Bu Sûre-i Kerime, Medine-i Münevvere'de nazil olan sûrelerdendir.
Ancak âyetinin Mekke-i Mükerreme'de Kurban Bayramında Haccet-ül Vedâ'da nazil
olduğu Ibn-i Abbas Hazretlerinden mervidir. Hicretten sonra nazil olan sûreler
velev Medine-i Münevvere'nin haricinde nazil olsun, Medine-i Münevvere'de
nazil olmuş addolunur. Sûre-i Bakara 287 âyeti hâvidir.
Bazı süver-i
Kur'âniyenin evvelinde bulunan hurufat Allahü Tealâ'nın ilmini kendine has
kıldığı esrar-ı ilâhiyeden olduğu cihetle Kur'ân'da bu misilli hurufat, ibadın
muttali olamayacağı esrardandır. Bunlar ilm-i usulde beyan olunduğu veçhile
müteşabi-hattır. Müteşabihatm iki kısmı vardır :
Birincisi; asla manâsı
fehmolunmayan ve gibi bazı sûrelerin evvellerinde bulunan harflerdir. İkinci
kısım ise, âyetinde bulunan kelimesi gibi asıl manâsı fehmolunup lâkin makam
itibariyle manâ-yı zahirisini murad etmek edille-i akliye ve nakliyeye
nazaran muhal olduğundan tevile muhtaç olanlardır.
Mutlaka müteşabihatta
iki mezhep vardır. Birincisi; selef mezhebidir ki bu misilli müteşabihatm
aslına ve murad-ı ilâhinin neden ibaret olduğuna iman edip ilmini Allahü
Tealâ'ya tefviz etmek ve tevili ile iştigal etmemektir. Bu mezhebe nazaran bu
misilli hurufatı Kur'ân'da zikrin faydası; iman ve kemâl-i itaat ve inkıyadla kulların mecur ve mü'sâb olmasıdır. Sıddik-ı
Â'zam Ebu-bekir (R.A.) Hazretlerinin «Her kitabın bir sırrı vardır, Allah'ın
Kur'ân'da sırrı ise sûrelerin evvellerinde bulunan harflerdir.» buyurduğu
mervidir.
Müteşabihat hakkında
ikinci mezhep; halef mezhebidir ki onların zamanlarında ehl-i dalâl ve
mülhidler peyda olup kendi arzularına göre amele ve itikad-ı hakka ve kavaid-i
şer'iyeye muhalif te'villerle meşgul olarak umur-u dini teşviş etmek
istediklerinden ahlâf-i kiram onların tevillerine meydan vermemek ve açmak
istedikleri fesad kapılarını kapatmak üzere şer-i şerife muvafık surette
tevilini vacip addettiklerinden müteşabihatın tevili ile meşgul oldular.
Şöyle ki: bazıları;
<(Şüver-i Kur'âniyeden bazılarının evvelinde bulunan harfler o sûrenin
ismidir.» dediler. Buna nazaran ( 11) Sûre-i Bakara'nın ismidir. Bazıları ise
'(Esma-i ilâhiyeden bir isimdir veyahut her harf esma-i ilâhiyeden bir ismin
fatihidir. Meselâ (elif) Allah ve (lâm) Lâtif ve (mim) Mecid isimlerinin
fatihleridir.» dediler. Yahut yani (Ben Allahü Azim-üşşamm, bilirim) demektir.
Veyahut kasemdir. Bu harflerden esma-yı ilâhiye-ve sıfât-ı sübhaniye ve kütüb-ü
münezzele terekküb ettiğinden şanlarına tazim için Vacip Tealâ harf-i hecaya
kasem buyurur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [elif, lâm, mim harflerine yemin
ederim ki, şu kitap kendisinde şek ve şüphe olmayan bir kitaptır.] demek olur.
Vacip Tealâ Kur'ân'a itiraz eden müşriklere bir sûrenin mislini getirmelerini
emredip de onlar da getireme-yince keenne onlara «Kur'ân taraf-ı ilâhidendir.
Eğer taraf-ı ilâhiden olmasa siz istediğiniz sûrenin mislini getirirdiniz;
zira Kur'ân işte sizin terkibine kadir olduğunuz şu harflerden mürekkeptir.
Halbuki siz kısa bir sûrenin bile mislini getirmekten aciz oldunuz, sizin
acziniz Kur'ân'm taraf-ı ilâhiden vahyolduğuna delâlet-i vazıha ile delâlet
eder.» demektir.
Beyzâvî'de beyan
olunduğuna nazaran (elif) Allah ve (lâm) Cibril ve (mim) Muhammed isimlerinden
alınarak «Kur'ân Allahü Tealâ'dan Cibril-i Emin vasıtası ile Muhammed (S.A.)
üzerine nazil oldu.)) manâsına olduğu İbn-i Abbas Hazretlerinden mervidir. [1]
[Şu müşarünileyh olan
Kur'ân bir kitap ki o kitabın taraf-ı ilâhiden vahy-i münzel olduğunda asla
şüphe yoktur.]
Yani; evvelin ve
ahirinin kemalâtını cami' olan Resul-ü Ekrem lûtf-u keremimizden kullarımızı
irşad için sana inzal ettiğimiz şu Kur'ân, bir kitab-ı kâmil ve bir düstûr-u
â'zamdır ki, onun vahyi münzel olduğunda asla şek ve şüphe yoktur. Zira;
elfazında olan intizamı ve maânisinde olan kuvvet ve metaneti ve mutazam-mın
olduğu ahkâm-ı belâğati tefekkür eden bir kimse o kitabın kitab-ı semavi ve
kelâm-ı ilâhi olduğunda kafiyen tereddüt etmez. Derhal kabul ve iman edip
mucibiyle amele müsaraat eder. Ve sebeb-i necatın ancak o kitaba yapışmakta
olduğunu idrak etmekle kendisinde olan zulümat-ı cehli izaleye sa'y eder.
Kur'ân'ın ulüvv-ü
menzeletine ve k^lâm-ı beşer olmaktan gayet baid olduğuna işaret için bu
âyette bu'dü mertebeye mevzu olan ( etili ) lâfzı ile işaret olunduğu gibi
kitabın kütüb-ü sabıkaya nisbetle kâmil olup ilâ yevm-il kıyam havadisin
ahkâmını cami olmak itibariyle noksan olmadığına işaret için kemâle delâlet
eden harf-i ta'rif ile varid olmuştur. Yani demek; işte şu işaret olunan kitab
bir kitab-ı kâmil ki, onda asla noksan bulunmayıp, insanlar beyninde ilâ
yevnıilkıyam zuhur edecek havadisin cümlesinin ahkâmını ve ekseri ümem-i
maziyenin ahvalini cami demektir. Şu halde Kur'ân'a nazar-ı sahihle bakan
kimse mer-tebe-i belâgatin nihayetine ve hadd-i i'cazın gayetine baliğ olduğunu
görünce vahy-i ilâhi olduğunda asla şüphe etmeyeceğini beyanla Kur'ân'da şüphe
edenlerin nazar-ı sahih malik olmadıklarına işaret buyurulmuştur.
Beyzâvî ve Hâzin'in
beyanları veçhile kitap'la murad kitab~ı mev'ud olmak ihtimali vardır. Çünkü;
iptidayı bi'sette Cenab-ı Hak resulüne bir kitap inzal buyuracağını vahiy
buyurduğu gibi Hz. Musa ve Hz. İsa'ya dahi İsmail (A.S.) neslinden âhir zamanda
ba'solunacak nebiye bir kitabı celil-ün nisap inzal edeceğini dahi vahyedip onlar da ümmetlerine böyle bir kitabın nazil
olacağını beyan ve nazil olduğu zaman îman etmelerini tavsiye etmişlerdi.
İşte gerek iptida-yı
vahiyde bizim nebimize ve gerek Hz. Musa ve İsa (A.S.)'a mev'ud olan kitab-ı
mübin şu kitap olduğunu Cenab+ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Buna nazaran
manâ-yı âyet:
[Şu müşarünileyh olan
kitap iptida-yı bi'sette Muhammed (S.A.)*a ve ondan evvel geçen enbiyaya, âhir
zaman peygamberine inzal olunacağı va'd-ü beyan olunan kitab-ı malûmdur kî, o
kitabin vahy-i münzel olduğuna dair olan delâilin vuzuh ve zuhuruna binaen
onun kelûm-i ilâhî olduğunda asla şüphe yok] demektir.
Hulâsa; Kur'ân'ın
tavk-ı beşerden hariç bir mertebe-i baide-de bulunduğu ve noksansız havadis-i
beşerin ahkâmını ve evvelin ve ahirinin ahvalini cami' bir kitab-ı kâmil olduğu
ve taraf-ı ilâhiden bizim resulümüz Muhammed (S.A.) Hazretlerine vahy-i münzel
kelâm-ı ilâhi olduğu ve kelâm-ı ilâhi olduğunda asla şüphe caiz olmadığı bu
âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [2]
Vacip Tealâ Kur'ân'ın
şek ve şüpheden beri bir kitab-ı kâmil olduğunu beyandan sonra kitabın
fevaidini ve cümle-i kemalâtm-dan olan menafimi beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Kur'ân-ı Azim-üş Şan
günahlardan kaçınan müttakîlere tarîk-: hayrı gösterici ve menfaatlerine
delâlet edicidir. O müttakî-ler şoî kimseler ki, onlar gayba imanla saîevat-ı
mefruzayi eda ve bizim onları merzuk ettiğimiz rızıkîarmın bazısını muhtaç olanlara
infak ederler.]
Yani kitab-ı mübin
olan Kur'ân; evamire imtisal ve nevahi-den içtinab edip, nefislerinin
taharetine mani olan, habâisten muhafaza eden müttakîlere doğru yolu gösterir
ve hidayet-i azîme ve tarîk-i müstakime irşad eder bir mürşid-i kâmildir. O
müttakîler
şol kimselerdir ki,
onlar gayba iman ettikleri gibi furû-u â'malin â'zamı ve erkân-ı dinin ehemmi
olan salâtı ikame etmekle cemi' azalarıyla canibi mânevi-i ilâhiye teveccüh
ederler. Ve rızayı ilâhiyi talepten .halı kalmazlar ve ubudiyetten maksad-ı
aslî olan te-zellül ve tevazuu kemaliyle yerine getirirler. Ve yalnız ibadet-i
bedeniye ile iktifa etmezler. Belki bizim onlara lûtf-u keremimizden vermiş
olduğumuz rızıktan muhtaç olan fukara ve zuafâya sarf ve infak etmekle ibadet-i
maliyeden ibaret olan zekâtı da eda ederler.
Hidayet; doğru yola
irşad edip tarîk-i savabı göstermektir. İttiko ; nefsi, mazarrat verecek
şeylerden ve şer'a muhalif olan günahlardan muhafaza etmektir. İttikanm üç mertebesi
vardır :
Birinci mertebesi;
küfürden, nefsini muhafaza etmektir. Bu mertebe; ittikanm edna mertebesi vo
mertebe-i avamdır. Her mümin bu mânaya nazaran nefsini küfürden vikaye ettiği
için müt-takîdir.
ikinci mertebesi;
muharrematm kâffesini terkle ibadetti edaya sarf-ı makderet etmektir. Bu
mertebe: ittikanm mertebe-i vustası ve havassın mertebesidir. Çünkü: bunlar
evâmire imtisal ve neva-hiden içtinabla nefislerini azab-ı cehennemden vikaye
ettikleri için ittikanm tam manâsını ihraz etmişlerdir. Ve bu âyette murad olan
ittika da bu manâca itlikadır. Zira; âyette müttakileri tavsifte yalnız imanla
iktifa olunmayıp belki furû-u â'malden salât ve zekâtın ittikada dahil olduğu
beyan olunmuştur.
Üçüncü mertebesi; cemi
ibadatı eda etmek ve cemi maaside ihtirazla beraber kalbinden masivamn küllisini ihraç ve daima azamet~i ilâhiyeye delâlet ederi delâili tefekkürle
meşgul olmaktır.
Bu mertebe ittikanm
âlâ mertebesi ve mertebe-i havass-ül havassıdır.
Kur'ân'm hidayeti
halen ve meâlen müttakîlere mahsus olduğu gibi küfürden ittika etmeyenlere
hidayet olunmayacağı ve Kur'ân'm hidayetinden müsteüd olmak ancak ittika ile
olacağı bu âyetle beyan olunmuştur. Çünkü; muharremattan içtinab ve ah-kâm-ı
ilâhiyeyi iltizam edip âhirete iman ederek tarik-ı hayr ve savabı taharri ile azab-i cehennemden kurtulmak
çaresini düşünmeyen kimseler Kur'ân'a iman ve itimad etmediklerinden Kur'-ân'a
atf-ı nazar etmezler ki, Kur'ân onlara hidayet etsin ve doğru yolu göstersin. .
Temessük etmeyenleri elbette Kur'ân hidayette kılmaz. Çünkü; Kur'ân'm hak
olduğunu itikad etmeyince ahkâ-mıyla amel etmek murad etmez ki, Kur'ân'm
âyetleri onun için doğru yolu göstersin. Evet! Kur'ân tarîk-i hakkı arayanlara
hidayet eder. Bu âyette Vacip Tealâ müttakilerin evsaf-i lâzimesinden üç sıfat
zikretti. Birincisi esas itikaddan olan «iman», diğerleri de furu-i â'malden
olan «salât» ile fukaraya «in/a/c»tır.
İman ; Vacip Tealâ'nın
zatını ve sıfatını ve enbiya-yı kiramı?) nübüvvetlerini ve ahval-i âhireti ve
sair iman edilmesi lâzım olan şeyleri, inanıp kalb ile tasdik ve lisanla ikrar
etmektir. Şu halde imanın iki rüknü olan «tasdik-î kalbî» ve «ikrar-ı lisanı»
nin her müminde bulunması lâzımdır. Binaenaleyh bir kimsenin yalnız kalbde
tasdiki bulunsa da ikrar-ı lisanîsi olmasa şu tarife nazaran mümin olmaz. Amma
iman yalnız tasdik-i kalbiden ibaret olduğuna nazaran o kimse beynehu ve
beynallah mümin olur. Fakat imanın cüz'ü aharı olan ikrarı terkinden dolayı
günahkâr olduğu gibi zahirde o kimse üzerine ahkârn-ı seriye icra olunamaz.
Çünkü; kalbinde olan imanı, ikrarı olmadığı cihetle zahirde bilinemediğinden
imanıyla hükmolunamaz ki, ahkâm-ı şer'iye icra olunsun. İmanın iki cüzü
olduğuna nazaran ziyade ve noksanı kabul etmez. Çünkü; «mü'menün bih» yani
iman edilecek şeyler artmaz ve eksilmez ki, iman artsın veyahut eksilsin.
Hatta itikadiyat cemi' enbiyanın şeriatlerinde birdir. Binaenaleyh usul-ü
itikadi-yatta enbiyanın cümlesi müttefiklerdir. Hernekadar ümmetleri akla ve
nakle muhalif bir takım batıl itîkadlar ihdasiyle fena yollara ve bid'atlere
sapmışlarsa da usul-ü itikad değişmiş addolunamaz. Meselâ; Nasârâ'nm ekanîm-i
selâseyi kabul etmesi ve Hz. İsa'ya haşa Allah'ın oğlu demeleri kendi icadları
olduğu için şe-riat-i İsa da itikadİyatm o yolda olmasını icab etmez. Çünkü; bu
misilli akla ve nakle muhalif olan itikadat-ı batıla nasaradan bazı kimselerin
icadiyle beynennasârâ intişar etmiştir. Yoksa şeriat-i İsa'da böyle batıl
itikad olamaz.
Şu tarife nazaran
amel, imandan cüz' değildir. Belki imanın kemalinden
cüz'dür. Binaenaleyh; imanı olup ameli olmayan kimse mümindir velâkin amel
etmediği için fâsık addolunur. Eğer affı ilâhiye mazhar olamazsa taksiratı
kadar muazzeb olduktan sonra imanı sebebiyle cennete girer.
Ehl-i sünnetten
muhaddisînin mezheblerine nazaran iman: kalble tasdik, lisanla ikrar, aza~yı
cevarihle amelden ibarettir. Şu tarifin zahirine nazaran amel, imandan cüz' ise
de esah olan amelin, imanın kemalinden cüz' olmasıdır. Çünkü; fasıkm mümin olduğunda
muhaddisin hâzaratı dahi müttefiklerdir.
Ancak bir kimse yalnız
lisanıyla ikrar etse fakat ameli olmadığı gibi kalben tasdiki dahi olmasa, o
kimse beynehu ve beynal-lah mümin değil, belki münafıktır. Binaenaleyh; ebedi
cehennemde kalır.
İmanda muteber olanın
gaybe iman olduğuna bu âyet delâlet eder. Gayb ile murad; Tefsir-i Hazin'de
beyan olunduğu veçhile Allahü Tealâ'ya ve meleklere ve enbiyaya ve vahye ve
yevm-i âhirete, âhirette sual, hesap, azap, cennet, cehenneme iman etmesi
lâzım olup; bunlar insanın gözüyle göremediği şeylerdir. Onların cümlesine
görmüş gibi iman etmek lâzımdır.
İman ikidir.
Birincisi; âin-i Muhammedıden olan ahkâmın kâffesine icmalen, kalble tasdik ve
lisanla ikrar etmektir.
İkincisi; din-i
Muhammedıden olan ahkâmı birer birer tafsil ederek iman etmektir. Avam-ı nas
için iman-ı icmali kâfidir. Birer birer ahkâmın kâffesini tafsil üzere bilmek
lâzım değildir.
İmanda t akli d ;
bahasından, anasından veyahut sair kimselerden işittiği gibi iman edip
delâîlini tetkik etmemektir. Bu manâca iman-ı taklidi eşâire indinde makbul
değilse de ehli sünnetten matüridiye indinde makbuldür. Lâkin bu, imanın zayıf
ve edna mertebesidir. Çünkü imanda makbul olan; mesail-i itikadi-yenin
delâilini tetkikle ilm-i yakın hasıl ederek iman etmektir. Zamanımızda ehl-i
imandan hemen mukallid yok gibidir. Çünkü; hernekadar cahil olsa ve kitaplardan
delâili tetkik etmese dahi hariçte görmüş olduğu mevcudat ve mükevvenatın
kudret-i ilâhiye ile vücuda geldiğini bilir ve bu cihetle eserden müessire
istidlal eder. Zira; ukul-ü beşer tekemmül ettikçe herkes herşeyi Cenab-ı Hakka isnad eder. Ancak sanii inkâr eden Dehri gibi
dinsizler müstesnadır.
Bu âyette salât ile
murad; salevat-ı mefruzadır. Fahri Razi, Hazin ve Kazi'nin beyanları veçhile i
k a m e ~ i salât ile murad sürtenini, adabım, feraizini ihlâl etmeksizin
vakt-i muayyeninde hudû ve huşu ile edasına devam etmektir. S a I â t ı nt
asıl manâsı; duadır. Lâkin Şer'i Şerifte salât; efal-i mahsusa ve erkân-ı
malûmedir. Yani kıyam, kıraat, rüku, sücud, kuud ve ni-yet-i halise ile bunları
eda etmek ve evvelinde tekbir ile dahil olmak ve ahirinde selâmla hitam
bulmaktır.
Salât lâfzı manâ-yı
aslisi itibariyle mücmeldir. Lâkin -Cibril-i Eİmin Resulullah'a ve Resulullah
da ümmetine talim buyurdu. Ve bu minval üzere âyetteki icmal, sünnet-i nebeviye
ile tafsil olundu ve takarrür etti. Binaenaleyh salât lâfzı zikrolunduğu yerde
manâ-yı şer'isi hatıra geldiği gibi murad da odur. Manâ-yı lugavisi olan dûa
manâsı örf-ü şeri'de metruktür.
Hal-i hayatında
Resulullah (S.A.) eshabı ile beraber erkân-ı malûme olan salâtin ikamesine
devam buyurdu, ve zaman-ı saadetten ilâ yevminâ haza, icma-ı ümmet de bu
suretle vaki oldu. Binaenaleyh; malûm olan evkat-ı hamsede salâtin farziyetini
ve heyetini inkâr eden tekfir olunur. Yani; salâtin esasını inkâr eden tekfir
olunduğu gibi beş vaktin rekatlerini ve heyetlerini inkâr eden kimse dahi
tekfir olunur demektir. Çünkü; salâtin rekâtleri ve heyetleri her ne kadar
Kur'ân'ın sarahatiyle sabit olmamış ise de gerek rekât ve gerek heyeti icma-ı
ümmetle sabit ve tevatürle zaman-ı saadetten bu ana kadar naklolunduğundan
inkâr eden hükm-i kafiyi inkâr ettiği cihetle küfretmiş olur.
Âyet-i celilede
Cenab-ı Hak ehl-i imanı bizim kendilerine verdiğimiz rızıktan bazısını infak
ederler buyurmakla ibadet-i maliyesini eda edenleri sena buyurmuştur,
Rızık ; insanın intifa
ettiği mal kabilinden nasiptir, t n -fak; Fahri Razi ve Hazin'in beyanları
veçhile fi sebilillâh elinde olan malını sarf ve hare etmektir. Âyet-i celile;
zekât, nezir, sadaka-i fıtır, nefsine infak, üzerine nafakası vacip olanlara
infak ve cihad-ı fi sebilillâhta infak gibi vacip olan infakın cümlesine ve
sadakat-ı nevafile şamildir. Hatta müminler beyninde muavenete müteallik
şeylerin, cümlesi in fakta dahildir. Zira; cümlesi nazar-ı şer'ide makbul ve
memduhtur.
Vacip Tealâ ehl-i
imanı nifakta isral ve tebzirden muhafaza ve malının bir miktarını infuk ve bir
miktarını kendi mesalihi için alıkoymak lâzım olduğuna işaret için bağza
delâlet eden ( j* ) lafzıyla irad buyurmuştur ki. «merzuk olduğunuz rızkınızın
bazısını infak ve bazısını ibka edin» demektir. Çünkü; insanların ahlâkı
muhtelif olup bazısı gayet sahi olmakla elinde olan emvalin küllisini infak
etmek istediğinden ve bazısı da gayet buhil olup elinde olan emValin bir
zerresini bile vermek istemediğinden ve bu cihet de mezmum olduğundan Vacip Tealâ
bu âyette insanlar için lâzım olan bu iki tarafın vasatını ihtiyar eıraek
Lâ^.ım olduğuna işaret buyurmuş ve infak hususunda Jaz.nı olan haıtı hareketi
tayin etmiştir. Gerek imanın ve gerek ikame-i salat ile intakın devam üzere
lâzım olduğuna İşaret için ülinırü-r ve devama delâlet eden muzari sığaları ile
var id olmuşlardır.
Bu âyet-i celilede
Vacip Tealâ insan için dikkat ve itinası lâzım olan vazife-i mühimme-i
asliyeyi beyan buyurmuştur. Çünkü Fahri Razi'nin beyanı veçhile insanın
mükellef olduğu ahkâmın esası ikidir :
Birincisi; bükülliye
mamiyi terkaimekıir, Hu kısma iitika ile işaret buyurmuştur.
İkincisi; bilûmum
vecîbatı eda etmektir. Yacibatın esası da ikidir :
Birincisi; saldı gibi
ibadet-ı bedeniyedir. Ona cümle-i celilesi ile işaret olunmuştur.
İkincisi; zekât gibi
ibadet-i maliyedir. Buna dakavl-i lâtifi ile işaret buyurulmuştur.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile âyetteki injakın niam-ı zahire ile ilim, idrak, kuvvet ve kudret gibi
niam-i batmeye dahi şamil olması muhtemeldir. Şu halde; ilmi talim ve dâlli ir
şad ve /marısıb sahibi ve hatırlı olan kimsenin şefaat-i hasenesi ve kuvvet
sahibinin âciz ve zayıfa muaveneti insanın ecr-ü sevaba nail olacağı in-lakda
dahil ve memduhtur. Zira bunların cümlesi; tarafı ilâhiden insana ihsan olunan
nzık cümlosindefıdir.
Hulâsa; menhiyatı terk
ve me'muratı işlemekle ittika ve er-kân-ı dinden olan salâtı ikame ve zekâtı
eda edenlerin Kur'ân'daıı intifa edip Kurân'ın ise onları hidayette kılacağı bu
âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendîr. [3]
Vacip Tealâ bilûmum
ehl-i imana Kur'ân'in hadi olduğunu beyandan sonra ehl-i kitaptan iman eden
(Abdullah b. Selâm) ve emsali Kur'ân-a iman eden ehl-i kitabın şanlarım teşrif
ile iman etmeyen ehl-i kitabı imana terğib etmek üzere :
buyuruyor.
[Kur'ân şol kimselere
dahi hâdidir ki, onlar sana iıizal olunan Kur'ân'a ve senden evvel geçen
enbiya-yı kiram biraderlerine inzal olunan kütüb-ü semaviyenin kaidesine İman
eder ve ancak âhîreti yakinen bilir ve tasdik ederler.]
Yani; Kur'ân, gayba
iman ve ikame-i salât ve eda-yı zekât eden bilûmum müminlere hidayet ettiği
gibi ya Muhammedi Sana Cibril-i Emin vasıtasıyla inzal olunan Kur'ân'a ve
senden evvel inzal olunan Tevrat, İncil, Zebur ve sair suhuf-u münzeleye iman
eden ve bilhassa dar-ı âhirete şekki ve tereddüdü izale eder bir yakînle iman
eden ehl-i kitabı dahi hidayette kılar.
Fahri Razi ve Kazi'nin
beyanları veçhile inzal; bir şeyi aladan ednaya nakletmektir. Cibril-i Emin
kütüb-ü semaviyeyi Ce-nab-ı Haktan kelâm-ı ilâhi olarak huruf ve esvattan ari
olduğu halde işitir, badehu semadan nazil olarak'enbiya-yı kirama nakil ve
beyan eder. Veyahut levh-i mahfuza yazılmış olan kitapları ve kitapların
âyetlerini iktiza ettikçe emr-i ilâhi üzerine levh-i mahfuzdan kıraat ve hıfz
eder ve badehu rusul-ü kirama tebliğ için semadan nazil olur. Şu iki suretten
herhangi suretle olursa olsun kelâm-ı kadim-i ilâhiye dâl olan elfaz ve ibareyi
beyan etmek üzere semadan nazil olduğu cihetle inzal tabir olunmuştur.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile ehl-i kitaptan âhirete iman edenlerin îkan üzere iman ettiklerini
beyan ve iman etmeyenlere tariz ve imana terğibdir. Ve âhiret hakkında
itikadlarmm vakıa mutabık olmadığını beyanla iman etmeyenlerin itikadları ilme
müste-nid olmaksızın birtakım evham ve itikad-ı batıl olduğuna işaret
buyurmuştur.
Âhiret; dünyadan
muahhar olduğu için âhiret denilmiştir. Bu âyet nazil olduğunda, gerçi
Kur'ân'ın küllisi henüz nazil olmamış ise de nazil olanı nazil olmayanlara
tağlib ve nazil olması muntazar olanları vaki nefselemirde nazil olmuş
menziline işaret için «inzal» mazi sigası ile varid olmuştur.
Enbiya-yı sabıka
üzerine nazil olan kitaplara imandan mu-rad; iman-ı icmalidir. Ahkâmına
tafsilen iman etmek murad değildir. Zira; biz ahkâmıyla mükellef
olmadığımızdan alettafsil kü-tüb-ü sabıkanın ahkâmını tahsil etmek üzerimize
vacip değil ki tafsîlen îman vacip olsun. Amma bizim kitabımıza icmalen iman
farz-ı ayn olduğu cihetle her ferde lâzımdır. Fakat bütün ahkâmını tafsil üzere
iman farz-ı kifayedir. Zira; bilûmum ahkâmını tahsil etmek umum efrad üzerine
vacip değildir. Belki namaz ve oruç gibi farz-ı ayn olan ibadatm mesailini her
ferdin bilmesi vaciptir. Diğer ahkâmını ise icrası lâzım olan kimselerin
bilmesi vacip olur. Başkalarının bilmesi vacip olmaz. Meselâ zekâta müteallik
mesaili zekât vermesi vacip olan kimsenin bilmesi vaciptir. Zekâta muktedir
olmayan fakire zekât mesailini öğrenmek vacip olamaz. Kezalik muamelât ve
ukubata müteallik olan mesaili bilmek farz-ı kifayedir. Her ferd üzerine bilmek
vacip değildir. Eğer her ferd üzerine vacip olmuş olsaydı, umur-u millet
haleldar olur ve milletin heyet-i mecmuasına ait olan işler intizamdan çıkardı.
Çünkü; milletin her ferdinin ahkâm-ı şer'iyeyi bilmesi vacip olsa herkes
ömrünün nısfını bu uğurda feda etmek ve başka işe bakmamak lâzım gelirdi.
Halbuki bir milletin heyet-i mecmuasına ait olan vazife yalnız tahsil-i ilme
münhasır olamaz. Zira; zîraatle ekmek ve ticaretle para kazanmak milletin devam
ve bekasına yegâne .sebeptir. Badehu düşmana karşı mevcudiyetini muhafaza
etmek millet için ehemmi vezaiftendir; Ve sair hususatta da hal böyledir.
Binaenaleyh; taksmi-i â'mal kaidesine tevfiken milletin bir kısmı ziraat, bir kısmı smaat, bir kısmı ticaret, bir kısmı emaret,
bir kısmı tah-sil-i ilim ve bir kısmı da askerlikle meşgul olur. Çünkü; insan
bittabi medeni olduğundan yalnız yaşamayıp cemiyetle yaşamak zaruri olduğu
cihetle heyet-i mecmuasının bekası için amelleri taksim zaruridir. [4]
Vacip Tealâ Kur'ân'ın
müminlere hidayet olduğunu beyandan sonra hidayetin mümin müttakilere mahsus
olduğunun hikmetini ve zikrolunan imanın ikame-i salât ve eda-yı zekât gibi
iba-datı eda etmek fevz-ü falâha sebep olduğunu beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Şu mümin muttaki olan
kimselerin cemi kitaplara iman ve âhirete yakın üzere itikad etmeleri sebebiyle
mürebbi-i hakikileri olan rablarından hidayet-i azim üzerinde karar edici ve şu
evsaf-ı celileyi haiz olan zevat-ı müşarün Heyhim dünyaya ve âhirette fevz-ü
felah buluculardır.]
Yani; usul-ü
itikadiyeye dikkat ve furu-i â'mali şeraitine riayet ederek lâyıkıyla eda edenler
ve sair muharrem attan içtinabla ittika eden müttakiler rablerinden hidayete
muvaffak oldukları gibi korktuklarından kurtulmak ve umduklarına nail olmak suretiyle
felâhyab oluculardır. Fahri Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile ehl-i imanın
hidayette temekkün ve tekarrurlarına, sebat ve devamlarına işaret için
istikrara delâlet eden ( J& ) lafzıyla varid olmuştur. Güya ehl-i imanın
hidayete devamları birşey üzerine çıkıp oturan kimselerin hallerine teşbih
olundu. Çünkü; bir kürsü üzerinde oturan kimse karar üzere rahat ederek düşmek
gibi rahatsızlıklardan emin olduğu gibi delâil-i ilâhiye ile Hakka istidlal
edip hakla batıl beynini tefrik ederek hak üzere karar ve birtakım itikadat-ı
fasideden kendini muhafaza etmesi her türlü avarizden salim kürsü üzerinde oturan kimseye benzediğinden
mâkulü mahsûsa teşbih
tarikiyle istikrara delâlet eden lâfzı varid olmuştur.
İşte hidayet üzere
karar edenleri Cenab-ı Hak ilk Önce iman ve ibadetleriyle methettikten sonra
iman ve ibadet üzere karar ve imanlarını şek ve şüpheden muhafaza etmeleri ile
dahi meth-ü sena buyurmuştur.
Iman?üzere karar eden
kimselerin hidayetleri gayet büyük olup ukûl-ü beşerin idrakinden aciz olduğuna
işaret için hidayet lâfzı tazime delâlet eden tenvin ve nekre suretiyle varid
olmuştur. Çünkü; doğru yola vasıl olmak manâsmca hidayet insanın dünyevî ve
uhrevî saadetine sebep olup bütün mehleke ve felâketlerden kurtardığı için
insana pek çok ve büyük faydalar bahşettiğinden hidayet hakikaten büyüktür. Ve
şu büyüklüğüne işaret olmak üzere tenvin ile varid olmuştur.
Ehl-i imanın,
hidayetle sairlerinden mümtaz oldukları gibi felah ve necat bulmakla dahi
mümtaz olduklarına tenbih için lâfzı her ikisinde de zikrolunmuştur. Bundan
evvel beyan olunan itikad ve amelin neticesi felah ve felaha sebep ise iman ve
ibadet-i bedeniye ve maliye olduğuna bu âyet delil-i vazıhtır.
Zira müştak olan ve
üzerine felah hükmünün terettübü; iştikakın me'hazi olan iman ve ikame-i salât
ve in-fakm felâhyab olmaya sebeb ve illet olmasını müş'irdir.
Şu halde itikad-ı
sahih ve amel-i salihin neticesi; tazim ve tev-kir üzere sevaba zaferyab ve
naîm-i daime vasıl olmaktır.
FeIâhla rnurad;
felâh-ı kâmil olduğundan fasık olanların bilkülliye felahtan mahrum olmalarını
icab etmez. Çünkü; fasıklar kusurları miktarı azap gördükten sonra felâhyab
olacaklarından, onların felahları felâh-ı nakıstır. Binaenaleyh felâh-ı kâmil;
imanla beraber amel-i salih sahiplerine mahsustur. Felah hasra delâlet eden
zamir faslı ile varid olmuştur.
Hulâsa; mümin
müttakilerin rablerinden hidayet-i azim üzerine oldukları ve ancak fevz-ü
falâh-ı kâmil onlara münhasır olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesindendir.
Vacip Tealâ if-laha
suıü olacak evliyasını sıfatlarıyla beraber zikirden sonra evlh asının zjdtiî
ulan â'dâsım ve onların temerrüd-lerine binaen inzar vp adem-i' inzann onlar
için müsavi olduğunu beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Şol kimseler ki,
onlar muhakkak küfrettiler, senin onları in-zar edip elmemeklîğin onlar üzerine
müsavidir. Zira; onlar iman etmezler.]
Yani; şol kimseler ki,
onlar hakkı inkâr ve haktan iraz ve batılı izhar ve inat ve istikbarla küfr
üzere İsrar ettiler. Ya Muham-med! Senin onları azab-ı ilâhi ile korkutup
korkutmamaklığın onlar üzerine müsavidir. Zira; onların temerrüd ve batıla
ısrarlarına binaen inzar fayda etmediğinden asla iman etmezler.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile küfür; birşeyi set-redip örtmek manasınadır. Kâfirler
hakkı setredip kabul etmedikleri için kâfir denilmiştir. Küfrün envai dörttür:
Birincisi; Allahü
Tealâ'yı asla bilmez, inkâr eder. Buna küfr-ü inkârı denir.
İkincisi; kalb ile
Alîahü Tealâ'yı bilir, fakat lisan ile ikrar etmez. Buna küfr-ü cuhûdî denir.
İblisin küfrü bu kısımdandır.
Üçüncüsü; kalbi ile
Allahı bilir ve lisanı ile ikrar eder, fakat diniyle tedeyyün etmez. Buna
küfr-ü inâdî denir. Ebu Talib'in küfrü bu kabildendir.
Dördüncüsü; lisan ile
ikrar eder, fakat kalb ile tasdik etmez, buna küfr-ü nifakî denir. Münafıkların
küfrü bu kabildendir.
Küfrün hulâsası;
Alları ve vahdaniyetini veyahut inzal ettiği âyetlerinden ve kitaplarından
birini veya cümlesini veyahut ru-sül-ü kiramdan birini veya hepsini inkâr
etmektir. Bunların cümlesi küfür olduğundan bu minval üzere vefat eden kimse
ebediyen cehennemde kalır. Zira; Allahü Tealâ küfredeni mağfiret fîtmoz.
înzar ; günahlardan
men etmekle beraber Allah'ın azabından korkutmaktır,
Rusül-ü kiramın
kâffesi, ümmetlerini maâsîden nehiyle beraber maâsî işledikleri surette azab-ı
ilâhi ile muazzap olacaklarını beyanla korkuttukları için münzir unvanını ihraz
etmişlerdir. Kâfirler küfr üzerine musir olup Resulullah'ın sözüne kulak asmadıkları
için haklarında azab-ı ilâhiyi beyanla korkutmakta bir fayda olmadığından
Cenab-ı Hak onların indinde inzann vücudu ve ademi müsavi olduğunu bu âyette
beyan buyurmuştur. Zira hızardan fayda; küfürden vazgeçip iman etmektir.
Bunlar ise gerek inzar olsun, gerek olmasın iman etmezler ve inad ve
temerrüdle küfr üzere ısrar ederler. Şu halde inzardan müstefid olmadıkları
için onlar hakkında da inzar yok mesabesindedir.
Medarik'te beyan olunduğu
veçhile küfürde ısrar edip iman etmeyeceklerini Cenab-ı Hak bildiği halde
resulüne inzarı emretmesi; yevmi kıyamette kâfirler üzerine hüccet ikame etmek
ve onların itizarlarına meydan kalmamak ve emr-i risalet umumî olmak ve inzar
sebebiyle resulü müsâb kılmak hikmetine müpteni-dir. Binaenaleyh; rusül-i kiram
iman edeceklere ve iman etmeyeceklere emr-i risaleti tebliğ ve tarik-ı hakkı
herkese göstermek ve azab-ı ilâhi ile inzar ve niam-ı ilâhiye ile tebşir
etmekle memurdur. Çünkü; küfr üzere ısrar edecekleri inzar etmeseler yevmi kıyamette
kâfirlerin «bize resul gelmedi ve doğru yolu göstermedi» diyerek itizar etmeye
hakları olacağından Cenab-ı Hak bu misilli itizar kapılarını kapamak için iman
etmeyecek kâfirleri inzar etmelerini resullerine emretmiş ve onlar da daima
inzar etmişler ve inzardan hali kalmamışlardır.
İnzann, birşeyi
işlemek veyahut terk etmekte tesiri ziyade olduğundan bu makamda yalnız inzarı
zikirle iktifa olundu. Çünkü; insanın mazarratı defle iştigali, menfaati
celble iştigalinden evlâdır. Binaenaleyh; def-i mazarrat kabilinden olan inzar
zikrolu-nup celb-i menfaat kabilinden olan tebşirin zikrolunmadığı Fahri
Razi'nin cümle-i beyanatından dır. Zira; inzann tesiri olarak mazarrat terk
olununca min vechin menfaat celb olunmuş demektir.
Tefsir-i Medarik'te
beyan olunduğu veçhile âyet-i celilede gerek (hemze) ve gerek (elif mim)
kelimesi istifham manâsından mücerreddirler. Zira; istifham müsavata münafidir.
Çünkü maksat; inzar ve adem-i inzar müsavi olduğunu haber vermektir. Bu habere
«Sen inzal ettin mi veyahut inzar etmedin mi?» diyerek sual etmek muhaliftir.
Binaenaleyh; âyette suret-i istifham varsa da manâ-yı istifham yoktur. Yani
«İstersen inzar et, istersen inzar etme, her ikisi de müsavidir. Zira; inzar
etsen de, etmesen de iman etmezler» demektir. Yoksa «İnzar ettin mi veyahut
inzar etmedin mi?» unvanında sual değildir. Vacip Tealâ küfr üzere ısrar edecek
kâfir-i mütemerridlerin iman etmeyeceklerini beyanla beraber iman
etmediklerinden dolayı zem etmiştir. Çünkü; imanla mükellef olduklarından
teklif olunan imanı yerine getirmedikleri için elbette zem olunurlar.
Bu âyet teklif-i
mâlâyutakin cevazına ve vukuuna delildir.. Çünkü; Cenab-i Hak kâfir-i
mütemerridin dünyaya arz-ı vücud edip teklife mahal olduğunda irade-i cüz'iyesini
küfre sarf edip ve ısrar etmekle iman müyesser olmayacağını ezelde bildi.
Ezelde o kâfirin lâyezaldeki iradesine binaen adem-i imanına ilm-i ilâhî taalluk
ettiğinden kâfirin imanı muhal ve mümtenî olduğu halde Cenab-ı Hakkın imanla
teklifi mümteni ile tekliftir. Şu halde teklif-i mâlâyutak vakî olmuştur.
Çünkü; kâfir-i mütemerrid iman etmiş olsa — hâşâ —, Allahü Tealâ'nın ilminin
hilafı zuhur edeceğinden «cehil alâllah» lâzım geldiği gibi iman etmeyecekleri
haberinin dahi kâzip olması lâzım gelir. Gerek «cehil alâllah» ve gerek «kizb
alâllah» her ikisi de muhal olduğundan kâfirin imanı muhaldir. İşte şu muhal
ile teklif; teklif-i mâlâyutaktır.
Muhal; ikidir:
Birincisi; kadimi yok eylemek ve zıddmı cem etmek gibi lizatihîdir. Bununla
Vacip Tealâ'nın mülkünde mutasarrıf olup hiç kimsenin itiraza salâhiyeti
olmadığı cihetinden teklif caizse de zatında imkânı olmadığından teklif vaki
değildir.
İkincisi; kâfir-i
mütemerridin imanı gibi muhal bügayr olur. Çünkü; kâfirin imanı zatında
mümkündür. Lâkin küfründe ısrar edeceğini Cenab-ı Hak bildiğinden adem-i
imanına ilm-i ilâhî taalluk ettiği için kâfir-i mütemerridin imanı ilm-i
ilâhiye nazaran muhal olduğu cihetle
muhal bilgayrdır. Zira; zatında mümkündür, muhal değildir. İşte bu kısım muhal
ile teklif vakidir. Binaenaleyh; kâfirler imanla mükelleftir. Çünkü; iman etmek
yed-i ihtiyarlann-dadır. İradelerini küfre sarf edeceklerini ve küfür üzere
ısrar eyleyeceklerini Vacip Tealâ bildiği için imanları ilm-i ilâhiye nazaran
muhaldir. Fakat kâfirler iradelerini adem-i imana sarf edeceklerinden Vacip
Tealâ'nm ilmi adem-i imanlarına taalluk etmiştir. Yoksa ilm-i ilâhi adem-i
imanlarına taalluk ettiğinden dolayı iman etmediler değildir. Binaenaleyh;
küfrü ihtiyarda mecbur değillerdir. Zira; ilm-i ilâhi malûm olan adem-i
imanlarına tabidir. Yoksa adem-i imanları ilm-i ilâhiye tabi değil ki, küfrü
ihtiyara mecbur olsunlar. [5]
* **
Vacip Tealâ
kâfir-i mütemerridlerin iman etmeyeceklerini beyandan sonra, iman
etmediklerinin sebebini beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Allahü Tealâ
kâfirlerin kalbleri ve kulakları üzerlerini mühürledi ve gözleri üzerinde
hakkı görmekten men eder perde vardır ve onlar için âhirette büyük azap
olucudur.]
Yani; inzar
kendilerine menfaat vermeyen kâfirler iman etmezler. Zira Allahü Tealâ
kalbleri üzerini mühürledi ki, asla kalb-lerine hayır girmez. Çünkü; onların
iradelerini küfre sarf ve ısrar edeceklerini Cenab-ı Hak bildiği için güya
kalblerine hariçten bir-şey girmesin diyerek ağzı mühürlenmiş gibi kıldı.
Binaenaleyh; onların kalbleri ağzı mühürlenmiş bir kese mesabesinde olduğundan
kelime-i hak oraya asla vasıl olmaz bir hale gelHi. Onların kulakları üzerine
mühür vaz etmiştir ki, kelime-i hakkı işitmez ve işittikleriyle katiyen
intifa.etmezler ve muannid kâfirlerin gözleri üzerinde büyük ve kalın perde
örtülmüştür ki, asla gördükleri de-lâil-i garibeden intibah etmezler. İşte
kalbleri ve kulakları mühürlü ve gözleri perdeli olan kâfirler için âhirette
azab-ı azîm vardır,
Yahut dünyada esaret,
katil, helak ve âhirette azâb-ı daim vardır. Zira; onlar Allah'ın kendilerine
verdiği nimetleri mahalline sarfla intifa etmedikleri gibi belki mahallinin
gayrıya sarfla birtakım günahlarda ve küfür gibi büyük cinayetlerde
bulunduklarından büyük azaba müstehak olmuşlardır.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile bu âyette h a' t m ile murad; onların kalblerinde küfür ve sair maâsiye
muhabbet halk olunma-sidir. Çünkü; onlar küfür üzere musir oldukça kalblerinde
küfre muhabbetleri bir dereceye varır ki, iman ve taatı kabih addederek âbâ'
ve ecdatlarını taklide münhemik olurlar. Ve nazar-ı sahihten iraz etmek
adetleri olduğundan keenne kalbleri ve kulakları mühürlenmiş gibi bir kasavet
iktisab eder. Binaenaleyh; kalb-lerinden küfrün çıkması ve hariçte olan iman ve
teatin kalblerine girmesi mümkün olmadığından mühürlenmiş addolunur. Zira;
mühürlü bir kesenin içinde olan şey dışına çıkmadığı gibi dışında olan da içine
giremez. Şu halde kâfirlerin kalbleri mühürlü keseye teşbih olunmuştur, yoksa
hakikatte mühür vaz olunmuş değildir. Lâkin muamele mühür vaz olunmuş gibidir
ki, mühürlenmiş kese içine hariçten bîr^y giremediği gibi onların kalblerine
dahi bir-şey giremez, demektir. Kezalik kulakları hakkı duymamakta ve gözleri
hakkı görmemekte keenne perdelidir. Zira kâfirler; gözleriyle intifa
edecekleri deliller arasında azîm perdeler çekilmiş gibi deîâilden asla intifa
etmezler.
Yahut hatm ile murad;
onları imana icbar etmemektir. Çünkü; onların küfre ve maâsiye muhabbetleri
bir dereceye varmıştır ki, küfrü terk ve imanı kabule icbardan başka bir çare
olmadığı halde icbarı terk etmek keenne onların kalbleri ve kulakları mühürlenmiş
ve gözlerine de perde çekilmiş gibi addolunur.
Yahut hatm ile murad;
onların küfr üzerine bekalarına delâlet eder bir alâmet vaz'ıyla meleklere
bildirip, meleklerin bugz ve lanet etmeleridir.
Kâfirlere nazil olacak
azabın künhünü ve miktarını Allahü Tealâ'dan gayrı kimse bilmediğine işaret
için (azab); azametle tavsif olunduğu gibi adem-i malûmiyete delâlet eden
nekre ile varid olmuştur.
Bu âyet
kâfirlerin adem-i imanlarına sebep ve illeti beyan için inzal olunmuştur. Takriri kelâm şöyledir:
«K.âfir-i mütemer-ridler iman etmezler. Zira; Allahü Tealâ onların kalblerini
ve kulaklarım mühürledi ve gözlerinde perde vardır. Herkimin kalbleri ve
kulakları mühürlü ve gözleri perdeli ola; o adamlar iman etmezler.
Binaenaleyh; kâfirler de iman etmezler.» Bu âyette (ku-lûb) ve (ebsâr) cemî
sîgası ile varid olmuş ise de (semi) lâfzı lâfızda müfred, manâda cemî'dir.
Veyahut mastar olduğu cihetle müf-red suretinde varid olmuştur. Zira; mastarın
tesniyesi ve cem'i birdir.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile bu âyet kulağın gözden efdal olmasına delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ
sem'i basar üzerine takdim buyurmuştur. Sem'i takdim etmek sem'in şerefine ve
faziletine delâlet eder. Binaenaleyh; işitmek nübüvvetin şartmdandır, lâkin
görmek şartından değildir. Yani, sağır olmak nübüvvete manidir, lâkin âma
olmak nübüvvete mani değildir ve enbiyadan hiçbiri sağırlığa müptelâ
olmamıştır. Kuvve-i sâmia gıda-yı ruh olan mâ'kulâtı tahsile vesile olup kuvve-i
bâsıra ise ancak mahsusatla meşgul olduğu cihetle sem'i basardan efdaldir.
Hulâsa; kâfirlerin küfür üzere ısrar ve rneyl-ü muhabbetlerine binaen hakkı
görmez ve işitmez ve kalbleriyle kabul etmeyip, iradelerini küfre sarf edip
imandan iraz ettikleri için kulakları ve kalbleri mühürlü ve gözleri perdeli
gibi delâil-i hakkadan intifa edemedikleri ve onlar küfr üzere ısrar ettikleri
takdirde imana muvaffak olamayacakları ve adem-i muvaffakiyetleri kendi sû'u
ihtiyarlarından neş'et ettiği ve mühürden murad onların adem-i itaat ve adem-i
inkıyadlarmdan ibaret olup hakîkî bir mühür olmadığı bu âyetten müstefad olan
fevaid cümlesindendir. [6]
Vacip Tealâ evvelâ
müminlerin ve saniyen kâfirlerin hallerini beyandan sonra münafıkların
hallerini beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Nâstan bazıları
Allah'a ve yevm-î âhirete iman ettik, diyen kimselerdir. Halbuki onlar mümin
değillerdir.]
Yani; Cenab-ı Hakla
fıtrat-ı asliyelerinde vaki olan muahedelerini unutmuş olan kimselerden
bazıları tezvir ve telbis tariki ile itikadlarına muhalif olarak derler ki «Biz
ulûhiyetle muttasıf olan Zat-ı Ecellü Â'lâ'ya ve â'nıâlimizin cezasını görmek
için vaad olunan yevm-i âhirete iman ve alâ tarik-i yakın tasdik ettik,
şüphemiz kalmadı.» demekle kalblerinde merkûz olan küfrün hilafım izhar
ederler. Halbuki; onlar Allahü Tealâ'ya ve âhirete iman etmiş değillerdir.
Beyzâvî'niri beyanı
veçhile bu âyet; münafıkların bazı evsaf-ı habiselerini beyan hakkında varid
olmuştur.
Münafık; müminle kâfir
arasında müzebzeb bir fırkadır. Çünkü; zahirde mümin görünür, kelime-i tevhidi
tekellüm eder, halbuki kalbinde küfriyatını saklar. Binaenaleyh; münafıkların
küfürleri sairlerinden eşnâ' ve ağlâzdır. Cenab-ı Hakkın kâfir-i mücahirden
daha ziyade münafıklar mebğuzu olduğundan cehennemin alt tabakasında bulunacaklarına
dair âyetler varid olmuştur.
Hâzin'de beyan
olunduğu veçhile münafıkların halleri tebeddüle maruzdur. Sabah bir renkte,
akşam diğer renkte görünürler, bir hal üzere asla sebat edemezler. Zira; bazan
kâfir ve bazan da mümin görünürler.
Medarik'te beyan
olunduğu veçhile bu sûrede Vacip Tealâ dört âyetle müminlerin evsafını ve iki
âyetle alenî küfrü ihtiyar edenlerin hallerim beyandan sonra on üç âyette
münafıkların habasetleri, sefahetleri, cehaletleri, istihzaları ve tuğyanları
üzere ısrarları ve mütehayyir ve mütereddid oldukları ve hakkı işitmekten
sağır ve görmekten kör ve söylemekten mahrum olduklarını beyan buyurmuş ve
eşnâ' surette haklarında darbı mesel varid olmuştur.
Bida3^eden nihayeye
kadar imanlarını doğru göstermek için, imanlarını Allahü Tealâ'ya ve yevm-i
âhirete tahsis etmişlerdir. Çünkü itikadiyatm hulâsası; ikidir:
Birincisi; Allahü
Tealâ'nm vücûduna ve sıfatına ve ef'aline iman
gibi mebdee müteallik olup, nübüvvete iman da bunda dahildir.
ikincisi; âhirete ve
ahval-i âhirete imandır. Münafıklar iman etmesi lâzım olan şeylerin kâffesine
iman etmiş görünmek için imanlarım izharda bu ikiyi tahsis etmişlerdir.
Münafıkın şerri, alenî
olup kâfirin şerrinden daha ziyade ve küfr-ü eşed olduğundan Vacip Tealâ
münafıkların ahvalini beyan-da küfürlerini beyanla beraber birçok maasîlerini
.dahi b&yan buyurmuş ve küfürde eşnâ' olduklarından Cenab-ı Hak onları
sarahaten müminler sırasından ihraçla mümin olduklarına dair iddialarını red
etmiştir. Tasdik-i kalbiden ârî mücerred ikrarın iman olmadığına âyet sarahaten
delâlet eder. Zira; münafıklar imanı ikrar ettikleri halde Cenab-ı Hak onların
mümin olmadıklarım beyan buyurmuştur. Eğer ikrar, mücerred iman olmuş olsaydı
onlar ikrar edip dururken «Siz mümin değilsiniz» diyerek red olunmazlardı.
Halbuki, Vacip Tealâ münafıklar hakkında «Allah'a ve yevm-i âhirete iman ettik
derler, bu sözleri zahirdedir, hakikatte onlar mümin olmadılar» buyurmakla
onların dâva-yı kâzibelerini redle ehl-i İslama karşı nifaklarını ilân
etmiştir. O zamanda nifaklarım ilân da lâzım idi ki ehl-i imanı aldatmasınlar.
Zira; mümin zannıyla ehl-i iman onlara birçok esrar verirler, onlar da müşriklere
götürürlerdi. Binaenaleyh; nifakları ilân olundu ki müminler hazer üzere
bulunsunlar. [7]
**
Vacip Tealâ
münafıkların kalbi münkir olduğu halde ikrar-ı mücerredleri iman olmadığım
beyanla dâvalarını tekzip ve red ettikten sonra onların evsâf-ı zemîmelerinden
hud'alanm beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Münafıklar Allahü
Tealâ'ya ve Allah'a iman eden müminlere hile ederler. Halbuki onlar hile
etmezler, ancak kendi nefislerine hile ederler ve lâkin hilenin mazarratını
bilmezler.]
Yani; münafıklar
kalbleri ile Allahü Tealâ'ya ve Resulüne ve müminlere muhalefet ettikleri halde
zahirde mümin olduklarını beyanla küfürlerini setr ederek hile ve hud'a
ederler. Ve onlar bu hileleriyle kimseyi zararlandırarnazlar, ancak kendi
nefislerini za-rarlandırırlar. Zira; Allahü Tealâ onların cemî' ahvalini
bildiği gibi hilelerini dahi bilir ve mücazât eder. Binaenaleyh hilelerinin
zararı ancak kendilerine aittir,ve lâkin hilelerinin zararı kendilerine ait
olduğunu bilmezler.
Hud'a; Fahri Razfnin
beyanı veçhile selâmet ve doğruluk icab eden şeyi izhar etmek ve gayrı izrar
edecek şeyi gizlemektir. Münafıklar selâmeti mucib olan imam izhar ve
mazarratı mucib olan küfrü gizlemek ve ehl-i imanı aldatmak ümidi ile hud'a
etmişlerdir.
Allahü Tealâ
münafıkların her hallerini bildiği için Allah'ı aldatmak ve hile yapmak
ihtimali olmadığından bu âyette Allah'a hud'aları ile murad; Allah'ın resulüne hud'alandır.
Zira; Cenab-ı Ha^ resulünün sanma tazim ve indennâs kadr-i nebevilerini i'lâ
için resulüne hud'anm Zat-ı Ulûhiyetine hud'a mesabesinde olduğunu beyanla
münafıkları terzil buyurmuştur. Yahut Allahü Tealâ'ya imanı izhar ve küfrü
gizlemekle keenne hud'a muamelesi yapıyorlar. Güya bu muamele-i mezmumeleri ile
Allah'ı haşa aldatmış gibi kendilerine bir gurur arız olduğundan Allah'a hud'a
ederler denilmiştir.
Müfaale babı bu
makamda isneyn beyninde iştirak için değildir. Lâkin münafıklar Resulüllah'ı
ve ehl-i imânı aldatmak için envâ-ı hiyel ve desaisi irtikâb ve devamda ısrar
ettiklerinden şu muamele-i şenaatkârânelerinde mübalâğa için müfaale siğası
va-rid olmuştur. Hud'a her muamelede dinin hilâfına olduğundan mezmumdur. Zira
din-i mübin; istikamet ve adalet icab eder. Hud'a ise adaletin hilafıdır. Yahut
münafıkların Allahü Tealâ'ya karşı muameleleri hilekâr kimselerin muamelesi
gibidir. Çünkü; küfrü gizleyip islâmı izharla hud'a tarîkini iltizam ettikleri
gibi Allahü Tealâ da onlara zahirde ahkâm-ı islâmı emir buyurdu. Halbuki ind-i
ilâhide onlar kâfirdirler.
Şu hud'ayı iltizamdan
garazları; Fahri Razi'nin beyanı veçhile dört şeydir:
Birincisi; Resulüllah
ve müminler tarafından kendilerine sair müminler gibi tazim olunmak ve şayet
İslâmiyet şevket bulursa o şevketten faydalanmaktır.
ikincisi; ehl-i islâmm
sırlarına vakıf olup â'dâ-yı dine ehl-i islâmm sırlarını haber vermektir.
Üçüncüsü; ehl-i islâm
tarafından katil ve esaret gibi kâfirlere reva görülen şeylerden kendilerini
muhafaza etmektir.
Dördüncüsü; ehl-i
islâmm âda-yı dinden almış oldukları em-val-i ganimete iştirak edip hissedar
olmaktır.
Hud'alarımn ancak
kendi nefislerine, olmasının manâsı; dünyada ve âhirette hud'alarımn zararı
kendilerine raci olmak ve müminlere hud'alarmdan bir zarar isabet etmemektir.
Hud'alarınm zararı
mahsusattan birşey gibi meydanda olduğu halde kemal-i gafletlerinden naşi his
olunmaz birşey gibi idrak edemediklerine işaret için Vacip Tealâ ( 03j^*i )
yani «idrak etmezler» buyurmuştur. Çünkü şuur hisle idrak etmektir.
Hulâsa; münafıklar
küfürlerini saklamak ve imanlarını iznar etmekle Allahü Tealâ ve müminleri
aldattık gibi hud'a muamelesinde bulunuyorlarsa da onlar hud'a edemeyip ancak
kendi nefislerine hud'a eyledikleri ve lâkin nefislerine hud'a ettiklerini bilmedikleri
bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [8]
Vacip Tealâ
münafıkların islâmı kabullerine mani olan, kalb-lerinde bulunan maraz olduğunu
beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Münafıkların
kalblerinde maraz vardır. Allahü Tealâ marazlarını ziyade Saldı. Halbuki onlar
için yalanları sebebiyle az&b-ı elîm vardır.]
Yani; münafıkların
kalblerinde hakkı kabule mani perde-i maraz vardır ki o maraz; resule iman ve
kitabın ahkâmını kabul ve amel etmekle
mündefi olur. Bunlar kitabullaha iltifat etmeyince Allahü Tealâ marazlarını
ziyade kıldı ve küfrü saklayıp imanı izhar etmek suretiyle vaki olan yalanları
sebebiyle âhirette azab-ı elim vardır ve nar-ı cahime duçar olacaklardır.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile maraz; filhakika bedene arız olarak mizacı itidalden çıkarıp efaline
halel getiren hastalıktır. Bu makamda maraz ile murad; kalblerine arız olan
cehil, itikad~ı fâsid, hased, hikd, gayz ve gazap gibi nefislerinde mevcut olan
araZA kahiha ve ahlâk-ı fasidedir. Çünkü; şu beyan olunan ahlâk-ı faside nefsin
kemalât ve fezail iktisabına mani olduğundan hayat-ı ebediyeden mahrumiyetine
badi olduğu gibi onların günden güne gamlarının tezayüdüne dahi sebep olur.
Zira; riyaset-i dünyeviyeden mahrum olduklarını ve resulullahın emr-i dinde sebatını
ve şan-i nebevileriyle din-i mübinlerinin yevmen feyevmen terakki ve tealisini
gördükçe gamları tezayüd ve maraz-ı kalbileri tekessür eder. Binaenaleyh; küfr
üzere ısrar ve Resulullaha adaveti kendileri için bir vazife addederler.
Halbuki adavetlerinden gözettikleri neticeyi iktitaf edemeyince kendi
adavetleri kendileri için büyük bir musibet olur.
Fakat islâmiyet şevket
buldukça fahvasınca kalblerini korku ihata eder. Bîmecal hasta olan kimsenin
her tarafını acı ve ağrı ihata edince nasıl muztarip olursa onlar da Al-lah'm
meleklerle resulüne imdadını ve â'dâsı üzerine zaferyab olduğunu ve ânen
feânen bilâd-1 islâmm tevessuunu müşahede ettikçe muztarip bir hal üzere
bulunurlardı. Münafıkların iman ettik diyerek kalblerinde muzmer olan
itikadlarının hilafını haber vermek suretiyle yalanları azab-ı elim ile muazzep
olmalarına sebep olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.
Hâzin'de beyan
olunduğuna nazaran marazla murad; emr-i dinde şek ve nifaktır. Çünkü maraz;
vücud-u insana zaaf iraz ettiği gibi emr-i dinde şek ve tereddüd dahi dine
zaaf iraz ettiği için umûr-u dinde tereddüde maraz ıtlak olunmuş ve ahkâm-ı
diniyeye delâlet eden âyetler birbiri akabinde nazil olup her âyet nazil oldukça
tereddüt ettiklerinden, Kur'ân'ın her âyetinde tereddüt ve sekleri ziyade
olmuştur. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak
kalblerinde
olan marazın
ziyadelendiğini onları zem makamında beyan buyurmuştur.
Hulâsa; münafıkların
yalanlarının devamına ve yalandan vazgeçmeyeceklerine işaret için devama
delâlet eden istimrara delâlet eden muzari siğasıyla varid olduğu ve Kur'ân'm
her âyeti nazil oldukça zahirde iman ettik, deyip kalbde küfrü gizlemek
suretiyle itikad-ı batıldan ibaret olan marazları tezayüd ettiği Ebussuud
Efendi'nin cümle-i beyanatmdandır. [9]
*
**
Vacip Tealâ münafıkların
evsafından bazılarını beyandan sonra evsaf-ı habiselerinden bazı âhari beyan
etmek üzere :
buyuruyor.
[Münafıklara mahza
nasihat tarikiyle «yeryüzünde Allah'ı ve kitabını ve resulünü tekzip ve
müminlere eza etmek suretiyle if-sad etmeyin» denildiğinde onlar «biz ancak
yeryüzünü ıslah ediciyiz, bizim halimiz ıslahtan ifsada tecavüz etmez» diyerek
fesad-îarım inkâr ederler. Ey müminler! Agâh olun ve uyanık bulunun ki onlar
ancak müfsidlerdir. Onlar; asla salâh ve felah ümid olunmaz bir zümre-i
fasidedir. Çünkü; hal-ü şanları gece gündüz düşünceleri hemen ifsaddır. Lâkin
tıynetlerindeki habaset ve kalb-lerindeki kasavet neticesi olarak fesadlarınm
akıbetini idrak etmezler.]
Zira; onlar küfr-ü
nifakı ve müminlere ezayı ve naşı imandan men'e sâ'y etmelerini aynı savap ve
salâh zan ederler. Binaenaleyh; kendilerinin başkalarını ıslah edici
olduklarını iddiadan çekinmezler.
Tefsir-i Medarik ve
Kazi'de beyan olunduğu veçhile fesad ; bir şeyin hal-i itidal ve istikametten
çıkıp intifa olunmaz bir hale gelmesidir. Salâh; bunun zıddıdır ki birşeyin itidal
ve istikamet üzere bulunup intifa olunmasıdır. Ifsad ; yeryüzünde fitne
uyandırmak ve ahval-İ nâsı ve tarik-i taayyüşlerini istikametten çıkarıp
vıenafi-i diniye ve dünyeviyeyi ihlâl etmektir.
Münafıkların ifsadlan;
kâfirlere meyil, müslimîne ihanet ve esrar-ı ehl-i islâmı ifşa etmek ve harb
fitnelerini uyandırmakla yeryüzünde nâsm ve hayvanâtın rahatlarını selbeylemek
ve nıası-yeti izharla dine ihanet etmektir. Çünkü şerâyii ihlâl ve ahkâmından
iraz; âlemin nizamını ihlâl ettiğinden hercümerci muciptir.
İmam-ı Kaffâl'den
naklen Fahri Razi'nin beyanı veçhile ma-siyeti izhar ve dine ihanet; yeryüzünü ifsaddır.
Çünkü şeriat; ahvaI-i ibadtn hüsn-ü cereyanım temin için sevk olunmuş kavanin-i
ilâhiyedir. Bu kavanin-i ilâhiye ise adaleti mahz olduğundan temessük edenler
beyninde asla fesad olmaz ve fitne ve fesad varsa şeriate temessükle derhal
sükûnet bulur, herkes istirahat eder. Amma şeriatten iraz herkesin keyfine ve
arzu ve emeline tabi'olup her şahıs şehevat-ı nefsaniyesi icabı kendi menfaatini
takip ve gayrin ızrarını kast edeceğinden fitne ve -fesat kapıları açılır,
hercümercler uyanır. Âlemin intizamı haleldar olduğundan âlemi ıztırap ihata
eder, rahat üzere bir kimse bulunmaz bir hale gelir. Nitekim şeriatten inhiraf
eden her kavmin hali ıztırap ve akıbeti izmihlal olduğu Kur'ân'm birçok
âyetlerinde beyan buyurulduğu gibi vekayii tarihiye de bunu göstermektedir.
«Münafıklara ifsad
etmeyin» diyen Allahü Tealâ veyahut re-sulullah veyahut bazı müminler olmak
ihtimali varsa da bu makamda her üçü de murad olunmakta bir mani yoktur. Zira;
Allahü Tealâ Kur'ân'la ve Resulullah bazı hadisle ve müminlerden bazıları da
nasihat tarikiyle münafıklara «ifsad etmeyin» demişlerdir. Lâkin münafıklara
bu gibi nasihatler asla tesir etmediğinden fesaddan hali kalmamışlardır.
Münafıkların hasr-ü
kasırla ehl-i imana tariz ederek «ancak muslih biziz» dedikleri kelâmlarını
Cenab-ı Hak şiddetle red etmistir. Çünkü; edat-ı tenbih olan Ve kelâmın mazmununu
te'kid ve takrir eden ve kasır ve hasra delâlet eden zamir-i fasl ve kemâle
delâlet eden edat-ı tarifle
irad etmek müminlerin,
münafıkların kelâmlarına aldanmamala-rina tenbih ve onların müfsid olduklarını
tahkik ve ifsad onlara münhasır olup salâh-ı hale tecavüzleri olmadığını
beyanla fesad-larının şiddeti mukabilinde azaplarının şiddetine işaret buyurmuştur.
Hulâsa; taraf-ı
ulûhiyetten ve taraf-ı risaletten münafıklara «yeryüzünü ifsad etmeyin»
denildiği ve onlar da bu nasihate karşı «biz ifsad etmeyiz, ancak ıslah ederiz»
dedikleri ve halbuki onlar ancak müfsid oldukları ve ifsadlarmı ıslah
zannederek hamakat-lerini meydana koydukları ve müminlerin bunlara
aldanmamaları unıûr-u lâzimeden olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid
eümle-sindendir. [10]
*
* *
Vacip Tealâ münafıkların
ef al-i kabihalarından daha bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Münafıklara «Nâsın
iman ettiği gibi siz de iman edin» denildiğinde onlar «süfehânın iman
ettikleri gibi biz iman eder miyiz?» derler. Agâh olun ve uyanık bulunun ki
ancak süfehâ, münafıklardır, lâkin kendilerinin süfehâ olduklarını bilmezler.]
Yani; taraf-ı
risaletten ve ashab-ı resulullah tarafından münafıklara nasihat ve merhamet
tarikiyle «Sizden âbâ' ve ecdadının dinlerini terk edip Allah'a ve resulüne ve
kitabına imanla dareyn-de fevz-ü felah bulan nâsın imanı gibi siz de iman edin.
Zira; da-reynde necahnız imanladır» denildiğinde onlar kemal-i unf-ü şiddetle
«İman edenler hayrı serden fark etmez sefihlerdir. Süfehâ-mn iman ettiği gibi
biz iman eder miyiz? Elbette iman etmeyiz, zira
biz hayrı serden fark ve temyiz eden ukalâdanız ve aklımız başımızdadır.
Binaenaleyh; babalarımızın dinlerini terk edemeyiz» demekle iman edenleri
itham ederler. Mütenebbih olun ey müminler! Ancak süfehâ onlardır. Zira; sefih
olmasalar hayrı mahz olup selâmet-i dareynih üss-ül esası olan imam terk etmezlerdi.
Lâkin sefahetlerini bilmezler ve binaenaleyh imana rağbet etmezler.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile insanın tekemmülü; iki şey iledir:
Birincisi; lâyık
olmayan ve menhî olan şeyleri terk etmektir. Bu kısım kemalâtm lüzumuna Vacip
Tealâ ( Ija-iV ) nazm-ı celîli ile işaret buyurmuştur.
İkincisi; lâyık olan
şeyleri işlemektir. Bu kısmın vücubuna ( \^ia\ ) emr-i lâtifi ile işaret olunmuştur.
Münafıkların ehl-i
imana şefin demeleri ehl-i imanın o zamana nispetle ekserisinin fakir
olmalarından neş'et etmiştir. Çünkü; onlar bütün şerefi dünyaya hasr edip}
dünya şerefi de servete muhtaç olduğundan fakir olanları şereften mahrum ve
sefih addederlerdi.
Cenab-ı Hak sefahetin
ancak münafıklara münhasır olduğunu beyan buyurmuştur. Zira; münafıklar
âhireti dünyaya değişip Allah'ın resulüne adavet ettikleri gibi usul-ü
itikadiyede delili terk ederek taklide istinad ettiler. Bundan ziyade sefahet
olamayacağından Cenab-ı Hak sefaheti onlara hasırla ehl-i imanı sefa-hetten
tebrie buyurmuştur.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile münafıkların bu kelâmları kendi beyinlerinde cereyan
etmiştir. Yoksa aşikâr olarak «Süfehânın imanı gibi biz iman eder miyiz?» demiş
olsalar, aleni kâfir idadmdan madud olurlar, münafık olmazlardı.
İman, nazar-ı sahih ve
ilm-ü irfana muhtaç olduğundan münafıkların ilmi olmadığı beyan olunmuş ve
haklarında cümle-i celilesi varid olarak cehaletlerini beyanla zem olunmuşlardır.
Binaenaleyh; sefahetin cehaletten ibaret olduğu iş'ar olunmuştur. Amma bundan
evvelki âyette beyan olunan fesad ve fitne, mahsusattan olduğu için hisle
idrak manâsına şuurları nefy olunmuştur.
Hulâsa; münafıklara
«Nâsm iman ettiği gibi siz de iman edin» denildiği, onlar da şu emre karşı
ehl-i imanın fakrine' binaen «İman edenler sefihlerdir, biz o sefihler gibi
iman eder miyiz?» dedikleri ve halbuki ehl-i iman sefih olmayıp ancak sefih
münafıklar olduğu ve sefahet onlara ve erbab-ı nifaka münhasır bulunduğu,
fakat onların kemâl-i cehalet ve hamakatleri neticesi olarak kendi
sefahetlerini bilmedikleri ve fakr-ı hal insan için sefahet olmayıp sefahet
ancak şeriate inkıyad etmemek olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesindendir. [11]
**
Vacip Tealâ
münafıkların ef'al-i kabihalarmdan diğer bir kısmını beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Münafıklar müminlere
tesadüf ettiklerinde "Biz de iman ettik» derler ve kendi reisleri ve küfr
üzere musir olan şeytanları ile tenha kaldıklarında «Biz de sizinle beraberiz,
ancak biz onları istihza ettik» derler. Allahü Tealâ onları istihzaları
mukabilinde cezalandırır ve mütehayyir ve mütereddit oldukları halde dâlâl ve
tuğyanlarında terk eder.]
Yani; münafıkların,
müminler ve kâfirlerle iki türlü muameleleri vardır. Ehl-i imana mülâki
olduklarında tezvir ve ehl-i imanı aldatmak suretiyle «Biz de sizin gibi iman
ettik, dinde kardeşiz» derler ve küfür üzerine ısrar eden şeytanlara benzeyen
kâfir-i mütemerridlerle hâli kaldıklarında «Biz sizinle beraberiz, dininizden
ayrılmaz, sebat ederiz, ancak müminlerle eğlendik ve itikadımıza muhalif
birtakım yalan sözlerle onları aldattık ve istihza ettik. Zira; şu
telbisatımızla biz onların esrarına vakıf ve şerlerinden emin olmak ve emval-i
ganimetten hisse almak isteriz» demekle iki tarafla uyuşmak isterler ve
zahirde işlerini becerirlerdi. Allahü Tealâ her an ve saat onlara istihza
muamelesi yapar ve onların ehl-i imanı istihzaları mukabilinde mücazat eder ve
onları tuğyanları içinde ve maâsiye münhemik ve dalâl ve serkeşlikte
mütehayyir oldukları halde terk ve onları âhirette azapları ziyade olsun için
müsaade eder ve mühlet verir.
Münafıklar, müminlere
te'kidden âri cümle-i fiiliye siğası ile «Biz de iman ettik» demekle mübalâtsız
ve ehemmiyetsi*7 olduğuna işaret ettikleri gibi kendi cinsleri münafık ve
kâfirlere te'kid ile cümle-i ismiye olarak ehemmiyetine işaret ettiler. Yani:
İmanlarını ehemmiyetten ari olarak beyan ettikleri halde küfürlerini kemâl-i
ehemmiyetle beyan ederler.
Mülakat; yolda tesadüf
etmektir. Şeytan la mu-rad; küfre ısrarda şeytana benzeyen kâfirler. Veyahut
münafıkların reisleridir. Tuğyan; masiyette haddini tecavüz etmektir.
İstihza; bir kimseyi hafif görmek ve eğlence yapmaktır. Kâfirlerin «Biz onları
istihza ederiz» demeleri kendi cinsleri şeytanlarına «Biz de sizinle beraberiz»
dedikleri kelâmlarını te'kid ve bu kelâmlarından neşet eden bir suale cevaptır.
Çünkü; (»Biz sizinle beraberiz» deyince şeytanları tarafından «Bizim ile
beraber olsanız müminlere muvafakat edip iman ettik demezdiniz?» unvanında
varid olan suale onlar da cevap olarak «Biz onları istihza için söyledik»
dediklerini Vacip Tealâ bu âyette hikâye ve istihza olunanların kimler
olduğunu beyanla istihzalarını
kendilerine red
etmiştir. Çünkü fehvasınca bir zamanda âhari istihza eden kimse, diğer zamanda
kendi istihza ve bir kimseyi istihza eden de diğer kimse tarafından istihza
olunur. Allahü Tealâ'nın onları istihzası ile murad; onların isttyir zalan
mukabilinde mücazat etmesi ve istihzalarının zararı kendilerine raci
olmasıdır. Yahut Allahü Tealâ'nm onları istihzası ile murad; dünyada ve
âhirette onlara istihza muamelesi yapmasıdır. Çünkü; Fahri Razi'nin beyanı
veçhile dünyada münafıklar nifaklarını son derece gizlemek istedikleri halde
Allahü Tealâ onların nifaklarını resulüne bildirmesi onlara istihza muamelesi
olduğu gibi âlıirette dahi «İbn-i Abbas» Hazretlerinden rivayet olunduğuna
nazaran kâfir ve münafıklar cehenneme girdiklerinde münafıklara cennetten bir
kapı açılarak o kapıdan çağırılırlar. Münafıkİar o kapıdan cennete girmek üzere
koşarlar, kapının önüne varın-c kapı örtülür. Ehl-i cennet bunların hallerine
gülüşürler. Onlar me'yûsen avdet edince tekrar kapı açılır, geri dönerler, kapı
önüne gelince örtülür. Velhasıl bu cihetle maskara olurlar.
Beyzâvî ve Hâzin'in
beyanlarına nazaran âyet-i celile; reis-i münafıkîn olan (Abdullah b. Übey) ve
rüfekâsı hakkında nazil olmuştur. Çünkü birgün onlara eshab-ı izamdan
(Ebubekir), (Ömer), (Osman), (Ali) ve daha bazı zevat (R.A.) tesadüf
ettiklerinde (Abdullah b. Übey) rüfekasma «Bakın; ben şu süfehayı nasıl aldatacağım»
dedikten sonra Ebubekir (R.A.) in elinden tuttu ve' «Merhaba ey Benî Temimin
ve İslâmın şeyhi!» Ve Ömer Hazretlerine: «Merhaba ey Benî Adî'nin ulusu ve
Resulullah'a malını ve canını feda eden zat-ı şerif!» dedi. Ve diğerlerine de
bu minval üzere sahte iltifat ederek rüfekasını keyiflendirip geçince âyet-i
celilenin na-zl olduğu mervidir. [12]
Vacip Tealâ
münafıkların evsafından diğer bir kısmını daha beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Şu cvsaf-ı habise ile
muttasıf olan münafıklar şol kimselerdir ki, onlar hidayeti dalâlete tebdil
ettiler. Binaenaleyh; ticaretleri kâr etmedi ve kendileri ihtida etmediler.]
Yani; küfrü gizleyip
ehl-i islâmı aldatmak için yalan olarak İmanı izhar ve ehl-i imanı istihza eden
münafıklar şol kimselerdir ki, onlar fıtrat-ı asliyeleri olan hidayeti dalâle
tebdil ve dalâli ihtiyar etmekle hidayeti ihlâl ve hidayet bedelinde dalâli
kabul ile hidayeti terk ve dalâli mezheb ittihaz ettiler. Binaenaleyh; ticaretlerinde
fazla nema bulmadılar ve ihtida edici dahi olmadılar.
Iştıra; birşey almak
üzere para vermek manâsına ise de bu makamda yed-i kudretlerinde olan imandan
iraz ve onun bedelinde küfrü tahsil ve kabul etmek manâsına istiare olunmuş yani ariyet tarîki ile iştira lâfzı, imandan iraz
etmek manâsına istimal edilmiştir.
Ticaret; bey-ü şıra
sebebiyle sermaye üzerine ziyade mal talep etmektir. R i b h ; sermaye üzerine
hasıl olan ziyadedir. Nema ve ziyade sermaye üzerine ticaret vasıtası ile
hasıl olduğu için ticaret kesb-i emval hususunda amil ve fail-i müstakil
menziline tenzil olunarak ribh, ticarete isnad olunmuştur.
Bu makamda sermaye;
Ömürdür, Ticaret; âhiret için işlenilen ameldir ki, bu da sarf-ı sa'y ve
gayretle hasıl olacak ve ömür üzere terettüb edecek. Nema; iman ve amel-i
salihtir. Münafıklar ömürlerini küfre sarfla maksut olan ticaret ve ticaretten
hasıl olacak iman ve amel-i salih tariklerine ihtida edemediklerini Cenab-ı Hak
beyan buyurmuştur. Çünkü tarik-ı haktan huruçla tarik-ı dalâli ihtiyar
ettiklerinden ticarette kâr şöyle dursun aynı mazarrat ve zarara uğramışlardır.
Zira, hidayetten dalâlete ve ta-atten masiyete ve cemaatten tefrikaya ve
emniyetten havf-ü haşyete ve sünnetten bid'ate intikal ettiler. Şu halde,
insan için ser» maye-i saadet olan ömürlerini zayi eylediler. Çünkü; Ömürden maksi;
-i olan iman ve amel-i salih olmayınca asıl ömürleri boşuna gitmiştu\ Hedefe
isabet etmeyen bir mermi her zaman zayi olduğu gibi â'mal-i âhirete sarf
olunmayan ömür dahi her zaman zayi ve sahibine vizr-ü vebaldir.
Münafıkların muttasıf
oldukları evsaf-ı habiseleri sebebiyle rıza-yı ilâhiden gayet uzak ve şerr-ü
fesad ve şû-i hal tabakalarının en nihayet derekesinde olduklarını işaret için
bû'd-i meratibe mevzu olan ( lİÜjt ) ismi işareti varid olduğu Ebussuud
Efendi'-nin cümle-i beyanatındandır. [13]
* **
Vacip Tealâ
münafıkların vsaf-ı habiselerini
beyandan sonra hallerini tamamiyle izah etmek üzere :
buyuruyor.
[Münafıkların hal-ü
şanları ve sıfatları şol kimsenin sıfatı gibidir ki, o kimse etrafını görmek
ve matlubuna vasıl olmak için ateş yaktı. Vakta ki ateş, etrafında olan şeyleri
aydınlattı. Allahü Tealâ onların nur ve ziyalarını söndürdü ve gözleri görmez
oldu ve onları karanlıklar içinde terk ettiğinden matluplarına vasıl olmak
şöyle dursun, etraflarını bile görmez bir halde kaldılar.]
Yani; münafıkların
halleri nifaklarında karanlık gecede ıssız çölde etrafını görmek ve korktuğu
şeylerden kendini korumak için ateş yakıp ateşin ziyasında vakit geçirmekte
iken ateş sönüp hayret ve korku içinde karanlıkta kalan kimsenin hali gibidir.
Zira; münafıklar kelime-i tevhidi tekellüm ve imanı izharla nur-u iman
sayesinde kendilerini birtakım korkulu şeylerden korudular. Nefislerine,
mallarına, canlarına, evlâd-ü ayallerine emin oldular ve emval-i ganaimden
hisse aldılar ve ehl-i imanın kılıcı ile katl-ü esaret gibi azaplardan halâs
oldular. Vakta ki, Allahü Tealâ resulüne ve resulü müminlere onların sû-u
akidelerini beyan buyurdu. O zaman yalan olarak izhar ettikleri imanlarının
nuru söndü. Zulümat ve hayret içinde endişe ile şaşkın kaldıkları gibi vefat
ettiklerinde de bütün zulümat ve enva-ı azab içinde kaldılar. Çünkü; zulümat~x
küfürle âhirete giden kimsenin zulmeti izale olunmak ihtimali yoktur.
Tefsir-i Hazin'de
beyan olunduğu veçhile âyette insanı matlubuna isal etmekte müminin imanını
nura teşbih vardır. Çünkü nur; insana herşeyi gösterip istirahatini mucip
olduğu gibi iman da insana hakayikı keşf ettirir ve akaid-i hakkayı ve ibadat-i
taatı gösterir ve cennat-ı âliyâta ve rıza-yı ilâhiye isal eder. Kezalik küfür
de zulmete teşbih olunmuştur. Zira; karanlık gecede yol yürüyen kimseye
karanlık hayret ve havf-ü haşyet iras edip ne yapacağını şaşırdığı gibi küfür
de sahibini hayret ve endişeye ilka eder.
Darb-ı mesel; Fahri
Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile birse-yin hakikatini ziyade keşf ettirdiğinden
Cenab-ı Hak Kur'ân'da pek çok misaller irad buyurmuştur. Zira misal; hayalât
hakikatle ve makulâtı mahsusatla ve hafiyi celî ile ve gaibi hâzırla gösterip
izah ettiğinden nüfus-u beşerde tesiri elbette ziyade olur. Çünkü; meselenin anlaşılmadık bir ciheti ve şüpheli bir
mahalli kalmaz. Binaenaleyh; bu âyette Cenab-ı Hak münafıkların maneviyatta
hallerini gecenin zulmetinde ateş yakıp etrafını görmek isteyen kimselerin
ateşleri sönüp zulümât içinde kalarak etrafını göremeyen kimselerin hallerine
teşbih buyurmuştur.
Münafıklar; iki
hısımdır:
Birincisi; Resulullah
Medine'yi teşrif buyurunca iman ettiler. Biraz vakit sonra kalblerinde
irtidadla küfrü gizlediler. Bunlara nazaran misal zahirdir. Zira; iptida-yı
hallerinde ihlâs üzere nur-u imanı yaktılar ve bazı hakayıkı gördüler ve onunla
intifaa başladılar. Badehu irtidadla küfrü gizlediler ve nur-u imanı iptal ile
ebedî hayretler ve zulmetler içinde kaldılar ve her nimetten mahrum, dünyada
ve âhirette zulümat ve enva-ı azab içinde vehm-ü hayalâta tebaiyetle rezil ve
rüsva oldular.
İkincisi; evvel ve
âhir münafıklardır. Onların hakkında temsil şöyledir: Zahirde imanı izharla
ahkâm-ı müsliminden intifa ettiler ve lâkin bu intifam müddeti gayet az olup
vefat edince ebedî hayretler içinde kalacaklarından keenne ateşin nurundan bir
müd-det-i kalîlecL. intifa edip de badehu ateş sönünce hayret içinde kalan
kimseye benzediklerini âyet-i celîlede Cenab-ı Hak izah buyurmuştur.
Fahri Razi, Hazin ve
Medarik'in beyanları veçhile bu âyette ( tfJill ) lafzı cemî' manâsına
olduğundan cem'i cemî' ile temsildir, yahut cins murad olduğundan cins de
kalîle ve kesîre şamildir. Binaenaleyh «müşebbeh cemi'dir ve müşebbehün bin
müf-ret olduğundan teşbihin taraflarında mutabakat yoktur», unvanında varid
olan sual mündefidir. Zira; lâfzı cemi' manâsına olunca teşebbühün taraflarında
lâfızda mutabakat yok ise de manâda mutabakat vardır. [14]
* **
Vacip Tealâ
münafıkların her ne kadar zahirde hisleri tam ise de intifa' etmediklerinden
yok mesabesinde olduğunu beyan etmek üzere : buyuruyor.
