Vacip Tealâ Ramazan gecesi muamele-i zevciyenin halâl olduğunu beyandan sonra
yemek ve içmek dahi halâl olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz yeyin ve için; sizin için sabahleyin iplik mesabesinde olan beyazlıkla siyahlık birbirinden ayrılıp tazahür edinceye kadar. Sonra orucunuzu ertesi geceye kadar itmam edin.]
Yani; Ramazan gecesi sizin için zevcelerinize yakın olmak caiz ve mübaşerete mezun olduğunuz gibi yemek ve içmeye de mezunsunuz. Hatta sizin için sabahleyin ufk-u semada uzanmış iplik mesabesinde olan siyahlıkla fecr-i sadık denilen beyazlığın aralarında olan şüphe zail olup birbirinden ayrılıncaya kadar yemek ve içmek ve cima' etmek gecenin her cüz'ünde mubahtır. Ancak şafak zuhur edip tebeyyün edince, ertesi geceye kadar orucunuzu itmam edin, ki oruca mani* birşeyle ifsad ve noksan yapmayasınız.
Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile âyette hayî-ıebyaz ile murad; sabahın evvelinde bulunan beyazlık ki ona fecr-i sadık denir. Hayt - esvedIe murad; gecenin ahirinde şafak yerinden zuhur ederek beyaz gibi görünüp sonra siyahlanan karanlıktır ki, ona fecr-i kâzip denir. Çünkü; ashaptan (Adiy b. Hatem) bu âyet nazil olunca yastığının altına beyaz ve siyah iki iplik koyup sahuru, siyahı beyazdan fark oluncaya kadar te'hir ettiğim huzur-u Risalette hikâye edince Resulullah'ın gülüp «Sen enli kafalısın. Âyetteki hay t ile murad; gecenin karanlığı ve beyazlığıdır» buyurduğu mervidir.
Gecede ekl-ü şürb ve cima'ın mubah olması şafakm tulûuna kadar imtidad ettiğine işaret için hükmün nihayetine delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Binaenaleyh; geceleyin cima' eden bir kimse cünüp olarak sabah olsa sabah vakti gusleder. Orucuna bir zarar olmadığı gibi guslün sabaha tehirinden günahkâr da olmaz. [1]
Vacip Telâ oruçla emredip oruçlu olan kimsenin ahvalini beyandan sonra mu'tekif olan kimsenin ahvalini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz mescidlerde mu'tekif olduğunuz halde zevcelerinize gece dahi yakın olmayın. İşte şu beyan olunan ahkâm; Allah'ın hadleri ve süğûrları ve kullarını ıslah için koymuş olduğu kanunlarıdır, o hududa yakın olmayın ki batıla tecavüz etmeyesiniz. İşte şu ahkâmı beyan ettiği gibi Allahü Tealâ nâsın menfaatine delâlet eden âyetleri beyan eder ki, onlar muharremattan içtinab etsinler ve âhirette bize ahkâm gelmediğinden biz bilemedik demesinler.]
Yani; sizin için Ramazan geceleri haremlerinizle birleşmeniz caizdir. Ancak mûtekif olursanız hâl-i i'tikâfta sizin için muame-le-i zevciye suretiyle birleşmek olamaz ve şu beyan olunan ahkâm; Allah'ın kulları için vaz'etmiş olduğu kanunlarıdır. Hal böyle olunca, hakla batıl arasına konmuş olan hududa karib olmayın ki, batıla tecavüz etmeyesiniz. İşte şu beyan olunan ahkâm gibi Allah Tealâ kullarının haram olan şeylerden içtinab etmeleri için rîâsa, ahkâma delâlet eden âyetlerini beyan eder.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile i'tikâf; ibadet kasdıyla bir mescid-de durmaktır. İ'tikâf ancak mescidde olup mescidin gayrıda olmadığına ve cemaatla namaz kılınan her rnescidde caiz olduğuna âyet delâlet eder. İptida-yı İslâmda bir kimse hal-i i'tikâfta iken mes-cidden hanesine gider, zevcesiyle birleşir, tekrar mescide gelirdi. Sonra bu hal şu âyetle nehyolunduğundan i'tikâf içinde cima' haram ve i'tikâfı ifsad eder oldu. Zira; ibadet içinde nehyolunan bir fiili o ibadet içinde işlemek onu ifsad eder. Gerçi ibadete münafi olan ef'alden kerahet g^bi ifsad etmeyen dahi olursa da i'tikâf içinde cima', i'tikâfı ifsad eden ef'aldendir.
Hudud ile murad; haram ve halâle delâlet eden ahkâmdır. Ahkâma yakin olmayın demek; ahkâmı tecavüz etmeyin demektir. İmam-ı Âzam indinde i'tikâf; imamı ve müezzini devamlı camide olup her mescidde olmadığı gibi bir günden az bir müddette dahi i'tikâf olmakla beraber oruçlu olmak da şarttır. Hulâsa; mes-cidlerde mu'tekif olan kimselere hal-i i'tikâfta cima'ın haram olduğu ve bu gibi ahkâm-ı ilâhiye, Allah'ın hududları olup kullarını islâh için vaz'olunduğu ve hududlar haram ile halâli beyan ettiklerinden onları tecavüz etmek caiz olmadığı ve haram olan şeylerden kullar kendilerini muhafaza etsinler için Allahü Tealâ âyetlerini beyan ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [2]
Vacip Tealâ nehar-ı Ramazan'da insanların kendi mallarını yemeleri haram olduğunu beyandan sonra her zaman gayrın malını ekletmek de haram olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Beyninizde birbirinizin malınızı bâtıl, yani haram olarak yemeyin ve nâsm emvalinden bir miktarını yemek için malınızın bir miktarım hakimlere vermeyin ki, bildiğiniz halde günah olarak aharın malmı yemeyesiniz.]
Yani; sizin halinizi ıslah için taraf-ı ilâhiden vaz olunan ahkâm cümlesindendir ki, sizden herbiriniz sirkat, gasp, riba ve rüşvet gibi bâtıl surette aharın malını yemeyin ve emval-i nastan bir parçasını hakimlere verdirecek iftirada bulunup da günah olduğunu bildiğiniz halde nâsm malından bir miktarım hakimlere vermek ve kendiniz yemek için hükümete müracaat edip mahkemelerde dolaşmayın. Zira; fuzulî olarak sahibinin izni olmaksızın gayrın malını yemek haram olduğu gibi hakimlere vermek de haramdır.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile maldan maksad-ı aslî ekil olduğundan, bâtıl olarak ekilden nehyolunmuştur. Yoksa sair tasarrufat ve intifa dahi haramdır. Meselâ elbiseyse giymek ve atsa binmek ve deveyse yük yükletmek haramdır.
manâsıyla birşeyi atmak ve bir mahalle koymaktır. Bu makamda; bâtıl olarak emvali hakimlere vermeyin demektir. Hakimlere emval-i nâsı bâtıl olarak vermek nasıl olur? Meselâ: yedinde bulunan emaneti inkârla mahkemeye müracaat olunduğunda nısfını kendi yemek için nısf-ı âharini hakime rüşvet vermek ve yetimin malını inkârla bir miktarını hakime vermek veyahut para alarak, yalan yere şehadet edip gayrın hakkını huzur-u hakimde iptal etmek suretleriyle vaki olur. Velhasıl kendinin haksız olduğunu Bildiği halde, işi davaya düşürüp hakime rüşvet vermekle haksızlığı haklı göstermek haram olduğu gibi bu suretle aldığı mal dahi haramdır.
Batıl olarak ekletmek Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran dört suretle olur: Birincisi; sirkat, gasp, nehb, garât, zulüm, taaddi suretleridir. İkincisi; kumar, çalgı, şarap ve sair oyunlarla alınmak suretleridir. Üçüncüsü; rüşvet, dördüncüsü; emanet ve vasiyet gibi hususatta hıyanet suretleridir. Çünkü; bunların cümlesi gayrın hukukuna tecavüz etmek ve kendi için mubah olmayan şeye elini uzatmaktır.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran âyet-i celile (İmre-ül Kays) — ki, İbn-i Abis — hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Rabiat-ül Hadremi) (İbn-i Âbis)'ten bir tarla davasında bulundu, Esna-yı muhakemede Resulullah (Hadremi)'ye «Şahidin var mıdır?» buyurdular. (Hadremi) şahidden izhar-ı aczedince (İmre-ül Kays) yemin etmek üzere hazırlandığı zaman Resulullah «Bigayrı hakkın, gayrın malını almak için yemin eden kimseye Allahü Tealâ gazap eder» buyurması üzerine (İmre-ül Kays) yeminden nükûl edip tarlayı (Hadremi)'ye teslim edince, bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu âyetin sebeb-i nüzul ve manâsına nazaran hakimin bir meselede hükmü, zahirde nafiz olsa dahi bâtında tesiri yoktur. Yani; zahirde hakimin hükmü mahkûmun aleyhi itaate mecbur ederse de bâtında hükümde hata olduğundan hakimin hükmü haksız olarak hükmolunan malı halâl kılmaz. Binaenaleyh; hakimin hükmü zahirde hakkı zayi' ederse de bâtında hakkı zayi' edemez.
Hulâsa; insanların kendi aralarında öâtıl bir sebeple birbirinin malını almak caiz olmadığı, nâsm malından bir miktarını yemek için hakimlere rüşvet vermek haram ve haramı bilerek yemek, bilmeyerek yemekten daha ziyade günah olduğu bu âyetter müstefad olan fevaid cümlesindendir. [3]
Vacip Tealâ bigayrı hakkın âharin malını yemek caiz olmadığını beyandan sonra hilâlin ahvalini ve menfaatini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Ekrem'im! Nas sana ayların azalıp çoğalmasından sual ederler. Sen onlara cevapla de ki: «Aylar nasm muame-lât-ı diniye ve dünyeviyesinin ve haccnrvakitleridir.»] Çünkü nas; haccın, orucun, bayramın borçlarının ve ekin ekilecek ve bağ bu-danacak vakitlerini aylar vasıtasıyla bildiklerinden, hilâlin azalıp çoğalması nâsın mesâlih-i diniye ve dünyeviyelerinin güzel surette cereyanı içindir.
Bu âyetin sebeb-i nüzulü; ashaptan (Maaz b. Cebel) ve (Salebe b. Ganem)'in «Ya Resulallah! Hilâlin hal-ü şanı nedir, azalır ve çoğalır, bunun hakikati nedir ki bir hal üzere olamıyor?» unvanında irad ettikleri sualleridir. Şu halde bu sual; hilâlin mahiyetini istifsar iken verilen cevap, hilâlin azalıp çoğalmasında iba-tja ait olan fevaid ve hikem-i mesalihi mutazammın olan menafiı-ni beyanladır. Çünkü; hilâlin mahiyetini bilmekte beşer için bir fayda olmadığından Cenab-ı Hak saillerin hallerine münasip suretle cevap vermiş ve lâyık olan da bu cihetten sual etmek olduğuna işaret buyurmuştur.
Çünkü; hilâlin ziyade veya noksan olmasından bir ay hasıl olup un iki aydan bir sene hasıl olmasında ise insanlar için birçok menfaat yardır. Bütün ibadatın zamanlan bununla hasıl olduğu gibi hatunların iddetleri ve hayzın ve hamlin ve gocuğun meme emmeden kesilme müddetleri ve bilûmum muamelât-ı ticariye ve ziraiye zamanları aylarla hasıl olduğundan, aylarıft bu minval üzere cereyanı nasın menafiine hadimdir. Kamerin mahiyetinden şimdiye kadar beşerin idrak edebildiği şey; ilm-i heyette bahso-lunduğu veçhile kamer zatında muzlim bir cism-i kürevi olup şemse mukabelesinde ziyayı şemsden almasından ve araya arzın hail olmasıyla husuf hasıl olmasından ibarettir ve bu da zannî bir-şeydir. Çünkü; hakikatin neden ibaret olduğunu bilmek mümkün değildir. Zira; Bizzat kürre-i kamere kadar çıkıp teftiş eden yoktur. Fennin ise her asırda erbabının tetkikatına göre değiştiği malûmdur. Şu halde kafi birşey keşf olamamıştır ve olunamaz. Çünkü; mesafe uzaktır.
[İyilik sizin evlerinizin arkasından gelmenizde olmadı ve lâkin iyilik haramdan nefsini saklayan kimsenin iyiliğidir. Ve evlere kapılarından gelin arkalarından gelmeyin. Âhirette felâhyap olmanız için Allah'tan korkun ve haram olan şeylerden içtinab edin.]
Bu âyetin ehiileye ve hacca münasebeti; saülerin hem ehille-den hem de hac için ihram zamanında hanelerin arkasından girip çıkmak iyilik olup olmadığından sual etmeleridir. Çünkü; hac için ihrama girdiklerinde evin kapısından girmeyip arkasından bir delik açarak ondan girerler ve çıkarlar ve bu hali iyilik sayarlar ve ibadet itikad ederlerdi. Cenab-ı Hak haccı zikirden sonra hanenin arkasından girip çıkmak iyilik olmayıp, iyilik;-ancak ittika eden kimsenin iyiliği olduğunu ve evlerin kapısından girip çıkmak lâzım geldiğini beyan ve dünyada ve âhirette korktuğundan kurtulmak ve umduğuna nail olmak ittikada olduğunu tavsiye buyurmuştur. Yahut âyette ehiileye münasebet şöyle tevcih olunmuştur: Ehillenin mahiyetinden sualin, hallerine münasip olmayan şeyi sual etmeleri, ev kapısı dururken pencereden girmeleri gibi olduğunu beyanla, hallerine münasip olan cihetten sual etmeleri lâzım olduğuna dair tenbih olunmuştur. Buna nazaran âyetin manâsı : «iyilik sualin aksi tarafından başlamakta değildir. Zira; aksi taraftan başlamak kapı dururken bacadan girmek gibidir ve lâkin iyilik bu misilli suallerden hazer edip, münasip olmayan şeye cesaret etmeyen kimsenin iyiliğidir. Binaenaleyh; dünyada ve âhirette felâhyab olmanız için bu gibi sualleri irad etmekte Allah'tan korkun» demektir,
Şu tevcihe nazaran herşeyin münasip olan cihetinden ve o şeyin husule gelmesi için tertip olunan kapıdan girmek lâzım olduğuna ve lâyık olan ciheti terkedip lâyık olmayan cihetten başlamak iyi netice vermeyip fena netice vereceğine âyette tenbih vardır. Çünkü; aksi kapıdan girmek aksi netice vereceğinde şüphe yoktur. Zira; tersinden başlanan işlerin ters netice verdiği her zaman görülmekte ve bu âyetin sırrı zuhur etmektedir.
Hulâsa; Resulullah'a ayların ahvalinden sual ettikleri ve Re-sulullah'ın dahi ayların ahvali nasın muamelât ve ibadetlerinin vaktini bildirmek diye cevap verdiği ve evlerin kapıları dururken pencerelerinden girmek iyilik olmadığı ve iyilik ancak ittika eden kimsenin iyiliği olup, evlerin kapılarından girmek lâzım geldiği ve ters başlayan işin fena netice vereceği ve felâhyab olmak için Allahü Tealâ'ya ittikanm vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [4]
Vacip Tealâ, takva ile emirden sonra takvanın eşeddi olan düşmanla mukateleyi emretmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Sizinle mukatele eden düşmanlarınızla i'lâ-yı kelimctullah ve riza-yı Barî'yi tahsil için siz de mukatele edin ve sizinle muahede eden kimselerle mukatele etmekle hududu tecavüz etmeyin. Allahü Tealâ hududu tecavüzle zulmedenleri sevmez.]
Yani; ey müminler! Sizin için ittika lâzımdır ve cümle-i itti-kadan birisi de dininize düşman ve sizinle muharebe ve mukatele edenlerle mukatele etmektir. Şu halde riza-yı ilâhiyi talep ve Al-lahü Tealâ'nm yolunda çalışmak için size ilân-ı harbedenlerle siz de muharebe edin ve lâkin ahdi nakzetmek ve kadınları ve çocukları ve harbe iktidarı olmayan ihtiyarları öldürmekle zulüm ve gadretmeyin. Zira; zulmetmekle hududu tecavüz edenleri Allahü Tealâ sevmez. Binaenaleyh; Allah'ın emri hilâfında hareket etmeyin ki, mahabbet-i ilâhiyeden uzak olmayasmız.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; Resulullah umre kasdıyla Mekke'ye azimetinde müşriklerin mani olmaları üzerine (Hudeybiye) denilen mahalde o sene için Mekke'ye girmemek ve gelecek sene gelip, üç gün Mekke'de ikamet ve umre edip avdet etmek üzere akd-i musalaha olununca eshab-ı Resulul-lah'm «Gelecek sene müşrikler ahdi nakzeder, bizimle harem dahilinde mukatele ederlerse biz ne yolda hareket edeceğiz?» diyerek endişe etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir, buna nazaran manâ-yı âyet: [Telâş etmeyin, velev Harem-i Şerifte olsun sizinle mukatele edenlerle siz de mukatele edin ve mukatele etmeyenlere tecavüz etmeyin] demektir.
Hâzin ve Medarik'in beyanlarına nazaran kıtal hakkında evvel nazil olan âyet budur. Zira; iptida-yı İslâmda Cenab-ı Hak müşriklerle mukateleye müsaade etmemişti. Zira; ehl-i İslâm, müşriklere nispetle zayıf olduklarından o zamanda mukatele felâketten başka birşey değildi. Resulullah'ın Medine'ye hicreti ve îslâmm bir miktar şevketi üzerine Cenab-ı Hak, müşriklerden ehl-i İslâmla mukatele edenlerle mukatele edilmesini emretti ve bu emirden sonra Resulullah da harb için tedarikâta başlamış ve icabında mukatele etmiştir. Çünkü; bu âyette ehl-i İslâmla mukateleye hazırlanmış ve fırsat buldukça mukateleye nasb-ı nefsetmiş olanlarla mukatele meşru' kılınmıştır. Şu kadar ki «Harbe iktidarı olmayan kadınlara, sabilere ve malullere tecavüz etmeyin» buyurulmuştur. Zira emr-i ilâhi hilâfında hareket etmek zulümdür. Ve zulmedenleri ise Allahü Tealâ sevmez.
Bu âyette evliya-yı umur için iyi bir ders vardır. Zira; Vacip Tealâ ehl-i îslâmın azlığım ve mühimmatın noksanlığını nazar-ı itibare alarak mukatele edenlerle mukatele etmeyi ve mukatele etmeyenlere tecavüz etmemeyi emretmiştir. Eğer ehl-i İslâmm zaafı zamanında mukateleyi emretmiş olsaydı İslâmm ada-yı din ile muharebeye tahammülü olmadığından inkırazına badi olurdu. Şu halde İslâmm işi başında bulunan zevat için bu esaslara dikkat etmek ve daima düşmanla ehl-i İslâmm kuvvetini mukayese edip ve mukabele-i bilmişle sa'yeylemek ve icab-ı zamana göre muamele yapmak umur-u mühimmeden olduğuna âyet-i celile delâlet eder. Gerçi ehl-i İslâmm muharebesi din-i ilâhiyi i'lâ için olduğu cihetle Cenab-ı Hak muavenet ederse de esbab-ı maddiyenin ihzarı elbette lâzımdır. Zira adât-ı ilâhiye; esbab-ı maddiyeye tevessülle beraber müsebbebatı halk etmektir. [5]
Vacip Tealâ mukatele edenlerle mukateleyi emrettikten sonra Harem-i Şeriften mâada her yerde mukateleyi emretmek üzere buyuruyor.
[Her nerede bulursanız müşrikleri katledin ve sizi Mekke'den nasıl çıkardılarsa siz de onları öylece çıkarın.] Zira ceza; amel cinsindendir. [Ve insanları meşakkate düşüren fitne katilden daha eşeddir.] Çünkü; katlin acısı birden geçer ve lâkin fitnenin ıztırabı aylar ve yıllarca devanı eder. [Sizinle müşrikler Mescid-i Haram'da mukatele edinceye kadar onlarla Mescid-i Haram'da mukatele etmeyin. Eğer müşrikler Mescid-i Haram'da sizinle mukatele ederlerse, siz de onlarla mukatele edin. İşte kâfirlerin cezası böylece katlolunmaktir. Şu halde eğer müşrikler şirkten vazgeçer, iman eder ve mukateleyi terkederlerse, Allahü Tealâ onların geçmiş günahlarını affeder. Zira; Allahü Tealâ tevbe edenlerin günahlarını mağfiret edici ve tevbelerini kabul etmekle merhamet buyurucudur.]
Vacip Tealâ ehl-i îslâmın zaafına binaen bundan evvelki âyette mukatele edenlere, mukabele etmeyi emretmişti. Bu âyette ehl-i İslâmın şevketi tezayüd ettiğinden mukatele eden ve etmeyen bilûmum müşriklerle mukateleyi emretmiştir. Çünkü; iklim-i Hicaz'dan şirkin tamamen kaldırılması zamanı gelmiş ve ehl-i İslâmın hali buna müsaid olmuştu. Yalnız Harem-i Şerifin hürmetini muhafaza etmek için Harem-i Şerifte mukatele onların mukate-lesine talik olunmuştur. Şu halde Harem-i Şerifte müşrikler mukatele ederlerse, müslimler de mevzunlardır ve müşrikler ellerini çekerlerse, müminlerin de ellerini çekmeleri lâzım olduğu beyan olunmuştur. Müslümanları, ehl-i Mekke'nin, Mekke'den hicrete mecbur ettikleri gibi müslümanlar da müşrikleri şirkte ısrar ettikçe Mekke'den çıkarmalarını Cenab-ı Hak emreylemiş ve fetihten sonra Resulullah Mekke'den ve Medine'den müşrikleri tardetmiş ve Ceziret-ül Arab'da iki dinin cem' olamayacağını beyan buyurmuş olup, Hz. Ömer zamanında beyan-ı Resulullah'm eseri zuhur etmiş ve binaenaleyh; Ceziret-ül Arab'da müşriklerin kökü kesilmiştir.
Fahr-i Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyette fitneyle murad; kâfirlerin küfrüdür. Zira küfür; yeryüzünde fesada ve zulme sebep olduğundan fitne olduğu gibi küfür katilden de eşed bir cinayettir. Çünkü; sahibi ebediyen Cehennem'e müstehak olur, halbuki kaatil; ebediyen Cehennem'e müstehak olmaz yahkt kâfirlerin ehl-i İslâmı Mescid-i Haram'da men'etmeleri bir fitnedir ki, katilden daha eşeddir. Zira; Allah'a ibadetten men'etmek-tir. Yahut; onların Harem-i Şerifte şirketmeleri bir fitnedir ki sizin onları HareirTde katletmenizden daha eşed demektir. Çünkü Harem-İ Şerif; mahall-i ibadet ve bir makam-ı mukaddes olduğu halde cinayetin en büyüğü olan küfrü irtikâp etmek elbette eşeddir.
Yahut Nimetullah Efendi'nin beyanı' veçhile âyetin manâsı şöyledir : [Siz kâfirler arasına fitne ilka edin. Zira; fitne onları katletmekten daha eşeddir. Çünkü; katlin eseri derhal kesilir.
Amma fitnenin eseri çok devam eder ve onları muztarip kılar ve perişan eyler] demektir. İşte şu manâya nazaran bu âyetin hükr müyle düşmanlar amel edip bizini içimizde fitne uyandırmakla bizi felâketten felâkete sürüklüyorlar. Biz ise bu cihetle hiçbir eser-i hayat gösteremiyoruz.
Hulâsa; muahede altında olmayan ve bizimle muharip olan kâfirler her nerede olursa olsun i'lâ-yı kelimetullah için katillerinin meşru' ve onları memleketlerinden tardetmek caiz olduğu ve fitnenin katilden daha ziyade müessir bulunduğu ve onlar Mes-cid-i Haram'da mukatele etmezlerse Mescid-i Haram'da mukatele-nin caiz olmadığı ve eğer onlar Mescid-i Haram'da mukatele ederlerse mukatelenin müminlere de meşru' olduğu ve kâfirler küfürlerinden dolayı, şiddetle cezaya müstehak oldukları ve eğer küfürlerinden vazgeçerlerse Cenab-i Hakkın kusurlarını affedeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [6]
Vacip Tealâ kıtal ile emirden sonra fitne kesilinceye kadar kıtalin devamını emretmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Sik mukatele ederek müşriklerle fitneleri bitinceye kadar kıtale devam edin ki, şirk ortadan kalksın, dinin küllisi Allahü Tealâ'ya mahsus olsun. Eğer müşrikler şirkten vazgeçerlerse onlara tecavüzle zulüm yok, illâ zalimlere ceza vardır.]
Yani; müşrikler iman ile tevbe ve istiğfar etmezlerse, siz onlarla mukateleye devam edin : fitne ve fesadları kesilip dinin küllisi Allahü Tealâ'ya mahsus oluncaya kadar. Çünkü; fitneden ibaret olan şirk ortadan kalkınca din, din-i ilâhi olur. Şeytan'ın dinden nasibi kalmaz. Zira; Şeytanın dini tevhitle münasebeti yoktur. Onların fitneleri kesilinceye kadar kıtale devam lâzım olunca, eğer müşrikler şirkten vazgeçer ve iman ederlerse, onlar üzerine zulümle tecavüz yoktur. Ancak zalimlere zulümlerinin miktarı ceza vardır. Çünkü; zalimler hudud-u ilâhiyeyi tecavüz ettiklerinden onlar, tecavüzlerine mukabil günahları miktarı ceza göreceklerdir. Zira adalet; herkesin kabahatine göre ceza vermektir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü; ehl-i Mekke'nin müminlere eza eyleyerek irtidadlarını teklif ve ısrar etmeleridir. Şu halde manâ-yı nazım : [Siz müşrikleri katledin ki, onlara galebe edesiniz ve bu galebe sayesinde onların size teklif ettikleri iriidad fitnesi kalmasın ve ezalarından kurtulmak için behemehal onlarla kıtal etmelisiniz ki, din-i şirk ortadan kalksın ve din-i tevhid onun yerine ikame olunsun ve din ancak din-i ilâhi olsun. Şu halde, eğer müşrikler şirkten vazgeçer, ta'ib-i müstağfir olurlarsa, ortada şirke müteallik fesad kalmaz ve onlar üzerine ehl-i iman tarafından tecavüz olmaz, ancak zulümden dolayı zalimlere ceza olur.]
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet; müşriklerden ancak imanı kabul olunup, iman etmezlerse behemehal kıtal lâzım olduğuna, cizye ve haraç gibi şeylerle müsaadenin caiz olmadığına delâlet eder. Zira; putperestlerin ellerinde kitapları ve başka mercileri olmadığından ihtida etmek ümidi azdır. Binaenaleyh; onlar için ya iman veya katilden başka çare yoktur.
Ancak ehl-i kitap hernekadar kitapları tahrif olunmuş ve ih-ticaca salih bir halde değilse de ahkâm-ı şer'iye ve edyan-ı ilâhi-yeden haberdar ve duygulu oldukları cihetle hakkı kabul ve ihtida etmek onlardan her zaman memuldur. Çünkü; dinle ülfetleri olup sonra gelen dinin evvelkini neshettiğini de bildiklerinden onlardan cizye ve haraç almakla müsaade ve mühlet verilmesine ruhsat-ı şer'iye vardır, behemehal katil lâzım değildir. Çünkü; on-larm ellerinde bir mercileri ve düşünceye sevkedecek duyguları olduğundan onları imana icbara hacet yoktur, fakat müşrikler öyle değildir.
Hulâsa; fitnenin vücudunu ortadan kaldırmak ve dinin küllisi Allahü Tealâ'ya mahsus olmak için müşriklerle mukatelenin vacip olduğu ve müşriklerin şirkten vazgeçtikleri surette, onlara tecavüzün caiz olmadığı ve tecavüzle cezanın ancak zalimlere mahsus olduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [7]
Vacip Tealâ kıtali mubah kılınca şu ibâheyi inkâr edenleri reddetmek üzere buyuruyor.
[Bu sene Şehr-i Haram da sizin kıtaliniz bundan evvelki sene Şehr-i Haram'da onların kıtaline mukabildir. Nasıl ki sene-i sabıkada müşrikler, Arapların indinde hürmet olunması âdet olan Şehr-i Haram'ın hürmetini sizin üzerinize bozdular. Bu sene içinde siz de, Şehr-i Haram'ın hürmetini onların üzerine bozmaktan çekinmeyin.] Zira; [Şehr-i Haram; Şehr-i Haram'a mukabildir ve her hürmette kısas vardır.] Binaenaleyh; sene-i sabıkada nasıl ki-onlar sizi ziyaretten men'etmekle, Şehr-i Haram olan Zilkade'nin hürmetine riayet etmeyip size karşı o hürmeti izale ettilerse siz de kısas olarak onlara karşı bu sene Şehr-i Haram'ın hürmetini izale edin. Eğer müşrikler Şehr-i Haram ve belde-i Haram'da sizinle mukateleye kıyam ederlerse, siz de onlara bilmukabele kıtal edin asla düşünmeyin, hemen kılıca sarılın. Zira; hürmet olunması lâzım olan şeylerde kısas vardır ve müsavat üzere muamelede beis yoktur.
[Hürmet olunması lâzım olan şeylerde kısas olunca sizin üzerinize kıtal ile tecavüz eden kimseler üzerine onların size tecavüzü misilli siz de onlar üzerine tecavüz edin Allah'tan korkun ve neh-yolunduğunuz şeyi irtikâp etmeyin ve iyi bilin ki Allah'ın kuvveti ve kudreti müttekilerle beraberdir.] Binaenaleyh; ittika etmeniz lâzımdır ki ittikanız sebebiyle muavenet-i ilâhiyeye mazhar olasınız.
Hâzin'in beyanına nazaran bu âyetin sebeb-i nüzulü : Hicretin yedinci senesi umre etmek üzere Mekke'ye girdiklerinde «Müşrikler nakz-ı ahdüe kıtale kıyam ederlerse, Şehr-i Haram'm hürmeti ne olacak ve biz ne vaziyet alacağız?» diyerek eshab-ı Re-sulullah'm endişe etmeleridir. Çünkü; Resulullah ashabıyla beraber hicretin altıncı senesi Zilkadesinde umre yapmak üzere (Hu-deybiye)'ye geldiğinde müşrikler ziyaretten men'e kıyam ettiler ve (Hudeybiye) musaleha-i meşhuresi akdolundu.Musalehaname-nin ahkâmından birisi; «Resulullah'm o sene Mekke'ye girmemesi ve gelecek sene Mekke'ye girip, umre yaparak üç günden ziyade durmayıp, avdet etmesi» idi. Bu vak'a Araplar indinde hürmeti lâzım olan Eşhür-ü Hurum'dan Zilkade ayında vaki oldu. İşte Mekke'liler o ayın hürmetini ihlâl ederek Resulullah'ı ve eshab-ı kirammı ziyaretten men' ve kıtale kıyam etmeleri üzerine meşhur (Hudeybiye) muahedesi akd olundu ve sene-i atiyede —ki hicretin yedinci senesi Zilkadesidir — muahede veçhile Resulullah Mekke'ye azimet tasavvur edince eshab-ı tarafından «Kâfirler ahdi nakzeder ve muharebeye kıyam ederlerse, Şehr-i Haram'ın hürmeti nerede kalır ve bizim halimiz ne olur?» gibi endişeye düşünce, Cenab-ı Hak bu âyetle onların endişelerini izale etmiş ve onlara «mukabelede beis olmadığını ve bu senenin Şehr-i Haramı sene-i sabıkanın Şehr-i Haramına mukabil olduğunu ve onlar Şehr-i Haram'm hürmetine riayet etmedikleri gibi sizlerin de riayet etmemenizde bir zarar olmayacağını» bildirmiş ve bu suretle eshab-ı Resulullah'ı tesliye eylemiştir. Çünkü; insanların yekdiğerine karşı hürmetleri mütekabil olup hurumatta kısas lâzım olduğunu beyan buyurdu. Zira; insanın kanını mubah addedenin kanı o insana mubah olur. Binaenaleyh; bir insanı bigayrı hakkın katle kıyam eden kimseyi ondan evvel muhafaza-i nefs için katletmek mubahtır. Kısasta müsavat lâzım olduğundan müsavatın haricine tecavüz etmek caiz olmadığına işaret için âyetin âhirinde Vacip Tealâ ehl-i imanı ittikaya davet etti ve muavenet-i ilâhiye-nin müttekilerle beraber olduğunu beyan buyurdu ki, müşrikler tarafından kıtale kıyam edilmedikçe fuzulî tecavüzatta bulunmasınlar.
Hulâsa; Şehr-i Haram'da kıtal haram olduğu halde kâfirler o hürmete riayet etmezler de kıtale mübaşeret ederlerse, müslü-manlar için de mukabele suretiyle kıtalin caiz ve haram olan şeyde kısas ve mukabele-i bilmisil meşru' olduğu ve ehl-i imana tecavüz edenlere, onların tecavüzleri miktarı tecavüzün lâzım olup ziyadesi caiz olmadığı ve lüzumundan ziyade tecavüzde Allah'tan korkmak lâzım geldiği ve Allah'ın inayeti müttekilerle beraber olduğunu müminlerin bilmeleri vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [8]
Vacip Tealâ cihadla emirden sonra cihadın levazımından olan emvali sarfla emretmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Malınızdan bir miktarını Allahü Tealânın yoluna sarfedin ve Allah yoluna sarfetmekten imsakla nefsinizi tehlikeye atmayın, muhtaç olanlara ihsan edin. Zira; Allahü Tealâ ihsan edenleri sever.]
Yani; ey ehl-i iman! Allah'ın rızasını tahsil için emvalinizden bir miktarını fisebilillâh cihada sarfedin. Zira; cihadda malınızı sarfa ihtiyaç vardır ve sarfı lâzım olan yere sarf etmemekle nefsinizi tehlikeye koymayın. Çünkü; cihadda lâzım olan eslihaya ve mücahidlerin nafakalarına malınızı sarf etmekten buhl ederseniz, düşmanlarınız size galebe eder, malınızın ve canınızın helakine sebep olur. Binaenaleyh; emvalinizi emr-i cihada sarf etmekten buh-letmeyin ki, nefsinizi tehlikeye atmış olmayasmız. Bilcümle malınızı da israf etmeyin ki, emri maişetinizi haleldar etmekle tehlikeye düşmeyesiniz. A'mâlinizi ve ahlâkınızı güzeî yapın ve muhtaç olanlara ihsan edin. Zira; Allahü Tealâ ihsan edenleri sever.
Bu âyetin sebeb-i nüzulü: Beyzâvî'nin "beyanı veçhile ashab-ı izamdan bazılarının harbi terketmeyi düşünmeleridir. Çünkü; Ebâ Eyyub-el Ensarî Hz.'nin «Rasulullah'tan gizli olarak bazı ashab-ı kiram ile esna-yı musahabemizde Allahü Tealâ Islama kuvvet verdi ve muavenet edenler çoğaldı, biz harbi terkle malımızın başında bulunsak ve harab olanları imar etsek, daha iyi olur gibi bazı mutaleatta bulunarak harbetmemeyi nefsimizde tercih edince, Allahü Tealâ bu âyeti inzal eyleyerek bizi reddetmekle fikrimizin hata olduğunu meydana koydu» dediği mervidir. Şu halde nefsi tehlikeye atmakla nıurad; harbi terkede-rek herkesin kendi malıyla meşgul olmasından ibarettir. Buna nazaran âyetin manâsı: [Harbi terketmekle nefsinizi tehlikeye at-maym, icabında harbe devam edin] demektir. Bu âyetin nüzulünden sonra Eba Eyyub-el Ensarî Hz. asla harpten kalmamış ve son gazası Kostantiniye üzerine olup, Kostantiniye Kalesinin muhasarası esnasında vefat- ederek o mahalle defn olunmuştur. Der Aliy-yede Eyübsultan'da bulunan kabri elyevm ziyaretgâh-ı enamdır. Radıyallahü anh.
Bu âyette infak, umumi ise de bundan evvel zikrolunan âyetlerin cihat hakkında olması bu âyetteki infakm da cihada infak olmasına delâlet eder. Çünkü infak; mesalih-i diniye ve dünyeviyeye malı sarfetmektir. Fi sebilillâh ile mu-rad; din-i mübindir. Binaenaleyh; din uğrunda sarfolunan herşey fisebilillâh sarfolunmuştur ve cihad umur-u diniyeden olduğu cihetle cihada sarfolunan emval fisebilillâh sarfolunan emvalin âlâ kısmındandır ve elinde malı bulunan ağniyanm bu cihete fazlaca sarf-ı himmet etmeleri lâzımdır. Zira cihad; top, tüfek gibi esli-haya, bomba ve dinamit gibi alât-ı nariyeye, at ve araba ve otomobil gibi vesait-i nakliyeye, tayyare ve tank gibi alât-ı harbiye-ye, zırhlısından tahtelbahrine kadar müteaddid vesait-i bahriyeye ve esliha-i harbiye için külliyetli miktarda mühimmata ve daha nice nice aletlere muhtaç olduğu herkesçe malûm ve hergün görülmekte olup, bunların cümlesinin tedariki ise mal sarfına muhtaç olduğundan Cenab-ı Hak muktedir olanlara malını sarfla emrediyor. Gerçi infak; hacca, umreye, sıla-i rahma, fukaraya sadakaya, evlâd-ü ıyalin nafakasına, yolları tamire, köprüleri yapmaya ve enva-ı hayrata şamilse de burada beyan olunduğu veçhile infaktan maksad-ı aslî; cihad yoluna infak etmektir.
Tehlike; helak olmaktır. Binaenaleyh tehlike; infakta israf etmekle malı zayi edip maişetten, âciz olmak suretiyle olduğu gibi emr-i cihada sarfetmeyip düşmanın galebesi ve musallat olmasıyla dahi olur. Şu halde nefsi tehlikeye koymaktan nehiy; her iki cihetten yani israftan ve buhulden nehiydir. Zira; ikisi de helake sebeptir. Yahut âyetin sebeb-i nüzulünde beyan olunduğu veçhile tehlike; harbi terkedip oturmaktır. Şu halde «Nefsinizi tehlikeye atmayın» demek «Muharebeyi terkle rahata alışmayın» demektir. Çünkü; muharebeyi terketmek zabıtan ve askeri ceba-nete alıştırdığı gibi rahatı iltizamla hayatına mahabbeti tezyid ettirdiğinden düşmana karşı varmayı sevmez bir hale getirmek ve fenn-i harbi unutturmaktır. Binaenaleyh; icabında harbi terkeden millet hadîs-i şerifinin ihtiva ettiği hikmetten gafil ve atalete mahkûm kadınlar mesabesinde birtakım insanlar olacağı cihetle, şu beyan olunan ahvalin cümlesi düşmanın galebesini ve bu vesileyle milletin tehlikesini mucip olduğundan Ce-nab-ı Hak muharebeyi terketmek tehlike olduğunu beyan buyurmuş ve o tehlikeye düşmekten ehl-i imanı nehyetmiştir. [9]
Vacip Tealâ din-i İslâmm ihya ve muhafazasına sebep olan cihadla emir ve terkinden nehyettikten sonra erkân-ı İslâmiyeden olan hac ile emretmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Hacla umreyi Allah'ın rızasını tahsil için itmam edin ve şeraiti erkânını tamam yerine getirin, noksan bırakmayın ve vacip olan haccı itmam için yola çıktığınızda eğer düşman tarafından yahut başka bir sebeple yolunuza devamdan hapsolunur. Mekke'ye kadar gitmeye imkân bulamazsanız muktedir olabildiğinizden bir kurban gönderin ve göndermiş olduğunuz kurban, mahalline varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin.] Zira;
gönderdiğiniz kurban, mahalline varıp kesilmedikçe ihramdan çıkmak caiz değildir.
Hacla u m reyi itmam ile murad; şerait ve sünen ve âdabını yerıve getirmektir. Ve bu itmam, hacca niyet edip İh-. rama girdikten sonra vacip olur. Umrej'şafiî indinde vacipse de, hanefî indinde değildir. Zira; Resuîullah'a «Ya Resul allah! Hac gibi umre de vacip midir?» denildiğinde ( V ), yani «Umre vacip değildir ve lâkin senin için umre yapmak hayırlıdır» buyurduğu (Cabir,) Hz.'nin rivayetiyle Beyzâvî'nin cümle-i beyanatmdandır.
Haccm şartları; sağlara olmak, binip inmeye muktedir olmak, gidip gelinceye kadar havayic-i zaruriyenin haricinde servete malik olmaktır. Bu evsafı haiz olan kimseye hac farzdır.
Haccm erkânı üçtür: Birincisi; hacca niyetle ihrama girmek, ikincisi; Zilhiccemin dokuzuncu günü Arafatta bulunmak, üçün-'üsü; Arafat'tan sonra Beyt-i Şerifi tavaf etmektir. Binaenaleyh; tuccm manâ-yı şer'isi: şu erkân-ı selâseyi eda etmektir. Bunlardan biri noksan olursa hac fasid olur ve bu erkânın birtakım va-cibat ve sünen ve adabı kütüb-ü fıkhiyede mezkûrdur.
Bu âyette beyan olunan ihsarIa murad; hacca giden. kimsenin yolda düşman tarafından veyahut sair bir afetle yoluna devamdan -men olunmasıdır. Ayetin manâsında beyan olunduğu veçhile mahsur olan kimse, kurban gönderir, Harem dahilinde ke-silinceye kadar ihramdan çıkmaz, kesilince çıkar. Fakat sene-i âti-yede hac etmek lâzımdır.
ediy ; mahsur olan kimsenin gönderdiği kurbandır, Mekke fukarasına hediye olduğu için bu kurbana hediy denilmiştir. Hediy; hayvanattan deve, sığır, koyundan caizdir. Herkesin iktidarına göre göndermesi caiz olduğuna işaret için Cenab-i Hak (Müyesser olanı gönderirsiniz» buyurmuştur.
Şu halde mahsur olup da kurban gönderecek kimse kuvve-i maliyesi nisbetinde bir kurban gönderir ve gönderdiği kimseyi mukavele eder ki, filân gün Mekke'ye gidecek ve kurbanı kesecek sin. O gün gelip kurbanın kesildiğini tahmin ettiği zaman tıra olmak veyahut sakalından veya saçından bir miktarını kırpma! ile ihramdan çıkar.
Hulâsa; Allah'ın rızasını tahsil için niyet ettiği haccı vey. umreyi ikmal etmek vacip olup eğer hac yoluna devam etmekteı men olunursa, Harem dahilinde kesilmek üzere bir kurban gön dermek lâzım olduğu ve kurban mahalline varıncaya kadar ihram dan çıkmak caiz olmadığı, bu âyetten müstefad olan fevaid cüm lesindendir. [10]
Vacip Tealâ haccı ve umreyi itmamla emirden sonra ihramır hürmetini ihlâl edecek hastalık ve saire gibi şeyler arız olduğunda ihramda olan kimsenin ne suretle hareket edeceğini; beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mahsur olan kimsenin (hedy)i mahalline varıp kesilmezden evvel hacca niyet etmiş olan kimse ihramdan çıkamayınca sizden bir kimse hasta olur veyahut hasında eza verecek birşeyi bulunur, ve tıraş olmak icab eder, tıraş da olursa, o kimse üzerine vacip olan, zenginse fidye verir ve eğer fakirse üç gün oruç tutar ve orta halli olanların üç fitre bedeli sadaka vermesi vaciptir, ağ-niya olanların fidyesi kurban kesmektir ve kurbanı kudreti nisbetinde intihab eder.]
Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran âyet-i ce-lile Hudeybiye'de (Kâ'b b. Umeyr) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; Hudeybiye'de Resulullah (Kâ'b)'in başında ve sakalında kehle gibi eza verecek bazı şey görünce «Başındaki böcekler sana eza veriyor mu?» buyurdu. Kâ'b «Evet ya Resulallah!» dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Risaletmeab Efendimiz de «Tıraş et başını, üç gün oruç tut veyahut altı fakire üç ölçek hurma ver veyahut bir koyun kurban kes» buyurması üzerine Resulullah'm vermiş olduğu hükmü müeyyid olarak bu âyetin nazil olduğu mervidir. Şu halde âyet; ihramda olan kimseye arız olacak şeylerin ahkâmım beyan için inzal olunmuştur. Meselâ, ihramda olan kimse dikilmiş elbise giyemeyeceği halde elbise giymesini icab eder hastalık veya soğuk olursa, fidye vermek şartıyla libas giymesine müsaade-i şer'iye vardır.
Fidye; sebeb-i nüzulde beyan olunduğu veçhile üç gün oruç tutmak veyahut altı fakirin karnını doyurmak veyahut bir kurban kesmektir. Fidyenin vücubu; ruhsat-ı şer'iyeyi işledikten sonradır. Zira fidye vermeye sebep; ruhsat-ı şer'iyeye ikdam etmek olduğu cihetle, ruhsat-ı şer'iyeyi işlemek mukaddem olmak lâzımdır. Çünkü: birşeyin sebebi bulunmayınca müsebbip bulunamaz.
Hulâsa; ihramda olan bir kimse hastalanır veya ihramın ahkâmına riayete mani olacak ve eza verecek birşey zuhur ederse, fidye vermek şartıyla ihrama münafi olarak rahatını aramak caiz olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [11]
Vacip Tealâ yolda mahpus olan huccacın ahkâmını beyandan sonra emniyet üzere hacca gidenlerin hükümlerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mevani'den salim olarak hac için ihrama girip hastalık ve düşman gibi bir hâdise zuhurundan emin olduğunuzda, emrolun-duğunuz veçh üzere ef'al-i haccı itmam etmeniz lâzımdır. Şu halde sîzden biriniz hac aylarında umre ibadetini işlemek ve ef'alini ikmalden sonra hacca niyet ederse onun üzerine vacip olan kudreti nispetinde bir kurban kesmektir.] Bu kurban, bayramda kesilen kurban gibi ibadet olduğundan, kurbanı kesen kimsenin etini yemesi caizdir.
Umre; bir ibadettir ki erkânı niyet ve Safa i7e Merr arasında say etmek ve Beyt-i Şerifi tavaf etmektir. Ve hac tine kadar ihramdan çıktığı için de bir kurban keser.
[Kurban kesmek lâzım olunca eğer sizden bir kimse kurbaı bulamaz ve muktedir olamazsa mevsim-i hacda ve üç gün Mekke' de yedi gün de dönüp memlekete geldiğinizde oruç tutmak vacip
tir.] Zira; Mekke'de misafirin oruç tutmasında güçlük olduğun' dan yedisi vatanınıza avdetinizde vaciptir. [İşte şu zikrolunan üçi Mekke'de ve yedisi memleketini/dedir ki. bu on gün oruç aşere-i kâmiledir. Ve kurban makamına kaimdir.] Binaenaleyh: bu on orucu tutan kimse kurban sevabından mahrum olmaz.
[İşte şu haec-ı teuıettua niyet eden kimsenin kurban kesmesi ve kurban bulamazsa, üçü Mekke'de ve yedisi memleketinde olmak üzere on gün oruç tutması ehl-ü ivali Mescit!-i Haram'da olmayıp kendisi âfâkî ve gurebadan misafir oîan kimselere mahsustur, ehl-i Mekke için değildir.] Zira; ehl-i Harem'in kurbana ihtiyaçları olmadığından kurban ve oruç onlar için lâzım değildir. [Ve umur-u haccı işlemekle menhi olan şeylerden Allahü Tealâ'ya ittika edin ve iyi bilin ki, emr-ü nehiy hilâfında hareket edenlere Allah'ın azabı şiddetlidir.]
Bu âyette beyan olunan hac; hacc-ı zemettudur. Hacc-ı temettü'; bir kimse hac aylarında yalnız umreye niyet eder, Mekke'ye girer, efal-i umreyi ikmal ettikten sonra ihramdan çıkar, kurban keser veya oruç tutar, Mekke ahalisi gibi hac mevsimine kadar kalır, hac mevsiminde tekrar hac için niyet eder, ihrama girer. Şu halde umreyle hac arasında ihramdan çıkıp ibram için haram olan şeyler mubah olmakla intifa ettiğinden bu hacca hacc-ı temettü' denmiştir. Çünkü; ihramda devam etmiş olsaydı, ihram için de haram olan şeylerle intifa edemezdi.
Umre; bir ibadettir ki erkânı niyet ve Safa Ve Merr arasında say etmek ve Beyt-i Şerifi tavaf etmektir. Ve hac v.-j]-tine kadar ihramdan çıktığı için de bir kurban keser.
[Kurban kesmek lâzım olunca eğer sizden bir kimse kurbaı bulamaz ve muktedir olamazsa mevsim-i hacda ve üç gün Mekke' de yedi gün de dönüp memlekete geldiğinizde oruç tutmak vacip tir.] Zira; Mekke'de misafirin oruç tutmasında güçlük olduğun-dan yedisi vatanınıza avdetinizde vaciptir. [İşte şu zikrolunan üçi Mekke'de ve yedisi memleketini/dedir ki, bu on gün oruç aşere-i kâmiledir. Ve kurban makamına kaimdir.] Binaenaleyh: bu on orucu tutan kimse kurban sevabından mahrum olmaz.
[İşte şu hacc-i temettua niyet eden kimsenin kurban kesmesi ve kurban bulamazsa, üçü Mekke'de ve yedisi memleketinde olmak üzere on gün oruç tutması ehl-ü i.yali Mescit-i Haram'da ol-mayjp kendisi âfâkî ve gurebadan misafir olan kimselere mahsustur, ehl-i Mekke için değildir.] Zira; ehl-i Harem'in kurbana ihtiyaçları olmadığından kurban ve oruç onlar için lâzım değildir. [Ve umur-u haccı işlemekle menhi olan şeylerden Allahü Tealâ'ya ittika edin ve iyi bilin ki, emr-ü nehiy hilâfında hareket edenlere Allah'ın azabı şiddetlidir.]
Bu âyette beyan olunan hac ; hacc-ı temettudur. Hacc-ı temettü'; bir kimse hac aylarında yalnız umreye niyet eder, Mekke'ye girer, efal-i umreyi ikmal ettikten sonra ihramdan çıkar. kurban keser veya oruç tutar, Mekke ahalisi, gibi hac mevsimine kadar kalır, hac mevsiminde tekrar hac için niyet eder, ihrama girer. Şu halde umreyle hac arasında ihramdan çıkıp ihram için haram olan şeyler mubah olmakla intifa ettiğinden bu hacca hacc-ı temettü' denmiştir. Çünkü; ihramda devam etmiş olsaydı, ihram için de haram olan şeylerle intifa edemezdi.
Bu âyette ehI-i Mekkeyle murad; hanefiye indinde mîkat ve mîkat dahilinde olan ahalidir. Çünkü; mîkat dahili Harem sayıldığından Mekke'ye tabidir. Mîkat; huccacın ihrama girdikleri mahallerdir. Etraftan gelen huccac o mahallerde ihrama girer ve ihrama girmeksizin o mahalli geçemez, eğer geçerse kurban lâzım gelir. Ancak aynen o mahalle gelmek lâzım değil, onun hizası dahi muteberdir. Binaenaleyh; aynen mîkata veyahut mîkatın hizasına gelen kimsenin o mevkide ihrama girmesi vacip olduğundan ihrama girmeksizin o mahalli geçerse vacibi terket-tiğinden kurbanla cebr-i mafât eder. Yani, işlediği günaha kestiği kurban kefaret olur.
Hulâsa; hac edecek kimsenin Mekke'ye girmesine bir mani bulunmayıp her türlü mevanf den salim olduğunda, umreyle hacc-ı temettua niyet ederse onun üzerine muktedir olduğu hayvandan bir kurban kesmek vacip olduğu ve eğer kurban bulamazsa, üç gün Mekke'de ve yedi gün vatanına döndüğünde oruç tutup bu on gün oruç kurban makamına kaim olacağı ve şu hükm-ü şer'i hanesi Harem dahilinde olmayanlara mahsus olduğu ve haccm ve umrenin şerait ve âdabına riayet vacip olup, ittika lâzım ve eğer ittika etmezse Allah'ın azabının şiddetli olduğunu bilmek lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [12]
Vacip Tealâ haccm i'arz olduğunu beyandan sonra haccın zamanını tayinde adabını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Haccın zamanı malûm olan aylar ki Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin evvelinden on gündür.)
[Haccm zamanı bu aylar olunca bir kimse bu aylarda hacca niyet ederek ihrama girer, haccı iltizam eder ve hac kendine farz olursa ihramda oldukça o kimseye haremiyle cima' ve cima'ın le-vazimuıdan çirkin söz yok ve günah işlemekle itaatten çıkmak da yok ve umur-u hacda refikîyle çekişmek ve kavga ve niza' etmek dahi yoktur.]
[Ve hayrolarak her ne işlerseniz Allahü Tealâ onu bilir ve muktezasınca size sevap verir.]
[Azıklanin ey müminler! Ve azığın hayırlısı tahvadır ki, günahlardan sakınmak ve sevaba sebep olan şeyleri işlemektir. Ey akıl sahipleri! Emrime muhalefet etmekte benden korkun.]
Eşhür-ü hacda, Zilhicce'nin onuncu bayram günü dahildir. Zira haccin erkânından olan tavaf-i ziyaret; bayram gününden evvelde eda olunmayıp bayram günü eda olunması o günün eşhür-ü hacda dahil olmasını icab eder. Haccin mevsimi malûm olan aylar olunca, hac o aylardan gayrı başka aylarda caiz olmaz. Bu aylarda hac farz olan kimse demek; hacca niyet edip ihrama girmekle iltizam ederse demektir ki, haccı iltizam eden kimse için tıraş olmak ve av avlamak ve hatuna yakın olmak ve ıtriyat sürünmek ve niza' etmek ve fena söz söylemek caiz olamaz.
Kazi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran bu âyet; Yemen ahalisinden fakir oldukları halde azıksız ve râhilesiz hac eden bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Çünkü; onlar parasız yola çıkarlar ve «Biz Rabbimize mütevekkiliz. Rabbimizin beytini ziyaret edeceğiz de bize rızkımızı vermez mi?» derler ve Mekke'ye kadar gelirlerdi. Fakat açlık onları zelil kılar, dilenciliğe başlarlar ve halkı taciz ederler ve bununla da iktifa etmeyerek hırsızlığa kadar cüret ederlerdi. İşte onların bu gibi harekâtı üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Çünkü; onların bir ibadet edelim derken bin kabahati birden işlemeleri üzerine Cenab-ı Hak huccac için azık tedariki lâzım ve azıksız yola çıkmak hata olduğunu ve yolsuz muamelelerden sakınmak lâzım geldiğini, yiyecek ve giyecek gibi şeyleri azık olarak tedarik nasıl lazımsa, takvayı dahi tedarik öylece lâzım olduğunu bu âyetle beyan ve tavsiye etmiştir.
Nimetullah Efendi'nin beyanı veçhile hac; hayat-ı hakikiye-i ebediyeye nail olmak için ariyet olan hayat-ı dünyanın levazımından vazgeçerek mevt-i mecazî ile vefat etmiş gibi teslimi ilâllah olmak ve hayat-ı ariyetin muktezası olan muamele-i zevciyeyi ve fuhşiyata müteallik fena sözleri ve tâat-ı ilâhiyeden çıkmaktan ibaret olan fısk-u fücuru ve arkadaşları ve hizmetçileriyle mücadeleyi ve ümm-ürrezâil olan buhlü terkederek fıkara ve zuafaya ihsan etmek umur-u lâzımeden bulunduğuna ve dünya seferinde azık lâzım olduğu gibi âhiret seferinde de azık olan, takva ile azıklanmak vacip olduğuna ve bilûmum akıl sahiplerinin takva ile memur olduklarına bu âyet delâlet eder.
Hulâsa; haccın zamanı malûm olan üç ay olduğu ve o üç ayın haricinde haccın edası mümkün olmadığı ve o üç ayda hacca niyet eden kimse için ihramda haremiyle cima', arkadaşıyla niza' ve sair fısk-u fücurun caiz olmadığı,ve hayrolarak her ne-işlenirse, Allahü Tealâ'nın onu bilip sevap vereceği ve maddiyattan olan ekmek ve para gibi şeylerle azıklanmak lâzım geldiği gibi maneviyattan olan ittika ile dahi azıklanmak vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [13]
Vacip Tealâ haccın zamanını ve eyyam-ı hacda menhi olan şeyleri beyandan sonra hac yolunda ticaret etmekte zarar olmadığını ve Arafat'tan inince bazı mahallerde zikrin lâzım olduğunu beyan etmek üzere :
buyuruyor.
[Ey müminler! Hac yolunda Rabbinizin hüfundaıı rızık ve menfaat için ticaretle bereket ve fazilet istemenizde sizin Üzerinize günah yoktur.] Zira; hayat-ı insaniyeye hadim. olan rızkı ticaretle taleb etmek mubah ve belki bazı zamanda vacip olduğundan efal-i hacca mani olmayacak surette ticaret etmekte zarar yoktur.
[Arafat'tan aşağı indiğinizde (Müzdelife)'dc (Mcş'ar-i Haram) denilen ufacık tepede tekbir ve tehlil ve telbiye ile Allah'ı zikredin ve zikrinizi Allah'ın sizi hidayette kılıp talim ettiği gihi eda edin.] Ki yanlış birşey yapmayasmız.
[Ve bundan evvel siz muhakkak dalâleti irtikâb iden züın-redendiniz.J Zira; siz bundan evvel imana ve ibadete cahil ve zik-rullahtan gafillerdiniz.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile âyetin sebeb-i nüzulü şöyledir: (Abdullah b. Ömer)'e bir kimse müracaatla «Ben kiracılık eder ve hac ederim. Nâs bana kira ile ticaret ettiğim için senin haccın olmaz dediler, ticaretim haccıma mani midir?» deyince (Abdullah) Hz. «İhrama girer, Arafat'a gider, tavat'-i ziyareti yaparsan, haccın sahih olur. Resulullah'a senin sualin gibi bîr Kimse sordu, Resulullah sükût buyurdu ve bir müddet sonra bu âyet nazil oldu,» dedi.
Bu âyette taleb edilmesinde beis olmadığı beyan olunan fazılla murad; ticaretle taleb olunan mıhtır. Şu halde; ef'al-i hacca mani olmayarak hac yolunda ticarette zarar olmadığı bu âyetle sabittir. Amma sırf ibadete hasrederek başka şeyle meşgul-olmaksızın huzur-u kalble hac etmek efdai olduğunda şüphe yoktur.
