I11. Kur'ânî Davet Sistemi Ve İlâhî Müeyyidenin Yeri
Kitab-I Mukaddes'in Davet Tarzları
B. Gelecek Hayatta İlâhî Müeyyide:
İnsan ve kanunun ilişkisi bizim gözümüze, üç zamandan oluşan bir gidiş-geliş hareketinin şekli altında görünmektedir. Yükümlülük kavramı ile birlikte, biz onun henüz çıkış noktasında idik. Ama, müeyyide kavramı ile bu diyalektik münasebetin dairesi kapanacaktır. O, bir üçlünün sonuncu ünitesi ve bir diyalogun son sözü gibidir. Kanun çağrısına, onu bizim iyi niyetimize yöneltmek suretiyle başlar; o, bizi ona cevap vermeye mecbur kılar. Daha sonra, bizim "evet" veya "hayır" diye cevap vermemizden itibaren, bu suretle biz kendi sorumluluğumuzu taşırız. Nihayet, bu cevaba karşılık olarak, kanun bizim tutumumuzun kendi bakımından değerini takdir eder: O onu müeyyideye bağlar.Şu halde müeyyide, tabîlerinin tutumuna kanunun tepkisidir. Oysa ki, gördüğümüz üzere, ahlâkî kanun, aynı zamanda ruhumuzun dayanılmaz bir gereği, kollektif vicdanın sıkı bir icbarı, en mükemmel ve en mukaddes vicdanın kutsal bir buyruğudur. Az önce incelediğimiz sorumluluğun bu üçlü veçhesi oradan ileri gelmektedir. Bu bölümde tahlil etmek zorunda olacağımız müeyyidenin üç alanı da keza oradan kaynaklanmaktadır: Ahlakî müeyyide, kanunî müeyyide, ilâhî müeyyide.
Bir ahlâkî müeyyidenin var olup olmadığı, var olabilip olabilemiyece-ği sık sık sorulmuştur. îki terim kökten uyuşmaz değil midirler? Beşerî faaliyete, bizzat kendisi için ödevin yerine getirilmesinden başka bir amaç önermek, ahlâkî kanunun kesinlikle hiçbir menfaat gütmeyen tabiatını takdir etmemek değil midir?Kanaatimizce itiraz, ahlâkla ahlâklılık arasında, bizatihi adaletin gereği ile irade tarafından güdülen amaçlar arasında talihsiz bir karıştırmaya dayanmaktadır: Zorunlu paralelizm olmaksızın, gayet farklı iki şey. Hakikaten biz, müeyyidelerini çabamızın atılımı kılmaya bizi davet etmeksizin, bir kanunun sıkı bir şekilde müeyyidelenmiş olmasında hangi saçmalığın bulunduğunu anlamıyoruz. Fizyolojik kanun bize önceden bu gerçeğin bir örneğini sunuyor. İçinde yaşadığım hijyenik şartlar, bu sonuçları hiç düşünmesem bile, müeyyidelerini, onların beni şartlandırdıkları sağlık veya hastalık içerisinde otomatik olarak bulmamakta mıdırlar? Ahlâk kanunu için bu neden başka türlü olsun? Bana diyecekseniz ki, o size, bakışlarınızı onun azametli düzeninden başka bir şey üzerine dikmenizi yasaklıyor. Olsun! Fakat bu onun beni, benim onu sadakatla gözetişime yahut onun boyunduruğunu az veya çok canlı bir surette reddedişime göre, çeşitli ve türlü şekillerde uygulanan sonuçlardan esirgeye-bilmesine ve hattâ esirgemek zorunda olmasına engel değildir.Evet, zorunlu ve iyi belirlenmiş bir müeyyide, bizzat kanun kavramında içerilmiş olmak zorundadır. Yapılması veya çiğnenmesi kendini ona zorla kabul ettirdiği fert lehinde veya aleyhinde hiçbir sonucu içermeyen bir ahlâk kanunu, sadece etkisiz olmakla kalmayacak, fakat keyfî ve akla ve mantığa aykırı da olacak; hattâ o mecburî bile olmayacaktır, yani o bizzat kendisi olmayacaktır.Bütün mesele, "ahlâkî" olarak vasıflandırdığımız bu müeyyidenin neden ibaret olduğunu bilmektir. Elbette ki, dış duyularımızı etkileyen her mükâfat ve mücazat düşünceseni bertaraf etmek gerekir. Sadece bu tür müeyyideler ahlâkî denilmeye elverişli olmamakla kalmamaktadırlar; üstelik onlar zarurî bile değildirler. Şüphesiz, orada saadet ve felâketin mütekâbilen iyilik ve kötülükle mükemmel ahenk içerisinde olacakları, bir başka dünyaya atıfta bulunmadığımız sürece. Fakat, henüz din alanında olmadığımız müddetçe, benzeri bir dünya düşüncesi sınırları halihazır şuurun çitlerini pek geçmeyen, tabiî ahlâka kesinlikle yabancıdır. Oysa ki, bu dünyada, ne kadar çok kabahata başarı diye taç giydirilmiştir! Ne kadar çok fazilet, her çeşit alçaklık tarafından çökertümiştir! Onlara her gün ziyadesiyle rastlanıyor.Aynı şekilde, savunulabildiği üzere, sadece içe ait sevinç veya acı düşüncesini de bertaraf etmek gerekir mi? Keza, vicdanın azabı ve hoşnutluğu da ahlâka yabancı duygular mıdır? Onların, kanun tarafından hiç v-ar oluş sebepleri yok mudur? Bu duyguların, muhtemelen sadece objektif bir sorumluluk düşüncesinin ince artıkları oldukları, bize söylenmiştir. Eğer vicdan azabı cezanın korkusu değilse, o onun beklenişi veya ümit edilişidir[1] Ve işte, onları kesin surette ahlâk alanından sürmek için, bu su-i zanlara karşı getirilen can alıcı delil. Sadece bu haller bir insandan diğerine büyük bir ölçüde değişmekle kalmamakta, fakat onlar bazı fısk ve fücur vak'alarmda tamamen kaybolmaya yönelmektedirler. Şu halde bunlar, ödeve itaatin veya itaatsizliğin zorunlu sonuçları değildirler. Öz anlamıyla ahlâkı olan bir müeyyidenin imkânsızlığı sonucuna oradan gidilmektedir.Fakat, kelimelerin anlamı üzerinde anlaşalım.Eğer, "ahlâk kanunu" ile, bizatihi ödeve, vicdan hallerinden bağımsız olarak bütün insanlara kendini zorla kabul ettiren objektif kanuna işaret olunuyorsa, gerçektir ki, bu tür bir kanun, bütün ruhlarda bu hoş veya üzücü hallere sebebiyet vermeksizin var olabilir: Sevinç veya vicdan azabı. Ancak, bu özel haller ortadan kaldırıldığında, yerine getirilen veya çiğnenen Ödevin bütün iç tezahürleri tüketilmiş olunamaz. Ve yakında göreceğiz ki, iyi veya kötü her davranış, uygun, evrensel ve zorunlu, muayyen bir iç halini doğurur."Kanun"dan, bizim manevî ışıklarımız ve duygularımıza ilişkin, insan tarafından tanınan ve hissedilen bir kural anlaşılmış olsa bile, aşikârdır ki, davranışta bulunduktan sonra, ödev düşüncesi vicdan sahnesinde, orada az veya çok derin yankılar uyandırmaksızın yeniden görünemez: Başarmış olmaktan dolayı memnuniyet veya yenilmiş olmanın verdiği ıstırap. Ve eğer, bilfarz, bozuk ahlâklı insan bu tür hiç bir şey hissetmiyorsa, şayet o, iyilik ve kötülük duygusunu tamamen yitirmişse, onun için kanun mevcut değildir denemez de ne denebilir? Böylece, her iki terim daima atbaşi gitmektedir; onlar pozitif ve negatif olarak ayrılmaz haldedirler.Acaba bu bizim, vicdan azabında ve hoşnutluğunda ahlâk kanununun yeterli bir cezalandırması yahut mükâfatlandırmasını gören genel doktrin tarafında yer aldığımız anlamına mı gelmektedir?Heyhat! Eğer bizim, onun karşısındaki tutumumuzun bedeli olarak kanundan beklediğimiz bütün şey, onun bizi sevindirmesi veya bize acı vermesi ise, bu ne çocukça teşebbüstür! iyi veya kötü davrandıktan sonra duyduğumuz sevinç ve acı, esasında bizim üzerimize kanunun bir reaksiyonundan ziyade, vicdanımızın bizzat kendisine karşı bir tepkisidir. Bunlar, kavuşan veya muhasım iki duygunun, bizim vicdanımızdaki bu karşılaşmasının tabiî iki ifadesidirler. Bizim gerçek hakkındaki duygumuzun ideal üzerine olan duygumuzla ahenk içersinde veya çatışma halinde bulunmasına göre, ya bu iç dengenin, bizzat kendimizin kendimizle uyumunun sonucu olan bir barış veya sükûn halinden yararlanırız. Biz özellikle düşüncemizi fiile geçirme şeklinde bize verilmiş bulunan bu gücün şuurundayız; veya biz bu tezattan ve güçlerimizin bu zaafiyetinden, varlığımızda bir yırtılma gibi acı çekeriz.Ahlâkî heyecanlarımızın bu sırf psikolojik olan açıklaması, naslarla ahenkli bir şekilde uyuşmaktadır. Hakikaten, bu ruh hallerine davranışımız tarafından talep ve iddia edilen bir karşılık olarak bakmak yerine, Hz. Peygamber orada (ahlâkî) imanın bir ifadesi ve hattâ tarifini görmektedir[2] Bir başka hadise göre bu içten kınamanın şiddeti, bizim inancımızın samimiyet derecesini tam olarak yansıtmakta ve ölçmektedir. Filvaki, ödev duygumuzun az veya çok canlı oluşuna göre, biz hatamızın büyüklüğünü ve ağırlığını az ya da çok canlı bir şekilde hissederiz[3]Fakat, eğer vicdan azabı cezaî bir müeyyideyi meydana getirmese bile, ıslah edici bir müeyyide şeklinde düşünülemez mi?Pek değil. Çiğnenmiş kanunu yeniden tesis eden şey, bir duygu değil, fakat iradenin yeni bir tutumudur; bu nedamettir. Vicdan azabı tövbe değildir; bu sadece onun belirtisi ve hazırlığıdır. Ruh kötülüğe dayanama-dığı zaman, onda bir çeşit çatlak meydana gelir.Vicdan azabının yakıcı sıcaklığı içerisinde şüphesiz o, tekrar kaynaşma, yeniden yekpare bir şekilde durma ve bundan böyle yükünü daha çok bir enerji ve canlılıkla taşıma yolunu bulacaktır. Felâket, bize açılmış bulunan bu imkândan yararlanmarnamızdır. Bu geçici atılımın derhal yeniden sıfıra müncer olması, birkaç zaman boyunca yanmış bulunan ateşin hemen sönmüş ve böylece irade için arkası kesilmiş ve davranış için geleceği olmayan bir hal almış bulunması nadir değildir ve hattâ oldukça sık bir durumdur. Şu halde tövbe vicdan azabının bir sonucu değildir; o, onun prensibinin bir neticesi olarak çıkmaz.Vicdan azabı çatışmanın tabiî bir sonucudur, fakat o bir müeyyide değildir. Tövbe tamamen tersidir: O tabiî bir sonuç değil, fakat bir müeyyidedir ve gayretin müdahalesini gerektiren sırf ahlâkî bir yaptırımdır. Bu ilk ödevin bir ihmalini müteakip kanunun bize zorla kabul ettirdiği yeni bir ödevdir[4] Artık faydalı olmama tehlikesine koşmaksızın herhangi bir gecikmeden rahatsız olmayacak ölçüde gayet acil ve ivedi bir ödev. İlkin, iradenin hatalı tutumundaki her ısrarı, her bir anda yeni bir hatayı meydana getirir[5]. Sunulan tüm lezzetlerden şimdi yararlanmak istemek ve son nefesle birlikte nihayet tövbesini beyan etmek suretiyle herşeyi silmeyi beklemek bir ütopyadır[6].Derhal tövbe ve suçlu tutumun inatla sürdürülmesi arasında, geçmişe teessüf etmek ve onun telâfisini biraz sonraya bırakmaktan ibaret olan tembel çözüm bulunmaktadır. Tehlike işte burada yatmaktadır; zira, Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerine göre, günahın affı ancak tövbelerini hemen veya kısa vadede yapanlara garanti edilmiş bulunmaktadır[7]Gerçektir ki, Hz. Peygamber bu hükmü, vadeyi ömrün süresi ile çakıştıracak şekilde yorumlamıştır[8].Ancak, açıkçası çünkü hayatın vadesi bizim için meçhuldür ve o ekseriya en az beklendiğinde sona ermektedir, onun saati hususunda ihtiyatlı olmak yani daima gidişin eşiğinde olmak ve sürekli olarak hesabını denk tutmak basiretli bir tedbirdir. "Günah peşin ve tövbe de veresiye olduğu sürece, diyordu manevî olarak Gazali, orada cehennemlik bir ruhun ifşa edilişini görmek gerekir"[9]Tövbe, onarıcı bir müeyyidedir diyoruz. Ancak, sonraki («tumun geçmişteki birini tamir etmesi nasıl idrak edilebilir?Her şey, kelimelere verilen tanıma bağlıdır. Eğer, "tövbe etmek" sadece işlenen kötülüğe esef etmek ve artık yeniden başlamamaya karar vermek anlamına gelirse bu, açıkçası işlenen fiilin sonuçlarını ortadan kaldırmaya yetmez. Oysa ki, islâm ahlâkı içersinde tövbe, telâfi edici fonksiyonunu, bu anlamda doldurmamaktadır. Gerçekten de bu ahlâk içersinde "tövbe"den, iradenin çok daha karmaşık bir tutumu anlaşılmaktadır. Sadece yeni bir hareket çizgisi ittihaz ederek değil, fakat sarsılmış bulunan yapının metodik yeniden inşası suretiyle de, aynı zamanda geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe bakan ve olayların içinde tezahür eden tutum. Bu bakımdan Kur'ân-ı Kerim'in ifadesi gayet yapıcıdır. Allah'a yeniden dönmek" terimine o daima şunlar gibi başkalarım ekliyor: "düzeltmek, ıslah etmek"[10], veya "iyiyi yapmak, onu gerektiği gibi yapmak ve bunda sebat etmek[11]. Vadedilen affın elde edilmesi için O'nun kaçınılmaz olarak ifade ettiği şartlar birliği.Samimi bir tövbenin ilk kanıtı, acil bir güncelliğe sahip bulunan ve onsuz tövbe düşüncesinin çelişkili olduğu ödev, şu hale göre, hatasından hemen geri dönmek yani o anda irtikap edilmeye devam olunan kötülüğü bırakmaktan ibarettir.Daha sonra bu kanıtı, öteki iki müsbet işlem tamamlamaya gelmektedirler: Geçmişin onarımı ve daha iyi bir geleceğin kurulması.Yalnız, onarım düşüncesi biraz belirsiz kalmaktadır ve onu tek anlamlı bir kavram olarak tammlamak mümkün değildir. Hakikaten o bize, onarılması gereken hatanın türüne göre tabiat değiştiriyor gibi görünüyor. İhmal edilmiş ve gereği el'an yerine getirilecek olarak kalan bir ödev söz konusu olduğu zaman, onarımın ahlâkî düzenin gerçek bir yeniden tesisinden ibaret olması gerekmektedir. Burada onarmak, tekrar kazanmak demektir. Er veya geç, ihmal edilen fiil yeniden ele alınmak ve kendisine yaraşır biçimde yerine getirilmek zorundadır[12] Fakat, ifa edilmiş sabit bir kötülük halinde, tamir edilmez olan nasıl onanlır? Burada kelimenin bir başka manası zahir olmaktadır. Artık onarmak yeniden tesis etmeyi değil fakat tazmin ve telafi etmeyi ifade etmektedir. Bizzat hatayı ilga et-mek mümkün değilse bile, zıt bir tabiatı haiz olan fiillerin ifası suretiyle, hiç olmazsa onun sonuçları silinip ortadan kaldırılabilir. Gerçekten de Kur'ân-ı Kerim: "Salih amellerin kötülerini silip attığını" bize öğretiyor[13]. O: "Günahlarını itiraf edenler ve iyi bir ameli kötü ile karıştıranların belki Allah tövbesini kabul eder... (Ey Peygamber) onların mallarından sadaka al ki bununla kendilerini (günahlarından) temizlenmiş ve ruhlarına, yeniden haşlamak hususunda taze bir güç katmış olasın[14]buyuruyor.Bununla birlikte sünnet burada silinmesi gerekli iki çeşit hata ayırdet-miştir: Haksız yere kendini heveslerine kaptırmak gibi, Allah hakkıdiye adlandırılan şahsi bir ödevi çiğneyenler; ve başkasının hakkına herhangi bir zarar veren diğerleri. Gerçeği söylemek gerekirse, Tanrı hakkında ister katıksız şekilde olsun, isterse bir başka beşerî hakla karışmış halde bulunsun, bizim bütün ödevlerimizde rastlanır. Oysa ki, Hz.Peygamber'e göre buraya kadar işaret olunan bütün tevbe şekilleri sadece, bu mukaddes konunun çiğnenmesi olarak bizim günahlarımızı silmeye elverişlidirler. Eğer, üstelik suç, hemcinslerimize karşı herhangi bir haksızlığı içerirse, o ancak yeni bir unsurun ithali ile tamir edilebilir.Yapılan kötülükten pişman olmak, onu affetmesi için Allah'a yalvarmak, bir daha bu hataya sürüklenmemeye azm etmek, kötü fiili iyi amellerle dengelemeye çalışmak, bütün bunlar gerçekten iyi, matlub ve Allah'a hoş gelmekle birlikte, noksansız bir tövbeyi oluşturmaya muktedir değildirler. Pişmanlık ve hatadan dönmeden mada, kendilerine haksızlık yapılanların açık ve kesin bir muvafakatini elde etmek gerekir[15]. Müfteriden katile kadar başkasının hakkına karşı suç işleyen her insan, mağdurlarına itirafta bulunmak ve kendini onlara teslim etmek ve onların kararlarına bırakmak zorundadır. Bu dünyada onlardan elde edilen bir be-reat bulunmazsa, Ahirette onlar tarafından mecbur tutulabilecek olan ağır bir bedeli beklemek gerektiğini Hz. Peygamber bize haber veriyor. Mütecavizlerinin hasenatının bir bölümünün onların hesabına aktarılmasından ibaret olacak olan, ahlâkî türden bir tazminat. Bir kere bu hasenat tükenince, artık borçlunun alacaklılarına borçlarını ödemek üzere verecek bir şeyi kalmayacağından o, kelimenin tam anlamıyla "iflas" edecektir; ve tersine bir işlem vuku bulacaktır: Mağdurları tarafından işlenen günahlar ona yüklenecek ve o bunları onların yerine ödeyecektir[16].îslâmiyetin sosyal ödevlerimizi ihmale atfettiği tamamen özel ehemmiyeti anlamak için, günahları üç katagoriye ayıran hadisi okumak yeterlidir. Bu hadise göre, kökten inançsızlık bir yana bırakılırsa hemcinslerine karşı işlenen ve onların rızasına bağlı bu'unacak olanlar müstesna, bütün beşerî günahlar ilâhî rahmet tarafından bağışlanabilirler[17].Tövbe kavramını terk etmeden önce, Kur'ân-ı Kerim'de bulduğumuz iki Önemli işareti ilave etmek durumundayız. Birincisi, hak dine yenice ihtida etmiş bulunan kafirlerin, sanki hakiki imana olan bu ihtidanın daha önceki tüm günahları temizleyici hassesi mevcutmuşcasma, geçmişi onarıcı her icradan muaf olduklarıdır[18] İkinci işaret, uygun şartlarda samimi olarak yapılan bir tövbe-i nasuhun tesirinin, muhtemel bir yeniden düşme ile (bu durum, hali hazır en metin azimkârlıkta dahi mümkün olduğundan) yıkılıp gitmeyeceğidir. Yeri geldiğinde biz, asla ümitsizliğe düşmeksizin, ıslah gayretlerimizi tekrar etmek zorunda kalacağız[19].
