mâhûdeden ekletmekten nehyettiğini beyan etmek üzere:

buyuruyor.

[Biz azimüşşan Âdem (A.S.)'a emr ettik ve dedik ki: «Ya Âdem! Sen ve zevcen cennette karar edin ve istediğiniz mahalden bol bol yiyin, fakat şu muayyen ağaca yakın olmayın. Eğer fou ağa­ca yakın olur ve eklederseniz zalimlerden olursunuz] demekle cen­nette kararlarını ve tarz-ı taayyüşlerini tayin ettik.

Cennetle murad; Fahri Razi, Kazi ve Hazin'in beyanlarına na­zaran arz-ı Filistin'de mürtefi bir mahalde bahçe olup arz-ı Hinde ondan nazil olduğuna kail olanlar varsa da esah olan Hz. Âdem'in nazil olduğu cennet; dar-ı âhirette ehl-i iman için hazır olan «Cen-net-i Â'lâft'dır. Çünkü; mâruf olan cennet budur. Ve «elif lam» and içindir. Beynelmilel maruf olan cennet; dar-ı âhirette olacak cennettir. Şu halde Âdem (A.S.)'m nazil olduğu cennet için maru­fun hilafını ihtiyara bir sebep yoktur. İskânla ve ekille emir; ibaha içindir. Şecere-i mahudenin gayrı cennetin her meyvalarından ye­mek ve her tarafında gezmek Âdem (A.S.) ve Havva (R. Anha) için mubah kılınmıştır.

Hz. Havva'ya, hay olan Âdem (A.S.)'m bir cüz'ünden halk olunduğu için Havva denilmiştir. Çünkü; Fahri Razi ve Hazin'in beyanları veçhile Vacip Tealâ İblis'i tard edip Hz. Âdem cennette yalnız kalınca ünsiyet edecek bir kimseye ihtiyaç mesetti ve mu­kadder olan şeyin zuhuru için muallak olan zaman geldi. Cenab-ı Halikı lem yezel Âdem (A.S.)'a uyku verdi, asla elem vermeksi­zin ve haberi olmaksızın sol eğesinden Havva'yı halk buyurdu, uyandığı zaman Havva'yı başında oturur gördü ve kendine zevce olmak üzere halk olunduğunu bildi ve ünsiyete başladı.

Fahri Razi'nin Hz. Hasan (R. Anha)'dan rivayeti ile beyan ek­tiği bir hadiste Resulullah (S.A.) «Hatun, erkek eğesinden halk olundu. Eğer doğrultmak istersen kırarsın ve eğer haline terk edersen onunla intifa edersin» buyurmuştur. İşte bu hadis-i şerif her hatun zevcinin eğe kemiğinden halk olunduğuna delâlet eder. Yani Hz. Âdem'in topraktan halk olunmasıyla cümle evlâdının topraktan halk olunmuş ad olunduğunu ve hepsinin maye-i asli­yesi topraktan olduğu gibi Hz. Havva Âdem (A.S.)'m eğesinden halk olunmak itibariyle cümle hatunların maye-i asliyeleri eğe kemiğinden demektir. Amma her hatun kendi zevcinin eğesinden halk olunmasına gelince; bu cihet manevi birşeydir. Cenab-ı Hak o hatunu pederinin nutfesinden halk ettiğinde, zevcin eğe kemiğin­den bazı zerratm o hatunun eczasına karışmasında da kudretullaha karşı bir mani yoktur.

Şecere-i muayyeneye kurbiyetten nehi; tahrim veya tenzih için olduğuna dair ihtilâf varsa da esah olan tenzih için olmasıdır. Zira; tenzih için olduğunda şecere-i muayyeneye kurbiyyet; evlâyı terk kabilinden olur. Hz. Âdem'in masumiyetini ihlâl etmez. Binaenaleyh kabule şayan olan; tenzih için olmasıdır. Hz. Âdem'i nehi, şecere-i muayyeneden ekletmekten ve sair menafimden nehy ol­duğuna işaret için kurbiyetten nehy olunmuşlardır. Yalnız eklin­den nehiyle iktifa olunmamıştır. Şu halde «Şecere-i mahudeye ya-km olmayın» demek; «Hiçbir gûna menafiyle intifa etmeyin» de­mektir. Nehy olundukları ağaç, üzüm veya incir veyahut buğday ağacı olmasına dair ihtilâf varsa da «İbn-i Abbas» ve «Ebubekir'is-Sıddîk» (R.A.)'dan varid olan rivayete nazaran buğday ağacıdır. Ve nehyin hikmeti, mezkûr ağaçtan eki etmek, bevl ve tagavvud gibi eza verecek şeyleri icab etmesidir. Çünkü; cennette bu gibi şeyler yoktur. Binaenaleyh; dünya icabatmdan olan zaruret mes etmesin için Cenab-ı Hak mahud şecereye yakın olmaktan nehy etmiştir. Fahri Razi'nin beyanı veçhile âyette şecerenin hangi şe­cere olduğuna dair tayin olmadığından bizim için tayinine dair bahsi terk etmek evlâdır. Çünkü; tayininde bize ait bir maksat yoktur. «Eğer mezkûr ağaçtan eki ederseniz zalimlerden olursu­nuz.» demek; «Kendi nefsinize zulm etmişlerden olursunuz» de­mektir, yoksa «Âhara zulmetmiş olursunuz» demek değildir. Çün­kü; ekilden tevellüd edecek zarar kendilerine ait olup âhara teca­vüzü yoktur. Bu makamda zulm ile murad; evlâyı terktir, hakikaten zulüm değildir. Zira; enbiya-yı izam hazaratı hakikat zulmü irtikâptan masumlardır.

Emri iskânda zevcin asıl olduğuna ve me'murun bihi telâk­kide ihtimam, asîle lâzım geldiğine tenbih için iskânla emirde Âdem (A.S.) tayin olunduğu ve ekl-ü şürpte her ikisi müsavi ol­masına binaen eki ile emrin her ikisine birden varid olduğu Ebus-suud Efendi'nin cümle-i beyanatmdandır.

Hulâsa; Hz. Âdem ve zevcesinin cennette sakin ve istedikleri meyvalar ve nimetlerden intifaa mezun olmaları ve fakat şecere-i muayyeneye yaklaşmamaları kendilerine tenbih ve eğer şecere-i muayyeneden ekîederlerse evlâyı terk etmek lâzım geleceği dahi ayrıca beyan olunduğu bu âyetten..müstefad olan fevaid cümlesindendir. [28]

 

Vacip Tealâ Âdem (A.S.)'la zevcesi Havva (R.A.)'yı şecere-i muayyeneden eki etmelerini nehy ettiğini beyandan sonra şeytanın vesvese edip eki ettirmekle cennetten huruç ettiklerini beyan etmek üzere:

buyuruyor.

[Şeytan Ademle Havva'yı şecere-i menhiyeden ekle ve ves­vese ile zelleyi irtikâba ısrar ve ilhah etti ve ekil gibi menhi olan bir zellenin onlardan suduruna sebep oldu. Binaenaleyh; onları nail oldukları cennet nimetlerinden ihraç etti ve zelleleri cennet­ten huruçlarına sebep oldu ve biz onların cümlesine hitab ederek dedik ki: «Bazınız bazınıza düşman olduğunuz halde cennetten aşağı yeryüzüne inin ve sizin için arz üzerinde karar edeceğiniz mahal hazırlanmıştır ve lezaiziyle intifa etmek vardır ve karar ve intifamızın müddeti vakt-i muayyen olan kıyamete kadar imtidad eder.]

Kazi'nin ve Hazin'in beyanlarına nazaran şeytanın Adem'le Havva'yı zelleye düşürmesinin keyfiyeti; ya onlara beşer suretin­de temessül ederek iğfal etmesi veyahut vesvese suretiyle zihinle­rine şecereden ekli ilka eylemesidir.. Fakat «İblis cennetten tard olunduktan sonra cennete nasıl girebildi? d unvanında varid olan suale cevap; «Cennete tekrim suretiyle girmekten memnu ise de vesvese tarikile girmekten memnu değildi. Âdem'le Havva'yı ha­tada vaki olmak gibi bir iptilâ ile müptelâ kılmak için girmişti. Yahut cennetin kapısı önünden, onlar kapının iç tarafında olduk­ları halde vesvese etmiştir. Yahut bir hayvan suretinde girmiştir. Yahut yılan dostu olduğu için onun vasıtasıyla girmiştir. Ancak ne suretle girerse girsin şeytanın onlara vesvese edip cennetten huruçlarına sebep olduğu kafidir. Zira; sarahat-ı âyet bunu nâ-tıktır. Amma vesvesenin keyfiyetinde rivayet muhteliftir. Bizim için savab olan el ilmü indallah demektir. Çünkü; vesvesenin key­fiyetini bilmekte bir faide ve bilmemekte bir zarar yoktur:

Hz. Âdemle Havva cümle insanların esası oldukları cihetle onların cennetten nüzulleri cümlesinin nüzulü mesabesinde olduğımdan cemi siğasıyla hitab olunmuştur. Yahut şeytan evvelce cennetten çıkmışsa da tekrar vesvese için dahil olduğundan hitab, mecmuuna varid olmuştur.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile enbiya-yı izam usul-ü itikadda asla hata etmezler ve emri tebliğde yalan söylemeleri ve tağyir ve tahrif etmeleri kafiyen caiz olamaz. Emr-i fetvada sehven hata caizse de derhal taraf-ı ilâhiden hatalarını beyanla tenbih vaki olur.

Ancak kendi efallerinde evlâyı terk kabilinden günah-ı saği-renin suduru caizse de günah-ı kebirenin sudurundan masunlardır. Çünkü enbiya-yı izam; nasın mukteda bihleri oldukları için man-sib-ı nübüvvete lâyık olan, günahtan masum olmaktır. Zira; naşı günahtan nehy eden zümre-i âliyeden nehyettikleri günahın su­duru b'âsından maksad olan halkı irşad hikmetine münafidir. Şu halde enbiya büyük günahlardan ve tab'an denaet addolunan kü­çük günahlardan masum olmamak risaletten maksud olan hikmete muhaliftir.

Âye,t-i celilede maasiden zecr-i azim vardır. Zira; günah-ı sa-ğirenin suduruna binaen pederimiz Adem (A.S.) cennet-i âlâdan yeryüzüne indi ve hasedü kibrinden naşi şeytan, o mel'ûn ve mat-rud oldu ve ilâ yevm-il kıyam zelil ve hakir olacağı gibi kıyamette ebedi cehennemde kalıcıdır.

Hulâsa; Âdem ve Havva'yı şeytan vesvese suretiyle iğfal edip nehy olundukları şeyi işlettiği ve o vesileyle cennetten ve nimet­lerinden çıkardığı ve taraf-ı ilâhiden cümlesine birden «İnin cen­netten» hitabı varid olduğu ve onların mecmuuna yeryüzü karar­gâh tayin olunduğu ve kıyamete kadar yeryüzünde intifaa mezun oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[29]

 

Vacip Tealâ Âdem (A.S.)'dan zellenin sudurundan sonra vaki olan zelleye nedamet ettiğini ve Cenab-ı Hakkın tevbesini kabul buyurduğunu beyan etmek üzere:

buyuruyor.

 [Âdem (A.S.) Rabbinden birtakım kelimeler kabul etti. Bi­naenaleyh; Kabbisi fazl-ü ihsanından Âdem (A.S.) üzerine tevbe-sini kabul ve sudur eden zellesini affetti. Zira; Rabbisi kemaliyle kullarının tevbelerini kabul ve merhamet edicidir.]

Yani; Âdem (A.S.) Rabbisinin ilham ettiği kelimatı kabul ve ilmi lâhik olduğu zamanda amel etmekle karşıladı ve derhal tev-beye müsaraat edince Allahü Tealâ tevbesini kabul buyurdu. Zira; Allahü Tealâ tevbeyi kabul ve kullarına merhamet edicidir.

Fahri Razi ve Hazin'in beyanlarına nazaran Hz. Âdem'in ka­bul ettiği kelimat ( U-i>'t U& V^j ) gibi kelimat-ı tevbedir. Yahut emr-i hacca müteallik talimattır. Yahut sudur eden zellenin tev-beye muhtaç hata olduğunu "Ve o hata üzerine tevbenin kabulünü beyandır.

İmam-ı Gazâlî'den naklen Fahri Razi'nin beyanına nazaran tevbenin mahiyeti; üç şeyle hasıl olur:

Birincisi; sudur eden hatanın zararını bilmektir.

İkincisi; bu zararı bildikten sonra haline teellüm ve teessüf etmektir.

Üçüncüsü; bu teellüm ve teessür üzerine istiğfar eylemektir.

Tevbenin kabulü; günahın af olunması ve tevbe üzerine se­vap verilmesiyle husul bulur. Tevbe; altı manâyı camidir: Geç­mişe nedamet, gelecekte günah işlememekte azm ve metanet, fevt olan feraizi eda etmek, bigayn hakkın almış olduğu nasın hukuku­nu yerli yerince vermek, vücudunda haramdan hasıl olmuş eti eritmek ve bedene ibadetin lezzetini tattırmaktır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Cennet-i Âlâ'dan inme­leri akabinde herşeyden evvel tevbe için ilham olunan kelimeleri Âdem (A.S.)'ın kabul ettiğine işaret olmak üzere tertîp ve takibe delâlet eden ( 1» ) lafzıyla varid olduğu gibi taraf-ı ilâhiden ilham olunan kelimelerin nedamet ve vaki olan hatayı itirafla dergâh-ı ulûhiyetten affını istirham manâsını mutazammin olduğuna işaret için Vacip Tealâ tevbesini kabul ettiğini beyan buyurmuş ve Hz. Âdem'in şanına tazim için terbiye ve şerefini tezyid manâsım müş'ir olan Rab ism-i celili varid olmuştur. Hz. Âdem asıl ve Hav­va tâbi olduğundan tevbeye müteallik kelimeleri kabulde Âdem (A.S.)'ı zikirle iktifa olundu. Halbuki Havva (R.A.) da beraber tevbe etti. Cenab-ı Hak kemaliyle tevbelerini kabul buyurduğuna işaret için mübalâğa siğasıyla varid olmuştur. [30]

 

Vacip Tealâ Hz. Âdem'in tevbesini kabul buyurduğunu be­yandan sonra yeryüzüne inmelerini ve indikten sonra hidayete tabi olanlar için havf olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz azimüşşan Adem ve Havva ve İblis'e dedik ki, hepiniz cennetten yeryüzüne ininiz ve cümleniz yeryüzüne inince eğer size benim tarafımdan resuller ve kitaplar vasıtasıyla hidayet ve ta-rik-i müstakime delâlet gelecek olursa, benim şeriatim vasıtasıyla hidayetime tebaiyet eden kimseler üzerine vesvese-i şeytandan, ve haybet ve hüsrandan korku olmadığı gibi arzu ettikleri şeyin el­lerine geçmemesinden veyahut ele geçtikten sonra elden çıkma­sından mahzun da olmazlar. Zira; hidayete tabi olan kimse necat bulur ve havf-ü hüzünden vareste olur.]

Fahri Razi'nin beyanına nazaran âyette hitap; Âdem (A.S.)'a ve Havva (R.A.)'ya bilesâîe ve bitteba' zürriyetlerine ve İblis'e ve yılanadır. Bu emr-i ilâhi üzerine Âdem (A.S.)'ın Hind'e ve Havva (R.A.)'nm Cidde'ye ve şeytan aleyhillânenin Basra'nın bir mevkii­ne ve yılanın da İsfahan'a indikleri mervidir.

Yeryüzüne inmelerinin ehemmiyetine binaen tekid için tek­rar zikr olunmuştur. Yahut evvelki emirden maksat; dâr-ı beliy-yeye inmeleri ve birbirine kıyamete kadar adavet etmeleridir. Hü-bûtle ikinci emirden maksad; tekâlif-i ilâhiye ile mükellef olma­larıdır. Şu halde hubutla emirde tekrar yoktur. Yahut Ebussuud'-un beyanı veçhile birincisi; cennetten sema-yı dünyaya inmeleri­ni emir, ikincisi; sema-yı dünyadan yeryüzüne inmelerini emir ol­duğundan tekrar yoktur.  Hubut; yüksek bir mahalden aşağıya inmek manasınadır. Binaenaleyh; Cennet-i Âlâ'nın sema cihetin­de olduğuna âyette delâlet vardır.

Hidayetle murad; rusül-il kiram, kütüb-ü semaviye ve şeriattır. Bu âyet, Cenab-ı Hakkın Âdem'le Havva'ya nimet-i ilâhiyenin ziyadeliğine ve inayet-i ilâhiyenin onlarla beraber oldu­ğuna delâlet eder. Zira; «Ben sizi her ne kadar cennetten inzal et­timse de sizi tekrar cennete idhale vesile olacak hidayeti de ihsan ettim ve bilkülliye cennetten mahrum etmedim. Hidayetime teba-iyet ederseniz tekrar cennetime gireceksiniz» demekle lutuftan mahrum etmediğini beyan ve inayetini izhar etmiştir.

Bu âyet-i celile Fahri Razi'mn beyanı veçhile gayet kısa ol­makla beraber tekâlifi ve tekâlifin neticesi olan saadâtı camidir. Zira hidayet; şeriat ve şeriatin cemi ahkâmım ve delâil-i akliye ve nakliyesini cami olduğu gibi hidayete tebaiyet ise delâilde teem­mül ve nazar-ı sahih ve delâilden maarif-i hakkayı istihraç ve ma­arifle amel ve tekâlifin küllisini camidir. Kezalik hidayete tebai­yet edince Allah'ın dostlarına hazırlamış olduğu nimetlerin cüm­lesine nail olacaklarına dair âyette vaad vardır. Çünkü havfin ze­vali; cemi'âfattan selâmeti ve hüznün zevali ise lezaiz ve metali-bin küllisine nail olmasını mucip ve müş'irdir.

Havfin zevali def-i mazarrat kabilinden olduğu için celb-i menfaat kabilinden olan hüznün zevali üzerine takdim olunmuş­tur. Zira def-i mazarrat; celb-i menfaatten evlâdır. Cenab-ı Hakka iman ve tevhidi ikrarda akıl ve edille-i afakiye ve enfüsiyeyi nasb etmek ve delâilden nazar-ı istidlale kuvvet vermek kâfi olup resul göndermeye ve kitap inzal etmeye hacet olmadığına işaret için kelime-i şek olan edat-ı şartla varid olduğu Ebussuud Efendi'nin cümle-i beyanatındandır.

Hulâsa; Âdem ve Havva ve onların zellesine sebep olan İblis ile yılanın mecmuuna taraf-ı ilâhiden cennetten inmelerine dair emir varid olduğu ve onlara yol gösterir resul ve kitap geldiğinde onlara tebaiyet edenler için dünya ve âhirette korku ve hüzün ol­mayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

Vacip Tealâ hidayete tebaiyet edenlere havf ve hüzün olma­yacağını beyandan sonra hidayete tebaiyet etmeyenlerin ebedi havf ve hüzün içinde cehennem ateşine duçar olacaklarını beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar küfr üzre bizim, hakkaniyete delâlet ve tarîk-i müstakime irşad eden âyetlerimizi tekzib ettiler. İşte şu küfr üzere ısrar ve âyetlerimizi tekzib eden kâfirler, ebedî cehen­nemde kalıcı oldukları halde cehennem ateşine mülazimlerdir, asla ayrılmazlar.]  Çünkü cinayet-i küfrün cezası; ebedi azaptır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile beni âdemin cümlesine nimet-i âmme kabilinden olan Âdem (A.S.)'ın hilkatine ve lihikmetin cen­netten yeryüzüne nazil olmasına müteallik kıssa hitam buldu. Fa­kat haşeviye taifesinin zû'm ettikleri gibi Âdem (A.S.)'m cennet­teki zellesi enbiyanın masum olmamasına delâlet etmez. Zira; zel-lenin vukuu zamanında henüz nübüvvetini izhar etmemişti. Şece-re-i muayyeneden nehy, tenzih için olduğundan şecereden eki et­mek evlâyı terk etmek kabilinden idi. Zalim denilmesine sebep ise nefsine zulm ettiğinden ve evlâyı terkle cennette olan nasibine za­rar eylediğinden zulüm tabir olunmuştur. Niamı cennetten fevt ettiği nimetleri tedarik için tevbe ile emr olunmasından isyan et­mesi lâzım gelmez.    Şecereden eklin nisyan    üzere vaki olduğu

âyeti ile sabittir. Fakat esbab-ı nisyandan ken­dini muhafaza etmediği için itab olunmuştur. Yahut şecereden ekli içtihadda hata kabilindendir. Zira şecereden eki etmekten nehy; aynı şecere nev'inden değildir zannıyla o nevi diğer şecere­den eki etmesidir.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kâfirlerin ehl-i imana nisbetle pekçok olduklarını işaret için hidayete tabi olan kimseler müfred siğasıyla varid olduktan sonra kâfirler cemi' siğasıyla varid olmuştur. Küfrün ve tekzibin kemal-i kubhuna işaret ve mehabetin ziyadeliğine delâlet için âyetler nun-i azamete muzâf oL rak varid olmuştur. Çünkü tekzib; Allah'ın âyetlerini tekzib oldı ğu beyan olununca elbette mehabet ve korBu ziyade olur.

Hulâsa; cennetin elyevm mahlûk ve âli bir mevkide buluı ması* ve mâsiyetten tevbenin makbul ve hidayete tebaiyet edeni me'mun-ül akıbe olması ve azab-ı nar daim olup kâfirlerin ceheı nemde muhalled bulunmaları bu âyetlerden müstefad olan fevai cümîesindendir. [31]

 

Vacip Tealâ tevhidin delâilini ve nübüvvete ve emr-i âhirel müteallik delâili ve umumu beni âdeme ait olan niam~ı ilâhiyede bazılarını tadad ettikten sonra kütüb-ü sabıkada mezkûr olan mı saili ayniyle zikr etmek gaibden haber olup bir kimseden taallüı etmeyen ve bir kitap mutalasıyla meşgul olmayan zat-ı şerifte suduru, mucize kabilinden olduğu cihetle ehl-i kitabın sair mile den evvel tasdik etmesi lâzım olduğundan onlara hitab ve nail o dukları nimetleri tadadla iman ve insafa davet etmek üzere :

buyuruyor.

[Ey İsrail oğlanları! Zikr edin şol nimeti ki, o nimeti ben s zin üzerinize in'am ettim ve benim ahdimi yerine getirin ben d sizin ahdinizi yerine getiririm ve ancak benden korkun ve ban teveccüh edin ki, benim kahr-ü gazabımdan halâs olasınız.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile îsrail; Yakub (A.S.)'ın lâkabıdı: Lisan-ı İbranide safvetuüah veyahut abdullah demektir.

Nimeti; zikirle murad tefekkür ve şükrünü eda etmel tir. Zira birşeyi zikirden maksat; hakikatini düşünmek ve mucit ile amel etmektir ki, Beni İsrail de nimeti zikr etmekle emr olur dular. Çünkü; insan hasud ve gayur olduğundan gayrın nimetii zikir küfran-ı nimete badi olur. Amma kendi nimetini zikir, şükve rızaya badi olacağından Cenab-ı Hak kendilerine in'am ettiği nimeti zikirle emr etmiştir. Binaenaleyh herkes nail olduğu ni­metleri tezekkür etmek lâzımdır.

Vacip Tealâ'mn Beni İsrail'e in'am ettiği nimetle murad; pe­derlerini Fir'avmn zulmünden kurtarmak, deryada gark olmaktan tahlis eylemek, buzağı suretine ibadet cinayetinden affetmek, «Sahra-yı Tih»de bulutla gölgelemek ve «Men» ve «Selva» = kud­ret helvası ve kuş. etiyle beslemek, Tevrat'ı — saadet-i dünyeviye ve uhreviyeyi cami bir kitaptır — inzal etmek v.s. gibi diğer mil­letlerin nail olamadığı nimetlerdir. Çünkü; Beni İsrail şu tadad olunan nimetlerin cümlesine nail olmuşlardır. Şu halde bu nimet­leri onlar tezekkür ederlerse herkesten evvel iman etmeleri lâzım olduğunu Cenab-ı Hak tefhim buyurmuştur.

Gerçi şu tadad olunan nimetler zaman-ı saadette bulunan Be­ni İsrail'in pederlerine ihsan olunmuş ise de babanın nimeti evlâ­da nimet ve babanın iftihar edeceği şey evlâda medar-ı mefharet olduğundan zaman-ı saadette bulunanlara dahi nimet sırasında ta­dad olunmuştur.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile a h i d I e mu­rad; hıfz-ı lâzım ve halen bade halin murâatı vacip olan şeydir. Beni İsrail'in ahdi ile murad; tekâlif-i ilâhiyenin cümlesine riayet ve enbiya-yı kiram ve bilhassa ahir zaman nebisine iman edip hu­kukuna riayeti taahhüd demektir. Çünkü Tevrat'a iman; bunların cümlesini taht-i taahhüde almaktır. Allahü Tealâ'mn ahdi ile mu­rad; her teklifi eda mukabilinde sevap vermek ve teklifin gayesini muhafaza etmektir. Meselâ bizim için ahdi ifa etmek meratibinin evveli; imandır. Buna mukabil Vacip Tealâ'mn ahdi; bizim kanı­mızı hederden muhafaza ve malımızı ziyadan sıyanet etmektir. Bizim için ikinci mertebe de ahdi ifa; feraizi eda ve kebairden iç-tinab eylemek, Vacip Tealâ'mn buna dair ahdi ise sevap vermek ve mağfiret etmektir. Bizim için ahdin ifasından, murad; istikamet, Vacip Tealâ için de nimetini ihsan etmektir. Nakz-ı ahd edenlerin ancak Vâcib-ül Vücud'dan korkmaları lâzım olduğuna işaret için Cenab-ı Hak hasırla buyurmuştur. Yani: «An­cak benden korkun» demektir.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile bize gecede ve gündüzde vasıl olan nimetin kâffesi Vacip Tealâ'dandır. Zira; bizi halk etmek ve rızkımızı vermek gibi yalnız Allahü Tealâ'ya mahsus olan nimet­ler Allahü Tealâ'dan olduğu gibi bazı kulları vasıtasıyla bize vasıl oları nimetler dahi Allahü Tealâ'dandır. Çünkü; o kulları halk eden ve kudret veren Allahü Tealâ'dır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'e verilen ni­metlerin şanına tazim için Vacip Tealâ kendi zat-ı ülûhiyetine mu-zaf kılmış ve korkmaya lâyık ancak zat-ı ülûhiyeti olduğuna işa­ret için mef ul takdim olunduğu gibi kelâmı ilâhinin şart manâsını mutazammm olduğuna işaret için fâ lâfzı dahi varid olmuştur. Şu halde şart-ı mahfuzla beraber manâ-yı nazım : [Eğer siz birşeyden korkarsanız ancak benden korkun. Zira; korkmaya lâyık benim. Herkesin korkusunu bana hasr etmesi vacip] demektir.

Hulâsa; şükrünü eda etmek için insan nail olduğu nimeti zikr eylemek vacip olduğu ve ahdi ifa ederse ecr-ü mesubata nail ola­cağı ve mümine ancak Allahü Tealâ'dan korkmak ve Allah'ın gay-rıdan korkmamak lâyık olduğu bu âyetin mutazammm olduğu fe-vaid cümlesindendir. [32]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e ahdini ifa ile emr ettikten sonra Kur'ân'a imanla emr etmek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zikr edin nimetlerimi ve yerine getirin ah­dimi ve sizinle beraber olan Tevrat'ı tasdik edici olduğu halde in­zal ettiğim Kur'ân'a iman edin ve Kur'ân'a evvel küfredicilerden olmayın ve benim âyetlerimi azıcık bir paraya değişmeyin ki, âyetlerin ahkâmı mukabilinde yanlış telkinatla az paraya satın almayasımz ve ancak bana îttika edin ki, her cihetle benim gaza­bımdan Mıtaı etmYş Beyzâvî'nin beyanı veçhile iman; maksudu bizzat ve umde olduğundan ahdi ifada dahil olduğu halde şanına ihtimam için bu âyette iman ayrıca zikrolunmuştur.

Kur'ân, kütüb-ü semaviyede beyan olunan evsaf üzere nazil olduğundan kütüb-ü sabıkayı tasdik ettiği beyan olunmuştur. Yahut kısas ve hikâyede ve azab-ı ilâhi ile ibadı tehdidatta ve tev­hide davette ve ibadetle emir ve fuhşiyat ve maasiden nehy ve ahval-i âhiretten bahs etmekde Kur'ân, kütüb-ü sabıkaya mutabık olarak nazil olduğundan kütüb-ü sabıkayı tasdik ettiği beyan olun­muştur. Gerçi hasb-ez zaman nâsın mesalihine müteallik ahkâm-ı cüziyede kütüb-ü sabıkaya muhalif ise de o da zamanın ihtilâfından neş'et etmiş ve muhatabın ahval-i hususiyesine muvafık ahkâmda ihtilâfdan inbias eylemiştir. Hatta kütüb-i sabıka o zamanda nazil olmuş olsaydı o ahkâm-ı cüziye dahi Kur'ân'a muvafık surette na­zil olurdu.

Taife-i Yehud'un Resulullah'm şanına ve evsafına ilimleri olup ve mebus olacağı zamanla Tevrat'ta tebşirat olduğu ve iman etmekle memur oldukları cihetle evvelemirde iman etmek onlara vacip olduğuna işaret ve tariz için «Evvel kâfir olmayın» denil­miştir. Yoksa evvel küfürden nehiy; haşa ikinci merrede küfrün cevazına işaret değildir. Yani; «Evvel iman edenlerden olun da evvel küfr edenlerden olmayın»" demektir. Yahut «Ehl-i kitaptan küfr edenler olacaktır. Siz onlardan evvel küfr edenlerden olma­yın» demektir. Çünkü; Mekke'de müşrikler ehl-i kitaptan daha ev­vel Resulullah ve Kur'ân'a küfr ettiler. Resulullah Medine'yi teş­rif edince Medine etrafında bulunan yehuda «Evvel küfr edenler­den olmayın» demek «Ehl-i kitabın evvel küfr edenlerinden olma­yın» demektir.

Taife-i Yehud ulemasının kavminden hediyeleri ve rusum-u ilmiyeye müteallik tahsis olunmuş avaid ve atiyeleri olup Resulul-lah'a ittiba ederlerse bu atiyelerinin zevalinden korktukları için avam-ı nasa karşı dünya metaını ihtiyar ederek ahkâm-ı Tevrat'ı tahrif ettiklerinden ayat-ı ilâhiyeyi dünya metaına tebdil etmek­ten nehy olunmuşlardır. Aldandıkları dünya metaı onların naza­rında ve o zamana nisbetle hernekadar çok olsa dahi imanı terk sebebiyle âhirette fevt ettikleri nimetlere nispetle hiç değeri ve kıymeti olmadığına işaret için semen-i kalil olduğu beyan olun­muştur ki, «Azıcık bir paraya değişmeyin» demektir. Yahut ule­mayı yehûd, ruesa ve zenginlerinden rüşvet alarak Tevrat'ın, Re-sulullah'm evsafını beyan eden âyetlerini tahrif ettiklerine işaret için «Âyetleri azıcık paraya değişmeyin» buyurulmuştur. Yani «Tevrat'ın, Resuîullah'm evsafını beyan eden âyetlerini tebdil ve tağyir eyleyerek azıcık dünya metaına tebdil etmeyin» demekle ulema-yı yehudu ayat-ı ilâhiyeyi tahrif gibi bir cinayete cür'etten nehy etmektir.

Binaenaleyh; iman ve hakka ittiba ve huzuzat-ı dünyadan iraz ve ahkâm-ı Kur'ân'a riayet etmek suretiyle ancak Cenab-ı Hakka ittika etmeleri emr olunmuştur.

Kur'ân'a iman} Tevrat'a ve İncil'e imanı tekid ve takviye edi­cidir. Çünkü; Fahri Razi'nin beyanı veçhile Tevrat'ta ve İncil'de Resuîullah'm ve Kur-ân'ın evsafını beyan ve tebşir vaki olduğun­dan Resulullah'a ve Kur'ân'a iman, Tevrat'a ve İncil'e imandır. Kur'ân'a ve Resulullah'a küfür ise onlara küfürdür. Zira Kur'ân'a küfr etmek; Tevrat'ın ve İncil'in Resulullah'a ve Kur'ân'a müte­allik ahkâmını inkâr etmektir. Şu halde Tevrat'a tamamiyle iman, Kur'ân'a imanı muciptir ve kezalik Kur'ân'a küfr etmek; Tevrat'a küfr etmektir. [33]

 

Vacip Tealâ imanı emir zımnında küfür ve dalâli terkin lüzu­muna işaret ettikten sonra hakkı batıla karıştırmakla naşı idlâl ve iğvayı telkin vücuduna işaret etmek üzere buyuruyor.

[Hakkı batıla karıştırmayın ve hakkı bildiğiniz halde sakla mayın.]

Yani; sizin üzerinize nazil olan hakkı elinizle kendi arzunu üzere yazdığınız batıla karıştırmayın ve hakkın hak olduğunu bil diğiniz halde saklayıp batılı terviç etmeyin. Zira; batılı terviç içi hakkı ketm etmekte zarar-ı azim ve fitne-i cesime vardır. Halbuki hakkı bilenler için onu İzhar etmek vacip olduğundan hakkı sak­lamak haramdır.

Tei'sir-i Hâzinde beyan olunduğu veçhile hakla murad; Tev­rat'ta beyan olunan cvsof-ı Resulullah'tır. Batılla murad; yahudun evsai'-i ResuluLahı tağyir ve yanlış olarak . yazdıkları şeylerdir. Çünkü yahud hasedlerinden naşi hakkı tağyir ile batılı tervice ça­lıştıkları ve halkın zihnini iğfal için delâiii kendi arzularına mu­vafık te'vile uğraştıkları malûmdur. Binaenaleyh Cenab-ı Plak bu âyette onları bu gibi telbisattan nehyetmiştir ki, onları nehyet-mek; ümmet-i Muhammedi dahi nehyetmektir. Şu halde hakkı ba­tıla karıştırmak din-î Musa'da caiz olmadığı gibi din-i islâmda dahi caiz değildir.

Bu âyet, yahud hakkında nazil olmuşsa da manâda umuma şamil olduğundan her şahıs için hakkı batıla karıştırmaktan nehiy vardır. Binaenaleyh; gerek kendi şahsına müteallik ve gerek ahar şahsına müteallik hususatta ve gerek umuru âmmeye müteallik ahvalde hakkı batıla karıştırmak ve batılı terviç etmek ve batılla hakkı seti1 etmekten   u âyetle bilcümel mükellefin memnudurlar. [34]

 

Vacip Teaîâ imanla emir ile hakkı batıla karıştırmaktan nehy ettikten sonra şerayi-i diniyeden ve furû-u â'malden lâzım ve ehem olanlardan bazılarını beyan ve emretmek üzere buyuruyor.

[Namazı ikame edin ve zekâtı verin ve rükû edenlerle bera­ber siz de rükû edin.]

Yani; Allah'a ve resullerine ve kitaplarına imandan sonra sa-îavat-ı mel'ru/c-i hamseyi hududât ve erkân ve şeraitine riayetle evkatında eda ve Cenab-ı Hakka azanızla teveccüh ve zahir ve batınınızı şevağil-i nefsaniye ve bedeniyeden tathir edin ve emvali­nizde üzerinize farz olan zekâtı eda ile nüfusun iza buhl, hased ve hıkt gibi emraz-ı batmiye iras -eden âlâik-i hariciye ve avâriz-i lâ-hikiyeden nefsinizi halâs edin k, İbadet-i bedeniye ve maliyeyi nefsinizde cem' edesiniz ve namaz kılan Resulullah ve eshabıyla beraber namazınızı eda edin ki, cemaatten ayrı düşmüş olmayasmız.                           

Zekât; malı habasetten ve nefsi buhulden tathir edip mala bereket ve nefse fazilet ve kerem bahş ettiğinden zekât de­nilmiştir. Çünkü zekât; Beyzâvî'nin beyanı veçhile nemadan yani ziyade ve taharet manâsından me'huzdür.

Fahri Razi ve Beyzâvî'nin beyanlarına nazaran bu âyet, ka­firlerin furû-u â'malle mükellef olduklarına delâlet eder. Çünkü âyette hitab; yehudadır. Yahud ise henüz iman etmemişlerdi. İman, etmedikleri halde zekâtla emr etmek furû-u â'malle mükellef ol­malarına delâlet eder.

Rükû ile murad; salâttır. Zira rükû; salâtm erkân-ı mü-himmesinden olduğu cihetle zikr-i cüz irade-i kül kabilinden me­caz olarak salât burada rükû ile tabir olunmuştur. Ve yehudun salâtında rükû olmadığından salâttan murad; ehl-i islâmın salâtı olduğunu ve yehudun bu âyette mükellef oldukları salâtm salât-ı müslimin olduğunu beyan için rükû zikr olunmuştur.

İkame-i salâtla murad; mutlaka eda ve rükû ile murad cema­atle edayı emir olduğundan âyette salâtla emirde tekerrür yoktur ve cemaatle edanın yalnız eda olunan namaz üzerine yirmi yedi derece fazileti olduğundan şanına ihtimam için mutlaka salâtla emirden sonra cemaatle eda olunması ayrıca emr olunmuştur.

Yehud, zekâtı vermekte tekâsül ettiklerinden zekâtı vermek­le emr olundular. Zira; Tevrat'ın zekâta müteallik ahkâmını ihlâl ettiler ve ihlâl ettiklerini beyinlerinde ketm ederlerdi. Cenab-ı Hak sair esrarı keşf etmekten havf etmeleri için bunu izhar et­miştir.

Sadakat-ı mefruze ve nafile vermek, dünyada rızkın ziyade-liğine ve malın kesretine ve memleketlerin nıamuriyetine ve âhi-rette uyubun setrine ve kıyamette gölge ve cehennem ateşine perde olacağına dair Peygamberimizden varid olan hadis-i şerif Tef-sir-i Kebir'de mezkûrdur. [35]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e iman ve furu-u â'malle emr ettikten sonra kendi sözleriyle amil olmadıklarını beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Nasa iyilikle emr eder de nefislerinizi unutur musunuz? Hal­buki siz kitap okur erbab-ı ilimdensiniz. Kendi gafletinizi idrak edip düşünmez misiniz?]

Yani; Siz nasa enva-ı hayrat ve taâtla emreder de nefsinizi unutur, gayre emrettiğinizi nefsinize reva görmez misiniz? Eva-mir ve nevahi üzere müştemil ve ef'al-i haseneye terğib ve â'mal-i kabihadan tenfir eden kitabı siz kıraat ve ahkâmına âlim olduğu­nuzu iddia ederdiniz. Halbuki muameleniz cahil muamelesinden daha aşağıdır. Nefsinizi nisyan eder de fiilinizin kabih olduğunu taakkul etmez misiniz?

Ayette hemze istifham-ı inkâridir. Binaenaleyh Fahri Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile ulema-yı yahudun ahvaline taaccübü ve tevbih ve tekdiri mutazammmdır. Çünkü nâsa nasihat; tarîk-ı müstakime tergib ve tarîk-ı dalâlden tenfir etmektir. İnsanın gay­re şefkatle nasihat edip hayra sevk etmeye sa'y ettiği halde kendi nefsini tarik-i dalâlde bırakması makulün hilafı olduğundan Va­cip Tealâ bu hallerin taaccübe şayan ve tevbihe müstehak oldu­ğunu beyan buyurmuştur.                                     

Bir , Beyzâvî'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ'ya ibadet ve akrabaya riayet ve ecanibe hüsn-i iltifat gibi envâ-ı hayrat ve ibadâta şamildir.

Nisyan; birşeye ilmin husulünden sonra hadis olan se­hivdir. Sehven işlenen şeyden kişi mesul olmadığından unutmakla işlenilen şey üzerine zem terettüb etmeyeceği cihetle bu makamdan isyan; nefislerini bilerek menfaatim terk ve gaflet etmek mana­sınadır.

AkI : filasıl, haps etmek ve bağlamak manasınadır. Akılla idrak insanı kabâyihten hapsedip muhassenata bağladığından akıl denilmiştir. Yani «Akıbeti vahametli olan şeyden sizi men edecek aklınız yok mu?» demektir.

Âyet-i celile, âhire vâ'zedip kendi nefsini vâ'z ettiği ahkâm­dan muaf gibi tutanları zem ve kadh içindir. Zira; insan gayra vâ'zını evvel kendi nefsinde tatbik etmek lâzımdır. Çünkü; eğer söylediği söz haksa kendi ittiba etmek ve eğer hak değilse gayre söylememek mâ'kul ve mantıkîdir. Şu halde gayre vâ'z edip kendi amel etmemek şer'a cahil ve akıldan hali ahmak kimselerin ef'ai-i kabihaîanndandır. Binaenaleyh âyet-i ceiile; vaiz olan kimseyi nefsini tathire ve söylemiş olduğu mevâizi evvel kendi nefsinde icra etmekle tekemmül ettirmek ve badehu gayrın noksanını ik­male sevk ve teşvik etmek içindir. Yoksa fâsıkı vâ'zetmekten men' değildir. Çünkü; bir kimseye lâzım olan vâ'z veyahut amelden bi­rini terk etmekle diğerini terk etmek lâzım gelmez. Vaaz eder amel etmez, yahut amel eder vaazetmez. Ancak vaaz ederse amel etmek lâzjmdır. Gayre vaaz edip kendi amel etmemek kabahattir.

Kaz'i ve Fahri Razi'nin beyanlarına nazaran âyet-i celile; Me­dine'de bulunan yahudi uleması hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar nasa taatla emir ve masiyetten nehy ederler ve halbuki ken­dileri vaazlarının hilâfında hareket ederlerdi ve gizlice bir kimse Kesulullah'm ahvalinden sual ederse «Haktır, ittiba etmek vacip­tir») derler, fakat kendileri riyaset-i dünyeviyeyi feda edip ittiba etmezlerdi. Bundan başka halka sadakayla emrettikleri halde ken­dileri buhl ederler ve Tevrat'a ittiba ile emr ettikleri halde ken­dileri Tevrat'ın ahkâmına muhalefet ederlerdi. Çünkü; Tevrat Resulullah'a imanla emrettiği halde onlar Tevrat'ın ahkâmına mu­halefet ederler, iman etmezlerdi.

Kitapla murad; Tevrai-ı Şeriftir. Zira yehud: Tevratı tilâvet ve'ahkâmını taallüm ve tederrüs ederlerdi. Hatta Medine'de Tev­rat'ı okuyup okutmak için yehudilerin medreseleri bile vardı.

Gayre nasihat edip kendi mütenassıh olmayan kimselerin hal­leri taaccübe şayandır. Zira emr-i bil mâ'ruf ve nehv-i anilmünkerden maksat; âhari tariki hakka irşad ve mafsedeti mucip olan şeyden korkutmaktır. İnsanın kendi nefsine ihsanı gayra ihsandan daha evlâ olduğu halde nefsini terk etmek şayan-ı istiğrabdır.

Nasa vaaz edip kendi muttaaz olmayan kimsenin âhirette du-dağınm makasla kesileceğine ve ehl-i nar rayiha-i kerihesinden müteezzi olacaklarına dair ehadis-i celile Fahri Razi'de mezkûrdur. Vaazedip vaazıyla amil olmayan kimse gayre ziya verip kendisini yakan çırağa teşbih olunmuştur.

Âyet-i celile hernekadar ulema-yı yehud hakkında nazil ol­muşsa da hitap; vaazıyla amil olmayan bilûmum vaizlere şamil­dir. Zira itibar; elfazın umumuna olup hususuna değildir. Çünkü Kur'ân'da şeriat-i sabıka ahkâmına dair zikr olunan ahkâm; bu ümmet hakkında aynı şeriat ve ameli vacip olan ahkâmdandır. [36]

 

Vacip Tealâ imanla ve salâtı ve zekâtı eda etmekle emrettik­ten sonra salata devam ve sabra mülâzemetle emr etmek üzere buyuruyor.

[Cismin telezzüz edeceği şeylerden sabırla ve eda-yı salata müdavemetle havayiciniz üzerine Cenab-ı Hak'tan muavenet taleb edin. Halbuki salât. her şahıs üzerine ağır bir yüktür, illâ tevazu ve huşu' edici şol kimseler üzerine hafiftir ki, onlar Kablerine mü­lâki olacaklarına ve ancak Rablerinin lıuzuı-u manevisine rücu edeceklerine itikad ve iman ederler.] Bu misilli kimseler salâtı seve seve eda eder ve umur-u mühimmelerinde sabır ve salâtla istiane ederler.

Fahri Razi ve Hazin'in beyanları veçhile bu âyetle muhatap; sabır ve salata itikad ve iman eden müminlerdir, diyenler varsa da esah olan âyette hitap evvelâ Beni İsrail'e, badehu ehl-i manâ-, dır. Çünkü; Beni İsrail'in, sabrın selâmete sebep olduğunu itikad ettikleri gibi Halik Tealâ'ya tevazu ve tezellül ve zikrullahla işti­galden ibaret olan salata da iman ve itikadlan vardı. Zira; şeriat-i Musada namaz mevcuddu. Şu kadar ki, şeriat-i Muhamnıediyede salâtın keyfiyeti şeriat-ı Musadaki salâtın keyfiyetine muhaliftir. Meselâ şeriat-i Muhammediyede salâtta rükû olup din-i Musada salâtta rükû yoktur. Fakat asl-ı salât her iki dinde rnevcud oldu­ğundan yehud salâtın mihan-i dünyadan tesliye edeceğine kani oldukları cihetle salâtla istiane etmelerini emir buyurmuştur. An­cak âyet yehud hakkında nazil olmuşsa da hükmü yehuda münha­sır değildir, belki umuma şamildir. Binaenaleyh; cümle eh]-i iman bu âyette beyan olunan ahkâmla mükelleftir.

Bu âyet, yehudun müptelâ oldukları marazın ilâcını beyan kabilindendir. Zira; salâtla ve zekâtla emirde onlar için külfet ve meşakkat ve riyaseti terk ve maldan iraz etmek bulunduğu cihetle gayet ağırlık olduğundan Cenab- Hak bu âyette o ağırlığın ilâcı­nı tavsiye buyurmuştur. Yani «Tekâlif-i ilâhiyede gördüğünüz sıklete sabırla mualece ve mukavemet edin» demektir. Yahut sa­bırla murad; Beyzâvî'nin beyanı veçhile oruçtur. Çünkü oruç; şeh­veti kesredip nefsi tasfiye ettiği cihetle insanın huzuzat-ı şeheva-niyeden sabrını mutazanımındır.

Hususat-ı mühimmeye saîâtla tevessül olunmasını Vacip Te-alâ bu âyetle emr etmiştir. Zira salât; taharet, setr-i avret, Kabe'­ye teveccüh, kvraet-i Kur'ân, kelime-i şahadet ve nefsi arzusundan men etmek gibi ibadat-ı bedeniyeyi tevazu, tezellül, kalble niyet, Şeytanla mücahedeyi ve Vacip Tealâ'ya münacatı cami olduğun­dan Allahü Teaiâ salâtla dergâh-ı ülûhiyetinden istimdad ve iltica olunmasını tavsiye buyurmuştur.

Resulullah'nr umur-i mühimmede salâtla istiane buyurduğu mervidir. Şu halde cümle ehl-i imanın mühim olan işlerinde salâtı vesile ittihaz ederek Allah'tan yardım taleb etmeleri lâzımdır.

Sabır ve salâtla istianenin veyahut yalnız salâtla istianenin gayet ağır ve meşakkatli olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; salâtta menfaat itikad etmeyen bir kimse için salâtı eda etmek ne kadar müşküldür. Zira; insanların ef ali bir garaza müstenid olmak lâzım olduğundan menfaat görmediği birşeyi işlemek gibi insana ağır birşey olamayacağından Cenab-ı Hak salâtla istianenin ağır olup ancak huşu üzere ibadet edenlere ağır olmayacağını beyan buyur­muştur. Çünkü; huşu ve kemal-i inkıyad üzere iman ve ibadet eden kimseler âhirette Rablerinden sevap ve derecata nail olmak ve azabından kurtulmak ümid edenlerdir. Binaenaleyh; onlar na­mazlarından sevap gibi mukabilinde bir fayda beklediklerinden namaz kılmak onlara güç gelmez. [37]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e nimetini zikr etmekle vadini ifa ey­lemekle ve bazı furû-u â'mali eda ile emirden sonra emrini tekid ve hüccetini takviye ve Resulüne ittibaı terk edenleri tehdid et­mek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zikr edin sizin üzerinize in'am ettiğim nime­timi ve sizi âlemler üzerine tafdiî ettiğimi hatırınızdan çıkarma­yın.]

Fahri Razi ve Kazi'nin beyanlarına nazaran âlemle murad; Beni İsrail'in kendi zamanlarının âlemi olduğundan kendilerinden evvel ve sonra gelecek âlem üzerine efdal olmak lâzım gelmez ki, Fahr-i Âlem üzerine efdal olmaları lâzım gelsin. Şu halde fazilet­leri ancak kendi zamanlarına münhasırdır. Dünya mülkü, salta­nat, risalet ve kütüb-ü ilâhiye kendilerine verildiğinden zamanları âlemine efdal olmuşlardı. Şu halde dünyanın mülkü ve saltanatı ve resul sahibi olmak ve şeriate temessük etmek insanlar için fa­zilet ve meziyet ve taraf-ı ilâhiden kullarına nimet olduğuna bu âyet delâlet eder.

Bu âyette tafdil olundukları beyan olunan Beni İsrail ile mu­rad; Allah'ın kendilerine ilim, iman ve amel-i salih ihsan ettiği kimseler ve Allah'ın inzal ettiği kitapları tağyir ve tahrif etmeyen Beni İsrail'in müminleridir. Yoksa kâfir olanlar ve asr-ı saadette bulunanlar değildir. Lâkin insanın âbâ' ve ecdadının nimeti evlâdi hakkında nimet olduğundan asr-ı. saadette bulunanların âba' ve ecdadının fazilet ve nimetleri evlâtlarına nimet sırasında tadad olunmuştur. Zira; insanların âbâ' ve ecdadının fazileti eriyle ifti­har etmesi adetleridir.

İbad hakkında aslah olan şeyi halk etmek: Allahü Tealâ üze­rine vacip olmadığına âyet-i celile delâlet eder. Zira âyette tafdil; fazilet-i din ve fazüet-i dünyaya şamil olduğu gibi Vacip Tealâ in'am ettiğini beyanla imtinan buyuruyor. Eğer Allahü Tealâ üze­rine bu fazileti ihsan, etmek vacip olsaydı minnet yani ihsan etti­ğini beyan etmezdi. Çünkü; vacip olan birşeyi halk etmek zaruri olacağından ihsan sırasında tadad olunmazdı. Halbuki Cenab-ı Hak ihsan sırasında tadad buyurdu. [38]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e vaki olan nimetlerini zikr emu.'H;ri-ni emr ettikten sonra yevm-i âhiretlen korkmalarını tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Yevm-i kıyametin azabından korkun ki o günde bir nefis gerek âsi olsun gerek muti olsun ahar nefis bede­linde hiç bir şeyle cezalanmaz ve bir nefse nazil olan azaptan ahar nefis hiç bir zerresini defedemez. Belki herkes kendi derdinden diğerinin derdine iştirak edemez. Ye nefs-i kâfire hakkında hiç fcu-şefinin şefaati kabul olunmaz ve o nefs-i asiyeııin îsyanma muka­bil fidye kabul olunmadığı gibi isyanına hiç bir şc> muadil kılın­maz ve onlar ahar bir kimse tarafından yardım olunmaz ve mua­venet görmezler.]

Yani; bir kimsenin azabını hiç bir veçhile ahar bir kimse def edemeyeceği cihetle .kıyrmet gününün azabından ittika. etmeniz vaciptir.

Yevm ile murad; yevmin azabıdır. Çünkü; nefisi yevmderi havt ve ittikada manâ yoktur. Ancak korkulacak o günün azabıdır.

Fahri Razrnin beyanı veçhile âyetin manâsı; insanları maasi-den tehdid ve taâta tergibdir. Çünkü; yevmi kıyamette kâfirlere şefaat ve nusret olmayıp herkes kendi cezasıyla rnücazat oluna­cağını bilince ve azaptan halâsın başka çaresi olmayıp ancak ta-âtle halâs olunacağını idrak edince geçmiş günahı tövbeyle silmek ve geleceği ibadetle tedarikin çaresini düşünmek ve küfrü terk ve sebeb-i necat olan imana temessük etmek lâzımdır. Ayet-i celile kâfirlere şefaat olmayıp seyyiatları kefaretle ödenmeyeceğini ve bir kim.se tarafından muavenet görmeyeceklerini beyan hakkında ol­duğundan mutlaka şefaatin nefyine delâlet etmez. Çünkü âyet; âba' ve ecdatlarını şefaatleri ile azah-ı nardan halâs olacaklarını iddia eden yehud kâfirlerini red hakkında varid olduğundan kâ­firlere mahsus olan ahkâmı beyana mütealliktir. Binaenaleyh; ehl-i imanın günahlarını affa ve defecatfannı terfie ve bilhassa büyük günah sahiplerine mağfiret olunmasına d;*ir olan avât-ı ce­lile ve ehadis-i nebeviyenin beyanları veçhile âhirclU- şd'aatm vu­kuuna ve vücuduna bu âyet münafi değildir. Zira âyetin manâsı; yalnız kâfirlere şefaat yok demektir. Yoksa kâfir ve mümin hiçbir kimse hakkında şefaat yok demek değildir. [39]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan nimetlerini jcmalon beyandan sonra tyfsilen beyan etmek üzere buyuruyor,

[Zikr edin şol zamanı kî o zamanda ev Beni İsrail! Biz sizi Fir'avn ve Fir'avn'in âlü etbaının zulüm ve taaddilcrinden halâs ettik kî o Fir'avn ve etbaı size azabın eşed ve eşnaınr reva görür­ler ve size envâ-ı mihan ve meşakkati Ickİiı eder ve azabın pek büyüğünü (attırırlardı. Hatta kuvvet ve şevketinizi kırmak için oğlan evlâdınızı kati eder ve sizi *usva etmek için kızlarınızı ha­yatta bırakır ve nikâhsız istimal ederlerdi. İşte şu beyan olunan azapta Rabbiniz tarafından size büyük imtihan ve iptilâ vardır. ]

Beyzâvı'nin beyanı veçhile Fir'avn Kıpt kavminden Mısır pa­dişahlarının lâkabıdır. Acem Meliklerine Kisra^Rum. Meliklerine Kayser, Habeş Meliklerine Necaşi ve Yemen Meliklerine Tubba denildiği gibi Mısır Meliklerine de Fir'avn denilirdi. Hz. Musa za­manındaki Fir'avn'ın ismi «Meneftah»dır. Hz. Yusuf zamanındaki Fir'avn'ın ismi «Reyyan»dır. Reyyan'ın Heksoslardan olma ihti­mali vardır. Yusuf (A.S.) ile Musa (A.S.) beyninde dört yüz sene­den ziyade bir zaman geçtiği tarihlerde mezkûrdur.

Tefsir-i Hazin'in ve Fahri Razfnin beyanlarına nazaran Fir'­avn Beni İsrail'i â'mal-i şakkaya taksim etmiş ki bazıları ekin eker, bazıları ağaç diker, bazıları kerpiç keser, bir kısmı ebniye yapar, diğer bir kısmı dağlarda taş yontar ve bir kısmı da hela temizlerdi. İşinde bulunmayanlara ağır cizye vaz eder ve hatta hergünün ciz­yesini gününde teslim edemeyen kimse elleri boynunda bağlı bir ay haps olunurdu. Dağlarda yontmuş oldukları taşları omuzların­da sürüklemekle getirdiklerinden kiminin eli kırılır, kimi taş al­tında ölür ve sağ kalanların arkaları yara olur ve daha nice hatır ve hayale gelmedik azaplarla muazzap olurlardı. Fir'avn'ın ve et-baınm Beni İsrail'e reva gördükleri sû-u azabı Vacip Tealâ Beni İsrail'in oğlanlarının kesilip kızlarının ibka olunmasıyla beyan ve izah buyurmuştur. Zira oğlanları kati edip kızların ibkası; neslin inkıtaına badi olduğu gibi mesalihi nisvanın fesadını dahi mucip­tir. Çünkü tedariki maişetten taife-i nisvan acizdir. Ve dokuz ay müddetinde hami için çekilen zahmetler akabinde veledin tevellü-düyle beraber kati olunması elbette nefs-i insana gayet ağır gelen şeylerdendir. Ve oğlan kıza nispetle ebeveyn indinde daha kıy­metli olduğu için oğlanı kati edip kızı ibka etmek ayrıca bir azab-ı şediddir. Ve oğlansız kız evlâdını ibka â'dâ elinde esir firaş etmek cihetinden Beni İsrail'e zül ve ar ve ayıp olduğu cihetle felâket üzerine felâketti.

Fir'avn, Beni İsrail'den zuhur edecek bir oğlan elinde salta­natın zail olacağına dair görmüş olduğu bir rüya üzerine Beni İsraü'in oğlanlarının katlolunmasını emretti ve mahallâta bekçiler koydu. Doğan oğlanları katlederken Beni İsrail'in ihtiyarları da bittabi ölüyorlardı. Vükelâsı «Beni İsrail'in eskileri vefat ediyor, yenilerini de biz öldürüyoruz. Akıbet amel-i şakka bizim üzeri­mizde kalacak» demeleri ve telâşa düşmeleri üzerine Fir'avn bir sene doğanları kati etmek ye diğer sene de doğanları ibka etmek üzere emir verdi. Harun (A.S.)'m affa tesadüf eden senede ve Musa (A.S.)'m da katle tesadüf eden senede dünyaya geldikleri mervidir.

Fir'avn'in enva'ı mezaliminden halâs etmek Beni İsrail hak­kında nimetlerin büyüğü olduğundan Vacip Tealâ bu halâsın ni-met-i azime olduğunu beyan buyurmuştur.

Hulâsa; hayır ve serden insana her ne isabet ederse taraf-ı ilâhiden olduğunu ve sürür verecek şey isabet ettiğinde şükrün ve keder verecek şey isabet ettiğinde sabrın lüzumu ve her iki ciheti de Allah'ın kullarına iptilâ ve imtihanı bulunduğunu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[40]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki ulan nimetlerinden ikin­cisini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zikr edin şol zamanı ki, ol zamanda biz sizin deryaya duhulünüz sebebiyle denizi fırak-ı kesireye tebdil ettik ve o fırkalar aralarında sizin denizi geçip Fir'avn'in şerrinden kur­tulmak için denizin bazısını bazısına rapt edip yollar kıldık. Bina­enaleyh; size necat verdik ve sizin gözünüzün önünde onların hal­lerini görür ve nazar eder olduğunuz halde Fir'avn'ı ve etbamı de­nize gark ettik.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'in on iki kabilesi adedince deniz on iki yo! olmuş ve her kabile bir yoldan denize girmişler ve deniz billur gibi olduğundan aradaki su yığınları ka­bilelerin birbirini görmesine manî olmamıştır yahut aradaki su yı­ğınlarından birbirini görmeye pencereler açılmış ve kabileler bir­birlerinin hallerine vakıf olarak geçmişlerdir.

Fir'avn'in helaki zamanı için mukadder olan vakit gelince Cenab-ı Hak geceyle Beni İsrail'i alıp Mısır'dan çıkmasını Musa (A.S.)'a emr etti. Fakat Beni İsrail düğün bahanesiyle Kıptilerin ellerinde bulunan ziynetlerini alıp beraber götürmüşlerdi. Fir'­avn'in haberi olunca askerini cem ile Beni İsrail'i bittakip nihayet denizin kurbunda Fir'avn ve askeri Beni İsrail'e yaklaştılar. Beni İsrail onların gelmesinden telâş edince onlar için denizde yollar açıldı, geçtiler. Onlar geçince Fir'avn etbaı ile beraber tama' ede­rek denize daldıklarını ve akıbet gark olduklarını Vacip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur.

Beni İsrail'in necat bulup gözleri önünde düşmanlarının helak olması ve düşmanlarının emlâk ve emval ve arazisine varis olma-    \ lan dünyaca, en büyük nimetlerdendir.

Şu harikulade mucizenin zuhuru kalblerinde olan şekki iza­leyi ve Hz. Musa'ya itaat ve imanlarında inkıyadlarını mucip olup cümle umurun Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu bilmelerine se­bep olduğundan bu vaka, haklarında diyanet cihetinden dahi pek büyük nimettir ve bu kıssayı aynıyla beyan etmek; ümmet-i Mu-hammed hakkında dahi nimettir. Çünkü; Peygamberimizin oku­yup yazmadığı halde vukuatı aynıyla beyan etmesi mucize-i bahi­re olduğundan sıdk-ı nübüvvetine delâlet eder hüccet-i zahiredir. Allahü Tealâ'ya muhalefet edenin dünyada ve âhirette rezil ve rüsva olacağına ve Allahü Tealâ'ya itaat edenlerin akıbet selâmet bulup saadet-i dareyne nail olacaklarına bu âyette işaret olunan vukuat del İM kâfidir. Çünkü; Fir'avn ve kabilesinin o kadar kuv­vet ve saltanatlarıyla beraber Allahü Tealâ'ya asi oldukları için helak ve Beni İsrail fakr-ü hal ve za'fla beraber iman ve itaat et­tikleri için enva'ı azaptan halâs olmaları asinin helakine ve âbidin helakten necatına delâlet eder. Şu halde geçmişlerin vukuatı ge­leceklere ders-i ibrettir.

Eyyaın-ı ahirede Mısır'da lâhdi bulunan Fir'avn; Hz. Musa zamanında gark olan Fir'avn değildir. Lâhdi bulunan Fir'avn'ın ismi Tutankamon'dur. Hz. Musa'nın zamanındaki Fir'avırın ismi ise söylendiği üzere «Meneftah»dır. [41]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e vaki olan üçüncü nimet beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zîkr edin şoi zamanı ki o zamanda biz, Musa (A.S.)'a kırk gece vaad verdik ve mskata gelmesini emrettik, Mu­sa (A.S.) emrimize imtisal ederek ahdini ifa etmek üzere kırk gece münacâta devama mübaşeret ettikten sonra zaîim olduğunuz hal­de siz buzağı suretini mabud ittihaz ettiniz. Halbuki ibadetinizi mevzi-i lâyıkınin gayrıya \az ettiğiniz için zalim oldunuz. Şu ci-nayet-i azîmeye cüretinizden sonra nedamet ve levbe edince hh şükretmeniz için sizin kusurunuzu atfettik.]

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Allah'ın vadiyle rourad; mikata gitmesini Musa (A.S. Ya emr etmektir. Musa (A.S.) ırı vadiyle murad; kabul edip derhal evire imtisal etmesidir. Mı­sır'da Cenab-ı Hak Musa (A.S.)'a bir kitap, inzal edeceğini vaadet-nıiş ve Musa (A.S.) da Beni İsrail'e tebşir ettiğinden Fir'avn'ın şerrinden saha-i selâmete çıkınca Beni İsrail Musa (A.S.)'dan va­ad olunan kitabı taleb etmeleri üzerine Musa (A.S.) Cenabı Hak­ka tazarru ve niyaz etti. Allahü Tealâ da otuz gün Zilkade'den ve on gün de Zilhicceden ilâve ederek kırk gün Tûr-u Sina'da rnüna-cat etmesini emir buyurdu.

Emr-i ilâhiye imtisalen Harun (A.S.)'ı Beni İsrail'in umur ve hususuna halife tayin edip Musa (A.S.)'m mikata gitmesi, üzerine «Samirî» isminde bir münafık Beni İsrail'in elinde bulunan hül-liyati cem eder. Kendisi kuyumcu sanatında mahir olduğundan derhal bir buzağı sureti döker ve Beni İsrail'e işte sizin ve Musa'nın mabudu budur demesiyle Beni İsrail bu söze inanır ve vakit fevt etmeksizin hemen ibadete başlarlar. Bu kadar az bir zamanda iğfal olunmalarının sebebi; denizden geçerken «Samirî» Cibril-i Emin'i bir at üzerinde insan suretinde görüp, atının ayağını bas­tığı mahallerin harikulade olarak ani surette yeşil çimen olduğu­nu görmesiyle bu emr-i garipten emmare-i hayat olduğuna istid­lal eder. Mezkûr atın ayağını bastığı yerden almış olduğu bir avuç toprağı hulliyattan dövmüş olduğu buzağı suretinin külçesine ka­rıştırır ve ondan bir şada hasıl olur. İşte bu şada; Beni İsrail'in pek çabuk aldanmalarına sebep olmuştur. Ayların hesabı hilâlden bed' edip hilâl ise gece zuhur ettiğinden Musa (A.S.)'m mikatında kırk gece tabir olunmuştur. Çünkü mikat; yalnız geceye mahsus değildi. Belki gündüz ve gece mecmuu bir gün sayılıyordu. Bu kıs­sa ümmet-i Muhammedin sair ümmetlerden hayırlı olmasına de­lâlet eder. Zira; Beni İsrail berahin-i katiye ve mucizat-ı bahireyi gözleriyle görmüş iken bir münafıkın iğfaline aldanıp şüpheye düşmeleri kemal-i hamakatlerine delâlet eder. Halbuki ümmet-i Muhammed re'y-el'ayn mucizat-ı nebeviyeyi müşahede etmedik­leri halde zaman-ı saadette zuhur eden mucizata tamamiyle iman edip itikadlarına şüphe ve dinde sebatlarına asla halel gelmemiştir. İtikadiyatta taklidin mahzurdan salim olmadığına şu vukuat delâlet ettiği gibi Resulullah'ı tesliyeye delâlet eder. Çünkü; Beni İsrail'in itikadları taklide müstenid olup henüz delâilini tetkik ile takarrür etmediğinden - birdenbire dönüverdüer. Beni îsrail Hali­ka ibadeti terkle mahluka ibadet edip ibadeti mahallinin gayrıya sarf ederek menfaattan hali mazarratı ihtiyar ettiklerinden nefis­lerine zulmettiklerini Cenab-ı Hak beyan için «Siz zalimlersiniz») buyurmuştur. [42]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e vaki olan nimetlerden dördüncüsü­nü beyan etmek üzere buyuruyor.