[Münafıklar sağır, dilsiz ve körlerdir.
Binaenaleyh; nifaklarından dönmezler.]
Yani; münafıkların
hernekadar gözleri ve kulakları ve dillerine müteallik hisleri tam ise de o
hislerin menfaatından müstefit olmadıkları için keerine hakkı işitmez
sağırdırlar! Zira; Kur'ân'ı ve Resûlullahın irad ettiği delâili saireyi
duyarlarsa da kabul etmediklerinden işitmez ve sağır gibidirler. İşitmeyen
kimseler cevaba iktidarları olmamak itibarile dilsiz gibi oldukları cihetle nasıl
söyleyemezlerse, münafıklar da hakkı işitmedikleri için lisanları haktan
sakittir. Tarîki hakkı görmediklerinden kör gibidirler. Çünkü; mucizat-ı
nebeviyeye atf-ı nazar edip muktezasından müstefit olmadıkları cihetle gözleri
varsa da yok menziline tenzil olunmuştur.
Nifakla ülfet ve küfre
temessük ettiklerinden ve küfrü izale ve akaid-i hakkayı iktisab için Allah'ın
vermiş olduğu havass-ı zahirelerini hüsn-ü istimal etmediklerinden müptelâ
oldukları nifak ve evsaf-ı sairelerinden rücû'" edemezler. Binaenaleyh
gözleri dünyayı görürse de hakkı görmediklerinden kör gibi ye kulakları duyarsa
da hakkı duymadıklarından sağır gibi ve dilleri her hezeyanı söylerse de hakkı
söylemediğinden dilsiz gibi olduklarını ve münafıkların hiss-i zahirîleri varsa
da hiss-i hakîkiden mahrum bulunduklarını Vacip Tealâ bu suretle beyan
buyurmuştur. Ebus-suud efendinin beyanı veçhile ( öj^-^y pt* ) cümlesinin makablinde
beyan olunan evsaf üzere terettüp edip netice makamında olduğuna işaret için
tertibe delâlet eden Fa lâfzile vârid olmuştur. Buna nazaran takrir-i kelâm
şöyledir: [Münafıklar müptelâ oldukları nifaklarından rücu' etmezler. Zira;
münafıklar hakkı görmez, duymaz ve söylemez dilsiz, kulaksız ve gözsüz körler
ve sağırlar mesabesindedirler. Her kimselerin ki hâl-ü şanları bu minval
üzere ola, onlar nifaklarından dönmezler. Binaenaleyh; münafıklar
nifaklarından dönmezler] demektir. [15]
**
Vacip Tealâ
münafıkların hallerini bir misalle beyandan sonra kemalile izah için ikinci
bir misal ile temsil etmek üzere :buyuruyor:
[Hidayeti dalalete,
tebdil ve ticaretlerinde ziyade olmamakta münafıkların halleri; şiddetli
karanlıklar ve havanın gürültüleri ve şimşek ziyaları kendisinde mevcut olan
bulutlu havada yağmura tutulmuş kimselerin halleri gibidir. Onlar şiddetli ve
gürültülü yağmurlarda semadan nazil olan yıldırım sebebiyle ölüm korkusuna
binaen parmaklarının uçlarını kulaklarına tıkarlar ki, o şiddetli sayhaları
işitip de korkuları tezayüd etmesin. Halbuki Allahü Tealâ kâfirleri kudretiyle
ihata edicidir.] Binaenaleyh; onlar ellerini kulaklarına tıkamakla helak
olmaktan halâs olmazlar. Zira; kudreti İlahiye her taraflarını ihata etmiştir.
[Şiddetli şimşek,
kemal-i süratle gözlerinin ziyasını almaya karîb olur. Her ne zaman şimşek
parlar ve onlara ziya verirse, hemen o ziyadan bilistifade yürürler. Fakat
şimşek kaybolur olmaz onlar üzerine karanlık basınca tevakkuf eder, yürümekten
kesilir, ayak üzerinde dururlar. Eğer Allahü Tealâ dilemiş olsaydı elbette
onların kulaklarını ve gözlerini giderirdi. Zira; Allahü Tealâ herşeye kadirdir.]
Nimetullah Efendi'nin
beyanına nazaran âyetin temsili şöyle tasvir olunur: münafıklar kendi zû'm-u
batıllarında dîn-i islâmın ansızın zuhurunu yağmura ve din-i islâmın enva-ı
"tekâlifini şiddetli yağmurda mevcud olan zulümata ve vaîdât-i ilâhiyeyi
havanın korkutucu gürültülerine ve ahkâm-ı celîleyi şiddetli şimşeklere teşbih
ederek ukûl-ü sahîfe ve zaifeleriyle hemen bu şiddetti yağmurdan bir tenha
mahalle çekilip kurtulmak lâzım olduğu gibi din-i islâmm tekâlifinden ihtiraz
etmeyi kendilerine vacip bildiklerinden derhal iraz ve kabul etmemek için
parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve bu muameleleriyle helâktan halâs olduk
zan ettiler ve bilmediler ki kudret-i ilâhiye her taraflarını ihata ettiğinden
onlar için halâs ihtimali yoktur.
Fahri Razî'nin beyanı
veçhile münafıkların halini şiddetli yağmura ve korkulu fırtınaya tutulan
kimselerin hallerine teşbihin izahı şöyledir: Karanlık gecede gayet korkunç
bulutlar havayı ihata edip dehşetli gürültüler ve aralık aralık mahabetli
şimşek ziyalarının lemeânı ile beraber yağmur yağdığında berr-ü beyabanda
bulunan kimsenin yıldırımla helak olmak korkusundan ellerini kulaklarına
tıkayıp havf-ü telâş içinde kaldığı gibi din-i mü-bîni karanlık gören
münafıklar, karanlık gecede zulümat-ı şedide içinde kalmış kimselerin havf-ü
hayretleri gibi hayret içinde kalmışlardır. Zira; doğru yolu görmez ve hakka
ihtida edemezler.
Sayyib ; şiddetlice
yağmurdur. R â ' d ; bulutların gürültüsüdür. Berk; şimşek denilen ve buluttan
zuhur eden ziyadır. Savdık; saikanın cem'i olup saika; gazab-ı ilâhi eseri
olarak buluttan zuhur eden bir ateş parçasıdır ki yıldırım denilen şeydir.
Dilediği kuluna isabetle Cenab-ı Hak onu helak eder.
Cenab-ı Hak
münafıkların hallerini tamamiyle izah için iki cihetle misal irad etti. Her
ikisinde de münafıkların umur-u din ve umur-u dünyada hayretlerini temsil
buyurmuştur:
Birinci misalde
münafıkların hayreti; ateş yakıp ziyasından istifade edecek kimsenin ateşi
söndüğünde hayret içinde kaldığı gibi münafıkların da hayret içinde oldukları
beyan olunmuştur.
İkinci misalde;
gecenin karanlığında yağmura tutulmuş, havanın gürültüsü ve şimşek parıltısı
ve yıldırım korkusuyla hayret içinde kalan kimseler gibi münafıkların da
hayret içinde oldukları beyan olunmuştur.
Bulut ve yağmur,
semanın her tarafını ihata ettiğini beyan için (semâ) lâfzı zikr olunmuştur:
Keenne gökyüzü bulutla tamamen örtülü olup açık hiçbir mahalli bulunmadığını
beyan etmek suretiyle şiddetli karanlık olduğuna işaret edilmiştir.
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile gecenin ve bulutun ve yağmurun her tarafı ihatasının zulmetleri
müteaddid olduğuna işaret için (zulümat) cemi' sîgası ile varid olduğu gibi
zulümatın şiddetine işaret için tazime delâlet eden tenvirde dahi varid olmuştur.
Kemal-i hayret ve dehşetlerine ve alât-ı carihalarını lâyıkı ile istimale
elleri değmediğine işaret için kemal-i sür'atle intişar eden dîn-i muhammedînin
terakkisini ve Peygamberimiz (S.A.) in et-raf-ı âleme dağılan sıyt-i
nebevilerini ve mezaya-yi âliyelerini işitmemek için parmaklarını kulaklarına
tıkadıklarına ihbar suretiyle münafıkların ihtida etmek ihtimali olmadığını
beyan buyurmuştur. Kemal-i şiddete ve onları din-i muhammedî karşısında ihata
eden hayrete ve ıztıraba işaret için lemeân eden şimşek ziyasının hemen hemen
gözlerin ziyasını alır derecede berrak olduğunu ve o ziya gelince yürüyüp, ziya
gidince yürümek ihtimali olmayıp durmaya mecbur olduklarını beyan buyurmuştur. [16]
*
Vacip Tealâ mümin ve
kâfir ve münafıkların hallerini beyandan sonra umum-i nasa ibadet ve tevhitle
emretmek üzere:
buyuruyor.
[Ey nas! Kemal-i
tezellül ve inkıyad üzere Rabbinize ibadet edin, o Rabbiniz şol zât-ı ecellü
â'lâdır ki, sizi ve sizden evvel geçen ümem-i sâlifeyi halk etti. Siz
nefsinizi azaptan vikaye etmek-liğiniz için ibadete devam edin. Zira; Rabbiniz
öyle bir zat-ı kerimdir ki sizin için yeryüzünü karargâh ve döşek kıldığı gibi
semayı dahi üzerinize bir kubbe mesabesinde bina etti ve semadan rahmet sularını inzal ve o sular sebebiyle size rızık
olarak meyva-lar ve medâr-ı maişetiniz olan hububat ihraç etti. Allah'ın bu kadar
nimetlerine müstağrak olunca Allahü Tealâ için şerik ve na-zir itikad etmeyin.
Halbuki Allah'ın şeriki ve nazîri olmadığını siz bilirsiniz.] Şu halde
ilminizin hilafını itikad etmeyin.
Bu âyette hitap; nâsın
kâffesinedir. İbadetle murad; tevhid ve â'mâl-i sâlihadır. Ayetin nazil olduğu
zamanda mevcud olan nâsa şamil olduğu gibi ondan sonra ilâ yevm-il kıyam meydana
gelecek nâsa dahi şamildir. Çünkü; ibadetin şartı iman. olduğundan ibadetin
zımnında imanla dahi emr olunduğu cihetle kâfirler dahi mükelleftirler.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile bu âyette Vacip Tealâ sâniin vücuduna nazar-ı sahihle istidlalin vacip
olduğuna işaret buyurmuştur. Zira; ibadetle emirden sonra mükellefinin ve
ümem-i sâ-lifenin hilkatini beyan zımnında herkesin kendi vücûdunun halikına
istidlal etmesinin vücubuna işaret etmiş ve ibadetin vücubu-na illet; Allahü
Tealâ'nm in'am ve ihsanı olduğunu beyan sırasında ümem~i sâlifenin hilkati bu
ümmete nimet olduğunu beyan buyurmuştur. Zira; ümem-î salife bu ümmetin usulü
olduğu cihetle usulün icadı furû'un icadına vesile olduğundan, usulün vücudu elbette
furû' hakkında nimettir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak ümem-i sâlifenin hilkatini bu
ümmete nimet sırasında zikir buyurmuştur. Zira; pederin vücudu evlâdın vücuduna
sebep olduğundan pederin vücudu evlât hakkında elbette nimettir. Ümem-i salife
ise müte-selsilen bu ümmetin pederleridir.
L e ali e kelimesi
rica ve ümit manâsına olup rica ve ümit; akıbeti bilinmeyen yerde cereyan
ettiğinden Allahü Tealâ kelâmmda kelimesinin manâ-yı aslîsini murad etmek muhaldir.
Zira; Allahü Tealâ herşeyin akıbetini bildiğinden rica ve ümit etmek Vacip
Tealâ hakkında muhaldir. Binaenaleyh; Aİlahü Te-alâ'nın kelâmında ( JJ )
kelimesi kafi ve sabit manâsına veyahut ta'lil manasınadır. Buna nazaran
âyetin manâsı: [Ey nas! Rabbinize ibadet edin. Zira; o rabbiniz şol zat-ı
ecell-ü âlâdır ki sizin maâsîden ittika etmekliğiniz için sizi ve sizden evvel
geçenleri halk etti.] demektir.
Vacip Tealâ bu âyette
sâniin vücuduna ve vahdeniyetine dair zikr etmiş olduğu beş delilden insanın
hilkatini takdim buyurdu. Zira; insanın nefsine ilmi herşeye ilminden
mukaddemdir. Çünkü kişinin nefsine cisminden daha yakın birşey olmadığından
nefsini herşeyden ziyade bilip, nefsinden halikının vücuduna istidlal edeceği
tabiî olduğundan insanın halk olunması sair delâil üzerine takdim olunmuştur.
Nefsinden sonra valide ve pederine insanın ümi yakin olduğundan evvel
geçenlerin hilkati ikinci derecede beyan olunmuştur. Valide ve pederden sonra
mükevvenat içinde insana az yakın olup arza ilimden sâniin vücuduna ilmi üçüncü
derecede ve arzdan sonra semaya ilim dördüncü derecede ve arzla semadan hasıl
olan nebatat, beşinci derecede zikr olunmuştur. Çünkü nebatat; semadan nazil
olan bereket sebebiyle arzdan hasıl olduğu için sema ile arzın veledi
mesabesinde olduğundan nebatat, sema ile arzı zikirden muahhar olarak zikr
olunmuştur. Şu halde delâüin tertibine riâyet vardır.
Ailahü Tealâ'mn
vahdaniyetine delil ve bize nimetlerinden birisi de arzın bize döşek
mesabesinde olmasıdır. Arzın bizim için firaş yani döşek olması sakin olmasına
delâlet eder. Eğer mahsus derecede müteharrik olsa bizim intifaımıza muvafık
olmazdı. Arzın taş, altın ve gümüş gibi gayet katı ve billur gibi berrak olmaması
bizim için firaş olmasının şeraitindendir. Zira; gayet katı olmuş olsaydı
ziraat etmek ve ekin ekmek ve ebniye yapmak gibi menfaatlerden hâli olur ve
bizim intifaımıza ve istimalimize yaramazdı.
Eğer billur gibi
berrak olsa şemsin ve sair yıldızların ziyasını kabul etmez, gayet soğuk olur
ve insanın iskânına kabil olmazdı. Çünkü; arz berrak olmayıp kesif olduğundan
şemsin ve sair yıldızların ziyasını kabul ile ısınıp insanın tarz-ı taayüşüne
elverişli bir hale geldiğinden insanın döşeği mesabesinde olmuştur.
Arzın sikletiyle
beraber bir nısfının su seviyesinin haricinde bulunması dahi bizim için firaş
olmasının şartlarındandır. Zira; sikleti muktezası her tarafı denizler içinde
olsa idi bizim için iskân ve intifa mümkün olmazdı. Halbuki bize firaş yani
döşek olarak halk olunması bizim menfaatimiz içindir. İnsan için arzın
—ma-deniyat, hayvanat, nebatat ve
enva-ı eşcar ve esmar ve insanın elbisesi
ve envâ-i et'ımesi gibi— menâfii lâ yüad ve lâ yuhsâdır. Zira; arzda bulunan
cümle mahlûkat bizzat veya bilvasıta insana nadimdir. Ve kâîîesi insanın
intifaı için taraî-ı ilâhiden hazırlanmış nimetlerdir. Şu halde insan için
hüner; onların esbab-ı intifamı taharri ederek herbirinden lâyıkı veçhile
intifam çaresini bulup intifa edebilmektir.
Semanın arzdan efdal
olduğuna kail-olanlar varsa da Fahri Razi'nin beyanı veçhile arz, semadan
efdaidir. Zira; Cenab-ı Hak arzı bereketle tavsif buyurduğu gibi efdal-i
mahlûkat olan enbiyayı kiramı da arzdan halk buyurmuştur.
Hulâsa; cümle nâsm
halikı olan Vacip Tealâ'ya ibadet vacip olduğu ve Allahü Tealâ'nm yeryüzünü
bizlere döşek ve gökyüzünü bizlere kubbe mesabesinde kılarak lütfü ihsan ettiği
ve semadan yağmur sularını inzal etmekle bizlere rızık olarak meyvalar halk
ettiği ve Allahü Tealâ'nm şerik ve nazîri olmadığım, insanların bildikleri
halde şerik ve nazîri var dememek vacip ve şerik ve nazîr-den tenzih etmek
lâzım olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir, [17]
**
Vacip Tealâ arzın ve
semanın acaip ve garaibiyie saniin vücudunu ve vahdaniyetini isbat edip şeriki
ve nazîri olmadığını beyandan sonra nübüvveti ispat etmek üzere :
buyuruyor.
[Eğer bizim abd-i
ahassnmz Muhammed (S.A.) üzerine inzal ettiğimiz Kur'ân'dan şek ediyorsanız o
Kur'ân'ın mislinden bir sûre getirin. Allah'ın gayrı olarak umur ve hususunuzda
müracaat ettiğiniz şühedanızı ve muin ve nasırlarınızı çağırınız. Eğer sözünüzde
sadiksanız, yardım etsinler, hepiniz bir araya gelin, Kur'ân'ın mislinden bir
sûre meydana getirin görelim, Yani; ey nübüvvet-i Muhammediyeyi inkâr eden
münkirler! Bizim abd-i ehassımız Muhammed (S.A.) üzerine havadisin icabı
vekâyi' ve müşkülâtın hal ve izahı için tedriç tariki ile inzal ettiğimiz
Kur'ân ki ahlâk-ı ilâhiyeyi cami olan kitaptır. O kitabın ta-raf-ı ilâhimizden
olduğunda şek ve şüphe ediyorsanız siz de Muhammed (S.A.) gibi okuyup yazmak
bilmeyen ümmî bir zatın getirdiği gibi bir sûre getirin de görelim ve umur ve
hususunuzda müracaat ettiğiniz Allah'ın gayrı mabutlarınızı çağırın, yardım
etsinler. Siz Muhammed (S.A.) Kur'ân'ı kendi nefsinden uyduruyor, dediniz.
Eğer sözünüze sadıksanız bize bir sûre telif edin, getirin de biz de görelim.
Sûre; evveli ve ahiri
malûm olan Kur'ân'dan bir kıt'adır. Sûrenin manâ-yı aslîsi: yüksek bir
menzildir. Kur'ân'ın sûrelerini kıraet eden kimse kıraat sebebiyle menzile-i
refiaya nail olduğu için Kur'ân'ın mâlûm-ül miktar kıt'alarına sûre
denilmiştir.
emri, emr-i tacizidir.
Çünkü; Kur'ân'ın vahy-i ilâhi
olduğunu inkâr
edenlerin Kur'ân'dan bir sûre getirebilmelerine ihtimal yoktur. Şu halde emr-i
ilâhi; onlara acizlerini bildirmek için varid olmuştur. ( $* ) zamiri Kur'ân'a
raci olduğuna nazaran Kur'ân'ın fesahat ve belâgatte ve tertip ve üslûpta az
elfazdan birçok maânî istihracına salih olmakta ve lâfzının taravetinde ve
manâsının halâvetinde füsahâ ve bülegâyı aciz kılmakta bir nazi-rini getirmekle
emirdir.
ile murad; Allah'ın
gayrı mabud ittihaz ettikleri putlarıdır. Yahut beyinlerinde cereyan eden
mübahaseyi görecek ve şehadet edecek kimselerdir. Buna nazaran man~yı nazım:
«Eğer hal ve şan sizin dediğiniz gibi putlarınız, ibadetinize müs-tehak mabudlarımz
ise Muhammed (S.A.)'e nazil olan Kur'ân'ın mislini icad etmekte putlarınızdan
istiane edin, size yardım etsinler ve çağırın nâstan birtakım kimseleri
ki^onlar sizin menfaatinize şehadet etsinler demektir. [18]
*
Vacip Tealâ Kur'ân-ı
inkâr edenlere, inkâr ve şüphelerini izale edecek tariki irâe ettikten sonra
şüphelerini izaleye fezleke ve hulâsa-i netice olmak üzere buyuruyor.
[Kudretinizi sarf
ettiğiniz halde emr olunduğunuz bir sûreyi getiremediniz ise elbette ilâ
yevm-il kıyam çalışsanız getiremeyeceksiniz ve elbette getiremezsiniz. Bari
şol ateşten ihtiraz edin ki o ateşin tutruğu yani yakılacak odunu sizin gibi
küfr üzere ısrar ve inat eden insanlar ve insanların elleriyle yonttukları ve
ibadet ettikleri taşlardır. O ateş, küfrü itiyad edip terk edemeyen kâfirler
için hazırlanmıştır.]
Yani; hepiniz bu kadar
uğraşmışken Kur'ân'ın bir sûresine bile nazire getirmekten aciz kaldınız ve
ilelebed ömrünüz olsa da çalışsanız elbette âciz kalacaksınız. Zira Kur'ân'ın
mislini ityan; kudret-i beşerden hariçtir. Binaenaleyh Kur'ân'ın taraf-ı
ilâhiden vahy-i münzel olduğunu tasdikle kâfirler için hazırlanmış olan ateşten
nefsinizi vikaye edin ki, saadet-i ebediyeye nail olasınız.
Tefsir-i Medarik'te
beyan olunduğu veçhile bu âyette nübüvveti ispata iki cihetle delil vardır :
Birincisi;
Resulullah'm mû'cizesi olan Kur'ân'ın mû'ciz olması, ikincisi; ebediyen
mislini ityan edemeyeceklerini beyandır. Çünkü bu ihbar; gaipten haberdir ve
haber verildiği veçh üzere acizlerinin tahakkuku, haber veren nebinin nübüvvetinin
sıdkma delâlet-i vazıha ile delâlet eder.
Kur'ân'dan bir sûrenin
mislini getiremedikleri muhakkak olduğu halde muâraza için sarf-ı himmet eden
kâfirler fesahat ve belâgatlerine itimad ederek muaraza edebilecekleri yolunda
zan ve sekte bulunmalarına ve bu hususta tereddütlerine binaen şekke delâlet
eden kelimesiyle varid olmuştur.
Bundan sonra bu
seklerinin izalesi için kat'iyete ve ebedi nefy-i muhakkaka delâlet eden
kelimesiyle ebediyen mislini getiremeyecekleri kendilerine suret-i kafiyede
beyan olunmuştur. Kemal-i hırs ve arzu ile nur-u Kur'ân'ı söndürmeye
çalıştıkları halde bir kelimesini bile ihlâl edemediler. Şu halde onlar için
iman etmekten başka çare kalmadığından inkârı terkle ateşten nefislerini
vikaye etmeleri taraf-ı ilâhiden tavsiye olunmuştur.
Kâfirlerin Kur'ân'dan
sekleri kafi ise de şüphe-i kafiyeleri meşkuk bir halde olduğuna işaret için
âyetin bidayesinde Vacip Tealâ şekke delâlet eden kelimesiyle irad buyurmuştur.
V e k u d ; ateş yakacak odunu ve sair tutruk olan şeylere ıtlak olunur. H i c
a r e yle murad; putperestlerin şefaat ve menfaat ümid ederek ibadet ettikleri
putlarıdır. Menfaat bildikleri şeylerin aynı mazarrat ve cehennem ateşi
olacağını beyanla puta ibadet edenlerin akıbetleri vahim olduğu kendilerine
tefhim olunmuştur.
Tefsir-i Hazin'de
«İbn-i Abbas» Hazretlerinden naklolunduğuna nazaran hicare ile murad; kibrit
taşlandır. Zira kibrit taşlarının alevi daha ziyade olduğundan cehenneme
tutruk kibrit taşları olmak muvafıktır ve bu vesile ile cehennem ateşinin
kuvvetine dahi işaret olunmuştur.
Şüheda; şehidin
cem'idir. Ş e h i d ; Beyzâvî ve Fahri Razi'nin beyanları veçhile hazır
veyahut eda-yı şehadet edici kimse manasınadır. Bu makamda Kur'ân'ı inkâr
edenlerin fikirlerine muvafakat eden kimselerin büyükleri murad olmak muhtemeldir.
Buna nazaran manâ-yı nazım: [Çağırın büyüklerinizi, size muavenet ve emr-i
muarazada menfaat ve mazarratınıza şehadet etsinler] demektir. Yahut mabudlan
muraddır. Zira; ma-budlarmın umur ve hususlarında muavenet edeceklerini itikad
ettiklerinden [Çağırın mabudlarınızı, size muavenet etsinler] demektir.
nazmı cehennemin el'an
mahlûk olduğuna delâlet eder. Zira U i d d e t ; zaman-ı mazide idad olundu
yani hazırlandı manasınadır. Geçmiş zamanda hazırlanmak el-yevm mevcud olmasını
icab eder. Bir lâfzın manâ-yı hakikisi mümkün iken manâ-yı mecazisini
ihtiyarla istikbal manâsına hami etmeye sebep yoktur. Şu halde bu âyet-i
celile cennet ve cehennemin kıyamette halk olunacağını itikad eden mutezile
taifesini red eder*"
Hulâsa; Kur'ân'a muarazaya*
kâfirlerin şiddetle tergîb ve bezl-i makderet etmelerine teşvik ve kısa bir
sûrenin nazirini getirmeleri emr olunup getiremedikleri surette cehennem
ateşiyle tehdid olundukları halde kemal-i fesahat ve belâgate malik ve şiddetle
muarazaya münhemik ve Resûlullah'a adavetleri son dereceye varmış iken
hurufatla muarazadan aciz kalıp kılıçla muharebeye kıyam ve vatanlarını terke
ve canlarını mevte amade etmeleri Resülullah'm sıdk-ı nübüvvetine delâlet
ettiği gibi âyetler ga-ibden haber verip, haber verildiği veçh üzere vukuatın
zuhur etmesi ve Resulullah'm kemal-i cesaret ve şecaat ve mübalâğa ile onlara
meydan okuyup muarazaya davet eylemesi dahi sıdk-ı nübüvvetine delâlet ettiği
cihetle bu âyetlerin vücuh-u adideyle nübüvvetin hak olduğuna delâleti
Beyzâvî'nin cümle-i beyanatın-dandır. [19]
Vacip Tealâ kâfirleri
azab-ı cehennemle tehdid ettikten sonra ehl-i imani cennet nimetleriyle tebşir
etmek üzere buyuruyor.
[Ey habib-i ziyanım!
Tebşir et şol kimseleri ki, onlar iman ettiler ve anıel-i salih işlediler.
Onlar için altından nehirler cereyan eden cennetler ve müteaddit! nimet
mahalleri vardır. Hernezaman ki onlar o cennetlerden bir rızıkla merzuk
olurlarsa «Şu rızık bundan evvel bizim dünyada merzuk olduğumuz rızıktır»
derler. Zira nimet-i cennet; lezzette dünya nimetine kat ender kat faik ise de
şekilde dünya nimetlerine benzediğinden kemal-i ferah ve sürür kendilerini
ihata ederek şeklen dünya nimetlerine müşabih olduğunu söylerler. Çünkü o
nzık; dünya rızıklarına müşabih olarak onlara ita olunur ve ehl-i cennet için
afattan ve tabiat-ı beşerin sevmeyeceği şeylerden tahir ve temiz zevceler
vardır. Halbuki onlar cennette bu nimetlerle telezzüz ederek ebedi
kalıcılardır.]
Tefsir-i Hazin'de
beyan olunduğu veçhile beşaret; insana ferah ve sürür verecek haberdir.
Cennet-i âlânın nimetlerini haber vermek ehl-i imana sürür verip eser-i sürür
âzâ-yı zahirelerinde görüldüğünden Resülullah'a ümmetini tebşir buyurmasıyla
emr oluşmuştur.
Amel - isalh ; riyadan
âri niyet-i haliseye mukarin olarak eda olunan ibadettir. Bazıları da ilm ve
niyet ve sabır ve ihlâs üzere eda olunan taat olduğunu beyan etmişlerdir.
Cennet; meyveli ve
meyvesiz eşcar-ı kesîre ile dolu bahçeye ıtlak olunursa da bu makamda dâr-ı
âhirette Allahü Tealâ'nın kullarına in'am edeceği dar-ı naîmdir. Ve her türlü
ağaçlarla dolu olup arazisini ağaçlar setr ettiği için cennet denilmiştir.
İbn-i Abbas Hz. den
naklen Beyzâvî'nin beyanı veçhile (cen-net-ül firdevs), (cennet-i adn),
(cennet-ün naîm), (dar-ül huld), (cennnet-ül me'va), (dar-üs selâm), (illiyyun)
isimleriyle müsem-mâ müteaddid cennetler olduğuna işaret için bu âyette cennet
cemi sığası ile varid olmuştur. Âmal-i salihanın miktarına ve de-rece-i
kabulüne göre cennetlerin herbirinde müteaddid mertebeler ve muhtelif
dereceler vardır.de bulunan lâm istihkaka delâlet ederse de cennete girmek
fazl-ı ilâhi neticesiyle ve derecata nail olmak amel-i salihle istihkakına göre
nail olacağına işaretir.
Cennete girmek ve
derecata nail olmak; iman ve amel-i saliha devam üzere vefat etmek şartıyla
meşruttur. Çünkü; el iyazü bil-lâh iman üzere vefat etmezse cennete
giremeyeceği diğer hususla sabit olduğundan bu âyette iman üzere vefat etmek
kaydı zikr olunmamıştır. Cereyan eden nehirlerle murad; mutlaka nehir olmak
ihtimali olduğu gibi Sûre-i Muhammed'de beyan olunan süt ve bal ve şarap ve
sudan ibaret olan enhar-ı erbaa olmak ihtimali ağleptir.
Cennet-i âlânın
meyvaları ta'mında ve lezzetinde ve sair keyfiyetinde dünya nimetlerine
muhalif ise de eşkâlinde müşabih olduğu için ehl-i cennet dünyada merzuk
oldukları nimetler kabilinden olduğunu hatırlarına getireceklerini Cenab-ı Hak
beyan buyurmuştur.
İnsanın ülfet ettiği
şeyle ünsiyeti ziyade olup tabiati, şevkle meyi ederek ülfet etmediği şeyi
görünce tabiat nefret edeceğinden ehl-i
cennetin rızıkları dünyada ülfet ettikleri rızıkların suretinde zuhur etmesiyle
ferah ve sürurlarmm tezayüdüne işaret için ülfet ettikleri suret üzere zuhur
edeceği beyan olunmuştur.
Tefsir-i Medarik'te
Resulullah'tan rivayet olunan bir hadis-i şerife nazaran ehl-i cennet yemek
için bir meyva tanesini aldığında onun yerinde aynı suret ve heyette diğer
birisi zuhur eder, o vakitte «Şu"görünen meyva bizim bundan evvel
eklettiğimiz meyvadır» derler. Halbuki
ikincinin tâ'mı ve lezzeti evvelkinin
gayrıdır.-Şu halde âyetteki
den müstefad olan evvel kaydı cennette ikinci saate nispetle evvelki saate
racidir.
Cennet-i âlâda yemek,
içmek vardır, lâkin bevl, tağavvud, sümük ve tükürük gibi ezalı şeyler yoktur.
Çünkü; «Cabir» (R.A.) den «Müslim» Hz.'nin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte
Resulullah (S.A.) buyurmuş ki: «Ehl-i cennet yerler ve içerler fakat bevl ve
tağavvud gibi abdesthaneye gitmek icap eden şeyler olmadığı gibi sümük
silmezler, tükürük tükürmezler, teşbih ve tehlil ilham olunurlar.» Yani
«Teşbih ve tehlilleri nefisleri makamındadır. Dünyada insanın nefsi, başka
şeyle meşguliyete mani olmadığı gibi ehl-i cennetin teşbihleri dahi me'külât ve
meşrubatlarına mani olmaz demektir.
Bu âyette Vacip Tealâ,
insan için mümkün olan lezaizin kâf-fesini beyan buyurmuştur. Çünkü; Fahri
Razi'nin beyanı veçhile insan için lezaizin esası; üçtür. Birincisi; mesken,
ona cennetle, ikincisi; taam ona rıztkla, üçüncüsü; nikâh ona ezvac~ı mutahhara
ile işaret buyurmuş ve bu işaretle ehl-i cennetin rahatları mükemmel olup asla
noksan olmayacağı beyan olunmuş ve ehl-i cennette ezvacm tab-ı beşere muhalif
ahlâk-ı zemîme ve hayz-u nifas gibi sevilmeyecek şeylerden tahir olacaklarını
beyanla mesruriyetleri tezyid ve akıbetinde nimetin zeval endişesi olmayacağına
işaret ve tebşiri tamamiyle ikmal için ehl-i cennetin muhalled olacakları beyan
olunmuştur.
Tebşir etmekle emr
olunan Resulullah olduğu gibi her asır ve zamanda tebşir şanından olan her
kimse memurdur. Amel-i sali-hin asıl ima. .dan cüz olmadığına âyet delâlet
eder. Zira; amel-i saıih iman üzere atf olup matuf, matufun aleyhe mugayir
olacagına binaen amelin imandan cüz olmadığına sarahatla delâlet vardır.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile bu âyet, âhiretin ve haşrin vukuuna delildir. Haşr-ü neşri ispat,
usul-i itikadiye ve zarurat-ı di-niyeden olduğu cihetle ilm-i akaidde şanına
itina ve ispatına ihtimam olunan mesail cümlesindendir. Âhiretin ispatı
hakkında mu-bahase iki cihetle cereyan eder: Birincisi; haşrin imkânı hakkında
delil-i akli ve delil-i nakliyi serd etmekle hasıl olur. İkincisi; vukuu
hakkındadır. Vukuu ispat, ancak delil-i nakliye müsteniddir. Binaenaleyh;
Kur;ân-ı Azimüşşan'm her sûresinde müteaddid âyetlerle Cenab-ı Hak haşrin
vukuunu beyan buyurmuştur. Şu halde haşrin vukuunu inkâr eden kimse zarurat-ı
diniyeden bir mes'eleyi ve sarahat-i Kur'âniyeyi inkâr ettiğinden tevili gayrı
kabil bir surette tekfir olunur.
Hulâsa; ehl-i iman ve
abidler için cennetler ve cennetlerde bağlar ve bahçeler ve enva-ı meyvalar ve
ezvac-ı mutahharat olacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.
Fakat bu âyet ve bunvn emsali âyetlerde â'mâl-i saliha işleyenlerin ind-i
ilâhide nail olacakları nimetler; fehm-ü idrakçe havsalamızın alabileceği bir
surette bizim için bu dâr-ı fenada leziz ve nefis olan şeylerle tasvir ve temsil
olunmaktan ibarettir. Yoksa dâr-ı âhiretin nimetleri bu dâr-ı fesadın
nimetlerinin aynı demek değildir. Yalnız dâr-ı âhiretin nimetleri dünya
nimetlerinin isimlerine' mü-şarik olduğundan onların isimleriyle tesmiye
kılınmıştır. Halbuki; dâr-ı âhiretin nimetleri külfetsiz ve mihnetsiz olduğu
gibi ebedidir, asla fenası yoktur, zevalden ve tükenmekten mahfuz ve sırf
telezzüz için yenilir ve içilir. Yoksa yenilip içilmeye ihtiyaç mes ettiğinden
değildir. Binaenaleyh; âhiret nimetleri isimde ve surette dünya nimetlerine
benzerse de hakikatleri dünya nimetinin gayrıdır. Zira ebedîdir, zeval korkusu
yoktur. Safidir, kederi yoktur. Hazmı kolaydır, sıkıntısı ve zahmeti olmaz.
Hazırlanmıştır, kazanmak külfeti yoktur ve herkesin istediği kadar çoktur,
darlık endişesi yoktur. [20]
Vacip Tealâ Kur'ân'm
mûciz olduğuna dair kâfirler tarafından irad olunan bir şüpkeyi def için
buyuruyor.
[Cemi' sıfât-ı
kemalâtı câmiJ olan Allahü Tealâ sivrisinek ve cüssede sivrisinekten daha
büyücek hayvanatla bazı mesaili izah için misal beyan etmekten çekinmez ve haya
muamelesi yapmaz.]
Zira durûb-i emsal;
bir meseleyi izahla muhatabını terğib veya ten-fir için makulü mahsûsla veyahut
mahsûs-u, aharla göstermekten ibarettir. Şu halde sivrisinek ve hakaret ve
denaette onun daha fevkinde karasinek ve karınca gibi şeylerle bir maksadı
izahla kulların irşad etmekten haşa Cenab-ı Hakkın azametine ve Kur'ân'ın
ulüvvü derecesine bir noksan tarî olmaz, belki ufacık hakîr birşeyle mühim bir
maksadı izah etmek kudret-i ilâhiyenin kemâline ve Kur'ân'ın tabakat-ı
belagatın nihayetine baliğ olduğuna delâlet eder. [Amma şol kimseler ki, onlar
vahdaniyet-i ilâhiye ve risalet-i nebeviyeye iman ettiler. Onlar o darbı
meselin Rableri tarafından hak ve sabit olduğunu ilm-i yakinle bilirler, asla
itiraz etmezler. Ve amma şol kimseler ki, onlar kâfir oldular, «Allahü Tealâ bu
misilli durûb-i emsalle ne gibi şey murad eder, l>öyJe hakir şeylerle misal
irad etmek azamet-i ilâhiyeye münasip olur mu? derler.] Ve bu kelâmlarından
maksatları; istihza ve Resülullaha tarizdir. Yani; «senin getirdiğin kelimatm
cümlesi müfteriyattan ibarettir. Ukul-ü zaîfe erbabına maksadını terviç
ettirmek için Allahü Tealâ'ya isnad edip vahy-i ilâhidir diyorsun. Halbuki
böyle hakîr şeylerle misal irad etmek kelâm-ı ilâhi olmadığına delâlet eder»
demek isterler, [Halbuki Allahü Tealâ bu misilli durûb-u emsalle çok kimseleri
idlâl eder. j Zira; bu durûb-u emsalin kelâm-ı ilâhi olduğunu inkârla küfr
ederler. [Ve birçok kimseleri durûb-u emsalle hidayetine mazhar eder ve bu
maksatlarına nail kılar, j Zira; onlar durûb-u emsalin taraf-ı ilâhiden
kullarını irşad için nazil olduğuna iman ederler. Binaenaleyh; maksatlarına
nail olurlar. [Durûb-u emsalle Vacip Tealâ idlâl etmez, illâ fasıkları idlâl
eder ki, o fasıklar ye-minleriyle ahitlerini te'kit ve takviye ettikten sonra
ahd-i ilâhiyi nakz eder, evarnir-i ilâhiyeye itaatten huruç ederler. Ve Allahü
Tealâ'nm sıla olunmasını erar ettiği şeyi kat' eder ve sılayı terk ve yeryüzünü
ifsad ederler. İşte şu evsaf-ı habise ile muttasıf olanlar dünyada ve âhirette
zarar görücülerdir.]
Tefsir-i Hâzin ve
Medarik'te beyan olunduğu veçhile haya; işlediği fiilden zem ve ta'yib olunur
korkusuna binaen insana arız olan inkisar ve levnine tari olan tagayyürdür.
Kadîm olan Allahü Tealâ hudus emmaresi olan tagayyür ve inkisar manâsına olan
hayadan münezzeh ve müberra olduğu cihetle Allahü Tealâ'ya isnad olunan haya
ile murad; hayatın gayesi ve lâzımı olan terk manâsıdır. Çünk.i; insan
akıbetinden utanacağı birşeyi terk etmek adettir ve terk etmek lâzım
olduğundan Vacip Tealâ'ya isnad olunan haya zikr-i melzûm irade-i lâzım
kabilinden mecaz olarak terk manasınadır. Binaenaleyh; bu âyette : ( l^-jV
-±)>_V ) manâsını ve mealini müfiddir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allahü
Tealâ kâfirlerin zem ve ta'nlarından dolayı sivrisinek ve ondan daha büyük ve
daha küçük mahlûkatla misal irad etmeyi terk etmez. Onlar hernekadar tâ'n
etseler de Cenab-ı Hak durûb-i emsali irad-la kullarını ikaz ve irşad eder.]
Buûza ; sivrisinektir.
Cüssesi o kadar küçük olduğu halde en büyük hayvanın icra edemeyeceği faaliyeti
icra eder. Hatta içi boş uzun bir hortuma malik olup bu hortumu fil, deve ve
manda gibi cesim hayvanlara saplar ve tesiri ile onları firara mecbur kılar. O
küçük hayvanın deveyi ve mandayı yerinden kaldırıp kaçırması azamet-i
ilâhiyeye delâlet eden acaibâttandır ve bazan tesiriyle deveyi bile itlaf
ettiği Araplar beyninde meşhurdur. Ve insanı rahatsız ettiği de cümlenin
malûmudur. Şu halde sivrisineğin küçüklüğüne nazar etmemeli belki insanlara
lâyık olan, onda zuhur eden kudret-i ilâhiye ve sanâyi-i sübhaniyenin azametine
nazar edip ibret almalıdır. O kadar zayıf ve küçük bir hayvan olduğu halde
kuvvet ve kudret sahibi olan büyük hayvanlara galebe etmesi Vacip Tealâ'nm
kudretine, delâlet-i vazıha ile delâlet eder ki, ukul-ü beşer düşündükçe
idrakinden aciz olduğunu teslim etmemek kabil değildir.
da bulunan ma lâfzı
İbham içindir. Yani; «Mesellerden çok meseli buûza ve buûzanın daha büyüğü ve
daha küçüğü ile irad etmekten Allahü Tealâ vazgeçmez ve bu misilli durûb-i
emsalle bazı mesaili izah etmeyi terk etmez.» demektir. Buûzanın fevkiyle
murad; daha büyüğü demek ihtimali olduğu gibi daha küçük demek ihtimali de
vardır. Yani «Büyüklükde onun fevkın-da» demek ihtimali olduğu gibi «Küçüklükte
anın fevkında» demek mekama daha münasipdir.
Kur'ân'da vaki olan
durûb-u emsal hakkında nâs iki fırka olup birincisi; durûb-u emsal taraf-ı
ilâhiden münzel inkârı gayrı kabil bir hakikat olduğuna iman ve ihtida eden
ehl-i iman olduğunu ve ikincisi; bu misilli durûb-u emsali inkârla dalâletleri
tezayüd eden kâfirler olduğunu ve imanın gayesi hidayet ve küfrün gayesi
dalâlet olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.
Fasık ; evâmir-i
ilâhiyeyi terkle taat-i ilâhiyeden hurûc eden kimsedir. Ahidle murad; edat-ı
tekitle birşey kabulüne ikrar vermektir. Nakz-ı and; o ikrarından dönmek,
kendini raptetmiş olduğu kayıttan çıkarmaktır. Bu makamda ahd-i ilâhi ile murad;
emr-i ilâhidir. Şu halde nakz-ı ahd edenlerle gerek yahûddan ve gerek sair
milletlerden emr-i ilâhiye muhalefet edenlerin cümlesi murad olabilir. Çünkü;
her ne suretle olursa olsun emr-i kat'î-i ilâhiye muhalefet edenler; fasıklar
ve Allahü Tealâ'nm ahdini nakz edenlerdir.
Allahü Tealâ'nm vasi
olunmasını emrettiği şey; Resulullaha iman ve sila-i rahimdir. Bunlara riayet
etmeyenler sıla-i rahmi kat' ve yeryüzünde ifsad ve maâsiyi irtikâb etmiş ve
iman edeceklerin imanlarına mani olmuşlardır.
Cenab-ı Hak durûb-u
emsali red ve inkârla dalâli ihtiyar eden kâfirleri bu âyette de dört sıfatla
tavsif buyurmuştur. Birincisi; fısk ki, tâatten huruç etmektir. İkincisi;
nakz-ı ahddiv. Üçüncüsü; riayeti
lâzım olan sılayı kat' etmektir. Dördüncüsü; enva-ı maâsiyi irtikâpla yeryüzünü
ifsad etmektir ve bu evsafın cümlesi hüsrân-ı ebediyi mucip olduğunu beyanla
kâfirlerin dünyada ve âhirette za-rardîde olacaklarına hükm-ü kat'î-i ilâhi
varid olmuştur.
Tefsir-i Medarik'te
beyan olunduğuna nazaran bu âyette kâfirlerin kat ettikleri sıla ile murad;
sıla-i evhamı ve müminler beyninde yekdiğerine matlub olan muaveneti terk ve
enbiya-yı ızâ-mın cümlesine iman lâzımken bazısını bazısından tefrikle bazılarına
iman ve bazı âhare küfr etmektir.
Kâfirlerin zararları
dört cihettendir: Birincisi; nakz-ı ahdi vikaye ve tercih, ikincisi; sıla-ı
rahmi kafa tebdil, üçüncüsü; fesadı salâh üzerine ihtiyar etmek, dördüncüsü;
azabı sevab üzere takdim eylemek ve sevabı ikaba değişmektir. Şu halde tadâd
olunan evsafın cümlesinde menfaati mazarrata değişmek olduğundan her-biri azabı
mucip kabayihten olduğu cihetle haklarında zararı mahz olmuştur.
Fahri Razi ve Kazi'nin
beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; Vacip Tealâ'nm Kur'ân-ı
Azimüşşan'da bazı ufacık örümcek ve karınca gibi hayvanatla darb-ı mesel
iradına yahûdun ve şimşek ve yıldırım gibi şeylerle temsiline münafıkların
tâ'nı üzerine bu âyetin nazil olduğu mervîdir. Çünkü onlar «Muhammed (S.A.)
Kur'ân'm taraf-ı ilâhiden vahyolduğunu iddia ediyor, halbuki Kur'ân'da şân-ı
ulûhiyete yakışmayacak birtakım karınca, sinek ve arı gibi ufacık hayvanlardan
bahis vardır. Bunlardan bahs ise azamet-i ilâhiye ile kabil-i telif olamaz»
demişlerdi. Allahü Tealâ bu âyetle onların tâ'nları varid olmadığını beyan
buyurmuştur. Maahaza bu misilli hakir eşya ile temsil ve maksadı izah etmek;
Arap, Acem ve cümle milletler beyninde meşhur ve füseha ve büleğa indinde mer'î
ve muteberdir. Yalnız misalin mümesselün lehe mutabık ve muvafık olması
şarttır. Binaenaleyh mümesselün leh hakir olursa misal de hakir ve mümesselün
leh şerif olursa misal de şerif olmak adettir.
Hulâsa; Vacip Tealâ'nm
ufacık hayvanlarla darb-ı mesel iradını terk etmeyeceği ve müminlerin bu
misilli durûb-u emsalin taraf-ı ilâhiden nazil ve hak olduğuna iman ettikleri
ve kâfirlerin bu misilli ufacık hayvanlarla Allah'ın durûb-u emsalini garip
gördükleri ve inkâr ettikleri ve bu misilli durûb-u emsale çok kimselerin
imanla ihtida ve birçok kimselerin küfürle dalâleti'ihtiyar edecekleri ve
dalâleti ihtiyar edenler şol kimselerdir ki, onlar tâât-ı ilâhiyeden huruçla
nakz-i ahdi ve sıla-i rahmi kat' ve yeryüzünü ifsad etmek gibi cinayeti irtikâb
edenler olduğu ve şu kabayihi ihtiyar edenlerin dünyada ve âhirefte zarar
görecekleri bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [21]
*
Vacip Tealâ tevhide ve
nübüvvete ve emr-i âhirete müteallik delâili beyandan sonra umum mükellefine
şamil olan nimetlerini beyan ve o nimetlere karşı küfran-ı nimet edenleri
tevbih etmek üzerebuyuruyor.
[Sizi icad ve
vücudunuzu hadd-i lâyıkına iblâğ eden Allahü Tealâ'ya nasıl küfr ediyorsunuz?
Halbuki siz babalarınızın sulbünde cemadat kabilinden ruhsuz meyyit mesabesinde
idiniz. Badehu babalarınızın sulblerinden sizi analarınızın erhamına inzal ile
ihya ve dünyaya ihraç ve enva'ı nimetleriyle terbiye etti. Bundan sonra sizi
öldürür, daha sonra diriltir ve â'mâlinize göre ceza verdikten sonra ancak
huzur-ı manevi-i ilâhiye rucu edersiniz.] Haliniz şu etvar üzere halen bade
halin cereyan edince nasıl oluyor ki, bu hallerden ibret almaz da Vacip
Tealâ'ya küfr edersiniz?
istifham-ı inkârı ve
tevbih içindir. Yani: «Bu kadar cesim nimetlere karşı nasıl küfr edersiniz?
Küfrünüz, taacübe şayan bir haldir» demek olur.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile küfür; abdin kisb ve ihtiyariyle olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira;
Vacip Tealâ'nm küfr üzere kâfirleri tevbih ve tekdir buyurması kâfirlerin irade
ve ihtiyarıyla hasıl olduğuna delildir. Gerçi küfrü halk eden Allahü Tealâ'dır
ve lâkin abdin iradesini küfre sarfı üzerine halk ettiği için küfründen abd
mesuldür. Allahü Tealâ'nm halkı, abdin iradesini sarf üzerine olduğundan abd
küfrü irtikâba mecbur değildir.
Emvat ile murad;
cemadat kabilinden hayata malik olmamaktır, tmat e ile murad; hayattan sonra
muhakkak olan mevttir.
İhya ve imate ancak
Allahü Tealâ'ya mahsus olup Allah'ın gayrı ihya ve imateye kadir kimse
olmadığına ve haşr-ü neşrin vukuuna ve dünyada elbette mevt muhakkak olduğundan
zühd-ü takvanın lüzumuna âyet delâlet-i vazıha ile delâlet eder. Çünkü Allah'ın
ihya ve imate edeceği beyan olunduğu gibi tekrar ihya edeceğini beyan etmek;
haşrin vukunu beyan demektir.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile mevt hayat-ı ebediyeye nail olmaya vesile olduğu cihetle bu âyette
ölüm insan için nimet-i uzma sırasında tadad olunmuştur. Çünkü ölüm; ehl-i
imanı saadet-i ebediyeye îsal eder bir hal olduğu için bir nevi nimet
olduğunda tereddüt yoktur. Gerçi ölüm, hayat-ı mecaziye olan dünyadan ve ülfet
ettiği nimetlerden alâkasını kesmek itibarı ile dünyaca kerih görülürse de
saadet-i uhreviyeye vusulün sebeb-i âdisidir. Amma küfr üzere vefat edenler
için azab-ı cehenneme vuslata vesile olduğundan nikmettir. [22]
Vacip Tealâ umuma ait
olan hayat nimetini beyandan sonra imrar-ı hayat için lâzım olan menafii ve
hayata taalluk eden ve hadim olan semavat ve arzın, insanın fevaidini temin
etmek üzere halk olunduğunu beyan zımnında buyuruyor.
[Allahü Tealâ şol
zat-i ecell-ü âlâdır kî, arzda mevcud olan şeyin kâffesini sizin intifamız için
halk ettikten sonra irade-i ilâ-hiyesi semayı halka teveccüh etti. Binaenaleyh;
semayı yedi tabaka olarak tesviye buyurdu. Zira; Allahü Tealâ her şey i bilici
ve ilmi her şeye lâhik olucudur.]
Yani; Allahü Tealâ'ya
nasıl küfr ediyor ve haşre kudretini na-sil inkâr eyliyorsunuz? Bu küfür ve
inkâr lâyık ve münasip değildir. Zira; Allahü Tealâ yeryüzünde intifa şanından
olan eşyanın kâffesini sizin menfaatiniz için halk etti ve ölü mesabesinde
oema-dat kabilinden olduğunuz halde sizi ihya edince öldükten sonra ihya etmeye
kadir olduğu evleviyetle sabittir. Nasıl kadir olmasın ki, yeryüzünde eşyayı
menafimize müheyya kıldıktan sonra semayı halk ve icada irade-i ilâhiyesi
taalluk etti ve yedi tabaka olarak tesviye eyledi. Zira; herbirinde olan hikem
ve mesalihi ve taba-katm birbirine muhazive müsavatında mevcud olan esrarı
bilicidir. Çünkü; herşeye ilmi lâhiktir. Fahri Razi ve Hazin'in beyanlarına
nazaran yeryüzünde nasm intifa için halk olunan; nebatat, hayvanat, maadin, dağlar,
sular ve ağaçlardır. Çünkü; insanın bizzat veya bilvasıta intifa ettiği
şeylerin cümlesi bunlardan ve ukalânın istihraç ettikleri sanayii garibelerden
ibarettir.
Cenab-ı Hak bu âyette
intifa olunmak şanından olan herşeyle intifa etmek ve intifam esbabına tevessül
eylemek lâzım olduğuna işaret buyurmuştur. Çünkü «arzda mevcud olan menafiin
kâffesini insan için halk ettiğini» beyan etmek; «insana arzm menafiini
iktisaba sâ'y lâzım olduğunu» beyan etmektir. Arz üzerinde olan şeyler yalnız
.mesalih-i dünyeviyeyi tesviyeye ve hayatın bekası için tagaddi ve ebdanı
takviyeye münhasır değildir. Belki umur-u dinde kudretullaha ve vahdaniyetine
ve sair usul-ü itikadiyeye istidlal suretiyle intifaa dahî şâmildir.
Bu âyetle bazıları
toprağın ekli haram olduğuna istidlal etmişlerdir. Çünkü; Cenab-ı Hak, arzda
bulunan şeyin intifaa tahsis olunduğunu beyan buyurmuş ve bununla nefsi
toprağın hayat-ı insana hadim olmadığını anlatmıştır. Zira topraktan intifa
etmek insanın sa'yine merbuttur. Ayette semanın arzdan sonra halk olunduğuna
işaret vardır. Çünkü istiva; kasd ve irade ve kelimesi tehir manâsına
olduğundan semanın icadını arzdan sonra irade buyurduğuna delâlet eder.
Âyet-i celilede
semavatm yedi tabaka olduğuna delâlet vardır. Ve kürsi ile arşı azam» mecmuu
dokuzdur. Ve herbirinin eczalarına ilm-i ilâhi lâhik olduğuna dahi sarahatle
âyet delâlet eder. Çünkü Vacip Tealâ'nın herşeye âlim olduğunu beyan; her
cüzüne âlim olduğunu beyandır. Zira şey lâfz-ı semavat ve arzın her zerresine
şamil ve her cüz'üne âlim olduğundan her yerini bir siyak ve miktar-ı muayyen üzere muhkem halk ettiği gibi
tabakat birbirine muhazı olup asla eğrilik yoktur ve arzın her cüzünü, sakin
olan halkın menafi ve mesalihine muvafık olarak halk etmiştir. Şu intizam üzere
halk etmek ecza-yı âlemin her cüzüne Vacip Tealâ'-nın âlim olduğunu beyan eder.
Bu âyetle nafi olan
eşyanın insanlara mubah ve intifaı caiz olduğuna müsaade-i ilâhiye vaki
olmuştur. Gerçi âyette umuma ibâha kapısı açılmışsa da nas beyninde müna'zaaya
meydan verilmemek, fitne ve fesad kapılarını kapamak üzere bazı delâil-i hariciye
vasıtasıyla eşya-yı nafıadan bazıları bazı kimselere tahsis olunmakla âharin
müdahale ve taarruzundan masun kalmıştır. Binaenaleyh; herkes esbab-ı
temellükten bir sebeble malik olduğu emvalinde keyfe mayeşâ tasarruf eder,
âhari müdahale edemez.
Yoksa bazı erbab-ı
havanın dedikleri gibi herkese herşey mubah olsun, öyle değildir. Zira;
insanlar umumiyet üzere menafii-nin esiri oldukları cihetle eğer herşey herkese
mubah olsa her zaman âlem, hercümerc içinde kalarak haraba badi olacağından
Ce-nab-ı Hak seri şerifinde ukudat-ı şer'iye ile her şahsın hukukunu mahfuz ve
menafi-i mahsusasını mahalline tahsis ve gayrın müdahalesini men etmekle
âlemin intizamını ve kullarının istirahatini temin buyurmuştur. Eğer herkesi
kuyudat-ı kanuniye-i şer'iye ile bağlayıp ve her şahsın tasarrufatmı kavaid-i
şer'iye ile tahdit bu-yurmamış olsaydı herkes aklına geleni işler ve aharın
hukukunu kendine mubah addederek tecavüz eder ve hak sahibi tecavüzünü men etmek
ister ve bu suretle beyinlerinde ufacık birşeyden büyük arbedeler çıkar ve her
beldede ve her şahısta hal bu merkezde olacağı cihetle âlemde emniyet ve
istirahat kalmazdı. Binaenaleyh âlemin intizamına halel geleceği şüphesizdir.
Şu halde yeryüzünde insanlar için intifaı mümkün olan şeyi, Allahü Tealâ,
insanlara esbab-ı intifa ve temellükten bir sebeple malik olmak ve gayrı ızrar
ve aharın hukuku taalluk eden şeylere taarruz etmemek şartıyla intifamı mubah
kılmıştır. [23]
*
Vacip Tealâ beni
ademin hilkatini ve idame-i hayatlarına hadim olan rızıklarını halk ettiğini
beyandan sonra cümle beni ade-me nimet kabilinden olan Adem (A.S.)'m keyfiyet-i
hilkatini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr et ya Ekrem-er
rusül! Şol zamanı ki, o zamanda Rabbin Tealâ meleklere hitaben «Ben azimüşşan
yeryüzünde bir halife halk edeceğim» dedi. Melekler cevaplarında yeryüzünde
gördükleri fesad ve inada ilimlerine binaen dediler ki «Yeryüzünü ifsad eden
ve kanlar dökecek olan kimseleri halk eder misin ya Rabbi! Taaccüb ederiz ki,
yeryüzünü ifsad edecek kimseleri ıslah ve imarına memur edesin? Zira; enva-ı
fesadla ifsad şanından olan kimselerin nasıl halife olacağına idrakimiz
kasırdır.» demekle Âdem (A.S.)'m halk olunmasının hikmetinden suale cür'et
ettiler ve dediler kî «Ya Rabbi! Biz senin hamdine mülâbis olduğumuz halde
teşbih ve nekaisten tenzih ederiz.» Meleklerin bu suallerine cevap olarak
Allahü Tealâ «Sizin bilmediğiniz şeyleri ben muhakkak bilirim» buyurdu.]
Beyzâvî ve Fahri
Razi'nin beyanları veçhile melekler; mev-cud zatlar olup Allah'a muti' ve
münkad kullar olduklarına ittifaktan sonra ekseri müslimin. indinde melekler;
ecsam-ı lâtife ve eşkâl-i mul" '.üfe ile teşekküle kadirdirler. Çünkü;
enbiya-yı kiram hazaratı suyer-i muhtelif ede görmüşlerdir. Nasara indinde
melekler; bedenden iftirak eden ervah-ı beşerdir. Hükema indinde melekler;
cevahir-i mücerrededir denilmiş ise de bu iki mezhebin esası kati bir ilme
müstenid olmadığından esah olan ve delil-i nakliye müstenid bulunan ehl-i
islâmın mezhebidir ki melekler; ins ve cinnin gayrı Allah'ın kullandır.
Meleklerin gökte karar edenleri olduğu gibi yerde karar edenleri dahi vardır.
AUahü Tealâ ile kulları be ıinde resullerdir. Allahü Tealâ'ya asla isyan
etmezler ye
memuriyetlerini lâyıkı
veçh üzere yerine getirirler.
Adetlerinin gayet kesretine dair ehadis-i celile mevcuttur.
Halife ile murad; Hz.
Âdem'dir. Zira arz üzerinde Âdem (A.S.) Allah'ın halifesidir. Çünkü; her nebiyi
Allahü Tealâ arzın imaretine ve nasın siyasetine ve nüfusunun tekemmülüne ve
emirlerinin tenfizine halife kılmıştır. Avam-ı nasın bilâ vasıta feyz-i
ilâhiden müstefid olmaya kabiliyetleri olamadığından Cenab-ı Hak her asırda
avam-ı naşı bir nebinin yed-i atıfetine teslim ve o nebi vasıtasıyla terbiye
etmiş ve feyz~i sübhanisinden müstefid kılmıştır.
Emr-i hilâfette
evlâd-ı âdem müşterek olduğu halde bir nev'in pederini zikir evlâdını zikirden
müstağni olmasına binaen yalnız Adem (A.S.)'m hilâfeti zikirle iktifa olunmuş,
diğer enbiyanın hilâfetleri bu âyette zikrolunmamıştır.
Vacip Tealâ kullarına
usul-i müşavereyi talim ve Hz. Âdem'in ve zürriyetinin hilâfetini ilân ve ehl-i
semaya vücûd-u Âdem'in tuluunu tebşirle şan-ı Âdeme tazim için meleklere
müşavere sure-tinde Adem (A.S.)'ı halk edeceğini beyan buyurmuş ve hikmet-i
ilâhiyesi hayrı galip olan şeyi icad etmek iktiza ettiğini ilân etmiştir.
Çünkü; azıcık şer için hayr-ı kesîri terk etmek şerr-i kesirdir. Binaenaleyh
hayr-ı külli zımnında şerr-i cüz'îyi ihtiyar etmek; hikmet-i ilâhiye icabı
olduğuna bu âyet delâlet eder.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile meleklerin suali, bilemedikleri esrarı anlamak ve şüphelerini izale
etmek suretiyle müşkülâtı halletmektir. Yoksa beni âdemi gıybet etmek
suretiyle haşa Allahü Tealâ'ya itiraz etmek değildir. Çünkü; beni ademde
kuvve-i şehe-vaniye ve gazabiye olacağını Allahü Tealâ'nm haber vermesi veyahut
levh-i mahfuzda görmeleri veyahut maâsiden masumiyet kendi hasseleri olduğundan
gayrılarda masiyet olacağını idrak et-meleri veyahut Adem'den evvel cin taifesi
yeryüzünde isyan ettiklerine kıyasla beni ademin dahi isyan edeceklerine
hükmettiklerinden sual etmişlerdir. Yoksa henüz meydanda olmayan evlâd-ı
ademin isyanlarına hükmetmeleri gaibe ilim kabilinden değildir, belki bazı
emâratla istidlal kabilindendir. Kendilerinin teşbih ve tehlil ile meşgul
olduklarını dermeyan etmekle Âdem'i
hilâfete ihtiyarla tercihin
hikmetini sual etmişlerdir, yoksa kendi ibadetle-riyle iftihar etmek maksadıyla
teşbihlerinden bahsetmemişlerdir. Çünkü; insanda kuvve-i gazabiye ve şehevaniye
bulunup bunlar fesada ve sefk-i dimâya badi olacağım ve insanda bir de kuvve-i
akliye olup tâate ve marifet-i ilâhiyeye sebep olacaksa da fesadı dai olan
kuvvelerin galebesini nazar-ı itibare alarak hilâfete liyakatinde taaccüp ve
hayretleri suale badi olmuştur. Halbuki kuvve-i gazabiye ve şehevaniye tehzip
ve terbiye olununca ahlâk-ı ha-mideye ve ef al-i pesendîdeye menşe' olacağını
bilemediklerinden o kuvvelerin faziletinden gaflet etmişlerdir. Maahaza kuvây-ı
adi-deden mürekkep olan bir şahıs kuvve-i vahide sahibinden daha ziyade menafi-i
kâinata elverişli olacağını dahi bilememişlerdir. Zira kuva-yı adideden
mürekkep olan zat; umur-u smââtı istihraç ve menafi-i kâinatı istinbatla
hilâfetten maksad-ı asli olan imarat-ı âleme salâhiyette elbette ziyade
olduğuna işaret için Cenab-ı Hak [sizin bilmediğinizi ben bilirim] buyurmuştur.
Melekler beni adem
hakkında dermeyan ettikleri fesad ve sefk-i dimadan ibaret olan sıfat-ı
kabîhalara mukabil kendilerinin teşbih ve takdisten ibaret olan sıfat-ı
memduhalarını dermeyan etmişlerdir.
Fahri Razi'nin
beyanına nazaran Vacip Tealâ meleklerin sualine cevaben «Sizin bilmediğinizi
ben bilirim» demekle beni ademden zuhur edecek enbiya ve evliya ve sulehaya
işaretle meleklerin gumumunu izale buyurmuştur. Çünkü melekler; yeryüzünü ifsad
edecek bir sınıfın vücuduna keder ve telâş etmeleri üzerine Vacip Tealâ benî
âdemden fesad zuhur edecekse de salâh daha ziyade olacağına işaret buyurmuş ve
bu cihetle melekleri teskin ve taaccüplerini izale etmiştir.
Tefsir-i Hazin'de
beyan olunduğuna nazaran Vacip Tealâ Hz. Âdem'in tıynini" arzın her
tarafından aldığı için evlâd-ı adem beyaz, siyah, kırmızı, mülayim, sert,
tayyib ve habis suretlerde ve muhtelif ahlâkta zuhur etmektedir. Zira; Maye-i
asliye olan arzın, hilkatlerinde medhali olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh;
bir memleket halkının renkleri, tabiatleri ve suretleri diğer memleket halkına
benzemediği herkesçe malûmdur. [24]
Vacip Tealâ meleklerin
hilkat-i Âdemdeki hikmeti sualine «Sizin bilmediğinizi ben bilirim)) cümle-i
celilesiyle icmalen cevaptan sonra o icmali tafsil etmek üzere :
buyuruyor.
[Allahü Tealâ Âdem
(A.S.)'a isimlerin küllisini talim etti. Badehu o isimleri ve isimlerin
müsemması olan eşhası meleklere arzetti ve dedi ki: Hilâfete evleviyet
iddianızda sadık ve doğru iseniz şu gösterilen eşyanın isimlerini bana haber
verin.]
Yani; meleklerin
«Evlâd-ı âdem yeryüzünü ifsad ederler, biz teşbih ve takdis ederiz. Acaba ifsad
ve sefk-i dima şanından olan kavmi halk etmekteki hikmet nedir?» demeleri
üzerine meleklere Hz. Âdem'i ve zürriyetini halk etmekteki hikmet; ilmile
mümtaz ve meleklerden efdal olması olduğunu beyan etti ve onları irşad etmek
üzere Âdem (A.S.)'da ilm-i zaruri halketmek veyahut kalbine ilka eylemek
suretiyle eşyanın isimlerini Öğretti. Sonra meleklere o eşyayı gösterdi ve
«Eğer sözünüzde doğruysanız şu eşyanın isimlerini bana haber verin» dedi ve bu
veçhile Âdem'in ilim sayesinde hilâfete müstehak olduğunu bildirdi.
Âdem; isntA acemdir.
Arzın yüzünden halk olunduğu için Âdem (A.S.)'a Âdem denmiştir. Künyesi;
Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Ebülbeşer veya Ebu Muhammed'dir. Âdem,
ism-i alemisidir. Allahü Tealâ eşyanın mahiyetini ve hassalarını ve isimlerini
ve ulûm ve idrakâtın usul ve kav aidini ve kavanin-i smaatı ve san'atm
aletlerini meselâ kitabet için kalemi ve dikiş yani terzilik için iğneyi ilham
tarikiyle talim e "tikten sonra meleklere haber vermelerini emr etti,
onlar da habt r veremediler. Bu emirden maksat; onlara acizlerini bildirmek ve
ilzam etmek içindir. Yoksa emr-i ilâhi emr-i teklifi değil ki muhali teklif
olsun. Çünkü emr-i hilâfet; fevaid-i ilmiye ve kavaid-i fenni yeye aşina olmaya
ve tedbir ve tasarrufta hata etmemeye ve adalet icra edip herşeyi lâyıkı
veçhile yapabilmeye ve eşyanın mahiyetlerini ve hassalarını ve onların ef alini
ve hariçte asarını bilmeye tavakkuf ettiğinden Ce-nab-ı Hak evvelâ Adem
£A.S.)'a talim etmek suretiyle emr-i hilâfeti edaya lâyık olduğunu ve saniyen
meleklere emirle bilemediklerinden dolayı umur-u hilâfeti idareye ve tem^iyete
ehil olmadıklarını beyan buyurmuştur. Çünkü; umuru ibadda tedbir ve tasarruf
ve meratib-i istidai Hı n n \ bilmezden evvel adalet ikame etmek muhaldir. Zira
adalet; herdin liyakatini ve istihkakını ve onun hakkında enfâ* olan şeyi
bıiınck ve icabını icra etmekle olacağından ilmi olmayan kimst hilafete lâzım
olan adaleti icra edemez. Ve binaenaleyh; hilâfete ehil olamaz.
Âdem (A.S.)'ın
meleklerle mübahase zamanında nübüvvetini izhar edip etmediğine dair müfessirin
beyninde ihtilâf vardır. Fahri Razi'nin beyanından anlaşıldığına nazaran o
zamanda henüz nübüvvetini izhar etmemiştir, el ilmii indallah.
Âyet-i celile ilmin
cümle fezailden efdal olduğuna delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ melekler üzerine
Hz. Âdem'in ilm ile faziletini ispat etmiştir. Eğer insan ve melekler için
ilimden ziyade bir şeref olmuş olsaydı Âdem (A.S.ym faziletini Vacip Tealâ onunla
ispat ederdi. Halbuki Âdem (A.S.)'ın faziletini ilimle ispat etmiştir. Şu
halde insan için ilimden ziyade bir fazilet ve meziyet olmadığını ve her iş
başına geçecek kimsenin o işe alim olması lâzım olduğunu Vacip Tealâ bu âyetle
beyan buyurmuştur. İlmin faziletine delâlet eder ayat-ı beyyinat ve ehadis-i
nebeviye pek çoktur. Ezcümle «Amiri Cüheni» (R.A.)'ın rivayet ettiği bir hadiste
Resulullah «Yevm-i kıyamette talib-i ilmin mürekkebiyle şehidin kanı' huzur-u
ilâhiye gelir, talib-i ilmin mürekkebi şehid olan kimsenin kanı üzerine tafdil
olunur» buyurmuştur.
Hulâsa; Cenab-ı Hakkın
Hz. Âdem'e eşyanın isimlerini öğrettiği ve badehu meleklere eşyayı gösterip o
eşyanın ismini haber vermelerini emrettiği ve insan için tahsil-i ilme sa'y
edib mübaşeret edeceği işin evvelâ ilmini tahsil etmek lâzım olduğunu ve insan
için ilimden ziyade bir fazilet olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid
cümlesindendir. [25]
Vacip Tealâ «Haber
verin bana şu eşyanın isimlerini» buyurması üzerine meleklerden sudur eden
kelâmı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allahii Tealâ'dan
meleklere «Haber verin bana şu eşyanın ismini» hitabı gelince itab-ı ilâhiden
havf-ü haşyet içinde oldukları halde kemal-i tevazu ve tezellül üzere dediler
ki «Ya Rabbi! Biz seni cemi nekaisten tenzih eder ve cemi sifât-ı kemaliye ile
müttasıf olduğuna itikad ederiz ve bizim için asla ilim olmayıp ancak senin
talim ettiğin şeyi bildiğimizi ikrar ve itiraf eyleriz. Zira; sen herşeyi
bilici ve lâyık olan kimseye liyakati kadar ilm-ü irfan ihsan edicisin.»
Meleklerin suallerinden hasıl olan hicaplariyla beraber teşbihlerini ve vaki
olan kusurlarına nedametlerini kabul buyurduktan sonra Vacip Tealâ Âdem
(A,S.)'e hitaben «Ey Ademî Meleklere şu eşyanın isimlerini haber ver» dedi.
Vakta ki emr-i ilâhiye imtisalen Âdem (A.S.), meleklere eşyanın isimlerini haber
verdi. O zaman Allahü Tealâ meleklere hitaben buyurdu ki «Ben size semavat-ü
arzın gaybini ve gizli olan şeylerini ve sizin Âdem hakkında lisanınızla izhar ettiğiniz
şeyleri ve kalbinizde gizlediğiniz esrarı bilirim demedim mi?] buyurdu.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile meleklerin bu kelâmları acizlerini izhar ve kusurlarını itiraf ve
suallerinin istifsarı olup itirazı olmadığını iş'ar ve bilemedikleri esrara
vakıf olduklarına teşekkürdür ve ilmin küllisini Allahü Tealâ'ya tefvizle
hüsn-ü edebe riayet ve hakikat-i hale vakıf olamayarak suale cür'etlerinden
itizar etmektir.
Vacip Tealâ'nm
meleklere hitabı; istifsarda acele ettiklerinden dolayı itabı müş'irdir. Çünkü;
melâikeye evlâ olan, işin akıbetine intizar ederek zuhurata tabi olmaktı. Bu
evlâyı terk ettiklerinden dolayı itab-ı ilâhiye müstehak olmuşlardır.
Binaenaleyh; insan bilmediği şeyi
sualde acele etmeyip akıbete intizar etmek lâzım olduğuna işaret olunmuştur.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile «İbn-i Abbas» Hazretlerinden rivayet olunduğuna nazaran bu âyette
meleklerin izhar ettikleri kelâmla murad; arzı ifsad edecek ve kan dökecek
kimseleri halk eder misin? demeleridir. Gizledikleri şeyle murad; İblis'in kibri
ve meleklerin bizden daha iyi bir mahlûku Allahü Tealâ'nın halk etmeyeceğini
zan etmeleridir. Halbuki bu zanları yanlış olduğunu ve bu gibi mühim mesailde
zanna ittiba caiz olmadığını ve bu gibi zanla vaki olan hükmün hatadan hali
bulunmadığını Cenab-ı Hakkın meleklere tefhimle insanlara bir hatt-ı hareket
tayin buyurduğu âyetin cümle-i ahkâmındandır.
Hulâsa; insanın şerefi
ve ilmin ibadet üzere fazileti ve ilmin hilâfette şart ve belki umde olması ve
melâikenin ulûm ve kemâ-lâtlarınm tezayüdü caiz olması ve Hz. Âdem'in şu
meleklerden ef-dal bulunması ve Vacip Tealâ'nın madûmu, madûm olduğu halde
bilmesi bu âyetlerden müstefad olan fevaid cümlesindendir. [26]
Vacip Tealâ Âdem
(A.S.)'ın hilâfete lâyık olduğunu ve ilm-i kesirle mümtaz ve meleklerin âciz olduklarını
beyandan sonra meleklere secdeyle emr ettiğini beyan etmek üzere : buyuruyor.
[Zikr et ya Ekrem-er
rusül; şol zamanı ki o zamanda biz azi-müşşan meleklere «Âdem'e secde edin»
dedik. Onlar da emrimize imtisalen secde ettiler, illâ İblis secdeden imtina ve
Âdem (A.S.)'a secde etmekten kendini büyük addetti ve emrimize muhalefet sebebiyle
kâfirler zümresinden oldu.]
Yani; bizim Âdem'e ve
evlâdına birçok nimetlerimiz vardır. Cümle-i nimetlerimizden birisi de Âdem'in,
meleklerin tazim suretiyle secdelerine lâyık olmasıdır. Binaenaleyh zikret ya habibim, şol zamanı
ki Âdem'in meziyet ve faziletini izhar için biz azi-müşşan meleklerin Âdem ve
evlâdı hakkında söyledikleri sözden istiğfar ve itizar olunmak üzere meleklere
secdeyle emrettik ve dedik ki «Âdem'e tezellül ve tevazu' edin.» Onlar da
emrimizi yerine getirdiler ve derhal tevazu ve tezellül suretiyle secde
ettiler. Ancak İblis kalbinde olan şekaveti izhar ederek secdeden imtina ve
istikbar etti ve kâfirlerden oldu ve tıynet-i habisesinin icabatını meydana
koydu ve hasedini ve kibr-ü gururunu saklayamadı.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile secdeyle emrolu-nan; yeryüzünde sakin olan melekler
olduğunu söyleyenler varsa da esah olan cemii melâikedir. Çünkü; meleklerin
kâffesinin secde ettiklerini diğer âyetler natık olduğu cihetle secdeyi
meleklerin bazısına tahsise bir sebep yoktur.
Secde; ibadet kasdıyla
alnı yere koymaktır. Bu manâca secde Allahü Tealâ'ya mahsus olduğundan eğer
secdeden maksat ibadet kasdıyla secde ise hakikatte secde Allahü Tealâ'yadır.
Ancak Hz. Âdem'in şanına tazim ve ulüvvü mertebesini izhar ve me-lekleı
imtihan için Allah'a ibadetlerine Âdem (A.S.)'ı kıble ittihaz etmişlerdir.
Tefsir-i Hazin'in beyanına nazaran secde ile mu-rad; tevazu ve tezellül ve
arz-ı tahiyyet manâsına manâ-yı lugavisi muraddır. Şu halde esah olan secde;
Âdem (A.S.)'adır. Lâkin Yusuf (A.S.)'m biraderlerinin secdesi gibi meleklerin
Âdem (A.S.)'a secdeleri de tazim ve arz-ı tahiyyattan ibarettir. Meleklerin
Âdem (A.S.) hakkında sebkeden bazı kelâmlarına mukabil Cenab-ı Hak Âdem
(A.S.)'a tazim etmeleriyle emr etmiştir. Melekler, emr-i ilâhiye imtisalen Âdem
(A.S.)'a tazim ve bu vesile ile Allahü Tealâ'ya ibadet etmişlerdir. Çünkü;
insanların birbirleriyle selamlaşmaları zahirde aşinalık ve adab-ı islâmiyeye
riayet ise de hakikatte Allahü Tealâ'ya ibadet olduğu gibi meleklerin secdeleri
dahi zahirde Âdem (A.S.)'a tazim ise de hakikatte Allahü Tealâ'ya ibadettir ve
islâmiyetten evyel küçüklerden büyüklere selâm merasimi, belini eğmek veya
secde etmek suretiyle icra olunmak meşru ve insanlar beyninde kabul olunmuş
bir adet idi. Vakta ki rnatla-ı şerayî'den şeriat-i islâmiye tulu edince secde
tevazuun nihayeti olup tevazuun nihayeti en alâ nimetleri in'am eden mün'ime
lâyık olduğundan kullara secdeyle arz-ı tâzîmi iptal ve merasim-i tahiyyatın
selâm lafzıyla eda olunmasını emr ile kullarına merasim-i tahiyyatı teshil
buyurdu ve secdenin zat-ı ülûhiyetine mahsus olduğunu ilân eyledi ve din-i
islâmın mesail-i mühimmesinden kıldı. Her ne suretle olursa olsun meleklerin
Âdem (A.S.)'a secdeyle emrolunmaları enbiya-yı kiramın melâikeden efdal olduğuna
delâlet eder.
İblis; rahmet-i
ilâhiyeden meyus olduğu için iblis denilmiştir. Esasen ismi -Süryanice
«Azazil» ve Arapça «Hâris»tir. Fakat isyanını izhar edince ameline göre ismi
değişmiş ve sureti tebeddül etmiştir. Bu hal insanların âsîlerinde dahi
cereyan etmektedir. Çünkü; bidaye-i halinde itikadı ve ameli şer'a muvafık
olan bir kimse güzel simaya malik ve ehl-i islâm beyninde hüsn-ü sıyt sahibi
iken sonraları isyan ederse sureti çirkin bir manzaraya tebeddül ettiği gibi
beyennas kötü lâkaplarla çağrılır ve islâm arasında haysiyeti zail olduğundan
iblis gibi dünya ve âhirette haib ve haşir olur.
Fahri Razi, Kazi,
Hazin ve Medarik'in beyanları veçhile İblis meleklerden istisna olunup
müstesna, müstesna minhin cinsinden olmak adet olduğu nazar-ı itibara alarak
İblis'in melek cinsinden olup isyan sebebiyle cinlerden madûd olduğunu beyan
edenler varsa da esah olan İblis; cindendir. Zira; cinden olduğuna diğer âyette
sarahat olduğu gibi meleklerin masumiyeti nas ile sabittir. Eğer melek olsa
masum olur, asi olmazdı. İblis'in tevalüd etmesi ve nesil meydana getirmesi
melâikeden olmadığına delâlet eder. Zira; meleklerde doğup ve doğurmak yoktur.
Halbuki İblis'in doğup ve doğurmak suretiyle tekessür ettiği mervidir.
İblis, meleklerle
ibadet ve ülfet ve ünsiyet ettiğinden ve bazı rivayete nazaran birçok zaman
meleklere muallimlikte bulunduğundan sıfatı itibariyle melâikeden madud olarak
istisna olunmuştur. Çünkü; meleklerle beraber secdeyle memur olup muhalefet
ettiğinden istisna olundu. Yahut istisna-i munkati' ( V\ ) kelimesi lâkinne
manasınadır. Buna nazaran müstesna olması meleklerden olmasına delâlet etmez.
Zira: «Melekler secde ettiler, lâkin İblis secdeden imtina ve istikbar etti»
demektir.
Nimetullah Efendi'nin
beyanı veçhile, İblis'in emr-i ilâhiye muhalefeti ve imana muvaffak olamaması;
rububiyetin ulviyetini ve ubudiyetin süfliyetini beyan ve iman ile küfür
beynindeki farkı ve cennetle cehennemin hükatindeki hikmeti ilân ve cemii
mu-tekadat-ı şer'iye ve takâlif-i ilâhiye ve ahkâm-ı diniyenin netice itibarı
ile esrarını izhar etmiştir.
İbad beyninde münazaa
ve emr-i ilâhiye muhalefet ve batılı hak üzere tercih ve kibir sebebiyle bab-ı
ilâhiden tard olunmak evvel be evvel İblis'te zuhur etmiştir.
Hulâsa; kibrin kabih
ve sahibinin küfrüne badi olduğu ve emr-i ilâhiye muhalefetin caiz olmadığı ve
ef'al-i ilâhiyedeki esrara vakıf olmak sevdasını terk etmek insanlar için
lâzım bulunduğu ve emirde aslolan vücub ifade etmek olduğu bu âyetten müste-fad
olan fevaid cümlesindendir. [27]
Vacip Tealâ Hz. Âdem'e
meleklerin secdelerini ve İblis'in mu-haleftini beyandan sonra cennete sakin
olmasıyla Âdem (A,S.)'a emreylediğini ve şecere-i mâhûdeden ekletmekten
nehyettiğini beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Biz azimüşşan Âdem
(A.S.)'a emr ettik ve dedik ki: «Ya Âdem! Sen ve zevcen cennette karar edin ve
istediğiniz mahalden bol bol yiyin, fakat şu muayyen ağaca yakın olmayın. Eğer
fou ağaca yakın olur ve eklederseniz zalimlerden olursunuz] demekle cennette
kararlarını ve tarz-ı taayyüşlerini tayin ettik.
Cennetle murad; Fahri
Razi, Kazi ve Hazin'in beyanlarına nazaran arz-ı Filistin'de mürtefi bir
mahalde bahçe olup arz-ı Hinde ondan
nazil olduğuna kail olanlar varsa da esah olan Hz. Âdem'in nazil olduğu cennet;
dar-ı âhirette ehl-i iman için hazır olan «Cen-net-i Â'lâft'dır. Çünkü; mâruf
olan cennet budur. Ve «elif lam» and içindir. Beynelmilel maruf olan cennet;
dar-ı âhirette olacak cennettir. Şu halde Âdem (A.S.)'m nazil olduğu cennet
için marufun hilafını ihtiyara bir sebep yoktur. İskânla ve ekille emir; ibaha
içindir. Şecere-i mahudenin gayrı cennetin her meyvalarından yemek ve her
tarafında gezmek Âdem (A.S.) ve Havva (R. Anha) için mubah kılınmıştır.
Hz. Havva'ya, hay olan
Âdem (A.S.)'m bir cüz'ünden halk olunduğu için Havva denilmiştir. Çünkü; Fahri
Razi ve Hazin'in beyanları veçhile Vacip Tealâ İblis'i tard edip Hz. Âdem
cennette yalnız kalınca ünsiyet edecek bir kimseye ihtiyaç mesetti ve mukadder
olan şeyin zuhuru için muallak olan zaman geldi. Cenab-ı Halikı lem yezel Âdem
(A.S.)'a uyku verdi, asla elem vermeksizin ve haberi olmaksızın sol eğesinden
Havva'yı halk buyurdu, uyandığı zaman Havva'yı başında oturur gördü ve kendine
zevce olmak üzere halk olunduğunu bildi ve ünsiyete başladı.
Fahri Razi'nin Hz.
Hasan (R. Anha)'dan rivayeti ile beyan ektiği bir hadiste Resulullah (S.A.)
«Hatun, erkek eğesinden halk olundu. Eğer doğrultmak istersen kırarsın ve eğer
haline terk edersen onunla intifa edersin» buyurmuştur. İşte bu hadis-i şerif
her hatun zevcinin eğe kemiğinden halk olunduğuna delâlet eder. Yani Hz.
Âdem'in topraktan halk olunmasıyla cümle evlâdının topraktan halk olunmuş ad
olunduğunu ve hepsinin maye-i asliyesi topraktan olduğu gibi Hz. Havva Âdem
(A.S.)'m eğesinden halk olunmak itibariyle cümle hatunların maye-i asliyeleri
eğe kemiğinden demektir. Amma her hatun kendi zevcinin eğesinden halk
olunmasına gelince; bu cihet manevi birşeydir. Cenab-ı Hak o hatunu pederinin
nutfesinden halk ettiğinde, zevcin eğe kemiğinden bazı zerratm o hatunun
eczasına karışmasında da kudretullaha karşı bir mani yoktur.
Şecere-i muayyeneye
kurbiyetten nehi; tahrim veya tenzih için olduğuna dair ihtilâf varsa da esah
olan tenzih için olmasıdır. Zira; tenzih için olduğunda şecere-i muayyeneye
kurbiyyet; evlâyı terk kabilinden olur. Hz. Âdem'in masumiyetini ihlâl etmez.