Arafat; Mekke civarında bir mübarek dağdır. Zilhicce-nin dokuzuncu günü o mübarek mahalde bir müddet bulunmak haccın feraizindendir. Binaenaleyh; o dağda bayram günü şafak zamanına kadar ulaşıp, bulunamayan kimsenin haccı fevt olur. Gelecek sene kaza etmesi lâzımdır. Çünkü; Zilhiccenin dokuzuncu günü ve bayram gecesi şafak vaktine kadar velev bir dakika olsun Arafat'ta bulunmuş, hacem farzlarından olduğu cihetle Arafat'a yetişemeyen kimse o sene haccı fevtetmiştir.
Hz. Âdem'le Havva bir aralık birbirini kaybedip badehu Arafat'ta buluşup biliştikleri için o mahalle Arafat denmiştir. MeS'ar-i Haram; Müsdelife'de ufak bir tepedir. Bayram günü şafakta o tepe üzerinde ikinci bir vakfe olup ibadet mahalli olduğundan Meş'ar-i Haram denmiştir. Meş'ar-i Haram'da zikirle murad; zikr-i lisani olan tekbir, tehlil ve telbiy eâir. ikinci zikirle Tnurad; zikr-i kalbidir. Binaenaleyh; zikirle emirde tekrar yoktur. Yahut Meş'ar-i Haram'da zikirle emredince zikrin o mahalle mahsus olduğu, zan olunmasın için Cenab-i Hakkın hidayette kıldığı gibi herhalde ve her zamanda zikrin lüzumuna işaret için ikinci merrede zikirle emir varid olmuştur.
Hulâsa; hacca gidip gelirken ticaretle meşgul olmakta günah olmadığı ve Arafat'tan inerken Müzdelife denilen mahalde tehlil ve telbiye ile zikrin vacip olduğu ve her yerde ve her zamanda kullarını hidayetle kılıp talim, etliği veçhile, Cenab-ı Hakkı zikretmek lâzım geldiği bu âyetten müsîefad olan fevaid cümlesin-dendir. [14]
Vala Aralat Uı zikU'Jc umîi'deıı sonra Mûzdelife'den inmek ve istiğfar etmekle emretmek üzere buyuruyor.
[Arafat'ta Müzdelife'ye indikten sonra Müzdciife'dcn nâsın indiği cihetten İnin ve AHahii Tealâ'dan günahlarınızın mağfiret olunmasını isteyin. Zira; AUahü Tealâ kullarının kusurlarını set-reder ve amellerine sevap vermekle merhamet buyurur.] Ayette hitap; Beyzâvî'nin beyanı veçhile bayram günü gün doğmazdan evvel (Müzdelife)'den (Mina)'ya inmekle umum huccaeadır. Ve İbnthim (A.S.) ile O'na tâbi olanlar gün doğmadan (Müzdelife)'den (Mina)'ya indikleri için onların sünnetlerine ittiba olunmasına işaret olunmuştur.
Yahut n â s I a murad; Hz. Âdem'dir. Zira; Âdem (A.S.) Arafat'tan Müzdelife'ye ve Müzdelife'den Mina'ya indiği cihetle Cenab-ı Hak «Hz. Âdem'in indiği suretle inin ve o sureti tağyir etmeyin. Zira; o suretle inmek şeriat-i kadimedir.» buyuruyor.
Yahut Fahr-i Razi, Kazi ve Hazin'in beyanları veçhile bu âyette hitap; yalnız Kureyş kabilesine olmak muhtemeldir. Çünkü Kureyş Beyt-i Şerife hizmetleri sebebiyle kabail-i arap içinde kendilerini şerefli ve mümtaz addettiklerinden, sair kabilelerle Arafat'a vakfeyi kendilerine münasip görmedikleri cihetle ayrıca Müzdelife'de vakfe ederler, sair nâsa karışmazlar ve Arafat'a çıkmazlardı. İşte her şeyde adaleti te'sis ve insanlar arasında müsa-. vatı temin eden İslâmiyet zuhur edince Cenab-ı Hak Kureyş'e hi-tabedip diyor ki: «Her kabile gibi siz de Arafat'ta vakfe edin ve nâsm Arafattan indiği gibi siz de inin. Zira; bab-ı ibadette sizin başkalarından ziyade bir şeref ve imtiyazınız yoktur. Binaenaleyh; nâsla beraber bulunun, kendinizi ayrı bir mevkide bulundurmayın ve bu suretle vaki olan kusurlarınıza istiğfar edin. Zira; Allahü Tealâ gafur ve rahimdir.»
İnsanların cümlesine istiğfar lâzımdır. Zira; insanlar Rable-rine karşı daima hatadan hâli olmadıklarından herhalde, her zaman istiğfara ihtiyaçları vardır. Binenaleyh; Cenab-ı Hak cümle insanlara istiğfarla inayetinden isimdad etmelerini tavsiye etmiştir. İstiğfar; lisaniyle Allah'tan günahının affını istemek ve kalbiyle kusuruna nedamet ve o kusuru bir daha işlememek üzere niyet etmek ve ancak riza-yı Bari'yi gözetmektir. [15]
Vacip Tealâ ef'al-i haccı edadan sonra huccacın vazifesini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey huccac-ı müslimin! Hacca müteallik olan ibadatmızı bitirdiğinizde babalarınızı zikrettiğiniz gibi veyahut daha şiddetli bir zikirle Allahü Tealâ'yi zikredin ve Allah'ın zikrini kemal-i şiddetle eda edin ki, şu hac gibi pek mühim olan ibadatı edaya muvaffak olduğunuzun şükrünü ifa etmiş olasınız.]
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette menasik ile mu-rad; hacca müteallik ibadettir. Ve o ibadeti kaza ile murad; ikmal edip bitirmektir. Ve babalarını zikirle murad; zaman-ı. cahiliyede araplar ef'al-i haccı bitirdikten sonra (Mina)'da mescidle cebel arasında babalarının ve dedelerinin menkıbelerini zikirle sair kabilelere karşı iftihar etmeleridir. Vakta ki burc-u hidayetten din-i İslâm tulu' edince, Cenab-ı Hak babalarını zikir bedelinde Rablerini zikretmelerini emretmiş ve babalarını zikirden daha ziyade zikretmelerim tavsiye buyurmuştur. Zira babalarının menakıbmı yani iyiliklerini zikirle iftihar etmek; eğer yalan olursa dünyada denaet ve âhirette azaptır ve eğer doğru olursa riya, kibir ve gururdan ibaret olduğu cihetle ahlâk-ı ze-mime ve insanın helakine sebep olan şeylerdir. Binaenaleyh; bu gibi denaet ve felâket icab eden şeylerle iştigal etmekten elbette her cihetle nafi olan zikrullahla iştigal etmek efdal ve evlâdır. [16]
Vacip Tealâ haccın ef alinden sonra Allah'ı zikrin lüzumunu ve Allah'tan gayrisinin zikrini terketmek elzem olduğunu beyandan sonra duanın keyfiyetini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Nâsın bazısı «Ya Rab! Bana her ne vereceksen dünyada ver» demekle bütün emelini dünyaya hasreder. Halbuki o kimsenin âhirette nasibi yoktur.] Zira; bütün fikrini ve duasını dünyaya hasredip âhiret tedariki yapmadığından âhiret nimetlerinden his-seyab olamaz.
[Ve nastan bazıları da «Ya Rabbi! Bize dünyada beden sağlığı ve afiyet ve bolca rizik ve akıbel-i hasene ve umur-u hayra muvaffakiyet gibi hasene ver ve âhirette de sevap ve Cennet v 2 Cemıet'te nimetler ve azaptan halâs olmak gibi hasene ver ve Cehennem azabından bizi sakla.] demekle hem dünya ve hem de âhiret nimetlerinden müstefid ve her ikisinde de mesrur olmalarını Cenab-ı Hak'tan istirham ederler.
[İşte şu dünyada ve âhirette nasip ve hasene isteyenler sol kimseler ki, onların dünyada kazandıkları amelleri ve dualarından nasipleri vardır. Zira; Allah'ın hesabı seridir.] Binaenaleyh; herkesin amelini hesabeder ve muktezasma göre sevap verir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; Allah'ı zikredenleri ikiye taksim etmiştir: Birincisi; deni-yüt tabia ve kasir-ülhimme olan kimsedir ki, zikirden ve duadan maksadı ve bütün himmeti dünyaya münhasır ve âhiretten ümidini kesmiştir. İşle bu misilli kimseler yalnız dünya için çalışır ve eline ne geçerse dünyadır ve âhiretten nasibi yoktur. İkincisi; uluvı--ü himmet ve fikr-i âlî sahihi olan kimselerdir ki, zikirden ve duadan maksadı hem dünya ve hem âhiret nimetlerini ister ve her ikisi için çalışır ve ikisinden de nasibedar olmasını Rabbisinden istirham eder, 3u misilli kimseler için nasip vardır. Binaenaleyh; dünya ve âhirette niam-ı ilâ-hiyeden müstefid olurlar. Şu halde; insan ulüvv-ü himmet sahibi olup daima Cenab-ı Hak'tan hem dünyaya hem âhirete muvaffak olmasını istemek ve iki cihet için-çalışmak lâzım olduğuna ve himmetini bir cihete hasretmek mezmum bulunduğuna bu âyet delâlet eder. Hz. Ali'nin, «Dünyada haseneyla murad; ahlâk-ı hami-deyle muttasıfa ve diyanetine sahibe ve ehl-i hizmet olan hatundur ve âhirette haseneyle murad; hurilerdir ve azab-ı narla murad kötü ahlaklı hatundur.» dediği mervidir ve «Hasenenin dünyada ilme. amele, hüsn-ü ahlâka ve afiyete ve âhirette ise Cennete ve cümle nimetlere şamil ve azab-ı narla murad da Cehennem azabına sebep olan şehevaH nersaniyeyle sair günahlar olduğu ve Cehennem azabına sebep olan günah ise ayn-ı azap addolunduğu» İlz. Haşarıdan mervidir.
-EmcÜni dünyaya hasrederler mümin» olsun, kâfir olsun cümlesine şamil olduğuna nazaran «Âhİrette nasibi yok.» demek «Dünya ve âlıiret için çalışan kimse kadar nasibi yok" demektir. Çünkü; mümin hernekadar fasık olsa dahi âhirette nasibi vardır. Zira; günahı miktarı Cehennem'de muazzep olduktan sonra asıl imanı onu alıp Cennet'e götüreceğinden âhirette bütün nasipten mahrum değildir.
Bu âyette hasene; salih evlâda ve lyale ve güzel maişete ve düşman üzerine galebeye ve ucuzluk gibi her türlü süruru icab .eden şeylere şamil olduğundan insana bu duayı vird-i zeban etmek lâzım olduğuna işaret için Cenab- Hak Kur'ân'da hikâye etmekle bu duaya dikkatle devam olunmasını, dünyada ve âhirette hasene isteyip yalnız bir cihete sarf-ı himmetle iktifa1 etmeyenlerin her iki cihette nasipleri olacağını beyanla kullarını bu duaya devama teşvik etmiş ve her iki cihete, çalışmayı tavsiye buyurmuştur.
Hesap; saymak manâsmaysa da Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Allah'ın hesabi; kulûb-u ibadda amellerine ilm-i zaruri halk etmekle emellerinin keyfiyetini yani sevap veya günah olduğunu ve kemmiyetini yani azlığım veya çokluğunu ve amelin icabettiği sevabı ve ıkabı kendilerine bildirmektir. Şu halde; . «Allahü Tea-lâ kullarının amellerini suret-i seriada hesabeder» demek «Herkesin kendi amelini ve amelinin iktizasını derhal kendine bildirir» demektir.
Yahut Allah'ın hesabı; her şahsın amelini kendine haber vermesi ve o şahısta halk ettiği kuvve-i samia sebebiyle Allah'ın kelâmım işitip amelini bitmesidir. Zira; âhirette Cenab-ı Hak herkesin kulağında halk edeceği kuvvet sebebiyle muti' ve âsi kelâm-ı ilâhîyi işitebilecektir. Şu iki suretten herhangisi murad olunursa olunsun hesah-T ilâhin «n'îr'at vardır. Çünkü; gerek tevcih-i evvele nazaran herkesin ameline kendinde bir ilm-i zaruri halk etmekle olsun, gerekse tevcih-i sânîye nazaran herkeste kelâm-ı ilâhiyi işitecek kadar savmasında bir kuvvet halk etmekle Allah'ın amelle-rini haber vermesiyle olsun hesap; ân-ı vahidde hasıl olacaktır. Binaenaleyh; bilcümle insanlar bir dakika zarfında amellerini ve iktiza ettiği sevap veya ıkabı derhal bilmiş bulunacaklardır. Ve hesaptan maksad da hasıl olacaktır.
Hulâsa; nastan bazıları duasını dünyaya hasredip hemen dünya menafiini istemekle âhirette nasibi olmadığı ve bazıları da hem dünya ve hem âhiret menafiini isteyip, bunların cümlesinden na-sibedar olacağı ve âhirette kullarının amellerinin hesabı gayet sür'atli olup ân-ı vahidde biteceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [17]
Vacip Tealâ Arafat'ta ve Müzdelife'de vakfeyi ve Müzdelife'-den Mina'ya inileceğim beyandan sonra Mina'da cereyan edecek ahvali beyan etmek üzere buyuruyor.
[Sayılı günlerde Allah'ı zikredin.]
Yani; «Ey huccac-ı müslimin! Siz Mina'ya geldiğinizde sayılı günlerden ibaret olan eyyam-ı teşrîkta ve namazlarınızın akabinde ve kurbanlarınızı kestiğinizde ve Şeytanı taşladığınızda tekbir almakla Allah'ı zikredin ve zikrullahtan gaflet etmeyin. Zira; şu beyan olunan zaman ve mekânlarda tekbirle Allah'ı zikr etmek sizin üzerinize vaciptir. Binaenaleyh; terk etmeyin ki, günah işlemiş olmayasımz.
[Eyyam-ı madudede zikir vacip olunca bir kimse eyyam-ı teşrikin birinci ve ikinci günlerinde Mina'da vazifesini eda eder de üçüncü güne kalmaksızın Mekke'ye gitmekte acele ederse, o kimse üzerine günah yoktur. Kezalik acele etmeyerek Mekke'ye hareketini üçüncü güne te'hir eden ve haramdan ittika eden kimse üzerine günah yoktur.]
[Cemîi â'mal ve ef'alinizde Allah'a ittika edin ve haram olan şeyleri irtikâp etmekten korkun ve iyi bilin ki, ancak Allah'ın huzur-u manevisine cem' olunacaksınız ve amelinizin muktezası-na göre ceza göreceksiniz.]
Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanları veçhile bu âyette EYyam-ı madudeyle murad; eyyam-ı teşriktir: Eyyam - % teşrik; bayramın ikinci, üçüncü, dördüncü günleridir ki üç gündür. Şu halde; bayramın ikinci ve üçüncü günleri hem bayram ve hem teşriktir. Dördüncü günü teşriktir, bayram değildir. Birinci günü; bayramdır, teşrîk değildir ve bu günlerin azlığına binaen madûde denmiştir. Çünkü;.sayılı olan herşey azdır.
Bu günlerde zikirle murad; namaz akabinde ve kurban keserken ve Şeytan taşlarken tekbir almaktır. Farz namazları akabinde alınacak olan tekbirler İmam-ı Ebu Yûsüfle İmam-ı JVJuhammed'in mezheplerine göre, Arefe günü sabah namazından başlayarak dördüncü bayramın ikindi namazında hitam bulmak üzere yirmi üç vakit devam eder ve elyevm amelimiz de böyledir. Ancak Imam-ı Azam'a göre bayramın birinci günü ikindi namazında biter. Binaenaleyh; İmam-ı Âzam Hz.'nin mezhebin-ce, sekiz vakit namaz arkasından tekbir almak vaciptir. İkinci ve üçüncü bayram geceleri Mina'da kalmak ve cemerat-ı selâsenin — ki Şeytan'a taş atılan mahallerdir— herbirinde yedişer çakıl taşı atmak ve her çakıl arkasından tekbir almak vaciptir. Şu halde; hergün yirmi bir çakıl atılır. Mina'da üç gün eğlenmeyip iki gün oturarak, üçüncü günün vazifesini eda ile Mekke'ye azimet etmek veyahut üç gün kalıp, her günün vazifesini ayrı ayrı ifa etmek beyninde abdin muhayyer olduğunu ve bunlardan hangisini ihtiyar ederse, günah olmadığını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan etmiştir. [18]
Vacip Tealâ kullarının ittikaya ihtimamları lâzım olduğuna tenbih etmek üzere ancak canib-i manevi-i ilâhisine haşr olunup başka merci olmadığım beyan etmiştir. Çünkü; âhirete ve lıosap ve cezaya ve Cennet'le Cehennem'e iman eâen ve huzıtr-u ilâhiden başka merci olmadığım bilen bir kimse elbette ittîkava itina öder.
Vacip Tealâ emelini dünyaya hasreden kimseyle yalnız dünyaya hasretmeyip hem dünya ve hem âhireti isteyenlerin dualarını ve Mina'da zikrin lüzumunu beyandan sonra emeli yalnız dünyaya masruf olan münai'ıkın halini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Nastan bazısı sol kimselerdir ki, hayat-ı dünya hakkında onun sözü habibim! Sana taaccüp ve hayret verir ve kaibiııde imanı ve sana ınababbetî olduğuna Allah'ı şahit kılar ve yemin eder. Halbuki o kimsenin sana buğz ve adavet ve husumeti herkesten ziyadedir.] Şu halde; onun sözüne inanma. Zira; daima size hile yapmaktan ve sözüyle ebl-i imanı aldatmaktan ve fırsat düştükçe zararlandırmaktan geri durmaz.
Fahr-i Razi, Kazı ve Hazin'in "beyanları veçhile bu âyetin (Ahnes b. Şüreyk) hakkında nazil olduğu mervidir. Çünkü Ahnes; tatlı dilli güzel yüzlü, fesahat ve belagat üzere söz söyler, meclisi ârâ ve nekregû bir adamdı. Huzur-u Risalete gelir imanından ve mahasin-i İslâmiyeden ve Resulullah'a mahabbetinden bahseyler ve bu sözlerinin doğru olduğuna Allah'a yemin ederdi. Halbuki Resulullah'a ve ehl-i imana buğz-u adaveti, herkesten ziyadeydi. İşte Cenab-ı Hak onun halini beyan için Resulüne bu âyeti inzal etmiştir. Bu münafıkın ismi (Übey)'dir. (Ahnes) denildiğinin sebebi; yevm-i Bedir'de (Beni Zühre) kabilesinden üç yüz kişiyi iğfa edip maiyet-i Resul ullah'tan ayırmış ve geri döndürmüş ve demiş tir ki «Muhammed (A.S.) sizin hemşirenizin oğludur. Eğer yalancı ise sizin ondan ayrılmanız nasın size mahabbetini ve eğer doğru ise tazimini mucip olur. Şu halde; nefsinizi helake koymakta bir fayda yoktur. Ben döneceğim, siz de dönün» dedi ve (Beni Zühre) de reyine ittiba' ile firar ettiler ve onların bu suretle harpten te-ehhuruna sebep olduğu için (Ahnes) denmiştir. Çünkü A h n e s ; geride kalmak ve birşeyden teehhür etmektir. Resulullah'ın validesi Beni Zühre'den olduğu için «Sizin hemşirenizin oğlu» demiştir. Gerçi âyet, bu münafık hakkında nazil olmuşsa da şu evsafla muttasıf olan kimselerin cümlesine şamildir. Zira; itibar lâfzın umumuna olup sebebin hususuna değildir.
Vacip Tealâ münafık ve murâî olan kimseyi üç sıfatla zem-metmiştir: Birincisi; emeli dünyaya masruf olup, dünya hakkında dinleyenlere hayret verecek sözler söylemek, ikincisi; kalbinde gizlediği buğz-u adavetin hilâfına mahabbet izhar ve yalan yere yemin etmek, üçüncüsü; Resûlullah'a ve ehl-i imana şiddetli adavet etmektir. İşte; her asırda bu gibi münafıklar çoktur. Al-iahü Tealâ ehl-i imanı bu gibilerin şer ve fesadlarmdan muhafaza buyursun. Âmin. [19]
Vacip Tealâ münafıkların diğer sıfatlarını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resulüm! O münafık senden ayrıldığında yeryüzünde ifsad etmek üzere sa'yeder ve sıla-i rahmi kat' ve ehl-i İslâmm demini izâa ve ekinlerini ve hayvanlarını ihlâk etmek için yeryüzünde gezer. Halbuki Allahü Tealâ fesadı sevmez.]
[Ve o münafıka Allah'tan kork, ifsad etme denildiğinde onu günah işlemeye hamiyet-i cahiliyesi tahrik eder ve günahkârlıkla büyüklüğü her tarafım ihata ve masiyet işlemek üzere kanı galeyan eder. Ve dur dedikçe zarara gider. Hali böyle olunca Cehennem ona kâfidir. Onun için ne çirkin mahal d ir Cehennem!]
Yani; huzur-u Kisalete gelip imanından bahseden ve mahab-bet izhar eden münafık huzurdan dönünce yeryüzünü ifsad ve ahalinin ekinlerini ve otlarını ve hayvanlarını ihlâk etmek için arz üzerinde çalışır. Halbuki Allahü Tealâ fesadı sevmez. Binaenaleyh Allah'ın gazabından hazer etmek lâzımdır. Ve o münafıka nasihat suretiyle «İfsad etme, Allah'tan kork, halkı ızrar eyleme ve haramı irtikâp etmekten nefsini sakın» denildiğinde hamiyet-i cahiliyesi onu günaha sevk eder ve gayret-i cahiîiyesi ona günahkârlığı büyüklük tanıtır. Günahkârlığı büyüklük addedip nasihat dinlemeyen münafıka Cehennem kâfidir. Ne kötü yatacak mahal oldu Cehennem ve ne fena beşiktir.
Âyet-i celile (Ahnes)'in ahlâk-ı fasidesinden diğer birini dahi tasvir etmiştir. Çünkü; Taif'te (Beni Sakif) kabilesiyle (Ahnes) arasında olan bir husumete binaen (Ahnes) bir gece onların ekinlerini yakıp, hayvanlarını ihlâk ettiğini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.
Yahut Fahr-i Razi, Beyzâvî ve Medarik'in beyanları veçhile âyetin manası bir tevcihe nazaran şöyledir : [Münafık, nas üzerine vali kılınıp mütevelli olduğunda ahali üzerine zulüm icra eder ve haklarına tecavüzle adaleti ihlâl ettiğinden Allahü Tealâ, onun zıılümkârlığından yağmuru men'eder, ekin ve ot kurur, kıtlık olur ve hayvanat kırılır. Zira; Allahü Tealâ fesadı sevmez, fesad olan yere kahrını ve gazabını inzal eder.] demektir. Şu halde münafıkı halk üzerine mütevelli kılmamalı. Zira; onun tevliyeti nas için maddi ve manevi mazarrattır. Şu manâya nazaran hüküm sahibi olan kimselerin adalete dikkat etmeleri lâzımdır. Çünkü hükümetten maksad-ı aslî; adalettir. Ve bilûmum memurların da memuriyetine göre adalet etmeleri vaciptir. Zira; adalet olan yere bereket nazil olduğu gibi zulüm olan yerden de bereketin ref olunacağına bu âyet delâlet eder.
Bu misilli münafıklara gerek taraf-ı Risaletten ve gerek bir ehl-i insaf tarafından «Terket bu fesadı, vazgeç zulümden» diyerek nasihat olunduğunda onu bir büyüklük alır ve kibr-ü gururu onu claha fena bir günah işlemeye sevkeder, asla nasihat tesir etmez. Her zamanda münafıkların halleri böyledir. Çünkü esasen onu nifaka sevk eden şey; onda olan gurur ve kendi zu'munca bu büyüklüğüdür. Binaenaleyh münafıka ittika ile emir; muttasıf olduğu ahlâk-ı zemimeyi terkle emirdir. Bu âyetlerde münafıkın beş sıfatı beyan olunmuştur: Dünyayı elde etmek için güzel söz söylemek ve yalan olan sözüne Allah'ı şahit kılmak ve hakkı iptal batılı terviç için hakka karşı husumet ve yeryüzünü ifsada sa'y ve halkın ekinlerini ve hayvanlarım itlaf etmekten ibarettir. Münafıkın şu sıfatları ayn-ı kabahat olduğundan cümlesinden içtinab etmesi emrolunduğunda aksini işler demektir.
Binaenaleyh; büyük ve küçük dünya yüzünde vaki olan fitneler ekseriyetle münafıkların yüzündendir. Çünkü; kalbinde fesadı saklar, lisaniyle herkesi aldatır ve nifakla âlemi berbat eder.
Hulâsa; münafıkın hali yeryüzünü ifsada sa'yetmek olduğu ve halkı ızrar için ekinlerini ve hayvanlarını itlaf etmek adeti bulunduğu ve Allahü Tealâ'nm fesadı ve o fesadı icad eden müfsidi sevmediği ve münafıka vazgeç bu fenalıktan denildiğinde, fesad işlemekle kendini büyük bir adam addettiği ve hali böyle olanlara Cehennem kâfi ve onlar için Cehennem kötü bir mekân olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [20]
Vacip Tealâ dinini dünyaya değişenlerin ahvalini beyandan sonra dünyasını, malını ve hayatını din yoluna sarfedenlerin hallerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimse nastan bazıdır ki, o kimse Allah'ın rızasını taleb için nefsini ibzal eder. Halbuki Allahü Tealâ kullarını esirgeyici ve belâyaya sabreden kullarını himaye edicidir.]
Beyzâvî'nin beyanına nazaran bu âyette şira; düşmanla mü-cahedede ve emr-i bilmaruf ve nehy-i anıl münkerde nefsini sar-feder ve rıza-yı ilâhiyi talepte canını esirgemez demektir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Nasın bazısı rıza-yı Bâri'yi talep için nefsini mahali-i tehlike olan meydan-ı muharebeye atar ve birçok zahmetlere katlanır ve rıza-yı ilâhi uğrunda bilûmum kazaya razı olur ve dini uğrunda canım feda etmekten çekinmez] demektir.
Beyzâvî'nin beyanına nazaran bu âyet (Süheyb b. Sinan-ı Rumi) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Süheyb) Medine'ye hicret ederken müşrikler önüne geçerek mürted olması için çok azâb ettiler. (Süheyb) «Ben bir şeyh-i faniyim. Binaenaleyh sizinle beraber olmakta size bir faydam ve ayrı olmakta da zararım olmaz. Şu halde alın malımı, bırakın beni» dedi. Müşrikler (Süheyb)'in bu sözünü kabul ederek malını aldılar ve kendini bıraktılar. Müşarünileyh Medine'ye girerken Ebubekir Hz.'leri «Bey'in mübarek olsun. Nefsini riza-yı Bari için sattın ve senin hakkında âyet nazil oldu» dedi ve bu âyeti okudu.
Cenab-ı Hakkın, kullarının azıcık amellerine daimi Cennet gibi bir nimet ihsan etmesi ve cebr-ü ikrahta nefsini muhafaza için kalbinde imanına halel getirmeksizin keli-me-i küfrü tekellüme ruhsat vermesi ve herkese kudreti miktarı teklif edip, kudretin harici teklif etmemesi ve tevbeyi kabul etmesi Allah'ın kullarına re'feti cümlesindendir. [21]
Vacip Tealâ münafıkm ifsadını ve mümin-i hâlisin din uğrunda feda-yı cana hazır bulunduğunu beyandan sonra umum ehl-i imanı ahkâm-ı şer'iyeye inkıyada davet etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Ahkâm-ı şer'iyenin kâffesine itaat edin, Şeytan'm vesvesesine ittiba' etmeyin. Zira Şeytan; sizin adaveti zahir bir düşmanmızdır.]
Yani; ey müminler! Kâffeniz ahkâm-ı şer'iyeye dahil olun ve ahkâm-ı şer'iyeden hiçbir hükme itaatsizlik etmekle o ahkâmı ihlâl etmeyin ve hükm-ü şer'inin herbirine teslim olun ve mucibiyle amel edin ve Şeytan'm vesvese ve hilesine ittiba' etmeyin ve ahkâmı birbirinden ayırmayın, hepsine birden iman edin ve Şeytan'm ifsadıyla birbirinizden nifak ve şîkakla ayrılmayın. Zira Şeytan sizin aranıza nifak koymak ve ahkâmı birbirinden tefrik etmek cihetiyle ifsaddan geri durmaz. Çünkü; adaveti zahir bir düşmanmızdır. Şu manâ; âyette hitabın müminlere olduğuna na-zarandır.
Hitap münafıklara olduğuna nazaran manâ-yı âyet: [Ey zahirde mümin fakat batını münafık olan kimseler! Kalbiniz ve bilcümle azanızla İslama girin ki, zahiriniz mümin batınınız münafık olmasın, içiniz ve dışınız bir olsun ve batılı hak suretinde gösterip, iğfal eden Şeytan'm vesvesesine ittiba etmeyin. Zira o; sizin düşmanınız] demektir.
Âyette hitabın ehl-i kitaptan (Abdullah b. Selâm) ve emsali gibi iman edenlere olmak ihtimali vardır. Çünkü; onlar iman ettikten sonra Tevrat'ın ahkâmından cumartesi'ne hürmet ve deve etini ve sütünü yememek gibi bazı ahkâma riayet eder ve «Din-i İslâmda bunları terketmek mubahtır ve şeriat-i Musa'da vaciptir, biz ihtiyaten terkederiz» derlerdi. Cenab-ı Hak onları din-i İslâ-mın kâffe-i ahkâmına dahil olup Tevrat'ın ahkâmını terketmek lâzım olduğuna davet etmiştir.
Buna nazaran manâ-yı âyet: [Ey ehl-i kitaptan mümin olanlar! Siz ahkâm-ı îslâmiyenin kâffesine dahil olun ve ahkâm-ı Tevrat'ın bazısıyla amel etmenize dair Şeytan'm iğfalâtma ittiba etmeyin. Binaenaleyh; Cumartesi günü işinizi görün ve deve etini yiyin. Zira; ahkâm-ı Kur'ân'da hiçbir günde işi tatil olmadığı gibi deve eti de halâldir. Ve Tevrat'ın ahkâmı mensuhtur, amel caiz değil] demektir.
Yahut âyette silm ; sulh ve müsalemet ve münazaayı terk etmek manasınadır. Şu halde âyetten maksat; müminleri ittifaka davet ve tefrikayı terketmekle emirdir. Buna nazaran manâ-yı âyet:
[Ey müminler! Kâffeniz sulh ve müsalemete dahil olun ve daire-i ittifaka girin ve hirbirinizle münazaa ve müfarakati terkedin ki, kütle-i İslâmiyenin kuvvetine halel gelmesin ve şevket-i İslâmiye mahfuz kalsın ve Şeytan'ın sözüyle tefrikaya düşüp birbirinizin aleyhinde bulunmakla, düşman elinde perişan olmayın] demektir. Şu halde bu âyet, ehl-i İslâm için ittifakın lüzumuna ve menfaatine ve tefrikanın mazarrat ve fenalığına delâlet ettiği cihetle ehl-i İslâmm selâmet ve saadetine ve düşmanlarından intikam almaya ve bütün işlerin yoluyla cereyanına sebeb-i yegâne ittifak ve itti-had olduğundan, bu âyetle Cenab-ı Hak bilcümle ehl-i İslâmı ittifaka davet etmiştir.
Şeytan'ı ve onun adavetini biz görmezsek de Hz. Adem'le beyinlerinde cereyan eden vakayı Cenab-ı Hak Kur'ân'm mütead-did âyetlerinde beyan ettiği cihetle, bizim için Şeytan'ın zatında ve bizlere adavetinde şüphemiz olmadığından Şeytan'ın adaveti Yani açık olmakla tavsif olunmuştur.
Şeytan'ın evlâd-ı Adem'e adaveti maddi olarak hastalık ve saire gibi bazı afete giriftar etmekle olabilirse de, bu cihetten Cenab-ı Hak Şeytan'ı men'etmiştir. Binaenaleyh; dünyaca Şeytan insanlara maddi zarar etmeye muktedir değildir. Amma umur-u diniye ve ahkâm-ı şer'iyede vesvese vermek ve günahları tezyin etmek ve ibadetten sarf-ı nazar ettirmek gibi manevi zarar îsaline ve âhiret nimetlerinden mahrum etmeye muktedirdir. Bu cihetten hergün her saatte her şahıs üzerine musallat olduğundan birçok kimseleri idlâl edip duruyor.
Hulâsa; mü'minlerin ahkâm-ı şer'iyenin kâffesine dahil olmaları lâzım olduğu ve ahkâm-ı şer'iyenin haricinde birşeye istinad ederek amelin ve ehl-i İslâm için ittifak lâzım olup tefrikanın caiz olmadığı ve Şeytan, adaveti zahir bir düşman olduğundan onun iğfalâtına aldanmamak lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [22]
Vacip Tealâ ahkâm-ı şer'iyenin kâffesine duhûlü emrettikten sonra Şeytan'ın iğfalâtına aldanmakla ahkâm-ı şer'iyeye duhulde tekâsül edenleri tehdid etmek üzere buyuruyor.
[Eğer size hakka delâlet eder açık deliller geldikten sonra ayağınız kayar, Haktan ayrılırsanız, iyi bilin ki Allahü Tealâ intikamını alır. Zira; Allahü Tealâ cümle âleme galip bir ulu ve işleri hikmete muvafık bir hakimdir.]
Yani; sizin kâffeniz ahkâm-ı şeriyeye dahil olmak ve şeytanın hilesine aldanmamak lâzım olunca, Hakkaniyete delâlet eden açık deliller ve kafi beyyineler Resulümüz vasıtasıyla gelip, Hak tezahür ettikten sonra sulh ve müsâlemete duhûlden ayağınız kayar ve dalâleti irtikâp ederseniz, iyi bilin ki Allahü Tealâ intikamını alır. Zira; Allahü Tealâ cümleye galiptir ve intikamı hikmete muvafıktır. Çünkü; Hakimdir.
zeIeI ; ayak kaymak manâsınaysa da burada taraf-ı şeri'den memur olduğu ibadetten dönmek manasınadır. Binaenaleyh; usul-u itikadiye ve furu-i a'malde tekâsül ve hilâfına meyletmeye şâmildir. Şu halde usul-ü itikadiyeden dönmek küfr olduğu gibi furû-u a'malde ibâdâtı terk ve günahları irtikâba şâmil olduğundan, âyette bilûmum günah işleyenlerden intikam alınacağını beyanla küçük ve büyük günah irtikâb edenleri tehdid vardır.
Vacip Tealâ'nın kullarını muahaze ve intikamı; resuller ve kitaplar vasıtasıyla hakka delâlet eder delilleri izah ettikten sonra olduğuna bu âyet delâlet eder. Şu halde mükellefe delil gelmek şarttır, fakat yakın hâsıl olmak şart değildir. Binaenaleyh delil geldikten sonra dalâleti irtikâb edenler muahaze olunurlar. Şu kadar ki mükellefin delâile nazar ve istidlale muktedir olması şart olduğundan mecnun ibâdâtı terkinden dolayı mes'ul olmaz. Çünkü; delile nazara ve istidlale muktedir değildir.
Bu âyette muhatabînin zelelde vaki olmaları kafi olmadığından şekke delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Şu kadar ki, şek muhataplara aittir. Zira; Vacip Tealâ sekten münezzehtir.
Hulâsa; din-i îslâmm hak olduğuna delâlet-i kafiye geldikten sonra o delâile nazar edip amel etmek vacipken onun haricinde amel edenlerin intikama müstehak oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [23]
Vacip Tealâ cümle insanların İslama duhullerini emir ve duhulden imtina edenleri tehdid ettikten sonra İslama dahil olmayanların başlarına gelecek azabı beyan etmek üzere buyuruyor.
[Onlar gözetmezler, ancak beyaz bulut içinde Allah'ın onlara göndereceği azap alâmetleri ve azabı getiren meleklerin gelmesini ve helaklerine dair olan emr-i ilâhinin tamam olmasını gözetirler ve her umur; ancak Allahü Tealâ'ya racidir.] Şu halde bunların azapları da Allahü Tealâ'ya racidir.
Yani; beşeriyetin rahatı için Cenab-ı Hakkın inzal buyurduğu Kur'ân'm ahkâmını kabul edip dünyevi ve uhrevi saadet yollarım Kur'ân'dan aramak lâzımken, Şeytan'ın iğfalâtma aldanıp ah-kânı-ı şer'iyeyi kabulden istinkâf edenler gözetmezler, ancak insanlar üzerine gölgelikler gibi örtülmüş beyaz bulutlar içinde Allah'ın azabına alâmetlerin ve azaba müvekkel olan meleklerin azapla gelmelerini ve helaklerine dair olan emr-i ilâhinin tamam olmasını gözetirler. Azaba delâlet eden alâmetlerin bulut içinde gelmesi ve meleklerin azabı getirmeleri ve azaba dair emrin tamam olması ve saire gibi işlerin cümlesi Allah'a irca olunur. Binaenaleyh; Kur'âh'ı kabul etmeyenler adem-i kabulde devam ve ısrar ederlerse, şu beyan olunan azaplara istihkakları kafidir. Ancak müstehak oldukları azabın vakti muayyen değildir.
Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile gelmek ve gitmek gibi harekeye ve intikale delâlet eden ve emmare-i hudûs olan kelimeler Vacip Tealâ'ya isnad olunduğunda, Allah'ın emrinin ve azabının ve lutfunun gelip gitmesi murad olunur. Zira; ahval-i cisimden gelip gitmek gibi şeylerden Cenab-ı Hak münezzeh olduğundan bu kelimelerden makama münasip bir manâ murad olunmak vaciptir. Şu halde, bu âyette «Tarik-i haktan çıkanlar Allah'ın gelmesine intizar ederler» demek «onların helakine dair Allah'ın emrinin gelmesine intizar ederler» demektir.
ZuIeI; gölgelik ve gamam; beyaz buluttur. Ümem-i salifeden âsi olanlara ekseriyetle azap; üzerlerini gölgelik gibi bürümüş beyaz bulutlardan nazil olduğundan bu ümmetten de isyan edenlere azabın onlara geldiği gibi bir surette gelmek ihtimali beyanla günahkârları tehdid etmiştir. Beyaz buluttan menfaatli yağmur ümid edilirken azabın gelmesi, hayır zannolunan yerden şerrin zuhur eylemesi demek olup bunun da tesiri ziyade olduğu cihetle azabm rahmete sebep olacak buluttan geleceğini beyanla şiddetine işaret, olunmuştur. Hulâsa; İslama ve daire-i itâata girmeyen kimselerin ancak semadan azabm nazil olması ve azabm gelmesinden başka gözetecek bir şeyleri olmadığı ve haklarında vaki' olacak şeyle hükm-ü ilâhinin îâhîk olup cümle umurun Allah'a râci bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümiesindendir. [24]
Vacip Tealâ din-i İslama duhûİü kâft'ei nâsa emir ve Şeytan'-jn vesvesesine ittibaı nehiy ve tekâlif-i ilâhiyeden çıkanların intikama müstehak olduklarını ve onların ancak azabm gelmesini gözettiklerim beyan ettiği gibi hak olan delilleri inkâr edenlerin tehdide müstehak olduklarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Ekrem'im! Sen Beni İsrail'den sual et, biz onlara ne kadar açık mucizeler verdik. Eğer bir kimse kendine geldikten sonra Allah'ın nimetlerini tebdil ederse o kimse Allah'ın azabına müstehak olur. Zira; Allah'ın azabı şiddetHdir.
Yani; ey Resul-ü Zişan'ım! Sen ehl-i kitap olan Beni İsrail'den sual et ki, biz onların ecdadına Hz. Musa vasıtasıyla hak üzere delâlet eder ne kadar çok mucizeler verdik, onlar o âyetleri inkârla azaba müstehak oldular. İşte onlar gibi senin mucizelerini inkâr edenler, inkârlarında devam ederlerse bunlar da azaba müstehak-tırlar. Zira; bu mu'cizeler hidayete ve saadete sebep olan hakka delâlet ettiği cihetle ümmet hakkında pek büyük nimettir. Bir kimse, 'hidayetine sebep olan nimet kendine geldikten sonra Allah'ın o nimetini tahrif veya maksadın gayrı bir te'vil ile dalâlete tebdil ederse, azaba müstehak olur. Zira; nimeti tebdil edenlere Allah'ın azabı şiddetlidir.
Bu âyette Beni İsrail'e verilen âyetle murad; Hz. Musa'ya verilen asâ ve denizin yol olması ve saire gibi mucizelerdir. Bu sualden maksat; zaman-ı saadette bulunan Yahudileri âbâ ve ecdadının hallerinden ibrete davet ve eslâfınm mucizelerini te'~ ville tebdil edip azaba duçar olduklarını beyanla tehdid etmektir.
Nimetle murad; enbiya-yı izama verilen mucizelerdir. Zira enbiyanın mucizeleri; ümmetlerinin hidayetlerine sebep olduğu için pek büyük nimetlerdir ve nimetin şükrü eda olunmak lâzımdır. Mû'cizenin şükrü ise, iman ve ihtida etmektedir. İşte mucizeyi, hâşâ sihir ve kehânet demek gibi iftiralara tebdil edenler küfran-ı nimet ettiklerinden dolayı elbette muazzep olacaklardır.
Bu gibi azîm ni'meti dalâletle karşılamak büyük cinayet olduğundan azabın şiddetini icab ettiğine işaret için, Cenab-ı Hak mikabının şiddetli olduğunu» beyan etmiştir.
Nimet lâfzı mutlak zikrolunduğu cihetle nimet; sıhhat, afiyet, rejdh-ı hal, emniyet ve kifaf miktarı rızik gibi nimetlere dahi şâmil olduğundan, bunların şükrünü eda etmeyenler de nimetlerinin hikmete tebdil cezasına müstehaklardır.
Hulâsa; Beni İsrail'e birçok âyetler verildiği ve o âyetler hakka delâlet ve hidayete vesile oldukları cihetle ümmetler hakkında nimet olduğu ve bu nimeti,maksadın hilâfında istimal ile teb-dîl edenlerin şiddetli ceza görecekleri, zira; Allah'ın azabı şedîd olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. gibi, istihza olunan müttakiler de onların fevkinde derecat-ı âli-yatta bulunacaklardır. [25]
Vacip Tealâ hayat-ı dünyanın kâfirlere tezyin olunduğunu beyan ettiği gibi bu hal şu zamana mahsus olmayıp evvelden beri insanların adetleri olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Nas ümmet-i vahideydi, sonra Ccnab-ı Hak muti' olan kimseleri tebşir eder ve âsi olan kimseleri azapla korkutur oldukları halde nebileri gönderdi ve o nebilerle beraber hak olarak kitap inzal etti ki, nâsın ihtilâf ettikleri mesâilde beynen nas o nebi hükmetsin ve nâsın ihtilâfını bertaraf eylesin.]
Yani; nâs iptida-yı hilkatte Hz. Âdem şeriatiyle amel eder bir millet olup, aralarında asla ihtilâf yoktu. Vakta ki Kâabil, Hâbil'i katletti. Bunun üzerine ârâ ve efkâr ihtilâf etti ve kuvva-yı hayvaniye ve arzu-yu emel teşettüt eyledi ve aralarına buğz-u adavet ve muhasame ve mücadele girdi. Binaenaleyh; nâsın muhtelif milletlere inkısam etmesi üzerine Cenab-ı Hak âsileri korkutur ve itaat edenleri sevapla tebşir eder oldukları halde nebiler gönderdi. İhtilâf ettikleri mesâil hakkında nâs arasında adaletle hükmetmek için o nebilerle beraber hakka mukarin kitaplar inzal etti. O nebiler halkı İslaha ve bir noktada içtimaa davet ettiler ve her nebi kendi zamanındaki mebus olduğu ümmetini ıslaha çalıştı ve emroîunduğu şeriatın ahkâmını bilâ kusur ve lâfütûr tebliğ etti.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette kitap; cins-i kitaptır. Yoksa «Her nebi ile beraber bir kitap inzal etti» manâsına değildir. Zira; her nebinin kendine mahsus kitabı yoktu. Belki bazılarına kitap nazil oldu ve ondan sonra gelenler o kitabın ahkâ-mıyla mükellef ve onu ümmetine tebliğe memur edildi. Kitapla hükmeden; nebi vasıtasıyla Allahil Teald'dır. Çünkü hüküm; Allah'ındır. Nebi Allah'ın kitabından aldığı ahkâmıyla ümmeti beyninde hükmettiği cihetle Allahü Tealâ ve nebi hükmederler demektir. Hatta hüküm kitaptan alındığı için «Kitap hükmetti» denilerek hükmün kitaba isnadı dahi caizdir. [26]
Vacip Tealâ nâsm ihtilâfını hail için enbiya ile beraber kitap inzal ettiğini beyan ettiği gibi ihtilâf edenlerin kimler olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[O kitapta ihtilâf etmedi, illâ sol kimseler ihtilâf ettiler ki onlara o kitap verildi. Kendilerine kitap verilen ümmet o kitabın doğru olduğuna açık deliller ve beyyineler geldikten sonra hased-lerinden naşi beyinlerinde cereyan eden desais-i Şeytaniye île zulmen o kitabı inkâr ederek ihtilâf ettiler.]
[Binaenaleyh; Allahü Tealâ kendisinde ihtilâf ettikleri hakta kitaba iman eden müminleri hidayette kıldı, onlar da biiznillâh ihtida ettiler. Halbuki Allahü Tealâ dilediği kimseyi doğru yola hidayette kılar.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile, ümmet; bir din üzerine içtima' eden millettir. Nâsm ümmet-i vahide olması Hz. Adem zamanında olmuştur. Zira; Allahü Tealâ Âdem (A.S.)'ı kendi zürri-yetine resul gönderdi. Âdem (A.S.) ve evlâdı bir din üzere ümmet-i vahideydiler. Kabil, Habil'i hased neticesi katledinceye kadar bu hal devam etti. Vakta ki vak'a-i kıtal hadis oldu. Evlâd-ı Adem arasına ihtilâf girdi. Ve bu ihtilâf da ilâ yevmi-1 kıyam devam edip gidecektir. Bu misilli ihtilâfatı halletmek için Cenab-ı Hak iktizayi zamana göre nebi göndermek ve kitap inzal etmekle ıslahlahla-nnı emretti. İman edenler ettiler ve iman etmeyenler de küfür üzere kaldılar.
Yahut nâsm millet-i vahide olması Hz. Nuh'un gemiden indiği zamanda olmuştur. Zira; gemiden inince dünya yüzünde bulunan ancak gemide mevcut insanlar olup, onlar da Hz. Nuh'un dini üzerine cemaat-i vahide idiler. Aralarında asla ihtilâf yoktu. Ancak sonraları insanlar çoğaldıkça buğz-u adavet ve hased neticesi vahdet tefrikaya düştü, ihtilâflar zuhur etti ve ıniel-i muhtelife hasıl olup, İslaha muhtaç olununca Cenab-ı Hak ıslah için nebiler gönderdiğini bu âyetle beyan buyurmuştur.
Nasırı küix üzere ümmet-i vahide olduğu bir zaman geçmemiştir. Çünkü; bütün insanların hilaf üzere bulundukları bir zaman farz olunmuş olsa, o da fetret zamanları ki bir nebinin irtiha-linden sonra diğer bir nebi ba's olununcaya kadar geçen zamandır. İşte o zamanlarda da insanlar arasında mümin ve muvahhid bulunacağından dünyada bulunan bütün insanların küfrüzere ittifak ettikleri bir zaman tasavvuru baiddir. Çünkü; her zamanda ehl-i tevhid bulunmuş ve dünya ehl-i imandan hâli kalmamıştır. Amma yalnız mümin ve millet-i vahide olması iki defa vaki olmuştur : Birisi; Hz. Âdem zamanı, vak'a-i kıtale kadar devam etmiştir. Diğeri; Hz. Nuh'un gemiden indiği zamandır. Enbiyanın sıfatlarından tebşir; hıfzıssıhha menzilinde ve inzar ; hastalığı tedatri kabilinden olup sıhhat asıl, maraz arız olduğundan hıfzıssıhha menzilinde olan beşaret; inzar üzerine takdim olunmuştur.
Hak olan şeyde ihtilâf eden ehl-i kitaptan Yehud ve Nasara-dır. Çünkü; onlardan herbiri diğerini tekfir ettiği bundan evvel bazı âyetlerde beyan olunmuş ve bu iki millet kendi kitaplarının bazı âyetlerini tağyirle dahi kendi dinlerinde ihtilâf etmişlerdir.
Hulâsa; hak olan itikadiyatta ihtilâf edenlerin ehl-i kitap olduğu ve bu ihtilâfların kendilerine hakka delâlet eden deliller geldikten sonra vuku bulduğu ve ihtilâfları beyinlerinde hased neticesi zulüm olduğu ve ehl-i imanı Cenab-ı Hakkın ihtilâf ettikleri mesâilde hidayette kıldığı ve Allah-ü Tealâ'nm dilediği kulunu doğru yola îsâl ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [27]
Vacip Tealâ dilediği kulunu tarik-i müstakime hidayette kıldığını beyan eylediği gibi tarîk-ı müstakime hidayette tamam olmayıp ancak birtakım meşakkatlere tahammül etmekle tamam olacağını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Sizden evvel geçen ümmetlerden mümin olanların gördükleri meşakkatlerin emsali size gelip de onların müptelâ oldukları musibetlere siz de müptelâ olmadıkça yalnız iman etmekle Cennet'e gireriz mi zannedersiniz? Eğer böyle zannederseniz bu zannınız yanlıştır. Zira; onların gördükleri musibetleri siz de göreceksiniz ve onların çektikleri derd-ü alamı siz de çekeceksiniz.]
[Zira; evvel geçen ümmetleri fakr-ü ihtiyaç ve meşakkat gibi zararlar ye hastalık ve körlük gibi şiddetler her taraflarını ihata etti ve enva-ı belâya müptelâ oldular ve oldukları yerden ayakları kaydırıldı. Hatta onlara meb'us olan resul ve onunla beraber olan müminler Allah'ın nusreti ne zaman olacak? deyinceye kadar bu musibetler devam etti ve onlar da takatleri kalmadığı bir zamana kadar sabrettiler ve nusret-i ilâhiye ne zamandır dediklerinde kıbcl-i ilâhiden »Agâh olun ve uyanık bulunun. Allah'ın nusreti yakındır» denilmekle tebşir olundular.] İşte ey ümmet-i Muham-med! Siz de onlar gibi birtakım mesâibe göğüs germedikçe kolaylıkla Cennet'e gireriz zannetmeyin.
Resulullah'ın Medine'ye hicret buyurmasıyla eshaptan malını Mekke'de terkederek hicret edenlerin müptelâ oldukları fakr-ü faka ve mesaib-i saireyle beraber Medine'de bulunan Yahudilerin adavetlerinden de fevkalâde dilgir olduklarından onları tesliye için bu âyetin nazil olduğu (İbn-i Abbas) Hz.'den mervidir. Yahut Hendek gazasında çekilen zahmetler üzerine ehl-i imanı teşci için bu âyet nazil olmuştur. Herhangi sebebe mebni nazil olursa olsun, ehl-i imanın görmüş oldukları zahmetlere sabretmesi lâzım geldiğini ve düşmana karşı metanetle mukavemet ve sair avarız ve afata göğüs germek ehemm-i umurdan olduğunu tavsiye ve bu misilli vukuatın âlemde emsali çok geçtiğini beyanla ümmet-i Muhamme-diyeyi tesliye ve teşcidir. İlâ yevm-ilkıyam bu gibi vukuatın insanlar üzerinde eksik olmayacağını ve evvelden beri eksik olmadığını beyanla, herşeye karşı sebata teşvik için nazil olmuştur.
Bilhassa şu içinde bulunduğumuz bin üç yüz otuz senesi Temmuzunda [28] iptida Sırpla Avusturya hükümetleri arasında tahad-düs eden bir vak'a üzerine Alman, Fransa, Rus, İngiliz ve Belçika hükümetlerini ve çok geçmeksizin Türkiye ve Japonya hükümetlerine kadar daire-i içtialini tevsi ve şeraresi bütün dünyayı ihata eden Harb-ı Umumi'de, efrad-ı İsiâmiyenin görmüş olduğu müzayakaya kargı bu âyet millet-i îslâmiyeye sabır ve metaneti tavsiye etmektedir. Çünkü âyet; mü'min olmakla her belâdan muaf olmak lâzım gelmeyeceğini ilânla müminlere belânın isabet edeceğini ve ona da sabır lâzım olduğunu beyan ve şu kadar ki pek müzayakada olanlara nusretin yakın olduğunu tebşir etmekle tesliye buyurmuştur. Gerçi ekseriyet itibariyle de efrad-ı İslâmiye ahlâk ve amel noktasından rahmet-i ilâhiyeye müstehak değillerse de birtakım fukara ve zuafa ve bîkusur masumların nazargâh-ı ilâhiye olduklarında şüphe yoktur. İşte şu kusursuz masum güruhunun rahmete istihkaklarına iştirakle nusret-i ilâhiyeyi ümid eder ve dergâh-ı ulûhiyetten an karib husulünü istirham ederiz.
Hulâsa; mücerred mümin olmakla mesaib görmeden Cennet'e gireriz zannı doğru olmadığı ve evvel geçen .ümmetlerin görmüş oldukları zahmetleri bu ümmetin de göreceği ve Allah'ın rızasına vusul birtakım meşakkate tahammülle beraber şehevat-ı nefsaniyeyi kaldırmakla olacağı ve sabrın tükendiği zamanda nusret-i ilâhiyenin zuhur edeceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümle-sindendir. [29]
Vacip Tealâ Cennet'e vusul, mesaibe sabır ve metanetle olacağını beyan ettiği gibi malı sarfetmek hususunda bazı ahkâmını beyan etrnek üzere buyuruyor.
[Habib-i Z iş a mm! Hangi şeyi ve ne miktarını infak edeceklerini senden sorarlar. Sen cevapta «Sizin hayırdan infakınız vâü-deyninize ve hısımlarııiîza ve yetimlere ve fakirlere ve yolculara infak ettiğiniz şeydir.» de. Ve «Hayrolarak her ne işlerseniz Al-lahü Tealâ onu biKr» demekle sual edenlerin vazifelerini tayin et]
Yani; ashabın tarafından ne gibi şeyi ve ne miktar infak edeceklerini senden sual ederler. Sen onları ıslah için hallerine muvafık olan şeyi beyanla cevap ver, de ki «Sizin hayrolarak infakınız hangi cinsten ve ne miktar olursa olsun infaka müstehak olan: Evvelâ; ana ve babanızdır. Zira; sizin vücudunuza sebep olan onlar olup hal-i sahavetinizde size olan şefkat ve merhametleri icabı sizi büyütmek için çekmiş oldukları zahmetlere karşı sizde olan haklarını ifa etmek üzere eğer muhtaç olurlarsa herkesten evvel onların ihtiyaçlarını temin etmek için onları infak etmeniz lâzımdır. Çünkü; onların hakkı başkalarından mukaddemdir. Validey-ninizi infaktan sonra ikinci mertebede de muhtac-ı muavenet olan akrabanızdır. Zira; hukuk-u karabete riayet diğerlerine riayetten mukaddemdir. Binaenaleyh; akrabayı tadkîm evlâdır. Akrabanızdan sonra malınız müsait olursa üçüncü mertebede şayan-ı merhamet olan yetimlerdir. Çünkü; yetimlerin kisbe iktidarları olmadığı gibi onlara merhamet edip umur ve hususlarını tedvir edecek pederden mahrum oldukları için onlara infak etmek evlâdır. Yetimlerden sonra infakm hayırlısı sair fukaraya inf aktır. Ve bundan sonra merhamete şayan olan, memleketinden uzak düşüp memleketinde olan servetinden istifade edemeyen müsafir yolculardır. Ve hayırdan işlediğiniz herşeyi Allahü Tealâ bilir ve ziyadesiyle sevabını verir, ecrinden noksan olmaz.
Fahr-i Razi ve Beyzâvî'nin beyanlarına nazaran âyet eshap-tan (Amr b. Cümuh) isminde bir şeyh-i fanî hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Amr) zengin olup malının hangi cinsinden ve ne miktarını sadaka edeceğini sual etmesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Gerçi âyette sual infaktan ise de infaka itibar; ancak masrafına nazarla olacağına binaen suale cevapta infakm masrafını beyanla cevap verilmiş ve sailin haline münasip olan masraftan yani sadakasını kimlere vereceğinden sual etmesi lâzım olduğuna tenbih olunmuştur. Zira; masrafına sarf olmayan mal zayi olduğundan masrafı aramak ehemdir.
İşte bu âyet-i celile hukuk-u übüvvet ve karabete riayetin lüzumunu beyandan sonra insanlar arasında en ziyade muhtacı muavenet olan yetimlerin hukukunu nazar-ı itibare almış ve onlara riayetin lüzumunu tavsiye etmiş ve eytamın da beni beşer arasında bir hak sahibi olduklarını ve bu hakka riayet etmek; muktedir olan insanlar üzerine vacib-i kifaye olduğunu beyan eylemiş ve herkesi kendi muhitinde bulunan eytama riayetle mükellef kılmıştır. Fakat bu ahkâma lâyıkıyla riayet olunamadığı ve birçok kusurlar vaki olduğu cümlenin malûmudur. Ancak bu kusur şeriatte değil belki o şeriate lâyıkıyla riayet etmeyen insanlardadır. Şu zamanda teşekkül eden dar-ül'eytamlar şayan-ı takdirdir. Bu âyet-i ceîile yolculara infak ve riayeti tavsiye etmekle İslâmiyette misafirperverlik hiss-i mübeccelini telkin etmiş ve ekseri Anadolu şehir ve kasabalarında hanedan ve eşraf tarafından yolcular hakkında gösterilen ikram ve ihtiram bu esas-ı dinî'ye riayetten mü-tevellid bulunmuştur. [30]
Vacip Tealâ infakın masrafını beyan ettiği gibi düşmanla muharebenin vacip olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Düşmanınızla mukatele etmek sizin üzerinize farz kılındı. Halbuki kıtal sizin üzerinize meşakkettir, tabiatinize mülayim gelmez.]
[Birçok şeyleri sevmezsiniz, halbuki sizin sevmediğiniz şey sizin için hayırlıdır.]
[Ve birçok şeyleri siz seversiniz, halbuki o şey sizin için şer ve mazarrattır.]
[Herşeyin hayır veya şer olduğunu Allahü Tealâ bilir, siz bilmezsiniz.]