 [Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki o zamanda biz azi-müşşan Musa (A.S.)'a esrar-ı rubibiyet ve ubudiyeti cami olarak mev'ud olan kitabı ve sizin tarîk-ı hakka ihtida etmekliğiniz için hakla batıl ve hidayetle dalâlet beynini tefrik eder Tevrat'ı ver­dik.] Sizin, Musa (A.S.)'m mikata gittikten sonra şirk etmenizle biz Musa'nın emrinde ihmal etmedik. Binaenaleyh Musa (A.S.)'ın şeriatini tanzim ettik.

Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Fürkan'la murad Tevrat'tır. Zira; Tevrat'ta iki,sıfat vardır: Birincisi; taraf-ı ilâhi­den tnünzel kitap olması, ikincisi; hakla batıl ve küfürle ifnan bey­nini tefrik eder hüccet-i kafiye olmasıdır. Yahut Fürkan'la mu­rad; hakla batıl beynini tefrik eden Hz. Musa'nın mucizeleri ve düşmanları üzerine nusretidir. Hangi manâ murad olunursa olun­sun gerek kitap ve gerek Furkan Beni İsrail'in ihtidalarına hadim olan in'am-ı ilâhi cünılesindendir Çünkü senelerce Fir'avn'ın esa­reti ve enva'ı azapları altında ezilmişken ufku nübüvvetten şems-i taban gibi Musa (A.S.) enva'ı mucizatla tulü' ile koca Fir'avn hü­kümetini mahv-ü muznıahil ederek Beni İsrail'i sâha-i selâmete çıkarması Beni İsrail'in hidayetine sebep olacağı gibi hillüv hür­meti tefrik eder ve saadet-i dareyni kâfil Tevrat gibi bir kitap ge­tirmekle halkın dünyevi asayişini tanzim ve uhrevî itikadların] tahkim etmek elbette ihtidaya vesile ve sebeptir. [43]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail hakkında vaki olan beşinci nimetin beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zikredin şoi zamanı- ki o zamanda Musa (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavınım! Buzağı suretini mabud itti­hat etmekle nefsinize zulmettmiv.. Zira; ibadeti mevzi-i lâyıkının gayuya vaz etmekle dünya ve âbiret'hayratından mahrum oldu­nuz. Binaenaleyh şu itikad-ı fasihten tevbe ile tazarru ve tezellül ederek halikınızın dergâhına rücu edin ve vaki olan isyanınıza ne-damet-i kâmileylc nedamet ettikten sonra nefsinizi katledin. Zira; nefsinizi katletmeniz tevbenizîn kabulünü itmam edecektir. Çün­kü nefsinizi katletmek; halikınızın indinde sizin için hayırlıdır. Zira nefsinizi katletmek; şirkten taharet ve hayat-ı ebedîyeye vus-İat olduğu için hakkınızda menfaati mahzdır» dedi ve bu minval üzere zuhur eden emr-i ilâhiyi Musa (A.S.) onlara tebliğ etti. On­lar da emr-i ilâhiye îmüsalen tevbe ettiler Hz. Musa tevbelerinin kabulünü beyan etli ve dedi ki «Allahü Tealâ sizin tevbenizi ka­bul buyurdu. Zira; Allahü Tealâ kullarının kusuru ne kadar bü­yük olsa tevbekrini kabul ile merhamet buyurucudur.»]

Gerçi katil, zahirde mihnet ise de katil sebebiyle masiyet-i azimeden halâs olmak umur-u dinde pok büyük nimet olduğundan Cenab-ı Hak Beni İsrail'in nefislerini katletmelerini haklarında nimet sırasında ladad buyurmuştur.

Vahr-i Razi'nin beyanı veçhile nefislerini katletmek ayn-ı tev­be değildir, belki tevbenin mütemmimidir. Katolunmaiarı, tevbe­lerinin kabulü için. şart olduğu beyan olununca herkes dizlerini karınlarına zam ederek oturdular. Hatta elleriyle kendilerim ko­rumaları tevbelerinin kabulüne mani olduğundan kılıca boyunla-' rmı uzatırlar ve elleriyle asla hareket etmezlerdi. Maktul düşecek olanlar katillerin babaları ve oğlanları ve biraderleri olduğundan birbirlerini görünce rikkat-ı kalbin emr-i katle mani olmaması için Allahü Tealâ kaim bir bulut halk etti. Herkes birbirini gör­mez bir halde kuşluktan akşama kadar şirk etmeyenler şirk eden­leri kati ettiler. Akşam üzeri Musa ve Harun (A.S.) katolunahla­rın çokluğuna bakarak kalplerinde hasıl olan rikkat onları duaya sevk etti. Dua ettiler ve Cenab-ı Hak da emr-i katli affetti. Ancak aiTı ilâhi gelinceye kadar pek çoklarının katlokmdukları mervidir.

Nefislerini katille murad; aharın katli İçin nefislerini tesirin­dir. Yoksa kendi nefislerini elleriyle kati etmek değildir.

Şeriat-i Muhammediyede irtidad eden kimse kati olunur. İrtidaddan tevbe eden kimse kati olunmaz. Amma şeriat-i Musada irtidaddan tevbe edenlerin tevbesinin kabulü kati ile beraber ol­du. Çünkü ahkâm-ı şerait; zaman hasebiyle ihtilâf eden ahvalden ve devr-i Adem'den beri ibad üzerinde cereyan eden adat-ı ilâhi-yedendir.

Beyzâvî'nin beyanatı veçhile Beni İsrail'in gayet gabavet ve cehaletlerine işaret için katil emri Allahü Tealâ'nın onları halik olması üzerine terettüp etmiştir. Çünkü; halik hakimin ibadetini terk edip gabavette darb-ı mesel olan sığır suretine ibadet hama-katin nihayesi olduğu gibi mün'iminin hakkını bilmeyen kimseden o nimetin istirdadı lâzım olduğuna işaret olmak üzere bünyelerini izale ve hayatlarını ifna etmekten ibaret olan kati olunmakla emr olundular. Çünkü; kendilerine hayatı veren ve vücutlarını halk eden Halik Tealâ'mn şükrünü terk edince nimetlerini kendilerin­den selb etmeleriyle emr olundular. Binaenaleyh; mabuda ibadeti1 terk etmeleri hayat gibi mühim bir nimetin zevaline ve sair ni­metlerden mahrumiyetlerine sebep olmuştur. [44]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan nimetlerden altın­cısını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zikr edin şol zamanı ki o zamanda siz Musa (A.S.)'a hitaben «Ya Musa! Biz suret-i aleniyede Allah'ı görünce­ye kadar sana elbette iman etmeyiz» dediniz. Sizin takatiniz ve liyakatiniz fevkinde birşeyi talebe cüretinizden dolayı kahır ve gazabımızdan neşet eden yıldırım sizi nazar edip görür olduğunuz halde muahaze etti. Helak oldunuz. Vefat edip bir müddet meyyit olduktan sonra biz sizi şükretmeniz için ihya ettik]

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Allahü Tealâ'yı su-ret-i aleniyede görmek isteyen Hz. Musa ile mikata giden yetmiş kişi olduğu mervidir ve fartı inad ve taannüdlerine binaen bu dün­yada muhal olan şeyi taleb ettiklerinden kendilerine semadan sa-ika-i nar isabet ederek helak olmuşlardır. Çünkü; onlar Cenab-ı Hakkı ecsama teşbih edip ecsamı mukabil ve muhazi olarak gör­dükleri gibi Vacip Tealâ'yı görmek talebinde bulundular. Halbuki Vacip Tealâ'yı bunların talebi vech üzerine görmek muhaldir. Amma Allahü Tealâ'yı bu dünyada bizim bildiğimiz rü'yetin key­fiyetinden münezzeh olarak âhirette müminlerin bilâ keyf ve lâ misal görecekleri nusus-u Kur'aniye ve ehadis-i nebeviye ile sa­bittir. Enbiya-yı izam Haşaratından bazılarının bu dünyada bazı ahvalde gördükleri mervi ise de âhâd-i ümmetten birinin bu dün­yada Cenab-ı Hakkı görmesi mümkün değildir.

Saika; semadan nazil olma bir ateş yahut şiddetli bir sayha veyahut melâikeden bir nevi askerdir. Saikanın muahaze-siyle helak olanları Cenab-ı Hak bir gece ve gündüz meyyit kal­dıktan sonra ihya buyurmuştur. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bunlar helak olunca Musa (A.S.) Vacip Tealâ'ya tazarru ve niyazda bulunur ve der ki, «Ya Rabbiî Emr ettin, em­rine imtisalen bunları diri olarak ben getirdim. Beni İsrail'in bü­yükleri ve ululan bunlardır. Şimdi helak ettin, ben Beni İsrail'e ne cevap vereyim? Ya Rabbi! Lutf-u kereminden bunları ihya et ki getirdiğim gibi götüreyim» unvanında Musa (A.S.)'m istirhamı üzerine Cenab-ı Hak onları ihya buyurmuştur. Saika ile helak olanları tekrar ihya buyurmak ihya olunanlar hakkında nimet ol­duğu gibi sair Beni İsrail haklarında dahi nimet-i uzma olduğun­dan Cenab-ı Hak cümle Beni İsrail hakkında nimet sırasında tadad buyurmuştur. Çünkü; gözleri önünde helak olanların ihya olun­ması kudretullaha pek büyük bir delil ve imanlarında sebata ve sair mekasıd-ı uhreviyeye ihtidalarına sebep olduğundan elbette bu ihya, cümlesi hakkında nimet olmuştur.

Fahri Razfnin beyanı veçhile bu vaka Beni İsrail hakkında nimettir. Çünkü; tâib ve müstağfir olsunlar diye vefat ettikten sonra ihya etmek onlar hakkında aynı nimet olduğu gibi zaman-ı saadette bulunanların nübüvvet-i   Resulullahı inkârlarını  Musa (A.S.)'m nübüvvetini inkâr edenlerin inkârlarına teşbihle asr-ı sa­adette bulunan yahudileri insafa davet etmektir.

Bu vakada Resulullah'ı tesliye vardır. Zira nübüvveti inkârın enbiya-yı saireninümmetlerinde dahi vaki olduğunu beyan etmek; ümmetinin inkârı Resulullah'a mahsus olmayıp cemî' enbiyanın ümmetlerinde vukuunu beyan elbette Resulullah'ı tesliyedir. Çün­kü; umumi olan belânın tayyib olması adettir.

Allahü Tealâ'yı rüyet, âhlrette vaki olacaksa da dünyada ta-leb etmek münkirattan olduğundan ve dava-yı nübüvveti ispata kâfi mucize izharından sonra tekrar delil taleb etmek inat ve istik-bardan ibaret olduğu cihetle bu talepleri helaklerini mucip ol­muştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanına nazaran saikayla vefat edenler meyyit olarak bir gün bir gece kaldılar, badehu ihya olundular. Yahut saika ile vefat etmediler. Belki saika onların- vücuduna ler-ze verdi, akılları zayi oldu ve helake karib bir hale geldiler. Bade­hu ifakat buldular demektir.

Hulâsa; Beni İsrail'den bir taifenin «Allah'ı görmeyince iman etmeyiz» dedikk 'i ve bu sözleri üzerine onları saika ahz edip he­lak oldukları ve helâktan sonra Vacip Tealâ'nın onları ihya ettiği ve şu nimete karşı onlar üzerine şükrün vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cüml'esindendir. [45]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail hakkında vaki olan yedinci nimetini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Biz azimüşşan sizin üzerinize bulutu gölge kıldık ve sizin üzerinize kudret helvası denilen tatlı pekmezi ve semiz kuşları se­madan inzal ettik ve bizim sizi merzuk ettiğimiz rızkın güze/İlerinden yiyin demekle «men ve selva»dan ekletmeyi size mubah kıl­dık. Halbuki onlar küf ran-ı nimet etmek ve hukuk ve keremi unut­makla bize zulm etmediler. Velâkin kendi nefislerine zulm etti­ler.] Zira; küfran-ı nimet etmekle nefislerine ait olan fevaidden mahrum oldular.

Eeyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile ğamam'la murad; Beni İsrail'in «Arz-ı Tih»de hararet-i şemsten Hz. Musa'ya şikâ­yet etmeleri üzerine Musa (A.S.)'m duası eseri olarak onları hara­ret-i şemsten gölgesiyle Allahü Zülcelâl'in musahhar kıldığı bulut­tur. Çünkü; (Sahra-yı Tih)te hararet-i şemsten onları muhafaza edecek bir gölge olmadığından onlar her nereye giderlerse bir bu­lutun gölgesi altında rahat etmeleri haklarında pek büyük nimet olduğu bu âyetle beyan buyurulmuştur. Men; sabaha karşı ağaç­lar üzerine iner ve gün doğduktan sonra toplanır tatlı bir nimettir. Herkes bir gün ve bir gece yetecek kadar toparlayıp bununla ta­gaddi ederken «Tatlı kifayet etti, tuzlu isteriz» demeleri üzerine Musa (A.S.)'nı duasıyla Allahü Tealâ «Selva kuşunu» ihsan etti. Herkes hergün kendine kifayet edecek miktarı bu iki nevi nimet­ten toplarlar ve yalnız Cuma günü iki günlük rızık cem ederlerdi. Çünkü; Cumartesi günü hiçbir şey nazil olmadığından o gün aç kalmasınlar diye her iki günün erzakını Cuma günü cem'etmeye müsaade olunmuştu.

îmam-ı Buhari ve Müslim'in ittifaklarıyla «Said b. Zeyd» Hz.'den rivayet olunan bir hadiste Resulullah «Kem'e (men) dendir ve suyu göze şifadır» buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerife nazaran bu nevi mantar ümmet-i Muhammed için Beni İsrail'in menni menzilesindedir. Bu nevi mantarın suyu bazı edviyeyle beraber göze şifa demektir, yoksa yalnız suyu damlatılırsa şifa demek de­ğildir. Bazıları yalnız suyu damlatılırsa kendine mahsus bir acı 41e şifa olur demişlerse de mantarın suyu her ağrıya menfaati mu­vafık gelmeyeceği Tefsir-i Hâzin'in cümel-i beyanatmdandır. Şu haldfe tabibe müracaat lâzımdır veyahut iyi bir tecrübeye muhtaç­tır. Befâi İsrail «men» ve «selva»yı cem ve iddihar etmemekle mü­kellef oldukları halde iddihar ettiklerinden taaffün etmiş ve kurt­lanmıştır. Zira; emr-i ilâhinin hilâfına harekette daima zarar olup menfaat olknayacağı nice yüz binlerce vukuatla sabittir. İşte Beni İsrail'in şu vukuatı dahi şer'in hilâfına harekette faide olmadığını ispat etmiştir. İddihar olunmamak lâzımken emr-i ilâhinin hilâfı­na iddihar ettiklerinden dünyada ezasız ve âhirette hesap ve azap-sız nail oldukları nimeti kaybetmekle nefislerine zulmettiler. Bi­naenaleyh, küfran-ı nimetle nimetleri zail olmuştur. Çünkü; her vakit taze taze nazil olup hergünün rızkını hergün cem edip ya­rınki gün için hazırlık yapmamalarını erar ettiği halde onlar emr-i ilâhinin hilâfına hırs ve tama' ettiklerinden ( ?jj*-ıfij~\ ) fahva-sınca zahmetsiz nail oldukları rızıklardan mahrum olmuşlardır.

Zaman-ı saadette bulunan yahudilerin âbâ' ve ecdatlarına ih­san olunup küfran-ı nimet sebebiyle mahrum olduklarını beyanla asr-ı saadet yahudileri Resulullah'm nübüvvetini tasdike davet olunmuşlardır. Çünkü; Resulullah umum nasa meb'us bir resul-ü zişan olup haklarında pek büyük nimet olduğundan ecdatları gibi bu nimetin kadrini bilmezlerse dünyevi ve uhrevi cümle nimetten mahrum ve hüsran-ı ebediye duçar olacaklarına işaret olunmuştur. [46]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e ihsan ettiği nimetlerden sekizinci­sini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki biz o zamanda size şu makarr-ı enbiya olan karyeye —ki Beyt-i Mukaddes'tir— gi­rin ve o karyenin me'külâtından bol bol istediğiniz yerden yiyin, sizin için mubahtır ve o karyenin kapısından secde eder olduğunuz halde dahil olun ve deyin ki «Ya Rabbi! Bizden sudur eden hataya ve maâsiyi tenzil et. Mukteza-yı beşeriyet irtikâb ettiğimiz cürmü-müzü af buyurmanı rica ederiz» unvanında istirhamda bulunan ki biz de Jıatayanızı mağfiret edelim dedik ve böyle demekle size ne-sayih-i mühim mede bulunduk. Ve sizden ibadet ve taatla ihsan ve emrimize imtisal edenlerin sevaplarını biz ziyade kılarız demekle sizi ibadete terğib ettik.]

Karyeye duhul ile emir; emr-i teklifidir. Karyeyle murad; Eriha veya Mısır olmak ihtimali varsa da esah olan Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Beyt-i Mukaddes'div. Bu emir «Arz-ı Tih»de kırk sene kararlarını bitirdikten sonra vaki olmuştur. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile istedikleri yerde bol bol ye­mekle emr etmek; o karyede ikamet etmeleri ve-iskân olunmaları emrini de mutazammmdır.

Beyt-i Mukaddes'te ahali tecemmu ettikleri için karye denil­miştir. Babla murad; Bab-ı Hıtta'dır. Vacip Tealâ Bab-ı Hıtta'dan girerlerken secde ile girmeyi emr etmiştir. Secdeyle murad; ke-maM tezellül ve tevazudan ibaret olan türab-ı mezellete yüzünü sürmek manâsına secdedir. Yahut rükû manasınadır. Herhangi ma­nâ murad olunursa olunsun Arz-ı Tih'ten halâs olmalarına teşekkür manâsını müş/irdir. Hitta ; bizim matlubumuz günahlarımı-zvn affolmasıdır. Ya Rabbil Bizim günahlarımızı dejter-i â'malimiz-den tenzil et, demektir. Yani [Hıtta deyin, eğer siz böyle derseniz biz de-hatalarınızı mağfiret ve-erbab-ı ihsanın ecirlerini ziyade ede­riz] demek olur.

Medarik'te beyan olunduğu veçhile hıtta demenin asilere tev-be ve kefaret, muti ve munkad olan mümin-i. halislere terfi-i.dere-cat olduğuna işaret için Vacip Tealâ mağfireti ve sevapta ziyadeyi hıtta demeleri üzerine terfi buyurmuştur.

Ziyadeyle murad; emr-i âhirette ziyade olduğuna nazaran sevabın ziyadelenmesidir. Amma umur-u dünyada ziyade olduğu­na nazaran rızkında vüsati ve o karyenin gayrı başka karyelerin feth olunması gibi nimet-i dünyanın tezayüdüdür.

Hulâsa; Beni İsrail'e «Arz-ı Tih»ten huruç ve karye-i mukad­dese duhul teklif olunduğu ve karye-i mukaddeste eklolunmak şa­nından olan nimetlerin ekline izin verildiği ve karyenin kapısından girerken «Arz-ı Tih»ten halâsa ve arz-ı mübareke duhule şükrol-niak üzere secde ile emrolunmaları ve hıtta kelimesiyle istiğfar et­meleri ve bu istiğfarın asilerin mağfiretlerine ve mutilerin terfi-i derecatma sebep ve her zaman insan için emr-i ilâhiye imtisal bais-ı fevzüz felah ve sebeb-i saadet ve selâmet olacağı bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [47]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e kelime-i istiğfardan mâdûd olan «hıt-ta» kelimesini tekellüm etmeleriyle emr ettiğini beyandan sonra muhalefet edenlerin muhalefetlerinden dolayı helak olduklarını be­yan etmek üzere  buyuruyor.

[Bizim hıtta demelerini emretmekliğimiz üzerine taât-ı ilâhi-y cm izden huruç eden zalimler kendilerini irşad ve ıslah için söy­lemelerini emrettiğimiz sözü emrolundukları sözden gayrı bir sö­ze tebdil ettiler.] Çünkü; biz onlara «Günahımızı affet» manâsına hıtta deyin dedik. Onlar emrimizi istihfaf tarikiyle «hınta-i hamra» yani «kırmızı buğday isteriz» dediler ve rükû etmeleri için kapının kemeri aşağıya indiği halde oturakları üzerine oturmak suretiyle kapıyı geçerek kavlen ve fiilen muhalefet ettiler. [Binaenaleyh; biz azimüşşan taâtımızdan huruçla zulm eden zalimler üzerine semadan fısıkları sebebiyle taun inzal ettik. O taunla helak oldular.] Bazı1 tefasirde beyan olunduğuna nazaran bir saatte binlerce kişinin ve­fatı mervidir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile sebeb-i necatları olan kelimenin ye­rine sebeb-i helakleri olan kelimeyi vaz' ile zulmettiklerinden der­hal helak olmuşlardır.

Helaklerine sebep; emr-i ilâhiye muhalefet olduğundan işaret için azabın inzali emrolundukları sözü tebdil etmeleri üzerine teret­tüp ettiğinden lâ lafzıyla irad olunmuş ve şu tebdil sebebiyle zalim unvanını ihraz etmeye lâyık olduklarından Cenab-ı Hak iki defa zalim olduklarını beyan buyurmuştur.

Zikr-i ilâhiyi beyan hakkında varid olan elfazı, manâda muva­fık lâfz-ı ahare tebdil caizse de tebdil olunmaksızın aynı lâfızla edâ etmek evlâ olduğuna âyet delâlet ettiği gibi manâda mugayir lâfz-ı ahare tebdil etmek caiz olmadığına ve tebdile cür'et eden kimse­nin zalim ve fâsık olduğuna dahi âyet sarahatle delâlet eder.

Âsî olanların evvelâ tevbe ve saniyen ibadetle meşgul olmaları evlâ olduğuna işaret için Vacip Tealâ Sûre-i Araf'ta evvelâ kıtta ile istiğfar ve saniyen secde ile ibadet etmelerini emir buyurmuş­tur. Amma günahkâr olmayanlara evvelâ ibadet ve saniyen hazm-ı nefsedip taaccübü izale ve tevbe ile meşgul olmak efdal olduğuna işaret için bu âyette evvelen secdeyle ibadet ve saniyen hıtta keli­mesiyle istiğfar etmelerini emir buyurmakla iki surede iki fırkanın hükümlerini ayrı ayrı beyan buyurmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'in .Jremal-i ka­bahatlerine işaret için zamir mevziinde ism-i zahir ve zulümlerini tasrih için ism-i mevsul varid olmuş ve taraf-ı ilâhiden emr olun­dukları tevbe ve istiğfarın bedeline başka kelime istimal etmekle emr-i ilâhiyi istihfafları sebebiyle vaki olan zulümleri helaklerine badi olduğundan semadan nazil olan bir azapla helak olmuşlardır. Bunların fısklan evvel ve âhir devam ettiğine işaret için fısklanm beyan hakkında mazi ve muzari siğalarıyla varid olmuştur.

Hulâsa; Beni İsrail'e birçok nimetler verildiği ve hayra ve sa­adete vesile olacak şeylerle emr olundukları ve bu evamire imtisal etmeyip tâatten huruç ederek zalim ve fâsık olmaları sebebiyle azab-ı ilâhi ile helak oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir. [48]

 

Vacip Tealâ   Beni İsrail'e vermiş olduğu nimetlerden doku­zuncu nimeti beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki, o zamanda Musa (A.S.) kavmi için su talefo etti. Biz Musa (A.S.)'a «Sen asam taşa vur» dedik. Emrimize imtisalen Musa (A.S.) asayı taşa vurunca taştan on iki pınar kaynadı. Her nas için su alınacak mevkiler ta-raf-ı nübüvvetten tayin olunduğundan on iki fırkadan her bir er­leri su içecek mahallerini muhakkak olarak bildiler. Beyinlerinde su için asla nizâa mahal kalmadı ve taraf-ı ilâhiden Beni İsrail'e hitaben «Allah'ın rızkından yiyin ve için ve enva'ı fesad ile fesad edici olduğunuz halde arz üzerinde ifsad etmeyin» denildi ki, fe­sada sây etmekten külliyen men olunmuşlardır.]

Bu mesele, Beni İsrail hakkında dünya ve âhirete müteallik pek büyük nimetleri camidir. Çünkü; «Sahra~yı Tih»te asla su emaresi olmadığı halde susuzluktan helake karib oldukları bir za­manda memul edilmeyen bir taşa asayı vurmakla bütün Beni İs­rail'in ihtiyacına kâfi nizadan hali suyun cereyanı dünyaca rahatı mucip olan nimetlerin en büyüğü ve hayırlısıdır. Çünkü su; her-şeyin ma bih-il hayatı olduğu gibi insanların hayatının bekasına hadim ve devamına vesile olan sebeplerin eh büyüğüdür. Zira; su olmadıkça insan için yaşamak mümkün olamaz.

Suyun cereyanı, Sâniin vücuduna ve kudretine ve Musa (A.S.)'m nübüvvetinin sıdkına delâlet eden delâilin azamı olduğu cihetle umur-u dinde dahi büyük mucizat ve nimettir. Fahr-i Ra-zi'nin beyanına nazaran asâ ile murad; Uz. Musa'nın elinde ejder­ha olar. asa-yı meşhuredir. Hacerle murad; mutlaka cins-i hacer-den birisi olmak ihtimali olduğu gibi dört köşeli bir hacer-i muay­yen olmak ihtimali dahi vardır. Bu ihtimale nazaran Hz. Musa emr-i ilâhi üzerine o taşı kendi hurcunda taşır ve suya ihtiyaç his ettiğinde bir münasip mahalle kor, asayı vurur, dört köşenin her^ birinden üçer pınar cereyan eder ve Beni İsrail'in on iki kabile­sinin herbirine bir pınar tayin olunarak herkesin kendi pınarın­dan su alıp ihtiyaçlarını def ettiği mervidir. Ve bu ikinci ihtimal müfessirin beyninde meşhurdur.

Fail-i muhtar olan Sâni' Tealâ'nın vücuduna ve kudret-i kâ-milesine iman eden mümin ufacık bir cisimden altı yüz bin nüfus­tan daha ziyade Beni İsrail'in ihtiyacına kâfi suyun cereyanına taaccüb etmez. Çünkü; kudret-i ilâhiyeye nispetle bu misilli ahvali harikuladenin ehemmiyeti yoktur. Zira; an-ı vahidde Vacip Tealâ herşeyi halka kadir olunca cism-i sağirden büyük suları hal­ka dahi kadirdir.

Gazevat-ı seniyenin bazılarında ashab-ı kiramın suya muhtaç oldukları zaman bizim Peygamberimiz (S.A.)'in parmakları ara­sından kâfi miktar suyun cereyanı dahi bu kabil mucizat-ı bahire-dendir. Şu kadar ki Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bizim Peygam­berimizin bu babdaki mucizesi daha kavidir. Zira; suyun taştan çıkıp kaynaması adettir. Lâkin parmakların arasından kaynaması ve cereyanı mutad değildir. Şu halde Musa (A.S.)'m mucizesinde-ki garabet su çıkmayan bir taştan ve su yokken asayı vurmakla var olmasıdır. Taştan suyun cereyanı her zaman görülmektedir. Amma bizim nebimizin mucizesi hem yokken suyun var olması, hem de mutad olmayan parmaklardan cereyan* etmesidir. Binaen­aleyh; Peygamberimizin mucizesi iki cihetle harikuladeyi muta-zammındır.

Musa (A.S.)'m bu mucizesi Allahü Tealâ'nın kudret-i kâmili­ne ve ilm-i tanımına delâlet eder. Zira; ufacık bir taştan büyük bir suyun cereyanı ve on iki kabileye göre on iki pınara taksim olun­ması ve asayı vurunca zuhur etmesi ve ihtiyaç bitinceye kadar ce­reyan edip ihtiyaç bitince kesilmesi elbette kudret-i kâmile ese­ridir.

Ebussuud Efendi'nin beyanına nazaran hacer; Tur-i Sina'dan alınmış ve Hz. Musa gittiği mahalle götürür mübarek bir taş ol­duğu veyahut Hz. Âdem'le Cennet'ten inmiş ve evlâd-ı Âdemden enbiyaya tevarüs tarikiyle intikal ederek asâ ile beraber Şuayb (A.S.)'a gelmiş ve Şuayb (A.S.)'m da asa ile beraber Musa (A.S.)'a teslim ettiği taş olduğu mervidir. El ilmü indallah. [49]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in sabırsızlıklarından bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki o zamanda «men» ve «selva» yi yeyip ve kudret-i ilâhiye ile taştan cereyan eden sudan içip meşakkatsiz tayyüş ve rahat ederken dünyaya meyl-ü muhab­betinizden nâşi gaflet üzere dediniz ki »Ya Musa! Biz taâm-ı valıid üzere elbette sabr edemeyiz. Binaenaleyh; Rabbına dua et bizim için arzın bitirdiği ekşi ve tatlı otlar ve mizacı soğutmak için eki olunan kabak ve hıyar ve kuvvet-i mizaç için halk olunan buğday ve hazmı kolay olan mercimek ve ekle iştiha ve istek veren soğan­dan bizim arzu ettiğimiz nimetleri Rabbin Tealâ yerden çıkarsın. Biz eki edelim ki o misilli nimetlerden mahrum olmayalım.»] İşte siz böyle demekle Musa (A.S.)'a ısrar ettiniz.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile taâm-ı vahitle murad; «Arz-ı Tih»te eki ettikleri men ve selvadır, muhtelif olmayıp daima bir siyak üzere bulunduklarından taam-ı vahid denmiştir. Beni İsrail Mısır'da ziraatle meşgul olup yerden biten hazravat ve saire ile ülfet etmiş olduklarından o gibi şeyleri talepte bulunmuşlar ve bir taam üzere devam insana melal verip iştihaca noksan iras, ettiğin­den hava ve heveslerine tebean istemişlerdir. Bu misilli nimetler sahrada ve ıssız çöllerde bulunmayıp mamur beldelerde bulundu­ğundan bu vesile ile mamurelere vasıl olup «Sahra-yı Tin »ten kur­tulmak istemişlerdi. Ellerinde bulunan «men» ve «selva» ya ka­naat etmeyip başka şeyler taleb etmek masiyettir diyenler varsa da esah olan bir nimete nail olan kimse diğer nimeti talepten memnu olmadığı cihetle Beni İsrail'in diğer nimetleri talepleri masiyet değildir. Yalnız Cenab-ı Hakkın onlara zahmetsiz vermiş olduğu rızka kanaat etmeyip Sahra-yı Tih'te mevcud olmayan şey­leri talep etmekle Musa (A.S.)'ı iz'aç ettiklerinden dolayı itab-ı ilâhiye müstehak olmuşlar ve hırs ve tamalariria binaen zaman-ı saadette bulunanlar tevbih olunmuşlardır. [50]

 

Vacip Tealâ Kavm-i Musa'nın Musa (A.S.)'a «Biz daima bir siyak üzere taama sabr edemeyiz, bizim için Rabbin Tealâ'ya dua et de enva'ı afime halk eylesin» demeleri üzerine Musa (A.S.)'ın kelâmını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Musa (A.S.) onlara cevabında tevbih ve tekdir tarikiyle de­di ki «Siz hayır olan at»hneniz mukabilinde ondan daha aşağı ve daha adi olan şey mi istersiniz ve alâ olan nimetinizi ednaya mı tebdil edersiniz? O halde Fir'avn'in Ttnemleketi ve Kıpt ahalisinin kıtası olan Mısır'a inin.] Zira; Mısır'da enva'ı mihen ve meşakkat ve zahmet ve felâhat ve ziraatle sizin istediğiniz şeyler mevcut­tur. Bin türlü mihnetle aradığınızı orada bulursunuz» demekle kavmini tekdir ve ellerindeki nimetin istedikleri nimetlerden da­ha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile hayr olan nimetle murad; men ve selvadır. Çünkü; men ve selva etle bal yani tatlı ile tuzlu oldu­ğundan vücuda menfaat ve lezzet verdiği ve sâ'y-ü amele muhtaç olmaksızın hasıl olup vücuda zahmetsiz ve yarayışlı bir nimet olr duğu cihetle Beni İsrail'in istedikleri soğan, sarmısak gibi hazra-vattan elbette hayırlıdır. Beni İsrail'in otsuz ve susuz Sahra-yı Tih'e gelmelerine Musa (A.S.) sebep olduğundan dolayı ikide bir­de Hz. Musa'yı izac etmekten hali kalmazlardı. Arzu ettikleri şu nimetlerin «Sahra-yı Tih»de bitmeyeceğini bildikleri halde «Sah­ra-yı Tih»ten kurtulmak emniyesiyle Musa (A.S.)'ı izac ederlerdi. Bu muhavere, kudema-yı Beni İsrail ile Musa (A.S.) beyninde va­ki olduğu halde evlâd-ı Beni İsrail ecdatlarının isrine ittiba ettik­lerinden zaman-ı saadette bulunanlara hitab olunmuştur. Çünkü âbâ' ve ecdatlarından vaki olan hataları tahsin ettiklerinden onlar da tevbihe müstehak olmuşlardır. [51]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in isyanları sebebiyle müptelâ olduk­ları zül ve meskenete ve gazab-ı ilâhiye mazhar olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar e§ya-yı hasiseyi istemekle nefislerim zelil ve hakir kıldıktan sonra onlar üzerine zül ve meskenet darb olundu.] Zira;

nefislerine hıyanet edip kalpleri kasavetle dolduğundan şikak ve nifak tabiatlarında yer ittihaz etmekle zillü meskenete müptelâ olmuşlardır. Binaenaleyh; Yehud milleti her nerede görülse zelil ve hakir görülür ve nekadar zengin olsalar fakir bir halde sefalet içinde yaşarlar ve onlardan ziyade mala haris bir millet görülmez ve maişetleri de her milletin maişetinden daha aşağıdır. [Zillü meskenet kendilerini ihata ettikten sonra serair-i ibada muttali olan Allahü Tealâ'mn gazabına nıukarin oldular ve gazab-ı ilâhi ile rücû ettiler. Şu gazab-ı ilâhinin nüzulüne sebep; onlar Allah'ın âyetlerine küfr edip ve bigayn hakkın enbiyayı kati etmeleridir.] Tabiatlarında olan buğz ve adavet ve hased onları küfran-ı nime­te sevk etti. Yalnız küfürle iktifa etmediler. Kendilerine maâlî-i diniyeyi talim ve salâh ve necatlarına sâ'y eden enbiya-yı kiramı katle cür'et ettiler ve bu cür'etlerinin sebebi; [onlar isyan edip Cenab-ı Hakkın kendilerine tayin etmiş olduğu hudud-u ilâhiyeyi tecavüz etmeleridir.] Hatta o kadar tecavüzatta bulundular ki, on­lardan ferah ve necat ümidi kalmadı. İnad ve istikbarları haddini tecavüz ettiğinden gazab-ı ilâhiye mazhar ve zillü meskenete elyak oldular.

Beyzâvî'nin beyanına nazaran Allah'ın âyetleriyle murad; deryadan yol bulup geçmeleri, bulutun gölgelemesi, men ve selva­nın nüzulü, taştan suyun cereyanı, Tevrat ve İncil gibi kitapların nazil olması, Tevrattaki âyet-i recmi ve Resulullah'm evsafını be­yan eden âyetleri inkârla küfürlerinde ısrar etmeleri Zekeriya ve Yahya ve Eş'iya ve saire gibi enbiyayı kiramı katle cüret etmele­ridir. Zira ufacık günahlara cüret; kebireyi irtikâba sebep olur. Binaenaleyh; insanın günah-ı kebireyi irtikâp korkusundan gü-nah-ı sağirenin semtine uğramaması lâzımdır.    Çünkü nefis; ahkâm-ı şeriyeyi ihlâle azdan başlar, gittikçe cüretlenir ve hırslanır ve öyle bir hale gelir ki kebireler gözüne hiç görünür, hatta bir dereceye varır ki din-i mübini bütün bütün inkâra cüret eder ve bundan sonra her ne söylense dinlemek ihtimali kalmaz ve bu hal her zaman fasıklarda görülmektedir. Bunlara nazil olan gazab-ı ilâhinin sebebi; küfür ve enbiyayı kati etmeleri olduğu gibi isyan ve hudud-i ilâhiyeyi tecavüzleri dahi sebep olduğuna işaret için ( «illi ) lâfzı iki kere zikr olunmuştur. Çünkü; dünyada ze­lil ve hakir ve âhirette gazab-ı ilâhîye mazhar olmak her iki ci­hette fesadı mucip olduğundan sebebini beyanda tekid olunmuş­tur. Binaenaleyh; bir kere zillü meskenetlerine sebep küfürleri ve bir kere de isyanları ve hudud-i ilâhiyeyi tecavüzleri olduğu be­yan olunmuştur.

Enbiya-yı izamın katli her halde bigayrı hakkın olursa da in­sanın bihakkın katlini mucip olan katil ve zina ve irtidad gibi on­lar indinde katli icab eder esbaptan bir sebep dahi olmadığı halde katlettiler demektir. [52]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitaba isyanları sebebiyle nazil olan azabı beyandan sonra ehl-i imana vasıl olacak ecr-i azîmi beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar din-i Muhammedi ile tedeyyün ve ih-lâs üzere iman ettiler ve şol kimseler ki onlar din-i Musayı kabul ile yehudiyeti veya din-i İsayı kabulle nasraniyeti ihtiyar ettiler veyahut din-i Nuhu ihtiyarla sabiiyette kaldılar. Onlardan Allah'­ın vahdaniyetine ve yevm-i ahirete iman edip amel-i salih işleyen kimseler için Rableri indinde ecirleri vardır ve onlar üzerine azap ve ikaptan havf olmadığı gibi onlar mahzun da olmazlar.]

Yani; şol kimseler ki, onlar lisanlarıyla iman ettiler ve üm-met-i Musa'dan Yahudi ve ümnıet-i İsa'dan Nasara ve meleklere ibadet eden Sabiiyeden oldukları halde din-i İslâm zuhur edince Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete iman-ı halis ve amel-i salih iş­leyip sıdkile İslama dahil olanlar için Rableri indinde iman ve amellerine vad olunan eçr-i cezil vardır ve dünyada kılıçtan ve âhirette azaptan onlar üzerine korku olmadığı gibi onlar mahzun da olmazlar.

Yehud kelimesi Arabî olduğuna nazaran Yehud kabilesi Sa-nıirî'nin ihdas ettiği buzağı suretine ibadetten tevbe edip ihtida ettikleri için Yehud denilmiştir. Yahut Yakub (A.S.)'m büyük oğ­lu Yahuda'dan nıuarreb olduğuna nazaran Yakub (A.S.)'ın zürri-yetine büyük oğlunun ismine tesmiye kabilindendir ki büyük bir cemaate efradının ferdinden bir zatın ismiyle tesmiyesi kabilin­den demek olur.

Nasara; Hz. İsa'ya «Nasıra» Karyesindeki ahali bera­ber bulunarak nusret ettiklerinden Nesara tesmiye olunmuştur.

Sabiîn ; itaatten huruçla din-i batıla meyi ettiklerinden Sabiîn denmiştir. Çünkü Beyzâvî'nin beyanı veçhile Sabiiye; Ne­sara ile Mecusi arasında yıldızlara veyahut meleklere ibadet eder bir kavimdir. Asıl dinleri Nuh (A.S.)'m dini olduğu mervi ise de itikadları bütün bütün batıl olduğu için din namına birşeyleri kal­mamıştır. Binaenaleyh; Sabiiyenin kızları ile nikahlanmak ve kes­tiklerini yemek caiz olamaz. Zira; müşriklerdir.

Din-i Muhammedi ile tedeyyün ve iman-ı halis üzere bulu­nanların nimeti tam ve kederden safi ve daimi olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Zira korku ve hüzünden ari nimet; elbette daim ve halistir. Çünkü; bir nimetin devamı olmaz­sa tükenmek korkusu ve kederden salim olmazsa hüznü mucip ol­mak zaruri olduğundan lâyıkıyla iman ve imanlarını amel-i salih-leriyle takrir ve takviye edenlerin hüzün ve havfleri olmadığını beyan etmek onların nail oldukları nimetlerin mükemmel ve nok­sansız olduğunu beyan etmektir.

Hulâsa; gerek suret-i zahirede iman edip batını nifak üzere olan münafıklar ve gerek Yehud ve Nasara ve Sabiiye ihlâs üzere iman ve imanın muktezası olan â'mal-i salihayı yçrine getirirler­se onlar için ecr-i azim vardır ve herkesin azaptan korktukları bir zamanda onlar için korku ve mahzun oldukları bir zamanda onlar için hüzün yoktur. [53]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan nimetlerinden onun­cusunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki o zamanda biz Tev­rat'a ittiba ve Musa (A.S.)'a iman ve evamirine imtisal ve neva-hisinden içtinab edeceğinize dair sizden ahd-ü misak aldık. Siz mutabaatten içtinab ve kitabın evamirini ağır addederek kabul­den imtina ettiniz. Biz sizi ittibaa sevk için Cibril-i Emin vasıta­sıyla üzerinize Tur Dağından bir parçasını kaldırdık ve «Size ita ettiğimiz ahkâmı kemâl-i kuvvet ve ciddiyetle üzerinize alın, ka­bulünden imtina etmeyin ve illâ dağı üzerinize ilka edip sizi helak edeceğiz» demekle tehdid ettik ve size emir ve tavsiye suretiyle «Muharremattan ittika etmekliğiniz için kitapta olan ahkâmı ta-mamiyle tafsil üzere tezekkür edin» demekle menafimize sizi ir-şad ettik, siz kitaba ittiba ve ahkâmıyla amel etmeye ahd-ü misak ettikten sonra iraz ve amel etmekten imtina eylediniz. Şu halde eğer sizin üzerinize Allah'ın fazlu ihsanı ve merhamet-i sübhanî-yesi olmamış olsaydı dünyada ve âhirette zarar edicilerden olur­dunuz ve lâkin Allahü Tealâ resuller göndermek ve kitaplar inzal etmekle merhamet-i ilâhiyesi sizi hüsrandan kurtarmak üzere zu­hur etmiştir.]

Beyzâvî, Hâzin ve Medarik'in beyanlarına nazaran Hz. Musa Tevrat'ı getirip ahkâmıyla amel etmek üzerlerine farz olduğunu beyan edince Beni İsrail Tevrat'ın ahkâmı meşakkatli olup altından kalkamayacaklarını beyanla kabulden imtina etmeleri üzeri­ne Cenab-ı Hak Cibril-i Emin'e emredip Tur Bağının Beni İsrail'i ihata edecek miktarım üzerlerine kaldırdı ve ittiba etmedikleri su­rette dağın üzerlerine düşüp helak olacakları kendilerine tebliğ olununca yüzlerinin bir tarafı üzerine secdeye kapanıp diğer kıs­mıyla semaya nazar ederlerdi ve şu kahr-ı ilâhiyi görünce Tev­rat'ın ahkâmını kabule ahd-ü peyman ettiler ve dağ da eski yerine iade olundu.

Yehudun secdeleri elyevm bir yüzleri üzerinedir ve bu secde ile azaptan halâs olduklarını ikrar ederler.

-Beni İsrail'in misakı; Tevrat'ın ahkâmıyla amel edip isyana bir dahi rücu etmeyeceklerine kaviyyen ikrar vermek ve Hz. Mu­sa'ya ve Allahü Tealâ'ya ahdetmektir. Bu ahd-ü misakı verdikten sonra Beni İsrail'in Tevrat'ı tahrif ve ameli ihlâl ve enbiyayı katil ve sair maasiye cüret ettiklerini Vacip Tealâ cümle-i lâtifesiyle beyan buyurmuştur ki Beni İsrail'in kemal-i hama­kat ve cehaletlerine ve hakkı kabulde inad ve istikbarlarma işa­retle beraber tevbelerini kabul etmekle fazl-ı ilâhiye nail olma­mış olsalardı h 'sran-ı ebedi ile zarardide olacakları beyan olun­muştur. [54]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan bazı in'amım beyan­dan sonra onların adem-i itaatlerinden dolayı üzerlerine nazil olan azaptan bazılarını beyan etmek üzerebuyuruyor.

[Zat-ı ulûhiyetime kesem ederim ki muhakkak sîz şol kimse­leri bildiniz. Onlar sizin kavm-ü kabilenizden olarak Cumartesi günü tayin olunan hududu tecavüz ettiler. Onların ahd-i ilâhiden huruçları üzerine biz onlara hitaben dedik ki «Siz zelil ve hakir olarak maymun olun» onlar da derhal surette ve manâda maymun oldular. Binaenaleyh; biz onların maymun suratlarını o zamanda hazır ve mevcut olanlarına ve ondan sonra gelenlere ibret ve müt-takilere mev'ize kıldık.] Çünkü; isyan ve emr-i ilâhiye muhalefet­leri sebebiyle onların suretlerini maymun suratına tebdil etmek o zamanda mevcud olan âsîlere ibret,olduğu gibi ilâ yevm-il kı­yam asilere ibret ve müttakilere vaazdır.

Beyzâvî, Hâzin, Fahr-i Razi ve Nimetullah'ın beyanlarına na­zaran bu vaka Davud (A.S.) zamanında sahil-i bahirde mevcud «Eyle» isminde bir karyede sakin olan Beni İsrail üzerine vaki olmuştur. Çünkü; onlar balık avlamak ve satmakla taayyüş eder­lerdi. Cenab-ı Hak Cumartesi günü balık avından onları menetti. Onlar da Davud (A.S.)'a o günü avlanmamak üzere ahd vermişken gizlice sahile havuzlar kazıp, arklar açarak o arklar vasıtasıyla Cumartesi günü havuzlarına giren balıkları arkları kapayıp hapse­derek ertesi gün avlamak suretiyle hileler düşündüler ve o yolda hilekârlıkla Cumartesi günü balık avına devam ettiklerinden Ce­nab-ı Hak onların suratlarım maymun suratına tebdil buyurduğu­nu bu âyetle beyan buyurmuştur.

Onlara maymun olmalarıyla emir; suret-i seriada tebeddülle­rinden kinayedir, yoksa ernr-i teklifi değildir. Çünkü; onlar suret­lerini maymun suretine tebdile kadir değillerdir ki emr-i teklifi . olsun.

Vacip Tealâ bu vakanın evvelin ve ahirine ibret ve ehl-i itti-kaya va'z-u nasihat olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü; itaati ilâhiyeden huruçla ahdini nakz edenlerin suretlerinin tebeddülü bu misilli kabayiha duret edecekleri tehdid ettiğinden elbette ib­ret ve muharremattan nüfuslarını muhafaza eden erbab-ı ittikaya vaazdır. [55]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan ukubattan bazısını beyandan sonra bazı âhari beyan, etmek üzere :buyuruyor.

[Zikr et ya Ekrem-er Kusul! Şol zaman ki o zamanda Musa (A.S.) kavmine hitaben dedi ki «Allahü Tealâ size bir sığır kes-mekliğinizi emr eder.» Kavm-i Musa cevap olarak «Ya Musa! Sen bizi maskara mı ittihaz edersin, sığır boğazlamakla kaatil taayyün eder mi?» dediler.] Ve böyle demekle Musa (A.S.)'m kelâmını istihzaya hami ettiler. Musa (A.S.) onların bu kelâmlarına cevap olarak [Naşı istihza eden cahillerden olmakhğıma Allahü Tealâ'ya sığınır ve iltica ederim dedi.] Ve kelâmının ciddi ve vahy-i ilâhiye müstenid olduğunu beyan ve onları maskara etmediğini ve istih­zanın mertebe-i nübüvvete lâyık olmadığını onlara tefhim etti.

Beyzâvî, Hâzin ve Fahr-i Razi'nin beyanlarına nazaran bu vak'anın cereyanı şöyledir: Beni İsrail'den zengin bir kimsenin bir oğlu ve bir de . mcazadesi olup başka varisi bulunmadığından amcazade malına tama'la zenginin oğlunu öldürüp karyenin kapı­sından dışarı atmıştı. Diğer bir rivayette zenginin oğlu olmayıp amcazadesi varis olacağı cihetle istical ederek zengini katletti, ka­pı önüne attı. Sabahleyin kaatil* bir vaveyla ile maktulün demini taleb etti. Beni İsrail kaatili bulamadıkları cihetle aralarında fitne tezayüd eyledi. Bunun üzerine Beni İsrail Musa (A.S.)'a iltica ede­rek dediler ki «Cenab-ı Hakka dua et katil bulunsun ve şu fitne ortadan kalksın.» Musa (A.S.) dua etti. Cenab-ı Hak da bir sığır boğazlayıp bazı azasını maktule, vurunca meyyitin katilini haber vereceğini emr etti. Musa (A.S.) bu emri tebliğ etti. Beni İsrail bunu istihzaya hami ettiler ve dediler ki «Katilin bulunmasıyla sığır kesmek beyninde münasebet nedir, bizi istihza mı ediyor­sun?» Bunun üzerine Musa (A.S.) Allah'a istİaze ve teberrie etti. [56]

 

Vacip Tealâ Musa (A.S.)'m istiaze ve teberriesi üzerine Beni İsrail'in tekrar duayı rica ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar Musa (A.S.)'ın "Bir sığır keseceksiniz» demesi istih­za olmayıp ciddi olduğunu ve emr-i ilâhinin hu yolda zuhur etti­ğini tayakkun edince dediler ki «Rabbina bizim için dua et, baka­ra genç veyahut koca mı olacak, beyan etsin. Bize keyfiyeti bildi­recek beyan-ı ilâhi nasıl zuhur ederse ona göre bulalım.» Böyle demekle Musa (A.S.)'dan dua etmesini istirham ettiler. Musa (A.S.) onlara cevaben «o bakara bir sığır ki yaşı geçkin ve koca olmayacağını ve yaşı genç ve ufacık dana da olmayacağım ve bel­ki bu ikisi beyninde orta yaşlı olacağını Allahii Tealâ buyuruyor. Binaenaleyh; emr olunduğunuz şeyi işlemek üzerinize vaciptir, iş­leyin» dedi.]

Musa (A.S.), çok söylenmek ve taharriyatta bulunmak hakla­rında iyi olmayıp hemen memur oldukları sığırı kesivermek ken­dileri için enfa' olduğuna işaret etmiştir. Lâkin onlar bu işaretten istifade etmediler. Tekrar be tekrar sual ile işi güce vardırdıkla­rımdan Cenab-ı Hak da bakara meselesini güçleştirmiştir. Yoksa evvel vürud eden emr-i ilâhi üzerine mutlaka bir sığır kesmiş ol­salardı maksud hasıl olurdu. «İbn-d Abbas» Hz.'nin rivayetiyle Re-sulullah'm «Eğer Beni İsrail evvelemirde herhangi bakarayı mu-rad ederse kesmiş olsalardı kifayet ederdi. Lâkin nefisleri üzeri­ne teşdid ettiler, Allahü Zülcelâl da teşdid etti.» mealindeki ha-dis-i şerifi dahi bu manâyı teyid eder. Kesilecek sığırın ekmeli ah­valine cevapta işaret olunmuştur. Zira; sinni küçük olan nakıs olduğu gibi sinni haddini tecavüz eden dahi nakıs olduğundan orta yaşlı olacağı beyan olunmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Musa (A.S.) Cenab-ı Hak: kın kavminin suallerini is'af ve icabete kemal-i müsaadesine işa­ret için her defasında cevabı Vacip Tealâ'ya isnad buyurmuştur. Çünkü evvelinde ciddiyete hamletmediklerinden Cenab-ı Hak tarafından enırolunduğunu beyanda tekide ihtiyaç gördüğü cihetle her suale cevapta Vacip Tealâ'nm emri olduğunu beyan etmiştir. [57]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in kesilmesiyle emr olundukları sığı­rın yaşma müteallik keyfiyetten suallerine cevaben orta yaşlı ol­masını beyandan sonra levninden sual ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Beni İsrail «Ya Musa! Rabbine dua et. Keseceğimiz sığırın rengini bize beyan etsin» dediler. Musa (A.S.) cevabında dedi kî «Rabbim Tealâ» bakmanın rengi şiddetli ve koyu sarı hatta levni bakanlara surur verecek kadar halis olacağını beyan buyuruyor.]

İşte Musa (A.S.) böyle demekle bakaranın rengini tayin buyurdu.

Fakı; şiddetli san demektir. San levnin insana sürür verdiğine bu âyet delâlet ettiğinden Hz. Ali (R.A.) Efendimizin «Bir kimse sarı pabuç giyerse kederi az olur.» buyurduğu Ebus-suud ve Medarik'in cümle-i beyanatındancur. İşte bu esasa binaen olmalıdır ki daha yakın zamanlara gelinceye kadar ulemanın ek­serisi sarı mest ve san pabuç giyerlerdi. Fakat zaman tahavvül ettikçe adatın tahavvülü zaruri olduğundan bizim zamanımızda sarı mest veya pabuç giyilmeyip bunlar potin ve parlak kundura­lara tahavvül etmiştir. [58]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail tarafından kesilecek sığırın levni hak­kında vaki olan sualin mutazammın olduğu levnine dair verilen cevapla iktifa ederek derhal emre imtisal edip orta yaşlı ve sarı renkli bir sığır kesivermeleri iktiza ederken tekrar suale avdet et­tiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Onlar dediler ki «Ya Musa! Rabbine bizim için dua et baka­ranın keyfiyet-i muayyene ve müşahhasası nedir? Bize beyan bu­yursun. Zira; keseceğimiz sığır bizim üzerimize müşabih oldu. Çünkü; her ne zaman sual etmişsek cevabı evsaf-ı müştereke ile zuhur ettiğinden biz tayin edemedik. Meselâ san olacağı beyan olundu. Halbuki binlerce birçok sarı sığır var, hangisidir? Eğer meşiyet-i ilâhiye bizim matluba vasıl olmaklığımıza taalluk eder­se biz ihtida eder emrolunan sığırı buluruz.»] Beni İsrail böyle demekle meşiyet-i ilâhiyeye iltica ettiler. Musa (A.S.) [Rabbim Tealâ buyuruyor ki emr olunduğunuz bakara bir bakaradır ki arzı nadas etmiş veyahut kuyudan su çıkarmış, ekin ve sebze suvar­mış, yorulmuş ve zayıf düşmüş olmayacak ve cümle uyubdan sa­lim olacak ve kendi levninin gayrı bir levn bulunmayacak. Velha­sıl çifte koşulmuş, yorulmuş olmadığı gibi uyubdan salim ve ren­ginde asla karışık olmayacağını beyanla evsafını tamamen tayin edince onlar da «İşte ya Musa! Şimdi beyan-ı hak ve cevab-ı tam getirdin» dediler.]

Resulullah (S.A.)'in «Eğer inşaallah dememiş olsalardı ebedi­yen matluba vasıl olamazlardı.» buyurduğu nıervidir. İnşaallah kelimesini husulü murad olan her umurda tekellüm menduptur. Zira; meşiyet-i ilâhiyenin nüfuzuna ve bunun haricinde birşey ol­madığına delâlet ettiğinden maksud olan bir işin husulüne vesile ittihaz etmek emr-i lâzım ve menduptur. Binaenaleyh; Sûre-i Kehf te Vacip Tealâ «Yarınki gün işlenilecek şeye bugünden inşa­allah yarın işlerim» denilmesini tarif ve tenbih buyurmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran inşaatlah, ihtida ederiz de­mek; «Emrolunduğumuz bakarı buluruz», yahut «Katili buluruz»

yahut   «Şu sualimizde dalâlet üzere değil hidayet üzereyiz» de­mektir. [59]

 

Vacip Tealâ emr olundukları bakara onlar indinde tamamiyle taayyün ve temeyyüz edip itiraza mecalleri kalmadığından zebhet-tiklerini ve halbuki evvelce birtakım sual ve cevapla taallül ve te-reddüd edip kesmeye karib olmadıklarını beyan etmek üzere: ( j^L-il^Kİ^U yAJi ) buyuruyor.

[Onlar matlub olan bakara tamamiyle taayyün edince aradı­lar, buldular ve çarnaçar kestiler.] Halbuki evvelce bakaranın ba­hası gali olduğundan ve rüsva olunmak korkusuna binaen sual ve cevapla taallül ve tereddüd edip memur oldukları şeyi işlemeye yaklaşmamışlardı. Bu âyette işlemeye karib olmamaları işin ev­veline ait olup zebh ettikleri memurun bihi hin-i icraya ait oldu­ğundan âyette asla tenakuz şaibesi yoktur. Yani manâ-yı nazm-ı celil şöyledir: [Beni İsrail emrolundukları sığırı kestiler. Amma hemen hemen kesmemeye yaklaşmışlardı. Çünkü; o kadar sual et­tiler ve taallül ve tereddüd gösterdiler kî, emr olundukları işi az kaldı işlemeyeceklerdi ve işlemeyecek bir hale yaklaşmışlarda. Fa­kat çarnaçar cemi-i şeraiti beyan olunup itiraza mecalleri kalma­yınca muhalefet edemediler, emr olundukları sığırı kestiler.] de­mektir.

Fahr-i Razive Kazi'nin beyanlarına nazaran bu evsafla mev-suf olan bakara bir yetimin imiş, pederi Beni İsrail'den âbid ve salih bir zat olup vefatına karip bir- zamanda şu evsafı cami olan danasını vasi ve ağaçlık bir mer'aya getirerek «Ya Rabbi! Bu da­nayı sana emanet ettim. Oğlum büyüdüğünde bununla taayyüş ey­lesin» demiş idi. Bu vak'a zuhur edince emanet yerini bulmak za­manı hulul eder, o yetimden danayı derisi dolu altına satın alır­lar. Halbuki o zamanın rayicine nazaran o sığırın kıymeti üç lira olduğu mervidir. Fakat matlub olan evsafı haiz ancak o sığır bu­lunup ve onu da birçok zaman arayıp pek güç olarak bulmakla be­raber katili b'ûlmak hususunda çekilen mihnetler onunla bertaraf olup fitne ve ıztıraptan halâs onun vücuduna mütevakkıf olduğu cihetle o sığırın kıymeti arttıkça arttı. Binaenaleyh; dana sahibi her ne isterse verip almaya mecbur oldular. Çünkü; pederinin du­ası ve oğluna ulüvv-ü himmeti yerini bulacak ve Allahü Tealâ'ya olan emaneti lâyıkı veçhile eda olunacak. İşte sulehadan her za­man maddi ve manevi menfaat görüldüğü gibi bilhassa salih bir peder sulbünden nazil olmak insan için her cihetle menfaatten hali olmayacağına hariçte binlerce misal müşahede olunduğu gibi bu misilli ümem-i maziyenin bizlere nakl-ü beyan olunan ahval­leri dahi delil-i kâfidir. Zira sulehaya mensub olmak; insanlar için herzaman bir şereftir. Evlât o şerefi muhafaza ederse nurun alâ nur olur ve eğer zayi ederse pederin şerefine bir halel gelmez. [60]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine bir sığır kesmek vacip oldu­ğunu ve onların emr-i ilâhiyi istihza ve sualde teşeddüd edip emre imtisale müsaraati terk ile müsamaha ettiklerini beyanla samiîn için bakaranın zebholunmasıyla emrin sebep ve hikmetine kemal-i şevk hasıl olduktan sonra sebebini beyan etmek üzere :

buyuruyor.                                       

[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki, o zamanda siz bir nefs-i masumu kati ettiniz, bunun üzerine muhasama ve münazaa eylediniz ve maktul olan nefis hakkında herbiriniz nefsinin bera-atini iddia ederek âîıarı itham etmek istediniz ve herkes emr-i ka­tilde yekdiğerine atf-ı cürüm etmekle nefsinin halâsına say etti ve bu yolda beyninizde fitne ve fesad ve mücadele ve münazaa vu­ku buldu. Halbuki cemi1 esrarınıza muttali' olan Allahü Tealâ si­zin ketmettiğiniz şeyleri izhar eder. Siz hernekadar saklasanız Allahü Tealâ o sakladığınız kabayihi elbette ilân eder. Ve yekdi-ğerinize atf-ı cürüm ettikten sonra biz size bir muayyen bakara kesmekliğinizi emrettik ve siz birtakım suallerden sonra bakarayı bulup kesince biz size emrettik ve «Bakaranın bazı azasını mak­tul meyyite vurun. Meyyit dirilir, katilini haber verir» demekle katili size bildirmek murad ettik. Siz sığırın bazı azasını katile vurdunuz. Maktul dirildi ve katilini haber verdi. İşte şu maktulü ihya edip size gösterdiğimiz gibi Allahü Tealâ yevm-i kıyamette mevtayı diriltir ve kıyamette mevtayı ihyanın vukuuna delâlet eden âyetleri sizin taakkul edip mutekadat-ı şer'iyenin cümlesine iman etmeniz için size gösterir.] Beyzâvî'nin beyanı veçhile emr-i katli ika eden bir şahıs ise de kabileden bir fert olup katil, kabile içinde vuku bulduğundan mecmuuna isnad ve hitab olunarak «Siz kati ettiniz» denmiştir. Çünkü; bir kabileden bir şahsın fiilinin o kabilenin cümlesine isnad olunması adettir.

Meyyite vurulan uzvun bakaranın lisanı veya kuyruğu veya­hut baldın olması hakkında rivayetler varsa da âyette tayin olun­madığı için tayininden sükut etmek daha evlâdır. Meyyite sığırın uzvunu vurunca dirilip katili haber verdikten sonra biruh olarak yere düştüğü mervidir.

Bu meseleyi beyandan maksat; erbab-ı ukulün tefekkür ve teemmül edip Cenab-ı Hakkın, Ölmüş bir şahsı ihyaya kadir ola­cağına istidlal etmeleridir ve meselenin uzayıp iptida cevap veril­memesi de vacibi edada külfet ihtiyarı lâzım olmak ve yetimin menfaati muhafaza ve yetimin pederi tarafından tevekkülün be­reketine işaret olunmak ve pederin evlâdı üzerine şefkati rızıkta berekete vesile olduğunu beyan etmek ve birşeyi arzu eden kim­senin evvelinde kurban kesmesi o şeyin husulüne vesile olmak ve kurban kesen kimsenin iyi kurban intihab etmesi de elzem oldu­ğuna işaret etmek gibi birtakım hikmetler vardır. Çünkü; Beni İsrail katili bulmak hususunda birçok ıztırap çektikleri halde bu­lamadılar ve bulunmasını ez can-ü dil arzu etmişlerdi. Şu arzula­rının husulünü Cenab-ı Hak'tan istirham etmeyi Musa (A.S.)'dan rica ettiler. Musa (A.S.)'ın Allahü Tealâ'ya dua etmesi üzerine Cenab-ı Hak bir kurban kesip ve kurbanın dilini maktula vurma­larını emir buyurdu. Fakat onlar kurbanın keyfiyetini sual etmek­le işi uzattılar. Şeriat-i islâmiye ve bilhassa İmam-ı Azam mezhe­binde bu meselenin hükm-ü serisi bir mahalde maktul bulunup katili malûm olmadığında hakim o mahallenin sulehasından elli kişi intihab eder. Onlara kati etmediklerine ve kati edeni bilme­diklerine yemin verir. Eğer yemin ederlerse mahalle ahalisi katilden beridir, eğer yeminden nükûl ederlerse mahalle ahalisinden maktulün diyeti alınır. [61]

 

Vacip Tealâ bu kadar delâili gördükten sonra kalplerinin mü­teessir olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Maktulü ihya edip katili tayin hususunda münazaa ve mü­cadeleden ve fitne-i katilden halâs olup kudretullaha delâlet eden âyetleri gördükten sonra kalpleriniz katı oldu. Halbuki gördüğü­nüz alâmetler kalplerinizi yumuşatmak icab ederdi. Kalpleriniz kasavet peyda edince kulûb-u kaasiye salâbette taş gibidir veya­hut kasavette'taştan daha şiddetlidir. Zira; taşlardan bazısının sa­natla müteessir olup yumuşayanları vardır. Çünkü; taşın bazıla­rından sular, nehirler cereyan eder ve bazıları yarılır ondan su çı­kar, akar ve bazıları Allah'ın havf-ü haşyetinden yukarıdan aşağı dökülür ve şu tadad olunan suretlerin taşlarda bile tesiri görülür. Halbuki sizin kalplerinizde o teessür yoktur. Hariçten ve dahilden müteessir olmak ruh-u insanî şanından iken sizin kalpleriniz taş­lardan daha aşağı bîr derekeye inmiştir ve Allahü Tealâ sizin amel­lerinizin cümlesinden gaflet edici değildir.]