Binaenaleyh kabule şayan olan; tenzih için olmasıdır. Hz. Âdem'i nehi, şecere-i
muayyeneden ekletmekten ve sair menafimden nehy olduğuna işaret için kurbiyetten
nehy olunmuşlardır. Yalnız eklinden nehiyle iktifa olunmamıştır. Şu halde
«Şecere-i mahudeye ya-km olmayın» demek; «Hiçbir gûna menafiyle intifa etmeyin»
demektir. Nehy olundukları ağaç, üzüm veya incir veyahut buğday ağacı olmasına
dair ihtilâf varsa da «İbn-i Abbas» ve «Ebubekir'is-Sıddîk» (R.A.)'dan varid
olan rivayete nazaran buğday ağacıdır. Ve nehyin hikmeti, mezkûr ağaçtan eki
etmek, bevl ve tagavvud gibi eza verecek şeyleri icab etmesidir. Çünkü;
cennette bu gibi şeyler yoktur. Binaenaleyh; dünya icabatmdan olan zaruret mes
etmesin için Cenab-ı Hak mahud şecereye yakın olmaktan nehy etmiştir. Fahri
Razi'nin beyanı veçhile âyette şecerenin hangi şecere olduğuna dair tayin
olmadığından bizim için tayinine dair bahsi terk etmek evlâdır. Çünkü; tayininde
bize ait bir maksat yoktur. «Eğer mezkûr ağaçtan eki ederseniz zalimlerden
olursunuz.» demek; «Kendi nefsinize zulm etmişlerden olursunuz» demektir,
yoksa «Âhara zulmetmiş olursunuz» demek değildir. Çünkü; ekilden tevellüd
edecek zarar kendilerine ait olup âhara tecavüzü yoktur. Bu makamda zulm ile
murad; evlâyı terktir, hakikaten zulüm değildir. Zira; enbiya-yı izam hazaratı
hakikat zulmü irtikâptan masumlardır.
Emri iskânda zevcin
asıl olduğuna ve me'murun bihi telâkkide ihtimam, asîle lâzım geldiğine tenbih
için iskânla emirde Âdem (A.S.) tayin olunduğu ve ekl-ü şürpte her ikisi müsavi
olmasına binaen eki ile emrin her ikisine birden varid olduğu Ebus-suud
Efendi'nin cümle-i beyanatmdandır.
Hulâsa; Hz. Âdem ve
zevcesinin cennette sakin ve istedikleri meyvalar ve nimetlerden intifaa mezun
olmaları ve fakat şecere-i muayyeneye yaklaşmamaları kendilerine tenbih ve eğer
şecere-i muayyeneden ekîederlerse evlâyı terk etmek lâzım geleceği dahi ayrıca
beyan olunduğu bu âyetten..müstefad olan fevaid cümlesindendir. [28]
Vacip Tealâ Âdem
(A.S.)'la zevcesi Havva (R.A.)'yı şecere-i muayyeneden eki etmelerini nehy
ettiğini beyandan sonra şeytanın vesvese edip eki ettirmekle cennetten huruç
ettiklerini beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Şeytan Ademle
Havva'yı şecere-i menhiyeden ekle ve vesvese ile zelleyi irtikâba ısrar ve
ilhah etti ve ekil gibi menhi olan bir zellenin onlardan suduruna sebep oldu.
Binaenaleyh; onları nail oldukları cennet nimetlerinden ihraç etti ve zelleleri
cennetten huruçlarına sebep oldu ve biz onların cümlesine hitab ederek dedik
ki: «Bazınız bazınıza düşman olduğunuz halde cennetten aşağı yeryüzüne inin ve
sizin için arz üzerinde karar edeceğiniz mahal hazırlanmıştır ve lezaiziyle
intifa etmek vardır ve karar ve intifamızın müddeti vakt-i muayyen olan
kıyamete kadar imtidad eder.]
Kazi'nin ve Hazin'in
beyanlarına nazaran şeytanın Adem'le Havva'yı zelleye düşürmesinin keyfiyeti;
ya onlara beşer suretinde temessül ederek iğfal etmesi veyahut vesvese
suretiyle zihinlerine şecereden ekli ilka eylemesidir.. Fakat «İblis cennetten
tard olunduktan sonra cennete nasıl girebildi? d unvanında varid olan suale
cevap; «Cennete tekrim suretiyle girmekten memnu ise de vesvese tarikile
girmekten memnu değildi. Âdem'le Havva'yı hatada vaki olmak gibi bir iptilâ
ile müptelâ kılmak için girmişti. Yahut cennetin kapısı önünden, onlar kapının
iç tarafında oldukları halde vesvese etmiştir. Yahut bir hayvan suretinde
girmiştir. Yahut yılan dostu olduğu için onun vasıtasıyla girmiştir. Ancak ne
suretle girerse girsin şeytanın onlara vesvese edip cennetten huruçlarına sebep
olduğu kafidir. Zira; sarahat-ı âyet bunu nâ-tıktır. Amma vesvesenin
keyfiyetinde rivayet muhteliftir. Bizim için savab olan el ilmü indallah
demektir. Çünkü; vesvesenin keyfiyetini bilmekte bir faide ve bilmemekte bir
zarar yoktur:
Hz. Âdemle Havva cümle
insanların esası oldukları cihetle onların cennetten nüzulleri cümlesinin
nüzulü mesabesinde olduğımdan cemi siğasıyla hitab olunmuştur. Yahut şeytan
evvelce cennetten çıkmışsa da tekrar vesvese için dahil olduğundan hitab,
mecmuuna varid olmuştur.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile enbiya-yı izam usul-ü itikadda asla hata etmezler ve emri tebliğde
yalan söylemeleri ve tağyir ve tahrif etmeleri kafiyen caiz olamaz. Emr-i
fetvada sehven hata caizse de derhal taraf-ı ilâhiden hatalarını beyanla tenbih
vaki olur.
Ancak kendi
efallerinde evlâyı terk kabilinden günah-ı saği-renin suduru caizse de günah-ı
kebirenin sudurundan masunlardır. Çünkü enbiya-yı izam; nasın mukteda bihleri
oldukları için man-sib-ı nübüvvete lâyık olan, günahtan masum olmaktır. Zira;
naşı günahtan nehy eden zümre-i âliyeden nehyettikleri günahın suduru
b'âsından maksad olan halkı irşad hikmetine münafidir. Şu halde enbiya büyük
günahlardan ve tab'an denaet addolunan küçük günahlardan masum olmamak
risaletten maksud olan hikmete muhaliftir.
Âye,t-i celilede
maasiden zecr-i azim vardır. Zira; günah-ı sa-ğirenin suduruna binaen pederimiz
Adem (A.S.) cennet-i âlâdan yeryüzüne indi ve hasedü kibrinden naşi şeytan, o
mel'ûn ve mat-rud oldu ve ilâ yevm-il kıyam zelil ve hakir olacağı gibi
kıyamette ebedi cehennemde kalıcıdır.
Hulâsa; Âdem ve
Havva'yı şeytan vesvese suretiyle iğfal edip nehy olundukları şeyi işlettiği ve
o vesileyle cennetten ve nimetlerinden çıkardığı ve taraf-ı ilâhiden cümlesine
birden «İnin cennetten» hitabı varid olduğu ve onların mecmuuna yeryüzü karargâh
tayin olunduğu ve kıyamete kadar yeryüzünde intifaa mezun oldukları bu âyetten
müstefad olan fevaid cümlesindendir.[29]
Vacip Tealâ Âdem
(A.S.)'dan zellenin sudurundan sonra vaki olan zelleye nedamet ettiğini ve
Cenab-ı Hakkın tevbesini kabul buyurduğunu beyan etmek üzere:
buyuruyor.
[Âdem (A.S.) Rabbinden birtakım kelimeler
kabul etti. Binaenaleyh; Kabbisi fazl-ü ihsanından Âdem (A.S.) üzerine
tevbe-sini kabul ve sudur eden zellesini affetti. Zira; Rabbisi kemaliyle
kullarının tevbelerini kabul ve merhamet edicidir.]
Yani; Âdem (A.S.)
Rabbisinin ilham ettiği kelimatı kabul ve ilmi lâhik olduğu zamanda amel
etmekle karşıladı ve derhal tev-beye müsaraat edince Allahü Tealâ tevbesini
kabul buyurdu. Zira; Allahü Tealâ tevbeyi kabul ve kullarına merhamet edicidir.
Fahri Razi ve Hazin'in
beyanlarına nazaran Hz. Âdem'in kabul ettiği kelimat ( U-i>'t U& V^j )
gibi kelimat-ı tevbedir. Yahut emr-i hacca müteallik talimattır. Yahut sudur
eden zellenin tev-beye muhtaç hata olduğunu "Ve o hata üzerine tevbenin
kabulünü beyandır.
İmam-ı Gazâlî'den
naklen Fahri Razi'nin beyanına nazaran tevbenin mahiyeti; üç şeyle hasıl olur:
Birincisi; sudur eden
hatanın zararını bilmektir.
İkincisi; bu zararı
bildikten sonra haline teellüm ve teessüf etmektir.
Üçüncüsü; bu teellüm
ve teessür üzerine istiğfar eylemektir.
Tevbenin kabulü;
günahın af olunması ve tevbe üzerine sevap verilmesiyle husul bulur. Tevbe;
altı manâyı camidir: Geçmişe nedamet, gelecekte günah işlememekte azm ve
metanet, fevt olan feraizi eda etmek, bigayn hakkın almış olduğu nasın hukukunu
yerli yerince vermek, vücudunda haramdan hasıl olmuş eti eritmek ve bedene
ibadetin lezzetini tattırmaktır.
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile Cennet-i Âlâ'dan inmeleri akabinde herşeyden evvel tevbe için
ilham olunan kelimeleri Âdem (A.S.)'ın kabul ettiğine işaret olmak üzere tertîp
ve takibe delâlet eden ( 1» ) lafzıyla varid olduğu gibi taraf-ı ilâhiden ilham
olunan kelimelerin nedamet ve vaki olan hatayı itirafla dergâh-ı ulûhiyetten
affını istirham manâsını mutazammin olduğuna işaret için Vacip Tealâ tevbesini
kabul ettiğini beyan buyurmuş ve Hz. Âdem'in şanına tazim için terbiye ve
şerefini tezyid manâsım müş'ir olan Rab ism-i celili varid olmuştur. Hz. Âdem
asıl ve Havva tâbi olduğundan tevbeye müteallik kelimeleri kabulde Âdem (A.S.)'ı
zikirle iktifa olundu. Halbuki Havva (R.A.) da beraber tevbe etti. Cenab-ı Hak
kemaliyle tevbelerini kabul buyurduğuna işaret için mübalâğa siğasıyla varid
olmuştur. [30]
Vacip Tealâ Hz.
Âdem'in tevbesini kabul buyurduğunu beyandan sonra yeryüzüne inmelerini ve
indikten sonra hidayete tabi olanlar için havf olmadığını beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Biz azimüşşan Adem ve
Havva ve İblis'e dedik ki, hepiniz cennetten yeryüzüne ininiz ve cümleniz
yeryüzüne inince eğer size benim tarafımdan resuller ve kitaplar vasıtasıyla
hidayet ve ta-rik-i müstakime delâlet gelecek olursa, benim şeriatim
vasıtasıyla hidayetime tebaiyet eden kimseler üzerine vesvese-i şeytandan, ve
haybet ve hüsrandan korku olmadığı gibi arzu ettikleri şeyin ellerine
geçmemesinden veyahut ele geçtikten sonra elden çıkmasından mahzun da
olmazlar. Zira; hidayete tabi olan kimse necat bulur ve havf-ü hüzünden vareste
olur.]
Fahri Razi'nin beyanına
nazaran âyette hitap; Âdem (A.S.)'a ve Havva (R.A.)'ya bilesâîe ve bitteba'
zürriyetlerine ve İblis'e ve yılanadır. Bu emr-i ilâhi üzerine Âdem (A.S.)'ın
Hind'e ve Havva (R.A.)'nm Cidde'ye ve şeytan aleyhillânenin Basra'nın bir
mevkiine ve yılanın da İsfahan'a indikleri mervidir.
Yeryüzüne inmelerinin
ehemmiyetine binaen tekid için tekrar zikr olunmuştur. Yahut evvelki emirden
maksat; dâr-ı beliy-yeye inmeleri ve birbirine kıyamete kadar adavet
etmeleridir. Hü-bûtle ikinci emirden maksad; tekâlif-i ilâhiye ile mükellef
olmalarıdır. Şu halde hubutla emirde tekrar yoktur. Yahut Ebussuud'-un beyanı
veçhile birincisi; cennetten sema-yı dünyaya inmelerini emir, ikincisi;
sema-yı dünyadan yeryüzüne inmelerini emir olduğundan tekrar yoktur. Hubut; yüksek bir mahalden aşağıya inmek manasınadır. Binaenaleyh; Cennet-i Âlâ'nın sema
cihetinde olduğuna âyette delâlet vardır.
Hidayetle murad;
rusül-il kiram, kütüb-ü semaviye ve şeriattır. Bu âyet, Cenab-ı Hakkın Âdem'le
Havva'ya nimet-i ilâhiyenin ziyadeliğine ve inayet-i ilâhiyenin onlarla beraber
olduğuna delâlet eder. Zira; «Ben sizi her ne kadar cennetten inzal ettimse
de sizi tekrar cennete idhale vesile olacak hidayeti de ihsan ettim ve
bilkülliye cennetten mahrum etmedim. Hidayetime teba-iyet ederseniz tekrar
cennetime gireceksiniz» demekle lutuftan mahrum etmediğini beyan ve inayetini
izhar etmiştir.
Bu âyet-i celile Fahri
Razi'mn beyanı veçhile gayet kısa olmakla beraber tekâlifi ve tekâlifin
neticesi olan saadâtı camidir. Zira hidayet; şeriat ve şeriatin cemi ahkâmım ve
delâil-i akliye ve nakliyesini cami olduğu gibi hidayete tebaiyet ise delâilde
teemmül ve nazar-ı sahih ve delâilden maarif-i hakkayı istihraç ve maarifle
amel ve tekâlifin küllisini camidir. Kezalik hidayete tebaiyet edince Allah'ın
dostlarına hazırlamış olduğu nimetlerin cümlesine nail olacaklarına dair
âyette vaad vardır. Çünkü havfin zevali; cemi'âfattan selâmeti ve hüznün
zevali ise lezaiz ve metali-bin küllisine nail olmasını mucip ve müş'irdir.
Havfin zevali def-i
mazarrat kabilinden olduğu için celb-i menfaat kabilinden olan hüznün zevali
üzerine takdim olunmuştur. Zira def-i mazarrat; celb-i menfaatten evlâdır.
Cenab-ı Hakka iman ve tevhidi ikrarda akıl ve edille-i afakiye ve enfüsiyeyi
nasb etmek ve delâilden nazar-ı istidlale kuvvet vermek kâfi olup resul
göndermeye ve kitap inzal etmeye hacet olmadığına işaret için kelime-i şek olan
edat-ı şartla varid olduğu Ebussuud Efendi'nin cümle-i beyanatındandır.
Hulâsa; Âdem ve Havva
ve onların zellesine sebep olan İblis ile yılanın mecmuuna taraf-ı ilâhiden
cennetten inmelerine dair emir varid olduğu ve onlara yol gösterir resul ve
kitap geldiğinde onlara tebaiyet edenler için dünya ve âhirette korku ve hüzün
olmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.
Vacip Tealâ hidayete
tebaiyet edenlere havf ve hüzün olmayacağını beyandan sonra hidayete tebaiyet
etmeyenlerin ebedi havf ve hüzün içinde cehennem ateşine duçar olacaklarını
beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Şol kimseler ki,
onlar küfr üzre bizim, hakkaniyete delâlet ve tarîk-i müstakime irşad eden
âyetlerimizi tekzib ettiler. İşte şu küfr üzere ısrar ve âyetlerimizi tekzib
eden kâfirler, ebedî cehennemde kalıcı oldukları halde cehennem ateşine
mülazimlerdir, asla ayrılmazlar.] Çünkü
cinayet-i küfrün cezası; ebedi azaptır.
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile beni âdemin cümlesine nimet-i âmme kabilinden olan Âdem (A.S.)'ın
hilkatine ve lihikmetin cennetten yeryüzüne nazil olmasına müteallik kıssa
hitam buldu. Fakat haşeviye taifesinin zû'm ettikleri gibi Âdem (A.S.)'m cennetteki
zellesi enbiyanın masum olmamasına delâlet etmez. Zira; zel-lenin vukuu
zamanında henüz nübüvvetini izhar etmemişti. Şece-re-i muayyeneden nehy, tenzih
için olduğundan şecereden eki etmek evlâyı terk etmek kabilinden idi. Zalim
denilmesine sebep ise nefsine zulm ettiğinden ve evlâyı terkle cennette olan
nasibine zarar eylediğinden zulüm tabir olunmuştur. Niamı cennetten fevt
ettiği nimetleri tedarik için tevbe ile emr olunmasından isyan etmesi lâzım
gelmez. Şecereden eklin nisyan üzere vaki olduğu
âyeti ile sabittir.
Fakat esbab-ı nisyandan kendini muhafaza etmediği için itab olunmuştur. Yahut
şecereden ekli içtihadda hata kabilindendir. Zira şecereden eki etmekten nehy;
aynı şecere nev'inden değildir zannıyla o nevi diğer şecereden eki etmesidir.
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile kâfirlerin ehl-i imana nisbetle pekçok olduklarını işaret için
hidayete tabi olan kimseler müfred siğasıyla varid olduktan sonra kâfirler
cemi' siğasıyla varid olmuştur. Küfrün ve tekzibin kemal-i kubhuna işaret ve
mehabetin ziyadeliğine delâlet için âyetler nun-i azamete muzâf oL rak varid
olmuştur. Çünkü tekzib; Allah'ın âyetlerini tekzib oldı ğu beyan olununca
elbette mehabet ve korBu ziyade olur.
Hulâsa; cennetin
elyevm mahlûk ve âli bir mevkide buluı ması* ve mâsiyetten tevbenin makbul ve
hidayete tebaiyet edeni me'mun-ül akıbe olması ve azab-ı nar daim olup
kâfirlerin ceheı nemde muhalled bulunmaları bu âyetlerden müstefad olan fevai
cümîesindendir. [31]
Vacip Tealâ tevhidin
delâilini ve nübüvvete ve emr-i âhirel müteallik delâili ve umumu beni âdeme
ait olan niam~ı ilâhiyede bazılarını tadad ettikten sonra kütüb-ü sabıkada
mezkûr olan mı saili ayniyle zikr etmek gaibden haber olup bir kimseden taallüı
etmeyen ve bir kitap mutalasıyla meşgul olmayan zat-ı şerifte suduru, mucize
kabilinden olduğu cihetle ehl-i kitabın sair mile den evvel tasdik etmesi lâzım
olduğundan onlara hitab ve nail o dukları nimetleri tadadla iman ve insafa
davet etmek üzere :
buyuruyor.
[Ey İsrail oğlanları!
Zikr edin şol nimeti ki, o nimeti ben s zin üzerinize in'am ettim ve benim
ahdimi yerine getirin ben d sizin ahdinizi yerine getiririm ve ancak benden
korkun ve ban teveccüh edin ki, benim kahr-ü gazabımdan halâs olasınız.]
Beyzâvî'nin beyanı
veçhile îsrail; Yakub (A.S.)'ın lâkabıdı: Lisan-ı İbranide safvetuüah veyahut
abdullah demektir.
Nimeti; zikirle murad
tefekkür ve şükrünü eda etmel tir. Zira birşeyi zikirden maksat; hakikatini
düşünmek ve mucit ile amel etmektir ki, Beni İsrail de nimeti zikr etmekle emr
olur dular. Çünkü; insan hasud ve gayur olduğundan gayrın nimetii zikir
küfran-ı nimete badi olur. Amma kendi nimetini zikir, şükve rızaya badi
olacağından Cenab-ı Hak kendilerine in'am ettiği nimeti zikirle emr etmiştir.
Binaenaleyh herkes nail olduğu nimetleri tezekkür etmek lâzımdır.
Vacip Tealâ'mn Beni
İsrail'e in'am ettiği nimetle murad; pederlerini Fir'avmn zulmünden kurtarmak,
deryada gark olmaktan tahlis eylemek, buzağı suretine ibadet cinayetinden
affetmek, «Sahra-yı Tih»de bulutla gölgelemek ve «Men» ve «Selva» = kudret
helvası ve kuş. etiyle beslemek, Tevrat'ı — saadet-i dünyeviye ve uhreviyeyi
cami bir kitaptır — inzal etmek v.s. gibi diğer milletlerin nail olamadığı
nimetlerdir. Çünkü; Beni İsrail şu tadad olunan nimetlerin cümlesine nail
olmuşlardır. Şu halde bu nimetleri onlar tezekkür ederlerse herkesten evvel
iman etmeleri lâzım olduğunu Cenab-ı Hak tefhim buyurmuştur.
Gerçi şu tadad olunan
nimetler zaman-ı saadette bulunan Beni İsrail'in pederlerine ihsan olunmuş ise
de babanın nimeti evlâda nimet ve babanın iftihar edeceği şey evlâda medar-ı
mefharet olduğundan zaman-ı saadette bulunanlara dahi nimet sırasında tadad
olunmuştur.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile a h i d I e murad; hıfz-ı lâzım ve halen bade halin
murâatı vacip olan şeydir. Beni İsrail'in ahdi ile murad; tekâlif-i ilâhiyenin
cümlesine riayet ve enbiya-yı kiram ve bilhassa ahir zaman nebisine iman edip
hukukuna riayeti taahhüd demektir. Çünkü Tevrat'a iman; bunların cümlesini
taht-i taahhüde almaktır. Allahü Tealâ'mn ahdi ile murad; her teklifi eda
mukabilinde sevap vermek ve teklifin gayesini muhafaza etmektir. Meselâ bizim
için ahdi ifa etmek meratibinin evveli; imandır. Buna mukabil Vacip Tealâ'mn
ahdi; bizim kanımızı hederden muhafaza ve malımızı ziyadan sıyanet etmektir.
Bizim için ikinci mertebe de ahdi ifa; feraizi eda ve kebairden iç-tinab
eylemek, Vacip Tealâ'mn buna dair ahdi ise sevap vermek ve mağfiret etmektir.
Bizim için ahdin ifasından, murad; istikamet, Vacip Tealâ için de nimetini
ihsan etmektir. Nakz-ı ahd edenlerin ancak Vâcib-ül Vücud'dan korkmaları lâzım
olduğuna işaret için Cenab-ı Hak hasırla buyurmuştur. Yani: «Ancak benden
korkun» demektir.
Fahri Razi'nin beyanı
veçhile bize gecede ve gündüzde vasıl olan
nimetin kâffesi Vacip Tealâ'dandır. Zira; bizi halk etmek ve rızkımızı vermek
gibi yalnız Allahü Tealâ'ya mahsus olan nimetler Allahü Tealâ'dan olduğu gibi
bazı kulları vasıtasıyla bize vasıl oları nimetler dahi Allahü Tealâ'dandır.
Çünkü; o kulları halk eden ve kudret veren Allahü Tealâ'dır.
Ebussuud Efendi'nin
beyanı veçhile Beni İsrail'e verilen nimetlerin şanına tazim için Vacip Tealâ
kendi zat-ı ülûhiyetine mu-zaf kılmış ve korkmaya lâyık ancak zat-ı ülûhiyeti
olduğuna işaret için mef ul takdim olunduğu gibi kelâmı ilâhinin şart manâsını
mutazammm olduğuna işaret için fâ lâfzı dahi varid olmuştur. Şu halde şart-ı
mahfuzla beraber manâ-yı nazım : [Eğer siz birşeyden korkarsanız ancak benden
korkun. Zira; korkmaya lâyık benim. Herkesin korkusunu bana hasr etmesi vacip]
demektir.
Hulâsa; şükrünü eda
etmek için insan nail olduğu nimeti zikr eylemek vacip olduğu ve ahdi ifa
ederse ecr-ü mesubata nail olacağı ve mümine ancak Allahü Tealâ'dan korkmak ve
Allah'ın gay-rıdan korkmamak lâyık olduğu bu âyetin mutazammm olduğu fe-vaid
cümlesindendir. [32]
Vacip Tealâ Beni
İsrail'e ahdini ifa ile emr ettikten sonra Kur'ân'a imanla emr etmek üzere
buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zikr
edin nimetlerimi ve yerine getirin ahdimi ve sizinle beraber olan Tevrat'ı
tasdik edici olduğu halde inzal ettiğim Kur'ân'a iman edin ve Kur'ân'a evvel
küfredicilerden olmayın ve benim âyetlerimi azıcık bir paraya değişmeyin ki,
âyetlerin ahkâmı mukabilinde yanlış telkinatla az paraya satın almayasımz ve
ancak bana îttika edin ki, her cihetle benim gazabımdan Mıtaı etmYş Beyzâvî'nin beyanı veçhile iman; maksudu bizzat ve
umde olduğundan ahdi ifada dahil olduğu halde şanına ihtimam için bu âyette
iman ayrıca zikrolunmuştur.
Kur'ân, kütüb-ü semaviyede beyan olunan evsaf üzere nazil olduğundan kütüb-ü sabıkayı tasdik ettiği beyan olunmuştur. Yahut kısas ve hikâyede ve azab-ı ilâhi ile ibadı tehdidatta ve tevhide davette ve ibadetle emir ve fuhşiyat ve maasiden nehy ve ahval-i âhiretten bahs etmekde Kur'ân, kütüb-ü sabıkaya mutabık olarak nazil olduğundan kütüb-ü sabıkayı tasdik ettiği beyan olunmuştur. Gerçi hasb-ez zaman nâsın mesalihine müteallik ahkâm-ı cüziyede kütüb-ü sabıkaya muhalif ise de o da zamanın ihtilâfından neş'et etmiş ve muhatabın ahval-i hususiyesine muvafık ahkâmda ihtilâfdan inbias eylemiştir. Hatta kütüb-i sabıka o zamanda nazil olmuş olsaydı o ahkâm-ı cüziye dahi Kur'ân'a muvafık surette nazil olurdu.
Taife-i Yehud'un Resulullah'm şanına ve evsafına ilimleri olup ve mebus olacağı zamanla Tevrat'ta tebşirat olduğu ve iman etmekle memur oldukları cihetle evvelemirde iman etmek onlara vacip olduğuna işaret ve tariz için «Evvel kâfir olmayın» denilmiştir. Yoksa evvel küfürden nehiy; haşa ikinci merrede küfrün cevazına işaret değildir. Yani; «Evvel iman edenlerden olun da evvel küfr edenlerden olmayın»" demektir. Yahut «Ehl-i kitaptan küfr edenler olacaktır. Siz onlardan evvel küfr edenlerden olmayın» demektir. Çünkü; Mekke'de müşrikler ehl-i kitaptan daha evvel Resulullah ve Kur'ân'a küfr ettiler. Resulullah Medine'yi teşrif edince Medine etrafında bulunan yehuda «Evvel küfr edenlerden olmayın» demek «Ehl-i kitabın evvel küfr edenlerinden olmayın» demektir.
Taife-i Yehud ulemasının kavminden hediyeleri ve rusum-u ilmiyeye müteallik tahsis olunmuş avaid ve atiyeleri olup Resulul-lah'a ittiba ederlerse bu atiyelerinin zevalinden korktukları için avam-ı nasa karşı dünya metaını ihtiyar ederek ahkâm-ı Tevrat'ı tahrif ettiklerinden ayat-ı ilâhiyeyi dünya metaına tebdil etmekten nehy olunmuşlardır. Aldandıkları dünya metaı onların nazarında ve o zamana nisbetle hernekadar çok olsa dahi imanı terk sebebiyle âhirette fevt ettikleri nimetlere nispetle hiç değeri ve kıymeti olmadığına işaret için semen-i kalil olduğu beyan olunmuştur ki, «Azıcık bir paraya değişmeyin» demektir. Yahut ulemayı yehûd, ruesa ve zenginlerinden rüşvet alarak Tevrat'ın, Re-sulullah'm evsafını beyan eden âyetlerini tahrif ettiklerine işaret için «Âyetleri azıcık paraya değişmeyin» buyurulmuştur. Yani «Tevrat'ın, Resuîullah'm evsafını beyan eden âyetlerini tebdil ve tağyir eyleyerek azıcık dünya metaına tebdil etmeyin» demekle ulema-yı yehudu ayat-ı ilâhiyeyi tahrif gibi bir cinayete cür'etten nehy etmektir.
Binaenaleyh; iman ve hakka ittiba ve huzuzat-ı dünyadan iraz ve ahkâm-ı Kur'ân'a riayet etmek suretiyle ancak Cenab-ı Hakka ittika etmeleri emr olunmuştur.
Kur'ân'a iman} Tevrat'a ve İncil'e imanı tekid ve takviye edicidir. Çünkü; Fahri Razi'nin beyanı veçhile Tevrat'ta ve İncil'de Resuîullah'm ve Kur-ân'ın evsafını beyan ve tebşir vaki olduğundan Resulullah'a ve Kur'ân'a iman, Tevrat'a ve İncil'e imandır. Kur'ân'a ve Resulullah'a küfür ise onlara küfürdür. Zira Kur'ân'a küfr etmek; Tevrat'ın ve İncil'in Resulullah'a ve Kur'ân'a müteallik ahkâmını inkâr etmektir. Şu halde Tevrat'a tamamiyle iman, Kur'ân'a imanı muciptir ve kezalik Kur'ân'a küfr etmek; Tevrat'a küfr etmektir. [33]
Vacip Tealâ imanı emir zımnında küfür ve dalâli terkin lüzumuna işaret ettikten sonra hakkı batıla karıştırmakla naşı idlâl ve iğvayı telkin vücuduna işaret etmek üzere buyuruyor.
[Hakkı batıla karıştırmayın ve hakkı bildiğiniz halde sakla mayın.]
Yani; sizin üzerinize nazil olan hakkı elinizle kendi arzunu üzere yazdığınız batıla karıştırmayın ve hakkın hak olduğunu bil diğiniz halde saklayıp batılı terviç etmeyin. Zira; batılı terviç içi hakkı ketm etmekte zarar-ı azim ve fitne-i cesime vardır. Halbuki hakkı bilenler için onu İzhar etmek vacip olduğundan hakkı saklamak haramdır.
Tei'sir-i Hâzinde beyan olunduğu veçhile hakla murad; Tevrat'ta beyan olunan cvsof-ı Resulullah'tır. Batılla murad; yahudun evsai'-i ResuluLahı tağyir ve yanlış olarak . yazdıkları şeylerdir. Çünkü yahud hasedlerinden naşi hakkı tağyir ile batılı tervice çalıştıkları ve halkın zihnini iğfal için delâiii kendi arzularına muvafık te'vile uğraştıkları malûmdur. Binaenaleyh Cenab-ı Plak bu âyette onları bu gibi telbisattan nehyetmiştir ki, onları nehyet-mek; ümmet-i Muhammedi dahi nehyetmektir. Şu halde hakkı batıla karıştırmak din-î Musa'da caiz olmadığı gibi din-i islâmda dahi caiz değildir.
Bu âyet, yahud hakkında nazil olmuşsa da manâda umuma şamil olduğundan her şahıs için hakkı batıla karıştırmaktan nehiy vardır. Binaenaleyh; gerek kendi şahsına müteallik ve gerek ahar şahsına müteallik hususatta ve gerek umuru âmmeye müteallik ahvalde hakkı batıla karıştırmak ve batılı terviç etmek ve batılla hakkı seti1 etmekten u âyetle bilcümel mükellefin memnudurlar. [34]
Vacip Teaîâ imanla emir ile hakkı batıla karıştırmaktan nehy ettikten sonra şerayi-i diniyeden ve furû-u â'malden lâzım ve ehem olanlardan bazılarını beyan ve emretmek üzere buyuruyor.
[Namazı ikame edin ve zekâtı verin ve rükû edenlerle beraber siz de rükû edin.]
Yani; Allah'a ve resullerine ve kitaplarına imandan sonra sa-îavat-ı mel'ru/c-i hamseyi hududât ve erkân ve şeraitine riayetle evkatında eda ve Cenab-ı Hakka azanızla teveccüh ve zahir ve batınınızı şevağil-i nefsaniye ve bedeniyeden tathir edin ve emvalinizde üzerinize farz olan zekâtı eda ile nüfusun iza buhl, hased ve hıkt gibi emraz-ı batmiye iras -eden âlâik-i hariciye ve avâriz-i lâ-hikiyeden nefsinizi halâs edin k, İbadet-i bedeniye ve maliyeyi nefsinizde cem' edesiniz ve namaz kılan Resulullah ve eshabıyla beraber namazınızı eda edin ki, cemaatten ayrı düşmüş olmayasmız.
Zekât; malı habasetten ve nefsi buhulden tathir edip mala bereket ve nefse fazilet ve kerem bahş ettiğinden zekât denilmiştir. Çünkü zekât; Beyzâvî'nin beyanı veçhile nemadan yani ziyade ve taharet manâsından me'huzdür.
Fahri Razi ve Beyzâvî'nin beyanlarına nazaran bu âyet, kafirlerin furû-u â'malle mükellef olduklarına delâlet eder. Çünkü âyette hitab; yehudadır. Yahud ise henüz iman etmemişlerdi. İman, etmedikleri halde zekâtla emr etmek furû-u â'malle mükellef olmalarına delâlet eder.
Rükû ile murad; salâttır. Zira rükû; salâtm erkân-ı mü-himmesinden olduğu cihetle zikr-i cüz irade-i kül kabilinden mecaz olarak salât burada rükû ile tabir olunmuştur. Ve yehudun salâtında rükû olmadığından salâttan murad; ehl-i islâmın salâtı olduğunu ve yehudun bu âyette mükellef oldukları salâtm salât-ı müslimin olduğunu beyan için rükû zikr olunmuştur.
İkame-i salâtla murad; mutlaka eda ve rükû ile murad cemaatle edayı emir olduğundan âyette salâtla emirde tekerrür yoktur ve cemaatle edanın yalnız eda olunan namaz üzerine yirmi yedi derece fazileti olduğundan şanına ihtimam için mutlaka salâtla emirden sonra cemaatle eda olunması ayrıca emr olunmuştur.
Yehud, zekâtı vermekte tekâsül ettiklerinden zekâtı vermekle emr olundular. Zira; Tevrat'ın zekâta müteallik ahkâmını ihlâl ettiler ve ihlâl ettiklerini beyinlerinde ketm ederlerdi. Cenab-ı Hak sair esrarı keşf etmekten havf etmeleri için bunu izhar etmiştir.
Sadakat-ı mefruze ve nafile vermek, dünyada rızkın ziyade-liğine ve malın kesretine ve memleketlerin nıamuriyetine ve âhi-rette uyubun setrine ve kıyamette gölge ve cehennem ateşine perde olacağına dair Peygamberimizden varid olan hadis-i şerif Tef-sir-i Kebir'de mezkûrdur. [35]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e iman ve furu-u â'malle emr ettikten sonra kendi sözleriyle amil olmadıklarını beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Nasa iyilikle emr eder de nefislerinizi unutur musunuz? Halbuki siz kitap okur erbab-ı ilimdensiniz. Kendi gafletinizi idrak edip düşünmez misiniz?]
Yani; Siz nasa enva-ı hayrat ve taâtla emreder de nefsinizi unutur, gayre emrettiğinizi nefsinize reva görmez misiniz? Eva-mir ve nevahi üzere müştemil ve ef'al-i haseneye terğib ve â'mal-i kabihadan tenfir eden kitabı siz kıraat ve ahkâmına âlim olduğunuzu iddia ederdiniz. Halbuki muameleniz cahil muamelesinden daha aşağıdır. Nefsinizi nisyan eder de fiilinizin kabih olduğunu taakkul etmez misiniz?
Ayette hemze istifham-ı inkâridir. Binaenaleyh Fahri Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile ulema-yı yahudun ahvaline taaccübü ve tevbih ve tekdiri mutazammmdır. Çünkü nâsa nasihat; tarîk-ı müstakime tergib ve tarîk-ı dalâlden tenfir etmektir. İnsanın gayre şefkatle nasihat edip hayra sevk etmeye sa'y ettiği halde kendi nefsini tarik-i dalâlde bırakması makulün hilafı olduğundan Vacip Tealâ bu hallerin taaccübe şayan ve tevbihe müstehak olduğunu beyan buyurmuştur.
Bir , Beyzâvî'nin beyanı veçhile Allahü Tealâ'ya ibadet ve akrabaya riayet ve ecanibe hüsn-i iltifat gibi envâ-ı hayrat ve ibadâta şamildir.
Nisyan; birşeye ilmin husulünden sonra hadis olan sehivdir. Sehven işlenen şeyden kişi mesul olmadığından unutmakla işlenilen şey üzerine zem terettüb etmeyeceği cihetle bu makamdan isyan; nefislerini bilerek menfaatim terk ve gaflet etmek manasınadır.
AkI : filasıl, haps etmek ve bağlamak manasınadır. Akılla idrak insanı kabâyihten hapsedip muhassenata bağladığından akıl denilmiştir. Yani «Akıbeti vahametli olan şeyden sizi men edecek aklınız yok mu?» demektir.
Âyet-i celile, âhire vâ'zedip kendi nefsini vâ'z ettiği ahkâmdan muaf gibi tutanları zem ve kadh içindir. Zira; insan gayra vâ'zını evvel kendi nefsinde tatbik etmek lâzımdır. Çünkü; eğer söylediği söz haksa kendi ittiba etmek ve eğer hak değilse gayre söylememek mâ'kul ve mantıkîdir. Şu halde gayre vâ'z edip kendi amel etmemek şer'a cahil ve akıldan hali ahmak kimselerin ef'ai-i kabihaîanndandır. Binaenaleyh âyet-i ceiile; vaiz olan kimseyi nefsini tathire ve söylemiş olduğu mevâizi evvel kendi nefsinde icra etmekle tekemmül ettirmek ve badehu gayrın noksanını ikmale sevk ve teşvik etmek içindir. Yoksa fâsıkı vâ'zetmekten men' değildir. Çünkü; bir kimseye lâzım olan vâ'z veyahut amelden birini terk etmekle diğerini terk etmek lâzım gelmez. Vaaz eder amel etmez, yahut amel eder vaazetmez. Ancak vaaz ederse amel etmek lâzjmdır. Gayre vaaz edip kendi amel etmemek kabahattir.
Kaz'i ve Fahri Razi'nin beyanlarına nazaran âyet-i celile; Medine'de bulunan yahudi uleması hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar nasa taatla emir ve masiyetten nehy ederler ve halbuki kendileri vaazlarının hilâfında hareket ederlerdi ve gizlice bir kimse Kesulullah'm ahvalinden sual ederse «Haktır, ittiba etmek vaciptir») derler, fakat kendileri riyaset-i dünyeviyeyi feda edip ittiba etmezlerdi. Bundan başka halka sadakayla emrettikleri halde kendileri buhl ederler ve Tevrat'a ittiba ile emr ettikleri halde kendileri Tevrat'ın ahkâmına muhalefet ederlerdi. Çünkü; Tevrat Resulullah'a imanla emrettiği halde onlar Tevrat'ın ahkâmına muhalefet ederler, iman etmezlerdi.
Kitapla murad; Tevrai-ı Şeriftir. Zira yehud: Tevratı tilâvet ve'ahkâmını taallüm ve tederrüs ederlerdi. Hatta Medine'de Tevrat'ı okuyup okutmak için yehudilerin medreseleri bile vardı.
Gayre nasihat edip kendi mütenassıh olmayan kimselerin halleri taaccübe şayandır. Zira emr-i bil mâ'ruf ve nehv-i anilmünkerden maksat; âhari tariki hakka irşad ve mafsedeti mucip olan şeyden korkutmaktır. İnsanın kendi nefsine ihsanı gayra ihsandan daha evlâ olduğu halde nefsini terk etmek şayan-ı istiğrabdır.
Nasa vaaz edip kendi muttaaz olmayan kimsenin âhirette du-dağınm makasla kesileceğine ve ehl-i nar rayiha-i kerihesinden müteezzi olacaklarına dair ehadis-i celile Fahri Razi'de mezkûrdur. Vaazedip vaazıyla amil olmayan kimse gayre ziya verip kendisini yakan çırağa teşbih olunmuştur.
Âyet-i celile hernekadar ulema-yı yehud hakkında nazil olmuşsa da hitap; vaazıyla amil olmayan bilûmum vaizlere şamildir. Zira itibar; elfazın umumuna olup hususuna değildir. Çünkü Kur'ân'da şeriat-i sabıka ahkâmına dair zikr olunan ahkâm; bu ümmet hakkında aynı şeriat ve ameli vacip olan ahkâmdandır. [36]
Vacip Tealâ imanla ve salâtı ve zekâtı eda etmekle emrettikten sonra salata devam ve sabra mülâzemetle emr etmek üzere buyuruyor.
[Cismin telezzüz edeceği şeylerden sabırla ve eda-yı salata müdavemetle havayiciniz üzerine Cenab-ı Hak'tan muavenet taleb edin. Halbuki salât. her şahıs üzerine ağır bir yüktür, illâ tevazu ve huşu' edici şol kimseler üzerine hafiftir ki, onlar Kablerine mülâki olacaklarına ve ancak Rablerinin lıuzuı-u manevisine rücu edeceklerine itikad ve iman ederler.] Bu misilli kimseler salâtı seve seve eda eder ve umur-u mühimmelerinde sabır ve salâtla istiane ederler.
Fahri Razi ve Hazin'in beyanları veçhile bu âyetle muhatap; sabır ve salata itikad ve iman eden müminlerdir, diyenler varsa da esah olan âyette hitap evvelâ Beni İsrail'e, badehu ehl-i manâ-, dır. Çünkü; Beni İsrail'in, sabrın selâmete sebep olduğunu itikad ettikleri gibi Halik Tealâ'ya tevazu ve tezellül ve zikrullahla iştigalden ibaret olan salata da iman ve itikadlan vardı. Zira; şeriat-i Musada namaz mevcuddu. Şu kadar ki, şeriat-i Muhamnıediyede salâtın keyfiyeti şeriat-ı Musadaki salâtın keyfiyetine muhaliftir. Meselâ şeriat-i Muhammediyede salâtta rükû olup din-i Musada salâtta rükû yoktur. Fakat asl-ı salât her iki dinde rnevcud olduğundan yehud salâtın mihan-i dünyadan tesliye edeceğine kani oldukları cihetle salâtla istiane etmelerini emir buyurmuştur. Ancak âyet yehud hakkında nazil olmuşsa da hükmü yehuda münhasır değildir, belki umuma şamildir. Binaenaleyh; cümle eh]-i iman bu âyette beyan olunan ahkâmla mükelleftir.
Bu âyet, yehudun müptelâ oldukları marazın ilâcını beyan kabilindendir. Zira; salâtla ve zekâtla emirde onlar için külfet ve meşakkat ve riyaseti terk ve maldan iraz etmek bulunduğu cihetle gayet ağırlık olduğundan Cenab- Hak bu âyette o ağırlığın ilâcını tavsiye buyurmuştur. Yani «Tekâlif-i ilâhiyede gördüğünüz sıklete sabırla mualece ve mukavemet edin» demektir. Yahut sabırla murad; Beyzâvî'nin beyanı veçhile oruçtur. Çünkü oruç; şehveti kesredip nefsi tasfiye ettiği cihetle insanın huzuzat-ı şeheva-niyeden sabrını mutazanımındır.
Hususat-ı mühimmeye saîâtla tevessül olunmasını Vacip Te-alâ bu âyetle emr etmiştir. Zira salât; taharet, setr-i avret, Kabe'ye teveccüh, kvraet-i Kur'ân, kelime-i şahadet ve nefsi arzusundan men etmek gibi ibadat-ı bedeniyeyi tevazu, tezellül, kalble niyet, Şeytanla mücahedeyi ve Vacip Tealâ'ya münacatı cami olduğundan Allahü Teaiâ salâtla dergâh-ı ülûhiyetinden istimdad ve iltica olunmasını tavsiye buyurmuştur.
Resulullah'nr umur-i mühimmede salâtla istiane buyurduğu mervidir. Şu halde cümle ehl-i imanın mühim olan işlerinde salâtı vesile ittihaz ederek Allah'tan yardım taleb etmeleri lâzımdır.
Sabır ve salâtla istianenin veyahut yalnız salâtla istianenin gayet ağır ve meşakkatli olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; salâtta menfaat itikad etmeyen bir kimse için salâtı eda etmek ne kadar müşküldür. Zira; insanların ef ali bir garaza müstenid olmak lâzım olduğundan menfaat görmediği birşeyi işlemek gibi insana ağır birşey olamayacağından Cenab-ı Hak salâtla istianenin ağır olup ancak huşu üzere ibadet edenlere ağır olmayacağını beyan buyurmuştur. Çünkü; huşu ve kemal-i inkıyad üzere iman ve ibadet eden kimseler âhirette Rablerinden sevap ve derecata nail olmak ve azabından kurtulmak ümid edenlerdir. Binaenaleyh; onlar namazlarından sevap gibi mukabilinde bir fayda beklediklerinden namaz kılmak onlara güç gelmez. [37]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e nimetini zikr etmekle vadini ifa eylemekle ve bazı furû-u â'mali eda ile emirden sonra emrini tekid ve hüccetini takviye ve Resulüne ittibaı terk edenleri tehdid etmek üzere buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zikr edin sizin üzerinize in'am ettiğim nimetimi ve sizi âlemler üzerine tafdiî ettiğimi hatırınızdan çıkarmayın.]
Fahri Razi ve Kazi'nin beyanlarına nazaran âlemle murad; Beni İsrail'in kendi zamanlarının âlemi olduğundan kendilerinden evvel ve sonra gelecek âlem üzerine efdal olmak lâzım gelmez ki, Fahr-i Âlem üzerine efdal olmaları lâzım gelsin. Şu halde faziletleri ancak kendi zamanlarına münhasırdır. Dünya mülkü, saltanat, risalet ve kütüb-ü ilâhiye kendilerine verildiğinden zamanları âlemine efdal olmuşlardı. Şu halde dünyanın mülkü ve saltanatı ve resul sahibi olmak ve şeriate temessük etmek insanlar için fazilet ve meziyet ve taraf-ı ilâhiden kullarına nimet olduğuna bu âyet delâlet eder.
Bu âyette tafdil olundukları beyan olunan Beni İsrail ile murad; Allah'ın kendilerine ilim, iman ve amel-i salih ihsan ettiği kimseler ve Allah'ın inzal ettiği kitapları tağyir ve tahrif etmeyen Beni İsrail'in müminleridir. Yoksa kâfir olanlar ve asr-ı saadette bulunanlar değildir. Lâkin insanın âbâ' ve ecdadının nimeti evlâdi hakkında nimet olduğundan asr-ı. saadette bulunanların âba' ve ecdadının fazilet ve nimetleri evlâtlarına nimet sırasında tadad olunmuştur. Zira; insanların âbâ' ve ecdadının fazileti eriyle iftihar etmesi adetleridir.
İbad hakkında aslah olan şeyi halk etmek: Allahü Tealâ üzerine vacip olmadığına âyet-i celile delâlet eder. Zira âyette tafdil; fazilet-i din ve fazüet-i dünyaya şamil olduğu gibi Vacip Tealâ in'am ettiğini beyanla imtinan buyuruyor. Eğer Allahü Tealâ üzerine bu fazileti ihsan, etmek vacip olsaydı minnet yani ihsan ettiğini beyan etmezdi. Çünkü; vacip olan birşeyi halk etmek zaruri olacağından ihsan sırasında tadad olunmazdı. Halbuki Cenab-ı Hak ihsan sırasında tadad buyurdu. [38]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e vaki olan nimetlerini zikr emu.'H;ri-ni emr ettikten sonra yevm-i âhiretlen korkmalarını tavsiye etmek üzere buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Yevm-i kıyametin azabından korkun ki o günde bir nefis gerek âsi olsun gerek muti olsun ahar nefis bedelinde hiç bir şeyle cezalanmaz ve bir nefse nazil olan azaptan ahar nefis hiç bir zerresini defedemez. Belki herkes kendi derdinden diğerinin derdine iştirak edemez. Ye nefs-i kâfire hakkında hiç fcu-şefinin şefaati kabul olunmaz ve o nefs-i asiyeııin îsyanma mukabil fidye kabul olunmadığı gibi isyanına hiç bir şc> muadil kılınmaz ve onlar ahar bir kimse tarafından yardım olunmaz ve muavenet görmezler.]
Yani; bir kimsenin azabını hiç bir veçhile ahar bir kimse def edemeyeceği cihetle .kıyrmet gününün azabından ittika. etmeniz vaciptir.
Yevm ile murad; yevmin azabıdır. Çünkü; nefisi yevmderi havt ve ittikada manâ yoktur. Ancak korkulacak o günün azabıdır.
Fahri Razrnin beyanı veçhile âyetin manâsı; insanları maasi-den tehdid ve taâta tergibdir. Çünkü; yevmi kıyamette kâfirlere şefaat ve nusret olmayıp herkes kendi cezasıyla rnücazat olunacağını bilince ve azaptan halâsın başka çaresi olmayıp ancak ta-âtle halâs olunacağını idrak edince geçmiş günahı tövbeyle silmek ve geleceği ibadetle tedarikin çaresini düşünmek ve küfrü terk ve sebeb-i necat olan imana temessük etmek lâzımdır. Ayet-i celile kâfirlere şefaat olmayıp seyyiatları kefaretle ödenmeyeceğini ve bir kim.se tarafından muavenet görmeyeceklerini beyan hakkında olduğundan mutlaka şefaatin nefyine delâlet etmez. Çünkü âyet; âba' ve ecdatlarını şefaatleri ile azah-ı nardan halâs olacaklarını iddia eden yehud kâfirlerini red hakkında varid olduğundan kâfirlere mahsus olan ahkâmı beyana mütealliktir. Binaenaleyh; ehl-i imanın günahlarını affa ve defecatfannı terfie ve bilhassa büyük günah sahiplerine mağfiret olunmasına d;*ir olan avât-ı celile ve ehadis-i nebeviyenin beyanları veçhile âhirclU- şd'aatm vukuuna ve vücuduna bu âyet münafi değildir. Zira âyetin manâsı; yalnız kâfirlere şefaat yok demektir. Yoksa kâfir ve mümin hiçbir kimse hakkında şefaat yok demek değildir. [39]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan nimetlerini jcmalon beyandan sonra tyfsilen beyan etmek üzere buyuruyor,
[Zikr edin şol zamanı kî o zamanda ev Beni İsrail! Biz sizi Fir'avn ve Fir'avn'in âlü etbaının zulüm ve taaddilcrinden halâs ettik kî o Fir'avn ve etbaı size azabın eşed ve eşnaınr reva görürler ve size envâ-ı mihan ve meşakkati Ickİiı eder ve azabın pek büyüğünü (attırırlardı. Hatta kuvvet ve şevketinizi kırmak için oğlan evlâdınızı kati eder ve sizi *usva etmek için kızlarınızı hayatta bırakır ve nikâhsız istimal ederlerdi. İşte şu beyan olunan azapta Rabbiniz tarafından size büyük imtihan ve iptilâ vardır. ]
Beyzâvı'nin beyanı veçhile Fir'avn Kıpt kavminden Mısır padişahlarının lâkabıdır. Acem Meliklerine Kisra^Rum. Meliklerine Kayser, Habeş Meliklerine Necaşi ve Yemen Meliklerine Tubba denildiği gibi Mısır Meliklerine de Fir'avn denilirdi. Hz. Musa zamanındaki Fir'avn'ın ismi «Meneftah»dır. Hz. Yusuf zamanındaki Fir'avn'ın ismi «Reyyan»dır. Reyyan'ın Heksoslardan olma ihtimali vardır. Yusuf (A.S.) ile Musa (A.S.) beyninde dört yüz seneden ziyade bir zaman geçtiği tarihlerde mezkûrdur.
Tefsir-i Hazin'in ve Fahri Razfnin beyanlarına nazaran Fir'avn Beni İsrail'i â'mal-i şakkaya taksim etmiş ki bazıları ekin eker, bazıları ağaç diker, bazıları kerpiç keser, bir kısmı ebniye yapar, diğer bir kısmı dağlarda taş yontar ve bir kısmı da hela temizlerdi. İşinde bulunmayanlara ağır cizye vaz eder ve hatta hergünün cizyesini gününde teslim edemeyen kimse elleri boynunda bağlı bir ay haps olunurdu. Dağlarda yontmuş oldukları taşları omuzlarında sürüklemekle getirdiklerinden kiminin eli kırılır, kimi taş altında ölür ve sağ kalanların arkaları yara olur ve daha nice hatır ve hayale gelmedik azaplarla muazzap olurlardı. Fir'avn'ın ve et-baınm Beni İsrail'e reva gördükleri sû-u azabı Vacip Tealâ Beni İsrail'in oğlanlarının kesilip kızlarının ibka olunmasıyla beyan ve izah buyurmuştur. Zira oğlanları kati edip kızların ibkası; neslin inkıtaına badi olduğu gibi mesalihi nisvanın fesadını dahi muciptir. Çünkü tedariki maişetten taife-i nisvan acizdir. Ve dokuz ay müddetinde hami için çekilen zahmetler akabinde veledin tevellü-düyle beraber kati olunması elbette nefs-i insana gayet ağır gelen şeylerdendir. Ve oğlan kıza nispetle ebeveyn indinde daha kıymetli olduğu için oğlanı kati edip kızı ibka etmek ayrıca bir azab-ı şediddir. Ve oğlansız kız evlâdını ibka â'dâ elinde esir firaş etmek cihetinden Beni İsrail'e zül ve ar ve ayıp olduğu cihetle felâket üzerine felâketti.
Fir'avn, Beni İsrail'den zuhur edecek bir oğlan elinde saltanatın zail olacağına dair görmüş olduğu bir rüya üzerine Beni İsraü'in oğlanlarının katlolunmasını emretti ve mahallâta bekçiler koydu. Doğan oğlanları katlederken Beni İsrail'in ihtiyarları da bittabi ölüyorlardı. Vükelâsı «Beni İsrail'in eskileri vefat ediyor, yenilerini de biz öldürüyoruz. Akıbet amel-i şakka bizim üzerimizde kalacak» demeleri ve telâşa düşmeleri üzerine Fir'avn bir sene doğanları kati etmek ye diğer sene de doğanları ibka etmek üzere emir verdi. Harun (A.S.)'m affa tesadüf eden senede ve Musa (A.S.)'m da katle tesadüf eden senede dünyaya geldikleri mervidir.
Fir'avn'in enva'ı mezaliminden halâs etmek Beni İsrail hakkında nimetlerin büyüğü olduğundan Vacip Tealâ bu halâsın ni-met-i azime olduğunu beyan buyurmuştur.
Hulâsa; hayır ve serden insana her ne isabet ederse taraf-ı ilâhiden olduğunu ve sürür verecek şey isabet ettiğinde şükrün ve keder verecek şey isabet ettiğinde sabrın lüzumu ve her iki ciheti de Allah'ın kullarına iptilâ ve imtihanı bulunduğunu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.[40]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki ulan nimetlerinden ikincisini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zikr edin şol zamanı ki, ol zamanda biz sizin deryaya duhulünüz sebebiyle denizi fırak-ı kesireye tebdil ettik ve o fırkalar aralarında sizin denizi geçip Fir'avn'in şerrinden kurtulmak için denizin bazısını bazısına rapt edip yollar kıldık. Binaenaleyh; size necat verdik ve sizin gözünüzün önünde onların hallerini görür ve nazar eder olduğunuz halde Fir'avn'ı ve etbamı denize gark ettik.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'in on iki kabilesi adedince deniz on iki yo! olmuş ve her kabile bir yoldan denize girmişler ve deniz billur gibi olduğundan aradaki su yığınları kabilelerin birbirini görmesine manî olmamıştır yahut aradaki su yığınlarından birbirini görmeye pencereler açılmış ve kabileler birbirlerinin hallerine vakıf olarak geçmişlerdir.
Fir'avn'in helaki zamanı için mukadder olan vakit gelince Cenab-ı Hak geceyle Beni İsrail'i alıp Mısır'dan çıkmasını Musa (A.S.)'a emr etti. Fakat Beni İsrail düğün bahanesiyle Kıptilerin ellerinde bulunan ziynetlerini alıp beraber götürmüşlerdi. Fir'avn'in haberi olunca askerini cem ile Beni İsrail'i bittakip nihayet denizin kurbunda Fir'avn ve askeri Beni İsrail'e yaklaştılar. Beni İsrail onların gelmesinden telâş edince onlar için denizde yollar açıldı, geçtiler. Onlar geçince Fir'avn etbaı ile beraber tama' ederek denize daldıklarını ve akıbet gark olduklarını Vacip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur.
Beni İsrail'in necat bulup gözleri önünde düşmanlarının helak olması ve düşmanlarının emlâk ve emval ve arazisine varis olma- \ lan dünyaca, en büyük nimetlerdendir.
Şu harikulade mucizenin zuhuru kalblerinde olan şekki izaleyi ve Hz. Musa'ya itaat ve imanlarında inkıyadlarını mucip olup cümle umurun Allah'ın yed-i kudretinde olduğunu bilmelerine sebep olduğundan bu vaka, haklarında diyanet cihetinden dahi pek büyük nimettir ve bu kıssayı aynıyla beyan etmek; ümmet-i Mu-hammed hakkında dahi nimettir. Çünkü; Peygamberimizin okuyup yazmadığı halde vukuatı aynıyla beyan etmesi mucize-i bahire olduğundan sıdk-ı nübüvvetine delâlet eder hüccet-i zahiredir. Allahü Tealâ'ya muhalefet edenin dünyada ve âhirette rezil ve rüsva olacağına ve Allahü Tealâ'ya itaat edenlerin akıbet selâmet bulup saadet-i dareyne nail olacaklarına bu âyette işaret olunan vukuat del İM kâfidir. Çünkü; Fir'avn ve kabilesinin o kadar kuvvet ve saltanatlarıyla beraber Allahü Tealâ'ya asi oldukları için helak ve Beni İsrail fakr-ü hal ve za'fla beraber iman ve itaat ettikleri için enva'ı azaptan halâs olmaları asinin helakine ve âbidin helakten necatına delâlet eder. Şu halde geçmişlerin vukuatı geleceklere ders-i ibrettir.
Eyyaın-ı ahirede Mısır'da lâhdi bulunan Fir'avn; Hz. Musa zamanında gark olan Fir'avn değildir. Lâhdi bulunan Fir'avn'ın ismi Tutankamon'dur. Hz. Musa'nın zamanındaki Fir'avırın ismi ise söylendiği üzere «Meneftah»dır. [41]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e vaki olan üçüncü nimet beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zîkr edin şoi zamanı ki o zamanda biz, Musa (A.S.)'a kırk gece vaad verdik ve mskata gelmesini emrettik, Musa (A.S.) emrimize imtisal ederek ahdini ifa etmek üzere kırk gece münacâta devama mübaşeret ettikten sonra zaîim olduğunuz halde siz buzağı suretini mabud ittihaz ettiniz. Halbuki ibadetinizi mevzi-i lâyıkınin gayrıya \az ettiğiniz için zalim oldunuz. Şu ci-nayet-i azîmeye cüretinizden sonra nedamet ve levbe edince hh şükretmeniz için sizin kusurunuzu atfettik.]
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Allah'ın vadiyle rourad; mikata gitmesini Musa (A.S. Ya emr etmektir. Musa (A.S.) ırı vadiyle murad; kabul edip derhal evire imtisal etmesidir. Mısır'da Cenab-ı Hak Musa (A.S.)'a bir kitap, inzal edeceğini vaadet-nıiş ve Musa (A.S.) da Beni İsrail'e tebşir ettiğinden Fir'avn'ın şerrinden saha-i selâmete çıkınca Beni İsrail Musa (A.S.)'dan vaad olunan kitabı taleb etmeleri üzerine Musa (A.S.) Cenabı Hakka tazarru ve niyaz etti. Allahü Tealâ da otuz gün Zilkade'den ve on gün de Zilhicceden ilâve ederek kırk gün Tûr-u Sina'da rnüna-cat etmesini emir buyurdu.
Emr-i ilâhiye imtisalen Harun (A.S.)'ı Beni İsrail'in umur ve hususuna halife tayin edip Musa (A.S.)'m mikata gitmesi, üzerine «Samirî» isminde bir münafık Beni İsrail'in elinde bulunan hül-liyati cem eder. Kendisi kuyumcu sanatında mahir olduğundan derhal bir buzağı sureti döker ve Beni İsrail'e işte sizin ve Musa'nın mabudu budur demesiyle Beni İsrail bu söze inanır ve vakit fevt etmeksizin hemen ibadete başlarlar. Bu kadar az bir zamanda iğfal olunmalarının sebebi; denizden geçerken «Samirî» Cibril-i Emin'i bir at üzerinde insan suretinde görüp, atının ayağını bastığı mahallerin harikulade olarak ani surette yeşil çimen olduğunu görmesiyle bu emr-i garipten emmare-i hayat olduğuna istidlal eder. Mezkûr atın ayağını bastığı yerden almış olduğu bir avuç toprağı hulliyattan dövmüş olduğu buzağı suretinin külçesine karıştırır ve ondan bir şada hasıl olur. İşte bu şada; Beni İsrail'in pek çabuk aldanmalarına sebep olmuştur. Ayların hesabı hilâlden bed' edip hilâl ise gece zuhur ettiğinden Musa (A.S.)'m mikatında kırk gece tabir olunmuştur. Çünkü mikat; yalnız geceye mahsus değildi. Belki gündüz ve gece mecmuu bir gün sayılıyordu. Bu kıssa ümmet-i Muhammedin sair ümmetlerden hayırlı olmasına delâlet eder. Zira; Beni İsrail berahin-i katiye ve mucizat-ı bahireyi gözleriyle görmüş iken bir münafıkın iğfaline aldanıp şüpheye düşmeleri kemal-i hamakatlerine delâlet eder. Halbuki ümmet-i Muhammed re'y-el'ayn mucizat-ı nebeviyeyi müşahede etmedikleri halde zaman-ı saadette zuhur eden mucizata tamamiyle iman edip itikadlarına şüphe ve dinde sebatlarına asla halel gelmemiştir. İtikadiyatta taklidin mahzurdan salim olmadığına şu vukuat delâlet ettiği gibi Resulullah'ı tesliyeye delâlet eder. Çünkü; Beni İsrail'in itikadları taklide müstenid olup henüz delâilini tetkik ile takarrür etmediğinden - birdenbire dönüverdüer. Beni îsrail Halika ibadeti terkle mahluka ibadet edip ibadeti mahallinin gayrıya sarf ederek menfaattan hali mazarratı ihtiyar ettiklerinden nefislerine zulmettiklerini Cenab-ı Hak beyan için «Siz zalimlersiniz») buyurmuştur. [42]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e vaki olan nimetlerden dördüncüsünü beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki o zamanda biz azi-müşşan Musa (A.S.)'a esrar-ı rubibiyet ve ubudiyeti cami olarak mev'ud olan kitabı ve sizin tarîk-ı hakka ihtida etmekliğiniz için hakla batıl ve hidayetle dalâlet beynini tefrik eder Tevrat'ı verdik.] Sizin, Musa (A.S.)'m mikata gittikten sonra şirk etmenizle biz Musa'nın emrinde ihmal etmedik. Binaenaleyh Musa (A.S.)'ın şeriatini tanzim ettik.
Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Fürkan'la murad Tevrat'tır. Zira; Tevrat'ta iki,sıfat vardır: Birincisi; taraf-ı ilâhiden tnünzel kitap olması, ikincisi; hakla batıl ve küfürle ifnan beynini tefrik eder hüccet-i kafiye olmasıdır. Yahut Fürkan'la murad; hakla batıl beynini tefrik eden Hz. Musa'nın mucizeleri ve düşmanları üzerine nusretidir. Hangi manâ murad olunursa olunsun gerek kitap ve gerek Furkan Beni İsrail'in ihtidalarına hadim olan in'am-ı ilâhi cünılesindendir Çünkü senelerce Fir'avn'ın esareti ve enva'ı azapları altında ezilmişken ufku nübüvvetten şems-i taban gibi Musa (A.S.) enva'ı mucizatla tulü' ile koca Fir'avn hükümetini mahv-ü muznıahil ederek Beni İsrail'i sâha-i selâmete çıkarması Beni İsrail'in hidayetine sebep olacağı gibi hillüv hürmeti tefrik eder ve saadet-i dareyni kâfil Tevrat gibi bir kitap getirmekle halkın dünyevi asayişini tanzim ve uhrevî itikadların] tahkim etmek elbette ihtidaya vesile ve sebeptir. [43]
Vacip Tealâ Beni İsrail hakkında vaki olan beşinci nimetin beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zikredin şoi zamanı- ki o zamanda Musa (A.S.) kavmine hitaben «Ey kavınım! Buzağı suretini mabud ittihat etmekle nefsinize zulmettmiv.. Zira; ibadeti mevzi-i lâyıkının gayuya vaz etmekle dünya ve âbiret'hayratından mahrum oldunuz. Binaenaleyh şu itikad-ı fasihten tevbe ile tazarru ve tezellül ederek halikınızın dergâhına rücu edin ve vaki olan isyanınıza ne-damet-i kâmileylc nedamet ettikten sonra nefsinizi katledin. Zira; nefsinizi katletmeniz tevbenizîn kabulünü itmam edecektir. Çünkü nefsinizi katletmek; halikınızın indinde sizin için hayırlıdır. Zira nefsinizi katletmek; şirkten taharet ve hayat-ı ebedîyeye vus-İat olduğu için hakkınızda menfaati mahzdır» dedi ve bu minval üzere zuhur eden emr-i ilâhiyi Musa (A.S.) onlara tebliğ etti. Onlar da emr-i ilâhiye îmüsalen tevbe ettiler Hz. Musa tevbelerinin kabulünü beyan etli ve dedi ki «Allahü Tealâ sizin tevbenizi kabul buyurdu. Zira; Allahü Tealâ kullarının kusuru ne kadar büyük olsa tevbekrini kabul ile merhamet buyurucudur.»]
Gerçi katil, zahirde mihnet ise de katil sebebiyle masiyet-i azimeden halâs olmak umur-u dinde pok büyük nimet olduğundan Cenab-ı Hak Beni İsrail'in nefislerini katletmelerini haklarında nimet sırasında ladad buyurmuştur.
Vahr-i Razi'nin beyanı veçhile nefislerini katletmek ayn-ı tevbe değildir, belki tevbenin mütemmimidir. Katolunmaiarı, tevbelerinin kabulü için. şart olduğu beyan olununca herkes dizlerini karınlarına zam ederek oturdular. Hatta elleriyle kendilerim korumaları tevbelerinin kabulüne mani olduğundan kılıca boyunla-' rmı uzatırlar ve elleriyle asla hareket etmezlerdi. Maktul düşecek olanlar katillerin babaları ve oğlanları ve biraderleri olduğundan birbirlerini görünce rikkat-ı kalbin emr-i katle mani olmaması için Allahü Tealâ kaim bir bulut halk etti. Herkes birbirini görmez bir halde kuşluktan akşama kadar şirk etmeyenler şirk edenleri kati ettiler. Akşam üzeri Musa ve Harun (A.S.) katolunahların çokluğuna bakarak kalplerinde hasıl olan rikkat onları duaya sevk etti. Dua ettiler ve Cenab-ı Hak da emr-i katli affetti. Ancak aiTı ilâhi gelinceye kadar pek çoklarının katlokmdukları mervidir.
Nefislerini katille murad; aharın katli İçin nefislerini tesirindir. Yoksa kendi nefislerini elleriyle kati etmek değildir.
Şeriat-i Muhammediyede irtidad eden kimse kati olunur. İrtidaddan tevbe eden kimse kati olunmaz. Amma şeriat-i Musada irtidaddan tevbe edenlerin tevbesinin kabulü kati ile beraber oldu. Çünkü ahkâm-ı şerait; zaman hasebiyle ihtilâf eden ahvalden ve devr-i Adem'den beri ibad üzerinde cereyan eden adat-ı ilâhi-yedendir.
Beyzâvî'nin beyanatı veçhile Beni İsrail'in gayet gabavet ve cehaletlerine işaret için katil emri Allahü Tealâ'nın onları halik olması üzerine terettüp etmiştir. Çünkü; halik hakimin ibadetini terk edip gabavette darb-ı mesel olan sığır suretine ibadet hama-katin nihayesi olduğu gibi mün'iminin hakkını bilmeyen kimseden o nimetin istirdadı lâzım olduğuna işaret olmak üzere bünyelerini izale ve hayatlarını ifna etmekten ibaret olan kati olunmakla emr olundular. Çünkü; kendilerine hayatı veren ve vücutlarını halk eden Halik Tealâ'mn şükrünü terk edince nimetlerini kendilerinden selb etmeleriyle emr olundular. Binaenaleyh; mabuda ibadeti1 terk etmeleri hayat gibi mühim bir nimetin zevaline ve sair nimetlerden mahrumiyetlerine sebep olmuştur. [44]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan nimetlerden altıncısını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zikr edin şol zamanı ki o zamanda siz Musa (A.S.)'a hitaben «Ya Musa! Biz suret-i aleniyede Allah'ı görünceye kadar sana elbette iman etmeyiz» dediniz. Sizin takatiniz ve liyakatiniz fevkinde birşeyi talebe cüretinizden dolayı kahır ve gazabımızdan neşet eden yıldırım sizi nazar edip görür olduğunuz halde muahaze etti. Helak oldunuz. Vefat edip bir müddet meyyit olduktan sonra biz sizi şükretmeniz için ihya ettik]
Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Allahü Tealâ'yı su-ret-i aleniyede görmek isteyen Hz. Musa ile mikata giden yetmiş kişi olduğu mervidir ve fartı inad ve taannüdlerine binaen bu dünyada muhal olan şeyi taleb ettiklerinden kendilerine semadan sa-ika-i nar isabet ederek helak olmuşlardır. Çünkü; onlar Cenab-ı Hakkı ecsama teşbih edip ecsamı mukabil ve muhazi olarak gördükleri gibi Vacip Tealâ'yı görmek talebinde bulundular. Halbuki Vacip Tealâ'yı bunların talebi vech üzerine görmek muhaldir. Amma Allahü Tealâ'yı bu dünyada bizim bildiğimiz rü'yetin keyfiyetinden münezzeh olarak âhirette müminlerin bilâ keyf ve lâ misal görecekleri nusus-u Kur'aniye ve ehadis-i nebeviye ile sabittir. Enbiya-yı izam Haşaratından bazılarının bu dünyada bazı ahvalde gördükleri mervi ise de âhâd-i ümmetten birinin bu dünyada Cenab-ı Hakkı görmesi mümkün değildir.
Saika; semadan nazil olma bir ateş yahut şiddetli bir sayha veyahut melâikeden bir nevi askerdir. Saikanın muahaze-siyle helak olanları Cenab-ı Hak bir gece ve gündüz meyyit kaldıktan sonra ihya buyurmuştur. Çünkü; Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bunlar helak olunca Musa (A.S.) Vacip Tealâ'ya tazarru ve niyazda bulunur ve der ki, «Ya Rabbiî Emr ettin, emrine imtisalen bunları diri olarak ben getirdim. Beni İsrail'in büyükleri ve ululan bunlardır. Şimdi helak ettin, ben Beni İsrail'e ne cevap vereyim? Ya Rabbi! Lutf-u kereminden bunları ihya et ki getirdiğim gibi götüreyim» unvanında Musa (A.S.)'m istirhamı üzerine Cenab-ı Hak onları ihya buyurmuştur. Saika ile helak olanları tekrar ihya buyurmak ihya olunanlar hakkında nimet olduğu gibi sair Beni İsrail haklarında dahi nimet-i uzma olduğundan Cenab-ı Hak cümle Beni İsrail hakkında nimet sırasında tadad buyurmuştur. Çünkü; gözleri önünde helak olanların ihya olunması kudretullaha pek büyük bir delil ve imanlarında sebata ve sair mekasıd-ı uhreviyeye ihtidalarına sebep olduğundan elbette bu ihya, cümlesi hakkında nimet olmuştur.
Fahri Razfnin beyanı veçhile bu vaka Beni İsrail hakkında nimettir. Çünkü; tâib ve müstağfir olsunlar diye vefat ettikten sonra ihya etmek onlar hakkında aynı nimet olduğu gibi zaman-ı saadette bulunanların nübüvvet-i Resulullahı inkârlarını Musa (A.S.)'m nübüvvetini inkâr edenlerin inkârlarına teşbihle asr-ı saadette bulunan yahudileri insafa davet etmektir.
Bu vakada Resulullah'ı tesliye vardır. Zira nübüvveti inkârın enbiya-yı saireninümmetlerinde dahi vaki olduğunu beyan etmek; ümmetinin inkârı Resulullah'a mahsus olmayıp cemî' enbiyanın ümmetlerinde vukuunu beyan elbette Resulullah'ı tesliyedir. Çünkü; umumi olan belânın tayyib olması adettir.
Allahü Tealâ'yı rüyet, âhlrette vaki olacaksa da dünyada ta-leb etmek münkirattan olduğundan ve dava-yı nübüvveti ispata kâfi mucize izharından sonra tekrar delil taleb etmek inat ve istik-bardan ibaret olduğu cihetle bu talepleri helaklerini mucip olmuştur.
Ebussuud Efendi'nin beyanına nazaran saikayla vefat edenler meyyit olarak bir gün bir gece kaldılar, badehu ihya olundular. Yahut saika ile vefat etmediler. Belki saika onların- vücuduna ler-ze verdi, akılları zayi oldu ve helake karib bir hale geldiler. Badehu ifakat buldular demektir.
Hulâsa; Beni İsrail'den bir taifenin «Allah'ı görmeyince iman etmeyiz» dedikk 'i ve bu sözleri üzerine onları saika ahz edip helak oldukları ve helâktan sonra Vacip Tealâ'nın onları ihya ettiği ve şu nimete karşı onlar üzerine şükrün vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cüml'esindendir. [45]
Vacip Tealâ Beni İsrail hakkında vaki olan yedinci nimetini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Biz azimüşşan sizin üzerinize bulutu gölge kıldık ve sizin üzerinize kudret helvası denilen tatlı pekmezi ve semiz kuşları semadan inzal ettik ve bizim sizi merzuk ettiğimiz rızkın güze/İlerinden yiyin demekle «men ve selva»dan ekletmeyi size mubah kıldık. Halbuki onlar küf ran-ı nimet etmek ve hukuk ve keremi unutmakla bize zulm etmediler. Velâkin kendi nefislerine zulm ettiler.] Zira; küfran-ı nimet etmekle nefislerine ait olan fevaidden mahrum oldular.
Eeyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile ğamam'la murad; Beni İsrail'in «Arz-ı Tih»de hararet-i şemsten Hz. Musa'ya şikâyet etmeleri üzerine Musa (A.S.)'m duası eseri olarak onları hararet-i şemsten gölgesiyle Allahü Zülcelâl'in musahhar kıldığı buluttur. Çünkü; (Sahra-yı Tih)te hararet-i şemsten onları muhafaza edecek bir gölge olmadığından onlar her nereye giderlerse bir bulutun gölgesi altında rahat etmeleri haklarında pek büyük nimet olduğu bu âyetle beyan buyurulmuştur. Men; sabaha karşı ağaçlar üzerine iner ve gün doğduktan sonra toplanır tatlı bir nimettir. Herkes bir gün ve bir gece yetecek kadar toparlayıp bununla tagaddi ederken «Tatlı kifayet etti, tuzlu isteriz» demeleri üzerine Musa (A.S.)'nı duasıyla Allahü Tealâ «Selva kuşunu» ihsan etti. Herkes hergün kendine kifayet edecek miktarı bu iki nevi nimetten toplarlar ve yalnız Cuma günü iki günlük rızık cem ederlerdi. Çünkü; Cumartesi günü hiçbir şey nazil olmadığından o gün aç kalmasınlar diye her iki günün erzakını Cuma günü cem'etmeye müsaade olunmuştu.
îmam-ı Buhari ve Müslim'in ittifaklarıyla «Said b. Zeyd» Hz.'den rivayet olunan bir hadiste Resulullah «Kem'e (men) dendir ve suyu göze şifadır» buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerife nazaran bu nevi mantar ümmet-i Muhammed için Beni İsrail'in menni menzilesindedir. Bu nevi mantarın suyu bazı edviyeyle beraber göze şifa demektir, yoksa yalnız suyu damlatılırsa şifa demek değildir. Bazıları yalnız suyu damlatılırsa kendine mahsus bir acı 41e şifa olur demişlerse de mantarın suyu her ağrıya menfaati muvafık gelmeyeceği Tefsir-i Hâzin'in cümel-i beyanatmdandır. Şu haldfe tabibe müracaat lâzımdır veyahut iyi bir tecrübeye muhtaçtır. Befâi İsrail «men» ve «selva»yı cem ve iddihar etmemekle mükellef oldukları halde iddihar ettiklerinden taaffün etmiş ve kurtlanmıştır. Zira; emr-i ilâhinin hilâfına harekette daima zarar olup menfaat olknayacağı nice yüz binlerce vukuatla sabittir. İşte Beni İsrail'in şu vukuatı dahi şer'in hilâfına harekette faide olmadığını ispat etmiştir. İddihar olunmamak lâzımken emr-i ilâhinin hilâfına iddihar ettiklerinden dünyada ezasız ve âhirette hesap ve azap-sız nail oldukları nimeti kaybetmekle nefislerine zulmettiler. Binaenaleyh, küfran-ı nimetle nimetleri zail olmuştur. Çünkü; her vakit taze taze nazil olup hergünün rızkını hergün cem edip yarınki gün için hazırlık yapmamalarını erar ettiği halde onlar emr-i ilâhinin hilâfına hırs ve tama' ettiklerinden ( ?jj*-ıfij~\ ) fahva-sınca zahmetsiz nail oldukları rızıklardan mahrum olmuşlardır.
Zaman-ı saadette bulunan yahudilerin âbâ' ve ecdatlarına ihsan olunup küfran-ı nimet sebebiyle mahrum olduklarını beyanla asr-ı saadet yahudileri Resulullah'm nübüvvetini tasdike davet olunmuşlardır. Çünkü; Resulullah umum nasa meb'us bir resul-ü zişan olup haklarında pek büyük nimet olduğundan ecdatları gibi bu nimetin kadrini bilmezlerse dünyevi ve uhrevi cümle nimetten mahrum ve hüsran-ı ebediye duçar olacaklarına işaret olunmuştur. [46]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e ihsan ettiği nimetlerden sekizincisini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki biz o zamanda size şu makarr-ı enbiya olan karyeye —ki Beyt-i Mukaddes'tir— girin ve o karyenin me'külâtından bol bol istediğiniz yerden yiyin, sizin için mubahtır ve o karyenin kapısından secde eder olduğunuz halde dahil olun ve deyin ki «Ya Rabbi! Bizden sudur eden hataya ve maâsiyi tenzil et. Mukteza-yı beşeriyet irtikâb ettiğimiz cürmü-müzü af buyurmanı rica ederiz» unvanında istirhamda bulunan ki biz de Jıatayanızı mağfiret edelim dedik ve böyle demekle size ne-sayih-i mühim mede bulunduk. Ve sizden ibadet ve taatla ihsan ve emrimize imtisal edenlerin sevaplarını biz ziyade kılarız demekle sizi ibadete terğib ettik.]
Karyeye duhul ile emir; emr-i teklifidir. Karyeyle murad; Eriha veya Mısır olmak ihtimali varsa da esah olan Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile Beyt-i Mukaddes'div. Bu emir «Arz-ı Tih»de kırk sene kararlarını bitirdikten sonra vaki olmuştur. Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile istedikleri yerde bol bol yemekle emr etmek; o karyede ikamet etmeleri ve-iskân olunmaları emrini de mutazammmdır.
Beyt-i Mukaddes'te
ahali tecemmu ettikleri için karye denilmiştir. Babla murad; Bab-ı Hıtta'dır.
Vacip Tealâ Bab-ı Hıtta'dan girerlerken secde ile girmeyi emr etmiştir.
Secdeyle murad; ke-maM tezellül ve tevazudan ibaret olan türab-ı mezellete
yüzünü sürmek manâsına secdedir. Yahut rükû manasınadır. Herhangi manâ murad olunursa
olunsun Arz-ı Tih'ten halâs olmalarına teşekkür manâsını müş/irdir. Hitta ;
bizim matlubumuz günahlarımı-zvn affolmasıdır. Ya Rabbil Bizim günahlarımızı
dejter-i â'malimiz-den tenzil et, demektir. Yani [Hıtta deyin, eğer siz böyle
derseniz biz de-hatalarınızı mağfiret ve-erbab-ı ihsanın ecirlerini ziyade ederiz]
demek olur.
Medarik'te beyan olunduğu veçhile hıtta demenin asilere tev-be ve kefaret, muti ve munkad olan mümin-i. halislere terfi-i.dere-cat olduğuna işaret için Vacip Tealâ mağfireti ve sevapta ziyadeyi hıtta demeleri üzerine terfi buyurmuştur.
Ziyadeyle murad; emr-i âhirette ziyade olduğuna nazaran sevabın ziyadelenmesidir. Amma umur-u dünyada ziyade olduğuna nazaran rızkında vüsati ve o karyenin gayrı başka karyelerin feth olunması gibi nimet-i dünyanın tezayüdüdür.
Hulâsa; Beni İsrail'e «Arz-ı Tih»ten huruç ve karye-i mukaddese duhul teklif olunduğu ve karye-i mukaddeste eklolunmak şanından olan nimetlerin ekline izin verildiği ve karyenin kapısından girerken «Arz-ı Tih»ten halâsa ve arz-ı mübareke duhule şükrol-niak üzere secde ile emrolunmaları ve hıtta kelimesiyle istiğfar etmeleri ve bu istiğfarın asilerin mağfiretlerine ve mutilerin terfi-i derecatma sebep ve her zaman insan için emr-i ilâhiye imtisal bais-ı fevzüz felah ve sebeb-i saadet ve selâmet olacağı bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [47]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e kelime-i istiğfardan mâdûd olan «hıt-ta» kelimesini tekellüm etmeleriyle emr ettiğini beyandan sonra muhalefet edenlerin muhalefetlerinden dolayı helak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Bizim hıtta demelerini emretmekliğimiz üzerine taât-ı ilâhi-y cm izden huruç eden zalimler kendilerini irşad ve ıslah için söylemelerini emrettiğimiz sözü emrolundukları sözden gayrı bir söze tebdil ettiler.] Çünkü; biz onlara «Günahımızı affet» manâsına hıtta deyin dedik. Onlar emrimizi istihfaf tarikiyle «hınta-i hamra» yani «kırmızı buğday isteriz» dediler ve rükû etmeleri için kapının kemeri aşağıya indiği halde oturakları üzerine oturmak suretiyle kapıyı geçerek kavlen ve fiilen muhalefet ettiler. [Binaenaleyh; biz azimüşşan taâtımızdan huruçla zulm eden zalimler üzerine semadan fısıkları sebebiyle taun inzal ettik. O taunla helak oldular.] Bazı1 tefasirde beyan olunduğuna nazaran bir saatte binlerce kişinin vefatı mervidir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile sebeb-i necatları olan kelimenin yerine sebeb-i helakleri olan kelimeyi vaz' ile zulmettiklerinden derhal helak olmuşlardır.
Helaklerine sebep; emr-i ilâhiye muhalefet olduğundan işaret için azabın inzali emrolundukları sözü tebdil etmeleri üzerine terettüp ettiğinden lâ lafzıyla irad olunmuş ve şu tebdil sebebiyle zalim unvanını ihraz etmeye lâyık olduklarından Cenab-ı Hak iki defa zalim olduklarını beyan buyurmuştur.
Zikr-i ilâhiyi beyan hakkında varid olan elfazı, manâda muvafık lâfz-ı ahare tebdil caizse de tebdil olunmaksızın aynı lâfızla edâ etmek evlâ olduğuna âyet delâlet ettiği gibi manâda mugayir lâfz-ı ahare tebdil etmek caiz olmadığına ve tebdile cür'et eden kimsenin zalim ve fâsık olduğuna dahi âyet sarahatle delâlet eder.
Âsî olanların evvelâ tevbe ve saniyen ibadetle meşgul olmaları evlâ olduğuna işaret için Vacip Tealâ Sûre-i Araf'ta evvelâ kıtta ile istiğfar ve saniyen secde ile ibadet etmelerini emir buyurmuştur. Amma günahkâr olmayanlara evvelâ ibadet ve saniyen hazm-ı nefsedip taaccübü izale ve tevbe ile meşgul olmak efdal olduğuna işaret için bu âyette evvelen secdeyle ibadet ve saniyen hıtta kelimesiyle istiğfar etmelerini emir buyurmakla iki surede iki fırkanın hükümlerini ayrı ayrı beyan buyurmuştur.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'in .Jremal-i kabahatlerine işaret için zamir mevziinde ism-i zahir ve zulümlerini tasrih için ism-i mevsul varid olmuş ve taraf-ı ilâhiden emr olundukları tevbe ve istiğfarın bedeline başka kelime istimal etmekle emr-i ilâhiyi istihfafları sebebiyle vaki olan zulümleri helaklerine badi olduğundan semadan nazil olan bir azapla helak olmuşlardır. Bunların fısklan evvel ve âhir devam ettiğine işaret için fısklanm beyan hakkında mazi ve muzari siğalarıyla varid olmuştur.