Yani; ey ehl-i iman! Sizin üzerinize düşmanla muharebe etmek farz kılındı. Zira; dini, namusu, memleketi ve ehl-ü ıyali muhafaza düşmana karşı mukavemetle olduğundan, mukaddesatı ve sair muhafazası vacip olan şeyleri tecavüz-ü â'dâdan muhafaza, onlarla kıtale tevakkuf ettiğinden sizin üzerinize kıtal farzdır. Halbuki kıtal sizin için meşakkattir. Binaenaleyh; tabiat-i beşeriye onu sevmez ve siz tekâlif-i ilâhiye gibi birçok şeyleri ağır görür ve meşakkatli addedersiniz. Halbuki o şey; sizin için hayır ve ayn-ı menfaattir. Zira; sebeb-i salâh ve felâhınızdır. Meselâ namaz yevmiye beş defa nefis üzerine ağırdır. Halbuki en büyük ibadet olduğu cihetle, Rabbisine ubudiyet ve sebeb-i saadettir. Menhiyat gibi birçok şeyleri nefsiniz sever. Halbuki sizin için sebeb-i fesad ve felâket olduğundan serdir ve ayn-ı azap ve mazarrattır. Bu gibi şeylerin menfaat olduğunu Allahü Tealâ bilir size emreder veya mazarrat olduğunu bilir, sizi nehyeder. Halbuki siz bilmezsiniz.
Beyzâvfnin beyanı veçhile ahkâm-ı şer'iyenin maslahata tâbi olduğuna bu âyet delâlet eder. Binaenaleyh; Allah'ın emrettiği şeylerin hernekadar zahiri meşakkatli görünse de, hakikatte kullan için o şeyde bir menfaat var ki o meşakkate galiptir. Kezalik nehyettiği şeyin zahirinde insan için sevecek birşey varsa da ha-kikatta onda mazarrat var ki zahirde görülen menfaate galiptir. İşte bunları Allahü Tealâ bildiğinden menfaati, galip olan şeyle emreder ve mazarratı galip olan şeyden nehyeder. İşte kıtal; beşerin en ziyade sevdiği hayatın zıddıyla emir olduğundan nefs-i beşer üzerine ağır ve meşakkatlidir. Lâkin dünya ve âhiretin saadetini ve cemiyetin beka ve mevcudiyetini ve dinin muhafaza ve emniyetini ve nâs beyininde tevzi-i adaleti ve düşman korkusundan masuniyetini temin etmek mücahedeye tevakkuf ettiği gibi em-val-i ganimet ve şehadet gibi servet ve meratib-i âliye dahi kıtale mütevakkıftır. Binaenaleyh; kıtalde olan meşakkate nispetle menfaati ve maslahatı kat ender kat fazla olduğundan Cenab-ı Hak düşmanla kıtali farz kılmıştır. Düşman tecavüzatma karşı eli bağlı koyun gibi durmak caiz değildir. Belki sell-i seyfederek karşı çıkmak vaciptir. Şu halde kıtal; hasta olan kimsenin ilâç içmesi gibidir. Çünkü; acı devayı içmek hastaya ağır olursa da deva üzere terettüb edecek şifayı nazar-ı itibare alınca deva hafif ve biiz-nillâh şifasını görünce de memnun olur.
Evet! Muharebeyi terketmekte nefsi helakten ve malı teleften sıyanet ve rahatlık vardır. Ve bunlar insana gayet tatlı görünür. Lâkin kıtali terkle âdânın bilâd-ı İslâmiyeyi istilâ ve emvali garât ve insanları öldürmek ve ırz-u namusu payimal etmek ve muhadderat-ı İslâmiyeyi alıp götürmek gibi mazarratlarını görünce encam-ı emir, kıtale mecbur olunur, fakat ne fayda ki gidenler gitmiş bulunur. Binaenaleyh ehl-i imanın daima harp hazırlığında bulunması ve alât-ı harbi hazırlaması ve icabında düşmana karşı silâha sarılması vaciptir. Zira; vücuda gelen hastalığın derhal ve hastalık vücuda yerleşmeden çaresini aramak lâzımdır, evvelinde müsamaha olunur ve vücuda yerleşirse, onu kaldırmak güç olduğu gibi düşmanı da memlekete ayak basmadan defetmek lâzımdır. Çünkü memleketi istilâdan sonra onu kaldırmak müşkül olur.
Âyette «Kıtali kerih görürler» demek «Tab-ı beşer üzerine ağır olur» demektir. Yoksa «Teklif-i ilâhiyi istikrah ederler» manâsına değildir. Zira bu manâ; ehl-i imanın imanlarına münafidir. Çünkü mümin; Allah'ın emrettiği şeyin ayn-ı salâh ve hakkında menfaat olduğunu bilir ve lâkin bunu bilmek nefis üzere teklifin sikletini kaldırmaz. Binaenaleyh; menfaatini bildiği halde nefis üzere meşakkatli olur. Birçok müslümanlarm itikadları sağlam olduğu halde tekâsül ederek birçok ibadetleri terketmeleri buna şahittir.
Âyette hitap; zaman-ı saadette bulunan müminlere ise de ilâ yevm-il kıyam mevcud olacak müminlere bittabi' hitaptır. Binaenaleyh; her zaman kıtal, ehl-i iman üzerine farz-ı kifayedir. Şu halde bir kıt'ada nıuharib olan düşmanla mücahid bulundukça diğerlerinden farz sakıt olur. Şu kadar ki düşman İslâm toprağına ayak basarsa farz-ı ayn olur ki, o zaman düşmanı defetmek için her nıüslümanın harbe iştirak etmesi farzdır.
Hulâsa; müslümanlar üzerine mücahede ağır olursa da farz olduğu ve insanın bazı sevmediği şeyin akıbeti hayır ve bazı sevdiği şeyin akıbeti şer olduğu ve bu gibi şeylerde hayrı ve şerri Al-lahü Tealâ'nın bilip, kulların bilemediği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [31]
Vacip Tealâ'nın kıtalin farz olduğunu beyan ettiği gibi şehr-i haramda kıtalin büyük günah olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Mükerrem! Şehr-i haramda kıtalden müşrikler sana sual ederler. Sen cevapta de kî: «Şehr-i haramda kıtal büyük günahtır ve o ayda kıtal tarîk-ı ilâhîden kul'an menetmektir ve şehr-i haramda kıtal Allahü Tealâ'ya küfürdür. Ve Mescid-i Haramı ziyaretten menetmektir.]
[Ve Mescid-i Haram'ın ehlini Mescid-i Haram'dan çıkarmak indallah kıtalden daha büyük günahtır. Ve fitne katilden daha büyüktür.]
Yani; beynel Arap şehr-i harama hürmet lâzımken, Recep ayının gurresinde ehl-i Islâmdan bir zümrenin müşriklerin kervanını vurmaları üzerine müşrikler şehr-i haramda kıtalin hükmünden Resûlullah'a sual ettiler. Cenab-ı Hak resulüne hitaben «Ha-bibim! Şu suale cevapta, sen de ki; şehr-i haramda kıtal büyük günahtır ve tarîk-i ilâhiden ve Mescid-i Haram'dan menetmektir. Fakat Mescid-i Haram'ın ehli olan Resulullah'ı ve müminleri Mescid-i Haram'dan çıkarmak ve ehl-i imana karşı fitne ihdas etmek şehr-i haramda kıtâldan daha büyük günahtır.»
Bu âyette Resulullah'a sual edenler müşriklerdir. Çünkü; Re-sulullah Bedir gazasından iki ay evvel halazadesi (Abdullah b. Cahş)'ı bir kıt'a-i askeriye ile Kureyş'in Taiften gelecek bir kervanının önünü kesmek üzere göndermiş ve eline verdiği nameyi iki gün açmamasını ve iki günden sonra açıp arkadaşlarına okumasını ve mazmununda arkadaşlarını muhayyer bırakıp cebretmemesini emretmişti. Emr-i Resulullah'a muvafık olarak (Abdullah) zamanında nameyi açtı ve okudu [32].
Bu nameyi (Abdullah) okuyunca cümlesi dediler. Ve Batn-ı NahTe varıp kondular. Kervan geldi, bir müddet mücahededen sonra asakir-i İslâmiye muzaffer oldular, kervanbaşı (Abdullah b. Hadrami)'yi katil ve iki kişiyi esir alarak kervanla beraber Medine'ye getirdiler. Ancak bu vaka şehr-i haram olan Recep ayının garresinde olduğundan müşrikler Resuîul-lah'ı «Sen şehr-i haramın hürmetine riayet etmedin» diye tayib ettiler ve bu suretle Resulullah'a mektuplar yazdılar. Resulullah da askerin reisine «Ben size şehr-i haramda kıtal edin mi dedim?» diyerek itab etti. Ve emval-i ganimeti ve esirleri taksim etmeksizin bu âyetin nazil olduğu mervidir. Halbuki asker Cemaziyelâhi-renin nihayet günleri zannetmişler ve Recep ayının duhûlünü bil-memişler ve onun için harbetmişlerdi. Buna nazaran âyetin manâsı şöyledir : [Ey müşrikler! Şehr-i haramda (Abdullah b. Cahş)'-ın (Hadramî)'yi hataen katlettiğinden sual ediyorsunuz. Şehr-i haramda kıtal büyük günahtır. Lâkin sizin tarîk-ı ilâhi olan din-i İslama duhûlden ve Harem-i Şerifi ziyaretten halkı men'etmeniz ve Allah'a küfretmekle beraber ehl-i Haramdan olan Resulullah'ı ve ashabını Mekke'den çıkarıp hicrete mecbur eylemeniz indallah daha büyük günah olduğu halde bu kadar cinayetleri işler, nefsinizi ta'yib etmez de (Abdullah)'ı niçin tayib ediyorsunuz?] demektir.
Bu âyet nazil olunca Resulullah emval-i ganimetin beşte birini Beyt-ül Male ayırdı. İslâmda evvel Beyt-ül Mala vaz'olunan humus budur. Esirleri vermesini ricaya Mekke'den elçi geldi. Resulullah evvelce Mekke'de esir olan (Sa'd) ve (Akabe) gelmedikçe esirleri vermeyeceğini ve onlar gelirse müsaade edeceğini ve gelmediği takdirde katledeceğini beyan etmesi üzerine elçi geri gitti ve (Sa'd) ve (Akabe) geldi, Resulullah da müşriklerin esirlerini terhis etti. Esirlerden (Hikem b. Keysan) müslüman oldu ve diğeri (Osman) küfrüzere Mekke'ye gitti. İşte din-i İslâmda esirin mübadelesi buradan başlamıştır.
Şehr-i haramda kıtalin haram olması diğer kıtal âyetiyle nes-holunduğundan bizim için şehr-i haram yok ve her vakit muharebe caiz olup elyevm amelimiz de bunun üzerinedir. Müslümanlar için işlerini ta'til edecek birgün ve zaman yoktur, her zaman işlemek caizdir. Hatta Cuma günü bile Cuma namazını eda edinceye kadar bir müddette işini bırakır badehu işine bakar, tatil etmez.
Mekke ahalisi Resulullah'a karşı muharip bir düşman oldukları için malları halâl olduğundan Resulullah onların kervanını kesmek üzere asker göndermiştir. Hatta muharip olduklarına iki ay sonra vuku bulan Bedir muharebesi de delâlet eder. Binaenaleyh; onlar üzerine harb açmak ve mallarını almak meşru' idi. Zira; âzam-i cinayet olan şirki terketmedikleri gibi Resuiullah'la bir muahedeleri de yoktu. Şu halde askerin alıp götürdükleri emval, ganimet olduğundan Resulullah taksim etmiştir. [33]
Vacip Tealâ kâfirlerin mukatelede devam edeceklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer kâfirler muktedir olurlarsa dininizden döndürünceye kadar sizinle mukatelede devam ederler.]
[Ve eğer sizden bir kimse dinînden döner de kâfir olduğu halde vefat ederse, işte şu dininden dönen kimselerin dünyada ve âhi-rette amelleri zayi' olur ve bunlar Cehennem'in sahipleridir ve ebeden orada kalacaklardır.]
Yani; kâfirler muktedir oldukları surette sizi dininizden döndürünceye kadar çalışırlar, asla mukateleyi terketmezler. Zira; bütün emelleri sizi dininizden döndürmek ve kendi dinlerine almaktır. Binaenaleyh; bu maksatları hasıl olmadıkça harpten feragat etmezler. Eğer sizden biriniz onların maksadına muvafakat eder, dininden döner ve küfrüzere ölürse işte o kimselerin amelleri dünyada muzmahil olur. Çünkü; tahayyülâtı batıl ve Islâmiyetten göreceği faydalar zayi' olduğu gibi âhirette de amelleri zâ-yi'dir. Zira; sevaptan mahrumlardır. Bu misilli dininden dönen ve kâfir olarak vefat eden kimseler ebedî Cehennem ateşine mü-îâzimlerdir.
. Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; kâfirlerin adavetlerinin devamını ve başka şeyle adavetlerini geri alamayıp ancak ehl-i imanı dinlerine döndürmekle müteselli olacaklarını ihbardır ve irtidad eden kimsenin üzerine irtidad ahkâmını icra; kâfir olarak vefat etmesiyle meşruttur. Çünkü: irtidad ettikten sonra tekrar tevbe ve istiğfar ederse tevbesi kabul olunur, muhalledün finnar olmaz. Bir kimse irtidad edince buluğ zamanında irtidad edinceye kadar işlediği ameli batıl ve tevbe etmezse zevcesi kendine haram olur ve mümin olan pederine ve validesine ve sairine varis olamaz ve müminler tarafından muavenete müstehak olmaz. Çünkü; kâfirdir ve malı amval-i ganimet olur. Zira; irtidad edince ce-maat-i İslâmiyeden çıkmış ve ehl-i İslâmla alâkası kalmamıştır. Amma âhiretçe ameli batıl ve kendi kâfir olduğu için sevap görmez. Binaenaleyh; ebeden Cehennemde kalır.
Hulâsa; kâfirlerin, muktedir olurlarsa müminleri dinlerinden döndürünceye kadar muharebeye devam edecekleri ve binaenaleyh; ehl-i küfürden vefa beklemek doğru olmadığı ve müminlerden bir kimse dininden döner ve kâfir olduğu halde vefat ederse, bütün amelinin batıl olacağı ve bu misilli mürtedlerin ebedi ^e-hennem'de kalacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [34]
Vacip Tealâ kıtalin farziyetini ve kâfirlerin kıtale devam edeceklerini beyan.ettiği gibi kıtal emrine imtisal edenlerin rahmet-i ilâhiyeye nail olacaklarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor,
[Şol kimseler ki, onlar Allah'a ve resulüne ve ki laplarına iman ettiler ve gol kimseler ki, onlar imanla beraber hicret ve fisebilillâh mücahede ettiler. İşte bu kimseler Allah'ın ihsanını ümid ederler. Zira; Allahü Tealâ mücahede edenlerin günahlarını mağfiret eder ve cihatları mukabili sevap vermekle merhamet buyurur.]
Hicret; din uğrunda beldesini, evini} akraba ve taallü-kattnı, emvalini ve kâfirlerin komşuluğunu terkederek diyar-ı İslama nakletmektir. İptida-yı İslâmda Resulullah'm Medine'yi teşrifle Mekke'nin fethinden evvel hicret farzdı, fakat Mekke'nin fethinden sonra farziyeti neshölunup sünnet olarak baki kalmıştır. Mücahedeyle murad; düşmanla mücahededir. Gerçi nefisle mücahedeye şâmil ise de bu makamda maksat; muharebede cihattır.
Amelin mucib-i Cennet olmadığına işaret için rica lâfzı varid olmuştur. Gerçi amel Cennet'te dereceleri mucipse de asıl Cen-net'e girmek lûtf-ü ilâhidir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet, bundan evvelki âyet gibi Mekke müşriklerinin kervanını alıp getiren fırka-i askeriye hakkında nazil olmuştur. Çünkü; evvelki âyet nazil olunca o askerin reisi olan (Abdullah b. Cahş) «Ya Resulallah! Hatamızın affolunduğunu bildik, lâkin bizim mukatelemiz üzerine sevap var mıdır, onu bilemedik?» deyince bu âyetin nazil olduğu mervidir.
Bu âyette âbid olan kimsenin ibadetine mağrur olmamasına ve ne kadar zühd-ü takvası olsa bile hin-i vefatında Rabbisine karşı kendisini kusur sahibi bilmesi lâzım olduğuna ve din-i ilâhiye lâyık olduğu veçhile nusret edemediğini itiraf etmek ve azaptan korku ve rahmetten ümid üzere mevte hazır olmak lâzım geldiğine işaret vardır. Çünkü iman ve hicret ve fisebilillâh mücahede eden kimselerin şu amelleriyle beraber Allah'ın rahmetini rica ettiklerini beyan etmek; suret-i kafiyede şu ibadetlerin rahmet-i ilâhi-yeyi mucip olmadığına delâlet eder. Şu halde insan, ne kadar ibadeti olsa yine Allah'ın inayetini ricaya muhtaçtır. Halbuki kafi olan birşeyde ricaya hacet kalmaz. Binaenaleyh; ibadetin sevap icabı kafi değildir. [35]
Vacip Tealâ bünye-i insaniyeyi tahribe sebep olan kıtale müteallik bazı ahkâmı beyan ettiği gibi cism-i insaninin dümenini döndürmekte olan aklı gideren şarapla, malı itlaf eden kumarın hükm-ü şer'isini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Muazzam! Nâs şarapla kumarın hükmünden sana sual ederler. Sen onlara cevapta «Şarap aklı izale ve kumar da malı itlaf ettiğinden her ikisinde büyük günah vardır. Ve nâsa bunların menfaatleri de vardır ve lâkin günahları menfaatlerinden büyüktür de.]
Yani; nas aklı izale eden şaraptan ve malı itlaf eden kumardan sana sorar ve istifta ederler. Sen onların şu suallerine cevaben «Bunlardan birisi bünye-i insaniyenin dümenini idare etmek için ihsan olunan nimet-i aklı izale ve diğeri muhafazası lâzım olan malı itlaf ettiğinden ikisinde de büyük günah vardır. Kumarda kolayca mal kazanmak ve şarapta neşe ve sürür vermek gibi bazan nasa menfaat de vardır, lâkin bunlardan neşet eden mefse-det menfaatlerinden daha büyüktür. Birşeyde mefsedet, maslahattan çok olursa terki icab ettiğinden bunları terk etmek lâzımdır» de.
Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile şarap hakkında dört âyet nazil olmuştur. Birincisi; Mekke'de:
âyeti nazil olmuştur. Yani «Hurma ve üzüm meyvalarmdan nâs şarap ve rızk-ı hasen ittihaz ederler» demektir. Müslümanlar için bidayeten mubah olduğundan şarabı içerlerdi. Sonra Hz. Ömer ve bazı sahabenin huzur-u Risalette «Ya Resulallah! Şarap hakkında bize fetva ver. Zira; aklı gideriyor» demeleri üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bu âyetin nüzulünden sonra nâstan bazıları içerse de diğerleri terketmiştir. Bundan sonra (Abdurrahman b. Avf) Hz.leri bazı kimseleri davet etti. O ziyafette şarap içtiler. Badehu namazda imam, sekri icabı yerine okudu. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. Yani «Sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın» demektir. Binaenaleyh; şarabı içenler gayet azaldı. Bundan sonra bir davette ashaptan bazıları şiir okurken ensarı zemmedince, ensardan bir delikanlı (Sa'd) Hz.lerinin başını .varıncaya kadar doğdu, Hz. Ömer «Ya Rabbi! Şarap hakkında beyan-ı safi inzal et» diye temenniyatta bulununca:
âyeti nazil oldu ki, şarap ve kumar Şeytanın amelinden necis olduğu beyan edilmiştir. Şu halde tercümesi yukarıya dere olunan âyet-i celile; şarabın necis olduğunu beyan eden âyetle mensuhtur. Zira; bu son âyetle haram kılınmış olup hürmeti kati ve halâl itikadı küfürdür. Ve haram olduğunu itikad ederek içen kimse günah-ı kebire irtikâb ettiği cihetle fasıktır.
Gerçi şarap; iptida-yı İslâmda nâsın ülfetlerine binaen bir müddet mubah olmuşsa da, beyan olunduğu veçhile tedricen nefret verecek âyetler nazil olmakla encam-ı kâr hürmet-i katiyeyle haram kılınmıştır.
Bu âyette beyan olunan şarapta olan büyük günah; aklı izale ve sarhoşluk sebebiyle menhiyatı irtikâb ve memurattan i'raz etmektir. Kumarda olan büyük günah; bedelsiz gayrın malını almaktır. Çünkü: Herhangi nevi oyunla alırsa alsın kumarla alınan mal haramdır. Hatta çocukların ceviz, badem, yumurta gibi şeylerle oynayıp aldıkları eşya bile haramdır. Gerçi çocuklar teka-lif-i ilâhiyeyle mükellef değillerse de hukuk-u ibadla mükelleflerdir. Çünkü sabavet; gayrın malını halâl kılmaz. Binaenaleyh; çocukların kumardan aldıkları şey de haramdır. Şarapla kumarın menafiine gelince: Çokça sevinmek ve korkak kimseyi şeci kılmak ve bahili sahi etmek gibi ânî ve her zaman zevale maruz olan bazı şeylerdir. Binaenaleyh; âyette nâsa menfaatleri olduğu beyan ve balâda tadad olunan şeyler menafi-i cüziyeden ibarettir ki zararlarına nispetle menfaatleri gayet cüz'i olduğundan bilkülliye haram kılınmıştır. Zira; zarar-ı külli zımnında menfaat-i cüz1-iyeye itibar olunmaz. Çünkü def-i mefsedet; celb-i menfaatten evlâdır.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kumar; zaman-ı cahiliyede ve bilhassa Araplar arasında pek şöhret almış olup bazı kimseler bir oturuşta yüz deve alır ve elini sürmeksizin fukaraya ihsan eder ve bu gibi şeyleri medar-ı mefharet addederlerdi. Vakta ki ufk-u saadetten diyanet-i İslâmiye tulu' edince âlemin tahribine sebep olan bu gibi müzahrafatı tamamen men'etti. Çünkü âlemin ima-riyle beraber insanların ihtiyaçlarını defetmek; ticaret, haraset, sınaat, emaret ve sair muamelât-ı nasla hasıl olduğundan bunun haricinde bedelsiz ve emeksiz tavlaya dört zar atarak veya bir kâğıt çıkararak gayrın malını almak insanları atalete sevkedip kahve köşelerinde ve han bucaklarında oturmak ve oyun oynamakla meşgul etmektedir. Kumar yüzünden binlerce hanümanla-nn harab olduğu ve büyük ailelerin refah-ü saadetten dereke-i sefalete duçar oldukları her zaman görülmektedir. Halbuki mal; insanın hayatına hadim olduğu ve maişet ve rahatım temin ettiği cihetle şeriat-i Muhammediye; herkesin malım israf ve sefahetten muhafaza ederek ticaret ve esbab-ı saireyle tezyidine çalışmayı emrederken, bilâkis o malı şehevat-ı nefsaniyeye sarfetmek ve bir oyun vasıtasıyla bedelsiz gayra vermek, elbette eser-i cinnet ve akim hilafıdır. İnsanların yekdiğerine borçlu ve edasıyla memur oldukları taâvün ve tenâsuru, kumar kökünden sarsar. Çünkü; kumar oynayanlar arasında zahirde masa başında bir muhabbet-i samime görülse ve kardeş gibi oyun oynasalar bile, beyinlerinde adavet hiçbir zaman eksik olmadığı ve azıcık husumetten başlayarak gittikçe büyüyüp hatta kıtale kadar ilerlediği de kabil-i inkâr değildir. Şarap ve müskirat-ı saire her kötülüğün esasıdır. Binaenaleyh; onun sebep olduğu fenalık sayılmakla tükenmez bir halde olduğu cümlenin malûmudur. Çünkü; insanın cismini tahrif, a'sâbmı tahrik, malını israf ve aklını izale ettiği cihetle aile arasında intizamı bozduğu her zaman görülen hallerdendir. Binaenaleyh; Cenab-ı Hak kullarının menfaatlerini muhafaza ve mallarını ziya'dan vikaye için kumarı ve şarabı yani bilcümle müskiratı haram kılmakla âlemin ve bilhassa aile hayatının intizamını bozacak şeylerden insanları menetmiş ve aile hayatının teşkilâtına halel getirmemek lâzım olduğuna işaret buyurmuştur. [36]
Vacip Tealâ israf ve sefahetten ibaret olan şarapla kumarın büyük günah olduğunu beyan ettiği gibi meşru' cihete sarfoluna-cak malın miktarını da beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-i Âzam! Nâs sana ne gibi ve ne miktar infak edeceklerini sual ederler. Sen cevapta «İhtiyacınızdan fazlasını infak edin» de. Zira; sizin umur-u dünya ve âhirette tefekkür etmeniz için Allahü Tealâ ahkâmına delâlet eden âyetleri böylece beyan eder. Binaenaleyh; halinizi ıslaha müteallik olan âyetlerin ahkâ-mıyla âmil olup dünyanıza kifayet edecek miktarım almak ve fazlasını âhiret için sadaka etmek cihetlerini düşünmeniz lâzımdır.]
Afv ; birşeyin fazlasıdır veyahut kolay manasınadır. Bey-zâvî'nin beyanı veçhile evvelce infak hususunda sual eden (Amr b. Cünıuh) ikinci defa infakın miktarını sual etmesi üzerine bu âyeti inzal ile Cenab-ı Hak ihtiyaçtan ziyadesini sadaka etmek mal sahiplerinin hallerine münasip olduğunu beyan buyurmuştur.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet nazil olduktan sonra eshab-ı kiram kesb-i emval cihetine sa'yedip kendi ev-lâd-ü ıyalinin ve sair nafakası üzerine lâzım olanların ihtiyaçları miktarını tutup ziyadesini sadaka ederlerdi. Çünkü; bu surette hem dünyayı hem de âhireti düşünmek vardır. Ayette Cenab-ı Hakkın beyanına muvafık olan da budur.
Bu âyette afv yani ihtiyacından ziyadeyi sadakayla murad; gınadan ve servetten sadaka etmektir, çünkü; Beyzâvî'nin beyanı veçhile bir kimse huzur-u Risalete ganaimden hissesine isabet eden bir miktar altın parçasıyla gelip «Ya Resulallah! Bundan başka malım yoktur. Bunu benden Beyt-ülmale sadaka olarak al» dediğinde Resulullah almaz. Tekrar ısrar edince Resulullah «Sizden biriniz malının küllisiyle bana gelir, sadaka eder, sonra gider köşe başına oturur, kuut-ü yevmiyesini nastan ister, dilenciliğe başlar, böyle fakir halle insan kendi nafakasını sadaka etmez ve sadaka ancak kuvvet-i gınadan ve fazla-i varidattan olur» buyurmuştur. Buhari ve Müslim'in ittifaklarıyla rivayet olunan diğer bir hadîste Resûlullah'm «Sadakanın' hayırlısı gınadan ve servetten verilen sadakadır. Yed-i ulya, yed-i süflâdan hayırlıdır. Ailende muhtaç olan kimseden başla» buyurduğu mervidir. İşte şu hadîslerin her ikisinde Resulullah bu âyeti tefsir buyurmuştur ki sadaka; insanın kendine ve nafakası üzerine vacip olan evlâd-ü ıya-line kâfi miktardan fazla olursa olur, yoksa kendinin muhtaç olduğu malını sadaka memduh birşey değildir. Zira insanın üzerine vacip olalı; evvelâ kendi evlâd-ü ıyalini sonra akraba ve taallüka-tını düşünmektir. Binaenaleyh; sadakanın insanın kendi taayyüşüne zarar getirmeyecek bir halde olmasını Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuştur.
Bu âyette Vacip Tealâ hem dünyasını — maişet-i dünyeviye — hem âhiretini —ecr-ü mesubat cihetini— düşünmek lâzım olduğunu ve her iki ciheti de ihmal etmek caiz olmadığını beyan etmiştir. Binaenaleyh; insan için bu ikiden herbirine takati miktarı çalışmak lâzımdır. [37]
Vacip Tealâ sadakanın miktarını ve servetten verilmek lâzım olduğunu beyan ettiği gibi sadakaya masraf olan yetime riayetin keyfiyetini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Muazzam! Nas sana yetimlerin ahvalinden sual ederler. Sen cevapta onlara de ki «Yetimlerin ahvalini ıslah etmek müminlere hayır ve büyük sevaptır.»] Zira; onları sefalette bırakmaktan hallerini ıslah etmek elbette hayırlıdır.
[Eğer siz onlara merhamet ederek ihtilât ederseniz onlar dinde sizin kardeşlerinizdir.] Binaenaleyh; onların hallerini ıslahta size hayırlı mükâfat vardır.
[Ve Allalıü Tealâ onların hallerini ıslah eden muslihi ve mallarını zayi etmekle ifsad eden müfsidi bilir.] Binaenaleyh; ıslah eden kimseye sevap verir ve ifsad eden kimseye azab eder.
[Ve eğer Allahü Tealâ sizin meşakkatinizi mıırad etmiş olsaydı, size meşakkat verecek şeyleri teklif ederdi. Ve lâkin meşakkatinizi murad etmedi. Zira; Allahü Tealâ cümleye galip ve işleri hikmeti mu t azanını in bir hakîm-i mutlaktır.]
Yani; habibim! Sana yetimlerin hallerinden ve onlara ne gibi muamele edileceğinden sual ederler. Sen yetimler için hayrolan; mallarını ve kendilerinin muhafaza ve talim ve terbiyeyle ıslah etmek olduğunu beyan et ve sual edenlere de ki «Eğer siz yetimleri hakir görmez, yemekte yanınıza oturtmak ve beraberinizde gezdirmek suretiyle onlara karışırsanız iyi yapmış olursunuz. Zira; onlar sizin kardeşlerinizdir. Ve .Allahü Tealâ onların malını itlaf ve kendini hakir addetmek ve işlerine bakmak suretiyle ifsad eden müfsidle yetime merhametle muavenet eden muslihi bilir ve herkesin ameline göre cezasını verir ve eğer Allahü Tealâ sizin meşakkatinizi murad etmiş olsaydı yetimler hakkında size 'meşakkat verecek ahkâm vaz'eder ve sizi meşakkate duçar ederdi. Lâkin meşakkatinizi murad etmedi, halinize bıraktı. Şu halde siz de yetimlere lâzım gelen muaveneti yapmalısınız. Zira; Allahü Tealâ herkese galip ve cümle ef'aîi hikmet üzere şâmil bir hakimdir.»
Fahr-i Razi ve Kazi'nin beyanları veçhile zaman-ı cahiliyedc yetimin malıyla intifa etmek için yetimi yanma almak ve fakat hakir tutmak ve kız olursa kendine veya oğluna nikâh etmek ve lâkin zevce muamelesi yapmamak suretiyle gadretmek âdet olmuştu. Vakta ki cümlenin rahatını tekeffül eden şeriat-ı İslâmiye zuhur edince, efrad-ı beşerin kâffesinin ahvalini nazar-ı itibare alıp ahkâmını beyan ettiği gibi, eytamın ahvalini dahi nazar-ı itibare alarak mallarını ve canlarını muhafazayı tavsiye etmiştir.
Bu âyetin sebeb-i nüzulü; yetimin malını yiyen kimsenin karnı dolusu ateş yemiş olacağını beyan eden âyet nazil olunca, nâs yetimlerin malından ellerini çektiler ve ihtilât etmez oldular. Fakat yetimlerin mesalihi bu suretle bilkülliye muhtel oldu, nâs ne yapacaklarım bilemediler. Bunun üzerine Resulullah'a arz-ı keyfiyet edip yetimler için ne gibi tedbir yapılacağını Cenab-ı Risa-letpenah Efendimizden istitaya karar verdiler ve âyette beyan olunduğu veçhile sual etmeleri üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.
Yetimi ıslah; okutmak, ilim ve irfanla terbiye etmek, malını zıya'dan muhafaza ve ticaretle tezyid, nafakasını malından tedarik etmekle sefaletten kurtarmak ve kendisini refahla yaşatmaktır. Bu minval üzere riayet etmek hem yetim hem de ıslahını tekeffül eden kimse hakkında hayır olduğunu Cenab-ı Kak bu âyetle beyan etmiştir.
Islahın hayır olduğunu beyandan sonra ıslahın envaından ihtilât etmek de hayır olduğunu ve ihtilât ettiği surette kardeşiyle ihtilât etmiş olduğundan kardeş muamelesi yapılmak lâzım geldiğini beyan etmiştir.
İhtilât; bir hanede beraber oturmak ve yemek ve içmekte müsavata riayet etmek lâzım olduğunu beyanda kâfidir. Çünkü; evvelce yetimi ayrı odada yatırırlar ve yemeğini ayırırlar ve taamından ve suyundan fazla kalana ellerini değmezler ve binaenaleyh; bu hal üzere telef olur gider ve yetimle ünsiyete tenezzül etmezlerdi. İşte bu gibi halleri terk edip, onlara kardeş muamelesi yapmak lâzım olduğunu Cenab-ı Hak bu âyette beyanla yetimlere riayete kullarını tergib etmiştir.
İhtilât, yetimin şahsıyla ihtilâta şamil olduğu gibi malını malına karıştırmak ve beraber temşiyet etmeye dahi şamildir. Yetimin malına nezaret eden kimse ameli mukabilinde maruf veçhile ücrete müstehak olur. Binaenaleyh; emsali misilli ücretini almak halâldir.
Hulâsa yetimler hakkında lâzım olan; onların mallarını ve canlarını ıslah etmek olup, bu ıslahın da onlara ve ıslah edenlere hayır olduğu ve onlarla ihtilât etmek kardeşle ihtilât olduğundan suret-i meşruada ihtilât lâzım geldiği ve Allahü Teal'ânm onların hallerini ıslah edenle, ifsad edeni bildiği ve ifsad eden kimseden intikamını alacağı ve insanları isterse Allahü Tealâ'mn meşakkate duçar edeceği ve Allahü Tealâ'mn herkese galip olup ef'al-i hikmetten hali olmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [38]
Vacip Tealâ eytamla ihtilâtın cevazına sebep; uhuvvet-i diniye olduğunu beyan ettiği gibi dinde kardeş olmayan müşrike hatunla ihtilât-ı tammı mucip olan tezevvücün caiz olmadığını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Müşrike olan hatunu iman edinceye kadar nikâh etmeyin.] Ve yatağınıza almayın. Sizin nutfeniz, onların nutfelerine karışıp çocuk meydana gelmesin.
[Ve mümine olan bir kadın hurre olsun, cariye olsun, müşrike olan kadından elbette hayırlıdır. Velev ki, o müşrike olan kadının güzelliği ve malı size taaccüp ve hayret versin. Yine mümine olan hayırlıdır.] Zira, mümine olan kadın insaniyette kardeş olduğu gibi dinde dahi kardeş otfuğu cihetle onunla tezevvüçte ülfet ve rabıtanın müşrikeyle tezevvüçten elbette ziyade olacağı şüphesizdi]'. Çünkü; dinde ayrılık az çok aile arasında nefreti mucip birşeyin hudusuna sebep olur. Zira; her dinin adetleri ve an'a-neleri ayrı ve yekdiğerine münafidir. Ancak bu söz; dinle mukay-yed ve dine tamanıiyle merbut olanlara nazarandır. Bir dine men-.sup olduğunu iddia edip de o dinle tedeyyün etmeyenlere nazaran mümin ve müşrik hepsi müsavidir. Binaenaleyh; müminin mümine olan kadınla tezevvücünde aile teşkilâtında ve evlât ve ensal yetiştirmekte suhulet olacağında şüphe yoktur. -Çünkü; insaniyet vasıtasıyla cismen tarafeynin yekdiğerine irtibatları olduğu gibi, din vasıtasıyla kalplerinde ve ruhlarında da irtibatı tâm olur ve bu irtibatın aile intizamına hadim olduğu da aşikârdır.
[Ve ey mümine olan hatunların velileri! Taht-ı velayetinizde olan kadınları iman edinceye kadar müşriklere nikahlamayın.]
Zira; siz ve hatunlar şeref-i imanla müşerref olduğunuz halde de-naet-i şirkle müle^ves olan bir kimsenin taht-ı nikâhımla bulunmak hatunlar için zillet olduğu gibi velayetiniz hasebiyle size de âr olur. Binaenaleyh; mümine olan bir kadını müşrik olan bir kimseye nikahlamanız caiz olamaz.
[Ve ey mümine olan kadınların velileri! Bir abd-i mümin elbette abd-i müşrikten daha hayırlıdır. Velev ki o abd-i müşrikin hüsn-ü cemâli ve mah size taaccüp vermiş olsa dahi, yine mümin hayırlıdır.] Şu halde taht-ı velayetinizde olan kadınları servet ve samanına ve hüsn-ü cemâline rağbet ederek müşrik olan bir kâfire nikâh etmeyin. Zira; müminle kâfir arasında münasebet-i diniye yoktur.
[İşte şu erkek veya dişi müşrikler sizi Cehennem ateşine davet ederler. Halbuki Allahü Tealâ kendi izni ve tevfikiyle müminleri Cennet ve mağfiretine davet eder.]
[Nas tezekkür etsin ve düşünsünler için Allahü Tealâ ahkâmına delâlet eden âyetlerini nasa beyan eder.] Şu halde nasa lâzım olan; o âyetin ahkâmını düşünmek ve delâlet ettiği ahkâm ve adabına riayetle amel-i salih işlemek suretiyle dünya ve âhiret saadetlerini tedarik etmektir.
Kazi ve Hazin'in beyanlarına nazaran bu âyet (Ebi Merset) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Ebi Mersed)'i Resulullah müşriklerin haberi olmaksızın bazı ehl-i imanı Medine'ye hicret ettirmek için Mekke'ye gönderdi. (Ebi Mersed) Mekke'ye geldiğinde zaman-ı cahiliyede dostu olan bir kadın mumaileyhe eski hal üze- \ re birleşmesini teklif etti. (Ebi Mersed) îslâmiyetin onunla birleşmesine mani olduğunu söyleyince, kadın bu defa nikâh taleb eder. (Ebi Mersed); «Sen müşrikesin, Resulullah'dan istizan etmedikçe nikâh edemem» cevabını verir. Vazifesini görüp Medine'ye geldiğinde Resulullah'a arz-ı keyfiyet etmesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir. Müminlerin müşrike kadınları ve mümine kadınların müşriklerle nikâhlanmalarının caiz olmadığı ve çünkü; müşriklerin Cehennem azabına vesile olan itikadat-ı batılaya davet edip müminlerin ise Vacip Tealâ'mn Cennet'e ve mağfirete vesile olacak itikad-ı hakka davet etmekte olduğu ve nikâhın ademi cevazına aralarında olan mübayenetin sebep olduğu beyan olunmuştur.
Hulâsa bu âyet; altı hükmü camidir: Birinci hüküm; müminlerin müşrike kadınları nikahlaması caiz olmadığıdır. Zira; biri nur~u imanla münevver ve kalbinden itikad-ı batılı ihraçla pak ve temizdir, diğeri ise necasete benzeyen şirkle mülevves ve itikad-ı batılla münecces olduğundan ikisinin bir döşekte bulunmaları caiz olamaz.
İkinci hüküm; müşrike olan hatunun güzelliği ve servet ve samanı ve haseb-ü nesebi cihetinden taaccüb olunacak ve hayret verecek bir derecede olsa dahi nur-u imanla münevvere ve çirkin ve fakire bir hatunun ondan hayırlı olmasıdır. Zira; mümine olan hatunun imanı dine ve müşrikenin güzelliği ve zenginliği dünyaya taalluk edip, din ise dünyadan hayırlı olduğu cihetle sahib-i diyanet elbette hayırlıdır.
Üçüncü hüküm; mümine olan hatunların müşriklerle nikâh* lanmalan caiz olmamasıdır. Zira; izzet-i imanla müşerref olan bir hatunun zillet-i küfürle zelil olan bir kâfirin taht-ı nikâhında bulunması zilleti izzete tercih etmek olduğundan caiz olamaz.
Dördüncü hüküm; güzelliği ve gınası ve akl-ü zekâsı herkese hayret verecek derecede olan bir müşrikten fakir olan bir müminin daha hayırlı olmasıdır. Zira; mümin Allah'ı bilir müşrik ise marîfet-i ilâhiyeden mahrumdur. Halbuki insanların kıymeti ma-Vifet-i ilâhiyeyle kaimdir. -
Beşinci hüküm; müşriklerin nar-ı Cehennemi icab eden iti-kadat-ı batılaya ve müminlerin ise Allahü Tealâ'nın Cennete ve mağfirete davet etmesidir.
Altıncı hüküm; Allahü Tealâ'nın nasın düşünüp tezekkür etmeleri için ahkâm-ı hakkaya delâlet eden âyetlerini nasa beyan etmesidir. [39]
Vacip Tealâ ehl-i iman ile müşrikler arasında nikâh cereyan etmediğini beyan ettiği gibi, nikâh üzerine terettüp eden muame-le-i zevciyenin caiz olmadığı zamanları da beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey Resul-ü Mükerrem! Nas sana kadınların hayz halinden sual ederler. Sen cevapta de ki «Hayız; tabiatın sevmediği bir ezadır. Hayız eza olunca, hayız halinde kadınlara cima'dan içtinab edin ve hayızlarından kurtulup temizleninceye kadar kadınlara yakın olmayın.»] Zira; hayzı halinde hatuna kurbiyet nefreti muciptir. Binaenaleyh; o halden temizlenmedikçe takarrüp caiz değildir.
(Kadınlar, h arızlarından bitip gusüle tetahhur edince Allah'ın emrettiği cihetten nisvana yakın olun, Allah'ın emri hilâfında hareket etmeyin. Zira; Allahü Tealâ emri hilâfına meyletmekten tevbe edenleri sever ve onlara mahabhet eder ve hatunun hayzı halinde çımadan tatahhur ve tenezzüh edenlere muhabbet eder.]
Yani; habibim! Nas sana kadınların hayızli olduklarında onlarla nasıl muamele olunacağını sual ederler. Sen cevapta «Hayız; tab-ı beşerin sevmediği bir eza ki, o zamanda takarrüp, nefreti mucip olur» de. Zira hayz; yakın olan kimseye eza verir bir haldir. Hayz ezadan ibaret olunca, hayız halinde kadınlara Yahudiler gibi muamele etmeyin. Çünkü; Yahudiler hayız halinde kadınlarla yemek yemezler ve ülfet etmezler. Siz onlar gibi ülfeti kesmeyin ve Nasara gibi de muamele etmeyin. Zira; onlar hayız halinde cima' ederler. Siz bu iki muamelenin vasatıyla amel edin. Binaenaleyh; hayız halinde onlara cima'darî içtinab edin, taharet edinceye kadar takarrub etmeyin, fakat onları ülfetinizden de mahrum bırakmayın. Beraber yeyin için, bir hanede oturun. Ha-yızdan taharet kesb edince, Allah'ın emrettiği cihetten Allah'ın emri üzre cima' edin. Zira; hayızdan kurtulunca bir mani kalmamıştır. Çünkü; tekarruba mani olan hayız zail olunca, memnu olan takarrüp avdet eder. Allahü Tealâ günahlarına tevbe edenleri sever ve hayız halinde hatuna tekarrup gibi fevahişi irtikâptan te-tahhur edenlere mahabbet eder.
Mahîz ; hatunun kayzıdır. Hayız; hatunun çocuk gelen mahallinden rahmin def-i tabii ile taşraya defettiği bir kandan ibarettir. Hanefiye mezhebinde hayzın akall-i müddeti üç gün ve ekseri müddeti on gündür. Şu halde; hatundan üç günden az Veya on günden ziyade kan gelecek olursa bu hastalıktan neşet etme bir kan olup, hayız değildir, Binaenaleyh; bu müddet-i hayzdan ziyade veya noksan olan kan, hatunun namaz ve oruç gibi ibadetlerine mani değildir.
Kadın., hayzdan kurtulunca onunla muamele-i zevciye caizdir. Zira beka-i âlem; nesl-i insanla olup, nesil de zevçle zevcenin yekdiğerine takarrübünden hâsıl olduğu cihetle, mani bulunmadığında tekarrup caizdir. Fakat Allah'ın emrettiği cihetten tekar-rup lâzımdır. Allah'ın emrettiği cihet de hatunun nesil gelen mahallidir. Zira; nikâhtan maksat olan çocuğun merkezi orasıdır.
Hatunun hayzı halinde ona takarrup haram olduğu bu âyetle sabit olduğundan halâl itikad eden tekfir olunur. Haram olduğunu itikad ederek takarrub ederse tekfir olunmaz ve lâkin fasık olur.
Fahr-i Razi, Kazi, Hâzin ve Nimetullah'm beyanları veçhile bu âyetin sebeb-i nüzulü eshaptan (Ebuddahdah) Hz.'nin bir cemaat huzurunda Resulullah'tan kadınlarla hayız halinde nasıl muamele olunacağını sual etmesidir. Çünkü; Yahudilerle Mecusiler hatunun hayız halinde ondan gayet uzak bulunurlar. Nasara ise hayzı ehemmiyete almaz, istediklerini yaparlar ve ahali-i cahiliye de hatunla bilkülliye ülfeti keserler, hatta beraber yemezler ve içmezler ve bir hanede eyleşmezler. Bu hal devam edip din-i İs-lâmda henüz buna dair bir hüküm varid olmadığı cihetle (Ebud-dahdah)'ın suali üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.
Ancak ashab-ı Resulullah bu âyette ( I^V-lâ ) emrini zahirine hamlederek hayız olan hatundan uzlet için hanelerinden dışarıya çıkardılar ve âyetteki (uzlet) emrini haneden çıkarmak suretiyle (uzak olmak) manâsına aldılar ve anladıkları gibi amele başlayınca bazı fukara-yı ashap Resulullah'a şikâyet ettiler ve dediler ki «Ya Resulallah! Soğuk çok, libas az. Hatuna versek sair aile helak olacak, sairine versek hayız olan hatun helak olacak». Bunun üzerine Cenab-ı Risaletmeab Efendimiz «Ben size hayızları evden çıkarın demedim, belki hayızlara cima' etmekten uzak olun dedim» buyurdu. Şu halde bu tefsirden anlaşıldığı veçh üzere uzletle nıurad, hayız halinde cima'dan uzlettir. Yoksa ünsi-yetten uzak olmak manâsına değildir.
Hulâsa; hatunların hayzı insanın istikrah edeceği kazurattan ibaret olduğundan hayızdan taharet kesbedinceye kadar hatuna takarrub caiz olmadığı ve hayızdan temizlendiği zaman nesl-i insanın bekası için takarrubun caiz olduğu ve masiyetlere tevbe eden ve necasete benzeyen fenalıklardan temizlenen kimseleri Allah'ın mahabbet ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [40]
Vacip Tealâ kadınlara hayız halinde tekarrup caiz olmayıp uzlet lâzım olduğunu beyan ettiği gibi hal-i taharetlerinde yakın olmak caiz olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Kendi haremleriniz sizin ekin mahallinizdir. Zevceleriniz ekin mahalliniz olunca, siz dilediğiniz veçhile ma-hall-i harasetinize takarrub edin.] Zira; zevcelerinizin çocuk doğacak mahallinderr intifa ve telezzüz sizin için caizdir. Suret-i intifa arzunuza nasıl muvafık olursa, o suretle intifamız halâldir, çekinmeyin yalnız tohumu ekin mahalline ve neşv-ü nema verecek mahalle atmak lâzımdır. [Veled-i salih istemek için cima' murad ettiğinizde besmele okumak gibi a'mâl-i saliha takdim edin ki âhire 11 o muhtaç olduğunuz günde işinize yarasın.]
[Haram olan şeyleri işlemekten ittika edin.]
Yani; nefsinizi muharremattan sakının ve hatunlarınızla birleştiğiniz zamanda meşru olan cihetten intifa edin ve meşru olmayan cihete tecavüzle hıyanet ve cinayet etmekten nefsinizi vikaye edin.
[Ve ey müminler! İyi bilin kî sîz Allah'ın huzur-u manevisine kavuşacaksınız.] Şu halde huzur-u ilâhide bunların herbiri sorulacak ve amalinizin her cüzünün cezasını göreceksiniz.
[Ey Ekmel-ürrusül! Sen müminleri nimet-i Cennetle tebşir et.] Zira; onlar hudud-u ilâhiyeyi bihakkın ikame edip, hukuk-i ilâhiyeyi muhafaza ederek haramı, haram bilip, ondan ittika ve halâlden intifa ettikleri için keramete ve nimet-i daimeye nail olacaklarını tebşire müstehaklardır. Binaenaleyh; sen onları tebşir et.
Hars; ekin ekmek olup bu makamda ekin ekilecek mahal demektir. Kadınların çocuk doğacak mahalleri ziraat mahalli olan tarlaya ve erkeklerin nutfesini tarlaya atılan tohuma ve hasıl olacak çocuğu nebatata teşbih tarikiyles hatunun çocuk gelecek mahalline hars denmiştir. Şu halde zevce zevcinin mahall-i ziraatidir ki tohumunu, hasılatını, yani çocuk almak için ekiyor ve âyetten maksat, kadınlardan zevcelerine, yani kocalarına halâl olan kısım; çocuk gelen mahallidir. Fakat o mahalden intifa ve telezzüz etmek arzuya tabidir. Binaenaleyh çocuk gelecek mahalle vika'; arkadan, Önden, sağdan, soldan; yatakta, oturduğu halde meşrudur. Fakat arzusu veçhile hangi suretle olursa olsun mahall-i meşru'a olmak lâzımdır. Ve mahall-i meşruun gayrıya tecavüz asla caiz olmadığını beyandır. Zira; âyette ekin mahalline ekmekle emirdir. Bu emrin hilâfında hareket menhidir ve hürmet-i kafiyeyle haramdır. demek; mahall-i harasetten nasıl isterseniz öylece intifa edin demektir.
Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in beyanlarr veçhile âyetin sebebi nüzulü; Yahudilerin itikadlarmı reddir. Çünkü; onlar hatunun çocuk mahalline arkadan cima' ederse, ondan hasıl olacak çocuk şaşı olur, itikadında bulunurlar ve bu itikadlarını Tevrat'a isnad ederlerdi. Ensardan bir mahalle ahalisi de «Yahudiler ehl-i kitaptır» diyerek bu sözlerine inanmışlardı. Bu hali Ansardan bazı kimseler Resuîuliah'a haber verince Resulullah ..Yehudiler yalan soylerler» dedi ve Allahü Tealâ'mn, resulünü tasdik için ,bu âyeti inzal buyurduğu mervidir.
Bu âyette kadınları mahall-i ziraate teşbihle nikâhtan maksat; ancak çocuk meydana getirmek olduğuna işaret olunmuştur. Zira; dünyanın vakt-i merhununa kadar imarını Cenab-ı Hak insanlara tevdi edip. insanlar da doğup doğurmakla hâsıl olduğundan bu esbabı Vacip Tealâ izdivaca raptederek insanlara çocuk tahsil etmekle emretmiştir. Binaenaleyh, nikâhtan maksat; kaza-yı şehvet değildir, belki kaza-yı şehvetten maksat çocuktur. Şu halde çocuk meydana getirmeye sa'yile hikmete riayet lâzımdır. Bu hususa riayet edenler memduh ve indallah makbuldürler. Amma sırf kaza-yı şehveti kasdedip meydana gelecek çocuğu rahimde itlaf etmek veya çocuk hasıl olmamak esbabına tevessül eylemek hikmet-i ilâhiyeye ve nikâhın meşruiyetindeki gayeye mugayir hareket olduğundan dünyada cezası ve âhirette azabı görülse gerektir.
Bu âyette Vacip Tealâ dünyada ve âhirette insan için mühim olan vezaiften dördüne işaret etmiştir: Nesl-i insanın bekası ve dünyanın iman için izdivaçtan maksat olan çocuğu kisbin esba-
bina tevessülün lüzumuna emriyle, âhiret için ibadetin lüzumuna nazmıyla, haram olan şeylerden nefsi vikaye etmek lâzım olduğuna cümlesiyle menhiyattan kaçmak ve memurâtı işlemek, âhiret için olduğuna kavl-i lâtifiyle işaret etmiştir.
Hulâsa; kadınlar, erkeklerin ekin mahalli olup. ekin mahali-ne istediği veçhile ekin ekmek caiz ve herkes kendi nefsi için a'mâl-i saliha takdim etmek ve haramı irtikâpta Allah'tan korkmak ve muL?rremattan nefsini vikaye eylemek vacip ve herkesin Allah'ın sualine mülâki olacağını bilip ona göre defterini tanzim etmesi lâzım olduğu ve müminlerin nimetle mübeşşer oldukları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [41]
Vacip Tealâ herkesin zevceleriyle meşru surette birleşmeleri caiz olduğunu beyan ettiği gibi Allah'ın ismini yemine alet etmek caiz olmadığını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Enva-i hayratı işlemenize ve muharremattan ittikanıza ve nas beynini ıslahınıza yemininizi mani tutmayın ve Allah'ın ismine yeminlerinizi alet etmeyin.]
[Ve Allahü Tealâ sizin yeminlerinizi işitir ve ahvalinizi bilir.]
Yani; Allahü Tealâ'ya yeminlerinizi, enva-ı hayratı işlemenize ve muharremattan nefsinizi sakınmanıza ve nas beynini ıslaha mani kılmayın. Hak ve batıl herşeyi terviç için Allah'ın ismini alet ve yemininize hedef etmeyin. Eğer iyilik ve ihsan etmek ve muharremattan kaçınmak ve nas beynini ıslah etmek isterseniz enva-ı hayratı işleyin ve ibadete devam ve her vaktinizde kalbinizle ve evkat-ı muayyeninde bedeninizle Cenab-ı Hakka teveccüh ve haram olan şeyleri terkle nefsinizi serden muhafaza ve eğer nas beynini ıslah etmek isterseniz hikmet ve mev'ize-i haseneyle naşı tarîk-i hakka davet edin. Zira; Allahü Tealâ. sizin yeminlerinizi işitir ve ibadet veya kabahat işlediğiniz amelinizi bilir ve ona göre cezanızı verir.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyet; (Ebu Bekir) (R.A.) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; fukara-yı muhacirinden Ebu Bekir Hz.'nin teyzezadesi (Mustah) Hz. Ayşe'ye vaki olan iftiraya münafıklarla beraber iştirak ettiği için Sıddîk-ı Âzam Mustah'a ikram ve ihsan etmeyeceğine yemin etmesi veyahut (Abdullah b. Ravaha)'nin eniştesi (Beşir b. Numan)'a söz söylemeyeceğine ve hemşiresiyle aralarını ıslah etmeyeceğine yemin etmesi üzerine, âyetin nazil olduğu mervidir. Esbab-ı nüzulün her iki ihtimaline nazaran [Yemini enva-ı hayrattan hiçbirine mani kılmayın] demektir. Meselâ: Bir kimse namaz kılmayacağına yemin etse, yemininde sebat edip namazı terk etmez, namazı kılar ve yeminini bozar, kefaretini verir. Yoksa «Ben yemin ettim, yeminimde sebat edeceğim» diyerek yemini namazına mani tutmaz. Kezalik pederine söz söylemeyeceğine yemin etse, sözü söyleyerek yeminini bozup, kefaretini vermesi vaciptir. Sair ibadatta dahi hal böyledir. İşte Ebu Bekir Hz. teyzezadesi Mastah'a gücendiğinden dolayı ihsan etmeyeceğine yemin etmişse de Cenab-ı Hak yeminini ihsana mani kılması doğru olmadığını beyan buyurmuştur.
Urda; birşeyi çok zikirle, olur olmaz şeye alet etmektir. Cenab-ı Hak bu âyette ismini çok yemine alet etmekten nehyet-miştir. Çünkü; lisanım çok yemine alıştıran kimsenin kalbinde yeminin mahabeti kalmaz.
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran birr ; ihsan, takva ve beynennas ıslah; çok yeminden nehyin illetidir. Buna nazaran manâ-yı âyet: [Çok yeminle Allah'ın ismini i'razınızı tervice alet etmeyin ki, nasa iyilik edici ve beynennas muslih ve mütteki olasınız] demektir.
Yani; çok yemin ederseniz, bunlara muvaffak olamazsınız. Çünkü Allah'ın ismi dünya umurunu terviç için alet olmaktan çok yüksektir. Binaenaleyh; dünya umurunu terviç için yemini terke-dip ism-i ilâhinin şanına tazım etmek birrin yani iyiliğin en âlâsı-dır ve tazime münafi olan çok yemin etmekten nefsini ve lisanını muhafaza etmek takvanın büyüğüdür. Çok yeminden tevekki eden kimsenin nas arasında hüsn-ü zan] a maruf olacağına binaen sözü müessir ve nasihati kabule şayan görüldüğünden ıslah-ı beyne kolaylıkla muvaffak olacağından beynennas muslih namıyla zik-rolunacağmda şüphe yoktur. Şu halde [Çok yemin etmeyin, ki muslih ve mütteki ve muhsin olasınız] demektir.
Hulâsa; iyilik etmeyeceğine dair yapılan yeminin iyiliğe mani kılınması caiz olmadığı ve çok yemin iyiliğe ve ittikaya ve ıslah-ı beyne mani ve hasis olan dünyaya Allah'ın ismini alet etmek, iyiliğe ve ittikaya münafi olduğu ve yemini çok yapan kimsenin sözüne itimad olmadığından beynennas İslaha muvaffak olamayacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [42]
Vacip Tealâ kasda mukarin olan yeminin bazı ahkâmını beyan ettiği gibi kasda makrun olmayan yemini lağvın ahkâmım dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Yeminlerinizde kasda mukarin olmayan yemini lağıvla Allahü Tealâ sizi muahaze etmez ve lâkin kalbinizin yalan yeminle kesbettiği batıllarla sizi muahaze eder ve kullarının yemini lâğvları sebebiyle vaki olan kusurlarını mağfiret ve tevbe etmeleri için intikamlarını tehirle hihneder.] Binaenaleyh; günah işleyen kullarını derhal muahaze etmez.
Lağv ; itibardan sakıt olan şeydir. Beyzâvî'nin beyanı veçhile yemini I â ğ v ; akda mukarin olmayarak sürç-ü lisanla vaki olan yahut cahil olarak tekellüm olunan yemindir. «Ye-min-i lâğvla muahaze etmez» demek «Dünyada kefaret istemez ve âhirette azab etmez» demektir. Meselâ: bir kimsenin mescide girdiğini görüp, çıktığım görmediği halde, o kimseyi mescidde zannıyla «Mesciddedir» diyerek yemin etse ve halbuki o adam da mescidden çıkmış bulunsa bu yemin,' lağıv olduğundan dünyada ve âhirette bu yemin muahaze olunmaz. Lâkin mescidde olmadığını bilerek «Mesciddedir» diye yemin ederse muahaze olunur. Çünkü; yalan olduğunu bilerek yemin etmiştir. Hâzin'in beyanı veçhile yemin; Allah'ın ismine, zatına ve sıfatına olur, Al-, iah'tan gayrıya yemin olmaz. Binaenaleyh Allah'tan gayrıya yemin; büyük günahtır ve âhirette azabı şiddetlidir.