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile kasavet; salâ-betle beraber kalın ve katı manasınadır. Kalbin kasaveti; «tees­sürden gayet uzak manâsına ibret almaktan imtina ediyor» de­mektir. Yahut, kalplerini yumuşatacak birçok şeyi gördükleri için kasavetten uzak olmak lâyık olduğuna işaret zımnında ( < ) lâfzı varid olmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kelimesi insanları muiıayyer kılmak içindir, Yani «Katı olan kalpleri isterseniz taşa teşbih edin ve isterseniz daha şiddetli birşeye teşbih edin» demektir. Yoksa tereddüd manâsına değildir. Zira; allâm-ül guyub olan Al-lahü Tealâ'dan tereddüd muhaldir;

Taştan bazı cihetle intifa olunup kulûb-u kaasiyeden asla in­tifa olunmadığı cihetle taştan daha eşeddine teşbihin cevazına işa­ret buyurmuştur.

Allah'ın haşyetinden taşların dökülmesiyle, murad; zelzele ve kesret-i bârân ve şiddetli rüzgâr gibi alâmat-ı ilâhiyeden mütees­sir olup dökülmek veyahut tecelliyat-ı ilâhiyeden müteessir olup emr-i ilâhiye imtisal etmek manasınadır. Kâfirlerin kalpleri ise hiçbir şeyden müteessir olmaz, küfür üzere musir ve inatlarında devam ettiklerinden taştan daha katı olduğu beyan olunmuştur.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kasavet-i kalbi izale ede­cek birçok âyetleri ve alâmetleri müşahede ettikten sonra Beni İsrail'in kasavetleri uzak bir emir olduğuna ve uzak addolunmaya

lâyık bulunduğuna işaret için istib'ada delâlet eden ( f ) kelime­si varid olmuştur. Çünkü; kalbe liynet verecek delâil-i adide gö­rüldükten sonra halâ kasavet üzere bulunmaları hakikatte çok görülen ve insana nazaran uzak addolunmaya seza olan şeylerden­dir ve kasaveti kalplerinin devamına işaret için devama delâlet eden cümle-i ismiye varid olmuştur.

Beni İsrail'den küfr üzere ısrar edenlerin kalpleri en katı olan taştan daha aşağı olduğu ve halbuki taşların her nev'i Allah'ın em­rine muti ve münkad oldukları ve herbirinde ayrı ayrı su cereyan etmek ve yarılıp içinden su çıkmak ve Allah'ın korkusundan yu­karıdan aşağı dökülmek gibi tecelliyat-ı ilâhiye ve haşyet-i süb-haniye görüldüğü halde böyle şeylerin kâfirlerde görülmemesi hakikatte baid addolunan şeylerdendir. Kâfirlerin amellerinden gafil olmadığını beyanla Cenab-ı Hak kalbi katı kâfirleri tehdid etmiştir. [62]

 

Vacip Tealâ kudema-yı Yehudun kabayihini beyandan sonra zanıan-ı saadette bulunan Yehudun kabayihini de beyan etmek üzere buyuruyor.

[Siz onların kalpleri müteessir olur ve iman etmeye şalih ve iman ederler zanneder de sîze iman ederler mi ümid edersiniz? Bunların kıssalarını işitip habasetlerini ve denaetlerini ve sû-u muamelelerini bitmediniz mi ki imanlarını ümid edersiniz? Hal­buki onların âbâ' ve ecdatlarından muhakkak bir fırka vardır ki o fırka kelâmüllahm hak olduğunu teemmül ve taakkul edip bil­dikten sonra tağyir ve ahkâmını tebdil ederler.] Halbuki kendi­lerinin mükâbere ve inatlarını bilirlerdi. Şu halde Allah'ın kita­bını tahrife cüret edenlerden iman ümid etmek baiddir.

Ekser-i müfessirinin beyanları veçhile bu âyette hitap; Re-sulullah'a ve müminleredir. Ve âyet; Yehud taifesini zem ve kadh'dir. Çünkü; onların selefleri kitabullahı tahrif ve enbiya-yı izam hazaratıyla birçok münazaa ve mücadele ettikleri gibi Re-sulullah'ın evsafını dahi ketmettiler ve zaman-ı saadette bulunan­lar Resulullah'ın âhir zaman nebisi olduğunu şüphesiz bildiler. Lâ­kin riyasetlerini muhafaza için dünyalarını din üzerine tercih et­tiler. Hatta tenhada birbirlerine hakka nebi olduğunu söylerler. Fakat Araptan olduğu için bize iman lâzım değil derlerdi.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette hemze-i istifham za­man-ı saadette bulunan Yehudun imanlarını istib'ad içindir ve bu istib'ad seleflerinden vaki olan kabayihle ispat olunmuştur. Çün­kü, selefleri Musa (A.S.)'dan enva-ı mucizatı gördükleri halde az bir zamanda Musa (A.S.)'m müfarakat etmesiyle Samirî'nin yap­tığı sığır suretine ibadet ve kelimesiyle istiğfar etmeleri erar olundukları halde tebdil ederek yerine demek­le emr-i ilâhiyi istihza ve sair âyetlerde beyan olunan enva-ı ka-bayihe cüret ettiler. Şu halde manâ-yı âyet şöyledir: [Siz bunla­rın eslâfmdan sudur eden cinayatı işitmediniz mi ki, bunların iman etmelerini ümid edersiniz?! [63]

 

Vacip Tealâ Yehudun   kabayihinden diğer    bazılarını beyan etmek üzere :buyuruyor.

[Medine'de bulunan ychud taifesi ashab-i Resululiah'tan mü­minlere mülâki olduklarında «Sizin iman ettiğiniz zata biz de iman ettik» derler ve yehudilerden bazıları bazılarıyla halvet olup ten­ha kaldıklarında «Müminler Rabbiniz hıdinde söylediğiniz sözle size galebe etsinler için mi Allah'ın size feth edip beyan ettiği es­rarı onlara haber verirsiniz, bunu haber verir de zararını taakkul ve tefekkür etmez misiniz?» derlerdi. Onlar batınlarında küfrü gizlerler ve zahirde iman ettik derler de gizledikleri ve açıktan iş­ledikleri cemi efallerini Allahü Tealâ'nın bildiğini bilmezler mi?]

Tefsiri Hazin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet Medine'­de bulunan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü; ehl-i Me­dine Yehudün Tevrat'a iman ettiklerini bildiklerinden Resulullah hakkında reylerini sual ettiklerinde onların münafıkları «Biz de iman ettik. Tevrat'ta beyan olunan âhir zaman nebisi budur, ev­safı Tevrat'a muvafıktır» derlerdi. Sonra rüesa-yı Yehudla tenha kaldıklarında rüesa bunları tekdir eder ve derlerdi ki: «Allah'ın sizin üzerinize beyan ettiği esrarı ehl-i imana haber mi verirsiniz ki, bu haber verdiğiniz şeylerle Rabbiniz indinde onlar size gale­be ederler ve derler ki: «Siz demediniz mi? Muhammed (S.A.) hakkaa resuldür ve âhir zaman peygamberidir, evsaf-ı nebevileri Tevrat'a muvafıktır. Bunları beyan ve ikrar ettiğiniz halde niçin iman etmediniz?» İşte böyle demekle Rabbiniz indinde sizi terzil ederler. Şu halde hasmınızın eline kılıç veriyorsunuz ve kendi sö­zünüzle kendinizi ilzam ediyorsunuz. Bunun zararını düşünmez misiniz?» demekle rüesa-yı Yehud, Yehudun münafıklarını tekdir ederlerdi. Çünkü; âhirette bilmeyerek batılı ihtiyar edenden, bile­rek batılı ihtiyar edenin cezası ve rüsvalığı ziyade olacağı aşikâr­dır. Zira; bilerek batılı irtikâb eden kimsenin cinayeti ikidir: Bi­rincisi ilmiyle amel etmediğidir. İkincisi; batılı irtikâb etmesidir. Şu halde azabı iki kat olacağında şüphe yoktur.

Allahü Tealâ gizli ve aşikâr ef allerini bildiğini beyanla Ye-hudu tehdid buyurmuştur. Zira; onlar küfrü gizler, imanı izhar eder, Tevrat'ın Resulullah'a müteallik olan ahkâmını saklar, ke-lâm-ı ilâhinin mevziini değiştirir ve hilafını izhar ile manâsını tağ­yir ederlerdi. [64]

 

Vacip Tealâ ulema-yı Beni İsrail'in hal-ü şanlarını beyandan sonra avânım halini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yehuddan bazıları ümmiler ki, kitabı ve kitabın inzalini ve ahkâmını ve evamirine imtisal ile nevahisinden içtinabı ve mûte-kadât-ı şer'iyeyi bilmezler. İllâ birtakım yalanlar ve âlimlerinin yazdıkları erâcîü bilirler ve onlar nefislerinde ukalâ zümresinden değillerdir. Ancak kendilerini ukalâdan zannederler ve umurların­da rüesayı taklid ederler.] Halbuki itikadatta taklide itibar yok­tur.

Bu âyette kitabı bilmeyen ümmîlerle murad; Yehudun ava­mıdır. Zira ümme ; okuyup yazmak bilmeyen "çekeledir ki, ulema ve rüesayı taklid ve onların söylediklerini bilâ teemmül ka-bui ç&eriet ^e bunların itikadları zan üzere olur. Cehele-i Yehud istidlale muktedir olamadıklarından yakin üzere itikad etmedik­lerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.

Emani ; yalan olan sözlerdir ki, Yehud cühelasının rüe-sasından işittikleri yalan ve iftiralardır. Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet maarifin kisbî olup zarurî olmadığına delâlet eder. Zira; kesb etmeyip zanla iktifa edenleri âyette zem vardır. Eğer kisbî olmasa zem lâhik olmazdı. Usul-ü dinde zanla iktifa caiz de­ğildir. Fakat furû-u â'malde zanla iktifa caizdir. Cehele-i Yehudun reislerinden dinledikleri yalanlar şunlardır: «Cennete kimse gir­mez, ancak Yehud girer. Yehudiyi Cehennem ateşi mes etmez, illâ muayyen birkaç günde mes eder.1 Evlâd-ı enbiyadan oldukları ci­hetle onlar Cehennem'e girmeyeceklerdir.» gibi birtakım yalan­lardır.

Yehudda mevcud olan fırkalar ümmet-i Muhammed'de dahi vardır. Zira; hakka inat edip gayrı izlâle sâ'y eden ve ilmiyle âmil olup ifrat ve tefrit cihetlerinden içtinab eden ve sırf mukallid olanlar mevcuttur. [65]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitaptan kitabı bilmeyen cahiller olup on­ların itikadı ilm»i yakın üzere müstenid olmayıp zan üzere müp-, teni olduğunu beyandan sonra onları aldatan ulema ve rüesanın duçar olacakları helaki beyan etmek üzere buyuruyor.

[Helâk-i azîm ve hirmaıı-ı cesim şol kimseler içindir ki, on­lar kitabın tahrif ve tağyir olunan âyetlerini ve ârâ-yı faside ve efkâr-ı kasidelerine muvafık tevilât-ı batıleyi kendi elleriyle ya­zarlar ve yazdıkları yalan mukabilinde azıcık bir para almak- için yazdıktan sonra «İşte şu bizim yazdığımız taraf-ı ilâhiden nazil olan âyetlerdir.» derler. Onlar elleriyle yazdıkları şeyler sebebiyle helâk-i ebedi onlar içindir. Ve kesbettikleri cinayetten naşi azab-ı ebedi onlara mahsus hazırlanmıştır. Binaenaleyh; kesbettikleri seyyiatın ceza-yı sezasını göreceklerdir.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hak Yehudun süfeha ve rüesasını bu âyette iki cinayetle itham buyurdu: Birincisi; zu-afa-yı naşı izlâl için elleriyle birtakım batıl şeyleri yazmalarıdır. İkincisi; yazdıkları ebâtiyli Allahü Tealâ'ya isnad etmeleridir. Bundan Yehud ulemasının garazları; azıcık dünya metaı olduğunu beyanla Yehudun denaet-i tabiatlarını ve habaset-i tıynetlerini beyan buyurmuştur. Çünkü; insanı âkil, âhirette azıcık azab için dünyada birçok mala razı olmazken bilâkis onlar dünyada azıcık mal için âhirette azab-ı ebediyi ihtiyar ettikleri cihetle denaet-i tabiat ve hamakatlerini meydana kodular.

Tevrat'ı tahrifleri ancak dünya için olup diyanet için olmadı­ğım Vacip Tealâ bu âyette beyan ve nihayet şekavetlerine işaret buyurmuştur.

Batıl üzerine gayrın malını velev bir rıza olsun almak ve o malı ekletmek haram olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; Tevrat'ı tahrif edenlerin aldıkları sahiplerinin rızalarıyladır. Halbuki bu halin azâb-ı azîme sebep olduğu beyan olunmuştur; çünkü; bâtıl mukabilinde aldılar. Binaenaleyh; batıl olan şey mukabilinde mal almak haram olduğu gibi yazmak dahi haram olup azabı mucip ol­duğu beyan olunmuştur.

Hulâsa; âyette üç cihetle azaba istihkak kesb ettikleri beyan olunmuştur : Birincisi; azıcık mala tamaen Allah'ın kitabını tahrif edip Allah'a isnad etmeleridir. İkincisi; gayrı izlâl için ebâtıyli yazmalarıdır. Üçüncüsü; kesbettikleri mallandır [66]

 

Vacip Tealâ Yehudun kabayihinden nev'i ahari beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Yehud taifesi elbette bizi ateş mes etmez illâ muayyen-bir­kaç günde ateş mes eder dediler. Ya habibim! Sen tevbih ve tek­dir tarikiyle onlara cevaben söyle ki, «Siz muayyen birkaç günde azap mes edeceğine dair Allah'tan ahid mi aldınız? Eğer Allah'tan ahd aldımzsa Allahü Tealâ ahdinde elbette hutfetmez, ahdini ye­rine getirir. Yoksa Allahü Tealâ üzerine bilmediğiniz şeyleri iftira olarak mı söylüyorsunuz?»]

Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran eyyam-ı nıadûde ile muradlan; buzağıya ibadet ettikleri kırk gün müddettir ki onlar o kırk gün mukabilinde âhirette kırk gün yanacaklarını itikad ederlerdi. Yahut onların itikadında dünyanın müddeti yedi bin se­nedir. Her bin seneye mukabil bir gün Cehennemde kalarak yedi gün yanacaklarını murad etmişlerdir.

Ahidle murad; haber ve vaaddir. Yani «Sizin sayılı birkaç gün muazzep olacağınıza dair Allah'tan haber ve vaad mi aldınız? Eğer vaad aldmızsa Allahü Tealâ vaadinde hulfetmez» demektir.

kelimesi hemzeye mukabildir. Yani «Ahd mi aldınız, yoksa bilmeyerek Allah'a iftira mı edersiniz?)) demektir.

Allahü Tealâ'nm vaadinde ve vaîdinde kizb olmayacağına âyet delâlet eder. Zira; Cenab-i Hakkın ahdinde yani vadinde hulf etmeyeceği beyan olunmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi'nın beyanı veç­hile vaadinde hulf, yalan ve noksandır. Vacip Tealâ ise noksandan münezzehtir.

Delile istinad etmeksizin söz söylemek batıl olduğuna âyet, delâlet eder. Zira; bilmedikleri şeyi sÖylemeleriyle Cenab-ı Hak tekdir buyurdu.

 

Vacip Tealâ Yehudun  «Cehennem ateşi bize    isabet etmez. Ancak birkaç gün isabet eder» dediklerini red etmek üzere buyuruyor.

[Ey Yehud! Emr-i hal ve şan sizin dediğiniz gibi değil, belki indallah hak ve sabit olan ve ibadi üzerinde cari ve müstemir bu­lunan sünnet-i seniyye-î ilâhiye günah kesb edip ve kesbetmiş ol­duğu hatalar o kimsenin her tarafını ihata ederse işte o makule kimseler Cehennem'e mülâzimler ve ebediyen cehennemde kalı­cılardır.]

Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile her tarafını mâ-siyet ihata eden kimseyle murad; kâfirdir. Çünkü; mümin herne-kadar fasik olsa dahi kalbiyle tasdiki ve lisanıyle ikrarı bulundu­ğundan her tarafını hatâya istiab edemez. Zira; «hatîe ihata et­miş» demek; «mâ'siyetten hâli bir uzvu kalmamış» demektir. Bu manâya nazaran hatîe, ancak kâfirde tahakkuk edebilir.

Bir kimse bir günah işleyip de o günahtan halâsın çaresini aramazsa daha büyüğüne cür'et eder ve gittikçe günahı tezayüd eyler ve nihayet o derece musir ve münhemik olur ki asla azasın­dan hiçbir uzvunun masiyetten hâli kaldığı zamanı- bulunmaz. Çünkü; her azanın kendine göre masiyetten haz ve nasibi vardır. Hatta masiyetten o kadar lezzet alır ki, bütün emeli masiyet ol­duğu gibi masiyetten men' edeni dahi sevmez olur. Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile seyyie ; sağire ve kebire cümle maâsiye şamiJ olduğundan maâsiden herhangisi olsa muhalledün finnar olması­nı mucip olur. Vehmini def için muhalledün finnar olmasını mu­cip olan cemi cevanibini ihata eden mâsiyet olduğu beyan olun­muştur.

Cehennem'i icab eden esbaba dünyada müdavemet ve mülâ-zemet ettiklerinden âhirette dahi müsebbeb olan Cehennem'e ebe­di mülâzim olacakları beyan olunmuştur.

Bâlâda beyan olunduğu veçhile âyet-i celile kâfirler hakkında olduğundan günah-ı kebire sahibinin muhalledün finnar olmasına delâlet etmeyeceği cihetle ehl-i kebirenin muhalledün finnar ol­masına dair mû'tezilenin bu âyetle istidlalleri batıldır. Bu âyette hatîe ile murad; şirk ve küfür olduğuna dair «îbn-i Abbas» Hz.'nin rivayeti dahi mutezileyi red eder. [67]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin muhalledün finnar olacaklarını beyan­dan sonra müminlerin muhalledün filcennet olacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar iman ettiler ve imanlarının muktezası olan amel-i salihi işlediler, İşte iman edenler ve amel-i salih işle­yenler Cennet'e mülâzimlerdir, onlar Cennet'te ebedi kalıcılardır.]

Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile Vacip Tealâ'mn Kur'ân'da mürtemir olan âdâtı; âsî olanları azabıyla tehdid bu­yurduğu gibi muti olanları sevabıyla tebşir etmektir. Zira; küfr üzere musir olanlara azab-ı dâimle hükmedince adaletini ve fazl-ü ihsanını izhar için iman üzre devam edenlere de nimeti bâkiye-siyle hükmeder, binaenaleyh müminin azaptan korkusu ve sevabı ümidi idi, her ikisi müsavi olmak lâzım olduğuna Resulullah «Mü­minin azaptan havfiyle rahmeti ümidi tartılmış olsa her ikisi denk olmalı» hadisiyle işaret buyurmuştur.

Bu âyet; amelin imandan hariç olduğuna delâlet eder. Zira ameli iman üzere atf etmek; matufla matufun aleyhin mugayir olması kavaid-i Arabi iktizasından olduğu gibi amel, imanda da­hil olsa imam zikirden sonra ameli zikir tekrarı mucip olurdu. Ke-lâm-ı ilâhi ise faidesiz tekrardan münezzehtir. Bu âyet-i celile kü­fürden mada büyük günahı irtikâb eden müminin günahı miktarı azab olunursa da Cennet'e dahil olacağına delâlet eder. Zira; iman ve amel edenin Cennet'e gireceğine ve onda muhalled kalacağına âyet delildir. [68]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in dünyaca nimetlerini ve o nimetlere şükretmeyip birtakım masiyetler irtikâp ettiklerini beyandan sonra onlara vaki olan bazı tekâlif-i ilâhiyeyi beyan etmek üzere buyuruyor.

Ey Resul-i Ekrem! Zikret şol zamanı ki o zamanda biz azimüş-şan Beni İsrail'den ahd-ü misak aldık ve onlara dedik ki «Siz iba­det etmeyin, ancak mabudun bilbak olan AİVâhü Tealâ'ya ibadet

edin.»] Zira, Allahü Teaüâ-sizi yoktan var etti ve enva-ı lûtf-ü ke-remiyle terbiye ve taltif eyledi. Binaenaleyh; ibadete müstehak an­cak Vacip Tealâ olduğundan ibadetinizi ona hasretmeniz lâzımdır [Ve sizin vücudunuza sebeb-i zahiri olup besleyen ve büyüten, ana­nıza ve babanıza ihsan edin.] Onların ihtiyacına malınızı sarf ve aza ve cevarihinizle hizmet edin ki onların size hal-i sabavetinizde vaki olan nimetlerinin şükrünü ifâ ve hukuki ebeveyni ancak eda etmiş olasınız. [Ve ebeveyniniz vasıtasıyla size mensub olan akraba ve ta-allükatınıza ve umuruna tekeffül etmiş kimsesi bulunmayan ye­timlere ve bazı mevaniden dolayı maişetini kesbe muktedir ola­mayan fukara ve mesakîne ihsan ve şefkat ve merhamet edin ki onların hukukunu ve meziyet-i insaniyeyi yerine getirmiş olasınız ve size karabeti olan ve olmayan cemi5 nasa güzel söyleyin ki cin­sinize olan rikkat ve mahabbeti izhar etmekle onları memnun et­miş olasınız. Ve insanlara hüsn-ü muamelenizle beraber cemii aza­nızın şükrü olan namazı ikameyle canib-i ilâhiye teveccüh-ü tam­la teveccüh edesiniz ve yalnız ibadet-i bedeniyeyle iktifa etmeyip nefsinizden denaet-i buhlü izale için zekâtınızı muhtaç olanlara verin ki malınızın şükrünü eda etmiş olasınız. Biz; saadet-i dünye-viyenizle vusule sebep olan şu ibadatla emr ettikten sonra siz bu tekâlifi arkanıza atarak iraz ettiniz. İllâ sizden pek az kimseler te­kâlifi kabul ve ımıktezasryla amel ettiler, halbuki siz haktan iraz edicisiniz.]

Tefsir-i Hâzin'in beyanı veçhile Vacip Tealâ bu âyette insan üzerine lâzım olan vezaifi icmalen tertip üzere beyan buyurmuş­tur. Çünkü; Allah'ın insanlar üzerine nimeti büyük ve çok olup halk ettiği insan için vacip olan; herşeyden evvel Allah'a ibadettir.

Bundan sonra tatbiki azîm ve vacip olan ebeveyne riayet ve itaattir. Çünkü; insanın ebeveyni; vücuduna sebep olup hal-i sa-bavetinde ve herşeye muhtaç olduğu bir zamanda her umurunu kâfil ve her hususunu himaye ederek kendisini enva'ı lûtf-ü ke­rem ve şefkatle terbiye ettiklerinden insan için ikinci mertebede vazife; onlara itaat ve şükürlerini ifa etmektir. Binaenaleyh; ebeveyni kâfir olsalar dahi masiyet olmayan şeylerde onlara itaat va­ciptir. Eğer ebeveyni kâfir ise onları tatlı lisanla dine davet et­mek ve âsî ise ibadete terğib ve teşvik eylemek kezalik onlara ria­yet cümlesindendir.

Bundan sonra lâzım olan husus akrabaya riayettir. Zira ak­rabanın hukuku; ebeveyn vasıtasıyla hasıl olduğundan ebeveynin hukukuna tabi ve o cümledendir. Binaenaleyh üçüncü mertebede vazife; onların hukukuna riayet etmektir.

Pederi vefat etmiş çocuğa — yetim — ibraz-ı şefkat ve riayet ve kendisinin ihtiyacını defetmek dördüncü mertebede vazife-i in-saniyedendir. Çünkü; eytamın mesalihini tesviye edecek kimsesi olmadığından bunlar her veçhile mutac-ı atıfettir.

Kezalik fakrü vifaka kendini bürümüş, ihtiyaç her tarafını ihata etmiş olan miskinlere merhamet beşinci mertebede vazife-i insaniyedendir.

Bundan sonra cümle nasla hüsn-ü muamele ve muaşeret lâ­zım olduğundan Cenab-ı Hak cemii nasa hüsn-ü muaşeret ve tatlı lisanla ülfet lâzım olduğunu beyan ve tavsiye buyurmuştur. Çün-, kü âlemin intizamı; insanların yekdiğeriyle hüsn-ü muaşeretine mutavakkıftır. Nitekim emr-i bümâ'ruf ve nehy-i an-ilmünker bu­nu müeyyiddir.

Bundan sonra Vacip Tealâ ibadat-ı bedeniye ve maliye ile emir buyurduğu halde Beni İsrail'in pek çokları şu tekâlifi edaya ikrar verdikten sonra ikrarlarından istinkâf edip tekâlifi kabulden İmtina ettiklerini Vacip Tealâ yine bu âyet-i kerimede beyan bu­yurmuştur.

Bu âyette hitap; Beyzâvî'nin beyanı veçhile asr-ı saadette mevcut olanlara ve onlardan evvel geçmiş olan Yehudun mecmu-une tağlib tarikiyle hitab olma ihtimali kavidir. Hitap, Yehuda olmak itibarıyla âyet, Yehud üzerine vacip olan ahkâmı beyan hakkındaysa da aynı ahkâmla ümmet-i Muhammed dahi mükel­leftir. Zira; Allahü Teaiâ'nm ümem-i salife hakkında Kur'ân'da beyan buyurduğu ahkâmla bu ümmetin mükellef olması kavaid-i usuliyemiz iktizasındandır.

Hulâsa; Tevrat'ta ancak Allahü Tealâ'ya ibadet edip gayre etmemek ve anaya babaya hüsri-ü hizmet ve iyilik etmek ve akrabaya riayet ve yetimlere ve miskinlere ihsan ve nas ile hüsn-ü muaşeret eylemek ve namazı ikame ve zekâtı eda etmek üzere Beni İsrail'den and alındığı ve bu ahdden onların birçokları dönüp içlerinden az kimselerin itaat ettiğini Allahü Tealâ bu ahkâm-ı Kur'ân'da beyan buyurduğu için bizim üzerimize de riayet vacip olduğu ve binaenaleyh bizim de bunlarla mükellef olduğumuz bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [69]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan bazı tekâlif-i ahari kabule ahd-ii misak aldığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr edin sol zamanı ki ey Beni İsrail! O zamanda biz sizden ahd-ü misak aldık ve dedik ki sizin bazınız bazınızın kanlarınızı bigayrı hakkın dökmeyin ve bazınız bazınızı vatanınızdan zulüm ve taaddî ile çıkarmayın. Bu minval üzere sîze vesayamiz vaki ol­duktan sonra bitta' vJi verrıza bu ahdi kabul ve ikrar ettiniz. Hal­buki cümleniz hazır ve müttefik idiniz.]

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran âyette hitap; zaman-ı saa­dette bulunan Yehud ulemasına veyahut halef ve selef mecmuu-na olmak ihtimali varsa da esah olan eslâf-ı Yehuda hitaptır. Âbâ ve ecdatlarının hatalarına ahlâf ve ensalleri tebiyyet ettiklerin­den dolayı ahlâfı tevbih ve abalarının seyyiatindan iştirak ettik­lerini beyandır.

Ahd-ü misak almanın manâsı; tekidle emretmek ve Tevrat'ta vaki olan emir ve nehyi kabul ettiklerini beyan eylemektir.

İnsan kendi nefsini katilden mücanebet üzere bulundurmak tabii ve zaruri bir hal olduğu halde «Kendi kanınızı dökmeyin» demek, «Bazınız bazınızı ruhsat-ı şer'iye olmadıkça öldürmeyin» veyahut «Aharini kati etmeyin ki kendi kanınızın kısâsen dökül­mesine sebep olmasın» veyahut «Sizi katledecek kimselerle mukatele etmeyin ki kanınızın dökülmesine sebep olmayasinız» de­mektir.

«Nefsinizi memleketinizden çıkarmayın)) demek; «Bazınız ba­zınızı çıkarmayın» yahut «Sizi vatanınızdan çıkarmaya sebep olan vesaile tevessül etmeyin» demektir.

«Siz ikrar ettiniz» demek; «Bu ahkâmı kabul ettiniz ve kabu­lünüze bazınız bazınıza şehadet edersiniz» veyahut «Eslâfınızın kabulüne siz bugün şehadet edersiniz» veyahut «Siz bu ikrar ve kabulde hazırsınız», demektir. Çünkü eslâfmm ikrarını ahlâfı ha­zır gibi bilirler ve kabullerine şehadet ederler. [70]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'den katl-i nefs etmemek ve zulmen bir kimseyi vatanından tardeylememek üzere ahd-ü misak aldığı­nı beyandan sonra ahdi nakzettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[İkrar verip ahdi kabul ettikten sonra siz ahdi nakzetmiş şol kimselersiniz ki bazınızı bazınız kati ettiniz ve sizden bir fırkayı vatanlarından zulmen ihraç ettiniz ve ihraç olunanların mazarra­tına ihraç edenlere zulüm ve taaddi ve mâ'siyetle muavenet etti­niz ve onlardan esir olarak düşman elinde size gelirlerse bedelle­rini feda etmekle onları esaretten halâs ettiniz. Onları ihraç etmek sizin üzerinize haramdır.]

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Cenab-ı Hak Tev­rat'ta Beni İsrail üzerine bazısı bazısını kati etmemek ve zulmen vatanlarından çıkarmamak ve düşmanlarına muavenet etmemek ve düşman elinden esiri halâs etmek üzere ahd-ü misak almıştı. Bunlar bu ahkâm-ı erbaadan katil, vatandan ihraç ve düşmanlanna muavenet etmekle bu üçünü ihlâl edip yalnız dördüncüsü olan esiri halâs cihetine riayet ederlerdi. Çünkü; Beyzâvî'nin be­yanı veçhile Yehûd olan «Beni Kurayza» Arap'tan «Evs» kabile­sinin ve yine Yehûddan «Beni Nadîr» Arap'tan «Hazreç» kabile­sinin müttefikleri olup zaman-ı cahiliyede Arapların yağma ve ğa-ret gibi âdât-ı keriheleri icabı ' Evs'le Hazreç daima birbirlerine ğârât eder ve müttefikleri Yehûdlar onlarla beraber koşarlar, ga­lip gelen, mağlûp olanları tarumar eder ve bittabi galip tarafında bulunan Yahudiler, mağlûp tarafında bulunanlara aynı muamele­yi reva görür ve katil ve vatanlarından ihraç ve düşmanları bu­lunan Araplara muavenet ederler, sonra mağlûp taraftan esir olan Yahudileri Arapların elinden para ile alır, azad ederlerdi. Bir ta­raftan esaretlerine sebep olup diğer taraftan para cem edip esa­retten halâslarına sâ'y ettiklerinden bu gülünç manzaranın sebe­binden sual olunduğunda «Müttefiklerimizden ayrılamayız ve lâ­kin Yehûddan esir olanın halâsına sâ'y etmekliğimizi bize Tevrat emrediyor» derlerdi. [71]

 

Vacip Tealâ bu hallerini tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Siz kendi cinsiniz yahûdileri katil ve vatanından ihraç eder ve dindaşlarınızın düşmanlarına muavenet eder ve rüserayı azad etmekle Tevrat'ın bazısına iman ve bazısına küfür mü ediyorsu­nuz? Sizden kitabın bazı ahkâmına iman ve bazı ahkâmına küfr eden kimsenin cezası olmadı, illâ hayat-ı dünyada rüsvalık ve ha­kir olmak ve yevm-i kıyamette azab-ı Cehennemin ziyade şiddet­lisine red ve ilka olunmaktır. Halbuki Allahü Tealâ sizin ameli­nizden gafil değildir.]

Bir kavmi katil ve memleketlerinden teb'zd ve hanelerinden kemal-i hakaretle çıkarmak zulüm ve taaddi olup fitne-i azimeye badi olduğundan iktidar, kuvvet ve şevkete muhtaç olduğu cihetle Vacip Tealâ zulüm ve tecavüz üzere muavenette bulunduklarını beyan buyurmuştur. Ayet-i celile asıl zulmün hürmetine delâlet ettiği gibi zalime muavenetin hürmetine dahi delâlet eder.

Bu âyetin evvelinde zikr olunan fida ; birşeyi sıyanet için mukabilinde ivaz ve bedel vermektir. Bu makamda ise; esiri esaretten kurtarmak için verilen bedeldir. Çünkü Yahudiler; ken­di cinslerinden esir olan Yahudilerin bedelini vermekle esaretten halâs ederlerdi.

Kitabın bazısına iman ile murad; esiri esaretten kurtarmak­tır. Çünkü Tevrat; esiri esaretten halâs etmekle emreder ve Ye-hûd da bu emre riayet ederlerdi.

Bazısına küfürle murad; katil ve zulümle dindaşlarım vatan­larından çıkarmak ve düşmanlarına muavenet etmektir. Çünkü; Tevrat bunlardan Beni İsrail'i nehy ve nehyin ahkâmına riayetle emretmişti. Bu ahkâma riayetle emr edip ahd-ü misak aldığı hal­de Yehûd, nakz-ı. ahdetmişlerdir. Binaenaleyh; bazısına riayet ve bazı ahare adem-i riayetlerinden dolayı Cenab-ı Hak tevbih ve bu ahd-i nakzedenlerin cezası dünyada rüsvalık ve zill-ü hakaret ol­duğunu beyanla Yehûdu tehdid buyurmuştur. Çünkü akvamı bir noktaya cem eden din ve rabıtaları şeriattır. Aklen malûm olduğu gibi hissen dahi müşahede olunmaktadır ki, hangi ümmet ikrar verip kabul ettiği şeriatin ahkâmını ihlâl ve hudûd-u ilâhiyeyi te­cavüz ederse o ümmetin rabıtası çözülür ve yekdiğerine irtibatı kalkınca bittabi satvet ve şevketi zevale yüz tutar. Binaenaleyh; heyet-i mecmuası dünyaca zelil ve hakir olup â'dânın ayakları al­tında ezilirler ve yevm-i kıyamette azabın en şiddetlisine uğrarlar. [72]

 

[Şu kitabın bazısına iman ve bazısına küfr edenler sol kim­seler ki onlar âhiret mukabilinde hayat-ı dünyayı satın almışlardır ve hava ve heveslerine muhalif olan evamir-i ilâhiyeyi ihmal ederek hu/uzat-i âhiret üzerine hava ve heveslerini tercih ettik­lerinden onlardan azap tahfif olunmadığı gibi hiçbir kimse tara­fından nusret ve yardım dahi olunmazlar.] Şu halde kitabın ce-mî'i ahkâmıyla âmil olanların nail oldukları iltifat-ı ilâhiyeden sakıt ve azâb-ı ebedîye giriftar olurlar. [73]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e ihsan ettiği nimetlerden diğer bazı­larını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ulûhiyetime kasem ederim ki, muhakkak Biz Azimüş-şan ibadın mesalih-i diniye ve dünyeviyelerini câmî' kitab-ı ma'-hûd olan Tevrat'ı Musa (A.S.)'a verdik ve Musa (A.S.) Tevrat'la hükmedip vefat ettikten sonra resulleri, Musa (A.S.)'a tâbi kıldık ve onlar' da Musa (A.S.)'ı takib edip vefat ettikten sonra İsa (A.S.)'a umur-u dünya ve umur-u âhiretlerini beyan eder bey.yi-neler ve açık deliller verdik ve İsa'yı r«h-i kudüs olan İncil ile teyid ve takviye ettik. Bu kadar delâil-i vazıha ile resullerimiz geldiklerinde siz itaat etmediniz de hemezaman arzunuzun hilâfı­na resul geldiğinde iman etmekten nefsinizi büyük addederek re­sulleri tahkir ettiniz ve iman etmeye meyl-ü rağbet etmediniz, ru-sül-ü kiramdan bir fırkayı tekzip ve diğer bir fırkayı katlettiniz.]

Binaenaleyh; imandan tecerrüd ettiniz.

Bu âyet-i celile Beni israil'e resul göndermek ve kitap inzal etmek gibi nimetleri verdiği halde şükr etmeyip küfr ettiklerini beyanla habâset-i tıynetlerini meydana koymuştur.

Musa (A.S.)'dan sonra birçok resuller geldiğine ayet delâlet ettiği gibi şeriat-ı Musa, cümlesine şeriat olduğuna ve Musam şeriati, şeriat-i İsa'nın zuhuruna kadar devam ettiğine dahi de­lâlet eder. Çünkü Musa (A.S.)'a kitap verildiğini ve diğer resul­lerin Musa (A.S.)'a tâbi olduklarını beyan etmek; Musa (A.S.)'dan sonra gelen resullerin şeriat-ı Musa ile amel ettiklerine delâlet eder.

Amma. İsa (A.S.)'m şeriatı ve kitabı Musa (A.S.)'m şeriatinin okser-i ahkâmını neshedip şeriat-ı cedide sahibi olduğundan icma-len resuller geldiklerini beyandan sonra tafsilen İsa (A.S.)'ı Vacip Tealâ beyan buyurmuştur.

Lâfz-ı İsa Arabidir. İbranısi Işu'dur. Lâfz-ı Meryem hadim manasınadır. Beyt-i Mukaddes'e hizmet ettiğinden Meryem de­nilmiştir.

Bey yinatla murad; Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyan-Jan veçhile mevtayı ihya etmek ve gözsüzlerin gözlerini iade ey­lemek ve bazı vıuğayyehatian haber vermek gibi Cenab-ı Hakkın İsa (A,S./a vermiş olduğu mucizat-ı zahiredir.

Ruh-u KudilsIe murad; Cibril-i Emin'dir. Zira Ruh-u Kudüs; Buh-u Mukaddese manâsına olduğu cihetle Cibril-i Emin'-in şanına ta'zim ve ulüvvü mertebesini beyan için Ruh-u Kudüs denilmiştir. Yahut Cibril-i Emin ile din-i mübin ihya olunduğun­dan insanın bedenindeki ruhuna teşbih tarikiyle Cibril'e Ruh-ül Kadüa denilmiştir. Cibril, enbiyaya vahiy inzaline memur olup mükellefin dahi dinlerini vahy ile ihya ettiklerinden ruh denilme­ye sezadır. Yahut, Ruh-ul Kudüs; İncirdir. Zira; umur-u dinin ih­yasına ve umur-u dünyanın intizamına vesile olduğundan Ruh de­nilmiştir. Çünkü; bünye-i insaniye her türlü kemalâtını ruh vası­tasıyla ikmal ettiği gibi cemiyet-i beşeriyenin her ferdi dînî ve dünyevî kemalât ve saadâtım kitabullah vasıtasıyla ikmal ettiğin­den ruha teşbih tarikiyle kinayeten ruh denilmiştir. Yahut Ruh-ul Kudüs'le murad; İsa (A.S.)'m mevtayı dirilttiği esnada tevessül ettiği İsm-i A'zamdır. Şu halde bu âyette Ruh-ul Kudüs'le herhan­gi manâ murad olunursa olunsun o manânın İsa (A.S.)'ın nübüv­vetini teyid ettiğini Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. [74]

 

Vacip Tealâ Yehûdun bazı enbiyayı katil ve bazılarını tekzip ettiklerini ve imandan imtina ile temerrüdlerine işaret ve küfür­lerini beyandan sonra Resulullah'a karşı adavetlerini beyan et­mek üzere :

buyuruyor.

[Onlar «bizim kalplerimiz perdelidir, senin davetini işitme­yiz ve sözünü dinlemeyiz» dediler. Sen onlara cevap olarak lev-bih ve tekdir suretiyle/de ki sizin kalplerinizde perde yoktur, bel­ki hased ve inadınızdan dolayı hakkı işitmezsiniz, AUahü Tealâ onlara küfürleri sebebiyle lanet etti. Binaenaleyh; onlardan gayet az kimseler iman ederler.]

Yani; Resulullah Yahudileri din-i İslama davet ettiğinde on­lar hased ve inadlanna binaen dediler ki: «Bizim kalplerimiz se-nin söylediğin sözleri duymaktan perdelidir ve bizim kalbimiz ilmile doludur. Senin söylediğine ihtiyacımız yoktur. Eğer söyledi­ğin sözlerde dinlenecek birşey olsa dinleriz ve lâkin işitmeye şa­yan birşey olmadığından kulağımıza girmez» demişlerdi. Cenab-ı Hak onların bu kelâmlarını reddedip buyuruyor ki, «Onların kalp­lerinde perde yoktur, belki küfrü ihtiyarlan sebebiyle AUahü Te­alâ onlara lanet ve dergâhından tardetti ve küfür gibi bir cinayeti irtikâplarından dolayı AUahü Tealâ onları tevfikmdan uzak kıldı. Binaenaleyh; onlardan iman eden gayet az kimselerdir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile müminin sıfatı oldu­ğuna nazaran manâ-yı nazım: [onlardan az kimseler iman eder] demektir. Yahut imanın sıfatı olduğuna nazaran manâ­yı nazım: [onlar teklif olundukları ahkâmın pek azıcığına iman ederler.] Meselâ «Allahü Tealâ'ya iman ederler, resullere iman etmezler.» demektir. [75]

 

Vacip Tealâ Yahûdun efal-i kabihalarından nev'i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki yahûda, evvelin ve ahirinin ulûmunu ve muteka-dat-ı diniye ve dünyeviyeyi ve umum hakaik ve maarifi cami ki­tap — Kur'ân'dır — ind-i ilâhiden geldi. Onlarla beraber bulunan Tevrat'ı ve enbiya-yi izama nazil olan sair kitapları tasdik eder Kuran gelince onlar küfrettiler. Halbuki bu kitap nazil olmazdan evvel yahûd, o kitabın nazil olacağını kâfirler üzerine fütuhat ad­dederler ve o kitabın sahibiyle kâfirlere galebe edeceklerini ve di­niyle tedeyyün eyleyeceklerini maaliftihar beyan ederlerdi. Vakta ki onlara bildikleri ve kitaplarıyla nüzulünü istidlal ettikleri ki-tab-ı mübin geldi, fakat o zaman o kitaba küfr ettiler.] Has e d ve inatları o kitaba ve kitabın sahibine iman etmelerine müsaade et­medi, mâni oldu. Evvelki sözlerini kamilen unuttular, bab-ı ilâhi­den tard ve teb'ide müstehak oldular. Binaenaleyh; Allah'ın laneti kâfirler üzerine daima nazil ve variddir. Kur'ân-ı Azimüşşan, en-biya-yı sabıkanın kitaplarını taraf-ı ilâhiden kullarını tarîk-ı hak­ka irşad için inzal olunduğunu tasdik ettiğinden kitab-ı müsaddik denilmiştir.

Yahûd taifesi Kur'ân nazil olmazdan evvel Tevrat'ın beyanı veçhile Kur'ân'm nazil olacağını ve Kur'ân'ın sahibi olan Hz. Mu-hammed (S.A.) vasıtasıyla müşriklere galebe edeceklerini ve nüzulü zamanı takarrub ettiğinden kendi zamanlarına tesadüf edeceğini maaliftihar beyan ettikleri halde Kur'ân nazil olunca hasedle riya­setlerinin zevalinden havf ve endişe ederek ikrarlarından nükûl ve dünyayı din üzerine tercih eyleyerek küfrettiklerini Cenab-ı Hak beyan ve lanete istihkakları ancak küfürleri için olduğuna işaret olarak zamir yerinde ism-i zahir olarak buyur­muştur. Çünkü; bedelinde denilse olabilirdi. Lâkin lanete istihkakları küfürlerinden dolayı olduğuna işaret fevt olurdu. Çünkü; müştak üzere hükmün tertibi o müşta­kın me'haz-i iştikakı hükme illet olduğunu müş'ir olduğundan lâfzı mehaz ve iştikakı olan küfrün lanete illet oldu­ğuna delâlet eder. [76]

 

Vacip Tealâ Yahudilerin küfürlerini beyandan sonra o küfür­lerinin sebebini ve küfrü ihtiyarlarına binaen gazap üzere gazaba, müstehak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ne çirkin oldu şol şey ki, o şey mukabilinde onlar nefislerini satın aldılar. Güya zann-ı fasitlerince Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a küîürleriyle nefislerini azab-ı ilâhiden kurtarmış oldular. Kulla­rından dilediği kimse üzerine fazl-ü kereminden Allah'ın Kur'ân'ı inzal etmesine hased ve zulüm ve tuğyanlarından naşı Allah'ın inzal ettiği kitabına küfretmeleri ne fena şey oldu ki, şakaveii sa­adet zan ettiler. Enbiya-yı izama hased edince onlar gazap üzere gazapla rucu ettiler. Dünyada ve âhirette hakaret edici azab kâ­firler üzerine olucudur.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile sattılar manasınadır.

Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a kü­fürleri mukabilinde nefislerinin saadetini ve huzuzâtını sattılar. Ne çirkin ve fena şey oldu küfürleri ki, o küfürleri bedelinde sa­adeti nefsaniyelerini sattılar.] Yahut satın aldılar ma­nasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Ne berbat oldu şol şey ki, o şey mukabilinde onlar nefislerini satın aldılar ve güya azap­tan kurtardılar. Halbuki nefisleri mukabilinde ihtiyar ettikleri fe­na şey Allah'ın kitabına küfretmeleridir.]

Küfürlerinin sebebi ve illeti; Allah'ın dilediği kuluna kitap inzal etmesine hased ve buğz-u adavetleri olduğu beyan olun­muştur.

Fahr-i Razi ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile Hz. Mu­sa'ya ezalarından dolayı gazaba müstehak oldukları gibi âhir za­man nebisine küfürlerinden naşi dahi gazab-ı âhare müstehak ol-1 duklanndan Yâhûdun .gazapları ikidir.' Yahut İsa (A.S.)'a küfürleri ve bazı enbiyayı katilleri sebebiyle müstehak oldukları gazap üze­rine Resulullah'a da küfürleri sebebiyle gazab-ı ahare müstehak olduklarından gazap üzerine gazapla rucu ettikleri bu âyette be­yan olunmuştur. Velhasıl Yahûda gazabın her ne sebeple olursa olsun iki kat olduğu muhakkaktır. Zira; küfürleri esbab-ı mütead-dideyle hasıl olduğundan onlar üzerine gazap da müteaddiddir ve azapları onları zelil ve hakir kılacağı kafidir. Çünkü; onların kü­fürlerinden dolavj azaplarının onlara ihanet edeceği beyan olun­muştur. [77]

 

Vacip Tealâ Yahûdun efal-i kabihalarmdan nev-i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.                               

[Yahûda «Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a iman edin» denildi­ğinde onlar «Bizim üzerimize inzal olunan Tevrat'a iman ederiz» derler ve kendi kitapları olan Tevrat'ın maadasına küfrederler. Halbuki Tevrat'ın başkası olan Kur'ân onlarla beraber bulunan Tevrat'ın taraf-ı ilâhiden münzel kitap olduğunu tasdik edici oldu­ğu halde haktır ve sadıktır, iman etmeye lâyıktır. Ya Ekrem-er Küsül! Onlara cevap ve ilzam olarak sen de ki «Eğer dediğiniz gibi Tevrat'a iman edici oldunuzsa bundan evvel Allah'ın nebilerini niçin katlettiniz? Tevrat size onları katledin mi dedi? Ve o katlet­tiğiniz nebiler size Tevrat'ın hilafını mı emr ederdi? Sebep ne idi ki onları kati ettiniz? Allah'ın kitabına iman eden, Allahın nebi­lerini katleder mi? Siz ise katlettiniz, şu halde imanınız yalandır.]

Kütüb-ü semaviyenin cümlesine iman lâzımken Yehûd,, bazı­sına iman edip bazısına iman etmedikleri için Vacip Tealâ bu âyet­le onları zem'etmiştir. Zira; Tevrat'a iman ettikleri iddialarıyla kendi amelleri beyninde tenakuz vardır. Çünkü; Tevrat, cümle ki­taba imanın vücubunu emri ve tavsiye eder. Kur'ân'a imanın vü-cubuna sebep Kur'ân'ın hak olduğu ve hakkaniyeti, mucizat-ı za­hire ile nübüvvet davası sabit olan peygamberin o kitabın taraf-ı ilâhiden münzel olduğunu haber vermesi ve Kur'ân'a muarazaya kıyam edenleri aciz bırakmasıyla sabit olduğuna işaret için Vacip Tealâ Kur'ân'm taraf-ı ilâhisinden nazil olduğunu beyan buyur­muş ve Yehûd taifesinin Tevrat'a iman davaları kâzip ve hariçte ef'allerine mütenakız olduğunu beyanla Genab-ı Hak Yahûd taife­sini rüsva kılmıştır. Çünkü; enbiyayı katletmek küfür olduğu gibi alelhusus Tevrat, bigayrı hakkın avam-ı nasın katlinden bile on­ları nehyettiği halde enbiya-yı izamı katletmekle beraber Tevrat'a iman ettiklerini iddia etmeleri mütenakızdır. Çünkü; ahâd ve avam-ı naşı katletmekten nehyeden bir kitab-ı celilüşşanm, enbi­ya-yı izamı da katilden menedeceği evleviyetle sabittir. Şu halde bir taraftan enbiyayı katletmek diğer taraftan Tevrat'a iman et­tik diye iddiada bulunmak elbette tenakuz teşkil eder. Çünkü; Tevrat'ın ahkâmı hiçbir kimseyi bigayrı hakkın katletmemektedir. Halbuki birçok peygamber katlettikleri nass-ı Kur'ân'la sabittir. Gerçi enbiyayı katleden Yahudiler zaman-ı saadette bulunanlar değillerse de âbâ ve ecdatlarının ef ali onları imandan çıkarıp on­ların imanları yalan olduğu gibi bunların imanı dahi yalan oldu­ğunu beyan sırasında eslâfınm hataları da bunların yüzlerine vu­rulmuş ve abaları tarafından ika' edilen fiil-i katil, kinaye tarikiyle bunlara isnad olunmuştur. Çünkü; bunlar abalarının ef'aline razı olup masiyete rıza ise aynı masiyet olduğundan keenne enbiyayı katilde, bunların da rızalarına binaen medhaldar addolunmuşlar­dır. [78]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in «Biz iman ettik» dedikleri kelâmlarını enbiyayı katletmeleriyle ve kütüb-ü münzelenin bazısına iman etmediklerini beyanla reddettiği gibi az bir zamanda buzağı sure­tine ibadet ettiklerini beyan ile dahi reddetmek üzere buyuruyor.

Zat-i ülûhiyetime kasem ederim ki, birtakım mu'cizât-ı za­hire ve alâmat-i adîdeyle Musa (A.S.) size geldi ve dava-yı nübüv­vetini teyid ve tasdik eder delillerle nübüvvetini ispat etti. Musa (A.S.) Tûr-u Sina'ya münacata gittikten sonra tasni' edilen dana suretini siz zalim olduğunuz halde mabud ittihaz ettiniz.] Halbuki Musa (A.S.) sizin noksanmızı ikmal ve mesalihinizi tekmil husu­sunda fevaid-i uhrâ istirhamına gitmişti. Siz ise Samîriy gibi bir münafıkm hiyle ve desayisine aldanarak dana sureti gibi hakir ve zelil birşeyi mabud ittihazına kadar cüret ettiniz. İşte ibadetinizi müstehak olma/an birşeye tevcih ettiğinizden dolayı nefsinize zul­mettiniz.

Beni İsrail'in buzağı suretini mabud ittihaz ettikleri gerçi bun­dan evvel zikrolunmuşsa da âyetlerin üslûp ve ibareleri beyninde fark olduğu gibi sevk olunan maksatlar beyninde de fark vardır. Zira evvelki âyetten maksat; Beni İsrail'e taraf-ı ilâhiden tevali eden nimetlere karşı şükretmek lâzımken küfürle mukabele ettik­lerini beyan için sevkolunmasıdır. Bu âyetten maksat ise Musa (A.S.)'m vahdaniyet-i ilâhiyeyi ispat için getirmiş olduğu delâile karşı «Dana suretini mabud ittihaz eden siz değil misiniz ki, Tev­rat'a iman ettiğinizi iddia ediyorsunuz?» demektir. Şu halde Re-sulullah'a karşı olan muameleleri Musa (A.S.)'a yaptıkları muame­leleri gibidir. Binaenaleyh; âyetlerde maksat itibariyle tekrar yoktur. [79]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in kendi kitaplarına iman etmedikle­rini delil-i aharla ispat ve beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikredin ey Beni İsrail! Şol zamanı- ki o zamanda Tevrat'a iman edeceğinize dair biz sizden ahd-ü misak aldık ve Tûr Dağı­nı üzerinize kaldırmakla tehdit ettik ve dedik ki «Size verdiğimiz kitabın ahkâmını kuvvet ve ciddiyetle ahzedin ve evamir ve ne-vahhnizi işitin! Mucibiyle amel edin.» Bizim bu emrimiz üzerine cslâîmız «Emrinizi kulaklarımızla işittik, kalbimizle isyan ettik» dediler ve onların küfürleri sebebiyle dana suretine muhabbetleri kalplerine iç iv il mi şiir.] Zira; buzağının aşk-u mahabbeti onları mest-i lâ yakıl haline getirmiş keenne kalpleri danaya ibadetin mahabbetini sünger gibi soruyor (emiyor) içilen suyun mideyi ihata edip her tarafına yayıldığı gibi buzağı suretine nıahabbet-leri onların kalplerini ihata etmiştir. Ky resulüm! Sen onları il­zam ve ıskat tarikiyle ala vech-ittekdir vetta'riz [De ki «Eğer mü-minseniz size imanınızın emrettiği şey ne çirkin şey oldu ki kita-buİlahı inkâr ve resulleri tekzip ve katledip danaya ibadet ediyor­sunuz. Mümin olan kimse bunlara cür'et eder mi? İmanla bu ef'al-i kabiha bir arada geçinir mi? Bu cinayatı irtikâpla beraber kitabı­nıza iman ettiğinizi nasıl iddia edersiniz, kavliniz fiilinize mütena-kız değil mi, müminseniz size bunları imanınız mı emrediyor?] İmanın muktezası böyle kabayih emretmek midir? Şu halde bu cinayâta cüretiniz imanınızın olmadığına delâlet eder.»

Gerçi bu âyetin bazı kısmı bundan evvel zikrolunmuşsa da bu makamda tekiden «İşittik, isyan ettik» dediklerini beyana bir mukaddimedir. Kalplerine buzağının mahabbeti içirilmek; kalp­lerini libasa, buzağının mahabbetini boyaya teşbih tarikiyle fart-ı mahabbetlerini mahsûsatla izah etmek kabilindendir. Yani «Elbi­senin boyayı sorduğu gibi (emdiği gibi) kalpleri ve bütün damar­ları dana suretinin mahabbetini sormuş (emmiş) ve vücutlarının her tarafına hulul etmiş demektir. [80]

 

Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey habib-i zişanım! Yahûda hitaben sen de ki, »Eğer sîzin zu'münüz gibi dar-ı âhiret ahar dine mensup olan nasın dûnunda indallah size mahsus ve münhasır ise ve sözünüzde sadıksanız ölü­münüzü isteyin.] Zira; sizi lezaiz-i âhirete ve niam-ı bakiyeye isal eden Ölümdür. Siz de, âhiret nimetlerinin kendinize mahsus oldu­ğunu iddia ediyorsunuz, sözünüz doğruysa âhireti arzu edin. Bir an evvel âhirete vasıl olmak için Cenab-ı Hak'tan mevtinizi te­menni edin. [Onlar kesb-i yedleri olan hırs ve luî-ü emel ve riya-set-i dünyeviye ve maasi-i saire gibi lezaiz-i âhirete mani olacak takdim etlikleri kendi elleriyle yaptıkları birtakım günahları se­bebiyle ebeden ölümü istemezler. Halbuki Allahü Tealâ zalimleri bilir ve hallerine göre mücazat eder.]

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Yahudiler «Hiçbir kimse Cennete dahil olmaz. İllâ Yahudi dahil olur. Zira; biz Allah'­ın oğulları ve ahbaplarıyız» derlerdi. Cenab-ı Hak «Cennet sizinse isteyin ölümünüzü» buyurdu. Çünkü Cennet; lezzetin makam ve m es vasi olduğunu bir kimse yakinen bilince şu dar-ı âlâm ve ek-dar olan dünyadan bir an evvel halâs olup makam-ı rahat olan Cennet'e varmak ister. Cennet'e vuslat ise ölüm vasıtasıyla ola­cağından elbette Ölümü istemek lâzım gelir. Yahûd ise davaların­da kâzip olduklarından ebeden ölümü istemediklerini beyanla Ce­nab-ı Hak davalarını reddetmiştir.

Ölümü temenni edemediklerinin sebebi; Kur'ân'a ve Muham-med (A.S.)'a küfretmek ve Tevrat'ı tahrif eylemek gibi ebeden nar-ı Cehennemi mucip olan maâsiyi kesbetmeleri olduğunu ve kendileri zalim olduklarını beyanla tehdit buyurmuştur.

Yahûdun iddia-yı batıllarının sebebi; şeriatlarının mensuh olmayacağını itikad etmek ve enbiya-yı kiram sülâlesinden olma­larıyla iftihar edip onlar tarafından azaptan halâs edileceklerini ümid eylemek gibi birtakım hayalâta müptenidir. [81]

 

Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i âhari beyan etmek üzerebuyuruyor.

[Zat-ı ulûhiyetime kasem ederim ki, eğer sen Yahûdun ahva­lini teftiş etsen ve kalplerinde olan serâire vakıf olsan onları nasın en ziyade hayata haris olanlarından hulursun ve bilhassa âhir ete iman etmeyen müşriklerden daha ziyade Yahudileri hayata haris hulursun. Hatta onlardan bir tanesi hin sene muammer olmak is­ter. Halbuki onun hin sene muammer olması onu azab-ı Cehen­nemden uzak kılamaz. AH ahu Tealâ onların ömürlerinde kendile­rinden sudur eden cemi' amellerini bilici ve amellerine göre mü-cazat edicidir.]

Hırs;   birşeyi şiddetle taleb etmektir. Manâ cihetinden nas üzerine matuf olduğuna nazaran man&yı âyet: [Ey habibim! Sen nas içinde pek ziyade hayata ve uzun müddet dünyada yaşamaya haris Yahûd milletini bulursun. Ve bilhassa âhireti itikad etmeyip bütün emeli dünyaya maksur olan müşrik­lerden daha ziyade hayata haris elbette Yahudilerdir.] Zira; dün­yada tûl-ü emele, Yahûdun meyl-ü rağbeti her milletten ziyade­dir. Halbuki onların kendi iddiaları ve itikad-ı batılları gibi âhiret saadeti onlara mahsus olsa âhirete bir an evvel gitmek için mevti temenni ederlerdi. Mevti temenni etmeyip bilâkis hayata haris olmaları davalarının kizb-i mahz olduğuna delâlet eder.

Mürşiklerde nasta dahildir. Fakat hayata mahabbetleri herkeşten ziyade alduğundan Yahûdun hayata hırsını mübalâğa tari­kiyle beyan etmek için ayrıca zikrolunmuşlardır. Çünkü; müşrik­ler âhirete iman etmeyip hemen emelleri hayat-ı dünyaya matuf olduğundan elbette çok yaşamayı herkesten ziyade isteyecekleri tabiidir. Halbuki Yahûd; ehl-i kitap olmak ve âhirete imanları bu­lunmak itibariyle haşr-ü neşri ikrar ederken âhirete iman etme­yenlerden daha ziyade yaşamaya haris olmaları elbette hayata mahabbetin en ziyadesidir ve bu cihetle âyette Yahûdu tevbih ve tekdir-i azim vardır. Müşrikler âhirete iman etmediklerinden ha­yata mahabbetleri, yalnız huzuzat~ı dünyeviyeden müstefid olmak için olduğundan mahabbetleri sırf dünyaya münhasırdır. Amma Yahudilerin dünyaya mahabbetleri olduğu gibi âhîrette azab-ı Ce­hennemden dahi korkuları olduğundan iki cihetle dünyada kal­mak isterler. Binaenaleyh; Yahûdun hayata hırslan müşriklerden ziyadedir. Şu halde «Hayata bu kadar şiddetle haris olan kimseler­den ölümü temenni etmek mümkün olur mu? Elbette ölmeyi arzu etmezleri» demektir. [82]

 

Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.

[Rcsul-ü Ekrem'im; Sen Yahûda hitaben de ki «(Bir kimse enıin-i vahyimiz olan Cibril'e Kur'ân'ı inzalinden dolayı adavet ederse Cibril'e adavete bir sebep yoktur.» Zira; Cibriî-i Emin ken­dinden evvel nazil olan kitapları tasdik edici ve müminleri doğru yola sevk ve Ccnnct9lc tebşir edici olduğu halde nazil olan Kur'ân'ı biiznillâh senin hıfzına inzal etti. Kendi indinden inzal etmez ki ona adavet olunsun. Bir kimse Allah'a ve meleklerine ve resullerine ve Cibril'e ve Mikâil'e adavet ederse gazab-ı ilâhiye müstehak kâfiri billâhtsr. Binaenaleyh; müstehakk-ı azaptır. Zira; Allahü Tealâ kâfirlere adavet edici ve küfürlerinden dolayı kahr-ü gazap edicidir.]

Beyzâvî'nin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile âyet-i celile Yahûd hakkında nazil olmuştur. Çünkü; günden güne Re-sulullah'ın dini zuhur ve terakki edip kütüb-ü sabıkayı nâsih olan Kur'ân'm nüzulü şöhret bulunca Medine-i Münevvere ve etrafın­da olan Yahûd ıztıraba düştüler ve Resulullah'a «meleklerden vahyi kim getirdiğini» sual ettiler. Resulullah «Cibril-i Emin'in geldiğini» haber verince «O bizim düşmanımızdır. Her vakit bize zararla gelir ve daima bizim dinimizi neshe sJay eder» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut Hz.. Ömer birgün Medine'de Yshûdun medreselerine geldi ve Cibril'den onlara sual etti. Onlar «Cibril bizim düşmammızdır. Zira; bizim esrarımızı Muhammed (A.S.)'e haber verir ve husuf ve küsûf gibi kullar üze­rine nazil olan azabın sahibidir.» dediler. Mikâil'den sual edince «Ucuzluk ve selâmet onun eliyle olur» dediler. Ömer (R,A.) «İnd-i ilâhide mertebeleri nedir?» dediğinde Yahudiler «Cibril sağında Mikâil solunda, beynehümada adavet vardır.» dediler. Hz. Ömer «Eğer sizin dediğiniz gibi olsa beyinlerinde adavet olmaz ve siz Himyer kabilesinden daha ziyade kâfirsiniz, bunlardan birine ada­vet eden kimse Allah'a adavet eder» dedi. Badehu huzur-u risale-te geldi, gördü ki bu âyetle Cibril-i Emin gelmiş ve gitmiş. Resulul­lah «Ya Ömer! Rabbin sana muvafakat etti» buyurmuştur.

Cibril-i Emin Kur'âri'ı Allah'ın izniyle getirdiği cihetle Kur'-ân'ı getirdiğinden dolayı Cibril'e adavet Allahü Tealâya adaveti müstelzim olduğu için Cenab-ı Hak Cibril'e adavet eden kimsenin Allah'a adavet etmiş olacağını beyan buyurmuştur.

Âyette şartın cevabı mukadderdir. demektir. Yani «Cibril'e adavet eden nefsinden insafı soymuş çı­karmıştır. Yahut Cibril'e adavet eden kütüb-ü münzelenin kâffe-sine küfretmiş olur.» Yahut «Cibril'e adavet eden kendi gazab-ı kahrından helak olsun, yok olsun» demektir. Zira; Cibril Kur'ân'ı  kalbine Allah'ın izni ve emriyle inzal etti. Binaenaleyh; Cibril'in adavete müstehak bir hali yoktur. Kur'ân ise, kütüb-ü sabı­kayı ve bilhassa Cibril'e adavet eden Yahûdun kitapları olan Tev­rat'ı tasdik edici ve müminleri â'mâl-i salihaya hidayette kılıcı ve â'mâl-i salihayı eda edenlere sevabını müjdeleyicidir.

Kur'ân, Resulullah üzerine nazil olduğu halde Kur'ân'ı feh-me ve hıfz etmeye mahal kalb olduğundan kalb-i nebevileri tah­sis olunmuştur.

Kur'ân'ın hidayetiyle ihtida ve tebşiratıyla mübeşşer olarak intifa eden müminler olduğu için Cenab-ı Hak müminleri tahsis buyurmuştur. Yoksa doğru yolu göstermek manâsmca Kur'ân'ın hidayeti herkese şamildir. Zira Kur'ân; amme-i naşı doğru yola davet eder. Fakat bu davete icabet eden ancak ehl-i imandır.