Hulâsa; Beni İsrail'e birçok nimetler verildiği ve hayra ve saadete vesile olacak şeylerle emr olundukları ve bu evamire imtisal etmeyip tâatten huruç ederek zalim ve fâsık olmaları sebebiyle azab-ı ilâhi ile helak oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir. [48]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e vermiş olduğu nimetlerden dokuzuncu nimeti beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki, o zamanda Musa (A.S.) kavmi için su talefo etti. Biz Musa (A.S.)'a «Sen asam taşa vur» dedik. Emrimize imtisalen Musa (A.S.) asayı taşa vurunca taştan on iki pınar kaynadı. Her nas için su alınacak mevkiler ta-raf-ı nübüvvetten tayin olunduğundan on iki fırkadan her bir erleri su içecek mahallerini muhakkak olarak bildiler. Beyinlerinde su için asla nizâa mahal kalmadı ve taraf-ı ilâhiden Beni İsrail'e hitaben «Allah'ın rızkından yiyin ve için ve enva'ı fesad ile fesad edici olduğunuz halde arz üzerinde ifsad etmeyin» denildi ki, fesada sây etmekten külliyen men olunmuşlardır.]
Bu mesele, Beni İsrail hakkında dünya ve âhirete müteallik pek büyük nimetleri camidir. Çünkü; «Sahra~yı Tih»te asla su emaresi olmadığı halde susuzluktan helake karib oldukları bir zamanda memul edilmeyen bir taşa asayı vurmakla bütün Beni İsrail'in ihtiyacına kâfi nizadan hali suyun cereyanı dünyaca rahatı mucip olan nimetlerin en büyüğü ve hayırlısıdır. Çünkü su; her-şeyin ma bih-il hayatı olduğu gibi insanların hayatının bekasına hadim ve devamına vesile olan sebeplerin eh büyüğüdür. Zira; su olmadıkça insan için yaşamak mümkün olamaz.
Suyun cereyanı, Sâniin vücuduna ve kudretine ve Musa (A.S.)'m nübüvvetinin sıdkına delâlet eden delâilin azamı olduğu cihetle umur-u dinde dahi büyük mucizat ve nimettir. Fahr-i Ra-zi'nin beyanına nazaran asâ ile murad; Uz. Musa'nın elinde ejderha olar. asa-yı meşhuredir. Hacerle murad; mutlaka cins-i hacer-den birisi olmak ihtimali olduğu gibi dört köşeli bir hacer-i muayyen olmak ihtimali dahi vardır. Bu ihtimale nazaran Hz. Musa emr-i ilâhi üzerine o taşı kendi hurcunda taşır ve suya ihtiyaç his ettiğinde bir münasip mahalle kor, asayı vurur, dört köşenin her^ birinden üçer pınar cereyan eder ve Beni İsrail'in on iki kabilesinin herbirine bir pınar tayin olunarak herkesin kendi pınarından su alıp ihtiyaçlarını def ettiği mervidir. Ve bu ikinci ihtimal müfessirin beyninde meşhurdur.
Fail-i muhtar olan Sâni' Tealâ'nın vücuduna ve kudret-i kâ-milesine iman eden mümin ufacık bir cisimden altı yüz bin nüfustan daha ziyade Beni İsrail'in ihtiyacına kâfi suyun cereyanına taaccüb etmez. Çünkü; kudret-i ilâhiyeye nispetle bu misilli ahvali harikuladenin ehemmiyeti yoktur. Zira; an-ı vahidde Vacip Tealâ herşeyi halka kadir olunca cism-i sağirden büyük suları halka dahi kadirdir.
Gazevat-ı seniyenin bazılarında ashab-ı kiramın suya muhtaç oldukları zaman bizim Peygamberimiz (S.A.)'in parmakları arasından kâfi miktar suyun cereyanı dahi bu kabil mucizat-ı bahire-dendir. Şu kadar ki Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bizim Peygamberimizin bu babdaki mucizesi daha kavidir. Zira; suyun taştan çıkıp kaynaması adettir. Lâkin parmakların arasından kaynaması ve cereyanı mutad değildir. Şu halde Musa (A.S.)'m mucizesinde-ki garabet su çıkmayan bir taştan ve su yokken asayı vurmakla var olmasıdır. Taştan suyun cereyanı her zaman görülmektedir. Amma bizim nebimizin mucizesi hem yokken suyun var olması, hem de mutad olmayan parmaklardan cereyan* etmesidir. Binaenaleyh; Peygamberimizin mucizesi iki cihetle harikuladeyi muta-zammındır.
Musa (A.S.)'m bu mucizesi Allahü Tealâ'nın kudret-i kâmiline ve ilm-i tanımına delâlet eder. Zira; ufacık bir taştan büyük bir suyun cereyanı ve on iki kabileye göre on iki pınara taksim olunması ve asayı vurunca zuhur etmesi ve ihtiyaç bitinceye kadar cereyan edip ihtiyaç bitince kesilmesi elbette kudret-i kâmile eseridir.
Ebussuud Efendi'nin beyanına nazaran hacer; Tur-i Sina'dan alınmış ve Hz. Musa gittiği mahalle götürür mübarek bir taş olduğu veyahut Hz. Âdem'le Cennet'ten inmiş ve evlâd-ı Âdemden enbiyaya tevarüs tarikiyle intikal ederek asâ ile beraber Şuayb (A.S.)'a gelmiş ve Şuayb (A.S.)'m da asa ile beraber Musa (A.S.)'a teslim ettiği taş olduğu mervidir. El ilmü indallah. [49]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in sabırsızlıklarından bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki o zamanda «men» ve «selva» yi yeyip ve kudret-i ilâhiye ile taştan cereyan eden sudan içip meşakkatsiz tayyüş ve rahat ederken dünyaya meyl-ü muhabbetinizden nâşi gaflet üzere dediniz ki »Ya Musa! Biz taâm-ı valıid üzere elbette sabr edemeyiz. Binaenaleyh; Rabbına dua et bizim için arzın bitirdiği ekşi ve tatlı otlar ve mizacı soğutmak için eki olunan kabak ve hıyar ve kuvvet-i mizaç için halk olunan buğday ve hazmı kolay olan mercimek ve ekle iştiha ve istek veren soğandan bizim arzu ettiğimiz nimetleri Rabbin Tealâ yerden çıkarsın. Biz eki edelim ki o misilli nimetlerden mahrum olmayalım.»] İşte siz böyle demekle Musa (A.S.)'a ısrar ettiniz.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile taâm-ı vahitle murad; «Arz-ı Tih»te eki ettikleri men ve selvadır, muhtelif olmayıp daima bir siyak üzere bulunduklarından taam-ı vahid denmiştir. Beni İsrail Mısır'da ziraatle meşgul olup yerden biten hazravat ve saire ile ülfet etmiş olduklarından o gibi şeyleri talepte bulunmuşlar ve bir taam üzere devam insana melal verip iştihaca noksan iras, ettiğinden hava ve heveslerine tebean istemişlerdir. Bu misilli nimetler sahrada ve ıssız çöllerde bulunmayıp mamur beldelerde bulunduğundan bu vesile ile mamurelere vasıl olup «Sahra-yı Tin »ten kurtulmak istemişlerdi. Ellerinde bulunan «men» ve «selva» ya kanaat etmeyip başka şeyler taleb etmek masiyettir diyenler varsa da esah olan bir nimete nail olan kimse diğer nimeti talepten memnu olmadığı cihetle Beni İsrail'in diğer nimetleri talepleri masiyet değildir. Yalnız Cenab-ı Hakkın onlara zahmetsiz vermiş olduğu rızka kanaat etmeyip Sahra-yı Tih'te mevcud olmayan şeyleri talep etmekle Musa (A.S.)'ı iz'aç ettiklerinden dolayı itab-ı ilâhiye müstehak olmuşlar ve hırs ve tamalariria binaen zaman-ı saadette bulunanlar tevbih olunmuşlardır. [50]
Vacip Tealâ Kavm-i Musa'nın Musa (A.S.)'a «Biz daima bir siyak üzere taama sabr edemeyiz, bizim için Rabbin Tealâ'ya dua et de enva'ı afime halk eylesin» demeleri üzerine Musa (A.S.)'ın kelâmını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Musa (A.S.) onlara cevabında tevbih ve tekdir tarikiyle dedi ki «Siz hayır olan at»hneniz mukabilinde ondan daha aşağı ve daha adi olan şey mi istersiniz ve alâ olan nimetinizi ednaya mı tebdil edersiniz? O halde Fir'avn'in Ttnemleketi ve Kıpt ahalisinin kıtası olan Mısır'a inin.] Zira; Mısır'da enva'ı mihen ve meşakkat ve zahmet ve felâhat ve ziraatle sizin istediğiniz şeyler mevcuttur. Bin türlü mihnetle aradığınızı orada bulursunuz» demekle kavmini tekdir ve ellerindeki nimetin istedikleri nimetlerden daha hayırlı olduğunu beyan buyurmuştur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile hayr olan nimetle murad; men ve selvadır. Çünkü; men ve selva etle bal yani tatlı ile tuzlu olduğundan vücuda menfaat ve lezzet verdiği ve sâ'y-ü amele muhtaç olmaksızın hasıl olup vücuda zahmetsiz ve yarayışlı bir nimet olr duğu cihetle Beni İsrail'in istedikleri soğan, sarmısak gibi hazra-vattan elbette hayırlıdır. Beni İsrail'in otsuz ve susuz Sahra-yı Tih'e gelmelerine Musa (A.S.) sebep olduğundan dolayı ikide birde Hz. Musa'yı izac etmekten hali kalmazlardı. Arzu ettikleri şu nimetlerin «Sahra-yı Tih»de bitmeyeceğini bildikleri halde «Sahra-yı Tih»ten kurtulmak emniyesiyle Musa (A.S.)'ı izac ederlerdi. Bu muhavere, kudema-yı Beni İsrail ile Musa (A.S.) beyninde vaki olduğu halde evlâd-ı Beni İsrail ecdatlarının isrine ittiba ettiklerinden zaman-ı saadette bulunanlara hitab olunmuştur. Çünkü âbâ' ve ecdatlarından vaki olan hataları tahsin ettiklerinden onlar da tevbihe müstehak olmuşlardır. [51]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in isyanları sebebiyle müptelâ oldukları zül ve meskenete ve gazab-ı ilâhiye mazhar olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onlar e§ya-yı hasiseyi istemekle nefislerim zelil ve hakir kıldıktan sonra onlar üzerine zül ve meskenet darb olundu.] Zira;
nefislerine hıyanet edip kalpleri kasavetle dolduğundan şikak ve nifak tabiatlarında yer ittihaz etmekle zillü meskenete müptelâ olmuşlardır. Binaenaleyh; Yehud milleti her nerede görülse zelil ve hakir görülür ve nekadar zengin olsalar fakir bir halde sefalet içinde yaşarlar ve onlardan ziyade mala haris bir millet görülmez ve maişetleri de her milletin maişetinden daha aşağıdır. [Zillü meskenet kendilerini ihata ettikten sonra serair-i ibada muttali olan Allahü Tealâ'mn gazabına nıukarin oldular ve gazab-ı ilâhi ile rücû ettiler. Şu gazab-ı ilâhinin nüzulüne sebep; onlar Allah'ın âyetlerine küfr edip ve bigayn hakkın enbiyayı kati etmeleridir.] Tabiatlarında olan buğz ve adavet ve hased onları küfran-ı nimete sevk etti. Yalnız küfürle iktifa etmediler. Kendilerine maâlî-i diniyeyi talim ve salâh ve necatlarına sâ'y eden enbiya-yı kiramı katle cür'et ettiler ve bu cür'etlerinin sebebi; [onlar isyan edip Cenab-ı Hakkın kendilerine tayin etmiş olduğu hudud-u ilâhiyeyi tecavüz etmeleridir.] Hatta o kadar tecavüzatta bulundular ki, onlardan ferah ve necat ümidi kalmadı. İnad ve istikbarları haddini tecavüz ettiğinden gazab-ı ilâhiye mazhar ve zillü meskenete elyak oldular.
Beyzâvî'nin beyanına nazaran Allah'ın âyetleriyle murad; deryadan yol bulup geçmeleri, bulutun gölgelemesi, men ve selvanın nüzulü, taştan suyun cereyanı, Tevrat ve İncil gibi kitapların nazil olması, Tevrattaki âyet-i recmi ve Resulullah'm evsafını beyan eden âyetleri inkârla küfürlerinde ısrar etmeleri Zekeriya ve Yahya ve Eş'iya ve saire gibi enbiyayı kiramı katle cüret etmeleridir. Zira ufacık günahlara cüret; kebireyi irtikâba sebep olur. Binaenaleyh; insanın günah-ı kebireyi irtikâp korkusundan gü-nah-ı sağirenin semtine uğramaması lâzımdır. Çünkü nefis; ahkâm-ı şeriyeyi ihlâle azdan başlar, gittikçe cüretlenir ve hırslanır ve öyle bir hale gelir ki kebireler gözüne hiç görünür, hatta bir dereceye varır ki din-i mübini bütün bütün inkâra cüret eder ve bundan sonra her ne söylense dinlemek ihtimali kalmaz ve bu hal her zaman fasıklarda görülmektedir. Bunlara nazil olan gazab-ı ilâhinin sebebi; küfür ve enbiyayı kati etmeleri olduğu gibi isyan ve hudud-i ilâhiyeyi tecavüzleri dahi sebep olduğuna işaret için ( «illi ) lâfzı iki kere zikr olunmuştur. Çünkü; dünyada zelil ve hakir ve âhirette gazab-ı ilâhîye mazhar olmak her iki cihette fesadı mucip olduğundan sebebini beyanda tekid olunmuştur. Binaenaleyh; bir kere zillü meskenetlerine sebep küfürleri ve bir kere de isyanları ve hudud-i ilâhiyeyi tecavüzleri olduğu beyan olunmuştur.
Enbiya-yı izamın katli her halde bigayrı hakkın olursa da insanın bihakkın katlini mucip olan katil ve zina ve irtidad gibi onlar indinde katli icab eder esbaptan bir sebep dahi olmadığı halde katlettiler demektir. [52]
Vacip Tealâ ehl-i kitaba isyanları sebebiyle nazil olan azabı beyandan sonra ehl-i imana vasıl olacak ecr-i azîmi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlar din-i Muhammedi ile tedeyyün ve ih-lâs üzere iman ettiler ve şol kimseler ki onlar din-i Musayı kabul ile yehudiyeti veya din-i İsayı kabulle nasraniyeti ihtiyar ettiler veyahut din-i Nuhu ihtiyarla sabiiyette kaldılar. Onlardan Allah'ın vahdaniyetine ve yevm-i ahirete iman edip amel-i salih işleyen kimseler için Rableri indinde ecirleri vardır ve onlar üzerine azap ve ikaptan havf olmadığı gibi onlar mahzun da olmazlar.]
Yani; şol kimseler ki, onlar lisanlarıyla iman ettiler ve üm-met-i Musa'dan Yahudi ve ümnıet-i İsa'dan Nasara ve meleklere ibadet eden Sabiiyeden oldukları halde din-i İslâm zuhur edince Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete iman-ı halis ve amel-i salih işleyip sıdkile İslama dahil olanlar için Rableri indinde iman ve amellerine vad olunan eçr-i cezil vardır ve dünyada kılıçtan ve âhirette azaptan onlar üzerine korku olmadığı gibi onlar mahzun da olmazlar.
Yehud kelimesi Arabî olduğuna nazaran Yehud kabilesi Sa-nıirî'nin ihdas ettiği buzağı suretine ibadetten tevbe edip ihtida ettikleri için Yehud denilmiştir. Yahut Yakub (A.S.)'m büyük oğlu Yahuda'dan nıuarreb olduğuna nazaran Yakub (A.S.)'ın zürri-yetine büyük oğlunun ismine tesmiye kabilindendir ki büyük bir cemaate efradının ferdinden bir zatın ismiyle tesmiyesi kabilinden demek olur.
Nasara; Hz. İsa'ya «Nasıra» Karyesindeki ahali beraber bulunarak nusret ettiklerinden Nesara tesmiye olunmuştur.
Sabiîn ; itaatten huruçla din-i batıla meyi ettiklerinden Sabiîn denmiştir. Çünkü Beyzâvî'nin beyanı veçhile Sabiiye; Nesara ile Mecusi arasında yıldızlara veyahut meleklere ibadet eder bir kavimdir. Asıl dinleri Nuh (A.S.)'m dini olduğu mervi ise de itikadları bütün bütün batıl olduğu için din namına birşeyleri kalmamıştır. Binaenaleyh; Sabiiyenin kızları ile nikahlanmak ve kestiklerini yemek caiz olamaz. Zira; müşriklerdir.
Din-i Muhammedi ile tedeyyün ve iman-ı halis üzere bulunanların nimeti tam ve kederden safi ve daimi olduğunu Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Zira korku ve hüzünden ari nimet; elbette daim ve halistir. Çünkü; bir nimetin devamı olmazsa tükenmek korkusu ve kederden salim olmazsa hüznü mucip olmak zaruri olduğundan lâyıkıyla iman ve imanlarını amel-i salih-leriyle takrir ve takviye edenlerin hüzün ve havfleri olmadığını beyan etmek onların nail oldukları nimetlerin mükemmel ve noksansız olduğunu beyan etmektir.
Hulâsa; gerek suret-i zahirede iman edip batını nifak üzere olan münafıklar ve gerek Yehud ve Nasara ve Sabiiye ihlâs üzere iman ve imanın muktezası olan â'mal-i salihayı yçrine getirirlerse onlar için ecr-i azim vardır ve herkesin azaptan korktukları bir zamanda onlar için korku ve mahzun oldukları bir zamanda onlar için hüzün yoktur. [53]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan nimetlerinden onuncusunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki o zamanda biz Tevrat'a ittiba ve Musa (A.S.)'a iman ve evamirine imtisal ve neva-hisinden içtinab edeceğinize dair sizden ahd-ü misak aldık. Siz mutabaatten içtinab ve kitabın evamirini ağır addederek kabulden imtina ettiniz. Biz sizi ittibaa sevk için Cibril-i Emin vasıtasıyla üzerinize Tur Dağından bir parçasını kaldırdık ve «Size ita ettiğimiz ahkâmı kemâl-i kuvvet ve ciddiyetle üzerinize alın, kabulünden imtina etmeyin ve illâ dağı üzerinize ilka edip sizi helak edeceğiz» demekle tehdid ettik ve size emir ve tavsiye suretiyle «Muharremattan ittika etmekliğiniz için kitapta olan ahkâmı ta-mamiyle tafsil üzere tezekkür edin» demekle menafimize sizi ir-şad ettik, siz kitaba ittiba ve ahkâmıyla amel etmeye ahd-ü misak ettikten sonra iraz ve amel etmekten imtina eylediniz. Şu halde eğer sizin üzerinize Allah'ın fazlu ihsanı ve merhamet-i sübhanî-yesi olmamış olsaydı dünyada ve âhirette zarar edicilerden olurdunuz ve lâkin Allahü Tealâ resuller göndermek ve kitaplar inzal etmekle merhamet-i ilâhiyesi sizi hüsrandan kurtarmak üzere zuhur etmiştir.]
Beyzâvî, Hâzin ve Medarik'in beyanlarına nazaran Hz. Musa Tevrat'ı getirip ahkâmıyla amel etmek üzerlerine farz olduğunu beyan edince Beni İsrail Tevrat'ın ahkâmı meşakkatli olup altından kalkamayacaklarını beyanla kabulden imtina etmeleri üzerine Cenab-ı Hak Cibril-i Emin'e emredip Tur Bağının Beni İsrail'i ihata edecek miktarım üzerlerine kaldırdı ve ittiba etmedikleri surette dağın üzerlerine düşüp helak olacakları kendilerine tebliğ olununca yüzlerinin bir tarafı üzerine secdeye kapanıp diğer kısmıyla semaya nazar ederlerdi ve şu kahr-ı ilâhiyi görünce Tevrat'ın ahkâmını kabule ahd-ü peyman ettiler ve dağ da eski yerine iade olundu.
Yehudun secdeleri elyevm bir yüzleri üzerinedir ve bu secde ile azaptan halâs olduklarını ikrar ederler.
-Beni İsrail'in misakı; Tevrat'ın ahkâmıyla amel edip isyana bir dahi rücu etmeyeceklerine kaviyyen ikrar vermek ve Hz. Musa'ya ve Allahü Tealâ'ya ahdetmektir. Bu ahd-ü misakı verdikten sonra Beni İsrail'in Tevrat'ı tahrif ve ameli ihlâl ve enbiyayı katil ve sair maasiye cüret ettiklerini Vacip Tealâ cümle-i lâtifesiyle beyan buyurmuştur ki Beni İsrail'in kemal-i hamakat ve cehaletlerine ve hakkı kabulde inad ve istikbarlarma işaretle beraber tevbelerini kabul etmekle fazl-ı ilâhiye nail olmamış olsalardı h 'sran-ı ebedi ile zarardide olacakları beyan olunmuştur. [54]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan bazı in'amım beyandan sonra onların adem-i itaatlerinden dolayı üzerlerine nazil olan azaptan bazılarını beyan etmek üzerebuyuruyor.
[Zat-ı ulûhiyetime kesem ederim ki muhakkak sîz şol kimseleri bildiniz. Onlar sizin kavm-ü kabilenizden olarak Cumartesi günü tayin olunan hududu tecavüz ettiler. Onların ahd-i ilâhiden huruçları üzerine biz onlara hitaben dedik ki «Siz zelil ve hakir olarak maymun olun» onlar da derhal surette ve manâda maymun oldular. Binaenaleyh; biz onların maymun suratlarını o zamanda hazır ve mevcut olanlarına ve ondan sonra gelenlere ibret ve müt-takilere mev'ize kıldık.] Çünkü; isyan ve emr-i ilâhiye muhalefetleri sebebiyle onların suretlerini maymun suratına tebdil etmek o zamanda mevcud olan âsîlere ibret,olduğu gibi ilâ yevm-il kıyam asilere ibret ve müttakilere vaazdır.
Beyzâvî, Hâzin, Fahr-i Razi ve Nimetullah'ın beyanlarına nazaran bu vaka Davud (A.S.) zamanında sahil-i bahirde mevcud «Eyle» isminde bir karyede sakin olan Beni İsrail üzerine vaki olmuştur. Çünkü; onlar balık avlamak ve satmakla taayyüş ederlerdi. Cenab-ı Hak Cumartesi günü balık avından onları menetti. Onlar da Davud (A.S.)'a o günü avlanmamak üzere ahd vermişken gizlice sahile havuzlar kazıp, arklar açarak o arklar vasıtasıyla Cumartesi günü havuzlarına giren balıkları arkları kapayıp hapsederek ertesi gün avlamak suretiyle hileler düşündüler ve o yolda hilekârlıkla Cumartesi günü balık avına devam ettiklerinden Cenab-ı Hak onların suratlarım maymun suratına tebdil buyurduğunu bu âyetle beyan buyurmuştur.
Onlara maymun olmalarıyla emir; suret-i seriada tebeddüllerinden kinayedir, yoksa ernr-i teklifi değildir. Çünkü; onlar suretlerini maymun suretine tebdile kadir değillerdir ki emr-i teklifi . olsun.
Vacip Tealâ bu vakanın evvelin ve ahirine ibret ve ehl-i itti-kaya va'z-u nasihat olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü; itaati ilâhiyeden huruçla ahdini nakz edenlerin suretlerinin tebeddülü bu misilli kabayiha duret edecekleri tehdid ettiğinden elbette ibret ve muharremattan nüfuslarını muhafaza eden erbab-ı ittikaya vaazdır. [55]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan ukubattan bazısını beyandan sonra bazı âhari beyan, etmek üzere :buyuruyor.
[Zikr et ya Ekrem-er Kusul! Şol zaman ki o zamanda Musa (A.S.) kavmine hitaben dedi ki «Allahü Tealâ size bir sığır kes-mekliğinizi emr eder.» Kavm-i Musa cevap olarak «Ya Musa! Sen bizi maskara mı ittihaz edersin, sığır boğazlamakla kaatil taayyün eder mi?» dediler.] Ve böyle demekle Musa (A.S.)'m kelâmını istihzaya hami ettiler. Musa (A.S.) onların bu kelâmlarına cevap olarak [Naşı istihza eden cahillerden olmakhğıma Allahü Tealâ'ya sığınır ve iltica ederim dedi.] Ve kelâmının ciddi ve vahy-i ilâhiye müstenid olduğunu beyan ve onları maskara etmediğini ve istihzanın mertebe-i nübüvvete lâyık olmadığını onlara tefhim etti.
Beyzâvî, Hâzin ve Fahr-i Razi'nin beyanlarına nazaran bu vak'anın cereyanı şöyledir: Beni İsrail'den zengin bir kimsenin bir oğlu ve bir de . mcazadesi olup başka varisi bulunmadığından amcazade malına tama'la zenginin oğlunu öldürüp karyenin kapısından dışarı atmıştı. Diğer bir rivayette zenginin oğlu olmayıp amcazadesi varis olacağı cihetle istical ederek zengini katletti, kapı önüne attı. Sabahleyin kaatil* bir vaveyla ile maktulün demini taleb etti. Beni İsrail kaatili bulamadıkları cihetle aralarında fitne tezayüd eyledi. Bunun üzerine Beni İsrail Musa (A.S.)'a iltica ederek dediler ki «Cenab-ı Hakka dua et katil bulunsun ve şu fitne ortadan kalksın.» Musa (A.S.) dua etti. Cenab-ı Hak da bir sığır boğazlayıp bazı azasını maktule, vurunca meyyitin katilini haber vereceğini emr etti. Musa (A.S.) bu emri tebliğ etti. Beni İsrail bunu istihzaya hami ettiler ve dediler ki «Katilin bulunmasıyla sığır kesmek beyninde münasebet nedir, bizi istihza mı ediyorsun?» Bunun üzerine Musa (A.S.) Allah'a istİaze ve teberrie etti. [56]
Vacip Tealâ Musa (A.S.)'m istiaze ve teberriesi üzerine Beni İsrail'in tekrar duayı rica ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onlar Musa (A.S.)'ın "Bir sığır keseceksiniz» demesi istihza olmayıp ciddi olduğunu ve emr-i ilâhinin hu yolda zuhur ettiğini tayakkun edince dediler ki «Rabbina bizim için dua et, bakara genç veyahut koca mı olacak, beyan etsin. Bize keyfiyeti bildirecek beyan-ı ilâhi nasıl zuhur ederse ona göre bulalım.» Böyle demekle Musa (A.S.)'dan dua etmesini istirham ettiler. Musa (A.S.) onlara cevaben «o bakara bir sığır ki yaşı geçkin ve koca olmayacağını ve yaşı genç ve ufacık dana da olmayacağım ve belki bu ikisi beyninde orta yaşlı olacağını Allahii Tealâ buyuruyor. Binaenaleyh; emr olunduğunuz şeyi işlemek üzerinize vaciptir, işleyin» dedi.]
Musa (A.S.), çok söylenmek ve taharriyatta bulunmak haklarında iyi olmayıp hemen memur oldukları sığırı kesivermek kendileri için enfa' olduğuna işaret etmiştir. Lâkin onlar bu işaretten istifade etmediler. Tekrar be tekrar sual ile işi güce vardırdıklarımdan Cenab-ı Hak da bakara meselesini güçleştirmiştir. Yoksa evvel vürud eden emr-i ilâhi üzerine mutlaka bir sığır kesmiş olsalardı maksud hasıl olurdu. «İbn-d Abbas» Hz.'nin rivayetiyle Re-sulullah'm «Eğer Beni İsrail evvelemirde herhangi bakarayı mu-rad ederse kesmiş olsalardı kifayet ederdi. Lâkin nefisleri üzerine teşdid ettiler, Allahü Zülcelâl da teşdid etti.» mealindeki ha-dis-i şerifi dahi bu manâyı teyid eder. Kesilecek sığırın ekmeli ahvaline cevapta işaret olunmuştur. Zira; sinni küçük olan nakıs olduğu gibi sinni haddini tecavüz eden dahi nakıs olduğundan orta yaşlı olacağı beyan olunmuştur.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile Musa (A.S.) Cenab-ı Hak: kın kavminin suallerini is'af ve icabete kemal-i müsaadesine işaret için her defasında cevabı Vacip Tealâ'ya isnad buyurmuştur. Çünkü evvelinde ciddiyete hamletmediklerinden Cenab-ı Hak tarafından enırolunduğunu beyanda tekide ihtiyaç gördüğü cihetle her suale cevapta Vacip Tealâ'nm emri olduğunu beyan etmiştir. [57]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in kesilmesiyle emr olundukları sığırın yaşma müteallik keyfiyetten suallerine cevaben orta yaşlı olmasını beyandan sonra levninden sual ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Beni İsrail «Ya Musa! Rabbine dua et. Keseceğimiz sığırın rengini bize beyan etsin» dediler. Musa (A.S.) cevabında dedi kî «Rabbim Tealâ» bakmanın rengi şiddetli ve koyu sarı hatta levni bakanlara surur verecek kadar halis olacağını beyan buyuruyor.]
İşte Musa (A.S.) böyle demekle bakaranın rengini tayin buyurdu.
Fakı; şiddetli san demektir. San levnin insana sürür verdiğine bu âyet delâlet ettiğinden Hz. Ali (R.A.) Efendimizin «Bir kimse sarı pabuç giyerse kederi az olur.» buyurduğu Ebus-suud ve Medarik'in cümle-i beyanatındancur. İşte bu esasa binaen olmalıdır ki daha yakın zamanlara gelinceye kadar ulemanın ekserisi sarı mest ve san pabuç giyerlerdi. Fakat zaman tahavvül ettikçe adatın tahavvülü zaruri olduğundan bizim zamanımızda sarı mest veya pabuç giyilmeyip bunlar potin ve parlak kunduralara tahavvül etmiştir. [58]
Vacip Tealâ Beni İsrail tarafından kesilecek sığırın levni hakkında vaki olan sualin mutazammın olduğu levnine dair verilen cevapla iktifa ederek derhal emre imtisal edip orta yaşlı ve sarı renkli bir sığır kesivermeleri iktiza ederken tekrar suale avdet ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onlar dediler ki «Ya Musa! Rabbine bizim için dua et bakaranın keyfiyet-i muayyene ve müşahhasası nedir? Bize beyan buyursun. Zira; keseceğimiz sığır bizim üzerimize müşabih oldu. Çünkü; her ne zaman sual etmişsek cevabı evsaf-ı müştereke ile zuhur ettiğinden biz tayin edemedik. Meselâ san olacağı beyan olundu. Halbuki binlerce birçok sarı sığır var, hangisidir? Eğer meşiyet-i ilâhiye bizim matluba vasıl olmaklığımıza taalluk ederse biz ihtida eder emrolunan sığırı buluruz.»] Beni İsrail böyle demekle meşiyet-i ilâhiyeye iltica ettiler. Musa (A.S.) [Rabbim Tealâ buyuruyor ki emr olunduğunuz bakara bir bakaradır ki arzı nadas etmiş veyahut kuyudan su çıkarmış, ekin ve sebze suvarmış, yorulmuş ve zayıf düşmüş olmayacak ve cümle uyubdan salim olacak ve kendi levninin gayrı bir levn bulunmayacak. Velhasıl çifte koşulmuş, yorulmuş olmadığı gibi uyubdan salim ve renginde asla karışık olmayacağını beyanla evsafını tamamen tayin edince onlar da «İşte ya Musa! Şimdi beyan-ı hak ve cevab-ı tam getirdin» dediler.]
Resulullah (S.A.)'in «Eğer inşaallah dememiş olsalardı ebediyen matluba vasıl olamazlardı.» buyurduğu nıervidir. İnşaallah kelimesini husulü murad olan her umurda tekellüm menduptur. Zira; meşiyet-i ilâhiyenin nüfuzuna ve bunun haricinde birşey olmadığına delâlet ettiğinden maksud olan bir işin husulüne vesile ittihaz etmek emr-i lâzım ve menduptur. Binaenaleyh; Sûre-i Kehf te Vacip Tealâ «Yarınki gün işlenilecek şeye bugünden inşaallah yarın işlerim» denilmesini tarif ve tenbih buyurmuştur.
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran inşaatlah, ihtida ederiz demek; «Emrolunduğumuz bakarı buluruz», yahut «Katili buluruz»
yahut «Şu sualimizde dalâlet üzere değil hidayet üzereyiz» demektir. [59]
Vacip Tealâ emr olundukları bakara onlar indinde tamamiyle taayyün ve temeyyüz edip itiraza mecalleri kalmadığından zebhet-tiklerini ve halbuki evvelce birtakım sual ve cevapla taallül ve te-reddüd edip kesmeye karib olmadıklarını beyan etmek üzere: ( j^L-il^Kİ^U yAJi ) buyuruyor.
[Onlar matlub olan bakara tamamiyle taayyün edince aradılar, buldular ve çarnaçar kestiler.] Halbuki evvelce bakaranın bahası gali olduğundan ve rüsva olunmak korkusuna binaen sual ve cevapla taallül ve tereddüd edip memur oldukları şeyi işlemeye yaklaşmamışlardı. Bu âyette işlemeye karib olmamaları işin evveline ait olup zebh ettikleri memurun bihi hin-i icraya ait olduğundan âyette asla tenakuz şaibesi yoktur. Yani manâ-yı nazm-ı celil şöyledir: [Beni İsrail emrolundukları sığırı kestiler. Amma hemen hemen kesmemeye yaklaşmışlardı. Çünkü; o kadar sual ettiler ve taallül ve tereddüd gösterdiler kî, emr olundukları işi az kaldı işlemeyeceklerdi ve işlemeyecek bir hale yaklaşmışlarda. Fakat çarnaçar cemi-i şeraiti beyan olunup itiraza mecalleri kalmayınca muhalefet edemediler, emr olundukları sığırı kestiler.] demektir.
Fahr-i Razive Kazi'nin beyanlarına nazaran bu evsafla mev-suf olan bakara bir yetimin imiş, pederi Beni İsrail'den âbid ve salih bir zat olup vefatına karip bir- zamanda şu evsafı cami olan danasını vasi ve ağaçlık bir mer'aya getirerek «Ya Rabbi! Bu danayı sana emanet ettim. Oğlum büyüdüğünde bununla taayyüş eylesin» demiş idi. Bu vak'a zuhur edince emanet yerini bulmak zamanı hulul eder, o yetimden danayı derisi dolu altına satın alırlar. Halbuki o zamanın rayicine nazaran o sığırın kıymeti üç lira olduğu mervidir. Fakat matlub olan evsafı haiz ancak o sığır bulunup ve onu da birçok zaman arayıp pek güç olarak bulmakla beraber katili b'ûlmak hususunda çekilen mihnetler onunla bertaraf olup fitne ve ıztıraptan halâs onun vücuduna mütevakkıf olduğu cihetle o sığırın kıymeti arttıkça arttı. Binaenaleyh; dana sahibi her ne isterse verip almaya mecbur oldular. Çünkü; pederinin duası ve oğluna ulüvv-ü himmeti yerini bulacak ve Allahü Tealâ'ya olan emaneti lâyıkı veçhile eda olunacak. İşte sulehadan her zaman maddi ve manevi menfaat görüldüğü gibi bilhassa salih bir peder sulbünden nazil olmak insan için her cihetle menfaatten hali olmayacağına hariçte binlerce misal müşahede olunduğu gibi bu misilli ümem-i maziyenin bizlere nakl-ü beyan olunan ahvalleri dahi delil-i kâfidir. Zira sulehaya mensub olmak; insanlar için herzaman bir şereftir. Evlât o şerefi muhafaza ederse nurun alâ nur olur ve eğer zayi ederse pederin şerefine bir halel gelmez. [60]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine bir sığır kesmek vacip olduğunu ve onların emr-i ilâhiyi istihza ve sualde teşeddüd edip emre imtisale müsaraati terk ile müsamaha ettiklerini beyanla samiîn için bakaranın zebholunmasıyla emrin sebep ve hikmetine kemal-i şevk hasıl olduktan sonra sebebini beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Zikr edin ey Beni İsrail! Şol zamanı ki, o zamanda siz bir nefs-i masumu kati ettiniz, bunun üzerine muhasama ve münazaa eylediniz ve maktul olan nefis hakkında herbiriniz nefsinin bera-atini iddia ederek âîıarı itham etmek istediniz ve herkes emr-i katilde yekdiğerine atf-ı cürüm etmekle nefsinin halâsına say etti ve bu yolda beyninizde fitne ve fesad ve mücadele ve münazaa vuku buldu. Halbuki cemi1 esrarınıza muttali' olan Allahü Tealâ sizin ketmettiğiniz şeyleri izhar eder. Siz hernekadar saklasanız Allahü Tealâ o sakladığınız kabayihi elbette ilân eder. Ve yekdi-ğerinize atf-ı cürüm ettikten sonra biz size bir muayyen bakara kesmekliğinizi emrettik ve siz birtakım suallerden sonra bakarayı bulup kesince biz size emrettik ve «Bakaranın bazı azasını maktul meyyite vurun. Meyyit dirilir, katilini haber verir» demekle katili size bildirmek murad ettik. Siz sığırın bazı azasını katile vurdunuz. Maktul dirildi ve katilini haber verdi. İşte şu maktulü ihya edip size gösterdiğimiz gibi Allahü Tealâ yevm-i kıyamette mevtayı diriltir ve kıyamette mevtayı ihyanın vukuuna delâlet eden âyetleri sizin taakkul edip mutekadat-ı şer'iyenin cümlesine iman etmeniz için size gösterir.] Beyzâvî'nin beyanı veçhile emr-i katli ika eden bir şahıs ise de kabileden bir fert olup katil, kabile içinde vuku bulduğundan mecmuuna isnad ve hitab olunarak «Siz kati ettiniz» denmiştir. Çünkü; bir kabileden bir şahsın fiilinin o kabilenin cümlesine isnad olunması adettir.
Meyyite vurulan uzvun bakaranın lisanı veya kuyruğu veyahut baldın olması hakkında rivayetler varsa da âyette tayin olunmadığı için tayininden sükut etmek daha evlâdır. Meyyite sığırın uzvunu vurunca dirilip katili haber verdikten sonra biruh olarak yere düştüğü mervidir.
Bu meseleyi beyandan maksat; erbab-ı ukulün tefekkür ve teemmül edip Cenab-ı Hakkın, Ölmüş bir şahsı ihyaya kadir olacağına istidlal etmeleridir ve meselenin uzayıp iptida cevap verilmemesi de vacibi edada külfet ihtiyarı lâzım olmak ve yetimin menfaati muhafaza ve yetimin pederi tarafından tevekkülün bereketine işaret olunmak ve pederin evlâdı üzerine şefkati rızıkta berekete vesile olduğunu beyan etmek ve birşeyi arzu eden kimsenin evvelinde kurban kesmesi o şeyin husulüne vesile olmak ve kurban kesen kimsenin iyi kurban intihab etmesi de elzem olduğuna işaret etmek gibi birtakım hikmetler vardır. Çünkü; Beni İsrail katili bulmak hususunda birçok ıztırap çektikleri halde bulamadılar ve bulunmasını ez can-ü dil arzu etmişlerdi. Şu arzularının husulünü Cenab-ı Hak'tan istirham etmeyi Musa (A.S.)'dan rica ettiler. Musa (A.S.)'ın Allahü Tealâ'ya dua etmesi üzerine Cenab-ı Hak bir kurban kesip ve kurbanın dilini maktula vurmalarını emir buyurdu. Fakat onlar kurbanın keyfiyetini sual etmekle işi uzattılar. Şeriat-i islâmiye ve bilhassa İmam-ı Azam mezhebinde bu meselenin hükm-ü serisi bir mahalde maktul bulunup katili malûm olmadığında hakim o mahallenin sulehasından elli kişi intihab eder. Onlara kati etmediklerine ve kati edeni bilmediklerine yemin verir. Eğer yemin ederlerse mahalle ahalisi katilden beridir, eğer yeminden nükûl ederlerse mahalle ahalisinden maktulün diyeti alınır. [61]
Vacip Tealâ bu kadar delâili gördükten sonra kalplerinin müteessir olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Maktulü ihya edip katili tayin hususunda münazaa ve mücadeleden ve fitne-i katilden halâs olup kudretullaha delâlet eden âyetleri gördükten sonra kalpleriniz katı oldu. Halbuki gördüğünüz alâmetler kalplerinizi yumuşatmak icab ederdi. Kalpleriniz kasavet peyda edince kulûb-u kaasiye salâbette taş gibidir veyahut kasavette'taştan daha şiddetlidir. Zira; taşlardan bazısının sanatla müteessir olup yumuşayanları vardır. Çünkü; taşın bazılarından sular, nehirler cereyan eder ve bazıları yarılır ondan su çıkar, akar ve bazıları Allah'ın havf-ü haşyetinden yukarıdan aşağı dökülür ve şu tadad olunan suretlerin taşlarda bile tesiri görülür. Halbuki sizin kalplerinizde o teessür yoktur. Hariçten ve dahilden müteessir olmak ruh-u insanî şanından iken sizin kalpleriniz taşlardan daha aşağı bîr derekeye inmiştir ve Allahü Tealâ sizin amellerinizin cümlesinden gaflet edici değildir.]
Beyzâvî ve Hâzin'in beyanları veçhile kasavet; salâ-betle beraber kalın ve katı manasınadır. Kalbin kasaveti; «teessürden gayet uzak manâsına ibret almaktan imtina ediyor» demektir. Yahut, kalplerini yumuşatacak birçok şeyi gördükleri için kasavetten uzak olmak lâyık olduğuna işaret zımnında ( < ) lâfzı varid olmuştur.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kelimesi insanları muiıayyer kılmak içindir, Yani «Katı olan kalpleri isterseniz taşa teşbih edin ve isterseniz daha şiddetli birşeye teşbih edin» demektir. Yoksa tereddüd manâsına değildir. Zira; allâm-ül guyub olan Al-lahü Tealâ'dan tereddüd muhaldir;
Taştan bazı cihetle intifa olunup kulûb-u kaasiyeden asla intifa olunmadığı cihetle taştan daha eşeddine teşbihin cevazına işaret buyurmuştur.
Allah'ın haşyetinden taşların dökülmesiyle, murad; zelzele ve kesret-i bârân ve şiddetli rüzgâr gibi alâmat-ı ilâhiyeden müteessir olup dökülmek veyahut tecelliyat-ı ilâhiyeden müteessir olup emr-i ilâhiye imtisal etmek manasınadır. Kâfirlerin kalpleri ise hiçbir şeyden müteessir olmaz, küfür üzere musir ve inatlarında devam ettiklerinden taştan daha katı olduğu beyan olunmuştur.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile kasavet-i kalbi izale edecek birçok âyetleri ve alâmetleri müşahede ettikten sonra Beni İsrail'in kasavetleri uzak bir emir olduğuna ve uzak addolunmaya
lâyık bulunduğuna işaret için istib'ada delâlet eden ( f ) kelimesi varid olmuştur. Çünkü; kalbe liynet verecek delâil-i adide görüldükten sonra halâ kasavet üzere bulunmaları hakikatte çok görülen ve insana nazaran uzak addolunmaya seza olan şeylerdendir ve kasaveti kalplerinin devamına işaret için devama delâlet eden cümle-i ismiye varid olmuştur.
Beni İsrail'den küfr üzere ısrar edenlerin kalpleri en katı olan taştan daha aşağı olduğu ve halbuki taşların her nev'i Allah'ın emrine muti ve münkad oldukları ve herbirinde ayrı ayrı su cereyan etmek ve yarılıp içinden su çıkmak ve Allah'ın korkusundan yukarıdan aşağı dökülmek gibi tecelliyat-ı ilâhiye ve haşyet-i süb-haniye görüldüğü halde böyle şeylerin kâfirlerde görülmemesi hakikatte baid addolunan şeylerdendir. Kâfirlerin amellerinden gafil olmadığını beyanla Cenab-ı Hak kalbi katı kâfirleri tehdid etmiştir. [62]
Vacip Tealâ kudema-yı Yehudun kabayihini beyandan sonra zanıan-ı saadette bulunan Yehudun kabayihini de beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz onların kalpleri müteessir olur ve iman etmeye şalih ve iman ederler zanneder de sîze iman ederler mi ümid edersiniz? Bunların kıssalarını işitip habasetlerini ve denaetlerini ve sû-u muamelelerini bitmediniz mi ki imanlarını ümid edersiniz? Halbuki onların âbâ' ve ecdatlarından muhakkak bir fırka vardır ki o fırka kelâmüllahm hak olduğunu teemmül ve taakkul edip bildikten sonra tağyir ve ahkâmını tebdil ederler.] Halbuki kendilerinin mükâbere ve inatlarını bilirlerdi. Şu halde Allah'ın kitabını tahrife cüret edenlerden iman ümid etmek baiddir.
Ekser-i müfessirinin beyanları veçhile bu âyette hitap; Re-sulullah'a ve müminleredir. Ve âyet; Yehud taifesini zem ve kadh'dir. Çünkü; onların selefleri kitabullahı tahrif ve enbiya-yı izam hazaratıyla birçok münazaa ve mücadele ettikleri gibi Re-sulullah'ın evsafını dahi ketmettiler ve zaman-ı saadette bulunanlar Resulullah'ın âhir zaman nebisi olduğunu şüphesiz bildiler. Lâkin riyasetlerini muhafaza için dünyalarını din üzerine tercih ettiler. Hatta tenhada birbirlerine hakka nebi olduğunu söylerler. Fakat Araptan olduğu için bize iman lâzım değil derlerdi.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette hemze-i istifham zaman-ı saadette bulunan Yehudun imanlarını istib'ad içindir ve bu istib'ad seleflerinden vaki olan kabayihle ispat olunmuştur. Çünkü, selefleri Musa (A.S.)'dan enva-ı mucizatı gördükleri halde az bir zamanda Musa (A.S.)'m müfarakat etmesiyle Samirî'nin yaptığı sığır suretine ibadet ve kelimesiyle istiğfar etmeleri erar olundukları halde tebdil ederek yerine demekle emr-i ilâhiyi istihza ve sair âyetlerde beyan olunan enva-ı ka-bayihe cüret ettiler. Şu halde manâ-yı âyet şöyledir: [Siz bunların eslâfmdan sudur eden cinayatı işitmediniz mi ki, bunların iman etmelerini ümid edersiniz?! [63]
Vacip Tealâ Yehudun kabayihinden diğer bazılarını beyan etmek üzere :buyuruyor.
[Medine'de bulunan ychud taifesi ashab-i Resululiah'tan müminlere mülâki olduklarında «Sizin iman ettiğiniz zata biz de iman ettik» derler ve yehudilerden bazıları bazılarıyla halvet olup tenha kaldıklarında «Müminler Rabbiniz hıdinde söylediğiniz sözle size galebe etsinler için mi Allah'ın size feth edip beyan ettiği esrarı onlara haber verirsiniz, bunu haber verir de zararını taakkul ve tefekkür etmez misiniz?» derlerdi. Onlar batınlarında küfrü gizlerler ve zahirde iman ettik derler de gizledikleri ve açıktan işledikleri cemi efallerini Allahü Tealâ'nın bildiğini bilmezler mi?]
Tefsiri Hazin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet Medine'de bulunan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü; ehl-i Medine Yehudün Tevrat'a iman ettiklerini bildiklerinden Resulullah hakkında reylerini sual ettiklerinde onların münafıkları «Biz de iman ettik. Tevrat'ta beyan olunan âhir zaman nebisi budur, evsafı Tevrat'a muvafıktır» derlerdi. Sonra rüesa-yı Yehudla tenha kaldıklarında rüesa bunları tekdir eder ve derlerdi ki: «Allah'ın sizin üzerinize beyan ettiği esrarı ehl-i imana haber mi verirsiniz ki, bu haber verdiğiniz şeylerle Rabbiniz indinde onlar size galebe ederler ve derler ki: «Siz demediniz mi? Muhammed (S.A.) hakkaa resuldür ve âhir zaman peygamberidir, evsaf-ı nebevileri Tevrat'a muvafıktır. Bunları beyan ve ikrar ettiğiniz halde niçin iman etmediniz?» İşte böyle demekle Rabbiniz indinde sizi terzil ederler. Şu halde hasmınızın eline kılıç veriyorsunuz ve kendi sözünüzle kendinizi ilzam ediyorsunuz. Bunun zararını düşünmez misiniz?» demekle rüesa-yı Yehud, Yehudun münafıklarını tekdir ederlerdi. Çünkü; âhirette bilmeyerek batılı ihtiyar edenden, bilerek batılı ihtiyar edenin cezası ve rüsvalığı ziyade olacağı aşikârdır. Zira; bilerek batılı irtikâb eden kimsenin cinayeti ikidir: Birincisi ilmiyle amel etmediğidir. İkincisi; batılı irtikâb etmesidir. Şu halde azabı iki kat olacağında şüphe yoktur.
Allahü Tealâ gizli ve aşikâr ef allerini bildiğini beyanla Ye-hudu tehdid buyurmuştur. Zira; onlar küfrü gizler, imanı izhar eder, Tevrat'ın Resulullah'a müteallik olan ahkâmını saklar, ke-lâm-ı ilâhinin mevziini değiştirir ve hilafını izhar ile manâsını tağyir ederlerdi. [64]
Vacip Tealâ ulema-yı Beni İsrail'in hal-ü şanlarını beyandan sonra avânım halini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yehuddan bazıları ümmiler ki, kitabı ve kitabın inzalini ve ahkâmını ve evamirine imtisal ile nevahisinden içtinabı ve mûte-kadât-ı şer'iyeyi bilmezler. İllâ birtakım yalanlar ve âlimlerinin yazdıkları erâcîü bilirler ve onlar nefislerinde ukalâ zümresinden değillerdir. Ancak kendilerini ukalâdan zannederler ve umurlarında rüesayı taklid ederler.] Halbuki itikadatta taklide itibar yoktur.
Bu âyette kitabı bilmeyen ümmîlerle murad; Yehudun avamıdır. Zira ümme ; okuyup yazmak bilmeyen "çekeledir ki, ulema ve rüesayı taklid ve onların söylediklerini bilâ teemmül ka-bui ç&eriet ^e bunların itikadları zan üzere olur. Cehele-i Yehud istidlale muktedir olamadıklarından yakin üzere itikad etmediklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.
Emani ; yalan olan sözlerdir ki, Yehud cühelasının rüe-sasından işittikleri yalan ve iftiralardır. Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet maarifin kisbî olup zarurî olmadığına delâlet eder. Zira; kesb etmeyip zanla iktifa edenleri âyette zem vardır. Eğer kisbî olmasa zem lâhik olmazdı. Usul-ü dinde zanla iktifa caiz değildir. Fakat furû-u â'malde zanla iktifa caizdir. Cehele-i Yehudun reislerinden dinledikleri yalanlar şunlardır: «Cennete kimse girmez, ancak Yehud girer. Yehudiyi Cehennem ateşi mes etmez, illâ muayyen birkaç günde mes eder.1 Evlâd-ı enbiyadan oldukları cihetle onlar Cehennem'e girmeyeceklerdir.» gibi birtakım yalanlardır.
Yehudda mevcud olan fırkalar ümmet-i Muhammed'de dahi vardır. Zira; hakka inat edip gayrı izlâle sâ'y eden ve ilmiyle âmil olup ifrat ve tefrit cihetlerinden içtinab eden ve sırf mukallid olanlar mevcuttur. [65]
Vacip Tealâ ehl-i kitaptan kitabı bilmeyen cahiller olup onların itikadı ilm»i yakın üzere müstenid olmayıp zan üzere müp-, teni olduğunu beyandan sonra onları aldatan ulema ve rüesanın duçar olacakları helaki beyan etmek üzere buyuruyor.
[Helâk-i azîm ve hirmaıı-ı cesim şol kimseler içindir ki, onlar kitabın tahrif ve tağyir olunan âyetlerini ve ârâ-yı faside ve efkâr-ı kasidelerine muvafık tevilât-ı batıleyi kendi elleriyle yazarlar ve yazdıkları yalan mukabilinde azıcık bir para almak- için yazdıktan sonra «İşte şu bizim yazdığımız taraf-ı ilâhiden nazil olan âyetlerdir.» derler. Onlar elleriyle yazdıkları şeyler sebebiyle helâk-i ebedi onlar içindir. Ve kesbettikleri cinayetten naşi azab-ı ebedi onlara mahsus hazırlanmıştır. Binaenaleyh; kesbettikleri seyyiatın ceza-yı sezasını göreceklerdir.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Cenab-ı Hak Yehudun süfeha ve rüesasını bu âyette iki cinayetle itham buyurdu: Birincisi; zu-afa-yı naşı izlâl için elleriyle birtakım batıl şeyleri yazmalarıdır. İkincisi; yazdıkları ebâtiyli Allahü Tealâ'ya isnad etmeleridir. Bundan Yehud ulemasının garazları; azıcık dünya metaı olduğunu beyanla Yehudun denaet-i tabiatlarını ve habaset-i tıynetlerini beyan buyurmuştur. Çünkü; insanı âkil, âhirette azıcık azab için dünyada birçok mala razı olmazken bilâkis onlar dünyada azıcık mal için âhirette azab-ı ebediyi ihtiyar ettikleri cihetle denaet-i tabiat ve hamakatlerini meydana kodular.
Tevrat'ı tahrifleri ancak dünya için olup diyanet için olmadığım Vacip Tealâ bu âyette beyan ve nihayet şekavetlerine işaret buyurmuştur.
Batıl üzerine gayrın malını velev bir rıza olsun almak ve o malı ekletmek haram olduğuna âyet delâlet eder. Çünkü; Tevrat'ı tahrif edenlerin aldıkları sahiplerinin rızalarıyladır. Halbuki bu halin azâb-ı azîme sebep olduğu beyan olunmuştur; çünkü; bâtıl mukabilinde aldılar. Binaenaleyh; batıl olan şey mukabilinde mal almak haram olduğu gibi yazmak dahi haram olup azabı mucip olduğu beyan olunmuştur.
Hulâsa; âyette üç cihetle azaba istihkak kesb ettikleri beyan olunmuştur : Birincisi; azıcık mala tamaen Allah'ın kitabını tahrif edip Allah'a isnad etmeleridir. İkincisi; gayrı izlâl için ebâtıyli yazmalarıdır. Üçüncüsü; kesbettikleri mallandır [66]
Vacip Tealâ Yehudun kabayihinden nev'i ahari beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Yehud taifesi elbette bizi ateş mes etmez illâ muayyen-birkaç günde ateş mes eder dediler. Ya habibim! Sen tevbih ve tekdir tarikiyle onlara cevaben söyle ki, «Siz muayyen birkaç günde azap mes edeceğine dair Allah'tan ahid mi aldınız? Eğer Allah'tan ahd aldımzsa Allahü Tealâ ahdinde elbette hutfetmez, ahdini yerine getirir. Yoksa Allahü Tealâ üzerine bilmediğiniz şeyleri iftira olarak mı söylüyorsunuz?»]
Beyzâvî ve Hâzin'in beyanlarına nazaran eyyam-ı nıadûde ile muradlan; buzağıya ibadet ettikleri kırk gün müddettir ki onlar o kırk gün mukabilinde âhirette kırk gün yanacaklarını itikad ederlerdi. Yahut onların itikadında dünyanın müddeti yedi bin senedir. Her bin seneye mukabil bir gün Cehennemde kalarak yedi gün yanacaklarını murad etmişlerdir.
Ahidle murad; haber ve vaaddir. Yani «Sizin sayılı birkaç gün muazzep olacağınıza dair Allah'tan haber ve vaad mi aldınız? Eğer vaad aldmızsa Allahü Tealâ vaadinde hulfetmez» demektir.
kelimesi hemzeye mukabildir. Yani «Ahd mi aldınız, yoksa bilmeyerek Allah'a iftira mı edersiniz?)) demektir.
Allahü Tealâ'nm vaadinde ve vaîdinde kizb olmayacağına âyet delâlet eder. Zira; Cenab-i Hakkın ahdinde yani vadinde hulf etmeyeceği beyan olunmuştur. Çünkü; Fahr-i Razi'nın beyanı veçhile vaadinde hulf, yalan ve noksandır. Vacip Tealâ ise noksandan münezzehtir.
Delile istinad etmeksizin söz söylemek batıl olduğuna âyet, delâlet eder. Zira; bilmedikleri şeyi sÖylemeleriyle Cenab-ı Hak tekdir buyurdu.
Vacip Tealâ Yehudun «Cehennem ateşi bize isabet etmez. Ancak birkaç gün isabet eder» dediklerini red etmek üzere buyuruyor.
[Ey Yehud! Emr-i hal ve şan sizin dediğiniz gibi değil, belki indallah hak ve sabit olan ve ibadi üzerinde cari ve müstemir bulunan sünnet-i seniyye-î ilâhiye günah kesb edip ve kesbetmiş olduğu hatalar o kimsenin her tarafını ihata ederse işte o makule kimseler Cehennem'e mülâzimler ve ebediyen cehennemde kalıcılardır.]
Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile her tarafını mâ-siyet ihata eden kimseyle murad; kâfirdir. Çünkü; mümin herne-kadar fasik olsa dahi kalbiyle tasdiki ve lisanıyle ikrarı bulunduğundan her tarafını hatâya istiab edemez. Zira; «hatîe ihata etmiş» demek; «mâ'siyetten hâli bir uzvu kalmamış» demektir. Bu manâya nazaran hatîe, ancak kâfirde tahakkuk edebilir.
Bir kimse bir günah işleyip de o günahtan halâsın çaresini aramazsa daha büyüğüne cür'et eder ve gittikçe günahı tezayüd eyler ve nihayet o derece musir ve münhemik olur ki asla azasından hiçbir uzvunun masiyetten hâli kaldığı zamanı- bulunmaz. Çünkü; her azanın kendine göre masiyetten haz ve nasibi vardır. Hatta masiyetten o kadar lezzet alır ki, bütün emeli masiyet olduğu gibi masiyetten men' edeni dahi sevmez olur. Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile seyyie ; sağire ve kebire cümle maâsiye şamiJ olduğundan maâsiden herhangisi olsa muhalledün finnar olmasını mucip olur. Vehmini def için muhalledün finnar olmasını mucip olan cemi cevanibini ihata eden mâsiyet olduğu beyan olunmuştur.
Cehennem'i icab eden esbaba dünyada müdavemet ve mülâ-zemet ettiklerinden âhirette dahi müsebbeb olan Cehennem'e ebedi mülâzim olacakları beyan olunmuştur.
Bâlâda beyan olunduğu veçhile âyet-i celile kâfirler hakkında olduğundan günah-ı kebire sahibinin muhalledün finnar olmasına delâlet etmeyeceği cihetle ehl-i kebirenin muhalledün finnar olmasına dair mû'tezilenin bu âyetle istidlalleri batıldır. Bu âyette hatîe ile murad; şirk ve küfür olduğuna dair «îbn-i Abbas» Hz.'nin rivayeti dahi mutezileyi red eder. [67]
Vacip Tealâ kâfirlerin muhalledün finnar olacaklarını beyandan sonra müminlerin muhalledün filcennet olacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlar iman ettiler ve imanlarının muktezası olan amel-i salihi işlediler, İşte iman edenler ve amel-i salih işleyenler Cennet'e mülâzimlerdir, onlar Cennet'te ebedi kalıcılardır.]
Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile Vacip Tealâ'mn Kur'ân'da mürtemir olan âdâtı; âsî olanları azabıyla tehdid buyurduğu gibi muti olanları sevabıyla tebşir etmektir. Zira; küfr üzere musir olanlara azab-ı dâimle hükmedince adaletini ve fazl-ü ihsanını izhar için iman üzre devam edenlere de nimeti bâkiye-siyle hükmeder, binaenaleyh müminin azaptan korkusu ve sevabı ümidi idi, her ikisi müsavi olmak lâzım olduğuna Resulullah «Müminin azaptan havfiyle rahmeti ümidi tartılmış olsa her ikisi denk olmalı» hadisiyle işaret buyurmuştur.
Bu âyet; amelin imandan hariç olduğuna delâlet eder. Zira ameli iman üzere atf etmek; matufla matufun aleyhin mugayir olması kavaid-i Arabi iktizasından olduğu gibi amel, imanda dahil olsa imam zikirden sonra ameli zikir tekrarı mucip olurdu. Ke-lâm-ı ilâhi ise faidesiz tekrardan münezzehtir. Bu âyet-i celile küfürden mada büyük günahı irtikâb eden müminin günahı miktarı azab olunursa da Cennet'e dahil olacağına delâlet eder. Zira; iman ve amel edenin Cennet'e gireceğine ve onda muhalled kalacağına âyet delildir. [68]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in dünyaca nimetlerini ve o nimetlere şükretmeyip birtakım masiyetler irtikâp ettiklerini beyandan sonra onlara vaki olan bazı tekâlif-i ilâhiyeyi beyan etmek üzere buyuruyor.
Ey Resul-i Ekrem! Zikret şol zamanı ki o zamanda biz azimüş-şan Beni İsrail'den ahd-ü misak aldık ve onlara dedik ki «Siz ibadet etmeyin, ancak mabudun bilbak olan AİVâhü Tealâ'ya ibadet
edin.»] Zira, Allahü Teaüâ-sizi yoktan var etti ve enva-ı lûtf-ü ke-remiyle terbiye ve taltif eyledi. Binaenaleyh; ibadete müstehak ancak Vacip Tealâ olduğundan ibadetinizi ona hasretmeniz lâzımdır [Ve sizin vücudunuza sebeb-i zahiri olup besleyen ve büyüten, ananıza ve babanıza ihsan edin.] Onların ihtiyacına malınızı sarf ve aza ve cevarihinizle hizmet edin ki onların size hal-i sabavetinizde vaki olan nimetlerinin şükrünü ifâ ve hukuki ebeveyni ancak eda etmiş olasınız. [Ve ebeveyniniz vasıtasıyla size mensub olan akraba ve ta-allükatınıza ve umuruna tekeffül etmiş kimsesi bulunmayan yetimlere ve bazı mevaniden dolayı maişetini kesbe muktedir olamayan fukara ve mesakîne ihsan ve şefkat ve merhamet edin ki onların hukukunu ve meziyet-i insaniyeyi yerine getirmiş olasınız ve size karabeti olan ve olmayan cemi5 nasa güzel söyleyin ki cinsinize olan rikkat ve mahabbeti izhar etmekle onları memnun etmiş olasınız. Ve insanlara hüsn-ü muamelenizle beraber cemii azanızın şükrü olan namazı ikameyle canib-i ilâhiye teveccüh-ü tamla teveccüh edesiniz ve yalnız ibadet-i bedeniyeyle iktifa etmeyip nefsinizden denaet-i buhlü izale için zekâtınızı muhtaç olanlara verin ki malınızın şükrünü eda etmiş olasınız. Biz; saadet-i dünye-viyenizle vusule sebep olan şu ibadatla emr ettikten sonra siz bu tekâlifi arkanıza atarak iraz ettiniz. İllâ sizden pek az kimseler tekâlifi kabul ve ımıktezasryla amel ettiler, halbuki siz haktan iraz edicisiniz.]
Tefsir-i Hâzin'in beyanı veçhile Vacip Tealâ bu âyette insan üzerine lâzım olan vezaifi icmalen tertip üzere beyan buyurmuştur. Çünkü; Allah'ın insanlar üzerine nimeti büyük ve çok olup halk ettiği insan için vacip olan; herşeyden evvel Allah'a ibadettir.
Bundan sonra tatbiki azîm ve vacip olan ebeveyne riayet ve itaattir. Çünkü; insanın ebeveyni; vücuduna sebep olup hal-i sa-bavetinde ve herşeye muhtaç olduğu bir zamanda her umurunu kâfil ve her hususunu himaye ederek kendisini enva'ı lûtf-ü kerem ve şefkatle terbiye ettiklerinden insan için ikinci mertebede vazife; onlara itaat ve şükürlerini ifa etmektir. Binaenaleyh; ebeveyni kâfir olsalar dahi masiyet olmayan şeylerde onlara itaat vaciptir. Eğer ebeveyni kâfir ise onları tatlı lisanla dine davet etmek ve âsî ise ibadete terğib ve teşvik eylemek kezalik onlara riayet cümlesindendir.
Bundan sonra lâzım olan husus akrabaya riayettir. Zira akrabanın hukuku; ebeveyn vasıtasıyla hasıl olduğundan ebeveynin hukukuna tabi ve o cümledendir. Binaenaleyh üçüncü mertebede vazife; onların hukukuna riayet etmektir.
Pederi vefat etmiş çocuğa — yetim — ibraz-ı şefkat ve riayet ve kendisinin ihtiyacını defetmek dördüncü mertebede vazife-i in-saniyedendir. Çünkü; eytamın mesalihini tesviye edecek kimsesi olmadığından bunlar her veçhile mutac-ı atıfettir.
Kezalik fakrü vifaka kendini bürümüş, ihtiyaç her tarafını ihata etmiş olan miskinlere merhamet beşinci mertebede vazife-i insaniyedendir.
Bundan sonra cümle nasla hüsn-ü muamele ve muaşeret lâzım olduğundan Cenab-ı Hak cemii nasa hüsn-ü muaşeret ve tatlı lisanla ülfet lâzım olduğunu beyan ve tavsiye buyurmuştur. Çün-, kü âlemin intizamı; insanların yekdiğeriyle hüsn-ü muaşeretine mutavakkıftır. Nitekim emr-i bümâ'ruf ve nehy-i an-ilmünker bunu müeyyiddir.
Bundan sonra Vacip Tealâ ibadat-ı bedeniye ve maliye ile emir buyurduğu halde Beni İsrail'in pek çokları şu tekâlifi edaya ikrar verdikten sonra ikrarlarından istinkâf edip tekâlifi kabulden İmtina ettiklerini Vacip Tealâ yine bu âyet-i kerimede beyan buyurmuştur.
Bu âyette hitap; Beyzâvî'nin beyanı veçhile asr-ı saadette mevcut olanlara ve onlardan evvel geçmiş olan Yehudun mecmu-une tağlib tarikiyle hitab olma ihtimali kavidir. Hitap, Yehuda olmak itibarıyla âyet, Yehud üzerine vacip olan ahkâmı beyan hakkındaysa da aynı ahkâmla ümmet-i Muhammed dahi mükelleftir. Zira; Allahü Teaiâ'nm ümem-i salife hakkında Kur'ân'da beyan buyurduğu ahkâmla bu ümmetin mükellef olması kavaid-i usuliyemiz iktizasındandır.
Hulâsa; Tevrat'ta ancak Allahü Tealâ'ya ibadet edip gayre etmemek ve anaya babaya hüsri-ü hizmet ve iyilik etmek ve akrabaya riayet ve yetimlere ve miskinlere ihsan ve nas ile hüsn-ü muaşeret eylemek ve namazı ikame ve zekâtı eda etmek üzere Beni İsrail'den and alındığı ve bu ahdden onların birçokları dönüp içlerinden az kimselerin itaat ettiğini Allahü Tealâ bu ahkâm-ı Kur'ân'da beyan buyurduğu için bizim üzerimize de riayet vacip olduğu ve binaenaleyh bizim de bunlarla mükellef olduğumuz bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [69]
Vacip Tealâ Beni İsrail üzerine vaki olan bazı tekâlif-i ahari kabule ahd-ii misak aldığını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr edin sol zamanı ki ey Beni İsrail! O zamanda biz sizden ahd-ü misak aldık ve dedik ki sizin bazınız bazınızın kanlarınızı bigayrı hakkın dökmeyin ve bazınız bazınızı vatanınızdan zulüm ve taaddî ile çıkarmayın. Bu minval üzere sîze vesayamiz vaki olduktan sonra bitta' vJi verrıza bu ahdi kabul ve ikrar ettiniz. Halbuki cümleniz hazır ve müttefik idiniz.]
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran âyette hitap; zaman-ı saadette bulunan Yehud ulemasına veyahut halef ve selef mecmuu-na olmak ihtimali varsa da esah olan eslâf-ı Yehuda hitaptır. Âbâ ve ecdatlarının hatalarına ahlâf ve ensalleri tebiyyet ettiklerinden dolayı ahlâfı tevbih ve abalarının seyyiatindan iştirak ettiklerini beyandır.
Ahd-ü misak almanın manâsı; tekidle emretmek ve Tevrat'ta vaki olan emir ve nehyi kabul ettiklerini beyan eylemektir.
İnsan kendi nefsini katilden mücanebet üzere bulundurmak tabii ve zaruri bir hal olduğu halde «Kendi kanınızı dökmeyin» demek, «Bazınız bazınızı ruhsat-ı şer'iye olmadıkça öldürmeyin» veyahut «Aharini kati etmeyin ki kendi kanınızın kısâsen dökülmesine sebep olmasın» veyahut «Sizi katledecek kimselerle mukatele etmeyin ki kanınızın dökülmesine sebep olmayasinız» demektir.
«Nefsinizi memleketinizden çıkarmayın)) demek; «Bazınız bazınızı çıkarmayın» yahut «Sizi vatanınızdan çıkarmaya sebep olan vesaile tevessül etmeyin» demektir.
«Siz ikrar ettiniz» demek; «Bu ahkâmı kabul ettiniz ve kabulünüze bazınız bazınıza şehadet edersiniz» veyahut «Eslâfınızın kabulüne siz bugün şehadet edersiniz» veyahut «Siz bu ikrar ve kabulde hazırsınız», demektir. Çünkü eslâfmm ikrarını ahlâfı hazır gibi bilirler ve kabullerine şehadet ederler. [70]
Vacip Tealâ Beni İsrail'den katl-i nefs etmemek ve zulmen bir kimseyi vatanından tardeylememek üzere ahd-ü misak aldığını beyandan sonra ahdi nakzettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[İkrar verip ahdi kabul ettikten sonra siz ahdi nakzetmiş şol kimselersiniz ki bazınızı bazınız kati ettiniz ve sizden bir fırkayı vatanlarından zulmen ihraç ettiniz ve ihraç olunanların mazarratına ihraç edenlere zulüm ve taaddi ve mâ'siyetle muavenet ettiniz ve onlardan esir olarak düşman elinde size gelirlerse bedellerini feda etmekle onları esaretten halâs ettiniz. Onları ihraç etmek sizin üzerinize haramdır.]
Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Cenab-ı Hak Tevrat'ta Beni İsrail üzerine bazısı bazısını kati etmemek ve zulmen vatanlarından çıkarmamak ve düşmanlarına muavenet etmemek ve düşman elinden esiri halâs etmek üzere ahd-ü misak almıştı. Bunlar bu ahkâm-ı erbaadan katil, vatandan ihraç ve düşmanlanna muavenet etmekle bu üçünü ihlâl edip yalnız dördüncüsü olan esiri halâs cihetine riayet ederlerdi. Çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile Yehûd olan «Beni Kurayza» Arap'tan «Evs» kabilesinin ve yine Yehûddan «Beni Nadîr» Arap'tan «Hazreç» kabilesinin müttefikleri olup zaman-ı cahiliyede Arapların yağma ve ğa-ret gibi âdât-ı keriheleri icabı ' Evs'le Hazreç daima birbirlerine ğârât eder ve müttefikleri Yehûdlar onlarla beraber koşarlar, galip gelen, mağlûp olanları tarumar eder ve bittabi galip tarafında bulunan Yahudiler, mağlûp tarafında bulunanlara aynı muameleyi reva görür ve katil ve vatanlarından ihraç ve düşmanları bulunan Araplara muavenet ederler, sonra mağlûp taraftan esir olan Yahudileri Arapların elinden para ile alır, azad ederlerdi. Bir taraftan esaretlerine sebep olup diğer taraftan para cem edip esaretten halâslarına sâ'y ettiklerinden bu gülünç manzaranın sebebinden sual olunduğunda «Müttefiklerimizden ayrılamayız ve lâkin Yehûddan esir olanın halâsına sâ'y etmekliğimizi bize Tevrat emrediyor» derlerdi. [71]
Vacip Tealâ bu hallerini tevbih etmek üzere buyuruyor.
[Siz kendi cinsiniz yahûdileri katil ve vatanından ihraç eder ve dindaşlarınızın düşmanlarına muavenet eder ve rüserayı azad etmekle Tevrat'ın bazısına iman ve bazısına küfür mü ediyorsunuz? Sizden kitabın bazı ahkâmına iman ve bazı ahkâmına küfr eden kimsenin cezası olmadı, illâ hayat-ı dünyada rüsvalık ve hakir olmak ve yevm-i kıyamette azab-ı Cehennemin ziyade şiddetlisine red ve ilka olunmaktır. Halbuki Allahü Tealâ sizin amelinizden gafil değildir.]
Bir kavmi katil ve memleketlerinden teb'zd ve hanelerinden kemal-i hakaretle çıkarmak zulüm ve taaddi olup fitne-i azimeye badi olduğundan iktidar, kuvvet ve şevkete muhtaç olduğu cihetle Vacip Tealâ zulüm ve tecavüz üzere muavenette bulunduklarını beyan buyurmuştur. Ayet-i celile asıl zulmün hürmetine delâlet ettiği gibi zalime muavenetin hürmetine dahi delâlet eder.
Bu âyetin evvelinde zikr olunan fida ; birşeyi sıyanet için mukabilinde ivaz ve bedel vermektir. Bu makamda ise; esiri esaretten kurtarmak için verilen bedeldir. Çünkü Yahudiler; kendi cinslerinden esir olan Yahudilerin bedelini vermekle esaretten halâs ederlerdi.
Kitabın bazısına iman ile murad; esiri esaretten kurtarmaktır. Çünkü Tevrat; esiri esaretten halâs etmekle emreder ve Ye-hûd da bu emre riayet ederlerdi.
Bazısına küfürle murad; katil ve zulümle dindaşlarım vatanlarından çıkarmak ve düşmanlarına muavenet etmektir. Çünkü; Tevrat bunlardan Beni İsrail'i nehy ve nehyin ahkâmına riayetle emretmişti. Bu ahkâma riayetle emr edip ahd-ü misak aldığı halde Yehûd, nakz-ı. ahdetmişlerdir. Binaenaleyh; bazısına riayet ve bazı ahare adem-i riayetlerinden dolayı Cenab-ı Hak tevbih ve bu ahd-i nakzedenlerin cezası dünyada rüsvalık ve zill-ü hakaret olduğunu beyanla Yehûdu tehdid buyurmuştur. Çünkü akvamı bir noktaya cem eden din ve rabıtaları şeriattır. Aklen malûm olduğu gibi hissen dahi müşahede olunmaktadır ki, hangi ümmet ikrar verip kabul ettiği şeriatin ahkâmını ihlâl ve hudûd-u ilâhiyeyi tecavüz ederse o ümmetin rabıtası çözülür ve yekdiğerine irtibatı kalkınca bittabi satvet ve şevketi zevale yüz tutar. Binaenaleyh; heyet-i mecmuası dünyaca zelil ve hakir olup â'dânın ayakları altında ezilirler ve yevm-i kıyamette azabın en şiddetlisine uğrarlar. [72]
[Şu kitabın bazısına iman ve bazısına küfr edenler sol kimseler ki onlar âhiret mukabilinde hayat-ı dünyayı satın almışlardır ve hava ve heveslerine muhalif olan evamir-i ilâhiyeyi ihmal ederek hu/uzat-i âhiret üzerine hava ve heveslerini tercih ettiklerinden onlardan azap tahfif olunmadığı gibi hiçbir kimse tarafından nusret ve yardım dahi olunmazlar.] Şu halde kitabın ce-mî'i ahkâmıyla âmil olanların nail oldukları iltifat-ı ilâhiyeden sakıt ve azâb-ı ebedîye giriftar olurlar. [73]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e ihsan ettiği nimetlerden diğer bazılarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zat-ı ulûhiyetime kasem ederim ki, muhakkak Biz Azimüş-şan ibadın mesalih-i diniye ve dünyeviyelerini câmî' kitab-ı ma'-hûd olan Tevrat'ı Musa (A.S.)'a verdik ve Musa (A.S.) Tevrat'la hükmedip vefat ettikten sonra resulleri, Musa (A.S.)'a tâbi kıldık ve onlar' da Musa (A.S.)'ı takib edip vefat ettikten sonra İsa (A.S.)'a umur-u dünya ve umur-u âhiretlerini beyan eder bey.yi-neler ve açık deliller verdik ve İsa'yı r«h-i kudüs olan İncil ile teyid ve takviye ettik. Bu kadar delâil-i vazıha ile resullerimiz geldiklerinde siz itaat etmediniz de hemezaman arzunuzun hilâfına resul geldiğinde iman etmekten nefsinizi büyük addederek resulleri tahkir ettiniz ve iman etmeye meyl-ü rağbet etmediniz, ru-sül-ü kiramdan bir fırkayı tekzip ve diğer bir fırkayı katlettiniz.]
Binaenaleyh; imandan tecerrüd ettiniz.
Bu âyet-i celile Beni israil'e resul göndermek ve kitap inzal etmek gibi nimetleri verdiği halde şükr etmeyip küfr ettiklerini beyanla habâset-i tıynetlerini meydana koymuştur.
Musa (A.S.)'dan sonra birçok resuller geldiğine ayet delâlet ettiği gibi şeriat-ı Musa, cümlesine şeriat olduğuna ve Musam şeriati, şeriat-i İsa'nın zuhuruna kadar devam ettiğine dahi delâlet eder. Çünkü Musa (A.S.)'a kitap verildiğini ve diğer resullerin Musa (A.S.)'a tâbi olduklarını beyan etmek; Musa (A.S.)'dan sonra gelen resullerin şeriat-ı Musa ile amel ettiklerine delâlet eder.
Amma. İsa (A.S.)'m şeriatı ve kitabı Musa (A.S.)'m şeriatinin okser-i ahkâmını neshedip şeriat-ı cedide sahibi olduğundan icma-len resuller geldiklerini beyandan sonra tafsilen İsa (A.S.)'ı Vacip Tealâ beyan buyurmuştur.
Lâfz-ı İsa Arabidir. İbranısi Işu'dur. Lâfz-ı Meryem hadim manasınadır. Beyt-i Mukaddes'e hizmet ettiğinden Meryem denilmiştir.
Bey yinatla murad; Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyan-Jan veçhile mevtayı ihya etmek ve gözsüzlerin gözlerini iade eylemek ve bazı vıuğayyehatian haber vermek gibi Cenab-ı Hakkın İsa (A,S./a vermiş olduğu mucizat-ı zahiredir.
Ruh-u KudilsIe murad; Cibril-i Emin'dir. Zira Ruh-u Kudüs; Buh-u Mukaddese manâsına olduğu cihetle Cibril-i Emin'-in şanına ta'zim ve ulüvvü mertebesini beyan için Ruh-u Kudüs denilmiştir. Yahut Cibril-i Emin ile din-i mübin ihya olunduğundan insanın bedenindeki ruhuna teşbih tarikiyle Cibril'e Ruh-ül Kadüa denilmiştir. Cibril, enbiyaya vahiy inzaline memur olup mükellefin dahi dinlerini vahy ile ihya ettiklerinden ruh denilmeye sezadır. Yahut, Ruh-ul Kudüs; İncirdir. Zira; umur-u dinin ihyasına ve umur-u dünyanın intizamına vesile olduğundan Ruh denilmiştir. Çünkü; bünye-i insaniye her türlü kemalâtını ruh vasıtasıyla ikmal ettiği gibi cemiyet-i beşeriyenin her ferdi dînî ve dünyevî kemalât ve saadâtım kitabullah vasıtasıyla ikmal ettiğinden ruha teşbih tarikiyle kinayeten ruh denilmiştir. Yahut Ruh-ul Kudüs'le murad; İsa (A.S.)'m mevtayı dirilttiği esnada tevessül ettiği İsm-i A'zamdır. Şu halde bu âyette Ruh-ul Kudüs'le herhangi manâ murad olunursa olunsun o manânın İsa (A.S.)'ın nübüvvetini teyid ettiğini Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur. [74]
Vacip Tealâ Yehûdun bazı enbiyayı katil ve bazılarını tekzip ettiklerini ve imandan imtina ile temerrüdlerine işaret ve küfürlerini beyandan sonra Resulullah'a karşı adavetlerini beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Onlar «bizim kalplerimiz perdelidir, senin davetini işitmeyiz ve sözünü dinlemeyiz» dediler. Sen onlara cevap olarak lev-bih ve tekdir suretiyle/de ki sizin kalplerinizde perde yoktur, belki hased ve inadınızdan dolayı hakkı işitmezsiniz, AUahü Tealâ onlara küfürleri sebebiyle lanet etti. Binaenaleyh; onlardan gayet az kimseler iman ederler.]
Yani; Resulullah Yahudileri din-i İslama davet ettiğinde onlar hased ve inadlanna binaen dediler ki: «Bizim kalplerimiz se-nin söylediğin sözleri duymaktan perdelidir ve bizim kalbimiz ilmile doludur. Senin söylediğine ihtiyacımız yoktur. Eğer söylediğin sözlerde dinlenecek birşey olsa dinleriz ve lâkin işitmeye şayan birşey olmadığından kulağımıza girmez» demişlerdi. Cenab-ı Hak onların bu kelâmlarını reddedip buyuruyor ki, «Onların kalplerinde perde yoktur, belki küfrü ihtiyarlan sebebiyle AUahü Tealâ onlara lanet ve dergâhından tardetti ve küfür gibi bir cinayeti irtikâplarından dolayı AUahü Tealâ onları tevfikmdan uzak kıldı. Binaenaleyh; onlardan iman eden gayet az kimselerdir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile müminin sıfatı olduğuna nazaran manâ-yı nazım: [onlardan az kimseler iman eder] demektir. Yahut imanın sıfatı olduğuna nazaran manâyı nazım: [onlar teklif olundukları ahkâmın pek azıcığına iman ederler.] Meselâ «Allahü Tealâ'ya iman ederler, resullere iman etmezler.» demektir. [75]
Vacip Tealâ Yahûdun efal-i kabihalarından nev'i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki yahûda, evvelin ve ahirinin ulûmunu ve muteka-dat-ı diniye ve dünyeviyeyi ve umum hakaik ve maarifi cami kitap — Kur'ân'dır — ind-i ilâhiden geldi. Onlarla beraber bulunan Tevrat'ı ve enbiya-yi izama nazil olan sair kitapları tasdik eder Kuran gelince onlar küfrettiler. Halbuki bu kitap nazil olmazdan evvel yahûd, o kitabın nazil olacağını kâfirler üzerine fütuhat addederler ve o kitabın sahibiyle kâfirlere galebe edeceklerini ve diniyle tedeyyün eyleyeceklerini maaliftihar beyan ederlerdi. Vakta ki onlara bildikleri ve kitaplarıyla nüzulünü istidlal ettikleri ki-tab-ı mübin geldi, fakat o zaman o kitaba küfr ettiler.] Has e d ve inatları o kitaba ve kitabın sahibine iman etmelerine müsaade etmedi, mâni oldu. Evvelki sözlerini kamilen unuttular, bab-ı ilâhiden tard ve teb'ide müstehak oldular. Binaenaleyh; Allah'ın laneti kâfirler üzerine daima nazil ve variddir. Kur'ân-ı Azimüşşan, en-biya-yı sabıkanın kitaplarını taraf-ı ilâhiden kullarını tarîk-ı hakka irşad için inzal olunduğunu tasdik ettiğinden kitab-ı müsaddik denilmiştir.
Yahûd taifesi Kur'ân nazil olmazdan evvel Tevrat'ın beyanı veçhile Kur'ân'm nazil olacağını ve Kur'ân'ın sahibi olan Hz. Mu-hammed (S.A.) vasıtasıyla müşriklere galebe edeceklerini ve nüzulü zamanı takarrub ettiğinden kendi zamanlarına tesadüf edeceğini maaliftihar beyan ettikleri halde Kur'ân nazil olunca hasedle riyasetlerinin zevalinden havf ve endişe ederek ikrarlarından nükûl ve dünyayı din üzerine tercih eyleyerek küfrettiklerini Cenab-ı Hak beyan ve lanete istihkakları ancak küfürleri için olduğuna işaret olarak zamir yerinde ism-i zahir olarak buyurmuştur. Çünkü; bedelinde denilse olabilirdi. Lâkin lanete istihkakları küfürlerinden dolayı olduğuna işaret fevt olurdu. Çünkü; müştak üzere hükmün tertibi o müştakın me'haz-i iştikakı hükme illet olduğunu müş'ir olduğundan lâfzı mehaz ve iştikakı olan küfrün lanete illet olduğuna delâlet eder. [76]
Vacip Tealâ Yahudilerin küfürlerini beyandan sonra o küfürlerinin sebebini ve küfrü ihtiyarlarına binaen gazap üzere gazaba, müstehak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ne çirkin oldu şol şey ki, o şey mukabilinde onlar nefislerini satın aldılar. Güya zann-ı fasitlerince Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a küîürleriyle nefislerini azab-ı ilâhiden kurtarmış oldular. Kullarından dilediği kimse üzerine fazl-ü kereminden Allah'ın Kur'ân'ı inzal etmesine hased ve zulüm ve tuğyanlarından naşı Allah'ın inzal ettiği kitabına küfretmeleri ne fena şey oldu ki, şakaveii saadet zan ettiler. Enbiya-yı izama hased edince onlar gazap üzere gazapla rucu ettiler. Dünyada ve âhirette hakaret edici azab kâfirler üzerine olucudur.]