Bir kimse «İleride bir şey işleyeceğim» diyerek yemin etse ve o şeyi işlemese yemininde hânis olduğundan kefaret vermesi vaciptir. Ancak işlemediği birşeyi işledim diyerek yemin ederse şafii'-ye göre bu misilli yemine kefaret lâzım gelirse de hanefi indinde yalan yere yemin olduğundan kefaretle cezası sakıt olmaz. Binaenaleyh; Allah'a yalvarmak, tevbe ve istiğfar etmek lâzımdır. Şu halde bu misilli yemine cüret edenlere kefaret lâzım, gelmez. Velhasıl hataen yeminde ukubet yoktur, ancak amden yeminde ukubet vardır. [43]
Vacip Tealâ Allah'ın ismini çok yemine alet etmekten nehiy ve yemin-i lâğvla muahaze olmayacağını beyarr ettiği gibi yeminin envamdan insanın kendi haremi üzerine yaptığı yeminin hükmünü dahi beyan etmek üzere : buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlar kendi haremlerine yakın olmamak üzere yemin ettiler, onlar için dört ay gözetmek vardır.]
[Eğer onlar bu dört ay içinde yeminden dönerlerse hânis olurlar ve hânis olmalarından dolayı vaki olan kusurlarıyla muahaze olmazlar. Zira; Allahü Tealâ kullarının kusurlarını affeder ve tevbelerini kabul etmekle merhamet buyurur.]
Yani, şol kimseler ki onlar kendi zevcelerine gazap veya nefret neticesi olarak cima' etmemek üzere yemin ederlerse onlar için dört ay intizar etmek vardır. Eğer şu dört ay zarfında hatundan gazabı zail olmak veya nefreti mahabbete tebeddül etmek suretiyle yeminden döner ve haremiyle muamele-i zevciyede bulunursa, kefaretle yeminin günahından kurtulur. Zira Allahü Tealâ kullarının kusurlarını mağfiret ve tevbelerini kabul ile ihsan eder.
[Ve eğer dört ay zarfında mahabbet hasıl olmaz da talâk kasdederse, kasdı üzere icra-yı meram eder, talâk olur ve bunda beis yoktur. Zira; AJlahü Tealâ sözünüzü işitici ve kalbinizde olan niyet ve garazlarınızı bilicidir.]
ilâdan geîir. İlâ'mn asıl manâsı yemindir. Ve urf-ü şeri'de ilâ; dört ay haremine yakın olmamak üzere yemin etmektir. Eğer dört ay geçer, haremine yakın olmaz, yemininde sebat ederse, hanefiye indinde hatun talâk-ı bâyinle mutallaka olur ye başka kocaya gidebilir Lâ^in şafii indinde dört ay bitince hatun hakime müracaat eder, ya yeminden rücu etmesini veyahut talâk vermesini teklif eder, zevç sükût eder ve tekliften birini kabul etmezse hakim talâkıyla hükmeder, kadım pençe-i zulmünden kurtarır.
Ancak- dört aydan âz bir müddette yani iki veya üç ay gibi bir müddette cima' etmeyeceğine yemin ederse bu suretle yemin; ilâ değildir. Binaenaleyh; yemininde sebat eder ve o müddeti bitirirse birşey lâzım gelmez. Eğer sebat etmez o müddet zarfında haremine yakın olursa, kefaret lâzım gelir. Bir kimse dört aydan ziyade bir müddetle yemin ederse, o müddet içinde dört ay mevcut olduğu için ilâdır. Ve dört ay geçinceye kadar ilânın hükmü cari olur. İlâdan rücu'; muamele-i zevciyeye kâdirse, o muameleyi icra ile olduğu gibi kadir değilse sözüyle de rücu' edebilir., Ta vasi olan kimsenin ilâsı sahihtir.
Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran zaman-ı cahiliyede bir kimse hatuna eziyet etmek isterse, hatuna karib olmayacağına yemin eder. O zamanın adetine göre bu yemin; talâk mahiyetinde olduğundan zevci almaz ve doğrudan doğruya talâk olmayıp yemin olduğundan o hatun başka kocaya da gidemez, ömrünün âhirine kadar zarardide olurdu. Bidayet-i İslâmda bu hal devam etmekteyken Allahü Tealâ bu âyetle kadınların zararlarını izale etmiş, gazap veya nefret üzere ilâ suretiyle yemin eden zevç tefekkür etsin ve hangi tarafı ihtiyar edeceğini düşünsün için dört ay mühlet vermiştir ki, hatun üzerinde hakkı bakidir. Binaenaleyh bu müddet zarfında maslahatı; kadını taht-ı nikâhında ibka etmekte görürse, yeminden rücu' etsin ve eğer terketmekte görürse talâk versin de hatunu zulümden kurtarsın. Eğer bunun ikisinden birmi yapmazsa (ilâ) müddeti biterse, hatun talâk-ı bâyinle mutallaka olur, zevcin keyfine kurban olmaz, istediği kocaya gidebilir. Dört ay müddette her iki tarafın haline riayet var ki, zevcin düşünmesine ve kadının tahammülüne muvafıktır. Dört aydan ziyade olunca zevcin zarar kasdı tahakkuk ettiğinden şeriat bu âyetle zararı izale ve taraf yenin hukukunu muhafaza etmiştir. [44]
Vacip Tealâ min vechin talâk ve min vechin yemin olan ilâJ-nın hükmünü beyan ettiği gibi talâkın ahkâmını da beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mutallaka olan hatunlar talâk verildiğinden bil'itibar üç hayız görünceye kadar bekler, başka kocaya gidemez.]
[O üç hayız görmek müddetinde talak veren zevcin nutfesinden o hatunların rahminde Allah'ın halk ettiği çocuğu veyahut hayız saklamak mutallaka olan kadınlara halâl olmaz. Eğer onlar Allah'a ve âhirete iman eder oldularsa.] Zira; rahminde olan çocuğu saklamak zevcin hukukuna tecavüz ve zulümdür. Binaenaleyh; eğer imanları varsa bu gibi zulme cesaret etmezler.
Mutallaka; zevcinden boş olan kadındır. Eğer zifaf olduktan sonra talâk verilirse, iddet lâzım gelir ve eğer zevçle zifaf olmadan talâk verilirse, iddet lâzım gelmez. İddet; talâk verildikten sonra üç hayız tamam görünceye kadar hatunun bek-lemesidir. Eğer iddet içinde çocuk olduğu tahakkuk ederse iddet; çocuk dünyaya gelinceye kadar devam eder. Hatun da iddetle acele edip, zevcin ric'atini iptal için hayzını veyahut rahminde olan çocuğu saklayarak «İddetim bitti» demek halâl olmadığını Cenaba Hak bu âyetle beyan buyurmuştur. Zira; iddetin bitip bitmediğini beyan kendine mahsus esrar kabilinden olduğu cihetle, hatunun sözü muteberdir. Binaenaleyh; gerek hayzını ve gerek çocuğu saklayıp başka kocaya gidebilmesi mümkün olduğundan Cenab-ı Hak imanı olan kadınlara bu gibi hıyanet etmenin halâl olmadığını beyan etmiştir.
Eğer hatun hayızdan kalmış veyahut asla hayız görmemiş olursa, onun iddeti üç aydır. Ve cariye olursa talâkı iki ve iddeti iki hayız görmektir.
( tjjıiti ) Kuru'; hanefiye indinde hayz ile tefsir olunduğundan mutallaka olan hatunun iddeti üç hayız görmekle tefsir olunmuştur. [45]
Vacip Tealâ mutallaka olan hatunun iddet beklemesi lâzım olduğunu beyan ettiği gibi talâk-ı ric'î olursa iddet içinde zevcin ric'atiyle hatunun zevcine red olunmasının ahar zevce varmaktan evlâ olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[İddet içinde eğer talâk veren kimseler ıslah murad ederlerse, mutallaka olan hatunların kocalarına redlerî evlâdır.]
Yani; eğer talâk veren zevç ıslah-ı nefis ve hüsn-ü muaşeret murad eder ve iddet içinde hatuna ric'at eyler ve talâk da ric'i olursa kocaları hatunların reddine elyaktıriar.
[Ey zevçler! Kadınlar üzerinde uîarufat dairesinde sizin hukukunuz olduğu gibi, kadınların da sizin üzerinizde hakları vardır.
Binaenaleyh; mütekabilen yekdiğerinin hakkına riayete borçludurlar. Şu kadar ki, ricalin kadınlar üzerine dereceleri ve faziletleri vardır. Zira; hilkatte ve akıl ve dirayette ve ibadatı tamam yerine getirmekte ricalin kadınlar üzerine meziyet ve rüçhanları meydanda bir hakikattir. Ve Allahü Tealâ cümleye galiptir. Zira; kullarını istediği gibi yaratır ve bazısını diğerinden âli kılar, kimse karışamaz ve ef'ali hikmetten hâli değildir. Ve herkesin hukukunu yerli yerince temin eder.]
BuûIe ; mutallaka olan hatunların kocaları demektir. TaIâk- ıric'i ; talâkta sarih olan (Boş olsun) ve (Tatlik ettim) gibi lâfızlarla bir veya iki talâk verilvıiş olmasıdır. Bu misilli talâka ric'i denir ki, iddet içinde zevcin ric'at hakkı baki olur. Eğer zevç iddet içinde «Ric'at ettim, o benim haremimdir» gibi sözlerle veyahut talâk verdiği hatuna fiilen takarrub etmek veyahut takarrubun mukaddematmı işlemekle ric'at ederse, o hatun başka kocaya gidemez ve talâk veren zevç, aharden evlâdır, eğer ric'atten zevcin muradı, talâktan vaki olan ifsadı ıslah ve nefreti muhabbete tebdil etmek olursa. Zira; beyinlerinde sebketmiş ülfetlerini iptal etmekten ihya ve hal-i aslide ibka eylemek evlâdır. Çünkü; ekseriya beyinlerinde çocuk olduğundan tefrik suretinde tarafeyn çocuk yüzünden çok gönül azabı ve müşkülât çektikleri gibi arada çocuk perişan ve aile hayatı da haleldar olur. Binaenaleyh; ric'atten maksat hayrolursa, ric'at etmek evlâdır. Ve amma ric'atten maksadı hatunu zevc-i âhara gitmekten men'etmek ve kendi de iltifat etmemek suretiyle ızrar olursa haramdır.
Vacip Tealâ ric'atın evlâ olduğunu beyanla beraber tarafeynin yekdiğerinin hukukuna riayet etmeleri vacip olduğunu dahi beyan etmiştir. Çünkü; aile teşkilâtı hüsn-ü imtizaca tevakkuf edip hüsn-ü imtizaç zevçle zevceden herbiri yekdiğerine riayetle hâsıl olup riayetsizlikse talâka ve tefrikaya sebep olduğuna işaret için Cenab-ı Hak hukuk-u mütekabilede mükellef olduklarını beyan buyurmuştur. Binaenaleyh kadın üzerine; hüsn-ü hizmet ve zevcin emrine itaat ve zevcinin malını ve namusunu muhafaza vacip olduğu gibi, zevç üzerine de hüsn-ü muaşeret etmek ve kisve ve nafaka ve sair levazımatım tedarikle hatuna riayet etmesi vaciptir. Velhasıl zevçle zevceden herbiri yekdiğerine karşı mukabil riayete borçludur. Zira; zevcin zevceden deva edecek hakkı bulunduğu gibi zevcenin de zevç üzerine dava edecek birçok hakkı vardır. Şeriat-ı İslâmiyede hatunların mesture olmaları nazar-ı itibare alınarak İslâm kadınlarının esarette olup, hürriyetten mahrum olduklarını iddia edenler^ ne kadar yanlış bir iddiada bulunuyorlar. Çünkü; İslâm kadınlarının bir erkek kadar hürriyete malik ve hukukta zevçle zevce aynen müsavi olduklarını ve kadının zevcine riayeti ne kadar lazımsa zevcin de haremine riayeti o kadar vacip olduğunu bu âyette beyanla Cenab-ı Hak yanlış iddiada bulunanları reddetmiştir. Şu kadar ki erkeklerin kadınlar üzerine inkârı gayr-ı kabil birtakım mezaya ve secayası vacdır. Meselâ; akılda, kuvvet ve kudrette, şecaat ve metanette umur-u şakkaya tahammülde, namaz ve oruç gibi ibadâtı noksansız avarızdan salim olarak eda etmekte ve hatunun nafakasını ve kisvesini ve meskenini temin etmekte ve ecanipten ve avârızden muhafaza eylemekte erkek, kadın üzerine derecat-ı âliyât sahibi olduğundan racüle riayet daha mukaddemdir. Bu mezaya-yı âliyeyi zannedersem kadınlar da teslim eder, inkâr etmezler.
Zevceyn arasında olan ülfet, mahabbet, evlât yetiştirmek ve a'van ve ahbap çoğaltmak gibi birtakım lezzetlerde tarafeyn müşterektir, belki bu gibi menafide hatunun nasibi daha çoktur. Fakat zevcin kadından göreceği menfaate mukabil mehir vermesi ve nafakasının vacip olması ve mesalihini tesviyesi gibi zevç üzerine terettüp eden şu hukuka karşı zevcenin zevcine hizmeti vaciptir. Zira; zevcin hatuna olan bu kadar ihsanına mukabil, kadının hizmetine dikkat ve ehemmiyet vermesi adalet ve müsavata muvafıktır. [46]
Vacip Tealâ talâk-ı ric'ide zevcin ric'ati caiz olduğunu beyan ettiği gibi talâk-ı ric'iyi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Talâk-ı ric'i ikidir. Bu ikinin vukuu üzerine zevç için lâyık olan indennas ve indallah makbul bir surette baki kalan bir talâkla hatunu tutmaktır veyahut hatunu incitmeksizin üçüncü talâkı da verip suret-i hasene ile yakasını tamamen bırakmaktır.]
Yani; talâk-ı ric'i, bir kere vuku bulmalı badehu icap ederse, bir daha vuku bulmalı ki, ikisi birden olmasın. Bu iki talâk vaki olduktan sonra zevç üzerine vacip olan; iki şeyden birisidir: Ya hatunu baki kalan bir talâkla hüsn-ü muaşeret ve maruf veçhile tutmak, ızrar etmemektir, veyahut hatundan ayrılmayı maslahatına muvafık gördüğü surette üçüncü talâkla bir miktar mal vermek ve beynehümadâ adavet ve husumet varsa onları kaldırıp, güzel sözlerle hatunu terketmektir. Çünkü; evvelce beyinlerinde vaki olan ülfeti nazar-i itibare almak ve firkat zamanı o mahabbeti unutmamak insaniyete lâyıktır.
Hanefi indinde talâkı müteferrik surette vermek sünnettir. Zira; üçünü birden vermekte birok nedametler husule gelip akıbet (hülle) ye ihtiyaç messettiği çok kere görülmektedir. Talâk-ı ric'i ikiye kadar olur, üçüncüde ric'at kalmaz. Zira; aralarında rabıta bilkülliye kesilir. Fakat iki talâk verildiğinde üçüncü talâkla zevcin hakkı baki olduğundan, o bir talâkla hatuna malik olur. Binaenaleyh; hatun başka kocaya gidemez. Lâkin talâk-ı bain olursa velev bir talâk olsun zevcin ric'at hakkı kalmaz, hatun başka kocaya gidebilir ve zevc-i evveli tekrar almak isterse kadının rızasına müracaat olunur. Razı olursa tecdid-i nikâhla tekrar alabilir.
Âyet-i sabıkada beyan olunan ric'at hakkının ne dereceye kadar kalacağını Cenab-ı Hak bu âyette bildirmiş ve iki talâkta baki olup üçüncü talâkta hakk-ı ric'at kalmadığını beyan etmiştir.
İki talâka kadar hakk-ı ric'atin baki olmasındaki hikmet; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile insan haremiyle musahabet ettiği zaman ayrılırsa tahammül edip edemeyeceğini bilemediğinden bir talâkla iftirak vaki olunca mahabbetinin derecesini bilir. Binaenaleyh; müfarakatten hâsıl olan teessürü ziyade olursa o teessürü ric'at etmekle tedarik eder, nedametini, zevcesini iadeyle ikmal eder. Eğer bir talâk ric'ate münafi olmasa muktayayi beşeriyet birçok aileler âni bir gazabın kurbanı olur ve birçok müşkülât ve perişanlık içinde kalırlardı. Lâkin iki talâka kadar ricata müsaadeyle zuhur eden lütfü ilâhi birçok sefalet ve sakatatın önünü aldı ve fesadın İslahına inayet buyurdu. İnsan için tecrübe bir kerrey-le de hasıl olamadığından, Cenabı Hak iki talâkta ric'ata müsaade buyurmuştur. İkincide tamamen tecrübe hâsıl olduğundan, isterse izrar etmemek şartiyle üçüncü talâkla hatunu zabteder, isterse incitmeksizin terkeder.
Hâzin'in beyanına nazaran bu âyetin sebebi nüzulü; zaman-ı cahiliyede bir kimse haremini yüz kere boşasa sonra ric'at etse sahih addederlerdi. Bu âdet, bidayeti Islâmda câri iken bir kimse talâk verdi ve ric'at etti. Haremi, Hazret-i Aişe'ye şikâyet eyledi. Bu hal Resulüllahın malûmu olunca bu âyetin nazil olduğu mer-vidir.
Hulâsa; bir kimse iki kere haremine talâkı ric'î ile talâk verdikten sonra, onun için iki ihtimalden birisi olup başka bir ihtimal olmadığı ve o iki ihtimalden birisi; meşru ye maruf suretiyle hukukuna riayet etmek şartiyle baki kalan bir talâkla ric'at edip, hatunu taht'ı nikâhında tutmaktır ve ikinci ihtimal ise güzel sözlerle tamamen mehrini teslim etmek ve üçüncü talâkı da vermekle bilkülliye terketmektir. [47]
Vâcib Tealâ talâk'ı ric'inin bazı ahkâmını beyan ettiği gibi bedelinde mal almakla vakî olan talâk'ı hul'i beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey zevçler! Haremlerinize mehr ve hediye olarak vermiş olduğunuz emvalden bir m i kd ar mı geri almak sizin için hiç bir zaman helâl olmaz. Ancak kan koca arasında lâzım olan Allah'ın ahkâmına riayet ve lâyikıyle yerine getiremiyeceklerinden korktukları vakit müstesnadır.]
[Eğer ey hâkimler! Siz zevçle zevcenin ahkâmı ilâhiyeyi ikame edemiyeceklerinden korkarsamz, zevcenin talâk bedelinde bir mikdar mal vermesinde ve zevcin de o malı alıp talâk vermesinde her ikisinin üzerinde günah yoktur.]
Bu âyette hitap; hâkimlere olmak ihtimali vardır. Gerçi hâkimler kadınlardan birşey almazlarsa da indelmuhakeme zevçlerin almasına hâkimler hükmettiğinden zevçlerin alacağı mallar hâkimlere isnat olunmuştur. Buna nazaran manû-yı âyet:
[Ey hâkimler! Zevçleri tarafından haremlerine mehr ve hediye gibi verdiğiniz emvalden bir mikdannı geri alıp, talâk bedelinde zevcine vermek, sizin için hiç bir zamanda helâl olmaz. İllâ sol zamanda helâl olur ki o zamanda zevçle zevce Allah'ın vazettiği ahkâma riayetle geçinemiyeceklerinden korkarlar. İşte o zaman hatundan bir mikdar mal alıp talâk bedelinde zevcine vermek sizin için helâl olur ve eğer siz zevçle zevcenin yekdiğerine karşı hııkuk'a ve riayete aid olan Allah'ın vazettiği ahkâmı ikame edememelerinden korkarsamz, talâk bedelinde hatunun bir mikdar mal vermesinde ve zevcin de o malı alıp talâk vermesinde her ikisi üzerine günah yoktur. Zira; zevç vermiş olduğu talâktan hâsıl olan zararı hatundan almış olduğu parayla karşılayacağı gibi, zevcede mukayyet olduğu nikâhtan kendini kurtarmakla vermiş olduğu paradan hasıl olan zararı karşıladığından her iki taraf hakkında zarar yoktur.]
Yani; zevçle zevce arasında vaki olan imtizaçsızlığa binaen mahkemeye müracaat ettiklerinde zevcin evvelce mehr ve hediye gibi hatuna vermiş olduğu emvalden bir miktarını hakimin alıp talâk bedelinde zevce vermesi halâl olmaz. Çünkü; zevç vermiş olduğu mehr mukabilinde hatundan- intifa ettiğinden verdiği malın bir miktarını geri almak mürüvvetin hilafı zulümdür. Binaenaleyh; hakimin hatundan mal alıp zevce vermesiyle hükmü, hiçbir zaman halâl olmayıp ancak bundan evvelki âyette beyan olunduğu veçhile zevçle zevce arasında yekdiğerine riayete ve hukuk-u mü-tekabileye ait Allah'ın vaz'ettiği kanunlara ve kaidelere riayet edemeyecekleri vakit, zevcenin talâk bedelinde bir miktar mal vermesinde ve zevcin de vereceği talâk bedelinde, o malı almasında günah olmadığı gibi, hakimin bu minval üzere hükmü de halâl olur. Zira; beyinlerinde imtizaca ait mahabbet kalmayarak niza temadi edip hukuk-u zevciyeti yoluyla eda ihtimali bulunmayınca, hatun talâka talip olup zevç de mal almaksızın talâk vermediğinde bir miktar malla nizaa hitam vermek tarafeyn hakkında maslahat olduğu cihetle Cenab-ı Hak bu yolda nizam kat'mda günah olmadığını beyanla ruhsat vermiştir.
Arada imtizaçsızlık olunca hatunun itaat etmemek cihetinden günahkâr olması zevç de hatunun adem-i itaatine karşı döğmek, söğmek gibi birtakım yolsuzluğa cür'et etmekle onun da günaha girmesi korkularına binaen parayla münazaayı kesmek caiz olduğu beyan olunmuştur. Lâkin hatun itaate hazır olduğu halde zevç inad ederek hatuna eza ve ızrar etmek suretiyle onu mal vermeye mecbur eder ve bu suretle mal alırsa aldığı malın halâl olmadığı âyetin evvelinde beyan olunmuştur. İşte; şu mal alarak verilen talâka lisan-ı şer'ide talâk-% hul3 ve verilen mala bedel-i hüV denir ve hul' suretiyle olan talâk; bayindir. Ric'i değildir. Yani; hul' olan talâkta zevcin ric'at hakkı kalmaz. Zira; hatun vermiş olduğu mal mukabilinde yakasını bilkülliye kurtarmak adalet ve onun hilâfında hareket zulümdür. Çünkü; zevcin hakkı baki olsa hem malı verir hem de bağlı kalır ve maksadı da hasıl olmaz. Bu ise zulümden başka birşey değildir. Binaenaleyh; mal bedelinde vaki olan talâk; bayindir ki, zevcin ric'at hakkı kalmadığından kadın da selâmeti bulur.
Fahr-i Razi ve Hâzinin beyanları veçhile zevcin hatundan alacağı bedel-i hul* verdiği mehre müsavi veyahut ondan ziyade veya noksan olması caizdir. Çünkü hul' şer'î bir akittir. Şer'î akitte tarafların rızası şart ve nikâh akdinde kadın arzusuna uygun mehir almayınca nikâha izin vermemek hakkını haiz olduğu gibi zevç de talâk için akitte istediği kadar mal almayınca talâk vermemek hakkını haizdir, binaenaleyh verdiği mehirden fazla hul' bedeli isteyebilir.
Kazi'nin beyanı veçhile bu. âyet (Sabit b. Kays)'ın haremi (Cemile) hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Sabit)'m (Cemile)'ye fart-ı muhabbetine karşı (Cemile)'nin ona şiddetle nefreti olduğundan beyinlerinde imtizaç olamadığı cihetle (Cemile) Resulutlah'a şikâyetle talâk istediğini beyan edince, Resulullah (Sabit)'i çağırdı. (Sabit) (Cemile)'nin mehrine vermiş olduğu hurma bahçesini talâk bedelinde (Cemile)'nin vermesini teklif etti. (Cemile) de «Bana talâk versin, daha ziyadesini vereyim» dedi. Resulullah «Bahçe kâfidir» buyurdu ve (Sabit) talâk verip hurma bahçesine sahip olması üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.
Hulâsa; zevcin imtizaesızlığıyla haremini talâka mecbur edip talâk bedelinde mal alarak haremini hem nimet-i nikâhtan mahrum etmek hem de malım almak suretiyle, iki cihetten ızrar etmek haram olduğu ve hakimlerin de bu suretle hükümleri halâl olmadığı ve arada olan imtizaçsızlık sebebiyle tarafeynin yekdiğerine karşı riayete dair olan ahkâm-ı ilâhiyeye riayet edememek korkusuna binaen hatun talâka talip olduğu surette zevcin zararını telâfi etmek üzere talâk bedelinde mal istemeye hakkı olduğu ve hatunun da bir miktar mal vermekle müptelâ olduğu nefretin azabından talâkla kurtulup saha-i selâmete çıkması caiz bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [48]
Vacip Tealâ zevçle zevce arasında vaki olan talâkın ahkâmını ve talâk bedelinde zevcin hatundan mal almasının nerelerde ve ne zamanda caiz olduğunu beyan ettiği gibi bu hududun ahkâm-ı ilâhiye olup; riayet vacip olduğu cihetle bu ahkâmın haricine çıkanların zalim olduklarını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şu beyan olunan ahkâm, Allah'ın kullarının ihtifai için vaz'-ettiği kânunları ve hudududur. Binaenaleyh; o hududu tecavüz etmeyin. Eğer bir kimse hududullahı tecavüz ederse, işte onlar ancak zalimlerdir.]
Yani; şu beyan olunan talâk ve ric'at ve huT ve ric'at'ten sonra isterse, maruf veçhile hatunu tutmak ve isterse tatlılıkla hatunu terketmek gibi beyan olunan ahkâm; Allahü Tealâ'mn, kullarının istirahati için vaz'ettiği ahkâmıdır. Binaenaleyh; ey müminler! Bu ahkâmın haricine çıkmayın. Eğer bir kimse nefsine tebaiyet eder ve Şeytan'ın iğfalâtma aldanır da bu hududun haricine çıkarsa, işte hudud haricine çıkanlar; zalimlerdir. Çünkü; evamir-i ilâhiye haricine çıkmakla hem kendi nefislerine hem de gayrılara zulmetmişlerdir ve zulümleri mukabilinde elbette ceza göreceklerdir.
Had; birşeyin süğuru demektir. Ahkâm-ı ilâhiye; insanların efalini tahdid edip herbirinin hükmünü beyan ettiği cihetle hükm-ü ilâhiye, had denilmiştir. Çünkü; had yani süğur bir kimsenin tarlasının nihayetini ve hukukunun ve tasarrufunun oraya kadar varıp ilerisine geçmeye hakkı olmadığını beyan edip iki komşunun birbirine tecavüzüne mani olduğu gibi ahkâm-ı ilâhiye de ef'al-i ibadm süğuru mesabesindedir ki, bir fiilin hükmü neyse onunla amel vacip olup, onun ilerisine tecavüz caiz değildir. Binaenaleyh; o hükmün haricine tecavüz; şer'an hakkı olmayan bir mahalle tecavüz olduğundan zulümdür. İşte ahkâm-ı ilâhiyenin küllisine riayet lâzımdır. Binaenaleyh insanların istirahatlerini temin ettiği için onun haricine çıkanlar felah bulamazlar. Çünkü tecavüz; zulüm olduğundan felah ve saadete manidir. Binaenaleyh; ahkâm-ı ilâhiye haricinde melce' ve istirahat arayanların iztırap-tan başka bir melce ve me'men bulamadıkları her zaman müşahede olunan ahval cümlesindendir. Bu misilli zulmü irtikâp; cinayetin pek büyüğü olduğu cihetle evvelden beri bu cihetten rauzma-hil olan milletleri ve harab olan memleketleri Cenab-ı Hak kullarını ibrete davet için Kur'ân'da beyan ettiği gibi tarih kitaplarında dahi malûmdur.
Hulâsa; şu beyan olunan ahkâmın hudud-u ilâhiye cümlesinden olduğu ve bu hududu tecavüz etmek caiz olmadığı ve bunlarla amel etmek insanlar üzerine vacip olup eğer bir kimse bu hududu tecavüz ederse zalimlerden olacağı bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [49]
Vacip Tealâ talâk-i ric'iyi ve talâk-ı hul'i boyan ettiği gibi zevçle zevce arasında alâka-i nikâhı bilkülliye kaldıran üçüncü talâkı da beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer hatuna üçüncü talâkı verirse, ondan sonra hatunu kendinin gayrı bir zevce nikâh etmedikçe zevci evvele halâl olmaz.]
Yani; gerek meccanen ve gerek bedel-i hulile iki kere talâk verdikten sonra üçüncü merrede talâk verirse, üçüncü talâkla irtibat bükülliye zail olduğundan hatun, evvelki zevcinin gayrı ikinci bir zevce nikâh olup, ondan da kat-ı alâka etmedikçe zevci evvele halâl olmaz. Çünkü; zevci evvele tekrar halâl olmasının beş şartı vardır : Birincisi; zevci evvelin talâkından sonra iddetini ikmal eylemesi, ikincisi; zevc-i saniye nikâh olması, üçüncüsü; zevc-i saninin cima' etmesi, dördüncüsü; zevc-i saninin talâk vermesi, beşincisi; zevc-i saninin talâkından iddetini bitirmesidir. Bu şartların vücudundan sonra tarafeynin rızalarıyla zevc-i evvelin nikâhı caiz ve birbirlerinden intifa, halâldır. Zevc-i saninin muamele-i zevciyede bulunmasında şart olmasındaki hikmet; talâkta teenni lâzım olduğuna işaret ve talâkta acelenin mezmum olduğunu beyandır. Zevc-i sani cima' etmeden talâk verirse zevc-i evvele halâl olmaz. Zira; Beyzâvî'nin beyanına nazaran (Rufaa) haremini tat-Hk eder, iddetten sonra hatun (Abdurrahman b. Zübeyr)'e varır. Meğer (Abdurrahman) cima'a kaadir değilmiş. Hatun Resulullah'a şikâyet eder, Resulullah «Rufaa'ya tekrar varmak mı istersin?» buyurunca hatunun «Evet» demesi üzerine Resulullah'm «Abdurrahman sana cima' etmedikçe sen Rufaa'ya varamazsın» buyurduğu mervidir.
[Zevc-i saniye vardıktan sonra, eğer zevc-i sani hatuna talâk verirse, zevc-i evvelle hatun arasında riayeti vacip olan ahkâm-ı ilâhiye riayetle hudud-u ilâhiyeyi ikame edeceklerini zannederlerse yekdiğerine müracaatla akd-i nikâh etmelerinde onlar üzerine günah yoktur.]
[İşte şu beyan olunan ahkâm; ilim ve idrak sahibi olan kavme Allah'ın beyan ettiği ahkâmıdır.] Ve bu ahkâmı kullarına beyan edince kulların bu ahkâma riayetleri vaciptir. Zira; hallerini ıslah için vaz'olunmuş kavanin-i ilâhiyedir.
Zevc-i evvelin nikâha talib olması ve hatunun rıza vermesi hukuk-u zevciyeye ait olan hudud-u ilâhiyeyi ikame edip yekdiğerini ızrar etmeyeceklerini zan ve tahmin etmeleri şart olduğunu beyan etmek; hudud-u ilâhiyeye riayet edemeyeceklerini zannederlerse birbirlerini ızrar için müracaatları haram olduğuna delâlet eder.
Hulâsa; bir kimse haremine üç talâk verirse ikinci bir kocaya varıp o zevc-i saniden mutallaka olup iddetini ikmal edinceye kadar zevc-i evvele tekrar nikahlanmak halâl olmadığı ve ikinci zevç talâk verir de tarafeyn ahkâm-ı ilâhiyeye riayet edebileceklerini ümid ederlerse, tekrar nikahlanmak caiz olduğu ve şu beyan olunan ahkâmı, Cenab-ı Hakkın ilm-ü irfan sahibi olan kullarına beyan ettiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [50]
Vacip Tealâ talâkın bazı ahkâmını beyan ettiği gibi bazı âhari dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz haremlerinize talâk verdiğinizde onlar iddetlerîni ikmale yaklaşıp, iddetin müddetine baliğ olmaya" başladıklarında siz isterseniz maruf veçhile ric'at eder hatunu taht-i nikâhınızda tutarsınız, isterseniz ric'at etmez maruf veçhile terkedersiniz.]
[Ve onları zarar kasdıyla zulmetmek için tutmayın.]
[Eğer bir kimse talâk verdiği hatuna iddet içinde ric'at eder ve zarar kasdıyla tutarsa muhakkak nefsine zulmetmiş olur.] Binaenaleyh; hükm-ü ilâhiye muhalif olarak hatuna zulmettiğinden nefsine zulmetmekle azab-ı ilâhiye müstehak olur.
[Islah-ı ahvaliniz için inzal olunan ve ahkâmiyle ameliniz vacip olan Allah'ın âyetlerini, ahkâmına muhalefet etmekle maskara ve oyuncak ittihaz etmeyin.]
Yani; haremlerinize hasbelicap talâk verip de onlar da iddeti müddetine baliğ olmaya başladıklarında sizin için lâzım olan; iki halden birisidir ki, şer'an ve aklen ve beynennas müstahsen bir surette ric'at ederek hatunu taht-ı nikâhınızda tutup hukuk-u zev-ciyeye riayet etmektir. Yahut geçinmeye ümidiniz olmasa hatunu ızrar etmeksizin ric'at etmeyerek yakasını tamamen bırakmaktır. Yoksa zulmetmek için tutmayın. Çünkü; ric'at ederek hatunu başka kocaya gitmekten men'edip hüsn-ü muaşeret etmemek hatunu ızrar olduğundan caiz değildir. Eğer bir kimse böyle yaparsa mutlaka kendi nefsine zulmetmiş olur. Ahkâm-ı ilâhiyeyi amelden ıskatla maskara yapmayın.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bundan evvelki âyeti talâk vermekte sünnet olan; birer birer vermek olduğunu beyan olup, bu âyet ise t;.Iâk-ı ric'iyi beyan hakkında olduğundan tekrar yoktur. Zira; âyetlerden maksat başka başkadır: Yahut evvelki âyette talâk-ı ric'ide mutlaka iddet içinde yani evvelinde ortasında ve ahirinde ric'atin sahih olduğunu beyan hakkında olup bu âyet ise talâk-ı ric'ide iddetin âhirinde ric'at veya terketmek-ten biri lâzım olduğunu beyan hakkında olduğundan tekrar yoktur ve zevcin zevceyi ızrar kasdıyla ric'at etmesinden, Cenab-ı Hak bu âyetle nehyile kadınları zevçlerin zulmünden muhafaza etmiştir.
Izrar kasdıyla ric'at şöyledir: Meselâ bir talâk verir, iddeti-ni bitireceği zamanda ric'at eder, iddet biter, ikinci talâkı verir ve bir iddet daha bekler, o iddet biteceği zamanda tekrar ric'at eder, yine iddet biter, üçüncü talâkı verir ve hatuna bir iddet daha bekletir. Eğer iddeti üçer ay farz edersek, fuzuli olarak hatunu dokuz ay bekletmiş olur. İşte bu gibi zulüm ve zarardan Cenab-ı Hak kadınları bu âyetle vikaye etmiştir. Her zaman ızrar haram olduğuna işaret için Vacip Tealâ maruf vech üzere imsakla emirden sonra ızrar için imsakten nehyetmiştir. Zira, birşeyden nehyetmek; o şeyin her zaman kötü olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh; hatunu ızrar kasdetmek her zaman haramdır.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran bu âyet ensar-dan (Sabit b. Yesar) Hz. hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Sabit)'-in talâk verdiği hatunu ızrar kasdıyla ric'at etmesi üzerine âyetin nazil olduğu mervidir.
Hulâsa; talâk verilen bir hatuna iddetinin bitmesi karib olduğu bir zamanda ya suret-i müstahsenede ric'at edip taht-ı nikâhında tutmak veyahut biîkülliye terketmek lâzım olduğu ve ızrar kasdıyla ric'at ve imsak etmek caiz olmadığı ve bir kimse ızrar kasdıyla ric'at ve imsak ederse dünyada ve âhirette nefsine zulmetmiş olduğu ve Allah'ın ahkâmını beyan eden âyetlerle amel etmemek o âyetleri maskara ittihaz etmek olup bu ise caiz olmadığı bu*âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [51]
Vacip Tealâ zevçle zevce arasında vaki olacak talâkın envaını ve ahkâmını beyan ettiği gibi bu ahkâmı beyan, kullar hakkında nimet olup, bu nimetin şükrünü eda etmek suretiyle zikretmek lâzım olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ey ümmet-i Muhammedi Sizin üzerinize taraf-ı ilâhiden feyezan eden ahkâm-ı şer'iye ve onu getiren Resulün size Resul olup sizi hidayete i'sal etmesi gibi nimetleri zikredin ve şükrünü eda ve hukukuna riayet edin ki unutmayasın iz. Ve sizin üzerinize kitap ve hikmetten inzal olunan ahkâmın muktezasıyla amel edin. Zira; Allahü Tealâ kitap ve hikmetle size vaazeder.] Binaenaleyh; sizin üzerinize vacip olan vaazı kabul etmek ve nasihati dinlemektir. [Ve Allah'ın ahkâmiyle amel etmemekten korkun ki intikamına mü s t eh ak olmayasınız ve haram olan şeylerden çekinin ve iyi bilin ki Allahü Tealâ herşeyi bilir ve amelinize göre ceza verir.]
Allah'ın nimetleri; maddi olur: Vücud, sıhhat-ı beden, afiyet, evlâd ü ıval, servet ü saman gibi. Manevi olur: İman, hidayet, diyanet ve ahlâkı ıslah eden ahkâm-ı şer'iye gibi. Bunları zikretmekten maksat; hatırda tutup herbirinin şükrünü lâyıkıyla eda etmektir. Meselâ sıhhat-ı bedenin şükrünü; ibadet ve acizlere muavenetle ve evlâd ü ıyalin şükrünü; hüsn-ü muhafaza ve terbiyeyle ve malın şükrünü, zekâtım vermek ve fukaraya iane ve lüzumunda emr-i cihada ve sair vücûh-u hayrata sarfla ve imanın ve ahkâm-ı şer'iyenin şükrünü; mucibiyle amel etmekle eda ve lâyıkıyla yerine getirmekle olur.
Bu âyette Allah'ın kullarına vaaz ettiği citapla murad; Kur'ân ve hikmetle murad; sünnet-i Resulullah'tır. Yahut hikmetle murad; insanda olan kuvve-i ilmiye ve ameliyedir.
Hulâsa; Allah'ın nimetlerini şükürle karşılayıp nisyan etmemek, kitabullah ve sünnet-i Resulullah ye insanın kendisinde bulunan kuvve-i ilmiye ve ameliyeyle amel edip onların nasihatlerini kabul etmek ve haram olan şeylerden içtinapla Allah'ın azabından korkmak ve Allah'ın herşeyi bildiğini bilmek ve ona göre amelini tanzim etmek vacip olduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [52]
Vacip Tealâ talâkm ahkâmını beyan ettiği gibi mutalîaka olan hatunun bazı ahkâmını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Siz haremlerinize talâk verip, onlar da şer'an mukadder olan iddet müddetlerine buluğla ikmal ettiklerinde, zevc-i âhara nikâh olunmak murad ederlerse, onlar zevc-i âharle şer'an ma'ruf olan mehre ve sair nikâhın levazımından olan şeylere aralarında razı olduklarında siz onları zevc-i âhara nikâhtan men'etmeyin.] Zira; nikâh meşru olduğundan, meşru olan şeye talib olan kimse men'o-lunmadığı gibi ta'yib'de olunmaz. Binaenaleyh; onların rızkına mani olmayın ki, nimet-i nikâhtan mahrum olmasınlar.
[İşte beyan olunan ahkâmla sizden Allah'a ve yevm-i âhirete iman eden kimseler amel eder ve vaaz ile muttaaz olur ve nasihatini kabul ederler. Amma Allah'a ve âhirete imanı olmayanlar bu misilli mevaizden intibah etmezler ve mütenassıh olmazlar. İşte bu misilli ahkâma riayet etmek, sizin için efkâr-ı faside ve ahlâk-ı ha-biseden taharettir. Ve bu ahkâma riayet sizin için taharet ve teh-zib-i ahlâkınıza hadim olduğunu Allahü Tealâ bilir. Halbuki siz bilmezsiniz.] Binaenaleyh; Allah'ın emrine imtisal ve nehyinden içtinapla tehzib-i ahlâka sa'yetmeniz lâzımdır. Zira; siz bilmiyorsunuz, Allahü Tealâ biliyor. Şu halde Allah'ın dediğini tutmanız elzemdir.
Yani; siz kadınlara talâk verdikten sonra onlar da iddetini ikmâl edip, talipleri zuhur ederek beyinlerinde nikâha ve nikâhın Jevazımatma tarafeyn razı olup kararlaştırdıklarında, onların nikâhlarına mani olmayın. Zira; Allah'a ve âhirete imanı olanlar bu misilli ahkâma razı olur ve intifa ederler. Ve bu gibi ahkâmdan intifa etmek-sizin için taharrettir ve kalplerinizi ahlâk-ı fasideden tasfiye eder. Zira; bu gibi ahkâmda size olan menfaati Allahü Tealâ bilir, siz bilmezsiniz.
AdıI ; bir kimseyi haps ve tazyikle birşey-den men'etmektir. Burada hitap; talak veren kimselere veyahut bilûmum insanlaradır. Zira; hatunun münasip gördüğü bir kimseye nikâh olmak hakk-ı meşruudur. Binaenaleyh; hiçbir kimsenin men'etmeye hakkı yoktur. Şu halde gerek talâk veren zevç, gerek başka bir kimse ve gerekse hatunun velisi tarafından mümanaat olunmak caiz değildir. Şu kadar ki, eğer hatunların inti-hab ettiği zevç kendilerinin küfvü olmaz veya mehrinde noksan olursa, velisinin itiraz hakkı vardır. Çünkü; gerek küfvünün gayrı olmaktan ve gerek mehrin noksan olmasından hasıl olacak âr, evliyaya lâhık olduğundan evliyanın o ârı kaldırmak için itiraz hakları vardır.
Tarafeynin razı olmalarıyla murad; şer'an beyan olunan akd-i şer'İ, mehr ve şahid~i adi ve akdin sair levazımına razı olup, beyinlerinde kararlaştırmalarıdır. Vacip Tealâ teklifini beyandan sonra «Bunlardaki menafii Allahü Tealâ bilir, siz bilmezsiniz» buyurmakla muhalefet edenleri tehdid ve tehdidini müminlere tahsis etmiştir. Çünkü; ahkâmdan intifa edecek müminlerdir ve bu ahkâma riayet daimî sevaba istihkaka sebeb olduğuna işaret için (ezkâ) ve (ethar) buyurmakla günahlardan taharete işaret buyurmuştur.
Fahr-i Razi, Kazi ve HâznVin beyanlarına nazaran âyetin se-beb-i nüzulü; (Maakâl b. Yesar)'ın mutallaka olan hemşiresini iddetini ikmal ettikten sonra rızalarıyla evvelki zevcine tekrar varmasından nehyetmesi üzerine âyetin nazil olduğu ve Resulullah'-in huzuruna celbile âyeti tebliğ ettiği mervidir.
Hulâsa; mutaliaka olan hatunları ric'at veya. hülle suretiyle zevc-i evvele veyahut zevc-i âhare nikâh olunmaktan men'e kimsenin hakkı olmadığı ve bu misilli.ahkâmdan nasihat kabul etmek Allah'a ve âhirete iman edenlerin şanı olup, bu ahkâma riayet ter-fi-i derecata ve günahların mahvına sebep olduğu cihetle, imtisal edenlere taharet-i kâmile olduğu ve kullarının mesalihini Allahü Tealâ bilip, kullarının bilmediklerinden herhalde bu misilli ahkâma riayet lâzım geldiği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [53]
Vacip Tealâ nikâha ve talâka müteallik bazı ahkâmını beyan ettiği gibi nikâhın netice ve semeresi olan evlâda müteallik ahkâmını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Muiallaka ve gayr-ı mutallaka valideler çocuğun emziğini itmam etmek murad eden pederler için çocukları iki sene tamam olarak emzirirler. Ve çocuk kendilerinin olan pederler üzerine şer'an ve urf-ü âdette valideyle pederin hallerine münasip bir surette çocuğu emziren validelerin rızıklari ve kisveleri vaciptir. Zira her nefis; kudreti miktarı teklif olunur.]
Yani; mutlaka valideleri üzerine çocuklarını iki sene tamamen emzirmek lâzım olur. Ve çocuğun emmesini itmam etmek murad eden çocuğun pederine validesinin itaati vaciptir. Ancak çocuğun rızkı peder üzerine vacip olduğundan çocuğu emziren validelerin rızıkları ve kisveleri, pederleri üzerine vaciptir. Çünkü; valide çocuğu emzirmek ve mesalihine nezaret etmek için pederin menfaatine haps-i nefsettiğinden validenin mazarratı mukabilinde rızkı pedere lâzım gelir. Şu kadar ki, miktar-ı ma'ruf üzere ol-, mak lâzımdır. Zira her nefis; kudreti nispetinde mükellef olur.
Binaenaleyh; pederin muktedir olamayacağı bir surette valide nafaka teklif edemeyeceği gibi peder de validenin muktedir olamayacağı bir hizmet teklif edemez. Şu halde her ikisi de halleriyle münasip veçhile mükelleftirler.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile bu âyette çocuğu emzirmekte tamamıyla sa'yetmek vacip olduğuna işaret için İrza' yani emzirmek
emri, haber suretiyle varid olmuştur. Şu halde kelimesi lâfızda ihbar ise de, manâda emirdir ve bu emir de mendup olmasını ifade eder. Çünkü; çocuğun rızkı peder üzerine vacip olup valide üzerine vacip olmadığından, validelerin emzirmeleri menduptur. Binaenaleyh; valideler emzirmeseler günahkâr olmazlar, amma çocuk, validesinden başkasının memesini emmez veyahut pederin başka hatuna ücret vermeye iktidarı olmazsa, valide üzerine emzirmek vacip ve bu surette emzirmezse günahkâr olur. Çocuğu validesinin emzirmesi mendup olmasının hikmeti; terbiyesi ve şefkati sairlerinden ziyade olduğu cihetle çocuğun hayatına hizmeti fazla olmasıdır.
Çocuğun emzik hakkı iki sene olup, ziyadeye itibar olunmadığı bu âyetle sabittir ve iki sene emziğe ihtimam lâzım olduğuna işaret için âyette iki sene manâsına olan (hayleyn) kemal ile tak-yid olunmuştur.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran iki seneden noksan emzirilmesi de caizdir. Zira; âyette iki seneyle tahdid, valideyle peder arasında muhtemel olan nizaı kat' içindir. Binaenaleyh; beyinlerinde niza' vaki olup da, valide emzirmekten usanarak noksan olmasını ve peder de ziyade olmasını isterlerse şeriat o nizaı iki sene olmasıyla halletmiştir. Yoksa iki seneyi zikir vücub için değildir. Zira; âyette iki sene emzirilmesi pederin iradesine havale olunmuştur. Eğer suret-i kafiyede iki sene emzirmek vacip olsaydı pederin re'yine müracaat olunmazdı.
Çocuğun nesebi pederine ait olduğuna işaret için pedere yani; çocuk kendisi için doğan kimse denmiştir. Binaenaleyh; çocuğun ve validesinin rızkı pederinin üzerine vaciptir. Çocuğun validesi pederin menkûhası oldukça emzirdiğine mukabil ücret istemeye hakkı yoktur. Kadr-i marufla murad; pederin servetine, validenin şerefine nazaran onların emsalinde âdet olan şendir.
Hulâsa; valideler üzerine çocuğu, pederi iki seneyi itmam mu-rad ederse iki sene emzirmek lâzım ve peder üzerine çocuğu emziren validesinin nafakası ve kisvesi vacip olduğu ve valide çocuğun hizmeti ve terbiyesiyle meşgul olduğundan maişetini kisible mükellef olmadığı ve pederin kudretinden ziyade validenin teklif edemeyeceği bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [54]
Vacip Tealâ çocukları validelerin emzirmesi lâzım olduğundan emzirmek mukabilinde peder üzerine validenin nafakası ve kisvesi vacip olduğunu beyan ettiği gibi tarafeynin yekdiğerini zarardan vikaye etmeleri lâzım olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Çocı^u sebebiyle validesi zararlanmasin ve çocuk kendinin olan peder de çocuk sebebiyle zarar]anmasın ve eğer peder yoksa, peder üzerine vacip olan nafaka, terekeye vâris olacak zat üzerine vacip olur.]
Yani; valide ve peder çocuk yüzünden zarar görmesinler. Şu halde peder, validenin nafakasını vermemek ve meccanen emzirmesini teklif etmekle, çocuk sebebiyle validesini ve valide, pedere kudretinin harici nafaka ve kisve teklif etmekle, çocuk sebebiyle pederini ve bu veçhile valide ve peder birbirlerini zararlandırma-sınlar. Eğer çocuğun pederi vefat etmişse çocukla çocuğu emziren validesinin nafakası, peder makamına kaim ve terekeye vâris olacak kimse üzerin? vaciptir.
[Eğer valide ve peder, beyinlerinde müşavere ederek tarafeynin nzaîariyla iki seneden evvel çocuğu memeden kesmek mu-rad ederlerse, valide ve peder üzerine günah yoktur.]
Yanr; çocuğu iki sene emzirmek mendup iken valide emzirmekteki yorulur ve peder de iki seneyi ikmal etmek murad etmez de beyinierinde vaki olan müşavere üzerine iki seneden evvel çocuğu emzikten ayırmak murad eder ve tarafeyn buna razı olurlarsa her ikisi üzerine günah yoktur.
Bu âyette valide ve peder zararlanmasın demek; herbiri, yekdiğerinin kudretinin fevkinde teklifatta bulunmakla zarardide etmesinler demektir. Yahut Beyzâvî'nin beyanı veçhile validesi sütünü az vermek ve levazımatına lâyıkıyla bakmamak suretiyle ve pederi de validesinin nafakasına ve kisvesine bakmamak sebebiyle çocuğu zararlandırmasmlar. Yani; bakımsızlık sebebiyle çocuğu zaafa veya mevte mahkûm etmesinler demektir.
Tafsir-i Hâzin'de valideyle pederin çocuk sebebiyle zararları şöyle tasvir ediliyor: Meselâ validenin zararlanması; pederi çocuğu cebren validesinin elinden almakla şefkati icabı validesini gönül azabında bırakması veyahut validesi çocuğu emzirmeye razı olmadığı ve pederin başkasına vermeye kudreti olduğu halde vermeyerek cebren validesine emzirtmekle -validesini ızrar etmesidir. Pederin zararlanması; validesi çocuğa bakmamak ve pederinin üzerinde bırakmak veyahut kudretinin fevkinde nafaka teklif etmekle olur. İşte; bu misilli harekat, insanlar arasında da her zaman cari olduğundan Cenab-ı Hak tarafeynin yekdiğerini zarardan vikaye etmelerini ve her ikisinin çocuk yüzünden zararlanma-malarmı ve çocuğu da ızrar etmemelerini tenbih ve tavsiye buyurmuştur. Çünkü; yani; İslâmda ne bir taraftan Öbürünü ve ne de iki taraftan birbirini zararlandırmak yoktur.» demektir.
Beyzâvî ve Fahr-i Razi'nin beyanları veçhile vârisle murad; çocuğun pederinin varisleridir. Yani; çocuğun pederi vefat etmişse, pederine varis olacak çocuğun dedesi ve biraderi ve amcası veya amcazadplpri gioi asabat üzerine çocuğun ve onu emziren validesinin nafakası vacip olur. Yahut varisle murad; çocuğa mahrem olanlardır. Binaenaleyh; herkesin üzerine karabeti nispetinde tedriç suretiyle çocuğun nafakası vacip olur. Yani; evvelâ çocuğun dedesine ve biraderine, onlar yok ise amcasına, o da yoksa amcazadelerine, onlar da yoksa, onlardan sonra çocuğa yakın olan kimlerse, onlar üzerine nafakası lâzım gelir. İmam-ı Azam indinde varisle murad; çocuğun varisleri olup, pederin varisi değildir. Şu halde; çocuk vefat etmiş farz olunduğunda, çocuğa varis olacaklar kimler ise, onlardan herkesin sehmi nispetinde çocuğun nafakasını vermeleri vaciptir. Eğer vermezlerse hakim tarafından icbar olunurlar.
Vacip Tealâ beşeriyetin herhalde zıya'dan muhafazası lâzım olduğuna işaret için ufak bir çocuğun müreffehen yaşatılmasına ihtimam olunmasının lüzumunu beyan ve emzikten ayırmak suretini bile valide ve pederden yalnız birinin re'yine havale etmeyerek bil'istişare her ikisinin reyleri munzam olmasını beyan buyurmuştur. Çünkü; birisi çocuğun zararını kasdederse diğerinin haberi olsun ki,, çocuk zarardan mahfuz kalsın.
Müşavere; birkaç kimsenin kuvve-i müfekkerelerinde olan reylerini meydana çıkarıp ve bir yere toplayarak hulâsasıyla amel etmektir. Binaenaleyh; bu âyette ebeveynin rızalarından sonra çocuğun emzikten ayrılmasını müşavereye havale buyurmuştur ki, icabında ebeveynin başkası, yani erbab-ı tecrübeden ve tabipten teşekkül edecek birkaç zatın çocuğun memeden kesilme-sinde zarar olup olmayacağını müzakere ve onların reyleri üzerine amel etmek lâzım olduğuna işaret etmiştir. Çünkü; peder ve validenin hernekadar şefkatleri galipse de valide emzirmekten ve peder de nafakadan usanmakla yekdiğerini razı etmek suretiyle çocuğun zararına ittifak etmek ihtimaline binaen Cenab-ı Hak çocuğun tamamiyle zarardan vikayesini temin için, erbab-ı tecrübenin istişaresine havale etmiş ve bu âyetler de pederin nafakadan usanmakla çocuğun zararım kasdetmek ihtimali dermeyan olunmuştur. Bu cihet, eğer çocuğun validesi mutallakaysa demektir. Yoksa mutallaka olmayıp da menkuhaysa bu ihtimal varid değildir. Zira; menkûhe olunca çocuk emzirilsin veya emzirilmesin herhalde validesinin nafakası peder Üzerine vaciptir,
Beyzâvî'nin beyanı veçhile varisle murad; çocuğun kendi olmak muhtemeldir. Zira; pederi vefat eden çocuk pederinin malına varis olduğu cihetle, pederi berhayat olsa validesine veya sütninesine nafaka vermesi vacip olduğu gibi pederi vefat edince varis hususunda pederin makamına kaim olduğundan, emiren ve sair mesalihini tekeffül eden hatunun nafakası eğer malı varsa çocuğun malından ve eğer malı yoksa velilerine lâzım gelir. Hulâsa; valide ve pederinden her birerleri çocuk sebebiyle yekdiğerini ve her birerleri az bakmak veya hizmetinde kusur -etmek suretiyle çocuğu ızrar etmemek ve eğer pederi vefat etmişse, çocuğun validesinin nafakaları varis olanlar üzerine vacip olmak ve iki seneden evvel sütten kesmek isterlerse birrıza ve bilmüşa-vere kesmek ve çocuğun terbiyesine kemal-i ehemmiyetle bakılmak lâzım olduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [55]
Vacip Tealâ iki seneden evvel çocuğu emzikten ayırmak ebeveynin rıza ve istişareleriyle olacağını beyan ettiği gibi validesinin başkasını emzirmesinde beis olmadığını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer çocuğu validesinin başkası bir hatuna emzirtmek isterseniz, emziren hatuna maruf ve müstahsen olarak beyninizde mukavele ettiğiniz ücreti teslim ettiğiniz takdirde, sizin üzerinize günah yoktur. Çocuğun ziya'ına sebep olmak ve emzikçi hatunun nafakasını noksan vermek gibi günahları işlemekte Allah'tan korkun ve iyi bilin ki AHahü Tealâ sizin bilcümle amellerinizi görür ve bilir ve amelinize göre ceza verir.
Yani; çocuğu emzirmeye evlâ olan validesîdir. Zira validesinin şefkati herkesten ziyade olduğu cihetle, çocuğun terbiye ve büyümesine dikkati elbette ziyade olacağında şüphe olunmaz. Ancak valide mutallaka olup zevc-i âhara varmak veyahut pederine eza etmek maksadıyla emzirmemek veyahut hasta olmak ve sütü kesilmek gibi validesinin emzirmesine bir mani bulunmak suretiyle başka bir emzikçiye evlâdınızı emzirtmek isterseniz, emzikçiye emzirtmekte valide ve peder üzerine günah ve emziren hatunun pazarlık üzere istihkakım tamamiyle teslim etmek şartıyla beis yoktur. Amma emzikçi bulunmaz veyahut bulunur da çocuk memesini almazsa, validesi üzerine emzirmek vacip olur. Çünkü imkân bulunmayınca vücup valide üzerine terettüp eder ve bu suretle validesi terkederse günahkâr olur.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile maruf ile murad; emzikçiye nafakayı verirken güler yüz, tatlı dil ve ücretini noksansız vermek gibi çocuğun' rahatını temin etmek için emzikçi hatunu tatyib etmektir. Hatta çocuğun terbiyesine ve sütüne ihtimam etmek hatunun maişet cihetinden kalbi mutmain olmasına tevakkuf ettiğinden Cenab-ı Hak mukavele olunan ücreti yeden biyedin teslim .edilmesini şart kılmıştır ki, hatun istirahat-i kalb ile çocuğun me-salihinde müsamaha etmesin. İşte şu beyan olunan ahkâma ihtimam lâzım olup, muhalefet caiz olmadığına işaret için bu ahkâmı beyan akabinde ittika ile emir ve kullarının her amelini bildiğini beyanla muhalefet edenleri tehdid etmiştir.