Cebrail ve Mikâil melâike cümlesinde dahillerse de fazilet ve şereflerine binaen ayrıca isimleri tasrih edilmiş ve Cebrail'in Mi-kâil'den efdal olduğuna işaret için de Cebrail zikirde takdim olun­muştur. Melâikeye adavet etmek küfolduğuna ve Vacip Tealâ'nın kâfirlere adaveti küfürlerinden dolayı bulunduğuna işaret için za­mir mevziinde ism-i zahir olarak lâfzı gelmiştir. Çün­kü adavetin kâfire tasrih olunması kâfirdeki sıfatı küfrün Vacip Tealâ'nın onlara adavetine sebep ve illet olduğunu müş'irdir. [83]

 

Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-i ulûhiyetime kasem ederim ki, muhakkak biz azimüş-şan sana açık ve vazıh surette hakkı beyan edip doğru yolu gös­terici âyetler ve mucizeler inzal ettik. Bizim o âyetlerimize küf­retmez, illâ İ asıklar ve hakkı kabul etmeyen mütemerridler küf­rederler.]

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran ayat-i    beyyinatla murad;

Kur'ân'ın âyetleridir. Zira Kur'ân'm âyetleri; gayrileri muavaza-dan aciz kıldığı için nübüvveti teyid eder beyyinat-ı vazıhadandır. Yahut âyetler, hem Kur'ân'a hem de Resulullah'm nübüvvetini tasdik eden sair mucizatı nebeviyenin cümlesine şamildir.

Kur'ân'm bazı âyetleri fesahat ve belâğetiyle nübüvvet dava­sının sıdkma ve bazı âyetleri mugayyebattan haber verdiği cihetle mugayyebata ve bazı âyetleri tevhide Ve bazı âyetleri ahkâm-ı şerayia vazıh surette delâlet ettiği cihetle alâmet ve delâlet ma­nâsına ayat-ı beyyinat denilmiştir.

Küfür; bilerek veya bilmeyerek Hakkı inkâr etmektir. FasıkIa murad; tâat-% ilâhiyeden huruç edip haddini teca­vüz etmektir. Fask , mutlak zikrohmduğu cihetle fışkın ke­mali ve nihayeti olan küfür muraddır. Şu halde manâ-yı nazmı: [Âyetlere küfür (inkâr) etmez illâ haddini tecavüz eden mütemer-rid kâfirler inkâr eder] demektir.

Bu âyet; Yahûd ulemasından İbn-i Suryan'm Resulullah'a «Sen bize bir§ey getirmedin ki biz bilelim ve âyet getirmedin ki ittiba edelim» demesi üzerine nazil olmuş ve onun kelâmını red­detmiştir. Çünkü; Resulullah'a «Sen bize birşey getirmedin» de­diğini red olarak Cenab-ı Hak matluba delâlet eder âyetleri inzal ettiğini ve âyetlere küfr etmeyip ancak taât-i ilâhiyeden çıkmış fasıklann küfrettiğini beyanla İbn-i (Suryan)'m hem kâfir hem kâfirin fasıklarmdan olduğuna tariz ve işaret buyurmuştur. [84]

 

Vacip Tealâ Yahûdun cinayetlerinden nev-i ahari beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Onlar küfrederler ve hernezaman bir ahdi muahede ederler­se (birşeye söz verirlerse) onlardan bir fırka o ahdi nakzeder, ar­kasına atmakla bütün bütün terkeder. Ahdini vefa etmez değil mi? Belki onların ekserisi iman etmezler.]

Yani; onlar nasıl fasık olup taât-ı ilâhiyeden huruç etmezler? Elbette huruç etmişlerdir. Zira; onlar hernezaman Allahü Tealâ ve resulüyle bir ahd üzere muahede ederlerse onlardan bir fırka-i azîme o ahdi unutur, arkaya atarak nakzeder, belki onların ekse­risi iman etmezler. Binaenaleyh onlar fasıklardır.

Nakz-i ahdetmek Yahûdun bir adet-i müstemirreleri olduğu­na işaret için umum ezmine ve evkata delâlet eden ( Lif ) lâfzı varid olmuştur. İstifham ise ahdi nakzlarmı inkâr için varid ol­muştur. Yani; «Rusül-ü kiramın lisanları üzerine vaki, olan ahd-i ilâhiyi nakzetmek beşer için münkerattan çirkin bir hal» demektir.

Tevrat-ı Şerifte Vacip Tealâ resulünün ahvalini ve evsafını ve iman lâzım olduğunu beyan edip onlar da Tevrat'ı kabul etme­leriyle Resulullah'a iman edeceklerini muahede etmiş oldukların­dan Resulullah ba's olununca hasedlerinden nâşi iman etmedikleri cihetle ahdi nakzettiklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyur­muştur. Çünkü; onlar Resulullah'm bi'setinden evvel ba's oluna­cağım ve ba's olunduğunda iman edeceklerini ve muin ve nasır olacaklarını ve aleyhine olarak bir kimseye muavenet etmeyecek­lerini yeminleriyle tekid ederek beyan ettikleri halde Resulullah ba's olununca iman etmedikleri gibi (Hendek) gazasında Resulul-lah'ın aleyhine Kureyş'e muavenette bulunmakla dahi nakz-i ahd etmişlerdir. [85]

 

Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Vakta ki Yahûda, taraf-i ilâhiden kendilerinin iman ettikle­ri kitaplarım tasdik edici Resul-ü Muazzam gelince kendilerine ki­tap ita olunan Yahûddan bir fırka, Allah'ın kitabını arkalarına attılar, asla iltifat etmediler ve kitaplarının muktezasıyla asla amel etmediler. Şol haysiyette ki, keenne kitaplarının ahkâmını asla bilmezlermiş gibi bir hal üzere bulundular. Belki Tevrat'ın o re­sule müteallik ahkâmını bilkülliye unuttular.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Resulullah, Hz. Musa'nın risa-letini ve Tevrat'ın sıhhatini beyanla tasdik ettiği gibi Tevrat da, Resulullah'm geleceğini beyan edip Resulullah'ın gelmesi dahi Tevrat'ı musaddık olmuştur.

Kitap verilenlerle murad; kitaba iman edenlerdir. Gerek me­sailine alim olsun ve gerek alim olmasın mutlaka kitabı tanıyan­lardır.

Kitapla murad; Kur'ân olmak ihtimali varsa da esah olan Tevrat'tır. Zira arkaya atmak; temessük ettikten sonra olacağın­dan ve Kur'ân'a Yahûd asla temessük etmeyip Tevrat'a temessük ettiklerinden arkaya atıp amelini terk ettikleri kitap; Tevrat'tır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Yahûd; dört fırkadır : Birinci fır­ka; Tevrat'a iman edip hukukunu ifaya sa'yeden müminlerdir. Bu kısım, Yahûddan akall-i kalildir. İkinci fırka; Tevrat'a aleni mu­halefet edip ahkâmını arkaya atan' kâfirlerdir. Üçüncü fırka; aleni surette Tevrat'ın ahkâmını terketmediler. Fakat cehaletlerinden dolayı ahkâmını ihlâl ve terkedenlerdir. Bu fırka, Yahûdun ekse­riyetini teşkil eder. Dördüncü fırka; zahirde Tevrat'la amel ederse de gizlice ahkâmını terkederler ve hakikat-i hali bilirler, lâkin inaden ve istikbaren bilmemezlikten gelenlerdir. Bu kısım, Ya-hûdun münafıklarıdır. [86]

 

Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yahûd Tevrat'ı arkaya atıp ahkâmıyla ameli terkettüer de Süleyman (A.S.)'ın mülkü ve saltanatı üzerine şeytanların tilâ­vet ve iftira ettikleri şeylere ittiba ettiler. Süleyman (A.S.)'ın mülk ve saltanatını ve ins-ü cinnin nıüsahhar olmasını sihirle yap­tı ve nail oldu diyerek Süleyman (A.S.)'ı küfre nispet ettiler. Hal­buki Süleyman (A.S.) kâfir olmadı ve lâkin ins-ü cinnin şeytan­ları kâfir oldular. Zira; onlar nasa sihri talim ederlerdi.]

Şeyatinin haberlerine tabi olan Yahudilerle murad; zaman-ı saadette mevcud olanlardır. Yahut zaman-ı Süleyraanda mevcut olanlar olduğuna dair ihtilâf varsa da Fahr-i Razi'nin beyanı veç­hile esah olan Yahûdun her sınıf ve nev'ine ve her zamanda bu­lunanlara şamildir. Zira; Yahûdun ekserisi Süleyman (A.S.)'ın nübüvvetini inkârla «Mülûk-ü dünyadan bir padişahtır, bu salta­nata sihir sebebiyle malik olmuştur» derlerdi. Vakta ki ufk-u nü­büvvetten Resulullah tulü edip Tevrat ile Kur'ân usul-ü itikadda muvafakat edince Resulullah'a muarazayla Tevrat'ın ahkâmını terk ve sihr için yazılmış kitapları aldılar ve onlarla meşgul oldu­lar ve Süleyman (A.S.)'a sihir nispet ettiler. İşte Cenab-ı Hak on­ları bu âyetle reddetmiştir.

Tilâvetle murad; haberdir. Şeytanlarla murad; cinnin kefere-sidir. Çünkü; onlar meleklerden işittikleri bazı haberleri kâhinle­re ve müneccimlere vesvese tarikiyle ilka ve işittiklerine birçok yalanlar ilâve ederek haber verdiler, kâhinler de kitaplar telif ede­rek kıraat ve talim ve taallümüne devam ettiler. Sihir talim ve taallümü ve kâhinlerin kitaplarını okumak Süleyman (A.S.) zama­nında şayi oldu ve «Süleyman (A.S.)'m mülkü bununla tamamdır ve ins-ü cinnin ve tuyur-u vuhuşun ve rüzgârların itaatleri sihir­ledir.» demekle Süleyman (A.S.)'a sahirdir demişlerdir.

Onların iftiraları; Süleyman (A.S.)'ın mülkü üzerine olması ve o mülke sihir vasıtasıyla malik oldu demeleridir. Zira; onlar sihir kitaplarını okurlar ve «Süleyman (A.S.)'ın ilmi bundan iba­rettir» derlerdi.

Süleyman (A.S.)'ı sihre nispet etmek halka sihri kabul ettir­mek içindir. Yahut nübüvvetini ikrar etmeyerek hakikatte sahir­dir derlerdi.

Sihrin manâ-yı aslisine gelince : bazı esbab-ı hafiye ile batılı hak suretinde göstermektir ve tahsilinde Şeytan'dan istiane olunmak lâzımdır. Şu halde sihir şerre alet olmak ve habais-i nefis sahibi bulunmak da sahir için evsaf-ı lâzimedendir. Zira; teâvün. ve tenasurda münasebet şarttır. Binaenaleyh; sihri iltizam edip Şeytan'dan muavenet bekleyen Şeytan gibi habîs olmadıkça Şey­tan muavenet etmez. Ehl-i sünnet indinde sihrin vücudu ve haki­kati vardır, fakat sihri işlemek küfürdür.

Sihrin enva-ı adidesi vardır; birinci nev'i Gildanilerin sihridir, Gildaniler yıldıza ibadet ve yıldızın müessir olduğunu iükad eder­ler ve onlar sihiıieriyle ebdanda hasıl olan, maraz, cünûn, mevt gibi tesiri yıldızdandır derlerdi. Gildaniler, İbrahim (A.S.) zama­nında mevcud olan ahalidir. İbrahim (A.S.) onların yıldıza ibadet ve yıldızın arz üzerine tesir ve tedbirini itikad etmek gibi sahîf ve batıl diyanetlerini iptal için ba's olunmuştur ve o yolda muaraza ve onları ilzam ettiği de Sûre-i En'am'da mezkûrdur.

Sihrin cisimde tesiri vardır, lâkin sahirin bir cismi, ahar bir cisme tebdil veyahut yeniden bir cisim icad etmek gibi umur-u mühimmeye iktidarı yoktur. Ancak sahir, çok hiyel ve desayisle ve Şeytan'm muavenetiyle ve birtakım sa'y-ü gayretle sihir saye­sinde hakir birşey iktisab eder. Eğer sihirle taklip veya halk-i cc-sama kadir olsa az bir sihirle birçok mal kesbedip zelil ve hakîr ol­mazdı. Halbuki âlemde sahir kadar sefil ve hakir bir kimse görül­memiştir. Kezalik kimyacıların kalbi hakayık için serdettikleri id­dialar dahi yalandır. Zira; bazı alât ve edviye ile bakırı altın veya gümüşe kalb etmiş olsalardı şimdiye kadar kimyacıların dünyayı altınla doldurmaları lâzım gelir ve padişahların madenlere sarf-ı makderet etmektense kimyacılığa azıcık mal sarfıyla birçok hazi­neler tedarik etmeleri daha evlâ olurdu ve kimyacılık vasıtasıyla suhuletle bakırdan altın istihsal etmek büyük büyük kaleler fet­hetmekten elbette daha mühimdir. Halbuki hiçbir zamanda ve hiçbir hükümdarda böyle birşeyin husulünü tarihler zikretmediği gibi bunun hakkında kütüb-ü şer'iyede dahi rivayet görülmüyor. Altın ve gümüşün kimya ile meydana gelmesi Cenab-ı Hakkın on­lar da halk ettiği kıymete ve hikmete de münafidir.

Çünkü; suhuletle altın ve gümüşün iktisabı mümkün olsaydı, nas beyninde altın ve gümüşün kadri kalmaz ve muamelât sekte-dar olacağından âlemin intizamı haleldar olacağı şüphesizdir. Şu halde kimyacıların sarfettiği paralar ve çektiği emekler heder ve hebadır ve husulüne dair serd ettikleri delâil esassız evham ve hülyadan ibarettir.

Sihrin hükm-ü şer'isine gelince : Eğer sahir, sihrindeki tesiri kendi fiilinden veyahut alât ve edevatından mütevellid bulundu­ğunu itikad ederse küfürdür ve eğer tesirin Cenab-ı Hak'tan oldu­ğunu itikad ederse taallümü haram ve fiiliyatı günah-ı kebairden-dir. Zira; Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Resulullah'tan (Ebu Hüreyre) Hz.'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Hesulullah (S.A.) «Mühlik plan yedi şeyden ihtiraz edin» buyurduğunda as-hab-ı kiram tarafından «O yedi şey nedir ya Resulallah?» dedik­lerinde «Allahıi Tealâ'ya şirk, sihir, bigayrı hakkın katl-i nefis, yetimin malını ekletmek, zina, esna-yı harpte âdâdan firar etmek ve afife olan bir hatuna zaniyesin demektir.» buyurduğu mervidir. Şu halde bu hadis-i şerifin beyanı veçhile sihir; katl-i nefse ve zi­naya muadil büyük günahtır.

İkinci nevi; eshab-ı evhamın sihridir. Vehmiyata tabi olarak bazı şeyleri tevehhümatla halka suret-i âhârde göstermektir.

Üçüncü nevi; şeyatinden istiane tarikiyle harikulade gibi bazı şeyler ihtira3 etmek ve halka göstermektir. Dördüncü nevi; göz bo­yamak tabir olunan şeydir. Bu nev'e şa'beze denir ki bu fende ha­zık olan, halkı bir nevi fiiliyatla meşgul ederken ansızın halkın haberi olmadan fiil-i ahar ihdas ve halk onu gözetmedikleri halde zuhur edivermesi hayreti mucip olup taaccüplerini celbeder ve kuvve-i basıranın kemal-i süratle hareket eden birşeyi şey-i ahar suretinde görmek adetidir. Meselâ sür'atle seyreden vapurda bir kimse suya nazar etse vapuru durur, suyu gider görür, halbuki emir berakistir. Rahmet yağarken semadan nazil olan katreleri semadan yere kadar çekilmiş birer hatt-ı müstakim suretinde gö­rür ve bir kimse birşeyle meşgul iken yanında şey-i ahar hadis olur, haberi olmaz.

Sihrin, beşerin ebdanına ve zihnine ve aklına tesiri muhak­kaktır. Hatta bir Yahudiyenin Resulullah'a sihredip vücud-ü nebe­vilerine zaaf ânz olduğu ve (Raufe) denilen kuyuya üka edilen sihri melâikenin haber vermesiyle oradan çıkarılınca Resulullah'm zaafı zail ve bu misilli sihir ve isabet-i ayndan istiaze için (Mu-avezeteyn) sûrelerinin nazil olduğu mervidir. [87]

 

Vacip Tealâ şeyatinin nasa sihir talimiyle kâfir olduklarını beyandan sonra Harut ve Marut isminde meleklere inzal olunan sihri dahi talim ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şeyatîn insanlara (Küfe) kurbünde Babil denilen beldede Hârut ve Mârut isminde iki melek Üzerine nazil olan sihri dahî talim ederler. Halbuki Hârut ve Mârut kendilerinden sihir öğren­mek için müracaat eden kimseye «Ancak biz fitneyiz. Naşı imti­han için geldik; sen sihir öğrenmekle küfretme» deyinceye kadar hiçbir kimseye sihir talim etmezlerdi. Harut ve Mârufun bu suretle vukubulan tavsiye ve nasihatlerine rağmen o gelen kimse söz din­lemeyerek behemehal sihir öğrenmeyi arzu eyler ve ısrar ederse nas meleklerden zevç ve zevce beyinlerini tefrik edecek sihirleri öğrenirler. Halbuki sihirle onlar bir kimseye zarar edemez, ancak Allah'ın izniyle zarar ederler.] Zira; sihrin nefsinde tesiri olmayıp ancak tesir, Cenab-ı Hak'tandır. Yalnız sihir esbab-ı âdiye kabi-lindendir. O esbaba tevessül edince müsebbibi olan bazı eseri halk etmek Allahü Tealâ'ya mahsustur.

Bahil; Küfe kurbünde Nemrud'un beldesidir. Nemrud'-un köşkü yıkıldığında nasuı lisanı teferruk edip herkes bir türlü söyleyerek hiçbiri Öbürünün lisanını anlamaz bir hale geldiği ci­hetle akıbet herbiri bir tarafa gidip yurt tutmaya vesile olduğun­dan Babil denilmiştir.

Melekler bilûmum maâsiden masumdurlar.    Sihir talimi haram olduğu halde Harut'la Marufun sihir talimlerinin sebebi Fahr-z Razi'nin beyanı veçhile o zamanda sihir teammünı etmiş ve sâhirler nübüvvet davasına kalkışmış, şu halde sihri mu'cizeden tefrik etmek lâzım gelmiş: Halbuki sihri mucizeden tefrik ise mu­cizenin, mahiyetlerini bilmeye tavakkuf ettiğinden Cenab-ı Hak bu iki meleği beşer suretinde gönderdi. Onlar da nasa sihir talim eder ve derlerdi ki: «Sihri bilin ve lâkin amel etmekle küfretmeyin.» Yahut âyette beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ kullarım imti­han için bu melekleri nastan arzu edenlere sihir talimi için gön­derdi. ' Onlar nastan müracaat edenlere nasihat ederler ve «Biz nasa fitne ve imtihan için geldik. Sihir talimine ve mucibiyle amel etmeye heves edip küfretmeyin» derlerdi. Nastan mümin olanlar imanlarını muhafaza eder ve nasihati kabul ederler ve kâfir olan­lar taallüm ederler ve nasihat kabul etmezlerdi. Melekler bu ta­limde emr-i ilâhiyi infaz edip Allahü Tealâ'ya muti oldukları için masiyette bulunmamışlardır. Zira; talimleri emr-i ilâhiye mübte-nidir.

Nastan şakî olanlar zevçle zevce beynini tefrik eden şeyleri taallüm ederlerdi. Her ne suretle sihretseler sihrin zararı ancak Allahü Tealâ'nın halkıyla olduğu cihetle nefsi sihir esbap kabilin­den olup tesirini Allahü Tealânın halk ettiğini Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.

[Nastan sihir taallümü ihtiyar eden şakiler kendilerine ma­zarrat verip dünyada ve âhirette asla menfaat vermeyen şeyi ta­allüm ederler. Zira; sihirle muradları şer olduğundan zarar görür­ler, menfaat görmezler. Zat-ı ulûhiyetime kasem ederim ki, Al­lah'ın kitabını sihre tebdil eden kimseler için âhirette nasib olma­dığını Yahûd muhakkak hileliler, Zatıma yemin ederim ki eğer Yahûd bilmiş olsalardı, mukabilinde nefislerini sattıkları sihir ne çirkin şey oldu!] Veyahut «Nefislerini verip mukabilinde satın al­dıkları sihir ne çirkin şey oldu, eğer bilselerdi ihtiyar etmezlerdi.»

Yani; şeyatînin haber verdiği yalanları ve batıl sihirleri ih-tiyareden ve kitabullahı onlara değişen kimseler için âhirette na­sip olmadığını Yahûd bildiler, fakat huzuzat-ı şehevaniyelerine tâbi olduklarından sırf muzır olan şeyi ihtiyarla ebedi helake müs-tağrak oldular. Ve lâkin Allahü Tealâ hakkı için eğer irtikâp et­tikleri sihrin kabâyihini bilmiş olsalard1. nefisleri mukabilinde al­dıkları sihir ne berbat ve ne fena şey oldu.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Yahûd Allah'ın kitabını arka­larına atıp şeyatînin haberlerinden te'lif olunan eracif dolusu ki­taplara temessük ettikleri cihetle kitabullah mukabilinde keenne sihri satın almış olduklarından ve meleklerin sihri talimden mak­satları sihri bilmekle beraber ondan ihtirazla menafi-i âhirete va­sıl olmak iken Yahûd öğrendikleri sihri menafi-i dünyaya sarfet-tikleri cihetle keenne menafi-i âhiret mukabilinde sihri satın al­mış olduklarından bu âyette şira lâfzı varid olmuştur.

Yehûd'un bir kısmı sihir kitaplarından sihri taallüm edip naşı davet ve diğer bir kısmı da cahil olup onların davetine icabet et­tiklerinden âyetin evvelinde sihri bilen kısma işaret için bildikleri ve aharinde bilmeyen kısma işaret için bilmedikleri beyan olun­muştur.

Yahut sihri ihtiyarla âhirette nasipleri olmadığını bildikleri­ne ve âhirette fevtolan nimetin miktarını bilmediklerine işaret için âyetin evvelinde bildikleri ve âhirinde bilmedikleri beyan olunmuştur.

Yahut hakikati bilirler, lâkin bildikleriyle amel etmedikle­rinden keenne ilimleri adem-i ilim menziline tenzil olunarak âye­tin evvelinde bildiklerine ve âhirinde adem-i intifalarına işaret olunmuştur.

Şu tevcihatın her cümlesine nazaran âyetin evveliyle âhiri beyninde asla tenakuz şaibesi yoktur. Çünkü; bir kısmı taallüm edip bildiklerinden ve diğer kısmı taallüm. etmeyip bilmediklerin­den her iki kısma işaret olunmuştur. [88]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un irtikâp ettikleri ef'al-i kabihalarından dolayı âhirette nasipleri olmadığını beyandan sonra iman etmiş olsalardı ecr-ü mesubata nail olacaklarını beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Yahûdj eğer Allah'a ve resullerine ve kitaplarına ihlâs üze­re iman ve muharrem aItan içtinapla itlika etmiş olsalardı onlar taraf-ı ilâhiden ecr-ü mesubata nail olurlar ve haklarında saadet olurdu. Zira; taraf-ı ilâhiden azıcık mesûbat onlar için bilmiş olsa­lar dünya ve mafihadan hayırlıdır.] Çünkü; dünya nimeti fani, se­vap bakîdir. [89]

 

Vacip Tealâ Resuîullah'm bi'setinden evvel Yehûd'dan vaki olan kabayihi beyandan sonra Resulullah'ın bisetinden Yahudile­rin vaki olan kabayihini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Huzur-u nebeviye geldiğinizde Resulullah'a demeyin deyin ve şu vesayamızi dinleyin ve kâfirler için acıtıcı azap vardır.]

Yani; ey müminler! Huzur-u nebeviye dahil olduğunuzda ke-mal-i edep ve terbiye üzerine dahil olun ki, resulünüze hürmetsiz­lik iş'ar edecek ve Yehûd'un ta'nına vesile olacak şeylerde bulun­mayın ve bilhassa demekle hitab etmeyin belki yani «Bize nazar et» demekle nazarı merhamet ve atıfetini istir­ham edin ve şu vasiyetimizi dinleyin. Zira; dinlemekte sizin için menfaat ve kâfirler için âhirette azab-ı elim vardır.

Beyzâvî, Fahr-i Razi, Hazin ve Nimetullah'ın beyanlarına na­zaran âyetin sebeb-i nüzulü; eshab-ı Resulullah vakayi-i mühimmede huzur-u nebeviye geldiklerinde «Ya Resulallah! Kelâmında teenni buyurmakla, bize riayet et ki, biz Kelâmı Nebevini fehme-delim ve sözümüzü dinlemekle bize riayet buyur ki, mazhar-ı atı­fetin olalım» manâsına derlerdi. Yahudiler bu sözü işitince fırsat buldular. Çünkü onların lisanında ruunet-ten me'huz «Ey ahmak kişi» manâsına kelime-i hakarettir. Eshab-ı Resulullahtan dediklerini işitince beyinlerinde "Biz Muhammed'e gizli seb ederdik, şimdi alenen seb etmemize fırsat var, alenen seb edelim» dediler. Resulullah'm huzuruna geldikle­rinde râina derler ve birbirlerine bakarak gülerlerdi. Sa'd b. Mu-az Hazretleri onların lisanlarını bildiğinden derhal maksatlarını anladı ve Yehûda hitaben: «Bundan sonra eğer sizden bir kimse Resulullah'a hitaben derse kılıçla boynunu vururum» de­mesi üzerine bu âyet nazil olmuştur ki, Yehûd'un bu sebeple Re-sulullah'a sebbine meydan kalmamıştır.

Bu kelimede manâ cihetinden Resulullah'a demek sahih ise de ehl-i Hicaz indinde makam-ı istihzada istimal olun­duğundan istimal cihetinden dahi sû-u edebi nıüş'irdir. Binaena­leyh; ehl-i îman demekten nehyolunmuşlardır. Fa­kat lafzıyla hitapta Resulullah'm nazar-ı inayetini ta­lep ve istirham olduğundan hürmetsizlik manâsını müş'ir değil, bilâkis ta'zîmi müş'irdir. Resulullah'm kelâmını itaat üzere işit­mek ve tamamiyle fehmetmek üzere işitmelerini emretmekle Re­sulullah'a tazim etmelerini Cenab-ı Hak tavsiye buyurmuştur. [90]

 

Vacip Tealâ Yedûhun ve sair kâfirlerin Resulüne adavetlerini beyandan sonra kâfirlerin şerrinden hazer etmelerini Resulüne ve müminlere tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Ehl-i kitaptan olan kâfirler ve müşrikler, sizin üzerinize Rab-binizden hiçbir hayırü bereket ve islah-i halinize ve dünyada ve âhirette saadetinize dair birşey nazil olduğunu istemezler. AHafaü Tealâ kullarından dilediğini rahmetiyle mümtaz kılar ve istediği­ne âyetlerini inzal eder; Zira Allahü Tealâ fazl-ı azîm ve ihsan-i kesir sahibidir.] Hikmet-i ilâhiyesi iktizası istediği kuluna ihsan eder. Kimsenin itiraza hakkı ve mecali yoktur. Zira; her ne işlese mülkünde tasarruftur.

Rahmetle murad; vahy-i ilâhidir. Vaky ; Allah'ın ihsanıdır. Binaenaleyh; vahyini inzale dilediği kulunu ihtiyar et­tiğinden nübüvvet; mevhibe-i ilâhiye olup ahdin kisbi ve sa'yiyle değildir.

Gerek Yehûd ve gerek putlara ibadet eden müşrikler ehl-i iman üzerine nazil olan Kur'ân'a hased ve adavet ettiklerini ve hiçbir zaman hayra nail olduklarını istemediklerini ve daima buğz ve gazap üzere bulunduklarını beyanla ehl-i imana kâfirlerin za­hirde gösterdikleri meveddete aldanmamalarını tavsiye buyur­muştur.

Tefsir-i azin'de beyan olunduğuna nazaran müminler, Ya­hudilere «Muhammed (S.A.)'e iman edin» dediklerinde «Sizin iman ettiğiniz bizim iman ettiğimizden hayırlı değildir» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. [91]

 

Vacip Tealâ Yehûd'un din-i İslama nesh-i ahkâm cihetinden ta'n ettiklerini reddetmek üzere buyuruyor.

[Herhangi bir âyeti biz nesih veyahut nisyan ettirirsek kul­larımız hakkında o âyetten daha hayırlı veyahut ahkâmıyla ame­lin suhuletinde ve ecr-ü mesubatmda ona müsavi olan bir âyeti getiririz. Allahü Tealâ'nın herşeye kadir olduğunu ey Eesul-ü Ekrem'im sen bilmedin mi? Elbette bildin.] Şu halde Allahü Tealâ bir âyeti ve ahkâmım kaldırıp yerine ondan hayırlısını getirmeye dahi kadirdir.

Nesih; ind-eşşer' bir hükm-ü şer'inin muahhar bir delil-i şer'î ile ref ve izale olunmazıdır. Bir âyetin hükmü bir zamana mahsus olarak nazil olur. O zamanın hitamında Vacip Tealâ onun hilâfına veyahut umumi ise hususi bir âyet inzaliyle o âyetin hük­münü kaldırır ve binaenaleyh; o âyetin hükmü nihayet bulmuş olur.

Nesih; ilm-i usulde beyan olunduğu veçhile üç suretle cere­yan eder: Birincisi; lâfzı ve manâsı mensuh olur. İkincisi; yalnız manâsı mensuh, lâfzı baki olur. Üçüncüsü; lâfzı mensuh, manâsı baki olur.

Nesih; aklen ve sem'an caiz ve naklen vahidir. Çünkü; Re-sulullah'a nazil olan Kur'ân; kütüb-ü sabıkanın cümlesini neshet-tiği gibi İncil, Tevrat'ın ve Tevrat kendinden evvelki şerayiin bir­çok ahkâmını neshetmişlerdir. Meselâ Hz. Âdem şeriatinde zür-riyet-i Ademin tekessürü matlub olup meydanda Âdem'in sulben evlâdından başka kimse olmadığından kardeşin kardeşi tezevvüc etmesi meşru* idi. Zira; hal ve maslahata ve takib olunan gaye ve hikmete muvafık olan da bu idi. Biraz müddet sonra insanlar te-kessür ettiğinden kardeşin kardeşi nikâh etmesine ihtiyaç kalma­dığı cihetle bu hüküm nesholunmuştur. Hz. Nuh (A.S.) şeriatinde hayvanatın her nev'ini ekletmek mubah idi. Hz. Musa şeriatinde hayvanattan birçoklarının ekli nesholunmuş ve şeriat-i Muhâm-mediye makablinde olan şeriatleri furû' cihetinden neshetmiştir. Lâkin usul-ü itikadiye cemii şerayi'de müsavi olup asla tegayyür kabul etmediğinden mesail-i itikadiyede nesih yoktur.

Nesih; emir ve nehiy.gibi ahkâma müteallik olan kısımlarda cari olup vukuat-ı hikâye ve haber kısımlarında cari, olmaz.

Kur'ân-ı azimüşşan'da nesih vakidir. Meselâ; zevci vefat eden hatunun iddeti bir senede tamam olacağına dair olan âyet dört ay on günde iddetini ikmal edeceğine dair olan âyetle nesholunduğu gibi iptida-yı islâmda huzur-u Risalette fısıltı yapacak kimse sadaka vermekle memur iken badehu sadaka nesholunmuştur. Kı­tal ile iptida emrolunduğunda bir müminin on kâfire karşı sabır ve sebatı vacip iken sonra bir kişinin.iki kâfire karşı sabır ve se­batı vacip olup ziyadesi nesholunmuştur. Çünkü; bir zamanda em-zice ve bünye-i insaniyeye muvafık devanın diğer zamanda muva­fık olmadığı gibi bir zamanda insanların mizaç ve bünye mesalihi-ne muvafık olan ahkâmın diğer zamanda muvafık olmadığından evvelki hüküm nesholunur, yerine ondan daha kolay ve mesalihe muvafık ikinci bir hüküm gelir.

«Bir âyeti neshedersek ondan hayırlısını getiririz» demek; «İbad üzerine gayet kolay ve menfaatta ziyade ve sevabı çok olan hükmü getiririz.» demektir. Yoksa, «Bir âyet diğer âyetten hayır­lıdır» manâsına değildir. Zira; kelâm-ı ilâhinin cümlesi müsavidir.

Teheccüd namazının farziyetı nesholundu. Çünkü; ibad için dünyaca külfet ve meşakkat kalktığından farziyetinin neshi hayır­lıdır.

Eyyam-ı madudatta oruç bütün Ramazan ayında oruca tahvil olundu. Gerçi ekall-i neshile eksere tahvilde ebdan üzere külfet ve meşakkat vardır. Lâkin ecr-ü sevabı çoktur. Amma bir hükmü nesihle onun mukabilinde mislini getirmekte sevap aynıdır. Zira nasih; mensuha müsavidir. Meselâ kıble (Beyt-i Mukaddes) iken (Kâbe-i Muazzama)fya tahvil olunduğu gibi. Her iki cihete tevec­cühte külfet müsavi olduğu gibi sevap dahi müsavidir.

Gerçi mutezile mensuh olan âyetin mukaddem, nasih olan âyetin muahhar olup muahhar olan bir şeyin kadim olamayaca­ğını beyanla Kur'ân'm hadis olmasını bu âyetle istidlal ediyorlar­sa da nasih ve mensuh olmak elfaz ve ibaraün avarızından olup elfaz ve ibaratın hadis olduğunda ise niza' olmadığı cihetle nesho-lan elfazm hadis olmasından kelâm-ı ilâhinin hadis olması lâzım gelmez.

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nü­zulü kâfirler «Muhammed (S.A.) eshabma bir gün birşeyle emre­der, yarm nehyeder ve birgün bir söz söyler, yarın sözünden dö­ner.. Şu halde her ne söylerse kendi indinden söyler» demeleri üze­rine bu âyet nazil olmuştur. [92]

 

Vacip Tealâ neshin cevazını beyandan sonra semavat ve arzın mülkü kendine mahsus olup emir ve nehyeylemek ve emr-ü nehyini neshetmek kendi has mülkünde tasarrufu olduğu cihetle hiç kimsenin itiraza salâhiyeti olmadığını beyan zımnında buyuruyor.  

[Sen bilmcdin mi semavat ve arzın mülkü muhakkak AUahü Tealâ'ya mahsus olup sizin için Allah'ın gayrı umurunuza bir mü­tevelli bir yardımcı olmadığını? Elbette bildin.]

Yani; ey Habib-i Ekrem'im! Semavat ve arzın mülkü Allahü Tealâ'ya mahsus olup semavat ve arzda bilâ fütur dilediği gibi ta­sarruf ettiğini ve âfak-ı âlemde keyfe ma yeşa tasarruf etmekle beraber nefsinize müracaat edince dünyada ve âhirette Allah'ın gayrı sizin için bir yardımcı ve umurumuza kayyım ve mütevelli olmadığını sen bilmedin mi? Şu halde Allahü Tealâ size emir ve nehyeder ve istediği hükmü sizin üzerinizden kaldırır ve istediğini ibka eder. Zira; mülkünde tasarruf onundur, itiraza kimsenin me­cali ve hakkı yoktur. Dilediği kuluna mertebe-i nübüvveti ihsan eder ve dilediği mekâna şeref verir ve kıble ittihaz olunmasını emreder. Binaenaleyh; bir zamanda ehl-i imana Beyt-i Mukaddes'i kıble kılar, diğer zamanda kıblenin Kabe olmasını emreder ve her iki suret ise mülkünde tasarruftuf ve bir kimsenin hukukuna te­cavüz yoktur. Hergün ve her saatte ahar bir cihete teveccüh et­mekle emretse kimin itiraza salâhiyeti vardır ve kim zarar görür? [93]

 

Vacip Tealâ mülk kendinin olup emir ve nehy zatına mahsus olduğunu beyandan sonra Resulü üzerine bazı esrarı sual sadedin­de ısrar edenleri tevbih etmek üzere buyuruyor.

[Umurunuzu Allah'a ve resulüne tefviz edip tamamiyle inki-yad ve itaat eder ve her gelen ahkama riayet eder misiniz, yoksa resulünüze nazil olan âyetlerin esrarından sual etmek mi murad edersiniz? Bundan evvel Musa (A.S.)'a sual olunduğu gibi.] Çün­kü; Beni İsrail'in ahvalini ıslah sadedinde gelen âyetlerin esrarını anlamak için ısrar üzere Musa (A.S.)'dan onlar sual ederlerdi. Siz de onlar gibi ahvalinizi ıslah için nazil olan âyetlerin hikemi hafi-yatmı ilhah ve ısrar üzere sual etmeyin. [Bir kin ,e küfrü imana tebdil ederse doğru yolu ve tarik-i müstakimi yitirmiş (kaybet­miş )dir.]

Bu âyette Beyzâvî'nin beyanı veçhile kelimesi mut­tasıla olursa'e mukabildir. Buna nazaran manâ-yı âyet:

[Siz Allah'ın her şeye malik olduğunu ve istediği gibi emirü nen-yettiğini ve eşyanın küllisine kadir olduğunu bilmediniz mi? Yok­sa bildiniz de Musa (A.S.)'ın ümmeti gibi resulünüze nesih ve sai­re gibi herşeyin esrarından sual etmek mi istersiniz?] demektir. Lâkin (fi ) kelimesi munkatıa olursa Resululîah'a itimadın lü­zumunu ve birşeyin esrarını ve hikmetini anlamak üzere sualde ısrar etmemelerini tavsiye etmektir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Belki siz Beni İsrail'in Musa (A.S.)'dan takatlerinin fevkinde «Aleni bize Allah'ı göster» dedikleri gibi siz de tahammülünüzün fevkinde birçok şeyler sual etmek mi istersiniz? Halbuki resulü­nüzün risaletine delâlet eder mucizat-ı bahire ve delâil-i zahire geldikten sonra sizin için bu misilli sualler caiz değildir, hemen itaat ve inkıyadınız lâzımdır. Zira; nübüvveti mucizatla sabit oldu­ğundan size vacip olan itaattir. Eğer taannüd ederek sualde ısrar ederseniz imandan sonra küfretmiş olursunuz. İmandan sonra küfreden kimse, matlubuna isal eden ve sebeb-i necatı olan tarik-i imandan muhakkak çıkmış olur] demektir.

Âyet-i celilenin Yehûd hakkında nazil olduğu mervidir. Çün­kü onların, Tevrat'ın birden nazil olduğu gibi Resulullah üzerine semadan birden bir kitap nazil olmasını talebetmeleri üzerine âye­tin nazil olduğu mervidir. Yahut âyette hitap; müminleredir. Zira müminler; kendileri hakkında menfaat olmayan birçok şeylerin sualine mübaşeret etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyette müminleri faydasız şeyleri sual etmekten men' ve zecir olmakla beraber inad ederek sual etmenin küfrolduğuna ima ve işaret buyurulmuştur.

Hernekadar beyan olunduğu veçhile âyetin kimler hakkında nazil olduğuna dair iki rivayet varsa da Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran esah olan; âyet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Zira; âyetin gerek sabıkı ve gerek bundan sonra gelecek olan lahıkı Ye-hûd hakkında olduğundan bu âyetin dahi Yehûd hakkında olması

nazm-ı âyete mülayimdir. [94]

 

Vacip Tealâ Yahûdun bazı kabayihini beyandan sonra ehl-i imana hasedlerinden naşi yapmak istedikleri hiyel ve desayisi ve fena maksatlarım beyan etmek üzere buyuruyor.

[EM-i kitaptan pek çokları şiddet-i adavetleri neticesi kendi nefislerinden galeyan eden hasedlerinden naşi sizin için hak zahir ve teheyyün edip iman ettikten sonra sizi küffar olarak reddetmiş olsalar mahabhet ederler ve sizi dinlerine red île katlinizi vacip, mürted kılmaktan maksatları dinlerinde salâhet ve gayretlerinden değildir, belki size hased ve matlarmdandır. Çünkü; kendi kitap­ları sizin dininizin hak olduğuna şehadet eder ve onlar da hakka­niyetini bilirler. Şu halde siz onları intikam ve ukubetinizden af edin ve onları ta'yib ve tekdirden iraz edin ve Allahü Tealâ'nın onlar hakkında emri ve hükm-ü kafisi gelinceye kadar sabirü se­bat edin. Zira, Allahü Tealâ herşeye ve bilhassa sizin intikamınızı onlardan almaya kadirdir.]

Hased; aharın nimetini çeketnemekle o nimetin zeva­lini arzu etmek ve izalesi için hiyel ve desayise teşebbüs etmektir ki cemi-i edyanda haramdır. Bu hal insanlar beyninde adem-i imtizaca ve tefrikaya badi ve âlemde fitne ve fesada bâis ve hercü-merce sebep olduğundan asayiş-i intizamı ihlâl eden ahlâkın en fenasıdır. Hatta müminin mürted olmasını arzu etmek gibi bir fe­nalık olmadığı halde bu fenalığa bile hasedin sebep olduğunu Ce-nab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.

Hased, aharın nimetinin zevalini arzu etmeye sebep olduğu gibi, hased eden kimsenin ilelebed helakine dahi sebep olacağı İb-lis'in helâkiyle sabittir. Çünkü; İblis'in küfrü Hz. Adem'e hasedin­den neş'et etmiştir. Amma gaynda olan nimetin devamıyla bera­ber kendinin dahi o nimete nail olmasını arzu etmek gıptadır ki haram değildir ve gıpta kabilinden olan arzuda beis yoktur.

Ehl-i kitap, müminlerin nail oldukları nimet-i imanın zevalini arzu ettiler ki saadet-i dareynden mahrum olsunlar.

Afıvla emir; onların hasedine ve küfürlerine rızayı mucip ol­maz. Çünkü afvile emir; onlara mukabele ve cevabı bir müddet-i muvakkatada terkle emirdir. Zira, emir; mutlak değildir, belki «onlar hakkında emr-i ilâhi gelinceye kadar mukabeleyi terkedin» demekten ibarettir.

Emr-i ilâhi ile murad; Beyzâvî'nin beyanına nazaran Kureyza kabilesinin katli ve Beni Nadîr'in beldelerinden tard ve teb'idle-rine dair emr-i ilâhinin gelmesidir. Şu halde afvile emir mutlak olmayıp emr-i ilâhinin gelmesiyle mukayyed olunca «Bu âyet, kı­tal âyetiyle mensuhtur» demeye hacet yoktur. Çünkü; emr-i ilâhi gelince afvile emrin hükmü hitam bulmuş ve diğer âyetle nesha ihtiyaç kalmamıştır.

Neshe müteallik olan bahiste beyan olunduğu veçhile afvile emir zamanında ehl-i imanın kılleti ve zâ'fiyeti sebebiyle muka­bele etmek ehl-i iman hakkında maslahata muvafık değildi. Zira mukabele ve onlarla mücadelenin uyandıracağı ateş-i fitneyi sön­dürmeye henüz ehl-i imanın kuvveti kâfi olamadığından Vacip Tealâ onlara kâfi şevket-i islâmiyenin tekemmülüne kadar sükût etmelerini tavsiye buyurmuştu. İşte umur-i müslimine mütevelli ve re'si kârda bulunan zevat için bu âyet-i ceiile büyük bir derstir. Çünkü re'si kârda bulunan zevatın ümmetin ahvalini iyi bilmesi ve kuvvetini tamamiyle tetkik etmesi ve kuvve-i maddiye ve ma-neviyesini nazarından uzak tutmaması, hariçten zuhur edecek belâyâya mukabelenin zamanı ohıp olmadığını bilmesi ve mukabe­leye kuvvet kâfi değilse kâfi derece kuvveti ikmal edinceye kadar müdâratla vakit kazanması umur-u lâzimeden olduğuna âyet de­lâlet eder. Zira; Vacip Tealâ Yehudun şerrini defa kuvvet iktisab edinceye kadar resulüne Yehud hakkında afıvla muamele etmek ve sözlerini duymamakla emir buyurmuştur. Â'dânın küllisine karşı hüküm; her zaman bu minval üzeredir.

Ayet-i celilenin sebeb-i nüzulü; (Uhud) vakasından sonra Ye-huddan bir taife esbaptan (Huzeyfe) ve (Ammar) (R.A.)'ya dedi­ler ki: «Görmediniz mi size isabet eden inhizamı? Eğer siz din-i hak üzerine olsanız münhezim olmazdınız. Bizim dinimize döner­seniz sizin hakkınızda hayırlı olur. Zira; biz sizden efdaliz ve di­nimiz de haktır». Yahudilerin böyle demeleri üzerine (Ammar) Hz.'leri «Ey Yehûd! Sizin dininizde nakz-ı ahdetmek caiz midir?» dedi. Yahudiler «Katiyen nakz-ı ahdetmek caiz değildir» deyince Ammar: «Ömrüm oldukça ben Muhammed (S.A.)'e küfretmemek üzere ahdettim, dönemem» dedi. Yahudiler de «Bu adam dinin­den dönmüş» dediler. Huzeyfe Hz.'leri de «Ben Rab yönünden cihet-ullah'a, din yönünden İslama, iman yönünden Kur'ân'a, kıb­le yönünden Kabe'ye ve kardeş yönünden müminlere razı oldum, sizin sözünüz kulağıma girmez» diyerek huzur-u Risalete gelip bu hali haber vermeleri Resulullah'ın da onlara «İsabet ettiniz, felah buldunuz» buyurması üzerine bu âyetin nazil olduğu siyer-i kebir­de mezkûrdur. [95]

 

Vacip Tealâ ehl-i imana vakt-i merhununa kadar kâfirlerin muamelesine sabır ve sükûtle muamele etmelerini de emrettikten sonra mücerred afıvla iktifa olunmayıp ibadetle dergâh-ı ülûhi-yete iltica etmeleri lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Siz affedin ve Yahûdun sû-u muamelelerine şiddet göstermeyin de cemi-i bedeniniz ve revabıt-ı kalbiyenizle üzerinize farz olan namazı ikame etmekle dergâh-ı iilûhiyetimize teveccühtü tamla teveccüh ve iltica edin ve masivadan kati alâka ederek iba-dat-ı maliyeden zekâtınızı müstehak olanlara verin ve şurasını iyi bilin ki nefsiniz için hayır olarak namaz ve zekât gibi takdim et­tiğiniz ibadatm kâffesinin ecr-ü mesubatını Allahü Tealâ indinde noksansız hazırlanmış bulacaksınız. Zira; Allahü Tealâ sizin cümle â'mâlinizi görücü ve muktezasına göre fazl-ü kereminden sevap vericidir.) Binaenaleyh; ameliniz asla zayi olmaz.

Âyet-i celile hayra îerğib ve serden tenfirdir. Çünkü; Allahü Tealâ her ameli görüp ona göre ceza verince edna aklı olari güzel ceza almak için elbette hayra sa'yeder ve çirkin cezayı görmemek için elbette serden içtinab eder.[96]

 

Vacip Tealâ Yahûdun ehl-i imanın zihnini iğfal için serdet-tikleri bazı kelâmlarından âhari beyan etmek üzere:

buyuruyor,

[Yehûdun cümle-i hilelerinden birisi de onlar müminleri iğ­fal için dediler ki, «Elbette Cennet'e dahil olmaz illâ Yahudi veya­hut Nasara olan dahil olur. Şair milletlerden ve edyan erbabından dahil olacak yoktur. J Yehûd böyle demekle ehl-i imanın zihinle­rini iğfal etmek istediler. İşte onların şu sözleri şehevat-ı nefsani-yelerinin arzu ettiği ebatîl ve eraciflerdir. Ve delil-i aklî ve nakli­ye müstenid değildir. [Eğer davalarının bir delile müstenid oldu­ğunu iddia ederlerse ey Habib-i Zişamm! Sen onlara hitaben de ki »Eğer sözünüzde ve şu davanızda sadıksamz davanızı ispat edecek delilinizi getirin.»]

Yehud, Nasarayı ve Nasara Yehûdu tekfir edip her iki fırka birbirinin Cennet'e gireceğini itikad etmediklerinden âyette zamir ehl-i kitaba râci olmakla tafsil olunmak lâzımdır. Yehûd,  «Cennet'e kimse dahil olmaz, illâ Yahudi olan kimse dahil olur» dediği gibi Nasara da «Cennet'e kimse dahil olmaz, illâ Nasara olan kim­se dahil olur» dediler, demektir.

Yehûdun istedikleri müminler üzerine hayır nazil olmaması ve irtidad etmeleri ve Cennet'e Yehudun gayrı bir kimsenin dahil olmaması ve daha bunların emsali birçok batıl emelleri olduğuna işaret için cemi' siğasıylâ varid olmuştur. [97]

 

Vacip Tealâ Yehûd ve Nasara'nm davalarını reddetmek üze­re buyuruyor.

[Ey ehl-i kitap! Emr-i hal ve şan sizin dediğiniz gibi değildir. Belki Allahü Tealâ'ya ihlâs üzere amelini güzel eda edici olduğu halde zatını teslim eden bir kimse için Rabbisi indinde ecr-i azim vardır. Binaenaleyh; onlar üzerine havf yoktur ve mahzun dahi olmazlar.]

Yani; ey ehl-i kitap! İhlâs üzere Rabbisine inkıyad eden için Cennet vardır. Sizin zu'munuz gibi Cennet size mahsus değildir. Evet! Cennet size mahsus olur: Eğer bulunduğunuz tarikatınızı tağyir ve nefsinizi Allahü Tealâ'ya teslim ve ibadetinizi cemii şe­rait ve âdabına riayetle eda ederseniz Cennet sizin için olur. Zira; şu evsafı haiz olan Cennet'e girer.

İnsanın azasının eşrefi ve havass-i müdrikenin mahalli ve iba-datın azamı olan secde, yüzle hasıl olduğundan cümle azaya bedel yüz tabir olunmuştur. Âyette ihlâs üzere amelin ecr-ü mesubata ve istihkaka sebep olduğuna delâlet vardır.

İhlâs; ibadalını Allahü Tealâ'ya mahsus kılmak ve rıza-yı ilâhiyi talepten başka ameliyle birşey murad etmemekten ibaret­tir. İhlâsta ameli işlemeye bais ve sebep olan irade ve niyete mukarin olmak lâzımdır. İnsandan sudûreden ef'al, Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile üçtür :  .

Birincisi; ibadettir. İbadet niyete mukarin olmayınca kabul olunmaz. Binaenaleyh; niyete mukârin olmayan ibadetin sevabı yoktur.

İkincisi; mübahattır. Mubah olan birşey niyet vasıtasıyla iba­dete inkılâbeder. Meselâ taam etmek, mubah olduğu halde ibade­te kuvvet iktisabetmek niyetiyle eklolunursa ibadet olur.

Üçüncüsü; fazilettir. Fazilet, niyet sebebiyle sevabı tekessür eder. Meselâ mescidde bulunan bir kimse beytullahı ziyaret niye­tiyle dahil olmuşsa; sevaba nail olduğu gibi itikâf niyetiyle ve na­mazı gözetmek niyetiyle de olursa ayrı ayrı sevaba nail olurlar. Amma mâsiyet, niyet-i hasene sebebiyle taâta tahavvül etmez. Meselâ haram maldan mescid yapmış olsa ibadet olamaz. Zira; haramdır.

Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyet, Yehûd'un Cen-net'in kendilerine mahsus olması iddialarını red ve gayrılarmdan nefyettikleri şerefi islâmiyet vasıtasıyla gayrilara isbat etmek ma­nâsını mutazammin olmakla Yehûd'un itikadını iptal etmiştir.

Ecr-ü mesûbatına nail olmaklığın şartı; â'mâlini şer'in beyanı veçhile yerine getirmek suretiyle ihsan etmektir. Çünkü ihsan; a'mâli cemii şerait ve erkânım lâyık olduğu vech üzere eda et­mektir. [98]

 

Vacip Tealâ Yahûd'un ve Nasara'nın kelâmlarını icmâîen be­yandan sonra tafsîlen beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Yehûd "din bizim dînimiz ve kitap bizim kitabımız ve nebi bizim nebimizdir, Nasara emr-i dinde muteber birşey üzerinde de­ğildir, belki tarik-ı haktan hurûc etmiş dalâlet üzerindedir», dedi­ler ve Nasara «Bizim dinimiz hak, şeriatimiz müebbed ve nebimiz muhalleddir. Yehud umur-u itikad ve amelde muteber bir şeriat üzerinde değildir», dediler. Halbuki Yehud ve Nasara kitaplarını tilâvet ve iman ve irfan iddia ederlerse de henüz cehalet ve ihti­lâftan kurtulmamışlardır. Çünkü; bunların dediklerinin mislini kitaptan haberi olmayan ve nebi bilmeyen ve din ve şeriat tanı­mayanlar derler ve aynı sözü söylemek kitapsız olanlara yakışır, yoksa ehl-i kitaba böyle cahilane ta'n ve teşni' lâyık değildir. Hal­leri şu minval üzere olunca Allahü Tealâ onların ihtilâf ettikleri mesailde yevm-i kıyamette ahvâl ve amellerinin muktezasıyla. hük­meder.]

Yehud ve Nasara ile murad; cemaat-i muayyene olmak ihti­mali varsa da esah olan umum Yehud ve Nasara'nın itikadlannı beyandır. Halbuki Yehud'un tilâvet ettiği Tevrat; İsa (A.S.)'ı ve İncil'i ve Nasara'nın tilâvet ettiği tncil de Musa (A.S.)'ı ve Tev­rat'ı tasdik eder. Fakat onlar bu kitapları kıraat ettikleri halde bile ilimleriyle beraber inkâra cür'et ettiler.

Bilmeyenlerle murad; Arab'ın müşrikleridir.^ Çünkü; onlar da: «Müslümanlar hiçbir din üzere değildir» derlerdi. Millet-i is-lâmiye beyninde zuhur eden fırkaların halleri dahi böyledir. Zi­ra; bir fırka Öbür fırkayı tekfir eder. Halbuki cümlesi Kur'ân'ı tilâvet ederler. Cümle milletler ve fırkalar beyninde vaki olan ih­tilâfı, yevm-i kıyamette hal ve fasl ve herkesin ameline göre hük­medeceği Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.

(Necran) denilen beldenin Nasara taifesinden bazı kimselerin huzûr-u Risalete meb'ûs olarak geldiklerini işiten ve etraf-ı Me­dine'de bulunan Yahudilerden birçok kimseler huzur-u Risalete dahil oldular. Bu esnada tarafeyn münakaşaya başladılar, müna­kaşa gittikçe kesb-i şiddet etti. Yahudiler Nasaraya «Siz emr-i dinde bir meslek-i sahih üzere değilsiniz» demekle İsa (A.S.)'ı ve İncl'i inkâr ettiler ve Nasara da Yahudilere aynı mukabelede bu­lunarak Cenab-ı Musa ve Tevrat'ı inkâr ettiler. Her iki tarafı şu nârava hallerinden dolayı tevbîh ve tekdîr ve müşrik-i Arap'tan farkları olmadığını beyan için bu âyet-i celüenin nazil olduğu mervidir.

Vacip Tealâ bu sûrenin evvelinde Kur'ân'ın hidayet ve saa­deti; mü'min ve müttekilere mahsus olup insanların mü'min, kâ­fir ve münafık olmak üzere üç kısım olduğunu beyandan sonra tarihe nakl-i kelam ederek, Hz. Âdem'in hilkatini ve Şeytan'la ara­larında cereyan eden ahvali izahla hükat-i Âdem'in cümle insan­lara ni'met olduğundan bahisle o ni'mete karşı şükrün vücûbunu ve Şeytan'ın adavetinden ihtirazın lüzumunu da ihtar ve tavsiye­den sonra ehUi kitabın en ehemmiyetlisi olan ve milletler içinde ibretâmiz sergüzeştlere maruz kalmış bulunan Beni İsrail'in seva-bıkı ahvalini tasvir ve tafsîl ile bir taraftan Yahudileri imana da­vet, diğer taraftan da ümmet-i Muhammed'i ilm-i tarihin ehem-miyet ve dikkatine tergîb buyurmuştur.

Zira ümmetler ve cemaatler teşkilât-ı içtimaiyelerini ne gibi esaslara bina ve devr-i terakkilerini ne gibi şeylerle ikmal ve şev-ketü kuvvetlerini ne gibi tedbirlerle muhafaza ve ne gibi sebep­lerle devr-i inkıraz ve idbarlarım ihzarettiler ve sebeb-i felah ve helakleri neler oldu ve hasma karşı ne gibi mihnetlere göğüs ger­diler ve ne gibi hazırlıklarla galebe çaldılar veya mağlûb oldular? Bunların cümlesi tarihen mazbut olduğundan her millet için ilm-i tarih, nazım-ı yegânedir. Çünkü tarih; insanların an'anatını ve adât-ı hasene ve kabihasını beyan ettiğinden bir millet kavmiye­tini hemen tarihiyle muhafaza edebilir. Eğer tarihiyle an'anatını muhafaza etmezse, kavmiyetini muhafaza edemez. Kavmiyetini muhafaza edemeyen millet mevcudiyetini idame ettiremez. Zira; kavmiyetini kaybedince, efrat beyninde olan revabıtı kırmış ola­cağından irtibat kalkar. Binaenaleyh; efrad beyninde taâvün ve tenâsura riayet kalmaz. Efrad beyninde revabit ve taâvün olma­yınca cemiyetin asabına zaaf târî olup akıbet münkariz olacağı şüphesizdir. Şu halde cemiyât-ı beşeriyenin mevcudiyetini muha­fazaya hadim olan esbabın mühim olanlarından birisi de tarihtir. [99]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'in vukuatını ve hiyel ve desayisini ve enva-ı kabayihini beyandan sonra, umum üzere mesacidin hürrneti lâzım olup. tahrip edenlerin eşedd-i zulümle zalim olduklarını beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Allah'ın mescidlerini, o mescidlerde Allah'ın ismi zîkrolun-maktan menedip, mescidlerin harabına sayeden kimseden ziyade; zalim kim olabilir?] Elbette indallah muazzam ve ism-i celil-i ilâ-j hinin zikrolunması için bina olunmuş mescidlerin hedmine badi olandan ve ibadullahı ibadetten men' ile mescidin tatiline sa'yeden kimseden ziyade bir zalim olamaz. [İşte şu mescidin harabına sa'y­eden erazil ve eşkıya için mescidlere dahil olmak olmadı. İllâ havf, ve endişe edici oldukları halde dahil olurlar. Onlar için dünyada rüsvalık ve katil ve esaret ve zillet ve âhirette azah-ı azîm vardır.]

Âyetin sebeb-i nüzulünü beyan hakkında zikr olunacağı veç­hile mesacidle murad; Mescid-i Haram veyahut Beyt-i Mukaddes olmak ihtimali varsa da umum namaz için hazırlanmış mescidler murad olunmak ihtimali galiptir. Mescidin tahribi Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile iki kısımdır: Birincisi; maddeten yıkmak suretidir. İkincisi; manâ cihetinden tahrih etmek ki, naşı mescidde ibadet­ten men' ile tatil etmektir. Çünkü; cemaatten mahrum olan nıes-cid, zahirde ma'mur ve müzeyyen olsa dahi manâda haraptır. Zi­ra; herşeyde maksat ve gaye muteberdir. Mescidden maksat olan cemaat olmayınca o mescid maksattan ârî muattal ve haraptır. Şu halde harabiyetine sebep olan kimse elbette herkesten ziyade za­limdir.

Mesacide duhûlün havfe mukârin olmasıyla murad; mescide giren kimsenin kemal-i tezellül ve tevazu' üzere dahil olmasıdır. Yani; mescidi tahribetmek şöyle dursun, mescide girecek kimse­nin kemal-i havfü haşyetle girmesi lâzımdır, yahut mescidi tah­ribe sa'yedenlerin ilm-i ilâhi ve kazayı sübhanide ehl-i imandan havfü haşyet üzere dahil olacakları muhakkak demektir. Buna nazaran âyet-i celile; ehl-i imanın Mescid-i Hararn'ı müşriklerin elin­den tahlis edeceklerine işareti ve va'd-i ilâhiyi mutazammmdır.

Bu âyet-i celile mesacidin indallah muhterem olup insanlara dahi mescide hürmet ve ta'zîmetmek vacip olduğuna delâlet eder. Zira mescidi yıkan ve nâsı ibadetten men' ile tatil eden kimsenin müşrikten daha ziyade zalim olduğunu beyanetmek; mescidin in­dallah fevkalgaye muazzam olduğuna delâlet ettiği gibi, insanlar için de tazimin vacip olduğuna delâlet eder. Zira; emkinenin teâlî ve terakkisi zikr-i ilâhiyle olup mesacid, zikrullah için hazırlan­dığı cihetle emkinenin elbette âlâ ve efdalidir. Binaenaleyh nıü'-min için abdestsiz mescide girmek caiz olmaz.

Mesacidin efdaliyetine dair diğer ayat-ı beyyinat ve ehâdis-i nebeviyat pek çoktur. Bu makamda bu âyetin, mesacidin fezâiline delâleti kâfi görüldüğünden diğerlerinin zikrine hacet görülme­miştir.   .

Âyetin sebeb-i nüzulü; Kum Meliki Titos [100] Beni İsrail ile harbederek (Beyt-i Mukaddes)'! tahrip ve Beni İsrail'i katil ve esir edip Tevrat'ı yaktı ve (Beyt)'i yıktı ve içine kelpler ve cifeler doldurdu. Hz. Ömer zamanında ehl-i islâm tarafından yeniden bi­na edilinceye kadar harap kaldı. Bu âyetin, onun hakkında nazil olduğu (İbn-i Abbas) Hz.'den mervidir. Yahut âyet, Mekke'nin müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Zira; onlar (Hudeybiye) se­nesi Resulullah'ı ve ashabım (Mescid-i Haram)'i ziyaretten menet-tiler. Resûlullah ashabıyla beraber (Hudeybiye)'de Mekke'den ge­len elçilerle akd-i musalaha ederek (Beyt)'i ziyaret etmeksizin geri dönmüşlerdi. Âyet-i celiîe müşriklerin zulmünü beyan hakkında nazil olmuştur.

Her iki. rivayete nazaran gerek (Beyt-i Mukaddes) ve gerek (Kâbe-i Muazzama) mescid-i vahıd oldukları halde şanlarına ta'-zîm ve secde mevzileri müteaddid olmak itibariyle cemi' siğasıyîa varid olmuştur. Bu âyetin hükmü; Allahü Tealâ'ya ibadet maksadıyla bina olunmuş olan mescidlerin cümlesine şâmildir. Şu halde umum mescidlerde hüküm böyledir. Zira; mescid lâfzı umumuna şamildir. Çünkü; itibar, lâfzın umumunadır, sebeb-i nüzulün hu­susuna değildir.

Beyzâvî'nin beyanına nazaran âyetin lâfzı haber ise de ma­nâsı müşrikleri mescide ithalden nehiydir. İmam-ı Azam indinde müşriklerin mescide duhûlü maalkerahe caiz olup îmam-ı Malik indinde caiz değildir. İmam-ı Şafii indinde (Mescidi Haram)'a du­hulleri caiz değilse de sair mesacide duhulleri caizdir. [101]

 

Vacip Tealâ müşriklerin «İbadet ancak mekân-ı mahsusa ve heykel-i muayyen huzuruna münhasır olup başka mahalde ibadet caiz olmaz» itikadında bulunanların Mescid-i Haram'dan ehl-i ima­nı men ile ziyade zulmettiklerini beyandan sonra ehl-i islâm için ibadet her yerde caiz olduğunu beyanla müminlerin her yerde iba­detlerinin cevazına işaret ederek münkesir olan kalplerini taltif ve edyan-ı saire erbabının itikadlarmm butlanına işaret etmek üzere buyuruyor.

[Ey habibim'. Sen ehl-i islâmı testiye ve mağmum olan kalp­lerini mesrur etmek için de ki: «Müşriklerin sizi Mescid-i Ha-ram'ı ziyaretten menettiklerinden dolayı mahzun olmayın ve iba­detinizi bil4 mekâna hasretmeyin, belki maşrık ve mağrip ve bun­ların ihata ettiği yeryüzünün cümlesi Allah'ın mülküdür. Binaen­aleyh; tasarrufu ona aittir, her kıt'ası Allahü Tealâ'ya mahsustur. Zira; herhangi emkineye teveccühtü tamla teveccüh ederseniz Al­lah'ın canib-i manevisine teveccüh edersiniz. Çünkü; Allahü Tea­lâ mekândan münezzeh olduğu halde kulûb-u beşerin ihatasından vâsi'dir ve ilmi herşeyi ve bilhassa sizin teveccühünüzü ihata edi­cidir.] Zira; ilminden hiçbir zerre hariç değildir. Şu halde Mescid-i Haram'dan men olunmakla ibadetten mahrum olmanız lâzım gel­mez, her nereye teveccüh ederseniz zat-ı manevisine teveccüh et­tiğiniz cihetle, ibadetiniz makbuldür. Allah'ın mülkü (Mescid-i Haram)'a münhasır değildir. Her yer Allah'ındır ve her yerde Al-lahü Tealâ'ya ibadet hasıl olur.