Beyzâvî'nin beyanı veçhile sattılar manasınadır.
Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a küfürleri mukabilinde nefislerinin saadetini ve huzuzâtını sattılar. Ne çirkin ve fena şey oldu küfürleri ki, o küfürleri bedelinde saadeti nefsaniyelerini sattılar.] Yahut satın aldılar manasınadır. Buna nazaran manâ-yı nazım : [Ne berbat oldu şol şey ki, o şey mukabilinde onlar nefislerini satın aldılar ve güya azaptan kurtardılar. Halbuki nefisleri mukabilinde ihtiyar ettikleri fena şey Allah'ın kitabına küfretmeleridir.]
Küfürlerinin sebebi ve illeti; Allah'ın dilediği kuluna kitap inzal etmesine hased ve buğz-u adavetleri olduğu beyan olunmuştur.
Fahr-i Razi ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile Hz. Musa'ya ezalarından dolayı gazaba müstehak oldukları gibi âhir zaman nebisine küfürlerinden naşi dahi gazab-ı âhare müstehak ol-1 duklanndan Yâhûdun .gazapları ikidir.' Yahut İsa (A.S.)'a küfürleri ve bazı enbiyayı katilleri sebebiyle müstehak oldukları gazap üzerine Resulullah'a da küfürleri sebebiyle gazab-ı ahare müstehak olduklarından gazap üzerine gazapla rucu ettikleri bu âyette beyan olunmuştur. Velhasıl Yahûda gazabın her ne sebeple olursa olsun iki kat olduğu muhakkaktır. Zira; küfürleri esbab-ı mütead-dideyle hasıl olduğundan onlar üzerine gazap da müteaddiddir ve azapları onları zelil ve hakir kılacağı kafidir. Çünkü; onların küfürlerinden dolavj azaplarının onlara ihanet edeceği beyan olunmuştur. [77]
Vacip Tealâ Yahûdun efal-i kabihalarmdan nev-i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yahûda «Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a iman edin» denildiğinde onlar «Bizim üzerimize inzal olunan Tevrat'a iman ederiz» derler ve kendi kitapları olan Tevrat'ın maadasına küfrederler. Halbuki Tevrat'ın başkası olan Kur'ân onlarla beraber bulunan Tevrat'ın taraf-ı ilâhiden münzel kitap olduğunu tasdik edici olduğu halde haktır ve sadıktır, iman etmeye lâyıktır. Ya Ekrem-er Küsül! Onlara cevap ve ilzam olarak sen de ki «Eğer dediğiniz gibi Tevrat'a iman edici oldunuzsa bundan evvel Allah'ın nebilerini niçin katlettiniz? Tevrat size onları katledin mi dedi? Ve o katlettiğiniz nebiler size Tevrat'ın hilafını mı emr ederdi? Sebep ne idi ki onları kati ettiniz? Allah'ın kitabına iman eden, Allahın nebilerini katleder mi? Siz ise katlettiniz, şu halde imanınız yalandır.]
Kütüb-ü semaviyenin cümlesine iman lâzımken Yehûd,, bazısına iman edip bazısına iman etmedikleri için Vacip Tealâ bu âyetle onları zem'etmiştir. Zira; Tevrat'a iman ettikleri iddialarıyla kendi amelleri beyninde tenakuz vardır. Çünkü; Tevrat, cümle kitaba imanın vücubunu emri ve tavsiye eder. Kur'ân'a imanın vü-cubuna sebep Kur'ân'ın hak olduğu ve hakkaniyeti, mucizat-ı zahire ile nübüvvet davası sabit olan peygamberin o kitabın taraf-ı ilâhiden münzel olduğunu haber vermesi ve Kur'ân'a muarazaya kıyam edenleri aciz bırakmasıyla sabit olduğuna işaret için Vacip Tealâ Kur'ân'm taraf-ı ilâhisinden nazil olduğunu beyan buyurmuş ve Yehûd taifesinin Tevrat'a iman davaları kâzip ve hariçte ef'allerine mütenakız olduğunu beyanla Genab-ı Hak Yahûd taifesini rüsva kılmıştır. Çünkü; enbiyayı katletmek küfür olduğu gibi alelhusus Tevrat, bigayrı hakkın avam-ı nasın katlinden bile onları nehyettiği halde enbiya-yı izamı katletmekle beraber Tevrat'a iman ettiklerini iddia etmeleri mütenakızdır. Çünkü; ahâd ve avam-ı naşı katletmekten nehyeden bir kitab-ı celilüşşanm, enbiya-yı izamı da katilden menedeceği evleviyetle sabittir. Şu halde bir taraftan enbiyayı katletmek diğer taraftan Tevrat'a iman ettik diye iddiada bulunmak elbette tenakuz teşkil eder. Çünkü; Tevrat'ın ahkâmı hiçbir kimseyi bigayrı hakkın katletmemektedir. Halbuki birçok peygamber katlettikleri nass-ı Kur'ân'la sabittir. Gerçi enbiyayı katleden Yahudiler zaman-ı saadette bulunanlar değillerse de âbâ ve ecdatlarının ef ali onları imandan çıkarıp onların imanları yalan olduğu gibi bunların imanı dahi yalan olduğunu beyan sırasında eslâfınm hataları da bunların yüzlerine vurulmuş ve abaları tarafından ika' edilen fiil-i katil, kinaye tarikiyle bunlara isnad olunmuştur. Çünkü; bunlar abalarının ef'aline razı olup masiyete rıza ise aynı masiyet olduğundan keenne enbiyayı katilde, bunların da rızalarına binaen medhaldar addolunmuşlardır. [78]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in «Biz iman ettik» dedikleri kelâmlarını enbiyayı katletmeleriyle ve kütüb-ü münzelenin bazısına iman etmediklerini beyanla reddettiği gibi az bir zamanda buzağı suretine ibadet ettiklerini beyan ile dahi reddetmek üzere buyuruyor.
Zat-i ülûhiyetime kasem ederim ki, birtakım mu'cizât-ı zahire ve alâmat-i adîdeyle Musa (A.S.) size geldi ve dava-yı nübüvvetini teyid ve tasdik eder delillerle nübüvvetini ispat etti. Musa (A.S.) Tûr-u Sina'ya münacata gittikten sonra tasni' edilen dana suretini siz zalim olduğunuz halde mabud ittihaz ettiniz.] Halbuki Musa (A.S.) sizin noksanmızı ikmal ve mesalihinizi tekmil hususunda fevaid-i uhrâ istirhamına gitmişti. Siz ise Samîriy gibi bir münafıkm hiyle ve desayisine aldanarak dana sureti gibi hakir ve zelil birşeyi mabud ittihazına kadar cüret ettiniz. İşte ibadetinizi müstehak olma/an birşeye tevcih ettiğinizden dolayı nefsinize zulmettiniz.
Beni İsrail'in buzağı suretini mabud ittihaz ettikleri gerçi bundan evvel zikrolunmuşsa da âyetlerin üslûp ve ibareleri beyninde fark olduğu gibi sevk olunan maksatlar beyninde de fark vardır. Zira evvelki âyetten maksat; Beni İsrail'e taraf-ı ilâhiden tevali eden nimetlere karşı şükretmek lâzımken küfürle mukabele ettiklerini beyan için sevkolunmasıdır. Bu âyetten maksat ise Musa (A.S.)'m vahdaniyet-i ilâhiyeyi ispat için getirmiş olduğu delâile karşı «Dana suretini mabud ittihaz eden siz değil misiniz ki, Tevrat'a iman ettiğinizi iddia ediyorsunuz?» demektir. Şu halde Re-sulullah'a karşı olan muameleleri Musa (A.S.)'a yaptıkları muameleleri gibidir. Binaenaleyh; âyetlerde maksat itibariyle tekrar yoktur. [79]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in kendi kitaplarına iman etmediklerini delil-i aharla ispat ve beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikredin ey Beni İsrail! Şol zamanı- ki o zamanda Tevrat'a iman edeceğinize dair biz sizden ahd-ü misak aldık ve Tûr Dağını üzerinize kaldırmakla tehdit ettik ve dedik ki «Size verdiğimiz kitabın ahkâmını kuvvet ve ciddiyetle ahzedin ve evamir ve ne-vahhnizi işitin! Mucibiyle amel edin.» Bizim bu emrimiz üzerine cslâîmız «Emrinizi kulaklarımızla işittik, kalbimizle isyan ettik» dediler ve onların küfürleri sebebiyle dana suretine muhabbetleri kalplerine iç iv il mi şiir.] Zira; buzağının aşk-u mahabbeti onları mest-i lâ yakıl haline getirmiş keenne kalpleri danaya ibadetin mahabbetini sünger gibi soruyor (emiyor) içilen suyun mideyi ihata edip her tarafına yayıldığı gibi buzağı suretine nıahabbet-leri onların kalplerini ihata etmiştir. Ky resulüm! Sen onları ilzam ve ıskat tarikiyle ala vech-ittekdir vetta'riz [De ki «Eğer mü-minseniz size imanınızın emrettiği şey ne çirkin şey oldu ki kita-buİlahı inkâr ve resulleri tekzip ve katledip danaya ibadet ediyorsunuz. Mümin olan kimse bunlara cür'et eder mi? İmanla bu ef'al-i kabiha bir arada geçinir mi? Bu cinayatı irtikâpla beraber kitabınıza iman ettiğinizi nasıl iddia edersiniz, kavliniz fiilinize mütena-kız değil mi, müminseniz size bunları imanınız mı emrediyor?] İmanın muktezası böyle kabayih emretmek midir? Şu halde bu cinayâta cüretiniz imanınızın olmadığına delâlet eder.»
Gerçi bu âyetin bazı kısmı bundan evvel zikrolunmuşsa da bu makamda tekiden «İşittik, isyan ettik» dediklerini beyana bir mukaddimedir. Kalplerine buzağının mahabbeti içirilmek; kalplerini libasa, buzağının mahabbetini boyaya teşbih tarikiyle fart-ı mahabbetlerini mahsûsatla izah etmek kabilindendir. Yani «Elbisenin boyayı sorduğu gibi (emdiği gibi) kalpleri ve bütün damarları dana suretinin mahabbetini sormuş (emmiş) ve vücutlarının her tarafına hulul etmiş demektir. [80]
Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey habib-i zişanım! Yahûda hitaben sen de ki, »Eğer sîzin zu'münüz gibi dar-ı âhiret ahar dine mensup olan nasın dûnunda indallah size mahsus ve münhasır ise ve sözünüzde sadıksanız ölümünüzü isteyin.] Zira; sizi lezaiz-i âhirete ve niam-ı bakiyeye isal eden Ölümdür. Siz de, âhiret nimetlerinin kendinize mahsus olduğunu iddia ediyorsunuz, sözünüz doğruysa âhireti arzu edin. Bir an evvel âhirete vasıl olmak için Cenab-ı Hak'tan mevtinizi temenni edin. [Onlar kesb-i yedleri olan hırs ve luî-ü emel ve riya-set-i dünyeviye ve maasi-i saire gibi lezaiz-i âhirete mani olacak takdim etlikleri kendi elleriyle yaptıkları birtakım günahları sebebiyle ebeden ölümü istemezler. Halbuki Allahü Tealâ zalimleri bilir ve hallerine göre mücazat eder.]
Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Yahudiler «Hiçbir kimse Cennete dahil olmaz. İllâ Yahudi dahil olur. Zira; biz Allah'ın oğulları ve ahbaplarıyız» derlerdi. Cenab-ı Hak «Cennet sizinse isteyin ölümünüzü» buyurdu. Çünkü Cennet; lezzetin makam ve m es vasi olduğunu bir kimse yakinen bilince şu dar-ı âlâm ve ek-dar olan dünyadan bir an evvel halâs olup makam-ı rahat olan Cennet'e varmak ister. Cennet'e vuslat ise ölüm vasıtasıyla olacağından elbette Ölümü istemek lâzım gelir. Yahûd ise davalarında kâzip olduklarından ebeden ölümü istemediklerini beyanla Cenab-ı Hak davalarını reddetmiştir.
Ölümü temenni edemediklerinin sebebi; Kur'ân'a ve Muham-med (A.S.)'a küfretmek ve Tevrat'ı tahrif eylemek gibi ebeden nar-ı Cehennemi mucip olan maâsiyi kesbetmeleri olduğunu ve kendileri zalim olduklarını beyanla tehdit buyurmuştur.
Yahûdun iddia-yı batıllarının sebebi; şeriatlarının mensuh olmayacağını itikad etmek ve enbiya-yı kiram sülâlesinden olmalarıyla iftihar edip onlar tarafından azaptan halâs edileceklerini ümid eylemek gibi birtakım hayalâta müptenidir. [81]
Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i âhari beyan etmek üzerebuyuruyor.
[Zat-ı ulûhiyetime kasem ederim ki, eğer sen Yahûdun ahvalini teftiş etsen ve kalplerinde olan serâire vakıf olsan onları nasın en ziyade hayata haris olanlarından hulursun ve bilhassa âhir ete iman etmeyen müşriklerden daha ziyade Yahudileri hayata haris hulursun. Hatta onlardan bir tanesi hin sene muammer olmak ister. Halbuki onun hin sene muammer olması onu azab-ı Cehennemden uzak kılamaz. AH ahu Tealâ onların ömürlerinde kendilerinden sudur eden cemi' amellerini bilici ve amellerine göre mü-cazat edicidir.]
Hırs; birşeyi şiddetle taleb etmektir. Manâ cihetinden nas üzerine matuf olduğuna nazaran man&yı âyet: [Ey habibim! Sen nas içinde pek ziyade hayata ve uzun müddet dünyada yaşamaya haris Yahûd milletini bulursun. Ve bilhassa âhireti itikad etmeyip bütün emeli dünyaya maksur olan müşriklerden daha ziyade hayata haris elbette Yahudilerdir.] Zira; dünyada tûl-ü emele, Yahûdun meyl-ü rağbeti her milletten ziyadedir. Halbuki onların kendi iddiaları ve itikad-ı batılları gibi âhiret saadeti onlara mahsus olsa âhirete bir an evvel gitmek için mevti temenni ederlerdi. Mevti temenni etmeyip bilâkis hayata haris olmaları davalarının kizb-i mahz olduğuna delâlet eder.
Mürşiklerde nasta dahildir. Fakat hayata mahabbetleri herkeşten ziyade alduğundan Yahûdun hayata hırsını mübalâğa tarikiyle beyan etmek için ayrıca zikrolunmuşlardır. Çünkü; müşrikler âhirete iman etmeyip hemen emelleri hayat-ı dünyaya matuf olduğundan elbette çok yaşamayı herkesten ziyade isteyecekleri tabiidir. Halbuki Yahûd; ehl-i kitap olmak ve âhirete imanları bulunmak itibariyle haşr-ü neşri ikrar ederken âhirete iman etmeyenlerden daha ziyade yaşamaya haris olmaları elbette hayata mahabbetin en ziyadesidir ve bu cihetle âyette Yahûdu tevbih ve tekdir-i azim vardır. Müşrikler âhirete iman etmediklerinden hayata mahabbetleri, yalnız huzuzat~ı dünyeviyeden müstefid olmak için olduğundan mahabbetleri sırf dünyaya münhasırdır. Amma Yahudilerin dünyaya mahabbetleri olduğu gibi âhîrette azab-ı Cehennemden dahi korkuları olduğundan iki cihetle dünyada kalmak isterler. Binaenaleyh; Yahûdun hayata hırslan müşriklerden ziyadedir. Şu halde «Hayata bu kadar şiddetle haris olan kimselerden ölümü temenni etmek mümkün olur mu? Elbette ölmeyi arzu etmezleri» demektir. [82]
Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i aharı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Rcsul-ü Ekrem'im; Sen Yahûda hitaben de ki «(Bir kimse enıin-i vahyimiz olan Cibril'e Kur'ân'ı inzalinden dolayı adavet ederse Cibril'e adavete bir sebep yoktur.» Zira; Cibriî-i Emin kendinden evvel nazil olan kitapları tasdik edici ve müminleri doğru yola sevk ve Ccnnct9lc tebşir edici olduğu halde nazil olan Kur'ân'ı biiznillâh senin hıfzına inzal etti. Kendi indinden inzal etmez ki ona adavet olunsun. Bir kimse Allah'a ve meleklerine ve resullerine ve Cibril'e ve Mikâil'e adavet ederse gazab-ı ilâhiye müstehak kâfiri billâhtsr. Binaenaleyh; müstehakk-ı azaptır. Zira; Allahü Tealâ kâfirlere adavet edici ve küfürlerinden dolayı kahr-ü gazap edicidir.]
Beyzâvî'nin ve Nimetullah Efendi'nin beyanları veçhile âyet-i celile Yahûd hakkında nazil olmuştur. Çünkü; günden güne Re-sulullah'ın dini zuhur ve terakki edip kütüb-ü sabıkayı nâsih olan Kur'ân'm nüzulü şöhret bulunca Medine-i Münevvere ve etrafında olan Yahûd ıztıraba düştüler ve Resulullah'a «meleklerden vahyi kim getirdiğini» sual ettiler. Resulullah «Cibril-i Emin'in geldiğini» haber verince «O bizim düşmanımızdır. Her vakit bize zararla gelir ve daima bizim dinimizi neshe sJay eder» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut Hz.. Ömer birgün Medine'de Yshûdun medreselerine geldi ve Cibril'den onlara sual etti. Onlar «Cibril bizim düşmammızdır. Zira; bizim esrarımızı Muhammed (A.S.)'e haber verir ve husuf ve küsûf gibi kullar üzerine nazil olan azabın sahibidir.» dediler. Mikâil'den sual edince «Ucuzluk ve selâmet onun eliyle olur» dediler. Ömer (R,A.) «İnd-i ilâhide mertebeleri nedir?» dediğinde Yahudiler «Cibril sağında Mikâil solunda, beynehümada adavet vardır.» dediler. Hz. Ömer «Eğer sizin dediğiniz gibi olsa beyinlerinde adavet olmaz ve siz Himyer kabilesinden daha ziyade kâfirsiniz, bunlardan birine adavet eden kimse Allah'a adavet eder» dedi. Badehu huzur-u risale-te geldi, gördü ki bu âyetle Cibril-i Emin gelmiş ve gitmiş. Resulullah «Ya Ömer! Rabbin sana muvafakat etti» buyurmuştur.
Cibril-i Emin Kur'âri'ı Allah'ın izniyle getirdiği cihetle Kur'-ân'ı getirdiğinden dolayı Cibril'e adavet Allahü Tealâya adaveti müstelzim olduğu için Cenab-ı Hak Cibril'e adavet eden kimsenin Allah'a adavet etmiş olacağını beyan buyurmuştur.
Âyette şartın cevabı mukadderdir. demektir. Yani «Cibril'e adavet eden nefsinden insafı soymuş çıkarmıştır. Yahut Cibril'e adavet eden kütüb-ü münzelenin kâffe-sine küfretmiş olur.» Yahut «Cibril'e adavet eden kendi gazab-ı kahrından helak olsun, yok olsun» demektir. Zira; Cibril Kur'ân'ı kalbine Allah'ın izni ve emriyle inzal etti. Binaenaleyh; Cibril'in adavete müstehak bir hali yoktur. Kur'ân ise, kütüb-ü sabıkayı ve bilhassa Cibril'e adavet eden Yahûdun kitapları olan Tevrat'ı tasdik edici ve müminleri â'mâl-i salihaya hidayette kılıcı ve â'mâl-i salihayı eda edenlere sevabını müjdeleyicidir.
Kur'ân, Resulullah üzerine nazil olduğu halde Kur'ân'ı feh-me ve hıfz etmeye mahal kalb olduğundan kalb-i nebevileri tahsis olunmuştur.
Kur'ân'ın hidayetiyle ihtida ve tebşiratıyla mübeşşer olarak intifa eden müminler olduğu için Cenab-ı Hak müminleri tahsis buyurmuştur. Yoksa doğru yolu göstermek manâsmca Kur'ân'ın hidayeti herkese şamildir. Zira Kur'ân; amme-i naşı doğru yola davet eder. Fakat bu davete icabet eden ancak ehl-i imandır.
Cebrail ve Mikâil melâike cümlesinde dahillerse de fazilet ve şereflerine binaen ayrıca isimleri tasrih edilmiş ve Cebrail'in Mi-kâil'den efdal olduğuna işaret için de Cebrail zikirde takdim olunmuştur. Melâikeye adavet etmek küfolduğuna ve Vacip Tealâ'nın kâfirlere adaveti küfürlerinden dolayı bulunduğuna işaret için zamir mevziinde ism-i zahir olarak lâfzı gelmiştir. Çünkü adavetin kâfire tasrih olunması kâfirdeki sıfatı küfrün Vacip Tealâ'nın onlara adavetine sebep ve illet olduğunu müş'irdir. [83]
Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zat-i ulûhiyetime kasem ederim ki, muhakkak biz azimüş-şan sana açık ve vazıh surette hakkı beyan edip doğru yolu gösterici âyetler ve mucizeler inzal ettik. Bizim o âyetlerimize küfretmez, illâ İ asıklar ve hakkı kabul etmeyen mütemerridler küfrederler.]
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran ayat-i beyyinatla murad;
Kur'ân'ın âyetleridir. Zira Kur'ân'm âyetleri; gayrileri muavaza-dan aciz kıldığı için nübüvveti teyid eder beyyinat-ı vazıhadandır. Yahut âyetler, hem Kur'ân'a hem de Resulullah'm nübüvvetini tasdik eden sair mucizatı nebeviyenin cümlesine şamildir.
Kur'ân'm bazı âyetleri fesahat ve belâğetiyle nübüvvet davasının sıdkma ve bazı âyetleri mugayyebattan haber verdiği cihetle mugayyebata ve bazı âyetleri tevhide Ve bazı âyetleri ahkâm-ı şerayia vazıh surette delâlet ettiği cihetle alâmet ve delâlet manâsına ayat-ı beyyinat denilmiştir.
Küfür; bilerek veya bilmeyerek Hakkı inkâr etmektir. FasıkIa murad; tâat-% ilâhiyeden huruç edip haddini tecavüz etmektir. Fask , mutlak zikrohmduğu cihetle fışkın kemali ve nihayeti olan küfür muraddır. Şu halde manâ-yı nazmı: [Âyetlere küfür (inkâr) etmez illâ haddini tecavüz eden mütemer-rid kâfirler inkâr eder] demektir.
Bu âyet; Yahûd ulemasından İbn-i Suryan'm Resulullah'a «Sen bize bir§ey getirmedin ki biz bilelim ve âyet getirmedin ki ittiba edelim» demesi üzerine nazil olmuş ve onun kelâmını reddetmiştir. Çünkü; Resulullah'a «Sen bize birşey getirmedin» dediğini red olarak Cenab-ı Hak matluba delâlet eder âyetleri inzal ettiğini ve âyetlere küfr etmeyip ancak taât-i ilâhiyeden çıkmış fasıklann küfrettiğini beyanla İbn-i (Suryan)'m hem kâfir hem kâfirin fasıklarmdan olduğuna tariz ve işaret buyurmuştur. [84]
Vacip Tealâ Yahûdun cinayetlerinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onlar küfrederler ve hernezaman bir ahdi muahede ederlerse (birşeye söz verirlerse) onlardan bir fırka o ahdi nakzeder, arkasına atmakla bütün bütün terkeder. Ahdini vefa etmez değil mi? Belki onların ekserisi iman etmezler.]
Yani; onlar nasıl fasık olup taât-ı ilâhiyeden huruç etmezler? Elbette huruç etmişlerdir. Zira; onlar hernezaman Allahü Tealâ ve resulüyle bir ahd üzere muahede ederlerse onlardan bir fırka-i azîme o ahdi unutur, arkaya atarak nakzeder, belki onların ekserisi iman etmezler. Binaenaleyh onlar fasıklardır.
Nakz-i ahdetmek Yahûdun bir adet-i müstemirreleri olduğuna işaret için umum ezmine ve evkata delâlet eden ( Lif ) lâfzı varid olmuştur. İstifham ise ahdi nakzlarmı inkâr için varid olmuştur. Yani; «Rusül-ü kiramın lisanları üzerine vaki, olan ahd-i ilâhiyi nakzetmek beşer için münkerattan çirkin bir hal» demektir.
Tevrat-ı Şerifte Vacip Tealâ resulünün ahvalini ve evsafını ve iman lâzım olduğunu beyan edip onlar da Tevrat'ı kabul etmeleriyle Resulullah'a iman edeceklerini muahede etmiş olduklarından Resulullah ba's olununca hasedlerinden nâşi iman etmedikleri cihetle ahdi nakzettiklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; onlar Resulullah'm bi'setinden evvel ba's olunacağım ve ba's olunduğunda iman edeceklerini ve muin ve nasır olacaklarını ve aleyhine olarak bir kimseye muavenet etmeyeceklerini yeminleriyle tekid ederek beyan ettikleri halde Resulullah ba's olununca iman etmedikleri gibi (Hendek) gazasında Resulul-lah'ın aleyhine Kureyş'e muavenette bulunmakla dahi nakz-i ahd etmişlerdir. [85]
Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki Yahûda, taraf-i ilâhiden kendilerinin iman ettikleri kitaplarım tasdik edici Resul-ü Muazzam gelince kendilerine kitap ita olunan Yahûddan bir fırka, Allah'ın kitabını arkalarına attılar, asla iltifat etmediler ve kitaplarının muktezasıyla asla amel etmediler. Şol haysiyette ki, keenne kitaplarının ahkâmını asla bilmezlermiş gibi bir hal üzere bulundular. Belki Tevrat'ın o resule müteallik ahkâmını bilkülliye unuttular.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Resulullah, Hz. Musa'nın risa-letini ve Tevrat'ın sıhhatini beyanla tasdik ettiği gibi Tevrat da, Resulullah'm geleceğini beyan edip Resulullah'ın gelmesi dahi Tevrat'ı musaddık olmuştur.
Kitap verilenlerle murad; kitaba iman edenlerdir. Gerek mesailine alim olsun ve gerek alim olmasın mutlaka kitabı tanıyanlardır.
Kitapla murad; Kur'ân olmak ihtimali varsa da esah olan Tevrat'tır. Zira arkaya atmak; temessük ettikten sonra olacağından ve Kur'ân'a Yahûd asla temessük etmeyip Tevrat'a temessük ettiklerinden arkaya atıp amelini terk ettikleri kitap; Tevrat'tır.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Yahûd; dört fırkadır : Birinci fırka; Tevrat'a iman edip hukukunu ifaya sa'yeden müminlerdir. Bu kısım, Yahûddan akall-i kalildir. İkinci fırka; Tevrat'a aleni muhalefet edip ahkâmını arkaya atan' kâfirlerdir. Üçüncü fırka; aleni surette Tevrat'ın ahkâmını terketmediler. Fakat cehaletlerinden dolayı ahkâmını ihlâl ve terkedenlerdir. Bu fırka, Yahûdun ekseriyetini teşkil eder. Dördüncü fırka; zahirde Tevrat'la amel ederse de gizlice ahkâmını terkederler ve hakikat-i hali bilirler, lâkin inaden ve istikbaren bilmemezlikten gelenlerdir. Bu kısım, Ya-hûdun münafıklarıdır. [86]
Vacip Tealâ Yahûdun kabayihinden nev-i ahari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yahûd Tevrat'ı arkaya atıp ahkâmıyla ameli terkettüer de Süleyman (A.S.)'ın mülkü ve saltanatı üzerine şeytanların tilâvet ve iftira ettikleri şeylere ittiba ettiler. Süleyman (A.S.)'ın mülk ve saltanatını ve ins-ü cinnin nıüsahhar olmasını sihirle yaptı ve nail oldu diyerek Süleyman (A.S.)'ı küfre nispet ettiler. Halbuki Süleyman (A.S.) kâfir olmadı ve lâkin ins-ü cinnin şeytanları kâfir oldular. Zira; onlar nasa sihri talim ederlerdi.]
Şeyatinin haberlerine tabi olan Yahudilerle murad; zaman-ı saadette mevcud olanlardır. Yahut zaman-ı Süleyraanda mevcut olanlar olduğuna dair ihtilâf varsa da Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile esah olan Yahûdun her sınıf ve nev'ine ve her zamanda bulunanlara şamildir. Zira; Yahûdun ekserisi Süleyman (A.S.)'ın nübüvvetini inkârla «Mülûk-ü dünyadan bir padişahtır, bu saltanata sihir sebebiyle malik olmuştur» derlerdi. Vakta ki ufk-u nübüvvetten Resulullah tulü edip Tevrat ile Kur'ân usul-ü itikadda muvafakat edince Resulullah'a muarazayla Tevrat'ın ahkâmını terk ve sihr için yazılmış kitapları aldılar ve onlarla meşgul oldular ve Süleyman (A.S.)'a sihir nispet ettiler. İşte Cenab-ı Hak onları bu âyetle reddetmiştir.
Tilâvetle murad; haberdir. Şeytanlarla murad; cinnin kefere-sidir. Çünkü; onlar meleklerden işittikleri bazı haberleri kâhinlere ve müneccimlere vesvese tarikiyle ilka ve işittiklerine birçok yalanlar ilâve ederek haber verdiler, kâhinler de kitaplar telif ederek kıraat ve talim ve taallümüne devam ettiler. Sihir talim ve taallümü ve kâhinlerin kitaplarını okumak Süleyman (A.S.) zamanında şayi oldu ve «Süleyman (A.S.)'m mülkü bununla tamamdır ve ins-ü cinnin ve tuyur-u vuhuşun ve rüzgârların itaatleri sihirledir.» demekle Süleyman (A.S.)'a sahirdir demişlerdir.
Onların iftiraları; Süleyman (A.S.)'ın mülkü üzerine olması ve o mülke sihir vasıtasıyla malik oldu demeleridir. Zira; onlar sihir kitaplarını okurlar ve «Süleyman (A.S.)'ın ilmi bundan ibarettir» derlerdi.
Süleyman (A.S.)'ı sihre nispet etmek halka sihri kabul ettirmek içindir. Yahut nübüvvetini ikrar etmeyerek hakikatte sahirdir derlerdi.
Sihrin manâ-yı aslisine gelince : bazı esbab-ı hafiye ile batılı hak suretinde göstermektir ve tahsilinde Şeytan'dan istiane olunmak lâzımdır. Şu halde sihir şerre alet olmak ve habais-i nefis sahibi bulunmak da sahir için evsaf-ı lâzimedendir. Zira; teâvün. ve tenasurda münasebet şarttır. Binaenaleyh; sihri iltizam edip Şeytan'dan muavenet bekleyen Şeytan gibi habîs olmadıkça Şeytan muavenet etmez. Ehl-i sünnet indinde sihrin vücudu ve hakikati vardır, fakat sihri işlemek küfürdür.
Sihrin enva-ı adidesi vardır; birinci nev'i Gildanilerin sihridir, Gildaniler yıldıza ibadet ve yıldızın müessir olduğunu iükad ederler ve onlar sihiıieriyle ebdanda hasıl olan, maraz, cünûn, mevt gibi tesiri yıldızdandır derlerdi. Gildaniler, İbrahim (A.S.) zamanında mevcud olan ahalidir. İbrahim (A.S.) onların yıldıza ibadet ve yıldızın arz üzerine tesir ve tedbirini itikad etmek gibi sahîf ve batıl diyanetlerini iptal için ba's olunmuştur ve o yolda muaraza ve onları ilzam ettiği de Sûre-i En'am'da mezkûrdur.
Sihrin cisimde tesiri vardır, lâkin sahirin bir cismi, ahar bir cisme tebdil veyahut yeniden bir cisim icad etmek gibi umur-u mühimmeye iktidarı yoktur. Ancak sahir, çok hiyel ve desayisle ve Şeytan'm muavenetiyle ve birtakım sa'y-ü gayretle sihir sayesinde hakir birşey iktisab eder. Eğer sihirle taklip veya halk-i cc-sama kadir olsa az bir sihirle birçok mal kesbedip zelil ve hakîr olmazdı. Halbuki âlemde sahir kadar sefil ve hakir bir kimse görülmemiştir. Kezalik kimyacıların kalbi hakayık için serdettikleri iddialar dahi yalandır. Zira; bazı alât ve edviye ile bakırı altın veya gümüşe kalb etmiş olsalardı şimdiye kadar kimyacıların dünyayı altınla doldurmaları lâzım gelir ve padişahların madenlere sarf-ı makderet etmektense kimyacılığa azıcık mal sarfıyla birçok hazineler tedarik etmeleri daha evlâ olurdu ve kimyacılık vasıtasıyla suhuletle bakırdan altın istihsal etmek büyük büyük kaleler fethetmekten elbette daha mühimdir. Halbuki hiçbir zamanda ve hiçbir hükümdarda böyle birşeyin husulünü tarihler zikretmediği gibi bunun hakkında kütüb-ü şer'iyede dahi rivayet görülmüyor. Altın ve gümüşün kimya ile meydana gelmesi Cenab-ı Hakkın onlar da halk ettiği kıymete ve hikmete de münafidir.
Çünkü; suhuletle altın ve gümüşün iktisabı mümkün olsaydı, nas beyninde altın ve gümüşün kadri kalmaz ve muamelât sekte-dar olacağından âlemin intizamı haleldar olacağı şüphesizdir. Şu halde kimyacıların sarfettiği paralar ve çektiği emekler heder ve hebadır ve husulüne dair serd ettikleri delâil esassız evham ve hülyadan ibarettir.
Sihrin hükm-ü şer'isine gelince : Eğer sahir, sihrindeki tesiri kendi fiilinden veyahut alât ve edevatından mütevellid bulunduğunu itikad ederse küfürdür ve eğer tesirin Cenab-ı Hak'tan olduğunu itikad ederse taallümü haram ve fiiliyatı günah-ı kebairden-dir. Zira; Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile Resulullah'tan (Ebu Hüreyre) Hz.'nin rivayet ettiği hadis-i şerifte Hesulullah (S.A.) «Mühlik plan yedi şeyden ihtiraz edin» buyurduğunda as-hab-ı kiram tarafından «O yedi şey nedir ya Resulallah?» dediklerinde «Allahıi Tealâ'ya şirk, sihir, bigayrı hakkın katl-i nefis, yetimin malını ekletmek, zina, esna-yı harpte âdâdan firar etmek ve afife olan bir hatuna zaniyesin demektir.» buyurduğu mervidir. Şu halde bu hadis-i şerifin beyanı veçhile sihir; katl-i nefse ve zinaya muadil büyük günahtır.
İkinci nevi; eshab-ı evhamın sihridir. Vehmiyata tabi olarak bazı şeyleri tevehhümatla halka suret-i âhârde göstermektir.
Üçüncü nevi; şeyatinden istiane tarikiyle harikulade gibi bazı şeyler ihtira3 etmek ve halka göstermektir. Dördüncü nevi; göz boyamak tabir olunan şeydir. Bu nev'e şa'beze denir ki bu fende hazık olan, halkı bir nevi fiiliyatla meşgul ederken ansızın halkın haberi olmadan fiil-i ahar ihdas ve halk onu gözetmedikleri halde zuhur edivermesi hayreti mucip olup taaccüplerini celbeder ve kuvve-i basıranın kemal-i süratle hareket eden birşeyi şey-i ahar suretinde görmek adetidir. Meselâ sür'atle seyreden vapurda bir kimse suya nazar etse vapuru durur, suyu gider görür, halbuki emir berakistir. Rahmet yağarken semadan nazil olan katreleri semadan yere kadar çekilmiş birer hatt-ı müstakim suretinde görür ve bir kimse birşeyle meşgul iken yanında şey-i ahar hadis olur, haberi olmaz.
Sihrin, beşerin ebdanına ve zihnine ve aklına tesiri muhakkaktır. Hatta bir Yahudiyenin Resulullah'a sihredip vücud-ü nebevilerine zaaf ânz olduğu ve (Raufe) denilen kuyuya üka edilen sihri melâikenin haber vermesiyle oradan çıkarılınca Resulullah'm zaafı zail ve bu misilli sihir ve isabet-i ayndan istiaze için (Mu-avezeteyn) sûrelerinin nazil olduğu mervidir. [87]
Vacip Tealâ şeyatinin nasa sihir talimiyle kâfir olduklarını beyandan sonra Harut ve Marut isminde meleklere inzal olunan sihri dahi talim ettiklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şeyatîn insanlara (Küfe) kurbünde Babil denilen beldede Hârut ve Mârut isminde iki melek Üzerine nazil olan sihri dahî talim ederler. Halbuki Hârut ve Mârut kendilerinden sihir öğrenmek için müracaat eden kimseye «Ancak biz fitneyiz. Naşı imtihan için geldik; sen sihir öğrenmekle küfretme» deyinceye kadar hiçbir kimseye sihir talim etmezlerdi. Harut ve Mârufun bu suretle vukubulan tavsiye ve nasihatlerine rağmen o gelen kimse söz dinlemeyerek behemehal sihir öğrenmeyi arzu eyler ve ısrar ederse nas meleklerden zevç ve zevce beyinlerini tefrik edecek sihirleri öğrenirler. Halbuki sihirle onlar bir kimseye zarar edemez, ancak Allah'ın izniyle zarar ederler.] Zira; sihrin nefsinde tesiri olmayıp ancak tesir, Cenab-ı Hak'tandır. Yalnız sihir esbab-ı âdiye kabi-lindendir. O esbaba tevessül edince müsebbibi olan bazı eseri halk etmek Allahü Tealâ'ya mahsustur.
Bahil; Küfe kurbünde Nemrud'un beldesidir. Nemrud'-un köşkü yıkıldığında nasuı lisanı teferruk edip herkes bir türlü söyleyerek hiçbiri Öbürünün lisanını anlamaz bir hale geldiği cihetle akıbet herbiri bir tarafa gidip yurt tutmaya vesile olduğundan Babil denilmiştir.
Melekler bilûmum maâsiden masumdurlar. Sihir talimi haram olduğu halde Harut'la Marufun sihir talimlerinin sebebi Fahr-z Razi'nin beyanı veçhile o zamanda sihir teammünı etmiş ve sâhirler nübüvvet davasına kalkışmış, şu halde sihri mu'cizeden tefrik etmek lâzım gelmiş: Halbuki sihri mucizeden tefrik ise mucizenin, mahiyetlerini bilmeye tavakkuf ettiğinden Cenab-ı Hak bu iki meleği beşer suretinde gönderdi. Onlar da nasa sihir talim eder ve derlerdi ki: «Sihri bilin ve lâkin amel etmekle küfretmeyin.» Yahut âyette beyan olunduğu veçhile Vacip Tealâ kullarım imtihan için bu melekleri nastan arzu edenlere sihir talimi için gönderdi. ' Onlar nastan müracaat edenlere nasihat ederler ve «Biz nasa fitne ve imtihan için geldik. Sihir talimine ve mucibiyle amel etmeye heves edip küfretmeyin» derlerdi. Nastan mümin olanlar imanlarını muhafaza eder ve nasihati kabul ederler ve kâfir olanlar taallüm ederler ve nasihat kabul etmezlerdi. Melekler bu talimde emr-i ilâhiyi infaz edip Allahü Tealâ'ya muti oldukları için masiyette bulunmamışlardır. Zira; talimleri emr-i ilâhiye mübte-nidir.
Nastan şakî olanlar zevçle zevce beynini tefrik eden şeyleri taallüm ederlerdi. Her ne suretle sihretseler sihrin zararı ancak Allahü Tealâ'nın halkıyla olduğu cihetle nefsi sihir esbap kabilinden olup tesirini Allahü Tealânın halk ettiğini Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.
[Nastan sihir taallümü ihtiyar eden şakiler kendilerine mazarrat verip dünyada ve âhirette asla menfaat vermeyen şeyi taallüm ederler. Zira; sihirle muradları şer olduğundan zarar görürler, menfaat görmezler. Zat-ı ulûhiyetime kasem ederim ki, Allah'ın kitabını sihre tebdil eden kimseler için âhirette nasib olmadığını Yahûd muhakkak hileliler, Zatıma yemin ederim ki eğer Yahûd bilmiş olsalardı, mukabilinde nefislerini sattıkları sihir ne çirkin şey oldu!] Veyahut «Nefislerini verip mukabilinde satın aldıkları sihir ne çirkin şey oldu, eğer bilselerdi ihtiyar etmezlerdi.»
Yani; şeyatînin haber verdiği yalanları ve batıl sihirleri ih-tiyareden ve kitabullahı onlara değişen kimseler için âhirette nasip olmadığını Yahûd bildiler, fakat huzuzat-ı şehevaniyelerine tâbi olduklarından sırf muzır olan şeyi ihtiyarla ebedi helake müs-tağrak oldular. Ve lâkin Allahü Tealâ hakkı için eğer irtikâp ettikleri sihrin kabâyihini bilmiş olsalard1. nefisleri mukabilinde aldıkları sihir ne berbat ve ne fena şey oldu.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Yahûd Allah'ın kitabını arkalarına atıp şeyatînin haberlerinden te'lif olunan eracif dolusu kitaplara temessük ettikleri cihetle kitabullah mukabilinde keenne sihri satın almış olduklarından ve meleklerin sihri talimden maksatları sihri bilmekle beraber ondan ihtirazla menafi-i âhirete vasıl olmak iken Yahûd öğrendikleri sihri menafi-i dünyaya sarfet-tikleri cihetle keenne menafi-i âhiret mukabilinde sihri satın almış olduklarından bu âyette şira lâfzı varid olmuştur.
Yehûd'un bir kısmı sihir kitaplarından sihri taallüm edip naşı davet ve diğer bir kısmı da cahil olup onların davetine icabet ettiklerinden âyetin evvelinde sihri bilen kısma işaret için bildikleri ve aharinde bilmeyen kısma işaret için bilmedikleri beyan olunmuştur.
Yahut sihri ihtiyarla âhirette nasipleri olmadığını bildiklerine ve âhirette fevtolan nimetin miktarını bilmediklerine işaret için âyetin evvelinde bildikleri ve âhirinde bilmedikleri beyan olunmuştur.
Yahut hakikati bilirler, lâkin bildikleriyle amel etmediklerinden keenne ilimleri adem-i ilim menziline tenzil olunarak âyetin evvelinde bildiklerine ve âhirinde adem-i intifalarına işaret olunmuştur.
Şu tevcihatın her cümlesine nazaran âyetin evveliyle âhiri beyninde asla tenakuz şaibesi yoktur. Çünkü; bir kısmı taallüm edip bildiklerinden ve diğer kısmı taallüm. etmeyip bilmediklerinden her iki kısma işaret olunmuştur. [88]
Vacip Tealâ Yehûd'un irtikâp ettikleri ef'al-i kabihalarından dolayı âhirette nasipleri olmadığını beyandan sonra iman etmiş olsalardı ecr-ü mesubata nail olacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yahûdj eğer Allah'a ve resullerine ve kitaplarına ihlâs üzere iman ve muharrem aItan içtinapla itlika etmiş olsalardı onlar taraf-ı ilâhiden ecr-ü mesubata nail olurlar ve haklarında saadet olurdu. Zira; taraf-ı ilâhiden azıcık mesûbat onlar için bilmiş olsalar dünya ve mafihadan hayırlıdır.] Çünkü; dünya nimeti fani, sevap bakîdir. [89]
Vacip Tealâ Resuîullah'm bi'setinden evvel Yehûd'dan vaki olan kabayihi beyandan sonra Resulullah'ın bisetinden Yahudilerin vaki olan kabayihini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Huzur-u nebeviye geldiğinizde Resulullah'a demeyin deyin ve şu vesayamızi dinleyin ve kâfirler için acıtıcı azap vardır.]
Yani; ey müminler! Huzur-u nebeviye dahil olduğunuzda ke-mal-i edep ve terbiye üzerine dahil olun ki, resulünüze hürmetsizlik iş'ar edecek ve Yehûd'un ta'nına vesile olacak şeylerde bulunmayın ve bilhassa demekle hitab etmeyin belki yani «Bize nazar et» demekle nazarı merhamet ve atıfetini istirham edin ve şu vasiyetimizi dinleyin. Zira; dinlemekte sizin için menfaat ve kâfirler için âhirette azab-ı elim vardır.
Beyzâvî, Fahr-i Razi, Hazin ve Nimetullah'ın beyanlarına nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; eshab-ı Resulullah vakayi-i mühimmede huzur-u nebeviye geldiklerinde «Ya Resulallah! Kelâmında teenni buyurmakla, bize riayet et ki, biz Kelâmı Nebevini fehme-delim ve sözümüzü dinlemekle bize riayet buyur ki, mazhar-ı atıfetin olalım» manâsına derlerdi. Yahudiler bu sözü işitince fırsat buldular. Çünkü onların lisanında ruunet-ten me'huz «Ey ahmak kişi» manâsına kelime-i hakarettir. Eshab-ı Resulullahtan dediklerini işitince beyinlerinde "Biz Muhammed'e gizli seb ederdik, şimdi alenen seb etmemize fırsat var, alenen seb edelim» dediler. Resulullah'm huzuruna geldiklerinde râina derler ve birbirlerine bakarak gülerlerdi. Sa'd b. Mu-az Hazretleri onların lisanlarını bildiğinden derhal maksatlarını anladı ve Yehûda hitaben: «Bundan sonra eğer sizden bir kimse Resulullah'a hitaben derse kılıçla boynunu vururum» demesi üzerine bu âyet nazil olmuştur ki, Yehûd'un bu sebeple Re-sulullah'a sebbine meydan kalmamıştır.
Bu kelimede manâ cihetinden Resulullah'a demek sahih ise de ehl-i Hicaz indinde makam-ı istihzada istimal olunduğundan istimal cihetinden dahi sû-u edebi nıüş'irdir. Binaenaleyh; ehl-i îman demekten nehyolunmuşlardır. Fakat lafzıyla hitapta Resulullah'm nazar-ı inayetini talep ve istirham olduğundan hürmetsizlik manâsını müş'ir değil, bilâkis ta'zîmi müş'irdir. Resulullah'm kelâmını itaat üzere işitmek ve tamamiyle fehmetmek üzere işitmelerini emretmekle Resulullah'a tazim etmelerini Cenab-ı Hak tavsiye buyurmuştur. [90]
Vacip Tealâ Yedûhun ve sair kâfirlerin Resulüne adavetlerini beyandan sonra kâfirlerin şerrinden hazer etmelerini Resulüne ve müminlere tavsiye etmek üzere buyuruyor.
[Ehl-i kitaptan olan kâfirler ve müşrikler, sizin üzerinize Rab-binizden hiçbir hayırü bereket ve islah-i halinize ve dünyada ve âhirette saadetinize dair birşey nazil olduğunu istemezler. AHafaü Tealâ kullarından dilediğini rahmetiyle mümtaz kılar ve istediğine âyetlerini inzal eder; Zira Allahü Tealâ fazl-ı azîm ve ihsan-i kesir sahibidir.] Hikmet-i ilâhiyesi iktizası istediği kuluna ihsan eder. Kimsenin itiraza hakkı ve mecali yoktur. Zira; her ne işlese mülkünde tasarruftur.
Rahmetle murad; vahy-i ilâhidir. Vaky ; Allah'ın ihsanıdır. Binaenaleyh; vahyini inzale dilediği kulunu ihtiyar ettiğinden nübüvvet; mevhibe-i ilâhiye olup ahdin kisbi ve sa'yiyle değildir.
Gerek Yehûd ve gerek putlara ibadet eden müşrikler ehl-i iman üzerine nazil olan Kur'ân'a hased ve adavet ettiklerini ve hiçbir zaman hayra nail olduklarını istemediklerini ve daima buğz ve gazap üzere bulunduklarını beyanla ehl-i imana kâfirlerin zahirde gösterdikleri meveddete aldanmamalarını tavsiye buyurmuştur.
Tefsir-i azin'de beyan olunduğuna nazaran müminler, Yahudilere «Muhammed (S.A.)'e iman edin» dediklerinde «Sizin iman ettiğiniz bizim iman ettiğimizden hayırlı değildir» demeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. [91]
Vacip Tealâ Yehûd'un din-i İslama nesh-i ahkâm cihetinden ta'n ettiklerini reddetmek üzere buyuruyor.
[Herhangi bir âyeti biz nesih veyahut nisyan ettirirsek kullarımız hakkında o âyetten daha hayırlı veyahut ahkâmıyla amelin suhuletinde ve ecr-ü mesubatmda ona müsavi olan bir âyeti getiririz. Allahü Tealâ'nın herşeye kadir olduğunu ey Eesul-ü Ekrem'im sen bilmedin mi? Elbette bildin.] Şu halde Allahü Tealâ bir âyeti ve ahkâmım kaldırıp yerine ondan hayırlısını getirmeye dahi kadirdir.
Nesih; ind-eşşer' bir hükm-ü şer'inin muahhar bir delil-i şer'î ile ref ve izale olunmazıdır. Bir âyetin hükmü bir zamana mahsus olarak nazil olur. O zamanın hitamında Vacip Tealâ onun hilâfına veyahut umumi ise hususi bir âyet inzaliyle o âyetin hükmünü kaldırır ve binaenaleyh; o âyetin hükmü nihayet bulmuş olur.
Nesih; ilm-i usulde beyan olunduğu veçhile üç suretle cereyan eder: Birincisi; lâfzı ve manâsı mensuh olur. İkincisi; yalnız manâsı mensuh, lâfzı baki olur. Üçüncüsü; lâfzı mensuh, manâsı baki olur.
Nesih; aklen ve sem'an caiz ve naklen vahidir. Çünkü; Re-sulullah'a nazil olan Kur'ân; kütüb-ü sabıkanın cümlesini neshet-tiği gibi İncil, Tevrat'ın ve Tevrat kendinden evvelki şerayiin birçok ahkâmını neshetmişlerdir. Meselâ Hz. Âdem şeriatinde zür-riyet-i Ademin tekessürü matlub olup meydanda Âdem'in sulben evlâdından başka kimse olmadığından kardeşin kardeşi tezevvüc etmesi meşru* idi. Zira; hal ve maslahata ve takib olunan gaye ve hikmete muvafık olan da bu idi. Biraz müddet sonra insanlar te-kessür ettiğinden kardeşin kardeşi nikâh etmesine ihtiyaç kalmadığı cihetle bu hüküm nesholunmuştur. Hz. Nuh (A.S.) şeriatinde hayvanatın her nev'ini ekletmek mubah idi. Hz. Musa şeriatinde hayvanattan birçoklarının ekli nesholunmuş ve şeriat-i Muhâm-mediye makablinde olan şeriatleri furû' cihetinden neshetmiştir. Lâkin usul-ü itikadiye cemii şerayi'de müsavi olup asla tegayyür kabul etmediğinden mesail-i itikadiyede nesih yoktur.
Nesih; emir ve nehiy.gibi ahkâma müteallik olan kısımlarda cari olup vukuat-ı hikâye ve haber kısımlarında cari, olmaz.
Kur'ân-ı azimüşşan'da nesih vakidir. Meselâ; zevci vefat eden hatunun iddeti bir senede tamam olacağına dair olan âyet dört ay on günde iddetini ikmal edeceğine dair olan âyetle nesholunduğu gibi iptida-yı islâmda huzur-u Risalette fısıltı yapacak kimse sadaka vermekle memur iken badehu sadaka nesholunmuştur. Kıtal ile iptida emrolunduğunda bir müminin on kâfire karşı sabır ve sebatı vacip iken sonra bir kişinin.iki kâfire karşı sabır ve sebatı vacip olup ziyadesi nesholunmuştur. Çünkü; bir zamanda em-zice ve bünye-i insaniyeye muvafık devanın diğer zamanda muvafık olmadığı gibi bir zamanda insanların mizaç ve bünye mesalihi-ne muvafık olan ahkâmın diğer zamanda muvafık olmadığından evvelki hüküm nesholunur, yerine ondan daha kolay ve mesalihe muvafık ikinci bir hüküm gelir.
«Bir âyeti neshedersek ondan hayırlısını getiririz» demek; «İbad üzerine gayet kolay ve menfaatta ziyade ve sevabı çok olan hükmü getiririz.» demektir. Yoksa, «Bir âyet diğer âyetten hayırlıdır» manâsına değildir. Zira; kelâm-ı ilâhinin cümlesi müsavidir.
Teheccüd namazının farziyetı nesholundu. Çünkü; ibad için dünyaca külfet ve meşakkat kalktığından farziyetinin neshi hayırlıdır.
Eyyam-ı madudatta oruç bütün Ramazan ayında oruca tahvil olundu. Gerçi ekall-i neshile eksere tahvilde ebdan üzere külfet ve meşakkat vardır. Lâkin ecr-ü sevabı çoktur. Amma bir hükmü nesihle onun mukabilinde mislini getirmekte sevap aynıdır. Zira nasih; mensuha müsavidir. Meselâ kıble (Beyt-i Mukaddes) iken (Kâbe-i Muazzama)fya tahvil olunduğu gibi. Her iki cihete teveccühte külfet müsavi olduğu gibi sevap dahi müsavidir.
Gerçi mutezile mensuh olan âyetin mukaddem, nasih olan âyetin muahhar olup muahhar olan bir şeyin kadim olamayacağını beyanla Kur'ân'm hadis olmasını bu âyetle istidlal ediyorlarsa da nasih ve mensuh olmak elfaz ve ibaraün avarızından olup elfaz ve ibaratın hadis olduğunda ise niza' olmadığı cihetle nesho-lan elfazm hadis olmasından kelâm-ı ilâhinin hadis olması lâzım gelmez.
Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nüzulü kâfirler «Muhammed (S.A.) eshabma bir gün birşeyle emreder, yarm nehyeder ve birgün bir söz söyler, yarın sözünden döner.. Şu halde her ne söylerse kendi indinden söyler» demeleri üzerine bu âyet nazil olmuştur. [92]
Vacip Tealâ neshin cevazını beyandan sonra semavat ve arzın mülkü kendine mahsus olup emir ve nehyeylemek ve emr-ü nehyini neshetmek kendi has mülkünde tasarrufu olduğu cihetle hiç kimsenin itiraza salâhiyeti olmadığını beyan zımnında buyuruyor.
[Sen bilmcdin mi semavat ve arzın mülkü muhakkak AUahü Tealâ'ya mahsus olup sizin için Allah'ın gayrı umurunuza bir mütevelli bir yardımcı olmadığını? Elbette bildin.]
Yani; ey Habib-i Ekrem'im! Semavat ve arzın mülkü Allahü Tealâ'ya mahsus olup semavat ve arzda bilâ fütur dilediği gibi tasarruf ettiğini ve âfak-ı âlemde keyfe ma yeşa tasarruf etmekle beraber nefsinize müracaat edince dünyada ve âhirette Allah'ın gayrı sizin için bir yardımcı ve umurumuza kayyım ve mütevelli olmadığını sen bilmedin mi? Şu halde Allahü Tealâ size emir ve nehyeder ve istediği hükmü sizin üzerinizden kaldırır ve istediğini ibka eder. Zira; mülkünde tasarruf onundur, itiraza kimsenin mecali ve hakkı yoktur. Dilediği kuluna mertebe-i nübüvveti ihsan eder ve dilediği mekâna şeref verir ve kıble ittihaz olunmasını emreder. Binaenaleyh; bir zamanda ehl-i imana Beyt-i Mukaddes'i kıble kılar, diğer zamanda kıblenin Kabe olmasını emreder ve her iki suret ise mülkünde tasarruftuf ve bir kimsenin hukukuna tecavüz yoktur. Hergün ve her saatte ahar bir cihete teveccüh etmekle emretse kimin itiraza salâhiyeti vardır ve kim zarar görür? [93]
Vacip Tealâ mülk kendinin olup emir ve nehy zatına mahsus olduğunu beyandan sonra Resulü üzerine bazı esrarı sual sadedinde ısrar edenleri tevbih etmek üzere buyuruyor.
[Umurunuzu Allah'a ve resulüne tefviz edip tamamiyle inki-yad ve itaat eder ve her gelen ahkama riayet eder misiniz, yoksa resulünüze nazil olan âyetlerin esrarından sual etmek mi murad edersiniz? Bundan evvel Musa (A.S.)'a sual olunduğu gibi.] Çünkü; Beni İsrail'in ahvalini ıslah sadedinde gelen âyetlerin esrarını anlamak için ısrar üzere Musa (A.S.)'dan onlar sual ederlerdi. Siz de onlar gibi ahvalinizi ıslah için nazil olan âyetlerin hikemi hafi-yatmı ilhah ve ısrar üzere sual etmeyin. [Bir kin ,e küfrü imana tebdil ederse doğru yolu ve tarik-i müstakimi yitirmiş (kaybetmiş )dir.]
Bu âyette Beyzâvî'nin beyanı veçhile kelimesi muttasıla olursa'e mukabildir. Buna nazaran manâ-yı âyet:
[Siz Allah'ın her şeye malik olduğunu ve istediği gibi emirü nen-yettiğini ve eşyanın küllisine kadir olduğunu bilmediniz mi? Yoksa bildiniz de Musa (A.S.)'ın ümmeti gibi resulünüze nesih ve saire gibi herşeyin esrarından sual etmek mi istersiniz?] demektir. Lâkin (fi ) kelimesi munkatıa olursa Resululîah'a itimadın lüzumunu ve birşeyin esrarını ve hikmetini anlamak üzere sualde ısrar etmemelerini tavsiye etmektir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Belki siz Beni İsrail'in Musa (A.S.)'dan takatlerinin fevkinde «Aleni bize Allah'ı göster» dedikleri gibi siz de tahammülünüzün fevkinde birçok şeyler sual etmek mi istersiniz? Halbuki resulünüzün risaletine delâlet eder mucizat-ı bahire ve delâil-i zahire geldikten sonra sizin için bu misilli sualler caiz değildir, hemen itaat ve inkıyadınız lâzımdır. Zira; nübüvveti mucizatla sabit olduğundan size vacip olan itaattir. Eğer taannüd ederek sualde ısrar ederseniz imandan sonra küfretmiş olursunuz. İmandan sonra küfreden kimse, matlubuna isal eden ve sebeb-i necatı olan tarik-i imandan muhakkak çıkmış olur] demektir.
Âyet-i celilenin Yehûd hakkında nazil olduğu mervidir. Çünkü onların, Tevrat'ın birden nazil olduğu gibi Resulullah üzerine semadan birden bir kitap nazil olmasını talebetmeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut âyette hitap; müminleredir. Zira müminler; kendileri hakkında menfaat olmayan birçok şeylerin sualine mübaşeret etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyette müminleri faydasız şeyleri sual etmekten men' ve zecir olmakla beraber inad ederek sual etmenin küfrolduğuna ima ve işaret buyurulmuştur.
Hernekadar beyan olunduğu veçhile âyetin kimler hakkında nazil olduğuna dair iki rivayet varsa da Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran esah olan; âyet Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Zira; âyetin gerek sabıkı ve gerek bundan sonra gelecek olan lahıkı Ye-hûd hakkında olduğundan bu âyetin dahi Yehûd hakkında olması
nazm-ı âyete mülayimdir. [94]
Vacip Tealâ Yahûdun bazı kabayihini beyandan sonra ehl-i imana hasedlerinden naşi yapmak istedikleri hiyel ve desayisi ve fena maksatlarım beyan etmek üzere buyuruyor.
[EM-i kitaptan pek çokları şiddet-i adavetleri neticesi kendi nefislerinden galeyan eden hasedlerinden naşi sizin için hak zahir ve teheyyün edip iman ettikten sonra sizi küffar olarak reddetmiş olsalar mahabhet ederler ve sizi dinlerine red île katlinizi vacip, mürted kılmaktan maksatları dinlerinde salâhet ve gayretlerinden değildir, belki size hased ve matlarmdandır. Çünkü; kendi kitapları sizin dininizin hak olduğuna şehadet eder ve onlar da hakkaniyetini bilirler. Şu halde siz onları intikam ve ukubetinizden af edin ve onları ta'yib ve tekdirden iraz edin ve Allahü Tealâ'nın onlar hakkında emri ve hükm-ü kafisi gelinceye kadar sabirü sebat edin. Zira, Allahü Tealâ herşeye ve bilhassa sizin intikamınızı onlardan almaya kadirdir.]
Hased; aharın nimetini çeketnemekle o nimetin zevalini arzu etmek ve izalesi için hiyel ve desayise teşebbüs etmektir ki cemi-i edyanda haramdır. Bu hal insanlar beyninde adem-i imtizaca ve tefrikaya badi ve âlemde fitne ve fesada bâis ve hercü-merce sebep olduğundan asayiş-i intizamı ihlâl eden ahlâkın en fenasıdır. Hatta müminin mürted olmasını arzu etmek gibi bir fenalık olmadığı halde bu fenalığa bile hasedin sebep olduğunu Ce-nab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur.
Hased, aharın nimetinin zevalini arzu etmeye sebep olduğu gibi, hased eden kimsenin ilelebed helakine dahi sebep olacağı İb-lis'in helâkiyle sabittir. Çünkü; İblis'in küfrü Hz. Adem'e hasedinden neş'et etmiştir. Amma gaynda olan nimetin devamıyla beraber kendinin dahi o nimete nail olmasını arzu etmek gıptadır ki haram değildir ve gıpta kabilinden olan arzuda beis yoktur.
Ehl-i kitap, müminlerin nail oldukları nimet-i imanın zevalini arzu ettiler ki saadet-i dareynden mahrum olsunlar.
Afıvla emir; onların hasedine ve küfürlerine rızayı mucip olmaz. Çünkü afvile emir; onlara mukabele ve cevabı bir müddet-i muvakkatada terkle emirdir. Zira, emir; mutlak değildir, belki «onlar hakkında emr-i ilâhi gelinceye kadar mukabeleyi terkedin» demekten ibarettir.
Emr-i ilâhi ile murad; Beyzâvî'nin beyanına nazaran Kureyza kabilesinin katli ve Beni Nadîr'in beldelerinden tard ve teb'idle-rine dair emr-i ilâhinin gelmesidir. Şu halde afvile emir mutlak olmayıp emr-i ilâhinin gelmesiyle mukayyed olunca «Bu âyet, kıtal âyetiyle mensuhtur» demeye hacet yoktur. Çünkü; emr-i ilâhi gelince afvile emrin hükmü hitam bulmuş ve diğer âyetle nesha ihtiyaç kalmamıştır.
Neshe müteallik olan bahiste beyan olunduğu veçhile afvile emir zamanında ehl-i imanın kılleti ve zâ'fiyeti sebebiyle mukabele etmek ehl-i iman hakkında maslahata muvafık değildi. Zira mukabele ve onlarla mücadelenin uyandıracağı ateş-i fitneyi söndürmeye henüz ehl-i imanın kuvveti kâfi olamadığından Vacip Tealâ onlara kâfi şevket-i islâmiyenin tekemmülüne kadar sükût etmelerini tavsiye buyurmuştu. İşte umur-i müslimine mütevelli ve re'si kârda bulunan zevat için bu âyet-i ceiile büyük bir derstir. Çünkü re'si kârda bulunan zevatın ümmetin ahvalini iyi bilmesi ve kuvvetini tamamiyle tetkik etmesi ve kuvve-i maddiye ve ma-neviyesini nazarından uzak tutmaması, hariçten zuhur edecek belâyâya mukabelenin zamanı ohıp olmadığını bilmesi ve mukabeleye kuvvet kâfi değilse kâfi derece kuvveti ikmal edinceye kadar müdâratla vakit kazanması umur-u lâzimeden olduğuna âyet delâlet eder. Zira; Vacip Tealâ Yehudun şerrini defa kuvvet iktisab edinceye kadar resulüne Yehud hakkında afıvla muamele etmek ve sözlerini duymamakla emir buyurmuştur. Â'dânın küllisine karşı hüküm; her zaman bu minval üzeredir.
Ayet-i celilenin sebeb-i nüzulü; (Uhud) vakasından sonra Ye-huddan bir taife esbaptan (Huzeyfe) ve (Ammar) (R.A.)'ya dediler ki: «Görmediniz mi size isabet eden inhizamı? Eğer siz din-i hak üzerine olsanız münhezim olmazdınız. Bizim dinimize dönerseniz sizin hakkınızda hayırlı olur. Zira; biz sizden efdaliz ve dinimiz de haktır». Yahudilerin böyle demeleri üzerine (Ammar) Hz.'leri «Ey Yehûd! Sizin dininizde nakz-ı ahdetmek caiz midir?» dedi. Yahudiler «Katiyen nakz-ı ahdetmek caiz değildir» deyince Ammar: «Ömrüm oldukça ben Muhammed (S.A.)'e küfretmemek üzere ahdettim, dönemem» dedi. Yahudiler de «Bu adam dininden dönmüş» dediler. Huzeyfe Hz.'leri de «Ben Rab yönünden cihet-ullah'a, din yönünden İslama, iman yönünden Kur'ân'a, kıble yönünden Kabe'ye ve kardeş yönünden müminlere razı oldum, sizin sözünüz kulağıma girmez» diyerek huzur-u Risalete gelip bu hali haber vermeleri Resulullah'ın da onlara «İsabet ettiniz, felah buldunuz» buyurması üzerine bu âyetin nazil olduğu siyer-i kebirde mezkûrdur. [95]
Vacip Tealâ ehl-i imana vakt-i merhununa kadar kâfirlerin muamelesine sabır ve sükûtle muamele etmelerini de emrettikten sonra mücerred afıvla iktifa olunmayıp ibadetle dergâh-ı ülûhi-yete iltica etmeleri lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz affedin ve Yahûdun sû-u muamelelerine şiddet göstermeyin de cemi-i bedeniniz ve revabıt-ı kalbiyenizle üzerinize farz olan namazı ikame etmekle dergâh-ı iilûhiyetimize teveccühtü tamla teveccüh ve iltica edin ve masivadan kati alâka ederek iba-dat-ı maliyeden zekâtınızı müstehak olanlara verin ve şurasını iyi bilin ki nefsiniz için hayır olarak namaz ve zekât gibi takdim ettiğiniz ibadatm kâffesinin ecr-ü mesubatını Allahü Tealâ indinde noksansız hazırlanmış bulacaksınız. Zira; Allahü Tealâ sizin cümle â'mâlinizi görücü ve muktezasına göre fazl-ü kereminden sevap vericidir.) Binaenaleyh; ameliniz asla zayi olmaz.
Âyet-i celile hayra îerğib ve serden tenfirdir. Çünkü; Allahü Tealâ her ameli görüp ona göre ceza verince edna aklı olari güzel ceza almak için elbette hayra sa'yeder ve çirkin cezayı görmemek için elbette serden içtinab eder.[96]
Vacip Tealâ Yahûdun ehl-i imanın zihnini iğfal için serdet-tikleri bazı kelâmlarından âhari beyan etmek üzere:
buyuruyor,
[Yehûdun cümle-i hilelerinden birisi de onlar müminleri iğfal için dediler ki, «Elbette Cennet'e dahil olmaz illâ Yahudi veyahut Nasara olan dahil olur. Şair milletlerden ve edyan erbabından dahil olacak yoktur. J Yehûd böyle demekle ehl-i imanın zihinlerini iğfal etmek istediler. İşte onların şu sözleri şehevat-ı nefsani-yelerinin arzu ettiği ebatîl ve eraciflerdir. Ve delil-i aklî ve nakliye müstenid değildir. [Eğer davalarının bir delile müstenid olduğunu iddia ederlerse ey Habib-i Zişamm! Sen onlara hitaben de ki »Eğer sözünüzde ve şu davanızda sadıksamz davanızı ispat edecek delilinizi getirin.»]
Yehud, Nasarayı ve Nasara Yehûdu tekfir edip her iki fırka birbirinin Cennet'e gireceğini itikad etmediklerinden âyette zamir ehl-i kitaba râci olmakla tafsil olunmak lâzımdır. Yehûd, «Cennet'e kimse dahil olmaz, illâ Yahudi olan kimse dahil olur» dediği gibi Nasara da «Cennet'e kimse dahil olmaz, illâ Nasara olan kimse dahil olur» dediler, demektir.
Yehûdun istedikleri müminler üzerine hayır nazil olmaması ve irtidad etmeleri ve Cennet'e Yehudun gayrı bir kimsenin dahil olmaması ve daha bunların emsali birçok batıl emelleri olduğuna işaret için cemi' siğasıylâ varid olmuştur. [97]
Vacip Tealâ Yehûd ve Nasara'nm davalarını reddetmek üzere buyuruyor.
[Ey ehl-i kitap! Emr-i hal ve şan sizin dediğiniz gibi değildir. Belki Allahü Tealâ'ya ihlâs üzere amelini güzel eda edici olduğu halde zatını teslim eden bir kimse için Rabbisi indinde ecr-i azim vardır. Binaenaleyh; onlar üzerine havf yoktur ve mahzun dahi olmazlar.]
Yani; ey ehl-i kitap! İhlâs üzere Rabbisine inkıyad eden için Cennet vardır. Sizin zu'munuz gibi Cennet size mahsus değildir. Evet! Cennet size mahsus olur: Eğer bulunduğunuz tarikatınızı tağyir ve nefsinizi Allahü Tealâ'ya teslim ve ibadetinizi cemii şerait ve âdabına riayetle eda ederseniz Cennet sizin için olur. Zira; şu evsafı haiz olan Cennet'e girer.
İnsanın azasının eşrefi ve havass-i müdrikenin mahalli ve iba-datın azamı olan secde, yüzle hasıl olduğundan cümle azaya bedel yüz tabir olunmuştur. Âyette ihlâs üzere amelin ecr-ü mesubata ve istihkaka sebep olduğuna delâlet vardır.
İhlâs; ibadalını Allahü Tealâ'ya mahsus kılmak ve rıza-yı ilâhiyi talepten başka ameliyle birşey murad etmemekten ibarettir. İhlâsta ameli işlemeye bais ve sebep olan irade ve niyete mukarin olmak lâzımdır. İnsandan sudûreden ef'al, Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile üçtür : .
Birincisi; ibadettir. İbadet niyete mukarin olmayınca kabul olunmaz. Binaenaleyh; niyete mukârin olmayan ibadetin sevabı yoktur.
İkincisi; mübahattır. Mubah olan birşey niyet vasıtasıyla ibadete inkılâbeder. Meselâ taam etmek, mubah olduğu halde ibadete kuvvet iktisabetmek niyetiyle eklolunursa ibadet olur.
Üçüncüsü; fazilettir. Fazilet, niyet sebebiyle sevabı tekessür eder. Meselâ mescidde bulunan bir kimse beytullahı ziyaret niyetiyle dahil olmuşsa; sevaba nail olduğu gibi itikâf niyetiyle ve namazı gözetmek niyetiyle de olursa ayrı ayrı sevaba nail olurlar. Amma mâsiyet, niyet-i hasene sebebiyle taâta tahavvül etmez. Meselâ haram maldan mescid yapmış olsa ibadet olamaz. Zira; haramdır.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyet, Yehûd'un Cen-net'in kendilerine mahsus olması iddialarını red ve gayrılarmdan nefyettikleri şerefi islâmiyet vasıtasıyla gayrilara isbat etmek manâsını mutazammin olmakla Yehûd'un itikadını iptal etmiştir.
Ecr-ü mesûbatına nail olmaklığın şartı; â'mâlini şer'in beyanı veçhile yerine getirmek suretiyle ihsan etmektir. Çünkü ihsan; a'mâli cemii şerait ve erkânım lâyık olduğu vech üzere eda etmektir. [98]
Vacip Tealâ Yahûd'un ve Nasara'nın kelâmlarını icmâîen beyandan sonra tafsîlen beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Yehûd "din bizim dînimiz ve kitap bizim kitabımız ve nebi bizim nebimizdir, Nasara emr-i dinde muteber birşey üzerinde değildir, belki tarik-ı haktan hurûc etmiş dalâlet üzerindedir», dediler ve Nasara «Bizim dinimiz hak, şeriatimiz müebbed ve nebimiz muhalleddir. Yehud umur-u itikad ve amelde muteber bir şeriat üzerinde değildir», dediler. Halbuki Yehud ve Nasara kitaplarını tilâvet ve iman ve irfan iddia ederlerse de henüz cehalet ve ihtilâftan kurtulmamışlardır. Çünkü; bunların dediklerinin mislini kitaptan haberi olmayan ve nebi bilmeyen ve din ve şeriat tanımayanlar derler ve aynı sözü söylemek kitapsız olanlara yakışır, yoksa ehl-i kitaba böyle cahilane ta'n ve teşni' lâyık değildir. Halleri şu minval üzere olunca Allahü Tealâ onların ihtilâf ettikleri mesailde yevm-i kıyamette ahvâl ve amellerinin muktezasıyla. hükmeder.]
Yehud ve Nasara ile murad; cemaat-i muayyene olmak ihtimali varsa da esah olan umum Yehud ve Nasara'nın itikadlannı beyandır. Halbuki Yehud'un tilâvet ettiği Tevrat; İsa (A.S.)'ı ve İncil'i ve Nasara'nın tilâvet ettiği tncil de Musa (A.S.)'ı ve Tevrat'ı tasdik eder. Fakat onlar bu kitapları kıraat ettikleri halde bile ilimleriyle beraber inkâra cür'et ettiler.
Bilmeyenlerle murad; Arab'ın müşrikleridir.^ Çünkü; onlar da: «Müslümanlar hiçbir din üzere değildir» derlerdi. Millet-i is-lâmiye beyninde zuhur eden fırkaların halleri dahi böyledir. Zira; bir fırka Öbür fırkayı tekfir eder. Halbuki cümlesi Kur'ân'ı tilâvet ederler. Cümle milletler ve fırkalar beyninde vaki olan ihtilâfı, yevm-i kıyamette hal ve fasl ve herkesin ameline göre hükmedeceği Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.
(Necran) denilen beldenin Nasara taifesinden bazı kimselerin huzûr-u Risalete meb'ûs olarak geldiklerini işiten ve etraf-ı Medine'de bulunan Yahudilerden birçok kimseler huzur-u Risalete dahil oldular. Bu esnada tarafeyn münakaşaya başladılar, münakaşa gittikçe kesb-i şiddet etti. Yahudiler Nasaraya «Siz emr-i dinde bir meslek-i sahih üzere değilsiniz» demekle İsa (A.S.)'ı ve İncl'i inkâr ettiler ve Nasara da Yahudilere aynı mukabelede bulunarak Cenab-ı Musa ve Tevrat'ı inkâr ettiler. Her iki tarafı şu nârava hallerinden dolayı tevbîh ve tekdîr ve müşrik-i Arap'tan farkları olmadığını beyan için bu âyet-i celüenin nazil olduğu mervidir.
Vacip Tealâ bu sûrenin evvelinde Kur'ân'ın hidayet ve saadeti; mü'min ve müttekilere mahsus olup insanların mü'min, kâfir ve münafık olmak üzere üç kısım olduğunu beyandan sonra tarihe nakl-i kelam ederek, Hz. Âdem'in hilkatini ve Şeytan'la aralarında cereyan eden ahvali izahla hükat-i Âdem'in cümle insanlara ni'met olduğundan bahisle o ni'mete karşı şükrün vücûbunu ve Şeytan'ın adavetinden ihtirazın lüzumunu da ihtar ve tavsiyeden sonra ehUi kitabın en ehemmiyetlisi olan ve milletler içinde ibretâmiz sergüzeştlere maruz kalmış bulunan Beni İsrail'in seva-bıkı ahvalini tasvir ve tafsîl ile bir taraftan Yahudileri imana davet, diğer taraftan da ümmet-i Muhammed'i ilm-i tarihin ehem-miyet ve dikkatine tergîb buyurmuştur.
Zira ümmetler ve cemaatler teşkilât-ı içtimaiyelerini ne gibi esaslara bina ve devr-i terakkilerini ne gibi şeylerle ikmal ve şev-ketü kuvvetlerini ne gibi tedbirlerle muhafaza ve ne gibi sebeplerle devr-i inkıraz ve idbarlarım ihzarettiler ve sebeb-i felah ve helakleri neler oldu ve hasma karşı ne gibi mihnetlere göğüs gerdiler ve ne gibi hazırlıklarla galebe çaldılar veya mağlûb oldular? Bunların cümlesi tarihen mazbut olduğundan her millet için ilm-i tarih, nazım-ı yegânedir. Çünkü tarih; insanların an'anatını ve adât-ı hasene ve kabihasını beyan ettiğinden bir millet kavmiyetini hemen tarihiyle muhafaza edebilir. Eğer tarihiyle an'anatını muhafaza etmezse, kavmiyetini muhafaza edemez. Kavmiyetini muhafaza edemeyen millet mevcudiyetini idame ettiremez. Zira; kavmiyetini kaybedince, efrat beyninde olan revabıtı kırmış olacağından irtibat kalkar. Binaenaleyh; efrad beyninde taâvün ve tenâsura riayet kalmaz. Efrad beyninde revabit ve taâvün olmayınca cemiyetin asabına zaaf târî olup akıbet münkariz olacağı şüphesizdir. Şu halde cemiyât-ı beşeriyenin mevcudiyetini muhafazaya hadim olan esbabın mühim olanlarından birisi de tarihtir. [99]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in vukuatını ve hiyel ve desayisini ve enva-ı kabayihini beyandan sonra, umum üzere mesacidin hürrneti lâzım olup. tahrip edenlerin eşedd-i zulümle zalim olduklarını beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Allah'ın mescidlerini, o mescidlerde Allah'ın ismi zîkrolun-maktan menedip, mescidlerin harabına sayeden kimseden ziyade; zalim kim olabilir?] Elbette indallah muazzam ve ism-i celil-i ilâ-j hinin zikrolunması için bina olunmuş mescidlerin hedmine badi olandan ve ibadullahı ibadetten men' ile mescidin tatiline sa'yeden kimseden ziyade bir zalim olamaz. [İşte şu mescidin harabına sa'yeden erazil ve eşkıya için mescidlere dahil olmak olmadı. İllâ havf, ve endişe edici oldukları halde dahil olurlar. Onlar için dünyada rüsvalık ve katil ve esaret ve zillet ve âhirette azah-ı azîm vardır.]
Âyetin sebeb-i nüzulünü beyan hakkında zikr olunacağı veçhile mesacidle murad; Mescid-i Haram veyahut Beyt-i Mukaddes olmak ihtimali varsa da umum namaz için hazırlanmış mescidler murad olunmak ihtimali galiptir. Mescidin tahribi Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile iki kısımdır: Birincisi; maddeten yıkmak suretidir. İkincisi; manâ cihetinden tahrih etmek ki, naşı mescidde ibadetten men' ile tatil etmektir. Çünkü; cemaatten mahrum olan nıes-cid, zahirde ma'mur ve müzeyyen olsa dahi manâda haraptır. Zira; herşeyde maksat ve gaye muteberdir. Mescidden maksat olan cemaat olmayınca o mescid maksattan ârî muattal ve haraptır. Şu halde harabiyetine sebep olan kimse elbette herkesten ziyade zalimdir.
Mesacide duhûlün havfe mukârin olmasıyla murad; mescide giren kimsenin kemal-i tezellül ve tevazu' üzere dahil olmasıdır. Yani; mescidi tahribetmek şöyle dursun, mescide girecek kimsenin kemal-i havfü haşyetle girmesi lâzımdır, yahut mescidi tahribe sa'yedenlerin ilm-i ilâhi ve kazayı sübhanide ehl-i imandan havfü haşyet üzere dahil olacakları muhakkak demektir. Buna nazaran âyet-i celile; ehl-i imanın Mescid-i Hararn'ı müşriklerin elinden tahlis edeceklerine işareti ve va'd-i ilâhiyi mutazammmdır.
Bu âyet-i celile mesacidin indallah muhterem olup insanlara dahi mescide hürmet ve ta'zîmetmek vacip olduğuna delâlet eder. Zira mescidi yıkan ve nâsı ibadetten men' ile tatil eden kimsenin müşrikten daha ziyade zalim olduğunu beyanetmek; mescidin indallah fevkalgaye muazzam olduğuna delâlet ettiği gibi, insanlar için de tazimin vacip olduğuna delâlet eder. Zira; emkinenin teâlî ve terakkisi zikr-i ilâhiyle olup mesacid, zikrullah için hazırlandığı cihetle emkinenin elbette âlâ ve efdalidir. Binaenaleyh nıü'-min için abdestsiz mescide girmek caiz olmaz.
Mesacidin efdaliyetine dair diğer ayat-ı beyyinat ve ehâdis-i nebeviyat pek çoktur. Bu makamda bu âyetin, mesacidin fezâiline delâleti kâfi görüldüğünden diğerlerinin zikrine hacet görülmemiştir. .
Âyetin sebeb-i nüzulü; Kum Meliki Titos [100] Beni İsrail ile harbederek (Beyt-i Mukaddes)'! tahrip ve Beni İsrail'i katil ve esir edip Tevrat'ı yaktı ve (Beyt)'i yıktı ve içine kelpler ve cifeler doldurdu. Hz. Ömer zamanında ehl-i islâm tarafından yeniden bina edilinceye kadar harap kaldı. Bu âyetin, onun hakkında nazil olduğu (İbn-i Abbas) Hz.'den mervidir. Yahut âyet, Mekke'nin müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Zira; onlar (Hudeybiye) senesi Resulullah'ı ve ashabım (Mescid-i Haram)'i ziyaretten menet-tiler. Resûlullah ashabıyla beraber (Hudeybiye)'de Mekke'den gelen elçilerle akd-i musalaha ederek (Beyt)'i ziyaret etmeksizin geri dönmüşlerdi. Âyet-i celiîe müşriklerin zulmünü beyan hakkında nazil olmuştur.
Her iki. rivayete nazaran gerek (Beyt-i Mukaddes) ve gerek (Kâbe-i Muazzama) mescid-i vahıd oldukları halde şanlarına ta'-zîm ve secde mevzileri müteaddid olmak itibariyle cemi' siğasıyîa varid olmuştur. Bu âyetin hükmü; Allahü Tealâ'ya ibadet maksadıyla bina olunmuş olan mescidlerin cümlesine şâmildir. Şu halde umum mescidlerde hüküm böyledir. Zira; mescid lâfzı umumuna şamildir. Çünkü; itibar, lâfzın umumunadır, sebeb-i nüzulün hususuna değildir.
Beyzâvî'nin beyanına nazaran âyetin lâfzı haber ise de manâsı müşrikleri mescide ithalden nehiydir. İmam-ı Azam indinde müşriklerin mescide duhûlü maalkerahe caiz olup îmam-ı Malik indinde caiz değildir. İmam-ı Şafii indinde (Mescidi Haram)'a duhulleri caiz değilse de sair mesacide duhulleri caizdir. [101]
Vacip Tealâ müşriklerin «İbadet ancak mekân-ı mahsusa ve heykel-i muayyen huzuruna münhasır olup başka mahalde ibadet caiz olmaz» itikadında bulunanların Mescid-i Haram'dan ehl-i imanı men ile ziyade zulmettiklerini beyandan sonra ehl-i islâm için ibadet her yerde caiz olduğunu beyanla müminlerin her yerde ibadetlerinin cevazına işaret ederek münkesir olan kalplerini taltif ve edyan-ı saire erbabının itikadlarmm butlanına işaret etmek üzere buyuruyor.
[Ey habibim'. Sen ehl-i islâmı testiye ve mağmum olan kalplerini mesrur etmek için de ki: «Müşriklerin sizi Mescid-i Ha-ram'ı ziyaretten menettiklerinden dolayı mahzun olmayın ve ibadetinizi bil4 mekâna hasretmeyin, belki maşrık ve mağrip ve bunların ihata ettiği yeryüzünün cümlesi Allah'ın mülküdür. Binaenaleyh; tasarrufu ona aittir, her kıt'ası Allahü Tealâ'ya mahsustur. Zira; herhangi emkineye teveccühtü tamla teveccüh ederseniz Allah'ın canib-i manevisine teveccüh edersiniz. Çünkü; Allahü Tealâ mekândan münezzeh olduğu halde kulûb-u beşerin ihatasından vâsi'dir ve ilmi herşeyi ve bilhassa sizin teveccühünüzü ihata edicidir.] Zira; ilminden hiçbir zerre hariç değildir. Şu halde Mescid-i Haram'dan men olunmakla ibadetten mahrum olmanız lâzım gelmez, her nereye teveccüh ederseniz zat-ı manevisine teveccüh ettiğiniz cihetle, ibadetiniz makbuldür. Allah'ın mülkü (Mescid-i Haram)'a münhasır değildir. Her yer Allah'ındır ve her yerde Al-lahü Tealâ'ya ibadet hasıl olur.
Âbidin hal-ü şanı ma'buda karşı ibadette bulunmaktır. Lâkin Vacip Tealâ madde ve cihetten münezzeh olup bu manâca zat-ı ulûhiyetine istikbal muhal olduğundan esna-yı salâtta istikbal etmeleri için nâsa bir mekân-ı muayyen teşri' ve tayin buyurdu ki, o mekâna istikbali vech-i pakine istikbal mesabesinde kılmıştır.
Vechullah ile murad; huzur ilmî ve manevîce zatullah demektir. Yahut vech ile murad; nza-yı ilâhîdir. Buna nazaran «Her ne* reye teveccüh ederseniz rızauljah oradadır» demek oîur.