Cenab-ı Hak dünyanın imarını insana tevdi ettiğinden, insanı mahlûkat içinde pek mümtaz bir mevkide halk etmiş, dünya ve âhiret saadetlerine iktisaba kudret ve kabiliyet verdiğinden her iki cihet için çalışmasını emretmiştir. Fakat insan, hal-i sabavetin-de en âciz ve bîçare bir mahlûk olduğundan onun bir insan-ı kâmil olması birçok esbaba ve terbiyeye muhtaç olup bu esbap ve terbiyede evvelâ validesiyle pederi üzerine terettüp ettiğinden çocuğu emzirmek kimlere lâzım geldiğine ve ne müddet emzirmek lâzım olduğuna, valideyle pederin ne gibi vezaifle mükellef olduklarına ve valideye terettüp eden birinci vazife; çocuğu emzirmek ve pedere terettüp eden vazife de nafakalarını tedarik etmek ve her ikisi çocuk yüzünden birbirini zararlandırmak kasdetmedik-leri gibi, çocuğun zararını dahi kasdetmemelerine ve hatta emzikten ayırmaları bile tarafeynin rıza ve istişareleriyle olmasına dair ahkâmını kullarına resulü vasıtasıyla tebliğ ve yıkılmaz ve sarsılmaz kanunlarını vazetti ki, insanlar mahlûkat içinde ne kadar yüksek bir mevki ihraz ettiklerini bilsinler ve bu nimetlerin şükrünü eda etsinler.
Bu ahkâma muhalefet etmek isteyenleri ittikaya davetle herkesin vazifelerine dikkat ve ihtimam etmeleri lâzım olup, dikkat etmeyenlerin gazab-ı ilâhiden korkmalarına işaret etmekle sıbya-nın hayatlarını ve emri terbiyelerini taht-i temine almıştır. Peder ve validenin çocuğun hal-i sahavetinden çekmiş oldukları meşakkatlere karşı büyüdüğünde onlara riayet ve hürmeti vacip kılmakla diğer âyetlerde ebeveyne hürmetin vücubunu bildirmiş ve hu-kuk-u mütekabilenin lüzumunu dahi, bu suretle beyan etmiştir ki, ebeveynin bu emekleri heder olmasın. [56]
Vacip Tealâ talâkı ve talâktan lâzım gelen iddeti ve nikahın neticesi olan evlâdın terbiye ve nafakasını beyan ettiği gibi zevci vefat eden hatunların iddet ve müddet-i iddetini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, sizden onlar vefat eder ve zevcelerini t erke-derler. Onların terkettikleri zevceleri bizatiha dört ay on gün intizar ederler.]
[Onlar, dört ay on gün iddetlerini ikmal edip, rahimlerinde çocuk olmadığı anlaşılınca, ey müminler! Onlarla kendi nefislerinde maruf ve meşru surette zevc-i âhara varmak teşebbüsünde bulunmak için işledikleri şeyde sizin üzerinizde günah yoktur. Ve AI-lahü Tealâ onların ef alini ve sizin onlar hakkında işlemek istediğiniz amelinizi bilir.]
Yani; mutallaka olan hatunların iddet beklemeleri lâzım olduğu gibi kocası vefat eden hatunların da, iddet beklemeleri lâzımdır. Binaenaleyh; sizden vefat edip de, zevcelerini terkeden kimselerin zevceleri; vefat eden kimsenin nutfesinden rahimlerinde çocuk olup olmadığını ve çocuk varsa nesebi vefat eden pederinden sabit olması için kendi nefislerinde dört ay on gün gözetir ve iddet beklerler. Dört ay on gün bekleyip o müddete vasıl olduklarında çocuk olmadığı zuhur edince, onlar başka kocaya gitmek ve kendi aralarında teşebbüsatta bulunmak gibi esbaba tevessül ederlerse sizin üzerinize günah yoktur. Zira; âdet-i beldeye riayetle şer'in müsaade ettiği surette meşru teşebbüsatta bulunmak günah olmaz ve ey müminler ve hâkimler! Sizin de men'etmeniz lâzım gelmez. Çünkü; meşru olan efalden men'etmek caiz olmaz. Zira; icra-yı ahkâmda Allahü Tealâ sizin amelinizi bilir. Binaenaleyh; meşru olan şeyden men'e teşebbüs etmeyin ki, mes'ul olma-yasınız.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile kocası vefat eden hatun için dört ay on gün iddet beklemek vaciptir. Binaenaleyh; o müddet bitmedikçe zevc-i âhara gidemez. Zira; iddet içinde nikâh sahih olmaz ve bu dört ay on gün içinde hâmile olduğu tebeyyün ederse iddeti, hamlini vaz'edinceye kadar devam eder. Ancak hamli malûm olsa veya kocası vefat ettiği gün çocuk getirse o gün iddeti bitmiştir. Başka kocaya gidebilir; dört ay on gün beklemek lâzım gelmez. Çünkü hatunun iddeti; çocuk olmak ihtimaline binaen zevcin hukukunu muhafaza içindir. Şu halde çocuk zuhur edince zevcin hakkı kalmadığından hatun iddetinden kurtulur ve her hakkına malik olur.
Zira hatunu bazı hukukundan men'eden; vefat eden zevcin hakkıdır. Çocuk dünyaya gelmekle zevcin hakkı zail olacağından memnu olan hukuku avdet eder ve istediği kocaya gider. Çünkü; mani gidince mernnuun avdeti kavaid-i şer'iye iktizasındandır. İddet müddetinin dört ay on gün olmasındaki hikmet; rahimde bulunan çocuk oğlan olursa üç ayda ve kız olursa dört ay on günde dirilmesidir. Dört ay on gün iddet; küçük ve büyük yani çocuk getirmeye kabiliyeti olanla olmayan haklarında müsavidir. Zira bir-şeyin hikmeti; o şeyin cinsinde aranır, ferde itibar yoktur. Madem ki cins-i nisvanda çocuk getirmek kabiliyeti vardır. Amma bazı efradının küçük olmasına veya esbab-ı saireye binaen çocuk getirmemesine itibar yoktur. Zira hükümde itibar; ekseriyetedir.
Zevci vefat eden hatun nimet-i nikâhı fevt ettiğinden dolayı dört ay on gün matem içinde bulunmak, ziynetini terketmek, ra-yiha-i tayyibe sürünmemek ve sürme çekinmemek vacip olduğuna işaret için binefsiha müddet-i iddette intizar edecekleri beyan olunmuştur. Çünkü; insan için mühim bir nimet zail olunca, o nimetin zevaline teessüfünü izhar caizdir. Ve cevazına da bu âyet delâlet eder. Hatun iddetini bitirip matem günleri geçince iddet içinde memnu olan ziyneti takınır, sürmesini çeker ve küfvü düşerse nikâha talip olur ve bu gibi efalinden mes'ul olmaz. Zira; bunlar iddetten sonra şer'an müstahsen olan şeylerden olduğundan, kadınlar mes'ul olmadığı gibi velileri ve hakimler de mes'ul olmazlar. Ancak şer'in hilafı hareketlerinden velîleri ve hakimler mes'ul olduklarından men'etmek üzerlerine vaciptir. Eğer men'etmez ve muhafazada müsamaha ederlerse indallah masul-dürler.
Baliğa olan hatun, velisinin izni olmaksızın kendini nikâh ederse, nikâhın sıhhatine delâlet eder. Zira; âyette hatunların kendi nefislerinde fiilleri kendilerine isnad ve kendi fiillerinden velileri ve hakimlerin mes'ul olmayacakları beyan olundu. Hatunların kendi nefislerinde en mühim işleri nikâhtır. Binaenaleyh; nikâhta velisinin iznine ihtiyaç olmaksızın kendi kendini nikâhın cevazına müsaade-i §er'iye vardır. Zira; meşru surette hatunun kendi işinden velisi mes'ul değildir.
Hulâsa; zevci vefat eden kadının iddeti dört ay on gün olduğu ve iddet bitince maruf olan şeyleri hatunun işlemesinden hâkimlerle velileri mes'ul olmadıkları bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [57]
Vacip Tealâ zevci vefat eden hatun iddetini ikmal ettikten sonra, nikâhına talip olmakta günah olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor.
[İddetini ikmal eden hatunların nikâhlarına talip olmak üzere tariz ettiğiniz şeyde veyahut tariz etmeyip de nefsinizde talip ol-maklığmiz için sakladığınız §eyde sizin üzerinize günah yoktur.]
[Allahü Tealâ sizin onları zikredeceğinizi ve nikâha talip olacağınızı bilir ve lâkin gizli görüşmek ve birbirinizle sevişmek suretiyle vaadde bulunmayın ve itham mahallinde bulunmanız caiz değildir. Ancak maruf ve şer'an muteber olan nikâha müteallik söz söylerseniz zarar yoktur.]
Yani; zevci vefat edip iddetini ikmal eden hatunun nikâhına talip olduğunuzu tariz suretiyle anlatmak veya nefsinizde talip olduğunuzu gizlemenizde sizin üzerinize günah yoktur. Fakat siz hernekadar gizleseniz de sabredemeyip sarahaten talip olduğunuzu zikredeceğinizi Allahü Tealâ bilir. Lâkin gizlice suret-i gayr-ı meşruada görüşmek ve konuşmak suretiyle birbirinize vaadde bulunmayın. Ancak maruf ve meşru surette söz söylemek vakti müstesnadır.
H ıtb e ; hatunun nikâhına talip olmaktır. Tariz; Ka-zi ve Ebussuud Efendinin beyanları veçhile nikâhı ima eder bir-şey söylemektir. Meselâ; «Ben tezevvüc etmek isterim», «Allahü Tealâ bana saliha bir kadın verse», «Sen saliha bir kadınsın», «Sen güzel bir kadınsın, hasebin nesebin iyidir» demek gibi sözler tarizdir ve bu gibi sözlerle hatuna talib olduğunu anlatmakta günah yoktur. Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu misilli tarizler iddet içinde mubahtır, lâkin sarahaten talip olmak iddet içinde caiz değildir. Zira; Cenab-ı Hak tarizde günah olmadığını beyan buyurdu ki tasrihte günah olduğuna işarettir.
Ecnebi bir kimsenin münasebeti olmayan ecnebiye bir hatunla gizli konuşması töhmet ve şüpheden hali olmayacağından Cenab-ı Hak gizli konuşmaktan nehyetmiştir. Çünkü; ecnebiye bir kadınla gizli konuşmak herkesin nazar-ı dikkatini celbedeceği ve görenlerin kalplerinde bir şüphe bırakacağı aşikârojır. Halbuki ehl-i imanın töhmet mevkiinde bulunmaması lâzımdır.
Nikâh, talâk, çocuğun emzirilmesi ve validesine nafaka vermek gibi hususatta Örf ve adete riayet etmek ve bu hususta harekâtı örfe istinad ettirmek lâzım olduğuna işaret için Cenab-ı Hak bunlara müteallik ahkâmda «Daima maruf vech üzere» olmasını beyan buyurmuş ve nikâhı talepte dahi söz. söylemenin maruf veçhile olmasını zikretmiştir.
Hulâsa; nikahlamak istediği bir hatunun tariz suretiyle nikâhına talip olmak veyahut talip olduğunu nefsinde tasavvur etmek günah olmadığı gibi sırren suret-i gayr-ı meşruada bulunmak üzere yekdiğerine vaad etmek caiz olmadığı ve şer'an ve örfen caiz olan sözü söylemekte beis bulunmadığı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [58]
Vacip Tealâ iddet içinde tariz suretiyle nikâhı talebin caiz olmadığını beyan ettiği gibi iddetini ikmal etmeden nikâhını kas-detmek dahi caiz olmadığını beyan etmek üzere buyuruyor,
[Allah'ın kitabında mukadder olan iddet, muayyen olan müddetine baliğ oluncaya kadar akd-i nikâhı kasdetmeyin.] Zira; zamanı gelmeyen şeyde acele mahrumiyeti muciptir, binaenaleyh; iddetini ikmal etmeden, hatunun nikâhında acele etmeyin.
[İyi bilin ki Allahü Tealâ sizin nefsinizde gizlediğiniz hıyaneti bilir. Şu halde Allah'ın azabından korkun ki gazabından kurtulasınız.]
[Ve şunu da iyi bilin ki günah kasdedip de mevki-i fiile koymayanların kusurlarını Allahü Tealâ mağfiret eder ve günah işleyenlere hilmile muamele eder.] Azaplarını tacil etmez ve onlara müsaade eder ki tevbe etsinler ve günahlarından vazgeçsinler. Şu halde âsiler dünyada helak olmadıklarına mağrur olmasınlar. ,
-Beyzâvî'nin beyanı veçhile Vacip Tealâ iddet içinde nikâhı nehiyde mübalâğa için «Akd-i nikâhı azmetmeyin» buyurmuştur. Yani; «İddet içinde nikâh etmediğiniz gibi nikâhı kasıd bile etmeyin» demektir. Yahut âyet; nefs-i nikâhı nehyetmiştir. Çünkü; Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile azim; katı' yani kesip atmak manasınadır. Buna nazaran manâ-y% âyet: [İddet içinde ibram -ve ısrarla akd-i nikâhı fiile çıkarıp suret-i kafiyede bitirmeyin] demektir.
Bu âyet-i celile üç
hükmü havidir: Birincisi; iddet, müddet-İ muayyeni olan eceline baliğ olmadıkça
nikâhın caiz olmaması, ikincisi; insanların nefsinde düşündükleri hıyaneti
Allahü Tealâ bildiği için o misilli hıyanetten hazer etmek lâzım olduğu, üçüncüsü;
Allahü Tealâ'nın kullarının kusurlarını mağfiret edip, günahları sebebiyle
ukubetlerini ta'cil etmemesidir. [59]
Vacip Tealâ iddet içinde nikâhın caiz olmadığını beyan ettiği gibi, zifaf olmadan hatuna talâk vermek caiz olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor
[Haremlerinize dokunmaksızm ve mehir takdir etmeksizin eğer tatjik ederseniz sizin üzerinize günah yoktur,]
[Ve haremlerinize verdiğiniz talâkla incitmiş olduğunuz gönüllerinî tamir etmek üzere aklen ve şer'an müstahsen ve Örf ve adette muteber bir surette onların intifa edeceği birşey verin.]
Zira; böyle bir ihsanda bulunmak sizin üzerinize vaciptir. Fakat vereceğiniz şeyde külfet yoktur. Zira; zengine kudreti nispetinde ve fakire, de fakrı nispetinde birşey vermek vacip olduğundan güçlük yoktur. Şu kadar ki verilen şey, mürüvvetin hilafı olmamalıdır ki hatunların gönlü kalmasın. Çünkü; bu misilli vergiler erbab-ı ihsana lâzım olan mürüvvet kabilindendir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile mutallaka olan hatunlar; şimdiye kadar beyan olunduğu veçhile iki kısımdır. Birincisi; zevçle zifaf olmuş ve beyinlerinde mehir takrir edilmiş bulunanlardır. Bunlar tatlik olunduğunda iddet bekler ve mehrini tamamen alırlar. İkincisi; zifaf olmamış ve mehir de tesmiye olunmamış fakat talâk verilmiş olanlardır. Bu âyet dahi bunların hükmünü beyan hakkındadır. İşte zevçle halvet olmak ve yekdiğerine temas etmek gibi birşey vuku bulmadan talâk verilir ve mehir de tesmiye olun-mamışsa, hatuna mehir lâzım gelmez. Zira; zevç bundan intifa etmediği gibi, hatunun zayiatı da olmadığından mehir vermek icab etmez. Fakat nikâhla hasıl olan süruru zevç talâkla izale edip hatunu me'yus ettiğinden zevcin hatuna bir müt'a vermesi vaciptir. Zira; lâfzı emirdir. Emirlerde zahir olan da vücub ifade etmektir. Şu halde nikahlanıp zifaf olmadan ve mehir tesmiye olunmayan hatuna bir kat elbise vermek vaciptir. Çünkü müt'a; zevcin haliyle mütenasip bir kat elbisedir. Müt'anm vacip olduğuna emir delâlet ettiği gibi lâfzı ve de kelimesi dahi delâlet eder. Çünkü vacip olmayan birşey; hak olmaz. Binaenaleyh; müt'a zevcin borcu ve zevcenin hakkı olduğuna kelimesi delâlet etmektedir. Şu kadar ki, müt'ayı zevcin ezasız ve tayyib-i hatırla vermesine işaret için zevcin erbab-ı ihsandan olmasına ve erbab-ı ihsanın muamelesi gibi muamele etmesi lâzım olduğuna lafzıyla tenbih olunmuştur. îmam-ı Âzam indinde müt'a; nısıf mehri geçmemeli ve Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile müt'a; beş dirhem gümüş kıymetinden noksan olmamalıdır ki, verildiği zaman bir faide bahşetsin ve hatunun süruruna sebep olsun. Müt'a zevcin haliyle ölçülecek olunca zengine zengin kisvesi ve fakire fakir kisvesi olmak lâzım olduğundan nizaa badi olmak ihtimali vardır. Eğer nizaa.badi olursa takdir, hâkime aittir.
Hulâsa; zifaf olmadan hatuna talâk vermekte günah olmadığı ve mehir tesmiye olunmamışsa zevcin haline münasip ve hatunun intifa e4ebüeceği bir kat elbisenin vacip olduğu ve zevcin haline göre kisvede niza olursa, takdirin hâkime ait bulunduğu, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [60]
Vacip Tealâ; mehir tesmiye olunmaksızın zifaftan evvel tatlik olunan hatuna müt'a vermek vacip olduğunu beyan ettiği gibi mehir tesmiye olunup da zifaftan evvel tatlik olunan hatunun hükmünü dahi beyan etmek üzere
buyuruyor.
[Mehir tesmiye ederek nikâhlandığııuz haremlerinize, zifaf olup, temas etmezden evvel, eğer talâk verirseniz, takdir ettiğiniz mehrin nısfı her zaman lâzım gelir. İllâ hak sahibi olan hatunlar affeder, nisf-i mehri almaktan vazgeçer, zevcine hibe ederse veyahut akd-i nikâh elinde olan zevç tamamen mehri verirse işte bu iki surette nısf-ı mehre ihtiyaç kalmaz.]
[Ve zevçle zevceden herbiriniz yekdiğerinizin kusurunu affetmek ve mümkün olduğu kadar, yani, mehirden lâzım gelen nısfı affetmek veyahut hepsini vermek gibi birbirinize ihsanda bulunmak takvaya en yakındır. Ve beyninizde birbirinize ihsanı unutmayın ve bu ihsanınızın indallah ecrini göreceksiniz. Zira; Allahü Tealâ bilcümle a'mâlinizi görür ve bilir ve muktezasma göre sevap verir.]
Bu âyette mesIe murad; şafii indinde cima'la tefsir ölün-mugsa da İmam-ı Â'zam'a göre halvet-i sahihanın bulunması cima' makamına kaimdir. Şu halde halvet-i sahiha bulunsa velev cima' olmasa, İmam-ı Â'zam'a göre temas vardır. Binaenaleyh; halvet-i sahihadan sonra tatlik ederse tam mehir lâzım gelir. Şafii indinde yalnız halvet kâfi değildir, zifafla muamele-i zevciye lâzımdır.
Halvet-i sahiha; zevç ve zevce tenha bir mahalde bulunup, hatunda takarruba mani hastalık veyahut yanlarında velev uykuda^olsun üçüncü bir adam bulunmak veya Ratnazan'da oruçlu olmak gibi bir mani-i hissi veya şer'î bulunmayarak ikisi velev bir saat olsun beraber bulunmaktır.
Bu âyette afla ve aralarında fazlı unutmamakla hitap; zevçle zevceye müşterektir. Zira; Fahr-i Razi ve Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile zevce alelekser zevcine tâbi olduğundan ekser-i ahkâmda hitap erkeklereyse de, kadınlara da bittabi' şamildir. Çünkü; takvaya yaklaştıracak amel kesbetmekte ve ihsanı terket-memekte zevç mükellef olduğu gibi zevce de mükelleftir. Binaenaleyh âyette hitap; hernekadar zahirde zevceyse de hakikatte her ikisine de şamildir. Zira; zevçle zevceden herbiri, yekdiğerinden mütekabileh muamele görmek, adil ve hakkaniyete muvafıktır.
İşte bu misilli ayat-ı beyyinat, İslâmiyette aile teşkilâtıyla ondaki müsavatın ve İslâm kadınlarına verilen hürriyetin ne kadar vasi miktarda olduğunu ispat etmektedir. Binaenaleyh; İslâm kadınlarının mesture olmalarıyla hürriyetlerinin selb olunduğunu iddia edenler, bu misilli ahkâm-ı şer'iyeye tamamiyle vakıf olmadıklarından yanlış iddiada bulunmuş olsalar gerektir. Çünkü; İslâmiyette kadınlar hukuk-u mutlakada erkeklere müsavi oldukları gibi zevçle zevce arasında cereyan eden muamele ve hukukta kadınlar erkeklerden daha ziyade hukuka maliktirler. Çünkü; kadının mesken ve kisve nafakası velhasıl bütün levazım-ı sairesi zevç üzerine vacip olduğu cihetle, zevç daima bunları tedarike, kadına karşı borçlu ve kadının tahakkümü altındadır. Bunlardan birini tedarik edemediği takdirde kadın «Hakkımı ver» demeye selâhi-yettardır. Binaenaleyh; kadın alacaklı, kocası borçludur. Şu halde hakkal insaf düşünelim: Hürriyet kimdedir? Zevcin çektiği bütün bu mihan ve meşakka karşı, kadından istediği yalnız nefsini tatmin eylemesi ve şüpheden azade kalmak için mesture bulunması ve hanesini muhafaza etmesidir. Diğer hususatta kadın erkekle vine müsavidir. [61]
Vacip Tealâ zevçle zevce arasında cereyan eden nikâha müteallik ahkâmı beyan ettiği gibi erkân-ı dinden olan namazın muhafazasını emretmek üzere buyuruyor.
[Beş vakit namazı ve bilhassa salât-ı vustâyı muhafaza edin ve Allah'ı zikr eder olduğunuz halde namazda kıyamınızı Allah için yapın, teveccühünüz ancak AUahü Tealâ'ya olsun.]
Yani; zevçle zevce arasında riayeti lâzım olan ahkâma riayetiniz vacip olduğu gibi taraf-ı ilâhiden üzerinize farz kılman beş vakit namazı vaktinde eda etmek ve devam edip fevt etmemek ve şerait-i erkânına riayet etmekle muhafaza etmeniz dahi vaciptir. Bilhassa beş vakit namaz içinde ikindi namazının muhafazasına ihtimam edin. Allah'a ibadet ve zikreder ve korkar olduğunuz halde kıyam edin ki, ibadetinizde huzurunuza şuğul karıştırın ayasınız.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile namazda kıyam, kıraat, rükû', sücud ve huzu' ve huşu'; Allah'ın heybetinden kalbin tevazuunu ve hakka karşı inadın zevalini ve evamire imtisal ve nevahiden içtinab icap ettiği gibi salat; Rabb-i Tealâ'nm azametini ve ubudiyetin zilletini hatırlatır. Umur-u dünyaya müteallik olan nikâh ve talâk akabinde salâtm muhafazasıyla emir; uraur-u dünyanın umur-u âhirete mani addedilmemesine tenbih ve işaret içindir.
Namaza devam eden kimse namazı fevtetmekten muhafaza ettiği gibi namaz, dünyada birtakım günahlardan ve âhirette azaptan onu muhafaza ettiğine işaret için müşarekete delâlet eden mü-faale babından ( >^ksL~ ) varid olmuştur.
Salât-ı vustânın beş vakit namazdan hangisi olduğuna dair kafi bir beyan yoktur. Gerçi ikindi namazı veya sabah namazı veyahut öğle namazı olmak hususunda rivayetler varsa da zannîdir, kafi değildir. Binaenaleyh; salât-ı vustânın hangi namaz olduğunu Cenab-ı Hak bildirmedi ki, herkes her namazı salât-ı vustâ bilerek ihtimam etsin. (Kaanitîn) kunut; dua, zikir, itaat, inkıyad, sükût, huzu', huşu', sükûnet-i âza ve devavı~î sabra mülâzemet manâlarında istimal olunur. Bu âyette şu manâların cümlesinin murad olunmasında bir mani yoktur.
Buna nazaran manâ-yı âyet: [Salâtı ve bilhassa salât-ı vus-tayı fevtetmekten muhafaza edin ve zikir ve dua ve lâyıkıyla itaat ve namaza münafi sözden sükût ve kemal-i huzu' ve etrafınıza iltifatı terk ve namazda külfete sabredici olduğunuz halde namazı eda etmek üzere kıyam edin] demektir. Çünkü (kaanitîn) şu manâlara delâlet ettiği gibi, namazda da bu manâların cümlesi mevcud olup herbirini yerine getirmek lâzımdır. [62]
Vacip Tealâ namazın muhafazasını emrettiği gibi namazın lâyıkıyla şeraitine riayette emniyet lâzım olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer siz düşmandan ve sair korkulacak şeylerden namaz vakti korkarsanız, yaya veya binitli (süvari) olduğunuz halde namazı eda edin, te'hir etmeyin ve korku zail olup emniyet geldiğinde, namazın erkânını bilmezken Allahü Tealâ'nın size talim edip Öğrettiği gibi Allah'ı zikredin ki nimet-i ilmin şükrünü eda etmiş olasınız.]
Yani; eğer emniyet olursa namazı cemi' şeraitine riayetle muhafaza etmeniz lâzımdır. Ancak düşmandan ve kuttâ-ı tarîkten ve yırtıcı hayvanat veya saireden korkarak namazı istirahat-i kalble eda etmek mümkün olmazsa namazı fevtetmemek için yaya veya binitli olduğunuz halde, yani, imkân hangi cihete müsaid olursa ima ile eda edin. Amma korku gidip emniyet geldiğinde, Allah'ın size beyan ve talim ettiği veçhile namaz kılın ve Allah'ı zikredin. Zira; siz bilmezken Allahü Tealâ size bildirdi. Binaenaleyh; bildiğiniz veçhile eda-yı salât edin.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile Salât-1 havf ; ikidir; Birinci kısmı; muharebe ve sair korkulu şeylerden firar zamanında olur. Bu âyetle istidlal ederek İmanı-ı Şafii indinde yaya yürür veyahut binit üzerinde gider olduğu halde ima ile namazı kılıp terketmemek vaciptir. Lâkin Imam-ı Âzam indinde yaya veya binitli olduğu halde namaz caiz olmaz, te'hir eder. Emniyet geldiğinde cemii şeraitine riayet ederek eda eder, yoksa korku sebebiyle hem yürür hem de kıblenin gaynya ima ile farz namazı kılmak caiz değildir. Yalnız ayak üzerinde kaim olarak ima ile kılınmasını hanefiden tecviz edenler, bu âyeti şöyle tefsir ederler: [Eğer siz korkarsaniz, ayağınız üzerinde kaim olduğunuz halde veyahut hinek üzerinde ima île namaz kılın] demektir. Yoksa (ri-calen) der/ek «Yürür olduğunuz halde» demek değildir.
Şu ruhsat-ı şer'iyeyi icab eden korku; telef-i nefis ve mazarrat olan her korkuya şamildir. Zira; bu âyette korku mutlak zik-rolduğundan, korku envamdan birine tahsis icab eden bir muhas-sıs yoktur.
Korkuyla kılman namazın ikinci kısmı; bir kıt'a-i askeriye düşman karşısında beklerken, diğer bir kıt'ayla imam bir rek'atı-nı kılar, o fırka vazife başına gider, ikinci fırka gelir, diğer rek'ati imam ikinci fırkayla eda eder. Bu kısım salât-ı havfe müteallik âyet Sûre-i Nisa'da gelecek ve tafsilen makamında beyan olunacaktır.
Gerek bu âyette ve gerek gelecek âyette salât-ı havf hakkındaki ahkâma binaen şeriat-i Muhammedide namazın ne kadar mühim bir mevkii bulunduğunu ve ehl-i iman için terk ve tekâsül götürmez bir ibadet olduğunu ve pek mühim anlarda bile tehiri caiz olmadığını beyanla, namazda takâsül gösterenleri tehdid etmiştir. Çünkü namaz; ibadatın zikir, kıraat, teşbih, tehlil, kıyam, rükû' ve sücud gibi envaını cami' ve yevmiye beş defa Cenab-ı Hakka teveccühü dâî olduğundan ve bilhassa cemaatle müslümanian içtimaa davet ettiğinden, beynelmüslimin itina edilecek bir ibadet-i mühimmedir. İşte şu esaslara binaen Cenab-j Hak herhalde eda olunmasını emir buyurmuştur.
Vacip Tealâ'nın hal-i havf ve emniyette, namazın nasıl eda olunacağını kullarına talimi, kullar hakkında hal-i salâhı beyan ve doğru yola hidayet olduğu cihetle pek büyük nimet olduğundan havfin zevalinde şükrünü eda etmek lâzım olduğuna işaret için zikretmekle emretmiştir.
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyette havfin kılleti-ne ve nedretine işaret için havfı beyanda şekke delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Lâkin emniyetin kesretine ve muhakkak olduğuna işaret için emniyeti beyanda muhakkaka delâlet eden lafzıyla varid olmuştur. Yani «Eğer korkarsanız namazı yaya veya binitli olduğunuz halde kılın. Amma emniyet geldiğinde ve geleceği muhakkaktır, o zaman her şeraite riayetle zikredin ve namaz kılın» demektir. [63]
Vacip Tealâ korku ve emniyet hallerinde namazı edanın keyfiyetine işaret ettiği gibi iptida-yı İslâmda cari olan bazı ahkâmı ve bundan evvel beyan olunan iddetin bazı ahkâmını dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki, onlar sizden vefat edip, zevcelerini terk ederler. Onlar üzerine taşra çıkmaz oldukları halde zevcelerinin bir senelik yiyecek veya giyeceklerini vasiyet etmek vacip oldu.]
[Eğer bir seneyi ikmal etmeden zevceleri hanelerinden çıkarlarsa, onların ma'ruf olarak kendi nefislerinde işledikleri şeyde sizin üzerinize günah yoktur ve AHahü Tealâ herkese galiptir ve hükmü hikmetten hali değildir,]
Yani; sizden vefat edip zevcelerini terkedenler, zevceleri için vasiyet etsinler, vasiyetlerinde zevceleri bir sene harice çıkmayarak, hanelerinde oturmak suretiyle yiyecek ve giyeceklerini idare edecek kadar nafaka ve kisveyi malından meta' yani hatuna menfaat olarak vasiyet ettiğini beyan ve diğer emvalinden tefrik etsinler ki, hatun onunla iddetini ikmâlde bir sene intifa etsin. Eğer zevceler bir sene beklemez çıkarlarsa, onların şer'an müstahsen surette kendi nefislerinde işledikleri işlerinde size günah yoktur ve şu ahkâma riayet etmek lâzımdır. Zira; Allahü Tealâ ahkâmının hilâfında hareket edenlere galiptir. Binaenaleyh; intikamını alır. Ve kulları için vazettiği ahkâmı; enva-ı hikmeti cami'dir.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; iptida-yı İslâmda cari olan bir hükm-ü şer'iyi beyan eder. Çünkü; iptida-yı İslâm'da bir kimse vefat ettiğinde, haremi irs almaz, onun irsine mukabil müteveffanın hanesinden çıkmaksızın bir senelik nafaka ve kisvesi tesviye olunurdu. Fakat bir sene oturmak hatun için vacip değildi. Binaenaleyh; hatun bir seneyi ikmal etmeksizin o haneden çıkmasına ruhsat-ı şer'iye olduğundan çıkması caizdi. Çünkü; çıkarsa nafaka da verilmezdi. Nafaka; haps-i nefis mukabilinde olduğundan, çıkınca nafakaya istihkakı kalmazdı. Zira menfaat; mazarrat mukabilidir. Şu halde âyette iki hüküm vardır: Birincisi; bir senelik nafaka ve kisve vasiyet etmek, ikincisi; hatunun iddeti bir sene olmaktır. Nafaka ve kisve vasiyet etmek hükmü âyet-i mirasla ve bir sene iddet de dört ay on gün iddeti beyan eden âyetle nesholunmuş ve binaenaleyh; bu âyetle amel kalmamıştır ve bir seneyi ikmal etmeden çıkınca nafakayı vermemekde verese üzerine günah olmadığı beyan olunmuştur.
Âyette «Vefat edenler vasiyet etsinler» demek «Vefat emma-releri görülüp, ölüme yaklaşan ve hayatından kat'ı ümid eden kimseler vasiyet etsinler» demektir. Çünkü; vefat eden kimseden vasiyet mümkün değildir.
Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğu veçhile bu âyet Taif'ten Medine'ye hicret eden (Haris oğlu Hakîrnj hakkında nazil olmuştur. Çünkü; (Hakim) validesini, pederini bir de haremini terkede-rek vefat edip, terekesinde ne gibi muamele olunacağı huzur-u Ri-salete arzedilince bu âyetin nazil olduğu mervidir. [64]
Vacip Tealâ mutallaka olan hatunlardan zifaf olmadan talâk verilenlere müt'a vacip olduğunu beyan ettiği gibi bilûmum mutallaka olan hatunlara müt'a vermek meşru olduğunu dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Mutallaka olan hatunlar için küfür ve sair günahlardan itti-ka eden müminler üzerine hak olarak şer'an müstahsen ve Örfen makbul bir surette müt'a vardır. Allahü Tealâ şu zikrolunan ahkâmını beyan ettiği gibi, sizin düşünmekliğiniz için ahkâmına delâlet eden âyetlerini size beyan eder.
Beyzâvfnin beyanı veçhile bu âyette meta'Ia murad; mutlaka mutallaka olan hatunlara zevç tarafından verilecek müf-adır. Bundan evvel beyan olunan müt'a; yalnız mehir tesmiye olunmayarak zifaf olunmaksızın talâk verilen hatunun müt'ası olduğundan, müt'ayı beyanda tekrar yoktur. Çünkü; hususi müt'-ayı beyandan sonra umumunu beyandır ki bu da tekrar değildir. Şu kadar ki, mehir tesmiye olunmayan hatuna müt'a vermek vaciptir. Diğer mutallakalara müt'a müstehabdır, vacip değildir. Bu âyette mut'ayla murad; mutallaka olan hatunun iddet içinde zevç üzerine vacip olan nafakası olmak ihtimalini beyan edenler de \-ardır.
Ayette vıüttekilerle murad; şirkten ittika edip Kur'-dn'a iman eden müminlerdir. Allah'ın âyetlerini inzalden maksat; insanların manâsım düşünmeleri için olduğuna bu âyet deîâlet eder. Şu halde her mü'minin Kur'ân'm manâsını anlamaya sa'yetmcsi îslâmiyetin en mühim mesailindendir. [65]
Vacip Tealâ talâk, müt'a, iddet ve nafakaya müteallik ahkâmını beyan ettiği gibi, insanları ibrete ve ahkâmını kabule ve inadı terke davet etmek üzere buyuruyor.
[Sen bilmedin mi habibim şol kimseleri? Onlar binlerce halk oldukları halde, ölüm korkusuna binaen memleketlerinden çıktılar ve kaza-yi ilâhiden firar etmeleri üzerine Allahii Tealâ onlara alâ tarik-il gazap Ölün dedi. Onlar da derhal öldüler, bir müddet sonra Allahü Tealâ onları ihya etti.]
[Zira; Allahü Tealâ nas üzerine fazlü ihsan sahibidir ve lâkin nasın ekserisi Allahü Tealâ tarafından ihsan olunan nimetlere şükretmezler.]
Bu âyette hitap; Resulullah'a ve bittabi' ümmetinedir. Mevtten firar eden kavmin kimler olduğunda birçok rivayet varsa da Fahr-i Razi'nin beyanına nazaran esah olan Hazkîl (A.S.)'ın ümmetidir. Çünkü; nebileri onlara düşmanla cihadı emretti, onlar ölüm korkusuna binaen cihadı kerih gördüler ve terkettiler. Şu isyanları üzerine Allahü Tealâ onları veba ile müptelâ kıldı. Çünkü; onlar ölmeyeceğiz diye isyan ettiklerinde Allahü Tealâ onları bu suretle ölümle müptelâ kıldı. Ahaliden vefat edenler çoğalınca, kasaba halkından birçok kimseler firar ettiler. Hazkîl (A.S.) ((Allah'ın kudreti herbirinin nefsinde müessir olup, kudretin haricine çıkamayacaklarına dair bir alâmet görmelerini» Cenab-ı
Hak'tan istirham etmesi üzerine Allahü Tealâ onlara ( \yj* ) emrini verdi. Onlar da derhal vefat ettiler. Bir müddet sonra Allahü Tealâ'dan ihyalarını istirham etmesi üzerine Allahü Tealâ ihya etti. Herkes kasabada olan hanelerine geldiler ve mukadder ecel-i mev'udlarına kadar yaşadıkları mervidir. İşte bu gibi vuku atı Cenab-ı Hak kullarını ibrete davet için Kur'ân'da zikreder. Allah'ın kudretine, enbiyanın mucizelerine iman edenler, bu gibi vukuatın emsalini baid görmezler. Zira; insanların hergün öldüğünü gören ve öldüren Allahü Tealâ olduğunu itikad eden kimse vefat edenleri ihya edeceğinde tereddüt etmez. Zira; insanı ihya etmekten daha garip şuunât-ı ilâhiyenin birçokları hergün görülmektedir. Binaenaleyh; inkâra mecal yoktur.
Bu âyette birçok insanların ölüm korkusuna binaen firar ettikleri ve firarla kurtulamayıp derhal öldükleri ve sonra dirildik-leri kafidir. Zira; âyetin sarahati ve ibaresi delâlet-i kat'iyeyle. delâlet eder. Ancak firarın sebebi ve keyfiyeti rivayatla sabit olup, zannidir. Ve keyfiyete taallûk eder hüküm de yoktur. [66]
Vacip Tealâ Ölümden firar etmek faide vermeyip mukadder olan şeyin elbette vaki olacağını beyan etmesi üzerine mukatele ile emretmek zımnında buyuruyor.
[Fi sebilillâh düşmanlarınızla mukatele edin ve iyi bilin ki, Allahü Tealâ sözünüzü işitir ve amelinizi, niyetinizi bilir.]
Yani; niam-ı ilâhiyeye şakirînden olmak isterseniz Allahü Tealâ yoluna rızasını talep için düşmanla mukatele edin, ölümden korkmayın. Zira; mukadder olan şey elbette olur. Binaenaleyh; mukateleden firar etmek eceli te'hir etmez. Şu halde mukateleye devam edin. Ölürseniz Allah yolunda ölürsünüz ve kalırsanız nus-rete ve sevaba nail olursunuz, sizin için her iki cihet de hayrı mahzdır. Ve mukateleden firara dair söz söylemeyin ve firar etmeye de niyet etmeyin. Zira; Allahü Tealâ sizin sözünüzü işitir ve niyetinizi bilir.ve her cümlesinin cezasını verir.
Vacip Tealâ ölümden kaçanların kurtulamadıklarını beyandan sonra ehl-i imanı şecaate sevketmek için cihatla emretmiştir. Cihattan maksat; din-i Muhammediyî takviye ve i'lâ için olduğuna işaret sadedinde ( ^J::-~J ) denilmiştir. Çünkü; cihat herne kadar zahirde tahrib-i buldan ve ifna-yı insandan ibaretse de, hakikatte islah-ı âleme hadim ve zulm ve udvanı ref ve izaleye ve insanları doğru yola sevk eden dine idhaie yegâne sebep olduğu cihetle en büyük ibadetten maduttur. [67]
Vacip Tealâ cihatla emredince, cihadın mevkufun aleyhi olan mal sarfının karz-ı hasen olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Hangi kimsedir şol kimse ki, Alla ini Tealâ'nın rızası için ha-lâl malını hayra sarfeder ve karz-ı hasen olarak verirse, Allahü Tealâ onun mukabilinde o kimseye kat kat ecrini verir ve Allahü Tealâ dilediği kulunun rızkını dar ve dilediği kulunun rızkını bol verir ve ancak huzur-u ma"nevi-i ilâhîye rücu' eder ve takdim ettiğiniz amelinizin cezasını görürsünüz.]
Yani; hangi kimsedir ki ihlâs üzere ve tayyibi nefisle halâl malından Allahü Tealâ yoluna sarfla sevabını ümid ederek karz-ı hasen suretiyle malını ve canını sarfeder ve böyle rıza-yı Bari için malını sarfeden kuluna Allahü Tealâ onun sarfettiği şey mukabilinde ecrini az'âf-ı muzâaf verir. Malını sarf edince malı tükenir zannetmesin. Zira Allahü Tealâ dilediği kulunun rızkını hikmetinin iktizasına göre dar ve dilediğinin rızkını bol verir. Binaenaleyh; Allah'ın verdiği rızkı imsak etmemelidir ki, haliniz tebeddül etmesin ve ancak huzur-u manevi-i ilâhiye rücu' edersiniz.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyette karz-ı ha-senle murad; cihada infaktır. Gani olup da cihada gitmekten âciz olanların cihad eden askere sarfettiği -malı.., ve gani olarak cihada gidip nefsine sarfettiği malı Allah'a karzı hasendir. Zira; Allah yoluna sarfedildiği için «Allah'a ikraz» denmiştir. Yoksa kar-zm rnanâ-yı mütearefi burada mevzuubahs olamaz. Çünkü; hâşâ Allahü Tealâ'nın kullarından birşey ödünç almaya ihtiyacı yoktur. Şu halde ödünç verilen mal zayi' olmayıp, eline geldiği gibi Allah yoluna sarfolunan malın zayi' olmayıp mukabilinde fazla fazla ecir alacağına binaen Allah'a karşı «karz-ı hasen» denilmiştir. Allahü Tealâ'nm rızası için malını sarfetmek rızkın daralmasına ve malının eksilmesine sebep olmayacağını beyan için, rızkı kabzeden ve basteden yani dar veren ve bol eden Allahü Tealâ olduğu beyan olunmuştur ki malı hayra sarf; noksana sebep olmayıp berekete sebep olacağına işaret olunmuştur. Nafile olarak bilcümle sadakat, halâl maldan olmak şartıyla karz-ı hasende dahildir. Bu misilli hayra sarfiyatın ecri pek büyük olduğunu beyan için Cenab-ı Hak ecrini az'âf-ı kesîre olarak, yani, kat ender kat fazla vereceğini beyan etmiştir,
Ebussuud Efendi'nin beyanı veçhile bu âyette fakir olan kimseleri tesliye vardır. Çünkü; Vacip Tealâ darlıktan sonra bolluğun geleceğine işaret için kabizden sonra rızkın vüs'atine delâlet eden «bastm zikretmiştir.
Bu âyette karz-ı-hasenin, vacip ve nafile her türlü sadakata şâmil olduğunu, bazı müfessirîn beyan etmişlerse de esah olan nafile sadakattir. Çünkü karz; nafile olup vacip değildir. Âyetin se-beb-i nüzulü de nafile olmasını teyid eder. Zira; sebeb-i nüzulü şöyledir: (Ebuddahdah) Hz.'nin Resulullah'tan bilistîzan altı yüz hurma ağacını hâvi bir bahçesini hayrat ederek, fukaraya sadaka etmesi üzerine bu âyetin nazil olduğu mervidir.
Bağcı ve bahçeci olan memleketlerde bu gibi sadakata. rağbet edip, ayrı bir bağ veya bir bahçe veyahut bağdan, bahçeden yol tarafına gelen ağaçları ve bağının bir miktarını ifraz edip hayrat olduğunu ilânla bu sünneti ihya edenler eksik değildir. [68]
Vacip Tealâ cihadın farziyetini ve cihat için infakın" lüzumunu beyan ettiği gibi cihattan muhalefet edenleri zemmetmekle' ehl-i imanı cihada muhalefetten tenfîr etmek üzere buyuruyor,
[Habib-i Zişanım! Sen Hz. Musa'dan sonra Beni İsrail'in büyüklerini bilmedin mi? Şol zamanda ki, o zamanda onların ulu kişileri kendilerine mebus olan nebilerine «Bizim için bir melik tayin et, o melikin riyaseti altında düşmanlarımızla fisebilillâh mukatele edelim» dediler.]
[O nebi, onların ahvalini ve mukateleye cesaretleri olmadığını bildiğinden, onlara «Sizin üzerinize kıtal farz kılınırsa mukatele etmemekliğiniz me'muldür. Zira; ben sizin cebanetinizi hissediyorum, korkarım ki, bu sözünüzden döner, Allah'a âsi olursunuz» demekle iyi düşünmelerini tavsiye etmiştir.
[Onlar nebilerine cevapta «Bize ne oluyor ki fi sebilillah mukatele etmeyelim. Halbuki biz memleketimizden ve evlâdımızdan çıkarıldık, birçok hakaretler gördük, eğer mukatele etmezsek tekrar düşmanın tasallutuna maruz kalırız» dediler ve mukateleye azmettiklerini ve herhalde muharebe lâzım olduğunu beyan etliler.]
[Vakta ki nebilerine verdikleri söz üzerine, Ccnab-i Hak'tan istirham edip, taraf-i ilâhiden onlar üzerine kıtal farz kılınınca, onlar sözlerinden döndüler. İllâ onlardan azıcık kimseler sözlerinde sebat ettiler. Halbuki Allahü Tealâ sözünden dönen zalimleri bilir ve cezalarım verir.]
Fahr-i'Razi ve Hâzin'in beyanlarına nazaran Allahü Tealâ Hz. Musa'dan sonra Beni İsrail'e birçok nebiler gönderdi. O nebilerin vazifeleri; Tevrat'ın ahkâmıyla amele, naşı davet ve unuttukları ahkâmı onlara taîîm ve diyanet hususunu tanzim etmekti. Fakat zaman uzadıkça ahkâm-ı Tevrat'ı tağyir ve kendi hava ve heveslerine göre te'vil etmekle isyan çoğaldı, fısk-u fücur meydan aldı ve erbab-ı fesad yüz bulup, nebilerin sözlerini dinlemez bir hale geldi ve ahlâk tamamen tefessüh etti. İşte o zaman Mısır'la Şam arasında meskûn Amâlika kavmini Allahü Tealâ, Beni İsrail üzerine musallat kıldı ve onlar Beni İsrail'e galebe ederek vatanlarından tard ettiler ve çocuklarını esir aldılar ve cemaatlerini dağıttılar, Beni İsrail de perişan oîdu. Herbiri bir yerde, içine kurt girmiş koyun sürüsü gibi bir dağ başında kaldılar. İşte o zaman diyanet hususlarını tanzim etmek üzere taraf-ı ilâhiden meb'us olan nebileri çalışmaktayken onların ileri gelen büyükleri bir araya gelerek bilmüşavcre diyanetin kıvamı âdâ-yı dini kahretmekle olup âdâyı kahır ise. hükümetle olacağını bildiklerinden evvel be evvel bir hükümet teşkil ve hükümete bir reis tayin etmekle düşmana mukavemete hazırlanmak ve bu vesileyle mevcudiyetlerini muhafaza etmek hususunu düşünerek onlara mebus olan nebiden evvelemirde kendilerine bir padişah tayinini istirham ettiklerini Cenab-ı Hak bu âyetle beyan buyurmuş ve harbe muhalefet edenlerin zalim olduklarını beyan etmiştir.
İşte bu âyet-i celile; padişah, yani, reis-i hükümet tayini nâsın hakkı olduğuna ve bu cihetle evvelemirde hakimiyetin millette bulunduğuna ve fakat reisi tayinden sonra umur ve hususatım reise tevdi etmek lâzım olduğuna bu âyet delâlet eder. Zira; hükümetsiz adalet ve istirahat mümkün olamadığı gibi hükümet de re-issiz olamaz. Fakat reisi ia\ inden sonra herkesin işe karışması da intizamı ihlâl edeceğinde şüphe yoktur. Şu halde milletin hakimiyeti; reisi nasp ve icabında azletmek hususlarına münhasırdır. [69]
Vacip Tealâ Beni İsrail'in nebilerinden bir melik tayinini istediklerini beyandan sonra maksatlarının hâsıl olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Nebileri onlara «Allahü Tealâ Talût'u size padişah tayin et ti» dedi.]
Yani; Beni İsrail'in ileri gelenlerinin bir melik tayinini istemeleri üzerine Cenab-ı Hakkın vahyiyîe nebileri onlara Allah'ın, Tâlût isminde olan şahsı melik tayin edeceğini haber verdi ve Al-iahü Tealâ muhakkak size Tâlût'u melik gönderdi ve umurunuza mütevelli olacak odur» demekle Tâlût'un kafi melik olduğunu beyan etti.
[Onlar; Tâlût için, «Bizim üzerimize nasıl mülkü ve saltanatı olabilir. Halbuki saltanata ve mülke Talât'tan ziyade biz lâyıkız ve Tâlût'a maldan bir bolluk da verilmedi ve serveti de yoktur.
Binaenaleyh; fukara güruhundan olduğu için nâs üzerinde hatırı yoktur» demekle Tâiût'u makam-i padişahiye münasip görmediler. Ve kendilerinin daha ehil olduklarını iddia ederek Tâlût'un riyasetini kabul etmemek istediler.
[Nebileri onların iddialarını rcdlc Allahü Tealâ Tâlût'u sizin üzerinize ihtiyar etti. İlimde ve cisimde sizden ziyade kıldı. Allahü Tealâ, mülkünü dilediğine verir. Allahü Tealâ'nin ihsanı boldur ve herşeyi bilir. Binaenaleyh; padişahlığa elyak olan kimseyi bilir ve mülkünü ona teslim eder. Şu halde sizin vazifeniz ona itaat etmektir, dedi.]
Beyzâvi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'in nebileri onları iskât ve iddialarının reddini dört esas üzerine bina etti. Birincisi; bu misilli tevcihatta itimad; Allah'ın ihtiyarınadır: kulların münasip görmesine değildir. Binaenaleyh; Ailahü Teaîâ makam-ı saltanata Tâlût'u münasip gördü. Şu halde sizin, davanızdan vazgeçip onun saltanatını kabul etmeniz lâzım geldiğini, ikincisi; makam-ı saltanatı idarede iki şey lâzımdır ki birisi; tedbir-i umur-u millet ve siyaset-i memleket için ilim. diğeri; mehabet-i cismiye ve şecaat-i kalbiyedir. Tâlût'ta bunun ikisi de mevcut olduğu cihetle makam-ı saltanata Tâlût'un, liyakat iddia edenlerden ziyade ehil olduğunu, üçüncüsü; mülk Allah'ındır, dilediğine verir. Binaenaleyh; hiçbir kimsenin itiraza salâhiyeti olmadığını, dördüncüsü; Allahü Tealâ'-nın fazlı olduğundan fakiri zengin edip, ihtiyaçtan kurtardığını ve ilm-i kâmil sahibi bulunduğundan saltanata ehil olan kimseyi sizden ziyade bildiğini beyan ederek bütün iddialarım reddetti.
"Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Beni İsrail'in, Tâlût'un melik olmasına itirazları iki sebebe mebnidir: Bunlardan birisi; hane-'dan-ı nübüvvet (Lâvı) evlâdından ve hanedan-ı saltanat (Yahuda) evlâdından olup Tâlût'un bu sıbıtlardan olmayarak (Büjıyamin) evlâdından bulunmasıdır. Diğeri de; fakir olmasıdır. Çünkü; Tâlût'un debbağ yahut fakir bir çoban veyahut saki olup evlere su çektiğine dair rivayetler vardır. Her ne de olsa Beni İsrail'in içinde Tâlût'un fukara sınıfından bulunduğunda şüphe yoktur. Zira iddialarında yani «Maldan vüs'at verilmedi» dediklerini Cenab-ı Hak beyan buyurmuştur.
Tâlût'un boyu gayet uzun olduğu ve hatta en uzun boylu bir kimse elini uzatırsa Tâlût'un başına ulaşabildiği mervidir. Tâlût; mahabet-i cismiyenin son derecesine malikti. İlm-ü zekâ ve kiyaset gibi fezail-i nefsaniye fezaili cismaniye üzerine mukaddem olduğuna işaret için, ilimdeki kuvvet cisimdeki kuvvet üzerine takdim olunmuştur. Binaenaleyh; padişah olacak zatta memleketi idareye kâfi ilim olmak ve şecaat sahibi, cismi kavı bulunmak şarttır. Zira; zayıf bünyede alelekser yüksek zekâ olamadığı gibi cismen şecaata dahi malik olamadığından memleketi idare kabiliyeti dahi olamaz.
işte bu âyet-i celile padişahlarda servet lâzım olmayıp ancak ahval-i nâsa vukuf ve tedmîr-i mülk ve memlekete kudret ve şe-caat-ı kalbiyeye malik olup, siyaset-i dahiliye ve hariciyeye ilm-i tam sahibi olmak şart olduğuna delâlet eder. [70]
Vacip Tealâ Tâlût'un melik olacağını ve mülkü idareye kabiliyetini suret-i kafiyede beyan edince Beni İsrail'in, Tâlût'un melik olmasına alâmet istediklerini beyan etmek üzere buyuruyor.
[Beni İsrail'e nebileri «Tâlût'un melik olmasına alâmet; kaybetmiş olduğunuz tabutu Tâlût'un size getirmesidir» dedi. O tabutta sizin için Rabbinizden ^sükûnet ve kalbinize rahat ve âl-i Musa ve âl-i Harun'un terkettikleri Tevrat ve âsâ-yı Musa ve Harun (A.S.)'uı sarığı gibi bakiye vardır. O tabutu melikler götürür ve size alır getirirler. İşte eğer mümin iseniz, şu tabutu getirmekte sizin için Tâlût'un melik olduğuna elbette alâmet vardır.]
Yani; Beni İsrail'in Tâlût'un padişah olmasına alâmet istemeleri üzerine nebileri Tâlût'un melik olmasına alâmet; bir zaman? dan beri kaybetmiş oldukları tabutu Tâlût'un getirmiş olduğunu ve o tabutta Beni İsrail'e sükûnet bulunduğunu beyan etti. Çünkü; tabutun kaybolması Beni İsrail'in izmihlalini mucip olduğundan kalpleri muztarip ve rahatları münselip ve efkârları müteşet-tit idi. Binaenaleyh; tabutun gelmesinde onlar için sükûnet ve tabutun etrafında efkâr toplanmasıyla istirahat-i kalp hâsıl olacağına binaen tabutta sükûnet vardı ve tabutla beraber kendilerince pek mukaddes olan Hz. Musa ve Harun'dan bakiye birtakım emanetler de vardı.
Beyzâvî'nin beyanı veçhile tabut; servi ağacından mamul bir sandık olup, üç arşın boyunda ve iki arşın eninde ve altınla sıvanmış, içinde Tevrat ve emanat-ı mukaddese mahfuz bulunur ve padişahların nezdinde hıfz olunurdu. Bundan evvel beyan olunduğu veçhile Beni İsrail'in isyanı üzerine Amâlika kavmi galebe ederek tabutu alıp götürmüşlerdi. Bundan dolayı Beni İsrail son derece muztaripti. Çünkü; bütün istirahat!erinin selb olunmasını tabutun ellerinden çıkmasından bilip, başlıca emelleri tabutu ele geçirmek olduğundan Cenab-ı Hak arzu ettikleri tabutun Tâlût vasıtasıyla geleceğini beyan buyurdu ki, Tâlût'un nusret-i ilâhi/eye mazhar olacağını bilsinler ve padişahlığını kabul ile emrine imtisal eylesinler. Meğer Amalika kavmi tabuta riayetsizlik ettiklerinden Allahü Tealâ onları bâzı emraza müptelâ kıldığı cihetle tabuttan teşe'üm ederek arz-ı Beni İsrail'e iadeye karar verirler ve hâşâ hakir birşey gibi memleketleri hududu haricine atarlar. Vakt-i merhunu gelmiş olmakla Cenab-ı Hak Tâlût'un mülkünü takviye ve Beni İsrail'e kuvvet-i kalp ve Tâlût'un padişahlığına kanaatleri hasıl olmak için tabutu melekler vasıtasıyla Tâlût'un hanesine koydurur ve Beni İsrail Tâlût'un hanesinde tabutu bulunca min indillâh melik olduğuna kanaat ederler ve' Tâlût hakkında ihtilâfları ittifaka ve nefretleri mahabbete ve ıztırapları sükûnete tebeddül eder. Çünkü tabutun gelmesi; sükûnet ve istirahatlerini mucip oldu. Tâlût'un bir muzaffer padişah olacağına ve Beni İsrail'e münkariz olan hükümetlerini iade ve düşmanlarına galebe edeceğine ve iyi bir hükümet esası kuracağına dair Tevrat'ın bazı âyetlerinde işaret olup, o da tabutta bulunduğu cihetle tabutun gelmesi ve Tevrat'ın meydana çıkmasıyla Beni İsrail'in endişelerinin zail olduğu mervidir.
Tabutta bulunan bakiyeyle murad; Tevrat-ı Şerif ve Tevrat'ın nazil olduğu levhalar ve Musa (A.S.Yın âsâsı ve elbisesi ve Arz-ı Tih'te Beni israil'in yedikleri tatlı baldan bir parça ve Harun (A.S.fın sarığı olduğu mervidir.
Herhangi asırda olursa olsun, milletlerin pek sakındıkları şeylerin en mühimleri dinleri, ırz-u namusları ve mukaddesatı olduğundan, milletler birçok şeylere tahammül ve hazmederler, lâkin bu üç şeye tecavüze tahammül edemediklerinden her ne zaman bunlardan birine tecavüz vuku buldu mu, neticede bir galeyan-ı umumi hazırdır. İşte; Beni İsrail'in bir araya gelmesine ve başbuğ yani, hükümdar tayinine karar vermesine ve binnetice kavi bir hükümet teşekkülüne sebeb-i manevi, pek aziz ve kıymettar bildikleri tabutun Amalika kavmi tarafından esir edildikten sonra Tâlût vasıtasıyla gelmesi, Beni İsrail'in hem galeyanını hem de sükûnetlerini mucip olmuştur. İşte bu Tâlût'a müteallik olan âyetler, bidayeten bir hükümet teşkili, halk üzerine vacip olup hükümet de bir hükümdar ile olacağından evvelâ halkın, bir hükümdar tayininin lüzumunda ittifak edip taraflarından intihab ettikleri hükümdara itaatleri vacip olduğuna delâlet eder. Şu kadar ki, o hükümdarı birtakım kuyud ve şeraitle bağlamak ve hükümdarın zatında ilim, şecaat, fetanet ve diyanet gibi birtakım evsaf-ı mat-lube bulunması lâzım olduğundan, o kuyud ve şeraite riayet etmeyen hükümdarı azletmeye halkın hakları vardır. Vakit vakit bu haklarını istimal ettikleri de görülür. İşte son zamanda «Hukuk-u hakimiyet milletindir» denilmesi «Hükümdarı intihap ve icabında onu azlile diğerini nasb milletin hakkıdır» demektir. Yoksa «Milletin her ferdi hakim olur)) manâsına değildir. Zira; her ferdi hakim olsa ortada mahkûm kalmaz, tabiiyet ve matbuiyet kaybolur ve âmir ve memur hepsi yok olur gider. [71]
Vacip Tealâ Tâlût'un melik olduğunu ve onun eline tabutun geldiğini beyan ettiği gibi Tâlût'un mülkünü ve askerini tanzim edip, muharebe etmek üzere askerle yola çıktığını ve askerine verdiği talimatı dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki Tâlût askeriyle beraber beldesinden ayrıldığı zaman askerine talimat verdi ve dedi ki «Allahü Tealâ sizi bir nehirle müptelâ kılacak ve imtihan edecektir. Binaenaleyh; eğer bir kimse, o nehirden içerse benim askerimden değildir ve eğer bir kimse o nehirden tatmazsa o kimse benim askerimdendir. Ancak harareti teskin edecek kadar bir avucuyla su içerse zararı yoktur» demekle bir avuç su içilmesine müsaade etti. Vakta ki mev'ud olan nehre gelince pek çok kimseler talimatı dinlemedi, içtiler, ancak az kimseler içmediler.]