Âbidin hal-ü şanı ma'buda karşı ibadette bulunmaktır. Lâkin Vacip Tealâ madde ve cihetten münezzeh olup bu manâca zat-ı ulûhiyetine istikbal muhal olduğundan esna-yı salâtta istikbal et­meleri için nâsa bir mekân-ı muayyen teşri' ve tayin buyurdu ki, o mekâna istikbali vech-i pakine istikbal mesabesinde kılmıştır.

Vechullah ile murad; huzur ilmî ve manevîce zatullah demek­tir. Yahut vech ile murad; nza-yı ilâhîdir. Buna nazaran «Her ne* reye teveccüh ederseniz rızauljah oradadır» demek oîur.

Vüs'atIe murad; kudretinde ve mülkünde vüs'attir. Yoksa zatında vasi manâsına demek değildir. Zira zatında vâsi' demek; müteba'ız ve mütecezzi olmak iktiza ettiğinden muhaldir. Şu halde mülkü vâsi'; kullarına atası ve ihsanı bol demektir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile maşrik ile mağribi zikirden mu­rad; arz:n nahiyelerini beyanla arzın küllisinin Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu ve bir mekânın diğer mekândan Allah'ın mülkü olmak cihetinden farkı olmadığını beyan etmektir.

Vechullah ile murad Allah'ın emrettiği cihet demektir. Şu halde manâ-yı âyet: «Maşrık ve mağrip ve onların ihata ettiği cümle emkine Allah'ın mülküdür. Siz (Mescid-i Haram)'da veya­hut (Beyt-i Mukaddes)'te namaz kılmaktan men olundunuzsa, ar­zın küllisini ben size mescid kıldım. Allahü Tealâ her nereye te­veccühünüzü emreder ve siz de o cihete teveccüh eylerseniz. Al­lah'ın emrettiği cihete teveccüh etmiş olursunuz ve rızasına mu­vafık olan cihet de emrolunan mahalde mevcuttur. Zira; kıble li-zatiha kıble değildir. Belki Allah'ın kıble kılmasıyla kıble oldu­ğundan Allahü Tealâ her nereye teveccühü, emrederse işte o cihet kıbledir. Şu halde ehl-i islâmın (Beyt-i Mukaddes)'ten kıblesini (Kâbe)'ye tebdiline taaccüb etmeyin. Çünkü; Allahü Tealâ mül­künde tasarruf-i tamla mutasarrıftır. İstediği mahalle şeref verir ve kullarının yüzlerini o mekâna tevcih ettirir, kimsenin itiraza salâhiyeti yoktur.»

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile ehl-i islâm Beyt-i Mukaddes'e teveccüh ederken kıble, Kabe'ye tahvil olunduğundan Yehud'un «Ehm-i islâm için muayyen bir kıbleleri olmayıp bazı zaman bir tarafa ve bazı kere de öbür tarafa teveccüh ediyorlar» diyerek tayib etmeleri üzerine Yahudileri red ve mü'minleri tes-liye için âyet-i celile nazil olmuştur. Yahut bu âyet nafile namaz­lar hakkında nazil olmuştur. Çünkü; hayvan üzerinde imâ ile na­file namaz kılan kimse için herhangi cihete teveccüh ederse caiz­dir. Yahut hal-i seferde havanın karanlığıyla kıbleyi farketmeyen kimselerin içtihatlarının meşruiyetini beyan için âyetin nazil ol­duğu mervidir. Çünkü; İbn-i Abbas Hz.'nin rivayetine nazaran as-hab-ı Resulullah'tan bir cemaat müsaferetlerinde havanın karan­lığından kıbleyi bilemediler, herkes içtihadı üzere bir canibe te­veccüh etti. Havadan zulmet kalkınca gördüler ki, teveccühlerin­de isabet yok, hata etmişler. Huzur-u Risalete gelip, bunu haber vermeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir,

Şu halde içtihadda hatanın ma'füv olduğuna ve vaki olan ha­tayı tedarik etmek lâzım olmadığına ve hal-i seferde kıbleyi tayin edemeyen kimsenin taharri ve içtihadı nereye vaki olursa o cihete teveccühün cevazına bu âyet sarahatle delâlet eder. [102]

 

Vacip Tealâ, Yahud ve Nasara'nm küfriyatmdan bazısını ba-delbeyan bazı ahari beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Kitabî ve gayr-i kitabî bilûmum kâfirler «Allahü Tealâ ve-led ittihaz etti»], dediler. Allahü Tealâ veled ittihazından münez­zeh ve müberra oldu. Belki semavat ve arzın ve onlarda mevcut olanların cümlesi Allahü Tealâ'ya mahsus ve Allah'ın mahlûku­dur, herbiri Allah'a mutî' ve munkadlardır. Allahü Tealâ'mn malılûku olan mevcudat, Allah'ın nasıl veledi olabilir ve beyinlerinde nasıl mücaneset tasavvur olunur, mücaneset olmayınca beyinle­rinde tevalüd nasıl tasavvur olunabilir? Cenab-ı Hak, semavat ve arzın halikıdır. Allahü Tealâ bir emrin vücudunu irade buyurup, halk olunmasıyla hükmettiğinde o şeye Allahü Tealâ «ol» buyurur. Ve derhal o şey vücut bulur.» Asla emr-i ilâhi ile o şey arasında fasl edecek zaman bulunmaz ve hemen vücut bulur.

Vacip Tealâ'ya, Yehûd (Üzeyr) Allah'ın oğlu Nasara dahi (İsa) Allah'ın oğlu ve müşrikler de melekler Allah'ın kızları de­mekle veled isnadına cür'et ettiler." Allahü Tealâ zatım veled it­tihazından tenzih buyurdu. Zira; lâfzı kelime-i tenzih ve takdistir. Veled ittihazından münezzeh olduğunu, semavat ve arz ve onlarda bulunan mevcudatın kâffesi Allah'ın mahlûku ve Allah'ın tasarrufu tahtında memlûkü olduğunu beyanla ispat et­miştir. Çünkü; cümle mevcudat Allah'ın mahlûku olunca, mahlûkla halik beyninde cinsiyet olmadığından mahlûk, Halika veled olamaz ve bu âlem-i mükevvenatı halka kaadir olan zat-ı celilüşşamn ve­led ittihazına ihtiyacı olmaz. Veled ittihaz ve ihtiyar etmek; muh­taç olduğunda ihtiyacını defi' ve kocalığında muavenet taleb et­mek ve temşiyetinden âciz olduğu mesâlihini tesviye ettirmek ve hin-i vefatında namını ve eserini ibka etmek maksatlarına mebni-dir. Şu halde veled ittihaz etmek, fakr-u aciz ve ihtiyaç gibi avarıza maruz olmasa, muhtemel olan kimse hakkında tasavvur olunup bunlardan münezzeh olan kimse hakkında tasavvur olunmadığın­dan, Cenab-ı Perverdigâr hakkında veled tasavvur olunmaz. Çün­kü veled; teşbihi ve ihtiyacı ve sür'atle fani olmayı müstelzim bu­lunduğundan, Vacip Tealâ hakkında veled ittihazı muhaldir. Hat­ta hayvanat ve nebatat sür'atle fenaya gittiklerinden veled ittihaz ederler ki, âlemde nesilleri münkariz olmasın. Amma âlem-i eflâk mümkinattan olduğu halde dünyanın bakâsı müddetincebâki ka­lacağından kendine müşabih ve velede benzer birşey ittihaz etme­miştir. Çünkü; vakt-i merhununa kadar inkıraz yoktur. Eşyanın küllisinin Allahü Tealâ'ya muti' ve münkad olduğu beyan olun­muştur. Ve ma'dum olan şeyler ilm-i ilâhide mevcut olup nasıl te­kevvün edeceğini bildiğinden ma'duma vücut bulmasıyla emir, caizdir.

Bedi' ; maddesiz ve bir misal sebketmeksizin semavat ve arz icad etmektir. Semavat ve arz icad etmek; semavat ve arz ve onlarda mevcut olan hiçbir şeyin Vacip Tealâ'nm veledi olma­dığına ikinci bir delildir. Zira; veled valideynin unsurundan ve mad­desinden infisal etmek lâzımdır. Mümkin ve hadis ve Allah'ın mahlûku olan şeyler elbette Vacip Tealâ'ya müşabih ve münasip olamaz ki, veledi olsun. Zira; hadisin kadîme ve mümkinin vacibe ve muhtacın ganiye hiçbir zaman münasebeti olamaz. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu dalâletin sebebi; şerayi-i mütekaddime erbabı­dır. Çünkü; şerayi-i mütekaddime erbabı Vacip Tealâ'ya sebeb-i evvel olduğu cihetle eb ıtlak ederler ve hatta Allahü Tealâ'ya eb-i evvel ve kendi babalarına eb-i sanı derlerdi. İşte cehele-i Nasara bunu hakikî baba manâsına hamlederek veled isnadına cüretle küfretmişlerdir. [103]

 

Vacip Tealâ Yehud ve Nasara ve müşriklerin   kabayihinden bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.

[EhM kitabın ve müşriklerin cehelesi ve şuûnatı ilâhiyeyi bilmeyen kimseler dediler ki, «AUahii Tealâ bize tekellüm etmiş olsaydı veyahut senin nübüvvetine delâlet eder âyet bize gelseydi biz sana iman ederdik. Allahü Tealâ'nm senin dininin hak oldu­ğuna bizim dinimizin hükmü kalmayıp mensuh bulunduğuna dair bizimle kelâmı ve bize vahyi yok ve kat'iyete delâlet eder âyeti de yok. Binaenaleyh; biz sana iman etmediğimiz gibi senin sözünü dahi kabul edemeyiz.»] işte böyle demeleriyle müşrikler ve ehl-i kitabın cehelesi davet-i nubüvvetpenahiye icabetten imtina etti­ler. [Ey Resül-i zişanım! Senin zamanında ümmetinden sana böy­le dedikleri gibi, bunlardan evvel ümem-i salifeden dahi peygam­berlerine bunların dedikleri gibi dediler. Zira; kalpleri birbirine müşabihtir. Çünkü; sözlerinde ve işlerinde birbirine benzedikle gibi, küfürde ve kasavet-i kalpte ve enbiyayı tekzip ve muhali t leb etmekte dahi birbirlerine müşabehetleri vardır. Hatta Hz. Mı sa'ya «Allah'ı aleni bize göster ve Allah'ın kelâmını işitelim» d< diler ve kendileri için sual caiz olmayan şeyleri sual ettiler. Ha buki biz azimüşşan yakın üzere hakâyıkı bilen erbab-ı ilme ni büvvet-i Muhammed (S.A.)'e delâlet eden âyetleri muhakkak be yan ettik. Nübüvvette asla şüphe edecek bir cihet kalmadı.] Zira Muhammed (S.A.)'in dava-yı nübüvveti ispat için getirmiş olduğı mucizat-ı bahireyle Kur'ân-ı Azimüşşan, hakkı arayan erbab-ı il­me kâfidir. Dava-yı nübüvveti ispatta delil-i âhare ihtiyaç yoktur. Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile, Vacip Tealâ'nın en­biyaya vahyile ve melâikeye tekellümünü işittikleri cihetle kâfir­ler de kendilerini kelâm-i ilâhiye ehil görerek istikbar ettiklerin­den, şüpheye düştüler ve bu kelâma cür'et ettiler ve Kur'ân'm nü­büvvete delâlet eder âyet olduğunu inkârla «Cenab-ı Hak bize te­kellüm etmezse hiç olmazsa nübüvvetine delâlet eden bir âyet ge­tir de biz de sana iman edelim» dediler. Vacip Tealâ-kâfirlerin şu iki taleplerinden evvelki talepleri olan mükâleme-i ilâhiyeye ehil ve lâyık olmayıp muhali talepten ibaret olduğuna işaret için o ci­heti cevaptan müstağni addederek, ikinci taleplerine kendileri er­bab-ı yakînden olmayıp, erbab-ı cehaletten olduklarına işaretle be­raber erbab-ı îkan ve hak arayıcıları için Muhammed (S.A.)'in nü­büvvetini ispata kâfi âyetlerini beyan ettiğini zikirle cevap ver­miştir. Çünkü, matlubu ispata kâfi delil beyan ettikten sonra, ikin­ci bir delil talep etmek inat ve istikbardan ibaret olduğu cihetle, istedikleri âyeti inzal buyurmamıştır. Zira; ikinci bir âyet gelse, üçüncü bir âyet, üçüncü gelse, dördüncü bir âyet daha isteyecek­leri ve ilâ gayrin nihaye bu suretle taleplerinde devam edip dura­cakları ve iman etmeyecekleri   malûm olduğundan   muannidane mes'ulleri is'af olunmamıştır. İşte bu esasa binaen müddeinin dâ­vasını ispata kâfi beyyinesini mahkemede hakim istima ettikten sonra, mudde-a aleyh daha şahit getirsin diye taleb eylese, hakim tekrar şahit istemez.   Zira; şahidi, davayı ispata kâfi gördükten sonra ziyade-i talep abestir. [104]

 

Vacip Tealâ, kâfirlerin tekrar âyet talebinde ısrar edince Re­sulünün getirdiği mucizelerin kâfi olduğunu ve Resulünün tebliğ­de noksanı olmayıp, lâyıkı veçhüzere tebliğ ettiğini beyanla, kâ­firlerin ısrarlarından Resulünün hasıl olan kederini izale etmek üzere buyuruyor.

[Ey Habib-i Ekrem'im! Biz azimüşşan hakka mülâbis ve mu-kârin olarak seni, mü'minleri Cennet'le tebşir edici ve kâfirleri Cehennem'le korkutucu olduğun halde, ibadm halini ıslah için gönderdik. Vezaif-i risale ti eda ettikten sonra, senin davetine ica­bet etmeyen ashab-i cahîmden mesul olmazsın.]

Hulâsa; Resulullah'm ümmetinden amel edonleri Cennet'le müjdeleyici ve isyan edenleri Cehennem'le korkutucu olduğu hal­de hakka mukârin' olarak irsal olunduğu ve omr-i tebliği lâyıkı veçhile eda ettiğinden dolayı davetine icabet etmeyip ehl-i Cehen­nem olanların hallerinden mes'ul olmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [105]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin küfürde inatlarını ve Resulünün onla­ra karşı sabır ve sebatını beyandan sonra ebâtıyle ısrarda kâfirle­rin şiddetini ve kemal-i adavetlerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sen Yehud ve Kasaranın millet ve dinlerine ittiba' edinceye kadar Yehud ve Nasara, elbette senden razı olmazlar.] Zahirde iz­har ettikleri mahabbet ve ünsiyetlerine kafiyen itibar yoktur. Zira; sahtedir. Zahirleri bâtınlarına muvafık değildir. Çünkü; kendi dinlerinin hakkaniyetini iddia ettiklerinden daima senin onların dinlerine ittiba' etmeni arzu ederler. [Ey Resulüm! Alâ tarik-in-nasiha sen onlara de ki: «Allah'ın kullarını ıslah ve irşad için hi­dayeti ve tarîk-ı müstakimi göstermesi ancak hidayettir ve o hi-dayet-i ilâhiye din-i islâmdir. İhtida etmek isteyenler din-i İslama ittiba' etmelidir. Çünkü; din-i islâmın zuhurundan sonra onun ha­ricinde ibadı irşad edecek hidayet ve tarîk-ı selâmet yoktur.] Zi­ra; Kur'ân'ın nüzulünden sonra doğru yolu göstermek Kur'ân'a münhasırdır. Kur'ânın haricinde tarîk-ı necatı irae eyleyecek ve itimad edecek bir kitap ve şeriat kalmamıştır. [Eğer ey habibim! Sen ve sana tebaiyet eden mü'minler şol şeyden sonra onların arzu ve emellerine ittiba' ederseniz ki, o şey; sana gelen ilm-i Kur'ân ve hidayet-i islâm dır. Bundan sonra milel-i sairenin arzuyu batıl­larına ittiba' ederseniz, senin için Allah'ın gazabından seni kurta­racak bîr veli ve bir yardımcı yoktur ki senden, onlara tebaiyetîn-den dolayı vaki olan azabı kaldırsın.]

Hidayet; ancak hidayet-i ilâhiye olan din-i islâm olup Yehud ve Nasara'nm davet ettikleri dinleri aynı dalâl olduğuna işaret için hidayet, hasra delâlet eden zamir-i fasılla varid ol­muştur.

Resulullah'a gelen ilimle murad; Fahr-i Razi'nin beyanı veç­hile malûm ve muayyen olan din-i İslaradır.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyet-i celilede Yehud ve Nasara'­nm imanından Resulullah'm kat-ı ümid etmesinde mübalağa var­dır. Havaya ittibaın elbette batıl olacağına ve küfürle lâzım gelen azaba şefaat olmadığına ve insanlar için taklit lâyık bulunmadığa na ve bir kimseyi tehdid etmek, delâil nasbedip o kimseye doğru yolu gösterdikten sonra, olacağına âyet-i celile sarahaten delâlet eder.

Ayette hernekadar hitap Resulullah'a ise de murad-ı ilâhi um-.1 metini Yehud ve Nasaraya ittibadan nehyetin ektir. Yehud ve Na-sara Resulullah'tan müsaade isterler ve iman edeceklerini va'd ederlerdi. Cenab-ı Hak onların sözlerinin yalan olduğunu ve iman etmek niyetinde olmadıklarını ve adavetlerinin şiddetini beyan içni bu âyeti inzal buyurduğu mervidir.

Hulâsa; Yehud ve Nasara kendi milletlerine tabi olup dinle­rini kabul etmedikçe ehl-i imandan hiçbir veçhile razı olmayacak­ları, hidayet ve doğru yol ancak Cenab-ı Hakkın Kur'ân'da gös­terdiği tarîk olup, onun haricinde olan tarîka itibar olmadığı ve hidayet-i ilâhiye geldikten sonra başka milletlerin hava ve arzu­larına ittiba* eden kimseler için Allah'ın gazabından kurtaracak bir yardımcı ve muavenet edecek bir dost bulunmayacağı, bu âyet­ten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [106]

 

Vacip Tealâ Yehud ve Nasara'dan iman etmeyenlerin iman etmek ihtimalleri olmadığını beyandan sonra, iman edenlerin hak­ka mü'min olduklarını beyanla methetmek üzere :

buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlara biz kitap verdik. Verdiğimiz kitabı tağyir ve tahrif etmeksizin evamir ve nevahisinin müştemil oldu­ğu ahkâmı teemmül ve tedebbür ederek lâyıkıyla tilâvet ederler. İşte onlar o kitaba iman ederler ve eğer bir kimse o kitaba küfre­derse» ancak küfredenler zarar-ı ebediye duçar oluculardır.] Zira; kitabı tağyir ve tahrif ve ahir zaman nebisinin evsafını inkârla küfredip imam küfre ve menfaati mazarrata tebdil ettiklerinden ebedi nar-ı cahîmde kalıcılardır.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile hakka tilâvetle murad; kıraa­tinde huzu' ve huşu'a riayet ve maânisini teemmül ve ahkâmıyla amel etmek ve hill-il hürmete dikkat etmekten ibarettir. Şu halde kitabullahı taraf-ı ilâhiden nazil olduğu veçh üzere kıraat etmek ve kelimatmı yerinden değiştirmemek ve hilâf-ı hakikat olarak te'vil etmemek matlup olup kitaptan intifa' etmek de hakkıyla ti­lâvet ve maânisini lâyıkıyla fehmetmektir. Ve hakka tilâvet ve maânisini tefekkür etmeyenlerin dünyada ve âhirette zarardide olacaklarına âyet sarahatla delâlet eder.

Kitabı tilâvet edenlerle murad; Fahr-i Razfnin beyanı veçhile birkaç ihtimal vardır: Birinci ihtimal; Ashab-t Resulullahtır. Bu­na nazaran Kur'ân'ı tilâvet edenleri methetmekle lâyıkı veçh üze­re lâfzını tahriften muhafaza ve manâsını teemmül üzere tilâvet etmeye, âyette ehl-i imanı tergîb vardır. İkinci ihtimal; Ehl-i kita­bın Kur'ân'a iman edenleridir. Üçüncü ihtimal; Ehl-i kitaptan ki­taplarını tahrif ve tağyir etmeksizin amel edip tilâvet edenler mu-raddır. Yahut Hayber'in fetholunduğu gün Hz. Ali'nin biraderi (Cafer) Hz. ile Habeş'ten gelen kırk kişi hakkında nazil olmuştur. Onlardan otuz ikisi Habeş'ten, sekizi Şam rahiplerinden olup, şe-ref-i islâmla müşerref olmuşlardı.

Yahut âyetle gerek ehl-i kitaptan ve gerek ümmet-i Muham-medden bilûmum nıü'minler muraddır. [107]

 

Vacip Tealâ Beni İsrail'e vermiş olduğu nimetleri tadadla ah­dini ifaya ve nimetin şükrünü edaya davet ve enva-ı kabayihi ta­dadla tevbih ve küfriyatını meydana koymakla kendilerini tekdir ettikten sonra tekrar Beni İsrail'i insafa davet etmek üzere nimet­lerinden bazılarım tadad zımnında  buyuruyor.

[Ey Beni İsrail! Zikr edin şol nimetlerimi ki, o nimetleri ben sizin üzerinize in'am ettim ve muhakkak ben size kitap vermek ve içinizden nebi ba's etmek gibi Hıtuf I arımla kendi âlemleriniz aha­lisi üzerine tafdîl ettim ve sizi erbab-i şeriat ve i İm-i kemâl sahibi kıldım. Şu halde emrime imtisal edin ve hükmümden çıkmayın ve kahr-ü gazabımdan hazer edin ve şol günden korkun ki o günde bir nefis diğer nefis yolunda hiçbir şeyle cezalanmaz ve kimse kim­senin yükünü götürmez ve herkes kendi vizr-ü vebalini götürür ve nefs-i âsiye bedelinde fidye kabul olunmaz ki, o fidye sebebiyle azab-i ilâhiden halâs olsun ve o nefs-i kâfireye bir şefim şefaati menfaat vermez ki, o şefaat sebebiyle azabı hafif olsun ve nüfus-i âsiyeye bir kimse tarafından yardım olunmazlar ki, o yardımcı se­bebiyle gazab-ı ilâhiyi def etsinler.]

Arap indinde muhavere birçok safahat ve şubelere teferruk ettikten sonra, meseleden maksadı hulâsa etmek üzere başlanan noktayla maksada hitam vermek âdet olup ve bu âdet buleğa ve hutaba indinde makbul olduğundan, muhaverede kabul olunan şive-i Arap üzere Beni İsrail'in kıssaları; başlandığı maksadı tek­rar beyanla hitam bulmuştur. [108]

 

Vacip Tealâ, Resulullah'm hicretinden sonra başlıca Medine'­de âdâvet edenlerin Yehud olduğu ve Medine etrafında bulunan kabailin Yehuda ehl-i kitap olduklarından dolayı bir derece ma­nevi inkıyadları bulunduğu cihetle Yehud iman ederlerse kabail kolaylıkla iman edeceklerine binaen bu surede Yehuda nushu pendle imana davet ve iman etmediklerinde, halkın zihinlerini iğ­fal etmemeleri için enva-ı kabayihini ve enbiya-yı sabıkayla cere­yan eden ahval-i feci'alarmı beyanla halkın kulûbundan mevkile­rini iskat ve kemal-i hased ve inat ve adavetlerini beyandan son­ra, cümle milel beyninde nübüvveti tasdik olunan ve kulûb-u nâsta daima mevki-i muazzame mahfuz olan İbrahim (A.S.)'nı hal­lerini beyan ile halkı imana davet etmek üzere buyuruyor.

[Zikr et ey Resulüm! Şol zamanı ki, o zamanda Rabbisi, cedd-i âlân İbrahim'i Nemrud'un ateşi ve mancınığı ve veledini kurban etmesi ve vatanından uzak düşmesi gibi bazı mesaip ve sair evamir ve nevahı ahkâmıyla   müptelâ kıldı ve imtihan   muamelesi yaptı.

İbrahim (A.S.) da emrolunduğu ve müptelâ kılındığı ke]imalın her-birîni emrolunduğu veçh üzere fütursuz ve kusursuz tamamiyle eda etti, asla noksan bırakmadı. İbrahim (A.S.) vazife-i ubudiyeti ke­maliyle eda edince, Rabbisi mahabbetini izhar ederek : «Ya İbra­him! Ben seni nâsa muktedâbîh kılacağım» dedi. İbrahim (A.S.) Rabbisinin lutfunu görünce: »Ya Rabbi! Benim zürriyetimden dahi nâsa muktedâbih kıl» dedi. İbrahim'in şu istirhamına cevap olarak Rabbisi: «Senin zürriyetinden salih olanlar muktedâbih olurlar, ve-lâkin benim nübüvvetimden ibaret olan, ahdim zalimlere isabet etmez. Zira; hudud-u ilâhiy emiz den çıkmış birtakım fasıklar, bi­zim tarafımızdan hilâfet ve niyabete nail ve müstehak olamazlar» dedi.]

Tefsir~i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile İbrahim (A.S.) (Ba-bil)den veyahut (Küfe) civarında (Kûsi) denilen karyeden ve Nem-rud'un zamanına tesadüf eden nas cümlesindendir. İbrahim (A.S.) Yahud ve Nasara indinde muhteremdir. Zira! Yahud, nesep cihe­tinden İbrahim (A.S.)'a mensup olmakla o nispetten teşerrüf et­tikleri gibi kezalik Nasara da bir kısmı neseben intisap ve bir kıs­mı da dinen nebilerinin İbrahim (A.S.) neslinden bulunmasıyla teşerrüf ederlerdi ve Kabail-i Arabm kâffesi evlâd-ı İbrahim'den bulunmakla iftihar ve teşerrüf ettiklerinden İbrahim (A.S.) cümle milletler beyninde muhteremdir. Binaenaleyh; İbrahim (A.S.)'ın bazı menakibini beyanla Resulullah'm kavlini ve şeriatini kabule Vacip Tealâ insanları davet etmiştir. Çünkü; İbrahim (A.S.) tekâ­lifi tamamen yerine getirmiş ve evlâdına imamet taleb ettiğinde, Vacip Tealâ zalimlerin imamete ehil olmadığını beyan etmiştir ve kıblenin (Kâbe)'ye tahavvülüne razı olmayan Yehuda karşı (Kabe) İbrahim (A.S.)'ın kıblesi olduğu beyan olunmuştur. Bunların cüm­lesi inadı terkle iman etmek icap eden ahvaldendir. Fahr-i Razi'-nin beyanı veçhile kelimat ile murad; bu âyetlerde beyan olunan iraavıet ki nübüvvet, Beyt-i Şerifi tathir ve temellerini reji' ve ev­lâdına dua gibi meşakkat-i azîmi mutazammın olan şeylerdir. Çünkü nübüvvet ahkâm-ı ilâhiyi tebliğde birçok külfeti ve me-şakku miheni mutazammın olduğu gibi Beyt-i Şerifi tathir ve bi­nasını yapmak ve Beyt'in levazımından olan menasik-i haccı eda ve menasikini lâyıkıyla yerine  getirmek  elbette meşakkat-i  azî-meyi mutazammındır.

Yahut keIimat ile murad; İbn-i Abbas Hz.'den rivayet olunduğu veçhile evamir ve nevahisidir ki on şeyden ibarettir. İb­rahim (A.S.) şeriatinde bu on şeyi eda etmek farz idi, bizim şeri-atimizde ise sünnettir. Beşi baştadır ki mazmaza, istinsah, baş ta­ramak, bıyığını kesmek, misvak istimal etmek gibi nezafete ait olan şeylerdir. Diğer beşi sair bedendedir. Sünnet olmak, kasığını tıraş etmek, koltuğundaki kılları yolmak, tırnağını kesmek ve suyla istinca etmek gibi bedene ait olan nezafetten ibarettir.

Yahut müptelâ olduğu kelimat ile murad; efâl-i hac ki, tavaf, sa'y, remiy, ihram ve kezalik Nemrud'un ateşi ve veledini zebh ile memur olması ve hicret etmesi gibi tekâlif-i ilâhiye ve küffarla ve pederiyle tevhid-i ilâhiye dair mübahaseleridir.

İmametle murad; nübüvvet veyahut herşeyde halka muktedâbih olmasıdır. Cenab-ı Hak bu va'dini incaz buyurduğun­dan İbrahim (A.S.)'ın zürriyeti ilâ yevm-ilkıyame halka muktedâ­bih olmuştur. Ve evlâdından nübüvvet mertebesini ihraz edenler de eksik olmadı ve kıyamete kadar mertebe-i nübüvveti ihraz et­mek onun nesline münhasır kaldığından âhir zaman nebisi de İb­rahim (A.S.)'m nesM necibinden tulü' etmiştir.

Ahd ile murad; imamet olduğundan zalimlere imamet ve nü­büvvet isabet etmeyeceği beyan olunmuştur. Binaenaleyh âyet-i celile enbiya-yı kiramın günahtan masum olmalarına delâlet eder.

Şu iptilânın nübüvvetten evvel veyahut sonra olduğuna dair ulema beyninde ihtilâf varsa da âyette zamanı tayine delâlet ol­madığından bizim için el ilmü indallah demek evlâdır. Zira; nü­büvvetten evvel veya sonra olmasına bir hüküm taallûk etmedi­ğinden tayinden bahsetmekte bizim için bir fayda yoktur. [109]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'a   tekâlifini    icmalen    beyandan sonra bazılarını tafsil etmek üzere buyuruyor.

[Zikr et ya Muhammed! Şol zamanı ki o zamanda biz seni nasa imam ve tarîk-i hakka irşada mezun kıldıktan sonra, Kâbe-i Muazzama'yi nâsa merci ve nâsm sevap ye emniyet mahalli kıl­dık.] Zira Kâbe-i Muazzama bütün me'lûfatı terk ve ehl-ü evlâd ve mal gibi şeylere alâkayı kat1 ile bize teveccühe vesile olup ci­ma', fısk, fücur, mücadele ve katil gibi kabayih kabilinden tevec-cüh-i hakikiye mani olan esbaptan vazgeçerek, ihlâs üzere ef al-i hacci eda eden ziyaretçilerin sevap mahalli ve cemi' mahlûkata emniyet yeridir. Çünkü; o mahall-i mübareke dahil olan kimsenin emniyeti kefalet-i ilâhiye tahtmdandır. Binaenaleyh; dahil olan­lar emindirler. [Ey Kabe'yi ziyaret eden ehl-i iman! Ziyarete mu­vaffak olduğunuzda halilimiz İbrahim (A.S.)'m makam-ı müba-rekinden namaz kılacak mahal ittihaz edin ki, İbrahim'in sünne­tine iktida etmiş olasınız. Hac için ziyarete gelenlere vaki olan emirden sonra İbrahim ve oğlu İsmail (A.S.)'a emrettik ve dedik ki, beytimi tavaf edenlere ve Beyt-i Şerif indinde ikamet edenlere ve rükû ve sücudla namaz kılanlara beytimi tathir edin ki, abid-ler taharet-i hakikiyeden ibaret olan ibadetlerini putlardan ve ne­casetten tahir olan bir mevkide eda etsinler.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile beyt ile murad; Kâbe-i Muaz­zama ve etrafında bulunan Harem-i Şeriftir. Çünkü mevzi-i se­vap ve emniyet, yalnız (Kâbe)'ye münhasır değil belki (Harem) dahilinin kâffesi mevzi-i emniyettir.

Harem-i Şerife dahil olan; ubudiyetin vazifesini eda ettiği cihetten sevaba ve bir dahi avdet etmek ve Kâbe-i Muazzamayla müşerref olmak niyetinde bulunduğu cihetle Beyt-i Şerifin merci manâsına mesabe kılındığı beyan olunmuştur.

Şu halde Harem-i, Şerif; menafi-i diniye ve dünyeviyeye mahaldir. Zira; sevabı ziyade olup, hac gibi erkân-ı islâmiyeden mü­him bir ibadeti eda etmek ve o şerefe nail olmak ancak o mahalde müyesser olur. Dünya cihetinden menfaat ise, ticaret ve rnevsim-i hacda enva-ı mekâsib husul bulduğu gibi hac sebebiyle turuk ve maabirin tamiri ve beldelerin muhtelif ahvalini müşahede ve hal­kın yekdiğerinin haline muttali olması gibi sayılmaz ve tükenmez menafii de mutazammmdır.

Makam-ı İbrahim ile murad; İbrahim (A.S.j'ın mübarek kademinin eseri olan taşın bulunduğu mahaldir. Yahut Kabe'yi bina ederken duvarlar yukarı kalktığında İbrahim (A.S.) ,ın ayağının altına koyduğu taşın 'mahallidir, Hz. Ömer'den riva­yet olunan hadis-i şerif de bu manâyı teyid etmektedir. Çünkü; birgün Resulullah Efendimiz, Ömer (R.A.)'m elinden tutar ve Ma-kam-ı İbrahim'i gösterir. Hz. Ömer: «Pederimiz ibrahim (A.S.)'hi makamım musalla ittihaz etmeyelim mi? Ya Resulallah!» der. Re­sulullah Efendimiz de: «Henüz musalla ittihaz olunmasıyla emro-lunmadım» buyurur, o gün ikindiden sonra gün inmeksizin bu âye­tin nazil olduğu mervidir. Ve bu emir ümmet-i Muhammed hak­kında istihbab içindir. Yani; o makam-ı mübarekte namaz kılmak müstehabdır.

Musalla ile murad; mahall-i dua olup duanızda mahal ittihaz edin demek ihtimali varsa da evlâ olan o makamda namaz kılmak muraddır. Çünkü salât; dua manâsına gelirse de, birşey mutlak zikrolununca kemaline sarfolunmak kaidesine tevfikan o makamda namaz kılmak muraddır.

Beytin   taharetiyle   murad; necaset ve put gibi lâyık olmayan şeylerden tathir ve takva üzere tesis etmektir. Taifîn   ile murad; hac ve umre için gelip tavaf ve ziyaret

edenlerdir. Akifin ile murad; o makamda mücavir ve mutavattvn olarak ikamet edenlerdir. Kuka' ile murad; na­maz kılanlardır. [110]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'ın ahvalinden bazı ahari beyan et­mek üzere buyuruyor.                        

[Zikr et ya Muhammedi Şol zamanı ki o zamanda İbrahim (A.S.) dua ve duasıyla menfaat-i ammeyi m ur ad eder olduğu hal­de dedi ki: «Ey benim Rabbim! Şu Beyt-i Şerifi ve etrafını a£at-ı dünyeviye ve sair korkulacak şeylerden emin ve salim bir belde kıl ve o belde ahalisinden Allah'a ve yevmi âhirete îman eden kimseleri enva-ı meyvalar ve rızıklarla merzuk et ki, iman ve iz'-anlannın mükâfatını görsünler. İbrahim (A.S.)'uı evvelâ ehl-i Mekke'ye mutlak ve icmal suretiyle dua ve saniyen ehl-i iman olanlara tahsisle du. sini tafsil edince Vacip Tealâ ehl-i beldeden kâfir olan kimseleri ben azıcık bir zaman rızk-ı dünyevi ile mer­zuk ederim buyurdu. Çünkü küfürleri dünyaca rızıklarına mani değildir. Dünyada merzuk kıldıktan sonra o makule kâfirleri azab-ı nara muz t ar kılarım. Onların varacakları mahal ki, a/ah-i Cehennem'dir. Ne kötü ve çirkin oldu buyurmakla] ehl-i Mekke'­yi imana davet ve imanın zıddı olan küfrü ihtiyar edenleri azab-ı Cehennem'le tehdit buyurmuştur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile İbrahim (A.S.)'m maksadı belde ahalisine umumiyetle bir duadır. Zira Mekke; ekinsiz, otsuz ve ağaçsız bir vadi olduğundan, rahmet-i ilâhiye ve lutf-u subha-niden merzuk olmalarını istirham etmiş, fakat imamet ancak mü­min ve müttakilere mahsus olduğuna kıyasla duasını müminlere hasretmişse de, Vacip Tealâ'nm rızkı ihsan-ı dünyevi olup dünya­da rızık ise, mü'mine ve kâfire şâmil olduğunu beyanla kâfirleri dahi dünyada az bir müddetde merzuk edeceğini tasrih etmiştir.

Ehl-i Mekke'nin merzuk olmalarını talep etmek emr-i dünya­yı talep ise de, hüsnüniyete ve maksad-ı âliye mukârin olarak umur-u dünyayı talep caizdir. Zira; Mekke'nin ucuzluk ve bolluk olması huccacm umurunu teshil edeceği cihetle emr-i celil-i haccı kullarının eda etmesine vesile olduğundan zahirde umur-u dünya­yı talep ise de hakikatte âhir eti taleptir.

Harem-i Şerif bazı cihetten ibrahim (A.S.)'uı duasından evvel muhterem ise de, İbrahim (A.S.)'m duasından sonra daha ziyade muhterem ve kaht-u galadan ve sair afattan emin olmuştur. [111]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'m menakıbmdan bazılarını beyan­dan sonra bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zikr et ya Muhammedi Şol zamanı ki o zamanda ibrahim (A.S.) oğlu İsmail'le beraber Beyt-i Şerifin temellerini ve esasla­rını yerden kaldırdı ve ikisi beraber beytin binasına sa'yile emek­lerinin ve ibadetlerinin ind-i ilâhide makbul olmasını istirham et­tiler ve dediler ki : «Ey enva-ı ni'metleriyle bizi terbiye eden Rab-bimiz! Bizim amelimizi bizden kabul et. Zira; sen bizim ihlâs üze­re amelimizi bilici ve sen tazarru' ve niyazımızı işiticisin.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Beyt-i Şerifin İbrahim (A.S.)'-dan evvel mevcut olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; İbrahim (A.S.)'m kavaidi ref'etmesi kavaidin esası mevcut olduğunu müş'-irdir. Çünkü; tarih ve siyer kitaplarında beyan olunduğu veçhile beyti iptida Hz. Âdem bina ettiği ve Hint'ten yaya olarak gelmek sureti ile kırk defa hac eylediği İbn-i Abbas Hz.'den mervidir.

Beyti bina etmekte İbrahim (A.S.)'a oğlu İsmail (A.S.)'m işti­rak ettiğine âyet delâlet eder. İbrahim (A.S.) bina ederken oğlu İsmail (A.S.)'m taşını ve çamurunu getirdiği mervidir. Hz, Âdem'­in bina ettiği beyt, Tufan-ı Nuh'ta yıkılıp kaybolduğundan Cenab-ı Hak İbrahim (A.S.)'a tekrar binasını emreyledi ve mevkiini Cib-ril-i Emin gösterdi. Adem'in koymuş olduğu temeller toprak için­de kalmıştı, İbrahim (A.S.) onu buldu, O temeller üzerine bina­yı vaz etti. İbrahim (A.S.) oğluyla mesaisini birleştirerek beyti bi­na ettikten sonra amellerinin kabulünü Cenab-ı Hak'tan tazarru' ve niyaz ettiler. [112]

 

Vacip Tealâ ikinci dualarını beyan etmek üzere ala tarik-il hikâye buyuruyor.

[İbrahim ve İsmail (A.S.)? ikisi de amellerinin kabulünü is­tirhamdan sonra tekrar dua ettiler ve dediler ki: «Ey enva-ı ni­metleriyle bizi ferbiye eden Rahbimiz! Sana niyaz eder ve deriz ki, bizim her ikimizi sana muti' ve munkad kıl ve cemi' umuru­muzu sana tefviz edelim ve eda-yi ubudiyette ihlâs üzere buluna­lım ve bizim zürriyetimizden de sana muti' ve munkad bir cemaat halk et ki, onlar sana inkiyad-ı tam üzere ibadet etsinler ve bize ibadet ve ef'al-i bacamızı göster ki biz rıza-yı ilâhiyene muvafık ibadet edelim ve bizim üzerimize merhametinle rucu' buyur ve tevbemizi kabul ve sehven sudur eden zellemizi affet. Zira; sen kullarının tevbelerini kabul ile merhamet buyurucumun.] demek­le hem kendilerinin hem de zürriyetlerinin muti' olmalarını istir­ham ettiler.

Zürriyetin küllisi muti' olmayıp içinden bazılarının asi ve za­lim olacaklarına işaret için zürriyetlerine duada ba'za delâlet eden kelimesi varid olmuştur. Zira; cümlesinin salâh üze­re ittifakı olamaz ve cümlenin salâh ve ittika üzere ittifakı umur-u maaşı ihlâl edeceğinden her zaman muti' ve asî her iki sınıfın bu­lunması hikmet-i ilâhiye iktizasındandır. Zürriyet şefkate, ecanib-den ziyade müstehak olup zürriyetin salâhıyla ecanip de salih olacağına işaret için evvel kendi zürriyetlerinin muti' olmalarına dua ettiler. Menasik-i şerayi' ve erkân-ı hac ve sair umur-u dinde mu­ti' olmalarını ve tevbelerinin kabulünü Allahü Tealâ'dan istirham etmeleri zürriyetlerini talim ve tevbeye irşad içindir.

Tevbelerinin kabulünü istirham etmeleri kendilerinden ma-siyet sudur etmesine delâlet etmez. Zira; hazmen linefsihi tevbeye müracaat etmişlerdir. Yahut mâsiyetten kemal-i ihtirazlarını tev-be suretinde göstermişlerdir. Yahut zürriyetlerinden asi olanları tevbeye irşad için tevbelerinin kabulünü istirham etmişlerdir.

Ayet-i celile abdin fiilini halk edici Allahü Tealâ olduğuna delâlet eder. Zira tevbe; abdin fiilidir. Eğer mû'tezilenin dedikleri gibi abid fiilini kendi halkedecek olsaydı İbrahim (A.S.) tevbeyi Cenab-ı Hak'tan taleb etmezdi. Halbuki Allahü Tealâ'dan taleb etti ki abdin fiilini Allah'ın halketmesine delildir. [113]

 

[Ey bizim Kabbimiz! Sana itaat ve inkıyad eden cemaat-i müslimenin içinde kendilerinden onlar üzerine âyetlerini tilâvet eder ve onlara kitabını ve tevhid-i zatî-ye sülükten ibaret olan hikmetini talim eder ve onları necaset-i maâsiden ve ibadet-i ev-sandan ve sair nekayıstan tenzih eder bir Resul göndermeni sen­den istirham ederiz. Zira; sen cümleye galip ve kahir ve icadı-ef'alinde hakimsin.]  İşlerin hiçbir zaman hikmetten hali olamaz.

Beyzâvî, Hâzin ve Fahr-i Razi'nin beyanlarına nazaran bu âyette resul ile murad; âhir zaman peygamberi bizim nebi­miz Muhammed (A.S.)'dır. Zira; İsmail (A.S.) ile beraber İbrahim (A.S.)'m zürriyetinden Resulullah'tan başka resul ba's olunma­mıştır. Şu halde duaları müstecaptır ve dualarının eseri Resulul-lah'tır. Resulullah'm «Ben pederim İbrahim (A.S.)'m duası ve Hz. İsa'nın müjdesi ve validemin ru'yasıyım» kavl-i şerifi bu manâyı teyid etmektedir.    Valide-i Resulullah'm rüyası:    Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyaya tulûu zamanında hane-i saadetten bir nur çıkar ki, o nurun ziyası Şam'da olan köşkleri ve konaklan göster­miştir. Bu ru'yaya işaret ederek Resulullah : «Ben validemin ru'-yasıyım» buyurmuştur.

Ayât ile murad; vahdaniyete ve nübüvvete delâlet eden deliller ve vahy-i ilâhiyle gelen âyetlerdir ki o âyetleri Resulullah ümmetine tebliğ buyurdu. Kitab ile murad; Kur'ân'dır, hikmet ile murad; nüfus-u beşeriyeyi tekmil eden maarif ve ulum-u diniye ve fıkıh ve hakla batıl beynini fasl ve hill-ü hür­met beynini tefrik eden ahkâm-ı diniyedir.

Bu âyette beşeriyetin noksanını ikmale lâzım olan evsafın kâffesini Resulullah'm cami' olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; evvelâ esas-ı şeriat olan âyetleri ümmetine tilâvet etmek, ikinci merrede vahy-i ilâhi olan kitabın ahkâmım talim ve mesail-i dini-yeyi öğretip naşı cehaletten halâs etmek, üçüncü merrede ibadın umur-u dünya ve umur-u âhirete müteallik mesâlihine hadim olan hikmeti talim etmek ve dördüncü merrede şirk ve ibadet-i evsan gibi küfriyattan tathir ve beşeriyetin muhtaç olduğu şeylerin kâf­fesini ihraz edip nevakısmı ikmal edeceğini beyan etmektir. Bun­ların cümlesi bu âyette zikrolunmuştur. [114]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'m menakıb-ı celilelerini beyandan sonra İbrahim (A.S.)'ın ahlâk-ı hamidelerinden i'raz edenlerin hal­leri taaccübe şayan olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[İbrahim'in milletinden kim iraz eder? Kimse iraz etmez, illâ nefsine ihanet eden ve zulmet içinde nefsini terk eden kimse iraz eder. Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, biz azimüşşan muhakkak dünyada İbrahim'i ihtiyar ve nas beyninde nübüvvete intihab et­tik ve İbrahim (A.S.) âhir ette elbette salihler zümresindendir.]

Şu halde İbrahim'in milletine ittiba etmek lâzımdır.

lâfzı Beyzâvî'nin beyanı veçhile istifham-ı inkâri ve İbrahim (A.S.)'ın milletinden iraz edenlerin hallerini istib'ad için­dir. Çünkü; gerek Yehud ve Nasara ve gerek Arap cümlesi İbra­him (A.S.)ra intisapla iftihar ve menakibini zikirle telezzüz ve ef'aline iktida etmekle teşerrüf ederken Resulullah'a imandan iraz etmeleri emr-i münker ve hallerine baid addolunan şeylerdendir. Zira; İbrahim (A.S.)'nı menakibinden birisi kendi zürriyetine şef­katinin ziyade olması ve onların mesalihine gayet mahabbet et­mesi ve bu cümleden kendi zürriyetinden resul ba's olunmasına dua buyurmuş olmasıdır ve bu duası eseri ahir zaman nebisi ba's olunmuş iken menakıbine iktida ile iftihar edenler menakibi cüm­lesinden olan resule ittiba' etmediler ki, bu hal millet-i İbrahim'­den iraz olup şayan-ı taaccüptür. Zira; bir taraftan iktida iddia ederler diğer taraftan açık ve vazıh surette milletinden iraz eder­ler.

Bu âyette İbrahim (A.S.)'m milletinden murad; Resulullah'm bisetine dair olan duası eseri olarak Resulullah'm ba's olunması-dır. Zira; millet-i İbrahim aynı din-i İbrahim demek değildir. Çün­kü; din-i islâm usul-ü itikadda İbrahim (A.S.)'m dinine muvafık ise de, furû-u a'mal cihetinden din-i İbrahim mensuhtur. Binaena­leyh, din-i İslama dahil olan bir kimse din-i İbrahim ahkâmından mensuh olanlarını elbette terketmiştir. Bu terkinden dolayı o kim­se mezmum olmak lâzım gelmez. Ancak menakıb-i İbrahim cüm­lesinden olan bu duası eseri ba's olunan Resule iktidayı terkinden dolayı mezmum olur.

Millet-i İbrahim'den iraz eden kimsenin sefahetiyle hükmün illeti; dünyada Cenab-ı Hakkın İbrahim (A.S.)'ı ihtiyar buyurması ve âhirette salihîn zümresinden olmasıdır. Çünkü; hem dünya hem âhiret saadetini ihraz eden bir zatın mesleğinden iraz eden elbette sefih ve hafif-ül aklolup nefsine hakaret edendir,

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; (Abdullah b. Selâm)'ın birader zadelerinden (Muhacir) is­mindeki bir kimsenin imandan imtina etmesidir. Çünkü; (Abdul­lah b. Selâm), biraderzadeleri (Seleme) ile (Muhacir)'i din-i is­lâm'a davet sadedinde «Ey biraderzadelerim! Siz bilirsiniz ki Allahü Tealâ Tevrat'ta İsmail (A.S.)'ın neslinden ismi Ahmed bir nebi ba's edeceğim. Ona iman eden ihtida eder ve necat bulur, iman etmeyen dalâlette kalır ve melun olur» deyince (Seleme) iman edip (Muhacir)'in imandan imtinaı üzerine âyetin nazil oldu­ğu mervidir. [115]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'ı ihtiyar ettiğini beyandan sonra ihtiyarının sefcebini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol zamanda biz İbrahim'i ihtiyar ettik ki o zamanda Rab-bisi İbrahim'e hitaben: «Sen islâm üzere sebat et ve itaat ve in­kıyadında devam et» dedi. Rabbîsinin emrine imtisalen İbrahim de: ((Âlemlerin Rabbisine inkıyad ve itaatte devam ettim» dedi.]

Yahut [Ya Muhammed! Zikr et şol zamanı ki o zamanda Rab-bisi İbrahim'e «İslâm ol, inkıyada devam et» dedi. İbrahim de «Âlemlerin Rabbisine inkıyadda sebat ettim» dedi.]

İbrahim (A.S.)'m nail olduğu menâsıba neylinin sebebi, iti-kad-ı tam ve ihlâs-ı kâmil üzere Rabbisinin emrine amade ve iba­detine müsaraat etmesi olduğuna âyet-i celile delâlet eder. Vacip Tealâ'nın İbrahim (A.S.)'a islâmla emri bulûğundan ve nübüvve­tini izhardan evveldir.    Veyahut nübüvvetini izhardan sonradır.

Ona nazaran , manasınadır ki, ihlâsla ve is­tikametle emirdir. [116]

 

Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'ın menakıbından diğer birini zik­retmek üzere buyuruyor.

[İbrahim (A.S.) oğullarına millet-i İslâmiye ve vahdet-i za-tiyeyi vasiyet etti ve din-i hak üzere olmalarını emretti ve Yakup (A.S.) da oğullarına vasiyet etti, dedi ki: «Ey benim oğullarım! Allahü Teaiâ sizin için din-i islâm ki, adalet ve tevhid üzere müş-temil olan bir din-i celili ihtiyar etti. Şu halde siz vefat etmeyin, illâ Allah'ın sizin için ihtiyar ettiği din üzere muti' ve münkad olduğunuz halde vefat edin.] İşte Yakup (A.S.) böyle demekle evlâdına din-i hak üzere sebat etmelerini emretti.

ibrahim (A.S.)'m dört oğlu olduğu mervidir ki onlar da İsma­il, İshak, M edin ve Müdan'dır. Yakup (A.S.)'in Sûre-i Yusuf'un tefsiri sırasında isimleri tadad olunacağı veçhile on iki oğlu oldu­ğu meşhurdur. Umur-u dinin ehemmiyetine ve evlâda şefkat ise ağ­yardan ziyade olduğuna işaret için gerek İbrahim ve gerek oğlu Yakup (A.S.) âhir ömürlerinde umur-u dine dikkat ve itina et­mekle vasiyet etmişlerdir.

Beyzâvî'nin beyanına nazaran Yahud taifesi Resulullah'a: «Sen bilmez misin Yakup (A.S.) hin-i vefatında evlâdına Yehudi-yetle vasiyet etti» demeleri üzerine onları tekzip için âyet-i celile hin-i vefatında islâmiyet üzere sebat etmelerini vasiyet ettiğini be­yan hakkında nazil olmuştur. [117]

 

Vacip Tealâ Yehud'un yalan iddialarını reddetmek üzere buyuruyor.

[Yakup (A.S.) mevte hazır olduğu zaman siz gaip miydiniz, yoksa hazır mıydınız? Şol zamanda ki o zamanda Yakup (A.S.) oğullarına sual etti ve dedi ki: "Benim vefatımdan sonra siz ki­me ve hangi şeye ibadet edersiniz?» Oğulları dediler ki: «Biz se­nin ve babaların İbrahim ve İsmail ve İshak (A.S.)'m mabutları mabud-u vahid olan Allahü Tealâ'ya ibadet ederiz.    Halbuki biz ancak o mabud-u vahide itaat ve inkıyadda devam ve sebat ede­riz.] İşte Yakup (A.S.)'m oğulları böyle demekle pederlerinin emeline devam ve emrine itaat edeceklerini izharla pederlerini mesrur ettiler.

Yani; ey Yehud! Yakup (A.S.)'m hin-i vefatında hazır mıydı­nız ki'Yehudiyet vasiyet ettiğini iddia ediyorsunuz? Halbuki Ya­kup (A.S.) islâmiyet üzere sebat ve tevhide devam edeceklerine ahd-ü misak almış ve onları din-i hak üzere takrir etmiştir. Bir kimsenin amcası, pederi makamında olduğundan Yakup (A.S.)'m amcası İsmail (A.S.) pederi idadmdan madut kılınmıştır. Ve Re-sulullah ammisi Abbas Hz. hakkında yani:

«Şu zat-ı şerif benim babalarımın bakiyesidir» buyurmuş olduğu hadis-i şerif, bu manâyı teyid ve kişinin amcası pederi makamında olduğunu teşrih eder.

Ayetin manâsında zikr olunan tafsilât kelimesi mut­tasıla olduğuna nazarandır. Amma kelimesi munkatıa olup istifham-ı inkârı manâsını mutazammm olduğuna nazaran manâ­yı âyet: [Ey ehl-i kitap! Yakup (A.S.)'a mevt hazır olduğunda oğullarına vasiyet ettiği zaman siz hazır değildiniz. Ne dediğini ve ne gibi şeyler vasiyet ettiğini bilmezsiniz. Şu halde nasıl Yehudi-yet vasiyet ettiğini iddia eder ve bilmediğiniz şeyi isnada cür'et edersiniz.] demektir.

Babanın evlâdına şefkati ve hayırla nasihati elzem ve umur-u dinden olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; Yakup (A.S.) muhta-zar olduğu zamanda hususan evlâdına nasihatte bulunduğunu bu âyet natıktır ki her mü'mine lâzım olan hin-i vefatında evlâdına diyanet noktasından nasihat etmek ve hayır öğüt vermek v<* din-i islâında sebat etmelerini emir ve tavsiye etmek lâzım olduğuna işaret olunmuştur. Çünkü enbiyanın menakıbım Kur'ân'da beyan etmek; o misilli mesleğe sülûke terğibdir. [118]

 

Vacip Tealâ İbrahim ve Yakup (A.S.)'ın bazı menakıb-ı celi-lelerini ve oğullarına vasiyetlerini beyandan sonra enbiya-yı izam silsilesinden olanların, enbiyanın şefaatiyle bilûmum seyyiatmın af olunacağını ve cür'et ettikleri bir takım cinayetlerin yanlarına kalacağını tevehhüm edenlerin vehimlerini def ve izale etmek ve insanın intifa edeceği şeyin ancak kendi amel-i salihi olduğunu beyan zımnında :

buyuruyor.

[Şu menakıb ve vasiyetleri beyan olunan İbrahim, İsmail, İs-hak ve oğlu Yakup (A.S.) cümlesi geçmiş ve zamanları münkariz olmuş bir cemaattir. O cemaat için kesbettikleri amelleri var, si­zin için dahi kesbettiğiniz ameliniz vardır. Siz onların amel ettik­leri fiillerinden sual olunmazsınız.]

Yani; ey Yehud ve Arab'ın müşrikleri! Şu eserleri ve oğulla­rına vasiyetleri zikrolunan enbiya-yı izam hazarâtı geçmiş bir ce-maat-i kübradır. Onların haberlerini ve şeriatlerini ve say-ü amel­lerini beyandan maksat; onlara ittiba ve mesleklerine sülük et­mekle intifa etmenizdir. Onların imledikleri a'mâli işleyip ef'ali yerine getirmeyince sizin mücerret onlara intisabınızın menfaat vermeyeceğini size beyan etmektir. Zira; onların eserine ittiba eder­seniz intifa edersiniz. Eğer ef'aline muvafakat etmezseniz intifaı-nız yoktur. Çünkü; onların kesbettikleri amelleri, onlara ait ve sizin kesbettiğiniz ameliniz size aittir. Siz onların amelinden mesul olmazsınız.

Evlâdın, valideynin sevabından müstefid olmayacağına âyet delâlet ettiğinden Yehud'un itikad-ı batıllarını reddetmiştir. Çün­kü; onlar babalarının hasenatından intifa edeceklerini itikad eder­lerdi. Halbuki ameli, kendinin cezasını iktiza eden kimsenin nese­bi o kimseyi cezadan halâs edemeyeceğine âyet delâlet ettiği gibi hadis-i Resulullah da mevcuttur.

Hulâsa; taklidin butlanı ve babanın sevabından evlâdın müs­tefid olmayacağı gibi vizr-ü vebalinden de mutazarrır olmayacağı ve abid amelini kâsib olduğu ve kesbinden mesul olup gayrın kesbinden mesul olmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir. [119]

 

Vacip Tealâ din-i islâmın sıhhatine dair delâili beyandan son­ra din-i İslama ta'n edenlerin şüphelerini beyan ve cevabını zik­retmek üzere buyuruyor.

[Yehud ve Nasara fırkalarından her biri yani Yehud fırkası: »Yahudi olun ki, ihtida edip matlubunuza vasıl olasınız» dediler. Kezalik Nasara fırkası: «Nasara olun ki, tarîk-ı hakka ihtida edip matlubunuza vasıl olasınız» dediler. Ey Resul-ü Zişanım! Sen Ye-hudiyet ve Nasraniyete ümmetini davet eden fırkalara karşı de ki: «Biz sîzin ârâ-yı faside ve efkâr-i kaside ve îtikadat-ı batıla-nıza itt'Hıa etmeyiz, belki edyan-ı batiladan meyledici olduğu hal­de doğru olan milleti İbrahim (A.S.)'a ittiba ederiz. Halbuki İb­rahim (A.S.) Allahü Tealâ'ya şirk edicilerden olmadı.] İşte Ce-nab-ı Peygamber böyle demekle halkı din-i hakka davet etti.

İbrahim (A.S.)'ın müşriklerden olmadığını beyan etmek; Ye­hud ve Nasaraya tarizdir. Yani; «Siz İbrahim (A.S.)'a intisap dava edersiniz, halbuki siz şirk üzerinesiniz. İbrahim (A.S.) ise şirkten beridir,» demektir.

Yehud ve Nasara dinlerinin hak olduğundan bahisle ehl-i is-lâmı dinlerine davet - etmeleri üzerine Vacip Tealâ onları tarîk-ı hakka davet ve dinde delâille istidlal lâzım olduğuna ve delâili beyanla işaretten sonra: «Eğer ittiba lâzım ise hak olduğu müttefe-kun aleyh olan ,millet-i İbrahim'e ittiba etmek lâzımdır. Halbuki ey Yehud ve Nasara! Siz İbrahim (A.S.)'la iftihar ettiğiniz shalde ona bile ittiba etmiyorsunuz.» demekle davetlerinin batıl olduğunu be­yan buyurmuştur.

Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğuna nazaran Yahud'un rüesa-sıyla (Necran) denilen beldenin Nasarasından meb'us olarak Medine'ye gelen Nasara rüesası hakkında bu âyetin nazil olduğu mer-vidir. Çünkü; Yehud: «Bizim nebimiz Musa (A.S.)> enbiyanın ef-dali ve dinimiz, edyanm efdali ve kitabımız iktidaya şayan olup ittiba lâzımdır, şu halde Yehud olun ki, matlubunuza vasıl olası­nız dediler ve Nasara da aynı iddiada bulununca onları red için bu âyetin nazil olduğu mervidir. [120]

 

Vacip Tealâ Yehud ve Nasaranın iddialarını bir delil ile red­dettikten sonra delil-i âharle dahi reddetmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Sizi Yehudiyet ve Nasraniyete davet eden fır­kalara karşı siz onları irşad ve tarîk-ı hakka davet için: «Biz ferd-i vahid ve kadirü kayyum olan Allah'a ve bize ahvalimizi ıs­lah için inzal olunan Kur'ân'a ve ibrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup (A.S.)'a inzal olunan şerâyi* ve ahkâma ve enbiya-yı kira­mın ensaline ve ahfadına nazil olan ahkâma ve Musa ve İsa (A.S.)'a i'ta olunan kitaplara ve o kitaplarda olan âyetlere ve ahkâma ve Rablerinden nebilerine i'ta olunan ahkâmın cümlesine iman ettik. Biz enbiya-yı kiramdan hiçbirini Öbüründen farketmeyiz, cümle­sine imanı vacip bilir ve iman ederiz. Halbuki biz Allahü Tealâ'ya itaat ve inkryad ediciyiz» deyin] ki onlar tarîk-ı hakkın cümlesine iman etmek ve beyinlerini tefrik etmemek olduğunu itikad etsin­ler ve kendi nebilerine iman vacip olduğu gibi âhir ^ zaman nebi­sine de iman vacip olduğunu bilsinler ve iman eylesinler.

Âyet-i celile, Yehud ve Nasaranın itikadlarmı red ve iptal­dir. Çünkü bir nebinin nübüvvetini bilmek; yedinde olan davasına muvafık mu'cizesiyle olur. Mu'cizeyi izhar ettikten sonra iman etmek vaciptir. Mucizeyle davasını ispat eden zevatın bazısına iman edip bazı ahare imanı terk>etmek tenakuzdur. Zira; Yehuda Musa (A.S.)'a niçin iman ettiklerini sual etsen «Mucizeyle nübüvvetini ispat ettiği için» diye cevap verdikleri halde aynı davayı mu'ci-zesiyle ispat eden Muhammed (S.A.) hakkında amellerini tatbik etmemek, beyinlerini tefrik ve tenakuzdur. Amma bizim, enbiya-yı sabıkaya ve şeriatlerine iman edip de şeriatleriyle amel etmediği­miz tenakuz değildir. Zira semtlerinin zamanlarında amel vacip ve hakka şeriat olduğunu ikrar ve itiraf etmek, şimdi amel vacip olduğunu ikrar etmek değildir. Çünkü; bir kitabın hükmü bir za­manda cari olup diğer zamanda cari olmamak ve nesholunmak âdet-i ilâhiye cümlesindendir. Her kitap ve şeriatın zamanındaki hakkaniyetini itiraf etmekle filhal elyevm amel etmek icap etmez ki, bir taraftan iman etmek diğer taraftan amel etmemek tenakuz­dur denilsin. [121]

 

Vacip Tealâ imanda tarîk-ı hakkı beyandan sonra o tarîk üze­re iman edenlerin ihtida edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer şu itikad-ı hakkı sizden işittikten sonra onlar sizin ima­nınız misilli iman ettiğiniz şeye iman ederlerse muhakkak ihtida etmiş olurlar ve eğer iman etmezler de iraz ederlerse onlar müna­zaa ve cidal ve şikak ve adaveti asliyelerinde devam etmektedir­ler ve halleri böyle olunca, yakında Allahü Tealâ Yehud ve Na-sara'nin şerrinden sana kifayet eder. Zira; Allahü Tealâ onların batıl sözlerini işitici ve küfrü nifaklarını bilicidir.]

Yani; sizin mümin olduğunuz gibi onlar da mümin olurlarsa muhakkak ihtida etmiş ve tarîk-i hakkı bulmuş olurlar ve eğer iman etmez, iraz ederlerse onların garazları din-i hakkı aramak değildir, belki münazaa ve adavetlerini izhar etmektir. Yehud ve Nasara şikak ve nifaklarından dönmeyip sebat edince Cenab-ı Hak Resulüne ve esbahma kuvvet-i kalp ve metanet olmak üzere düş­manlarının serlerine kifayet edeceğini vaad buyurmuştur. Akıbet vaadi ilâhi zuhur edip ehl-i islâmın aziz, mansur ve muzaffer ol­ması ve Yehud ve Nasaranm zelil, hakir ve makhur olup şevket-i islânıiyenin günden güne tezayüdü Resulullah'ın hakka nebi oldu­ğuna delâlet eder mu'cizedir. Çünkü âyet; gaipten haberdir ve ha­ber verdiği şeyin haber verildiği veçh üzere zuhur etmesi Resulul-lah'ın davasını ispat eder mu'cizattandır. [122]

 

Vacip Tealâ din-i Muhammedi'nin sıhhatine delâlet eden de-lâili zikirden sonra delâilin vazıh ve celi olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yehud ve Nasara hilaf ve şikaki izhar ettikten sonra siz on­lara deyin ki: «ftlillet-i Hanifiye olan millet-i İbrahim'e ve dini Muhammedi'ye tebaiyet olmadı illâ Allah'ın dini ve fıtratı oldu ve din cihetinden Allahü Tealâ'dan ahsen kim olabilir? Elbette kimse olamaz. Halbuki biz, ancak Allahü Tealâ'ya ibadet edicile­riz.»]