Fakat, tövbe hangi şekil altında sunulursa sunulsun, bizim ona verdiğimiz karmaşık anlamda, o sadece kanun tarafından bize mecbur tutulan ıslah edici bir müeyyideyi oluşturmaktadır.Onun karşısında takınılan tutumu müteakip, kanunun bizim üzerimizde kendiliğinden icra ettiği karşılık verici bir ahlâkî müeyyide de mevcut değil midir?Fakat evet ve sadece en dolaysız müeyyidenin etkisini durdurmak için onun bize empoze ettiği zorunlu müeyyideden çok önce ya ahlâkî mecburiyetin anlamı yoktur veya faziletin uygulanması ve kötülüğe terkin bizim lehimizde yahut aleyhimizde herhangi gerçek, şuurlu ya da şuursuz bir etkisi mevcuttur. Bu olmaksızın, kanuna itaat, sadece boş bir meşguliyet, yalnızca bizi çalıştırmaktan zevk duyduğu için çalıştıran despot bir efendinin bir mecbur tutması olacaktır. Ve eğer bizim yaşayış tarzımızdan beklenen sonuç, yukarı melekelerimizi az veya çok derin bir biçimde değiştirmeksizin, hassasiyetimizi hoş bir şekilde yahut zahmet vererek etkilemeye götürülürse, bu bir bakıma bin tane işçiyi angaje eden ve onların sadece en alalade olanlarını ödeyen bir patronun haline benzeyecektir. Hayır, bizde mevcut bulunan herşeyi; beden ve zihin, idrak ve intisap melekelerini, emretme ve yapma gücünü kendi hizmetine koymak ve herşeyi düzenlemek ve herşeyi muayyen bir başkasında değil de, belli bir tarzda götürmek isteyen bu dayanılmaz iç talep delicesine bir mecburiyettir veya o bizim varlığımızın tamamının en büyük iyiliğini hedef almalı ve şartlandırmayıdır.İnsanın mı kanun için yoksa kanunun mu insan için yapıldığı sorulmaktadır; ve bazan beriki bazan da öteki tasdik edilmek suretiyle cevap verilmektedir. -Bizim düşüncemize göre, iki iddianın her biri gerçeğin bir yönünü ifade etmektedir. Ve biz her iki ifadeye de Kur'ân-ı Kerim'de rastlamaktayız. Bir yandan, Allah: "Görülür ve görülmez her iki âlemi de ben, sadece bana ibadet ve itaat etmeleri için yarattım[20] buyuruyor. Diğer yandan, Kitap: "Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez, fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki ni'metinin tamamlanmasını diler. Tâki şükredesi-niz" diye tasdik ediyor[21]Nisbî gerçekleri ile birlikte her iki ifadeyi birbirine yaklaştırınız, mutlak hakikati elde edeceksiniz. însan kanun için halkedilmiştir, oysa ki kanun da insan için yapılmıştır. Şu halde insan bizzat kendisi için yaratılmıştır. Kanun bir gayedir, fakat o nihaî gaye değildir. O, ahlâka açılan veya kendi mükemmelliği için mücadele eden haliyle insan ve külli fazilete sahip, olması gereken şekliyle insan arasında, alelade halktan kişi ve veli arasında, askerle kahraman arasında, sadece bir orta terimdir. Kanun adetâ, bizim aynı zamanda hem çıkış noktası hem de varış noktası olduğumuz iki kıyı arasına kurulmuş bir köprü; ayakları yere değen ve ona tırmanmak isteyenleri göğe yükseltmeyi vadeden bir merdiven gibidir. Bu statik ve mekanik imajların yerine, daha iyisi Kur'ân'dan onun dinamik imajını alalım. İki meşhur teşbihte Kur'ân-ı Kerim gerçek ve sahteyi biri "Kökü sabit ve sağlam, dalları göğe doğru olan ve Rabbinin izniyle her mevsimde meyve veren" diğeri "Kökü". sabit olmayan ve "Kökleri toprak seviyesinde koparılmış bulunan" iki ağaca mukayese etmektedir[22]. Bu mukayese, teorik düzeninkilerden daha ziyade, pratik gerçekliğe ve sahteliğe uyar. Verimli ve sağlam olan, faal fazilet, bizim değerimizi artırır. Ve bizi gittikçe daha yükseğe çıkarır. Fena olan ve geleceği bulunmayan kötü ahlâk, bizi yavan ve bayağı kılar ve hatta bizi insanlıktan çıkarır.Kur'ân-ı Kerim'e göre, çeşitli şekilleri altmda iyilik ve kötülüğün uygulanmasının insan ruhunda doğurduğu şeyin birkaç örneği istenmekte midir? İşte onun bir numunesi:
1. Namaz: Onu ruhunda uygulayanlar için namazın çift yönlü bir ahlâkî fonksiyonu vardır. O sadece insanı "Hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoymakla" kalmaz, fakat "daha da takdire şayan olan" onun bizi tüm mükemmelliklerin üniversel kaynağı ile manevi bakımdan temasa geçirmesidir[23]
2. Sadaka: Sadakanın da çift taraflı bir yararlı etkisi mevcuttur: Menfaate olan aşırı bağlılığından onu çevirmek suretiyle o, ruhu "arıtır"; ve onun inkişafını "artırır[24]
3. Oruç: Orucun daha ziyade bertaraf edici bir rolü vardır: O bizi kötülükten korur, şehevî duyguların tahrik gücüne karşı bizi müdafaa eder ve böylece bizi kanuna daha iyi saygı göstermeye muktedir kılar. Bu, tak-va'ya erişmek için bir yoldur[25].
4. Amel ve Hikmet: Faziletli amellere daimi ihtimam insanı uslandırır, talihsizlik halinde onu cesur, refah halinde de cömert kılar[26].
1. Sarhoşluk: Kur'ân-ı Kerim içki ve kuman bize çift yönlü bir zararla sunuyor, yani: onlar insanların araşma "kin ve nefreti ekerler" ve bizimAllah'ı anmamıza engel olurlar[27]Sarhoşluk İslâm'da o derecede kınanmıştır ki, o "kötülüklerin anası"[28] ve "şerrin anahtarı"[29] diye adlandırılmaktadır. Gerçekten, akıl gittiği zaman, bizzat kendi üzerimizde hangi idareye sahip olacağız ?
2. Yalan: Ahlâkî iyilik ve kötülük içerisinde, sırasında başka faziletler ve başka fenalıklar doğuracak olan verimli faziletler ve fenalıklar mevcutsa, onların sayısı içerisinde doğruluk ve yalancılığı saymak gerekir. Hz. Peygamber "Sadakat fazilete..., yalan fenalığa götürür. buyuruyor[30] Kur'ân-ı Kerim daha ileriye gidiyor. O, yalanın sadece ahlâkî bozuklukların başını çektiğini ifade etmekle kalmamakta, aynı zamanda onu bize inançsız bir ruhun özelliği ve dolayısıyla (ahlâkî) imanla uyuşmaz olarak takdim etmektedir[31]. Keza, Hz.Peygamber'de bu uyuşmazlığı, hiç değilse irtikâp edilmeleri anında, bütün kaba fenalıklara ve büyük günahlara teşmil ediyor[32]. O anda, diye tasdik ediyor bize O, iman kalbin dibine itilirse suçlu veya sefihte ondan sadece bulanık bir filiz, adeta başının üstünde süzülen bir gölge gibi kalır[33]. Ancak, kendimizi sünnetin dokümanları arasına angaje etmeyelim, bu bizi çok uzaklara götürür; Kur'ânî nassa dönelim. ;
3. Hareket tarzı ve zihnî melekeler: İyiliğin kalbi arıttığı ve iyi niyeti güçlendirip sağlamlaştırdığını; kötülüğün de ruhu bozup kirlettiğini söylemek yeterli değildir. Onların eylemi daha da uzağa gitmektedir. Onla-nn, zihne kadar uzanan yankılan ve sonuçları mevcut bulunmaktadır. İhtirasın ifratı adeta zihnin aynasını paslandırır. Ve onun gerçeği idrakini bozar. [34]Buna karşılık, dürüstlüğün dengesi insanı, doğruyu yanlıştan ve iyiyi kötüden ayırt etmeye muktedir kılar[35].
4. Bütün nefis: Böylece tüm melekelerimizin her biri kendine ait ahlâkî müeyyide hissesini kabul eder. Şu halde, temizlenmesi ve mükemmel-leştirilmesi veya karartılması ve düşürülmesi söz konusu olan, baştan başa bizim ruhumuzdur[36].Ve hepsini tek kelime ile ifade etmek gerekirse, karşılık verici ahlâkî müeyyide, hasene ve seyyieden yani değer iktisabı veya kaybından ibarettir, "iyilerin kaydedildikleri defter şüphesiz yüksek katlardadır" kötülerin ki ise aşağıların aşağısına konmuş bulunmaktadır[37].