Yani; Tâlût'un padişahlığı takarrür edince halkı riyaseti altına toplayarak askerini tensik ve erkân-ı hükümeti teşkil ve umur-u memleketi tanzim ettikten sonra Beyt-i Mukaddes'ten askeriyle beraber düşman tarafına hareket edince, mevsim gayet hararetli olduğundan askerin suya ihtiyacına binaen ileride bir nehre tesadüf edeceklerini beyanla askere bir talimat verdi ki bu talimatı Tâlût, kendisinin melik olacağını haber veren nebiye gelen vahy-i ilâhiden almıştı. Bu talimatta Tâlût «Allahü Tealâ sizi bir nehirle imtihan edecektir. Binaenaleyh; bir kimse o nehirden karnı doyuncaya kadar su içerse, o benim askerimden değildir ve eğer bir kimse o nehirden içmez, ancak bir avuç su içerse zarar yoktur» diyerek nasihatini bitirdi. Vakta ki mev'ud olan nehre geldiler, askerin ekserisi Tâlût'un talimatı haricine çıkarak istedikleri kadar içtiler. Ancak gayet az kimseler nasihat vechüzere amel ederek birer avuç aldılar ve ilerisine tecavüz etmediler. Bunların adedi eshab-ı Bedr'in adedi kadar, yani, üçyüz on üç kişi olduğu mervi-dir. Bunlar emre imtisal ettikleri cihetle, aldıkları su ihtiyaçlarına kifayet etti. Binaenaleyh, imanları sağlam,'kalpleri kavi, emre muti' oldukları halde nehri geçerek harbe hazır oldular ve düşmanlarına galebe ettiler. Ve lâkin emri dinlemeyip istedikleri kadar nehirden içenlerin susuzluktan dudakları karardı, çok içmekten bir fayda görmedikleri gibi korku her taraflarını ihata etti. Hatta nehri geçemediler, hâip.ve hâsir olarak avdet ettiler. Çünkü; emrine muhalefetlerinden dolayı Tâlût onları reddetmişti ve emr-i ilâhi de böyleydi.
Fahr-i Razfnin beyanı veçhile Tâİût askerini saf kalpli, genç, dinç ve neşeli olanlardan cem'etmişti. Zira; arkasında çekinecek ailesi ve ticareti ve sairesi gibi şeylerle kalben meşgul olanlardan harpte o kadar istifade olamaz.
Nehirle imtihanın hikmeti; işe yarayanlarla yaramayanlar bilinsin, ve saff-ı harp ona göre tertip olunarak işe yaramayanlar harbe hazır olmasınlar. Zira; işe yaramayanların faydaları olmadığı gibi askerin bozulmasına sebep olacakları cihetle zararları da olur.
Hulâsa; reis-i hükümet ve ümera-yı askeriyenin askere nasihat ve talimatta bulunmaları ve askerin o nasihati dinleyip itaat etmeleri ve ümera-yı askeriye fenn-i harbe âşinâ ve plân tertibine vâkıf oldukları cihetle efradın ümeraya ittibaları vacip olduğu ve zira; harbi kazanmak herhalde efradın itaatine mevkuf bulunduğu bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [72]
Vacip Tealâ Tâlût'un askere talimatını ve talimatı dinleyenlerin az ve muhalefet edenlerin çok olduğunu beyan ettiği gibi muhalefet edenlerin harbe gitmeyip, harbe işfîrak edenlerin emre imtisal edenler olduğunu beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki Tâlût ve Tâlût'la beraber iman edenler nehri geçti-lerse, nehirden suyu çok içip muhalefet edenler «Bugün Câlût'a ve Câlût'un askerine mukabele edecek bizim kudretimiz yoktur» dediler ve kalplerinde olan nifakı izhar ettiler.]
Yani; Allah'ın inayetini unutup yalnız esbab-ı maddiyeye iti-mad edenler Câlût'un askerinin çokluğuna ve mühimmat-ı harbi-yesinin ziyadeliğine nazar ederek, kendilerini zayıf ve düşmanlarını kavi görmekle kuvve-i maneviyeleri kırıldı ve «Biz. bugün Câlût'a mukabele edemeyiz» dediler.
[Şol kimseler ki, onların âhirete imanları var ve Allah'ın rızasına mülâki olacaklarını ümid ve zannedenler çok zamanda az fırkalar çok fırkalara Allah'ın izniyle galebe ettiler. Halbuki Allah'ın nusreti sabredenleredir.] Binaenaleyh; biz sabr-ü sebat eder ve düşmanımıza Allah'tan galebe ve nusret bekleriz, dediler.
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile bu âyet; emre muhalefet edenlerin nehri geçmeden geri döndüklerine delâlet eder. Zira Cenab-ı Hak nehri geçenlerin Tâlût'la beraber iman edenler olduğunu beyan buyurdu ki, münafıkların geçmediklerini beyandır. Ve nehirle imtihandan maksat; münafıkların geçmemesi ve Tâlût'a itimadı ve sadakati olanların bilinmesiydi. Çünkü; nehri geçip düşman karşısına hazır olduktan sonra dönmeleri askerin inhizamma ve düşmanın galebesine sebep olacağından harbe hazır olmadan evvel dönmeleri matluptu.
Âyet-i celilede; itimadın, ancak Allah'ın inayetine olup adedin kesretine olmadığına delâlet vardır. Çünkü; nusret gelince azlık zarar vermediği gibi zillet gelince, kesret de fayda vermez. Binaenaleyh itibar; inayet-i ilâhiyeyedir ve bunu hariçte binlerce vukuat da ispat etmektedir. Şu kadar ki, askerin âlât ve edevat-ı harbiyesi ve esbab-ı zahiriye ve maddiyesi mükemmel olmakla kuvve-i maneviyesi yüksek ve diyanete ihtimamı sebebiyle Ce-nab-ı Hakka itimad-ı tammı olup, düşmanı gözüne kestirmesi ve harbi kazanacağına zann-ı kavisi olması lâzımdır. Binaenaleyh; ümera-yı askeriyenin esbab-ı harbi lâyıkıyla hazırlayıp, askerini bu suretle terbiye etmesi bir emr-i mühimdir. Yoksa «Düşman kavi biz zayıf» gibi kuvve-i maneviyeyi kıracak sözler sarfederse askerin intizamına halel geleceğinde şüphe yoktur. [73]
Vacip Tealâ, Tâlût'un hâlis askeriyle seferine devam edip, münafıkların döndüğünü beyan ettiği gibi Câlût'un askeriyle beraber muharebeye başladığım dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Vakta ki Tâlût askeriyle beraber düşmanı olan Câlût'a ve askerine göründülerse, duaya başladılar ve dediler ki «Ey bizim Rabbimiz! Üzerimize sabrı dök, bize bolca sabır ver ve düşman karşısında ayaklarımızı kaydırma, sabit kıl ve kavm-i kâfir üzerine bize nusret ver» demekle Cenab-ı Hakkın lutfuna iltica ve inayetini istirham ettiler.]
Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Tâlût'un askeri, itimadın ancak Allah'ın inayetine olup, adedin kesretine olmadığını bildiklerinden sabr-u sebata karar verdiler. Ve düşman askerinin kesretini görünce derhal duaya başladılar.
Câlût; Ad kavminden bakiyye Anıalika kavminin meliki bir zalim-i cebbar idi. Tâlût'la, Câlût'un muharebelerini Kur'ân'da beyan; ümmet-i Muhammediyeyi irşad içindir ki, düşmana karşı giden asker daima Allah'tan hulûs-u kalple nusret istemek lâzım olduğuna işaret olunmuştur. Resûlullah'ın gazaya gideceği zaman, namaz kılarak Cenab-ı Haktan yardım talep ettiği ve hususi dua buyurduğu mervidir.
Tâlût'un askeri, dualarında harpte lâzım olan üç şeyi dere ettiklerinden gayet mücmel ve müfid bir duada bulundular ve dualarının faydasını da gördüler. Cenab-ı Hakkın burada hikâyesi asakir-i îslâmiyeyi, bu ve bunun emsali duaya devama tergîb içindir. Harpte lâzım olan üç şeyden birincisi; muharebede görülecek
meşakkate sabretmektir. Bunu kavl-i şerifiyle istemişlerdir, İkincisi; âlât-ı harple müdafaa ve sebat etmektir. Bunu kavl-i lâtif iyi e talep etmişlerdir. Üçüncüsü;
nusret-i üâhiyenin zuhurudur. Bunu da kelime-i tay-yibesiyle istirhamda bulunmuşlardır. [74]
Vacip Tealâ, Tâlût'un ve askerinin dualarını beyan ettiği gibi-' dualarını kabul edip Tâlût'a nusret verdiğini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Tâlût ve askeri biiznillâh Câlût'u ve askerini bozdular ve müdafaalarını kırdılar ve Davııd, Câlût'u katletti ve Allahü Tealâ Davud'a mülk ve nübüvvet verdi ve dilediği ilmi Davud (A.S.)'a talim etti ve halkı hakka davete mezun kıldı ve birçok mucizeler verdi.] Binaenaleyh; elinde harikuladeler zuhur etti. Hem mülke hem de nübüvvete nail olmakla dünya ve âhiret saltanatlarını ihraz eyledi.
Beyzâvî ve Nimetullah Efendi'nin beyanlarına nazaran Davud (A.S.)'ın pederi (İşa) idi. Ve en küçük oğlu Hz. Davud'la beraber Tâlût'un askeri arasında bulunuyorlardı. Davud (A.S.) evvelce koyun güder ve sapan taşı atmakta mahir, cesur bir delikanlıydı. Câlût eski zamanın usul-ü harbiyesi üzerine karşısına bir adam ister. Hz. Davut karşısına çıkar, evvelce hazırlamış olduğu üç taştan birini sapanla atınca Câlût'un canı Cehennem'e gider. Bunun üzerine Tâlût, Davud (A.S.)'a kızını verir ve vefatından sonra varis-i hükümet olup, Tâlût'un makamına kaim olur. Badehu nübüvvet ihsan olunmakla hem nübüvvet, hem saltanat ikisi kendisinde içtima etmiştir.
Davud (A.S.)'a verilen ilim; zırh, hayvanların lisanlarına vukuf, Zebur-u Şerif ve güzel şadadır. Sanatı da zırh yapmaktır. Binaenaleyh; zırh yapar, satar ve onunla taayyüş eder, Beyt-ül Mal-den birşey almazdı. [75]
Vacip Tealâ, Tâlût'la Câlût'un muharebelerini beyan ettiği gibi muharebenin hikmetini dahi beyan etmek üzere buyuruyor.
[Eğer Allahü Tealâ'nın nâsın bazısını bazısıyla defetmesi olmamış olsaydı, yeryüzü tamamen fasid olurdu ve lâkin Allahü Tealâ âlemler üzerine fazl-ü ihsan sahibidir.] Binaenaleyh; nâsın bazısının zulmünü diğer bazısıyla defeder ve zulmü inadın madeni olan yeryüzünü bununla İslah eder ki, kulları rahat etsinler.
Harbin meşruiyetindeki hikmet; âlemin intizamına badi olması olduğunu Vacip Tealâ bu âyette beyan etmiştir. Çünkü; bazı nâsın zulmünü bazı aharla defetmemiş olsaydı, zalimler galebe ederek, mazlumlar perişan olur ve bütün dünya zulümle dolar, âlem harab olur ve yeryüzü bütün mefsedet içinde kalırdı. Şu halde muharebeyle fâsıkları ve kâfir ve zâlimleri kahr-ü tedmîrle mazlumlara muavenet edip, zâlimlerden onların intikamını almak ayn-ı adalet olduğundan fisebilillâh mukatelenin, âlemin salâhına sebep olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; zulmü ref'ü izale için fisebilillâh muharebenin meşru olması Cenab-ı Hakkın âleme fazl-ü ihsanı cümlesindendir. Yahut «Emr-i bilma'ruf ve nehy-i anilmünkerle âlemden fısk-u fücuru defetmemiş olsaydı, âlem fisk-u fücur, fitne ve fesad ile dolardı» demektir. Çünkü, enbiyanın şeriati olmasaydı, münazaa ve husumet; adaletle faslolunmaz ve herkes bildiğini işleyeceğinden bütün dünyanın hercümerc içinde kalacağı şüphesizdi. Binaenaleyh; fasl-ı husumat ve ref-i zulümat için taraf-ı ilâhiden gönderilen şeriat-i eimme, ulema ve ümera, yoluyla tatbik edip riayet etmezlerse hiçbir zaman fesadın önü alınmaz, felâket felâketi takib eder. Amma böyle riayet olunduğunda herkesin hakkı yerini bulacağı cihetle rahat-ı ammeyi mucip olacağında şüphe yoktur. Şu halde husumatı adaletle fasletmek ve ammenin rahatını temin eylemek için şeriat lâzım olduğu gibi şeriatin ahkâmını icra edecek hükümet ve o hükümete de bir reis lâzımdır. Şu halde Allahü Tealâ, gerek bu ve gerek bundan evvelki âyetlerle, enva-ı fesadı şeriatla izaleyi emir buyurduğu gibi, şeriatı tenfîz edecek bir reis-i hükümetin de nasb-ü tayin olunmasını, kullarına emretmiştir. [76]
Vacip Tealâ, Tâlût ve Câlût'un muharebelerini hikâye ettiği gibi bu hikâyenin vakıa mutabık olup asla hilaf olmadığını dahi beyan etmek' üzere buyuruyor.
[Şu zikrolunan ibretâmiz hikâyat ve nâsın mesâlihini tanzim için vazolunan şerayi' ve kavanin; Allah'ın âyetleridir. Habib-i Zi-şanım! Biz o âyetleri hakka mukarin olarak, senin üzerine tilâvet ederiz ve sen elbette tarafımızdan kullarımızı ıslah ve irşad için gönderilen rusul-ü kiram zümresindensin.] Şu beyan olunan Tâ-lûtj Câlût vak'aları ve Tâlût'un galebesi ve Davudun Câlut'u katli ve Beni İsrail'in bir müddetten beri kaybettikleri tabutun Tâlût yediyle ellerine geçmesi vakıa mutabık olup ehl-i kitap ve erbab-* tarihin şek edecekleri birşey değildir. Amma erbab-ı tarih başka isimlerle zikredebilirler, lâkin vak'a aynıdır, değişmez.
Resûlullah'ın bir kitaptan okumaksızm ve bir muallimden ta-allüm etmeksizin geçmiş zamanda vaki olan vukuatı ayniyle haber vermesi, risaletine delâlet eden mucizat cümlesinden olduğuna işafet için Cenab-ı Hak «Elbette sen mürselîndensin» buyurmuştur.
Bu kıssayı hikâyede şiddet ve mihnete sabr-ü tahammülün ve düşmana müdafaada inayet-i ilâhiyeden istimdada müsaraatin nusret-i ilâhiyeyi câlib olduğunu ümmet-i Muhammede ta'lîm ve ibrete davet ve Resûlullah'ı tesliye vardır. [77]
Vacip Tealâ enbiya-yı
izamdan bazılarını beyanettiği gibi ru-sul-ü kiramın cümlesine icmalen işaret
ve ümmetlerinden vaki olan ezaları beyanla habibini tesliye etmek üzere
buyuruyor.
[Şu müşarünileyhim
olan rusul-ü kiramın bazısını diğer bazısı üzerine biz tafdil ettik.] Zira
resuller; rısalet ve nübüvvet mertebesinde müsavi iseler de, herbirinin ayrı
ayrı menkıbe ve hassaları vardır. Binaenaleyh; o menkıbeleri sebebiyle
bazıları diğerin den fazilette ziyade olur.
Bu âyette rusüIIe
murad; sûrenin evvelinden buraya gelinceye kadar bazı menakıbı zikrolunan
resuller veya Resulul-lah'm malûmu olan resuller olmak ihtimali varsa da,
rusül-ü kiramın mecmuuna işaret olmak ihtimali racihtir. Çünkü; faziletçe
beyinlerinde fark cümlesi beyninde cari olduğundan bu farkı beyan için sevk
olunan âyeti bazılarına tahsis icabeder bir manâ yoktur. [78]
Vacip Tealâ rusül-ü
kiramdan bazılarının bazıları üzerine taf-dîl olunduğunu beyanettiği gibi
bazılarının temeyyüz ettiği faziletini de beyanetmek üzere buyuruyor.
[O resullerden
bazıları Allah-ü Tealâ'nm tekellüm ettiği kimselerdir ve bazılarının
derecelerini her cümlesinin derecelerinden yüksek kıldı.]
Yani; efrad-J beşerin
cümlesi bir siyakta müsavi olarak halk olunmayıp zekâ, fetanet ve sair marifet
ve fazilette birbirinden farkları olduğu gibi, enbiya-yı kiramın da
birbirlerinden faziletçe farkları vardır. Binaenaleyh; bazılarını Allah-ü Tealâ
bizzat tekellüm etmekle diğerlerinden mümtaz ve bazılarının derecelerini
herkesten âli kıldı.
Fahr-i Razi ve
Hazin'in beyanları veçhile mertebe-i risalet ve nübüvvette enbiyanın cümlesi
müsavi ise de, fezail ve hasâiste bazılarının bazılarından efdal olduğuna bu
âyet delâlet eder. Binaenaleyh; enbiyanın bazısı bazısından efdal olduğu gibi
nebimizin cümlesinden efdal olduğuna icma'-ı ümmet vardır. Çünkü; Fahr-i
Razi'nin beyanı veçhile âleme rahmet olması ve kelime-i şahadette isminin
Allah'ın ismine mukarin bulunması ve kendine itaatin Allah'a itaat ve
Resulullah'a biatin Allah'a biat olması ve mucizesinin kıyamete kadar baki ve
dininin cemi-i edyanı nâsih olması ve ri-saletinin ins-ü cinne şâmil bulunması
ve ümmetinin cümle ümmetlerden ekser ve efdal olması ve cemi-i enbiyanın
hısâl-î hamîde-lerinin kendisinde içtima etmesi bizim nebimize mahsus fezâil
cümlesindendir. Binaenaleyh; cümle enbiyadan efdaldir. Şu halde bu âyette
dereceleri ref'olunan ba'zıIa murad; bizim pey-gamberimizdir. Çünkü; ins-ü
cinnin mecmuuna mebus olması sair enbiya-yı kirama nispetle derecatınm kat kat
fazla olmasına delâlet eder. Hariçte de bunun emsali vardır. Her emirin zahmet
ve meşakkati, emaretinin vüs'ati miktarında olur. Meselâ; Bir karyeye emir
olan kimsenin meşakkati ve kuvvetü kudreti o karye ve ahalisi nispetinde
olacağı gibi, kazaya emir olan kimsenin kazaya ve vilâyete emir olanın o
vilâyete ve bütün memâlike emir olanın kuvvet
ve şevketi o memâlike
nispetle mütenasip olacağı bedihidir.
Şu halde herkesin şeref ve şevketi mülkü ve daire-i saltanatı nispetinde
olunca, bütün dünyaya malik olan zatın itibarı ve şerefü şevketi bütün dünyaya
nispetle olacağında şüphe yoktur. Binaenaleyh; bütün âleme meb'us olan zat-ı
şerifin şeref ve keremi ve ilm-ü fazlı ve kuvvet ve kudreti ve indal-lah
mertebe ve meziyeti bütün âlem nispetinde olacağında tereddüt yoktur. Şu halde
bizim nebimizin meratip ve derecatı cemii enbiyanın derecelerinden âli
olduğunda şüphe olunamaz. Zira; kitabının mu'cize olarak kıyamete kadar bekası
ve şeriatinin cemii şerayii nâsih ve evvelin ve ahirinin ulûmunu cami' olması
efdai olduğunu icab eder ahvalden olup bu da cümlece malûm olduğu cihetle bu
âyette ismini zikre hacet görülmeyerek müphem olan ba'z lafzıyla zikrolunmuştur
ki, keenne cümleden ziyade terfi-i derecata nail olan ancak Muhammed (S.A.)
olduğu cümle ezhanda malûm olduğu cihetle, isminin tayinine hacet görülmemiş ve
bu cihetle şan-ı nebevilerine tazım olunmuştur.
Bu âyette Allah-ü
Tealâ'nın tekellüm ettiği zatla mu-rad; ekser-i müfessirinin beyanları veçhile
Musa (A.S.fdır. Eş'arî indinde Hazret-i Musa'nın işittiği şey: hurûf ve
asvâttan ârî olan kelâm-ı kadim-i ilâhidir. Ancak matüridiye indinde işitilen
kelâm, Allah'ın şecere-i Musada halkettiği huruf ve esvattır.
Zira; sadadan ve
harften ârî sözü işitmek mümkün değildir. Ve bizim nebimizin de mi'raçta bilâ
vasıta kelâm-ı ilâhiyi işittiğine âyet-i celilesi delâlet eder. Yani, [Allah-ü
Teaîâ abd-i ehassı olan Resulüne vahyettiği şeyi vahyetti] demektir ki vahiy;
tekellüme delâlet eder. [79]
Vacip Tealâ Musa
(A.S.)'ı tekellümle mümtaz kıldığı gibi Hz. İsa'yı da bazı mucizatla ve Ruh-u
Kudüsle teyid etmesiyle mümtaz kıldığını beyan etmek üzere buyuruyor.
[Ve biz azimüşşan Hz.
Meryem'in oğlu Isa (A.S.) a açık mucizeler verdik. Ve Ruh-ul Kudüs olan
Cibril-i Emin'le teyid ettik ve o mucizelerle davasını ispat ve teyidimizle
dini intişar etti.]
Vacip Tealâ bu âyette,
Hz. İsa'ya Nasaramn tazimde ifratla ulûhiyetini itikada kadar cüretlerini ve
Yehud kavminin de şan-ı İsa'ya lâyık olmayan birtakım isnatlarını reddetmiş ve
meratib-i enbiyayı beyan sırasında ismini sarahaten zikreylemiştir. Çünkü; Hz.
İsa'ya nübüvvetini ispat için mucize vermesi ulûhiyetle mut-tasıf olmadığına
delâletle Nasarayı reddettiği gibi, harikulade mucizelerle nübüvvetim ispata
kudret vermek şan-ı İsa'ya ta'zîm olduğundan Yahudileri dahi reddetmiştir.
Ruh-u Kudüsle murad;
emvatı ihyaya sebep olan ism-i azam olmak ihtimali varsa da Fahr-i Razi'nin
beyanı veçhile esah olan Cibril-i Emin'dir. Çünkü İsa (A.S.) Cibril-i Emm'in
Hz. Meryem'e nefhetmesi suretiyle hasıl olduğundan iptida-yı emrinde Cibril-i
Emin'le iane ettiği gibi nübüvveti dava ve ispat hususunda düşmanlarından
Cibril-i Emin muhafaza ettiği ve âhir emrinde Yahudilerin katletmek üzere
hücumlarında dahi Cibril-i Emin'in semaya kaldırması suretiyle imdat ve emrini
teyid ve dinini takviye etmiştir. Binaenaleyh; Hz, İsa'nın kendisiyle teyid
olunduğu Ruh-u Kudüs'le murad, Cibril'dir.
Hulâsa; rusül-ü
kiramın bazısı bazısından efdal olduğu ve bazılarının bizzat Allah'ın kelâmını
işitmekle müşerref ve bazılarının diğerlerinden âli olduğu ve bilhassa İsa
(A.S.)'m Ruh-u Kudüs'le teyid olunduğu bu âyetten müstefad. olan fevaid
cümlesindendir. [80]
Vacip Tealâ rusül-ü
kiramın fazilet cihetinden bazıları diğerlerine faik olduğunu beyanettiği gibi
herşeyin meşiyet-i ilâhiye tahtında olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Eğer Allah-ü Tealâ
cemi-i nâsın hidayetlerini muradetmiş olsaydı, rusül-ü kiramdan sonra ve
bilhassa rusül-ü kiramın mu'-cizat-ı bahire ve hak üzere delâlet eden şahitleri
geldikten sonra ümmetleri kıtal etmezlerdi ve lâkin onlar ihtilâf ettiler.
Binaenaleyh; bazıları iradeleriyle imanı ihtiyar etti, mümin oldu ve bazıları
küfrü ihtiyarla kâfir oldular ve bu cihetten ihtilâf hasıl oldu.]
[Ve eğer Allah-ü Tealâ
hidayetlerini murad etmiş olsaydı beyinlerinde kıtal etmezlerdi. Ve lâkin
fail-i muhtar olan Allah-ü Tealâ murad ettiği şeyi işler ve işinden asla mesul
olmaz.] Çünkü her ne işlese kendi mülkünde ve kendi hakkında tasarruf olduğundan
hiçbir kimsenin 'niçin yaptın?' demeye hakkı yoktur.
Havadisin küllisinin
kaza-i ilâhi ile olduğuna bu âyet delâlet ettiği gibi, Resulullah'ı dahi
tesliye vardır. Çünkü; Tefsir-i Meda-rik'te beyan olunduğu veçhile enbiyadan
hiçbir nebinin gerek hayatlarında ve gerek hal-i vefatlarında ümmetlerinin
cümlesinin iman üzere ittifak edip ihtilâf etmedikleri vaki olmamıştır. Binaenaleyh;
her nebinin ümmeti küfür ve imanla ihtilâf etmeleri bu âlemde her zaman cari
olan ahvalden olduğuna âyet delâlet ettiğinden, ümmet-i Muhammed'den vaki olan
ihtilâf hakkında Re-sulullah'ı tesliye etmiştir. Çünkü, fahva-sınca umumi olan
şeyde hususi keder etmekte fayda yoktur. Şu halde bazısının iman edip daire-i
itaata girmesi ve bazısının küfrü irtikâpla daire-i itaattan çıkması ve
aralarında bu cihetle ihtilâftan dolayı muharebe vuku' bulması bu ümmete
mahsus bir hal değildir.
Bu âyette «Allah-ü
Tealâ hidayetlerini murad etse ihtilâf etmezlerdi. Ve lâkin hidayetlerini
murad etmedi» demek «Onların hidayete iradelerini sarfetmedikleri için Allah-ü
Tealâ murad etmedi» demek olduğundan insanların küfrü ihtiyarları mecburi olmak
lâzım gelmez. Zira; insanların ef'al-i ihtiyariyelerini Allah-ü Tealâ onların
iradelerine göre halkeder. Binaenaleyh; cebir lâzım gelmez. [81]
Vacip Tealâ insan için
feda etmesi gayet müşkül olan hayatım kıtalle fed.-i eylediğini beyanetliği gibi
ikinci mertebede sarfı müşkül olan malını sarfla emretmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Sizi
merzuk ettiğimiz rızıktan muhtaç olanlara infak edin, şol gün gelmezden evvel
ki, o günde alım satım suretiyle ticaret yok ki fevt ettiğiniz şeyi tedarik edesiniz
ve dostluk kalmaz ki, birbirinize muavenet edesiniz ve Allah'ın izni olmaksızın
şefaat yok ki, şefaatla birbirinizi azaptan kurtarasmız ve in-fakı ve bilhassa
farz olan zekâtı inkâr eden kâfirler, ancak zalimlerdir.] Zira; Allah'ın ihsan
ettiği nimetlerden muhtaç olanların hukukunu vermemek zulümden başka birşey
olamaz.
Bu âyette infak; vacip
olan zekâta şâmil olduğu gibi, nafile sa-dakata dahi şâmildir. Ancak nafile
infak; gerek cihada ve gerek cihadın gayrı fukaraya iane ve sair hayrat ve
hasenata şâmildir. Şu halde manâ-yı âyet: Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile [Ey müminler!
Dünyada âhiret sevabını tahsile sâyedin. Zira; dünyadan irtihal edince, sizin
için tahsil mümkün değildir. Çünkü; esbabı tahsilden bey' ve saireyle ticaret
olmadığı gibi aranızda dostluk dahi kalmaz ki, muavenet yoluyla azaptan
kurtulasınız ve Allah'ın izin vermediği kimselere şefaat de yoktur. Ve âhireti
inkâr eden kâfirler ancak zalimlerdir. Zira; Allah'ın verdiği mallarını şer'an
tayin olunan mahallerin gayrıya sarfettikîeri için zulüm irtikâp etmişlerdir.]
Âhirette bey'Ie murad;
fidyedir. Yani; fidye vermekle azaptan kurtulmak yok demektir. (Hülle);
muhabbettir. Âhirette herkes kendi derdiyle meşgul olacağından dünyadaki
muhabbet unutulur. Binaenaleyh; kendi başı selâmet buluncaya kadar hiç
kimsenin, diğerinin halinden suale mecali olmaz.
Bu âyette şefaat
nefyolunmuşsa da diğer âyetlerde ve ahâdîs-i nebeviyede enbiyanın ve ehl-i salâhın şefaat
edecekleri suret-i katiyede beyan olunduğundan nefyolunan şefaat; kâfirler
hakkında olup şefaati beyaneden nusûs-u celile ehl-i iman hakkındadır,
Binaenaleyh; âyetler beyninde tenakuz yoktur. Zira; şefaat vardır: Müminler
hakkında. Şefaat yoktur: Kâfirler hakkında demektir. Kâfirlerin azapları kendi
istihkakları icabı olduğuna işaret için, Vacip Tealâ zâlim olduklarını beyan
buyurmuştur ki, azaplarına sebep kendi zulümleri demektir. Çünkü, kâfirler
şefaate ehlolma-yan putlar ve saireden şefaat bekledikleri için şefaatten
mahrum olacakları beyanolunmuştur. Çünkü şefaata ehlolmayan şeyden şefaat
beklemek elbette hırmanı mucip olur. Beyzavi'nin beyanı veçhile bu âyette
kâfirlerle murad; zekâtı terkedenler olmak ihtimali ağleptır. Zira; onlar
zekâtlarını terkle hem kendi nefislerine hem de muhtaç olan fukaraya
zulmettiklerinden şiddet tarikiyle onlara kâfir denmiştir ki. zekâtı terketmek
kâfir âdeti demektir. Gerçi furû-u a'mâlden olan zekâtı terketmekle bir kimse
hakikaten kâfir olmaz, lâkin Allah'ın verdiği nimeti setre-dip şükrünü eda
etmediği için kâfir denilmiştir ki. cezasının ağır olduğuna işaret olunmuştur.
Hulâsa; fevt etmiş
olduğu ibadatı tedarik mümkün olmayan yevm-i kıyamet gelmezden evvel merzuk
olduğu rızıktan lâzım gelen mahalle infak lâzım olduğu ve infakı terkedenlerin
zâlim oldukları ha âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [82]
Vacip Tealâ bazı
ahkâmı ve enbiyanın kıssalarını beyanettiği gibi tevhidi ve sıfât-ı ülûhiyeti
dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Allah-ü Tealâ şol
zat-ı aladır kî O'ndan gayrı ibadete müste-hak yok, ancak zat-ı ülûhiyeti
vardır. Zira; hayat sıfatıyla mutta-sıf olduğu gibi halkın umurunu tedbir ve
hıfzetmekle kaim ve dâim ve
hayatı ezelî ve ebedîdir, zeval ihtimali yoktur. Binaenaleyh; Vacib-ül
Vücud'dur,]
[Çünkü; uyku evvelinde
olan ımızganmak [83] ve bilfiil uyku ve fütur
ve fetret ve gaflet gibi şeyler kendisine arız olmaz.] Binaenaleyh; uyku ve
uykunun evvelinde olan fütur kendisini tutmaz: Bu cümle; Vacip Tealâ'nın hayy
ve kayyum olduğunu te'kid ve ispaf için gelmiştir. Çünkü; gerek uyku ve gerek
uykunun evvelinde olan uyuşukluk ve yorgunluk arız olan kimsenin hayatı
afetten salim olamadığından umur-u ibadı ve bütün mahlûkatı lâyıkıyla
hıfzedemez. Zira uyku; dimağda toplanan buharın rutubetinden dimağın
damarlarında sahibine arız olan birşeydir ki o, vücudu ihata edince havass-ı
zahire tamamen durur. Şu halde bu gibi avarıza maruz olan kimsede hayat-ı
hakikiye olamayacağından, Cenab-ı Hak hayat-ı hakikiye sahibi olduğunu ispat
için bu gibi avarızdan münezzeh olduğunu beyan buyurmuştur.
[Allah-ü Tealâ bütün
mahlûkatı hıfzeder. Zira; semavat ve arz ve onlarda mevcud olan cümle mahlukat
Allah'ındır. Ve cümlesinin hıfzı ona aittir.] Amma semavat ve arzda bulunan
mahlukat gerek onların zatlarında dahil olsun, gerek onların zatlarından hariç
onlarda karar etmiş olsun, cümlesinin tedbiri zatına mahsustur. Binaenaleyh;
bihakkın kayyumdur. Şu halde kullarının her hallerini bilir, saklı birşey
olamaz.
[Allah-ü Tealâ indinde
âsîlere enbiya ve evliyadan kim şefaat edebilir? Hiç kimse şefaat edemez, illâ
Allah'ın izniyle şefaat eder.]
Yani; Cenab-ı Hakka
azamet-i kibriyada kimse müsavi olamaz ve müsavata yakın da.olamaz ki, izni
olmadan şefaate cesaret etsin ve hâşâ Allah-ü Tealâ'ya mukabele eylesin.
Binaenaleyh; izin verdiği kimseler şefaat eder, başka kimseler şefaat edemez.
[Allah-ü Tealâ nâsm
ileriye takdim ettikleri ve geride işleyecekleri amellerini bilir ve hiçbir
zerresi ilminden hariç olmaz.]
Binaenaleyh;
kullarının bilerek, bilmeyerek umur-u dünyaya veyahut umur-u âhirete müteallik
işlediklerinin cümlesini bilir.
[Halbuki nâs, Allah'ın
bildiği malûmatından azıcık birşey bile bilmezler. Ancak Allah'ın, bilmelerine
iradesi taalluk ettiği şeyi bilirler.] Binaenaleyh; insanlar ne kadar âlim ve
mütalaa sahibi olsa onun ilmi kendi emsali insanlara nazaran şeref verir ve onlara
nispetle âlim denir. Yoksa ilm-i ilâhiye nispetle bir katre olmadığı gibi bir
zerre kadar bile değildir.
[Vacip Tealâ 11ın
kürsüsü semavat ve arza vasi oldu ve onları ihata etti.]
Şu manâ; kürsünün;
semavatm fevkinde ve Arş-ı Alâ'nm altında semavatı ihata eden cisim olduğuna
nazarandır. Bu manâyı; Resulullah'm «Yedi semavat ve yedi tabaka arz kürsiyle
beraber cesim bir ova üzerine atılmış hokka gibidir» buyurduğu hadîs-i şerifi
teyid eder. Yahut kürsü; ilm-i ilahi manasınadır. Buna nazaran manâ-y% nazım:
[Allah'm ilmi semavat ve arza vasi oldu] yani; «Semavat ve arzın her tarafını
ve her cüz'ünü ilm-i ilâhi ihata etti» demektir. Herhangi manâ murad olunursa olsunsun
Zat-ı Ulûhiyetin
azametini ve ilminin cemi-i eşyayı ihatasını beyandır. Yoksa üzerinde oturulur
kürsü manâsına değildir. Zira; Allah'ın bu manâca kürsüsü yoktur ve böyle bir
kürsüye ihtiyaçtan ve üzerine oturmaktan münezzehtir.
[Semavat ve arzı
hıfzetmek Allah-ü Tealâ üzerine ağır olmaz.] Zira; kudret-i kâmile sahibidir.
Binaenaleyh; herşeyin hıfzı kudretullaha nispetle kolaydır.
[Halbuki Allahü Tealâ
şerik ve nazirden âli ve herşeyden büyüktür.] Binaenaleyh; Zat-ı Ülûhiyete
nispetle zatından mâ'a-da herşey hakirdir.
Beyzavi'nin beyanı
veçhile bu âyet; mesâil-i ilâhiyenin esasatı üzerine müştemildir. Zira; Vacip
Tealâ'nın mevcud-ı vahid ve va-cib-ül vücud-u lizaühi olduğuna ve tahayyüz ve
hululden münezzeh ve tağayyür ve füturdan müberra ve malik-ülmülk olup usul ve
furûu mucid kudret-i kamile sahibi olduğuna ve huzurunda şefaate mezun
olmayanlar şefaat edemeyip ancak şefaate mezun olanların şefaat edeceklerine ve
herşeyi ilminin ihata ettiğine ve hiçbir şey ağır gelmeyip kendini meşgul
etmediğine vehm-ü hayalin idrakinden âri ve fehm~ü aklın ihatasından ben
olduğuna delâlet ettiğinden bu âyet Kur'ân'm büyük âyetlerindendir.
Allah lâfzı; cemi-i
sıfât-ı kemâliyeyi cami' olduğunu müş'ir ve Vacip Tealâ'nın ism-i alemisidir.
Lâ ilahe illâ hû; kelime-i tevhid-dir. Hayy ve kayyum; esmâ-i hüsnamn
a'zamıdır. Çünkü hayy; Vacip Tealâ'nın kadir ve âlim olduğuna ve kayyum;
bizatihi kâim ve mevcudatın mukavvimi ve murakıbı olduğuna delâlet ettiğinden
İsm-i A'zam olduğu mervidir. Resulullah'm «Bu âyetin okunduğu haneden Şeytan'm
firar edeceğini ve sâhir ve sâhirenin sihirlerinin o hane halkına te'sir
etmeyeceğini ve bu âyetin tilâvetine devam etmek âbid ve sıddîk vazifesi
olduğunu ve Kur'ân'm seyyidi,
Sûre-i Bakara olup, Bakara'nın seyyidi de Âyet-el-Kürsî olduğunu» beyan
buyurduğu mervidir.
İşte bu hadîs-i şerîf;
insanların maddi esbaba tevessül ettikleri gibi, manevi esbaba da tevessülün
lüzumunu .beyanetmiştir. Çünkü; insana musallat olan Şeytan'ı bu âyet-i
kerimeyi okumakla kaçırmak hırsızı martinle kaçırmak kabilindendir. Çünkü; martinin
kurşunu var. Bu âyette de Allah'ın birliğini ve herşeye kadir ve herşeyi bildiğini
ve herkesten büyük kudret-ı kahire sahibi olduğunu kalple itikad ettiği gibi
bu âyeti okuyan kimsenin lisanıyla ikrarı vardır. Bir abid ki, Şeytan'dan
gelecek şerrin ve sair belâyanın definden âciz olduğunu itiraf ederek Cenab-ı
Hakkın azametine iltica eder ve tamamen azametini beyaneden şu âyeti okur ve
«Sen birsin, sen ma'budün bilhaksın, sen hayy-ü kayyum-sun, kullarını
hıfzedersin, senin uykun yoktur, her vakit uyanıksın, yerler ve gökler ve
cümle mahlukat senindir. Binaenaleyh; sana hiçbir şey ağır olmaz. Zira;
nekaisten münezzeh, cümleden âtisin. Şu halde beni ve evlâd-ü ıyalimi muhafaza
et» derse Cenab-ı Hakkın onu muhafaza edeceğinde ve bu kadar ilticaya karşı
Şeytan'm i.rar edeceğinde neden tereddüt edilsin? Şu kadar ki itikad sağlam olmak
lâzımdır. Zira; itikadı zayıf olan kimse bu gibi maneviyattan istifade edemez.
Bahusus bu gibi
maneviyata tevessüle Cenab-ı Hak Kur'ân'-da işaret ettiği gibi asdak-ı makal
olan Peygamberimiz Efendimiz Hz. de ahâdîs-i çeliklerinde beyan buyurunca,
bizlerin onunla amel etmemiz lâzımdır ve çok defalar da maneviyata tevessülün
faydası görülmektedir. Binaenaleyh; uykuya yatacak kimse bu âyeti okuyup
yatağına yatarsa Allah-ü Tealâ'nm onu muhafaza edeceği Re-sulullah'tan
mervidir. [84]
Vacip Tealâ tevhidin
delillerini beyanettiği gibi bu kadar izahata karşı din hususunda ikraha hacet
kalmadığını dahi beyanet-mek üzere buyuruyor.
[Din-i islâma girmekte
hiç kimseye icbar yoktur. Zira hidayet; dalâletten ve iman; küfürden temeyyüz
etti. Binaenaleyh; doğru yol ve eğri yol açığa çıktı. Şu halde cebre ihtiyaç
kalmadı. Herkes tarîk-ı necatı arasın, bulsun.]
[îman ve küfür zahir
olunca eğer bir kimse Şey tan a ve nefs-i emmareye ve putlara küfreder ve
Allah'a iman ederse, gayet muhkem ipe benzeyen delillere yapıştı ki, onlar
için kırılmak ve kopmak yoktur.]
[Halbuki Allah-ü Tealâ
Tâğuta küfür ve Allah'a îman edenlerin sözlerini işitir ve işlerini bilir.]
Yani; din-i islâma
duhûl için, bir kimseye cebir ve tazyik yoktur. Zira; delâil-i katiyeyle hak,
batıldan ve iman, küfürden ve hidayet, dalâletten ayrılarak herşey meydana
çıktı ve küfrün kub-hunda ve imanın hüsnünde şüphe kalmadı. Çünkü; imanın
saa-det-i ebediyeye îsal edeceği, ve küfrün, dalâlet olup şakavet-i
ser-mediyeye sebeb olacağı anlaşıldı. Binaenaleyh aklı olan elbette sebeb-i
saadet olan imana sür'at eder, ikraha hacet kalmaz. Şu halde bir kimse
Şeytan'a ve putlara küfreder ve Allah'a iman ederse, muhakkak sağlam bir delile
yapışmıştır ki o delil; onu rıza-yı ilâhîye îsal eder. Zira; Allah-ü Tealâ
batıl olan putlara küfreden ve hakka iman eden kimsenin söylediği kelime-i
tevhidi işitir ve ke-îime-i tevhidin muktezasına göre amelini bilir.
Beyzavfnın beyanı
veçhile bu âyet; kitabî ve gayr-ı kitabiye şâmil olduğuna \pazaran kıtal
âyetiyle mensuhtur. Çünkü; Cezire-i Arap'ta müşriklerden îslâm veya katilden
başka cizye, haraç gibi şeyler kabul olunmayarak din-i İslânıı kabule icbar
olundular. Amma âyet, ehl-i, kitaba mahsus olduğuna nazaran mensuh değil,
muhkem ve hükmü kıyamete kadar bakidir ki, sebeb-i nüzulü de ehl-i kitab
hakkında olduğunu te'yid etmektedir. Çünkü Hâzin ve
Beyzavi'nin beyanlarına nazaran âyetin
sebeb-i nüzulü; ensardan bir zatın iki oğlu Resulullah'm bi'setinden evvel
Nasara dinini kabul etmişlerdi. İslâmiyetin zuhuru üzerine pederleri, oğullarını
İslâmiyete duhûle icbar edip onlar da kabulden imtina edince, hu-zur-u Risalete
arzederek icbarını teklif etmesi üzerine bu âyetin nazil olduğu ve oğullarının
halleri üzerine terkolundukları mervi-dir.
Şu halde âyet, ehl-i
kitap hakkında olup bittabi hükmü de kıyamete kadar bakidir. Buna binaendir ki
cihad-ı fisebilillâhta bir kimseyi İslama duhûle cebir yoktur. Binaenaleyh;
cizye ve haraç vermekle zimmeti kabul edenler halleri üzere terkolunur, icbar
olunmazlar. İşte bu âyetin muktezası olarak hükûmet-i İslâmiye altında bulunan
zimmîlerden hiçbir kimse İslama duhûle icbar olunmamıştır.
Tâğut ile murad;
Şeytan, put ve onlara benzeyen batıl şeyler, vüska ; evsak'ın cem'i olup ziyade
sağlam birşey manasınadır. Urve ; ibriğin kulpudur. Binaenaleyh; bu makamda
makulâttan olan delâili mahsusattan olan sağlam ve kırılmaz yapışılacak birşeye
teşbih vardır. Şu halde «Re'yi hasenle delâil-i katiyeye yapışan kimse kopmaz
ve şaşmaz bir tarîke yapıştı» yani; nazar-ı sahihle delâil-i katiyeden istidlal
ederek Allah'a iman eden kimse bir tarîke yapıştı ki, o tarik onu sâha-i
selâmete götürür» demektir. [85]
Vacip Tealâ iman eden
kimsenin tarîk-ı necata tevessül ettiğini beyanettiği gibi iman edenlerin
keyfiyet-i necatlarını dahi be-yanetmek üzere buyuruyor.
[Allah-ü Tealâ şol
kimselerin velileridir ki onlar iman ettiler. Allah-ü Tealâ onları zulümat-ı
küfürden nur-u imana çıkarır.]
[Ve şol kimseler ki
onlar küfrettiler. Onların dostları Şeytan ve Şeytan'ın emsali batıl şeylerdir.
Onların bu dostları, onları nur-u imandan zıılümat-ı küfre çıkarır. İşte şu
tağutun dostları Cehennem'in sahipleri ve mülâzımlarıdır. Onlar Cehennem'de
ebedi kalıcılardır.]
Yani; Allah-ü Tealâ
şol kimselerin dostları ve yardımcılarıdır ki, onlar iradelerini imana sarfile
Allah'ın vahdaniyetini ikrarla iman ettiler. Allah-ü Teaiâ onları imana îsal
etmekle cehle ve havâ-yı nefsaniyeye ittiba ve vesvese-i Şeytaniyeye aldanmak
ve küfre müeddi olan şüpheleri kabul etmek gibi zulümattan ta-rîk-ı necat olan
nur-u imana ihraç eder ve kâfirlerin yardımcıları ve dostları Şeytan Ve
şehevat-ı nefsaniyeleridir. Onların dostları fıtrat-ı asliyelerinden
kendilerine ihsan olunan nur-u imandan cehli billâh ve evham-ü hayalâtla
zulümat-ı küfre ihraç ederler. İşte şu kâfir olanlar ashab-ı Cehennem ve Cehennem'de
ebedî kalıcılardır.
Tağut ; evvelce beyan
olunduğu veçhile Şeytan, nejs-i emmare, putlar ve kuvve-i gazabiye manâsına
olduğu gibi insanlardan müfsid ve şerir olan ve emsalini iğfal eden tâğîlere
dahi şâmildir. Binaenaleyh; bu gibi kötü kimselere ittiba eden kimse sebeb-i
saadeti olan ahlâk-ı hamideden sebeb-i felâketi olan ah-lâk-ı zemimeye ihraç
olunur. Çünkü; darb-ı meseline mazhar olur ki «Karganın izine düşen
akıbet haraba gider» demektir.
Bu âyet-i celilenin
Yahudiler hakkında nazil olduğu mervidir. Çünkü; onlar Resulullah'ın
bi'setinden evvel Resûlullah'ın ba'so-lunacağını ve nebiyy-i hak olduğunu ve
ba's olunduğu zamanda bulunurlarsa, dinine yardım edeceklerine ahd-ü mîsak
etmekle bir nevi hidayetteyken Resûlullah'ın bîsetinde hasetleri galebe eJerek
imandan nükûl ettiler. Binaenaleyh; onlar nur-u hidayetten dalâlete
çıkmışlardır. Bu âyet; bilûmum kâfirlere de şâmildir. Çünkü; cümlesi delâil-i
katiyenin delâlet ettiği nur-u hidayeti terkle dalâleti irtikâp etmeleri
hidayetten çıkmaktır. Zira; nura benzeyen delilleri terkle zulümata benzeyen
şüphe ve seklere ve Şey-tan'ın iğfalâtına aldanmak fıtrat-i asliye olan
hidayetten dalâlete çıkmaktır.
Abid, iradesini küfre
sarfedince, onun, küfrü kisbi üzerine Allah-ü Tealâ küfrünü halkettiği halde
kâfirlerin küfürlerinin tâ-ğuta isnadı; sebebine isnad kabilinden olduğu
Kbussuud Efendi'-nin cümle-i beyanatindandır. [86]
Vacip Tealâ kâfirlerin
velisi tâğut olduğunu Nemrud'un mücadelesiyle ispat etmek üzere buyuruyor.
[Habib-i Zişamm! Sen
bılmedin mi ve sana haber gelmedi mi? Şol kimseden ki, Allah-ü Tealâ ona mülkü
saltanat verdiği için İbrahim'in Rabbisi hakkında mücadele etti.]
[Şol zamanda mücadele
etti ki, o zamanda İbrahim «Benim rabbim insanları ihya ve imate eder» dedi. O
mücadele eden Nem-rud «Ben de ihya ve imate ederim» dedi.]
[İbrahim (A.S.)
«Allah-ü Tealâ güneşi maşrıktan getirir, sen de kâdirsen, güneşi mağripten
getir» dedi, kâfir mebhût oldu.]
Yani cevaptan aciz
kaldı.
[Zira; Allah-ü Tealâ
zâlim olan kavmi hidayette kılmaz.]
Fahr-i Razi, Kazi ve
Hâzin'in beyanları veçhile bu âyet, İbrahim (A.S.)'m zamanında icra-yı
saltanat ve hükmeden ve o zamanın en kavi bir hükümdarı olup ulûhiyet
davasında bulunan cebabireden (Nemrud b. Ken'an) ile mübahasesini beyan ve
tasvir eder. Nemrud'un ulûhiyet davasına kadar cür'et ve tekebbürünün sebebi;
Allah-ü Tealâ'nm ona vermiş olduğu mülk ve saltanat olduğunu Cenab-ı Hak bu
âyette beyan buyurmuştur. İbrahim (A.S.) m cevabında sual, mukadderdir. Çünkü
Nemrud «Rabbin kimdir?» diye sual eyledi ki, İbrahim (A.S.) da «Benim rabbim
ihya ve ima-taya. kadirdir» dedi. İbrahim (A.S.)'m bu cevabı mantığa gayet
muvafık ve doğrudur. Allah'ı tarif; sıfatı ve e f ' al i yle olabileceğinden
Nemrud'un sualine karşı «Benim rabbim öldürür ve diriltir» dedi ki bu cevap;
Cenab-ı Hakkı fiiliyle ta'riftir. Zira; Allah'ı künhü hakikatiyle tarif mümkün
değildir. Nemrud, İbrahim (A.S.)'m bu cevabına karşı kemâl-i hamakatinden «Ben
de ihya ve imata ederim» dedi ki, bundan maksadı; kısasa müstehak olan iki
kimseden birini kısas etmek yani Öldürmek diğerini affetmekti. Nemrud'un şu
cevabı üzerine İbrahim (A.S.) «Benim muradım; hakiki ihya ve imâtedır» diyerek
Nemrud'u bu cihetten ilzama ısrar etmeyip, delil-i âhare intikal ederek «Benim
rabbim güneşi maşrıktan getiriyor. Haydi sen de kudretin varsa mağrip-ten
getir» deyince Nemrud cevap vermekten âciz kaldı ve âleme karşı rüsva oldu.
Çünkü; zâlim ve cebabiredendi. Halbuki Aîlah-ü Tealâ zâlimleri hidayette kılmaz
ve zulmü terketmedikçe doğru yola îsal etmez.
Şu mübahasenin zaman-ı
cereyanı hakkında muhtelif rivayetler vardır. Nemrud, İbrahim (A.S.)'ı
kendisinin büyük putlarını kırdıktan sonra ateşe atmak için hapsetmişti. Ateşi
ihzar edip içine atacağı zaman Hz. İbrahim'i davasından vazgeçirmek için tekrar
kendi rubûbiyetini tasdik ettirmek üzere âyet-i kerimede beyan olunduğu veçhile
mübahaseye girişti ve akıbet âciz kalıp
söyleyecek birşey bulamayınca Hz.
İbrahim'i ateşe atmakla teşef-fi-i sadreyledi. Yahut bir kaht zamanında zahire
almaya gelenlere «Rabbin kimdir?» diye sual eder, «Sensin» diyen kimseye zahire
verir, rubûbiyetini ikrar etmeyenlere vermezdi, işte bu zaman-ı kaht'ta İbrahim
(A.S.) da zahire almak üzere geldiğinde bu müba-hase cereyan etmiştir. Zaman ve
sebeb-i vukuu ne olursa olsun, mübahase kafi olup mübahasenin zamanını bilmekte
bizim için bir fayda yoktur. [87]
Vacip Tealâ İbrahim
(S.A.) ile Nemrud beyninde vuku' bulan mübahaseyi beyanettiği gibi Üzeyr
(A.S.)'ın imate ve ihyasıyla haşr-ü neşrin keyfiyet-i vukuunu beyanetmek üzere
buyuruyor.
[Yahut Resul-ü Zişamm!
Sana şol kimsenin haberi geldi mi ki, o kimse; damlan üzerine yıkılmış olduğu
halde harab olmuş bir karye üzerine uğradı.]
[O harap karyenin
haline bakarak «Bu karyenin harabından sonra AHah-ü Tealâ onu nasıl ihya eder
ve bunun ihyası mümkün müdür? dedi. Bu sözü üzerine Allah-ü Tealâ o zatı yüz
sene öldürdü ve cenazesi yüz sene kaldıktan sonra Allah-ü Tealâ onu ihya
etti.] Hayat bulup kalkınca Cenab-ı Hak sual ettiğini beyan için :
[O yüz seneden sonra
hayat bulan kimseye Allah-ü Tealâ sual etti, dedi ki «Sen burada ne kadar
müddet durdun?» Bu su-al-i ilâhiye cevaben o kimse «Bir gün veyahut bir günün
bazısı bir müddette kaldım. Fazla kalmadım» dedi.] Çünkü; kendi öldügünü ve yüz
sene kaldığını ve sonra ihya olunduğuna bilmiyordu ve uykuya yattım kalktım zan
ediyordu. O kimse şu cevabı verince :
[Allah-ü Tealâ; senin
zannettiğin gibi değildir, belki sen bu makamda yüz sene kaldın. Sen yiyeceğine
ve içeceğine bak ki asla tagayyür etmemiş göreceksin.] Yüz sene zarfında taamın
ve serabın bozulmaması âdetin hilafı hârika kabilindendir.
[Ve sen taamına ve
serabına baktığın gibi merkebine dahi bak ki, etleri kemikten nasıl ayrılmıştır
ve yüz sene kaldığına nasıl delâlet eder?]
[Ve seni; haşrin
vücuduna ve imkânına nâsa alâmet kılmak için biz bu ef'ali işledik ki, nâs
görsün ve bilsinler de insan öldükten sonra dirilirmiş ve dirilmesi mümkünmüş
ve sen merkebin dağılmış kemiklerine bak ki, o kemikleri birbirine nasıl
ularız ve kemiklerin üzerini etle örteriz. Kemal-i dikkatle bak da harap karyenin
ve ölmüş insanın ihya olunacağını bilesin.]
[Vakta ki şu
ahvalin cümlesi o kimse için tahakkuk
ettiyse «Ben Allah'ın herşeye kadir olduğunu bildim» dedi.]
Beyzavi'nin beyanı
veçhile haşri inkar ve keyfiyetinde tered-düd edenler pek çok olduğundan,
Cenab-ı Hak bu vak'ayla hem haşrin imkânını
hem de keyfiyetini o zamanda bulunan ahaliye
gösterip ispat ettiği gibi, ümmet-i
Muhammediyeye de Kur'ân'da aynen vukuatı hikâye ve suret-i katiyede zikirle
beyanetmiştir.
Bu âyette zikrolunan
karyenin hangi karye olduğunda ihtilâf varsa da Fahr-i Razi ve Beyzavi'nin
beyanlarına nazaran Beyt-i Mukaddestir. Çünkü; (Buht-u Nasir)'ın Beyt-i
Mukaddes'i tahribinden sonra bu vak'a hadis olmuştur. İbn-i Abbas Hz.'den
naklolunan rivayete nazaran mesele şöyle tahaddüs etmiştir: (Buhtu Naşir)
Beyt'i tahrib ederek Beni İsrail'in çocuklarını esir alıp Bâ-bil'e götürdüğü
zaman (Üzeyr) (A.S.) da Bâbü'e giden büyükler içindeydi. Bir müddet sonra
(Buhtu Nasir)'dan müsaade olununca (Üzeyr) (A.S.) merkebine binerek (Beyt-i
Mukaddes)'e gelip harap görünce, âdet veçhile karyenin ta'miri uzun bir zamana
muhtaç olduğunu beyan zımnında «Allah-ü Tealâ bu karyeyi ne zaman ihya edecek?»
dedi. (Üzeyr) (A.S.)'m bu sözü âdete nazaran tamirini uzak addetmektir, yoksa
haşri inkâr suretiyle değildir. Karyenin incirinden ve üzümünden aldı. Üzümü
sıktı, şıra yaptı ve uykuya yattı. Uykudayken ruhu kabzolundu. Yüz sene kaldığı
halde (Üzeyr)'in cesedini Allah-ü Tealâ kimseye göstermedi. Badehu hayat
buldu, inciri ve üzüm suyunu bozulmamış gördü. Uykuya yatması kuşluk vakti
olup uyandığı zaman akşam olmakla «Bir gün veyahut bir günün bazısında burada
kaldım» demesi yalan değildir. Zira; zann üzere söylediği için muahaze
olunmaz. (Üzeyr) (A.S.)'a taamının tagayyür etmediğini ve merkebinin
kemiklerini görmesini emreden ve o makamda ne kadar müddet kaldığını sual eden
Allah'ın emriyle bir melektir veyahut Cenab-ı Hak bizatihi nida buyurmuştur.