Sıbğa,; fıtrat manasınadır. Yani: «Biz, Allah'ın bizi ya­rattığı fıtrat üzere iman ederiz» demektir. Allah'ın fıtratı; insan­ların iptida İslâmiyet üzere yaratılmasıdır. Her sabi meydana gel­diğinde fıtrat-i islâmiye üzerine meydana gelip sonra bazılarının pederi Yahudi olduğundan o sabiyi Yehudiyete ve bazıları Nasrani olduğundan çocuğunu Nasraniyete ve bazıları da Mecusiyete alış­tırdıklarına dair hadis-i şerif mervidir. Şu halde fıtrat-i asliye in­sanın ziyneti olup eseri boya gibi hariçte görüldüğünden fıtrat-ı asliye boyaya teşbih edilmiş ve bu suretle fıtrata sıbğa denilmiştir.

Yahut sıbğa; hidayet manasınadır. Buna nazaran manâ-yı âyet: | Allahü Tealâ bizi kendi hidayetiyle hidayette kıldı ki biz tarîk-ı hakkı bulduk. Hidayet cihetinden Allahü Tealâ'dan ziyade güzel kim olabilir? Kimse olamaz. Zira; Allah'ın hidayeti herkesin hidayetinden güzeldir.] demektir. Boyalı elbisenin zahirinde boya göründüğü gibi hidayetin eseri hariçte görüldüğü için hidayet bo­yaya teşbih olunmuştur. Yahut sıbğa; iman manasınadır. Zira; boya elbisenin içine girdiği gibi iman da kalbe girdiğinden iman boyaya teşbih olunmuştur.

Yahut sıbğa; din manasınadır. Zira; boyanın eseri hariçte gö­rüldüğü gibi dinin taharet, salât, zekât ve sair ibadat gibi ahkâmı da hariçte görüldüğünden dine sıbğa denmiştir. Yani: «Ey Yehud ve Nasara! Biz din-i ilâhî ile tedeyyün ederiz. Din cihetinden Ce-nab-ı Hak'tan ahsen kim olabilir? Elbette Allah'ın dini daha gü­zeldir.

Yahut Nasara'daki müşakele suretiyle din-i mübin-i İslama sıbğa denmiştir. Çünkü; Nasara kiliselerinde mahfuz olan (Ma'~ mudiye) ismindeki suda çocuklarını yıkarlar ki o su sarı boya ile boyanmıştır. O suda yıkanmadıkça çocuğu Nasrani tanımazlar. Hernezaman çocuk sarı suda yıkanırsa şimdi Nasrani oldu derler. Şu halde onların zu'munca sanki Nasraniyet o sudadır. Onların in­dinde din; boyayla hasıl olduğundan onlara karşı din-i İslama Al­lah'ın sıbğası denmiştir. Yani; «Ey Nasara! Siz din-i Nasarayı eli­nizle küpe koyduğunuz sarı boyadır zannediyorsunuz. Halbuki din; Allah'ın beyan ettiği manevi bir boyadır ki, o boya vücudun her tarafını ihata eder, kalbe ve kalıba sirayet eder, azanın her cüzünde eseri görülür, asla zail olmaz ve sizin boyanız gibi elle yapılmış birşey değildir.» demektir. [123]

 

Vacip Tealâ Yehud ve Nasaradan herbirinin müminlerle mü­cadele ve münazaaları temadi edince hikmet ve maslahat üzere onlarla mükâleme olunmasını Resulüne emretmek üzere buyuruyor.

[Yehud ve Nasara'ya hitaben sen de ki: "Ey Yehudİ ve Nasa-ra! Siz bize Allahü Tealâ hakkında mı mücadele ve muhasama ediyorsunuz? Halbuki Allahü Tealâ bizim ve sizin Rabbimizdir. Bizim için a m âlimiz var, salih ve fasid cezasını göreceğiz ve sizin de amelleriniz var, elbette cezasını göreceksiniz. Halbuki biz an­cak Allahü Tealâ'ya amelimizde ihlâs ediciyiz.»]

Yehud ve Nasara Allahü Tealâ'rim Arap'tan nebi ba'settiğine itiraz etmeleri üzerine âyetin nazil olduğuna nazaran Allah'ın efalinde münazaa ve mücadele etmişlerdir. Çünkü; oniar «Enbi­yanın küllisi bizdendir, eğer Muhammed (S.A.) nebi olmuş, olsaydı Arap'tan olmaz, bizden olurdu.)* demişlerdi. Vacip Tealâ onların bu ef'alini red ve inkâr etmiştir. Zira; Allahü Tealâ'ya kulların cümlesinin nispeti müsavidir. Allahü Tealâ bizim ve sizin Rabbi-niz olunca siz kendinizi neden mansıb-ı nübüvvete hak ve elyak görüyorsunuz? Halbuki, hakkı tercih bize aittir. Zira; biz amelimiz­de ihlâs üzerineyiz. Sizin gibi riya ve şirk ve sair kabayih bizde yoktur. Gerek bizim ve gerek sizin amellerimizin cezası kendimize aittir. Sizin amelinizden bize bir zararı yok ki o zazarı def için size söz söylemiş olalım. Maksadımız size mücerred nasihattir, kendimize ait bir garazımız da yoktur. [124]

 

[Yehud ve Nasara, biz millet-i İbrahim'e tebaiyet ederiz de­diğimizi teslim ettiler mi? Yoksa İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve bunların ensal ve ahfadı Yahudi yahut Nasara oldular diyerek iddia ederler. Eğer mükâbere ve muânede ederler ve bu sözlerinde ısrar eylerlerse ya Ekrem-er Rusül! Sen onlara hitaben sual et ve de ki: «Siz mi ziyade bilirsiniz, yoksa Allahü Tealâ mı ziyade bilir? Allahü Tealâ zikrolunan enbiya-yı kiram hazaratın-dan Yehudiyet ve Nasraniyeti nefyetmiştir. Eğer sizin dediğiniz gibi onlar Yahudiyet üzere olmuş olsaydı Allahü Tealâ nefyetmez-di. Allahü Tealâ indinde sabit ve muhakkak olan şehadeti Allah'­tan ketmedenden ziyade zalim kim olabilir?] Yani; ehl-i kitaptan zalim kimse yoktur. Zira; Allahü Tealâ onların kitaplarında İbra­him (A.S.)'m ve sair tadad olunan enbiyanın Yehudiyet ve Nasra-niyet üzere olmadığına ve Muhammed (S.A.)'in nübüvvetine şe-hadet ettiği halde Vacip Tealâ'nın bu şehadetini ketmettiler. Hal­buki j Ey Yehud ve Nasara! Allahü Tealâ sizin amelinizden gaflet edici olmadı.] Binaenaleyh; amelinizin her cüzüne ceza vericidir. [125]

 

[Şu müşarün ileyhim olan enbiya-yı kiram bir cemaat-i azi-medir. Onîar geçtiler ve zamanlan münkariz oldu. Kesbettiklert amellerinin ecri onlara aittir ve sizin için dahi kesbettiğiniz ame­linizin cezası vardır. Onların amelinden siz mes'ul olmazsınız.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet Yehuda vaaz ve onları âbâlarıyla iftihardan men'dir. Çünkü; onlar zikrolunan enbiya-yı kiramla iftihar ve onlara itinıad ettiklerinden bu âyetle herkes kendi ameliyle muahaze olunup aharın amelinden mesul olmaya­cağını beyan etmek, onları gayra itimaddan nehyetmektir. Zira; enbiya-yı izamın tarîkları nefsinde gazeldir, fakat o tarikatlar, on­ların kendi zamanlarına mahsus olduğundan bu zamana mahsus olan tarîkat-ı Muhammediye terk olunmaz. Çünkü; herkes bulun­duğu zamanın ahkâmıyla mükelleftir. [126]

 

selerin zihinlerine arız olan teşvişi kaldırmak üzere kıbleyi Kabe'­ye tahvil buyurmuştur.

Hulâsa; ehl-i imanın günde beş kere mescidlerde içtimalarma vesile olan namazda bir noktaya teveccühlerinde din-i islâmı muha­fazaya ve ehl-i islâm için pek mühim olan ittihad-ı islâmın lüzumu­na işaret zımnında Cenab-1 Hak, her mü'minin namazda Kabe'ye teveccühünü emretmiştir. Çünkü dünyada mevcut bütün müslü-manlarm en mühim ibadetlerinde bir noktaya teveccühlerini em­retmek; cümlesinin bir noktada ittihad edip kalplerinin bir yere merbut olmasını emretmektir. [127]

 

Vacip Tealâ kıblenin Kabe'ye tahvilini beyan ve Kabe'nin kıb­le olması ümmet hakkında büyük bir nimet olduğuna işaretten son­ra ümmet-i Muhammed'in ümmet-i vasat olmasıyla cümle ümmet­lerin hayırlısı olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem'im! Biz vasat bir kıbleye sizi hidayette kılmakla in'anı ettiğimiz gibi ümmet-i vasat kılmakla dahi in'am ettik ki, siz yevm-i kıyamette cümle nas üzerine şahid olasınız ve Resulünüz de sizin üzerinize şahid ola ve sizi tezkiye ede.]

Yani; ey nebiy-yi zişan; Sırat-ı müstakim olan Kabe'ye tevec­cühle sizi hidayette kıldığımız gibi yevm-i kıyamette nas üzerine şahid olmaklığınız için sizi âdil ve hayırlı bir ümmet dahi kıldık ve Resulünüz sizin hüsnü halinize şehadet etsin için, biz sizi hayırlı kıldık. İnsanların cümlesi ubudiyette müşterek oldukları halde ba­zılarına fezâil-i ahlâkiyesinden dolayı ziyade şerışf ver^gît Allah'ın ihsanıdır. Binaenaleyh; ümmet-i Muhammed'e fcütüb-ü semaviye-nin efdali olan Kur'ân'la amel ettiklerinden dolayı diğer ümmetler­den ziyade şeref vermek lutf-i ilâhidir. İşte efda$4 ürnmet oldukla­rını Cenab-ı Hak yevm-i kıyamette sair ümmette üzerine şehadet etmeleriyle ve şehadetlerini Resulünün tezkiye edeceğini beyanla ispat etmiştir. Ve bu ümmetin şehadeti âhirette nasın aleyhine, en-biya-yı kiramın lehinedir. Çünkü; yevm-i kıyamette nebilerine ita­at etmeyen insanlar, kendilerine meb'us olan nebinin tebliğini in­kâr etmeleri üzerine nebileri de tebliğ ettiğini iddia edince, Vacip Tealâ rusül-ü kiramdan davalarını ispat için şahit isteyeceğini ve resuller de ümmet-i Muhammed'in şehadetleriyle ispat-ı müddea edeceklerini bu âyetle beyan etmiştir. Çünkü' ümmet-i Muhamme-diye; enbiya-yı sabıkanın ümmetlerine olan tebliğlerini Kur'ân'm beyanı veçhile şehadet edeceklerine âyet-i celile delâlet eder ve şa­hitlerin şehadetleri ise tezkiyeyle kabul olunacaklarından Cenab-ı Hak Resulünün ümmetini tezkiye edeceğini beyan etmiştir. Çün­kü; ümmetin şehadeti Kur'ân'dan aldıkları ilimle olup Kur'ân'ı üm­metine tebliğ eden de Resulullah'tır. Binaenaleyh Resûlullahın, ümmetinin şehadeti doğru olduğuna şehadet edeceği beyan olun­muştur.

Şehadetin kabulünde şahidin adaleti şart olduğundan Cenab-ı Hak bu ümmetin adil olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü v a -sat; adil manâsına olduğu cihetle ümmet-i vasat demek ümmet-i adil demektir.

Fahri Razi'nin beyanı veçhile icma-ı ümmetin edille-i şer'iye-den olmasına bu âyet delâlet eder. Zira Cenab-ı Hakkın bu ümmeti adalet sahibi ve hayırlı olmasıyla tavsif buyurması; ittifaklarının ihticaca salih bir delil-i şer'î olmasını icabeder. Gerçi efrad-ı üm­metin kâffesi âdil olmaz ve lâkin her ferdin ayrı ayrı âdil olmama­sından heyet-i mecmuasının âdil olmaması lâzım gelmez. Ve âdil olduklarına dair hitab-ı ilâhi ise mecmuuna olup ayrı ayrı her ferde değildir. Binaenaleyh; bir cemaat içinde bazı ferdin fasık olmasın­dan dolayı ittifak ettikleri mesailde o cemaatin adaletine halel gel­mez. Çünkü; cemaat içinde muteber ve sahib-i adalet birçok kim­selerin bulunması, şehadetlerinin kabulüne kâfidir. Binaenaleyh; ümmet-i Muhammed'in icmâı edille-i şer'iyedendir.

Hulâsa; Kabe'nin kıble-i vasat olduğu gibi Kabe'ye teveccühle mükellef olan ümmetin de ümmet-i vasat olduğu ve adaletinden do­layı bu ümmetin yevm-i kıyamette sair ümmetler aleyhine şehade müşrikleri veyahut Medine münafıkları olmasına dair rivayet, mevcut ise de, esah olan Hâzin ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile her üç fırkanın muradolmasında bir mâni yoktur. Zira; lâfzın her üç fırkaya şâmil olması ve herbirinden ayrı ayrı kıble hak­kında ta'nm vuku' bulması hasebiyle âyetde her üçünün murad olunduğuna delâlet eder. Çünkü; Yehud kavmi, kıblenin Kabe'­ye tahviline razı olmadıklarından kıblenin tahvilini din-i İslama ta'na fırsat ad'dettikleri gibi Medine'de bulunan münafıklar dan. Resulullah'a ve dinine ta'na haris olduklarından kıblenin tahav-vülünü ta'na vesile ittihaz ettiler ve ona göre ta'nlarını yürüttüler ve fırsat buldukça müminlerden zayıf olanların kalplerini teşvişten hâli kalmadılar ve istihza tarikiyle «Bir taraftan diğer tarafa kıb­leyi döndürmek nefsine tebaiyet etmektir» dediler. Müşrikler ise. esasen din-i Muhammedi'ye ta'na fırsat aramaktan hâli kalmadık­larından, kıblenin Kabe'ye tahavvülünü işitince : «Muhammed (S.A.) evvelâ ecdadının kıblesini terketmişken şimdi nedamet ede­rek Beyt-i Mukaddes'i terk ve Kabe'ye teveccühle babalarının kıb­lesine rücu' etti. Şu halde icad ettiği dinden usandı, ecdadının di­nine dönmesi' muhtemeldir» dediler. Velhasıl kıblenin tahavvülü şu üç fırka arasında birçok söze sebep olduğundan âyette lafzıyla her üçü de murad olunmak makama daha münasiptir. Bi­naenaleyh tabiriyle her üçü de zem olunmuşlardır. Çünkü süfeha; sefihin cemidir. Sefih; aklında noksan ve hiffet olan kimsedir. Şu halde gerek umur-u dünyada ve gerek umur-u âhirette isabet-i re'ye malik olmayan ve ne yaptığını bilmeyen kimseye sefih denir.

Kıblenin Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahvili Resulullah'm Medine'yi teşrifinden dokuz veya on ay sonra vuku bulduğu (Enes) Hz.'den ve on üç ay sonra vuku bulduğu (Muaz) Hz.'den mervidir.

Vacip Tealâ bunların ta'nma karşı maşrık ve mağrip cümlesi Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu beyanla cevap verilmesini Ra-sulüne emretti. Cevabın hulâsası şudur: Emkinenin cümlesi Al­lahü Tealâ'nın mahlûku olmak noktasından birbirinden farkı ol­mayıp kâffesi müsavi olduğu cihetle lizatihi kıble olmaya hiçbir mekânın diğerine hakk-ı tercihi yoktur. Şu halde Allahü Tealâ nereyi kıble kılar ve teveccühle kullarına emrederse o mekân diğerleri üzerine tercih olunur ve o mekânın şerefini veren ancak Cenab-ı Hak'tır. Binaenaleyh; şurası kıble oluyor da burası neden olmuyor gibi itiraza hiç kimsenin salâhiyeti olamaz. Zira; Allahü Tealâ mülkünde mutasarrıftır. İstediği yere şeref verir, kıble kı­lar ve kulları da o mahalle tazim ederler. İşte şu esasa binaen bir müddet Beyt-i Mukaddes'i kıble kıldığı gibi diğer bir zamanda da Kabe'yi kıble kıldı ve o mahalle teveccühünü emretti. İlâ yevm-il kıyam ehl-i iman oraya teveccüh etmekle mükelleftir ve buna iti­raz hakkını kimseye vermediğinden, itiraz edenleri sefahetle zem-metmiştir.

Namazda lâzım olan huzur-u kalp ve hareketi terkle sükûnet salâtın cümle erkânında bir cihete teveccühle olacağı gibi mümin­ler arasında ülfet ve ittifak etmek marzî-i ilâhi olup bu ise cümle­sinin bir babanın evlâdı gibi bir cihete teveccüh edilmekle vasıl olunacağından, Cenab-ı Hak umum mümininin namazda teveccüh­lerine bir cihet tayin buyurdu ki, ittifak üzere o cihete teveccühle beyinlerinde olan mahabbet ve ittifakı izhar etsinler. İşte buna bi­naen bir cihete teveccüh vacip kılınmıştır. Yahut Kabe; kürre-i ar­zın vastmda olduğundan, ibadetin efdali olan namazda Kabe'ye te­veccühü emretti ki, herşeyde vasatı ve adaleti ihtiyar etmek lâzım olduğuna işaret etmiştir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kıblenin Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahvilindeki hikmet; bizim peygamberimize tazimdir. Zira Kâbe'nn bulunduğu Mekke; Resulullah'ın tulu' ettiği mahal oldu­ğundan, o mahalle Resulullah'ın tuluundan dolayı tazim etmek o nebiyyi zişana tazim demektir. Resulullah'a tazim ise dininin inti­şarına sebeptir. Çünkü; indallah kadrinin âli olmasıyla kulub-u nasta mevki-i nebevileri ne kadar büyürse emrine ve nehyine in-kıyad da o derece ziyade olacağında şüphe yoktur.

Yehud taifesi Resulullah'ın Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz et­tiğinden dolayı «Bizim kıblemiz olmasa ve kıbleye biz irşad etme­sek, kıble bilmezler ve kıbleleri yoktu» diyerek ta'n etmişlerdi. On­ların bu gibi sözleri eshab-ı Resulullah'tan bazılarının zihinlerini teşviş etmesi ve Resulullah'ın da kıblenin Kabe olmasını arzu bu­yurması üzerine Cenab-ı Hak habibine tekrîm olmak ve bazı kim [128]

 

İKİNCİ CÜZ SÛRE-İ BAKARA

 

Vacip Tealâ Yahud milleti (kıble)nin (Beyt-i Mukaddes)'ten Kabe'ye tahavvülünü din-i İslama ta'na vesile ittihaz ettiklerini ve bu ta'nlarmın cevabını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Nâstan sefih olanlar derler ki, «Ehl-i islâmı, üzerine tevec­cüh ederek namaz kıldıkları kıblelerinden hangi sebep döndürdü?» Habib-i zişanım! Sen onlara cevaben de ki: «Maşrık ve mağrib cihetleri Allalıü Tealâ'ya mahsustur. Binaenaleyh; istediği kim­seyi doğru yola hidayette kılar.»]

Yani; Medine-i Münevvere'de kıble Beyt-i Mukaddesken Kâ'-be'ye tahavvül edince aklı zayıf, dünya ve âhiret umurunda ted­biri noksan olan sefihler «Muhammed (S.A.)'i ve Ashabını namaz­da teveccüh ettikleri kıbleden hangi şey döndürdü, maksat namaz­da muayyen bir mahalle teveccüh olunca, onu tahvil etmekte ne gibi bir fayda var?» demekle ta'nettiler. Habibim! Sen o sefihle­rin ta'nına cevaben «Maşrık ve mağrib ve onların aralarında olan emkinenin cümlesi Allah'ındır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ size şe­ref verir ve teveccühle emrederse müminler için o mahalle tevec­cüh ve tazîm etmek lâzımdır. Zira; her taraf Allah'ın mahlûku ve mülkü olunca istediği mahallin kıble olmasını emreder ve kulla­rından dilediği kulunu doğru yola irşad eyler ve hiçbir kimse iti­raz hakkını haiz değildir.» diyerek süfehanın ta'mnı reddet.

Bu âyette silfeha  ile murad; Yahudiler veyahut Mefcfcetinin kabul olunacağı ve Resulullah'm da ümmetini tezkiye edeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [129]

 

Vacip Tealâ kıblenin tahviline itiraz edenleri sefahetle zeın edip ümmet-i Muhammed'in adalet sahibi olduğunu ve adaletlerine binaen şehadetlerinin kabul olunacağını beyandan sonra kıblenin tahviline sebeb-i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey habib-i z i sanım; Senin teveccüh ettiğin kıbleyi biz meşru kılmadık, illâ Resulümüze ittiba edip devam edenlerle ittibaı terk­le arkasına dönüp irtidad edenleri bilelim için meşru kıldık ve kıbleyi tahvil çok kimseler üzerine elbette ağır ve büyük bir iş oldu, illâ Allah'ın hidayette kıldığı kimseler üzerine ağır olmadı.]

Yani; kıblenin tahvilini ve teveccühle eda-yı salât ettiğin Ka­be'nin kıble olmasını biz emretmedik, ancak insanları imtihan ve Resulümüze ittiba edip etmeyenleri bilmek ve irtidad edenleri ve etmeyip dininde sebat edenleri birbirinden tefrik etmek için em­rettik.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kıblenin Kabe'ye tahvi­linin hikmetlerinden birini beyan için varid olmuştur. Çünkü; Re-sulullah iptida-yı islâmda Kabe'ye karşı namaz kılarken hicret-i ne­beviye üzerine, Beyt-i Mukaddesi kıble ittihaz etmekle emrolun-muştu. Bir müddet sonra bundan evvelki âyetlerde beyan olundu­ğu veçhile kıblenin Kabe'ye tahavvülü birçok kimseler ve bilhas­sa Yahudiler üzerine ağır oldu. Ancak Resulullah'a ittiba edip ima­nında sebat edenler üzerine ağır olmadı. Zira; onlar doğru yola hidayette kılındıklarından derhal kıblenin tahavvülünü kabul et­tiler. Amma hidayetten nasibi olmayanlar arkalarına döndüler, ir­tidad ettiler ve evvelce geldikleri küfrün yolunu tekrar tuttular.

tinin kabul olunacağı ve Resulullah'm da ümmetini tezkiye edeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

 

Vacip Tealâ kıblenin tahviline itiraz edenleri sefahetle zem edip ümmet-i Muhammed'in adalet sahibi olduğunu ve adaletlerine binaen şeh adetlerinin kabul olunacağını beyandan sonra kıblenin tahviline sebeb-i âhari beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Ey habib-i zi sanım; Senin teveccüh ettiğin kıbleyi biz meşru kılmadık, illâ Resulümüze ittiba edip devam edenlerle ittibaı terk­le arkasına dönüp irtidad edenleri bilelim için meşru kıldık ve kıbleyi tahvil çok kimseler üzerine elbette ağır ve büyük bir iş oldu, illâ Allah'ın hidayette kıldığı kimseler üzerine ağır olmadı.]

Yani; kıblenin tahvilini ve teveccühle eda-yı salât ettiğin Ka­be'nin kıble olmasını biz emretmedik, ancak insanları imtihan ve Resulümüze ittiba edip etmeyenleri bilmek ve irtidad edenleri ve etmeyip dininde sebat edenleri birbirinden tefrik etmek için em­rettik.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kıblenin Kabe'ye tahvi­linin hikmetlerinden birini beyan için varid olmuştur. Çünkü; Re-sulullah iptida-yı islâmda Kabe'ye karşı namaz kılarken hicret-i ne­beviye üzerine, Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz etmekle emrolun­muştu. Bir müddet sonra bundan evvelki âyetlerde beyan olundu­ğu veçhile kıblenin Kabe'ye tahavvülü birçok kimseler ve bilhas­sa Yahudiler üzerine ağır oldu. Ancak Resulullah'a ittiba edip ima­nında sebat edenler üzerine ağır olmadı. Zira; onlar doğru yola hidayette kılındıklarından derhal kıblenin tahavvülünü kabul et­tiler. Amma hidayetten nasibi olmayanlar arkalarına döndüler, ir­tidad ettiler ve evvelce geldikleri küfrün yolunu tekrar tuttular. [130]

 

Vacip Tealâ herşey vücut bulmazdan evvel ne olacağını ve nasıl vücut bulacağını bildiği için bu âyette ilim; tefrik manasına­dır. Yani «Biz bilelim» demek; «Biz tefrik edelim» demektir. Yok­sa «Tahavvül sebebiyle sebat edenleri ve sebat etmeyip de irtidad edenleri bilelim ve bu tahavvül ilmimize sebep olsun» demek de­ğildir. Zira; Cenab-ı Hakkın ilmi ezelîdir, herkesin halini her za­man bilir. Şu halde tahavvül; irtidad edenler beynini tefrika sebep olmuştur. Yahut 'deki    ilim;    ru'yet   manasınadır.    Yani;

Kıbleyi Kabe'ye tahvil etmedik, illâ şu tahvil sebebiyle irtidad edenlerle dininde sebat edenleri görelim için tahvil ettik» de­mektir.

Kıblenin tahavvülü kendilerine ağır olan kimselerle murad; müşrikler ve Yahudiler ve irtidad eden münafıklardır. Çünkü; Re-sulullah Mekke'de Kabe'ye müteveccihen eda-yı salât ederken, Medine'de Beyt-i Mukaddesi kıble ittihaz etmek müşrikler üzeri­ne pek ağır oldu. Zira; evvelden beri tazım etmekle ülfet ettikleri ve büyüklüğü kalplerinde yer etmiş olan Kabe'nin terkolunması elbette onlar üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. Bir müddet son­ra kıblenin Beyt-ül Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvülü Yahudilere güç geldi ve kezalik Kabe'den Beyt-i Mukaddes'e ve Beyt-i Mu­kaddes'ten Kabe'ye tahavvül edince iman edenlerden birçok irti­dad edenler oldu. Zira; tahavvülâtı havsalalarına sığdıramadılar ve «Muhammed (S.A.)'in dininde yakîni olsaydı, kıblede reyi te­beddül edip durmazdı. Reyinin tebeddülü hâşâ dininde yakın ol­mamasına delâlet eder.» demekle tereddüde düştüler ve irtidad ettiler. [131]

*************************************************************************************

Vacip Tealâ kıblenin tahavvülü sebebiyle müminlere arız olan bir şüpheyi izale etmek üzere :

buyuruyor.

[Allahü Tealâ sizin    Beyt-i Mukaddes'e karşı kıldığınız na-

Sûre : Bakara                                 FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN                                              249

Vacip Tealâ herşey vücut bulmazdan evvel ne olacağını ve nasıl vücut bulacağını bildiği için bu âyette ilim; tefrik manasına­dır. Yani «Biz bilelim» demek; «Biz tefrik edelim» demektir. Yok­sa «Tahavvül sebebiyle sebat edenleri ve sebat etmeyip de irtidad edenleri bilelim ve bu tahavvül ilmimize sebep olsun» demek de­ğildir. Zira; Cenab-ı Hakkın ilmi ezelîdir, herkesin halini her za­man bilir. Şu halde tahavvül; irtidad edenler beynini tefrika sebep olmuştur. Yahut (  İ*J )'deki    ilim;    ru'yet   manasınadır.    Yani;

«Kıbleyi Kabe'ye tahvil etmedik, illâ şu tahvil sebebiyle irtidad edenlerle dininde sebat edenleri görelim için tahvil ettik» de­mektir.

Kıblenin tahavvülü kendilerine ağır olan kimselerle murad; müşrikler ve Yahudiler ve irtidad eden münafıklardır. Çünkü; Re-sulullah Mekke'de Kabe'ye müteveccihen edâ-yı salât ederken, Medine'de Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz etmek müşrikler üzeri­ne pek ağır oldu. Zira; evvelden beri tazim etmekle ülfet ettikleri ve büyüklüğü kalplerinde yer etmiş olan Kabe'nin terkolunması elbette onlar üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. Bir müddet son­ra kıblenin Beyt-ül Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvülü Yahudilere güç geldi ve kezalik Kabe'den Beyt-i Mukaddes'e ve Beyt-i Mu­kaddes'ten Kabe'ye tahavvül edince iman edenlerden birçok irti­dad edenler oldu. Zira; tahavvülâtı havsalalarına sığdıramadılar ve «Muhammed (S.A.)'in dininde yakîni olsaydı, kıblede reyi te­beddül edip durmazdı. Reyinin tebeddülü hâşâ dininde yakîn ol­mamasına delâlet eder.» demekle tereddüde düştüler ve irtidad ettiler.

Vacip Tealâ kıblenin tahavvülü sebebiyle müminlere arız olan bir şüpheyi izale etmek üzere :

buyuruyor.

[AHalıü Tealâ sizin    Beyt-i Mukaddes'e karşı kıldığınız na-

254                                                HULÂSAT-ÜL BEYAN                                          CÜa: 2

Bu âyette ümmet-i Muhammedi ehl-i kitabın arzularına itti-badatı şiddetle nehiy vardır. Çünkü âyette hitap; zahirde Resulul-laha ise de hakikatte ümmetinedir. Zira; Resulullahın onlara teba-iyeti muhal olup tebaiyeti farz olunsa nefsine zulmedeceğini be­yan etmek ümmetini tehdid etmektir. Çünkü; Resulullah'a — mah-bûb-u ilâhi olduğu halde — mefrûz olan tebaiyeti suretinde zulmo-lununca âhâd-ı ümmet tebaiyet ederse zulüm olacağı evleviyetle sabit demektir. Binaenaleyh âyet; ümmetin din-i islâm üzere se­bat etmesinin lüzumuna işaret olmakla beraber hakka delâlet eden deliller geldikten sonra hilâfına hareket edenleri tehdid etmiştir.

Ehl-i kitaba ne kadar rnu'cize gelse iman etmeyecekleri de bu âyette beyan olunmuştur. Çünkü; ehl-i kitabın iman etmedikleri bir şüphe üzerine olmayıp ancak hasedlerinden neş'et ettiği cihet­le hasedleri mu'cizeyle zail olmaz ki iman etsinler.

İşte bu gibi ahkâm-ı şer'iyeye vukufu olmayan kimseler ehl-i kitaba uhuvvet ve hürmet etmek istemişler ve bazı âdât ve an'a-nelerini kabul ile mahabbetlerini celbe çalışmışlarsa da Balkan fecîa-i ahîresi bu misilli harekâtın ve onlara lüzumundan ziyade muhabbetin yanlış olduğunu ve onlar da asla mürüvvet ve insaf olmadığını meydana koymuş, bu ve bunun emsali âyetlerin sırrı zuhur etmiştir. Binaenaleyh; onlara mahabbet edenler ve fayda bekleyenler de yanlış olduğunu anlamışlardır, fakat bade harab-ül Basra.

Şu halde ehl-i küfürde vefa olmadığını ve inadlarmdan vaz­geçmeyeceklerini bu âyet ehl-i imana beyan ettiği gibi Resulul-lah'm, onların kıblelerine tâbi olmayacağını beyanla dahi onların ümitlerini kesmiştir. Zira; onlar : «Eğer Muhammed (S.A.) bizim kıblemiz üzerinde se^at etseydi âhir zaman nebisi olması muhte­meldi» demekle kendi zu'mlarmca Resulullah'ı tekrar Beyt-i Mu-: kaddes'e döner ümid ederlerdi. İşte Cenab-ı Hak bu âyetle şu ümidlerini yitirmiştir.

Hulâsa; Yehud ve Nasara'nın hiçbir veçhile arzularına ittiba caiz olmadığı ve ittiba edildiği surette zulüm irtikâb edilmiş ola­cağı ve ittiba edenlerin kahr-ı ilâhiye müstehak olacakları bu âyet-' ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.

 

Sûre : Bakara                                 FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN                                              255

Vacip Tealâ ehl-i kitabın iman etmedikleri, inadlarından mü-tevellid olduğunu beyandan sonra inadlarının miktarını beyan et­mek üzere;   ..

buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlara biz kitap verdik. Onlar kitabın ve Resulümüzün hakka Resul olduğunu kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Ve ehl-i kitaptan bir fırka elbette hakkı saklarlar. Halbuki onlar Rabbin tarafından gelen Kur'ân'ın ve kıblenin hak olduğunu bilirler. Şu halde elbette sen hak olan şeyde şek eden­lerden olmazsın.]

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette ehl-i ki­tapla murad; Yehud ve Nasara'nın uletnasıdır. Zira; kitaplarında Resulullah'a mahsus olan ahkâm ve evsafı oğullarını bildikleri gibi bilirler. Bu evsafla Resulullah'ı görünce derhal ahir zaman peygamberi olduğunu bilen onlardır, avam tabakası değildir. On­ların kendi oğullarında nasıl şüpheleri yoksa, Resulullah'ın hak­ka resul olduğunda dahi o suretle şüpheleri olmaz. Hatta Hz. Ömer (R.A.) (Abdullah b. Selâm) Hz.'den bu âyetin manâsını sual etti­ğinde (Abdull h) Hz. «Resulullah'ı görünce Tevrat'ta beyan olu­nan evsafa muvafık hakka resul olduğunu oğlum gibi bildim, asla şüphem kalmadı, belki oğlumda şüphem olabilir, çünkü kadınla­rın ne yaptıklarını bilemeyiz» deyince Hz. Ömer'in, (Abdullah)'m alnından Öptüğü mervidir.

Ehl-i kitap Resulullah'ı evsafıyla bildikleri gibi Resulullah davasını mucizesiyle de ispat etmiş olup o suretle de bilindiğin­den hakka resul olduğunda tereddüde hiç mahal olmadığı halde inat ve istikbarları imanlarına mani olmuştur. Bu veçhile hakkı ketmeden fırka ise ulemadır. Çünkü; kitapta evsaf-ı Resulullah'ı görüp saklayan onlardır. İşte kıblenin de hak olduğunu bu minval üzere bilirler, fakat bildikleri hakikati avam-ı nastan saklarlardı.

252                                                HULÂSAT-ÜL BEYAN                                          Cüz : 2

ayn-ı Kabe'yi tayin ederek teveccüh mümkün olmadığından Ce-nab-ı Hak Kabe'nin cihetine teveccühle emredip Kabe'nin tayi­niyle teklif etmemiştir. Binaenaleyh; her mümine lâzım olan; Ka­be'nin hangi cihette olduğunu bilmektir ki, namazda o cihete te­veccüh etsin ve her nerede bulunursa yalnız Kabe'nin bulunduğu ciheti tayin eylesin.

Kabe'ye teveccühle emir; (Bedir) vakasından iki ay mukad­dem Receb-i Şerifte (Beni Seleme) nin Mescidinde öğle namazı­nın iki rekâtını kıldıktan sonra geldi ve namaz içinde Resulullah Kabe'ye teveccüh buyurdu, cemaat de beraber Kabe'ye teveccühle safları düzelttiler. O mescid-i şerife (Mescid-i Kıbleteyn) denil­miştir.

Âyette beyan olunduğu veçhile Cenab-t Hak Resulüne tazim için evvelâ Resulüne emreyledi ve sonra Kabe'ye teveccühle bilû­mum ehl-i imana emrile ümmetinin Resulüne ittiba etmeleri lâzım olduğuna işaret buyurdu.

*

Vacip Tealâ Kabe'ye teveccüh olunmasını ehl-i imana emret­tikten sonra ehl-i kitabı, kıble hak olduğunu bildikleri halde ittiba etmediklerinden dolayı tehdid etmek üzere :

buyuruyor.                                                             &

[Şol kimseler ki, onlara kitap verildi. İşte kıblenin tahvilinin Rableri tarafından gelen emir üzere hak olduğunu bilirler ve mu­hakkak olarak bildikleri halde ittiba etmezler. Halbuki Allahü Te­alâ onların amellerinden gafil değildir.] Binaenaleyh; her birer­lerinden sual edecek ve amellerine göre ceza verecektir.

Ehl-i kitabın kıblenin hak olduğunu bilmeleri kendi kitapla­rı vasıtasıyladır. Zira; her şeriatta bir kıbleye teveccühü emretmek âdet-i ilâhiye olduğunu icmalen bildikleri gibi Resulullah'm iki kıbleye namaz kılacağını ve akıbet Kabe'nin Resulullah'a kıble olacağını dahi tafsîlen kitapları   haber vermiş ve kendi resulleri

Sûre : Bakara                                 Fİ TEFSİR-ÎL KUR'ÂN                                              253

anlatmıştır. Bu ciheti yakînen bildikleri halde iman etmedikleri gibi ta'netmekten de hâli kalmamışlardır. İşte bunun cezasını gö­receklerini, Cenab-ı Hak amellerinden gafil olmadığını beyanla zikretmiş ve onları tehdid buyurmuştur.

Vacip Tealâ ehl-i kitabın kıblenin hak olduğunu bildiklerini beyandan sonra onların hali İnattan ibaret olup asla tebaiyet et­meyeceklerini beyan etmek üzere :

buyuruyor. .

[Ey Resui-ii Ekrem'im! Zat~i ülûlıiyetimc kasem ederim ki, eğer sen kıblenin hak olduğuna dair her delili getirsen kendilerine kitap verilen ehl-i kitap senhı kıblene tabi olup sana iktida etmez­ler ve sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Değil senin kıblene tabi olmak, ehl-i kitabın bazısı bazı âharin kıblesine dahi tabi olmazlar.]

[Ey habibim! Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki, sana ilm-i yakın geldikten soma, sen onların arzularına farz-ı muhal olarak tebaiyet etsen bu takdirde sen bile zalimlerden olursun. Halbuki senin zalimlerden olmaklığın muhaldir. Şu halde onların arzula­rına tebaiyet etmekliğin dahi muhaldir.]

Yani; ehl-i kitap kıblenin hak olduğunu bildikleri halde kıb­lenin hak olduğuna dair bütün âyetleri getirsen ve her birine ayrı ayrı göstersen senin kıblene asla tâbi olmazlar. Ve sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Zira; senin kıblen taraf-ı ilâhiden tayin olunmuş ve o cihete teveccühünüz farz kılınmıştır. Amma ehl-i kitap sırf hased ve inatlarına binaen senin kıblene tebaiyet et­mezler.

250                                                HUL.ÂSAT-ÜL BEYAN                                           Cüz: 2

mazlarınızı zayi etmedi. Allahü Tealâ nâsm amelini ziya'dan esir­ger ve ibadetlerini kabul buyurmakla merhamet eder.]

Kıblenin Kabe'ye tahavvülü üzerine Yahudiler, müminleri iğfal etmek sadedinde «Haber verin bize : eğer Beyt-i Mukaddes'e doğru kıldığınız namaz hidayet ise, ondan niçin döndünüz ve eğer dalâlet ise bir müddet niçin diyanet ittihaz ve o cihete neden te­veccüh ettiniz ve dalâlet üzere namazlarınız zıyaa uğramadı mı?» demeleri üzerine onlara cevap olarak bu âyet nazil olmuştur. Ya­ni; Allah'ın emrettiği kıbleye karşı eda olunan ibadetin zayi olma­yacağını beyanla ehl-i imam tesliye buyurmuştur. Çünkü; Allah'­ın emri daima hidayettir ve nehyettiği şeyi irtikâb etmek dalâlet­tir. Yoksa emrettiği şey dalâlet olmadığı gibi, emri veçh üzre işle­nilen amel de zayi olmaz.

Hulâsa kıblenin tahavvülündeki hikmet; dininde sebat eden­lerle kıblenin tahavvülünü bahane ederek dininden irtidad eden­lerin birbirinden tefrik edilmesi olduğu ve kıblenin tahavvülü çok kimseler üzerine ağır gelip yalnız Allahü Tealâ'nın hidayette kıldığı kimselere ağır gelmediği ve kıblenin Beyt-i Mukaddes olduğu za­manlarda kılınan namazların zayi olmadığı ve Allahü Tealâ'nın kullarının amellerini ziya'dan esirgeyici ve kabul etmekle merha­met buyurucu olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir.                                                                      ,  -;

* ##

Vacip Tealâ kıblenin tahvilindeki hikmeti beyandan sonra bu tahavvülün arzu-yu risaletpenahiye de muvafık olduğunu be­yan etmek üzere :

buyuruyor.

[Ey Resul-i Ekrem'im! Bazı kere kıblenin tahavvülünü arzu sadedinde senin yüzünün semaya döndüğünü biz görürÜc. Sen yü-ziinü semaya çevirip kıblenin   Kabe'ye tahavvülünü   ar«U edince

Sûre: Bakara                                 Fî TEFSİK-İL KUE'AN                                              251

biz de seni elbette bir kıbleye döndürürüz ki, o kıble, senin razı olduğun kıbledir. Bazı mekasid-ı has ene üzerine Kabe'nin kıble olmasını habib-i zişamm sen isteyince döndür yüzünü Mcscid-i Haram'in bir canibine ve ey ümmet-i Muhammedi Her nerede bu­lunursanız siz de çevirin yüzünüzü Mescid-i Ha ram'm bir cihe­tine.]

Yani; ey Nebi-i Zişan! Kabe'nin kıble olması için yüzünü se­maya döndürdüğünü biz görüyoruz. Binaenaleyh; biz elbette seni razı olduğun kıbleye döndürürüz. Hal böyle olunca döndür yüzünü Mescid-i Haram tarafına ve ey müminler! Her nerede olursanız olun, siz de yüzünüzü Mescid-i Haram'a döndürün. Çünkü; Mes­cid-i Haram içinde bulunan Kabe cümlenize kıble kılınmıştır.

Fahr-i Razı ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile Kâbe-i Muazza­ma; iki kıblenin mukaddemidir. Kabe, Arab'ın kendisine intisapla iftihar ettikleri İbrahim (A.S.)'ın kıblesi olduğu cihetle Arapların suhuletle islâmiyeti kabullerine sebep olacağından, Kabe'nin kıb­le olmasını gönlünden arzu etmesine ve bu arzunun is'afını Ce-nab-ı Hak'tan bekleyerek bu hususa dair vahiy gelmesini gözet­mesine binaen sema cihetine nazar ederdi. Cenab-ı Hak âyette Re­sulünün bu halini hikâyeyle beraber kıblesini elbette razı olduğu bir kıbleye tahvil edeceğini vaadetti ve vaadi akabinde derhal Kabe'yi kıble kılmakla Resulünün istediğini verdi.

Resulullah'ın Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihazı Mekke'de mi­dir, yahut hicretten sonra mıdır? Bu hususa dair rivayet muhtelif­tir ve Beyt-i Mukaddes'e teveccühle emirden sonra salâtta Beyt-i Mukaddes'e teveccüh farzolmuştu. Badehu Mekke'ye teveccühle emir Beyt-i Mukaddes'e teveccühü neshetmiştir. Binaenaleyh; Beyt-i Mukaddes'e teveccüh caiz değildir. Resulullah'ın Kabe'nin kıble olmasını arzusu; mesalih-i diniye içindir, yoksa arzuyu nef-sanîsine mebni değildir. Âyette vecih ile murad; yalnız yüz değil cemî' bedendir. Binaenaleyh; namazda yalnız yüzüyle tevec­cüh kâfi değil, cemî bedenle teveccüh vaciptir. Satırla mu­rad; caniptir. Şu halde manâ-yı nazım: [Namazda cemî bedeninle Mescid-i Haram canibine teveccüh et] demektir. Binaenaleyh; na­mazda Kabe'nin bulunduğu cihete teveccüh kâfidir, yoksa aynı Kabe'ye teveccüh lâzım değildir.    Zira;    uzak belde ahalisi için

******************************************************************************************

 

 

Resulullah'm hak olan şeylere asla tereddüdü olmadığı hal­de : «Sen şek edicilerden olma» diyerek nehyolunması ümmetini nehiydir. Yani, «Ey müminler! Ehl-i kitap Resulünüzün nübüvve­tini şüphesiz bilip hakkı saklayınca siz asla şek edicilerden olma­yın» demektir.

Hulâsa; Resulullah'm hakka nebi olduğunu ehl-i kitabın bil­dikleri ve oğullarında şüpheleri olmadığı gibi Resulullah'm da ri-saletinde şüpheleri olmadığı ve ehl-i kitaptan ulema fırkasının hakkı ketmettikleri ve hak olan şeyde Resulullah şek etmediği gi­bi ümmetinin dahi şek etmesi caiz olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [132]

 

Vacip Tealâ Kabe'nin kıble olduğunu ve ehl-i kitabın o kıb­leye tâbi olmayacaklarını beyandan sonra, ümmetin her ferdi sa­kin oldukları mahallin vaziyetti coğrafiyeleri icabı kıbleden bir cihete malik olup o cihete teveccüh edeceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kabilelerden her kabile ve efradın Kabe'ye teveccüh edecek bir ciheti vardır, herkes o cihete teveccüh eder. Şu halde ey mü­minler! Hayrata ve enva-ı ibadata sür'at edin ve birbirinize mü­sabaka edercesine hayrat cihetine koşun ki, sebeb-i saadetinizi kazanmış olasınız. Zira; siz ve ehl-i kitap her nerede olursanız he­pinizi Allahü Tealâ yevm-i kıyamette cem'edip huzuruna getire­cektir. Çünkü; Allahü Tealâ herşeye ve bilhassa sizi ihya edip arsa-i mahşere getirmeye kadirdir.] Binaenaleyh; sa'yedin ki, o zaman atiye-i ilâhîyeye nail olasınız.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ehl-i islâmdan herkesin kıble­den bir ciheti var demek «Herkes beldesine göre ve bulunduğu mahalle nazaran bir cihete malik» demektir.    Meselâ Kabe; bazı kavmin cenup cihetinde bulunur; Bizim beldelerde olduğu gibi. Bazı kavmin meskûn olduğu yere göre şimal cihetinde bulunur: Yemen gibi. Bazısına göre şark cihetinde bulunur: Mısır-ı Vusta'-daki beldeler gibi. Bazısının Kabe'ye teveccühü garba doğru olur: Hindistan'da Bombay beldesi gibi. Binaenaleyh; herkes kendi bel­desinde kıble hangi cihete tesadüf ederse, namazı o cihete müte­veccihen kılar.

Yahut demek erbab-ı şeriatten herbirinin bir ciheti, bir kıblesi var demektir. Binaenaleyh; enbiyadan bazı­sının kıblesi (Beyt-i Mukaddes) ve bazısının (Kâbe)'dir ve melek­lerden bazılarının kıblesi (Arş-ı Â'lâ) ve bazılarının (Beyt-i Ma'-mur)'dur.

Ehl-i İslama nazaran hayratla murad; Kâbe-i Muaz-zama'ya teveccühle ibadettir. Zira Kabe'ye tazim ve ibadette o cihete teveccüh; ayn-ı ibadet olup bittabi âhiretçe nail-i ecr-ü nıe-sûbat olunacağı gibi dünyaca da teveccüh eden için bir şereftir.

Hulâsa; her belde ahalisinin beldesinin mevki-i coğrafisine gö­re Kabe'ye teveccüh edecek bir cihete malik olması ve her şahsın hayrata sür'at Lmesi vacip olduğu ve mükellefin hangi mekânda olursa olsunlar, ij.uzur-u Bâride cem'olunacakları ve Allahü Tealâ'-nm herşeye ve bilhassa insanları haşre kadir olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [133]

 

Vacip Tealâ her insan için Kabe'ye nazaran bir ciheti olduğu­nu beyandan sonra her nerede olursa namazda kıbleye teveccüh lâzım olduğunu beyan etmek üzere  buyuruyor.

[Ey Resul-ü Ekrem'im! Sen hangi mekândan çıkarsan yüzü­nü Mescid-i Haram canibine döndür ve namazda Mescid-i îlaram'a dönmek Rabbin Tealâ tarafından haktır ve hak olduğunda asla şüphe yoktur. Halbuki Allahü Tealâ sizin amelinizden gaflet et­mez.] Zira; amellerinizin her cüzünü bilir. Binaenaleyh; âhirette amelinize göre ceza verir.

Bu âyette Resulullah her nereye gitse namazda Kabe'nin bir cihetine teveccüh etmesi lâzım olup Kabe'nin gayrı bir cihete te­veccüh caiz olmadığı beyan olunmuştur. Ümmeti hakkında dahi hükm-ü şer'i aynen böyledir. Zira Resulullah'a birşeyle emir; has-sa-i nebiden olmazsa ümmeti hakkında da ayn-ı emirdir. Amma Resulullah'a mahsus olursa, ümmete o emrin şümulü olmaz.

[Ey habibimî Herhangi mekândan sefere çıkarsan Mescid-i Haram cihetine yüzünü döndür. Ve ey ümmet-i Muhammedi Han­gi mekânda bulunursanız namazda yüzünüzü Mescid-i Haram ci­hetine döndürün ki, na'sın ve bilhassa Yahudilerin sizin üzerinize delilleri ve itirazları olmasın. Ancak na'stan nefislerine zulümle hakkı saklayanlar, Kabe'nin kıble olmasına itiraz ederler. Siz on­lardan korkmayın, ancak benden korkun. Zira; onlar itiraz etse­ler de size bir zarar edemezler. Sizin maslahatınız için emrettiğim şeye muhalefet ve itiraz etmeyin. Çünkü; sîzin doğru yolu bulma­nız ve nimetimi sizin üzerinize itmam etmek için sizin kıblenizi Beyt-i Mukaddesken Kabe'ye tahvil ettim.] Şu halde derhal itaat edip itiraz etmemeniz lâzımdır.

Vacip Tealâ namazda, Mescid-i Haram'a teveccühle üç defa emretmiştir. Zira; insan ya Mescid-i Haram'da bulunur: Birinci emir oraya mahsustur. Veya Mescid-i Haram haricinde ve Mekke dahilinde bulunur: İkinci emir de haric-i Mescid, dahil-i Mekke olanlara mahsustur. Üçüncü emirse belde haricinde olanlara mah­sustur; Binaenaleyh; âyetlerde tekrar yoktur. Çünkü bir insanın hali; namazda bu üçten hâli olamaz. Zira; namaz kılacak kimse ya Mescid-i Haram içinde kılar veyahut Mescid-i Haram haricinde Mekke'nin içinde kılar veyahut Mekke'nin haricinde dünyanın ne­resinde bulunursa orada kılar. Şu halde emirlerden herbiri bir me­kâna mahsus olduğundan tekrar yoktur. Zira; herbirinden mak­sat başkadır. Mekke'den başka beldelerde bulunanlar Kabe'ye te­veccühle memur oldukları gibi, nefs-i Mekke'de bulunanlar ve Mescid-i Haram dahilinde olanlar dahi namazlarında Kabe'ye te­veccühe memurdurlar.

Yukarıda zikrolunan her emirde ayrı ayrı birer faide beyan olunmuştur. Meselâ; birinci emrin arkasında ehl-i kitabın kıble­nin hak olduğunu bildikleri halde kabul etmediklerini ve ikinci emrin akabinde kıblenin hak olduğuna Vacip Tealâ'nın şehadetini ve üçüncü emrin akabinde nâsın elinde ümmet-i Muhammed'e karşı delilleri olmasın diye emrettiğini beyan buyurmuştur. Bina­enaleyh emirlerin herbiri ayrı ayrı birer faide üzerine müştemil-dir. Kıblenin tahvili şeriat-i islâmiyede evvel vaki olan nesholma-sına binaen şüpheyi izale için tekrar be tekrar fevaid-i azimeyi mutazammin emir gelmiştir. Medine-i Münevvere'de Resulullah Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz ettiği zaman Araplar «Muhammed (S.A.), Hz. İbrahim'in milletinden olduğunu iddia eder, halbuki onun kıblesini terkeder» diyerek Resulullah'a ta'nederlerdi. Ba­dehu kıble Kabe'ye tahavvül edince Arapların bu cihetten ta'm kesildiği gibi Yahudilerin de ta'm kesilmiştir. Zira; Yahudiler «Muhammed (S.A.) bizim dinimiz için mensuhtur dediği halde kıblemize namaz kılar. Eğer dediği doğru olsa kıblemiz de metruk olurdu» diyerek ta'nederlerdi. Kabe, kıble olunca onların da Re­sulullah'a bu suretle ta'nlanmn kapısı kapanmıştır. Binaenaleyh; kıblenin Kabe'ye tahvili her iki milletin kıble cihetinden, şan-ı ri-salete lâyık olmadık itirazlarına nihayet vermiştir.

Kıblenin Kabe'ye tahvili kabail-i Arab'ın din-i islâmı kabule temayüllerine sebep olduğundan, Vacip Tealâ ÎCâbe'nin kıble ol­masını ümmet hakkında nimetinin itmamına ve kullarının ihtida­larına vesile olduğunu beyan buyurmuştur.

Hulâsa; bir kimse dünyanın her neresinde bulunsa namazda Kabe cihetine   teveccüh lâzım olduğu ve Kabe'nin kıble olması taraf-ı ilâhîden gelen emir üzere hak olduğu ve Kabe kıble olunca Yahud'un kendi dinlerini tervice hüccetleri kalmadığı ve hak üze­re olan kimsenin ehl-i batılın tâ'mndan korkmayıp ancak Allah'­tan korkması vacip olduğu ve kıblenin tahvili Allah'ın kullarına nimetini itmam için olup, hidayete vesile olacağı bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [134]

 

Vacip Tealâ kullarına nimetini itmam için kıbleyi tahvil et­tiğini beyandan sonra ümmeti irşad için resul göndermesi dahi it­mam kabilinden olduğunu beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Sizin emsinizden size resul göndermekle nimetimi itmam et­tiğim gibi kıblenizi Kabe'ye döndürmekle dahi nimetimi itmam ettim ki, o Resul-ü muazzam sizin üzerinize vahdaniyetimize de­lâlet eden âyetlerimizi okur ve sizi günahlarınızdan tathir eder ve size kitabı ve o kitabın şâmil olduğu hikmeti talim eder ve sizin bilmediğiniz şeyleri dahi size öğretir.]

Yani; ey ümmet-i Muhammed! Size nimetimi itmam için re­sul gönderip vahdaniyet ve hakkaniyete delâlet eden âyetlerimizi okumak ve günahlarınızdan sizi tathir eylemek ve Kur'ân gibi ah­kâmı dünyeviye ve uhreviyeyi cami bir kitabı size talim etmek ve o kitabın cami' olduğu ahkâmını ve sünnetini ve emr-i dinde fe-kaheti ve daha bilmediğiniz birçok şeyleri talim etmekle nimeti­mizi itmam ettiğimiz gibi kıblenizi Kabe kılmakla dahi itmam ettim.

Vacip Tealâ bu âyette Resulünün birtakım mezaya-yı âliye ve menakıb-ı celilelerini beyanla erbab-ı inadı insafa davet etmiş­tir. Çünkü; Resulün kendi cinslerinden olması ümmet hakkında ünsiyete ve imanı kabulde suhulete vesile olduğundan nimet ol­duğu gibi resul hakkında dahi büyük bir nimet ve ayrıca bir şe­reftir.

Çünkü; resul meb'us olduğu milletin içinden yetişmiş ve on­ların kendi ırkından bulunmuş olmakla her hâli onlara malûm olup iffet, emanet ve taharet-i tıynet sahibi olduğunu bilmeleri emr-i dini tebliğde kolaylığa vesile olacağı gibi, meb'us olduğu millet nazarında bir kıymeti ve bir mevki-i âli sahibi olacağı ci­hetle düşmanlarının indinde bile kadrinin takdir olunacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; kendi kavmini irşad ve ıslaha memur olmak o nebi için elbette bir şereftir ve ümmeti üzerine hak ve hakikatin delillerini tilâvet etmesi ve o deliller vasıtasıyla imanı kabul eden kimseleri şirkten ve sair günahlardan tathir ve tasfi­ye ve kitabın ahkâmını ümmetine talim eylemesi ve enbiya-yı sa­bıkanın ve ümmetlerinin hallerini ve aralarında cereyan eden mü-bahaseleri ve geçmişte vaki olmuş ve ileride vuku bulacak şeyle­ri ümmetine bildirmesi elbette Resulullah'ın menakıb-ı celilele-rindendir.

Kitapla murad; Kur'ân olduğu gibi hikmetle murad; mekârim-i ahlâk ve mahasin-i efal ve Kur'ân'ın cami ol­duğu hakaik ve nüketi mezâyâsıdır.

Hulâsa; Kabe'nin kıble olması kullarına nimetini itmam ka­bilinden olduğu gibi kendi cinslerinden resul göndermesi dahi ni­meti itmam olduğu ve o resulün vahdaniyete delâlet eden âyetle­ri ümmeti üzerine tilâvet ve ümmetini ahlâk-ı zemime ve ef'al-i kabihadan tasfiye ve kitabı ve kitabın bütün ahkâmını talimle ümmetini tezyin eylemek ve helâla ve harama dair olan ahkâmın hikemiyatını bildirmek ve bu ümmetin bilmediği birçok vukuatı öğretmek gibi mezâyâ-yı âliye sahibi olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümbsindendir. [135]

 

Vacip Tealâ resul göndermek ve kıble cihetinden nimetini it­mam ettiğini beyandan sonra nimetin şükrünü eda ve zat-ı ülûhi-yetini zikretmenin lüzumunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizin üzerinize nimetimi itmam edince siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim ve bana şükredin, küfretmeyin.]

Yani; ben size şu mühim nimetleri verince siz lisanınızla teş­bih ve tehlil ve kalbinizle benim kudret ve azametimi tefekkür etmekle beni zikredin ve zikriniz mukabilinde sevap vermekle ben de sizi zikredeyim ve ibadetinizle bana şükredin ve günahı­nızla küfretmeyin.

Vacip Tealâ bu âyette zatını zikirle emir buyurmuştur. Zik­rin iki kısmı vardır: Birincisi; lisanla zikirdir. Teşbih ve tehlil, hamd ve sena, esma-yı hüsnayı okumak ve Kur'ân'ı tilâvet etmek zikr-i lisanı cümiesindendir. İkincisi; kalple zikirdir ki, Allahü Tealâ'nın zatına ve sıfatına delâlet eden âyetleri ve tekâlif-i ila-hiyeye delâlet eden evamir ve nevahiyi ye mahlûkatta olan acaip ve garaibi düşünmek ve mahlûkatm her zerresinin zât-ı ulûhiye-tine delâlet eder parlak birer ayna mesabesinde olduğunu idrak etmek zikr-i kalbi cümiesindendir. Amma bütün azanın ibadetle meşgul olması kendine göre zikir ise de bu kısımlara ibadet den­mekle maruf olduğundan, zikrin bu gibi ibadetlerde istimali mü-teâref değildir.

Bu âyette emri; ibadat-ı ilâhiyenin kâffesine şa­mil olduğundan bu cümle birçok manâyı camidir. Meselâ: «Siz beni dua ile zikredin, ben de sizi duanızın kabulüyle zikredeyim» ve «Siz beni hamd-ü sena ile zikredin, ben de sizi nimet vermekle .zikredeyim» ve «Siz beni dünyada zikredin, ben de sizi âhirette zikredeyim» ve «Siz beni bol zamanınızda zikredin, ben de sizi dar zamanınızda zikredeyim» ve «Siz beni ihlâs üzre zikredin, ben de sizi azaptan halâsla zikredeyim» demektir.

Hulâsa; bu âyet enva-ı ibadata icmalen şâmil olup, kulun zik­rine yolda cereyan ederse, Allah'ın o kuluna lütfü ona göre tecelli edeceği ve binaenaleyh; abid zikirle Rabbisine müracaat edince onu iltifatından mahrum etmeyeceği bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümiesindendir. [136]

 

Vacip Tealâ enva-ı ibadâti icmalen emriyle beyandan sonra ibadat içinden bazı mühim olanlarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler; Sabır ve salâtla Allah'tan yardım taleb edin. Zira; AHahü Tealâ sabreden kullarjyla beraberdir.]

Yani; ey ehl-i iman! Bilcümle umur ve hususunuzda nefsi gü­nahlardan muhafaza ve arzusunda men' ve belâya tahammül et­mekten ibaret olan sabırla ve cemi azanızla canib-i Hakka tevec­cühten ibaret olan salâtla Allah'tan yardım isteyin. Zira; cemî sıfat-ı kemaliyeyi cami' olan Allahü Tealâ'nm inayeti sabredenler­le beraberdir. Binaenaleyh sabrınız ve ibadetiniz ve bilhassa na­mazınızla Allah'ın inayetini bekleyin.

Fahr-i Razi ve Hazin'in beyanları veçhile sabır; nefsi arzusundan men' ile beraber enva-ı mekârihe tahammül etmekten ibaret olduğu cihetle sabır olmayınca hiçbir ibadet olamayacağın­dan sabır, ibadeti edaya yegâne yardımcıdır. Namaz ise; ümmül ibadât ve âlemlerin Rabbisine münacat olduğu cihetle salata de­vam, sair ibadata muavenet olduğundan, Cenab-ı Hak bu âyette hususat-ı sairede dahi Allah'ın yardımına bunları vesile kılmakla emretmiştir.

Bu âyette sabırla murad; oruç veya cihad olduğuna nazaran âyetin manâsı: [İşlerinizde oruçla ve cihadla ve namaz­la Allah'ın muavenetini isteyin] demektir. Yani: «Siz oruç ve na­maz ve cihadı fisebilillâh gibi ibadetlerle Allah'a ibadet edin ki, Allahü Teaîâ da size yardım etsin» demektir.

İşte bu âyet-i celile; fiil-i Resulullah'la tefsir olunmuştur. Zi­ra; Resulullah'ın bazı umur-u mühimmenin keşfini talepte namazı miftah addettiği ve bir belâya tesadüfünde namaza gûr'at buyur­duğu mervidir. Binaenaleyh bilûmum ehl-i hayr; musibetlerin nü­zulünde namaza iltica etmekte müttefiklerdir. Çünkü; belâyayı halk eden Allahü Tealâ olup, namaz dahi cemi aza ile Allahü Te-alâ'ya teveccüh ve iltica olduğundan halika karşı kemal-i tevazu; ile yüzlerini türab-ı mezellete sürmek ve halk ettiği musibetin ref'ini halikından istirhama bu gibi mühim ibadetleri vesile itti­haz etmek birtakım mesaibin def i esbabının en kuvvetlisi olduğu cihetle, Cenab-ı Hak umur-u mühimmede salâtla istiane olunma­sını emretmiştir. Şu halde bir belâya müptelâ olan kimsenin o be­lânın defi için başkaca maddi esbabına tevessül etmekle beraber namazla dahi Cenab-ı Hakka iltica ile belânın define çalışması lâzımdır.

Hulâsa; insan maddi kuvvetlerle mesaibe karşı göğüs gerdjği gibi manevi ibadetle dahi halika iltica etmek lâzım olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [137]

 

Vacip Tealâ sabırla ve salâtla istianeyi emirden sonra düş­manla muharebede sabır sebebiyle telef olan insanların zayi addo­lunmamasını tavsiye etmek üzere buyuruyor.

[Düşmanla esna-yi muharebede Allah yoluna katlonunan kimselere ölmüşler demeyin, belki onlar dirilerdir ve lâkin siz bil­mezsiniz,]

Yani; fisebilillâh muharebede şehid olan kimseler bedenleri itibariyle ölmüşlerse de hayata hakikiye itibariyle onlar hayatta­dırlar. Binaenaleyh; siz onlara ölülerdir demeyin. Zira; onlar di­rilerdir. Ancak onların diriliği cismanî olmayıp ruhanî olduğun­dan hal-i hayatta olan insanlar hayat-ı ruhaniyeyi idrak edemezler.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile mümin olarak vefat edenlerin cümlesi kabirlerinde Cennet nimetini tadarlarsa da in-dallah şehidlerin hürmet ve nimetleri ziyade olduğundan bu âyette şühedanın hayatta oldukları zikrolunmuştur. Kabirde müminin ni­meti ve kâfirin azabı tadacak kadar hayata malik olacaklarına bu âyette delâlet vardır. Sair ölülere Ölü denmek caizse de şehidlerin mertebe-i âliye sahibi olduklarına işaret için şühedaya ölü demek­ten müminler nehyolunmuşlardır. Zira onlar; âlem-i ğaybde indal-lah nimetlerle mütena'im ber hayattır. Fakat bu dünyada hissimiz­le biz idrak edemediğimizden Allahü Tealâ : »Siz bilmezsiniz» de­miştir. Filhakika onların hayatlarını biz ancak Allah'ın ve Resulü­nün haber vermeleriyle biliriz, yoksa hisle idrak mümkün değildir.

Fahr-i Razi, Hâzin ve Kazi'nin beyanları veçhile bu âyetin se-beb-i nüzulü; (Bedir) gazasında şehid olan zevat için nas «Şehitler öldüler ve lezzat-ı dünyadan'mahrum kaldılar» demeleri üzerine onlar hakkında nazil olmuştur. Yani; «Ey nas! Siz onlara Öldüler diyorsunuz. Halbuki onlar cismen ölmüşlerse de ruhan Ölmemişler-dir. Ve siz onlara nimetten mahrum oldular diyorsunuz, halbuki on­lar nimet-i ebediyeye nail olmuşlardır» demek olur.