Ahlâklılıktan kanuniliğe geçildiğinde, karşılık verici müeyyide hemen anlamının yarısını kaybeder. Karşılık verici ve caydırıcı çift yönlü veçhesinden o, sadece ikincisini alıkoyar. "Müeyyide" burada esas olarak, kelimenin geniş manası ile te'dip edici cezaların yanısıra öz anlamı ile cezai tedbirleri de kapsamak suretiyle, cezalandırma anlamını ifade eder.Öteki medenî topluluklar gibi, müslüman toplum da, ödevlerini normal olarak yerine getiren kimselere maddi mükâfatlar vermekten uzak kalmamaktadır. Bunlar ilkin, kanunun himayesine konmaktan, hayatı, bedeni, malları ve şerefi her türlü tecavüze karşı emniyet altına alınmaktan ibaret olan, bir çeşit olumsuz müeyyide ile iktifa edeceklerdir. Daha sonra onlar, kendilerini lâyık oldukları saygı, itibar ve övgü ile karşılayacak olan, genel kanaat içerisindeki yaygın bir müeyyide ile yetineceklerdir. Nihayet onlar, insana sadece dürüst, namuslu ve edepli bir hayatın sağladığı ve onun, kamu işlerinin yönetiminde veya sosyal adaletin dağıtımında aktif bir rol oynamasına izin verdiği, bu yurttaşlık hakkından yararlanacaklardır. Zira, İslâmî kanun nazarında, sadece ahlâka aykırılık değil, fakat hafif bir davranış, uygunsuz bir tavır ve hareket, hatta masum zevklere kendini terk bile insanı, dualarda şahitliği kabul edilmez; hakimlik görevini ve daha da haklı olarak Devlet Başkanlığı görevini yerine getirmeye ehil sayılmaz kıldıracak türdendirler.islâm hukukunda cezaî sistemin incelenmesine el attığımızda, orada iki farklı sınıfı ayırdetmek zorundayız: Hudûd denilen, kanun tarafından sıkı bir biçimde belirlenmiş müeyyideler ve Ta'zirât denilen, hakimin takdirine bırakılmış diğer müeyyideler mevcuttur.Birinciler, az bir sayıdaki suçlan müeyyideye bağlarlar[38]: İsyan, hırsızlık, sarhoşluk, namusa tecavüz ve bu mülevveslikle temellenmemiş itham. Öteki suçlar ikinci sınıfa dahildirler.İlk kategoriyi en iyi karakterize eden şey, orada cezaların cins ve adet bakımından iyice tesbit edilmiş olması vakıası değil, fakat üstelik onların mutlak bir özelliğe bürünmüş olmalarıdır. Şu anlamdaki onların tatbiki, ne suçlunun durumuna (sabıkalı veya değil az veya çok ıslahı kabil yahut korku tulabilir) ne de mağdurların duygularına bağlıdır. Gerçektir ki, ister onun saldırgan fiilini tamamen bağışlayarak olsun, isterse onunla iki tarafın rızası ile anlaşma ve bu durumda kanunî müeyyidenin vakî olmayacağı şeklinde olsun, bu sonuncuların suçluyu adalet yoluyla kovuşturmama hakları vardır. Fakat, cinayetin alenî kılınması yani yetkili otoritenin bilgisine götürülmesi anından itibaren, özel surette ilgili şahısların haklarından vazgeçmelerine rağmen müeyyide, amme menfaati tarafından geri dönülmez bir biçimde mecbur tutulmuş olarak kalacaktır; ve o acımasız bir şekilde tatbik edilmek zorundadır.Bu husustaki uyuşmazlık hiçbir uzlaşmaya yer bırakmıyor. Arap eşrafından bir kadın tarafından işlenmiş bulunan bu hususta Hz. Peygam-ber'in gayet enerjik ifadelerle, kanun katında herkesin eşitliği ilkesini tesis ettiği hırsızlık hikâyesi bilinmektedir. Bu konuda en iyi dostlarından biri tarafından ricada bulunulan o, ayağa kalkmış ve şu kısa hitabeyi irad etmiştir: "Ey insanlar, sizden öncekilerin dalaleti şu idi ki, onlar asilleri cezasız bırakıyor ve cezayı zayıflara tatbik ediyorlardı. Oysa ki Allah adına yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Farıma hırsızlık yapsaydı, Muhammed onun elini keserdi[39].îşte daha öğretici bir başka vak'a. Medine'nin dışında, zulme uğrayan müslümanların, bu müslüman başkentine ikâmet etmek üzere gelmelerini emreden Hz. Peygamber'in bu davetine cevap veren Süfyan b. Umey-ye doğduğu şehri terk etti ve manevî şefin yanma yerleşmeye geldi. Henüz yeni geldiğinde, Mescid'de bir süre dinlenmek istediğinden, o oraya uzandı ve katlanmış ridası kendisi için bir yastık yerini tuttuğu halde o uyuya kaldı. -Kendisine yaklaşan bir hırsız, uygun zaman olduğunu düşündü ve onun ridasını aldı; fakat, aniden uyanan, Mescid'in misafiri hırsızın arkasından koştu, onu suç üstü yakaladı ve Hz. Peygamber'in katına götürdü; O da onun elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine, bu adam için kendini merhamete kaptıran ve ihbar edici hareketinden dolayı pişman olan Süfyan şöyle haykırdı: "Benim istediğim bu değildi. Ey Allah'ın elçisi, ben ona onu sadaka olarak veriyorum." Fakat bu çok geç idi. Hz. Peygamber, "Bunu neden bana gelmeden önce yapmadın?" diye karşılık verdi[40].Böylece bu çeşit hataların bağışlanması ancak hususi halde geçerlidir. Bir kere kamu otoritesi suçtan haberdar olunca "had" cezasının uygulanması artık vazgeçilmez olmaktadır. Hatta bu bir başka hadis-i nebevinin de beyanıdır[41].Şu halde, İslâm hukukunda hırsızlık, bizzat Kur'ân-ı Kerim'in ifadesine göre, hırsızın elinin kesilmesini belirliyor[42].Eşkiyahk, ya ölüm cezası veya uzuvların kesilmesi yahutta sürgün cezası ile cezalandırılır[43].Kur'ân-ı Kerim'in zina yapan için öngördüğü ceza, yüz kamçı darbe-sidir[44]. Hadislere göre buna, bir yıl süre ile ülkeden uzaklaştırmayı ilave etmek gerekir. Her halükârda, eğer az önce işaret ettiğimiz ve bekârla evli arasında net bir ayrım gözetmeyen Kur'ânî hükmün ifadelerine itibar edilirse, ölüm cezasını bu alandan hariç tutmak gerekecektir. Fakat, Hz. Peygamber ve ashabının Sünneti şu ayırımı tesis etmiştir ki, zina yaptıklarına kanaat getirilen evli şahıslar en çirkin ölüm cezasına müstehaktır-lar. İşaret edelim ki, Kur'ânî ifadede, bir başka bakımdan, bu konuda teşriî bir tekâmülün sonucu olarak bu cezaya kapıyı açmışa benzemektedir.Gerçekten, başlangıçta Kur'ân-ı Kerim tarafından, zina yapan kadınlar için öngörülen müeyyide, "ölünceye kadar veya Allah'ın onlara bir başka çıkış yolu temin etmesine kadar" hapis cezası ile cezalandırılmaktı[45]. İşte bu çıkış yolunun belirlenmesi makamına geçmek üzeredir ki, sonraki Peygamberi hüküm verilmiştir[46].Nihayet, namuslu kadınlara zina isnadında bulunan ve bunu kanıtlamayan müfteri de aşağı-yukarı başkalarma iftirada bulunduğu bedenî günahmki ile aynı cezaya müstehaktır: Yüz değnek yerine seksen[47].İçki içmenin cezasına gelince, ne Kur'ân-ı Kerim'de ne de Hz. Peygamber'in hadislerinde hiçbir metin ondan bahsetmemektedir. Sadece, bu sonuncusunun zamanında yerleşik âdet, mü'minlerden muayyen bir kısmm, içki içen kimsenin etrafmda toplanarak onu sopa, ayakkabı, v.s... darbelerine uğratmaları şeklinde idi. Hz. Peygamber'in vefatından sonra, ilk halife, eskiden sarhoşlara vurulan darbelerin takribi sayısını hatırlamak üzere, büyük sahabileri şûra halinde topladı ve onlar bunun kırk (ayakkabı çifti darbesi) olarak takdir ettiler. Hz. Ömer'in yönetiminde bir ikinci şûra bunu (her bir ayakkabı darbesini bir kırbaç darbesine çevirerek) seksen kırbaç darbesi şeklinde belirledi. Şûra üyeleri arasmdan, Hz. Ali şu şekilde muhakeme yürüttü: "İnsan içki içtiğinde sarhoş olur; sarhoş olduğu zaman, saçma sapan konuşur; saçma sapan konuştuğu zaman o, hemcinslerinin şeref ve namusuna dokunur. Ben ona, müfterilere uygulanan cezanın aynısının uygulanması gerektiği görüşündeyim.[48] Öte yandan Abdurrahman b. Avf, bu rakamda Kur'ân-ı Kerim'de bilinen cezanın en hafif derecesi olmak üzere, düşünülebilen asgari çözümü görmüş bulunmaktadır[49].Aklî ve naklî olan bu çift yönlü yol vasıtasıyla, Hz. Peygamber'in ashabı böylece aynı sonucu bulmuşlardır; ve kaideten olduğu üzere onların müşterek karan kanun gücüne ulaşmıştır.Hemen kabul edelim ki, eşkiyalığa karşı alınmış olan müstesna tedbirler bir yana, îslâmiyetin, şahsî davranışın herhangi bir kural dışı hareketi ve kamu hukukunun bazı suçlarına karşı muamelede bulunmayı kabul ettiği bu son derecede ağır cezalar karşısında çağdaş vicdan gerçekten şoke olmuş bulunmaktadır. Duygularımızın inceliğinin, gaddar suçlulara fizikî olarak ıstırap çektirilmesinden bile giderek tiksindiğimiz bir dereceye eriştiği bir çağda, özel veya kamu yaşantılarında onların düştükleri irade zayıflıklarının tâbi tutulmak istendiği bu acımasız ıstırapları titremeksizin nasıl karşılayabiliriz? Nitekim ve özellikle onların Avrupa dünyası ile teması sayesinde, birçok müslüman toplum, uzun zamandan beri bu ceza şekillerini uygulamayı durdurmuş bulunmaktadır.Fakat, bu çok büyük duyarlılığın, akılda veya fertlerin yahut toplulukların gerçek menfaatinde sağlam temellerinin bulunup bulunmadığını bilmek meselesi mevcuttur. Esasen, bir ceza karşısında bizim tereddüdümüzün anlamı nedir? Çiğnenmiş kanun ve onu çiğneyen ferdin hukuku arasındaki çekişmede, biz bu sonuncusuna daha büyük bir önem atfetmiş veya aynı şey demek olan, birincisine daha az bir değer bahşetmiş olmuyor muyuz? Bir iç veya dış düşman tarafından istila edildiğimiz zaman, ona en sert darbeleri indirmekte, hayattan mahrum etmek dahil, en zalimane eziyetleri hazırlamakta tereddüt etmiyoruz. Bu, bizde imtiyazlı bir mevki işgal eden korunma içgüdüsünün, bizim olağan sempati ve insanî kardeşlik duygularımızı, o durumda arka plâna itmesindendir. Bir müeyyideye olan tepkimiz, müeyyidelenmiş ödev düşüncesinin üzerimizde yaptığı etkiyi tam olarak ölçer. Böylece, üyelerinin fena davranışını şiddetle cezalandırmakta hiç tereddüt etmeyen ma'serî vicdan, bu yolla, beşerî ıstıraba olan bir duyarlılıktan ziyade, sarsılmış kanun için emsalsiz surette derin bir saygıyı, dinî bir saygıyı (bu gerçekten onu söylemenin zamanıdır) göstermektedir. Bu yolla, çağdaş ahlâkî anlayışı ilk müslüman toplumunkinden ayıran mesafeyi ölçünüz. Bu sonuncusu ailevî sadakatin kutsal özelliğine ne kadar duyarlı idi! Eşlerden birinin diğerine ihanetine karşı o, hangi büyük öfke ile isyan ediyordu! Hırsızın liyakatsizliğine, alkoliğin hamakâtine, müfterinin alçaklığına, o hangi hakaretle bakmaktaydı! Doğrusu bu cemaat sempati ve insanî şefkat hususunda aciz değildi; fakat o, bu aşırı hassasiyetleri susturmak ve disiplin zihniyeti ile bunun ötesine geçmek zorundaydı[50], insan şahsiyetine saygıya ve kişinin güvenlik hakkına gelince, onların ancak insanlık liyakatlerini özenle korumasını bilenlerce haklılıkla talep edilebileceklerine hiç şüphe yoktur. Dürüst olmamak, sadece kişiye değerinden kaybettirmekle kalmaz, fakat onu az-çok yaralanabilir hale de sokar. Ve işte o bu yaralanabilirliğin sebebini bizzat kendinde aramak zorundadır, çünkü kendi koruyucu perdesini yırtan kendisidir.Bir arap şairinin şu derin tefekkürünü dinleyiniz:Eğer haksız yere kesilen el, beşyüz dinarlık (altın para) bir tazminata değerse, bir çeyrek lira değerindeki bir hırsızlık için kanunen onun uzvunu kestirtecek ne olmuştur?" Bu, hainliğin yüz karası içerisinde düşük bir değere sahip olmasına karşılık, dürüstlüğün asaletinin ona değer ka-zandırmasmdandır." diye devam ediyor şair.îlâve edelim ki, hırsızlara karşı bu aşın şiddet, sadece görünüşte ve nazariyededir. Tatbikatta, ceza ne kadar ibretâmiz olursa, onun uygulanması o kadar az sıklıkla vukubulmuştur. Müeyyidenin ağırlığı, ihlâli daha az tahrik edici kılmaktadır; ve disiplin, hakimiyetini kurabilmek için onun önünde aşılması gereken büyük engellerle karşılaşmamaktadır.Kaldı ki, ahlâka uygunsuzluğunun büyüklüğüne rağmen, sünnetin zinayı cezalandırmayı öngördüğü tarz, ürkmemize izin vermiyor. Bir insanı kudurmuş bir köpek gibi taşlamak! Mamafih, burada yapılacak bazı işaretler bu isyan ettirici özelliği hafifletici mahiyettedir.İlk önce, Kur'ân-ı Kerim, genel olarak bedenî günah hakkındaki mevzuatı öylesine tedbirlerle çevrelemiştir ki, suçun tesbiti eğer pratik olarak imkânsız olmasa bile, çok güç hale gelmektedir. Sadece bir kadının yabancı bir erkekle aynı bir odada birlikte yaşadığına dair değil, fakat belli olayın tasviri konusunda da, namuslu ve doğru sözlü dört kişinin birbirine uygun şahitliğini desteğine getiremeyen muhbirin bizzat kendisi sahte muhbir olarak seksen kırbaç cezası ile cezalandırılacak ve bundan böyle adalette kabul edilebilir şahitlerin listesinden adı silinecektir[51]. Keza, sünnette, zinadan mahkûmiyetin şahitlikle temellendirildiği bir örnek tanımıyoruz. Karar daima bizzat suçlunun kendiliğinden itirafı üzerine verilmiştir.Hatta kendiliğinden itiraf bile -ve işte bu ikinci noktadır- tek başına bir mahkûmiyeti belirlemek için yeterli değildir. Üstelik itirafta bulunanın ne dediğini bildiğinden emin olmak lâzımdır. (Yani onun için mecazlı bir ifadenin söz konusu olmaması gerekir: kalple, gözle, v.s... işlenmiş bir zina veya oruç esnasında olduğu gibi, belli bir anda yasak olan eşler arası münasebet fiili). Aynı şekilde bu itirafın sonuna kadar sürdürülmüş ve sonraki açık veya zımnî bir itiraftan geri dönme suretiyle hiçbir şekilde yalanlanmamış olması gerekir. Hatta, Mâ'iz hadisesinden genel bir kural çıkartan birçok fukaha, bu itirafı ancak, dört şahidin yerine geçmek üzere dört defa tekrar edilmesi şartıyla geçerli saymaktadırla[52]. Bu ayrıntılar ne olursa olsun, genel bir muhakeme usulü kuralı itirazsız kalkmaktadır, ki buna göre, her ferdin masumiyeti başta gelir. Hakikaten, İslâm kanunu insanın hayatını, bedenini, mallarını ve şeref duygusunu "sıkı bir biçimde kutsal" şeyler kılmaktadır[53]. Şu halde, bu ilk itminandan ancak zıt bir itminanla çıkılabilir. Bu demektir ki, sanıkların lehine düşünülebilir, tüm varsayımları tüketmek ve masumiyeti geçerli herhangi bir nedenle öne sürülebilecek her kim olursa olsun onu mahkûm etmemek gerekir[54].İşte problemin bizzat temelini ilgilendiren üçüncü ve sonuncu işaret İslâm kanununun özel suçları keşfe çalışmadığını, kimseyi onları itirafa mecbur tutmadığı ve buna davet etmediğini tasdik etmek, her şeyi yeterince söylemek demek değildir. Gerçek şudur ki, İslâm hukukunun iki ana kaynağı burada bir çekimserlikle yetinmemektedirler; onlar tam ve açık bir tavır takınmaktadırlar.Bir yandan, Kur'ân-ı Kerim bize hemcinslerimizin sırlarını araştırmayı kesinlikle yasaklamaktadır[55], işte muhbirlere kapatılmış olan yolun yarısı. Sadece yayılan, teşhir olan ve tehditkâr kötülük şer'an muhakeme edilebilecektir. Gizlenen ve ihtiraslarına itaat etmekten titreyen kimsenin durumu, ne kendiliğinden ne de bizzat kendi faili tarafından bize ifşa olunmayan olay, insanlarmkinden başka bir mahkemenin işi olacaktır.Ve onun muhakeme olunma tarzı bizim şimdiki bilgimizin dışındadır[56]. Hatta şayet onu araştırmaksızm, birini benim malımı çalarken veya şahsi bir ahlâksızlık işlerken bastırır ve onu cürm-i meşhud halinde yakalarsam, ben onu adalete bildirmek zorunda değilim[57]. En nihayet, biz bunu aklı selim ile ve onun içerisinde hareket ettiği şartları hesaba katarak yapmak zorundayız. Herkesin en büyük iyiliği için, alışkın bir sabıkalının kanunî otoriteye bildirilmesi tercih edilirken tesadüfen ve zaafiyet eseri olarak günah işleyen zavallı bizim merhametimize müstehak olmalıdır[58].Diğer yandan; Hz. Peygamber, gizlice günaha düştükten sonra bu konuda zevkle veya kaygısızlıkla gevezelik etmeye ve marifetlerinin hikâyesini yaymaya başlayanların bu tehlikeli temayülünü ekseriya takbih etmiştir[59]. Gerçekten de, kendi düşüşünden başkalarını haberdar etmek neye yarar? Bir çıplaklık gibi edeple gizlemek yerine onu ilân etmek arsızlığından ibaret olan bu ahlâksızlık yığını nedendir? Tanrı'nınki ve bizzat kendi vicdanınkinden fazla olarak üzerine insanların tahkirini cezbet-mek; nihayet kendi ahlâkî felâketine gayet özel bir surette ağır bir fizikî kötülüğü eklemek ne büyük bir çılgınlıktır! Bununla birlikte, onu azimle ve meseleyi bilerek yapanlar vardır; muttaki bir pişmanlık ihtiyacını tatmin etmek için, bizzat kendi cezalandırmalarını talep etmeye gelenler; işkencenin en müthiş acılarına metanetle katlanan ve orada bir felâketi görmek şöyle dursun, derin ve kurtarıcı bir neş'eyi duyanlar ve ahlâkî kirlilikten kesin surette kurtulmanın bir yolunu bulanlar mevcuttur. Tersine, bunlara karşı biz başka türlü sempatik olan bir tutumu tahsis ediyor ve hatta onların kahramanca hareketi için derin bir hayranlık duyuyoruz. Keza, başlangıçta Mâ'iz'in itirafını az bir hevesle karşılamasına rağmen, Hz. Peygamber neticede sadece onun ısrarına dayanamamakla kalmamış, fakat onun cesaretini Övmek ve günahtan dönüşünün yüksek değerini takdir etmek yoluna gitmiştir[60]. Aynı şekilde o, Cüheyne kabilesinden bir kadının gönüllü işkencesini de meth etmiştir[61].O halde, işin nihayetinde, kanun değil de, fert bizzat kendisine karşı sert veya müsamahakâr olabilir.Bu birkaç cürüm ve suç bir yana bırakılırsa, ahlâkî kanuna veya toplumsal kanuna karşı yapılan her ihlâl, değişken bir te'dip cezasına çarptırılabilir, fakat onun hakkında İslâm hukuku hiçbir karşılık cetveli vermemiştir. Ve vermeyi de düşünmemiştir.Şüphesiz, ölüm cezası ve uzuv kesme cezasından birincisi katillere ve zânilere, ikincisi de hırsızlara ve eşkiyalara ayrılmış olmak üzere, genel duyguya nazaran, te'dip cezasından bertaraf edilmişlerdir. Fakat, tamamen olumsuz olan bu tanımın dışında, her bir vak'a tümü için ve daha da az olarak herkesin özel durum için, alınacak tedbirin hiçbir olumlu tanımı mevcut değildir.Tesbit edilmiş müeyyideler için adaletin görevi olayların belirlenmesi ile sıkı bir biçimde sınırlandığı halde -ki onlar bir kere verildiklerinde adetâ otomatik olarak cezalandırılmalarını davet etmektedirler-burada mahkemenin dikkati daha sonra daha az Önemli olmayan bir ikinci safhaya götürülmektedir: uygulanacak cezanın seçimi. Bu seçimde, hakimin basireti zahirde gayet serbest bir şekilde rol oynayacaktır. Fakat bu hürriyet gerçekte ancak ağır bir sorumlulukla eş anlamlıdır. Çeşitli mülahazaların göz önünde tutulması gerektiğinden ve bir tenasüp unsurunun müdahalesi icap ettiğinden, burada hakim tam anlamıyla bir tedavi edici tabip rolünü dolduracaktır. Aynı zamanda hastanın mizacını, ilaçların özelliklerini, tedavinin zaman ve mekân şartlarını göz Önünde bulundurarak hekim, belli bir vak'a için mümkün en etkili ve en az şiddetli formülü bulmak zorundadır. Aynı şekilde, ihanet edilen ödevin ağırlığına, suçlunun karakterine, kuralı çiğnediği şartlara, (bir başkasına karşı işlenen bir zarar söz konusu olduğu zaman) hak sahiplerinin duygularına göre ceza, hususilik içerisinde verilen basit kınamadan veya az ya da çok ağır alenî tekdirden itibaren, az ya da çok uzun bir zaman için hapse yahut az ya da çok kalabalık sayıdaki kırbaç darbelerine kadar, fakat genellikle (bu nokta hakikaten tartışmalıdır) belirlenmiş müeyyidenin sayısına erişmemek üzere, hissedilir bir şekilde değişmek zorundadır. Sadece bu ceza türleri, duruma göre, az veya çok hafifletilmiş farklı şekillere elverişli olmakla kalmamaktadırlar; yalnızca bizzat tekdir, iyiliksever bir nasihata veya menfaatsiz bir öğretime irca edilebilmekle kalmamaktadır. Fakat, en nihayet hakim, iyi huylu bir insanın nadir bazı hatalarının kayıtsız ve şartsız olarak bera-atine karar vermek hakkına ve belki ödevine de sahip olacaktır. Hz. Peygamber'e atfedilen, ancak yüksek bir otoriteye nail olmamış bulunan bir hadiste: "Faziletli insanların yanlış hareketlerini affediniz" ifadesini okuyoruz[62].