Üzeyr (A.S.)'ın
evlâdının evlâdı ak sakallı oldukları halde kendinin kara sakallı ve genç
olarak Allah-ü Tealâ'nın ihya buyurması âhirette ihtiyarların genç olarak ihya
olunacaklarına bir delil-i ce-Hdir. Sânına ta'zîm ve din ve dünyada mertebe-i
âlîye sahibi olduğunu beyan için Cenab-ı Hak, (Üzeyr) (A.S.)'a «Seni
kudretullaha alâmet kıldık» buyurmuştur.
Üzeyr (A.S.) bilmüşahede
ihya ve imate kendine tebeyyün edince «Allah'ın herşeye kadir olduğunu bildim»
demesini «Evvelce istidlalle bildiğimi şimdi müşahedeyle bildim» demektir,
yoksa «Evvel bilmezdim şimdi bildim» demek değildir. Zira enbiya; Cenab-ı
Hakkın kudret-i kâmile sahibi olduğunu her zaman bilirler. Binaenaleyh;
enbiyada sıfât-ı ilâhiyye için cehil tasavvur olunmaz. İşte bu gibi fevkattabia
vukuatın âlemde emsali çoktur. Bu vaka da onlardan birisidir. Bu misilli
vakalar insanları ibrete ve intibaha davet için Sanf Tealâ tarafından
hikmetinin iktizası üzere halkolunmuş şeylerdir. Binaenaleyh; Allah'ın
kudret-i kâmile-sine iman edenler bu gibi vukuata imanda tereddüd etmezler. Zira;
âlemde bundan daha garip vukuat, ibret nazarıyla bakanlar tarafından her zaman
görülmektedir, ama herbiri başka başka surette tecelli eder. Güzden kurumuş
olan otların ilkbaharda nasıl meydana geldiği, o yeşil yaprak arasında ezhâr-ı
mülevvenenin zuhuru, Ölmüş insanın ihyasından daha ehven birşey midir? [88]
Vacip Tealâ ba'sa
delâlet eden (Üzeyr) (A.S.)'m vakasını be-yanettiği gibi (İbrahim) (A.S.)'ın
kıssasını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Zikr et ha bibim! Şol
zamanı ki, o zamanda İbrahim (A.S.) «Ya Rabbi! Mevtayı nasıl ihya edersin, bana
göster» dedi.]
[Hz. İbrahim'in şu
istirhamı üzerine rabbisi «Bu söz îman etmediğinden mi neşet etti?» deyince
İbrahim (A.S.) «'Muhakkak ben iman ettim ve mevtayı ihya edeceğini bildim ve
lâkin kalbim mutmain olarak ızürabım zail olsun için gözümle görmek isterim
dedi.] Zira; insanlarda görmediği şeye yakinen iman etmekle beraber re'y-elayn
müşahede etmek arzusu kesilmez. Binaenaleyh; İbrahim (A.S.) öldükten sonra
dirilmek nasıl olduğunu müşahede etmek istemiştir. Ve bu arzusu imana münafi
değildir.
[İbrahim (A.S.) bizzat
müşahede etmek isteyince rabbisi «Kuşlardan dört kuş al, nefsine raptet ve
onları boğazla ve parçalarını birbirine karıştır, bundan sonra onların
cüzlerinden birer parçasını etrafında bulunan her dağın üzerine koyduktan sonra
o kuşları isimleriyle çağır. Onlar kemâl-i süratle azaları tam olarak sana
gelsinler» dedi.]
[Ve şu halleri
müşahede ettikten sonra i im-i yakîn ile Allah'ın herkese galip ve ef'alinde
hikmet sahibi olduğunu bil dedi.]
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğuna nazaran Hz. İbrahim'in şu sualine sebep; derya kenarında bir
hayvan İaşesi bulunup üzerine dalga geldikçe dalga içindeki balıklar ve dalga
gittikçe kara hayvanları ve kuşların yediğini ve herbir cüzünün bir hayvan kursağına
düştüğünü görmesinden hasıl olan hayret üzerine «Ya Rab-bi! Ben bilirim sen
bunları cem' edersin, fakat ihyanın keyfiyetini bana bilmüşahede göster ki,
yakînen müşahede edeyim, kalbim müsterih olsun.» demesidir. Yahut şu sualine
sebep; Nemrud'a karşı «Benim Rabbim ihyaya ve imateye kadirdir» dediğinde
Nem-rud'un «Ben de kadirim» demesi üzerine Nemrud'un bu cahilane sözüne
mukabeleten «Benim Rabbim ervahı vermek ve kabzetmek suretiyle ihya ve imata
eder» deyince Nemrud «Gözünle gördün mü?» demişti. İbrahim (A.S.) bittabi
gözüyle görmediği için bu cihete sükût etmişse de vakt-i âharde Nemrud tarafından
yine böyle bir suale maruz kalır ve sual tekrar edilirse, bizzat gördüğünü
beyanla cevap vermesi için keyfiyet-i ihyayı bilfiil görmesini istediği Kazi ve
Ebussuud'un cümle-i beyanatındandır.
Vacip Tealâ, İbrahim
(A.S.)'m iman-ı kâmil sahibi olduğunu bildiği halde «îman etmedin mi?» sualinin
sebebi; cevap versin ve maksadını
anlatsın da herkes Hz. İbrahim'in sualden garezini bilsin ve suali lâyık
olmadık manâya hamletmesinler.
Fahr-i Razi'nin
beyanına nazaran İbrahim (A.S.)'m intihab ettiği kuşların tavus, karga, horoz
ve güvercin olduğu mervidir. Kuşların eczasını birbirine karıştırmak kolay
olduğu için Hz. İbrahim'in ihya ve imatenin keyfiyetini görmesinde Cenab-ı
Hak, kuşları ihtiyar buyurmuştur.
Beyzavi'nin beyanı
veçhile tezyinat-ı dünyaya mahabbeti azaltmak ve şehevat-ı nefsaniyeyi öldürmek
lâzım olduğuna işaret için zahiri gayet ziynetti olan tavus, şiddet-i hücum ve
te-heyyüce sebep olan kuvve-i gazabiyeyi öldürmek lâzım olduğuna işaret için
kuvve-i gazabiyesi galip olan horoz, hisset ve de-nâet-i tab'ı öldürmek lâzım
olduğuna işaret için denaet-i tab'da darbı mesel olan karga, hava ve hevesi
izalenin lüzumuna işaret için güvercin ihtiyar olunmuştur. Kuşları keserek
tüylerini yolduktan sonra herbirini dörde taksim edip her parçayı diğerleriyle
karıştırarak kuşların başlarını da yanında alakoyup dört taksimi dört dağın
başına koyduktan sonra herbirini ismiyle çağırınca o cüzler havada birbirinden
ayrılarak her kuş kendi ec-zasıyla toplanıp, taraf-ı nebevilerine uçarak
geldiği ve her hayvanın kendi başıyla birleştiği ve bu suretle Hz. İbrahim'in
davetine icabet ettikleri mervidir.
Beyzavi'nin ve
Ebussuud Efendi'nin beyanları veçhile bu vakada İbrahim (A.S.)'m fazilet ve
şerefine delâlet vardır. Zira; Al-lah-ü Tealâ Üzeyr (A.S.)'a istediğini yüz
sene sonra verdiği halde İbrahim (A.S.)'ın istediğini derhal vermiştir.
İbrahim (A.S.) Cenab-ı
Hakka ilticada hüsn-ü edebe riayet etmiş ve duasının kabulüne medar olmak
üzere duasının evvelinde «Ey benim Rabbim! Bana göster» demekle istirhamda bulunmuştur
ki, duada hüsn-ü edebe riayet olunursa duanın kabulüne sebep olacağına bir
delildir.
Bu kıssada nefsini
hayat-ı ebediyeyle ihya etmek isteyen kimsenin kuvay-ı bedeniyeyi terbiye
etmek ve isyan edeni hapsetmek ve bazılarını bazılarıyla karıştırmak suretiyle
tâdil edip şiddetini-kesretmek lâzım olduğuna işaret vardır. Çünkü; bedende
olan aza ve kuvâ, yoluyla
terbiye edilir de akıl ve şer'i dairesinde her neye davet olunursa derhal
icabet eder ve saadete sebep olur. [89]
Vacip Tealâ usul-ü
itikadiyeden tevhide ve kıyamete ve haşr-ü neşre müteallik mesaili beyanettiği
gibi furû-u a'mâle müteallik bazı ahkâmını dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Fi sebilillâh
emvalini sadaka ve infak eden kimselerin sadakalarının sıfatı şol danenin
sıfatı gibidir ki, o dane yere düşer, ondan yedi sünbüle yani başak biter ve
herbir sünbülede yüzer dane olmak itibariyle yedi yüz dane hasıl olur ve
Allah-ü Tealâ dilediği kulunun amelini kat kat, fazla fazla verir. Zira;
Allah'ın kullarına lûtf-ü ihsanı boldur. Ve hulusla sadaka edenlerin sadakalarını
ve hallerim bilir.] Binaenaleyh; kullarının sadakasından hiçbir şey velev
zerre olsun kaybolmaz ve her danesi mukabilinde ez'âf-ı muzâaf mükâfatını
verir. Çünkü Allah-ü Tealâ; kendi rızası için işlenen amele büyük ecir vereceğini
bu âyetle vaad buyuruyor. Ve vaadlerini incaza kadir ve bu misilli lûtf-ü
ilâhi maddiyatta her* zaman görülen ekin kelleleriyle temsil edilmiştir ki,
hiç kimse şüphe etmesin. Zira bu; gayr-ı kâbil-i inkâr bir hakikattir.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile bu âyette infak; cihada ve cihadın gayrı enva-ı hayrata şâmildir.
Sadakanın ihlâsa ve rızaya muvafık olduğu surette yedi yüz misline kadar
mükâfat verileceğini beyanla âyette fisebilülâh infak etmeye insanları terğib
vardır. Zira; bir daneye yedi yüze kadar mükâfat olacağını bilen bir âkil,
elbette sadakayı terketmeyi nefsine münasip görmez. Çünkü; azıcık bir amel
mukabilinde Allah-ü Tealâ'nın birçok lûtfuna nail olacağını bilince, bu gibi
lûtf-ü ilâhiden nefsini mahrum etmek istemez ve kudreti- nispetinde fezail-i
ilâhiyeden nasibedar olmak için sa'y ve bunu arzu eder. [90]
Vacip Tealâ
fisebilillâh infakın faydasını ve kat kat ecre sebep olacağını beyanettiği
gibi infakın kıymetten düşmesine sebep olacak şeyleri işlememeyi dahi tavsiye
etmek üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki,
onlar mallarını fisebilillâh infak ederler. Sonra infak ettikleri sadakalarına
men ve eza gibi şeyleri tabî kılmazlar. Onlar için Rableri indinde mahfuz
sevap vardır. Binaenaleyh; onlar üzerine korku yoktur ve onlar mahzun da
olmazlar.]
Yani, malı olan
kimseler sadaka etmelidirler. Ancak infakla-rını; infak ettikleri kimselere
saymak ve başlarına kakmak suretiyle eza etmemelidirler. Zira; halâlinden
mallarını Allah-ü Tealâ'-mn rızası için infak edip de, badehu infak ettikleri
sadakalarına men ve eza gibi şeyleri tâbi kılmayanlar için infakları bedelinde
Rableri indinde ecr-i azîm olduğu gibi hesap ve azap korkusu dahi yoktur. Ve
asla mahzun da olmazlar. Çünkü; nza-yı Bârı için infak ettikleri sadakalarının
ecrini kaçıracak ve kıymetten düşürecek bir amelde bulunmadıklarından noksansız
ecir alacaklarına binaen kederleri olmaz.
M enn ; gayre yapmış
olduğu iyiliği sana şunu vermedim mi, bunu yapmadım mı? gibi sözlerle saymak ve
başına kakmak ve yüzüne vurmaktır. Bu muamelenin sadakayı kıymetten
düşüreceğini Cenab-ı Hak bu âyette beyan buyurmuştur. Zira; bu sözler fakir
olan kimsenin ihtiyaç sebebiyle kalbini kırdığı gibi ganî olan kimsenin de
sadakasının ecrini kaçırdığı için haram olduğundan bunları yapanlar günahkâr
da olurlar. Binaenaleyh; hayır zımnında şer işlediği için Cenab-ı Hak, bu gibi
ef'alden ağniyayı men'etmiştir. Eza; in'am ettiği kimselerden şikâyet etmektir.
Meselâ «Sizden rahatsız oluyorum» ve «Siz de ticaretle meşgul olsanız daha iyi
olmaz mı?» ve «Siz utanmaz mısınız?» gibi sözlerle acıtmaktır.
Fahr-i Razi ve
Nisaburi'nin beyanları veçhile menn ve eza gü-nah-ı kebiredendir. Zira; menn ve
eza infak gibi bir büyük ibadeti sevaba istihkaktan iskat etmesi, haranı
olduğuna delâlet eder. Çünkü; o nimeti ihsan eden Vacib-ül-Vücud'un rızasına
sarfla şükrünü eda ve fukaranın gönlünü tatyip suretiyle sadakasının
kabulünü" rica etmek bir vazife-i diniyeyken bilâkis eza etmek elbette haramdır.
Şeraitine riayetle
amel edenlerin amellerinin ecri batıl olmamak korkusu olmadığından, asla
mahzun olmayacakları beyan olunmuştur. Fahr-i Razi, Kazi ve Hâzin'in
beyanlarına nazaran bu âyet (Hz. Osman) ile (Abdurrahman b. Avf) Hz. hakkında
nazil olmuştur. Çünkü; Tebük gazasında Hz. Osman'ın her takımıyla beraber bin
deve ve bin dinar ita edince ve (Abdurrahman b. Avf) Hz.'nin sekiz bin dinardan
ibaret olan servetinin asakir-i İslama sarfolunmak üzere nısfını Resulullah'a
verince âyetin nazil olduğu mervidir. (Hz. Osman) hediyesini Resulullah'a
getirince Re-sulullah «Ya Rabbi! Ben Osman'dan razıyım, sen de razı ol ve Osman
bundan sonra amelinden zarar görmesin» ve (Abdurrahman b. Avf) Hz. hakkında da
«Hanende alıkoyduğun sermayende Allah-ü Tealâ bereket halk etsin» buyurmuştur. [91]
Vacip Tealâ sadakaya
menn ve ezayı tâbi' kılmayı nehyettiği gibi, güzel söz söylemek menn ve ezaya
tâbi' olan sadakadan daha hayırlı olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.
[Sâile karşı güzel söz
söylemek ve sâilin kusurunu setretmek, eza kendine tâbi' olan sadakadan
hayırlıdır. Zira; güzel sözden
sevap me'muldür ve eza ile verilen
sadakadan ecir me'mul olmadığı gibi eza haram olduğundan eza mukabilinde azap
da vardır. Halbuki Allahü Tealâ nrenn ve eza ile fukaraya sadakanızdan ganidir
ve nıcıın ve eza ile sadaka edenlere hilmile muamele eder.]
Binaenaleyh; muahazelerini
tacil etmez, belki ezanın cezasını âhi-rete tehir eder.
Sâili mesrur edecek
tatlı söz, müminin kalbine sürür îsal ettiğinden menfaattir. Binaenaleyh güzel
söz; eza ile verilecek sadakadan hayırlıdır. Zira; eza ile sadaka menfaatle
mazarratı cem'e-derse de, menfaati mazarratına mukabil olamaz. Şu halde fukaraya
eza ile beraber verilen sadaka lisanımızda söylenen bir darbı mesele
muvafıktır ki «Ettiği hayırdan ürküttüğü kurbağa yeğdir» denir. Yani;
«menfaatten mazarratı çok oldu» demektir. [92]
Vacip Tealâ eza ile
veya ezasız verilen sadakaların hükümlerini beyan buyurduğu gibi
herbirerlerini birer misâl ile izah etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler!
Sadakanızı verdiğiniz fukaraya menn ve eza ile sadakanızın ecrini iptal
etmeyin, şol kimsenin iptali gibi ki, o kimse nâsa göstermek ve nâsın hüsn-ü
zannını celbetmek için malını infak eder. Halbuki Allah'a ve yevm-i âlı ire t
e iman etmez ki, sadakasında Allah'ın rızasını murad etmiş olsun. Şu halde
imanı olmayan kimsenin riya ile yapmış olduğu sadakası nasıl batıl olursa, eza
ve başa kakmak suretiyle yapılan sadaka dahi batıldır. Binaenaleyh; men ve eza
ile sadakanızı karıştırmayın ki iptal etme-y esiniz.]
[Riya ile sadaka eden
kimsenin sıfatı ve misâli parlak ve gayet katı mermer taşın sıfatı ve misâli
gibidir. O mermer taş üzerine ince topraklar konmuş, üzerinde toprak bulunan
mermer taşa iri daneli yağmur isabet etti ve taşın üzerinde olan tozu yıkadı ve
taşı parlak olarak terketti, taşın üzerinde birşey kalmadı. Halbuki herkes taş
üzerinde birşey var zannederken bir de görürler ki, taş üzerinde hiçbir şey
kalmamıştır.]
[Hatta kesb ettikleri
amellerinden azdan az birşeyle bile in-tifaa kadir olamazlar. Çünkü küllisi
riya sebebiyle yok olur gider.]
[Allah-ü Tealâ kâfir
olan kavmi hidayette kılmaz.] Çünkü; kâfirin küfrü hidayetine manidir.
Binaenaleyh; küfründe ısrar ettikçe hidayetten nasibedar olamaz.
Yani; ey müminler!
Verdiğiniz sadakalarınızı fukaraya eza etmek, yüzüne vurmak ve başına kakmak
sebebiyle iptal etmeyin ki, âhirete ve Allah'a iman etmeyen kimsenin riya ile
vermiş olduğu sadakasının iptali gibi olmasın. Zira menn ve eza ile verilen sadaka;
imanı olmayan müraî münafıkın sadakası gibi batıl olur. O müraînin misâli;
üzerinde toprak bulunup yağmur suyu toprağı yıkayarak katı ve parlak kalan
mermer taşın misalidir. Nasıl kj. yağmur, üzeri topraklı olan mermer taşın
tozunu yıkadı, birşey kalmadı. Kezalik münafıkın riyası da sadakasının ecrini
yıkadık aldı ve götürdü. Binaenaleyh; verdikleri sadakadan azıcık ecriyle bile
intifaa kadir olamazlar. Zira; riya ile sadaka eden münafıklar kâfirlerdir.
Allah-ü Tealâ kâfirleri doğru yola îsal etmez.
Beyzavi'nin beyanı
veçhile bu âyette riya, menn ve eza; toprağı taş üzerinden izale eden yağmur
suyuna ve sadakayı mermer taş üzerine konmuş ince toza ve riya ve eza ile
sadaka eden kimseyi mermer taşa teşbih vardır. Şu halde mermer taş üzerinden
ince tozu rahmet suyu alıp götürerek taş parlak olarak kaldığı gibi, riya, menn
ve eza da sadakanın ecrini öylece alır götürür. Ve binaenaleyh sadaka eden
kimse; hiçbir şey üzerinde bulunmayan mermer taş gibi kalır demektir. Ayetin âhirinde kâfirleri
hidayette kılmaz demek; riya, menn ve eza ile sadaka, efal-i keferedendir.
Müminlere kâfirlerin ef'alini işlemek lâyık olmaz demektir. Yani şu beyan
olunan riya, menn ve eza; sadakayı iptal ederler. Zira bunlar kâfirlerin ef'ali
ve adetleri olduğundan, sadakalarını bunlarla iptal etmek ehl-i imana
yakışmaz, demek olur.
Resûlullah'ın «Benim
ümmetim üzerine en korkulu şey; şirk-i hafîdirw buyurduğu zaman ashabı
tarafından «Şirk-i hafî nedir? Ya Resulallah?» sualine karşı «Riyadır. Yevm-i
kıyamette mürai-lere amelinizin sevabını riya ettiğiniz kimseden arayınız
denilecek» buyurduğu hadîsi, bu manâyı teyid etmektedir. [93]
Vacip Tealâ riya, menn
ve eza ile sadaka edenlerin ahvalini temsil ettiği gibi rıza-yı ilâhiyi taleb
için, sadaka edenlerin hallerini dahi temsil etmek üzere buyuruyor.
[Mallarını Allah'ın
rızasını talep ve nefsinde sevabını tasdik ederek infak eden kimselerin misâli
ve hal-i acîbi şol bahçenin sıfatı ve hal-ü şanı gibidir ki o bahçe; yüksek
bir mahalde, çok yağmur isabet etmiş, yeri yüksek, havası güzel yağmuru da bol
olunca, meyvelerini başka bahçelere nispetle iki kat verdi. Eğer çok yağmur
isabet etmese bile çiy yani azıcık rutubetle meyvesini lâyıki vech üzere verir.
İşte rıza-yı Bari için infak olunan sadakanın ecri bu misilli bahçenin meyvesi
gibi kat kat fazla olur. Ve Allah-ü Tealâ sizin amelinizi görür ve niyetinizi
bilir, ecrini ona göre verir.]
Yani; menn, eza ve
riya gibi sadakanın ecrini giderecek ahlâk-ı zemime olmadığı gibi, Allah'ın rızasının gayrı bir
garaz olmayıp ancak rıza-yı Bari için malını vücûh-u birre ve enva-ı hayrata
sarf eden kimselerin halleri yüksek bir mahalde bulunup, çok yağmur isabet eden
bahçenin hal ve sıfatı gibidir. O bahçe; yağmur çok veya az olsun herhalde
enginde bulunan ve yağmuru az olan bahçelere nispetle meyvasını kat kat fazla
verir. İşte bu bahçe gibi rıza-yı ilâhi kasdedilerek sarfolunan emvalin ecri
ziyade olur. Zira Allah-ü Tealâ amelden maksadımızı bilir ve görür.
din-i İslâm} ve
amelinin sevabım en samimi kalb tasdik ederek infak eder demektir. Yani; zekâtı
ve nafile sadakalarını sevabına iman ederek tayyib nefisle malından ayırır ve
masrafına sarf eder ve bilir ki, infak
ettiği malı elinde kalandan
hayırlıdır. tasdiken manâsına olduğu gibi nefsini sabit kılmak manâsına dahi
olur.
Beyzavi'nin beyanı
veçhile mal; insanın ruhunun yarısı olduğu cihetle malını fisebilillâh infak
eden kimse, nefsinin bazısını taat-ı ilâhiyeye sabit kıldığına işaret için 'de
ba'za delâlet eden lâfzı varid olmuştur. Zira; yalnız malını sarfet-miştir. Ama
malını ve ruhunu taate sarfeden kimse nefsinin küllisini taatte sabit
kılmıştır. Yüksek mahalde olan bahçe havayı iyi aldığından, meyvesi fazla ve
güzel olduğunu Cenab-ı Hakkın beyan buyurması; bahçe yapmak murad eden
kullarını irşad içindir ki, bahçe yapacak kimse yüksek ve havadar yere yapmalı
ki, meyvesi çok ve güzel olsun, demektir.
Hulâsa; ihlâs üzere
verilen sadakanın sevabı yağmuru bol, mevkii yüksek, ve havadar olan bahçenin
meyvesi gibi çok olacağı bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [94]
Vacip Tealâ mümin-i
muhlisin sadakasını temsil ettiği gibi münafıkm ve mürâinin sadakasını ve
amelini de temsil etmek üzere buyuruyor.
[Sizden biriniz,
kendisi için altından nehirler akan bir bahçesi olup, o bahçede her nevi meyve
mevcut olduğu ve kendisine kocalık isabet edip kesb-i ticarete iktidarı
kalmadığı gibi birtakım zayıf ve âciz çocukları da var. Bu kadar ihtiyaç
içindeyken o bahçeyi, içi ateş dolu kasırga isabet edip yakmasına mahabbet
eder mi?] İşte riya, men ve eza île işlenen amel; kasırga ile yanan meyveye
benzer. Nasıl ki, o kadar ihtiyaç içinde meyvelerine ümid ederken âfet isabet
edip eli boş kaldığı gibi ahlâk-ı zemimeyle işlenilen amelin sevabını da
ahlâk-ı zemime yakar ve yevm-i kıyametin ihtiyaçları içinde eli boş ve bîçare
kalır.
[İşte Allah-ü Tealâ
size makbul ve gayr-ı makbul amelinizi beyanettiği gibi, sizin tefekkür ve
teemmül etmeniz için ahkâmına delâlet eden âyetlerini size beyan eder.] Ki
ticaret etmek ve ekin ekmek ve harman kaldırmak mümkün olmayan günde amelinizle
intifa edesiniz.
Vacip Tealâ bahçede
her nevi meyve mevcut olduğu halde üzümle hurmanın menfaati çok olup on iki ay
bulunduğu gibi hem gıdaya hem de telezzüze elverişli olduğundan şereflerine
işaret için bu ikisini zikretmiş ve her nevi ağaçların mevcut olduğuna işaret
için de her meyvenin bulunduğunu beyan eylemiştir, insana ihtiyarlığında
ihtiyaç pek müşkül olduğundan, bahçe sahibinin hal-i şeyhuhatta olduğu ve ihtiyacın
şiddetine işaret için de zayıf birçok çocukları bulunduğu beyanolunmuştur.
Bahçenin mükemmel ve
her türlü ferahı mucip bir halde olduğu beyan olundu ki, herhalde bahçe
sahibinin ihtiyacını temin edeceği
aşikârdır. İşte bu kadar mezayayı cami' olan bahçe sahibi ihtiyaç içindeyken
bir kasırgayla yanıp bilkülliye menfaati fevtol-masına bir kimse muhabbet eder
mi ki? O bahçenin meyvesi gibi ayn-ı menfaatten ibaret olan sadaka ve sair
amelinin riya, men ve eza ile mahvolup gitmesine muhabbet etsin, elbette
muhabbet etmez. Şu halde insanın amelini mahvedecek ahlâk-ı zemimeden içtinab
etmesi lâzımdır. Çünkü; dünyada böyle bir bahçeye âfet isabet ettiğinde
sahibinin kederi tükenmez. Zira; zayi* olan mey-valarına mı acısın, yoksa,
kendisi şiddet-i ihtiyaç içinde olup hal-i şeyhuhette olduğundan ticarete de
iktidarı yok; buna mı acısın? Birtakım âciz sabilerinin nafakalarını mı
düşünsün, bu kadar zamandır sarfettiği paralara ve çektiği emeklere mi yansın?
İşte rıza-yı Bari için işlenilen ameller bu bahçe gibi olup, eza ve riya ise o
bahçeye isabet eden kasırga ve o amelin sahibi de ticaretten âciz pir~i fani
gibidir ki, âhirette kisb imkânı yoktur. Binaenaleyh; amelini zayi' eden
kimsenin kıyamette hasreti tükenmez, daima hüzn-ü keder içinde olur.
Hulâsa; âhirette
amelinden intifa etmek isteyen kimsenin dünyada amelini afetten muhafaza etmesi
lâzım olduğu ve amelini riya, men ve eza gibi afetlerle zayi eden kimsenin
kederden salim olmayacağı ve ameline riya karıştıran kimseler; her cihetle mükemmel
fakat kasırgayla harab olan bahçe sahipleri gibi olduğu, bu âyetten müstefad
olan fevaid cümlesindendir. [95]
Vacip Tealâ infakıri
aksamından faydası olanı ve olmayanı be-yanettiği gibi, infak olunan malın
halâl olması lâzım olduğunu, dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Kesb
ettiğiniz malın halâl ve tayyib olanından ve bizim size arzdan çıkardığımız
nebatat ve meyvelerden intak edin.]
[Ve infak edeceğiniz
malın habisim kasdetmeyin ve kötüsünü vermeyin. Halbuki muamelenizde o kötü
malı size verseler almazsınız, ancak gözünüzü kapar, müsamaha edersiniz,
alırsınız ve iyi bilin ki, AUah-ü Tealâ sizin in fakınızdan ganidir.] Size
infakla emri; sizin menfaatiniz içindir. Zira; Allah-ü Tealâ zatında şekûr-dur.
[Binaenaleyh; siz hamd etseniz de hamd etmeseniz de Cenab-ı Hak nıahmuddur.j
İnsanın kesbetmiş
olduğu malı nisab-ı zekâta baliğ olunca, zekât vacip olduğu gibi yerden çıkan
nebatatın kâffesinde sadaka lâzım olduğundan bu âyette emir, İmam-ı A'zam'a
göre vücub içindir. Çünkü; İmam-ı A'zam indinde yerden çıkan hadravâtm kâffesinde
öşür lâzım ve azla çoğun farkı yoktur. Çünkü; azdan az ve çoktan çok alınır.
Ayette «Malınızın tayyibinden infak edin» denilmiştir ki tayyiple murad; güzel
ve makbul olandır1. Yahut tayyip burada halâl manasınadır. Buna nazaran «Malınızın
halâ-linden ve makbulünden infak edin» demektir. Habisle murad; malın kötü ve
sevimsiz ve çirkin olanı veyahut haram olanıdır. Şu halde insan gerek nafile
ve gerek vacip olan sadakatta malının âlâsından vermesi lâzımdır. Binaenaleyh;
rençber olan kimse buğday ve sair hububatta öşür için âlâyı tercih etmelidir.
Çünkü öşür; ibadet ve cemiyet-i beşeriyeye hizmet olduğundan maksadın
ulviyetine göre o maksada vesile olan şeyin de âli olması lâzım gelir. İşte bu
esasa binaen Cenab-ı Hak habisi vermekten neh-yetmiştir. Zira malını sadaka
etmekten maksadı; Cenab-ı Hakka takarrub olduğundan malının sevgili olanıyla
takarrub etmek lâzımdır. Meselâ; padişaha hediye takdimiyle takarrub etmek
isteyen kimse, malının eşrefi ve âlâsıyla takarrub ettiği gibi Cenab-ı Hakka
takarrubda dahi malının daha âlâsını intihab etmek elbette lâzımdır.
Fahr-i Razi'nin
beyanı veçhile da
hemze-i istifham mukadderdir.
Takdiri demektir, ki istifham-ı inkârı malının kötüsünü sadaka edenleri
tekdirdir. Buna nazaran tnanâ-yı nazım: [Siz malınız m kötüsünü mü infak edersiniz?
Halbuki alacağınıza bedel veya hediye veyahut hibe suretiyle o kötü malı size
verseler siz onu almazsınız, ancak göz yum-m,ak ve müsamaha etmek suretiyle
kerhen alırsınız. Şu halde beğenmediğiniz şeyi başkasına nasıl verirseniz ve
hakkullah sahibi olan fakirlerle kendiniz beyninde bab-ı ilâhide ne gibi fark
görüyorsunuz ki; kendinizin sevmediğinizi onlara veriyorsunuz] demektir.
Allah-ü Tealâ
kullarını bu âyette malın iyisini sadaka etmeye teşvik etmiştir. Çünkü; zatının
gani olduğunu beyanla kötüyü sadaka edenleri tehdid ettiği gibi, hamîd
olduğunu beyanla iyisini sadaka etmeye terğib eylemiştir. İlmiyle âmil olmayan
ve malının iyisini sadaka etmeyen kimseleri cahil menziline tenzil için Allah'ın
ganî ve hamîd olduğunu bilmeyen müminlere bilmeleri için
emri varid olmuştur.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğuna nazaran âyet-i celile en-sardan bazı kimseler hakkında nazil
olmuştur. Çünkü; ensar ha-zaratı bağ, bahçe ve hurma sahipleri olduklarından
herkes mal nispetinde birer ikişer hurma dalı getirir, Mescidi Nebevi'nin kapısı
önüne asar, Ashab-ı suffadan karnı acıkanlar âsâlarıyla ihtiyaçları miktarı o
dallardan indirir, yerlerdi. Bazı kimseler de hurmanın kuruyup çürüyerek
yemeye salih olmayan kısımlarından getirip mescidin kapısına asınca, o misilli
malların kötüsünü sadaka edenleri nehyiçin bu âyetin nazil olduğu mervidir.
Hulâsa; gerek
ticaretle hâsıl olan malından ve gerek yerden hâsıl olan meyve ve hububatın
güzellerinden vücuhu b'irre ve fukaraya tasadduk etmek lâzım olduğu ve
malından habis olanları infak etmek caiz olmadığı ve alacağı mukabilinde
kendine verseler almayacağı veyahut alırsa da. kerhen alacağı şeyi hakkullah
sahibi olan fukaraya vermek üoğru olmadığı ve Allah-ü Tealâ'nın kullarının
tasaddukundan guı * ulup, tasaddukun faydası ancak kullara ait uiı umduğu re
kul; hamdetse de, etmese de, Cenab-ı
Hakkın zatında mahmud olduğu bu âyetten
müstefad olan fevaid cümlesindendir. [96]
Vacip Tealâ müminlere
mallarının iyisini sadaka etmelerini tavsiye ettiği gibi sadaka hususunda
Şeytan'nv vesvesesinden ihtiraz lâzım olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Şeytan,
size fakirlik vaad ve fouhulle emreder. Halbuki Allah-ü Tealâ; kendinin sizi
mağfiret edeceğini ve sadakanızdan fazlasını ihsan eyleyeceğini vaad eder.
Zira; Allah-ü Tealâ'nın ihsanı boldur ve sadaka edenlerin niyetlerini bilir.]
Yani; insanların kisb
ve ticaretlerinden ve arzdan hâsıl olan bilcümle nimetlerden fukaraya iane ve
enva-ı hayrata sarfetme-leri lâzımdır. Fakat Şeytan size «Sadaka ederseniz
malınız azalır, fakir olursunuz» diyerek fakirlik vaad eder. Ve bu gibi
vesvesele-riyle sizi birtakım hayırdan menetmek ister ve bu kadarla da iktifa
etmez. Size buhl ve sair günahlarla emreder. Binaenaleyh: sizi hayrattan
menettiğî gibi günah da işletmek ister. Halbuki Al-lah-ü Tealâ sizin sadakanız
sebebiyle size mağfiret ve sadakanız bedelinde birçok şeyler ihsan edeceğini
vaadle sizi sadakaya tergîb eder.
Şu halde isteyen;
Şeytan'ın vesvesesine aldansın, hâib ve haşir olsun ve dileyen; Allah'ın
va'adine kalbi mutmain olarak ihlâs üzere sadakasına devam etsin, dünyada ve
âhirette hüsn-ü mükâfat görsün.
Şeytan'la murad; İblis
ve a'vânı olduğu gibi ins-ü cinnin hayrata mani olmak isteyen ve insanları
şerre teşvik eden ve şerre âlet olanlarıdır. Çünkü hayra mani olan her şahıs;
Şeytan ıtla-kına sezadır.
Şeytan'ın vaadiyle murad; insanın kalbine şerre dair koymuş olduğu fesadlardtr. Fahşâ '
ile murad; buhldür. Zira; Araplar buhle fahşâ' derler ve kezâlik sair günahlara
da fahgâ' dendiğinden menhiyatın envaına şâmildir. Şeytan evvelâ fakırla tehdid
edip onu kabulle insanı hayırdan 'menettikten sonra buhlile emreder ve hatta
bir dereceye getirir ki, üzerine vacip olan zekâtı, ve sıla-i rahmi edadan
menettiği gibi, emanatı sahibine vermekten ve hukuk-u ibad olan borcunu edadan
men' ve bununla da iktifa etmeyerek, feraiz ve vacibatı ter-kettirerek fuhşiyat
işlemeye sevk eder. Çünkü; insan günah işlemeye tedricen alışır ve bir
dereceye gelir ki, hiçbir günahtan çe* kinmez ve azaptan korkmaz, kalbi kasavet
peyda eder. Şeytan'ın vaadi olan fakır mukabilinde Vacip Tealâ dünyada sadaka
bedelinde fazlasıyla ihsan ve fahşâ' mukabilinde âhirette mağfiret edeceğini
vaadeder ve Allah'ın vaadinde hulfolmadığından, fukaraya sadakanın dünyada
servete ve âhirette saadete sebep olacağına bu âyet delâlet eder. Şu halde
mümin için lâzım olan Allah'ın vaadine itimad etmek ve Şeytan'ın iğfalâtma
aldanmamaktır. Sadaka mukabilinde Cenab-ı Hakkın mağfireti pek büyük olduğuna
iki cihetle delâlet vardır: Birincisi; mağfiret lâfzı ta'zîme delâlet eden
tenvinle varid olmuştur. İkincisi; o mağfiretin Cenab-ı Haktan olduğu beyan
olunmuştur. Çünkü; mağfiretin, mağfiret edecek zatın azametiyle mütenasip
olacağında şüphe yoktur.
Bu âyetle Allah-il
Teala'nın fazlıyla murad; Fahr-i Razi'nin foeyanı veçhile dünyaca fazl-ü
ihsandır. Zira; malını infaktan esirgemeyen kimseye kulûb-u nas müteveccih
olduğundan her nereye teveccüh etse, herkes maddi muavenetle istediğini red
etmezler ve manevi hayırla dua etmekle himmet ederler. Binaenaleyh; o kimse
üzerine hayrat kapılan açılır, dünyaca memulünden mahrum olmaz ve âhirette
taraf-ı ilâhiden büyük atiyeye nail olur. Şu halde ihlâs üzere infak, dünya ve
âhirette saadete sebeptir. Çünkü; insanların bir hal üzere bulunmaları mümkün
olmayıp elbette zengin ve fakir birçok sınıfların bulunması zaruri olduğu
cihetle ekser-i ahkâm-ı şer'iye muavenet-i içtimaiye üzerine müptenidir. İşte
bu cümleden olmak üzere zenginlerin muhtaç olanlara vacip ve nafile
sadakalarını vermek suretiyle merhametlerini izhar ve muavenetlerini vacip
kılmış, bu gibi hayrata sa'yedenleri Şeytan'ın iğfal etmeye çalışacağını ve
onun iğfa-lâtına aldanmamak lâzım olduğunu dahi beyan ve tavsiye etmiştir. [97]
Vacip Tealâ Şeytan'ın
insana fakr-u faka vaadedip' buhlile emrettiğini ve zat-ı ulûhiyetinin rızası
için infak, dünyada ihsana ve âhirette saadete sebep olduğunu beyanetüği gibi.
vaad-i ilâhiyi tercih etmek ilme ve hikmete muhtaç ye ilmin de hayr-ı kesîr olduğunu
beyanetmek üzere buyuruyor.
[Allah-ü Tealâ
dilediği kimseye hikmet verir ve bir kimse ki kendine hikmet verilmiş, muhakkak
o kimseye çok hayır verilmiştir ve bunları düşünmez ve mütenassih olmaz, ancak
akıl sahipleri mütenassıh olurlar.]
Hâzin'in beyanı
veçhile hikmetle murad; Kur'ân'a ve Kur'-ân'ın ahkâmına ve halâline ve haramına
ve ihn-ü esrarına vukuftur. Buna nazaran manâ-yı nazım: [Allah-ü Tealâ
dilediği kuluna Kur'ân'ın ahkâmına ilim verir ve Kur'ân'ın ahkâmına ilim verilen
kimseye muhakkak hayr-ı kesîr verilmiştir ve bu manâyı tezekkür edemez; illâ
akıl sahipleri tezekkür ederler.] Zira aklın hükmü; dalâlden beri bir hükm-ü
sâdık olur. Amma hissü hayalin hükmü fesad ve dalâlettir. Binaenaleyh; kuvve-i
nefsaniyeye te-baiyet etmek insanı belâdan belâya müptelâ kıldığından bittabi
akla ve hikmete tebaiyet etmek istirahati mucip olur. Şu halde Şeytan'ın vadini
terketmek ve Allah'ın vaadine tebaiyet etmek ve bunlardan birinde menfaat
diğerinde mazarrat olduğunu bilmekle olacağından, kendine ilim ve hikmet
verilen kimseye elbette hayr-ı kesîr verilmiştir. Çünkü; sanat, ticaret, ziraat
ve umur-u âhiret hulâsa herşey ilimle hasıl olduğundan'ilim; her nevi saadete
sebep ve sahibi, hayr-ı kesîre naildir.
Hikmet : bilmek ve
bildiğiyle amel etmek manâsına olduğuna nazaran bilumum evamir-i üâhiyenin
ruhu; hikmet demektir. Hikmet de iki olup biri; hikmet-i nazariye ki, mesâiH
iti-kadiyedir. Diğeri; hikmet-i ameliye ki, mesail-i fer'iyedir.
Bütün emirler bu
ikiden birisiyle emir olduğundan evamir-i ilâhiye bunlara münhasırdır. Meselâ:
Vacip Tealâ Resulüne hitaben buyuruyor ki; mesâü-i itika-diyenin üss-ülesast
olan tevhidle emir olduğundan hikmet-i nazariyedir. Bundan sonra buyuruyor ki,
hikmet-i ameliyedir.
Hulâsa; dilediği
kuluna Allah-ü Tealâ'nın ilim ve hikmet verdiği ve ilim verdiği kuluna hayr-ı
kesîr vermiş olduğu ve bu gibi şeyleri ancak akıl sahipleri düşünebildiği bu
âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [98]
Vacip Tealâ infakın
mağfirete sebep olduğunu beyandan sonra infaka tergîp etmek üzere buyuruyor.
[Allah'ın rızası için
sizin infak ettiğiniz her nafaka veyahut nezredip ifa ettiğiniz her nezir
üzerine Allah-ü Tealâ mücazat eder. Zira; Allah-ü Tealâ herbirini bilir ve
hiçbir zerresi kaybolmaz. Cümlesinin cezasını verir ve günaha sarfetmek ve
ma'siyeti nezirle nefsine zulmeden zâlimlerin yardımcıları yoktur,]
Yani; insanın hayra
sarfettiğini veya hayırla nezre infakmı Allah-ü Tealâ bildiğinden hayırla
mükâfatını verir ve malını şerre sarfetmek veyahut nezrini ifa etmemek
suretiyle nefsine zulmeden zâlimlerin zulümlerinden dolayı vâki olacak azabı
defedecek yardımcıları yoktur.
Vacip Tealâ'nın nezri
ve nafakayı bildiğini beyanetmesi muti olan kimseleri itaatta devama tergip ve
âsi olanları tehdid etmektir. Çünkü; Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile Allah-ü
Tealâ'nın verilen sadakayı ve veren kimsenin niyeti hâlis olduğunu veyahut riya
ile verdiğini bilmesi niyete göre ceza vereceğini beyan olduğu gibi hulûs-u
niyetle olan sadakayı kabul edip, diğerini reddedeceğini dahi beyandır.
Binaenaleyh; muti' olanın sevap ümid ettiği gibi âsi olanın da azaba muntazır
olması lâzımdır.
Nezir; insanın üzerine
cânib-i ilâhiden vacip olmayan bir şeyi kendi üzerine vacip kılmasıdır.
Binaenaleyh; nezrettiği şeyi günah olmadığı surette, yerine getirmesi lâzımdır.
Bu âyette zâlimlerle murad; sadakalarını mahallinin gaynya sarfe-denler veyahut
infak etmeyip bukleden veyahut infakıyla riya kasd ve nezrini eda
etmeyenlerdir. Çünkü; nezri yerine getirmemek yalancılık ve nefsine zulümdür.
Bu âyette «Zalimlere
yardımcı olmadığını» beyanetmek şefaatinin olmamasına delâlet etmez. Zira
şefaat; hâs ve yardım âm olduğundan âm'ı nefiyden hâsı nefiy lâzım gelmez ve
nusrete adem-i istihkakın sebebi; zulüm olduğuna işaret için zâlim lâfzı
sarahaten zikrolunmuştur. Çünkü zâlime yardım olmadığını beyanetmek; yardımın
olmamasına sebebin mehaz-i iştikak olan zulüm olduğunu beyandır. Fukaraya
hakkını vermeyen kimse, fukaranın hakkım ketmettiği cihetle gayra
zulmettiğinden gayr tarafından yardım göremez. Çünkü; Cenab-ı Hakkın insana
vermiş olduğu malda zekât ve fitre gibi muayyen olarak fukaranın hakkı
ayrılmıştır. Binaenaleyh; bu kısmı vermemekte iki cihetle zulüm vardır:
Birincisi; vacibi terkle nefsine zulüm, ikincisi; fukaranın hakkını
vermediğinden fukaraya zulümdür. Amma gayr-ı muayyen olarak fukaranın hakkı
taalluk eden nafile sadaka gerçi vacip değilse de Allah'ın verdiği nimetin bir
miktarıyla muhtaç olanlara muavenet ve mürüvvet; ebna-yı cinsine muavenet
olduğundan muhtaç olanları bu gibi muavenetten mahrum ettiği cihetle kendisi
de yardımdan mahrum olur. [99]
Vacip Tealâ sadakanın
edaya mukarin olmasını ve malın ha-lâlinden verilmesini beyanettiği gibi aleni
veya hafi surette verilmesi dahi caiz olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.
[Eğer sadakalarınızı
izhar ederseniz ne güzel sadakadır izhar olunan sadaka ve eğer sadakalarınızı
gizler ve gizli olarak fukaraya verirseniz sizin için gizlemek daha
hayırlıdır. Ve Allah-ü Te-alâ sadakanız sebebiyle bazı günahınızı kefaret eder.
Zira; Allah-ü Tealâ gizli ve aşikâr amelinizin cümlesini bilir.] Binaenaleyh;
amelinizin makbul olan kısımlarını günahınıza kefaret kılar.
Sadakayı gizli vermek;
riyadan hâli ve fukaraya ezadan berî olduğu için gizli verilmesi hayırlıdır.
Çünkü; alenî vermekte fukaranın fakrini izhar olduğu gibi, fakire âr ve
utanmak lâhik olur.. "Ve fakiri zelil addetmek ve taaffüf suretinden
çıkarmak da vardır. Binaenaleyh; bu gibi şeylere sebep olmamak için gizli
vermek ef-daldir.
Amma sadakayı veren
kimse servet ve hüsn-ü t^al cihetinden herkesin iktida edeceği bir kimse
olursa, o kimse de herkes görsün ve kendine iktida etsin gibi bir maksad-ı
sahihe binaen sadakasını alenî olarak verirse zararı yoktur ve belki farz olan
sadakasını — töhmetten kurtulmak için.— alenî vermek evlâdır. Zira; zekâtım
verdiğini görmediklerinde feraizini eda etmiyor diyerek nâsın ta'nına ve sû-i
zannına hedef olacağından bu sû-i zannı kaldırmak ve herkesi gıybetten
kurtarmak için farz olan sadakati alenî olarak vermek efdal olduğu Fabr-i
Razi'nin cümle-i beyanatındandır.
Sadaka; günahların
bazısına kefaret olup cümlesine kefaret olamadığına ve abdin her zaman
günahının azabından endişe üzere olması lâzım olduğuna işaret için günahın
bazısının kefaret olmasına delâlet eden lâfzı va'rid olmuştur.
Bu âyetin sebeb-i
nüzulü; huzur-u Risalette bulunan eshabm sadakayı gizli yermek mi veyahut alenî
vermek mi? efdal olduğunu sual etmeleridir. Şu halde âyetin hulâsası; sadakayı
gizli vermek hayırlı ve efdal ise de alenî vermek de caiz ve bazı günahlara
sadakanın kefaret olduğu ve Aîlah-ü Tealâ'nm insanların her amellerinden
haberdar bulunduğu bu âyetten müstefad olan fe-vaid cümlesindendir. [100]
Vacip Tealâ sadakanın
gizli ve aşikâr verilmesi caiz olduğunu beyanettiği gibi sadakanın kimlere
verilmesi lâzım olduğunu dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Habibim! Kâfirlerin
hidayetleri senin üzerine vacip olmadı. Belki senin üzerine vacip olan; tarîk-i
hakka delâlet ve ir şad etmektir, kabul edip etmemek onlara aittir. Ve lâkin
Allah-ü Tealâ dilediği kulunu hidayette kılar.]
[Hayırdan ne infak
ederseniz nefsiniz içindir. Zira; menfaati size aittir.]
[Halbuki, infak etmez
ancak Allah'ın rızasını talep için infak ederseniz şu halde infak ettiğiniz kim
olursa olsun itibar maksa-dimzadir.]
[Ve hayırdan infak
ettiğiniz şeyin ecri size zulmolmaksızın bol bol verilir. Amelinizle müstehak
olduğunuz sevaptan noksan olmakla zulmolunmazsımz.]
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile kâfirleri iktidaya icbaretmek Resûlüllah üzerine vacip olmadığına âyet
delâlet eder. Binaenaleyh; ihtida
etmeyenlerden sadakayı menetmek lâzım olmadığından, kâfire sadaka vermek
caizdir. Zira; nafile sadaka için muayyen bir masraf beyan olunmadığından
sadakayı verecek kimse muhayyerdir. Şu halde kâfire dahi vermesinde beis
yoktur. Şu kadar ki kâfire zekât vermek caiz olmadığından bu âyet nafile
sadaka hakkındadır. Allah'ın rızasını talep için kâfir olan akrabaya sadaka;
sıla-i rahim olduğundan kâfire sadaka sevaptan hâli olmayacağına âyet delâlet
eder. Sebeb-i nüzulü de bu manâyı teyid etmektedir. Çünkü; Ensardan bazılarının
Yahudilerle karabetleri olduğu halde «İslâm olmadıkça biz size birşey
vermeyiz» demeleri üzerine âyetin nazil olduğu mervidir. Yahut Ebubekir'in
kerîmesi (Esma)'-nın validesinin annesi müşrike olduğu halde (Esma)'dan bir miktar
nafaka istemesi üzerine (Esme) (R.A.) «Ben Resulullah'tan istizan etmedikçe
birşey vermem» deyip Resulullah'tan istizanı üzerine âyetin nazil olduğu
mervidir. Şu rivayetin cümlesi fakirin küfrü, ağniyanm o fakire sadakasına mani
olmadığına delâlet eder. Âyette hitap; zahirde Resulullah'a ise de hakikatte
üm-metinedir. Zira; âyetin âhirinde hitap umuma varid olmuştur. Şu halde
manâ-yı nazım: [Sana muhalefet edenlerin ihtidası sana vacip olmadı ki,
onlardan sadakayı men'le imana icbar edesin. Binaenaleyh; liveçhillâh infak
onların imanlarına mevkuf olmadığından velevse müşrik olsunlar onlara sadaka
vermeniz caizdir ki, onların küfrü
sadakanızın sevabına mani değildir.]
Hulâsa kâfirlerin
hidayetleri bilasâle Resulullah'a ve bittabi ümmetine vacip olmadığı ve Allah-ü
Tealâ'nın dilediği kulunu hidayette kılacağı ve insanların hayır olarak
infaklarmın menfaati kendilerine ait olduğu ve infak ancak liveçhillâh olmak
lâzım gelip liveçhillâh sadaka ise velev kâfire verilsin, sevaptan hâli olmayacağı
ve herkes infakınm ecrini bol bol alacağı ve amellerinin ecri noksan olmakla zulüm
olunmayacakları bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [101]
Vacip Tealâ sadakaya
tergîb ettiği gibi sadakayı sarfa elyak olanları beyanetmek üzere buyuruyor.
[Sadakanızı şol
fukaraya verin ki, onlar fisebilillâh cihad için hapsolundular. Zira; cihadla
meşgul olduklarından ticaret için yeryüzünde müsaferete kadir olmazlar. Onlar
kemâlile kanaat sahibi olduklarından izhar ettikleri taaffüfe binaen hallerini
bilmeyen cahil onları ağniya zanneder.]
[Sen onların fakr-i
hallerini simalarından yani yüzlerinden bilirsin.]
[Zira; onlar ısrar
üzere nastan birşey istemezler.]
[Hayır olarak ne infak
ederseniz onun sevabını görürsünüz. Zira; Allah-ü Tealâ onu bilir. Çünkü
ilminden birşey hariç olmaz.]
Yani; bundan evvelki
âyetlerde tafsîlen beyan olunan sadakanın efdali fisebilillâh haps-i nefsetmiş
olan fukaraya verilendir. Zira; ibadet ve â'dâ-yı dinle mücahede ve tahsil-i
ilm için haps-i nefsettiklerinden ticaret ve kesb-i maişet için yeryüzünde
seyr-ü sefere kadir olamazlar ve ihtiyaçlarını def için nâsa arz-ı ihtiyaç
etmediklerinden onların hallerini bilmeyen cahiller onları ağniya zannederler
ve onlar kemâl-i kanaatle iffetlerini muhafaza edip ısrar üzere nâstan birşey
istemediklerinden onların birinci görüşte fakir oldukları bilinmez. Fakat
erbab-ı iîmü irfan onların ihtiyaçlarını simalarından bilirler. Şu halde onlara
hayrolarak her ne infak ederseniz hüsn-ü mükâfat görürsünüz. Zira Allah-ü
Tea-lâ hayrınızın her zerresini bilir ve ona göre sevap verir.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile hasr ; haps-i nefsetmek-tir. Hastalık, kocalık, düşmanla mücahede,
tahsil-i ilim ve talim-i Kur'ân gibi müsaferetine ve ticaretine mani olacak
birşeyin vücuduyla, olduğu mahalde bağlanıp kalan kimseye mahsur denir. Bu
âyetten nıaksad da bunlar gibi erbab-ı ihtiyaç olduğunu âyetin sebeb-i nüzulü
teyid etmektedir. Çünkü; âyet muhacirin-i eshap-tan dört yüzden ziyade olan
ashab-ı suffa hakkında nazil olmuştur ki, onların Medine'de arazi, emlâk hatta
meskenleri bile olmadığından talim-i Kur'ân ve sair ahkâm-ı dini tahsil için
Mescid-i Resulullah'ın sofasında bulunurlar ve Resulullah'la da gazaya giderlerdi.
Şu halde bunlar min cihetin tahsil-i ilmiçin hazırlanmış talebe ve min cihetin
düşmanla mücahede için müheyya askerlerdi. İşte her iki cihetle din uğrunda
haps-i nefsetmiş olduklarından, sadakanın bunlara sarfı efdal olduğunu Cenab-ı
Hak bu âyette beyan buyurmuştur.
İlâ yt vmina hazâ bu
meslekte bulunan asakir-ı îslâmiyeyi beslemek millet-i İslâmiye üzerine
vaciptir. Çünkü; askerin yiyeceği ve giyeceği verilmezse muharebe için-.haps-i
nefsctmek mümkün olamaz ve askersiz hükümet de payidar olamadığından dini, vatanı,
muhadderatı ve sair mukaddesatı muhafaza için miktarı kâfi asker beslemek vacip
olduğu gibi ahkâm-ı dini tahsil ve muhafaza edecek ulema ve talebe beslemek dahi
vaciptir. Çünkü; esas-ı dini muhafaza etmedikçe milletin mevcudiyetini muhafaza
edemeyeceği erbab-ı insaf indinde malumdur. Binaenaleyh; millet-i İslâmi-yenin
muhafaza-i din için ulemaya ve muhafaza-i din ve memleket için askere
ihtiyaçları aşikârdır. Fakat mürur-u zamanla eshab-ı soffa gibi kendiliğinden
mücahede için haps-i nefsetmiş olanlar nar dir olup onların vücutları satvet-i
îslâmiyeyi muhafazaya kâfi olamadığı cihetle, her zamanda teşekkül eden
hükümetler, zamanına göre asker cem'etmek için usul ve kavanin vaz'ma ve
miktarı kâfi asker cem'i ve iaşe esbabına tevessül etmek mecburiyeti hasıl olduğundan
her vakit gûnagûn asker usulleri teessüf etmiş ve ahalinin kendi
ihtiyarlarıyla asakiri beslemek imkânı
olmadığından hükümet için
varidatından, askerin iaşe ve ilbasıyla mühimmat-ı harbiye imali ve mubayaası
için bir miktarını ifrazla bütçelerinde bu hususa dair bir fasl-ı mahsus
teşkili zaruri olmuştur. İşte âyet-i celile; mücahede ve tahsil-i ilmiçin
haps-i nefsedenlere verilen nafakanın efdal olduğunu beyanla bu hususlara
işaret etmiştir.
'deki sima ile murad;
ihtiyaçlarına delâlet eden alâmettir ki ekseriya yüzün sararması gibi yüzde
görülür. Taaffüfle murad; nasa ihtiyaç göstermemek, ilhaf ; ısrar ve ihramdır
ki istediği şeyi verinceye kadar yakasını bırakmamaktır.
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğuna nazaran bu âyetteki mahsur; muharebede yaralanarak çolak,
topal ve kör gibi alîl-ül vücut kalanlara da şâmildir. Binaenaleyh; muharebede
yaralanarak alîl kalanlara ihsan, sairlerine ihsandan efdal olduğuna âyet
delâlet eder. Şu halde hastahanelere verilen yataklar ve hastalara olan
mürüvvetler ve Hilâl-i Ahmer Cemiyetlerinin niyet-i hâliseleri ayn-ı sevap ve
ibadet olduğunda şüphe yoktur, Zira; hulûs-u niyetle askere ve bilhassa
yaralılara ve hastalara muavenet için sa'yet-mekten daha ziyade bir ibadet ve
meziyet olamaz.
Sâilin ısrar üzere
suali mezmum olduğunu beyan için Cenab-ı Hak bu âyette memduh olan, fukaranın
ısrar üzere sual etmediklerini beyan buyurmuştur.
Hulâsa; fisebilillâh
mücahede ve tahsil-i ilim zımnında haps-i nefs edip kesb-i ticaret için
yeryüzünde seyr-ü sefere kadir olamayan ve iffetlerini tamamiyle muhafaza
ettiklerinden onları bilmeyenler ağnîya zannedercesine kanaat-i tamme sahibi
olanlar ve nâstan ısrar ederek birşey istemeyen fukaraya infak efdal olduğu ve
bu misilli fukaraya hayrolarak, her ne verilse Allah-ü Tealâ'-nırr bildiği ve
her cüzüne sevap vereceği, bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [102]
Vacip Tealâ kimlere
infakın efdal olduğunu beyanettiği gibi infakın zamanını dahi beyanetmek üzere
buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlar
mallarını gecede ve gündüzde gizli ve aşikâr infak ederler. Onlar için Rableri
indinde mahfuz ecirleri vardır ve onlar üzerine amellerinin zıyaı korkusu
olmadığı gibi mahzun da olmazlar.]
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile gecenin, gündüz ve sırrın alâ-niye üzerine takdimi sadakanın gizli
verilmesinin efdal olduğuna delâlet ettiği gibi umum evkat ve ahvalde muhtaç
olan bir kimseyi görünce ihtiyacını defe sa'y edenlerin cümlesine şâmildir.