Hulâsa; riza-yı Bârı için düşmanla mücahedede şehid olanların dünyaca bizim idrak edeceğimiz derecede hayatları yoksa da lez-zet-i âhireti tadacak kadar hayat sahibi oldukları ve lâkin o hayatı bilmediğimizden dolayı onlara ölü demek caiz olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [138]

 

Vacip Tealâ sabırla ve salâtla istiane edilmesini tavsiye ettik­ten sonra sabır lâzım olan bazı belâya ile müptelâ kıldığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki biz, sizi düşmandan kor­ku ve açlık ve mallarınızdan ve şahıslarınızdan ve meyvalarmız-dan noksanla elbette imtihan ederiz. Ey Resulüm! Sen bu misilli belâya sabredenleri sevapla tebşir et. Ve sabredenler şol kimse­ler ki, onlara bir musibet isabet ettiğinde onlar :    «Biz Allah'ın kullarıyız ve ancak dünyada her umurumuzda ve âhirette onun himayesine rücu ederiz. Başka merdimiz yoktur» demekle mesai-be rızalarını izhar ederler.]

Yani; belâyaya sabretmek lâzımdır. Zira; zatıma yemin ederim ki, ey insanlar! Biz sizi düşmanlarınızın hücumu korkusu ve kıtlık­tan ve ğalâyı es'ardan neş'et eden açlık ve malınıza afat isabet et­mek ve mukatele ve mücahedeyle nefsinize noksan arız olmak ve bağ ve bahçelerinizde meyvalannızın afat sebebiyle noksan olması gibi azıcık birşsylerle elbette imtihan ederiz. Habibim; bu gibi be­lâya sabreden kimseleri sen sabırla tebşir et ki, o sabredenler bir musibetin isabetinde Allah'a iltica ederler ve derler ki} «Biz Allah'­ın kuluyuz ve ancak dünyada ve âhirette Allah'ın rahmetine ve ina­yetine iltica ederiz.»

Belâya ile Allah'ın kullarını imtihanmdaki hikmet; kazaya razı olanlarla olmayanlar nâs beyninde zahir olsun ve muti' olanlarla âsî olanlar bilinsin. Iptilâ; imtihan manâsına ise de Vacip Tealâ hakkında manâ-yı aslisi tasavvur olunamaz. Zira; Allahü Tealâ her-şeyi vukuundan evvel bildiğinden imtihana ihtiyacı yoktur. Çünkü imtihan; bitmediği birşeyi tecrübeyle bilmektir. Binaenaleyh; Va­cip Tealâ hakkında bu manâca imtihan mutasavver değildir. Yalnız bazı kullarını musibetle müptelâ kılar ki, onlara bu suretle imtihan muamelesi yapması, onların hallerini diğer kullarına bildirmesi içindir. Zira; insanlar birşeyi vukuundan evvel bilemediklerinden imtihanla bilmek onlara mahsus olup musibet ise insana imtihan olur. Nasıl ki demirin safisini derunundan ateş ayırdığı gibi musi­bet de insanların hâlis olanlarını âsi olanlarından ayırır. Çünkü; belâya rıza gösterip sabredenler Allah'ın hâlis kullarıdır ve sabret-meyenler ise âsi olanlardır.

Havf yani korku, düşmandan zuhuru melhuz olan fenalığın kalpte hasıl ettiği ıztırap ve elemdir. İnsanları azıcık birşeyle imti­han mümkün olduğuna işaret için âyette azlığa delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Emvalde ve insanlarda noksan; afât-ı sema­viye sebebiyle olduğu gibi muharebe ve saire gibi esbab-ı adiye ile dahi olur. Ve meyvalarda noksaniyet ise birtakım afetlerle olduğu gibi sa'y-ü ameli ve imaratını terkle dahi olur. Bu sebeplerden her hangisiyle noksan arız olsa, insanları imtihan için olduğunu Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.

Binaenaleyh; bu gibi belâyaya müptelâ olmamak için ubudi­yette sabitkadem olmak ve mukteza-yı kusur müptelâ olduktan sonra kusurunun affını dilemekle belânın üzerinden kaldırılmasını Cenab-i Hak'tan daima istemek lâzımdır. Belânın vukuundan evvel haber vermek Resulullah için mu'cize olduğu gibi insanların meta-net-i kafiyelerine de vesile olur. Zira; musibetin geleceğini bilen bir kimse, o musibete hazırlandığından sabrı ve metaneti ziyade olduğu cihetle, o musibet geldiğinde çok feryad etmez. Binaena­leyh; Cenab-ı Hak bu âyette beyan olunan mesaible imtihan oluna­caklarını habet verdi ki vukuunda sabretsinler, feryad etmesinler ve ihlâs üzere bulunsunlar. Çünkü; insanın hal-i iptilâsmda ihlâsı ve Rabbisine ilticası ziyade olduğundan bazı mesaibe müptelâ ol­mak ihtimalini düşünen kimse tuğyan etmez ve daima ihlâs üzere vukuata intizar eder. Fakat düşünmeyen kimsede bittabi ihlâs da olmaz.

Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bu âyette muhatap; mümia-lerdir. Zira; Vacip Tealâ nimetine karşı şükretmelerini emirden sonra belâyasına karşı sabırla tavsiye etmiş ve sabredenleri tebşir eylemesini Resulüne emreylemiştir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile musibet; insana isabet eden sevilmeyecek birşeydir, Resululah'ın «Mümine eza veren herşey; mümine musibettir» hadîs-i şerifi bu manâyı teyid eder ve musibet zamanında: ( j^-lj^Jllljil'I ) kelime-i tayyibesi ümmet-i Mu-hammede mahsus bir atiye-i ilâhiyedir. Zira; bu kelimeyle musi­bete rıza göstermek sair ümmete verilmemiştir. Çünkü; Allahü Te-alâ'nin o kulunu musibetle terbiye ettiği bir zamanda «Biz Allah'ın mahlûkuyuz ve akıbet Allah'ın huzuruna rücu edeceğiz» diyerek teslimiyetini ve musibete razı olduğunu izhar etmesi büyük bir me­ziyet olmakla onun mukabilinde verilecek olan büyük ecri de bu ümmete mahsus kılmıştır.

Hulâsa; ehl-i iman hakkında musibet; ukubet olmayıp ayn-ı nimet olduğu ve musibetin halikı Allahü Tealâ bulunduğu ve mu­sibet zamanında cümlesiyle mukabele etmek; Allah'tan her ne gelirse razı olduğunu izhar demek olduğu ve bu cümleyle âhireti, haşri ve neşri ikrar ettiği cihetle büyi" c sevaba nail olacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesinde' dir. [139]

 

Vacip Tealâ musibete sabredenleri tebşir etmesini   Resulüne emrettikten sonra tebşir olunacakları nimetleri beyan etmek üzere buyuruyor.

[Bir musibet isabet ettiğinde Allahü Tealâ'ya teslimiyetle rii-cu eden kimseler üzerine Rablerinden medh-ü senadan ibaret olan salevat ve lûtf-ü ihsandan ibaret olan rahmet nazil olur. İşte on­lar; ancak ihtida edenlerdir ki, doğru yola vasıl olmuşlardır.]

Salavat ; filasıl dua manâsınaysa da bu âyette şu evsafı haiz olan kullarını Allahü Tealâ'nın mağfiret ve tezkiye etmesi ve medh-ü sena buyurmasıdır. Rahmetle murad; lûtf-ü ilâ­hidir. Ve bu sıfatları cami' olan kullarına rahmetin çokluğuna işa­ret için (salevat) lâfzı cemî siğasıyla varid olmuştur.

Bir kimseye musibet isabet ettiğinde şu kelime-i tayyibeyle Rabbisine iltica ederse Allahü Tealâ'nın o musibeti o kimse üzerin­den kaldıracağı ve âhiretini güzel kılacağı ve o musibetten zayi olan şey mukabilinde ondan daha iyisini halk edeceği Beyzâvî ve Hâzin'de mezkûr ehâdis-i şerifeyle sabittir.

Evsaf-ı mezkureyi haiz olan kimselerin bu sıfatlar sayesinde ihtidalarıyla murad; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile dünyada sahi­bini enva-ı hayra isal eder tarîka ve âhirette Cennet'e götürecek sevaba vasıl olmalarıdır. Binaenaleyh kazaya rıza; tarîk~ı selâmet­tir. Çünkü abid; Allah'ın gayrı her neye muhabbet ederse muhab­beti o şeyin afatına sebep olur. Binaenaleyh; muhabbet-i ilâhiyenin gayrı hiçbir şey baki olmadığından herşey zeval bulur, ancak mu­habbet-i ilâhiye kalır. Meselâ Hz. Âdem Cennet'e muhabbet edince araya Şeytan'm hilesi girdi ve Hz, Âdem Cennet'ten yeryüzüne in­di ve bu suretle elinden Cennet gitti, fakat Âdem (A.S.) zikrullahla beraber kaldı. Hz. Yakup, Yusuf (A.S.)'a fazlaca muhabbet etti. Be­yinlerinde senelerce iftirak vukubulup Hz. Yakup ancak zikr-i Hakla kaldı. Binaenaleyh insana lâzım olan; ifratla tefritten sakın­makla beraber birşeye fart-ı muhabbetten çekinmektir. Çünkü; dünyanın her cüzünde zeval zaruri olduğundan muhabbetin akıbe­ti gönül azabı ve mihnettir. Şu halde muhabbet; ancak zevalden münezzeh, ezelen ve ebeden daim ve baki olan Allahü Tealâ'ya ol­mak lâzımdır. [140]

 

Vacip Tealâ Kabe'yi kıble kılmakla Resulüne nimetini itmam ettiğini beyandan sonra (Safa) ile (Merve) arasında sa'yetmek dahi nimetini itmam cümlesinden olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[(Safa) ile (Merve) Allah'ın alâmeti erinden d ir. Hal böyle olunca bir kimse Beyt-i Şerifi hac etmek veyahut sünnet veçh üzere umre yapmak kasdederse (Safa) ile (Merve)'yi tavaf et­mekte onun üzerine günah yoktur. Eğer bir kimse nafile olarak hac ve umre ve Beyt'i tavaf gibi hayır işlerse, ecr-i azîme nail olur. Zira; Allahü Tealâ ibadete sevap verici ve hayır işe razı olu­cu ve o kulunun ef'alini bilicidir.]

Yani; Mekke-i Mükerreme'de (Safa) ile (Merve) denmekle ma­ruf olan iki ufacık tepeler ef'al-i hacdan bazısına mahal oldukların­dan alâmât-ı nahiyedendirler. Bu iki tepe, erkân-ı dine alâmet olun­ca bir kimse Beyt'i hac etmek veya umre yapmak isterse bu tepe­leri tavaf etmekte o kimse için günah yoktur. Eğer bir kimse nafile hayır işlerse sevaba nail olur. Zira; Allahü Tealâ kullarının ame­lini bilici ve sevap vericidir.

Hac; filasıl birşeyi kasd etmek manâsmaysa da burada kü-tübü fıkhiyede beyan olunan efal-i hac muraddır ki erkânı; üçtür: Birincisi; ihram, ikincisi;   Arafat dağında arefe günü vakfe yani orada bulunmak, üçüncüsü; Arafattan avdetinde Beyt'i tavaf et­mektir. Bu üçü haccın farzlarıdır ki bunlardan biri noksan olsa hac sahih olmaz ve işbu feraiz-i selâseden mada haccın birçok vacipleri ve sünnetleri de vardır.

Umre; niyetle tavaf ve (Safa) ile (Merve) arasında sa'y et­mektir. Hac ile umrede bu iki dağ arasında sa'yetmek vaciptir. Terkederse kurban lâzım gelir. Binaenaleyh;'*terkeder ve kurban da kesmezse günahkâr olur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile tekâlif-i ilâhiye üç kısımdır: Birincisi; her âkilin hasen olmasıyla hükmettiği şeydir ki, zikrul-lah gibi. Vacip Tealâ bu kısmı ( ü$f i& ) emriyle beyan etmiştir. Zira; insanın kendine ihsan eden zatı zikir ve medh etmesi ve ni­metine mukabil şükrüne devam eylemesi güzel birşey olduğuna her âkil hükmedebilir. İkincisi; hastalık, fakirlik ve naks-ı emval ve saire gibi musibetlerdir ki bunu evvelemirde akıl çirkin görür. Zi­ra; kullarını hasta etmekte Allah'ın bir menfaati olmadığı halde kullarının zararı vardır. Binaenaleyh; akıl bunun hüsnünü idrak edemeyince kubhuna hükmecler. Fakat bu kısmın güzel olmasına dair hükm-ü şer'i varid olmuştur. Allahü Tealâ Kur'ân'ın da, Re­sulü de hadîsinde güzel olduğunu ve kullarına birçok menfaati bu­lunduğunu beyan edince akıl bunun hasen olduğunu teslim eder.

Bu kısma Cenab-ı Hak nazmıyla işaret etmiştir. Üçün­cüsü; aklın güzel veya çirkin olmasıyla hükmedemediği şeylerdir ki hac ve umre gibi. Çünkü; akıl evvelemirde bunlara, menfaat ve mazarrattan hâli, abes olmasıyla hükmeder. Lâkin şeriat, ibadet hasen olduğunu beyan edince, akl-ı selim derhal kabul eder. Bu kısmı da Vacip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; Ce­nab-ı Hak efal-i haccın meşruiyetini beyan etmese, akıl onun iyi birşey olduğunu bilemez.

Fahr-i Razi, Beyzâvî ve Hazin'in beyanları veçhile âyetin se-beb-i nüzulü; zaman-ı cahiliyette (Safa)'da (Üsafe) ve (Merve)'de (Naile) isminde birer put vardı. Ahâli-i cahiliye bu putları ziyaret için (Safa) ile (Merve) arasında sa'yeder ve gider gelirlerdi. İslâmi­yet gelip, putlar kırılınca ehl-i islâm1 bittabi say'den menolundular. Fakat bazı kimselerin: «(Safa) ile (Merve) arasında sa'yetmek meşru olsa» diyerek temennide bulunmaları üzerine Cenab-ı Hak bu âyetle (Safa) ile (Merve) arasında sa'yetmeyi meşru kılmıştır ki, Hz. (Hâcer)'in sünneti ihya olunsun ve müslümanlar sevaptan mah­rum olmasınlar. Şu kadar ki, zanıan-ı cahiliyette sa'yetmek; putları ziyaret için idi, amma îslâmiyette sa'y; ayn-ı ibadet olmuştur. Gerçi ikisi de aynı sa'yden ibarettir, fakat maksatlar başka olduğundan maksada göre hüküm lâhik olmuştur. [141]

 

Vacip Tealâ hacla umreyi beyandan sonra ahkâm-ı dini sakla­yan kimselerin lanete müstehak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler ki onlar bizim nâsa kitaplarında beyan ettiği­mizden sonra hakka delâlet eder delilleri ve doğru yolu gösterir hidayetten olarak inzal ettiğimiz ahkâmı saklarlar. İşte o ahkâm-ı şer'iyeyi nastan saklayan kimselere Allahü Tealâ ve bilûmum la­net ediciler lanet ederler.]

Yani; nâsm menfaati için inzal olunan kitaplarında bizim nâsa ahkâmı beyan ettiğimizden sonra hakka ve vahdaniyete delâlet eden beyyinelerden ve herkesi matluba isal eder hidayetten olarak inzal ettiğimiz ahkâmı saklayanlara Allahü Tealâ lanet eder ve la­net etmek şanından olan herşey lanet eder.

Bu âyetin Y'ehud uleması hakkında nazil olduğunu beyan eden­ler varsa da esah olan; ahkâm-ı dinden birşeyi saklayan kimsele­rin cümlesine şâmildir. Amma saklayan kimse hangi milletten ve saklanan hüküm de hangi şeriatten olursa olsun hükm-ü şer'iyi saklayan kimselerin cümlesine şâmildir. Zira itibar; lâfzın urriu-munadır. Çünkü lanete istihkaka sebep; ahkâmı şer'iyeyi sakla­mak olduğundan o ahkâmı saklamak kimden vaki olursa, o kim­senin lanete müstehak olduğuna âyet delâlet eder. Şu halde insanların muhtaç oldukları ahkâmı saklayanların cümlesine lanet vardır. Ulum-u diniyeyi nasa talim etmek vacip olduğundan, ta­lim mukabilinde ücret almaklığm caiz olmamasına dahi âyet de­lâlet eder. Çünkü; insan üzerine vacip olan şeyi işlemekle borcun­dan kurtulduğu için başkaca ücrete müstehak olmaz. Şu kadar ki ulum-u diniyeyi halka izhar etmek farz-ı kifayedir. Binaenaleyh; bazı kimselerin nâsa Öğretmesiyle diğerlerinden farz sakıt olur. Fakat bütün erbab-ı din, ahkâmı dini nâsa öğretmekten sükût ederlerse farzı terkettiklerinden dolayı cümlesi günahkâr olurlar. lanet etmek şanından olan ins-ü cinnin cümle­sine şâmildir. Hatta günahkârların günahları yağmurun inkıtaına sebep olduğundan aç kalan hayvanat, vuhuş, tuyur ve haşerat-ı arz hepsi nimetten mahrum oldukları cihetle nimetin inkıtaına sebep olanlara lanet ettikleri mervidir. Ancak her mahlûk kendi­ne mahsus olan lisanla lanet eder. [142]

 

Vacip Tealâ ahkâm-ı dini saklayan kimselerin lanete müste­hak olduklarını beyandan sonra tevbe edenlerin lanetten kurtula­caklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ahkâm-ı dini saklayan her kimseye lanet vardır. İllâ şol kimseler lanet olunmazlar ki, onlar ahkâmı sakladıklarına neda­met ve tevbe ederek ifsad ettiklerini ıslak ve sakladıkları ahkâmı nâsa beyan ettiler ve zulmü adavetten vazgeçtiler. İşte; şu tev-beyle ıslah-ı nefs edenlerin tevbelerini ben kabul eder ve günah-larıyla muahaze etmem. Zira ben; tevbe edenlerin tevbelerini ke-mal-i şiddetle kabul ve tevbeyle ıslah-ı nefs edenlere merhamet ederim.]

Tevbe; işlemiş olduğu günahlara nedamet etmektir. Fa­kat yalnız nedametle iktifa etmeyip, isyanla ifsad ettiği şey varsa onu ıslah etmek vacip olduğuna âyet delâlet eder. Meselâ gayrın zihnine şüphe vermekle dinini ifsad etmişse, o şüpheyi izaleyle ifsad ettiği noktayı ıslah etmesi vaciptir.. Tevbede ifsad ettiğini ıslah etmek lâzım olduğu gibi, işlediği günahın hilâfına olan iba­dete devam lâzım olduğunu da Vacip Tealâ ( l^u^ ) cümlesiyle beyan buyurmuştur. Çünkü; şeriatin ahkâmını saklamak günah olup, sakladığı ahkâmı halka beyan etmekse aynı ibadettir. Gizle­mesi günah olan birşeyi izhar etmekliğin ayn-ı savap olduğu be­yan olunması; insanlar yalnız tevbeyle iktifa etmesinler, belki iş­lemiş oldukları günahtan hasıl olan fenalığı kaldırmaya sa'y ile nâsı zarardan vikaye etsinler içindir. [143]

 

Vacip Tealâ ahkâm-ı ilâhiyeyi saklayanların lanete müstehak olduklarım ve tevbe edenlerin lanetten halâs olacaklarını beyan­dan sonra tevbe etmeden vefat edenlerin hallerini beyan etmek üzere :

buyuruyor.

[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular ve kâfir oldukları halde vefat ettiler. İşte Allah'ın ve meleklerin ve nâsin kâffesinin laneti onlar üzerine nazil olacak ve ebedi lanetle Cehennem'de kalıcı ol­dukları halde onlardan azap bir lâhza bile tahfif olunmaz ve onla­ra bir dakika bile mühlet verilmez ki onlar teneffüs etsinleç,]

Yani; küfürle âhirete gidenlerin küfürleri onları Allah'ın rah­metinden ve meleklerin şefaatinden ve nâsın şefkatinden uzak kı­lacağı gibi ebeden azab-ı Cehennem'den çıkamayacaklarına ve azaplarının asla tahfif olunmayacağına ve ilelebed devam edip ar­kası kesilmeyeceğine sebep olacaktır.

Bu âyette Cenab-ı Hak; gerek ahkâmı ketmedenler olsun, ge­rek sair kâfirler olsun, cümlesinin lanete müstehak olduğunu be­yan buyurmuştur.

Bu âyette nas ile murad; müminlerdir. Zira lanet eden; ehl-i imandır. Nas kâfire de şâmilse de. «Kâfir kâfire nasıl lanet eder?» unvanında sual burada varid olamaz. Çünkü: kâfire lanet eden nâs denilince, kâfirlerin gayrı nâs olması zahirdir. Yahut nâs; mümine ve kâfire şamildir. Zira; âhirette birbirine lanet ede­cekleri diğer âyetlerde mezkûrdur.

Mevt ile tekâlif-i ilâhiye sakıt olduğu halde lanetin sakıt ol­madığına bu âyet delâlet eder. Zira; kâfir olarak vefat eden kim­seye lanetin, caiz olduğu sarahaten beyan olunmuştur. Binaena­leyh; küfrü halinde mecnun olan kimseye dahi lanet caizdir. Zira; mecnun olması mevt gibi laneti iskat etmez. Şu halde küfür; rain küllilvücuh lanete sebeptir.

Tefsri-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile hal-i hayatında Şeytan'dan başka muayyen bir şahsa lanetin caiz olmadığına bu âyet delâlet eder. Zira itibar; hal-i mevtedir. Küfr üzere vefat ederse, lanete müstehak olunca, şahs-ı muayyenin küfrü üzere ve­fat edeceği malûm olmadığından vefat etmedikçe, lanete istihkakı bilinemez.

Vacip Tealâ bu âyette kâfirlere azabın şiddetini üç cihetle beyan etmiştir: Birincisi; ebedi olmak. İkincisi; asla tahfif olun­mamak, üçüncüsü; tehir ve tecil kabul etmemektir. Yani; azapları tükenmez teceddüd eder durur, demektir. İbadet mukabili Cen-net'te ehl-i imana verilecek nimet de böyledir. Binaenaleyh; Cennet'e giren müminin sevabı da ebedidir, nimeti hiçbir zaman azal­maz, tükenmez ve tehir olunmaz.

Hulâsa; küfrüzere Vefat eden kimseler Allah'ın, meleklerin ve nâsm lanetlerine müstehak oldukları gibi ebedi o lanet içinde ka­lacakları ve azaplarının tahfif olunmayacağı velev bir dakika ol­sun mühlet verilmeyeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir. [144]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin lanete müstehak olduklarını beyandan sonra lanete istihkaklarının sebebi vahdaniyeti inkâra cür'etleri olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey insanlar! Sizin ma'budunuz ma'bud-u vali iddir. Zira; on­dan başka mabudun bilhak yoktur. Ancak ibadete lâyık o vardır ki o mabud dünyada her kuluna ve âhire t te yalnız mümin olan kullarına ihsan edicidir,]

Yani; sizin ibadetinize müstehak olan mabudunuz birdir, şe­riki yoktur. Zira bihakkın mabud; ancak odur ki, o mabud kulla­rına her nimeti ihsan eder ve her kuluna dünyada ihsanı bol ve çoktur ve âhirette lûtfu yalnız iman edenlere mahsustur. Vacip Tealâ zatına şirkedenleri bu âyetle tekzip etmiştir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Allahü Tealâ'nm vahdaniyeti; zatında, sıfatında, ef'alinde ve rububiyetindedir. Zi­ra; ibadete istihkakında şeriki olmadığı gibi cümle eşyayı halk edip terbiye etmesinde dahi şeriki yoktur ve ibadete istihkakını; in'am sahibi olduğunu beyanla ispat etmiştir. Cümle nimetlerin usul ve furuunun halikı olunca, elbette ibadete müstehaktır. Çün­kü nimetin şükrü; emr-i ilâhiye imtisal ve ibadettir.

Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nü­zulü müşrikler tarafından «Ya Muhammed! (S.A.) Sen Rabbinin sıfatlarını bize beyan et» demeleri üzerine (Sûre-i İhlâs) ile bu âyetin nazil olduğu mervidir.

(Esma binti Zeyd) (R.A.) Resulullah'm, «îsm-i a'zam iki âyet­tedir : Birisi; âyetidir. Diğeri; Sû­re-i Âl-i İmran'ın evvelinde âyetidir buyur­duğunu işittim» dediğini Ebu Davud ve Tirmizi kitaplarında riva­yet ile hadîs-i sahih olduğunu beyan etmiştir. [145]

 

Vacip Tealâ vahdaniyeti'. A beyandan sonra vücuduna delâlet eden delillerden sekizini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Yerin ve göklerin yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtila­fında ve na'sın menfaati uğrunda deryada yürüyen gemilerde ve Allah'ın semadan inzal ettiği yağmur sularında ve o sular sebe­biyle kurumuş arzı kuruduktan sonra ihyasında ve yeryüzüne hay­vanatın her nev'hû dağıtmasında ve rüzgârları bir taraftan diğer tarafa nakletmesinde ve yerle gök arasında emrine muti' olan bu­lutları istediği yere döndürüp aktarmasında aklı olan kavim için vahdaniyet-i ilâhiyeye alâmetler vardır.]

Yani; semavat ve arzın halk olmasında aklı olan kavim için Allah'ın vücuduna, kudretine ve vahdaniyetine deliller vardır. Zi­ra; semanın direksiz ve bağsız durması ve semayı tezyin eden yıl­dızların binlerce sanayi-i garibeyi müştemil olması, bunların ken­di kendine olur şeyler olmadığından halikın vücuduna ve o mev-cud olan halikın kudret-i kahiresine ve vahid-i hakikî olmasına delâlet eder. Çünkü mahlûkat; cümlesi tagayyürata maruz olduk­ları cihetle hadistirler. Her hadis için de bir mucidin vücudu lâ­zımdır. O mucidin kudreti olmasa halk edemezdi ve ilmi olmasa herbirini yerine koyup bu intizamı veremezdi. Zira cehlüzre ya­pılan şey; elbette noksandan hâli olamaz. Kezalik arzda olan dağ­lar, nehirler, madenler, ağaçlar, meyvalar ve türlü türlü otlar ve herbirinde nice garip sanatlar halikın vücuduna delâlet eder. Çün­kü; tabiat vasıtasıyla olsa semavatın harekesinde ve yıldızların ziyalarında ihtilâf olmazdı. Zira; tabiatın iktizası bir olduğundan hepsinin harekesi bir tarafa ve ziyaları bir siyak üzere olmak Tâzım. gelirdi. Halbuki muhteliftir ki bunların ihtilâfı Fai-li Muhtar­ın ihtiyarıyla olup, tabiat vasıtasıyla olmadığına delâlet eder.

Kozalik arzda bulunan otlar ve madenlerde dahi. ihtilâf ol­mazdı. Zira; aynı toprakta hasıl olan otların ve ağaçların eflake nispeti bir ve suyu ve toprağı müsavi olduğu halde birinin rengi diğerine ve öbürünün meyvası âharîn mcyvasına benzemez ve renklerinin birbirine muhalif olması hâlikm faiî-i muhtar olmasına ve onun herbirini ayrı ayrı ihtiyar etmesiyle olduğuna delâlet ed^-r. Çünkü; tabiat vasıtasıyla olmuş, olsaydı, aynı kıTa üzerinde vaki olan. otların meyvaları muhtelif olmaz, hepsinin bir renk ve bir Ic/zt'i. ve bir hassa üzerinde olmaları Lâzım gelirdi. Zira; tabi­atın ikii/as* değişmez, Şu halde bunların ihtilafında da Faiî-i Müh-tar'ın vücuduna, kudretine ve iradesine delâlet vardır.

Geceyle gündüzün birbiri ardı sıra gelmesinde, birinin ka­ranlık vo diğerinin aydınlık olmasında, birinin uzayıp öbürünün kısalmamda Vacip Tealâ'nın vücuduna ve vahdaniyetine delâ­let vardır. Çünkü karanlığı geceye ve ziyayı gündüze tahsis; tabi­at vasıtasıyla olamaz. Zira; tabiatın her zamana nispeti müsavi olduğundan karanlık ve aydınlıktan Tınnırbi iktiza ederse onun gayrı olmamak lâzım gelirdi. Halbuki ^yas./ı \u .bulifui ^hatı için karanlık ve gündüzü kesb-i maişet için ziyaiı nalketmesi ve bir­birini bir intizam üzere bulundurması hâljkm ihtiyarıyla ol ut.-, tabiat vasıtasıyla olmadığına delâlet eder. Leyl-ü neharın ihtilâl: şemse merbut olup onların uzayıp kisalmasıyla J'usul-ü erbaanın hâsıl olması ve onların her birerlerinde ziraat vtt l'elâhat zaman­larının, meydana gelmesi ve meyvalarm yaz, güz ve bahar ayla­rında vücut bulması Cenab-ı Hakkın vücuduna ve cemî sıfât-ı ke-maliyenin. sahibi olduğuna her âkilin idrak edebileceği derecede açık birer delâlet vardır.

Nâs'm menfaati için geminin denizlerde yürümesinde azıcık aklı olanlara saniin vücuduna ve kudretine deliller ve alâmetler vardır. Zira; geminin denizde yürümesi ve suyun gayet cıvık bir-şey olduğu halde gemiye tahammülü ve gemiye arzu olunan ma­halle yürütmek için rüzgârın muvafık surette esmesi hâlikm kud­ret ve iradesine delâlet eder. Ve bu vesileyle insanların ticaret edip emval ve eşyayı    mübadele ederek yekdiğerinin    ihtiyacını defetmesinde ve herkesin seyr-ü seferine müsaid olmasında ve bu hususta insanların taayyüşleri için sebepler halk etmesinde. vah-daniyet-i ilâhiyeye alâmat-ı azîme vardır.

Allahü Tealâ'nın semadan inzal ettiği yağmur sularında ve yeryüzünü, kuruyup meyyit mesabesinde olduktan sonra otlar ve ağaçlarla ihya etmesinde saniin vücuduna ve sıfat-ı kemaliye sa­hibi olduğuna aklı olan kimseler için alâmetler vardır. Zira; ihti­yacına göre rahmetler halk etmek ve meyyit menzilinde olan ara­ziyi rahmetle ihya edip insan ve sair hayvanatın rızkını halk ey­lemek elbette vahdaniyet-i ilâhiyeye delâlet eder.

İnsanın fevkında olan herşeye sema demek caiz olduğundan bu âyette sema ile murad; bulut olmak ihtimali vardır. Zira; de­nizden ve yeryüzünden sema cihetine giden buharın terakümüyle hâsıl olan bulutlardan yağmur suları yağdığı cihetle sema ile mu­rad; bulut olabilir ve bugün erbab-ı fennin görebildiği de budur.

Yahut sema ile murad; hakikatte sema olup Allahü Tealâ'nm evvelâ yağmuru semada halk ve saniyen semadan buluta ve bulut vasıtasıyla yeryüzüne inzal etmesi ihtimalden baid değildir. An­cak bu ciheti göremediğimiz için evvelki cihetle hâsıl olması aklı­mıza daha mülayimdir. Rahmetin husulü şu suretlerden hangisiy­le olursa olsun" halikı; Vacib-ül vücud'dur. Zira; Allahü Tealâ halk etmediğinde, bütün dünya halkı bir araya gelse bir damlasını yere düşüremezler. Kurak seneler buna şahid-i âdildir. Şu halde yağ­murun halikı Allahü Tealâ olduğu ve sema cihetinden nüzul eyle­diği kafidir. Ancak suret-i halkı, gerek evvel semada halk olunsun sonra buluta ve buluttan yeryüzüne nazil olsun ve gerekse doğru­dan doğruya buluttan halk olsunsun ve ondan sonra yeryüzüne insin, bu suretlerin cümlesinin kudretullaha nispeti müsavidir ve düşündükçe saniin azametine^tlelâlet vardır.

Kezalik yeryüzünde Vacip Tealâ'nm neşrettiği hayvanatın her nev'inde ve her ferdinde saniin vücuduna aklı olan kavm için binlerce deliller vardır. Çünkü herbirinin madde-i asliyesi nutfe olduğu halde türlü türlü şekiller ve nevilerde ve herbirerlerinin ayrı ayrı tabiatlarda birer tavr-ı acîp üzere zuhur etmesi ve aza­larının herbirinin birer nevi tecelliyata mazhar olması elbette sa­niin vücuduna pek büyük delildir. Çünkü; gözün bir et parçası olduğu halde görüp söylememesi ve lisanın da aynı et parçası oldu­ğu halde söyleyip görmemesi Fail-i Muhtar'm ihtiyarıyla olup ta­biat vasıtasıyla olmadığına delâlet eder. Zira; tabiat vasıtasıyla olsa onun bir mahalde tabiatı neyse diğer mahalde tabiatı ondan ibaret olması lâzım gelirdi. Yani; eğer tabiatı görmek istese her yerde görür ve söylemek ise her yerde söylerdi, halbuki muhte­liftir.

Rüzgârların şimalden cenuba ve garptan şarka ve bilâkis dev­ranında ve yerle gök arasında muti' ve munkad olarak bulutun rüzgâr vasıtasıyla cereyanında saniin vücuduna aklı olan kavm için alâmetler vardır. Çünkü; eğer rüzgâr, tabiat vasıtasıyla olsay­dı her zaman bir taraftan esip diğer taraftan esmemek icap eder­di. Zira; tabiatın iktizası neyse onu icabettiğinden daima bir ta­raftan esip diğer taraftan esmemek lâzım gelirdi. Halbuki her ta­raftan eser, bir tarafa münhasır değildir.

Bu âyette akaid-i diniyeye ve erbabının şerefine işaret var­dır. Çünkü; usul-ü itikadiyede delillere nazar etmek vaciptir, tak­lit muteber değildir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bu âyette kulları­na delâile nazar lâzım olduğunu talim buyurmuştur. Vacip Tealâ'-nın vücudunu marifet, delâile nazarla olunca ilm-i zarurî ile ma­lûm değildir. Zira zarurî olarak malûm olan şeyde delile ihtiyaç olmaz.

Masnuatm her zerresi Vacip Tealâ'nm vücuduna delâlet eder­se de bu âyette beyan olunan deliller hem delil hem de insanlara nimet olduğundan bunlar zikr olunmuş tur. Çünkü; Vacip Tealâ'­nm vücudunu ispat için getirilen delillerin hem maksada deli] hem de, o delille istidlal edecek kimselere nimet olması elbette kalp­lerde ziyade tesir eder. Binaenaleyh; şereflerine işaret için bunla­rı zikirle tahsis olunmuştur. [146]

 

Vacip Tealâ vücudunu ve vahdaniyetini kafi delillerle beyan­dan sonra vahdaniyetin zıddı olan şirkin çirkin birşey olduğunu beyan etmek üzere :

[Nastan bazıları AUahü Tealâ'nın dûnunda Allah'a şerikler itikad ve ittihaz ederler ve o şerik itîkad ettikîeri putlara Alîahii Tealâ'ya mahabbet eder gibi mahabbet ederler ve şol kimseler ki iman ettiler, onların Allah'a raahabbetleri müşriklerin putlarına mahabbetlerinden daha ziyade ve şiddetlidir ve nefislerine zulme­den müşrikler azab-ı Cehennem'i görecekleri vakti görseler, vu-kuat-ı azîme görürler ve bilirler ki kuvvet ve kudretin küllisi AI-lahü Tealâ'ya mahsustur ve Alîahü Tealâ'ya şirk edenlere azabı­nın şiddetli olduğunu yakînen idrak ederlerdi.]

Yani; Allah'ın vahdaniyetine bu kadar büyük deliller delâlet ettiği halde nastan zayıf akıllı ve tıynetinde fenalık olanlar Al­lah'ın gayrı şerikler ittihaz ederler ve o şerik itikad ettikleri put­lara Allah'a muhabbet eder gibi muhabbet ederler. Ancak mümin­lerin Allah'a muhabbetleri daha şiddetlidir ve şirki irtikâpla ne­fislerine zulmeden zalimler, yevm-i kıyamette azabı görecekleri zamanı görmüş olsalar pek acip ve garip vukuat görürler ve bilir­ler ki kuvvetin hepsi Allah'ındır ve Allah'ın azabı şiddetlidir. On­ların Allah'ın şeriki dedikleri putlarında asla kuvvet olmadığını ve kendilerine nazil olan azabın bir zerresini bile defa kadir olma­dıklarını bilirler ve lâkin dünyada o manzarayı görmek mümkün olmadığından putlara ibadetle zulümlerine devam ederler.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran endatla murad; müşriklerin raabud ittihaz ettikleri putlar olduğu gibi Allah'a masiyette, itaat edip rahber ittihaz ettikleri reisleri dahi murad olabilir. Çünkü; insanların günah işlemeye davet edenlere icabet etmeleri ve seve seve arkalarından gitmeleri fart-ı muhab­bet neticesi olduğunda şüphe yoktur. [147]

Vacip Tealâ müminlerin zat-i ülûhiyetine muhabbetleri devamlı ve zeval arız olmayacağını işaret için müminlerin muhabbetini beyan sadedinde cümle-i ismiyesiyle varid ol­muştur. Amma müşriklerin Vacip Tealâ'ya muhabbetlerinde de­vam o] madiği gibi, kendi putlarına dahi muhabbetlerinin devam üzere olmadığına işaret için teceddüde delâlet eden muzari' siğası varid olmuştur. Çünkü; ehl-i şirk mabudlarım elleriyle yaptıkları cihetle bir zaman muhabbet ettikleri puttan daha güzel birini yap­tıklarında veya gördüklerinde evvelkinden muhabbetleri zail ola­rak ikinciye muhabbet etmeye başlarlar ve belki evvelkini ateşe vurur yakarlar. Ancak muztarip kaldıklarında putların küllisini terkederler ve AJlahü Tealâ'ya yalvarırlar, müzayaka geçince tek­rar puta ibadet ederler. Velhasıl emr-i ilâhinin hilâfına olan her-şey ıztıraptaa ve tereddüdden hâli olamaz.

Hulâsa; bu âyetle dört şey beyan olunmuştur: Birincisi; müş­riklerin Allahü Tealâ'ya mahabbet eder gibi putlara mahabbet et­meleridir, İkincisi; müminlerin Allahü Tealâ'ya muhabbetlerinin daha kuvvetli olmasıdır. Üçüncüsü; zalimlerin azab-ı âhireti gör­dükleri zamanı görmüş olsalar pek büyük ve dehşetli şeyler gör­müş olurlar ki bu dünyada o dehşeti tasvir etmek mümkün ola­maz. Dördüncüsü; kuvvetin kâffesi Allahü Tealâ'ya mahsus oldu­ğunu ve azabının şiddetini bilmeleridir.  [148]

 

Vacip Tealâ müşriklerin putları mabud ittihaz ettiklerini ve azab-ı Cehennem'! gördüklerinde pek şiddetli vukuat görecekle­rini ve azabı görünce putlarını ve tâbi. oldukları reislerini terke-deceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Allah'ın azabı sol zamanda şiddetli olur ki, o zamanda kendilerine ittiba olunan putlar veya reisler, ittiba eden kimselerden teberri ederler ve onlar azabı görünce azaptan kurtulmak ve be-raet etmek için arz-ı ihtiyaç ederler ve beyinlerinde olan esbab-ı ülfet ve ünsiyet kalkar ve münasebetleri kesilir. O putlara veya reislere ittiba edenler derler ki, «Ah ne olsa olsa da dünyaya bi­zim için bir kere daha dönmek mümkün olmuş olsa, âhirette bi­zim mabudlarm bizden teberri ettikleri gibi biz de dünyada onlar­dan teberri ve iraz etsek ve intikamımızı alsak» demekle nedamet­lerini izhar ederler. İşte şu dehşetli surette azabı gördükleri gibi Allahü Tealâ onlara amellerini hasret ve kendilerine nedamet ola­rak gösterir. Halbuki onlar Cehennem'den çıkar olmadılar.]

Yani; kıyametin azabı o kadar şiddetli olur ki, o şiddeti şol zamanda görmeli. Zira; o zamanda müşriklerin dünyada ittiba et­tikleri mabudlan ve onları idlâl eden reisleri onlardan iraz eder­ler ve dünyadaki gibi riyaset iddiasında bulunmaz ve herşeyden vazgeçerler ve o günün azabını görünce herkes kendi derdinden gayre bakmaya vakit bulamaz. Binaenaleyh; beyinlerinde olan tâbiiyet ve metbuiyet kalkar ve bütün ülfet ve mahabbet esbabı kesilir ve ortada âbidiyet ve mabudiyet neşeleri kalmaz. İşte o za­manda tâbi olanlar metbularmın hallerini görünce «Keşke biz dünyaya bir daha dönsek de metbularımızm bizden teberri edip kaçtıkları gibi biz de onlardan teberri etsek» derler. Fakat ne fay­da ki, bu sözleri muhali temenni kabilindendir. İşte kıyamette Allahü Tealâ onlara azabı gösterdiği gibi onların amellerini onlara hasret ve nedamet olarak gösterir. Halbuki bu kadar fiza' ve fer­yada karşı onlar Cehennem ateşinden çıkar olmadılar.

Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette kendile­rine ittiba olunanlarla murad; kavmin reisleri ve emr-ü nehye muktedir olanlarıdır. Veyahut ibadet ettikleri puttandır. Ve yevm-i kıyamette âbidlerle mabudlar arasında cereyan edecek muhakeme ve muhasamayı icra etmek için Vacip Tealâ putlara lisan verir ve beyinlerinde bu âyette beyan olunduğu veçhile mu-haseme cereyan eder. Teberriyle murad; söziyle reddet­mektir. Çünkü tâbi'ler: «Siz bizi idlâl ettiniz ve biz size ibadet ve emrinize itaat ettik» dediklerinde, onlar : «Biz size ittiba edin de­medik ve azaptan da sizi kurtaramayız» demekle reddederler. Yahut onları idlâl eden rüesanın kendilerine nazil olan azabı defede-memeleri bunlardan teberridir. Çünkü; reisleri kendilerinden aza­bı defedip nefislerini kurtaramaymca avam-ı nâsa menfaatlerinin olamayacağı meydana çıkması onlardan teberri demektir.

Beyinlerinde kat' olunan esbapla murad; dünyada bir­birlerine olan muhabbetleri ve birlikte işledikleri amelleri ve it­tifak etmek üzere vaki olan yeminleri ve ahidleriâir. Ve bunların cümlesi o günün azabını görünce mahvolup gideceğini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; aralarında rabıta-i it-tihad kalmayacağı gibi hatta hiçbirisi Öbürünün yüzüne bile bak­mayacağı bu âyetle sabittir.

Kendilerine hasret olacak amelleriyle murad; zayi ettikleri amelleridir. Çünkü; ameli zayi etmenin aynı mazarrat olduğunu görünce niçin zayi ettiklerine nedametlerinin aynı hasret olacağı beyan olunmuştur. Ve işledikleri günahları, üzerlerine vebal oldu­ğu için hasrettir ve küfürleri sebebiyle zayi olan amelleri dahi bu kabildendir.   Hasret;   şiddetle nedamettir.

Hulâsa; dünyada günahkâr olan kimselerin ittiba ettikleri re­islerinin, âhirette onlardan uzak olup sözlerini reddedip ve azap­larını defedemeyecekleri ve tâbi' ile metbûu bir araya getiren se­beplerin münkati' olup aralarında muhabbetin kalmayacağı ve tâ-bilerin : «Keşke dünyaya dönmek mümkün olsa da onlar bizden nasıl uzak kalmışlarsa biz de onlara o suretle uzak dursak» diye­cekleri ve amellerinin aynı hasret olacağı ve onların Cehennem'-den asla çıkamayacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [149]

 

Vacip Tealâ tevhidin delillerini ve ehl-i tevhidin sevaplarını ve müşriklerin azaplarını ve kendilerini idlâl eden rüesaya ittiba edenlerin nedametlerini beyandan sonra dünyada küfür, Allah'ın nimetlerine mani olmayıp âsî ve muti' cümlesi in'am-ı ilâhiden müstefid olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey nasî Sizin için yeryüzünde halk olunan nimetlerden ha-lâl ve tayyip olarak yeyin ve rızkınızı kesbederken Şcytan'ın ves­vesesine ittiba etmeyin. Zira Şeytan; sizin için açık bir düşman­dır.] Binaenaleyh; sizi harama teşvik eder. Onun sözüne aldan­mayın.

Yani; tevhid-i Bari'yi yerine getirmek lâzımdır. Lâkin nzık hususunda muvahhidle, muvahhid olmayanın farkı yoktur. Bina­enaleyh ey nas! Arzda Allah'ın halk edip size mubah kıldığı şey­leri halâl ve tayyib olarak ekledin ve Şeytan'm gösterdiği hatıl yollara ittiba etmeyin. Zira Şeytan halâli haram ve haramı, halâl göstermek suretiyle insanı hava ve hevese sev keder ve batılı bak göstermekle idlâl eyler. Çünkü; Şeytan sizin için açık bir düş­mandır.

Halâl; intijaı mubah olan şeydir. Zira manâ-yı aslis1 : birşeyin bağını çözmektir. Şu halde intifaa mani olmayan şey ke-enne bağı çözülmüş demektir. Çünkü hürmetin sebebi; ikidir: Bi­rincisi; habaset ve mazarrattır. Binaenaleyh insana mazarrat ve­ren şey; haramdır. İkincisi; gayrın hakkı taalluk etmektir. Bina­enaleyh; izni olmaksızın bir kimse âharin malından intifa edemez. Tayyib; hürmet şüphesinden âri olan nimettir. Ş e y -t a n ' ı n hutuvatıyla murad; Seylan'ın vesoese ve desiseleriyle insanı aldatmak için kurmuş olduğu tuzaklardır.

Ayet-i celile; Beyzavî'nin beyanı veçhile (Beni Huzaa)'dan birtakım kimselerin bazı et'ime-i nefiseyi kendilerine haram kıl­maları üzerine nazil olmuş ve yeryüzünde insanın intifaı için Al­lah'ın halk edip mubah kıldığı nimetlerin halâl olduğunu ve halâl olan nimeti, insanın haram kılmasıyla haram olmayacağını beyan etmiştir. Bu âyette emri ibahe içindir.

Bu âyet üç hüküm üzre müştemeldir. Birincisi; Allahhn halk ettiği nimetleri yemek mubah olduğu, ikincisi; Seylan'ın desise­lerine aldanmak caiz olmadığı, üçüncüsü; Şeytanın iv san için açık ve adaveti meydanda bir düşman olduğudur. [150]

 

Vacip Tealâ, Şeytanın göstereceği yollara «itmek caiz oldığını beyandan sonra Şeytan'ın adavetim ispat etmek üzere buyuruyor.

[Ancak size Şeytan kötülük ve kabahatle ve bilmediğiniz şe­yi Allahü Tealâ hakkında söylemenizle emreder.]

Yani Şeytan; size adaveti meydanda bir düşmandır. Zira; size günahla ve sizi rüsva edecek fuhşiyatla emredip sizi birtakım lâ­yık olmadık ef'aî ve akvale sevkettiği gibi itikad cihetinden de if-sad etmek iv/c-re Allahü Tealâ hakkında bilmediğiniz şeyleri söy-lemekliğinizİ dahi emreder. Binaenaleyh : Akil olan bir kimse için Şeytanin na aldanmamak lâzımdır.

Sv' ve fahşa ; akim inkâr ve şer'in çirkin addettiği şeyi*. ı \ih. YJml s (i ' ; ayn-ı günah ve j a h § a ' ; günahta haddini tecavüz eden, fena jiildir ve Şeytan'm emriyle efal-i ka-bih^yı ivvrh) ederek insanı -ıld^tıp ync ve sefahe^e götürmek ve şanım t;ı1ı*ir etmektir. Şeytan'ıı* işi daima kötü]ükle emretmek olduğuna bu âyet delâlet, eder. Alhıhü Tealf: üzprine bilmediğini söylemek; halâlo haram ve harama ha lal demek ve mezahib-i fa­side ve itikadnt-ı batılo icad etmektir. Çünkü, mcrsatl-i itikadiye delâil-i yakîniye üzerine; ipüna ettiğinden Allahü ToahVmn zat ve sıfat ve efali hakkında yakînen bilmediği oirşeyi söylemek cınv. olmadığım Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.

Âyet-i celile itikadda mukallid olan kimseyi zem etmiştir. Çünkü mukallid; bilmeyerek gayrı taklid ederek söylediği cihetle bu âyetin sadık olduğu kimselerden olmakla mezmumdur. Binaen­aleyh itikadiyatta makbul olan; istidlaldir, taklid değildir. [151]

 

Vacip Tealâ Şeytan'm insana kötülükle emrettiğini beyandan sonra Şeytan'm idlâliyle müşriklerin babalarını taklidden vazge­çemediklerini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirlere ve bilhassa Yahudilere ve müşriklere Allah'ın in­zal ettiği Kur'ân'a ittiba edin denildiğinde onlar derler ki: «Biz Kur'ân'a iman etmeyiz. Babalarımızı, üzerinde bulduğumuz dine ve mezhebe ittiba ederiz" demekle mezheplerinde inatlarını izhar ederler. Onlar bu sözü söylerler de babaları hiçbir şey bilmez ve bir matluba vasıl olmaz olsalar dahi yine babalarına mı ittiba ederler?]

Yani; ehl-i küfre taraf-ı risaletten Kur'ân'a ittiba etmeleriyle emrolundukta onlar: «Biz babalarımıza ve onların itikadlarma ittiba ederiz ve dinimizi terkedemeyiz» demekle cevap verdiler. Onların bu cevapları üzerine tekdir tarikiyle Cenab-ı Hak: «Ve­lev ki babaları birşey bilmez ve umur-u dinde tarîk-i savaba vasıl olmasalar dahi o cahil babalarına mı ittiba ederler?» demekle ce­vaplarım reddetmiştir.                          

Âyet-i celile mesail-i itikadiyede istidlalin vacip olduğuna delâlet eder. -Amma mu'cizatla nübüvvetini ispat eden nebiye ve furû-u â'mâlde müçtehidin-i kirama şer'ân tebaiyet edilmek vacip olan zevata ittiba; Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a ittibadır. Mezmum olan taklid bu değildir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyet-i celile müşrikler hakkında nazil olmuştur. Zira; Resulullah onları Kur'ân'a ve sair delâil-i şer'iyeye ittibaa davet ettiğinde onların: «Biz babalarımızın dini­ni terkedemeyiz. Çünkü; onlar bizden daha âkil ve âlimlerdi» de­meleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Hernekadar âyet müşrikler hakkında nazil olmuşsa da taklide musir olan insanlar herhangi milletten olursa, olsunlar bu âyetin zemminde dahildir­ler. Binaenaleyh; itikadiyatta taklid derekesini terkle istidlal de­recesine varmak lâzımdır. [152]

 

Vacip Tealâ kâfirlerin taklidi terkedemediklerini beyandan sonra onların taklidde ısrarlarının sebebi söz dinlemedikleri oldu­ğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Kâfirleri imana davet eden Resulün misali ve sıfatı şol kim­senin sıfatına benzer ki, o kimse işitmez, ancak bir şada işiten hayvana nida eder ve o hayvan duyduğu sadanın manâsını bilmez. İste; kâfirler kendilerini hakka davet eden nebinin sadasını işitir­lerse de intifa etmediklerinden işitmemiş sağırlar gibidirler ve hakkı söylemekten sükût ettiklerinden tatlar(lâl) gibidirler. Ve hakkaniyete delâlet eden delilleri gördükleri halde intifa etmedik­lerinden keenne gözleri görmez körlerdir. Binaenaleyh; onlar men­faatlerini idrak edemezler.] Şu halde halleri; yalnız bir ses işitip manâsım bilmeyen hayvanatın halleri gibidir. Şu manâya nazaran enbiyanın sıfatı; koyun çobanının sıfatına benzetilmiştir. Yahut âyetin manâsı: [Kâfirlerin sıfatları behâimin sıfatları gibidir. Zi­ra; çoban tarafından kendilerine nida olunan hayvan ancak bir ses işitip ve kendine bağırıldığım bilip, manâsını anlamadığı gibi, kâ­firler de rusul-ü kiramın davetini işitirler ve lâkin intifa etmezler. Binaenaleyh; hayvanattan farkları yoktur ve mücerred babaları­nı taklid edip, hakikati bilmemekte behaim gibidirler. Zira; baba­larının gittiği yola giderler ve lâkin ondan görecekleri zararı bil­mezler. ]

Hulâsa; kâfirlerin halleri mücerred sadayı işitip, manâsını anlamayan hayvanatın halleri gibi olduğu ve onların her nekadar aza-yı zahiriyeleri tamsa da o azayı lâyıkıyla istimal etmediklerin­den gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri tat (lal) menzilinde ol­dukları ve hakikati aramaya ve buldukları zaman kabule sa'y et­mediklerinden mecnun mesabesinde, bulundukları bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [153]

 

Vacip Tealâ kâfirleri behaime teşbih ettikten sonra kıvamına hadim ve hayatını idameye sebep olan yemekliğin ahkâmını be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i iman! Bizim sizi merzuk ettiğimiz rızkın güzellerin­den yiyin ve o nimet mukabilinde AUahü Tealâ'ya şükredin. Eğer Allah'a ibadet ederseniz.]

Yani; taraf-ı ilâhimizden size ihsan ettiğimiz rızkın halâlin-den ve bedenlerinize zarar vermeyecek güzellerinden ekledin ve o nimet mukabilinde üzerinize vacip olan şükrü eda edin ki, küf-ran-ı nimet etmiş olmayasımz, eğer Allah'a ubudiyetinizi eda edi­yorsanız.

Vacip Tealâ bundan evvel yeryüzünde mevcut olan nimetler­den ekli, cemi7 nâsa mubah kıldıktan sonra bu âyette bilhassa mü­minlere tayyib olan nzıkları arayıp onunla intifa etmelerini em­retmiştir. Zira tayyib olan nzıkta manevi mesuliyet yok, çünkü halâldır. Maddi zahmet de yok, çünkü vücuda nâfidir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile taam yemekte hüküm; dört­tür : Birincisi; eğer nefsini teleften kurtarmak için yerse farzdır. İkincisi; nefsinden zafiyet gibi zararı izale için yerse vaciptir. Üçüncüsü; müsafirin utanmaması için müsafire. refakatle yerse, menduptur. Dördüncüsü; şu avarızdan ve garezden salim olarak yerse mubahtır. Binaenaleyh; bu âyette yemekle emir ibahe için­dir. Zira; herşeyde aslolan avarızdan salim olmak olduğu gibi ye­mekte dahi aslolan avarızdan salim olmaktır. Şu halde bu âyette aslolan emir; ibahe için olmaktır.

ibadetin ancak'şükürle tamam oiacağına işaret için: «Eğer ibadet ederseniz Allah'a şükredin» buyurmuştur. Şükrün üç kıs­mı vardır:

Birincisi; kalpte şükürdür ki, nimeti veren mün'imini bil­mektir.

İkincisi; lisanla şükürdür ki kalbinde olan marifetini lisaniyle izhar edip mün'imini sena etmektir.

Üçüncüsü; aza-yt cevarihle şükürdür ki bütün vücuduyla Ce-nab-ı Hakka tazîmedip, ibadeti lâyıkıyla eda etmektir. Şükür; ni­met mukabilinde olduğundan Vacip Tealâ tayyib olan rızkı eklile emrettikten sonra şükürle emretmiştir ki, o şükür sayesinde rızık-lan payidar olsun. Çünkü; şükrü eda olunmayan nimet; daima zevale maruzdur. Gerçi dünya nimetlerinin hepsinde beka yoksa da şükrü eda olunan nimet diğerinden daha ziyade devam eder de­mektir. [154]

 

Vacip Tealâ halâl olan rızkı eklile emrettikten sonra -haramın envaını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ancak sizin üzerinize ölmüş hayvan İaşesi ve akmış kan ve hınzır eti ve boğazlanırken put veya Şeytan gibi Allah'ın gayrı birşeyin ismi zikrolunan hayvanın eti haram kılındı ve bunlar ha­ram olunca bir kimse şehevatına tabi olup zulmetmeyerek ve gay­rın hukukuna tecavüz etmeyici olduğu halde şu haram olan şey­leri açlık sebebiyle ekletmeye mecbur ve muztar olursa bunları yemesinden dolayı onun üzerine günah yoktur. Zira; Allahü Tea­lâ muztar olarak eklinden neşet eden kusurunu mağfiret eder ve hal-i ıztırarda ekline ruhsat vermekle merhamet buyurur.] Çün­kü; hal-i ıztırarda o kimsenin ekline müsaade etmemiş olsaydı, aç­lıkla helak olacaktı.

M e y t e ; meşru veçhile boğazlanmaksızın kendi kendine bir afetle helak olan hayvanın lâşesidir.

Lâşe; vücud-u insana mazarrat verdiğinden bilittifak haram­dır. Zira; etıbbanın beyanları veçhile İaşede muzır mikroplar çoktur, binaenaleyh; bünye-i insaniyeyi helakten muhafaza için Ce-nab-ı Hak haram kılmıştır. Ancak çekirgeyle balığın boğazlanmak-sızın halâl olduğuna dair hadîs-i şerîf mervidir. Balıkların, olduğu gibi eklolunup boğazlamak zahmeti olmadığı malûmdur.

Kezalik kan haramdır. Zira; necis olduğundan intifa caiz de­ğildir. Ancak ciğerler kan oldukları halde gerek akciğer, gerek ka­raciğer halâldir. Zira; onlar uyuşmuş bir dereceye kadar ete karıp olduklarından şeriat onları halâl kılmıştır.

Hınzır'in cemi eczası haramdır. Hayvanattan en ziyade intifa olunan cihet' eti olduğuna binaen yalnız eti zikrolunmuştur.

Şeytan veya put gibi şeylerin isimleriyle kesilen hayvanın eti lâşe gibidir. Binaenaleyh; müşrikin kestiği hayvanın eti eklolunmaz.

Açlıktan dolayı muztar olan kimse için haram olan şeyi yeme­ye ruhsat; helakten kurtulabileceği miktardır. Binaenaleyh; helak­ten kurtulacak miktarından ziyadesi haramdır. Zira zaruretle sa­bit olan şey; zaruretle Ölçüldüğünden, zaruretten ziyadesine ruh­sat yoktur.

Haramı ekle muztar olan kimsenin haramı yemesinde iki şart vardır : Birincisi; nefsin arzusuna ittiba ederek ekletmekle bâğî olmamaktır. İkincisi; başkasının hukukuna tecavüz etmemektir. Yani; kendi gibi bir muztarm rızkını elinden almamalı demektir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile haram olan şeyi yemeye mec­bur olan kimsenin yanında muharrematın kâffesi bulunsa muhay­yerdir, zaruretini defetmekte muharremat içinden hangisini ister­se onu ihtiyar eder. Zira; hürmette cümlesi müsavidir. Binaena­leyh; içinden birini ihtiyar etmekte onun için mesuliyet yoktur, arzusu veçhile zaruretini izale eder.

Hulâsa; ölmüş hayvan leşi ve hınzır eti ve akmış kan ve Al­lah'ın gayrı birşeyin ismini zikrederek kesilen hayvanın eti haram olduğu ve haram olan şeyi yemekte muztar olan kimsenin zaruret miktarını geçirmemek lâzım bulunduğu ve âharin hukukuna te­cavüz olunmamak şartıyla eklinde günah olmadığı bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [155]

 

Vacip Tealâ muztar olan kimsenin haram olan şeyleri zarure­tini izale edecek kadar yemesinde günah olmadığını beyandan son­ra zaruret olmaksızın haramı ekledenlerin cezasını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Şol kimseler kî onlar Allah'ın kitaptan inzal ettiği ahkâmı saklarlar ve o sakladıkları ahkâm mukabilinde az bir para satın alırlar ve onunla intifa ederler. İşte şu ahkâmı saklayan kimseler yemezler, ancak onlar karınlarında ateş yerler ve yevm-i kıyamet­te Allahü Tealâ onlara nazar-ı inayetle söz söylemez ve onları tez­kiye etmez. Binaenaleyh; onlar için azab-ı elîm vardır.]

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; Yehud uleması hak­kında nazil olmuş ve onları âleme karşı ilâ yevm-il kıyam rüsva etmiştir. Onların sakladıkları ahkâm ile murad; Resulullah'ın ev­safıdır. Zira; Resulullah'm zuhuruyla riyasetlerinin zevaline ve kendi kavimleri tarafından mukannen olan atiyelerinin kesilmesi korkusuna binaen Tevrat'ta olan ahkâmı saklarlar ve âhir zaman nebisinin kendilerinden zuhur edeceğini beyan ederlerdi. Bunlar­dan başka ahkâm-ı saireyi de zenginlerinin keyfine göre te'vil ede­rek onlardan bir miktar para alırlardı.

Ahkâmı saklamak; kitabın elfazını değiştirmekle olabilirse de mütevatir olan kitaplarda elfazını değiştirmek ciheti müşkül olup âyeti arzuya göre te'vil ederek manâ-yı aslisinden çıkarmakla manâ-yı hakikisinden uzaklaştırmak pek kolay olduğundan alel-ekser tahrif bu yolda vuku bulmuştur. Binaenaleyh; âyetlerin ma­nâlarını kendi şehevat-ı nefsaniyelerine göre te'vil ederlerdi. Bu gibi tevilâttan maksatları; avamın ve rüesanm nazarlarında mak­bul olmak ve onlardan intifa etmektir.

Bu misilli tahriflere ve ahkâm-ı şer'iyeyi kendi arzularına gö­re te'vile çalışanlar her zaman görülmüş ve bu gibi haller vuku bulmuştur. Ve elan vuku bulmaktadır. Zira; büyük tanıdıkları kimselerin keyfi için ahkâm-ı şer'iyeyi mevzuundan çıkararak on­ların keyfine göre te'vil edip batılı tervice çalışanlar, âlemde her zaman mevcuttur ve bu te'vilât mukabilinde aldıkları para nef­sinde ne kadar çok olsa dahi onun üzerine terettüp eden zarara nispetle pek az olduğuna işaret için Vacip Tealâ semeni azlığıyla tavsif ederek buyurmuştur.

Bu âyette kitabullahın ahkâmını saklayanların dört cihetle azaba müstehak oldukları beyan olunmuştur: Birincisi; karınlan dolusu ateş ekletmeleridir. Çünkü; haram lokma için ahkâmı tağ­yir ettiklerinden mukabilinde aldıkları para ateş mesabesinde olup onu yedikleri gibi âhirette dahi karınları dolusu ateş ekledecekleri beyan olunmuştur. İkincisi; Vacip Tealâ onlara lûtufla söz söyle­meyip nazarı atıfetinden uzak tutmasıdır. Amma gazapla tekellüm edeceği ve günahlarından soracağı diğer âyetlerle sabittir. Üçün­cüsü; Vacip Tealâ'nın onları günahlardan tathir etmeyip sena et­memesidir ki, amellerini kabul ve ezkiya makamına ikame etmez. Zira; necaset gibi insanı telvis eden günahtan taharet kesbedeme-yen kimse, tahir olan kimselerin makamına ikame olunamaz. Dör­düncüsü; acıtıcı azapla muazzep olacakları beyan olunmuştur. Çünkü; Allah'ın ahkâmını bazı kimselerin arzularına uydurmak için te'vil, büyük bir cinayet olduğundan cezası da büyüktür.

Hulâsa; bir kimseye azab etmek ihaneti müstelzim ve ihanet etmek azaptan daha şiddetli ve mesâil-i diniyeyi saklamak haram olup bir âlim için mesâil-i diniyeyi izhar etmek ve muhtaç olanla­ra öğretmek vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cürnlesindendir. [156]

 

Vacip Tealâ kitabın ahkâmını saklayanların cezalarını beyan­dan sonra bu ketmüzere terettüp eden fenalıklarını beyan etmek üzere buyuruyor.

[İşte şu ahkâmı saklayanlar şol kimselerdir ki onlar hidayeti dalâlete ve mağfireti azaba değiştiler. Halleri böyle olunca onlar Cehennem azabına ne acaip sabrediyorlar?]

Yani; şu âyetleri tahrif eden kimseler tahrif sebebiyle hida­yet mukabilinde dalâleti ve mağfiret mukabilinde azabı satm al­dılar. Bunlar ne acaip ateşe sabrederler? Zira; rahatı terkle bede­linde mihneti irtikâb ettiler.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile dünyada insan için meziyet; ilimle beraber doğru yolu tutmaktır. En çirkin şeyse cehaletle be­raber ahlâk-ı zemime ve ef al-i kabihadır. Şu halde en güzel ilmi ve hidayeti, en çirkin olan dalâlete değişmek kadar insanın nefsi­ne hıyanet ve cinayeti olmaz ve herkesin arzu ettiği mağfireti aza­ba değişmek kadar nefsin zararını irtikâb olamaz. Binaenaleyh hakkı saklayan ve ahkâmı tağyir eden kimseler daima mağfireti terkle azabı ve hidayeti terkle dalâleti ve ilmi terkle cehaleti ihti­yar ettiklerinden kâr bedelinde zararı satm almış gibi oldular ki, şu iyileri terk edip fenaları ihtiyar etmelerinden satın almak ma­nâsına olan iştira ile tâbir olunmuştur.