Buraya kadar, ahlâkî müeyyide ve kanunî müeyyide hususunda Kur'ânî yasamayı müteala ettik. Onların tabiat farklılığına rağmen, faaliyet alanlarının, metodlarmm ve amaçlarının zıtlığına rağmen, biri beşerî ruh üzerine doğrudan doğruya etkide bulunmak ve mutlak'ı hedef edinmek, diğeri dolaysız olarak sadece dış duyulara erişmek ve toplumsal düzeni amaçlamak üzere, az önce incelediğimiz iki müeyyide türünün şu ortak noktalan bulunmaktadır ki, onlar hali hazır alanındadırlar, şimdiki hayat içerisinde icrayı faaliyet eylerler.Biz şimdi de, ilâhî müeyyidenin tabiatı ve vüs'atini incelemek ve Kur'ânî ahlâkî eğitim sistemi içerisinde ona düşen payı açıklığa kavuşturmak zorundayız.Müslüman olmayan dünyada oldukça yaygın bir düşünceye göre, Hz. Muhammed'in arap halkının ihdidasmı elde etmesi için büyük bir sıkıntısı olmamıştır. Yakıcı sıcak, gayet zor hayat şartları, bütün bunlar O'nun için, halkını daha iyi bir hayata çekmede, aynı ölçüde etkili vasıtalar olmuşlardır: Güya; O, size emrettiğimi yapınız, Allah da size orada doyuncaya kadar yiyip içeceğiniz bahçeler ve ırmaklar verecektir, buyurmuş.Sadece halk edebiyatı "Muhammed'in cenneti" teması etrafında dolup taşmakla kalmamaktadır, fakat tarihçiler ve filozoflar[63] da aynı nakaratı tekrar almışlar ve ikinci elden sağlanan ve ekseriya rivayet yoluyla bilinen bu mutat fikirlerin tesirinden kurtulamamışlardır.Arap-Müslüman tarihi ile ünsiyeti olanlar, olayların bu tür bir biçimde sunulmasından hayrete düşmektedirler. Ve hiç değilse onlar, onun tahrif edilmiş verilere dayandığını söyleyebilirler. Bu aşırı materyalist günde arap halkını tasvir ederken onlara sunulan portre, hakikaten realiteden o kadar aşikâr bir şekilde ayrılmaktadır ki, her zaman için, coşkun şairane ve şövalyevâri zihniyeti ile olduğu gibi aşırı kanaatkârlık ve sadeliği ile de tanınan bu halkın temel özelliğini ihmal etmektedir. Keza bu tasvirin İslâmİdealizmine ve onun çıkar gütmeyen görüşlerine ayırdığı pay da gayet azdır.Bize gelince, biz bu tür genel düşüncelerde kendimizi alıkoymak istemiyoruz. Sorunu çözmek için, sanırız ki, en basit ve en doğru olanı, bu konuda bizzat nassa başvurmamızdır. Gerçekten de, Kur'ân-ı Kerim'i okumak suretiyle, onun ahlâkî ödevi empoze ediş tarzı, daha iyi anlaşılacaktır; ve ondan çıkan formülün, onun hakkında bazılarının bize vermek istedikleri bu kaba imaja irca edilemeyecek kadar çok karmaşık olduğuna kanaat getirilecektir.Fakat önce bu konuda Kur'ânî anlayışın karmaşıklık ve zenginliğini ortaya çıkarmak için, hristiyan geleneğin onu bize muhafaza edebildiği şekliyle Kitab-ı Mukaddes ile bir karşılaştırma faydadan uzak olmayacaktır. [64]
Önce Eski Ahid'e
bakalım ve orada ilahî emirleri müeyyidelendirmek için tesis edilmiş bulunan
mücazat ve mükâfatların türünü görelim. Ahlâkî iyiliğin bizzat kendisi için
teklif edildiği, müstesna bir nadiriyete sahip bulunan birkaç pasaj[65]hariç,
orada emirlerin motive ediliş şekilleri şöyledir:Yasak meyve konusunda ilk
insan ailesine hitab ederken Tanrı şöyle der: "Siz ondan hiç
yemeyeceksiniz, ona hiç dokunmayacaksınız, aksi halde ölürsünüz[66]. Ve
kardeşi: Hâbil'in katili, büyük oğulları Kabil'e: "Şimdi sen toprak
tarafından lanetli olacaksın... Toprağı işlediğin zaman, artık o sana
bereketini vermeyecek"66. Çok sonra toprak ifsad olduğu ve tufanla
cezalandırıldığı zaman, Allah, Nuh'u ve Onun oğullarını şöyle diyerek takdis
eder: "Üreyiniz, çoğalmız ve toprağı doldurunuz[67]. Ve
ibrahim'in ilâhî iradeye itaati dünyevî ürünlerden başka bir şeyle mükâfatlandırılmış
mıdır? "Zatım hakkı için yemin ederim ki, buyurur Rab, madem ki bu şeyi
yaptın ve biricik oğlunu esirgemedin, seni ziyadesiyle mübarek kılacağım ve
senin zürriyetini, göklerin yıldızları gibi, deniz kenarındaki kum gib
çoğaltacağım; ve senin zürriyetin düşmanlarının kapışma hakim olacaktır[68].O
zamandan beri bu düşüncelere alışılmıştır ve onlar İbrahim'in nesline ayrılan
takdis formülünün esasını meydana getirmektedirler. İshak, Yakub'u şu
ifadelerle takdis ediyor: "Tann sana göklerin çiğinden, Ve yerin
semizliğinden, Buğday ve şaraptan bolca versin. Kavimler sana boyun eğsinler,
Ve milletler senin Önünde secdeye kapansınlar"[69].
Aynı şekilde, Tanrı Israil(Yakub)'e der: "Semereli ol ve çoğal; senden bir
millet ve milletler cumhuru doğacak ve senin sulbünden krallar çıkacak.
İbrahim ve İshak'a verdiğim diyarı sana vereceğim ve senden sonra bu diyarı
senin zürriyetine vereceğim[70].Nihayet
biz, şu ilâhî vaadleri nakletmek suretiyle İsrail oğullarını teşvik etmek için
aynı temayı geliştirmekten başka bir şey yapmayan Musa'ya geliyoruz:
"Tanrınız Rabbe kulluk edeceksiniz ve O sizin ekmeğinizi, sularınızı
bereketlendirecektir ve hastalığı senin çevrenden uzaklaştıracağım. Ülkende
kısır ve çocuk düşüren kadm olmayacaktır; senin günlerinin sayısını
tamamlayacağım. Dehşetimi senin Önünden gönderip, üzerlerine varacağın bütün
kavimleri perişan edeceğim.[71].
Daha ileride: "Eğer kanunlarıma uyarsanız ve emirlerimi tutarsanız ve
onları yaparsanız, o zaman yağmurlarınızı zamanında göndereceğim ve yer
ürünlerini verecek ve kışın ağaçları meyvelerini verecekler ve harmanınız bağ
bozumuna erişecek ve bağ bozumu ekim vaktine eri- şecek; ve doyuncaya kadar
ekmeğinizi yiyeceksiniz ve memleketinizde emniyetle oturacaksınız ve hiç kimse
sizin uykunuzu kaçırmayacak, kötü hayvanları ülkeden kaldıracağım ve
memleketinizden hiçbir şekilde kılıç geçmeyecektir. Düşmanlarınızı
kovalayacaksınız ve önünüzde kılıçla düşecekler...- Fakat eğer beni dinlemez
ve bütün bu emirleri yapmazsanız... İşte ben de size şunu edeceğim: Sizin
üzerinize dehşeti, canı yıprandıran veremi ve ateşi göndereceğim; ve
tohumlarınızı boş yere ekeceksiniz; onu düşmanlarınız yutacak... Düşmanlarınız
karşısında yenileceksiniz"[72]
Ve daha da ileride: "Eğer siz bu emirleri
dinlerseniz, eğer onları gözetir ve uygularsanız, Allah'ın Rabb, atalarına and
ettiği ahdi ve inayeti senin için koruyacaktır. O seni sevecek ve seni takdis
edecek ve seni çoğaltacaktır... Erkek olsun kadın olsun sizin aranızda ve
hayvanlarınızın arasında kısır olmayacak. Rab senden her hastalığı
kaldıracaktır... Allah'ın sana teslim edeceği bütün kavimleri
bitireceksin.."[73]
Bu emsalsiz düşünceler düzeninin bolluğu karşısında,
ilâhisinde: "Sen bu kavmi kurtardın Kudsiyyetinin bulunduğu meskene doğru.
Onu Sen yöneltiyorsun"[74]
diye haykırmak suretiyle Musa'nın bu meskenle
herhangi bir şekilde, Şe-ria (Ürdün) nehrinin Ötesinde vadedilen topraktan,
Kenan diyanndan başka şeyi... v.s. kastedip etmediğini sormak hakka mevcuttur.
Diğer pa-sajm bize sağladığı açıklamada zaten budur: "Siz Onu (Allah)
meskeninde arayacaksınız... ve yakılan takdimelerinizi, kurbanlarınızı ve
ondalıklarınızı... işte orada sunacaksınız"[75]
Böylece Adem'den Musa'ya kadar, bu sonuncusu da
dahil olmak üzere, sanki onların akideleri arasında gelecek hayata inanç yer
almıyormuş gibi, ölümden sonraki bir hayata hiçbir imâya hiçbir yerde
rastlamıyoruz[76]
Ancak, bu sayfalan çevirelim ve bir sıçrayışla Yeni
Ahid'e gelelim. Burada biz tamamen yeni bir ton işitiyoruz. îki aşırı ucun
birinden digerine götürüldüğümüz hususunda net bir duyguya sahip oluyoruz.
Halihazır dünya ile, onun zenginlikleri ve büyüklükleri ile olan bağlarımız
koparılmıştır; bunlar bizim için kurtulmak zorunda olduğumuz kösteklerdir;
artık bizim bakışlarımız dünyaya doğru tesbit edilmemişler, fakat sürekli
olarak semaya çevrilmişlerdir. "Eğer mükemmel olmak istiyorsan, diyor
Îsa-Mesih yeni bir muhtediye, git, malik olduğun şeyi sat, onu yoksullara ver;
ve sen gökte bir hazineye sahip olacaksın. Sonra gel ve beni izle"[77].
"Ve sizler, dedi O, tilmizlerine, yiyeceğiniz ve içeceğiniz şeyleri
aramayınız ve endişeli olmayınız. Zira, bütün bu şeyleri arayanlar dünyanın
putperestleridir. Babanız sizin buna ihtiyacınız olduğunu biliyor. Siz daha çok
Tanrının krallığını arayınız ve bütün bu şeyler size fazladan verilecektir...
Malik olduğunuz şeyi satınız ve onu sadaka olarak veriniz. Kendiniz için hiç
yıpranmayan alışverişlerde bulununuz, göklerde tükenmez bir hazine... Çünkü
sizin hazineniz nerede ise, kalbiniz de orada olacaktır"[78]Aynı
öğretim, İsa'nın tilmizleri tarafından da verilecektir. "Halihazır çağın
zenginlerine, diye yazıyor Aziz Pavlos, Timote'ye, kibirli olmamayı, geçici
zenginliklere ümit bağlama-mayı fakat, herşeyleri bize bollukla veren Allah'a
ümit bağlamayı... ve böylece gerçek hayatı elde etmek amacıyla, sağlam bir
temele yerleştirilmiş bulunan bir hazineyi kendine gelecek için biriktirmeyi
öğütle"[79]"Dünyayı ve ne de
dünyada bulunan şeyleri hiç sevmeyiniz... Ve bize yapılan va'd ebedî hayattır[80].