Çünkü gece ve gündüz; evkatın cümlesini camidir. Şu halde sadaka için verilmesi
mecburi olan bir vakt-i muayyen yoktur, her zaman verilir. Âyetin sebeb-i
nüzulü de bunu teyid etmektedir. Çünkü; Hz. Ali'nin mâlik olduğu dört dirhemden
birini gece, diğerini gündüz öbürünü gizli ve diğer birini aşikâr olarak
vermesi üzerine veyahut Ebu Bekir Hz.'nin kırk bin dinarının on binini gece, on
binini gündüz, on binini gizli, on binini aşikâr sadaka etmesi üzerine, bu âyetin
nazil olduğu mervidir. [103]
Vacip Tealâ zahirde
malı tenkis ve hakikatte tezyid eden sadakanın ahvalini beyanettiği gibi,
zahirde malı tezyid ve hakikatte tenkis eden ribanm ahkâmını dahi beyanetmek
üzere buyuruyor.
[Şol kimseler ki onlar
ribâ yerler. Yevm-i kıyamette kabirden kalktıklarında onlar kalkmazlar, illâ
şol kimsenin kıyamı gibi kalkarlar İd, o kimseyi Şeytan mes etmiş sar'alıdır.]
Yani; ribâ alan ve yiyen kimse kabirden kalktığında Şeytan dokunmuş sar'alı
olan kimsenin düştüğü yerden mütehayyir
ve muztarip bir halde kalktığı gibi kalkar.
Riba ; bedelsiz gayrın
malını yani verdiği maldan ziyade gayrın malını almaktır. Meselâ: Yüz kuruş
bedelinde yüz beş kuruş almaktır. Yani yüz kuruş alacağına mukabil yüz kuruş
alması icab ederken, yüz beş kuruş almakla işte bu beş kuruş ivazsız alındığı
için ribadır. Maldan maksat yemek olduğu için ribayı ekil zikrolunmuştur. Yoksa
maksat; riba ile intifadır. Amma ister yesin ister giysin, isterse ebniye
yaptırsın her ne suretle olursa olsun riba ile intifa haramdır.
Riba; gayrın malını
meccanen almaktan ibaret olup kazanmakta güçlük olmadığından para sahipleri,
âlemin kıvamını ve imarını temin eden ticaretten sarf-ı nazarla ribaya
dökülmekle insanları atalete ve ticareti kesada sevkettiğinden haram kılınmıştır.
Ribayı yiyenlerin midelerinde riba teraküm ettiğinden yevrn-i kıyamette
karınlarını kolaylıkla alıp kalkamayacakları ve Şeytan'-ın temasına uğramış
mecnun ve masru' kimse gibi mütehayyir olarak kalkabilecekleri
beyanolunmuştur.
Bu âyette Şeytan'ın
messiyle mecnun olmak ve Şeytan'ın insanı zaptetmesiyle sar'aya tutulmak
demek; ribânın vereceği sersemliği anlatmaktır. Zira kabl-el İslâm Araplar;
cinnet, cinnin temasından sar'a da Şeytan'ın haptından ibaret olduğunu itikad
ederlerdi. Bugün bile sar'anın neden ibaret olduğu etibbaca tama-miyle takarrür
etmemiştir. Çünkü; devasını bulamadılar ve cinnet de böyledir. [104]
Vacip Tealâ ribayı
ekledenlerin kabirlerinden sar'alı adamlar gibi kalkacaklarının sebebini
beyanetmek üzere :
[Riba ile intifa eden
kimselere şu beyanolunan azabın sebebi: Onların, bey'i ribaya ve ribayı bey'e
kıyasla halâl addetmeleri ve «BeyJ; ribâ gibidir» demeleridir. Halbuki Allahü
Tealâ bey'i halâl, ribayı haram kıldı.] Şu halde riba; bey'a kıyas
olunamaz. Zira;
bey'a taraf-ı ilâhiden ruhsat verilmekle
halâl oldu ve ribâ nehyo-lunmakla haram kılındı. Binaenaleyh; birisi Öbürüne
müsavi olamaz.
Zaman-ı cahiliyede
ribâ pek ileri gitmiş olmakla zengin olanlar fakir olanları ribâ ile daima
soyduklarından, mürüvvet de tamamen ortadan kalkmıştı. Şeriat-i İslâmiye şu
batıl muameleyi bu âyetle tamamen men'etmiştir. Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile
ritfa-nın hürmetine sebep; üçtür: Birincisi; bedelsiz gayrın malım almaktır.
Zira mal; insanın hayatına hadim ve ihtiyacını dâfi' oldvr ğundan muhteremdir.
Binaenaleyh; zıya'dan mahfuz olması lâzımken bedelsiz almak onun hürmetini
kaldırmak ve zayi' etmek olduğu cihetle bedelsiz almak tahrîm edilmiştir.
Sahibinin rızasıyla vermesi bile bu hürmeti izale edemez. Çünkü; ihtiyacına
binaen kendinde tahassüs eden mecburiyet onun rıza göstermesine sebep olmuştur.
Yoksa o, yüz kuruşu almaya mecbur olmasa bedelsiz verdiği beş kuruşu değil,
beş parasını bile vermezdi. İkincisi; halkın menfaatine hadim olan ticarete
kesat vermesi ve insan için mem-duh olan sa'y-ü ameli iptal etmesidir. Çünkü; para
sahipleri bilâ bedel kolayca gayrın malını almaya alışınca külfetle husule
gelen ticaret, harâset ve sınâat gibi muamelâta taalluk eden şeylere meyletmez.
Zira; onları meşakkatli görür. Ribâya müptelâ olan servet sahiplerinde bu hal
her zaman müşahede olunmaktadır. Ticarette nema fazla ve yümn-ü bereket ziyade
olup ribâya alışan kimse bu gibi fezailden de mahrumdur. Üçüncüsü; n'as
beyninde maruf ve müstahsen olan karz-ı hasenin bilâ ivaz Ödünç para alıp
vermek suretiyle vaki olan teâvünün inkıtaına sebep olmasıdır.
Ribâ câri olan
şeylerin buğday, arpa, gümüş, altın, hurma ve tuz olduğu hadîs-i şerifte
zikrolunmuşsa da, hanefiye indinde ribâ-nın hürmetine illet; miktardır. Miktar
dahi ölçmek ve tartmakla hâsıl olduğundan, ölçülen ve tartılan herşeyde ribâ
câri fakat alınan ve verilen malın ikisi bir cinsten olması lâzımdır.
Binaenaleyh: buğdayı buğdaya değiştiğinde müsavi olması lâzımdır ve ziyadesi
haramdır. Amma buğdayı arpaya değiştiğinde ziyadesi halâldir. Çünkü; cinsi
başkadır. Binaenaleyh; beş Ölçek buğdaya altı ölçek arpa almak caizdir. [105]
Vacip Tealâ ribânin
haram olduğunu beyanettiği gibi ribânm hürmetine dair nazil olan âyetle amel
edenlerle amel etmeyenlerin hallerini beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ribâ haram olunca bir
kimseye Rabbisiııden ribânın haram olduğuna dair mev'iza yani vaazı mutazammuı
âyet geldiğinde ri-badan vazgeçer ve ribâya nihayet verirse, o âyet gelmezden
evvel ribâdan almış olduğu şey onun malıdır, geri vermez ve o kimsenin emri
Allah-ü Tealâ'ya müfevvazdır. Binaenaleyh; ribâdan vazgeçip emre itaat
ettiğine mukabil Allah-ü Tealâ ona ecir verir ve eğer hürmetine dair âyet
geldiğinde ribâya tekrar avdet ederse, işte o avdet edenler ebedi Cehennemide
kaldıkları halde Cehennem'in yaranları ve sahipleridir.] Zira; ribâyı halâl addettiklerinden
ebeden Cehennem'de kalmaya müstehak olmuşlardır. Yani; ribânm hürmetine dair
vaaza şâmil âyet geldiğinde ribâdan vazgeçer emre itaat ederse, âyet gelmezden
evvel ribâdan yapmış olduğu intifa onun malıdır ve onu reddetmediği gibi mesul
de olmaz. O kimsenin bu hususta emri Cenab-ı Hakka müfevvazdır. Eğer âyeti
dinlemez de ribâya tekrar avdet ederse işte avdet edenler Cehennem'e
sahiplerdir, ebeden Cehennem'den çıkmazlar.
Ebusşuud Efendi'nin
beyanı veçhile mev'izeyle murad; ribânın hürmetine dair nazil olan âyetlerdir.
Ribânm nehyinde ehl-i imanı terbiye-i ilâhiye olduğuna işaret için esma-i hüsna
içinde Rab ism-i şerifi varid olmuştur. Çünkü; rubûbiyeti müş'ir olan Rab
isminin gelmesi; ribâyı nehyeden âyetin kulları terbiye için geldiğini beyandır.
Ribânm hürmetine dair âyet gelince der^ hal itaat eder, ribâdan vazgeçerse
ondan evvel ribâdan yediği şeyden mes'ûl olmadığı ve elinde bulunan şey de
onun malı olacağı beyan olunduğu gibi, o kimsenin hal-ü şanı Allah-ü Tealâ'ya
mü-fevvaz olduğu dahi beyanolunmuştur. Eğer mev'izeyi hüsn-ü niyetle ve
maalmemnuniye kabul ederek ribâyı terketmişse, Al-lah-ü Tealâ onu niyetine göre
hüsn-ü ceza ile mücazat eder ve onun hakkında hüküm; Allah-ü Tealâ'ya
mahsustur. Ribânın hürmetine dair âyet geldikten sonra eski itikadında durur
ve ribâyı almaya avdet ederse, onun cezası Cehennemdir. Evvelki âyette ribâyı
ekleden kimsenin kabrinden sar'alı gibi kalkacağı beyano-lunmuştu ki, ribânın
şiddetle haram olduğuna işaret edilmiştir. Çünkü Fahr-i Razi'nin beyanı veçhile
sar'a ; Şeytan'ın eziyetli vesvesesinden sar'alı kimsede Allah-ü Tealâ'nm
halketmiş olduğu hayret ve ıztıraptan ibarettir. Zira; ıssız yerlerden korkan
kimseye halecan gelerek yere düşüp bayıldığı gibi, Şeytanın müthiş ve korkunç
vesvesesinin; sevdası galip, tab'ı zayıf, mizacında noksan ve dimağında halel
olan kimselerde ziyadece tesirle hâsıl olan bir nevi hastalıktır. İşte dünyada
ribâyı yiyen kimsenin âhi-rette sar'alı gibi kabrinden kalkıp kıyamette ehl-i
mahşer indinde rezil ve rüsva olacağını ve herkes bu alâmetle âkil-i ribâ
olduğunu bileceğini beyanla Cenab-ı Hak kullarını ribâdan şiddetle
neh-yetmiştir. Evvelce de beyan olunduğu veçhile bu âyetle ribânın hürmetinde
olan şiddetini beyan için nazil olup, yoksa sar'anm hakikati Şeytan'ın temasından
olduğunu beyan için sevk olunmamıştır. Ancak ribâyı ekleden kimseye lâhık
olacak perişanlığı tasvir için varid olmuştur. [106]
Vacip Tealâ ribâdan
şiddetle men'ettiği gibi sadakayla ribânın beyinlerinde olan farkı beyanetmek
üzere buyuruyor.
[Allah-ü Tealâ ribâyı
noksan ve sadakaları ziyade eder ve şiddetle münkir-i nimet olan her günahkâra
mahabbet etmez.]
Yani; Allah-ü Tealâ,
ribâ giren malın bereketini giderir ve akıbet o malı mahveder ve sadaka verilen
malı tezyid eder ve âhi-rette ecrini az'âf-ı muzâaf verir. Binaenaleyh; sahibi
hakkında o mal mübarek olur ve
haram olan ribâya ısrarla hakkı setreden her günahkâr kâfiri Allah-ü Tealâ
sevmez.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile ribâ; zahirde malı ziyade eder gibi görünürse de, hakikatte malın
noksanına sebep olduğuna ve sadaka zahirde malı noksan eder gibi görünürse de,
hakikatte malı ziyadelendirdiğine ve manâda bereket olduğuna ve muteber olan
hakikat olup zâhir-i hal olmadığına bu âyet delâlet eder.
'daki; tedriç
tarikiyle birşeyin noksan olu)) bereketi kaçmaktır. Ribânın dünyada noksan
etmesi ribâ karışan mala olduğu gibi ribâyı alan kimsenin haysiyetine dahi
noksan arız olur. Zira; ribâya musir olan kimsenin her ne kadar malı çok olsa
da akıbeti fakra ve malının bereketi zevale maruz olduğu gibi o kimse nas
beyninde mezmum ve adaleti sakıt ve emaneti zail ve nâs arasında fasık
unvanıyla ma'ruf ve kasvet-i kalp ve gıl-zat-ı tabiat sahibi olur. Binaenaleyh;
nâs indinde haysiyet ve hürmetinin zevaline sebep olur. Ribâmn âhirette noksan
iras etmesi; ribâdan aldığı malla sadakası, sıla-i rahmi ve hacc-ı sahih olmadığı
gibi azaptan başka malının bir faydasını görmez.
Amma sadakanın dünyada
ziyade iras etmesi; sadaka eden kimsenin Allah'ın fakir kullarına iane etmesi
üzerine Allah'ın ona ianesine sebep olmasıdır. Zira; «Hergün bir meleğin
duasıyle nida ettiğini» Resul-ü Ekrem
beyan buyurmuştur. Yani «Ya Rabbi her infak eden kimseye infakının halefini
müyesser et ve her imsak edip malını infak etmekten esirgeyen kimseye,
imsakinin bedelinde telef müyesser kıl» demektir. Sadaka; zikr-i cemile ve
güzel methe sebep olduğundan kulub-u nâs sadaka eden kimseye müteveccih olup
nefsinde haysiyet ve malında bereket hâsıl olduğu gibi, fukaranın duası
sebebiyle birtakım afattan mahfuz olduğu cihetle malının neması çoğalır.
Âhirette ecri çok
olduğuna delil ise; yukarıda bir taneye yedi yüze kadar sevap verileceğine dair
beyanolunan âyet-i celile, âhirette sadakanın faydasını beyanda kâfidir.
İşte ribânın
hürmetini; Cenab-ı Hak sarih ve kafi bir surette beyan ve ribâyı şiddetle
menettiği halde '(Avrupa'da bu usul caridir, buna ihtiyaç vardır, bizim de
kabul etmemiz lâzımdır» gibi ribânın
hürmetine itiraz ve ribâya müteallik âyetleri te'vil, ile tahrif arzu edenler
ve bununla diyanet-i İslâmiyeyi Avrupa âlemine beğendirmek isteyenler vardır.
Evet! Bugün bankalarla muamele şayi' olduğundan ribâya ihtiyaç görülse de, bu
gibi muamelât şayi olmazdan evvelki zamana ircâ-ı nazar edilerek insafla
muhakeme olunursa herkes sermayesi kadar iş tutup borç altına girilmediği ve o zamanlar
hesaplı iş tutulduğu için iflâs eden herhalde bu zamandan daha az olduğu gibi
beyn-el İslâm uhuvvet, mürüvvet ve muamelenin daha salim bir şekilde cereyan
ettiği görülür. Bununla beraber o zamanlarda kazanılan servetin birkaç batın
devam ettiği ve bu zamanda iki batın bile devam edemediği görülmektedir. Ribâ
ile para alarak birçok işin içerisine giren kimse; bidayette çok iş görüyorum
zannıyla memnun olursa da, hesap zamanı bütün kazancını faize verdiği ve o
kadar emeklerine karşı kendine hemen hemen bir ekmek parası kadar cüzi birşey
kaldığı vukuat ile sabittir. Fakat işin başlangıcında kurduğu büyük dolap hasebiyle
mağazada zahirde keyp bitirecek mal çok görülür. Halbuki sermayesi bankanın,
kazancı da bankanın olup çalışanların eli boştur. Amma Hıristiyanlar kendi
itikadlarmca ribâyı caiz görürler-miş. Bizim de onlara kıyas ile kabul etmemiz
ve onlara iktida eylememiz lâzım gelmez. Onlar kiliseye gidiyor diyerek
müslüman-ların da kiliseye gitmeleri lâzım gelmez ya. Kemâl-i ehemmiyetle
nazar-ı tetkikten geçirilirse, İslâmiyette ribâ üzere müesses olan şeyler hep
akım kalmış ve kalmaktadır ve milyonlar istikraz edenlerin de neticede
mahvolduğunu şu içinde bulunduğumuz zaman bize göstermiş olmakla misal zikrine
hacet yoktur. Fransayla Rusya'nın hâli herkesçe malûmdur. Ribâya musir olan
eşhasın, sermayeleri, ânî afetlere uğrayıp fakir düştükleri binlerce görülmektedir.
Türkiye Devletinin Avrupa'dan istikraz etmediği zamanla istikraza başladığı
zaman mukayese edilirse, devletçe istikrazın mazarrattan başka birşey temin
etmediği sabit olur. Çünkü; alınan para az zaman içinde zayi' olup halbuki
millet varidatının bir kısnı-ı mühimmini faize vermekle milyonlarca borç
altında inlediği ve Avrupa'nın boyunduruğundan kurtulamadığı acı bir hakikattir
ki, inkâra kim cesaret edebilir? Bunun sebebi; faiz değil midir? Paramıza göre
bütçemizi tanzim etseydik kazancımız yanımızda kalırdı. Ve bittabi bundan daha
rahat yaşardık. Velhasıl Allah'ın emri hilâfında hareket; gerek efrad ve gerek
cemiyet-i beşeriye hakkında meşakkat ve felâketten başka bir fayda getirmez.
Amma faizle muamele yapmasın da herkes eli bağlı dursun mu? Hayır! Eli bağlı
durmasın. Kendinin az parasıyla muamele yaparak malını tezyide çalışsın,
kazandığı kendinin olsun ve bankaya hizmetkâr olmasın. Sarfiyatını varidatına
uydurarak kendinin birini, iki yapmanın çaresini düşünsün. Yoksa bankadan para
alıp kazanacağım zannıyla bankanın birini, iki yapmaya çalışmasın. Zira;
bankalar kazancını aldıktan başka birçok kimselerin babadan, dededen kalma
malını da netice-i istikrazda bey'i bilvefa veya rehin suretiyle zaptettikleri
ve ikraz.ile ma'nen memlekete hâkim olan bankaların maddeten de hakimiyete
doğru gittiğini kim inkâr eder? îgte bu fenalıkların hepsine sebep; Allah'ın
neh-yettiği faizciliktir. Şu halde bu gibi hakikatleri görüp de zahirde görülen
bazı faideyi nazar-i îtibare alarak faizin muhassenatından
bahs eden kimseye
âyetini okumaktan başka birşey denilemez. Evet! Faizin bazı menfaati münker değildir.
Fakat herşeyde menfaatle mazarratı mukayese etmek lâzımdır. Binaenaleyh;
mazarrat-ı külliye zımnında menfaat-i cüz'i-ye ihtiyar olunmaz, bilâkis
mazarrat-ı külliye zımnında menfaat-i cüziye terk olunmak kavaid-i
geriyemizdendir. Ve birşeyde menfaatle mezarrat cem' olsa itibar mazarratadır,
menfaate değildir. [107]
Vacip Tealâ ribâyı
ekledenleri tehdid ettikten sonra
amel-i salih işleyenleri amelde devama tergîb etmek üzere:
buyuruyor. .
[Şol kimseler ki onlar
iman ettiler ve amel-i salih işlediler ve namazı eda eylediler ve zekâtı
verdiler ve onlar için Rableri indinde
mahfuz ecirleri vardır ve onlar üzerine amellerinin ziyamdan korku olmadığı
gibi, azap görmedikleri cihetle hüzünleri de yoktur.]
İnsanın imanı sevabın
husulüne ve niam-ı daimeye vusulüne sebep olursa da, şu âyette beyan olunan
a'mâli terketmek ukubete sebep olacağından Cenab-ı Hak ecr-i kâmile nail olmak
için bu amelleri lâyıkı veçh üzere edanın lüzumunu şart kılmıştır. Amel-i
salih; ibadetin her nev'ine şâmil olduğu halde amel-i salihi zikirden sonra
salâtla zekâtın şanlarına ta'zîm için ayrıca zikrolunmuş-lardır. Zira; ibadet-i
bedeniye içinden salât ve ibadet-i maliye içinden zekât diyanet-i İslâmiyenin
erkân-ı mühimmesinden oldukları için şanlarına tazim lâzımdır. [108]
Vacip Tealâ ribâya
müteallik âyet nazil olduktan sonra ribâyı terkeden kimsenin âyetin nüzulünden
evvel aldığı faiz kendinin olduğunu beyanedince, henüz alınmamış nâs üzerinde
bulunanların da alınması caizdir zannını izale için buyuruyor.
[Ey müminler! Haram
olan şeylerden sakınmakla Allah'a ibadet ve azab-ı ilâhiden nefsinizi vikaye
edin ve eğer Allah'a ve Resulüne iman ettinizse, faizden nâs üzerinde
alacağınızdan hekayâyı terkedin.] Zira; beyninizde yapmış olduğunuz mukavele
icabı olan şeyden âyetin nüzulünden evvel aldığınız sizindir. Fakat o mukavelenin
icabettiği faizden nâs üzerinde baki kalan alacağınızı terkedin ve onunla nâsı
tazyik etmeyin.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile hitap; müminlere olduğu halde «Eğer müminseniz ribâdan nâs üzerinde
kalanı terkedin» demek «Lisanınızla mümin olduğunuz gibi kalbinizle dahi müminseniz»
demektir. Yahut «İmanınızın devamını arzu ederseniz, nâs üzerinde ribâdan baki
kalanı terkedin, almayın» demektir.
Âyetin sebeb-i nüzulü;
ashaptan ribâ ile muamele yapan bazı zatın
ribâ âyeti nazil olduktan sonra ribâdan nâs üzerinde kalmış alacaklarını talep
etmeleri üzerine nazil olduğu mervidir. [109]
Vacip Tealâ ribâ âyeti
nazil olduğu zaman nâs üzerinde alınmamış faiz varsa ondan sonra alınmayarak
terkedilmesi lâzım geldiğini beyanettiği gibi, emrolunan şeyleri işlemeyenler
üzerine gazab-ı ilâhinin nazil olacağını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Eğer emrolunduğunuz
şeyi işlemezseniz AUah-ü Tealâ ve Resulünden bir harbe intizar edin. Bilin ki
bu isyanınızdan dolayı sizin üzerinize gazab-ı ilâhi nazil olacaktır ve eğer
ribâdan tevbe ederseniz, nâsa vermiş olduğunuz sermayenizi alırsınız. Zira; o
sizin malmızdır. Hiç kimsenin men'e hakkı yoktur. Binaenaleyh; asıl malınızdan
ziyade almayınca, bir kimseye zulmetmezsiniz ve resülmalinizi tamamen aldığınız
için zulmolunmazsmiz.j Çünkü; medyun olan kimsenin sermayenizi vermek hususunda
taallül ve tereddüd etmesi veya noksan vermesi hakkı olmadığı cihetle,
zul-molunmadığmız gibi siz de verdiğiniz maldan ziyade birşey almadığınız için
zulüm de etmezsiniz.
Âyette harbe intizarla
emir; müminleredir. "Çünkü; bir kimse günaha musir olursa imam tarafından
hapisle veyahut darpla tazir-i şer'i icra olunur. Günah işleyenler bir mahalle
ahalisi gibi bir ce-maat-i kesîre olursa, imam onları tevbeye ve günahı terke
davet eder. Eğer tevbe ederlerse ne alâ! Tevbe etmezlerse, te'dip için onlara
ilân-ı harbeder. Meselâ; bir kabile ezanı ve cemaati terke musir olurlarsa imam
tenbih eder. kabul etmedikleri surette harple te!-dîbe kıyam eder ve faize
musir olanlarda dahi hal böyledir.
(Beni Sakîf)'ten bazı
kimseler (Beni Muğire) ile ribâ muamelesi yaparlardı. Resûlullah Tâif'i
fethedince bu âyet nazil olur. (Beni Sakîf) ribâya tevbe ve sermayelerini
isteyince (Beni Muğire) fakr-i hallerinden şikâyetle hâsılatın meydana gelmesine
kadar müsaade talep etmeleri üzerine :
âyeti nazil olmuştur.
[Ve eğer borçlu olan
kimse fakr-ü faka sahibi olur defaten alacağınızı vermeye muktedir olmazsa,
sizin üzerinize vacip olan hâsılat zamanına veya borcunu vermek kolay olan bir
zamana kadar mühlet vermektir ve eğer bilirseniz, fakir olan kimseye alacağınızı
tasadduk etmek sizin için daha hayırlı olur.]
Zira; Allah-ü Tealâ
sevabını kat kat verir. Çünkü; bir mümine muavenet eden kimseye Allah-ü
Tealâ'nm dünyada ve ahirette muavenet edeceğine dair birçok delilleri
mevcuttur. Medyuna mühlet vermek ve tazyik etmemek bir emr-i mühim olduğuna
âyet delâlet eder.
Zü11sretin ile murad;
borcunu verecek kadar malı olmayan kimsedir. Meysereyle murad; borcunu edanın
imkânıdır. Binaenaleyh; borçlu olan bir kimse kendinin, evlâd-ü ıyalinin bir
günlük nafakasından ziyadesini nefsi için hapsedemez. Borcuna vermesi lâzımdır.
Zira; hak sahibinin hakkını, kudreti nispetinde acele vermesi lâzım olduğundan
tehiri zulümdür. Binaenaleyh; elinde bulunan malı hadd-i lâyıkmda fiat
etmediğinden onun değerini buluncaya kadar tehire hakkı yoktur. Noksanına
satıp borcunu vermesi vaciptir. Eğer alacak sahibi talepte musir olursa, hatta
borçlu olan kimsenin vücudu mütehammilse nefsini icarla borcunu Ödemek
lâzımdır. Amma hak sahibi te'hire müsaade ederse istediği kadar te'hir eder. [110]
Ribâ ile muamele eden
kimseler ekseriyet itibariyle zulme ve erbab-ı
servetten olup nâsa galebe ve cefa ile
mallarım almak
âdetleri olduğundan Vacip Tealâ
onları âhiretle tehdid
etmek üzere buyuruyor.
[Şol günden ittika
edin ki, o günde amelinizin cezasını görmek üzere ancak Allah'ın huzuruna
rucu' edersiniz ve rucu'unuz-dan sonra her nefis zulüm olunmadığı halde kendi
kazandığı amelinin sevabını tamamen alır. Amelinin' sevabı noksan olmadığından
asla zulüm görmez.]
Hulâsa; borçlu olan
kimse fakir olursa borcunu verebileceği bir zamana kadar müsaade etmek mendup
ve ind-eşşer* memduh ve medyun fakire alacağım sadaka etmek daha hayırlı olduğu
ve huzur-u ilâhiye varılacak kıyamet gününden ittika etmek vacip olup her
nefsin kesb ettiği amelinin sevabını tam alıp noksan almakla zulmolunmayacağı
bu âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [111]
Vacip Tealâ ribâyı
terk ve infak ile emredip bunların da ifası mala mevkuf olduğundan malı muhafazanın
keyfiyetini tavsiye etmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler!
Birbirinizle muamelede biriniz mal verip diğeriniz almak suretiyle deyn hâsıl
olup, biriniz alacak sahibi diğeriniz bir müddet-i muayyeneye kadar borçlu
olduğunda o borcu ve eda olunacak müddeti bir senede yazın.] Ki beyninizde
adavet icab eden ihtilâf ve münazaa vaki olmasın. Çünkü; yazılmayacak olursa
borcun miktarında ve müddetinde ihtilâf edilerek münaza aya ve belki muhakemeye
kadar işi uzatıp tarafeynin rahatsız olmaları ihtimali vardır. İşte şu
ihtimale meydan vermemek için deynin miktarım ve müddetini beyan ederek yazmak
vaciptir. Binaenaleyh;
[Beyninizde bir kâtip,
adaletle yazsın.]
Miktarında ziyade veya
noksan yazmadığı gibi müddetinde de ileri veya geri yazmasın. Şu halde tarafeyn
arasında kararlaşan miktar ve müddete, kâtibin dikkat etmesi lâzımdır. Kâtib,
aranızda olan mukavele ahkâmını da senede dercetsin ki, hin-i hacette sizi
zarardan muhafaza etmekle beraber muamelenin keyfiyeti ve şeraiti tamamiyle
malûm olsun, borçlu ve alacaklının birbirine bir diyecekleri kalmasın. -
Borcun müddeti malûm
olması lâzım olduğunu beyan için ecel-i müsemma ile tedayün denilmiştir.
Müddeti tayin ise, günlerin adediyie veya ay ve seneyle olup harman zamanı,
ekin zamanı gibi takaddüm ve teahhurla ihtilâf edecek zaman nizaa müeddi
olduğundan, bu gibi zamanlarla müddet tayin olunamaz. Çünkü; bu gibi
zamanlarla; müddetten maksûd olan nizaı kat'etmek hâsıl olamaz. Yazmakla emir;
nedb içindir. Yani; yazmak men-duptur. Binaenaleyh, yazmayan kimse günahkâr
olmaz. Bazıları vücub içindir demişlerse de bu; zayıftır. Çünkü; vücupta şiddet
ve suûbet vardır. Halbuki muamelede suhulet matluptur. Şu kadar ki nizadan
kurtulmak için yazma efdaldir. Cenab-ı Hak kitabında iki şartın lüzumunu beyan
buyurmuştur: Birincisi; kâtibin âdil olmasıdır ki, tarafeynden birinin
menfaatini gözeterek diğerinin mazarratını kasdetmesin. Her iki tarafın
hukukta müsavi oldukları gibi kâtip indinde dahi müsavi olmaları lâzımdır. [112]
Vacip Tealâ kâtipte
lâzım olan şartlardan ikincisi; kâtibin âlim olması olduğunu beyanetmek
üzere buyuruyor.
[Ve kâtip yazmaya
başladığında Allah'ın talim ettiği gibi yazmaktan imtina etmesin, yazsın.]
Fakat maksadı ihlâl edercesine kısa veyahut maksadı kaybedercesine uzun
yazmasın. Ancak Allah'ın talimi veçhile maksada muvafık surette yazsın ki, tarafeyn
mutazarrır olmasın. Kâtibin ilm-i fıkha âlim olup her iki tarafın hukukunu
muhafazaya veledelhâce iki hüccet olacak bir surette yazmaya muktedir olması
lâzım olduğu gibi, senedin mazmunu tarafeynin mezhebine muvafık olmak dahi
lâzımdır. Zira; muhakemeye gidildiğinde kadı, tarafeynden birinin hakkını iptale
yol bulacak bir halde olmamak ve nizaa müeddi olacak müphem kelime istimal
etmemek adalette dahildir. Kâtibin ilm-i fıkha vukufu; muamelenin selâmetini
mucip olduğundan muamelede istihdam olunan kâtibin âlim olması lâzımdır, İşte
şu sayılan şerait dairesinde olan bir kâtibe tarafeyn arz-ı ihtiyaç
ettiklerinde kâtibin imtina etmesini Cenab-ı Hak nehyetmiştir. Zira; muameleyi
şerait-i fıkıh dairesinde senede raptetmek selâmet-i ammeyi mucip olduğundan
kâtibin senedi yazmaktan kaçınması caiz değildir.
Borcu senede yazmakla
emrin illeti; müddetini uzatmakla veya miktarının ziyade ve noksan
tevehhümüyle birbirinin hukukuna tecavüzden muhafaza etmektir.
Tadayün ; borçla alış
veriş etmektir ki birinin mal verip diğerinin mukavele olunan müddette ödemek
üzere borçlan-masıdır. Bu âyet bey'-i bisselem hakkında nazil olduğu mervidir.
Çünkü; Resûlullah'ın Medine'yi teşrifinde Medine ahalisi hurma üzerine selem
yaparlardı. Yani altı ay veya bir sene sonra yetişecek hurmayı almak üzere o
kadar müddet evvel pazarlık ederek parasını verirler ki, bu misilli bey'e
lisan-ı şer'de selem denir. İşte Risaletmeab Efendimiz bu muameleyi görünce
«Selem yapacak kimsenin malın tartısıyla ne kadar zaman sonra vereceği müddeti
malûm olması lâzım olduğunu» beyan buyurması üzerine Cenab-ı Hak, ehl-i imana
muamelelerinde veznile müddette fevkalâde ihtiyat
ve ihtimam lâzım olduğunu bu
âyetle beyan ve tavsiye buyurmuştur. [113]
Vacip Tealâ medyun
olan kimsenin senedi imzalaması lâzım olduğunu beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ve üzerinde borç olup
tayin olunan müddette ödeyeceğini taahhüd eden borç sahibi yazılan senedi imza
eylesin ve imza eylediği zaman hukuku ihlâl etmek cihetlerinden Rabbisiııe
ittika etsin ve alacak sahibine eza etmek ve hakkını noksan vermek gibi şeyleri
irtikâp etmekten nefsini muhafaza etsin ve Allah'tan korksun ve alacak
sahibinin hakkından birşeyi velevse azdan az olsun noksan vermesin.] Zira; bir
zerre noksan verse ondan mes'ûldür.
Ayetin bu fıkrası üç
mühim hükmü hâvidir: Birincisi; borç sahibinin imzası lâzım olmasıdır. Çünkü;
imzasız senede itibar yoktur. İkincisi; borç sahibine eza etmekten ittikadır.
Üçüncüsü; noksan verilmesi caiz olmamasıdır. [114]
Vacip Tealâ borç
sahibinin imzası lâzım olduğunu beyandan sonra medyunun imzasına itibar olmazsa
veyahut imzadan âciz olursa, ne gibi muamele olunmak lâzım olduğunu beyanetmek
üzere buyuruyor.
[Eğer hak kendi
üzerinde olup, medyun olan kimse malını israf eder, sefih olursa veya çocuk
veya ihtiyar veyahut mecnun gibi
ikrarına ve imzasına itibar olunmaz zayıf olursa veyahut lisandan âciz veya
lisan bilmez veya cahil olmak gibi bir sebepten dolayı bizzat ikrara kadir
olmazsa, şer'an onun makamına kaim olan velisi adalete mukarin olarak ikrar ve
imza etsin.] Kihak
sahibinin hakkı zayi' olmasın. Zira
muamelât-ı nâs; imkânla mu-kayyeddir. Binaenaleyh; borç sahibinin beyan olunan
sebeplerden birisiyle imzadan âciz ve imzasının muteber olmaması muamelenin
muattal olmasını icab edince, muamelenin cereyanı için mümkün olan velisinin
imzasıdır. Zira; asıl müteazzir olunca hükmün bedele intikal etmesi meşru'dur.
[115]
Vacip Tealâ yalnız
ikrar ve imza kâfi olmayıp iki şahitle işhad etmek lâzım olduğunu beyanetmek
üzere buyuruyor.
[Borç sahibinin
kendisi veya velisinin ikrar ve imzasıyla beraber erkeklerinizden iki şahit
arayın ve onlar huzurunda ikrar vuku bulsun ki, icabında onlar şehadet etsinler
ve eğer iki erkek bulunmazsa razı olduğunuz şahitlerden bir erkek, iki kadın
arayın ki, onlar şehadet etsinler ve şahitler adaletinde şüphe etmeyip razı
olduğunuz kimselerden olsun ki, kalbiniz rahat etsin. Çünkü; razı olmadığınız
kimseler şahit olurlarsa icabında şehadetleri şüpheden hâli olmaz ve
kadınlardan birisi meseleyi unutursa diğeri hatırına getirmek için iki olmak
lâzımdır.] Zira; kadınların tabiatlarında unutmak galiptir. Binaenaleyh
nisab-ı şehadet; erkeklerden bire bedel kadınlardan ikidir.
[Ve davet
olunduklarında şahitler şehadetlerinden imtina etmesinler.] Zira şehadetten imtina etmek; hak sahibinin
hakkını iptal ettiğinden caiz
değildir. Şehadetin kabulünde: Şahidin hür, âkil, baliğ, âdil ve müslim olması
şart olduğu gibi, o şehadette şa-hid için celb-i menfaat veya def-i mazarrat
veyahut aleyhine şeha-det edeceği kimseyle kendi arasında adavet olmamak
şarttır. Zira adavet; insanı lâyık olmadık birtakım ef'ale sevkettiği gibi
yalan söylemeye ve şehadete hile karıştırmaya dahi sevkeder. Eda-yı şehadet
için ne kadar uzun mesafe olsa şahidin gitmesi vacip olduğu cihetle imtina
caiz değildir.
Bir kişide galat-ı
sehiv veyahut yalan ihtimali olduğundan nisab-ı şehadet ikidir. Şu ihtimaller,
şahidin iki olduğunda dahi varsa da bir dereceye kadar azdır. [116]
Vacip Tealâ alış
verişte borcu beyaneder senet tanzim edilmesini emrettikten sonra senedin
yazılmasında müsamaha ve ter-ketmekten nehyetmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Az veya
çok, küçük veya büyük borcunuzu ve alacağınızı müddetini beyanederek yazmaktan
yorulmayınız.]
Zira; tereddüdü ve
şekki defetmek için yazmak en kolay ve yakın bir tarîktir. Binaenaleyh;
muamelenizi yazmakta müsamaha göstermeyin.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile azıcık maldan hâsıl olan münazaa birçok fitne ve fesada ve belki
mukateleye bile badi olduğundan Cenab-ı Hak muamelede velev gayet az olsa bile
senet tanziminde müsamaha edilmemesini ve yorgunluk gösterilmemesini tavsiye
etmiştir.
[Şu beyan olunan veçh
üzere senet yazmak; indallah muamelenizde adalet ve eda-yı şehadette muaveneti
ziyadedir. Çünkü yazmak; murur-u zamanla şahitlerin unuttukları cihetleri
hatırlarına getirdiğinden şehadetin kavamidır ve muamelede borcu ve alacağı
beyaneder senet yazmak tereddüdü ve şekki izalede en yakîn ve kestirme bir
tarîktir. Ve cemi-i zamanda yazmak lâzımdır. İllâ muameleniz elden ele alıp
vermekten ibaret olup beyninizde idare ettiğiniz hazır bir ticaretten ibaret
olursa onu yazmamakta sizin üzerinize günah yoktur.] Zira; elden ele alaverede
niza olmadı-dığmdan yazmak lâzım olmaz ve kitabette yalan ve noksan gibi
muamele olmadığından kitabetin ziyade adalet olduğu ve şehadeti hıfzedip,
tezekkür etmekte istikamete vesile olduğundan kitabetin şehadete akvem olduğu
beyan olunmuştur. Çünkü; kitabet olunca şehadette şüphe olmaz. Ticaret-i haztreyle
murad; peşin alış veriştir. Zira; peşin muamelede yazmaya ihtiyaç olmadığından
yazılmazsa günah olmadığı beyan olunmuştur.
[Peşin alış verişte ve
müddeti yakın olan muamelede yazmazsanız bile ihtiyaten şahit bulundurun.
Çünkü; tarafeyn birbirini ızrar etmekten hali olmadığından şahit bulundurmak
müstehaptır ve kâtip yazmamak veyahut yazarsa da ziyade ve noksan yazmak
suretiyle tarafeynden birini veya ikisini ızrar etmesin ve şahit de eda-yı
şehadete gitmemek ve hakkı ketnıetmek gibi şeylerle tarafeyni ızrar ve
tarafeyn de şahidin harcırahını ve ücretini vermemekle şahidi ızrar
etmesinler.] Çünkü; yani «İslâmda ne bir taraftan ne de iki taraftan zarar
yoktur.»
[Ve eğer birbirinizi
ızrarla nehyolunduğunuz menhiyatı işlerseniz bu işiniz size günahtır. Zira;
birbirinizi ızrarla fasık ve taat-i ilâhiyeden
çıkmış olursanız ve hudud-u ilâhiyi tecavüzde Allah'tan korkun ve nefsinizi
menhi olan şeylerden sakının, halbuki Al-lah-ü Tealâ halinize muvafık ve
şanınıza lâyık olan ahkâmını Resulü vasıtasıyla size öğretti. Binaenaleyh;
sizin, Allah'ın talîm ettiği ahkâmına riayetiniz lâzımdır ve onun haricine
çıkmak sizin için fısktır ve Allah-ü Tealâ herşeyi ve sizin amellerinizi
bilir.] İstihkakınıza göre ceza verir. Binaenaleyh insanın; her muamelesinde
hüsn-ü cezaya müstehak olacak amele sa'yetmesi lâzımdır. [117]
Vacip Tealâ muamelede
bir senet yazılmasını emrettiği gibi müsaferet halinde kâtip bulunmaz veya
kâtip bulunur da alet-i kitabet bulunmamakla yazmak mümkün olmazsa ne gibi
muamele olunacağını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey müminler! Eğer siz
sefer üzerinde olur da muamelenizin cereyanını ve borcun miktarım ve müddetini
yazacak kâtip bulamazsanız, medyunun borcu bedelinde rehin alır,
kabzedersiniz.]
Rehin; borcuna mukabil
eda edinceye kadar durmak üzere borçlu olan kimsenin alacak sahibine verdiği
şeydir. Alacak sahibi her zaman borçludan rehin isteyebilir. Lâkin müsaferette
rehin almak galip olduğundan bu âyette müsaferet zikrolunmuş-tur, yoksa rehin
almak hal-i sefere mahsus değildir.
[Eğer siz bazınız
bazınıza emin olur da rehin almak istemezseniz, emin addolunan kimse emanetini
yani alacak sahibine borcunu versin ve Rabbisine ittika etsin»] Ki borcunu
inkâr ve hıyanet etmek ve borcunu noksan vermek ve mukavele olunan müddeti
tehir etmek gibi şeylerden nefsini vikaye eylesin. Çünkü; alacak sahibi senet
yazmak ve rehin almak gibi şeylere hacet göstermeksizin onun emanetine havale
etti. Şu halde medyun da.onun iyiliğine karşı müddetin hululünde derhal borcunu
vermelidir.
[Ve hukuk-u ibada
müteallik şehadeti saklamayın. Eğer bir kimse, üzerine vacip olan şehadeti
saklarsa, o kimsenin kalbi günahkâr olur ve Allah-ii Tealâ sizin şehadeti
saklamak ve tarafeyni ızrar etmek gibi amellerinizi bilir.] Ve herbirinin
intikamım alır. Çünkü; günah işleyen kimse o günahtan tevbe etmedikçe veyahut
aff-ı ilâhiye mazhar olmadıkça elbette o günahının cezasını görür.
Hulâsa; muamelenin
intizamını muhafaza ve nâsı zarardan vikaye için usül-ü ticarette tarafeyn
muamelelerini bir senetle zaptetmek lâzım ve senedi yazan kâtibin âdâlet üzere
yazıp muameleyi lâyıkıyla tasvir etmesi vacip ve muameleye şahit bulundurmak
ve şahitlerin vakayı güzel zaptedip icabında lâyıkıyla şe-hadet etmeleri elzem
olduğu ve eğer şahit gehadetten imtina veya ketmederse, günahkâr olacağı bu
âyetten müstefad olan fevaid cümlesindendir. [118]
Vacip Tealâ bu sûrede
usûl-ü itikadiyeden tevhide ve sifat-ı ilâhiyeye müteallik mesaili ve furû-u
a'mâlden namaz, oruç, hac, zekât, nikâh, talâk, mehir, rıza', ilâ, deyn ve
senet yazılmak gibi mesaili beyanettiği gibi, bu ahkâma riayetin vücubunu iş'ar
eden kudret ve ilim sıfatlarının kemâlini dahi beyanetmek üzere buyuruyor.
[Göklerde ve yerde
mevcut olan mahlukatm cümlesi Allah'ındır ve eğer nefsinizde olan
tasavvurlarınızı izhar eder veyahut saklarsanız, Allah-ü Tealâ onların
herbiriyle sizi muhasebe eder. Zira; hepsini bilir.]
[Binaenaleyh; AHah-ü
Tealâ dilediği kimseyi mağfiret eder ve istediğini muazzep kılar. Zira; Allah
herşeye kadirdir. Ezelen ve ebeden kudretinden hiç birşey hariç olmaz.] Bu
âyet; itaat eden kimseler hakkında lûtf-u ilâhiyi vaadin ve âsiler hakkında
gazabı vaîdin nihayetidir. Çünkü; herşeyi ve bilhassa kullarının gizli ve
aşikâr amellerini bilip herşeye kadir olunca, itaat edenlere nimet vereceğini
ve âsi olanlara azap edeceğini beyanetmiştir. Binaenaleyh; herkesin Allah'ın
gazabından korkması lâzımdır.
Vacip Tealâ, bu âyette
gizli ve aşikâr her amel üzerine muhasebe edeceğini beyanetti. İnsan hatırına
gelen bir fenalığın, sevmeyerek hariçte vücut bulmasına sa'yetmez ve mücerret
kalbinde deveran etmekle kalırsa bundan mesul olmaz. Zira; hatıratın define
insan kadir olamaz. Binaenaleyh; kudretinin fevkinde olan şeyden ise, hiçbir
kimse mesul değildir. Amma kalbine gelen fenalığı kabul edip kararlaştırarak
hariçte vücut bulmasına sa'yederse bundan mes'ul olur, velevse hariçte vücut bulmasın.
Ancak kalpte kasdolmaksızm aza-yı cevarihten sehven veya uyku halinde sudur
eden ef'alinden insan mes'ul olmaz.
Hulâsa; yerde ve
göklerde olan mahlukatın cümlesi Allah'ın mahluku ve kulları olup, onların
herbirinde tasarruf Allah-ü Tea-lâ'ya ait olduğu ve insanların cümle işlerini
bildiği ve hatta kalplerinde gizledikleri ve hariçte izhar ettikleri ef alin
herbiriyle on-Zarı muhasebe edeceği ve dilediği kulunun günahını mağfiret edip
istediğine azap edeceği ve Allah-ü Tealâ'nın herşeye kadir olduğu bu âyetten
müstefad olan fevaid cümlesindendir. [119]
Vacip Tealâ
rubûbiyette kemalini beyanettiği gibi kullarının ubudiyette de kemallerini
beyanetmek üzere buyuruyor.
[Resul-ii muazzam,
Rabbisinden kendisine inzal olunan Kıır-âıva imanetti ve müminlerin küllisi
Allah'a ve meleklerine ve kitaplarına ve bilûmum resullerine iman ettiler.]
[Biz Allah'ın
resullerinden herbirini Öbüründen fark ettirmeyiz ve cümlesine iman ederiz.]
[Ve rusül-ü kiramın
bize getirmiş oldukları ahkâmın cümlesini işittik ve itaat ettik. Ey bizim
Rabbimiz! Günahlarımızı mağfiret etmeni isteriz ve ancak âhirette senin
huzurundur varılacak yer, dediler.]
Yani; Cenab-ı Hakkın
Resûl-ü Mükerremi, Rabbisi tarafından inzal olunan Kur'ân'a ve Kur'ân'ın
nıutazammın olduğu ahkâmın taraf-ı ilâhiden olduğuna iman etti. Ve müminlerden
herbiri: Ev-velen; Allah'a iman ettiler. Zira Allah'a iman; üss-üTesas olduğu
cihetle takdim olunmuştur. Allah'tan vahyi ve kitapları resullere getiren melek
olduğu için ikinci mertebe; meleklere iman ettikleri beyanolunmuştur.
Meleklerin rusül-ü kirama getirdikleri vahiy; kitap olduğundan üçüncü mertebede
kitaplara iman beyanolunmuştur. Dördüncü mertebede kendilerini hakka davet
eden rusül-ü kirama iman ettikleri beyanolunmuştur.
Allah'a iman; zatına,
sıfatına ve ef aline imana şâmildir.
Meleklere iman;
Allah'ın kullan olup Rablerin-den korkarak asla günah işlemediklerine ve daima
ibadetle meşgul olduklarına iman etmektir. Melekler; kuvve-i şehe-vaniyeden
mücerret oldukları için ibadetten yorulmaz ve kibret-mezler. Onların zikirleri
bizim nefeslerimiz makaramdadır. Memur oldukları şeyde asla muhalefet etmezler.
Onların herbirerleri birer umura müvekkillerdir. Herkes vazifesine devam eder
ve Cibril-i Emin enbiyaya vahiy getirmeye memurdur.
Kitaplara iman;
kitapların taraf-ı ilâhiden vahy-i mû'nzel olup kulları ıslah için
gönderildiğine ve Kur'ân'ın kıyamete kadar baki olup asla tahrif
olunmayacağına iman etmektir.
RusüI-ü kirama iman;
Onların ma'sum ve ta-raf-ı ilâhiden kullan irşad ve ıslaha memur ve
mucizeleriyle nübüvvetlerini ispat etmiş insan-ı kâmil olduklarına ve sözleri
doğru olup onlardan asla yalan sadır olmadığına iman etmektir. Rusül-ü kiramın
herbirine iman vaciptir, beyinlerini asla tefrik caiz değildir. Binaenaleyh,
içinden birine küfür; cümlesine küfür menzilin-dedir.
Bu âyette kemalât-ı
insaniyenin esası beyan olunmuştur. Zira kemalât-ı insaniye; usûl-ü itikadiye
ve ameliyeye ilim ve amelle hâsıl olur. İlikadiyata müteallik olan ilme;
kuvve-i nazariye ve o ilmin muktezasıyla amele; kuvve-i ameliye denir. Kuvve-i
ilmiye ve nazariyenin ameliyeden şerefli olduğuna işaret için Kur'ân'da kuvve-i
ilmiye daima mukaddem olarak varid olmuştur.
Binaenaleyh bu âyette
kuvve-i nazariye olan iman; mukaddem ve kuvve-i ameliyeye işaret olan muahhar
olarak varid olmuştur.
Bu âyette insanda
mevcut olan üç mertebeye dahi işaret olunmuştur: Birinci mertebe olan imana
ikinci mertebe olan ubudiyete ile, üçüncü mertebe olan ahval-i âhirete ile
işaret olunmuştur. Binaenaleyh; insan üzerine vacip olan meratibin cümlesine icmalen
işaret mevcuttur.
Mertebe~i ubudiyet her
nekadar vezaif-i ubudiyeti edaya sa'y-etmekse de, insan ne kadar gayret etse
kusurdan hâli olamayacağına işaret için kâmil insanlar kuvve-i nazariye olan
itikadatı ve kuvve-i ameliye olan
ibadatı. edaya ve cem-i
tekâlifi kabule
diyerek müsaraat etmekle beraber kendilerinden
sadır olan kusura karşı kavliyle mağfiret istediklerini beyanla insan için
ibadet cihetinden her nekadar terakkiye malik olsa dahi, mağfiret talebini
terketmek caiz olmadığına işaret olunmuştur,
Tefsir-i Hâzin'de
beyan olunduğu veçhile âyetin sebeb-i nüzulü; bundan evvelki âyette hafî ve
celî cümle a'mâlin muhasebe olunacağı beyan olununca ashab-ı Resûlullah telâşa
düşüp huzur-u Risalete gelerek
dediler ki, «Ya Resulallah! Namaz, oruç ve sair ibadat kudretimiz tahtındadır.
Bunları edaya çalınırız, lâkin kalbimize hutur eden şeyden muhasebe olununca
biz onun define muktedir değiliz, işimiz müşküldür)- demeleri üzerine Resûlullah
«Sizden evvel ehl-i kitap dediler-. Siz de öyle demek mi istersiniz? Belki deyin»
buyurdu ve as-hab-ı kiram da emre imtisalen bunu okuyunca bu âyetin nazil olduğu
nıervidir. [120]
Vacip Tealâ müminlerin
mağüiret talep ettiklerini beyandan sonra taleplerinin kabulünü iş'ar etmek
üzere buyuruyor.
[Allah-ü Tealâ hiçbir
nefst1 teklif etmez, illâ kudreti miktarı teklif eder.] Zira kudretin fevkinde
teklif caiz değildir.
[Her nefsin kesbettiği
hayratın sevabı o nefsin menfaatinedir ve iktisab ettiği cinayet ve kabahatin
azabı dahi o nefsin mazar-ratınadır.]
Şerri kesbetmek nefsin
arzusu ve lüzumundan ziyade şevk ve mahabbetle olduğundan ziyade manâya,
delalet eden iktisab kelimesi gelmiştir. Amma hayır; alelekser nefsin
arzusuyla olmadığına işaret için asıl manâya delâlet eden kelimesi varid
olmuştur.
[Ey bizim Rabbimiz!
Biz nisyan veya hata ederek kusur edersek o kusurumuzla sen bizi muahaze etme]
demekle müminler tazarru ve niyazda bulunurlar. Her ne kadar nisyanla vaki olan
kusur ma'füv ise de dua, ibadet
olduğundan nisyamn affı duaya mani değildir. Yahut ni s y an ; te'vil-i fasidle
ameli terketmek ve hata da te'vil-i fasidle bir kabahat işlemektir. Buna
nazaran manâ-yı âyet: [Ya Rabbi! Te'vil-i fasidle işlenmesi lâ-lenmesi lâzım
olan ameli terkedersek veyahut te'vil-i fasidle bir kabahat işlersek sen bizi
muahaze etme] demektir. [121]
Vacip Tealâ müminlerin
ikinci dualarını beyanetmek üzere buyuruyor.
[Ey bizim Rabbimiz!
Bizden evvel geçen ümmetler üzerine ağü teklifler yüklettirin gibi bizim
üzerimize de ağır yükler yükletme] demekle müminler tazarru ve niyazda
bulunurlar.
Fahr-i Razi'nin beyanı
veçhile evvel geçenlerle mu-rad; Yehûd'dur, Çünkü; Yahûd'a elli vakit uamaz
farz olması ve necaset isabet eden elbisenin isabet eden mahallinin kesilmesi
ve nisyanen işledikleri hatalarının cezası olarak halâl taamın bazısının haram
olması ve dünyada ukubetlerinin ta'cil olunması gibi ağır teklifler vaki
olmuştu.
İşte ümmet-i Muhammed
üzerine bu gibi tekliflerin tahmil olunmamasıyla duayı Cenab-ı Hakkın talimiyle
ümmetin ekserisi bu duaya devam ettiklerinden, Cenab-ı Hak bu ümmete bu gibi
ağır teklifleri tahmil etmemiştir. Ve bu duaya devamın lüzumuna âyet delâlet
eder. .
[Ey bizim Rabbimiz!
Bizim takatimiz olmayan şeyi bize tahmil etme.]
Takat olmayan
şeyle murad; ümem-i salifeye nazil olan ukubetlerdir.
[Ya Rabbi! Bizim
kusurlarımızı affet ve bizim hatalarımızı setirle bize lûtf-ü merhamet et.
Zira; sen bizim mevlâmız ve yar-dımemuzsm. Binaenaleyh; Ya Rabbi! Bize kavm-i
kâfirin üzerinde nusret ver.]
Af; azabı iskat etmek,
mağfiret; rüsvalık ve feza-hat azabından kurtarmak için günahı setretmek,
rahmet; sevap ve lutf ü ihsandır. Şu halde bu âyette abd için evveîen; azab-ı
cismaninin sukutunu, saniyen; azab-ı ruhaninin izalesini, salisen; nimet-i
ilâhiyeye nail olmasını istemek lâzım olduğuna işaret olunmuştur. Çünkü;
necasete benzeyen günahtan taharet kesbetmeyin-ce nimete istihkak
olamayacağından ilk Önce günahtan nefsini tat-hir etmek lâzımdır. Zira; her
tarafı necasetle mülevves olan bir kimse ipekle döşenmiş bir konağa münasip
görülemez. Belki hamama gider yıkanır, ondan sonra o konağa münasip görülür.
İşte bunun gibi insan günahlarından temizlenmeyince, indallah makbul bir kul
olamayacağından en tâhir bir mahal olan Cennet'e münasip olamaz. [122]
[1] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/319
[2] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/319-320
[3] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/320-322
[4] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/322-324
[5] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/324-326
[6] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/326-328
[7] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/328-330
[8] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/330-332
[9] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/332-334
[10] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/334-338
[11] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/338-339
[12] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/339-341
[13] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/341-343
[14] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/343-345
[15] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/345-346
[16] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/346-374
[17] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/347-350
[18] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/350-352
[19] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/352-353
[20] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/353-355
[21] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/355-356
[22] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/356-358
[23] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/358-360
[24] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/360-361
[25] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/361-362
[26] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/364-365
[27] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/365-367
[28] İşbu cildin tarih-i tahriri.
[29] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/367-369
[30] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/369-370
[31] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/371-373
[32] Tefsir-i Hâzin'de beyan olunduğuna nazaran namenin
münde-recatı şöyledir: Amma ba'd Sen maiyetinle beraber Allah'ın bereketi
üzerine yürü ve Batn-ı Nahil'de Kureyş'in oradan geçecek kervanını gözle.
Umarını ki sen bize hayırla gelirsin.»
[33] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/373-376
[34] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/376-377
[35] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/377-378
[36] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/379-382
[37] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/382-383
[38] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/383-386
[39] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/386-389
[40] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/389-392
[41] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/392-394
[42] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/394-396
[43] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/397-398
[44] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/398-400
[45] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/400-401
[46] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/401-403
[47] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/403-405
[48] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/405-408
[49] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/408-409
[50] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/409-411
[51] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/411-413
[52] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/413-415
[53] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/415-417
[54] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/417-419
[55] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/419-422
[56] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/422-424
[57] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/424-426
[58] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/426-428
[59] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/428-429
[60] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/429-431
[61] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/431-433
[62] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/433-434
[63] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/434-436
[64] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/436-438
[65] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/438
[66] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/439-440
[67] Konyalı Mehmed
Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat:
1-2/440-441
[68] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/441-442
[69] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/442-444
[70] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/444-446
[71] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/446-449
[72] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/449-451
[73] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/451-452
[74] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/452-453
[75] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/453-454
[76] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/454-455
[77] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/455-456
[78] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/465
[79] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/465-467
[80] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/467-468
[81] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/468-469
[82] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/470-471
[83] Esnemek ve gerinmek gibi halât-ı nevmiye-i
iptidaiyedir ki bazı mahallerde bu hale (şekerleme) denilmektedir.
[84] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/471-475
[85] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/475-477
[86] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/477-479
[87] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/479-481
[88] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/481-484
[89] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/484-487
[90] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/487-488
[91] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal Neşriyat: 1-2/488-489
[92] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/489-490
[93] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/490-492
[94] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/492-493
[95] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/493-495
[96] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/495-498
[97] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/498-500
[98] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/500-501
[99] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/501-502
[100] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/502-504
[101] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/504-505
[102] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/505-508
[103] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/508-509
[104] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/509-510
[105] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/510-511
[106] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/512-513
[107] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/513-516
[108] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/516-517
[109] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/517-518
[110] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/518-519
[111] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/519-520
[112] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/520-521
[113] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/521-523
[114] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/523
[115] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/523-524
[116] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/524-525
[117] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/525-527
[118] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/527-528
[119] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/528-529
[120] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/529-532
[121] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/532-533
[122] Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Üçdal
Neşriyat: 1-2/533-534