Vüs'atIe murad; kudretinde ve mülkünde vüs'attir. Yoksa zatında vasi manâsına demek değildir. Zira zatında vâsi' demek; müteba'ız ve mütecezzi olmak iktiza ettiğinden muhaldir. Şu halde mülkü vâsi'; kullarına atası ve ihsanı bol demektir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile maşrik ile mağribi zikirden murad; arz:n nahiyelerini beyanla arzın küllisinin Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu ve bir mekânın diğer mekândan Allah'ın mülkü olmak cihetinden farkı olmadığını beyan etmektir.
Vechullah ile murad Allah'ın emrettiği cihet demektir. Şu halde manâ-yı âyet: «Maşrık ve mağrip ve onların ihata ettiği cümle emkine Allah'ın mülküdür. Siz (Mescid-i Haram)'da veyahut (Beyt-i Mukaddes)'te namaz kılmaktan men olundunuzsa, arzın küllisini ben size mescid kıldım. Allahü Tealâ her nereye teveccühünüzü emreder ve siz de o cihete teveccüh eylerseniz. Allah'ın emrettiği cihete teveccüh etmiş olursunuz ve rızasına muvafık olan cihet de emrolunan mahalde mevcuttur. Zira; kıble li-zatiha kıble değildir. Belki Allah'ın kıble kılmasıyla kıble olduğundan Allahü Tealâ her nereye teveccühü, emrederse işte o cihet kıbledir. Şu halde ehl-i islâmın (Beyt-i Mukaddes)'ten kıblesini (Kâbe)'ye tebdiline taaccüb etmeyin. Çünkü; Allahü Tealâ mülkünde tasarruf-i tamla mutasarrıftır. İstediği mahalle şeref verir ve kullarının yüzlerini o mekâna tevcih ettirir, kimsenin itiraza salâhiyeti yoktur.»
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile ehl-i islâm Beyt-i Mukaddes'e teveccüh ederken kıble, Kabe'ye tahvil olunduğundan Yehud'un «Ehm-i islâm için muayyen bir kıbleleri olmayıp bazı zaman bir tarafa ve bazı kere de öbür tarafa teveccüh ediyorlar» diyerek tayib etmeleri üzerine Yahudileri red ve mü'minleri tes-liye için âyet-i celile nazil olmuştur. Yahut bu âyet nafile namazlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü; hayvan üzerinde imâ ile nafile namaz kılan kimse için herhangi cihete teveccüh ederse caizdir. Yahut hal-i seferde havanın karanlığıyla kıbleyi farketmeyen kimselerin içtihatlarının meşruiyetini beyan için âyetin nazil olduğu mervidir. Çünkü; İbn-i Abbas Hz.'nin rivayetine nazaran as-hab-ı Resulullah'tan bir cemaat müsaferetlerinde havanın karanlığından kıbleyi bilemediler, herkes içtihadı üzere bir canibe teveccüh etti. Havadan zulmet kalkınca gördüler ki, teveccühlerinde isabet yok, hata etmişler. Huzur-u Risalete gelip, bunu haber vermeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir,
Şu halde içtihadda hatanın ma'füv olduğuna ve vaki olan hatayı tedarik etmek lâzım olmadığına ve hal-i seferde kıbleyi tayin edemeyen kimsenin taharri ve içtihadı nereye vaki olursa o cihete teveccühün cevazına bu âyet sarahatle delâlet eder. [102]
Vacip Tealâ, Yahud ve Nasara'nm küfriyatmdan bazısını ba-delbeyan bazı ahari beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Kitabî ve gayr-i kitabî bilûmum kâfirler «Allahü Tealâ ve-led ittihaz etti»], dediler. Allahü Tealâ veled ittihazından münezzeh ve müberra oldu. Belki semavat ve arzın ve onlarda mevcut olanların cümlesi Allahü Tealâ'ya mahsus ve Allah'ın mahlûkudur, herbiri Allah'a mutî' ve munkadlardır. Allahü Tealâ'mn malılûku olan mevcudat, Allah'ın nasıl veledi olabilir ve beyinlerinde nasıl mücaneset tasavvur olunur, mücaneset olmayınca beyinlerinde tevalüd nasıl tasavvur olunabilir? Cenab-ı Hak, semavat ve arzın halikıdır. Allahü Tealâ bir emrin vücudunu irade buyurup, halk olunmasıyla hükmettiğinde o şeye Allahü Tealâ «ol» buyurur. Ve derhal o şey vücut bulur.» Asla emr-i ilâhi ile o şey arasında fasl edecek zaman bulunmaz ve hemen vücut bulur.
Vacip Tealâ'ya, Yehûd (Üzeyr) Allah'ın oğlu Nasara dahi (İsa) Allah'ın oğlu ve müşrikler de melekler Allah'ın kızları demekle veled isnadına cür'et ettiler." Allahü Tealâ zatım veled ittihazından tenzih buyurdu. Zira; lâfzı kelime-i tenzih ve takdistir. Veled ittihazından münezzeh olduğunu, semavat ve arz ve onlarda bulunan mevcudatın kâffesi Allah'ın mahlûku ve Allah'ın tasarrufu tahtında memlûkü olduğunu beyanla ispat etmiştir. Çünkü; cümle mevcudat Allah'ın mahlûku olunca, mahlûkla halik beyninde cinsiyet olmadığından mahlûk, Halika veled olamaz ve bu âlem-i mükevvenatı halka kaadir olan zat-ı celilüşşamn veled ittihazına ihtiyacı olmaz. Veled ittihaz ve ihtiyar etmek; muhtaç olduğunda ihtiyacını defi' ve kocalığında muavenet taleb etmek ve temşiyetinden âciz olduğu mesâlihini tesviye ettirmek ve hin-i vefatında namını ve eserini ibka etmek maksatlarına mebni-dir. Şu halde veled ittihaz etmek, fakr-u aciz ve ihtiyaç gibi avarıza maruz olmasa, muhtemel olan kimse hakkında tasavvur olunup bunlardan münezzeh olan kimse hakkında tasavvur olunmadığından, Cenab-ı Perverdigâr hakkında veled tasavvur olunmaz. Çünkü veled; teşbihi ve ihtiyacı ve sür'atle fani olmayı müstelzim bulunduğundan, Vacip Tealâ hakkında veled ittihazı muhaldir. Hatta hayvanat ve nebatat sür'atle fenaya gittiklerinden veled ittihaz ederler ki, âlemde nesilleri münkariz olmasın. Amma âlem-i eflâk mümkinattan olduğu halde dünyanın bakâsı müddetincebâki kalacağından kendine müşabih ve velede benzer birşey ittihaz etmemiştir. Çünkü; vakt-i merhununa kadar inkıraz yoktur. Eşyanın küllisinin Allahü Tealâ'ya muti' ve münkad olduğu beyan olunmuştur. Ve ma'dum olan şeyler ilm-i ilâhide mevcut olup nasıl tekevvün edeceğini bildiğinden ma'duma vücut bulmasıyla emir, caizdir.
Bedi' ; maddesiz ve bir misal sebketmeksizin semavat ve arz icad etmektir. Semavat ve arz icad etmek; semavat ve arz ve onlarda mevcut olan hiçbir şeyin Vacip Tealâ'nm veledi olmadığına ikinci bir delildir. Zira; veled valideynin unsurundan ve maddesinden infisal etmek lâzımdır. Mümkin ve hadis ve Allah'ın mahlûku olan şeyler elbette Vacip Tealâ'ya müşabih ve münasip olamaz ki, veledi olsun. Zira; hadisin kadîme ve mümkinin vacibe ve muhtacın ganiye hiçbir zaman münasebeti olamaz. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu dalâletin sebebi; şerayi-i mütekaddime erbabıdır. Çünkü; şerayi-i mütekaddime erbabı Vacip Tealâ'ya sebeb-i evvel olduğu cihetle eb ıtlak ederler ve hatta Allahü Tealâ'ya eb-i evvel ve kendi babalarına eb-i sanı derlerdi. İşte cehele-i Nasara bunu hakikî baba manâsına hamlederek veled isnadına cüretle küfretmişlerdir. [103]
Vacip Tealâ Yehud ve Nasara ve müşriklerin kabayihinden bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[EhM kitabın ve müşriklerin cehelesi ve şuûnatı ilâhiyeyi bilmeyen kimseler dediler ki, «AUahii Tealâ bize tekellüm etmiş olsaydı veyahut senin nübüvvetine delâlet eder âyet bize gelseydi biz sana iman ederdik. Allahü Tealâ'nm senin dininin hak olduğuna bizim dinimizin hükmü kalmayıp mensuh bulunduğuna dair bizimle kelâmı ve bize vahyi yok ve kat'iyete delâlet eder âyeti de yok. Binaenaleyh; biz sana iman etmediğimiz gibi senin sözünü dahi kabul edemeyiz.»] işte böyle demeleriyle müşrikler ve ehl-i kitabın cehelesi davet-i nubüvvetpenahiye icabetten imtina ettiler. [Ey Resül-i zişanım! Senin zamanında ümmetinden sana böyle dedikleri gibi, bunlardan evvel ümem-i salifeden dahi peygamberlerine bunların dedikleri gibi dediler. Zira; kalpleri birbirine müşabihtir. Çünkü; sözlerinde ve işlerinde birbirine benzedikle gibi, küfürde ve kasavet-i kalpte ve enbiyayı tekzip ve muhali t leb etmekte dahi birbirlerine müşabehetleri vardır. Hatta Hz. Mı sa'ya «Allah'ı aleni bize göster ve Allah'ın kelâmını işitelim» d< diler ve kendileri için sual caiz olmayan şeyleri sual ettiler. Ha buki biz azimüşşan yakın üzere hakâyıkı bilen erbab-ı ilme ni büvvet-i Muhammed (S.A.)'e delâlet eden âyetleri muhakkak be yan ettik. Nübüvvette asla şüphe edecek bir cihet kalmadı.] Zira Muhammed (S.A.)'in dava-yı nübüvveti ispat için getirmiş olduğı mucizat-ı bahireyle Kur'ân-ı Azimüşşan, hakkı arayan erbab-ı ilme kâfidir. Dava-yı nübüvveti ispatta delil-i âhare ihtiyaç yoktur. Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile, Vacip Tealâ'nın enbiyaya vahyile ve melâikeye tekellümünü işittikleri cihetle kâfirler de kendilerini kelâm-i ilâhiye ehil görerek istikbar ettiklerinden, şüpheye düştüler ve bu kelâma cür'et ettiler ve Kur'ân'm nübüvvete delâlet eder âyet olduğunu inkârla «Cenab-ı Hak bize tekellüm etmezse hiç olmazsa nübüvvetine delâlet eden bir âyet getir de biz de sana iman edelim» dediler. Vacip Tealâ-kâfirlerin şu iki taleplerinden evvelki talepleri olan mükâleme-i ilâhiyeye ehil ve lâyık olmayıp muhali talepten ibaret olduğuna işaret için o ciheti cevaptan müstağni addederek, ikinci taleplerine kendileri erbab-ı yakînden olmayıp, erbab-ı cehaletten olduklarına işaretle beraber erbab-ı îkan ve hak arayıcıları için Muhammed (S.A.)'in nübüvvetini ispata kâfi âyetlerini beyan ettiğini zikirle cevap vermiştir. Çünkü, matlubu ispata kâfi delil beyan ettikten sonra, ikinci bir delil talep etmek inat ve istikbardan ibaret olduğu cihetle, istedikleri âyeti inzal buyurmamıştır. Zira; ikinci bir âyet gelse, üçüncü bir âyet, üçüncü gelse, dördüncü bir âyet daha isteyecekleri ve ilâ gayrin nihaye bu suretle taleplerinde devam edip duracakları ve iman etmeyecekleri malûm olduğundan muannidane mes'ulleri is'af olunmamıştır. İşte bu esasa binaen müddeinin dâvasını ispata kâfi beyyinesini mahkemede hakim istima ettikten sonra, mudde-a aleyh daha şahit getirsin diye taleb eylese, hakim tekrar şahit istemez. Zira; şahidi, davayı ispata kâfi gördükten sonra ziyade-i talep abestir. [104]
Vacip Tealâ, kâfirlerin tekrar âyet talebinde ısrar edince Resulünün getirdiği mucizelerin kâfi olduğunu ve Resulünün tebliğde noksanı olmayıp, lâyıkı veçhüzere tebliğ ettiğini beyanla, kâfirlerin ısrarlarından Resulünün hasıl olan kederini izale etmek üzere buyuruyor.
[Ey Habib-i Ekrem'im! Biz azimüşşan hakka mülâbis ve mu-kârin olarak seni, mü'minleri Cennet'le tebşir edici ve kâfirleri Cehennem'le korkutucu olduğun halde, ibadm halini ıslah için gönderdik. Vezaif-i risale ti eda ettikten sonra, senin davetine icabet etmeyen ashab-i cahîmden mesul olmazsın.]
Hulâsa; Resulullah'm ümmetinden amel edonleri Cennet'le müjdeleyici ve isyan edenleri Cehennem'le korkutucu olduğu halde hakka mukârin' olarak irsal olunduğu ve omr-i tebliği lâyıkı veçhile eda ettiğinden dolayı davetine icabet etmeyip ehl-i Cehennem olanların hallerinden mes'ul olmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [105]
Vacip Tealâ kâfirlerin küfürde inatlarını ve Resulünün onlara karşı sabır ve sebatını beyandan sonra ebâtıyle ısrarda kâfirlerin şiddetini ve kemal-i adavetlerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sen Yehud ve Kasaranın millet ve dinlerine ittiba' edinceye kadar Yehud ve Nasara, elbette senden razı olmazlar.] Zahirde izhar ettikleri mahabbet ve ünsiyetlerine kafiyen itibar yoktur. Zira; sahtedir. Zahirleri bâtınlarına muvafık değildir. Çünkü; kendi dinlerinin hakkaniyetini iddia ettiklerinden daima senin onların dinlerine ittiba' etmeni arzu ederler. [Ey Resulüm! Alâ tarik-in-nasiha sen onlara de ki: «Allah'ın kullarını ıslah ve irşad için hidayeti ve tarîk-ı müstakimi göstermesi ancak hidayettir ve o hi-dayet-i ilâhiye din-i islâmdir. İhtida etmek isteyenler din-i İslama ittiba' etmelidir. Çünkü; din-i islâmın zuhurundan sonra onun haricinde ibadı irşad edecek hidayet ve tarîk-ı selâmet yoktur.] Zira; Kur'ân'ın nüzulünden sonra doğru yolu göstermek Kur'ân'a münhasırdır. Kur'ânın haricinde tarîk-ı necatı irae eyleyecek ve itimad edecek bir kitap ve şeriat kalmamıştır. [Eğer ey habibim! Sen ve sana tebaiyet eden mü'minler şol şeyden sonra onların arzu ve emellerine ittiba' ederseniz ki, o şey; sana gelen ilm-i Kur'ân ve hidayet-i islâm dır. Bundan sonra milel-i sairenin arzuyu batıllarına ittiba' ederseniz, senin için Allah'ın gazabından seni kurtaracak bîr veli ve bir yardımcı yoktur ki senden, onlara tebaiyetîn-den dolayı vaki olan azabı kaldırsın.]
Hidayet; ancak hidayet-i ilâhiye olan din-i islâm olup Yehud ve Nasara'nm davet ettikleri dinleri aynı dalâl olduğuna işaret için hidayet, hasra delâlet eden zamir-i fasılla varid olmuştur.
Resulullah'a gelen ilimle murad; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile malûm ve muayyen olan din-i İslaradır.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyet-i celilede Yehud ve Nasara'nm imanından Resulullah'm kat-ı ümid etmesinde mübalağa vardır. Havaya ittibaın elbette batıl olacağına ve küfürle lâzım gelen azaba şefaat olmadığına ve insanlar için taklit lâyık bulunmadığa na ve bir kimseyi tehdid etmek, delâil nasbedip o kimseye doğru yolu gösterdikten sonra, olacağına âyet-i celile sarahaten delâlet eder.
Ayette hernekadar hitap Resulullah'a ise de murad-ı ilâhi um-.1 metini Yehud ve Nasaraya ittibadan nehyetin ektir. Yehud ve Na-sara Resulullah'tan müsaade isterler ve iman edeceklerini va'd ederlerdi. Cenab-ı Hak onların sözlerinin yalan olduğunu ve iman etmek niyetinde olmadıklarını ve adavetlerinin şiddetini beyan içni bu âyeti inzal buyurduğu mervidir.
Hulâsa; Yehud ve Nasara kendi milletlerine tabi olup dinlerini kabul etmedikçe ehl-i imandan hiçbir veçhile razı olmayacakları, hidayet ve doğru yol ancak Cenab-ı Hakkın Kur'ân'da gösterdiği tarîk olup, onun haricinde olan tarîka itibar olmadığı ve hidayet-i ilâhiye geldikten sonra başka milletlerin hava ve arzularına ittiba* eden kimseler için Allah'ın gazabından kurtaracak bir yardımcı ve muavenet edecek bir dost bulunmayacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [106]
Vacip Tealâ Yehud ve Nasara'dan iman etmeyenlerin iman etmek ihtimalleri olmadığını beyandan sonra, iman edenlerin hakka mü'min olduklarını beyanla methetmek üzere :
buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlara biz kitap verdik. Verdiğimiz kitabı tağyir ve tahrif etmeksizin evamir ve nevahisinin müştemil olduğu ahkâmı teemmül ve tedebbür ederek lâyıkıyla tilâvet ederler. İşte onlar o kitaba iman ederler ve eğer bir kimse o kitaba küfrederse» ancak küfredenler zarar-ı ebediye duçar oluculardır.] Zira; kitabı tağyir ve tahrif ve ahir zaman nebisinin evsafını inkârla küfredip imam küfre ve menfaati mazarrata tebdil ettiklerinden ebedi nar-ı cahîmde kalıcılardır.
Fahri Razi'nin beyanı veçhile hakka tilâvetle murad; kıraatinde huzu' ve huşu'a riayet ve maânisini teemmül ve ahkâmıyla amel etmek ve hill-il hürmete dikkat etmekten ibarettir. Şu halde kitabullahı taraf-ı ilâhiden nazil olduğu veçh üzere kıraat etmek ve kelimatmı yerinden değiştirmemek ve hilâf-ı hakikat olarak te'vil etmemek matlup olup kitaptan intifa' etmek de hakkıyla tilâvet ve maânisini lâyıkıyla fehmetmektir. Ve hakka tilâvet ve maânisini tefekkür etmeyenlerin dünyada ve âhirette zarardide olacaklarına âyet sarahatla delâlet eder.
Kitabı tilâvet edenlerle murad; Fahr-i Razfnin beyanı veçhile birkaç ihtimal vardır: Birinci ihtimal; Ashab-t Resulullahtır. Buna nazaran Kur'ân'ı tilâvet edenleri methetmekle lâyıkı veçh üzere lâfzını tahriften muhafaza ve manâsını teemmül üzere tilâvet etmeye, âyette ehl-i imanı tergîb vardır. İkinci ihtimal; Ehl-i kitabın Kur'ân'a iman edenleridir. Üçüncü ihtimal; Ehl-i kitaptan kitaplarını tahrif ve tağyir etmeksizin amel edip tilâvet edenler mu-raddır. Yahut Hayber'in fetholunduğu gün Hz. Ali'nin biraderi (Cafer) Hz. ile Habeş'ten gelen kırk kişi hakkında nazil olmuştur. Onlardan otuz ikisi Habeş'ten, sekizi Şam rahiplerinden olup, şe-ref-i islâmla müşerref olmuşlardı.
Yahut âyetle gerek ehl-i kitaptan ve gerek ümmet-i Muham-medden bilûmum nıü'minler muraddır. [107]
Vacip Tealâ Beni İsrail'e vermiş olduğu nimetleri tadadla ahdini ifaya ve nimetin şükrünü edaya davet ve enva-ı kabayihi tadadla tevbih ve küfriyatını meydana koymakla kendilerini tekdir ettikten sonra tekrar Beni İsrail'i insafa davet etmek üzere nimetlerinden bazılarım tadad zımnında buyuruyor.
[Ey Beni İsrail! Zikr edin şol nimetlerimi ki, o nimetleri ben sizin üzerinize in'am ettim ve muhakkak ben size kitap vermek ve içinizden nebi ba's etmek gibi Hıtuf I arımla kendi âlemleriniz ahalisi üzerine tafdîl ettim ve sizi erbab-i şeriat ve i İm-i kemâl sahibi kıldım. Şu halde emrime imtisal edin ve hükmümden çıkmayın ve kahr-ü gazabımdan hazer edin ve şol günden korkun ki o günde bir nefis diğer nefis yolunda hiçbir şeyle cezalanmaz ve kimse kimsenin yükünü götürmez ve herkes kendi vizr-ü vebalini götürür ve nefs-i âsiye bedelinde fidye kabul olunmaz ki, o fidye sebebiyle azab-i ilâhiden halâs olsun ve o nefs-i kâfireye bir şefim şefaati menfaat vermez ki, o şefaat sebebiyle azabı hafif olsun ve nüfus-i âsiyeye bir kimse tarafından yardım olunmazlar ki, o yardımcı sebebiyle gazab-ı ilâhiyi def etsinler.]
Arap indinde muhavere birçok safahat ve şubelere teferruk ettikten sonra, meseleden maksadı hulâsa etmek üzere başlanan noktayla maksada hitam vermek âdet olup ve bu âdet buleğa ve hutaba indinde makbul olduğundan, muhaverede kabul olunan şive-i Arap üzere Beni İsrail'in kıssaları; başlandığı maksadı tekrar beyanla hitam bulmuştur. [108]
Vacip Tealâ, Resulullah'm hicretinden sonra başlıca Medine'de âdâvet edenlerin Yehud olduğu ve Medine etrafında bulunan kabailin Yehuda ehl-i kitap olduklarından dolayı bir derece manevi inkıyadları bulunduğu cihetle Yehud iman ederlerse kabail kolaylıkla iman edeceklerine binaen bu surede Yehuda nushu pendle imana davet ve iman etmediklerinde, halkın zihinlerini iğfal etmemeleri için enva-ı kabayihini ve enbiya-yı sabıkayla cereyan eden ahval-i feci'alarmı beyanla halkın kulûbundan mevkilerini iskat ve kemal-i hased ve inat ve adavetlerini beyandan sonra, cümle milel beyninde nübüvveti tasdik olunan ve kulûb-u nâsta daima mevki-i muazzame mahfuz olan İbrahim (A.S.)'nı hallerini beyan ile halkı imana davet etmek üzere buyuruyor.
[Zikr et ey Resulüm! Şol zamanı ki, o zamanda Rabbisi, cedd-i âlân İbrahim'i Nemrud'un ateşi ve mancınığı ve veledini kurban etmesi ve vatanından uzak düşmesi gibi bazı mesaip ve sair evamir ve nevahı ahkâmıyla müptelâ kıldı ve imtihan muamelesi yaptı.
İbrahim (A.S.) da emrolunduğu ve müptelâ kılındığı ke]imalın her-birîni emrolunduğu veçh üzere fütursuz ve kusursuz tamamiyle eda etti, asla noksan bırakmadı. İbrahim (A.S.) vazife-i ubudiyeti kemaliyle eda edince, Rabbisi mahabbetini izhar ederek : «Ya İbrahim! Ben seni nâsa muktedâbîh kılacağım» dedi. İbrahim (A.S.) Rabbisinin lutfunu görünce: »Ya Rabbi! Benim zürriyetimden dahi nâsa muktedâbih kıl» dedi. İbrahim'in şu istirhamına cevap olarak Rabbisi: «Senin zürriyetinden salih olanlar muktedâbih olurlar, ve-lâkin benim nübüvvetimden ibaret olan, ahdim zalimlere isabet etmez. Zira; hudud-u ilâhiy emiz den çıkmış birtakım fasıklar, bizim tarafımızdan hilâfet ve niyabete nail ve müstehak olamazlar» dedi.]
Tefsir~i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile İbrahim (A.S.) (Ba-bil)den veyahut (Küfe) civarında (Kûsi) denilen karyeden ve Nem-rud'un zamanına tesadüf eden nas cümlesindendir. İbrahim (A.S.) Yahud ve Nasara indinde muhteremdir. Zira! Yahud, nesep cihetinden İbrahim (A.S.)'a mensup olmakla o nispetten teşerrüf ettikleri gibi kezalik Nasara da bir kısmı neseben intisap ve bir kısmı da dinen nebilerinin İbrahim (A.S.) neslinden bulunmasıyla teşerrüf ederlerdi ve Kabail-i Arabm kâffesi evlâd-ı İbrahim'den bulunmakla iftihar ve teşerrüf ettiklerinden İbrahim (A.S.) cümle milletler beyninde muhteremdir. Binaenaleyh; İbrahim (A.S.)'ın bazı menakibini beyanla Resulullah'm kavlini ve şeriatini kabule Vacip Tealâ insanları davet etmiştir. Çünkü; İbrahim (A.S.) tekâlifi tamamen yerine getirmiş ve evlâdına imamet taleb ettiğinde, Vacip Tealâ zalimlerin imamete ehil olmadığını beyan etmiştir ve kıblenin (Kâbe)'ye tahavvülüne razı olmayan Yehuda karşı (Kabe) İbrahim (A.S.)'ın kıblesi olduğu beyan olunmuştur. Bunların cümlesi inadı terkle iman etmek icap eden ahvaldendir. Fahr-i Razi'-nin beyanı veçhile kelimat ile murad; bu âyetlerde beyan olunan iraavıet ki nübüvvet, Beyt-i Şerifi tathir ve temellerini reji' ve evlâdına dua gibi meşakkat-i azîmi mutazammın olan şeylerdir. Çünkü nübüvvet ahkâm-ı ilâhiyi tebliğde birçok külfeti ve me-şakku miheni mutazammın olduğu gibi Beyt-i Şerifi tathir ve binasını yapmak ve Beyt'in levazımından olan menasik-i haccı eda ve menasikini lâyıkıyla yerine getirmek elbette meşakkat-i azî-meyi mutazammındır.
Yahut keIimat ile murad; İbn-i Abbas Hz.'den rivayet olunduğu veçhile evamir ve nevahisidir ki on şeyden ibarettir. İbrahim (A.S.) şeriatinde bu on şeyi eda etmek farz idi, bizim şeri-atimizde ise sünnettir. Beşi baştadır ki mazmaza, istinsah, baş taramak, bıyığını kesmek, misvak istimal etmek gibi nezafete ait olan şeylerdir. Diğer beşi sair bedendedir. Sünnet olmak, kasığını tıraş etmek, koltuğundaki kılları yolmak, tırnağını kesmek ve suyla istinca etmek gibi bedene ait olan nezafetten ibarettir.
Yahut müptelâ olduğu kelimat ile murad; efâl-i hac ki, tavaf, sa'y, remiy, ihram ve kezalik Nemrud'un ateşi ve veledini zebh ile memur olması ve hicret etmesi gibi tekâlif-i ilâhiye ve küffarla ve pederiyle tevhid-i ilâhiye dair mübahaseleridir.
İmametle murad; nübüvvet veyahut herşeyde halka muktedâbih olmasıdır. Cenab-ı Hak bu va'dini incaz buyurduğundan İbrahim (A.S.)'ın zürriyeti ilâ yevm-ilkıyame halka muktedâbih olmuştur. Ve evlâdından nübüvvet mertebesini ihraz edenler de eksik olmadı ve kıyamete kadar mertebe-i nübüvveti ihraz etmek onun nesline münhasır kaldığından âhir zaman nebisi de İbrahim (A.S.)'m nesM necibinden tulü' etmiştir.
Ahd ile murad; imamet olduğundan zalimlere imamet ve nübüvvet isabet etmeyeceği beyan olunmuştur. Binaenaleyh âyet-i celile enbiya-yı kiramın günahtan masum olmalarına delâlet eder.
Şu iptilânın nübüvvetten evvel veyahut sonra olduğuna dair ulema beyninde ihtilâf varsa da âyette zamanı tayine delâlet olmadığından bizim için el ilmü indallah demek evlâdır. Zira; nübüvvetten evvel veya sonra olmasına bir hüküm taallûk etmediğinden tayinden bahsetmekte bizim için bir fayda yoktur. [109]
Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'a tekâlifini icmalen beyandan sonra bazılarını tafsil etmek üzere buyuruyor.
[Zikr et ya Muhammed! Şol zamanı ki o zamanda biz seni nasa imam ve tarîk-i hakka irşada mezun kıldıktan sonra, Kâbe-i Muazzama'yi nâsa merci ve nâsm sevap ye emniyet mahalli kıldık.] Zira Kâbe-i Muazzama bütün me'lûfatı terk ve ehl-ü evlâd ve mal gibi şeylere alâkayı kat1 ile bize teveccühe vesile olup cima', fısk, fücur, mücadele ve katil gibi kabayih kabilinden tevec-cüh-i hakikiye mani olan esbaptan vazgeçerek, ihlâs üzere ef al-i hacci eda eden ziyaretçilerin sevap mahalli ve cemi' mahlûkata emniyet yeridir. Çünkü; o mahall-i mübareke dahil olan kimsenin emniyeti kefalet-i ilâhiye tahtmdandır. Binaenaleyh; dahil olanlar emindirler. [Ey Kabe'yi ziyaret eden ehl-i iman! Ziyarete muvaffak olduğunuzda halilimiz İbrahim (A.S.)'m makam-ı müba-rekinden namaz kılacak mahal ittihaz edin ki, İbrahim'in sünnetine iktida etmiş olasınız. Hac için ziyarete gelenlere vaki olan emirden sonra İbrahim ve oğlu İsmail (A.S.)'a emrettik ve dedik ki, beytimi tavaf edenlere ve Beyt-i Şerif indinde ikamet edenlere ve rükû ve sücudla namaz kılanlara beytimi tathir edin ki, abid-ler taharet-i hakikiyeden ibaret olan ibadetlerini putlardan ve necasetten tahir olan bir mevkide eda etsinler.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile beyt ile murad; Kâbe-i Muazzama ve etrafında bulunan Harem-i Şeriftir. Çünkü mevzi-i sevap ve emniyet, yalnız (Kâbe)'ye münhasır değil belki (Harem) dahilinin kâffesi mevzi-i emniyettir.
Harem-i Şerife dahil olan; ubudiyetin vazifesini eda ettiği cihetten sevaba ve bir dahi avdet etmek ve Kâbe-i Muazzamayla müşerref olmak niyetinde bulunduğu cihetle Beyt-i Şerifin merci manâsına mesabe kılındığı beyan olunmuştur.
Şu halde Harem-i, Şerif; menafi-i diniye ve dünyeviyeye mahaldir. Zira; sevabı ziyade olup, hac gibi erkân-ı islâmiyeden mühim bir ibadeti eda etmek ve o şerefe nail olmak ancak o mahalde müyesser olur. Dünya cihetinden menfaat ise, ticaret ve rnevsim-i hacda enva-ı mekâsib husul bulduğu gibi hac sebebiyle turuk ve maabirin tamiri ve beldelerin muhtelif ahvalini müşahede ve halkın yekdiğerinin haline muttali olması gibi sayılmaz ve tükenmez menafii de mutazammmdır.
Makam-ı İbrahim ile murad; İbrahim (A.S.j'ın mübarek kademinin eseri olan taşın bulunduğu mahaldir. Yahut Kabe'yi bina ederken duvarlar yukarı kalktığında İbrahim (A.S.) ,ın ayağının altına koyduğu taşın 'mahallidir, Hz. Ömer'den rivayet olunan hadis-i şerif de bu manâyı teyid etmektedir. Çünkü; birgün Resulullah Efendimiz, Ömer (R.A.)'m elinden tutar ve Ma-kam-ı İbrahim'i gösterir. Hz. Ömer: «Pederimiz ibrahim (A.S.)'hi makamım musalla ittihaz etmeyelim mi? Ya Resulallah!» der. Resulullah Efendimiz de: «Henüz musalla ittihaz olunmasıyla emro-lunmadım» buyurur, o gün ikindiden sonra gün inmeksizin bu âyetin nazil olduğu mervidir. Ve bu emir ümmet-i Muhammed hakkında istihbab içindir. Yani; o makam-ı mübarekte namaz kılmak müstehabdır.
Musalla ile murad; mahall-i dua olup duanızda mahal ittihaz edin demek ihtimali varsa da evlâ olan o makamda namaz kılmak muraddır. Çünkü salât; dua manâsına gelirse de, birşey mutlak zikrolununca kemaline sarfolunmak kaidesine tevfikan o makamda namaz kılmak muraddır.
Beytin taharetiyle murad; necaset ve put gibi lâyık olmayan şeylerden tathir ve takva üzere tesis etmektir. Taifîn ile murad; hac ve umre için gelip tavaf ve ziyaret
edenlerdir. Akifin ile murad; o makamda mücavir ve mutavattvn olarak ikamet edenlerdir. Kuka' ile murad; namaz kılanlardır. [110]
Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'ın ahvalinden bazı ahari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr et ya Muhammedi Şol zamanı ki o zamanda İbrahim (A.S.) dua ve duasıyla menfaat-i ammeyi m ur ad eder olduğu halde dedi ki: «Ey benim Rabbim! Şu Beyt-i Şerifi ve etrafını a£at-ı dünyeviye ve sair korkulacak şeylerden emin ve salim bir belde kıl ve o belde ahalisinden Allah'a ve yevmi âhirete îman eden kimseleri enva-ı meyvalar ve rızıklarla merzuk et ki, iman ve iz'-anlannın mükâfatını görsünler. İbrahim (A.S.)'uı evvelâ ehl-i Mekke'ye mutlak ve icmal suretiyle dua ve saniyen ehl-i iman olanlara tahsisle du. sini tafsil edince Vacip Tealâ ehl-i beldeden kâfir olan kimseleri ben azıcık bir zaman rızk-ı dünyevi ile merzuk ederim buyurdu. Çünkü küfürleri dünyaca rızıklarına mani değildir. Dünyada merzuk kıldıktan sonra o makule kâfirleri azab-ı nara muz t ar kılarım. Onların varacakları mahal ki, a/ah-i Cehennem'dir. Ne kötü ve çirkin oldu buyurmakla] ehl-i Mekke'yi imana davet ve imanın zıddı olan küfrü ihtiyar edenleri azab-ı Cehennem'le tehdit buyurmuştur.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile İbrahim (A.S.)'m maksadı belde ahalisine umumiyetle bir duadır. Zira Mekke; ekinsiz, otsuz ve ağaçsız bir vadi olduğundan, rahmet-i ilâhiye ve lutf-u subha-niden merzuk olmalarını istirham etmiş, fakat imamet ancak mümin ve müttakilere mahsus olduğuna kıyasla duasını müminlere hasretmişse de, Vacip Tealâ'nm rızkı ihsan-ı dünyevi olup dünyada rızık ise, mü'mine ve kâfire şâmil olduğunu beyanla kâfirleri dahi dünyada az bir müddetde merzuk edeceğini tasrih etmiştir.
Ehl-i Mekke'nin merzuk olmalarını talep etmek emr-i dünyayı talep ise de, hüsnüniyete ve maksad-ı âliye mukârin olarak umur-u dünyayı talep caizdir. Zira; Mekke'nin ucuzluk ve bolluk olması huccacm umurunu teshil edeceği cihetle emr-i celil-i haccı kullarının eda etmesine vesile olduğundan zahirde umur-u dünyayı talep ise de hakikatte âhir eti taleptir.
Harem-i Şerif bazı cihetten ibrahim (A.S.)'uı duasından evvel muhterem ise de, İbrahim (A.S.)'m duasından sonra daha ziyade muhterem ve kaht-u galadan ve sair afattan emin olmuştur. [111]
Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'m menakıbmdan bazılarını beyandan sonra bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zikr et ya Muhammedi Şol zamanı ki o zamanda ibrahim (A.S.) oğlu İsmail'le beraber Beyt-i Şerifin temellerini ve esaslarını yerden kaldırdı ve ikisi beraber beytin binasına sa'yile emeklerinin ve ibadetlerinin ind-i ilâhide makbul olmasını istirham ettiler ve dediler ki : «Ey enva-ı ni'metleriyle bizi terbiye eden Rab-bimiz! Bizim amelimizi bizden kabul et. Zira; sen bizim ihlâs üzere amelimizi bilici ve sen tazarru' ve niyazımızı işiticisin.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Beyt-i Şerifin İbrahim (A.S.)'-dan evvel mevcut olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; İbrahim (A.S.)'m kavaidi ref'etmesi kavaidin esası mevcut olduğunu müş'-irdir. Çünkü; tarih ve siyer kitaplarında beyan olunduğu veçhile beyti iptida Hz. Âdem bina ettiği ve Hint'ten yaya olarak gelmek sureti ile kırk defa hac eylediği İbn-i Abbas Hz.'den mervidir.
Beyti bina etmekte İbrahim (A.S.)'a oğlu İsmail (A.S.)'m iştirak ettiğine âyet delâlet eder. İbrahim (A.S.) bina ederken oğlu İsmail (A.S.)'m taşını ve çamurunu getirdiği mervidir. Hz, Âdem'in bina ettiği beyt, Tufan-ı Nuh'ta yıkılıp kaybolduğundan Cenab-ı Hak İbrahim (A.S.)'a tekrar binasını emreyledi ve mevkiini Cib-ril-i Emin gösterdi. Adem'in koymuş olduğu temeller toprak içinde kalmıştı, İbrahim (A.S.) onu buldu, O temeller üzerine binayı vaz etti. İbrahim (A.S.) oğluyla mesaisini birleştirerek beyti bina ettikten sonra amellerinin kabulünü Cenab-ı Hak'tan tazarru' ve niyaz ettiler. [112]
Vacip Tealâ ikinci dualarını beyan etmek üzere ala tarik-il hikâye buyuruyor.
[İbrahim ve İsmail (A.S.)? ikisi de amellerinin kabulünü istirhamdan sonra tekrar dua ettiler ve dediler ki: «Ey enva-ı nimetleriyle bizi ferbiye eden Rahbimiz! Sana niyaz eder ve deriz ki, bizim her ikimizi sana muti' ve munkad kıl ve cemi' umurumuzu sana tefviz edelim ve eda-yi ubudiyette ihlâs üzere bulunalım ve bizim zürriyetimizden de sana muti' ve munkad bir cemaat halk et ki, onlar sana inkiyad-ı tam üzere ibadet etsinler ve bize ibadet ve ef'al-i bacamızı göster ki biz rıza-yı ilâhiyene muvafık ibadet edelim ve bizim üzerimize merhametinle rucu' buyur ve tevbemizi kabul ve sehven sudur eden zellemizi affet. Zira; sen kullarının tevbelerini kabul ile merhamet buyurucumun.] demekle hem kendilerinin hem de zürriyetlerinin muti' olmalarını istirham ettiler.
Zürriyetin küllisi muti' olmayıp içinden bazılarının asi ve zalim olacaklarına işaret için zürriyetlerine duada ba'za delâlet eden kelimesi varid olmuştur. Zira; cümlesinin salâh üzere ittifakı olamaz ve cümlenin salâh ve ittika üzere ittifakı umur-u maaşı ihlâl edeceğinden her zaman muti' ve asî her iki sınıfın bulunması hikmet-i ilâhiye iktizasındandır. Zürriyet şefkate, ecanib-den ziyade müstehak olup zürriyetin salâhıyla ecanip de salih olacağına işaret için evvel kendi zürriyetlerinin muti' olmalarına dua ettiler. Menasik-i şerayi' ve erkân-ı hac ve sair umur-u dinde muti' olmalarını ve tevbelerinin kabulünü Allahü Tealâ'dan istirham etmeleri zürriyetlerini talim ve tevbeye irşad içindir.
Tevbelerinin kabulünü istirham etmeleri kendilerinden ma-siyet sudur etmesine delâlet etmez. Zira; hazmen linefsihi tevbeye müracaat etmişlerdir. Yahut mâsiyetten kemal-i ihtirazlarını tev-be suretinde göstermişlerdir. Yahut zürriyetlerinden asi olanları tevbeye irşad için tevbelerinin kabulünü istirham etmişlerdir.
Ayet-i celile abdin fiilini halk edici Allahü Tealâ olduğuna delâlet eder. Zira tevbe; abdin fiilidir. Eğer mû'tezilenin dedikleri gibi abid fiilini kendi halkedecek olsaydı İbrahim (A.S.) tevbeyi Cenab-ı Hak'tan taleb etmezdi. Halbuki Allahü Tealâ'dan taleb etti ki abdin fiilini Allah'ın halketmesine delildir. [113]
[Ey bizim Kabbimiz! Sana itaat ve inkıyad eden cemaat-i müslimenin içinde kendilerinden onlar üzerine âyetlerini tilâvet eder ve onlara kitabını ve tevhid-i zatî-ye sülükten ibaret olan hikmetini talim eder ve onları necaset-i maâsiden ve ibadet-i ev-sandan ve sair nekayıstan tenzih eder bir Resul göndermeni senden istirham ederiz. Zira; sen cümleye galip ve kahir ve icadı-ef'alinde hakimsin.] İşlerin hiçbir zaman hikmetten hali olamaz.
Beyzâvî, Hâzin ve Fahr-i Razi'nin beyanlarına nazaran bu âyette resul ile murad; âhir zaman peygamberi bizim nebimiz Muhammed (A.S.)'dır. Zira; İsmail (A.S.) ile beraber İbrahim (A.S.)'m zürriyetinden Resulullah'tan başka resul ba's olunmamıştır. Şu halde duaları müstecaptır ve dualarının eseri Resulul-lah'tır. Resulullah'm «Ben pederim İbrahim (A.S.)'m duası ve Hz. İsa'nın müjdesi ve validemin ru'yasıyım» kavl-i şerifi bu manâyı teyid etmektedir. Valide-i Resulullah'm rüyası: Fahr-i Kâinat Efendimizin dünyaya tulûu zamanında hane-i saadetten bir nur çıkar ki, o nurun ziyası Şam'da olan köşkleri ve konaklan göstermiştir. Bu ru'yaya işaret ederek Resulullah : «Ben validemin ru'-yasıyım» buyurmuştur.
Ayât ile murad; vahdaniyete ve nübüvvete delâlet eden deliller ve vahy-i ilâhiyle gelen âyetlerdir ki o âyetleri Resulullah ümmetine tebliğ buyurdu. Kitab ile murad; Kur'ân'dır, hikmet ile murad; nüfus-u beşeriyeyi tekmil eden maarif ve ulum-u diniye ve fıkıh ve hakla batıl beynini fasl ve hill-ü hürmet beynini tefrik eden ahkâm-ı diniyedir.
Bu âyette beşeriyetin noksanını ikmale lâzım olan evsafın kâffesini Resulullah'm cami' olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; evvelâ esas-ı şeriat olan âyetleri ümmetine tilâvet etmek, ikinci merrede vahy-i ilâhi olan kitabın ahkâmım talim ve mesail-i dini-yeyi öğretip naşı cehaletten halâs etmek, üçüncü merrede ibadın umur-u dünya ve umur-u âhirete müteallik mesâlihine hadim olan hikmeti talim etmek ve dördüncü merrede şirk ve ibadet-i evsan gibi küfriyattan tathir ve beşeriyetin muhtaç olduğu şeylerin kâffesini ihraz edip nevakısmı ikmal edeceğini beyan etmektir. Bunların cümlesi bu âyette zikrolunmuştur. [114]
Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'m menakıb-ı celilelerini beyandan sonra İbrahim (A.S.)'ın ahlâk-ı hamidelerinden i'raz edenlerin halleri taaccübe şayan olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[İbrahim'in milletinden kim iraz eder? Kimse iraz etmez, illâ nefsine ihanet eden ve zulmet içinde nefsini terk eden kimse iraz eder. Zat-ı ülûhiyetime kasem ederim ki, biz azimüşşan muhakkak dünyada İbrahim'i ihtiyar ve nas beyninde nübüvvete intihab ettik ve İbrahim (A.S.) âhir ette elbette salihler zümresindendir.]
Şu halde İbrahim'in milletine ittiba etmek lâzımdır.
lâfzı Beyzâvî'nin beyanı veçhile istifham-ı inkâri ve İbrahim (A.S.)'ın milletinden iraz edenlerin hallerini istib'ad içindir. Çünkü; gerek Yehud ve Nasara ve gerek Arap cümlesi İbrahim (A.S.)ra intisapla iftihar ve menakibini zikirle telezzüz ve ef'aline iktida etmekle teşerrüf ederken Resulullah'a imandan iraz etmeleri emr-i münker ve hallerine baid addolunan şeylerdendir. Zira; İbrahim (A.S.)'nı menakibinden birisi kendi zürriyetine şefkatinin ziyade olması ve onların mesalihine gayet mahabbet etmesi ve bu cümleden kendi zürriyetinden resul ba's olunmasına dua buyurmuş olmasıdır ve bu duası eseri ahir zaman nebisi ba's olunmuş iken menakıbine iktida ile iftihar edenler menakibi cümlesinden olan resule ittiba' etmediler ki, bu hal millet-i İbrahim'den iraz olup şayan-ı taaccüptür. Zira; bir taraftan iktida iddia ederler diğer taraftan açık ve vazıh surette milletinden iraz ederler.
Bu âyette İbrahim (A.S.)'m milletinden murad; Resulullah'm bisetine dair olan duası eseri olarak Resulullah'm ba's olunması-dır. Zira; millet-i İbrahim aynı din-i İbrahim demek değildir. Çünkü; din-i islâm usul-ü itikadda İbrahim (A.S.)'m dinine muvafık ise de, furû-u a'mal cihetinden din-i İbrahim mensuhtur. Binaenaleyh, din-i İslama dahil olan bir kimse din-i İbrahim ahkâmından mensuh olanlarını elbette terketmiştir. Bu terkinden dolayı o kimse mezmum olmak lâzım gelmez. Ancak menakıb-i İbrahim cümlesinden olan bu duası eseri ba's olunan Resule iktidayı terkinden dolayı mezmum olur.
Millet-i İbrahim'den iraz eden kimsenin sefahetiyle hükmün illeti; dünyada Cenab-ı Hakkın İbrahim (A.S.)'ı ihtiyar buyurması ve âhirette salihîn zümresinden olmasıdır. Çünkü; hem dünya hem âhiret saadetini ihraz eden bir zatın mesleğinden iraz eden elbette sefih ve hafif-ül aklolup nefsine hakaret edendir,
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyetin sebeb-i nüzulü; (Abdullah b. Selâm)'ın birader zadelerinden (Muhacir) ismindeki bir kimsenin imandan imtina etmesidir. Çünkü; (Abdullah b. Selâm), biraderzadeleri (Seleme) ile (Muhacir)'i din-i islâm'a davet sadedinde «Ey biraderzadelerim! Siz bilirsiniz ki Allahü Tealâ Tevrat'ta İsmail (A.S.)'ın neslinden ismi Ahmed bir nebi ba's edeceğim. Ona iman eden ihtida eder ve necat bulur, iman etmeyen dalâlette kalır ve melun olur» deyince (Seleme) iman edip (Muhacir)'in imandan imtinaı üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. [115]
Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'ı ihtiyar ettiğini beyandan sonra ihtiyarının sefcebini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol zamanda biz İbrahim'i ihtiyar ettik ki o zamanda Rab-bisi İbrahim'e hitaben: «Sen islâm üzere sebat et ve itaat ve inkıyadında devam et» dedi. Rabbîsinin emrine imtisalen İbrahim de: ((Âlemlerin Rabbisine inkıyad ve itaatte devam ettim» dedi.]
Yahut [Ya Muhammed! Zikr et şol zamanı ki o zamanda Rab-bisi İbrahim'e «İslâm ol, inkıyada devam et» dedi. İbrahim de «Âlemlerin Rabbisine inkıyadda sebat ettim» dedi.]
İbrahim (A.S.)'m nail olduğu menâsıba neylinin sebebi, iti-kad-ı tam ve ihlâs-ı kâmil üzere Rabbisinin emrine amade ve ibadetine müsaraat etmesi olduğuna âyet-i celile delâlet eder. Vacip Tealâ'nın İbrahim (A.S.)'a islâmla emri bulûğundan ve nübüvvetini izhardan evveldir. Veyahut nübüvvetini izhardan sonradır.
Ona nazaran , manasınadır ki, ihlâsla ve istikametle emirdir. [116]
Vacip Tealâ İbrahim (A.S.)'ın menakıbından diğer birini zikretmek üzere buyuruyor.
[İbrahim (A.S.) oğullarına millet-i İslâmiye ve vahdet-i za-tiyeyi vasiyet etti ve din-i hak üzere olmalarını emretti ve Yakup (A.S.) da oğullarına vasiyet etti, dedi ki: «Ey benim oğullarım! Allahü Teaiâ sizin için din-i islâm ki, adalet ve tevhid üzere müş-temil olan bir din-i celili ihtiyar etti. Şu halde siz vefat etmeyin, illâ Allah'ın sizin için ihtiyar ettiği din üzere muti' ve münkad olduğunuz halde vefat edin.] İşte Yakup (A.S.) böyle demekle evlâdına din-i hak üzere sebat etmelerini emretti.
ibrahim (A.S.)'m dört oğlu olduğu mervidir ki onlar da İsmail, İshak, M edin ve Müdan'dır. Yakup (A.S.)'in Sûre-i Yusuf'un tefsiri sırasında isimleri tadad olunacağı veçhile on iki oğlu olduğu meşhurdur. Umur-u dinin ehemmiyetine ve evlâda şefkat ise ağyardan ziyade olduğuna işaret için gerek İbrahim ve gerek oğlu Yakup (A.S.) âhir ömürlerinde umur-u dine dikkat ve itina etmekle vasiyet etmişlerdir.
Beyzâvî'nin beyanına nazaran Yahud taifesi Resulullah'a: «Sen bilmez misin Yakup (A.S.) hin-i vefatında evlâdına Yehudi-yetle vasiyet etti» demeleri üzerine onları tekzip için âyet-i celile hin-i vefatında islâmiyet üzere sebat etmelerini vasiyet ettiğini beyan hakkında nazil olmuştur. [117]
Vacip Tealâ Yehud'un yalan iddialarını reddetmek üzere buyuruyor.
[Yakup (A.S.) mevte hazır olduğu zaman siz gaip miydiniz, yoksa hazır mıydınız? Şol zamanda ki o zamanda Yakup (A.S.) oğullarına sual etti ve dedi ki: "Benim vefatımdan sonra siz kime ve hangi şeye ibadet edersiniz?» Oğulları dediler ki: «Biz senin ve babaların İbrahim ve İsmail ve İshak (A.S.)'m mabutları mabud-u vahid olan Allahü Tealâ'ya ibadet ederiz. Halbuki biz ancak o mabud-u vahide itaat ve inkıyadda devam ve sebat ederiz.] İşte Yakup (A.S.)'m oğulları böyle demekle pederlerinin emeline devam ve emrine itaat edeceklerini izharla pederlerini mesrur ettiler.
Yani; ey Yehud! Yakup (A.S.)'m hin-i vefatında hazır mıydınız ki'Yehudiyet vasiyet ettiğini iddia ediyorsunuz? Halbuki Yakup (A.S.) islâmiyet üzere sebat ve tevhide devam edeceklerine ahd-ü misak almış ve onları din-i hak üzere takrir etmiştir. Bir kimsenin amcası, pederi makamında olduğundan Yakup (A.S.)'m amcası İsmail (A.S.) pederi idadmdan madut kılınmıştır. Ve Re-sulullah ammisi Abbas Hz. hakkında yani:
«Şu zat-ı şerif benim babalarımın bakiyesidir» buyurmuş olduğu hadis-i şerif, bu manâyı teyid ve kişinin amcası pederi makamında olduğunu teşrih eder.
Ayetin manâsında zikr olunan tafsilât kelimesi muttasıla olduğuna nazarandır. Amma kelimesi munkatıa olup istifham-ı inkârı manâsını mutazammm olduğuna nazaran manâyı âyet: [Ey ehl-i kitap! Yakup (A.S.)'a mevt hazır olduğunda oğullarına vasiyet ettiği zaman siz hazır değildiniz. Ne dediğini ve ne gibi şeyler vasiyet ettiğini bilmezsiniz. Şu halde nasıl Yehudi-yet vasiyet ettiğini iddia eder ve bilmediğiniz şeyi isnada cür'et edersiniz.] demektir.
Babanın evlâdına şefkati ve hayırla nasihati elzem ve umur-u dinden olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; Yakup (A.S.) muhta-zar olduğu zamanda hususan evlâdına nasihatte bulunduğunu bu âyet natıktır ki her mü'mine lâzım olan hin-i vefatında evlâdına diyanet noktasından nasihat etmek ve hayır öğüt vermek v<* din-i islâında sebat etmelerini emir ve tavsiye etmek lâzım olduğuna işaret olunmuştur. Çünkü enbiyanın menakıbım Kur'ân'da beyan etmek; o misilli mesleğe sülûke terğibdir. [118]
Vacip Tealâ İbrahim ve Yakup (A.S.)'ın bazı menakıb-ı celi-lelerini ve oğullarına vasiyetlerini beyandan sonra enbiya-yı izam silsilesinden olanların, enbiyanın şefaatiyle bilûmum seyyiatmın af olunacağını ve cür'et ettikleri bir takım cinayetlerin yanlarına kalacağını tevehhüm edenlerin vehimlerini def ve izale etmek ve insanın intifa edeceği şeyin ancak kendi amel-i salihi olduğunu beyan zımnında :
buyuruyor.
[Şu menakıb ve vasiyetleri beyan olunan İbrahim, İsmail, İs-hak ve oğlu Yakup (A.S.) cümlesi geçmiş ve zamanları münkariz olmuş bir cemaattir. O cemaat için kesbettikleri amelleri var, sizin için dahi kesbettiğiniz ameliniz vardır. Siz onların amel ettikleri fiillerinden sual olunmazsınız.]
Yani; ey Yehud ve Arab'ın müşrikleri! Şu eserleri ve oğullarına vasiyetleri zikrolunan enbiya-yı izam hazarâtı geçmiş bir ce-maat-i kübradır. Onların haberlerini ve şeriatlerini ve say-ü amellerini beyandan maksat; onlara ittiba ve mesleklerine sülük etmekle intifa etmenizdir. Onların imledikleri a'mâli işleyip ef'ali yerine getirmeyince sizin mücerret onlara intisabınızın menfaat vermeyeceğini size beyan etmektir. Zira; onların eserine ittiba ederseniz intifa edersiniz. Eğer ef'aline muvafakat etmezseniz intifaı-nız yoktur. Çünkü; onların kesbettikleri amelleri, onlara ait ve sizin kesbettiğiniz ameliniz size aittir. Siz onların amelinden mesul olmazsınız.
Evlâdın, valideynin sevabından müstefid olmayacağına âyet delâlet ettiğinden Yehud'un itikad-ı batıllarını reddetmiştir. Çünkü; onlar babalarının hasenatından intifa edeceklerini itikad ederlerdi. Halbuki ameli, kendinin cezasını iktiza eden kimsenin nesebi o kimseyi cezadan halâs edemeyeceğine âyet delâlet ettiği gibi hadis-i Resulullah da mevcuttur.
Hulâsa; taklidin butlanı ve babanın sevabından evlâdın müstefid olmayacağı gibi vizr-ü vebalinden de mutazarrır olmayacağı ve abid amelini kâsib olduğu ve kesbinden mesul olup gayrın kesbinden mesul olmayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir. [119]
Vacip Tealâ din-i islâmın sıhhatine dair delâili beyandan sonra din-i İslama ta'n edenlerin şüphelerini beyan ve cevabını zikretmek üzere buyuruyor.
[Yehud ve Nasara fırkalarından her biri yani Yehud fırkası: »Yahudi olun ki, ihtida edip matlubunuza vasıl olasınız» dediler. Kezalik Nasara fırkası: «Nasara olun ki, tarîk-ı hakka ihtida edip matlubunuza vasıl olasınız» dediler. Ey Resul-ü Zişanım! Sen Ye-hudiyet ve Nasraniyete ümmetini davet eden fırkalara karşı de ki: «Biz sîzin ârâ-yı faside ve efkâr-i kaside ve îtikadat-ı batıla-nıza itt'Hıa etmeyiz, belki edyan-ı batiladan meyledici olduğu halde doğru olan milleti İbrahim (A.S.)'a ittiba ederiz. Halbuki İbrahim (A.S.) Allahü Tealâ'ya şirk edicilerden olmadı.] İşte Ce-nab-ı Peygamber böyle demekle halkı din-i hakka davet etti.
İbrahim (A.S.)'ın müşriklerden olmadığını beyan etmek; Yehud ve Nasaraya tarizdir. Yani; «Siz İbrahim (A.S.)'a intisap dava edersiniz, halbuki siz şirk üzerinesiniz. İbrahim (A.S.) ise şirkten beridir,» demektir.
Yehud ve Nasara dinlerinin hak olduğundan bahisle ehl-i is-lâmı dinlerine davet - etmeleri üzerine Vacip Tealâ onları tarîk-ı hakka davet ve dinde delâille istidlal lâzım olduğuna ve delâili beyanla işaretten sonra: «Eğer ittiba lâzım ise hak olduğu müttefe-kun aleyh olan ,millet-i İbrahim'e ittiba etmek lâzımdır. Halbuki ey Yehud ve Nasara! Siz İbrahim (A.S.)'la iftihar ettiğiniz shalde ona bile ittiba etmiyorsunuz.» demekle davetlerinin batıl olduğunu beyan buyurmuştur.
Tefsir-i Hazin'de beyan olunduğuna nazaran Yahud'un rüesa-sıyla (Necran) denilen beldenin Nasarasından meb'us olarak Medine'ye gelen Nasara rüesası hakkında bu âyetin nazil olduğu mer-vidir. Çünkü; Yehud: «Bizim nebimiz Musa (A.S.)> enbiyanın ef-dali ve dinimiz, edyanm efdali ve kitabımız iktidaya şayan olup ittiba lâzımdır, şu halde Yehud olun ki, matlubunuza vasıl olasınız dediler ve Nasara da aynı iddiada bulununca onları red için bu âyetin nazil olduğu mervidir. [120]
Vacip Tealâ Yehud ve Nasaranın iddialarını bir delil ile reddettikten sonra delil-i âharle dahi reddetmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Sizi Yehudiyet ve Nasraniyete davet eden fırkalara karşı siz onları irşad ve tarîk-ı hakka davet için: «Biz ferd-i vahid ve kadirü kayyum olan Allah'a ve bize ahvalimizi ıslah için inzal olunan Kur'ân'a ve ibrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup (A.S.)'a inzal olunan şerâyi* ve ahkâma ve enbiya-yı kiramın ensaline ve ahfadına nazil olan ahkâma ve Musa ve İsa (A.S.)'a i'ta olunan kitaplara ve o kitaplarda olan âyetlere ve ahkâma ve Rablerinden nebilerine i'ta olunan ahkâmın cümlesine iman ettik. Biz enbiya-yı kiramdan hiçbirini Öbüründen farketmeyiz, cümlesine imanı vacip bilir ve iman ederiz. Halbuki biz Allahü Tealâ'ya itaat ve inkryad ediciyiz» deyin] ki onlar tarîk-ı hakkın cümlesine iman etmek ve beyinlerini tefrik etmemek olduğunu itikad etsinler ve kendi nebilerine iman vacip olduğu gibi âhir ^ zaman nebisine de iman vacip olduğunu bilsinler ve iman eylesinler.
Âyet-i celile, Yehud ve Nasaranın itikadlarmı red ve iptaldir. Çünkü bir nebinin nübüvvetini bilmek; yedinde olan davasına muvafık mu'cizesiyle olur. Mu'cizeyi izhar ettikten sonra iman etmek vaciptir. Mucizeyle davasını ispat eden zevatın bazısına iman edip bazı ahare imanı terk>etmek tenakuzdur. Zira; Yehuda Musa (A.S.)'a niçin iman ettiklerini sual etsen «Mucizeyle nübüvvetini ispat ettiği için» diye cevap verdikleri halde aynı davayı mu'ci-zesiyle ispat eden Muhammed (S.A.) hakkında amellerini tatbik etmemek, beyinlerini tefrik ve tenakuzdur. Amma bizim, enbiya-yı sabıkaya ve şeriatlerine iman edip de şeriatleriyle amel etmediğimiz tenakuz değildir. Zira semtlerinin zamanlarında amel vacip ve hakka şeriat olduğunu ikrar ve itiraf etmek, şimdi amel vacip olduğunu ikrar etmek değildir. Çünkü; bir kitabın hükmü bir zamanda cari olup diğer zamanda cari olmamak ve nesholunmak âdet-i ilâhiye cümlesindendir. Her kitap ve şeriatın zamanındaki hakkaniyetini itiraf etmekle filhal elyevm amel etmek icap etmez ki, bir taraftan iman etmek diğer taraftan amel etmemek tenakuzdur denilsin. [121]
Vacip Tealâ imanda tarîk-ı hakkı beyandan sonra o tarîk üzere iman edenlerin ihtida edeceğini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer şu itikad-ı hakkı sizden işittikten sonra onlar sizin imanınız misilli iman ettiğiniz şeye iman ederlerse muhakkak ihtida etmiş olurlar ve eğer iman etmezler de iraz ederlerse onlar münazaa ve cidal ve şikak ve adaveti asliyelerinde devam etmektedirler ve halleri böyle olunca, yakında Allahü Tealâ Yehud ve Na-sara'nin şerrinden sana kifayet eder. Zira; Allahü Tealâ onların batıl sözlerini işitici ve küfrü nifaklarını bilicidir.]
Yani; sizin mümin olduğunuz gibi onlar da mümin olurlarsa muhakkak ihtida etmiş ve tarîk-i hakkı bulmuş olurlar ve eğer iman etmez, iraz ederlerse onların garazları din-i hakkı aramak değildir, belki münazaa ve adavetlerini izhar etmektir. Yehud ve Nasara şikak ve nifaklarından dönmeyip sebat edince Cenab-ı Hak Resulüne ve esbahma kuvvet-i kalp ve metanet olmak üzere düşmanlarının serlerine kifayet edeceğini vaad buyurmuştur. Akıbet vaadi ilâhi zuhur edip ehl-i islâmın aziz, mansur ve muzaffer olması ve Yehud ve Nasaranm zelil, hakir ve makhur olup şevket-i islânıiyenin günden güne tezayüdü Resulullah'ın hakka nebi olduğuna delâlet eder mu'cizedir. Çünkü âyet; gaipten haberdir ve haber verdiği şeyin haber verildiği veçh üzere zuhur etmesi Resulul-lah'ın davasını ispat eder mu'cizattandır. [122]
Vacip Tealâ din-i Muhammedi'nin sıhhatine delâlet eden de-lâili zikirden sonra delâilin vazıh ve celi olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yehud ve Nasara hilaf ve şikaki izhar ettikten sonra siz onlara deyin ki: «ftlillet-i Hanifiye olan millet-i İbrahim'e ve dini Muhammedi'ye tebaiyet olmadı illâ Allah'ın dini ve fıtratı oldu ve din cihetinden Allahü Tealâ'dan ahsen kim olabilir? Elbette kimse olamaz. Halbuki biz, ancak Allahü Tealâ'ya ibadet edicileriz.»]
Sıbğa,; fıtrat manasınadır. Yani: «Biz, Allah'ın bizi yarattığı fıtrat üzere iman ederiz» demektir. Allah'ın fıtratı; insanların iptida İslâmiyet üzere yaratılmasıdır. Her sabi meydana geldiğinde fıtrat-i islâmiye üzerine meydana gelip sonra bazılarının pederi Yahudi olduğundan o sabiyi Yehudiyete ve bazıları Nasrani olduğundan çocuğunu Nasraniyete ve bazıları da Mecusiyete alıştırdıklarına dair hadis-i şerif mervidir. Şu halde fıtrat-i asliye insanın ziyneti olup eseri boya gibi hariçte görüldüğünden fıtrat-ı asliye boyaya teşbih edilmiş ve bu suretle fıtrata sıbğa denilmiştir.
Yahut sıbğa; hidayet manasınadır. Buna nazaran manâ-yı âyet: | Allahü Tealâ bizi kendi hidayetiyle hidayette kıldı ki biz tarîk-ı hakkı bulduk. Hidayet cihetinden Allahü Tealâ'dan ziyade güzel kim olabilir? Kimse olamaz. Zira; Allah'ın hidayeti herkesin hidayetinden güzeldir.] demektir. Boyalı elbisenin zahirinde boya göründüğü gibi hidayetin eseri hariçte görüldüğü için hidayet boyaya teşbih olunmuştur. Yahut sıbğa; iman manasınadır. Zira; boya elbisenin içine girdiği gibi iman da kalbe girdiğinden iman boyaya teşbih olunmuştur.
Yahut sıbğa; din manasınadır. Zira; boyanın eseri hariçte görüldüğü gibi dinin taharet, salât, zekât ve sair ibadat gibi ahkâmı da hariçte görüldüğünden dine sıbğa denmiştir. Yani: «Ey Yehud ve Nasara! Biz din-i ilâhî ile tedeyyün ederiz. Din cihetinden Ce-nab-ı Hak'tan ahsen kim olabilir? Elbette Allah'ın dini daha güzeldir.
Yahut Nasara'daki müşakele suretiyle din-i mübin-i İslama sıbğa denmiştir. Çünkü; Nasara kiliselerinde mahfuz olan (Ma'~ mudiye) ismindeki suda çocuklarını yıkarlar ki o su sarı boya ile boyanmıştır. O suda yıkanmadıkça çocuğu Nasrani tanımazlar. Hernezaman çocuk sarı suda yıkanırsa şimdi Nasrani oldu derler. Şu halde onların zu'munca sanki Nasraniyet o sudadır. Onların indinde din; boyayla hasıl olduğundan onlara karşı din-i İslama Allah'ın sıbğası denmiştir. Yani; «Ey Nasara! Siz din-i Nasarayı elinizle küpe koyduğunuz sarı boyadır zannediyorsunuz. Halbuki din; Allah'ın beyan ettiği manevi bir boyadır ki, o boya vücudun her tarafını ihata eder, kalbe ve kalıba sirayet eder, azanın her cüzünde eseri görülür, asla zail olmaz ve sizin boyanız gibi elle yapılmış birşey değildir.» demektir. [123]
Vacip Tealâ Yehud ve Nasaradan herbirinin müminlerle mücadele ve münazaaları temadi edince hikmet ve maslahat üzere onlarla mükâleme olunmasını Resulüne emretmek üzere buyuruyor.
[Yehud ve Nasara'ya hitaben sen de ki: "Ey Yehudİ ve Nasa-ra! Siz bize Allahü Tealâ hakkında mı mücadele ve muhasama ediyorsunuz? Halbuki Allahü Tealâ bizim ve sizin Rabbimizdir. Bizim için a m âlimiz var, salih ve fasid cezasını göreceğiz ve sizin de amelleriniz var, elbette cezasını göreceksiniz. Halbuki biz ancak Allahü Tealâ'ya amelimizde ihlâs ediciyiz.»]
Yehud ve Nasara Allahü Tealâ'rim Arap'tan nebi ba'settiğine itiraz etmeleri üzerine âyetin nazil olduğuna nazaran Allah'ın efalinde münazaa ve mücadele etmişlerdir. Çünkü; oniar «Enbiyanın küllisi bizdendir, eğer Muhammed (S.A.) nebi olmuş, olsaydı Arap'tan olmaz, bizden olurdu.)* demişlerdi. Vacip Tealâ onların bu ef'alini red ve inkâr etmiştir. Zira; Allahü Tealâ'ya kulların cümlesinin nispeti müsavidir. Allahü Tealâ bizim ve sizin Rabbi-niz olunca siz kendinizi neden mansıb-ı nübüvvete hak ve elyak görüyorsunuz? Halbuki, hakkı tercih bize aittir. Zira; biz amelimizde ihlâs üzerineyiz. Sizin gibi riya ve şirk ve sair kabayih bizde yoktur. Gerek bizim ve gerek sizin amellerimizin cezası kendimize aittir. Sizin amelinizden bize bir zararı yok ki o zazarı def için size söz söylemiş olalım. Maksadımız size mücerred nasihattir, kendimize ait bir garazımız da yoktur. [124]
[Yehud ve Nasara, biz millet-i İbrahim'e tebaiyet ederiz dediğimizi teslim ettiler mi? Yoksa İbrahim ve İsmail ve İshak ve Yakup ve bunların ensal ve ahfadı Yahudi yahut Nasara oldular diyerek iddia ederler. Eğer mükâbere ve muânede ederler ve bu sözlerinde ısrar eylerlerse ya Ekrem-er Rusül! Sen onlara hitaben sual et ve de ki: «Siz mi ziyade bilirsiniz, yoksa Allahü Tealâ mı ziyade bilir? Allahü Tealâ zikrolunan enbiya-yı kiram hazaratın-dan Yehudiyet ve Nasraniyeti nefyetmiştir. Eğer sizin dediğiniz gibi onlar Yahudiyet üzere olmuş olsaydı Allahü Tealâ nefyetmez-di. Allahü Tealâ indinde sabit ve muhakkak olan şehadeti Allah'tan ketmedenden ziyade zalim kim olabilir?] Yani; ehl-i kitaptan zalim kimse yoktur. Zira; Allahü Tealâ onların kitaplarında İbrahim (A.S.)'m ve sair tadad olunan enbiyanın Yehudiyet ve Nasra-niyet üzere olmadığına ve Muhammed (S.A.)'in nübüvvetine şe-hadet ettiği halde Vacip Tealâ'nın bu şehadetini ketmettiler. Halbuki j Ey Yehud ve Nasara! Allahü Tealâ sizin amelinizden gaflet edici olmadı.] Binaenaleyh; amelinizin her cüzüne ceza vericidir. [125]
[Şu müşarün ileyhim olan enbiya-yı kiram bir cemaat-i azi-medir. Onîar geçtiler ve zamanlan münkariz oldu. Kesbettiklert amellerinin ecri onlara aittir ve sizin için dahi kesbettiğiniz amelinizin cezası vardır. Onların amelinden siz mes'ul olmazsınız.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet Yehuda vaaz ve onları âbâlarıyla iftihardan men'dir. Çünkü; onlar zikrolunan enbiya-yı kiramla iftihar ve onlara itinıad ettiklerinden bu âyetle herkes kendi ameliyle muahaze olunup aharın amelinden mesul olmayacağını beyan etmek, onları gayra itimaddan nehyetmektir. Zira; enbiya-yı izamın tarîkları nefsinde gazeldir, fakat o tarikatlar, onların kendi zamanlarına mahsus olduğundan bu zamana mahsus olan tarîkat-ı Muhammediye terk olunmaz. Çünkü; herkes bulunduğu zamanın ahkâmıyla mükelleftir. [126]
selerin zihinlerine arız olan teşvişi kaldırmak üzere kıbleyi Kabe'ye tahvil buyurmuştur.
Hulâsa; ehl-i imanın günde beş kere mescidlerde içtimalarma vesile olan namazda bir noktaya teveccühlerinde din-i islâmı muhafazaya ve ehl-i islâm için pek mühim olan ittihad-ı islâmın lüzumuna işaret zımnında Cenab-1 Hak, her mü'minin namazda Kabe'ye teveccühünü emretmiştir. Çünkü dünyada mevcut bütün müslü-manlarm en mühim ibadetlerinde bir noktaya teveccühlerini emretmek; cümlesinin bir noktada ittihad edip kalplerinin bir yere merbut olmasını emretmektir. [127]
Vacip Tealâ kıblenin Kabe'ye tahvilini beyan ve Kabe'nin kıble olması ümmet hakkında büyük bir nimet olduğuna işaretten sonra ümmet-i Muhammed'in ümmet-i vasat olmasıyla cümle ümmetlerin hayırlısı olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Ekrem'im! Biz vasat bir kıbleye sizi hidayette kılmakla in'anı ettiğimiz gibi ümmet-i vasat kılmakla dahi in'am ettik ki, siz yevm-i kıyamette cümle nas üzerine şahid olasınız ve Resulünüz de sizin üzerinize şahid ola ve sizi tezkiye ede.]
Yani; ey nebiy-yi zişan; Sırat-ı müstakim olan Kabe'ye teveccühle sizi hidayette kıldığımız gibi yevm-i kıyamette nas üzerine şahid olmaklığınız için sizi âdil ve hayırlı bir ümmet dahi kıldık ve Resulünüz sizin hüsnü halinize şehadet etsin için, biz sizi hayırlı kıldık. İnsanların cümlesi ubudiyette müşterek oldukları halde bazılarına fezâil-i ahlâkiyesinden dolayı ziyade şerışf ver^gît Allah'ın ihsanıdır. Binaenaleyh; ümmet-i Muhammed'e fcütüb-ü semaviye-nin efdali olan Kur'ân'la amel ettiklerinden dolayı diğer ümmetlerden ziyade şeref vermek lutf-i ilâhidir. İşte efda$4 ürnmet olduklarını Cenab-ı Hak yevm-i kıyamette sair ümmette üzerine şehadet etmeleriyle ve şehadetlerini Resulünün tezkiye edeceğini beyanla ispat etmiştir. Ve bu ümmetin şehadeti âhirette nasın aleyhine, en-biya-yı kiramın lehinedir. Çünkü; yevm-i kıyamette nebilerine itaat etmeyen insanlar, kendilerine meb'us olan nebinin tebliğini inkâr etmeleri üzerine nebileri de tebliğ ettiğini iddia edince, Vacip Tealâ rusül-ü kiramdan davalarını ispat için şahit isteyeceğini ve resuller de ümmet-i Muhammed'in şehadetleriyle ispat-ı müddea edeceklerini bu âyetle beyan etmiştir. Çünkü' ümmet-i Muhamme-diye; enbiya-yı sabıkanın ümmetlerine olan tebliğlerini Kur'ân'm beyanı veçhile şehadet edeceklerine âyet-i celile delâlet eder ve şahitlerin şehadetleri ise tezkiyeyle kabul olunacaklarından Cenab-ı Hak Resulünün ümmetini tezkiye edeceğini beyan etmiştir. Çünkü; ümmetin şehadeti Kur'ân'dan aldıkları ilimle olup Kur'ân'ı ümmetine tebliğ eden de Resulullah'tır. Binaenaleyh Resûlullahın, ümmetinin şehadeti doğru olduğuna şehadet edeceği beyan olunmuştur.
Şehadetin kabulünde şahidin adaleti şart olduğundan Cenab-ı Hak bu ümmetin adil olduğunu beyan buyurmuştur. Çünkü v a -sat; adil manâsına olduğu cihetle ümmet-i vasat demek ümmet-i adil demektir.
Fahri Razi'nin beyanı veçhile icma-ı ümmetin edille-i şer'iye-den olmasına bu âyet delâlet eder. Zira Cenab-ı Hakkın bu ümmeti adalet sahibi ve hayırlı olmasıyla tavsif buyurması; ittifaklarının ihticaca salih bir delil-i şer'î olmasını icabeder. Gerçi efrad-ı ümmetin kâffesi âdil olmaz ve lâkin her ferdin ayrı ayrı âdil olmamasından heyet-i mecmuasının âdil olmaması lâzım gelmez. Ve âdil olduklarına dair hitab-ı ilâhi ise mecmuuna olup ayrı ayrı her ferde değildir. Binaenaleyh; bir cemaat içinde bazı ferdin fasık olmasından dolayı ittifak ettikleri mesailde o cemaatin adaletine halel gelmez. Çünkü; cemaat içinde muteber ve sahib-i adalet birçok kimselerin bulunması, şehadetlerinin kabulüne kâfidir. Binaenaleyh; ümmet-i Muhammed'in icmâı edille-i şer'iyedendir.
Hulâsa; Kabe'nin kıble-i vasat olduğu gibi Kabe'ye teveccühle mükellef olan ümmetin de ümmet-i vasat olduğu ve adaletinden dolayı bu ümmetin yevm-i kıyamette sair ümmetler aleyhine şehade müşrikleri veyahut Medine münafıkları olmasına dair rivayet, mevcut ise de, esah olan Hâzin ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile her üç fırkanın muradolmasında bir mâni yoktur. Zira; lâfzın her üç fırkaya şâmil olması ve herbirinden ayrı ayrı kıble hakkında ta'nm vuku' bulması hasebiyle âyetde her üçünün murad olunduğuna delâlet eder. Çünkü; Yehud kavmi, kıblenin Kabe'ye tahviline razı olmadıklarından kıblenin tahvilini din-i İslama ta'na fırsat ad'dettikleri gibi Medine'de bulunan münafıklar dan. Resulullah'a ve dinine ta'na haris olduklarından kıblenin tahav-vülünü ta'na vesile ittihaz ettiler ve ona göre ta'nlarını yürüttüler ve fırsat buldukça müminlerden zayıf olanların kalplerini teşvişten hâli kalmadılar ve istihza tarikiyle «Bir taraftan diğer tarafa kıbleyi döndürmek nefsine tebaiyet etmektir» dediler. Müşrikler ise. esasen din-i Muhammedi'ye ta'na fırsat aramaktan hâli kalmadıklarından, kıblenin Kabe'ye tahavvülünü işitince : «Muhammed (S.A.) evvelâ ecdadının kıblesini terketmişken şimdi nedamet ederek Beyt-i Mukaddes'i terk ve Kabe'ye teveccühle babalarının kıblesine rücu' etti. Şu halde icad ettiği dinden usandı, ecdadının dinine dönmesi' muhtemeldir» dediler. Velhasıl kıblenin tahavvülü şu üç fırka arasında birçok söze sebep olduğundan âyette lafzıyla her üçü de murad olunmak makama daha münasiptir. Binaenaleyh tabiriyle her üçü de zem olunmuşlardır. Çünkü süfeha; sefihin cemidir. Sefih; aklında noksan ve hiffet olan kimsedir. Şu halde gerek umur-u dünyada ve gerek umur-u âhirette isabet-i re'ye malik olmayan ve ne yaptığını bilmeyen kimseye sefih denir.
Kıblenin Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahvili Resulullah'm Medine'yi teşrifinden dokuz veya on ay sonra vuku bulduğu (Enes) Hz.'den ve on üç ay sonra vuku bulduğu (Muaz) Hz.'den mervidir.
Vacip Tealâ bunların ta'nma karşı maşrık ve mağrip cümlesi Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu beyanla cevap verilmesini Ra-sulüne emretti. Cevabın hulâsası şudur: Emkinenin cümlesi Allahü Tealâ'nın mahlûku olmak noktasından birbirinden farkı olmayıp kâffesi müsavi olduğu cihetle lizatihi kıble olmaya hiçbir mekânın diğerine hakk-ı tercihi yoktur. Şu halde Allahü Tealâ nereyi kıble kılar ve teveccühle kullarına emrederse o mekân diğerleri üzerine tercih olunur ve o mekânın şerefini veren ancak Cenab-ı Hak'tır. Binaenaleyh; şurası kıble oluyor da burası neden olmuyor gibi itiraza hiç kimsenin salâhiyeti olamaz. Zira; Allahü Tealâ mülkünde mutasarrıftır. İstediği yere şeref verir, kıble kılar ve kulları da o mahalle tazim ederler. İşte şu esasa binaen bir müddet Beyt-i Mukaddes'i kıble kıldığı gibi diğer bir zamanda da Kabe'yi kıble kıldı ve o mahalle teveccühünü emretti. İlâ yevm-il kıyam ehl-i iman oraya teveccüh etmekle mükelleftir ve buna itiraz hakkını kimseye vermediğinden, itiraz edenleri sefahetle zem-metmiştir.
Namazda lâzım olan huzur-u kalp ve hareketi terkle sükûnet salâtın cümle erkânında bir cihete teveccühle olacağı gibi müminler arasında ülfet ve ittifak etmek marzî-i ilâhi olup bu ise cümlesinin bir babanın evlâdı gibi bir cihete teveccüh edilmekle vasıl olunacağından, Cenab-ı Hak umum mümininin namazda teveccühlerine bir cihet tayin buyurdu ki, ittifak üzere o cihete teveccühle beyinlerinde olan mahabbet ve ittifakı izhar etsinler. İşte buna binaen bir cihete teveccüh vacip kılınmıştır. Yahut Kabe; kürre-i arzın vastmda olduğundan, ibadetin efdali olan namazda Kabe'ye teveccühü emretti ki, herşeyde vasatı ve adaleti ihtiyar etmek lâzım olduğuna işaret etmiştir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kıblenin Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahvilindeki hikmet; bizim peygamberimize tazimdir. Zira Kâbe'nn bulunduğu Mekke; Resulullah'ın tulu' ettiği mahal olduğundan, o mahalle Resulullah'ın tuluundan dolayı tazim etmek o nebiyyi zişana tazim demektir. Resulullah'a tazim ise dininin intişarına sebeptir. Çünkü; indallah kadrinin âli olmasıyla kulub-u nasta mevki-i nebevileri ne kadar büyürse emrine ve nehyine in-kıyad da o derece ziyade olacağında şüphe yoktur.
Yehud taifesi Resulullah'ın Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz ettiğinden dolayı «Bizim kıblemiz olmasa ve kıbleye biz irşad etmesek, kıble bilmezler ve kıbleleri yoktu» diyerek ta'n etmişlerdi. Onların bu gibi sözleri eshab-ı Resulullah'tan bazılarının zihinlerini teşviş etmesi ve Resulullah'ın da kıblenin Kabe olmasını arzu buyurması üzerine Cenab-ı Hak habibine tekrîm olmak ve bazı kim [128]
Vacip Tealâ Yahud milleti (kıble)nin (Beyt-i Mukaddes)'ten Kabe'ye tahavvülünü din-i İslama ta'na vesile ittihaz ettiklerini ve bu ta'nlarmın cevabını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Nâstan sefih olanlar derler ki, «Ehl-i islâmı, üzerine teveccüh ederek namaz kıldıkları kıblelerinden hangi sebep döndürdü?» Habib-i zişanım! Sen onlara cevaben de ki: «Maşrık ve mağrib cihetleri Allalıü Tealâ'ya mahsustur. Binaenaleyh; istediği kimseyi doğru yola hidayette kılar.»]
Yani; Medine-i Münevvere'de kıble Beyt-i Mukaddesken Kâ'-be'ye tahavvül edince aklı zayıf, dünya ve âhiret umurunda tedbiri noksan olan sefihler «Muhammed (S.A.)'i ve Ashabını namazda teveccüh ettikleri kıbleden hangi şey döndürdü, maksat namazda muayyen bir mahalle teveccüh olunca, onu tahvil etmekte ne gibi bir fayda var?» demekle ta'nettiler. Habibim! Sen o sefihlerin ta'nına cevaben «Maşrık ve mağrib ve onların aralarında olan emkinenin cümlesi Allah'ındır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ size şeref verir ve teveccühle emrederse müminler için o mahalle teveccüh ve tazîm etmek lâzımdır. Zira; her taraf Allah'ın mahlûku ve mülkü olunca istediği mahallin kıble olmasını emreder ve kullarından dilediği kulunu doğru yola irşad eyler ve hiçbir kimse itiraz hakkını haiz değildir.» diyerek süfehanın ta'mnı reddet.
Bu âyette silfeha ile murad; Yahudiler veyahut Mefcfcetinin kabul olunacağı ve Resulullah'm da ümmetini tezkiye edeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [129]
Vacip Tealâ kıblenin tahviline itiraz edenleri sefahetle zeın edip ümmet-i Muhammed'in adalet sahibi olduğunu ve adaletlerine binaen şehadetlerinin kabul olunacağını beyandan sonra kıblenin tahviline sebeb-i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey habib-i z i sanım; Senin teveccüh ettiğin kıbleyi biz meşru kılmadık, illâ Resulümüze ittiba edip devam edenlerle ittibaı terkle arkasına dönüp irtidad edenleri bilelim için meşru kıldık ve kıbleyi tahvil çok kimseler üzerine elbette ağır ve büyük bir iş oldu, illâ Allah'ın hidayette kıldığı kimseler üzerine ağır olmadı.]
Yani; kıblenin tahvilini ve teveccühle eda-yı salât ettiğin Kabe'nin kıble olmasını biz emretmedik, ancak insanları imtihan ve Resulümüze ittiba edip etmeyenleri bilmek ve irtidad edenleri ve etmeyip dininde sebat edenleri birbirinden tefrik etmek için emrettik.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kıblenin Kabe'ye tahvilinin hikmetlerinden birini beyan için varid olmuştur. Çünkü; Re-sulullah iptida-yı islâmda Kabe'ye karşı namaz kılarken hicret-i nebeviye üzerine, Beyt-i Mukaddesi kıble ittihaz etmekle emrolun-muştu. Bir müddet sonra bundan evvelki âyetlerde beyan olunduğu veçhile kıblenin Kabe'ye tahavvülü birçok kimseler ve bilhassa Yahudiler üzerine ağır oldu. Ancak Resulullah'a ittiba edip imanında sebat edenler üzerine ağır olmadı. Zira; onlar doğru yola hidayette kılındıklarından derhal kıblenin tahavvülünü kabul ettiler. Amma hidayetten nasibi olmayanlar arkalarına döndüler, irtidad ettiler ve evvelce geldikleri küfrün yolunu tekrar tuttular.
tinin kabul olunacağı ve Resulullah'm da ümmetini tezkiye edeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir.
Vacip Tealâ kıblenin tahviline itiraz edenleri sefahetle zem edip ümmet-i Muhammed'in adalet sahibi olduğunu ve adaletlerine binaen şeh adetlerinin kabul olunacağını beyandan sonra kıblenin tahviline sebeb-i âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey habib-i zi sanım; Senin teveccüh ettiğin kıbleyi biz meşru kılmadık, illâ Resulümüze ittiba edip devam edenlerle ittibaı terkle arkasına dönüp irtidad edenleri bilelim için meşru kıldık ve kıbleyi tahvil çok kimseler üzerine elbette ağır ve büyük bir iş oldu, illâ Allah'ın hidayette kıldığı kimseler üzerine ağır olmadı.]