Böylece, belki de orada İsa'nın çift yönlü bir
mükafata va'd ettiği; gelecek çağda ve şimdi bu çağda, bir yer[81](Markos,
X, 30'a göre var olan ancak Matta, XIX, 29'a göre mevcut olmayan) müstesna,
İncil'deki bütün ümit öteki dünya'ya ölümden sonraki hayata bağlanmıştır.
Şimdi biz, Kur'ânî vaz ve nasihatin incelenmesine daha iyi başlayabilecek ve onun Kitab-ı Mukaddes ile ilişkisini tesis edebilecek durumdayız. Biz orada sadece, yahudi tezi ile hıristiyan antitezin mutlu bir sentezde uzlaştığını görmekle kalmayacağız, fakat üstelik yeni unsurların oraya dahil olduklarını ve onun zenginlik ve genişliğini artırdıklarım göreceğiz. Bir çeşit genel istatistik yaparak [82]biz önce, sadece emrin otoritesi vasıtasıyla olandan başka bir şekilde saiklenmemiş olan Kur'anî buyrukların azlığı karşısında şaşırmıştık. Yükümlülüğü sebepsiz saf şekli altında tesis eden: "Şunu yap çünkü öyle emredilmiştir" şeklindeki bu Kant'çı formül, îslâmiyetin kutsal kitabında pek mutad değildir. Bununla birlikte, biz ona, hepsi Hicret sonrası olan on kadar ayette rastlıyoruz (=1OB)[83]Fakat, açıkça ifade edilmiş bir saikin bulunmaması, orada zımni bir motifin mevcudiyetini hariç bırakmaz. Gerçektir ki iman, ne kadar sert ve gaddarca görünürlerse görünsünler [84] ilâhî emirlere şartsız bir itaati gerektirir [85] Bizzat bu inanç adına, bu görünüş altında, iyi belirlenmemiş olmakla birlikte, herhangi bir gizli nedenin bulunduğunun farzedilmiş, faydalı herhangi bir neticenin istenmiş olması da mümkündür [86]. Bizim nazarımızda keyfi ve diktatörce bir edaya bürünmek şöyle dursun, saiklenmemiş ilâhî emir bize kendini, vicdanımızın toptan muvafakatini temin etmek için yeterince ikna edici bilim ve hikmet sıfatlarıyla sunmaktadır[87] Bu mutlak emir türü bir yana bırakılırsa, Kur'ânî emirlerin oldukça farklı temellere dayandığım, ancak onların üç büyük sınıfta toplanabileceğini göreceğiz: Batınî İspatlar, Çevresel Nedenler ve Gai Sebepler.
Bu üç kategoriyi sıra ile inceleyelim ve onların neden ibaret olduklarını ve onlardan herbirisinin bütünün içersinde ne gibi bir yer tuttuklarını görelim.
Bir yükümlülüğü aklî olarak tesis etmek için, bu mükellefiyete mündemiç olan bir ahlâkî değere atıfta bulunmaya ben batını isbat diyorum; bir emir veya onun uygulanmaya konması söz konusu olduğu zaman bu, müsbet bir değerdir; bir savunma veya itaatsizlik söz konusu ise negatif değerdir; bizatihi gerçek ve sahte, haklı ve haksız şeklinde objektif bir değer; yahut basiret ya da körlük, kalblerin temizlik ya da kirliliği olmak itibariyle sübjektif değerdir. Değerin konuya bu bağlılığından dolayı üç tarz mümkündür; ve ben bu başlık altında gruplayacağımız göndermelerde, amelde bunlardan herbirine düşen payı tanımak güç olmayacaktır. Ya konu bu değere kendi özel tabiatı itibariyle sahiptir veya o onu kendisinin onun sonucu olduğu önceki bir duruma ya da onun sebebini oluşturduğu sonraki bir duruma borçludur. Başka bir deyişle, ister kendim öz manası itibariyle sahip olduğu değerler nedeniyle olsun, ister onun kendi men-şeinden anımsamak suretiyle yansıttıklarından dolayı olsun, isterse temin ederek aktüelleştirdikleri sebebiyle olsun, biz konuya değer biçiyor, ona herhangi bir kıymet atfediyoruz. Hakikaten, bazan onu halihazır durumu, belirlenmiş kullanımı içinde mülahaza etmek suretiyle, bazan onun seyrinin başlangıcına çıkmak suretiyle, bazan da doğrudan yahut uzak neticesine inmek suretiyle iki tarafın oldukça derin ve yeterince geniş bir analizi sayesinde, bir fiilin veya bir kuralın, bir tutumun ya da bir doktrinin değeri hakkında tam manası ile bir hüküm verilebilir: Bütün durumlarda, burada ahlâkî bir hüküm söz konusu olması itibariyle, bir yandan başvurulan değerin, aynı kaliteye sahip olması ve öte yandan onun konu ile bağlantısının, sadece yaşamanın geçirdiği itibarî bir münasebet değil, tabii bir münasebet -ben analitik diyeceğim- gibi kendini sunması gerekir. Az sonra atıfta bulunacağımız âyetler, bu çift yönlü şarta cevap verecek tarzda seçilmişlerdir. Onlar Kur'ân-ı Kerim'in va'z ve nasihat metodunun en önemli, en halis ve en objektif bölümünü meydana getirmektedirler. Orada ahlâka ahlâklılık yoluyla ve ahlâklılık için teşvik edilmekte-
dir. Orada, sahte ve kötünün yokluğa intikal edeceğine ve onunla neticeleneceğine, gerçek ve iyinin hiçbir zaman telef olmaz semereler olarak kaldıklarına ve onların taşıdıklarına imada dahi bulunulmamaktadır (er-Ra'd, 13/17; İbrahim, 14/64'deki temsillerin durumunda olduğu gibi). Orada dikkat esas olarak veya münhasıran onların Öyle olmak itibariyle asli karakterleri üzerine çekilmektedir. Eğer sert bir seçime teşebbüs etseydik, atıflarımızın listesini isteyerek uzatmış olurduk. İlk önce, Kur'ân'da kelimenin dar anlamı ile yani onun tarafından zikredilen önceki Öğretimlerden bağımsız olarak, Kur'ânî öğretime ait bulunan şeyi seçmeye kendimizi zorladık [88]Daha sonra, biz yalnızca bize göre herhangi bir mübhemiyet arzetmeyen âyetleri zabt ettik [89]Nihayet, batım isbat başka mülahazalara inhisar etmediği zaman, biz sadece asli unsurun ilk sırayı işgal ettiği âyetleri idhal ettik. Çoğu zaman Kur'ân-ı Kerim'in kendilerine dayanmak istediği ispat prensipleri bir yorum şekli altında kullanılmışlardır. Bazan onlar bizzat emrin konusunu meydana getirmektedirler. O şekildeki, eşyayı onların has ismiyle çağırmak suretiyle, o bunu aynı zamanda hem sebep ve hem de saiklenmiş emir olarak kullanmaktadır.
Bunu ifade ettikten sonra, ilkin, genel doktrinini va'z etmek suretiyle Kur'ân-ı Kerim'in burada, bizzat kendi aslî tabiatından olanı ve olmayanı göstermek, yanlış veya yanlı her doktrini lekeleyen hususları onun hakkında red ve inkâr etmek ve onun gerçeğe tutkun zihinleri iknaya mahsus olan vasıflarını beyan ve tasdik etmek hususlarındaki ısrarını görelim. Bu, hiçbir şekilde, diye açıkça ilân ediyor o, irad getiren bir iş değildir; bu, kurucusunun ondan herhangi bir menfaat elde etmeyi tahayyül ettiği bir kurum değildir[90] Keza bu, cebir yoluyla kendini zorla kabul ettiren bir disiplin değil, fakat nakl ve tebliğe yönelik bir mesaj, hür rızaya teklif olunan bir oğretimDir [91] Ve sonra bu, şair[92] veya kâhin[93] yahut hayalcinin [94]eseri de değildi*.
Bu, ne çılgınlık [95] ne şeytanî vesvese [96] ne yalan düzmeler [97] ne de birta -kim ihtiraslı arzuların ifadesidir [98] Bu size, doğru yönü gösteren" [99]ve sizi doğru veya eh doğru yola Hayan [100] ilâhî ışıktır [101]Bu, en güzel sözdür [102] Bu, saf tabiata [103] ve orta yola [104] uygun olan, ciddi ve kesin [105] müesses doktrindir [106] O, güzel geleneği sürdürmekte ve teyit etmektedir [107]O, adaleti [108]gerçeği1 [109]bedahati1 [110]ilmi [111]hikmeti [112] sarsılmaz muh-kemliği [113] teşkil ve tesis etmektedir. O, kalblerin şifasını [114]ruhların yücelmesini [115] hayatı (kelimenin yüce anlamında) [116] sağlar. Genel doktrinin karakteristik özellikleri hususundakiler işte bunlardır. (=209A, 80B). Eğer şimdi de bütünden teferruata, genel doktrinden hükümlere geçersek, biz -ister bizzat kendileri için mecbur kılınmış olarak (çoğu zaman başka bir yorum olmaksızın), ister özel eylemler tarafından hedef edinmiş bir amaç olarak, isterse insan ruhuna sağlanacak bir değer kaynağı gibi teessüs etmiş şekilde olsun- aynı şekilde başlıca pratik faziletleri buluyoruz. Bu şartlan dolduran müsbet emirleri, hiç değilse, şunları buyuran veya yücelten müteakip âyetlerde bulmaktayız: -Kendi ödevleri hakkmda aydınlanmak ve başkalarına onlarmkini öğretmek endişesi [117] -Ahlâkî gayret [118] -Güzel örneğe uygunluk [119]-Orta yolu tutan dengeli eylemler [120]Doğruluk [121]-İyinin ve en güzelin yerine getirilmesine yarışma [122]-En güzel eylemler [123]-En güzel sözler [124] -Samimiyet [125]İffet ve edebe uygunluk [126]-Kendi şahsî işi için helâl yoldan kazanılmış şeyleri kullanmak [127] -Cesaret, sabır ve sebat [128]-Tatlılık ve alçak gönüllülük [129]-Yargılarda ihtiyat [130] -Genel olarak iyilikseverlik [131]-Şeref, itaat, şefkat ve himmetle [132]birlikte, özelliMeebeveynlere karşı ihsan sahibi olmak [133]'-Eşlerimize iyi davranmak [134] |Aynı düşünce silsilesi içerisinde şunlar da okunacaktır: V, 87. VI, 141. VIİ, 31. Ancak, burada formülleri, Allah'ın aşırılığı sevmediğini beyan eden dinî bir yorum izlemektedir. Böylece, ilk önce bizatihi değer olarak vaz olunan ahlakî prensip, derhal bu yüce otorite tarafından yargılanmakta ve kendisine değer biçilmektedir. Bu bakımdan, bizi şimdi meşgul eden kategoriye değil, fakat daha çok ileride inceleyeceğimiz ilâhî müeyyide alanına ait olmak itibariyle bu zikirleri atlamak zorunda kaldık.-Onlara insanî bakım ve onlarla karşılıklı müşavere[135] -Gelirlerimizle ölçülü olarak, ailelerimizin ihtiyaçlarının karşılan-ma-sına yardım[136] -Boşanma halinde eşlere tazminat ödenmesi[137]-Akrabalara [138] yakın veya uzak komşulara [139] garip yolculara [140] genel olarak yoksullara [141] mecbur olunan yardım, en güzel ve helâl yoldan kazanılmış şeyler üzerinden usulüne uygun olarak yapılan infak[142] -Kıtlıkta, fakirler ve yetimlere destek olmak[143] -Kölelerin azadı [144]-Dürüstlük [145]-Eli açıklık [146]-Hakbilirlik [147] (ne bir yana ne de öteki yana eğilmeyen) düşey terazi imajı [148]-Yakınlarımızın veya bizzat kendimizin aleyhine de olsa [149]gerekli her şahitliğin tam olarak yapılması[150]-Emanetin sahibine iadesi [151]-Yapılan taahhütlere, verilen söze ve edilen yemine sadakat[152]-Misafirperverlik ve başkalarını sevmek[153]-Hoşgörü ve cahillere karşı alicenaplık[154] -Kötülüğü iyilikle savmak[155]-İyiliğe teşvik ve kötülükten alıkoymak[156]-Bu hususta mü'minler dayanışma halindedirler[157]-iyi münasebet[158] ve merhamete[159] teşvik. . -Fazilet ve disiplinin hüküm sürmesi için herkesin işbirliği yapması[160]-Sabır ve inayete karşılıklı tergib[161]-Sağlıklı birliğe bağlılık[162]-Tüm kutsal bağlarımızın sağlamlaştırılması[163]-Manevi kardeşlik için sevgi [164]ve onun için dua (cemaat zihniyeti)[165]-Gerçeği öğütlemek hususunda en basiretli ve en namuslu yöntemler[166]-Kısacası, (akıl ve nakil tarafından) tanınan ve tasvip edilen tüm davranış biçimleri[167]Ve aynı kategori içerisinde, Allah'a karşı olan ödevlerimizin sadece bazı örneklerini niçin zikretmeyelim?-Allah'a inanmak[168]-O'na itaat etmek[169]düğü gibi, bu ifadelerin, yakıcı bir güncelliği mevcuttur. Burada, günümüzün büyük sorunu hakkında taptaze, kısa bir hitabeyi okuduğunuz intibaına sahip olmuyor musunuz ? Ve yirminci yüzyılımızda, her zaman olduğundan daha ziyade kasıp kavuran cihanşümul çatışmanın davalarını tescil etmek suretiyle, daha iyi özetlemek mümkün müdür?-O'nun sözleri ve eserleri üzerinde derin tefekkür[170].-O'nu hatırdan çıkarmamak[171]-O'nun nimetlerini tanımak[172]-O'na güvenip dayanmak[173]-Her va'di O'nun iradesine bağlı tutmak[174]-O'nu sevmek[175]-O'na tapınmak[176]Bütün bu emirler, bizzat kendi ifadeleri ile kanıtlanmışlardır (=67A, 91B).Ve işte, onlarla Kur'ân-ı Kerim'in kendi yorumlarını inşa ettiği falan uygulama veya filan kural İçin övgülerini formüle ettiği ve onlar vasıtasıyla O'nun, onu bizzat eylemin içerisine tamamen hapsetmek ve ona başka perspektifler açmamak suretiyle, irade için güçlü bir manivela yaratmak istediği malzemeler olan ahlâkî zikirler ve hatta adetâ şeref titrleri.-İyilik veya daha büyük hayır[177]-Engin iyilik (Birr)[178]-Gerçek iyilik (zıt duygulara rağmen)[179]-Daha güzel[180]-Daha adil[181]-Daha değerli[182]-Takvanın ölçüsü[183]-însanseverliğin gereği[184]-Takvanın gereği [185] -Minnet ve şükranın gereği[186] -Şecaat ve gönül yüceliğinin gereği1 [187]-Zayıflar karşısında fedâkârlığın icabı[188]-İster zihnen kendimizi onların yerine koyarak olsun [189]ister acı çeken cahil veya yolunu şaşırmış olunduğu esnada, kendi öz geçmişimizi hatırlamak suretiyle olsun [190], isterse bizzat kendimiz ilâhî müsamahaya başvurmak zorunda kalarak, kendi insanî durumumuzun şuuruna ermemiz suretiyle olsun [191], kendilerine sempati duyduğumuz bahtsızlara karşı şefkatin gereği.-Kalbleri temizleyecek veya onları daha temiz kılacak mahiyette [192] -Ruhu açacak, onun gücünü artıracak [193]daha doğrudan ifade edecek ve gönlü daha etkili bir şekilde çarpacak [194] ruhu takviye edecek veya daha da sağlamlaştıracak [195], ona huzur sağlayacak [196] şüpheleri gidereceks [197] ahlâksızlığı uzaklaştıracak [198]takvayı sağlayacak veya ona daha çok yaklaştıracak [199]gayri ihtiyarî bir haksızlık ve onun sebep olacağı vicdan azabından sakındıracak [200]ve yeniden Allah'a bağlayacak [201] türden.Kısacası, kemmiyete oranla ne kadar nisbetsiz olursa olsun, değeri veren şey kalitedir[202] Analizini daha ileriye götüren Kur'ân-ı Kerim'in ahlâkî unsurları zihni ve manevî unsurlardan ayn olarak mülahaza etmekte kalmadığı da vakidir. Onların bizdeki dayanışmasından ve karşılıklı yankılanmasından gücünü alan Kur'ân-ı Kerim, bizim karakterlerimizin, anlayışlarımızın, inançlarımızın ve hareket tarzlarımızın bazılarını ötekilerle açıklamak ve kıymetlendirmekte tereddüt göstermiyor.işte bu şekildedir ki, pratik faziletlerin değerlerini kısmen, onların imanı yansıtmakta ve samimiyeti kanıtlamakta olmaları vakıasmdan aldıklarım görüyoruz[203] iman da sırasında, onun mütevazi ve hususiyle hassas kalblerin imtiyazı olmasından kıymet elde etmektedir[204] Falan ruh hali veya zihnin filan tutumu, onların bilginlere mahsûs olmalarındandır[205] Genellikle Kur'ânî öğretim, insanlar arasından, gerçekten sağduyu sahibi, öğrenmeye, murakabe etmeye ve düşüncede derinleşmeye muktedir kimselere yönelik mahiyettedir[206]