Şu beyan olunan ahvalin cümlesi taaccübe şayan olduğundan Cenab-ı Hak onların hakkı terkederek batılı irtikâpla Cehennem'e girmelerinden «Ne acaip ateşi irtikâpla Cehennem'e sabrederler?)) buyurmuştur. Çünkü; Cehennemi ve Cehennem'i icab eden gü­nahları bilerek irtikâp ettiklerinden keenne azaba razı ve nar-ı ca-hîme sabretmiş oldular.

Muhaveratımızda da bu gibi şeyler cereyan etmektedir. Me­selâ; sultanın gazabım icabedecek kusuru irtikâp eden kimseye : «Sen ne acaip hapsolunmayı ve hapishanede sabretmeyi. ihtiyar ediyorsun» denir. Halbuki o kimse henüz hapsolunmemiştir ve lâ­kin söylediği söz veya işlediği iş kafiyen hapsini icab ettiğinden cNe acaip sabrın var hapse» denir. İşte; bunun gibi kâfirler henüz Cehennem'e girmemişlerse de hıyanetleri herhalde Cehennem'e girmeyi icab eden günahlardan olduğu için: «Ne acaip sabrediyor­lar Cehennem ateşine» denmiştir. [157]

 

Vacip Tealâ hakkı ketmedenlere azabın nazil olacağını beyandan sonra bu azabı icab eden sebep; onların inkâr ettikleri kitabın hakka mukar^n olarak nazil olmuş, olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[İşte şu azabın sebebi onların inkâr ettikleri kitabı Allahü Tealâ'nm hakka mukarin olarak inzal buyurmasıdır ve şol kim­seler ki, onlar kitapta ihtilâf ettiler. Elbette onlar haktan gayet uzak nifak ve şikak içindedirler.]

Yani; ehl-i kitabın hakkı saklamakla şeriatlerinin ahkâmını tağyir etmeleri azaplarına sebep olmuştur. Zira; Allahü Tealâ, re­sulünün sıfatını ve sair ahkâmını cami' olan Tevrat ve İncil kitap­larını hak olarak inzal buyurmuştur ki, hak olan kitabın ahkâmını saklamak elbette azabı icab eder ve kitabın âyetlerinde ihtilâf eden ehl-i kitap nifak ve şikak içinde muztariplerdir. Çünkü; on­ların hernekadar Resulullah'a adavette zahiren ittifakları varsa da hakikatte aralarında nifak olduğunu bu âyet beyan etmiştir. Ahkâmı tağyirin aslında muvafakatları varsa da keyfiyetinde her-biri diğerine muhaliftir. Çünkü; herkesin te'vili başka başkadır. Binaenaleyh; bu hususta aralarında birçok münazaalar cereyan etmiştir. Zira hakikati tağyir; her zaman bâdi-i niza' ve endişe olmuştur. Gerçi hakikati tağyir bir zaman-ı muvakkat için setro-lunabilirse de hakikat her zaman hakikat olduğundan erbabı onu arayıp bulmaktan ve meydana çıkarmaktan hâli kalmadıkları gi­bi, setretmek isteyenler de setretmek için çalışıp, meydana çıkar korkusuyla herhalde bâdi-i ıztırap ve endişe olmaktan hâli kal­mazlar. Binaenaleyh; birgün gelir ki, o hakikat yerini bulur ve saklamak isteyenler makhur ve münhezim olurlar ki, her zaman hakkı batıla değişmek isteyenlerin hali böyle- olduğu görülmek­tedir. [158]

 

Vacip Tealâ ehl-i kitabın kitaplarında bazı ahkâmı sakladık­larını ve bu sebeple muazzep olacaklarını beyandan sonra onların her saadeti Beyt-i Mukaddes'e teveccühten beklediklerini red ve esbab-ı saadeti beyan etmek üzere buyuruyor.

[İyilik yüzlerinizi maşrık ve mağrip cihetlerine döndürmek­ten ibaret olmadı ve lâkin iyilik sol kimsenin iyiliğidir ki o kimse Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete ve meleklere ve kitaplara ve enbiya-yi zişana iman etti. İşte iyilik onun iyiliğidir. Ve dahi iyi­lik şol kimsenin iyiliğidir ki o kimse mala mahabbet edip ihtiyacı derkâr olduğu halde akraba ve taallükatmdan muhtaç olanlara ve yetimlere ve fakr-ü faka kendilerini oturtmuş olan miskinlere ve misafirlere ve ihtiyacından dolayı zillet ve suali ihtiyar eden sail-lere ve esirlerin ve kölelerin halâs olmalarına malını veren ve na­mazını ikame edip zekâtını mahalline sarfeden kimsenin iyiliği an­cak iyiliktir. Ve iyilik şol kimselerin iyiliğidir ki onlar Allah'la ve nasla muahede ettiklerinde ahidlerini ifa eder ve yerine getirir­ler ve fakr-ü faka gibi şiddet-i ihtiyaç ve hastalık gibi mazarrat ve düşmanla muharebe ve mihnet zamanlarında sabreden kimsele­rin iyiliği ancak iyiliktir. Yoksa mağrip ve maşrık cihetine tevec­cüh etmek iyilik değildir. İşte şu evsafı cami olan zevat imanla­rında ve ahidlerinde sadık olanlardır ve şu sayılan iyilikleri işle­yen kimseler ancak mü t tekil er di v.]

Birt ; hayır ve merzi olan her jule ve ihsan kabilinden olan herşeye denir. Bu âyet yalnız ehl-i kitabı red için nazil olmuş­tur. Çünkü; kıble Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvül edince ehl-i kitap, bundan evvel beyan olunduğu veçhile sözü çoğalttılar, hatta o derece ileri gittiler ki, herkes «Birr, yani iyilik ve saadet ancak kendi kıblelerine teveccüh etmektedir» dediler ve her iyi­liği kendi kıblelerinden beklemek lâzım olduğunu iddia etmeleri üzerine Cenab-ı ?Hak onları reddetmiş ve bu vurmuştur ki «tvi-lik ve saadet sizin iddianız gibi kıblenize teveccühte değildir. Zi­ra; sizin kıblenize teveccüh mensuhtur, meşru değildir. Ancak iyi­lik taraf-ı ilâhimizden beyan olunup müminlerin de kabul ettik­leri ahkâm-ı şer'iyeyle amel etmektedir» demekle ehl-i kitabın id­dialarını reddetmiştir.

Yahut âyette hitap; ehl-i kitap ve müminlerin cümlesinedir. Zira; kıble meselesi Yehud ve Nasara ve ehl-i islâm her cümlesi arasında epeyce mucib-i kıyl-ü kaal ve münakaşa olmuştur. Bina­enaleyh Cenab-ı Hak bu âyeti inzal ile umumunu red ve iyiliğin nelerden ibaret olduğunu beyan buyurmuştur.

Beyan olunan iyilik esas itibariyle beştir; Birincisi; iman, ikincisi; maliyle muhtaç olanlara iane, üçüncüsü; eda-yı salât, dördüncüsü; ahdini ifa, beşincisi; hal-i şiddet ve hal-i vils'atle sabır etmektir. Bu beşten birincisi olan imana gelince : Beş şeye îman etmek lâzımdır. Onlar da. Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhire w ve vıeleklere ve kitaplara ve enbiya-yı izama iman etmekitr ki, birinci derecede iyilik de budur. Zira bu beşe iman; üss-ül esas olduğundan bunlara iman olmadıkça hiçbir amel makbul olamaz. Halbuki ehl-i kitap bunlardan Allah'a imanı; (Üzeyr) ve (İsa) (A.S.)'a «Allah'ın oğludur» demekle ve âhirete imanı; «Cennet'e girecek kimseler ancak Yehûd ve Nasara olacak <> demekle ve me­leklere imanı; Cibril'e ve sairlerine adavet etmekle ve kitaplara imanı Kur'ân'ı inkâr etmekle ve enbiyaya imanı bazısına iman ve bazısını red ve katletmekle ihlâl ettiler. Binaenaleyh; hiçbirine lâyıkıyla iman edememişler ve herbirinin şanına lâyık olmadık şeylerde bulunmuşlardır.

İmandan sonra iyilik; mala mahabbet ettiği zamanda malını Allah'ın emri veçhile evvelâ akrabaya vermektir. Zira; akrabaya iyilik; hukuk-v, karabete riayet ve süa-i rahim olduğundan iki ci­hetle ibadettir. Çünkü; hem sadaka, hem de sıla demektir. Bina­enaleyh âyette akrabaya ihsan; sairlerine ihsan üzere takdim olun­muştur.

Akrabadan sonra eytama riayetin lüzumu beyan olunmuştur. Çünkü yetimler; terbiye ve himaye edecek babadan mahrum ol­dukları cihetle merhamete şâyân ve muavenete ihtiyaçlarının zi­yade olmasına binaen Cenab-ı Hak bu âyette onlara riayeti ikinci derecede tavsiye etmiştir.

Sair fukara ve memleketinden uzak düşen yolcu ve misafir­lere ve kuut-u yevmiyesini nâstan1 istemeyle arz-ı ihtiyaç eden saillere ve borcu olan köleleri ve esirleri kayd-ı esaretten kurtar­mak için malını vermek iyilik olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette üçüncü derecede beyan etmiştir.

Mala mahabbetle beraber vermekte sevap ziyade olduğuna işaret için «Mahabbetle beraber verilmesin sarahaten zikrolur-muştur. Zira muhabbet ettiği malını vermek; nefsüzere ağır oldu­ğundan fazileti ziyade olacağında şüphe yoktur. Ve Resulullaha »Hangi sadaka efdaldir?» denildiğinde "Senin vücudun sağlam ve maişete ihtiyacın ziyade olduğunda verdiğin sadaka efdaldir» bu­yurduğu mervidir. İşte bu hadîs-i şerif âyet-i eoiileyi lefsir ediyor ki, insanın mala ihtiyacı ve mahabbetiyîe beraber muhtaç olanla­ra bir miktarını iane otrnosi elbette iyiliktir.

AhidIe murad; bir kimsenin Rabbisine karşı eda etme­sini kabuVve iltizam etliği tekâlif-i ilâhiye ve peygamberine kar­şı iltizam, ettiği iman, imaret ve dine hizmet ve dostunu dost ve düşmanım düşman bilmek ve insanların kendi aralarında yekdi­ğerine karşı taahhüd ve iltizam ettiği şeylerin cümlesini yerine getirmektir. Meselâ alış verişte ve bilcümle muamelâtta vo testim ve tesellümde ve kâffe-i ukudatın şeraitinde velhasıl cenı'iyat-ı beşeriyettin ihtiyr.cı olan herşeyde insanın kendine lâzım ol-în ve-zaifi bihakkın ifa etmek ve yerine getirmek bu ah idde d;ıhüdir. Binaenaleyh; tekalif-i ilâhiyeden birini kabul etmeyen kimse ah­dini nakzetmiştir.

Bu âyet; diyanet-i islâmiyenin esasını ve ruhunu cami'dir. Zi­ra insan için lâzım olan vezaif-i diniye; iki şeyle cem1 olur ki, iman ve ameldir. Amel de iki şeyle hasıl olur ki mal ve bedendir. Bu âyette iman, amel, ibadet-i bedeniye ve maliye beyan olunduğu cihetle âyet; usul-ü itikadiye ve furû-u â'mâlin c'ımlesini cami'dir. Binaenaleyh, âyetin şâmil olduğu ahkâm;  mekârim-i  ahlâk.ı-ı osasini teşkil eder. Zira iman; herkese lâzım olduğu gibi ebna-yı cin­sinden muhtaç olanlara muavenet herkesin memnun olacağı bir-şeydir ve sözünde sebat edip ahdini ifa ve sürurlu ve kederli hal­lerinde sabra devam etmek £adar insan için büyük bir meziyet olamaz. Âyet-i celiledeyse bunların cümlesini beyan ve bu mekâ-rim-i ahlâkı tahsile sa'yüe insanın nefsini tezyin etmesi lâzım ol­duğuna işaret olunmuştur.

Rikab ; rakabenin cemidir. Bu makamda rakabe; şahs-ı memlûk manasınadır. Bedeli kitabete kesilmiş olan abdin bedelini vererek, onu memlûkiyetten çıkarıp hürriyetini eline vermek se­vap olduğu gibi düşman elinde esir olan mümin biraderinin bede­lini verip esaretten kurtarmak da sevaptır.

İman edilmesi lâzım olan her mesele âyette beyan olunan beşte dahil olduğundan bu beşi zikirle iktifa olunmuştur. Zira; Allahü Tealâ'ya imanda zatına ve cemîi sıfatına iman dahil oldu­ğu gibi âhirete imanda dahi ahval-i âhiretin kâffesine iman dahil­dir. Meleklere iman; meleklerin evsafına ve ahvaline imanı ve ki­taba iman; kütüb-ü ilâhiyenin cemisine imanı ve enbiyaya iman; nübüvvetlerinin sıhhatine ve şeriatlerinin hak olduğuna imanı müstelzim olduğundan bu âyet iman edilmesi lâzım olan şeylerin cümlesini beyanda kâfidir. [159]

 

Vacip Tealâ icmalen ahkâm-ı islâmiyeye işaret ettikten sonra ahkâm-ı şer'iyenin mühimlerinden olan kısasa müteallik mesaili beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey ehl-i iman; sizin üzerinize kasdî olarak bir kimse tara­fından katlolunan maktulün misliyle kısas etmek vacip ve icrası farz kılındı. Binaenaleyh; maktul olan hür bedelinde kaatil olan kimse kısas olunduğu gibi abid bedelinde abid ve hatun bedelinde hatun kısas olunur ve kısas meşru olduğu halde kaatil olan kimse maktulün velisi7olan mümin biraderi tarafından kaatilin kısasın­dan hissesine isabet eden azıcık bir cüzünü affederse, affeden kim­seye vacip olan şey; dinde ma'ruf olan miktara ittiba' edip ziyade bir şey taleb etmemektir. Yani; «affettim» diyerek kaatilden fazla birşey istememek ve diyet-i şer'i neyse onunla iktifa etmek vacip­tir ve kaatil olup da kısastan affolunan kimse üzerine dahi vacip olan; diyeti tamamiyle zamanında verip noksan vermemek ve te­hir etmemektir.

[İşte şu kısası affın cevazı ve diyete inkılâbı Rabbiniz tara­fından sizin yükünüzü hafifletmek lûtf-ü ihsandır. Hal böyle olun­ca af vaki olduktan sonra bir kimse kaatile tecavüz ederek kaatili katletmekle zulmederse, onun içim azab-ı elîm vardır.] Zira kaatil; evliya-yı maktulden birisi tarafından affolunmakla masum oldu­ğu cihetle katli haram olduğundan, elbette onu katletmek azab-ı elîmi müstelzimdir.

Âyette manasınadır. Yani: «Kaatili kısas etmek farz kılındı» demektir. Kısas; insanın, kendinin baş­kasına lâyık gördüğü katli kendi nefsine reva görmesi ve onun gayra işlediği fiil-i katlin kendine işlenmemesidir. Binaenaleyh; ahari katleden kimsenin katlettiği kimse mukabilinde kendinin katlolunmasına kısas denmiştir ki, maktulü katleden kaatil; mak­tul bedelinde katlolunmakla kendi fiilinin cezasını nefsinde gör­mesidir.

Kısasın icrası; ülûVemre ve ülüVemrin vekillerine vaciptir. Fakat kısasın icrasında; maktulün bilcümle veresesinin kısası is­temeleri şarttır. Onlar istemez veyahut affederlerse velev ki için­den birisi affetse kısas sakıt olur ve maktulün bedeli diyete inkı-lâbeder.

İmanı-ı Âzam indinde kısasta müsavat, ruhu izalede olduğundan kaatü maktulü her ne suretle katlederse etsin kısas,    kılıçla kaatilin ruhunu izale etmektir.

Kaatili, veresenin hepsi veyahut içinden birisi affedince, kı­sas diyete inkılâbeder. Binaenaleyh, diyeti suret-i meşrûada iste­mek haklarıdır. Şu halde diyet-i meşruanın haricinde birşey iste­meye hakları olmadığı gibi kaatilin dahi onlara vereceği diyeti zahmetsiz ve ezasız vermesi lâzım olduğundan, Cenab-ı Hak her iki tarafın vazifelerini ve yekdiğerine karşı takınacakları vaziyet­lerini beyan buyurmuştur. Hatta iş bu minval üzere kararlaştık-tan sonra evliya-yı maktul tarafından kaatile tecavüz vuku' bu­lursa, tecavüz edeni Cenab-ı Hak azâb-ı elimle tehdid etmiştir.

Fahr-i Razi, Kazı ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet (Evs) ve (Hazreç) kabileleri hakkında nazil olmuştur, Çünkü; on­lar zaman-ı cahiliyede muharebe ederler, kuvvette ziyade olan kabile diğerine tahakküm eder ve hatta kadını mehirsiz nikâh ederlerdi ve yemin ederler ve «Bizden bir abid bedelinde onlar­dan bir hür ve bizden bir kadın bedelinde onlardan bir erkek ve bizden bir hür bedelinde onlardan iki hür kati olunmak lâzımdır» demekle müsavatı ihlâl ederlerdi. Birçok zamanlar bu mukatele-ler aralarında devam etti. Ta ki islâmiyet zuhur edip huzûr-u Ri-salete muhakemeye gelince, bu âyetin — insanlar arasında yekdi­ğerine karşı tefevvuk davası caiz olmadığını beyan ve adaleti tah­kim ve müsavatı tesis için— nazil olduğu mervidir. Binaenaleyh; kısasta eşrafla avamın ve erkekle kadının farkı olmadığı ve müsa­vat üzere kısasın lâzım-ül. icra olduğu beyan olunmuştur. Zira; şeriat-ı islâmiye cümle insanlar arasında müsavatı -ve adaleti te­inin üzere müesses olduğundan, kısasta dahi müsavat] temin et­miş ve zaman-ı cahiliyede cereyan eden bir şahıs bedelinde iki şahsın kısas olunması gibi. müsavatsızlığı ve adaletsizliği ortadan kaldırmıştır. [160]

 

Vacip Tealâ kısasın meşruiyetini beyandan sonra kısas; zayıf bir kulun hayatını ifna etmekten ibaret olduğu halde* meşru' olma­sının hikmetini bevan etmek üzere buyuruyor.

[Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta büyük hayat vardır ki, bu hayata sebep olan kısas sebebiyle nefsinizi cinayet yani katil­den vikaye etmekliğiniz me'muldür. Maktulü katleden kaatilin maktul bedelinde katlolunmasmda birçok kimselerin hayatlarını muhafaza vardır. Ey düşünmek şanından olan akıl sahipleri! Düşü­nün ki, kısasın meşruiyetinde olan hikmeti bilesiniz ve kısas se­bebiyle sizin birçok hatalardan nefsinizi muhafaza edeceğiniz mu­hakkaktır.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; fesahatin en yüksek ta-bakasmdandır. Zira; elfazı gayet kısa ve manâsı gayet çoktur. Çünkü kısas; maktulün bedelinde o maktulü katleden kaatilin ha­yatını ifna etmekten ibaret olduğu halde, zıddı olan birçok hayata vesile olacağı beyan olunmuştur. «Kaatilin hayatını izale etmek­ten ibaret olan kısas zıddı olan hayata nasıl vesile olabilir?» su­aline cevap şöyledir: Kaatil; bir kimseyi katlederse o kimse bede­linde kendinin katlolunacağını bilince katledeceği kimsenin kat­linden vazgeçmekle hem kendi nefsini hem de katledeceği kimse­nin nefsini teleften muhafazayla hayatlarını zıya'dan kurtarmış olur. Şu halde kaatil olacak kimse, kısası gözönüne getirip düşün-mesiyle iki kişi ölümden kurtulmuştur. Kaatil sebebiyle kabileler arasında tahaddüs edecek fitneleri ve âteşin muharebeleri ve hu­nin mücadeleleri ve o mücadelede ifna olunacak birçok insanların hayatım dahi kısasın meşruiyeti kurtardığından kısas; binlerce ha­yatı teleften muhafaza etmiş olur. Kısasın meşruiyeti birçok haya­tı muhafazaya sebep olduğu gibi bir şahsın katli sebebiyle, insan­lar arasında çıkacak ve binnetice âlemin birçok yerlerini ihata edecek olan fitne ateşini dahi teskin ile âlemin sükûnet ve istira-hatine sebep olduğuna şüphe yoktur.

Şu halde kısasın meşruiyetindeki hikmet; nüfus-u beşeri te­leften muhafaza ve katil sebebiyle zuhur edecek fitneyi teskin ve ahalinin   istirahatını ve kabileler   arasında sulh ve müsalemetin devamını temin ve âlemin intizamını halelden vikaye etmektir. İşte bunu akıl sahiplerinin düşünebileceğine işaret için Cenab-ı Hak akıl sahiplerine hitap ederek buyurmuştur. Ancak aklı olmayan erbab-ı havanın bunu düşünemeyeceği şüphe­sizdir. Binaenaleyh edna aklı olan kimse; kati gibi bir cinayetin icabettiği kısası düşününce, o cinayetten sakınmak ve ülül'emir tarafından kısasın icrasında ihmal etmemek lâzım olduğuna işaret için Vacip Tealâ buyurmuştur ki, insanların kati­den ihtiraz etmeleri lâzımdır. Halbuki bu âyetin hükmü bir za­mandan beri ihmal olunup kaatil hakkındaki tazir-i şer'iye muka­bil adliye ceza mahkemelerinin katil cinayetini irtikâb eden kim­seye vermiş oldukları hapis cezasıyla iktifa edildiğinden hapisha­neler taburlar teşkil edecek kadar erbab-ı cinayetle dolmakta ve millet de hapishanelerdeki bu insanları beslemeye mecbur kaldık­ları cihetle, ayrıca mutazarrır olmaktadır. Buna mukabil mahpus­ların ise ne kendilerine ne evlâd-ü lyal ve akrabasına ve ne de mil­lete bir faydaları olmadığı, mühmel ve muattal bir vaziyette boşu boşuna hapishane köşelerinde ömürlerini ifna ettikleri herkesçe malûmdur. Kaatiller, hapishanelerde ömürlerini çürütmekle raü-tenebbih ve mütenassıh mı oluyorlar zannediyorsun? Asla! Onlar hapis cezasından ibret almamakla beraber mahpushanede emsa­linden enva-ı tezviratı ve cinayetin türlü türlü yollarını Öğrene­rek gününü ikmal edip çıkınca evvelki cinayetten daha fecîini iş­leyerek tekrar mahbese avdet ettiği herkesin gözü önünde, her zaman cereyan eden vukuat cümlesinden olmakla inkâra mecal yoktur.

İşte şu beyan olunan fenalığın başlıca sebebi; bu âyetin hük­mü olan kısasın icrasını ihmal ve ecnebi kanunlarından alman bir­takım ahkâm ile amel edilmekte bulunmasıdır. Bununla bera­ber maktulü unutmak ve kaatile merhamet etmek de sebeb-i ye­gânedir.    Meselâ bir katil vukuunda «Eh ne yapalım!    O adam

— maktul — ölmüş, her ne hal ise bir kazadır vuku bulmuş, onun

— maktulün — yerine kaatili öldürmek    maktulü geri getirmez, giden gitmiş, bari kalan muhafaza edilsin de beni beşerden bir adam daha ifna olunmasın» gibi kuvve-i vâhimenin sevkettiği birtakım vâhî mutalaat ile maktulü heder ve onun verese ve akra­basının müptelâ oldukları musibeti unutup zâlim kaatili himaye etmek adet hükmünü almıştır. Bu hal, acınacak kimselere acıma­yıp acmmayacaklara acımaktan ibarettir ki, fena kimselere iyilik etmek, iyi kimselere ihanet etmek demektir. Bu ise aklın ve hik­metin hilâfına bir hareket olduğundan Cenab-ı Hak kısasta olan fevaidi düşünmeyi erbab-ı ukule havale etmiştir.

Kısasta dünyaca hayat olduğu gibi âhirette de hayat vardır. Zira; kaatil dünyada kısas olununca âhirette katil azabından kur­tulup . hayat-ı ebediyeye nail olacağından kısas, âhirette onun ha­yatına vesile olacak ve bu suretle mesuliyetten kurtulacaktır. Lâ­kin kısas olunmazsa —isterse dünyada müebbeden küreğe mah­kûm olsun ve o cezasını çeksin — âhirette katilden yine mesul olup müddet-i medide Cehennem'de kalacağından âhiretçe haya­tını haleldar edeceğinde şüphe yoktur.

Hulâsa; Vacip Tealâ'nm Kur'ân'da şu bir cümleden ibaret olan âyetiyle amel olunduğu surette kullarının hayatlarını ve is-tirahatlerini ve asâyiş-i ammeyi ve intizam-ı umumiyi ve herke­sin canından emin olduğu halde istediği yerde işini gücünü gör­mesini temin ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir. [161]

 

Vacip Tealâ katlin hükmünü ve kısasın birçok kimselerin ha­yatlarına vesile olduğunu beyandan sonra ecel-i mev'ûduyla vefat edecek kimsenin mevt emareleri görüldüğünde valide, peder ve akrabasına vasiyetin lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Sizden birinize mevtin emareleri hazır olduğunda eğer o kimse mal terkederse valide ve peder ve sair akrabasına ma'ruf ve meşru' surette vasiyet etmek sizin üzerinize farz kılındı ve vasiyet müttekiler üzerine edası lâzım ve sabit bir hak oldu.]

Yani; ey müminler! Sizin dininizde valide ve peder ve sair akrabanıza vasiyet etmeniz şol zamanda farz kılındı ki, o zamanda sizden biriniz üzerine korkulu hastalık müstevli olmakla mevtin alâmetJeri zahir olur. İşte o zaman mal terkederse, vasiyetle teda-rikâtta bulunmak lâzımdır. Zira; dünyaya veda' edeceği zaman olduğundan elinde b'ulunan malından bir miktarını hayra sarfet-mek elbette menfaattir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette ve ke­limeleri vasiyetin vacip olduğuna delâlet eder. Mevtin hazır olma­sıyla murad; mevtin emarelerinin hazır olmasıdır; yoksa mevti müşahede ettiği zaman değildir. Çünkü; mevti müşahede edip ne­fesi boğazına geldiğinde hal-i aciz olduğundan vasiyete muktedir olamaz. Binaenaleyh; mevtin huzuruyla murad; alârnetlerinin hu­zuru olup nefs-i mevtin huzuru değildir. Vasiyet, mala taalluk et­tiği cihetle vasiyet edecek kimsenin çok mal terketmesi şart kılın­mıştır. Gerçi âyette lâfzı az ve çok mutlaka mala şâmil olduğundan, azıcık maldan dahi malına göre vasiyet caizse de, o kadar ehemmiyeti haiz olmadığından vasiyet eden kimsenin malı biraz fazlaca olmak lâzım olduğuna işaret için lâfzı kes­rete delâlet eden tenvinle varid olmuştur. [162]

 

Vacip Tealâ vasiyetin lüzumunu beyandan sonra kimlere va­siyet olunacağını beyan etmek üzere vasiyetin anasına ve babası­na ve akrabasına olacağını beyan buyurmuştur. Çünkü; zaman-ı cahiliyede Araplar şeref ve riya kasdıyla ecnebiye vasiyet eder, akrabasını me'yus ederlerdi. İslâmiyetin zuhuruyla âlem, nur-u islâmla tenevvür etmeye başlayınca Cenab-ı Eak cahiliyet zama­nının yolsuzluklarını kaldırmakla din-i İslama dahil olanları ada-let-i islâmiyeden nasibedar etmek üzere valideye ve pedere ve ak­rabaya vasiyeti, malı olanlar üzerine vacip kıldı. Sonra bu vasi­yetin vücubu miras âyetiyle nesholunmuştur. Zira; miras âyetin­de herkesin karabeti nispetinde hisseleri ayrılmış ve hiçbir ferde hissesinden noksan verilmemiş olduğu için valide, peder ve sair akrabaya vasiyete ihtiyaç kalmamıştır. Akraba; bilcümle akrabaya şâmildir. Zira âyette akraba; pedere karşı zikrolunduğun-dan peder ve valideden maada akrabanın cümlesine şâmil olmak zahirdir.

Müttekilerle murad; küfürden ittika ile iman eden müminlerin cümlesine şâmildir. Yoksa müminler içinden vasiyet yalnız müttekilere mahsus birşey değildir. Yani âyette mütteki­lerle murad; ittikamn edna manâsı olan şirkten ittika ile iman eden müminlerdir. Binaenaleyh; «Müttekiler üzerine vasiyet hak oldu» demek «Müminler üzerine hak oldu» demektir. Bir kimse­nin vasiyeti; malının üçte birinden ziyadesi için caiz değildir. Amma üçte biri veyahut daha azıyla vasiyeti caizdir. Çünkü; mü­min olan kimsenin evlâd-ü lyalini zengin olarak terketmesi, fakir olarak terketmesinden evlâ olduğuna dair ehâdis-i celile mevcut­tur. Hatta Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Buhari ve Müslim'in bilittifak rivayet ettikleri bir hadîste Resulullah Efen­dimiz (Sa'd b. Ebi Vakkas) Hz.'ne sülüs malını vasiyet etmesine müsaade buyurmuş ve sülüsünden ziyadesini vasiyetten men'et-miştir. Şu halde malının üçte birinden ziyadesini vasiyete müsa-ade-i şer'iye yoktur. Zira; sülüsten ziyadeyi vasiyet etmekte ve­reseye ğadr-ı külli olduğu cihetle, Resulü Ekrem Efendimiz (S.A.) sülüse kadar vasiyete müsaade ve sülüsten ziyadesini nehyeyle-miştir ki, hu suretle gerek meyyitin ve gerek veresenin haklarına riayet etmiştir. Çünkü; vasiyetten bilkülliye nehyetmeyip malın üçte birini vasiyete müsaade etmesinde meyyitin haline riayet ol­duğu gibi malın üçte ikisini vereseye terketmekte de veresenin haline riayet vardır. [163]

 

Vacip Tealâ vasiyete müteallik mesaili beyandan sonra vasi­yeti tebdil ve tağyir eden kimseleri tehdid etmek üzere buyuruyor:

[Vasiyete itina etmek lâzım olunca bir kimse, vasiyeti işitip bildikten sonra, o vasiyeti tebdil ederse o tebdilin günahı onu teb­dil edenler üzerinedir. Zira; Allahü Tealâ vasiyet eden kimsenin vasiyet ettiği zamanda söylediği sözleri işitir ve niyetini tebdil edenlerin hallerini bilir.]

Yani; mümine vasiyet lâzım olduğu cihetle mevte hazır olan kimse vasiyet edince bir kimse o vasiyeti tebdil ederse, vebali tebdil eden kimseler üzerinedir ve mûsî vasiyetinden me'cur olur, sevabından mahrum olmaz. Çünkü;, Allahü Tealâ onun vasiyetini ve vasiyetten maksadını ve tebdil edenlerin hıyanetlerini bilir ve herkesin ameline göre cezasını verir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile vasiyeti tebdil ve tağyir ede­cek kimselerle murad; mûsâleh, şahit ve meyyitin veresesidir. Çünkü; mûsâlehin vasiyet olunan mal elinde olduğundan, vasiyet veçh üzere malı sarfetmez ve erbab-ı hukukun hakkım vasiyet olunduğu veçhile taksim eylemez. İşte; bu suretle şeraitine riayet etmediği cihetle vasiyeti tağyir eder. Şahide gelince; şehadetini tebdil etmek veyahut şehadetini saklamak suretiyle, vasiyetin hükmünü tağyir eder. Verese ise; vasiyet olunan malı mûsâlehe teslim etmez ve vasiyetin infazına mani olur ve bu vesileyle as-hab-ı hukukun haklarının vusulüne sed çekmek suretiyle tağyir eder. Binaenaleyh; bunlardan her kim her ne suretle vasiyetin infazına mani olursa, günahkâr olacağına bu âyet delâlet eder. Şu halde vasiyetin ahkâmını tağyir edenler müstehakk-ı cezadırlar.

Bu âyette vasiyeti tebdil, Kur'ân'da olan ahkâmım tebdil ma­nâsına olursa, vasiyeti tebdil eden kimseyle murad; vasiyet edenin kendisi olmak muhtemeldir. Zira; Kur'ân'da beyan olunan ahkâ­mın gayrı bir surette vasiyet ederse Kur'ân'ın vasiyet hususunda olan ahkâmını tağyir ettiğinden cezaya müstehak olur. [164]

 

Vacip Tealâ vasiyeti tağyir edenlerin günahkâr olduklarını beyandan sonra vasiyeti batıldan hakka tebdil edenler üzerine gü­nah olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.

[Eğer bir kimse vasiyet eden kimsenin haktan batıla meylin­den veyahut vasiyetinde zulmedeceğinden korkarak beyinlerini ıslah ederse, ıslah-ı beyn için tebdil eden kimse üzerine günah yoktur. Zira; Allahü Tealâ vasiyeti ıslah edenleri mağfiret ve ka­bul edenlere merhamet eder.]

Yani; vasiyetin tebdilinde büyük günah olunca mûsâleh veya vekillerden bir kimse vasiyet eden kimsenin vasiyeti zamanı vasi­yet olunan kimselerden müstehak olanların bazısına^ ziyade verip bazı âhare gadretmesinden korkar ve korkusuna binaen vasiyet olunan kimselerin beyinlerini ıslah etmekle, vasiyet eden kimse­nin vasiyetini zulümden adalete tebdil ederse, tebdil .ûden mûsâ-leh üzerine günah yoktur. Zira; Allahü Tealâ kullarından sadır olan hatayı aff-ü mağfiret ve ıslah-ı beynüzerine sevap vermekle merhamet buyurucudur.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyette .vasiyet eden kimsenin zulmünden korkan kimse mûsâleh olduğu gibi, mûsâ lehin gayrı hariçten bir kimse de olabilir. Çünkü; vasiyet eden kimsenin va­siyetinde kasden veya hataen bazı kimseye gadir ve zulmedece­ğini bilince, ger<_k mûsâleh ve gerek başkası o vasiyeti ber nehc-i şer-i şerif tarîki batıldan tarîk-i hakka döndürmek ve adalet üzere vasiyet ettirmek suretiyle ıslah ederse ıslahında günah yok, belki sevap vardır. Yahut vasiyet edenin vefatından sonra vasiyetinde hatasını bilen bir kimse o vasiyeti batıldan hakka ve hatadan sa-vâba tebdil etmek suretiyle ıslah ederse, bu ıslahta günah yok de­mektir.

Hulâsa; vasiyet eden kimsenin yanında bulunan gerek mûsâ­leh ve gerek başkası vasiyette haktan meyledeceğini veyahut va­siyeti müstehakkın gayrıya yapmak suretiyle günah işleyeceğini bilir ve korkarsa, onu şeriatin tarifi üzere doğru yola sevk ile va­siyet edenle vasiyet olunanlar, beyinlerini tebdil suretiyle ıslah etmesinde günahı olmadığı, bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir. [165]

 

Vacip Tealâ insanın zahirini tehzibe müteallik bazı ahkâmını beyandan sonra batınını tathire   müteallik olan    ahkâmdan bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.

[Ey müminler! Haram olan şeylerden nefsinizi sakınmak için sizden evvel geçen ümmetlere oruç farz kılındığı gibi sizin üzeri­nize dahi oruç farz kılındı.]

Yani; Ey ümmet-i Muhammedi Batınınızı tasfiyeye hadim olan oruç tutmak size farzoldu, nitekim sizden evvel geçen ümmetlerin cümlesine farz olduğu gibi. Bu oruç sebebiyle sizin haramdan itti-kanız memuldur.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile ümmet-i islâmiye üzerine orucun farziyeti bu âyetle sabit olduğu gibi, devr-i Âdem'den beri cümle enbiya ve ümmetleri üzerine orucun farz kılındığı ve cemii şera-yî'de meşru bir ibadet-i kadîme olduğu da sabit olmuş ve üm­met-i Muhammediye üzerine orucun farziyetini te'kid ve ehl-i ima­nı oruca tergib ve nüfus-u beşeriyeyi tatmin için orucun geçmiş ümmetlere dahi farz kılındığı ve çünkü oruç; nüfus-u beşer üze­rine meşakkatli ve ağır bir ibadet olup meşakkatli olan şeyin umum üzere vacip olması tatyîb-i kulübü mucip olduğundan cüm­le enbiyanın şeriatlerinde de orucun farz kılındığı beyan olunmuş­tur. Ancak her şeriatta orucun keyfiyet ve kemmiyeti başka baş­ka suretlerde zuhur etmiş ve şeriat-ı islâmiyede Ramazan ayında şafaktan akşam günün inmesi arasında geçen müddet zarfında ye­mekten ve içmekten ve cima'dan nefsi menetmek suretiyle meşru kılınmıştır.

Orucun meşruiyetindeki hikmet, nefsi muharremattan vikaye etmek olduğuna işaret için, Cenab-ı Hak âyetin âhirinde buyurmuştur ki «Orucun farziyeti sizin ittikanız için» demektir. Zira oruç; insanın kûvve-i şehevaniyesini kesrettiği gibi hava ve hevesini kökünden söktüğü ve azanın bütün arzusunu kaldırdığı ve günahlardan içtinapla ^ühd-ü takvaya sebep olacağı beyan olun­muştur. Çünkü; bilûmum insanların mesaisi; iki şeye münhasırdır:

İkincisi; huvve-i şehevaniyedir.

Oruç bu iki arzuyu kesrettiği cihetle insanı takvaya sevkedece-ğinde şüphe yoktur. Oruçta manevi sevap ve günahtan mahfuz olmak misilli birtakım fayda olduğu gibi maddi olmak üzere vü-cud-u insanı tasfiye ve bazı emrazdan tathir dahi fevaidi cümle-sindendir. Zira; oruçtaki himyenin mideyi tashih ettiği cümlenin malûmudur. [166]

 

Vacip Tealâ orucun farz olduğunu beyandan sonra orucun za­manını ve a'zâr-ı şer'iye olursa ruhsat-ı şer'iye olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Oruç farz olunca ey müminler! Malûm olan sayılı günlerde oruç tutun. Fakat sizden bir kimse orucun zamanında hasta veya misafir olur, orucu tutmazsa memleketinde afiyet üzere bulundu­ğu bir zamanda Özür sebebiyle oruç tutmadığı günlerin adedince oruç tutsun ve borcunu ödesin.]

[Ve oruç tutmaya takati olan kimseler orucu tutmazlarsa, hergiin bedelinde bir fakirin karnını doyuracak miktarı fidye ve­rir.]

Bu âyetin hükmü iptida-yı islâmda cari ise de, sonra nesho-lunmuştur. Çünkü Beyzâvfnin beyanı veçhile iptrda-yı islâmda henüz oruçla ülfet olmadığından Ramazan ayında oruç tutmaya kudreti olan bir kimse oruç tutmakla orucu yeyip bedelinde bir fitre kıymeti fidye vermek beyninde muhayyer kılınmıştı. Sonra­ları oruçla ülfet hasıl olunca oruca takati- olan kimsenin her halde oruç tutması taayyün etti ve fidye vermek fesholundu. Binaenaleyh, oruca kudreti olan kimsenin orucu yemesi caiz değildir. Eğer bilâ özür orucu bozarsa, kefaret lâzım gelir veyahut oruca niyet et­meksizin bir sebebe    mebni oruç tutmazsa kaza etmek lâzımdır, fidye vermek caiz değildir. Veyahut âyette lâfzı- mukad­derdir. Binaenaleyh; manasınadır. Şu halde manâ-yı âyet: «Oruç -tutmaya takati olmayanlar bir gün oruç mukabilinde bir fitre bedeli verir» demektir ki, bu manâya nazaran âyette nesih yoktur.

[Eğer bir kimse fidye vermek caiz olan yerde fidyede bir fit­re bedelinden daha ziyade verirse o ziyade kendisi için hayırlıdır.]

Zira; borcunu verdikten sonra o borcundan ziyadesini nafile ola­rak fakire ihsan ettiğinden elbette ziyade sevaba nail olması onun için hayırdır.

[Eğer siz oruçta olan fayda ve menfaati bilirseniz orucun if­tarına müsaade olunan yerlerde dahi oruç tutmak sizin için hayır­lıdır,] Zira; kazaya kaldığında müsamaha olmak ve kaza edilme­mek ihtimaline binaen herkesle beraber zamanında eda etmek zim­metini tebrie olduğu cihetle kazaya bırakmaktan elbette hayırlıdır.

Yani; misafir olan bir kimse için misafirlik sebebiyle misafir olduğu müddet oruç tutmamaya ruhsat-ı ger'iye varsa da, misafir olduğu halde ruhsat-ı şer'iyeyie amel edip iftar etmekten, orucu tutması hayırlıdır.

Bu âyette eyyam-ıma'dudeyle murad; Ramazan ayıdır. Gerçi iptida-yı islâmda her ayda üç gün ve yevm-i âşûrâda oruç farz olmuş ise de, ahiren Ramazan'da orucun farzolmasıyla nesholunduğundan burada eyyam-ı ma'dudeyle murad; Ramazan'-dır. Ve eyyam-ı ma'dudeyle muradın Ramazan olduğunu bu âyetten sonraki âyet tefsir etmiştir. Şehri Ramazanda oruca mani olacak hastalık veyahut' on sekiz saat mesafeye misaferet gibi özr-ü şer'i bulunursa orucu yemeye ruhsat-ı şer'i vardır. İşte bu ruhsattan istifade ederek her kaç gün orucu tutmamışsa, hastalığından kesb-i afiyet veyahut müsaferetten avdet edince gününe bir gün kaza eder. Zira; farz-ı aynolduğundan ruhsatla tamamen sakıt olmaz, ka­zası lâzımdır.

Hulâsa; farzolan orucun sayılı günlerden ibaret olduğu ve Ra­mazan'da hastalık ve müsaferet gibi" a'zâr-ı şer'iyesi olan kimse için o özrün zevaline kadar oruç tutmamaya müsaade-i şer'iye bulundu­ğu ve fakat a'zâr-ı şer'iye zail olunca aynı günlerin orucunu kaza etmek vacip olduğu ve oruca takati olmayan kimselerin bir gün oruca mukabil, bir fitre bedeli vermekle borcundan kurtulacağı ve vermiş olduğu fidyede ziyade verirse kendisi için hayırlı olacağı ve ruhsat-i şer'iye olan yerde mümkün olursa oruç tutmak kazaya koymaktan daha hayırlı olacağı; bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [167]

 

Vacip Tealâ orucun eyyam-ı ma'dudede yani sayılı günlerde farz olduğunu beyandan sonra eyyam-ı ma'dudeyi beyan ve tefsir etmek üzere buyuruyor.

[Eyyam-ı ma'dudatta vacip olan oruç şol Ramazan ayının oru­cudur ki, o Ramazan'da nâsa hidayet ve doğru yola sevkedici ve hakla hatıl heynini tefrik ettiği gibi hakka îsal edici açık deliller olduğu halde taraf-ı ilâhiden Kur'ân inzal olundu.]

Yani; oruç vacip olan günler, Ramazan ayının günleridir ve Ramazan ayında naşı hidayette kılan ve açık deliller üzerine müş-temil olan Kur'ân Levh-i Mahfuz'dan sema-yı dünyaya nazil ol­muş ve ondan sonra iktiza ettikçe sema-yı dünyadan yirmi üç se­ne zarfında yeryüzüne ve bizim peygamberimize inzal olunmuş ve Resulullah (S.A.) de ümmetine tebliğ etmiştir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Resulullah'm «Ramazanın birin­ci gecesi İbrahim (A.S.)'m suhûfları ve altıncı gecesi Tevrat ve on üçüncü gecesi İncil ve yirmi dördüncü gecesi Kur'ân Levh-i Mah­fuz'dan sema-yı dünyaya nazil oldu» buyurduğu mervidir.

Umum kulların dünyevi ve uhrevi saadet ve selametletme kâfi olan ve doğru yola îsal eden Kur'ân'm, Ramazan'da nazil olması Ramazan ayının diğer aylardan efdal olduğuna delâlet eder. Zira; günler ve ayların diğerlerinden efdal olması, o günün ve ayın diğerlerinde olmayan bir şerefi ihraz etmesiyle olduğundan, Ramazan ayı, iki cihetle şerefi haizdir: Birincisi; efdal-i ibadet ve erkân-ı dinden olan orucun o ayda farz olması, ikincisi; Kur*ân gi­bi bir kitab-ı mübinin kendisinde nazil olmasıdır.

Bu âyette zikrolunan iki hidayetten birincisi; usûl-ü itikadi-yeye aid olup, ikincisi; furû-u a'mâle ait olduğundan tekrar yok­tur. Çünkü; hidayetlerin mercileri başka başkadır. Yahut evvelki hidayet; nâsı icmalen doğru yola hidayette kılmak ve ikinci hida­yet; tafsil üzere nâsı tarîk-ı müstakime davet etmek manâsına olduğundan tekrar yoktur.

Hulâsa; orucun farz olduğu eyyâm-ı ma'dude Ramazan ayı olup, Ramazan ayında da Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'dan sema-yı dünyaya nazil olduğu ve Kur'ân, naşı usûl-ü itikadiye ve furû-u â'mâle irşad ettiği ve hakla batıl beynini tefrik eder deliller üze­rine müştemil bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cünı-lesindendir. [168]

 

Vacip Tealâ eyyam-ı madudenin şehr-i Ramazan olduğunu be­yandan sonra şehr-i Ranıazan'a hazır olan kimsenin vazifesini be­yan etmek üzere buyuruyor.

[Sizden biriniz Ramazan ayında berhayat olarak hazır bulu­nursa, hemen o ayda oruç tutsun, amma o aya hazır olan kimse hasta olur veyahut müsaferette bulunur da ruhsat-i şer'iye üzere oruç tutmazsa, Ramazandan başka günlerde yemiş olduğu gün­lerin orucunu kaza etsin.] Zira; Ramazan ayında oruç farz-ı ayn ol­duğundan terki caiz değildir. Eğer bir özr-ü şer'iye binaen terk etmişse, hal-i sıhhat ve ikametinde gününe gün kazası dahi farz-ı ayndır.

[Zira; Allahü Tealâ hasta olduğunuz ve müsaferette bulundu­ğunuz günlerde size orucu tutmamaya müsaade etmekle kolaylık murad eder ve hastalığınız ve müsaferetinizde oruca mecbur et­mekle size güçlük murad etmez,]

Yani; Ramazan ayında sair aylarda olmayan şeref ve fazilet olunca o faziletten istifade etmek üzere, o aya hazır olan kimse derhal oruç tutsun ki, o faziletten kendini mahrum bırakmasın. Amma hastalık ve müsaferet gibi bir özrü bulunursa, o ayda farz olan orucu, o özrün zail olduğu günlere terkeylesin. O özür zail olduğunda «mani zail olunca memnu avdet eder» kaidesine tevfi­kan borcunu kaza etsin. Zira; özr-ü şer'i ile beraber sizi oruca mec­bur etmekle Allahü Tealâ size güçlük murad etmez, belki o özrün zevaline kadar müsaade etmekle kolaylık murad eder.

Bu âyette şehirle murad; bundan evvel zikrolunan şehr-i Ramazanadır. Şehre hazır olmakla murad; Ramazan ayının cüz-ü evveline hazır olmaktır. Bundan evvelki âyette hasta, mü­safir, mukîm ve sahih olan kimselerin oruç tutmakla fidye ver­mek beyninde muhayyer oldukları beyan olunmuştu. Bu âyet ise hasta veya müsafir olmayan kimsenin elbette oruç tutması vacip olduğunu beyanla onlar hakkında fidyeyi neshedince, müsafirler ve hasta olan kimseler hakkında dahi müsaade-i şer'iyenin nesho-lunduğu zannolunmaması için müsafiıie, marîzin ruhsatları tek­rar zikrolunmuştur. Şu halde sağlam olup müsafir olmayan kim­senin orucu iftarına müsaade yoktur. Binaenaleyh; kütüb-ü fıkhi-yede beyan olunduğu veçhile bir kimse Ramazan-ı Şerifte maze-ret-i meşruası olmaksızın alenen orucu yerse, adab-ı islâmiyeyi ih­lâl ettiğinden ta'zîr-i şer'iyeye müstahak olur. Zira; ankasdin ve Özr-ü şer'i olmaksızın orucu yediğinden dolayı kefaret lâzım gel­diği gibi suret-i âleniyede ifsad ettiğinden, o güne lâzım olan hür­meti de" ihlâl ettiği için hâkim-üşşer'î tarafından tazîr olunmaya lâyıktır. Çünkü; insanlar için mensup olduğu cemaatin âdabına ve an'anatma riayetle, o cemaatin ahenk ve intizamına halel getir­memek lâzımdır. Zira; o kavim için nıer'i olan ahkâma ve kanuna riayet etmemek onların hissiyatını rencide etmekle intizamını ha­leldar etmektir. [169]

 

Vacip Tealâ şehr-i Ramazan'a hazır olan kimseye oruç tut­mak vacip olduğunu ve müsafir ve mariz olan kimselere müsaade etmekle kullarına kolaylık murad edip güçlük murad etmediğini beyandan sonra bu ahkâmın her birinin sebebini beyan etmek üzere buyuruyor.

[Hastalık ve müsaferet gibi a'zâr-ı meşruamza binaen iftar etmiş olduğunuz günlerin adedini ikmal etmekliğiniz için farz-ı ayn olan orucun kazasıyla ve aded-i eyyama riayetle emrolundu-ğunuz ve muztar olduğunuz zamanda orucu terketmenize müsaa-de-i şer'iyeye ve sizi hidayette kılan Allahü Tealâ'ya tazım ve tek­bîr etmek için, zaruret zamanında terketmek ve sonra kaza etmek­le emrolundunuz ve mamul ki siz şükredersiniz. Zira; bu nimet­lere şükrünüz vaciptir.]

Çünkü; sizin şükr etmeniz için suhulet gösterildi ve muztar zamanınızda ruhsat verildi. Binaenaleyh; Özr-ü şer'i sebebiyle nok­san kalan, günleri kaza etmekle, memur olduğunuz için şükrü ye­rine getifjrıeniz lâzımdır. Zira; müzayaka zamanında orucun vakt-i âhare tehirine müsaade, insan için pek büyük nimet olduğundan o nimetin şükrünü eda etmek elbette vaciptir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette iddeti ikmal etmek ile murad; oruçla Ramazanhn iddetini ikmal etmektir. Tekbirle murad; oruç akabinde edası lâzım olan bayram namazının tekbirleridir. Vacip Tealâ'nm hidayette kıl­dığı şeyle murad; Ramazan ayında oruçla ibadettir. Oruca Va­cip Tealâ muvaffak kıldığından dolayı tekbirle hamd-ü sena et­mektir. Çünkü oruç; bedene nâfi ve kuvve-i şehevaniyeyi kesreder bir ibadet olduğundan menfaati kullara ait olduğu cihetle, o ni­metin şükrünü eda etmek vaciptir.

Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette olan üç cümle; âyet-i sabıkada olan üç hükme aittir. Birinci hüküm; Ramazan'da oru­cun farz olmasıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ramazan'da oruç farz oldu. Aded-i eyyamını oruçla ikmal etmek liginiz için] demektir. İkinci hüküm; hasta ve müsafirlere suhulet göstermek­tir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Özr-ü şer'i olanlara orucu vakt-i ahare1 tehirle suhulet gösterilmiştir. Sizin tekbirle Allah'a ta'zîm etmeniz için] demektir. Üçüncü hüküm; bunların cümlesi insanlar için nimet olmasıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım ; | Şu nimetler size ihsan olundu şükretmeniz için;  demektir. [170]

 

Vacip Tealâ şükür ve tekbirle emirden sonra lûlf-ü iJâhisiyle kullarına karîb olup zikirlerini işitir olduğunu beyan ve duanın evvelinde zatını medh-ü sena lâzım olduğuna işaret için, tekbirle emir akibinde dua edenlerin dualarını kabul edeceğini beyan et­mek üzerebuyuruyor.

[Ey Resul-i Ekrem'im! Benim kullarım benden sana Rabbi-miz uzak mıdır, yakın mıdır? diyerek sual ettiklerinde sen,onlara cevap ver ki benim ilmîm onlara pek yakındır. Bana dua eden kimsenin duasını ben kabul ederim dua ettiğinde. Hal boylc olun­ca benden dualarının kabulünü istesinler ve bana iman etsinler. Memul ki onlar imanları ve duaları sebebiyle doğru yola vasıl olur ve irşad olunurlar.]

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyetin se-beb-i nüzulü; ashaptan bazı kimselerin «Ya Resulallah! Rabbimiz bize yakın ise gizli dua edelim ve eğer uzaksa büyük şada ile ça­ğıralım» demeleri üzerine nazil olduğu mervidir.

Yahut Yahudiler «Ya Muhammed (S.A.)! Sen yerle gök arasini pek uzak haber veriyorsun. Rabbimiz duamızı nasıl işitir?» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Bu sebeb-i nüzulle­re nazaran manâ-yı âyet: [Ey Resulüm! Benim kullarım sana be­nim evsafımdan sual edip «Rabbimizin lûtfu bize yakın mı, dua­mızı gizli kendi nefsimizde mi yapalım? Yoksa uzakta mı, duamı­zı yüksek şada ile mi yapalım?» dediklerinde sen onlara benim ta­rafımdan cevap ver «Ben onların gizli dualarını işitirim. Zira; be­nim ilmim onlara pek yakındır. Binaenaleyh; onların işlerini bilir, sözlerini işitir ve hallerine muttali olduğumdan dua eden kimse­nin duası ihîâs üzere olursa icabet ederim. Şu halde onlar benden icabet taleb etsinler, ben de onlara icabet ederim ve senin vasıtan­la onları imana davet ettiğimde derhal iman etsinler. Zira; ben on­ların dualarına icabet edince onların da benim davetime icabet ve emrime itaat etmeleri vaciptir ve onlar icabet edince doğru yolu bulmaları me'muldür.]

Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ'nın kurbiyetini be­yan; kullarının hallerine kemaliyle âlim olduğunu temsildir. Zi­ra; Vacip Tealâ'nın zatına nispetle mesafe manâsınca yakınlık ve uzaklık muhaldir Çünkü; Vacip Tealâ mekândan ve mesafeden münezzehtir.

Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu sual; Vacip Tealâ'nın zatın­dan olduğuna nazaran suali tevcih şöyledir: [Allahü Tealâ bize yakın mıdır, uzak mıdır?] Ve sıfatından sual olunduğuna naza­ran: [Rabbimiz bizim duamızı işitir mi yoksa işitmez mi?| Ve ef alinden sual olunduğuna nazaran: [Rabbimiz bizim duamızı kabul eder, istediğimizi verir mi, yoksa kabul etmez mi?] de­mektir.

Duanın kabulü üç şeye mütevakkıftır: Birincisi; kazaya mu­vafık olmak, ikincisi; o kimse hakkında duanın kabulü hayrolmak, üçüncüsü; istenilen şey muhal olmamaktır. Duanın kabulünde adabına ve şeraitine riayet etmek lâzımdır. Bu şeraitin cümlesi bulunarak dua olunduğunda kabul olunmak ciheti galipse de ka­bulü, meşiyet-i ilâhiye müteallik olup kafi değildir. Gerçi Cenab-ı Hak bu âyette ve emsalinde duaya icabet edeceğini mutlak zikret-mişse de diğer âyetlerde duanın kabulünü meşiyete talik etmiş ol­makla, Allahü Tealâ üzerine kabul vacip değildir. Binaenaleyh; isterse kabul eder, isterse kabul etriiez. Maamafih dua etmek, ayn-ı ibadettir ve âhirette sevap vardır ve kabulü, ânı olmadığın­dan istenilen şeyin biraz müddet sonra verilmesi me'mul olduğu gibi duası miktarı o kimsenin üzerinden bir şerrin define sebep olmak veyahut bilmediği bir cihetten duasının eseri hasıl olmak ihtimaline binaen, hiçbir duaya kabul olunmadı nazarıyla bakıla­maz. Zira; insanın istediği şeyin hasıl olup olmamasında ne gibi hikmetler vardır bilemez. Allahü Tealâ icabeti, istimrara delâlet eden muzari siğasıyla beyan buyurdu ki, bir zamanla mukayyed değildir ve derhal kabul ederim buyurmamıştır.

Âyetin sebeb-i nüzulüne nazaran duanın gizli olması efdal olduğuna âyet delâlet eder. Gerçi duanın gizli ve aşikâr olması meşru ise de Cenab-ı Hakkın ilmi herşeyi muhit olduğundan ve gizli duada ihlâs ziyade bulunduğundan duanın gizli olması ef-daldir.

Hulâsa; Vacip Tealâ'mn evsafından sual etmek caiz olduğu ve Allahü Tealâ'mn ilmi kullarına gayet yakın ve dua eden kim­senin duasına icabet buyuracağı ve dua eden kimsenin Allahü Te-alâ'nın icabetini istemesi vacip ve Cenab-ı Hakka ihlâsla iman et­mek lâzım olduğu ve imanın irşad olunmalarına sebeb olacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [171]

 

Vacip Tealâ bayram tekbiri akibinde dua ederse duanın ka­bul olunacağını beyandan sonra oruç tutan kimsenin Ramazan ge­celerinde zevcesiyle muamele-i zevciyede bulunması caiz olduğu­nu beyan etmek üzere buyuruyor.

[Oruç geceleri zevcelerinize cima* etmek sizin için halâl kı­lındı. Zira; onlar size, sizin üzerinizde olan libasınız menzilesindedirler. Siz de onlara üzerlerinde olan libasları menzilesindesiniz ve Allahü Tealâ bildi ki, siz nefsinize hıyanet ediyorsunuz. Çünkü; azaba vesile olacak şeyleri ihtiyar ediyorsunuz. Siz günahlarınıza tevbe edince Allahü Tealâ sizin üzerinize tevbenizi kabul eder ve günahlarınızı affeder.]

Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile iptida-yı İs-lârndâ iftar edince uykuya yatmazdan ve yatsı namazını kılmaz­dan evvel yemek, içmek ve cima' etmek halâl fakat namaz ve uy­kudan sonra ertesi geceye kadar bunlar haramdı. Bir gece Hz. Ömer yatsı namazını kılınca haremine yakın olur, gusleder ve lâ­kin vaki olan kusuruna nedamet ederek huzur-u Risalete gelir. Vakayı hikâye ile Allahü Tealâ'dan tevbesinin kabulünü istirham eylemesi üzerine Resulullah «Ya Ömer! Bu hata sana lâyık değil­dir» buyurunca huzuri Risalette bulunan eshaptan bazıları aynı hatanın kendilerinde de vaki olduğunu beyan etmeleri üzerine, bu âyetin nazil olduğu mervidir. İşte bu âyetle Cenab-ı Hak bütün gece zevcesiyle intifam ve muamele-i zevciyenin halâl olduğunu ve tevbe edenlerin tevbelerinin kabulünü ve günahlarının affını beyanla kullarını mesrur etmiştir. .Leyle-i.siyam ile murad; Ramazan geceleridir. Zevçle zevcenin birbirlerine şid-det-i ihtiyaçlarına işaret için zevçle zevcenin herbiri aharın libası menzilesinde olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; insan elbisesiz sabredemediği gibi bunlardan herbiri aharın iftirakma sabrede-mezler ve Ramazan geceleri halâl olmasının sebebi de şiddet-i ih­tiyaç olduğuna işaret olunmuştur.

Vacip Tealâ'mn bu âyette oruç gecelerinde cirna'ın halâl ol­duğunu beyan etmesi, iptida-yı İslâmda yatsı namazından sonra haram olduğuna delâlet eder. Zira; iptida-yı İslâmda halâl olsaydı tekrar halâl olduğunu beyanda bir fayda olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da cima' edenlere «Nefsinize hıyanetlik ediyorsunuz» buyur­maz ve tevbeye ve affa ihtiyaç olmazdı. Ayette (refes) çirkin ma­nâsına cima'dan kinayedir. Binaenaleyh; mubah olmazdan evvel işledikleri şeyin çirkin olduğuna işaret için cima'dan (refes) ile tâbir olunmuştur. Ve cinıa'm halâl olması gecenin her cüz'üne şa­mil olduğuna işaret için, gecenin kâffesine delâlet eden (leyle) ke­limesi varid olmuştur.

Hulâsa; Ramazan gecelerinde her şahsın kendi haremine ya-kin olması halâl olduğuna ve zevçle zevceden herbiri diğerine ih­tiyaçlarını def etmekte elbise makamında olduklarına ve vaki' olan günahı Allahü Tealâ'nın bildiğine ve günahına tevbe edenin tevbesini kabul .ve tevbe sebebiyle günahları affedeceğine bu âyet delâlet eder. [172]

 

Vacip Tealâ; Ramazan gecelerinde cima'ın halâl olduğunu beyandan sonra cima'a mübaşeretin mubah olduğunu beyan et­mek üzere buyuruyor.

[Ramazan gecesi cima'ın hürmeti nesholunup halâl olunca, siz zevcelerinize mübaşeret edin ve şimdi beşerelerinizi birbirinize yapıştırın. Zira; sizin için cima'a ruhsat verilmiştir. Binaenaleyh; istediğiniz gecenin istediğiniz saatinde zevcenize yakin olabilirsiniz ve Allahü Tealâ'nın sizin için yazmış olduğu çocuğu cima' sebe­biyle isteyin.] Çünkü cima'ın meşruiyetinden maksat; çocuk ta-lebetmek ve nesl-i insanı vakt-i merhununa kadar ibka etmektir. Yoksa mücerred şehevat-ı hayvaniyeyi kaza etmek değildir.

Cima'da zevçle zevcenin derileri birbirine mülâsık olacağın­dan cima'dan mübaşeretle tâbir olunmuştur. Allah'ın yazdığı şey­le murad; çocuktur. Zira nikâhın meşruiyeti; nev-i insanın bekası ve âlemin ma'mur olmasıdır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ cima'ın mubah olduğunu beyandan sonra cima'dan maksad olan veledi is­temeyi kullarına emir ve tavsiye buyurmuştur. [173]

 



[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/34-35

[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/36-37

[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/37-43

[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/43-45

[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/45-50

[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/50-52

[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/50-54

[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/54-56

[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/56-58

[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/58-60

[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/60-62

[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/62-64

[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/64-65

[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/65-67

[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/67-68

[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/68-71

[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/71-74

[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/74-75

[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/74-78

[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/78-81

[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/82-86

[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/86-87

[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/87-89

[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/89-92

[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/93-94

[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/95-96

[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/96-99

[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/99-101

[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/101-103

[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/103-105

[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/105-108

[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/108-110

[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/110-112

[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/112-113

[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/113-115

[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/115-117

[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/117-119

[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/119-120

[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/120-121

[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/121-123

[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/123-125

[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/125-126

[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/126-127

[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/127-129

[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/129-131

[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/131-133

[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/133-135

[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/135-136

[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/136-138

[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/138-139

[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/139-140

[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/140-142

[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/142-144

[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/144-145

[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/1145-146

[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/146-147

[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/147-149

[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/149

[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/149-151

[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/151-152

[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/152-154

[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/154-155

[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/155-156

[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/157-158

[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/158-159

[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/159-160

[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/160-161

[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/161-162

[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/163-166

[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/166-167

[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/167-168

[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/168-169

[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/169-170

[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/170-171

[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/172

[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/173-174

[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/174-175

[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/175-176

[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/176-177

[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/177-178

[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/179-180

[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/180-181

[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/181-183

[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/183-184

[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/184-185

[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/185-186

[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/186-190

[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/190-192

[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/192-193

[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/193-194

[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/194-195

[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/195-197

[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/197-198

[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/198-200

[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/200-202

[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/202-203

[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/203-204

[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/204-205

[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/205-207

[100] Roma kumandanlarından İmparator «Vespazyancs» un oğludur. Titos; filvaki pederinden sonra imparator olmuştur. Fakat Kudüs'ün zapt ve tahribi kendi imparatorluğu zamanında değil, pederi zamanındadır.

[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/207-210

[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/210-212

[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/212-214

[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/214-215

[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/215

[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/216-218

[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/218-219

[108] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/219-220

[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/220-222

[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/222-224

[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/225-226

[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/226-227

[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/227-228

[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/228-229

[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/229-231

[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/231

[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/231-232

[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/232-233

[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/233-235

[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/235-236

[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/236-237

[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/237-238

[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/239-240

[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/240

[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/240-241

[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/241

[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/246

[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/247-245

[129] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/242

[130] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/248-249

[131] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/249-

[132] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/256

[133] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/256-257

[134] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/257-260

[135] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/260-261

[136] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/261-262

[137] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/262-264

[138] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/264-265

[139] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/265-268

[140] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/268-269

[141] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/269-271

[142] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/271-272

[143] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/272-273

[144] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/273-274

[145] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/275

[146] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/276-279

[147] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/279-281

[148] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/279-281

[149] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/281-283

[150] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/283-284

[151] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/284-285

[152] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/285-286

[153] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/287

[154] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/287-288

[155] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/289-290

[156] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/291-292

[157] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/292-293

[158] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/293-294

[159] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/294-298

[160] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/298-300

[161] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/300-303

[162] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/303-305

[163] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/305-306

[164] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/306-307

[165] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/307-309

[166] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/307-309

[167] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/309-311

[168] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/311-312

[169] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/312-314

[170] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/314-315

[171] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/315-317

[172] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/317-319

[173] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:  1-2/319