Yani; kıblenin tahvilini ve teveccühle eda-yı salât ettiğin Kabe'nin kıble olmasını biz emretmedik, ancak insanları imtihan ve Resulümüze ittiba edip etmeyenleri bilmek ve irtidad edenleri ve etmeyip dininde sebat edenleri birbirinden tefrik etmek için emrettik.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet kıblenin Kabe'ye tahvilinin hikmetlerinden birini beyan için varid olmuştur. Çünkü; Re-sulullah iptida-yı islâmda Kabe'ye karşı namaz kılarken hicret-i nebeviye üzerine, Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz etmekle emrolunmuştu. Bir müddet sonra bundan evvelki âyetlerde beyan olunduğu veçhile kıblenin Kabe'ye tahavvülü birçok kimseler ve bilhassa Yahudiler üzerine ağır oldu. Ancak Resulullah'a ittiba edip imanında sebat edenler üzerine ağır olmadı. Zira; onlar doğru yola hidayette kılındıklarından derhal kıblenin tahavvülünü kabul ettiler. Amma hidayetten nasibi olmayanlar arkalarına döndüler, irtidad ettiler ve evvelce geldikleri küfrün yolunu tekrar tuttular. [130]
Vacip Tealâ herşey vücut bulmazdan evvel ne olacağını ve nasıl vücut bulacağını bildiği için bu âyette ilim; tefrik manasınadır. Yani «Biz bilelim» demek; «Biz tefrik edelim» demektir. Yoksa «Tahavvül sebebiyle sebat edenleri ve sebat etmeyip de irtidad edenleri bilelim ve bu tahavvül ilmimize sebep olsun» demek değildir. Zira; Cenab-ı Hakkın ilmi ezelîdir, herkesin halini her zaman bilir. Şu halde tahavvül; irtidad edenler beynini tefrika sebep olmuştur. Yahut 'deki ilim; ru'yet manasınadır. Yani;
Kıbleyi Kabe'ye tahvil etmedik, illâ şu tahvil sebebiyle irtidad edenlerle dininde sebat edenleri görelim için tahvil ettik» demektir.
Kıblenin tahavvülü kendilerine ağır olan kimselerle murad; müşrikler ve Yahudiler ve irtidad eden münafıklardır. Çünkü; Re-sulullah Mekke'de Kabe'ye müteveccihen eda-yı salât ederken, Medine'de Beyt-i Mukaddesi kıble ittihaz etmek müşrikler üzerine pek ağır oldu. Zira; evvelden beri tazım etmekle ülfet ettikleri ve büyüklüğü kalplerinde yer etmiş olan Kabe'nin terkolunması elbette onlar üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. Bir müddet sonra kıblenin Beyt-ül Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvülü Yahudilere güç geldi ve kezalik Kabe'den Beyt-i Mukaddes'e ve Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvül edince iman edenlerden birçok irtidad edenler oldu. Zira; tahavvülâtı havsalalarına sığdıramadılar ve «Muhammed (S.A.)'in dininde yakîni olsaydı, kıblede reyi tebeddül edip durmazdı. Reyinin tebeddülü hâşâ dininde yakın olmamasına delâlet eder.» demekle tereddüde düştüler ve irtidad ettiler. [131]
*************************************************************************************
Vacip Tealâ kıblenin tahavvülü sebebiyle müminlere arız olan bir şüpheyi izale etmek üzere :
buyuruyor.
[Allahü Tealâ sizin Beyt-i Mukaddes'e karşı kıldığınız na-
Sûre : Bakara FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN 249
Vacip Tealâ herşey vücut bulmazdan evvel ne olacağını ve nasıl vücut bulacağını bildiği için bu âyette ilim; tefrik manasınadır. Yani «Biz bilelim» demek; «Biz tefrik edelim» demektir. Yoksa «Tahavvül sebebiyle sebat edenleri ve sebat etmeyip de irtidad edenleri bilelim ve bu tahavvül ilmimize sebep olsun» demek değildir. Zira; Cenab-ı Hakkın ilmi ezelîdir, herkesin halini her zaman bilir. Şu halde tahavvül; irtidad edenler beynini tefrika sebep olmuştur. Yahut ( İ*J )'deki ilim; ru'yet manasınadır. Yani;
«Kıbleyi Kabe'ye tahvil etmedik, illâ şu tahvil sebebiyle irtidad edenlerle dininde sebat edenleri görelim için tahvil ettik» demektir.
Kıblenin tahavvülü kendilerine ağır olan kimselerle murad; müşrikler ve Yahudiler ve irtidad eden münafıklardır. Çünkü; Re-sulullah Mekke'de Kabe'ye müteveccihen edâ-yı salât ederken, Medine'de Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz etmek müşrikler üzerine pek ağır oldu. Zira; evvelden beri tazim etmekle ülfet ettikleri ve büyüklüğü kalplerinde yer etmiş olan Kabe'nin terkolunması elbette onlar üzerinde büyük bir tesir bırakmıştı. Bir müddet sonra kıblenin Beyt-ül Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvülü Yahudilere güç geldi ve kezalik Kabe'den Beyt-i Mukaddes'e ve Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvül edince iman edenlerden birçok irtidad edenler oldu. Zira; tahavvülâtı havsalalarına sığdıramadılar ve «Muhammed (S.A.)'in dininde yakîni olsaydı, kıblede reyi tebeddül edip durmazdı. Reyinin tebeddülü hâşâ dininde yakîn olmamasına delâlet eder.» demekle tereddüde düştüler ve irtidad ettiler.
Vacip Tealâ kıblenin tahavvülü sebebiyle müminlere arız olan bir şüpheyi izale etmek üzere :
buyuruyor.
[AHalıü Tealâ sizin Beyt-i Mukaddes'e karşı kıldığınız na-
254 HULÂSAT-ÜL BEYAN CÜa: 2
Bu âyette ümmet-i Muhammedi ehl-i kitabın arzularına itti-badatı şiddetle nehiy vardır. Çünkü âyette hitap; zahirde Resulul-laha ise de hakikatte ümmetinedir. Zira; Resulullahın onlara teba-iyeti muhal olup tebaiyeti farz olunsa nefsine zulmedeceğini beyan etmek ümmetini tehdid etmektir. Çünkü; Resulullah'a — mah-bûb-u ilâhi olduğu halde — mefrûz olan tebaiyeti suretinde zulmo-lununca âhâd-ı ümmet tebaiyet ederse zulüm olacağı evleviyetle sabit demektir. Binaenaleyh âyet; ümmetin din-i islâm üzere sebat etmesinin lüzumuna işaret olmakla beraber hakka delâlet eden deliller geldikten sonra hilâfına hareket edenleri tehdid etmiştir.
Ehl-i kitaba ne kadar rnu'cize gelse iman etmeyecekleri de bu âyette beyan olunmuştur. Çünkü; ehl-i kitabın iman etmedikleri bir şüphe üzerine olmayıp ancak hasedlerinden neş'et ettiği cihetle hasedleri mu'cizeyle zail olmaz ki iman etsinler.
İşte bu gibi ahkâm-ı şer'iyeye vukufu olmayan kimseler ehl-i kitaba uhuvvet ve hürmet etmek istemişler ve bazı âdât ve an'a-nelerini kabul ile mahabbetlerini celbe çalışmışlarsa da Balkan fecîa-i ahîresi bu misilli harekâtın ve onlara lüzumundan ziyade muhabbetin yanlış olduğunu ve onlar da asla mürüvvet ve insaf olmadığını meydana koymuş, bu ve bunun emsali âyetlerin sırrı zuhur etmiştir. Binaenaleyh; onlara mahabbet edenler ve fayda bekleyenler de yanlış olduğunu anlamışlardır, fakat bade harab-ül Basra.
Şu halde ehl-i küfürde vefa olmadığını ve inadlarmdan vazgeçmeyeceklerini bu âyet ehl-i imana beyan ettiği gibi Resulul-lah'm, onların kıblelerine tâbi olmayacağını beyanla dahi onların ümitlerini kesmiştir. Zira; onlar : «Eğer Muhammed (S.A.) bizim kıblemiz üzerinde se^at etseydi âhir zaman nebisi olması muhtemeldi» demekle kendi zu'mlarmca Resulullah'ı tekrar Beyt-i Mu-: kaddes'e döner ümid ederlerdi. İşte Cenab-ı Hak bu âyetle şu ümidlerini yitirmiştir.
Hulâsa; Yehud ve Nasara'nın hiçbir veçhile arzularına ittiba caiz olmadığı ve ittiba edildiği surette zulüm irtikâb edilmiş olacağı ve ittiba edenlerin kahr-ı ilâhiye müstehak olacakları bu âyet-' ten müstefad olan fevaid cümlesindendir.
Sûre : Bakara FÎ TEFSÎR-İL KUR'ÂN 255
Vacip Tealâ ehl-i kitabın iman etmedikleri, inadlarından mü-tevellid olduğunu beyandan sonra inadlarının miktarını beyan etmek üzere; ..
buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlara biz kitap verdik. Onlar kitabın ve Resulümüzün hakka Resul olduğunu kendi oğullarını bildikleri gibi bilirler. Ve ehl-i kitaptan bir fırka elbette hakkı saklarlar. Halbuki onlar Rabbin tarafından gelen Kur'ân'ın ve kıblenin hak olduğunu bilirler. Şu halde elbette sen hak olan şeyde şek edenlerden olmazsın.]
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette ehl-i kitapla murad; Yehud ve Nasara'nın uletnasıdır. Zira; kitaplarında Resulullah'a mahsus olan ahkâm ve evsafı oğullarını bildikleri gibi bilirler. Bu evsafla Resulullah'ı görünce derhal ahir zaman peygamberi olduğunu bilen onlardır, avam tabakası değildir. Onların kendi oğullarında nasıl şüpheleri yoksa, Resulullah'ın hakka resul olduğunda dahi o suretle şüpheleri olmaz. Hatta Hz. Ömer (R.A.) (Abdullah b. Selâm) Hz.'den bu âyetin manâsını sual ettiğinde (Abdull h) Hz. «Resulullah'ı görünce Tevrat'ta beyan olunan evsafa muvafık hakka resul olduğunu oğlum gibi bildim, asla şüphem kalmadı, belki oğlumda şüphem olabilir, çünkü kadınların ne yaptıklarını bilemeyiz» deyince Hz. Ömer'in, (Abdullah)'m alnından Öptüğü mervidir.
Ehl-i kitap Resulullah'ı evsafıyla bildikleri gibi Resulullah davasını mucizesiyle de ispat etmiş olup o suretle de bilindiğinden hakka resul olduğunda tereddüde hiç mahal olmadığı halde inat ve istikbarları imanlarına mani olmuştur. Bu veçhile hakkı ketmeden fırka ise ulemadır. Çünkü; kitapta evsaf-ı Resulullah'ı görüp saklayan onlardır. İşte kıblenin de hak olduğunu bu minval üzere bilirler, fakat bildikleri hakikati avam-ı nastan saklarlardı.
252 HULÂSAT-ÜL BEYAN Cüz : 2
ayn-ı Kabe'yi tayin ederek teveccüh mümkün olmadığından Ce-nab-ı Hak Kabe'nin cihetine teveccühle emredip Kabe'nin tayiniyle teklif etmemiştir. Binaenaleyh; her mümine lâzım olan; Kabe'nin hangi cihette olduğunu bilmektir ki, namazda o cihete teveccüh etsin ve her nerede bulunursa yalnız Kabe'nin bulunduğu ciheti tayin eylesin.
Kabe'ye teveccühle emir; (Bedir) vakasından iki ay mukaddem Receb-i Şerifte (Beni Seleme) nin Mescidinde öğle namazının iki rekâtını kıldıktan sonra geldi ve namaz içinde Resulullah Kabe'ye teveccüh buyurdu, cemaat de beraber Kabe'ye teveccühle safları düzelttiler. O mescid-i şerife (Mescid-i Kıbleteyn) denilmiştir.
Âyette beyan olunduğu veçhile Cenab-t Hak Resulüne tazim için evvelâ Resulüne emreyledi ve sonra Kabe'ye teveccühle bilûmum ehl-i imana emrile ümmetinin Resulüne ittiba etmeleri lâzım olduğuna işaret buyurdu.
*
Vacip Tealâ Kabe'ye teveccüh olunmasını ehl-i imana emrettikten sonra ehl-i kitabı, kıble hak olduğunu bildikleri halde ittiba etmediklerinden dolayı tehdid etmek üzere :
buyuruyor. &
[Şol kimseler ki, onlara kitap verildi. İşte kıblenin tahvilinin Rableri tarafından gelen emir üzere hak olduğunu bilirler ve muhakkak olarak bildikleri halde ittiba etmezler. Halbuki Allahü Tealâ onların amellerinden gafil değildir.] Binaenaleyh; her birerlerinden sual edecek ve amellerine göre ceza verecektir.
Ehl-i kitabın kıblenin hak olduğunu bilmeleri kendi kitapları vasıtasıyladır. Zira; her şeriatta bir kıbleye teveccühü emretmek âdet-i ilâhiye olduğunu icmalen bildikleri gibi Resulullah'm iki kıbleye namaz kılacağını ve akıbet Kabe'nin Resulullah'a kıble olacağını dahi tafsîlen kitapları haber vermiş ve kendi resulleri
Sûre : Bakara Fİ TEFSİR-ÎL KUR'ÂN 253
anlatmıştır. Bu ciheti yakînen bildikleri halde iman etmedikleri gibi ta'netmekten de hâli kalmamışlardır. İşte bunun cezasını göreceklerini, Cenab-ı Hak amellerinden gafil olmadığını beyanla zikretmiş ve onları tehdid buyurmuştur.
Vacip Tealâ ehl-i kitabın kıblenin hak olduğunu bildiklerini beyandan sonra onların hali İnattan ibaret olup asla tebaiyet etmeyeceklerini beyan etmek üzere :
buyuruyor. .
[Ey Resui-ii Ekrem'im! Zat~i ülûlıiyetimc kasem ederim ki, eğer sen kıblenin hak olduğuna dair her delili getirsen kendilerine kitap verilen ehl-i kitap senhı kıblene tabi olup sana iktida etmezler ve sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Değil senin kıblene tabi olmak, ehl-i kitabın bazısı bazı âharin kıblesine dahi tabi olmazlar.]
[Ey habibim! Zat-i ülûhiyetime yemin ederim ki, sana ilm-i yakın geldikten soma, sen onların arzularına farz-ı muhal olarak tebaiyet etsen bu takdirde sen bile zalimlerden olursun. Halbuki senin zalimlerden olmaklığın muhaldir. Şu halde onların arzularına tebaiyet etmekliğin dahi muhaldir.]
Yani; ehl-i kitap kıblenin hak olduğunu bildikleri halde kıblenin hak olduğuna dair bütün âyetleri getirsen ve her birine ayrı ayrı göstersen senin kıblene asla tâbi olmazlar. Ve sen de onların kıblesine tâbi olmazsın. Zira; senin kıblen taraf-ı ilâhiden tayin olunmuş ve o cihete teveccühünüz farz kılınmıştır. Amma ehl-i kitap sırf hased ve inatlarına binaen senin kıblene tebaiyet etmezler.
250 HUL.ÂSAT-ÜL BEYAN Cüz: 2
mazlarınızı zayi etmedi. Allahü Tealâ nâsm amelini ziya'dan esirger ve ibadetlerini kabul buyurmakla merhamet eder.]
Kıblenin Kabe'ye tahavvülü üzerine Yahudiler, müminleri iğfal etmek sadedinde «Haber verin bize : eğer Beyt-i Mukaddes'e doğru kıldığınız namaz hidayet ise, ondan niçin döndünüz ve eğer dalâlet ise bir müddet niçin diyanet ittihaz ve o cihete neden teveccüh ettiniz ve dalâlet üzere namazlarınız zıyaa uğramadı mı?» demeleri üzerine onlara cevap olarak bu âyet nazil olmuştur. Yani; Allah'ın emrettiği kıbleye karşı eda olunan ibadetin zayi olmayacağını beyanla ehl-i imam tesliye buyurmuştur. Çünkü; Allah'ın emri daima hidayettir ve nehyettiği şeyi irtikâb etmek dalâlettir. Yoksa emrettiği şey dalâlet olmadığı gibi, emri veçh üzre işlenilen amel de zayi olmaz.
Hulâsa kıblenin tahavvülündeki hikmet; dininde sebat edenlerle kıblenin tahavvülünü bahane ederek dininden irtidad edenlerin birbirinden tefrik edilmesi olduğu ve kıblenin tahavvülü çok kimseler üzerine ağır gelip yalnız Allahü Tealâ'nın hidayette kıldığı kimselere ağır gelmediği ve kıblenin Beyt-i Mukaddes olduğu zamanlarda kılınan namazların zayi olmadığı ve Allahü Tealâ'nın kullarının amellerini ziya'dan esirgeyici ve kabul etmekle merhamet buyurucu olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir. , -;
* ##
Vacip Tealâ kıblenin tahvilindeki hikmeti beyandan sonra bu tahavvülün arzu-yu risaletpenahiye de muvafık olduğunu beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Ey Resul-i Ekrem'im! Bazı kere kıblenin tahavvülünü arzu sadedinde senin yüzünün semaya döndüğünü biz görürÜc. Sen yü-ziinü semaya çevirip kıblenin Kabe'ye tahavvülünü ar«U edince
Sûre: Bakara Fî TEFSİK-İL KUE'AN 251
biz de seni elbette bir kıbleye döndürürüz ki, o kıble, senin razı olduğun kıbledir. Bazı mekasid-ı has ene üzerine Kabe'nin kıble olmasını habib-i zişamm sen isteyince döndür yüzünü Mcscid-i Haram'in bir canibine ve ey ümmet-i Muhammedi Her nerede bulunursanız siz de çevirin yüzünüzü Mescid-i Ha ram'm bir cihetine.]
Yani; ey Nebi-i Zişan! Kabe'nin kıble olması için yüzünü semaya döndürdüğünü biz görüyoruz. Binaenaleyh; biz elbette seni razı olduğun kıbleye döndürürüz. Hal böyle olunca döndür yüzünü Mescid-i Haram tarafına ve ey müminler! Her nerede olursanız olun, siz de yüzünüzü Mescid-i Haram'a döndürün. Çünkü; Mescid-i Haram içinde bulunan Kabe cümlenize kıble kılınmıştır.
Fahr-i Razı ve Beyzâvî'nin beyanları veçhile Kâbe-i Muazzama; iki kıblenin mukaddemidir. Kabe, Arab'ın kendisine intisapla iftihar ettikleri İbrahim (A.S.)'ın kıblesi olduğu cihetle Arapların suhuletle islâmiyeti kabullerine sebep olacağından, Kabe'nin kıble olmasını gönlünden arzu etmesine ve bu arzunun is'afını Ce-nab-ı Hak'tan bekleyerek bu hususa dair vahiy gelmesini gözetmesine binaen sema cihetine nazar ederdi. Cenab-ı Hak âyette Resulünün bu halini hikâyeyle beraber kıblesini elbette razı olduğu bir kıbleye tahvil edeceğini vaadetti ve vaadi akabinde derhal Kabe'yi kıble kılmakla Resulünün istediğini verdi.
Resulullah'ın Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihazı Mekke'de midir, yahut hicretten sonra mıdır? Bu hususa dair rivayet muhteliftir ve Beyt-i Mukaddes'e teveccühle emirden sonra salâtta Beyt-i Mukaddes'e teveccüh farzolmuştu. Badehu Mekke'ye teveccühle emir Beyt-i Mukaddes'e teveccühü neshetmiştir. Binaenaleyh; Beyt-i Mukaddes'e teveccüh caiz değildir. Resulullah'ın Kabe'nin kıble olmasını arzusu; mesalih-i diniye içindir, yoksa arzuyu nef-sanîsine mebni değildir. Âyette vecih ile murad; yalnız yüz değil cemî' bedendir. Binaenaleyh; namazda yalnız yüzüyle teveccüh kâfi değil, cemî bedenle teveccüh vaciptir. Satırla murad; caniptir. Şu halde manâ-yı nazım: [Namazda cemî bedeninle Mescid-i Haram canibine teveccüh et] demektir. Binaenaleyh; namazda Kabe'nin bulunduğu cihete teveccüh kâfidir, yoksa aynı Kabe'ye teveccüh lâzım değildir. Zira; uzak belde ahalisi için
******************************************************************************************
Resulullah'm hak olan şeylere asla tereddüdü olmadığı halde : «Sen şek edicilerden olma» diyerek nehyolunması ümmetini nehiydir. Yani, «Ey müminler! Ehl-i kitap Resulünüzün nübüvvetini şüphesiz bilip hakkı saklayınca siz asla şek edicilerden olmayın» demektir.
Hulâsa; Resulullah'm hakka nebi olduğunu ehl-i kitabın bildikleri ve oğullarında şüpheleri olmadığı gibi Resulullah'm da ri-saletinde şüpheleri olmadığı ve ehl-i kitaptan ulema fırkasının hakkı ketmettikleri ve hak olan şeyde Resulullah şek etmediği gibi ümmetinin dahi şek etmesi caiz olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [132]
Vacip Tealâ Kabe'nin kıble olduğunu ve ehl-i kitabın o kıbleye tâbi olmayacaklarını beyandan sonra, ümmetin her ferdi sakin oldukları mahallin vaziyetti coğrafiyeleri icabı kıbleden bir cihete malik olup o cihete teveccüh edeceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kabilelerden her kabile ve efradın Kabe'ye teveccüh edecek bir ciheti vardır, herkes o cihete teveccüh eder. Şu halde ey müminler! Hayrata ve enva-ı ibadata sür'at edin ve birbirinize müsabaka edercesine hayrat cihetine koşun ki, sebeb-i saadetinizi kazanmış olasınız. Zira; siz ve ehl-i kitap her nerede olursanız hepinizi Allahü Tealâ yevm-i kıyamette cem'edip huzuruna getirecektir. Çünkü; Allahü Tealâ herşeye ve bilhassa sizi ihya edip arsa-i mahşere getirmeye kadirdir.] Binaenaleyh; sa'yedin ki, o zaman atiye-i ilâhîyeye nail olasınız.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile ehl-i islâmdan herkesin kıbleden bir ciheti var demek «Herkes beldesine göre ve bulunduğu mahalle nazaran bir cihete malik» demektir. Meselâ Kabe; bazı kavmin cenup cihetinde bulunur; Bizim beldelerde olduğu gibi. Bazı kavmin meskûn olduğu yere göre şimal cihetinde bulunur: Yemen gibi. Bazısına göre şark cihetinde bulunur: Mısır-ı Vusta'-daki beldeler gibi. Bazısının Kabe'ye teveccühü garba doğru olur: Hindistan'da Bombay beldesi gibi. Binaenaleyh; herkes kendi beldesinde kıble hangi cihete tesadüf ederse, namazı o cihete müteveccihen kılar.
Yahut demek erbab-ı şeriatten herbirinin bir ciheti, bir kıblesi var demektir. Binaenaleyh; enbiyadan bazısının kıblesi (Beyt-i Mukaddes) ve bazısının (Kâbe)'dir ve meleklerden bazılarının kıblesi (Arş-ı Â'lâ) ve bazılarının (Beyt-i Ma'-mur)'dur.
Ehl-i İslama nazaran hayratla murad; Kâbe-i Muaz-zama'ya teveccühle ibadettir. Zira Kabe'ye tazim ve ibadette o cihete teveccüh; ayn-ı ibadet olup bittabi âhiretçe nail-i ecr-ü nıe-sûbat olunacağı gibi dünyaca da teveccüh eden için bir şereftir.
Hulâsa; her belde ahalisinin beldesinin mevki-i coğrafisine göre Kabe'ye teveccüh edecek bir cihete malik olması ve her şahsın hayrata sür'at Lmesi vacip olduğu ve mükellefin hangi mekânda olursa olsunlar, ij.uzur-u Bâride cem'olunacakları ve Allahü Tealâ'-nm herşeye ve bilhassa insanları haşre kadir olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [133]
Vacip Tealâ her insan için Kabe'ye nazaran bir ciheti olduğunu beyandan sonra her nerede olursa namazda kıbleye teveccüh lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Ekrem'im! Sen hangi mekândan çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram canibine döndür ve namazda Mescid-i îlaram'a dönmek Rabbin Tealâ tarafından haktır ve hak olduğunda asla şüphe yoktur. Halbuki Allahü Tealâ sizin amelinizden gaflet etmez.] Zira; amellerinizin her cüzünü bilir. Binaenaleyh; âhirette amelinize göre ceza verir.
Bu âyette Resulullah her nereye gitse namazda Kabe'nin bir cihetine teveccüh etmesi lâzım olup Kabe'nin gayrı bir cihete teveccüh caiz olmadığı beyan olunmuştur. Ümmeti hakkında dahi hükm-ü şer'i aynen böyledir. Zira Resulullah'a birşeyle emir; has-sa-i nebiden olmazsa ümmeti hakkında da ayn-ı emirdir. Amma Resulullah'a mahsus olursa, ümmete o emrin şümulü olmaz.
[Ey habibimî Herhangi mekândan sefere çıkarsan Mescid-i Haram cihetine yüzünü döndür. Ve ey ümmet-i Muhammedi Hangi mekânda bulunursanız namazda yüzünüzü Mescid-i Haram cihetine döndürün ki, na'sın ve bilhassa Yahudilerin sizin üzerinize delilleri ve itirazları olmasın. Ancak na'stan nefislerine zulümle hakkı saklayanlar, Kabe'nin kıble olmasına itiraz ederler. Siz onlardan korkmayın, ancak benden korkun. Zira; onlar itiraz etseler de size bir zarar edemezler. Sizin maslahatınız için emrettiğim şeye muhalefet ve itiraz etmeyin. Çünkü; sîzin doğru yolu bulmanız ve nimetimi sizin üzerinize itmam etmek için sizin kıblenizi Beyt-i Mukaddesken Kabe'ye tahvil ettim.] Şu halde derhal itaat edip itiraz etmemeniz lâzımdır.
Vacip Tealâ namazda, Mescid-i Haram'a teveccühle üç defa emretmiştir. Zira; insan ya Mescid-i Haram'da bulunur: Birinci emir oraya mahsustur. Veya Mescid-i Haram haricinde ve Mekke dahilinde bulunur: İkinci emir de haric-i Mescid, dahil-i Mekke olanlara mahsustur. Üçüncü emirse belde haricinde olanlara mahsustur; Binaenaleyh; âyetlerde tekrar yoktur. Çünkü bir insanın hali; namazda bu üçten hâli olamaz. Zira; namaz kılacak kimse ya Mescid-i Haram içinde kılar veyahut Mescid-i Haram haricinde Mekke'nin içinde kılar veyahut Mekke'nin haricinde dünyanın neresinde bulunursa orada kılar. Şu halde emirlerden herbiri bir mekâna mahsus olduğundan tekrar yoktur. Zira; herbirinden maksat başkadır. Mekke'den başka beldelerde bulunanlar Kabe'ye teveccühle memur oldukları gibi, nefs-i Mekke'de bulunanlar ve Mescid-i Haram dahilinde olanlar dahi namazlarında Kabe'ye teveccühe memurdurlar.
Yukarıda zikrolunan her emirde ayrı ayrı birer faide beyan olunmuştur. Meselâ; birinci emrin arkasında ehl-i kitabın kıblenin hak olduğunu bildikleri halde kabul etmediklerini ve ikinci emrin akabinde kıblenin hak olduğuna Vacip Tealâ'nın şehadetini ve üçüncü emrin akabinde nâsın elinde ümmet-i Muhammed'e karşı delilleri olmasın diye emrettiğini beyan buyurmuştur. Binaenaleyh emirlerin herbiri ayrı ayrı birer faide üzerine müştemil-dir. Kıblenin tahvili şeriat-i islâmiyede evvel vaki olan nesholma-sına binaen şüpheyi izale için tekrar be tekrar fevaid-i azimeyi mutazammin emir gelmiştir. Medine-i Münevvere'de Resulullah Beyt-i Mukaddes'i kıble ittihaz ettiği zaman Araplar «Muhammed (S.A.), Hz. İbrahim'in milletinden olduğunu iddia eder, halbuki onun kıblesini terkeder» diyerek Resulullah'a ta'nederlerdi. Badehu kıble Kabe'ye tahavvül edince Arapların bu cihetten ta'm kesildiği gibi Yahudilerin de ta'm kesilmiştir. Zira; Yahudiler «Muhammed (S.A.) bizim dinimiz için mensuhtur dediği halde kıblemize namaz kılar. Eğer dediği doğru olsa kıblemiz de metruk olurdu» diyerek ta'nederlerdi. Kabe, kıble olunca onların da Resulullah'a bu suretle ta'nlanmn kapısı kapanmıştır. Binaenaleyh; kıblenin Kabe'ye tahvili her iki milletin kıble cihetinden, şan-ı ri-salete lâyık olmadık itirazlarına nihayet vermiştir.
Kıblenin Kabe'ye tahvili kabail-i Arab'ın din-i islâmı kabule temayüllerine sebep olduğundan, Vacip Tealâ ÎCâbe'nin kıble olmasını ümmet hakkında nimetinin itmamına ve kullarının ihtidalarına vesile olduğunu beyan buyurmuştur.
Hulâsa; bir kimse dünyanın her neresinde bulunsa namazda Kabe cihetine teveccüh lâzım olduğu ve Kabe'nin kıble olması taraf-ı ilâhîden gelen emir üzere hak olduğu ve Kabe kıble olunca Yahud'un kendi dinlerini tervice hüccetleri kalmadığı ve hak üzere olan kimsenin ehl-i batılın tâ'mndan korkmayıp ancak Allah'tan korkması vacip olduğu ve kıblenin tahvili Allah'ın kullarına nimetini itmam için olup, hidayete vesile olacağı bu âyetten müste-fad olan fevaid cümlesindendir. [134]
Vacip Tealâ kullarına nimetini itmam için kıbleyi tahvil ettiğini beyandan sonra ümmeti irşad için resul göndermesi dahi itmam kabilinden olduğunu beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Sizin emsinizden size resul göndermekle nimetimi itmam ettiğim gibi kıblenizi Kabe'ye döndürmekle dahi nimetimi itmam ettim ki, o Resul-ü muazzam sizin üzerinize vahdaniyetimize delâlet eden âyetlerimizi okur ve sizi günahlarınızdan tathir eder ve size kitabı ve o kitabın şâmil olduğu hikmeti talim eder ve sizin bilmediğiniz şeyleri dahi size öğretir.]
Yani; ey ümmet-i Muhammed! Size nimetimi itmam için resul gönderip vahdaniyet ve hakkaniyete delâlet eden âyetlerimizi okumak ve günahlarınızdan sizi tathir eylemek ve Kur'ân gibi ahkâmı dünyeviye ve uhreviyeyi cami bir kitabı size talim etmek ve o kitabın cami' olduğu ahkâmını ve sünnetini ve emr-i dinde fe-kaheti ve daha bilmediğiniz birçok şeyleri talim etmekle nimetimizi itmam ettiğimiz gibi kıblenizi Kabe kılmakla dahi itmam ettim.
Vacip Tealâ bu âyette Resulünün birtakım mezaya-yı âliye ve menakıb-ı celilelerini beyanla erbab-ı inadı insafa davet etmiştir. Çünkü; Resulün kendi cinslerinden olması ümmet hakkında ünsiyete ve imanı kabulde suhulete vesile olduğundan nimet olduğu gibi resul hakkında dahi büyük bir nimet ve ayrıca bir şereftir.
Çünkü; resul meb'us olduğu milletin içinden yetişmiş ve onların kendi ırkından bulunmuş olmakla her hâli onlara malûm olup iffet, emanet ve taharet-i tıynet sahibi olduğunu bilmeleri emr-i dini tebliğde kolaylığa vesile olacağı gibi, meb'us olduğu millet nazarında bir kıymeti ve bir mevki-i âli sahibi olacağı cihetle düşmanlarının indinde bile kadrinin takdir olunacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; kendi kavmini irşad ve ıslaha memur olmak o nebi için elbette bir şereftir ve ümmeti üzerine hak ve hakikatin delillerini tilâvet etmesi ve o deliller vasıtasıyla imanı kabul eden kimseleri şirkten ve sair günahlardan tathir ve tasfiye ve kitabın ahkâmını ümmetine talim eylemesi ve enbiya-yı sabıkanın ve ümmetlerinin hallerini ve aralarında cereyan eden mü-bahaseleri ve geçmişte vaki olmuş ve ileride vuku bulacak şeyleri ümmetine bildirmesi elbette Resulullah'ın menakıb-ı celilele-rindendir.
Kitapla murad; Kur'ân olduğu gibi hikmetle murad; mekârim-i ahlâk ve mahasin-i efal ve Kur'ân'ın cami olduğu hakaik ve nüketi mezâyâsıdır.
Hulâsa; Kabe'nin kıble olması kullarına nimetini itmam kabilinden olduğu gibi kendi cinslerinden resul göndermesi dahi nimeti itmam olduğu ve o resulün vahdaniyete delâlet eden âyetleri ümmeti üzerine tilâvet ve ümmetini ahlâk-ı zemime ve ef'al-i kabihadan tasfiye ve kitabı ve kitabın bütün ahkâmını talimle ümmetini tezyin eylemek ve helâla ve harama dair olan ahkâmın hikemiyatını bildirmek ve bu ümmetin bilmediği birçok vukuatı öğretmek gibi mezâyâ-yı âliye sahibi olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümbsindendir. [135]
Vacip Tealâ resul göndermek ve kıble cihetinden nimetini itmam ettiğini beyandan sonra nimetin şükrünü eda ve zat-ı ülûhi-yetini zikretmenin lüzumunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sizin üzerinize nimetimi itmam edince siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim ve bana şükredin, küfretmeyin.]
Yani; ben size şu mühim nimetleri verince siz lisanınızla teşbih ve tehlil ve kalbinizle benim kudret ve azametimi tefekkür etmekle beni zikredin ve zikriniz mukabilinde sevap vermekle ben de sizi zikredeyim ve ibadetinizle bana şükredin ve günahınızla küfretmeyin.
Vacip Tealâ bu âyette zatını zikirle emir buyurmuştur. Zikrin iki kısmı vardır: Birincisi; lisanla zikirdir. Teşbih ve tehlil, hamd ve sena, esma-yı hüsnayı okumak ve Kur'ân'ı tilâvet etmek zikr-i lisanı cümiesindendir. İkincisi; kalple zikirdir ki, Allahü Tealâ'nın zatına ve sıfatına delâlet eden âyetleri ve tekâlif-i ila-hiyeye delâlet eden evamir ve nevahiyi ye mahlûkatta olan acaip ve garaibi düşünmek ve mahlûkatm her zerresinin zât-ı ulûhiye-tine delâlet eder parlak birer ayna mesabesinde olduğunu idrak etmek zikr-i kalbi cümiesindendir. Amma bütün azanın ibadetle meşgul olması kendine göre zikir ise de bu kısımlara ibadet denmekle maruf olduğundan, zikrin bu gibi ibadetlerde istimali mü-teâref değildir.
Bu âyette emri; ibadat-ı ilâhiyenin kâffesine şamil olduğundan bu cümle birçok manâyı camidir. Meselâ: «Siz beni dua ile zikredin, ben de sizi duanızın kabulüyle zikredeyim» ve «Siz beni hamd-ü sena ile zikredin, ben de sizi nimet vermekle .zikredeyim» ve «Siz beni dünyada zikredin, ben de sizi âhirette zikredeyim» ve «Siz beni bol zamanınızda zikredin, ben de sizi dar zamanınızda zikredeyim» ve «Siz beni ihlâs üzre zikredin, ben de sizi azaptan halâsla zikredeyim» demektir.
Hulâsa; bu âyet enva-ı ibadata icmalen şâmil olup, kulun zikrine yolda cereyan ederse, Allah'ın o kuluna lütfü ona göre tecelli edeceği ve binaenaleyh; abid zikirle Rabbisine müracaat edince onu iltifatından mahrum etmeyeceği bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümiesindendir. [136]
Vacip Tealâ enva-ı ibadâti icmalen emriyle beyandan sonra ibadat içinden bazı mühim olanlarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler; Sabır ve salâtla Allah'tan yardım taleb edin. Zira; AHahü Tealâ sabreden kullarjyla beraberdir.]
Yani; ey ehl-i iman! Bilcümle umur ve hususunuzda nefsi günahlardan muhafaza ve arzusunda men' ve belâya tahammül etmekten ibaret olan sabırla ve cemi azanızla canib-i Hakka teveccühten ibaret olan salâtla Allah'tan yardım isteyin. Zira; cemî sıfat-ı kemaliyeyi cami' olan Allahü Tealâ'nm inayeti sabredenlerle beraberdir. Binaenaleyh sabrınız ve ibadetiniz ve bilhassa namazınızla Allah'ın inayetini bekleyin.
Fahr-i Razi ve Hazin'in beyanları veçhile sabır; nefsi arzusundan men' ile beraber enva-ı mekârihe tahammül etmekten ibaret olduğu cihetle sabır olmayınca hiçbir ibadet olamayacağından sabır, ibadeti edaya yegâne yardımcıdır. Namaz ise; ümmül ibadât ve âlemlerin Rabbisine münacat olduğu cihetle salata devam, sair ibadata muavenet olduğundan, Cenab-ı Hak bu âyette hususat-ı sairede dahi Allah'ın yardımına bunları vesile kılmakla emretmiştir.
Bu âyette sabırla murad; oruç veya cihad olduğuna nazaran âyetin manâsı: [İşlerinizde oruçla ve cihadla ve namazla Allah'ın muavenetini isteyin] demektir. Yani: «Siz oruç ve namaz ve cihadı fisebilillâh gibi ibadetlerle Allah'a ibadet edin ki, Allahü Teaîâ da size yardım etsin» demektir.
İşte bu âyet-i celile; fiil-i Resulullah'la tefsir olunmuştur. Zira; Resulullah'ın bazı umur-u mühimmenin keşfini talepte namazı miftah addettiği ve bir belâya tesadüfünde namaza gûr'at buyurduğu mervidir. Binaenaleyh bilûmum ehl-i hayr; musibetlerin nüzulünde namaza iltica etmekte müttefiklerdir. Çünkü; belâyayı halk eden Allahü Tealâ olup, namaz dahi cemi aza ile Allahü Te-alâ'ya teveccüh ve iltica olduğundan halika karşı kemal-i tevazu; ile yüzlerini türab-ı mezellete sürmek ve halk ettiği musibetin ref'ini halikından istirhama bu gibi mühim ibadetleri vesile ittihaz etmek birtakım mesaibin def i esbabının en kuvvetlisi olduğu cihetle, Cenab-ı Hak umur-u mühimmede salâtla istiane olunmasını emretmiştir. Şu halde bir belâya müptelâ olan kimsenin o belânın defi için başkaca maddi esbabına tevessül etmekle beraber namazla dahi Cenab-ı Hakka iltica ile belânın define çalışması lâzımdır.
Hulâsa; insan maddi kuvvetlerle mesaibe karşı göğüs gerdjği gibi manevi ibadetle dahi halika iltica etmek lâzım olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [137]
Vacip Tealâ sabırla ve salâtla istianeyi emirden sonra düşmanla muharebede sabır sebebiyle telef olan insanların zayi addolunmamasını tavsiye etmek üzere buyuruyor.
[Düşmanla esna-yi muharebede Allah yoluna katlonunan kimselere ölmüşler demeyin, belki onlar dirilerdir ve lâkin siz bilmezsiniz,]
Yani; fisebilillâh muharebede şehid olan kimseler bedenleri itibariyle ölmüşlerse de hayata hakikiye itibariyle onlar hayattadırlar. Binaenaleyh; siz onlara ölülerdir demeyin. Zira; onlar dirilerdir. Ancak onların diriliği cismanî olmayıp ruhanî olduğundan hal-i hayatta olan insanlar hayat-ı ruhaniyeyi idrak edemezler.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile mümin olarak vefat edenlerin cümlesi kabirlerinde Cennet nimetini tadarlarsa da in-dallah şehidlerin hürmet ve nimetleri ziyade olduğundan bu âyette şühedanın hayatta oldukları zikrolunmuştur. Kabirde müminin nimeti ve kâfirin azabı tadacak kadar hayata malik olacaklarına bu âyette delâlet vardır. Sair ölülere Ölü denmek caizse de şehidlerin mertebe-i âliye sahibi olduklarına işaret için şühedaya ölü demekten müminler nehyolunmuşlardır. Zira onlar; âlem-i ğaybde indal-lah nimetlerle mütena'im ber hayattır. Fakat bu dünyada hissimizle biz idrak edemediğimizden Allahü Tealâ : »Siz bilmezsiniz» demiştir. Filhakika onların hayatlarını biz ancak Allah'ın ve Resulünün haber vermeleriyle biliriz, yoksa hisle idrak mümkün değildir.
Fahr-i Razi, Hâzin ve Kazi'nin beyanları veçhile bu âyetin se-beb-i nüzulü; (Bedir) gazasında şehid olan zevat için nas «Şehitler öldüler ve lezzat-ı dünyadan'mahrum kaldılar» demeleri üzerine onlar hakkında nazil olmuştur. Yani; «Ey nas! Siz onlara Öldüler diyorsunuz. Halbuki onlar cismen ölmüşlerse de ruhan Ölmemişler-dir. Ve siz onlara nimetten mahrum oldular diyorsunuz, halbuki onlar nimet-i ebediyeye nail olmuşlardır» demek olur.
Hulâsa; riza-yı Bârı için düşmanla mücahedede şehid olanların dünyaca bizim idrak edeceğimiz derecede hayatları yoksa da lez-zet-i âhireti tadacak kadar hayat sahibi oldukları ve lâkin o hayatı bilmediğimizden dolayı onlara ölü demek caiz olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [138]
Vacip Tealâ sabırla ve salâtla istiane edilmesini tavsiye ettikten sonra sabır lâzım olan bazı belâya ile müptelâ kıldığını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Zat-ı ülûhiyetime yemin ederim ki biz, sizi düşmandan korku ve açlık ve mallarınızdan ve şahıslarınızdan ve meyvalarmız-dan noksanla elbette imtihan ederiz. Ey Resulüm! Sen bu misilli belâya sabredenleri sevapla tebşir et. Ve sabredenler şol kimseler ki, onlara bir musibet isabet ettiğinde onlar : «Biz Allah'ın kullarıyız ve ancak dünyada her umurumuzda ve âhirette onun himayesine rücu ederiz. Başka merdimiz yoktur» demekle mesai-be rızalarını izhar ederler.]
Yani; belâyaya sabretmek lâzımdır. Zira; zatıma yemin ederim ki, ey insanlar! Biz sizi düşmanlarınızın hücumu korkusu ve kıtlıktan ve ğalâyı es'ardan neş'et eden açlık ve malınıza afat isabet etmek ve mukatele ve mücahedeyle nefsinize noksan arız olmak ve bağ ve bahçelerinizde meyvalannızın afat sebebiyle noksan olması gibi azıcık birşsylerle elbette imtihan ederiz. Habibim; bu gibi belâya sabreden kimseleri sen sabırla tebşir et ki, o sabredenler bir musibetin isabetinde Allah'a iltica ederler ve derler ki} «Biz Allah'ın kuluyuz ve ancak dünyada ve âhirette Allah'ın rahmetine ve inayetine iltica ederiz.»
Belâya ile Allah'ın kullarını imtihanmdaki hikmet; kazaya razı olanlarla olmayanlar nâs beyninde zahir olsun ve muti' olanlarla âsî olanlar bilinsin. Iptilâ; imtihan manâsına ise de Vacip Tealâ hakkında manâ-yı aslisi tasavvur olunamaz. Zira; Allahü Tealâ her-şeyi vukuundan evvel bildiğinden imtihana ihtiyacı yoktur. Çünkü imtihan; bitmediği birşeyi tecrübeyle bilmektir. Binaenaleyh; Vacip Tealâ hakkında bu manâca imtihan mutasavver değildir. Yalnız bazı kullarını musibetle müptelâ kılar ki, onlara bu suretle imtihan muamelesi yapması, onların hallerini diğer kullarına bildirmesi içindir. Zira; insanlar birşeyi vukuundan evvel bilemediklerinden imtihanla bilmek onlara mahsus olup musibet ise insana imtihan olur. Nasıl ki demirin safisini derunundan ateş ayırdığı gibi musibet de insanların hâlis olanlarını âsi olanlarından ayırır. Çünkü; belâya rıza gösterip sabredenler Allah'ın hâlis kullarıdır ve sabret-meyenler ise âsi olanlardır.
Havf yani korku, düşmandan zuhuru melhuz olan fenalığın kalpte hasıl ettiği ıztırap ve elemdir. İnsanları azıcık birşeyle imtihan mümkün olduğuna işaret için âyette azlığa delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Emvalde ve insanlarda noksan; afât-ı semaviye sebebiyle olduğu gibi muharebe ve saire gibi esbab-ı adiye ile dahi olur. Ve meyvalarda noksaniyet ise birtakım afetlerle olduğu gibi sa'y-ü ameli ve imaratını terkle dahi olur. Bu sebeplerden her hangisiyle noksan arız olsa, insanları imtihan için olduğunu Vacip Tealâ bu âyette beyan buyurmuştur.
Binaenaleyh; bu gibi belâyaya müptelâ olmamak için ubudiyette sabitkadem olmak ve mukteza-yı kusur müptelâ olduktan sonra kusurunun affını dilemekle belânın üzerinden kaldırılmasını Cenab-i Hak'tan daima istemek lâzımdır. Belânın vukuundan evvel haber vermek Resulullah için mu'cize olduğu gibi insanların meta-net-i kafiyelerine de vesile olur. Zira; musibetin geleceğini bilen bir kimse, o musibete hazırlandığından sabrı ve metaneti ziyade olduğu cihetle, o musibet geldiğinde çok feryad etmez. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bu âyette beyan olunan mesaible imtihan olunacaklarını habet verdi ki vukuunda sabretsinler, feryad etmesinler ve ihlâs üzere bulunsunlar. Çünkü; insanın hal-i iptilâsmda ihlâsı ve Rabbisine ilticası ziyade olduğundan bazı mesaibe müptelâ olmak ihtimalini düşünen kimse tuğyan etmez ve daima ihlâs üzere vukuata intizar eder. Fakat düşünmeyen kimsede bittabi ihlâs da olmaz.
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran bu âyette muhatap; mümia-lerdir. Zira; Vacip Tealâ nimetine karşı şükretmelerini emirden sonra belâyasına karşı sabırla tavsiye etmiş ve sabredenleri tebşir eylemesini Resulüne emreylemiştir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile musibet; insana isabet eden sevilmeyecek birşeydir, Resululah'ın «Mümine eza veren herşey; mümine musibettir» hadîs-i şerifi bu manâyı teyid eder ve musibet zamanında: ( j^-lj^Jllljil'I ) kelime-i tayyibesi ümmet-i Mu-hammede mahsus bir atiye-i ilâhiyedir. Zira; bu kelimeyle musibete rıza göstermek sair ümmete verilmemiştir. Çünkü; Allahü Te-alâ'nin o kulunu musibetle terbiye ettiği bir zamanda «Biz Allah'ın mahlûkuyuz ve akıbet Allah'ın huzuruna rücu edeceğiz» diyerek teslimiyetini ve musibete razı olduğunu izhar etmesi büyük bir meziyet olmakla onun mukabilinde verilecek olan büyük ecri de bu ümmete mahsus kılmıştır.
Hulâsa; ehl-i iman hakkında musibet; ukubet olmayıp ayn-ı nimet olduğu ve musibetin halikı Allahü Tealâ bulunduğu ve musibet zamanında cümlesiyle mukabele etmek; Allah'tan her ne gelirse razı olduğunu izhar demek olduğu ve bu cümleyle âhireti, haşri ve neşri ikrar ettiği cihetle büyi" c sevaba nail olacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesinde' dir. [139]
Vacip Tealâ musibete sabredenleri tebşir etmesini Resulüne emrettikten sonra tebşir olunacakları nimetleri beyan etmek üzere buyuruyor.
[Bir musibet isabet ettiğinde Allahü Tealâ'ya teslimiyetle rii-cu eden kimseler üzerine Rablerinden medh-ü senadan ibaret olan salevat ve lûtf-ü ihsandan ibaret olan rahmet nazil olur. İşte onlar; ancak ihtida edenlerdir ki, doğru yola vasıl olmuşlardır.]
Salavat ; filasıl dua manâsınaysa da bu âyette şu evsafı haiz olan kullarını Allahü Tealâ'nın mağfiret ve tezkiye etmesi ve medh-ü sena buyurmasıdır. Rahmetle murad; lûtf-ü ilâhidir. Ve bu sıfatları cami' olan kullarına rahmetin çokluğuna işaret için (salevat) lâfzı cemî siğasıyla varid olmuştur.
Bir kimseye musibet isabet ettiğinde şu kelime-i tayyibeyle Rabbisine iltica ederse Allahü Tealâ'nın o musibeti o kimse üzerinden kaldıracağı ve âhiretini güzel kılacağı ve o musibetten zayi olan şey mukabilinde ondan daha iyisini halk edeceği Beyzâvî ve Hâzin'de mezkûr ehâdis-i şerifeyle sabittir.
Evsaf-ı mezkureyi haiz olan kimselerin bu sıfatlar sayesinde ihtidalarıyla murad; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile dünyada sahibini enva-ı hayra isal eder tarîka ve âhirette Cennet'e götürecek sevaba vasıl olmalarıdır. Binaenaleyh kazaya rıza; tarîk~ı selâmettir. Çünkü abid; Allah'ın gayrı her neye muhabbet ederse muhabbeti o şeyin afatına sebep olur. Binaenaleyh; muhabbet-i ilâhiyenin gayrı hiçbir şey baki olmadığından herşey zeval bulur, ancak muhabbet-i ilâhiye kalır. Meselâ Hz. Âdem Cennet'e muhabbet edince araya Şeytan'm hilesi girdi ve Hz, Âdem Cennet'ten yeryüzüne indi ve bu suretle elinden Cennet gitti, fakat Âdem (A.S.) zikrullahla beraber kaldı. Hz. Yakup, Yusuf (A.S.)'a fazlaca muhabbet etti. Beyinlerinde senelerce iftirak vukubulup Hz. Yakup ancak zikr-i Hakla kaldı. Binaenaleyh insana lâzım olan; ifratla tefritten sakınmakla beraber birşeye fart-ı muhabbetten çekinmektir. Çünkü; dünyanın her cüzünde zeval zaruri olduğundan muhabbetin akıbeti gönül azabı ve mihnettir. Şu halde muhabbet; ancak zevalden münezzeh, ezelen ve ebeden daim ve baki olan Allahü Tealâ'ya olmak lâzımdır. [140]
Vacip Tealâ Kabe'yi kıble kılmakla Resulüne nimetini itmam ettiğini beyandan sonra (Safa) ile (Merve) arasında sa'yetmek dahi nimetini itmam cümlesinden olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[(Safa) ile (Merve) Allah'ın alâmeti erinden d ir. Hal böyle olunca bir kimse Beyt-i Şerifi hac etmek veyahut sünnet veçh üzere umre yapmak kasdederse (Safa) ile (Merve)'yi tavaf etmekte onun üzerine günah yoktur. Eğer bir kimse nafile olarak hac ve umre ve Beyt'i tavaf gibi hayır işlerse, ecr-i azîme nail olur. Zira; Allahü Tealâ ibadete sevap verici ve hayır işe razı olucu ve o kulunun ef'alini bilicidir.]
Yani; Mekke-i Mükerreme'de (Safa) ile (Merve) denmekle maruf olan iki ufacık tepeler ef'al-i hacdan bazısına mahal olduklarından alâmât-ı nahiyedendirler. Bu iki tepe, erkân-ı dine alâmet olunca bir kimse Beyt'i hac etmek veya umre yapmak isterse bu tepeleri tavaf etmekte o kimse için günah yoktur. Eğer bir kimse nafile hayır işlerse sevaba nail olur. Zira; Allahü Tealâ kullarının amelini bilici ve sevap vericidir.
Hac; filasıl birşeyi kasd etmek manâsmaysa da burada kü-tübü fıkhiyede beyan olunan efal-i hac muraddır ki erkânı; üçtür: Birincisi; ihram, ikincisi; Arafat dağında arefe günü vakfe yani orada bulunmak, üçüncüsü; Arafattan avdetinde Beyt'i tavaf etmektir. Bu üçü haccın farzlarıdır ki bunlardan biri noksan olsa hac sahih olmaz ve işbu feraiz-i selâseden mada haccın birçok vacipleri ve sünnetleri de vardır.
Umre; niyetle tavaf ve (Safa) ile (Merve) arasında sa'y etmektir. Hac ile umrede bu iki dağ arasında sa'yetmek vaciptir. Terkederse kurban lâzım gelir. Binaenaleyh;'*terkeder ve kurban da kesmezse günahkâr olur.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile tekâlif-i ilâhiye üç kısımdır: Birincisi; her âkilin hasen olmasıyla hükmettiği şeydir ki, zikrul-lah gibi. Vacip Tealâ bu kısmı ( ü$f i& ) emriyle beyan etmiştir. Zira; insanın kendine ihsan eden zatı zikir ve medh etmesi ve nimetine mukabil şükrüne devam eylemesi güzel birşey olduğuna her âkil hükmedebilir. İkincisi; hastalık, fakirlik ve naks-ı emval ve saire gibi musibetlerdir ki bunu evvelemirde akıl çirkin görür. Zira; kullarını hasta etmekte Allah'ın bir menfaati olmadığı halde kullarının zararı vardır. Binaenaleyh; akıl bunun hüsnünü idrak edemeyince kubhuna hükmecler. Fakat bu kısmın güzel olmasına dair hükm-ü şer'i varid olmuştur. Allahü Tealâ Kur'ân'ın da, Resulü de hadîsinde güzel olduğunu ve kullarına birçok menfaati bulunduğunu beyan edince akıl bunun hasen olduğunu teslim eder.
Bu kısma Cenab-ı Hak nazmıyla işaret etmiştir. Üçüncüsü; aklın güzel veya çirkin olmasıyla hükmedemediği şeylerdir ki hac ve umre gibi. Çünkü; akıl evvelemirde bunlara, menfaat ve mazarrattan hâli, abes olmasıyla hükmeder. Lâkin şeriat, ibadet hasen olduğunu beyan edince, akl-ı selim derhal kabul eder. Bu kısmı da Vacip Tealâ bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; Cenab-ı Hak efal-i haccın meşruiyetini beyan etmese, akıl onun iyi birşey olduğunu bilemez.
Fahr-i Razi, Beyzâvî ve Hazin'in beyanları veçhile âyetin se-beb-i nüzulü; zaman-ı cahiliyette (Safa)'da (Üsafe) ve (Merve)'de (Naile) isminde birer put vardı. Ahâli-i cahiliye bu putları ziyaret için (Safa) ile (Merve) arasında sa'yeder ve gider gelirlerdi. İslâmiyet gelip, putlar kırılınca ehl-i islâm1 bittabi say'den menolundular. Fakat bazı kimselerin: «(Safa) ile (Merve) arasında sa'yetmek meşru olsa» diyerek temennide bulunmaları üzerine Cenab-ı Hak bu âyetle (Safa) ile (Merve) arasında sa'yetmeyi meşru kılmıştır ki, Hz. (Hâcer)'in sünneti ihya olunsun ve müslümanlar sevaptan mahrum olmasınlar. Şu kadar ki, zanıan-ı cahiliyette sa'yetmek; putları ziyaret için idi, amma îslâmiyette sa'y; ayn-ı ibadet olmuştur. Gerçi ikisi de aynı sa'yden ibarettir, fakat maksatlar başka olduğundan maksada göre hüküm lâhik olmuştur. [141]
Vacip Tealâ hacla umreyi beyandan sonra ahkâm-ı dini saklayan kimselerin lanete müstehak olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlar bizim nâsa kitaplarında beyan ettiğimizden sonra hakka delâlet eder delilleri ve doğru yolu gösterir hidayetten olarak inzal ettiğimiz ahkâmı saklarlar. İşte o ahkâm-ı şer'iyeyi nastan saklayan kimselere Allahü Tealâ ve bilûmum lanet ediciler lanet ederler.]
Yani; nâsm menfaati için inzal olunan kitaplarında bizim nâsa ahkâmı beyan ettiğimizden sonra hakka ve vahdaniyete delâlet eden beyyinelerden ve herkesi matluba isal eder hidayetten olarak inzal ettiğimiz ahkâmı saklayanlara Allahü Tealâ lanet eder ve lanet etmek şanından olan herşey lanet eder.
Bu âyetin Y'ehud uleması hakkında nazil olduğunu beyan edenler varsa da esah olan; ahkâm-ı dinden birşeyi saklayan kimselerin cümlesine şâmildir. Amma saklayan kimse hangi milletten ve saklanan hüküm de hangi şeriatten olursa olsun hükm-ü şer'iyi saklayan kimselerin cümlesine şâmildir. Zira itibar; lâfzın urriu-munadır. Çünkü lanete istihkaka sebep; ahkâmı şer'iyeyi saklamak olduğundan o ahkâmı saklamak kimden vaki olursa, o kimsenin lanete müstehak olduğuna âyet delâlet eder. Şu halde insanların muhtaç oldukları ahkâmı saklayanların cümlesine lanet vardır. Ulum-u diniyeyi nasa talim etmek vacip olduğundan, talim mukabilinde ücret almaklığm caiz olmamasına dahi âyet delâlet eder. Çünkü; insan üzerine vacip olan şeyi işlemekle borcundan kurtulduğu için başkaca ücrete müstehak olmaz. Şu kadar ki ulum-u diniyeyi halka izhar etmek farz-ı kifayedir. Binaenaleyh; bazı kimselerin nâsa Öğretmesiyle diğerlerinden farz sakıt olur. Fakat bütün erbab-ı din, ahkâmı dini nâsa öğretmekten sükût ederlerse farzı terkettiklerinden dolayı cümlesi günahkâr olurlar. lanet etmek şanından olan ins-ü cinnin cümlesine şâmildir. Hatta günahkârların günahları yağmurun inkıtaına sebep olduğundan aç kalan hayvanat, vuhuş, tuyur ve haşerat-ı arz hepsi nimetten mahrum oldukları cihetle nimetin inkıtaına sebep olanlara lanet ettikleri mervidir. Ancak her mahlûk kendine mahsus olan lisanla lanet eder. [142]
Vacip Tealâ ahkâm-ı dini saklayan kimselerin lanete müstehak olduklarını beyandan sonra tevbe edenlerin lanetten kurtulacaklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ahkâm-ı dini saklayan her kimseye lanet vardır. İllâ şol kimseler lanet olunmazlar ki, onlar ahkâmı sakladıklarına nedamet ve tevbe ederek ifsad ettiklerini ıslak ve sakladıkları ahkâmı nâsa beyan ettiler ve zulmü adavetten vazgeçtiler. İşte; şu tev-beyle ıslah-ı nefs edenlerin tevbelerini ben kabul eder ve günah-larıyla muahaze etmem. Zira ben; tevbe edenlerin tevbelerini ke-mal-i şiddetle kabul ve tevbeyle ıslah-ı nefs edenlere merhamet ederim.]
Tevbe; işlemiş olduğu günahlara nedamet etmektir. Fakat yalnız nedametle iktifa etmeyip, isyanla ifsad ettiği şey varsa onu ıslah etmek vacip olduğuna âyet delâlet eder. Meselâ gayrın zihnine şüphe vermekle dinini ifsad etmişse, o şüpheyi izaleyle ifsad ettiği noktayı ıslah etmesi vaciptir.. Tevbede ifsad ettiğini ıslah etmek lâzım olduğu gibi, işlediği günahın hilâfına olan ibadete devam lâzım olduğunu da Vacip Tealâ ( l^u^ ) cümlesiyle beyan buyurmuştur. Çünkü; şeriatin ahkâmını saklamak günah olup, sakladığı ahkâmı halka beyan etmekse aynı ibadettir. Gizlemesi günah olan birşeyi izhar etmekliğin ayn-ı savap olduğu beyan olunması; insanlar yalnız tevbeyle iktifa etmesinler, belki işlemiş oldukları günahtan hasıl olan fenalığı kaldırmaya sa'y ile nâsı zarardan vikaye etsinler içindir. [143]
Vacip Tealâ ahkâm-ı ilâhiyeyi saklayanların lanete müstehak olduklarım ve tevbe edenlerin lanetten halâs olacaklarını beyandan sonra tevbe etmeden vefat edenlerin hallerini beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlar kâfir oldular ve kâfir oldukları halde vefat ettiler. İşte Allah'ın ve meleklerin ve nâsin kâffesinin laneti onlar üzerine nazil olacak ve ebedi lanetle Cehennem'de kalıcı oldukları halde onlardan azap bir lâhza bile tahfif olunmaz ve onlara bir dakika bile mühlet verilmez ki onlar teneffüs etsinleç,]
Yani; küfürle âhirete gidenlerin küfürleri onları Allah'ın rahmetinden ve meleklerin şefaatinden ve nâsın şefkatinden uzak kılacağı gibi ebeden azab-ı Cehennem'den çıkamayacaklarına ve azaplarının asla tahfif olunmayacağına ve ilelebed devam edip arkası kesilmeyeceğine sebep olacaktır.
Bu âyette Cenab-ı Hak; gerek ahkâmı ketmedenler olsun, gerek sair kâfirler olsun, cümlesinin lanete müstehak olduğunu beyan buyurmuştur.
Bu âyette nas ile murad; müminlerdir. Zira lanet eden; ehl-i imandır. Nas kâfire de şâmilse de. «Kâfir kâfire nasıl lanet eder?» unvanında sual burada varid olamaz. Çünkü: kâfire lanet eden nâs denilince, kâfirlerin gayrı nâs olması zahirdir. Yahut nâs; mümine ve kâfire şamildir. Zira; âhirette birbirine lanet edecekleri diğer âyetlerde mezkûrdur.
Mevt ile tekâlif-i ilâhiye sakıt olduğu halde lanetin sakıt olmadığına bu âyet delâlet eder. Zira; kâfir olarak vefat eden kimseye lanetin, caiz olduğu sarahaten beyan olunmuştur. Binaenaleyh; küfrü halinde mecnun olan kimseye dahi lanet caizdir. Zira; mecnun olması mevt gibi laneti iskat etmez. Şu halde küfür; rain küllilvücuh lanete sebeptir.
Tefsri-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile hal-i hayatında Şeytan'dan başka muayyen bir şahsa lanetin caiz olmadığına bu âyet delâlet eder. Zira itibar; hal-i mevtedir. Küfr üzere vefat ederse, lanete müstehak olunca, şahs-ı muayyenin küfrü üzere vefat edeceği malûm olmadığından vefat etmedikçe, lanete istihkakı bilinemez.
Vacip Tealâ bu âyette kâfirlere azabın şiddetini üç cihetle beyan etmiştir: Birincisi; ebedi olmak. İkincisi; asla tahfif olunmamak, üçüncüsü; tehir ve tecil kabul etmemektir. Yani; azapları tükenmez teceddüd eder durur, demektir. İbadet mukabili Cen-net'te ehl-i imana verilecek nimet de böyledir. Binaenaleyh; Cennet'e giren müminin sevabı da ebedidir, nimeti hiçbir zaman azalmaz, tükenmez ve tehir olunmaz.
Hulâsa; küfrüzere Vefat eden kimseler Allah'ın, meleklerin ve nâsm lanetlerine müstehak oldukları gibi ebedi o lanet içinde kalacakları ve azaplarının tahfif olunmayacağı velev bir dakika olsun mühlet verilmeyeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir. [144]
Vacip Tealâ kâfirlerin lanete müstehak olduklarını beyandan sonra lanete istihkaklarının sebebi vahdaniyeti inkâra cür'etleri olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey insanlar! Sizin ma'budunuz ma'bud-u vali iddir. Zira; ondan başka mabudun bilhak yoktur. Ancak ibadete lâyık o vardır ki o mabud dünyada her kuluna ve âhire t te yalnız mümin olan kullarına ihsan edicidir,]
Yani; sizin ibadetinize müstehak olan mabudunuz birdir, şeriki yoktur. Zira bihakkın mabud; ancak odur ki, o mabud kullarına her nimeti ihsan eder ve her kuluna dünyada ihsanı bol ve çoktur ve âhirette lûtfu yalnız iman edenlere mahsustur. Vacip Tealâ zatına şirkedenleri bu âyetle tekzip etmiştir.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Allahü Tealâ'nm vahdaniyeti; zatında, sıfatında, ef'alinde ve rububiyetindedir. Zira; ibadete istihkakında şeriki olmadığı gibi cümle eşyayı halk edip terbiye etmesinde dahi şeriki yoktur ve ibadete istihkakını; in'am sahibi olduğunu beyanla ispat etmiştir. Cümle nimetlerin usul ve furuunun halikı olunca, elbette ibadete müstehaktır. Çünkü nimetin şükrü; emr-i ilâhiye imtisal ve ibadettir.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nüzulü müşrikler tarafından «Ya Muhammed! (S.A.) Sen Rabbinin sıfatlarını bize beyan et» demeleri üzerine (Sûre-i İhlâs) ile bu âyetin nazil olduğu mervidir.
(Esma binti Zeyd) (R.A.) Resulullah'm, «îsm-i a'zam iki âyettedir : Birisi; âyetidir. Diğeri; Sûre-i Âl-i İmran'ın evvelinde âyetidir buyurduğunu işittim» dediğini Ebu Davud ve Tirmizi kitaplarında rivayet ile hadîs-i sahih olduğunu beyan etmiştir. [145]
Vacip Tealâ vahdaniyeti'. A beyandan sonra vücuduna delâlet eden delillerden sekizini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Yerin ve göklerin yaratılışında ve geceyle gündüzün ihtilafında ve na'sın menfaati uğrunda deryada yürüyen gemilerde ve Allah'ın semadan inzal ettiği yağmur sularında ve o sular sebebiyle kurumuş arzı kuruduktan sonra ihyasında ve yeryüzüne hayvanatın her nev'hû dağıtmasında ve rüzgârları bir taraftan diğer tarafa nakletmesinde ve yerle gök arasında emrine muti' olan bulutları istediği yere döndürüp aktarmasında aklı olan kavim için vahdaniyet-i ilâhiyeye alâmetler vardır.]
Yani; semavat ve arzın halk olmasında aklı olan kavim için Allah'ın vücuduna, kudretine ve vahdaniyetine deliller vardır. Zira; semanın direksiz ve bağsız durması ve semayı tezyin eden yıldızların binlerce sanayi-i garibeyi müştemil olması, bunların kendi kendine olur şeyler olmadığından halikın vücuduna ve o mev-cud olan halikın kudret-i kahiresine ve vahid-i hakikî olmasına delâlet eder. Çünkü mahlûkat; cümlesi tagayyürata maruz oldukları cihetle hadistirler. Her hadis için de bir mucidin vücudu lâzımdır. O mucidin kudreti olmasa halk edemezdi ve ilmi olmasa herbirini yerine koyup bu intizamı veremezdi. Zira cehlüzre yapılan şey; elbette noksandan hâli olamaz. Kezalik arzda olan dağlar, nehirler, madenler, ağaçlar, meyvalar ve türlü türlü otlar ve herbirinde nice garip sanatlar halikın vücuduna delâlet eder. Çünkü; tabiat vasıtasıyla olsa semavatın harekesinde ve yıldızların ziyalarında ihtilâf olmazdı. Zira; tabiatın iktizası bir olduğundan hepsinin harekesi bir tarafa ve ziyaları bir siyak üzere olmak Tâzım. gelirdi. Halbuki muhteliftir ki bunların ihtilâfı Fai-li Muhtarın ihtiyarıyla olup, tabiat vasıtasıyla olmadığına delâlet eder.
Kozalik arzda bulunan otlar ve madenlerde dahi. ihtilâf olmazdı. Zira; aynı toprakta hasıl olan otların ve ağaçların eflake nispeti bir ve suyu ve toprağı müsavi olduğu halde birinin rengi diğerine ve öbürünün meyvası âharîn mcyvasına benzemez ve renklerinin birbirine muhalif olması hâlikm faiî-i muhtar olmasına ve onun herbirini ayrı ayrı ihtiyar etmesiyle olduğuna delâlet ed^-r. Çünkü; tabiat vasıtasıyla olmuş, olsaydı, aynı kıTa üzerinde vaki olan. otların meyvaları muhtelif olmaz, hepsinin bir renk ve bir Ic/zt'i. ve bir hassa üzerinde olmaları Lâzım gelirdi. Zira; tabiatın ikii/as* değişmez, Şu halde bunların ihtilafında da Faiî-i Müh-tar'ın vücuduna, kudretine ve iradesine delâlet vardır.
Geceyle gündüzün birbiri ardı sıra gelmesinde, birinin karanlık vo diğerinin aydınlık olmasında, birinin uzayıp öbürünün kısalmamda Vacip Tealâ'nın vücuduna ve vahdaniyetine delâlet vardır. Çünkü karanlığı geceye ve ziyayı gündüze tahsis; tabiat vasıtasıyla olamaz. Zira; tabiatın her zamana nispeti müsavi olduğundan karanlık ve aydınlıktan Tınnırbi iktiza ederse onun gayrı olmamak lâzım gelirdi. Halbuki ^yas./ı \u .bulifui ^hatı için karanlık ve gündüzü kesb-i maişet için ziyaiı nalketmesi ve birbirini bir intizam üzere bulundurması hâljkm ihtiyarıyla ol ut.-, tabiat vasıtasıyla olmadığına delâlet eder. Leyl-ü neharın ihtilâl: şemse merbut olup onların uzayıp kisalmasıyla J'usul-ü erbaanın hâsıl olması ve onların her birerlerinde ziraat vtt l'elâhat zamanlarının, meydana gelmesi ve meyvalarm yaz, güz ve bahar aylarında vücut bulması Cenab-ı Hakkın vücuduna ve cemî sıfât-ı ke-maliyenin. sahibi olduğuna her âkilin idrak edebileceği derecede açık birer delâlet vardır.
Nâs'm menfaati için geminin denizlerde yürümesinde azıcık aklı olanlara saniin vücuduna ve kudretine deliller ve alâmetler vardır. Zira; geminin denizde yürümesi ve suyun gayet cıvık bir-şey olduğu halde gemiye tahammülü ve gemiye arzu olunan mahalle yürütmek için rüzgârın muvafık surette esmesi hâlikm kudret ve iradesine delâlet eder. Ve bu vesileyle insanların ticaret edip emval ve eşyayı mübadele ederek yekdiğerinin ihtiyacını defetmesinde ve herkesin seyr-ü seferine müsaid olmasında ve bu hususta insanların taayyüşleri için sebepler halk etmesinde. vah-daniyet-i ilâhiyeye alâmat-ı azîme vardır.
Allahü Tealâ'nın semadan inzal ettiği yağmur sularında ve yeryüzünü, kuruyup meyyit mesabesinde olduktan sonra otlar ve ağaçlarla ihya etmesinde saniin vücuduna ve sıfat-ı kemaliye sahibi olduğuna aklı olan kimseler için alâmetler vardır. Zira; ihtiyacına göre rahmetler halk etmek ve meyyit menzilinde olan araziyi rahmetle ihya edip insan ve sair hayvanatın rızkını halk eylemek elbette vahdaniyet-i ilâhiyeye delâlet eder.
İnsanın fevkında olan herşeye sema demek caiz olduğundan bu âyette sema ile murad; bulut olmak ihtimali vardır. Zira; denizden ve yeryüzünden sema cihetine giden buharın terakümüyle hâsıl olan bulutlardan yağmur suları yağdığı cihetle sema ile murad; bulut olabilir ve bugün erbab-ı fennin görebildiği de budur.
Yahut sema ile murad; hakikatte sema olup Allahü Tealâ'nm evvelâ yağmuru semada halk ve saniyen semadan buluta ve bulut vasıtasıyla yeryüzüne inzal etmesi ihtimalden baid değildir. Ancak bu ciheti göremediğimiz için evvelki cihetle hâsıl olması aklımıza daha mülayimdir. Rahmetin husulü şu suretlerden hangisiyle olursa olsun" halikı; Vacib-ül vücud'dur. Zira; Allahü Tealâ halk etmediğinde, bütün dünya halkı bir araya gelse bir damlasını yere düşüremezler. Kurak seneler buna şahid-i âdildir. Şu halde yağmurun halikı Allahü Tealâ olduğu ve sema cihetinden nüzul eylediği kafidir. Ancak suret-i halkı, gerek evvel semada halk olunsun sonra buluta ve buluttan yeryüzüne nazil olsun ve gerekse doğrudan doğruya buluttan halk olsunsun ve ondan sonra yeryüzüne insin, bu suretlerin cümlesinin kudretullaha nispeti müsavidir ve düşündükçe saniin azametine^tlelâlet vardır.
Kezalik yeryüzünde Vacip Tealâ'nm neşrettiği hayvanatın her nev'inde ve her ferdinde saniin vücuduna aklı olan kavm için binlerce deliller vardır. Çünkü herbirinin madde-i asliyesi nutfe olduğu halde türlü türlü şekiller ve nevilerde ve herbirerlerinin ayrı ayrı tabiatlarda birer tavr-ı acîp üzere zuhur etmesi ve azalarının herbirinin birer nevi tecelliyata mazhar olması elbette saniin vücuduna pek büyük delildir. Çünkü; gözün bir et parçası olduğu halde görüp söylememesi ve lisanın da aynı et parçası olduğu halde söyleyip görmemesi Fail-i Muhtar'm ihtiyarıyla olup tabiat vasıtasıyla olmadığına delâlet eder. Zira; tabiat vasıtasıyla olsa onun bir mahalde tabiatı neyse diğer mahalde tabiatı ondan ibaret olması lâzım gelirdi. Yani; eğer tabiatı görmek istese her yerde görür ve söylemek ise her yerde söylerdi, halbuki muhteliftir.
Rüzgârların şimalden cenuba ve garptan şarka ve bilâkis devranında ve yerle gök arasında muti' ve munkad olarak bulutun rüzgâr vasıtasıyla cereyanında saniin vücuduna aklı olan kavm için alâmetler vardır. Çünkü; eğer rüzgâr, tabiat vasıtasıyla olsaydı her zaman bir taraftan esip diğer taraftan esmemek icap ederdi. Zira; tabiatın iktizası neyse onu icabettiğinden daima bir taraftan esip diğer taraftan esmemek lâzım gelirdi. Halbuki her taraftan eser, bir tarafa münhasır değildir.
Bu âyette akaid-i diniyeye ve erbabının şerefine işaret vardır. Çünkü; usul-ü itikadiyede delillere nazar etmek vaciptir, taklit muteber değildir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak bu âyette kullarına delâile nazar lâzım olduğunu talim buyurmuştur. Vacip Tealâ'-nın vücudunu marifet, delâile nazarla olunca ilm-i zarurî ile malûm değildir. Zira zarurî olarak malûm olan şeyde delile ihtiyaç olmaz.
Masnuatm her zerresi Vacip Tealâ'nm vücuduna delâlet ederse de bu âyette beyan olunan deliller hem delil hem de insanlara nimet olduğundan bunlar zikr olunmuş tur. Çünkü; Vacip Tealâ'nm vücudunu ispat için getirilen delillerin hem maksada deli] hem de, o delille istidlal edecek kimselere nimet olması elbette kalplerde ziyade tesir eder. Binaenaleyh; şereflerine işaret için bunları zikirle tahsis olunmuştur. [146]
Vacip Tealâ vücudunu ve vahdaniyetini kafi delillerle beyandan sonra vahdaniyetin zıddı olan şirkin çirkin birşey olduğunu beyan etmek üzere :
[Nastan bazıları AUahü Tealâ'nın dûnunda Allah'a şerikler itikad ve ittihaz ederler ve o şerik itîkad ettikîeri putlara Alîahii Tealâ'ya mahabbet eder gibi mahabbet ederler ve şol kimseler ki iman ettiler, onların Allah'a raahabbetleri müşriklerin putlarına mahabbetlerinden daha ziyade ve şiddetlidir ve nefislerine zulmeden müşrikler azab-ı Cehennem'i görecekleri vakti görseler, vu-kuat-ı azîme görürler ve bilirler ki kuvvet ve kudretin küllisi AI-lahü Tealâ'ya mahsustur ve Alîahü Tealâ'ya şirk edenlere azabının şiddetli olduğunu yakînen idrak ederlerdi.]
Yani; Allah'ın vahdaniyetine bu kadar büyük deliller delâlet ettiği halde nastan zayıf akıllı ve tıynetinde fenalık olanlar Allah'ın gayrı şerikler ittihaz ederler ve o şerik itikad ettikleri putlara Allah'a muhabbet eder gibi muhabbet ederler. Ancak müminlerin Allah'a muhabbetleri daha şiddetlidir ve şirki irtikâpla nefislerine zulmeden zalimler, yevm-i kıyamette azabı görecekleri zamanı görmüş olsalar pek acip ve garip vukuat görürler ve bilirler ki kuvvetin hepsi Allah'ındır ve Allah'ın azabı şiddetlidir. Onların Allah'ın şeriki dedikleri putlarında asla kuvvet olmadığını ve kendilerine nazil olan azabın bir zerresini bile defa kadir olmadıklarını bilirler ve lâkin dünyada o manzarayı görmek mümkün olmadığından putlara ibadetle zulümlerine devam ederler.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran endatla murad; müşriklerin raabud ittihaz ettikleri putlar olduğu gibi Allah'a masiyette, itaat edip rahber ittihaz ettikleri reisleri dahi murad olabilir. Çünkü; insanların günah işlemeye davet edenlere icabet etmeleri ve seve seve arkalarından gitmeleri fart-ı muhabbet neticesi olduğunda şüphe yoktur. [147]
Vacip Tealâ müminlerin zat-i ülûhiyetine muhabbetleri devamlı ve zeval arız olmayacağını işaret için müminlerin muhabbetini beyan sadedinde cümle-i ismiyesiyle varid olmuştur. Amma müşriklerin Vacip Tealâ'ya muhabbetlerinde devam o] madiği gibi, kendi putlarına dahi muhabbetlerinin devam üzere olmadığına işaret için teceddüde delâlet eden muzari' siğası varid olmuştur. Çünkü; ehl-i şirk mabudlarım elleriyle yaptıkları cihetle bir zaman muhabbet ettikleri puttan daha güzel birini yaptıklarında veya gördüklerinde evvelkinden muhabbetleri zail olarak ikinciye muhabbet etmeye başlarlar ve belki evvelkini ateşe vurur yakarlar. Ancak muztarip kaldıklarında putların küllisini terkederler ve AJlahü Tealâ'ya yalvarırlar, müzayaka geçince tekrar puta ibadet ederler. Velhasıl emr-i ilâhinin hilâfına olan her-şey ıztıraptaa ve tereddüdden hâli olamaz.
Hulâsa; bu âyetle dört şey beyan olunmuştur: Birincisi; müşriklerin Allahü Tealâ'ya mahabbet eder gibi putlara mahabbet etmeleridir, İkincisi; müminlerin Allahü Tealâ'ya muhabbetlerinin daha kuvvetli olmasıdır. Üçüncüsü; zalimlerin azab-ı âhireti gördükleri zamanı görmüş olsalar pek büyük ve dehşetli şeyler görmüş olurlar ki bu dünyada o dehşeti tasvir etmek mümkün olamaz. Dördüncüsü; kuvvetin kâffesi Allahü Tealâ'ya mahsus olduğunu ve azabının şiddetini bilmeleridir. [148]
Vacip Tealâ müşriklerin putları mabud ittihaz ettiklerini ve azab-ı Cehennem'! gördüklerinde pek şiddetli vukuat göreceklerini ve azabı görünce putlarını ve tâbi. oldukları reislerini terke-deceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Allah'ın azabı sol zamanda şiddetli olur ki, o zamanda kendilerine ittiba olunan putlar veya reisler, ittiba eden kimselerden teberri ederler ve onlar azabı görünce azaptan kurtulmak ve be-raet etmek için arz-ı ihtiyaç ederler ve beyinlerinde olan esbab-ı ülfet ve ünsiyet kalkar ve münasebetleri kesilir. O putlara veya reislere ittiba edenler derler ki, «Ah ne olsa olsa da dünyaya bizim için bir kere daha dönmek mümkün olmuş olsa, âhirette bizim mabudlarm bizden teberri ettikleri gibi biz de dünyada onlardan teberri ve iraz etsek ve intikamımızı alsak» demekle nedametlerini izhar ederler. İşte şu dehşetli surette azabı gördükleri gibi Allahü Tealâ onlara amellerini hasret ve kendilerine nedamet olarak gösterir. Halbuki onlar Cehennem'den çıkar olmadılar.]
Yani; kıyametin azabı o kadar şiddetli olur ki, o şiddeti şol zamanda görmeli. Zira; o zamanda müşriklerin dünyada ittiba ettikleri mabudlan ve onları idlâl eden reisleri onlardan iraz ederler ve dünyadaki gibi riyaset iddiasında bulunmaz ve herşeyden vazgeçerler ve o günün azabını görünce herkes kendi derdinden gayre bakmaya vakit bulamaz. Binaenaleyh; beyinlerinde olan tâbiiyet ve metbuiyet kalkar ve bütün ülfet ve mahabbet esbabı kesilir ve ortada âbidiyet ve mabudiyet neşeleri kalmaz. İşte o zamanda tâbi olanlar metbularmın hallerini görünce «Keşke biz dünyaya bir daha dönsek de metbularımızm bizden teberri edip kaçtıkları gibi biz de onlardan teberri etsek» derler. Fakat ne fayda ki, bu sözleri muhali temenni kabilindendir. İşte kıyamette Allahü Tealâ onlara azabı gösterdiği gibi onların amellerini onlara hasret ve nedamet olarak gösterir. Halbuki bu kadar fiza' ve feryada karşı onlar Cehennem ateşinden çıkar olmadılar.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette kendilerine ittiba olunanlarla murad; kavmin reisleri ve emr-ü nehye muktedir olanlarıdır. Veyahut ibadet ettikleri puttandır. Ve yevm-i kıyamette âbidlerle mabudlar arasında cereyan edecek muhakeme ve muhasamayı icra etmek için Vacip Tealâ putlara lisan verir ve beyinlerinde bu âyette beyan olunduğu veçhile mu-haseme cereyan eder. Teberriyle murad; söziyle reddetmektir. Çünkü tâbi'ler: «Siz bizi idlâl ettiniz ve biz size ibadet ve emrinize itaat ettik» dediklerinde, onlar : «Biz size ittiba edin demedik ve azaptan da sizi kurtaramayız» demekle reddederler. Yahut onları idlâl eden rüesanın kendilerine nazil olan azabı defede-memeleri bunlardan teberridir. Çünkü; reisleri kendilerinden azabı defedip nefislerini kurtaramaymca avam-ı nâsa menfaatlerinin olamayacağı meydana çıkması onlardan teberri demektir.
Beyinlerinde kat' olunan esbapla murad; dünyada birbirlerine olan muhabbetleri ve birlikte işledikleri amelleri ve ittifak etmek üzere vaki olan yeminleri ve ahidleriâir. Ve bunların cümlesi o günün azabını görünce mahvolup gideceğini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Çünkü; aralarında rabıta-i it-tihad kalmayacağı gibi hatta hiçbirisi Öbürünün yüzüne bile bakmayacağı bu âyetle sabittir.
Kendilerine hasret olacak amelleriyle murad; zayi ettikleri amelleridir. Çünkü; ameli zayi etmenin aynı mazarrat olduğunu görünce niçin zayi ettiklerine nedametlerinin aynı hasret olacağı beyan olunmuştur. Ve işledikleri günahları, üzerlerine vebal olduğu için hasrettir ve küfürleri sebebiyle zayi olan amelleri dahi bu kabildendir. Hasret; şiddetle nedamettir.
Hulâsa; dünyada günahkâr olan kimselerin ittiba ettikleri reislerinin, âhirette onlardan uzak olup sözlerini reddedip ve azaplarını defedemeyecekleri ve tâbi' ile metbûu bir araya getiren sebeplerin münkati' olup aralarında muhabbetin kalmayacağı ve tâ-bilerin : «Keşke dünyaya dönmek mümkün olsa da onlar bizden nasıl uzak kalmışlarsa biz de onlara o suretle uzak dursak» diyecekleri ve amellerinin aynı hasret olacağı ve onların Cehennem'-den asla çıkamayacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [149]
Vacip Tealâ tevhidin delillerini ve ehl-i tevhidin sevaplarını ve müşriklerin azaplarını ve kendilerini idlâl eden rüesaya ittiba edenlerin nedametlerini beyandan sonra dünyada küfür, Allah'ın nimetlerine mani olmayıp âsî ve muti' cümlesi in'am-ı ilâhiden müstefid olduklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey nasî Sizin için yeryüzünde halk olunan nimetlerden ha-lâl ve tayyip olarak yeyin ve rızkınızı kesbederken Şcytan'ın vesvesesine ittiba etmeyin. Zira Şeytan; sizin için açık bir düşmandır.] Binaenaleyh; sizi harama teşvik eder. Onun sözüne aldanmayın.