Şu halde onun ihtarına kulak vermek, hayatın ilk tezahürüdür[207] Fakat, onun akidesine bağlanmak, basiretlilik [208] ve kâmil akıllılığını isbat etmektir [209]Nihayet onu, Hz. Peygamber tarafından yaşanan şekli ile yaşamak, ahlâkî büyüklüktür[210].Daha âlâsı; Onu müşterek uygulamaya koymak, dünyanın en iyi topluluğu olan bir cemaati meydana getirmektir[211]îşte ahlâkî övgü formülleri: (=64A, 66B).Fazileti bizzat kendi vasıtasıyla, ahlâkî kavramdan ve onun kendine has özelliklerinin analizinden sonuçlanandan başka bir ispatlama olmaksızın, bu öğretme tarzını biz, aynı şekilde, kötü eylemleri yasaklayan veya onların iğrenç özelliklerini bildiren, olumsuz denilen ödevlerde de bulmaktayız. îlkin, yasağı ifade eden naslara atıfta bulunalım. Şu yasaklar bu türdendirler: -İntihar etmek[212]-Namusa kastetmek veya bu suçun öncüsü olan fiillere müptelâ olmak[213]-Fuhuş ve metres hayatı [214]veya herhangi başka bir açık ya da gizli ahlâksızlığı yapmak[215]-Yalan söylemek [216]Oğünmek[217]-Kontrolsüz arzularına tabi olmak [218] -inançsızları taklit etmek[219] -Başkalarının mallarına göz dikmek [220]Parayı yığmak ve serveti aşırı derecede sevmek [221] -Kibirli şekilde yürümek[222]-Edebe uygun gelmeyen şekilde giyinmek (kadınlar için)[223] -Haram yoldan elde edilmiş kazançtan yararlanmak ve temiz olmayan (has manası ve mecazi manası ile) herşeyi kullanmak[224]-Çocuk öldürmeyi irtikap etmek (uğranılan veya korkulan, gaddar bir kıtlık sebebiyle dahi olsa)[225]-Ebeveynlerimizin ihtiyarlığı için en küçük bir saygısızlık göstermek[226]-Eşlerimize kötü davranmak (eziyet, zorbalık, mahrum bırakma...)[227] Eğer bu adalet yoluyla değilse, Allah'ın kesin olarak mukaddes kıldığı" insan kanını akıtmak[228]-Yeryüzünde felâketlere veya bozgunculuklara sebebiyet vermek[229] -Düşmanları karşısında bile saldırgan görünmek[230]-Rızası olmaksızın, başkalarının mallarını (onlara zorla sahip çıkarak) kullanmak[231]-Onları değerlendirmek maksadıyla en namuslu tarzda olanı müstesna, yetimlerin mallarına el uzatmak[232].Öksüzü itip kakmak[233]-Ona herhangi bir şiddet kullanmak[234]-Onu hor görerek muamelede bulunmak[235]-Yoksulu ihmal etmek[236] -Kendisinden bir şey talep edeni azarlamak[237]. -Onlara vermek üzere kötü şeyleri seçmek[238]. -Menfeat güden bir bağışta bulunmak[239] -Yaptığı iyilikleri başkalarının bilmesi için hatırlatmak[240] -Yalan şahitlik yapmak[241] -Kendisine olan güveni herhangi bir şekilde kötüye kullanmak[242]-Başkalarının yanma izinsiz ve selâmsız girmek[243]-Bir toplantıdan, başkanın izni olmaksızın çıkmak[244]-Hemcinslerimize iftirada bulunmak[245]-Onların gizli şeylerini araştırmak[246]-Onlan karalamak ve onlarla alay etmek[247]
-Onlara, kendilerini tahkir edici bir lakab vermek [248]-Bir haksızlık veya bir tecavüze, onun lehinde iştirak etmek[249]-Kutsal bağlarımızı koparmak ve bölücülük yapmak[250]-Allah'ı unutmak[251]-O'na imanda kusur etmek[252]
O'na iteatsizlik etmek[253]-O'na herhangi bir şeyi ortak koşmak[254]-O'nun adını uygunsuz durumlara yol açacak şekilde uluorta kullanmak[255]Bütün bu yasaklar, bizzat kendi başlıkları ile önceden ispatlanmış bulunmaktadır. (=33A, 47B)Fakat, işte, nihayet, nasıl Kur'ân-ı Kerim onun açık isbatını veriyor. Faziletin içinde ihtiva olunan müsbet değerlere karşılık, biz burada fenalığın içinde bulundurduğu karşı değerin belirtilmesini bulmaktayız. Yerleşmiş kurala zıt bir davranış veya yüce gerçeklere bir inanç noksanlığı onların, sujelerinin kaybına yol açtıklarından dolayı değil, fakat sıra ile veya aynı anda müteakip kusurları içerdiklerinden dolayı mahkum edileceklerdir:-Yolunu şaşırmak[256]-Tasasızlık[257]-Karanlıkların içinde yürümek[258]-Sapma, doğru yoldan uzaklaşma[259]-Kötü yol[260]-Değerlerin alt-üst olması[261]-Yüzüstü sürünmek[262]-Düşme, hızlıca uçurumdan yuvarlanma[263]-Bilgisizce heva ve heveslerine kapılmak[264]-İhtiraslarına tapınma[265]-Talihsiz mübadele[266]-Lanetlenmiş bir arkadaş seçimi[267]-Düşmanın izinden gitme veya onunla ittifak[268]-Kötü unvan[269]-Zalimleri taklit[270]-Çirkin bir şeye benzeyiş[271]-Çok çirkin ve iğrenç herhangi bir şeye benzemek[272]-Körlük[273] -Sağırlık [274]-Cehalet[275]-Beyinsizlik veya aklın kötüye kullanılması[276]-Eksik bilgi[277] -Sathi bilgi[278] -Temelden bilinmeyen şeyin reddi[279] -Bilimsiz ve meşalesiz tartışma[280]-Ne sıhhati [281] ne delili [282]ne de tecrübesi [283]hakkmda hiçbir bilgiye sahip olunmayan bir tezi savunma.-Kötü yargı[284] -Çürütülmüş delil[285]. -Temelsiz[286] -Dayanıksızlık[287]-Aşın dayanıksızlık[288]-Bilgisiz ve hatalı ataları taklit[289].-Basit zanlara intisab[290]-Sahtelik[291]
-Gerçek-dışıhk[292]-Mücerret isimler[293]-Yalan düzmeler[294]-Şeytan ameli[295]-Dalâlet[296]-Hafiflik, akılsızların hal ve hareketleri[297]-Mübalağa, sınırları aşma[298]-Kötü eylem[299]-Hayasız fiil[300]-Ayıp ve nankörce fiil[301]-Çirkin fiil (bizi bizzat kendi gözümüzde küçük düşüren)[302]-Dejenere olmuş, düzensiz ve sefih gidişat[303]-Zalim davranış[304] -Bizzat kendisine karşı adaletsizlik[305] -Münasebetsiz söz[306] -Suç, büyük günah[307]. -Kalbin günahı[308] -Bizzat kendisine ihanet[309] -Kalbin kirliliği[310]. -Murdar şey (ahlâkî bakımdan)[311] -Ahlâkî zaafiyet[312]-Şüphecilik[313]. -Fırsatçılık[314]-Menfeat düşkünlüğü315.[315] -Katı kalplilik[316] -Haksız gurur[317]-Sahte alâka, her konuya yapmacık hayranlık[318]-Fiililer tarafından nakzolunan söz[319] -Dünyaya bağlılık[320].-Allah'tan uzaklaşma[321]Bu kusurların toplamından, onların şunlara sebebiyet verdiklerini Kur'ân-ı Kerim'le birlikte ifade etmekten başka hangi daha tabii sonuç çı-kartılabilir.Sadece, ruhun kararması veya gaybubeti değil[322]. Yalnızca, kalbin hastalığı, maluliyeti değil [323] Fakat, zihnin ölümüdür[324]. Daha âlâsı! İnançsızlıkta dönüşsüz bir şekilde karar kılmış olanlar, Kur'ân-ı Kerim tarafından, en bayağı tür, yeryüzünde bulunan yaratıkların en aşağısı olarak görülmektedirler[325]îşte bunlar kınama vasıflan hususunda yeterlidirler: (=247A, 171B).Kur'ân-ı Kerim, terbiyevî eserme temelde, işte bu tür saf ahlakî düşüncelerden hareketle girişmiştir. O'nun fazileti şereflendirdiği ve faziletsizliği damgaladığı lügatçenin zenginliği görülmektedir.Zimmî veya açık bu delillendirmelerin bütünü, Kur'ânî va'z ve nasihatlerin ilk kategorisini meydana getirmektedir (620A, 455B).Şimdi ikinci kategoriyi inceleyelim.
Şimdi, batını isbatlardan harici müeyyidelere, adeta bu müeyyidelerin medhalini teşkil eden, fakat henüz onlardan birisini meydana getirmeyen, bir ara kuşaktan geçiş suretiyle intikal ediyoruz. Hiç olmazsa bu hususta gayet bulanık ve oldukça yaygm bir fikir verilebilir.Hemen belirtelim ki, burada biz bir kamu oyunu düşünmüyoruz.Eğer gayri meşru ise muhtemel bir dedikodu, bir ideali davranış kuralı ve modeli edinmiş gerçek bir mü'mini asla endişeye sürüklememelidir[326] O temellendiği zaman onun, daha ziyade kendi temelini hesaba katması gerekecektir. Kısacası, kamu oyunun bu düşüncesinin, yani hemcinslerimizin
bizim hakkımızda iyi veya kötü bir izlenime sahip olacakları ve bizim onların hayranlığı veya kınamalarına konu olacağımızı düşünmek suretiyle hissettiğimiz bu duygunun, ferdi irade üzerinde yaptığı tesir nereye kadar uzanmaktadır? Gayet açıktır ki, bu endişeler sadece toplumla temasta bulunduğumuz ölçüde ya da hiç değilse davranışımızın müteakiben ona izhar olacağından şüphelendiğimiz zaman, üzerimizde müessir bir şekilde etkide bulunmaktadırlar. Ya yalnızlıkta? Hiç kimse orada olmadığı ve onu hiç kimse bilmeyeceği zaman? Eğer eğitim yoluyla zihinlerimize işlenmiş bulunan idealler sonuçta bizde yeterince kökleşmiş iyi alışkanlıklar yarat-mışlarsa, günlük işimizi, şahitleri nazarı dikkate almaksızın, namuslu ve aşağı yukarı otomatik bir şekilde yerine getirmemiz de mümkündür. Issız adasına atılmış bulunan Robinson, sanki kendi ülkesindeymiş gibi, içmekten imtina etmiş olmalıdır. Fakat eğer durum karışır, kötülük tahrik edilir, fenalığa meyil yeterince güçlü bir hal alır ve sırrın hiç bir şekilde açığa çıkmayacağından emin olunursa, bu durumda gerek Adam Smith'in "tarafsız gözlemcisi", gerek Bergson'un "sosyal ben"i ve gerekse insan toplumunun bütün bu hayalcileri ancak vasatı bir yardım sağlayacaklardır.Kur'ân-ı Kerim bizi bambaşka bir çevreye, her yerde ve daima bizimle birlikte hazır olan, başka bir canlı gerçek karşısına yerleştirmek istiyor. Ben ne, Kur'ân-ı Kerim'in varlığından bizi emin kıldığı şu görünmez ve kutsal, asil kortejden; insana refakat eden ve "önünden ve ardından onu takip edenler"den, ne de "herkesin sağında ve solunda bulunan"[327] onun fiillerine göz kulak olmakla ve not etmeksizin "onun sözlerinden hiçbir şeyi kaçırmamakla" yükümlü bulunan, öteki daimi kontrol ekibinden söz etmek istemiyorum [328]Ben Özellikle, O'nun tarafmdan "gizli ve açık sözlerin, gecenin karanlığında gizlenen kimselerin ve gündüzün ortaya çıkanların aynı şekilde bilindiği"[329] Allah'tan Faili "hangi halde" olursa olsun, "her eylemde tanık olarak hazır bulunan"[330]Tann'dan bizim, büyük veya küçük toplantılarımızda "konuşmalarımız boyunca daima hazır ve nazır"[331] olandan, herkesin nezdinde "ona şah damarından daha yakın olan" ve "nefsinin ona verdiği vesveseleri "[332]işitenden söz etmek istiyorum"Allah yaptığınızı bilir", "kalblerinizin içini bilir", .herşeyi bilir, "Allah fiillerinizde hazır ve nazırdır", "...görür", "işitir", "gözler" .işte bu başlık altında rastladığımız ifadeler genellikle bunlardır.Fakat, bu gerçekleri hatırlatmak suretiyle, Kur'ân-ı Kerim bizde, herhangi bir ceza korkusunu veya herhangi bir mükâfat ümidini uyandırmaya çalışmamakta mıdır?Metin seçimlerimizde, -üçüncü kategoriye ayırmak için- açık bir müeyyidenin bağlandığı bu tür her uyarıyı bir kenara bıraktık[333]. Bununla birlikte, Kur'ân-ı Kerim okuyucusunun, imada bulunulan fikirleri ileriye götürmek suretiyle, bahis konusu olan hallere ve aynı şekilde vicdanların inceliğine ve nihayet stilin nüansına göre, onlar hakkında az veya çok canlı bir önseziye sahip olmasına hiç bir şey engel değildir. Basit bir iyiliksever haberden bir müeyyidenin beyanına kadar, az veya çok ağır, tehditle az ya da çok nüaslanmış ihtarlar için bütün mevkiler bulunacaklardır. Herhalde bu ara kuşağı katederken, bütün bu derecelerden, tedricen ve aralıksız bir biçimde geçeceğiz.Mamafih sözlerin hitab ettiği kimselerde varsayılan farklı tutumlara karşılık olarak, biz orada dört ana merhaleyi belirlemeye çalışacağız:
1- Çeşitli derecelere elverişli olmakla birlikte, düzen ve disipline müsait, sarahaten mültefit tutum.Bu tutuma, tezahür etmekte olan ve mümkün bir eksikliğe en küçük bir imada bulunmayan bu iyi niyeti zikretmeye özen gösterecek derecede sevimli ve takviye edici bir formül cevap verir. Bununla beraber, dikkatimizin Allah'ın hazır ve nazırlığı ve her şeyi bilmesine çekilmesinden geri kalınmamaktadır''[334]
Niçin?
Çünkü iyi bir mü'min, sadece onun tarafından ittihaz olunan istikâmette daimi surette tutunabilmek için demiyorum, fakat herhalde bu, iyiyi ve en güzeli getirmek için olmadığı zaman, fiillerinin kalitesine, niyetlerinin safiyetine göz kulak olmak için de, gerçekten ne ile çabalarını destekleyeceğini, enerjisini besleyeceğini, ruhunu yükselteceğini ve ihtiyaçlarını kendiliğinden artıracağını bu düşünce içerisinde bulur. Eylem sırasında Allah'ı düşünme vakıasının mü'minler için tükenmez bir enerji kaynağı olduğuna, onların iradesi üzerinde etkisinin bulunduğuna, amellerini mükemmelleştirmek ve bizzat kendilerini olgunlaştırmak maksadıyla onların gücünü iki kat artırdığına şüphe yoktur. Hatta bunun, bu istikrara erişmek ve sürekli bir ilerlemeyi gerçekleştirmek için en emin vasıta, en kısa yol olduğu bile savunulabilir. Hz. Peygamber, onu mükemmelliğin tarifi haline getirecek kadar ileri gitmiştir. "İhsan nedir?" diye O'na soruldu. "İhsan, diye cevap verdi O, sanki sen onu görüyor-muşsun gibi Allah'a itaat etmendir; zira, eğer sen onu görmüyorsan, O seni görüyor"[335]Bu tarz va'z ve nasihat tarafından tahrik olunan his, işte bu şekilde bir takviye ve yapıcı güç duygusudur. Bu, yüce sevgimin bir çekiciliğidir.
2- Kanun karşısında genellikle iyiliksever, ancak hata ihtimalini dışarıda bırakmayan tutum.
Burada biz artık cereyan etmekte olan ve teşvik edilmesi söz konusu bulunan iyi bir amelin temaşasında hazır bulunmuyoruz. Biz henüz tehdit eden bir kötülük karşısında değiliz. Biz olağan şartlar içerisinde, fiil öncesine yerleştirilmiş bulunmaktayız, irade için iki imkânı önceden keşfederek, emir biraz mücerred bir şekil altında yani bizim müstakbel seçimimize hiç itibar etmeksizin verilmiştir. Ve öğüt verici formül de sadece aynı karaktere bürünmekten başka bir şey yapmamaktadır. Bu açıkça, iyiliksever çabanın tenbih edilmesi değildir, bu aynı şekilde kötü eğilimlerin defi de değildir. O ikisi arasında çift yanlı şekilde, müphemiyet içerisinde kalmaktadır. Artık şöyle okunmayacaktır: "Allah sizin yaptığınız iyiliği görür". Henüz şu şekilde de okunmamaktadır: "Kötülük yapmaktan sakın". Ancak: "Ödev böyledir; Allah sizin yapacaklarınızı görecektir".[336]Böylece bütün konuşma ton değiştirmektedir. Onun alışılmış ve gülümser çehresi biraz ciddî, ancak şiddetli olmayan bir hal almaktadır. Görünüşe göre eşit şanslara sahip bulunan kararın iki ihtimali, söze nötr ve ihtiyatlı bir karakterle, bir uçtan öteki uca kadar damgalarını vurmuşlardır. Ve bu ikilik, sırasında, kendilerine öğüt verilenlerin onların arasında bölünecekleri duyguların ikiliğinde yankısını bulacaktır. Veya daha ziyade o, şevk ve korku arasında karmaşık bir duyguyu, bir saygı, utanma ve daha bilmem ne karışımını doğuracaktır.
3- Prensip olarak el'an uysal; fakat bazı özel şartlarm mevcudiyetinin oraya herhangi bir değişikliği dahil etmeye elverişli bulunması sebebiyle, tonun daha ciddî bir hal almaya başladığı tutum.Gerçektir ki, tefsir teması değişmemiş olarak kalmaktadır. O Önceki merhalenin mücerred ifadesini korumaktadır. Fakat, henüz kuralı çiğnemeye bir eğilim varmış gibi, biz yükümlülüğün formülünün özellikle yasak tarafı üzerinde ısrar ettiğini görüyoruz. Onu destekleyen uyarı ondan etkilenecek bir duruma gelsin, o derhal anlam değiştirsin, onun ihtiva ettiği enerji dozu artık az önceki ölçüde olmasın, bundan böyle yasak unsur ileriye itme unsuruna galebe çalsın, bütün bunlardan daha tabii bir şey yoktur[337]içlerinden şüphesiz haya duygusunun üstünlüğü ele alacağı, uyanmış duyguların nisbetsizliği oradan kaynaklanmaktadır. Bazı kötü projeler düşündüğümüz zaman, bizim Allah'ın huzurunda olduğumuz düşüncesi gerçekten de zihnimize, bu kötü projeler üzerinde az veya çok güçlü bir geriye püskürtme yapmaksızm gelemez. Bu düşünce bize hakim olduğu müddetçe, onun kudsiyeti önünde bizim yüzümüzü kızartmaya elverişli herhangi birşeyi işlemekten korkarız[338]. Bazan hata veya ihmal edilecek midir? Bu şüphesiz hayatın eğlencesi içersinde, bu kurtarıcı düşüncenin az çok gözden kaçırılmış bulunmasından olacaktır[339] Fakat, Tanrının hatırlanması yeniden canlı bir hal alır almaz, o bizde, bu utanç verici tasasızlık konusunda amirâne bir kederlenmeyi tahrik eder ve bu şekilde ilahî toplumda yeniden yerine kavuşulur[340] Görülüyor ki, bu üç merhale içersinde, dinî duygular vasıtasıyla bir ahlâkî eğitim söz konusudur; bu dinîduygular tabiatları icabı daha ileride ancak bizzat kendi kendilerinin yerlerini almaktan başka bir şey yapmazlar, ilk merhalede, müsbet değerlerin gerçekleşmesinde bizi oldukça ileriye itmesi için, bu mükemmel motor olan bizim sevgi duygumuz uyandırılır. Üçüncüsünde, düşmeye karşı bizi korumak ve tehlike karşısında bizi durdurmak için, iyi bir fren olan, bizim haya duygumuza etkide bulunulur, ikincisinde, iki gücün dengesi vasıtasıyla, kendi kendimiz üzerinde dikkatimizi toplarız, kendimizi doğru istikâmette tutarız.
4- Nihayet, inançsızların açıkça isyankâr tutumu.
Birinci durumun tersine, burada biz, sadece herhangi bir özel kararla değil, fakat kanuna karşı alınmış kesin bir pozisyonla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu defa alışılmış formüllere, işlenmiş o kadar çok suçların zikri tekaddüm etmektedir ki, onların şimşekler çaktıran tabiatı hakkında yanılmak imkânsızdır [341]Bu yolla, onlarda tahrik edilmek istenilen duygu tam olarak riedir? Cezanın korkusu olabilir mi? Fakat, inanç sızlarınki kadar kapalı bir vicdan üzerinde bu tür bir ihtarın ne gibi bir etkisi olacaktır? Onların durumunun vehametinin şuurunda olan bir seyirci, onlar adına ondan korka-bilir. Ancak, onların açısından, kendi suçluluklarının basit bir müşahedesinden, bir çeşit öne alınmış yargıdan, onların fiili mahkumiyetinin bir başlangıcından başka bir şey var mıdır? Evet, benzeri bir uyan, onların derhal kullanımı için inançsızlara hitap etmiş olamaz. Bu daha çok, onların içerisine gömülü bulunan akıllı insana uzaktan gönderilmiş bir çağrıdır. Belki de döve döve kapı açılacak, zihin serbestliğe kavuşacak, ölü yeniden dirilecektir. Bu an için, kendilerine sağlanan, bir düşünme konusudur. Eğer onlara hâlâ herhangi bir düşünme şansı kalırsa, onlar şüphesiz orada, kendilerini bekleyen ve herşeyin anlatmaya çalıştığı felâketlerin tehdidini göreceklerdir. Hangileri? Ne zaman? Nasıl? Şu ana kadar hiçbir şey onu söylemiyor Ara kuşak böylece tamamlanmaktadır: (=20A, 62B Bu son merhale ile biz, öz anlamı ile müeyyidenin eşiğindeyiz. '
Bu sonuncu katagoriyi ele alırken, biz ilk önce, genel olarak "tabiî müeyyideler" diye adlandırılan şeyi nazar-ı itibara alan nasların nisbî seyrekliğini gözlüyoruz: Tabiata kumanda eden aşkın, iradenin gözle görülür müdahalesi olmaksızın, fizikî hayat rejimimizin sağlık ve hastalığı gibi, ahlâkî davranışımızdan eşyanın normal düzeni içerisinde düzenli olarak, neş'et eden hoş veya nahoş sonuçlar.Bu düşünceler düzeni içerisinde biz iki isbat edici sebepler çeşidi ayır-dedebildik: Ferdî veya Genel.Onların uygulamaya konmasından sonuçlanan, ferdî iyilik tarafmdan saiklenen emirlerle ilgili olarak biz sadece dört âyet bulabildik [342]ki onlar şunlardır:- "Sizi ayakta tutan mallarınızı (n yönetimini) sefihlere vermeyin." [343]. -"Açıklanınca sizi üzecek şeyleri (merak saikiyle) sormayınız"[344].-"Tanınmaları ve böylece kötü sözler işitmemeleri amacıyla"[345] mü'min kadınlar edebe uygun şekilde giyinmek zorundadırlar.-Nihayet, cimrilik ve israfın mahkûmiyeti, bir defaya mahsus olmak üzere, onların sırası ile "ayıplama" ve "sefalef'e maruz bırakmaları vakıasında yatmaktadır[346].Sağladıkları kabul edilen amme menfatinden haklılıklarını alan emirler biraz daha kalabalıktırlar.-"Sen (kötülüğü) iyilikle (kelimenin tam anlamı ile: en güzel) Önle. Bu şekilde, seninle arasında düşmanlık bulunan kimsenin bile sanki yakın bir dost olduğunu (görürsün)."[347]-"îçki kumar yoluyla şeytan ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmekten başka bir şeyi amaçlamamaktadır[348]Katili, zecretme sadece suçluları hedef tutmalıdır; zira "hepimizin hayatı söz konusudur"[349]-Bir orduya veya bir topluma hakim olan ihtilaf, onun hezimetine ve gücünün tükenmesine yol açar[350]-Barış zamanında silahlanma, "düşman yıldırma" gayesine matuftur[351].-Çarpışma esnasında uyanık durmak ve namaz sırasında bile silahlarını bırakmamak, bir baskına uğramayı önlemek için bir ihtiyat tedbiri olarak kendini kabul ettirmektedir[352]-Fakat niçin cihad etmelidir? -Şüphesiz, "Allah hakkı için". Ancak bu nihai gayeye erişmek için âyetler oraya birçok ara hedefler dikmişlerdir:
a) İnançsızların şiddetini durdurmak, onların saldırgan gücünü kırmak[353]
b)Böylece yeryüzünde bozgunculuk ve kargaşanın yayılmasına mani olmak[354]
c) Dinî müesseseleri yıkıma karşı korumak [355]
d) Nihayet, saldırganları cezalandırmak ve mü'minlerin kalbini teskin etmek[356].
İşte bizim, tabii müeyyidelere atıf olarak bütün bulduklarımı z bunlardır[357]Biz halen, orada ödevlerin kendi öz tabiatlarına göre tavsiye edildikleri ve değerlendirildikleri bizatihi gaye olan ahlâklılık safhasından oldukça uzaktayız. Dini duygular, müteakiben kendi taraflarından oraya sevk etmek üzere müdahale ettiklerinde, biz henüz yakın akrabalar arasında idik. Şimdi, artık aileden olmayan bir üçüncüsü ile işimiz vardır. Bu, şüphesiz, zevkin aranışı veya kazanca düşkünlük ya da kusurları gizlemek için ihtiyat tedbirlerinin maharetli bir hesabı değildir. Fakat, pratik sağ duyu, korunma içgüdüsü, meşru bir izzet-i nefs duygusu, insanlar arasında karşılıklı dostluk bağları yaratmak hususunda Övgüye değer bir kaygıdır. Bununla birlikte, genel veya ferdî, meşru veya hatta övgüye değer olsun, bu defa, ahlâkî kanunun davasını savunan daima gerçekten menfaat değil midir? Şu halde, Kur'ân-ı Kerim, bu şekilde anlaştırılmış dahi olsa, alelade ahlâka, sınırlı olmakla birlikte, bir pay mı ayırmaktadır?Bölümün başında işaret ettiğimiz, zihnin kullanımına yapılmış bir duyuru ve iradeye teklif olunan bir amaç arasındaki farkı hatırlayalım. Bizim bu konuyu genişletmek fırsatımız olacaktır. (Müteakip bölüm).Fakat, beşerî vicdanın ayrılmaz unsurları arasında bu köklü ayırmayı icra etmek hususunda bu kadar inatla ısrar etmek nedendir? Gayet iyi anlıyorum ki, ödev ve menfaatin çatışmasında ben, sadece arzularımın değil, fakat hayatım dahil en temel içgüdülerimi, ödevimin egemen buyruğuna kurban etmek zorundayım. Ancak çatışma durumlarının dışında, bizzat kendisine içtenlikle ilgisiz kalınabilir, en derin tabiatının ihtiyaçlarına aldırışsız davranılabilir mi? Basiretli bir stoacı şunu itirafa mecburdur: Eğer bu onun için bir zorunluluk değilse bile, hiç olmazsa bir tercihtir. Esasen, Hz. isa'dan daha çok feragat zihniyeti ile meşbû olunabilir mi? Oysa ki, kendisini helak etmek üzere, farizilerin komplosundan haberdâr olduğunda, hemen oradan uzaklaşmamış mıdır?[358] Ve ihanetin yaklaştığını hissederek, kendisinden bu kâseyi uzaklaştırması için Allah'a yalvarmaya koyulmamış mıdır?