Yani; tevhid-i Bari'yi yerine getirmek lâzımdır. Lâkin nzık hususunda muvahhidle, muvahhid olmayanın farkı yoktur. Binaenaleyh ey nas! Arzda Allah'ın halk edip size mubah kıldığı şeyleri halâl ve tayyib olarak ekledin ve Şeytan'm gösterdiği hatıl yollara ittiba etmeyin. Zira Şeytan halâli haram ve haramı, halâl göstermek suretiyle insanı hava ve hevese sev keder ve batılı bak göstermekle idlâl eyler. Çünkü; Şeytan sizin için açık bir düşmandır.
Halâl; intijaı mubah olan şeydir. Zira manâ-yı aslis1 : birşeyin bağını çözmektir. Şu halde intifaa mani olmayan şey ke-enne bağı çözülmüş demektir. Çünkü hürmetin sebebi; ikidir: Birincisi; habaset ve mazarrattır. Binaenaleyh insana mazarrat veren şey; haramdır. İkincisi; gayrın hakkı taalluk etmektir. Binaenaleyh; izni olmaksızın bir kimse âharin malından intifa edemez. Tayyib; hürmet şüphesinden âri olan nimettir. Ş e y -t a n ' ı n hutuvatıyla murad; Seylan'ın vesoese ve desiseleriyle insanı aldatmak için kurmuş olduğu tuzaklardır.
Ayet-i celile; Beyzavî'nin beyanı veçhile (Beni Huzaa)'dan birtakım kimselerin bazı et'ime-i nefiseyi kendilerine haram kılmaları üzerine nazil olmuş ve yeryüzünde insanın intifaı için Allah'ın halk edip mubah kıldığı nimetlerin halâl olduğunu ve halâl olan nimeti, insanın haram kılmasıyla haram olmayacağını beyan etmiştir. Bu âyette emri ibahe içindir.
Bu âyet üç hüküm üzre müştemeldir. Birincisi; Allahhn halk ettiği nimetleri yemek mubah olduğu, ikincisi; Seylan'ın desiselerine aldanmak caiz olmadığı, üçüncüsü; Şeytanın iv san için açık ve adaveti meydanda bir düşman olduğudur. [150]
Vacip Tealâ, Şeytanın göstereceği yollara «itmek caiz oldığını beyandan sonra Şeytan'ın adavetim ispat etmek üzere buyuruyor.
[Ancak size Şeytan kötülük ve kabahatle ve bilmediğiniz şeyi Allahü Tealâ hakkında söylemenizle emreder.]
Yani Şeytan; size adaveti meydanda bir düşmandır. Zira; size günahla ve sizi rüsva edecek fuhşiyatla emredip sizi birtakım lâyık olmadık ef'aî ve akvale sevkettiği gibi itikad cihetinden de if-sad etmek iv/c-re Allahü Tealâ hakkında bilmediğiniz şeyleri söy-lemekliğinizİ dahi emreder. Binaenaleyh : Akil olan bir kimse için Şeytanin na aldanmamak lâzımdır.
Sv' ve fahşa ; akim inkâr ve şer'in çirkin addettiği şeyi*. ı \ih. YJml s (i ' ; ayn-ı günah ve j a h § a ' ; günahta haddini tecavüz eden, fena jiildir ve Şeytan'm emriyle efal-i ka-bih^yı ivvrh) ederek insanı -ıld^tıp ync ve sefahe^e götürmek ve şanım t;ı1ı*ir etmektir. Şeytan'ıı* işi daima kötü]ükle emretmek olduğuna bu âyet delâlet, eder. Alhıhü Tealf: üzprine bilmediğini söylemek; halâlo haram ve harama ha lal demek ve mezahib-i faside ve itikadnt-ı batılo icad etmektir. Çünkü, mcrsatl-i itikadiye delâil-i yakîniye üzerine; ipüna ettiğinden Allahü ToahVmn zat ve sıfat ve efali hakkında yakînen bilmediği oirşeyi söylemek cınv. olmadığım Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.
Âyet-i celile itikadda mukallid olan kimseyi zem etmiştir. Çünkü mukallid; bilmeyerek gayrı taklid ederek söylediği cihetle bu âyetin sadık olduğu kimselerden olmakla mezmumdur. Binaenaleyh itikadiyatta makbul olan; istidlaldir, taklid değildir. [151]
Vacip Tealâ Şeytan'm insana kötülükle emrettiğini beyandan sonra Şeytan'm idlâliyle müşriklerin babalarını taklidden vazgeçemediklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirlere ve bilhassa Yahudilere ve müşriklere Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a ittiba edin denildiğinde onlar derler ki: «Biz Kur'ân'a iman etmeyiz. Babalarımızı, üzerinde bulduğumuz dine ve mezhebe ittiba ederiz" demekle mezheplerinde inatlarını izhar ederler. Onlar bu sözü söylerler de babaları hiçbir şey bilmez ve bir matluba vasıl olmaz olsalar dahi yine babalarına mı ittiba ederler?]
Yani; ehl-i küfre taraf-ı risaletten Kur'ân'a ittiba etmeleriyle emrolundukta onlar: «Biz babalarımıza ve onların itikadlarma ittiba ederiz ve dinimizi terkedemeyiz» demekle cevap verdiler. Onların bu cevapları üzerine tekdir tarikiyle Cenab-ı Hak: «Velev ki babaları birşey bilmez ve umur-u dinde tarîk-i savaba vasıl olmasalar dahi o cahil babalarına mı ittiba ederler?» demekle cevaplarım reddetmiştir.
Âyet-i celile mesail-i itikadiyede istidlalin vacip olduğuna delâlet eder. -Amma mu'cizatla nübüvvetini ispat eden nebiye ve furû-u â'mâlde müçtehidin-i kirama şer'ân tebaiyet edilmek vacip olan zevata ittiba; Allah'ın inzal ettiği Kur'ân'a ittibadır. Mezmum olan taklid bu değildir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyet-i celile müşrikler hakkında nazil olmuştur. Zira; Resulullah onları Kur'ân'a ve sair delâil-i şer'iyeye ittibaa davet ettiğinde onların: «Biz babalarımızın dinini terkedemeyiz. Çünkü; onlar bizden daha âkil ve âlimlerdi» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Hernekadar âyet müşrikler hakkında nazil olmuşsa da taklide musir olan insanlar herhangi milletten olursa, olsunlar bu âyetin zemminde dahildirler. Binaenaleyh; itikadiyatta taklid derekesini terkle istidlal derecesine varmak lâzımdır. [152]
Vacip Tealâ kâfirlerin taklidi terkedemediklerini beyandan sonra onların taklidde ısrarlarının sebebi söz dinlemedikleri olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Kâfirleri imana davet eden Resulün misali ve sıfatı şol kimsenin sıfatına benzer ki, o kimse işitmez, ancak bir şada işiten hayvana nida eder ve o hayvan duyduğu sadanın manâsını bilmez. İste; kâfirler kendilerini hakka davet eden nebinin sadasını işitirlerse de intifa etmediklerinden işitmemiş sağırlar gibidirler ve hakkı söylemekten sükût ettiklerinden tatlar(lâl) gibidirler. Ve hakkaniyete delâlet eden delilleri gördükleri halde intifa etmediklerinden keenne gözleri görmez körlerdir. Binaenaleyh; onlar menfaatlerini idrak edemezler.] Şu halde halleri; yalnız bir ses işitip manâsım bilmeyen hayvanatın halleri gibidir. Şu manâya nazaran enbiyanın sıfatı; koyun çobanının sıfatına benzetilmiştir. Yahut âyetin manâsı: [Kâfirlerin sıfatları behâimin sıfatları gibidir. Zira; çoban tarafından kendilerine nida olunan hayvan ancak bir ses işitip ve kendine bağırıldığım bilip, manâsını anlamadığı gibi, kâfirler de rusul-ü kiramın davetini işitirler ve lâkin intifa etmezler. Binaenaleyh; hayvanattan farkları yoktur ve mücerred babalarını taklid edip, hakikati bilmemekte behaim gibidirler. Zira; babalarının gittiği yola giderler ve lâkin ondan görecekleri zararı bilmezler. ]
Hulâsa; kâfirlerin halleri mücerred sadayı işitip, manâsını anlamayan hayvanatın halleri gibi olduğu ve onların her nekadar aza-yı zahiriyeleri tamsa da o azayı lâyıkıyla istimal etmediklerinden gözleri kör, kulakları sağır ve dilleri tat (lal) menzilinde oldukları ve hakikati aramaya ve buldukları zaman kabule sa'y etmediklerinden mecnun mesabesinde, bulundukları bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [153]
Vacip Tealâ kâfirleri behaime teşbih ettikten sonra kıvamına hadim ve hayatını idameye sebep olan yemekliğin ahkâmını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey ehl-i iman! Bizim sizi merzuk ettiğimiz rızkın güzellerinden yiyin ve o nimet mukabilinde AUahü Tealâ'ya şükredin. Eğer Allah'a ibadet ederseniz.]
Yani; taraf-ı ilâhimizden size ihsan ettiğimiz rızkın halâlin-den ve bedenlerinize zarar vermeyecek güzellerinden ekledin ve o nimet mukabilinde üzerinize vacip olan şükrü eda edin ki, küf-ran-ı nimet etmiş olmayasımz, eğer Allah'a ubudiyetinizi eda ediyorsanız.
Vacip Tealâ bundan evvel yeryüzünde mevcut olan nimetlerden ekli, cemi7 nâsa mubah kıldıktan sonra bu âyette bilhassa müminlere tayyib olan nzıkları arayıp onunla intifa etmelerini emretmiştir. Zira tayyib olan nzıkta manevi mesuliyet yok, çünkü halâldır. Maddi zahmet de yok, çünkü vücuda nâfidir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile taam yemekte hüküm; dörttür : Birincisi; eğer nefsini teleften kurtarmak için yerse farzdır. İkincisi; nefsinden zafiyet gibi zararı izale için yerse vaciptir. Üçüncüsü; müsafirin utanmaması için müsafire. refakatle yerse, menduptur. Dördüncüsü; şu avarızdan ve garezden salim olarak yerse mubahtır. Binaenaleyh; bu âyette yemekle emir ibahe içindir. Zira; herşeyde aslolan avarızdan salim olmak olduğu gibi yemekte dahi aslolan avarızdan salim olmaktır. Şu halde bu âyette aslolan emir; ibahe için olmaktır.
ibadetin ancak'şükürle tamam oiacağına işaret için: «Eğer ibadet ederseniz Allah'a şükredin» buyurmuştur. Şükrün üç kısmı vardır:
Birincisi; kalpte şükürdür ki, nimeti veren mün'imini bilmektir.
İkincisi; lisanla şükürdür ki kalbinde olan marifetini lisaniyle izhar edip mün'imini sena etmektir.
Üçüncüsü; aza-yt cevarihle şükürdür ki bütün vücuduyla Ce-nab-ı Hakka tazîmedip, ibadeti lâyıkıyla eda etmektir. Şükür; nimet mukabilinde olduğundan Vacip Tealâ tayyib olan rızkı eklile emrettikten sonra şükürle emretmiştir ki, o şükür sayesinde rızık-lan payidar olsun. Çünkü; şükrü eda olunmayan nimet; daima zevale maruzdur. Gerçi dünya nimetlerinin hepsinde beka yoksa da şükrü eda olunan nimet diğerinden daha ziyade devam eder demektir. [154]
Vacip Tealâ halâl olan rızkı eklile emrettikten sonra -haramın envaını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ancak sizin üzerinize ölmüş hayvan İaşesi ve akmış kan ve hınzır eti ve boğazlanırken put veya Şeytan gibi Allah'ın gayrı birşeyin ismi zikrolunan hayvanın eti haram kılındı ve bunlar haram olunca bir kimse şehevatına tabi olup zulmetmeyerek ve gayrın hukukuna tecavüz etmeyici olduğu halde şu haram olan şeyleri açlık sebebiyle ekletmeye mecbur ve muztar olursa bunları yemesinden dolayı onun üzerine günah yoktur. Zira; Allahü Tealâ muztar olarak eklinden neşet eden kusurunu mağfiret eder ve hal-i ıztırarda ekline ruhsat vermekle merhamet buyurur.] Çünkü; hal-i ıztırarda o kimsenin ekline müsaade etmemiş olsaydı, açlıkla helak olacaktı.
M e y t e ; meşru veçhile boğazlanmaksızın kendi kendine bir afetle helak olan hayvanın lâşesidir.
Lâşe; vücud-u insana mazarrat verdiğinden bilittifak haramdır. Zira; etıbbanın beyanları veçhile İaşede muzır mikroplar çoktur, binaenaleyh; bünye-i insaniyeyi helakten muhafaza için Ce-nab-ı Hak haram kılmıştır. Ancak çekirgeyle balığın boğazlanmak-sızın halâl olduğuna dair hadîs-i şerîf mervidir. Balıkların, olduğu gibi eklolunup boğazlamak zahmeti olmadığı malûmdur.
Kezalik kan haramdır. Zira; necis olduğundan intifa caiz değildir. Ancak ciğerler kan oldukları halde gerek akciğer, gerek karaciğer halâldir. Zira; onlar uyuşmuş bir dereceye kadar ete karıp olduklarından şeriat onları halâl kılmıştır.
Hınzır'in cemi eczası haramdır. Hayvanattan en ziyade intifa olunan cihet' eti olduğuna binaen yalnız eti zikrolunmuştur.
Şeytan veya put gibi şeylerin isimleriyle kesilen hayvanın eti lâşe gibidir. Binaenaleyh; müşrikin kestiği hayvanın eti eklolunmaz.
Açlıktan dolayı muztar olan kimse için haram olan şeyi yemeye ruhsat; helakten kurtulabileceği miktardır. Binaenaleyh; helakten kurtulacak miktarından ziyadesi haramdır. Zira zaruretle sabit olan şey; zaruretle Ölçüldüğünden, zaruretten ziyadesine ruhsat yoktur.
Haramı ekle muztar olan kimsenin haramı yemesinde iki şart vardır : Birincisi; nefsin arzusuna ittiba ederek ekletmekle bâğî olmamaktır. İkincisi; başkasının hukukuna tecavüz etmemektir. Yani; kendi gibi bir muztarm rızkını elinden almamalı demektir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile haram olan şeyi yemeye mecbur olan kimsenin yanında muharrematın kâffesi bulunsa muhayyerdir, zaruretini defetmekte muharremat içinden hangisini isterse onu ihtiyar eder. Zira; hürmette cümlesi müsavidir. Binaenaleyh; içinden birini ihtiyar etmekte onun için mesuliyet yoktur, arzusu veçhile zaruretini izale eder.
Hulâsa; ölmüş hayvan leşi ve hınzır eti ve akmış kan ve Allah'ın gayrı birşeyin ismini zikrederek kesilen hayvanın eti haram olduğu ve haram olan şeyi yemekte muztar olan kimsenin zaruret miktarını geçirmemek lâzım bulunduğu ve âharin hukukuna tecavüz olunmamak şartıyla eklinde günah olmadığı bu âyetten müs-tefad olan fevaid cümlesindendir. [155]
Vacip Tealâ muztar olan kimsenin haram olan şeyleri zaruretini izale edecek kadar yemesinde günah olmadığını beyandan sonra zaruret olmaksızın haramı ekledenlerin cezasını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler kî onlar Allah'ın kitaptan inzal ettiği ahkâmı saklarlar ve o sakladıkları ahkâm mukabilinde az bir para satın alırlar ve onunla intifa ederler. İşte şu ahkâmı saklayan kimseler yemezler, ancak onlar karınlarında ateş yerler ve yevm-i kıyamette Allahü Tealâ onlara nazar-ı inayetle söz söylemez ve onları tezkiye etmez. Binaenaleyh; onlar için azab-ı elîm vardır.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; Yehud uleması hakkında nazil olmuş ve onları âleme karşı ilâ yevm-il kıyam rüsva etmiştir. Onların sakladıkları ahkâm ile murad; Resulullah'ın evsafıdır. Zira; Resulullah'm zuhuruyla riyasetlerinin zevaline ve kendi kavimleri tarafından mukannen olan atiyelerinin kesilmesi korkusuna binaen Tevrat'ta olan ahkâmı saklarlar ve âhir zaman nebisinin kendilerinden zuhur edeceğini beyan ederlerdi. Bunlardan başka ahkâm-ı saireyi de zenginlerinin keyfine göre te'vil ederek onlardan bir miktar para alırlardı.
Ahkâmı saklamak; kitabın elfazını değiştirmekle olabilirse de mütevatir olan kitaplarda elfazını değiştirmek ciheti müşkül olup âyeti arzuya göre te'vil ederek manâ-yı aslisinden çıkarmakla manâ-yı hakikisinden uzaklaştırmak pek kolay olduğundan alel-ekser tahrif bu yolda vuku bulmuştur. Binaenaleyh; âyetlerin manâlarını kendi şehevat-ı nefsaniyelerine göre te'vil ederlerdi. Bu gibi tevilâttan maksatları; avamın ve rüesanm nazarlarında makbul olmak ve onlardan intifa etmektir.
Bu misilli tahriflere ve ahkâm-ı şer'iyeyi kendi arzularına göre te'vile çalışanlar her zaman görülmüş ve bu gibi haller vuku bulmuştur. Ve elan vuku bulmaktadır. Zira; büyük tanıdıkları kimselerin keyfi için ahkâm-ı şer'iyeyi mevzuundan çıkararak onların keyfine göre te'vil edip batılı tervice çalışanlar, âlemde her zaman mevcuttur ve bu te'vilât mukabilinde aldıkları para nefsinde ne kadar çok olsa dahi onun üzerine terettüp eden zarara nispetle pek az olduğuna işaret için Vacip Tealâ semeni azlığıyla tavsif ederek buyurmuştur.
Bu âyette kitabullahın ahkâmını saklayanların dört cihetle azaba müstehak oldukları beyan olunmuştur: Birincisi; karınlan dolusu ateş ekletmeleridir. Çünkü; haram lokma için ahkâmı tağyir ettiklerinden mukabilinde aldıkları para ateş mesabesinde olup onu yedikleri gibi âhirette dahi karınları dolusu ateş ekledecekleri beyan olunmuştur. İkincisi; Vacip Tealâ onlara lûtufla söz söylemeyip nazarı atıfetinden uzak tutmasıdır. Amma gazapla tekellüm edeceği ve günahlarından soracağı diğer âyetlerle sabittir. Üçüncüsü; Vacip Tealâ'nın onları günahlardan tathir etmeyip sena etmemesidir ki, amellerini kabul ve ezkiya makamına ikame etmez. Zira; necaset gibi insanı telvis eden günahtan taharet kesbedeme-yen kimse, tahir olan kimselerin makamına ikame olunamaz. Dördüncüsü; acıtıcı azapla muazzep olacakları beyan olunmuştur. Çünkü; Allah'ın ahkâmını bazı kimselerin arzularına uydurmak için te'vil, büyük bir cinayet olduğundan cezası da büyüktür.
Hulâsa; bir kimseye azab etmek ihaneti müstelzim ve ihanet etmek azaptan daha şiddetli ve mesâil-i diniyeyi saklamak haram olup bir âlim için mesâil-i diniyeyi izhar etmek ve muhtaç olanlara öğretmek vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cürnlesindendir. [156]
Vacip Tealâ kitabın ahkâmını saklayanların cezalarını beyandan sonra bu ketmüzere terettüp eden fenalıklarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[İşte şu ahkâmı saklayanlar şol kimselerdir ki onlar hidayeti dalâlete ve mağfireti azaba değiştiler. Halleri böyle olunca onlar Cehennem azabına ne acaip sabrediyorlar?]
Yani; şu âyetleri tahrif eden kimseler tahrif sebebiyle hidayet mukabilinde dalâleti ve mağfiret mukabilinde azabı satm aldılar. Bunlar ne acaip ateşe sabrederler? Zira; rahatı terkle bedelinde mihneti irtikâb ettiler.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile dünyada insan için meziyet; ilimle beraber doğru yolu tutmaktır. En çirkin şeyse cehaletle beraber ahlâk-ı zemime ve ef al-i kabihadır. Şu halde en güzel ilmi ve hidayeti, en çirkin olan dalâlete değişmek kadar insanın nefsine hıyanet ve cinayeti olmaz ve herkesin arzu ettiği mağfireti azaba değişmek kadar nefsin zararını irtikâb olamaz. Binaenaleyh hakkı saklayan ve ahkâmı tağyir eden kimseler daima mağfireti terkle azabı ve hidayeti terkle dalâleti ve ilmi terkle cehaleti ihtiyar ettiklerinden kâr bedelinde zararı satm almış gibi oldular ki, şu iyileri terk edip fenaları ihtiyar etmelerinden satın almak manâsına olan iştira ile tâbir olunmuştur.
Şu beyan olunan ahvalin cümlesi taaccübe şayan olduğundan Cenab-ı Hak onların hakkı terkederek batılı irtikâpla Cehennem'e girmelerinden «Ne acaip ateşi irtikâpla Cehennem'e sabrederler?)) buyurmuştur. Çünkü; Cehennemi ve Cehennem'i icab eden günahları bilerek irtikâp ettiklerinden keenne azaba razı ve nar-ı ca-hîme sabretmiş oldular.
Muhaveratımızda da bu gibi şeyler cereyan etmektedir. Meselâ; sultanın gazabım icabedecek kusuru irtikâp eden kimseye : «Sen ne acaip hapsolunmayı ve hapishanede sabretmeyi. ihtiyar ediyorsun» denir. Halbuki o kimse henüz hapsolunmemiştir ve lâkin söylediği söz veya işlediği iş kafiyen hapsini icab ettiğinden cNe acaip sabrın var hapse» denir. İşte; bunun gibi kâfirler henüz Cehennem'e girmemişlerse de hıyanetleri herhalde Cehennem'e girmeyi icab eden günahlardan olduğu için: «Ne acaip sabrediyorlar Cehennem ateşine» denmiştir. [157]
Vacip Tealâ hakkı ketmedenlere azabın nazil olacağını beyandan sonra bu azabı icab eden sebep; onların inkâr ettikleri kitabın hakka mukar^n olarak nazil olmuş, olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[İşte şu azabın sebebi onların inkâr ettikleri kitabı Allahü Tealâ'nm hakka mukarin olarak inzal buyurmasıdır ve şol kimseler ki, onlar kitapta ihtilâf ettiler. Elbette onlar haktan gayet uzak nifak ve şikak içindedirler.]
Yani; ehl-i kitabın hakkı saklamakla şeriatlerinin ahkâmını tağyir etmeleri azaplarına sebep olmuştur. Zira; Allahü Tealâ, resulünün sıfatını ve sair ahkâmını cami' olan Tevrat ve İncil kitaplarını hak olarak inzal buyurmuştur ki, hak olan kitabın ahkâmını saklamak elbette azabı icab eder ve kitabın âyetlerinde ihtilâf eden ehl-i kitap nifak ve şikak içinde muztariplerdir. Çünkü; onların hernekadar Resulullah'a adavette zahiren ittifakları varsa da hakikatte aralarında nifak olduğunu bu âyet beyan etmiştir. Ahkâmı tağyirin aslında muvafakatları varsa da keyfiyetinde her-biri diğerine muhaliftir. Çünkü; herkesin te'vili başka başkadır. Binaenaleyh; bu hususta aralarında birçok münazaalar cereyan etmiştir. Zira hakikati tağyir; her zaman bâdi-i niza' ve endişe olmuştur. Gerçi hakikati tağyir bir zaman-ı muvakkat için setro-lunabilirse de hakikat her zaman hakikat olduğundan erbabı onu arayıp bulmaktan ve meydana çıkarmaktan hâli kalmadıkları gibi, setretmek isteyenler de setretmek için çalışıp, meydana çıkar korkusuyla herhalde bâdi-i ıztırap ve endişe olmaktan hâli kalmazlar. Binaenaleyh; birgün gelir ki, o hakikat yerini bulur ve saklamak isteyenler makhur ve münhezim olurlar ki, her zaman hakkı batıla değişmek isteyenlerin hali böyle- olduğu görülmektedir. [158]
Vacip Tealâ ehl-i kitabın kitaplarında bazı ahkâmı sakladıklarını ve bu sebeple muazzep olacaklarını beyandan sonra onların her saadeti Beyt-i Mukaddes'e teveccühten beklediklerini red ve esbab-ı saadeti beyan etmek üzere buyuruyor.
[İyilik yüzlerinizi maşrık ve mağrip cihetlerine döndürmekten ibaret olmadı ve lâkin iyilik sol kimsenin iyiliğidir ki o kimse Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhirete ve meleklere ve kitaplara ve enbiya-yi zişana iman etti. İşte iyilik onun iyiliğidir. Ve dahi iyilik şol kimsenin iyiliğidir ki o kimse mala mahabbet edip ihtiyacı derkâr olduğu halde akraba ve taallükatmdan muhtaç olanlara ve yetimlere ve fakr-ü faka kendilerini oturtmuş olan miskinlere ve misafirlere ve ihtiyacından dolayı zillet ve suali ihtiyar eden sail-lere ve esirlerin ve kölelerin halâs olmalarına malını veren ve namazını ikame edip zekâtını mahalline sarfeden kimsenin iyiliği ancak iyiliktir. Ve iyilik şol kimselerin iyiliğidir ki onlar Allah'la ve nasla muahede ettiklerinde ahidlerini ifa eder ve yerine getirirler ve fakr-ü faka gibi şiddet-i ihtiyaç ve hastalık gibi mazarrat ve düşmanla muharebe ve mihnet zamanlarında sabreden kimselerin iyiliği ancak iyiliktir. Yoksa mağrip ve maşrık cihetine teveccüh etmek iyilik değildir. İşte şu evsafı cami olan zevat imanlarında ve ahidlerinde sadık olanlardır ve şu sayılan iyilikleri işleyen kimseler ancak mü t tekil er di v.]
Birt ; hayır ve merzi olan her jule ve ihsan kabilinden olan herşeye denir. Bu âyet yalnız ehl-i kitabı red için nazil olmuştur. Çünkü; kıble Beyt-i Mukaddes'ten Kabe'ye tahavvül edince ehl-i kitap, bundan evvel beyan olunduğu veçhile sözü çoğalttılar, hatta o derece ileri gittiler ki, herkes «Birr, yani iyilik ve saadet ancak kendi kıblelerine teveccüh etmektedir» dediler ve her iyiliği kendi kıblelerinden beklemek lâzım olduğunu iddia etmeleri üzerine Cenab-ı ?Hak onları reddetmiş ve bu vurmuştur ki «tvi-lik ve saadet sizin iddianız gibi kıblenize teveccühte değildir. Zira; sizin kıblenize teveccüh mensuhtur, meşru değildir. Ancak iyilik taraf-ı ilâhimizden beyan olunup müminlerin de kabul ettikleri ahkâm-ı şer'iyeyle amel etmektedir» demekle ehl-i kitabın iddialarını reddetmiştir.
Yahut âyette hitap; ehl-i kitap ve müminlerin cümlesinedir. Zira; kıble meselesi Yehud ve Nasara ve ehl-i islâm her cümlesi arasında epeyce mucib-i kıyl-ü kaal ve münakaşa olmuştur. Binaenaleyh Cenab-ı Hak bu âyeti inzal ile umumunu red ve iyiliğin nelerden ibaret olduğunu beyan buyurmuştur.
Beyan olunan iyilik esas itibariyle beştir; Birincisi; iman, ikincisi; maliyle muhtaç olanlara iane, üçüncüsü; eda-yı salât, dördüncüsü; ahdini ifa, beşincisi; hal-i şiddet ve hal-i vils'atle sabır etmektir. Bu beşten birincisi olan imana gelince : Beş şeye îman etmek lâzımdır. Onlar da. Allahü Tealâ'ya ve yevm-i âhire w ve vıeleklere ve kitaplara ve enbiya-yı izama iman etmekitr ki, birinci derecede iyilik de budur. Zira bu beşe iman; üss-ül esas olduğundan bunlara iman olmadıkça hiçbir amel makbul olamaz. Halbuki ehl-i kitap bunlardan Allah'a imanı; (Üzeyr) ve (İsa) (A.S.)'a «Allah'ın oğludur» demekle ve âhirete imanı; «Cennet'e girecek kimseler ancak Yehûd ve Nasara olacak <> demekle ve meleklere imanı; Cibril'e ve sairlerine adavet etmekle ve kitaplara imanı Kur'ân'ı inkâr etmekle ve enbiyaya imanı bazısına iman ve bazısını red ve katletmekle ihlâl ettiler. Binaenaleyh; hiçbirine lâyıkıyla iman edememişler ve herbirinin şanına lâyık olmadık şeylerde bulunmuşlardır.
İmandan sonra iyilik; mala mahabbet ettiği zamanda malını Allah'ın emri veçhile evvelâ akrabaya vermektir. Zira; akrabaya iyilik; hukuk-v, karabete riayet ve süa-i rahim olduğundan iki cihetle ibadettir. Çünkü; hem sadaka, hem de sıla demektir. Binaenaleyh âyette akrabaya ihsan; sairlerine ihsan üzere takdim olunmuştur.
Akrabadan sonra eytama riayetin lüzumu beyan olunmuştur. Çünkü yetimler; terbiye ve himaye edecek babadan mahrum oldukları cihetle merhamete şâyân ve muavenete ihtiyaçlarının ziyade olmasına binaen Cenab-ı Hak bu âyette onlara riayeti ikinci derecede tavsiye etmiştir.
Sair fukara ve memleketinden uzak düşen yolcu ve misafirlere ve kuut-u yevmiyesini nâstan1 istemeyle arz-ı ihtiyaç eden saillere ve borcu olan köleleri ve esirleri kayd-ı esaretten kurtarmak için malını vermek iyilik olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette üçüncü derecede beyan etmiştir.
Mala mahabbetle beraber vermekte sevap ziyade olduğuna işaret için «Mahabbetle beraber verilmesin sarahaten zikrolur-muştur. Zira muhabbet ettiği malını vermek; nefsüzere ağır olduğundan fazileti ziyade olacağında şüphe yoktur. Ve Resulullaha »Hangi sadaka efdaldir?» denildiğinde "Senin vücudun sağlam ve maişete ihtiyacın ziyade olduğunda verdiğin sadaka efdaldir» buyurduğu mervidir. İşte bu hadîs-i şerif âyet-i eoiileyi lefsir ediyor ki, insanın mala ihtiyacı ve mahabbetiyîe beraber muhtaç olanlara bir miktarını iane otrnosi elbette iyiliktir.
AhidIe murad; bir kimsenin Rabbisine karşı eda etmesini kabuVve iltizam etliği tekâlif-i ilâhiye ve peygamberine karşı iltizam, ettiği iman, imaret ve dine hizmet ve dostunu dost ve düşmanım düşman bilmek ve insanların kendi aralarında yekdiğerine karşı taahhüd ve iltizam ettiği şeylerin cümlesini yerine getirmektir. Meselâ alış verişte ve bilcümle muamelâtta vo testim ve tesellümde ve kâffe-i ukudatın şeraitinde velhasıl cenı'iyat-ı beşeriyettin ihtiyr.cı olan herşeyde insanın kendine lâzım ol-în ve-zaifi bihakkın ifa etmek ve yerine getirmek bu ah idde d;ıhüdir. Binaenaleyh; tekalif-i ilâhiyeden birini kabul etmeyen kimse ahdini nakzetmiştir.
Bu âyet; diyanet-i islâmiyenin esasını ve ruhunu cami'dir. Zira insan için lâzım olan vezaif-i diniye; iki şeyle cem1 olur ki, iman ve ameldir. Amel de iki şeyle hasıl olur ki mal ve bedendir. Bu âyette iman, amel, ibadet-i bedeniye ve maliye beyan olunduğu cihetle âyet; usul-ü itikadiye ve furû-u â'mâlin c'ımlesini cami'dir. Binaenaleyh, âyetin şâmil olduğu ahkâm; mekârim-i ahlâk.ı-ı osasini teşkil eder. Zira iman; herkese lâzım olduğu gibi ebna-yı cinsinden muhtaç olanlara muavenet herkesin memnun olacağı bir-şeydir ve sözünde sebat edip ahdini ifa ve sürurlu ve kederli hallerinde sabra devam etmek £adar insan için büyük bir meziyet olamaz. Âyet-i celiledeyse bunların cümlesini beyan ve bu mekâ-rim-i ahlâkı tahsile sa'yüe insanın nefsini tezyin etmesi lâzım olduğuna işaret olunmuştur.
Rikab ; rakabenin cemidir. Bu makamda rakabe; şahs-ı memlûk manasınadır. Bedeli kitabete kesilmiş olan abdin bedelini vererek, onu memlûkiyetten çıkarıp hürriyetini eline vermek sevap olduğu gibi düşman elinde esir olan mümin biraderinin bedelini verip esaretten kurtarmak da sevaptır.
İman edilmesi lâzım olan her mesele âyette beyan olunan beşte dahil olduğundan bu beşi zikirle iktifa olunmuştur. Zira; Allahü Tealâ'ya imanda zatına ve cemîi sıfatına iman dahil olduğu gibi âhirete imanda dahi ahval-i âhiretin kâffesine iman dahildir. Meleklere iman; meleklerin evsafına ve ahvaline imanı ve kitaba iman; kütüb-ü ilâhiyenin cemisine imanı ve enbiyaya iman; nübüvvetlerinin sıhhatine ve şeriatlerinin hak olduğuna imanı müstelzim olduğundan bu âyet iman edilmesi lâzım olan şeylerin cümlesini beyanda kâfidir. [159]
Vacip Tealâ icmalen ahkâm-ı islâmiyeye işaret ettikten sonra ahkâm-ı şer'iyenin mühimlerinden olan kısasa müteallik mesaili beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey ehl-i iman; sizin üzerinize kasdî olarak bir kimse tarafından katlolunan maktulün misliyle kısas etmek vacip ve icrası farz kılındı. Binaenaleyh; maktul olan hür bedelinde kaatil olan kimse kısas olunduğu gibi abid bedelinde abid ve hatun bedelinde hatun kısas olunur ve kısas meşru olduğu halde kaatil olan kimse maktulün velisi7olan mümin biraderi tarafından kaatilin kısasından hissesine isabet eden azıcık bir cüzünü affederse, affeden kimseye vacip olan şey; dinde ma'ruf olan miktara ittiba' edip ziyade bir şey taleb etmemektir. Yani; «affettim» diyerek kaatilden fazla birşey istememek ve diyet-i şer'i neyse onunla iktifa etmek vaciptir ve kaatil olup da kısastan affolunan kimse üzerine dahi vacip olan; diyeti tamamiyle zamanında verip noksan vermemek ve tehir etmemektir.
[İşte şu kısası affın cevazı ve diyete inkılâbı Rabbiniz tarafından sizin yükünüzü hafifletmek lûtf-ü ihsandır. Hal böyle olunca af vaki olduktan sonra bir kimse kaatile tecavüz ederek kaatili katletmekle zulmederse, onun içim azab-ı elîm vardır.] Zira kaatil; evliya-yı maktulden birisi tarafından affolunmakla masum olduğu cihetle katli haram olduğundan, elbette onu katletmek azab-ı elîmi müstelzimdir.
Âyette manasınadır. Yani: «Kaatili kısas etmek farz kılındı» demektir. Kısas; insanın, kendinin başkasına lâyık gördüğü katli kendi nefsine reva görmesi ve onun gayra işlediği fiil-i katlin kendine işlenmemesidir. Binaenaleyh; ahari katleden kimsenin katlettiği kimse mukabilinde kendinin katlolunmasına kısas denmiştir ki, maktulü katleden kaatil; maktul bedelinde katlolunmakla kendi fiilinin cezasını nefsinde görmesidir.
Kısasın icrası; ülûVemre ve ülüVemrin vekillerine vaciptir. Fakat kısasın icrasında; maktulün bilcümle veresesinin kısası istemeleri şarttır. Onlar istemez veyahut affederlerse velev ki içinden birisi affetse kısas sakıt olur ve maktulün bedeli diyete inkı-lâbeder.
İmanı-ı Âzam indinde kısasta müsavat, ruhu izalede olduğundan kaatü maktulü her ne suretle katlederse etsin kısas, kılıçla kaatilin ruhunu izale etmektir.
Kaatili, veresenin hepsi veyahut içinden birisi affedince, kısas diyete inkılâbeder. Binaenaleyh, diyeti suret-i meşrûada istemek haklarıdır. Şu halde diyet-i meşruanın haricinde birşey istemeye hakları olmadığı gibi kaatilin dahi onlara vereceği diyeti zahmetsiz ve ezasız vermesi lâzım olduğundan, Cenab-ı Hak her iki tarafın vazifelerini ve yekdiğerine karşı takınacakları vaziyetlerini beyan buyurmuştur. Hatta iş bu minval üzere kararlaştık-tan sonra evliya-yı maktul tarafından kaatile tecavüz vuku' bulursa, tecavüz edeni Cenab-ı Hak azâb-ı elimle tehdid etmiştir.
Fahr-i Razi, Kazı ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet (Evs) ve (Hazreç) kabileleri hakkında nazil olmuştur, Çünkü; onlar zaman-ı cahiliyede muharebe ederler, kuvvette ziyade olan kabile diğerine tahakküm eder ve hatta kadını mehirsiz nikâh ederlerdi ve yemin ederler ve «Bizden bir abid bedelinde onlardan bir hür ve bizden bir kadın bedelinde onlardan bir erkek ve bizden bir hür bedelinde onlardan iki hür kati olunmak lâzımdır» demekle müsavatı ihlâl ederlerdi. Birçok zamanlar bu mukatele-ler aralarında devam etti. Ta ki islâmiyet zuhur edip huzûr-u Ri-salete muhakemeye gelince, bu âyetin — insanlar arasında yekdiğerine karşı tefevvuk davası caiz olmadığını beyan ve adaleti tahkim ve müsavatı tesis için— nazil olduğu mervidir. Binaenaleyh; kısasta eşrafla avamın ve erkekle kadının farkı olmadığı ve müsavat üzere kısasın lâzım-ül. icra olduğu beyan olunmuştur. Zira; şeriat-ı islâmiye cümle insanlar arasında müsavatı -ve adaleti teinin üzere müesses olduğundan, kısasta dahi müsavat] temin etmiş ve zaman-ı cahiliyede cereyan eden bir şahıs bedelinde iki şahsın kısas olunması gibi. müsavatsızlığı ve adaletsizliği ortadan kaldırmıştır. [160]
Vacip Tealâ kısasın meşruiyetini beyandan sonra kısas; zayıf bir kulun hayatını ifna etmekten ibaret olduğu halde* meşru' olmasının hikmetini bevan etmek üzere buyuruyor.
[Ey akıl sahipleri! Sizin için kısasta büyük hayat vardır ki, bu hayata sebep olan kısas sebebiyle nefsinizi cinayet yani katilden vikaye etmekliğiniz me'muldür. Maktulü katleden kaatilin maktul bedelinde katlolunmasmda birçok kimselerin hayatlarını muhafaza vardır. Ey düşünmek şanından olan akıl sahipleri! Düşünün ki, kısasın meşruiyetinde olan hikmeti bilesiniz ve kısas sebebiyle sizin birçok hatalardan nefsinizi muhafaza edeceğiniz muhakkaktır.]
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; fesahatin en yüksek ta-bakasmdandır. Zira; elfazı gayet kısa ve manâsı gayet çoktur. Çünkü kısas; maktulün bedelinde o maktulü katleden kaatilin hayatını ifna etmekten ibaret olduğu halde, zıddı olan birçok hayata vesile olacağı beyan olunmuştur. «Kaatilin hayatını izale etmekten ibaret olan kısas zıddı olan hayata nasıl vesile olabilir?» sualine cevap şöyledir: Kaatil; bir kimseyi katlederse o kimse bedelinde kendinin katlolunacağını bilince katledeceği kimsenin katlinden vazgeçmekle hem kendi nefsini hem de katledeceği kimsenin nefsini teleften muhafazayla hayatlarını zıya'dan kurtarmış olur. Şu halde kaatil olacak kimse, kısası gözönüne getirip düşün-mesiyle iki kişi ölümden kurtulmuştur. Kaatil sebebiyle kabileler arasında tahaddüs edecek fitneleri ve âteşin muharebeleri ve hunin mücadeleleri ve o mücadelede ifna olunacak birçok insanların hayatım dahi kısasın meşruiyeti kurtardığından kısas; binlerce hayatı teleften muhafaza etmiş olur. Kısasın meşruiyeti birçok hayatı muhafazaya sebep olduğu gibi bir şahsın katli sebebiyle, insanlar arasında çıkacak ve binnetice âlemin birçok yerlerini ihata edecek olan fitne ateşini dahi teskin ile âlemin sükûnet ve istira-hatine sebep olduğuna şüphe yoktur.
Şu halde kısasın meşruiyetindeki hikmet; nüfus-u beşeri teleften muhafaza ve katil sebebiyle zuhur edecek fitneyi teskin ve ahalinin istirahatını ve kabileler arasında sulh ve müsalemetin devamını temin ve âlemin intizamını halelden vikaye etmektir. İşte bunu akıl sahiplerinin düşünebileceğine işaret için Cenab-ı Hak akıl sahiplerine hitap ederek buyurmuştur. Ancak aklı olmayan erbab-ı havanın bunu düşünemeyeceği şüphesizdir. Binaenaleyh edna aklı olan kimse; kati gibi bir cinayetin icabettiği kısası düşününce, o cinayetten sakınmak ve ülül'emir tarafından kısasın icrasında ihmal etmemek lâzım olduğuna işaret için Vacip Tealâ buyurmuştur ki, insanların katiden ihtiraz etmeleri lâzımdır. Halbuki bu âyetin hükmü bir zamandan beri ihmal olunup kaatil hakkındaki tazir-i şer'iye mukabil adliye ceza mahkemelerinin katil cinayetini irtikâb eden kimseye vermiş oldukları hapis cezasıyla iktifa edildiğinden hapishaneler taburlar teşkil edecek kadar erbab-ı cinayetle dolmakta ve millet de hapishanelerdeki bu insanları beslemeye mecbur kaldıkları cihetle, ayrıca mutazarrır olmaktadır. Buna mukabil mahpusların ise ne kendilerine ne evlâd-ü lyal ve akrabasına ve ne de millete bir faydaları olmadığı, mühmel ve muattal bir vaziyette boşu boşuna hapishane köşelerinde ömürlerini ifna ettikleri herkesçe malûmdur. Kaatiller, hapishanelerde ömürlerini çürütmekle raü-tenebbih ve mütenassıh mı oluyorlar zannediyorsun? Asla! Onlar hapis cezasından ibret almamakla beraber mahpushanede emsalinden enva-ı tezviratı ve cinayetin türlü türlü yollarını Öğrenerek gününü ikmal edip çıkınca evvelki cinayetten daha fecîini işleyerek tekrar mahbese avdet ettiği herkesin gözü önünde, her zaman cereyan eden vukuat cümlesinden olmakla inkâra mecal yoktur.
İşte şu beyan olunan fenalığın başlıca sebebi; bu âyetin hükmü olan kısasın icrasını ihmal ve ecnebi kanunlarından alman birtakım ahkâm ile amel edilmekte bulunmasıdır. Bununla beraber maktulü unutmak ve kaatile merhamet etmek de sebeb-i yegânedir. Meselâ bir katil vukuunda «Eh ne yapalım! O adam
— maktul — ölmüş, her ne hal ise bir kazadır vuku bulmuş, onun
— maktulün — yerine kaatili öldürmek maktulü geri getirmez, giden gitmiş, bari kalan muhafaza edilsin de beni beşerden bir adam daha ifna olunmasın» gibi kuvve-i vâhimenin sevkettiği birtakım vâhî mutalaat ile maktulü heder ve onun verese ve akrabasının müptelâ oldukları musibeti unutup zâlim kaatili himaye etmek adet hükmünü almıştır. Bu hal, acınacak kimselere acımayıp acmmayacaklara acımaktan ibarettir ki, fena kimselere iyilik etmek, iyi kimselere ihanet etmek demektir. Bu ise aklın ve hikmetin hilâfına bir hareket olduğundan Cenab-ı Hak kısasta olan fevaidi düşünmeyi erbab-ı ukule havale etmiştir.
Kısasta dünyaca hayat olduğu gibi âhirette de hayat vardır. Zira; kaatil dünyada kısas olununca âhirette katil azabından kurtulup . hayat-ı ebediyeye nail olacağından kısas, âhirette onun hayatına vesile olacak ve bu suretle mesuliyetten kurtulacaktır. Lâkin kısas olunmazsa —isterse dünyada müebbeden küreğe mahkûm olsun ve o cezasını çeksin — âhirette katilden yine mesul olup müddet-i medide Cehennem'de kalacağından âhiretçe hayatını haleldar edeceğinde şüphe yoktur.
Hulâsa; Vacip Tealâ'nm Kur'ân'da şu bir cümleden ibaret olan âyetiyle amel olunduğu surette kullarının hayatlarını ve is-tirahatlerini ve asâyiş-i ammeyi ve intizam-ı umumiyi ve herkesin canından emin olduğu halde istediği yerde işini gücünü görmesini temin ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesin-dendir. [161]
Vacip Tealâ katlin hükmünü ve kısasın birçok kimselerin hayatlarına vesile olduğunu beyandan sonra ecel-i mev'ûduyla vefat edecek kimsenin mevt emareleri görüldüğünde valide, peder ve akrabasına vasiyetin lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sizden birinize
mevtin emareleri hazır olduğunda eğer o kimse mal terkederse valide ve peder ve
sair akrabasına ma'ruf ve meşru' surette vasiyet etmek sizin üzerinize farz
kılındı ve vasiyet müttekiler üzerine edası lâzım ve sabit bir hak oldu.]
Yani; ey müminler! Sizin dininizde valide ve peder ve sair akrabanıza vasiyet etmeniz şol zamanda farz kılındı ki, o zamanda sizden biriniz üzerine korkulu hastalık müstevli olmakla mevtin alâmetJeri zahir olur. İşte o zaman mal terkederse, vasiyetle teda-rikâtta bulunmak lâzımdır. Zira; dünyaya veda' edeceği zaman olduğundan elinde b'ulunan malından bir miktarını hayra sarfet-mek elbette menfaattir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette ve kelimeleri vasiyetin vacip olduğuna delâlet eder. Mevtin hazır olmasıyla murad; mevtin emarelerinin hazır olmasıdır; yoksa mevti müşahede ettiği zaman değildir. Çünkü; mevti müşahede edip nefesi boğazına geldiğinde hal-i aciz olduğundan vasiyete muktedir olamaz. Binaenaleyh; mevtin huzuruyla murad; alârnetlerinin huzuru olup nefs-i mevtin huzuru değildir. Vasiyet, mala taalluk ettiği cihetle vasiyet edecek kimsenin çok mal terketmesi şart kılınmıştır. Gerçi âyette lâfzı az ve çok mutlaka mala şâmil olduğundan, azıcık maldan dahi malına göre vasiyet caizse de, o kadar ehemmiyeti haiz olmadığından vasiyet eden kimsenin malı biraz fazlaca olmak lâzım olduğuna işaret için lâfzı kesrete delâlet eden tenvinle varid olmuştur. [162]
Vacip Tealâ vasiyetin lüzumunu beyandan sonra kimlere vasiyet olunacağını beyan etmek üzere vasiyetin anasına ve babasına ve akrabasına olacağını beyan buyurmuştur. Çünkü; zaman-ı cahiliyede Araplar şeref ve riya kasdıyla ecnebiye vasiyet eder, akrabasını me'yus ederlerdi. İslâmiyetin zuhuruyla âlem, nur-u islâmla tenevvür etmeye başlayınca Cenab-ı Eak cahiliyet zamanının yolsuzluklarını kaldırmakla din-i İslama dahil olanları ada-let-i islâmiyeden nasibedar etmek üzere valideye ve pedere ve akrabaya vasiyeti, malı olanlar üzerine vacip kıldı. Sonra bu vasiyetin vücubu miras âyetiyle nesholunmuştur. Zira; miras âyetinde herkesin karabeti nispetinde hisseleri ayrılmış ve hiçbir ferde hissesinden noksan verilmemiş olduğu için valide, peder ve sair akrabaya vasiyete ihtiyaç kalmamıştır. Akraba; bilcümle akrabaya şâmildir. Zira âyette akraba; pedere karşı zikrolunduğun-dan peder ve valideden maada akrabanın cümlesine şâmil olmak zahirdir.
Müttekilerle murad; küfürden ittika ile iman eden müminlerin cümlesine şâmildir. Yoksa müminler içinden vasiyet yalnız müttekilere mahsus birşey değildir. Yani âyette müttekilerle murad; ittikamn edna manâsı olan şirkten ittika ile iman eden müminlerdir. Binaenaleyh; «Müttekiler üzerine vasiyet hak oldu» demek «Müminler üzerine hak oldu» demektir. Bir kimsenin vasiyeti; malının üçte birinden ziyadesi için caiz değildir. Amma üçte biri veyahut daha azıyla vasiyeti caizdir. Çünkü; mümin olan kimsenin evlâd-ü lyalini zengin olarak terketmesi, fakir olarak terketmesinden evlâ olduğuna dair ehâdis-i celile mevcuttur. Hatta Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Buhari ve Müslim'in bilittifak rivayet ettikleri bir hadîste Resulullah Efendimiz (Sa'd b. Ebi Vakkas) Hz.'ne sülüs malını vasiyet etmesine müsaade buyurmuş ve sülüsünden ziyadesini vasiyetten men'et-miştir. Şu halde malının üçte birinden ziyadesini vasiyete müsa-ade-i şer'iye yoktur. Zira; sülüsten ziyadeyi vasiyet etmekte vereseye ğadr-ı külli olduğu cihetle, Resulü Ekrem Efendimiz (S.A.) sülüse kadar vasiyete müsaade ve sülüsten ziyadesini nehyeyle-miştir ki, hu suretle gerek meyyitin ve gerek veresenin haklarına riayet etmiştir. Çünkü; vasiyetten bilkülliye nehyetmeyip malın üçte birini vasiyete müsaade etmesinde meyyitin haline riayet olduğu gibi malın üçte ikisini vereseye terketmekte de veresenin haline riayet vardır. [163]
Vacip Tealâ vasiyete müteallik mesaili beyandan sonra vasiyeti tebdil ve tağyir eden kimseleri tehdid etmek üzere buyuruyor:
[Vasiyete itina etmek lâzım olunca bir kimse, vasiyeti işitip bildikten sonra, o vasiyeti tebdil ederse o tebdilin günahı onu tebdil edenler üzerinedir. Zira; Allahü Tealâ vasiyet eden kimsenin vasiyet ettiği zamanda söylediği sözleri işitir ve niyetini tebdil edenlerin hallerini bilir.]
Yani; mümine vasiyet lâzım olduğu cihetle mevte hazır olan kimse vasiyet edince bir kimse o vasiyeti tebdil ederse, vebali tebdil eden kimseler üzerinedir ve mûsî vasiyetinden me'cur olur, sevabından mahrum olmaz. Çünkü;, Allahü Tealâ onun vasiyetini ve vasiyetten maksadını ve tebdil edenlerin hıyanetlerini bilir ve herkesin ameline göre cezasını verir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile vasiyeti tebdil ve tağyir edecek kimselerle murad; mûsâleh, şahit ve meyyitin veresesidir. Çünkü; mûsâlehin vasiyet olunan mal elinde olduğundan, vasiyet veçh üzere malı sarfetmez ve erbab-ı hukukun hakkım vasiyet olunduğu veçhile taksim eylemez. İşte; bu suretle şeraitine riayet etmediği cihetle vasiyeti tağyir eder. Şahide gelince; şehadetini tebdil etmek veyahut şehadetini saklamak suretiyle, vasiyetin hükmünü tağyir eder. Verese ise; vasiyet olunan malı mûsâlehe teslim etmez ve vasiyetin infazına mani olur ve bu vesileyle as-hab-ı hukukun haklarının vusulüne sed çekmek suretiyle tağyir eder. Binaenaleyh; bunlardan her kim her ne suretle vasiyetin infazına mani olursa, günahkâr olacağına bu âyet delâlet eder. Şu halde vasiyetin ahkâmını tağyir edenler müstehakk-ı cezadırlar.
Bu âyette vasiyeti tebdil, Kur'ân'da olan ahkâmım tebdil manâsına olursa, vasiyeti tebdil eden kimseyle murad; vasiyet edenin kendisi olmak muhtemeldir. Zira; Kur'ân'da beyan olunan ahkâmın gayrı bir surette vasiyet ederse Kur'ân'ın vasiyet hususunda olan ahkâmını tağyir ettiğinden cezaya müstehak olur. [164]
Vacip Tealâ vasiyeti tağyir edenlerin günahkâr olduklarını beyandan sonra vasiyeti batıldan hakka tebdil edenler üzerine günah olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer bir kimse vasiyet eden kimsenin haktan batıla meylinden veyahut vasiyetinde zulmedeceğinden korkarak beyinlerini ıslah ederse, ıslah-ı beyn için tebdil eden kimse üzerine günah yoktur. Zira; Allahü Tealâ vasiyeti ıslah edenleri mağfiret ve kabul edenlere merhamet eder.]
Yani; vasiyetin tebdilinde büyük günah olunca mûsâleh veya vekillerden bir kimse vasiyet eden kimsenin vasiyeti zamanı vasiyet olunan kimselerden müstehak olanların bazısına^ ziyade verip bazı âhare gadretmesinden korkar ve korkusuna binaen vasiyet olunan kimselerin beyinlerini ıslah etmekle, vasiyet eden kimsenin vasiyetini zulümden adalete tebdil ederse, tebdil .ûden mûsâ-leh üzerine günah yoktur. Zira; Allahü Tealâ kullarından sadır olan hatayı aff-ü mağfiret ve ıslah-ı beynüzerine sevap vermekle merhamet buyurucudur.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyette .vasiyet eden kimsenin zulmünden korkan kimse mûsâleh olduğu gibi, mûsâ lehin gayrı hariçten bir kimse de olabilir. Çünkü; vasiyet eden kimsenin vasiyetinde kasden veya hataen bazı kimseye gadir ve zulmedeceğini bilince, ger<_k mûsâleh ve gerek başkası o vasiyeti ber nehc-i şer-i şerif tarîki batıldan tarîk-i hakka döndürmek ve adalet üzere vasiyet ettirmek suretiyle ıslah ederse ıslahında günah yok, belki sevap vardır. Yahut vasiyet edenin vefatından sonra vasiyetinde hatasını bilen bir kimse o vasiyeti batıldan hakka ve hatadan sa-vâba tebdil etmek suretiyle ıslah ederse, bu ıslahta günah yok demektir.
Hulâsa; vasiyet eden kimsenin yanında bulunan gerek mûsâleh ve gerek başkası vasiyette haktan meyledeceğini veyahut vasiyeti müstehakkın gayrıya yapmak suretiyle günah işleyeceğini bilir ve korkarsa, onu şeriatin tarifi üzere doğru yola sevk ile vasiyet edenle vasiyet olunanlar, beyinlerini tebdil suretiyle ıslah etmesinde günahı olmadığı, bu âyetten müstefad olan fevaid cüm-lesindendir. [165]
Vacip Tealâ insanın zahirini tehzibe müteallik bazı ahkâmını beyandan sonra batınını tathire müteallik olan ahkâmdan bazı âhari beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Haram olan şeylerden nefsinizi sakınmak için sizden evvel geçen ümmetlere oruç farz kılındığı gibi sizin üzerinize dahi oruç farz kılındı.]
Yani; Ey ümmet-i Muhammedi Batınınızı tasfiyeye hadim olan oruç tutmak size farzoldu, nitekim sizden evvel geçen ümmetlerin cümlesine farz olduğu gibi. Bu oruç sebebiyle sizin haramdan itti-kanız memuldur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile ümmet-i islâmiye üzerine orucun farziyeti bu âyetle sabit olduğu gibi, devr-i Âdem'den beri cümle enbiya ve ümmetleri üzerine orucun farz kılındığı ve cemii şera-yî'de meşru bir ibadet-i kadîme olduğu da sabit olmuş ve ümmet-i Muhammediye üzerine orucun farziyetini te'kid ve ehl-i imanı oruca tergib ve nüfus-u beşeriyeyi tatmin için orucun geçmiş ümmetlere dahi farz kılındığı ve çünkü oruç; nüfus-u beşer üzerine meşakkatli ve ağır bir ibadet olup meşakkatli olan şeyin umum üzere vacip olması tatyîb-i kulübü mucip olduğundan cümle enbiyanın şeriatlerinde de orucun farz kılındığı beyan olunmuştur. Ancak her şeriatta orucun keyfiyet ve kemmiyeti başka başka suretlerde zuhur etmiş ve şeriat-ı islâmiyede Ramazan ayında şafaktan akşam günün inmesi arasında geçen müddet zarfında yemekten ve içmekten ve cima'dan nefsi menetmek suretiyle meşru kılınmıştır.
Orucun meşruiyetindeki hikmet, nefsi muharremattan vikaye etmek olduğuna işaret için, Cenab-ı Hak âyetin âhirinde buyurmuştur ki «Orucun farziyeti sizin ittikanız için» demektir. Zira oruç; insanın kûvve-i şehevaniyesini kesrettiği gibi hava ve hevesini kökünden söktüğü ve azanın bütün arzusunu kaldırdığı ve günahlardan içtinapla ^ühd-ü takvaya sebep olacağı beyan olunmuştur. Çünkü; bilûmum insanların mesaisi; iki şeye münhasırdır:
İkincisi; huvve-i şehevaniyedir.
Oruç bu iki arzuyu kesrettiği cihetle insanı takvaya sevkedece-ğinde şüphe yoktur. Oruçta manevi sevap ve günahtan mahfuz olmak misilli birtakım fayda olduğu gibi maddi olmak üzere vü-cud-u insanı tasfiye ve bazı emrazdan tathir dahi fevaidi cümle-sindendir. Zira; oruçtaki himyenin mideyi tashih ettiği cümlenin malûmudur. [166]
Vacip Tealâ orucun farz olduğunu beyandan sonra orucun zamanını ve a'zâr-ı şer'iye olursa ruhsat-ı şer'iye olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Oruç farz olunca ey müminler! Malûm olan sayılı günlerde oruç tutun. Fakat sizden bir kimse orucun zamanında hasta veya misafir olur, orucu tutmazsa memleketinde afiyet üzere bulunduğu bir zamanda Özür sebebiyle oruç tutmadığı günlerin adedince oruç tutsun ve borcunu ödesin.]
[Ve oruç tutmaya takati olan kimseler orucu tutmazlarsa, hergiin bedelinde bir fakirin karnını doyuracak miktarı fidye verir.]
Bu âyetin hükmü iptida-yı islâmda cari ise de, sonra nesho-lunmuştur. Çünkü Beyzâvfnin beyanı veçhile iptrda-yı islâmda henüz oruçla ülfet olmadığından Ramazan ayında oruç tutmaya kudreti olan bir kimse oruç tutmakla orucu yeyip bedelinde bir fitre kıymeti fidye vermek beyninde muhayyer kılınmıştı. Sonraları oruçla ülfet hasıl olunca oruca takati- olan kimsenin her halde oruç tutması taayyün etti ve fidye vermek fesholundu. Binaenaleyh, oruca kudreti olan kimsenin orucu yemesi caiz değildir. Eğer bilâ özür orucu bozarsa, kefaret lâzım gelir veyahut oruca niyet etmeksizin bir sebebe mebni oruç tutmazsa kaza etmek lâzımdır, fidye vermek caiz değildir. Veyahut âyette lâfzı- mukadderdir. Binaenaleyh; manasınadır. Şu halde manâ-yı âyet: «Oruç -tutmaya takati olmayanlar bir gün oruç mukabilinde bir fitre bedeli verir» demektir ki, bu manâya nazaran âyette nesih yoktur.
[Eğer bir kimse fidye vermek caiz olan yerde fidyede bir fitre bedelinden daha ziyade verirse o ziyade kendisi için hayırlıdır.]
Zira; borcunu verdikten sonra o borcundan ziyadesini nafile olarak fakire ihsan ettiğinden elbette ziyade sevaba nail olması onun için hayırdır.
[Eğer siz oruçta olan fayda ve menfaati bilirseniz orucun iftarına müsaade olunan yerlerde dahi oruç tutmak sizin için hayırlıdır,] Zira; kazaya kaldığında müsamaha olmak ve kaza edilmemek ihtimaline binaen herkesle beraber zamanında eda etmek zimmetini tebrie olduğu cihetle kazaya bırakmaktan elbette hayırlıdır.
Yani; misafir olan bir kimse için misafirlik sebebiyle misafir olduğu müddet oruç tutmamaya ruhsat-ı ger'iye varsa da, misafir olduğu halde ruhsat-ı şer'iyeyie amel edip iftar etmekten, orucu tutması hayırlıdır.
Bu âyette eyyam-ıma'dudeyle murad; Ramazan ayıdır. Gerçi iptida-yı islâmda her ayda üç gün ve yevm-i âşûrâda oruç farz olmuş ise de, ahiren Ramazan'da orucun farzolmasıyla nesholunduğundan burada eyyam-ı ma'dudeyle murad; Ramazan'-dır. Ve eyyam-ı ma'dudeyle muradın Ramazan olduğunu bu âyetten sonraki âyet tefsir etmiştir. Şehri Ramazanda oruca mani olacak hastalık veyahut' on sekiz saat mesafeye misaferet gibi özr-ü şer'i bulunursa orucu yemeye ruhsat-ı şer'i vardır. İşte bu ruhsattan istifade ederek her kaç gün orucu tutmamışsa, hastalığından kesb-i afiyet veyahut müsaferetten avdet edince gününe bir gün kaza eder. Zira; farz-ı aynolduğundan ruhsatla tamamen sakıt olmaz, kazası lâzımdır.
Hulâsa; farzolan orucun sayılı günlerden ibaret olduğu ve Ramazan'da hastalık ve müsaferet gibi" a'zâr-ı şer'iyesi olan kimse için o özrün zevaline kadar oruç tutmamaya müsaade-i şer'iye bulunduğu ve fakat a'zâr-ı şer'iye zail olunca aynı günlerin orucunu kaza etmek vacip olduğu ve oruca takati olmayan kimselerin bir gün oruca mukabil, bir fitre bedeli vermekle borcundan kurtulacağı ve vermiş olduğu fidyede ziyade verirse kendisi için hayırlı olacağı ve ruhsat-i şer'iye olan yerde mümkün olursa oruç tutmak kazaya koymaktan daha hayırlı olacağı; bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [167]
Vacip Tealâ orucun eyyam-ı ma'dudede yani sayılı günlerde farz olduğunu beyandan sonra eyyam-ı ma'dudeyi beyan ve tefsir etmek üzere buyuruyor.
[Eyyam-ı ma'dudatta vacip olan oruç şol Ramazan ayının orucudur ki, o Ramazan'da nâsa hidayet ve doğru yola sevkedici ve hakla hatıl heynini tefrik ettiği gibi hakka îsal edici açık deliller olduğu halde taraf-ı ilâhiden Kur'ân inzal olundu.]
Yani; oruç vacip olan günler, Ramazan ayının günleridir ve Ramazan ayında naşı hidayette kılan ve açık deliller üzerine müş-temil olan Kur'ân Levh-i Mahfuz'dan sema-yı dünyaya nazil olmuş ve ondan sonra iktiza ettikçe sema-yı dünyadan yirmi üç sene zarfında yeryüzüne ve bizim peygamberimize inzal olunmuş ve Resulullah (S.A.) de ümmetine tebliğ etmiştir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Resulullah'm «Ramazanın birinci gecesi İbrahim (A.S.)'m suhûfları ve altıncı gecesi Tevrat ve on üçüncü gecesi İncil ve yirmi dördüncü gecesi Kur'ân Levh-i Mahfuz'dan sema-yı dünyaya nazil oldu» buyurduğu mervidir.
Umum kulların dünyevi ve uhrevi saadet ve selametletme kâfi olan ve doğru yola îsal eden Kur'ân'm, Ramazan'da nazil olması Ramazan ayının diğer aylardan efdal olduğuna delâlet eder. Zira; günler ve ayların diğerlerinden efdal olması, o günün ve ayın diğerlerinde olmayan bir şerefi ihraz etmesiyle olduğundan, Ramazan ayı, iki cihetle şerefi haizdir: Birincisi; efdal-i ibadet ve erkân-ı dinden olan orucun o ayda farz olması, ikincisi; Kur*ân gibi bir kitab-ı mübinin kendisinde nazil olmasıdır.
Bu âyette zikrolunan iki hidayetten birincisi; usûl-ü itikadi-yeye aid olup, ikincisi; furû-u a'mâle ait olduğundan tekrar yoktur. Çünkü; hidayetlerin mercileri başka başkadır. Yahut evvelki hidayet; nâsı icmalen doğru yola hidayette kılmak ve ikinci hidayet; tafsil üzere nâsı tarîk-ı müstakime davet etmek manâsına olduğundan tekrar yoktur.
Hulâsa; orucun farz olduğu eyyâm-ı ma'dude Ramazan ayı olup, Ramazan ayında da Kur'ân'ın Levh-i Mahfuz'dan sema-yı dünyaya nazil olduğu ve Kur'ân, naşı usûl-ü itikadiye ve furû-u â'mâle irşad ettiği ve hakla batıl beynini tefrik eder deliller üzerine müştemil bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cünı-lesindendir. [168]
Vacip Tealâ eyyam-ı madudenin şehr-i Ramazan olduğunu beyandan sonra şehr-i Ranıazan'a hazır olan kimsenin vazifesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sizden biriniz Ramazan ayında berhayat olarak hazır bulunursa, hemen o ayda oruç tutsun, amma o aya hazır olan kimse hasta olur veyahut müsaferette bulunur da ruhsat-i şer'iye üzere oruç tutmazsa, Ramazandan başka günlerde yemiş olduğu günlerin orucunu kaza etsin.] Zira; Ramazan ayında oruç farz-ı ayn olduğundan terki caiz değildir. Eğer bir özr-ü şer'iye binaen terk etmişse, hal-i sıhhat ve ikametinde gününe gün kazası dahi farz-ı ayndır.
[Zira; Allahü Tealâ hasta olduğunuz ve müsaferette bulunduğunuz günlerde size orucu tutmamaya müsaade etmekle kolaylık murad eder ve hastalığınız ve müsaferetinizde oruca mecbur etmekle size güçlük murad etmez,]
Yani; Ramazan ayında sair aylarda olmayan şeref ve fazilet olunca o faziletten istifade etmek üzere, o aya hazır olan kimse derhal oruç tutsun ki, o faziletten kendini mahrum bırakmasın. Amma hastalık ve müsaferet gibi bir özrü bulunursa, o ayda farz olan orucu, o özrün zail olduğu günlere terkeylesin. O özür zail olduğunda «mani zail olunca memnu avdet eder» kaidesine tevfikan borcunu kaza etsin. Zira; özr-ü şer'i ile beraber sizi oruca mecbur etmekle Allahü Tealâ size güçlük murad etmez, belki o özrün zevaline kadar müsaade etmekle kolaylık murad eder.
Bu âyette şehirle murad; bundan evvel zikrolunan şehr-i Ramazanadır. Şehre hazır olmakla murad; Ramazan ayının cüz-ü evveline hazır olmaktır. Bundan evvelki âyette hasta, müsafir, mukîm ve sahih olan kimselerin oruç tutmakla fidye vermek beyninde muhayyer oldukları beyan olunmuştu. Bu âyet ise hasta veya müsafir olmayan kimsenin elbette oruç tutması vacip olduğunu beyanla onlar hakkında fidyeyi neshedince, müsafirler ve hasta olan kimseler hakkında dahi müsaade-i şer'iyenin nesho-lunduğu zannolunmaması için müsafiıie, marîzin ruhsatları tekrar zikrolunmuştur. Şu halde sağlam olup müsafir olmayan kimsenin orucu iftarına müsaade yoktur. Binaenaleyh; kütüb-ü fıkhi-yede beyan olunduğu veçhile bir kimse Ramazan-ı Şerifte maze-ret-i meşruası olmaksızın alenen orucu yerse, adab-ı islâmiyeyi ihlâl ettiğinden ta'zîr-i şer'iyeye müstahak olur. Zira; ankasdin ve Özr-ü şer'i olmaksızın orucu yediğinden dolayı kefaret lâzım geldiği gibi suret-i âleniyede ifsad ettiğinden, o güne lâzım olan hürmeti de" ihlâl ettiği için hâkim-üşşer'î tarafından tazîr olunmaya lâyıktır. Çünkü; insanlar için mensup olduğu cemaatin âdabına ve an'anatma riayetle, o cemaatin ahenk ve intizamına halel getirmemek lâzımdır. Zira; o kavim için nıer'i olan ahkâma ve kanuna riayet etmemek onların hissiyatını rencide etmekle intizamını haleldar etmektir. [169]
Vacip Tealâ şehr-i Ramazan'a hazır olan kimseye oruç tutmak vacip olduğunu ve müsafir ve mariz olan kimselere müsaade etmekle kullarına kolaylık murad edip güçlük murad etmediğini beyandan sonra bu ahkâmın her birinin sebebini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Hastalık ve müsaferet gibi a'zâr-ı meşruamza binaen iftar etmiş olduğunuz günlerin adedini ikmal etmekliğiniz için farz-ı ayn olan orucun kazasıyla ve aded-i eyyama riayetle emrolundu-ğunuz ve muztar olduğunuz zamanda orucu terketmenize müsaa-de-i şer'iyeye ve sizi hidayette kılan Allahü Tealâ'ya tazım ve tekbîr etmek için, zaruret zamanında terketmek ve sonra kaza etmekle emrolundunuz ve mamul ki siz şükredersiniz. Zira; bu nimetlere şükrünüz vaciptir.]
Çünkü; sizin şükr etmeniz için suhulet gösterildi ve muztar zamanınızda ruhsat verildi. Binaenaleyh; Özr-ü şer'i sebebiyle noksan kalan, günleri kaza etmekle, memur olduğunuz için şükrü yerine getifjrıeniz lâzımdır. Zira; müzayaka zamanında orucun vakt-i âhare tehirine müsaade, insan için pek büyük nimet olduğundan o nimetin şükrünü eda etmek elbette vaciptir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette iddeti ikmal etmek ile murad; oruçla Ramazanhn iddetini ikmal etmektir. Tekbirle murad; oruç akabinde edası lâzım olan bayram namazının tekbirleridir. Vacip Tealâ'nm hidayette kıldığı şeyle murad; Ramazan ayında oruçla ibadettir. Oruca Vacip Tealâ muvaffak kıldığından dolayı tekbirle hamd-ü sena etmektir. Çünkü oruç; bedene nâfi ve kuvve-i şehevaniyeyi kesreder bir ibadet olduğundan menfaati kullara ait olduğu cihetle, o nimetin şükrünü eda etmek vaciptir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette olan üç cümle; âyet-i sabıkada olan üç hükme aittir. Birinci hüküm; Ramazan'da orucun farz olmasıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Ramazan'da oruç farz oldu. Aded-i eyyamını oruçla ikmal etmek liginiz için] demektir. İkinci hüküm; hasta ve müsafirlere suhulet göstermektir. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Özr-ü şer'i olanlara orucu vakt-i ahare1 tehirle suhulet gösterilmiştir. Sizin tekbirle Allah'a ta'zîm etmeniz için] demektir. Üçüncü hüküm; bunların cümlesi insanlar için nimet olmasıdır. Buna nazaran manâ-yı nazım ; | Şu nimetler size ihsan olundu şükretmeniz için; demektir. [170]
Vacip Tealâ şükür ve tekbirle emirden sonra lûlf-ü iJâhisiyle kullarına karîb olup zikirlerini işitir olduğunu beyan ve duanın evvelinde zatını medh-ü sena lâzım olduğuna işaret için, tekbirle emir akibinde dua edenlerin dualarını kabul edeceğini beyan etmek üzerebuyuruyor.
[Ey Resul-i Ekrem'im! Benim kullarım benden sana Rabbi-miz uzak mıdır, yakın mıdır? diyerek sual ettiklerinde sen,onlara cevap ver ki benim ilmîm onlara pek yakındır. Bana dua eden kimsenin duasını ben kabul ederim dua ettiğinde. Hal boylc olunca benden dualarının kabulünü istesinler ve bana iman etsinler. Memul ki onlar imanları ve duaları sebebiyle doğru yola vasıl olur ve irşad olunurlar.]
Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyetin se-beb-i nüzulü; ashaptan bazı kimselerin «Ya Resulallah! Rabbimiz bize yakın ise gizli dua edelim ve eğer uzaksa büyük şada ile çağıralım» demeleri üzerine nazil olduğu mervidir.
Yahut Yahudiler «Ya Muhammed (S.A.)! Sen yerle gök arasini pek uzak haber veriyorsun. Rabbimiz duamızı nasıl işitir?» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Bu sebeb-i nüzullere nazaran manâ-yı âyet: [Ey Resulüm! Benim kullarım sana benim evsafımdan sual edip «Rabbimizin lûtfu bize yakın mı, duamızı gizli kendi nefsimizde mi yapalım? Yoksa uzakta mı, duamızı yüksek şada ile mi yapalım?» dediklerinde sen onlara benim tarafımdan cevap ver «Ben onların gizli dualarını işitirim. Zira; benim ilmim onlara pek yakındır. Binaenaleyh; onların işlerini bilir, sözlerini işitir ve hallerine muttali olduğumdan dua eden kimsenin duası ihîâs üzere olursa icabet ederim. Şu halde onlar benden icabet taleb etsinler, ben de onlara icabet ederim ve senin vasıtanla onları imana davet ettiğimde derhal iman etsinler. Zira; ben onların dualarına icabet edince onların da benim davetime icabet ve emrime itaat etmeleri vaciptir ve onlar icabet edince doğru yolu bulmaları me'muldür.]
Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ'nın kurbiyetini beyan; kullarının hallerine kemaliyle âlim olduğunu temsildir. Zira; Vacip Tealâ'nın zatına nispetle mesafe manâsınca yakınlık ve uzaklık muhaldir Çünkü; Vacip Tealâ mekândan ve mesafeden münezzehtir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu sual; Vacip Tealâ'nın zatından olduğuna nazaran suali tevcih şöyledir: [Allahü Tealâ bize yakın mıdır, uzak mıdır?] Ve sıfatından sual olunduğuna nazaran: [Rabbimiz bizim duamızı işitir mi yoksa işitmez mi?| Ve ef alinden sual olunduğuna nazaran: [Rabbimiz bizim duamızı kabul eder, istediğimizi verir mi, yoksa kabul etmez mi?] demektir.
Duanın kabulü üç şeye mütevakkıftır: Birincisi; kazaya muvafık olmak, ikincisi; o kimse hakkında duanın kabulü hayrolmak, üçüncüsü; istenilen şey muhal olmamaktır. Duanın kabulünde adabına ve şeraitine riayet etmek lâzımdır. Bu şeraitin cümlesi bulunarak dua olunduğunda kabul olunmak ciheti galipse de kabulü, meşiyet-i ilâhiye müteallik olup kafi değildir. Gerçi Cenab-ı Hak bu âyette ve emsalinde duaya icabet edeceğini mutlak zikret-mişse de diğer âyetlerde duanın kabulünü meşiyete talik etmiş olmakla, Allahü Tealâ üzerine kabul vacip değildir. Binaenaleyh; isterse kabul eder, isterse kabul etriiez. Maamafih dua etmek, ayn-ı ibadettir ve âhirette sevap vardır ve kabulü, ânı olmadığından istenilen şeyin biraz müddet sonra verilmesi me'mul olduğu gibi duası miktarı o kimsenin üzerinden bir şerrin define sebep olmak veyahut bilmediği bir cihetten duasının eseri hasıl olmak ihtimaline binaen, hiçbir duaya kabul olunmadı nazarıyla bakılamaz. Zira; insanın istediği şeyin hasıl olup olmamasında ne gibi hikmetler vardır bilemez. Allahü Tealâ icabeti, istimrara delâlet eden muzari siğasıyla beyan buyurdu ki, bir zamanla mukayyed değildir ve derhal kabul ederim buyurmamıştır.
Âyetin sebeb-i nüzulüne nazaran duanın gizli olması efdal olduğuna âyet delâlet eder. Gerçi duanın gizli ve aşikâr olması meşru ise de Cenab-ı Hakkın ilmi herşeyi muhit olduğundan ve gizli duada ihlâs ziyade bulunduğundan duanın gizli olması ef-daldir.
Hulâsa; Vacip Tealâ'mn evsafından sual etmek caiz olduğu ve Allahü Tealâ'mn ilmi kullarına gayet yakın ve dua eden kimsenin duasına icabet buyuracağı ve dua eden kimsenin Allahü Te-alâ'nın icabetini istemesi vacip ve Cenab-ı Hakka ihlâsla iman etmek lâzım olduğu ve imanın irşad olunmalarına sebeb olacağı, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [171]
Vacip Tealâ bayram tekbiri akibinde dua ederse duanın kabul olunacağını beyandan sonra oruç tutan kimsenin Ramazan gecelerinde zevcesiyle muamele-i zevciyede bulunması caiz olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Oruç geceleri zevcelerinize cima* etmek sizin için halâl kılındı. Zira; onlar size, sizin üzerinizde olan libasınız menzilesindedirler. Siz de onlara üzerlerinde olan libasları menzilesindesiniz ve Allahü Tealâ bildi ki, siz nefsinize hıyanet ediyorsunuz. Çünkü; azaba vesile olacak şeyleri ihtiyar ediyorsunuz. Siz günahlarınıza tevbe edince Allahü Tealâ sizin üzerinize tevbenizi kabul eder ve günahlarınızı affeder.]
Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile iptida-yı İs-lârndâ iftar edince uykuya yatmazdan ve yatsı namazını kılmazdan evvel yemek, içmek ve cima' etmek halâl fakat namaz ve uykudan sonra ertesi geceye kadar bunlar haramdı. Bir gece Hz. Ömer yatsı namazını kılınca haremine yakın olur, gusleder ve lâkin vaki olan kusuruna nedamet ederek huzur-u Risalete gelir. Vakayı hikâye ile Allahü Tealâ'dan tevbesinin kabulünü istirham eylemesi üzerine Resulullah «Ya Ömer! Bu hata sana lâyık değildir» buyurunca huzuri Risalette bulunan eshaptan bazıları aynı hatanın kendilerinde de vaki olduğunu beyan etmeleri üzerine, bu âyetin nazil olduğu mervidir. İşte bu âyetle Cenab-ı Hak bütün gece zevcesiyle intifam ve muamele-i zevciyenin halâl olduğunu ve tevbe edenlerin tevbelerinin kabulünü ve günahlarının affını beyanla kullarını mesrur etmiştir. .Leyle-i.siyam ile murad; Ramazan geceleridir. Zevçle zevcenin birbirlerine şid-det-i ihtiyaçlarına işaret için zevçle zevcenin herbiri aharın libası menzilesinde olduğu beyan olunmuştur. Çünkü; insan elbisesiz sabredemediği gibi bunlardan herbiri aharın iftirakma sabrede-mezler ve Ramazan geceleri halâl olmasının sebebi de şiddet-i ihtiyaç olduğuna işaret olunmuştur.
Vacip Tealâ'mn bu âyette oruç gecelerinde cirna'ın halâl olduğunu beyan etmesi, iptida-yı İslâmda yatsı namazından sonra haram olduğuna delâlet eder. Zira; iptida-yı İslâmda halâl olsaydı tekrar halâl olduğunu beyanda bir fayda olmadığı gibi, Cenab-ı Hak da cima' edenlere «Nefsinize hıyanetlik ediyorsunuz» buyurmaz ve tevbeye ve affa ihtiyaç olmazdı. Ayette (refes) çirkin manâsına cima'dan kinayedir. Binaenaleyh; mubah olmazdan evvel işledikleri şeyin çirkin olduğuna işaret için cima'dan (refes) ile tâbir olunmuştur. Ve cinıa'm halâl olması gecenin her cüz'üne şamil olduğuna işaret için, gecenin kâffesine delâlet eden (leyle) kelimesi varid olmuştur.
Hulâsa; Ramazan gecelerinde her şahsın kendi haremine ya-kin olması halâl olduğuna ve zevçle zevceden herbiri diğerine ihtiyaçlarını def etmekte elbise makamında olduklarına ve vaki' olan günahı Allahü Tealâ'nın bildiğine ve günahına tevbe edenin tevbesini kabul .ve tevbe sebebiyle günahları affedeceğine bu âyet delâlet eder. [172]
Vacip Tealâ; Ramazan gecelerinde cima'ın halâl olduğunu beyandan sonra cima'a mübaşeretin mubah olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ramazan gecesi cima'ın hürmeti nesholunup halâl olunca, siz zevcelerinize mübaşeret edin ve şimdi beşerelerinizi birbirinize yapıştırın. Zira; sizin için cima'a ruhsat verilmiştir. Binaenaleyh; istediğiniz gecenin istediğiniz saatinde zevcenize yakin olabilirsiniz ve Allahü Tealâ'nın sizin için yazmış olduğu çocuğu cima' sebebiyle isteyin.] Çünkü cima'ın meşruiyetinden maksat; çocuk ta-lebetmek ve nesl-i insanı vakt-i merhununa kadar ibka etmektir. Yoksa mücerred şehevat-ı hayvaniyeyi kaza etmek değildir.
Cima'da zevçle zevcenin derileri birbirine mülâsık olacağından cima'dan mübaşeretle tâbir olunmuştur. Allah'ın yazdığı şeyle murad; çocuktur. Zira nikâhın meşruiyeti; nev-i insanın bekası ve âlemin ma'mur olmasıdır. Binaenaleyh; Vacip Tealâ cima'ın mubah olduğunu beyandan sonra cima'dan maksad olan veledi istemeyi kullarına emir ve tavsiye buyurmuştur. [173]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/34-35
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/36-37
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/37-43
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/43-45
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/45-50
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/50-52
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/50-54
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/54-56
[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/56-58
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/58-60
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/60-62
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/62-64
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/64-65
[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/65-67
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/67-68
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/68-71
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/71-74
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/74-75
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/74-78
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/78-81
[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/82-86
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/86-87
[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/87-89
[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/89-92
[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/93-94
[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/95-96
[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/96-99
[28] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/99-101
[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/101-103
[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/103-105
[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/105-108
[32] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/108-110
[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/110-112
[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/112-113
[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/113-115
[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/115-117
[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/117-119
[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/119-120
[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/120-121
[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/121-123
[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/123-125
[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/125-126
[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/126-127
[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/127-129
[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/129-131
[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/131-133
[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/133-135
[48] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/135-136
[49] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/136-138
[50] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/138-139
[51] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/139-140
[52] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/140-142
[53] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/142-144
[54] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/144-145
[55] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/1145-146
[56] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/146-147
[57] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/147-149
[58] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/149
[59] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/149-151
[60] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/151-152
[61] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/152-154
[62] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/154-155
[63] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/155-156
[64] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/157-158
[65] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/158-159
[66] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/159-160
[67] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/160-161
[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/161-162
[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/163-166
[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/166-167
[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/167-168
[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/168-169
[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/169-170
[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/170-171
[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/172
[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/173-174
[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/174-175
[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/175-176
[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/176-177
[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/177-178
[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/179-180
[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/180-181
[83] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/181-183
[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/183-184
[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/184-185
[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/185-186
[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/186-190
[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/190-192
[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/192-193
[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/193-194
[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/194-195
[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/195-197
[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/197-198
[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/198-200
[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/200-202
[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/202-203
[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/203-204
[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/204-205
[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/205-207
[100] Roma kumandanlarından İmparator «Vespazyancs» un
oğludur. Titos; filvaki pederinden sonra imparator olmuştur. Fakat Kudüs'ün
zapt ve tahribi kendi imparatorluğu zamanında değil, pederi zamanındadır.
[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/207-210
[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/210-212
[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/212-214
[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/214-215
[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/215
[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/216-218
[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/218-219
[108] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/219-220
[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/220-222
[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/222-224
[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/225-226
[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/226-227
[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/227-228
[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/228-229
[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/229-231
[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/231
[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/231-232
[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/232-233
[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/233-235
[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/235-236
[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/236-237
[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/237-238
[123] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/239-240
[124] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/240
[125] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/240-241
[126] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/241
[127] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/246
[128] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/247-245
[129] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/242
[130] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/248-249
[131] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/249-
[132] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/256
[133] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/256-257
[134] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/257-260
[135] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/260-261
[136] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/261-262
[137] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/262-264
[138] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/264-265
[139] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/265-268
[140] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/268-269
[141] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/269-271
[142] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/271-272
[143] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/272-273
[144] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/273-274
[145] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/275
[146] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/276-279
[147] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/279-281
[148] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/279-281
[149] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/281-283
[150] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/283-284
[151] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/284-285
[152] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/285-286
[153] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/287
[154] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/287-288
[155] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/289-290
[156] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/291-292
[157] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/292-293
[158] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/293-294
[159] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/294-298
[160] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/298-300
[161] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/300-303
[162] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/303-305
[163] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/305-306
[164] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/306-307
[165] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/307-309
[166] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/307-309
[167] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/309-311
[168] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/311-312
[169] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/312-314
[170] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/314-315
[171] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/315-317
[172] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/317-319
[173] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/319