[359] içgüdü ve zihin, iman ve akıl, ödevim ve avantajımın hepsi aynı noktaya doğru yöneldiği zaman; ruhumun bütün köşelerinden aynı haykırışı, aynı çağnyı, aynı emri işittiğim zaman, benim sadece bir tek sese cevap verdiğimi, sade ve basit ödev vasıtasıyla hareket ettiğimi, kararımda başka faktörlerin ne birinci ne de ikinci derecede hiç bir rol oynamadıklarını söylemeye gururum ve hakkım var mıdır? Onu nasıl tahkik edebilirim? Ahlâk konusunda şiddet taraftan olan Kant, insan şahsına ne başkası ne de bizzat kendisi tarafından dokunulmaz bir hak ve şu hâle göre kendini savunma ödevi tanımamakta mıdır? Halbuki iradeye bir obje verildiği, suret iyi bir madde ile doldurulduğu andan itibaren, onu ondan ayırmak ve zihnin alakalarından kaçırmak gayet güç bir hal almaktadır. İradenin gayreti, bir çırpıda bizim hatıralarımızı silecek, bir nefeste bizim ışıklarımızı söndürecek bu büyülü güce sahip midir? Biz dikkatimizi zarfın üzerinde tesbit etmiş olsak bile: Eğer muhteva değerli kabul edilmiş ise o kaçınılmaz olarak onun ağırlığını artıracak, değerini zenginleştirecek, nihayet o bizim müdrikemizi veya hassasiyetimizi etkilemek üzere kabuğu delip geçecektir. O andan itibaren, bizim için bu yeni unsurun oluşmasını önlemeye asla imkân bulunmayacaktır, takip edilecek bir başka amaç, hizmet edilecek bir ikinci efendi değil -bu haksız bir dönüş olacaktır-, fakat aynı amaca doğru bizim muzaffer yürüyüşümüzde bir güç ve zindelik ilavesi diyorum. Artık ödev yalnızca saygı görmeyecek, aynı zamanda sevilecektir. En aslî ihtiyaçlarımızın karşısında, toptan bir şahsî menfaat kaygısından feragat talep ve beyan etmek, beşerî zaafiyetimizi tanımamak değil midir? Paskal, bu gururu yeterince kınamıştır.Bu tür bir tutumun imkânını, tekâmülleri neticesinde bazı imtiyazlılar için kabul edelim. Onun köprüsünü kahramanların arkası sıra kesmek ve bu konuda insanlığa sadece mutlak bir ümitsizlik bırakmak suretiyle başlamak, akıllı bir ahlâkı va'z etme yöntemi midir? Eğer şiddetli bir bükme ile, siz ona bütün geçmişi ile olan bağını kesmesini, henüz uygunluğunu tanımadığı kuru bir kaideye boyun eğmesini isterseniz, kendi işleri ile meşgul olan bir kimse veya kendi zevklerine dalmış bulunan bir başkası, ödevi konusunda nasıl ikna edilebilir? Eğer üstelik ahlâksız olma tehdidi altında, siz ona, onun nazarında emrinizi haklı çıkaracak türden olan her neye olursa olsun bir defa bile bakmasını yasaklamaya kalkışırsanız, artık öğrencinize ilelebed her çeşit itimadı kaybettirmekten başka bu eğitimden ne eldej edebilirsiniz? Adayınızı ahlâka alıştırmak için, ona ödev yolunun aynı zamanda zekâ, zevk-i selim, kurtuluş ve zafer yolu olduğunu göstererek, onun bakış açısına kendimizi yerleştirmek ve kendisini çekmek istediğimiz şeyin karşılığını ona vermek suretiyle, başlamak daha akla uygun ve daha insanî değil midir? Yavaş yavaş o, doğruluğun faydasını daha iyi tanıdıkça ve ihtirasın şiddetinin yerine akl-ı selimin dengesini geçirdikçe, iyiliğin tatlılığı, faziletin cazibesi ve kahramanlığın yüceliğinin zevkini tadabilecek durumda olacaktır. Aynı şekilde tedrici olarak, onda iyilikle belli bir uyuşma ve onun iradesi ile kural arasında bir tür özdeşlik hasıl olacaktır. Belki de nihayet o, ne bizzat kendi öz duygularından ne de tabiatın olaylarmdan ona tahsis edebilecekleri başarı ya da inkisardan endişeye düşmeksizin, kendini tamamen ödev için ödeve vermek üzere, her çeşit yabancı saikle büsbütün alakasını kesecektir.Ahlâkı eğitimi bu tarzda anlamayı, modernler arasında en şiddetli olan batılı filozof kabul etmek zorunda kalmıştır: "...hatta, bu neş'eli ve hoş bir hayat perspektifini şu yüce saikle (kanuna ve bizzat kendine saygı) bağlamak, diye yazıyor o, faydalı bile olabilir... fakat ancak, öz anlamı ile itici olan gücü oraya yerleştirmek için değil, hayatın karşıt taraftan cezbetmek üzere pınldatmayı ihmal etmediği iğvaları dengelemek için"[360] Ve aynı eserde ileride biz şunu okuyoruz: "Fakat, saadetin prensibi ile ahlâkın ilkesinin bu ayırımı bir tezad değildir ve saf pratik akıl saadete olan her arzudan vazgeçilmesini istemiyor... Hatta, bazı bakımlardan, bu bir kendi saadetine ihtimam etme ödevi olabilir; bir yandan, çünkü saadet, ödevini yerine getirme vasıtalarını sağlar; Öte yandan saadetten mahrumiyet (meselâ fakirlik) ödevini çiğneme iğvalarmı da beraberinde getirir. *Ancak kendi saadetine çalışmak asla doğrudan doğruya bir ödev olamayacağı gibi, her ödevin ilkesi de hiçbir şekilde olamaz"[361]. Daha da açık bir şekilde: "Şüphesiz işlenmemiş veya hatta bozuk bir ruhu ahlâkî iyilik yoluna sokabilmek için, onu şahsî avantajı vasıtasıyla, cezbetmek veya herhangi bir zarar korkusuyla korkutmak üzere bazı hazırlık öğretimlerine ihtiyaç bulunduğu inkâr edilemez; fakat bu mekanizma, bu kuşak herhangi bir tesir yapar yapmaz ruha saf ahlâkî belirlenme prensibini sunmak gerekir..."[362]
Böylece ahlâkî hayat, Önceden tabii olan tarafından işgal edilmiş bulunan bir alana ideali sokmak suretiyle başlar. Gerçektir ki, bu ideal daima saha kazanmak ve ilk işgal edenin yerini almak eğilimindedir; o sürekli olarak vicdanın yegâne ve emsalsiz hakimi olması gerektiğini ve kendisine herhangi bir ortak istemediğini ilan eder. Fakat, bu mümkün müdür? Ona hakkı var mıdır? Buna muvaffak olabilir mi? Bütün bunlar, bizi şimdi meşgul eden meselenin dışındadır; şöyle ki, herşeye rağmen, bizim irademizden bağımsız olarak, istensin veya istenmesin, tabiatın düzeni çoğu zaman bizim ahlâkî işlerimize karışır, onlara aksülamelde bulunur ve bundan bizi az veya çok derin bir şekilde etkilemekten geri durmayan sonuçları doğurur. Az önce işaret ettiğimiz birkaç örnek vasıtasıyla Kur'ân-ı Kerim'in aydınlatmaya çalıştığı husus, işte bu fiili hakikattir, "tyilik, diyordu İbn Abbas, kalbte ışık hasıl eder, yüzü aydın-latır, bedeni güçlendirir, servetin bolluğu bize hemcinslerimizin sevgisini kazandırır. Kötülük (tersine) çehreyi matlaştırır, kalbi karartır, bünyeyi zayıflatır, serveti azaltır ve bizi insanların gönlünde menfur kılar"[363] Gayrı Tabii Sonuçlar (veya ilâhî müeyyide): Ancak tabii müeyyideler evrensel değildirler. Victor Causin ile birlikte hiçbir tahdit gözetmeksizin şöyle diyecek kadar ileriye gitmemek gerekir: "Fazilet ve saadet, bahtsızlık ve fenalık... sadece vicdanın nazarında değil, hayat ve tarih sahnesinde de zorunlu bir ahenk içerisindedirler. Kusurlu bir eylem, bir düşünce, bir arzu, bir duygu yoktur ki er veya geç ve hemen hemen daima derhal kendi adil ölçüsü ile cezalandırılmasın. Faziletli her fiil, her düşünce, her çözüm ve her duygu için bunun aksi de gerçektir. Her fedâkârlık kendi mükâfatını beraberinde getirir"[364] Veya Th. Jouffrey ile birlikte: "Hürriyetimizin yolundan giderek gerçek amacımızın takibinden ayrıldığımızda, kucağında kendimizi geliştirmeye çağrıldığımız tabii düzenin, kendisinin olmayan bir yola girmek üzere yoiunu terk edene duçar ettiği bütün cezalar vasıtasıyla biz, aralıksız olarak, oraya geri gö-türülüyoruz"[365] dememelidir. Hayır, eğer fizikî veya sosyal tabiatın kanunu, bazı ödevleri uygun bir bahtiyarlıkla, birleşmeyi güçle, fedâkârlığıtakdirle ve karşılık olarak alkolizm ve sefihlik gibi bazı fena davranışları layık oldukları sefaletle mü-eyyidelendirebilmişse de, bütün faziletler ve kötülüklerin hesabı eşyanın tabii düzeni içerisinde görülmez. Bundan çok uzaklarda kalınmaktadır.Faziletle saadet arasında analitik bir bağ bulunmadığını beyan etmek suretiyle Kant daha hakkaniyetli görmüştür. Mamafih elverir ki, saadetten, ahlâkî egzersize mündemiç bulunan ve Aristo'nun onun için "gençliğe çiçeğinin eklenmesi gibi fiile eklenir" dediği özel sevinç değil, fakat fiilden ayrı ve onunla arasında bir tabiat farkı bulunan sonraki hazlar anlaşılsın.Hatta biz Kant'tan bile uzağa gidiyoruz. Hali hazır tecrübe içerisinde bu bağın neticede mevcut olduğunu görmeyerek, seçkin filozof onu, orada tabiatın kanunlarının lûtfu ilahîninküerle çakışacağı müstakbel bir dünyada var olması gereken ahlâkî kanunun bir postulatı yapıyor. Kısacası, onun için, bu bağ apriori sentetik bir bağdır. Bize göre, sentetik münasebet evet, ancak apriori değil.Zira dinî öğretimler bir yana konulursa, taraftarlarına verilen her mükafat için bütün şu düşünceler sırf rasyonal ahlâkî kanun fikrine tamamen yabancı olmak üzere, ölümden sonraki bir varlığa ve hele ebediyen mutlu bir hayata izin vermeksizin onlara değer, haysiyet ve tek kelime ile liyakat kazandıracak olan, mükemmel adil bir ahlâkî kanun pekâlâ tasavvur edilir. Bu düşünceler, insanı kesinlikle düşman iki kısma bölmek suretiyle başlamış bulunan formel bir ahlâka daha da yabancıdırlar. Hakikaten, hissedilebilir olanı ahlâkî alandan acımasız bir biçimde sürüp attıktan sonra, hangi prensib adına, onun kaderi hakkında sonuçta yuma-şanmaya gidilmektedir? Kapıdan kovduktan sonra onu pencereden sokmak ve ona meşruluk içerisinde yaşama hakkını vermek nedendir?Eğer, ahlâkî kanunun içerisinde ifa olunan bu adaletin üstüne, iradenin ve hassasiyeten iki düzenini simetrik kılan, daha yüksek bir başkasının konmasını mecbur etmek için ısrar edilirse, ikinci hayat ve müstakbelsaadet postulatlarına intisap etmeksizin, gerektiğinde biz bunu kabul edebiliriz, işlem gayet basittir. Ödeşmiş olmak için, sadece bu terimler silsilesinin formülünü döndürmek gerekir. Ona karşı ödevlerimizin normal olarak yerine getirilmesi hususundaki doğruluğumuzun toplum tarafından ödüllendirilmesini mi düşünüyoruz? Onun bize borçlu olduğundan çok daha fazlasını biz ona mecbur değil miyiz? Şu halde fertlerin ve toplumların her şeyi borçlu oldukları kâinatın yaratıcısı hakkmda ne demeli? Hangimiz, Tann'nın ellerinden varlığını, hasselerini, güçlerini, maddî ve manevî imkânlarını ve elde mevcut tasarruflarını peşin olarak almamıştır? Fakat, bu durumda, bir mükâfatı arzu etmek yerine, bizim iyi gidişatımızın, bir borcun ödenmesi, hatta onları kendisinden istemeden önce Yaratıcının bize lütuf ve ihsan ettiği sayısız nimetlerin bir şükran nişanesi olarak mülahaza edilmesi gerekmez mi?Böylece, bizim hareket tarzımızdan tabii ve otomatik olarak sonuçlanmayan tüm gelecek reaksiyon, ahlâkî gerçeğin tesisinde apriori suretiyle bizzat kendi kendine bedihi veya zorunlu olarak ne isbat ve ne de iddia edilebilir. En nihayet, ceza düşüncesine uygulandığında bu apriori muhakemenin herhangi bir geçerliliği olacaktır; ve muhtemelen Kur'ân-ı Kerim onu bazan işte bu münasebetle kullanmaktadır. Hakikaten, bugün kendilerini mesut hisseden suçluların sonsuza kadar cezasız olarak kalmayacakları doğrudur. Ya yaratılış boşunadır veya adaletin bir "avdet"i muhakkak olacaktır[366] "insan, kendisinin başı boş bırakılacağını mı sanıyor?"[367]. Ancak gelecek bir saadet düşüncesinin fazilet düşüncesi ile içten bir bağı bulunmadığından ve armonilerini gerektiren aklî bir prensibin yokluğu karşısında, onları koordine etmek ve aralarında maksatlı bir sentez tesis etmek için, bizzat kendi insiyatifi ile beşerî veya müteal, hür bir kanun koyucu müdahale etmediği müddetçe, bizim zihnimizde onlar ayrıdırlar ve öyle kalacaklardır.Kur'ânî ahlâk, zaten bütün dinî ahlâklar gibi, ilk önce ahlâkî olanla hissedilebilir olanı kesinlikle birbirinden tecrit ederek ve sonra da, ancak bir bakıma çok geç olarak, onları uzlaştırmaya geri dönmek suretiyle bu felsefî çelişkinin içersine düşmemiştir. Bu, ilk hamlede insanı, orada kalb ve ruhun irade ile işbirliği yapmaktan geri durmadıkları bütün yapısı içerisinde göz önünde bulunduran bir ahlâktır. Üstelik, bu ahlâk için, ruhun ölümsüzlüğü ve Allah'ın varlığı postulatlar değil, fakat bir hareket noktasıdır; onlar ilkin bizzat kendileri için teessüs etmiş bulunan ve sırasında müeyyideler sistemini tesis eden inançlardır. Kur'ân-ı Kerim'in ve vahyolunmuş bütün kitapların, Allah'ı sadece yaratıcı ve kanun koyucu değildir, aynı zamanda O, âdil ecr ve mükâfat vericidir. Oysa, aşikârdır ki, bu tür anlayışlarda, müeyyide tarzları üzerinde düşünme, daha tutarlı bir gelişme bulacak ve çeşitli ihtiyaçlara âdil bir cevap sağlayacaktır. Kendini büsbütün eylemlerine vermiş bulunan insanın, onların sonuçlarına tamamen katlanmasından daha normal bir şey var mıdır? Diğer taraftan onunla Tanrı'run ödevin kanununu tesis ettiği iradî fiil, aynı ilâhî düşünce içerisinde, onunla onun ecir ve mükâfatın genel prensibini koyduğu fiile paralel bulunmaktadır. (=11 A, 2B)[368] Daha da alası, burada bir olgu olarak, bir va'd veya bir buyrultu olarak verilen, faziletin ve saadetin, fenalığın ve cezanın bu bağlantısı, haklıların ve haksızların bu ayırımı kimi zaman, hakîm ve âdil bir Tanrı kavramından hareketle dedüktif bir muhakemenin zorunlu bir sonucu gibi sunulmuştur. "Suçlulur" diye okuyoruz Kur'ân-ı Kerim'de, yoksa kendilerini hayatta ve ölümde, iman edip dürüst işler işleyenlerle bir tutacağımızı mı sanırlar? Bu ne kötü bir muhakeme!"[369] "Biz, iman edip doğru-dü-rüşt işler işleyenleri yeryüzünde fesat çıkaranlar, yahut, kötülükten sakınanları kötüler gibi mi tutacağız?"[370] "Kendilerini Allah'a teslim etmiş bulunan müslümanlan, mücrimler gibi mi tutacağız? Size ne oldu? Nasıl böyle hükmediyorsunuz?"[371] Şüphesiz, zorunlu olmak için, bu dedüksiyonun genel mükâfat ve mücazat düşüncesiyle sınırlanması ve onun tarzlarını belirlemek iddiasında olmaması gerekir. Meselâ, beşeri iradenin anlık fiili veya hatta bu sınırlı hayatta sebatkâr çaba veya ebedî hayatta sonsuz bir ecir ve mükafat arasına rasyonal bir ilişki konulabilir mi?[372]. Fakat, eğer bu tür bir ecir ve mükâfat, bizzat o halde itibar olunan amellerimize borçlu değilse ve öyle olamazsa, artık o bir va'din, bir taahhüdün konusu olmaktadır; O, Allah ve insan arasında akdolunan bir mukavelenin ivazıdır[373] Elverir ki, hiç olmazsa bizim amellerimiz ahlâkî bakımdan çok şeye değsin, onlar saf ve kusursuz olsunlar, kısacası onlar Allah tarafından kabul edilmiş olmak için istenen şartları doldursunlar; ki bu, bizim içinde bulunduğumuz durumda, emin bir şekilde hakkında hüküm verilmesi imkânsız bir şeydir.Ona göre doğruların cennete kabulünün sadece ilâhî inayetin bir ihsan olduğu Peygamberî formül [374] ve bu semavî mirastan bizim eylemlerimize borçlu olan bir karşılık şeklinde söz eden Kur'ânî ifadeler [375]arasındaki zahiri tezat bu nüanslarla açıklanmaktadır.
İlâhî Müeyyidenin Tabiatı ve Tarzları: Kur'ân-ı Kerim'in tasvir ettiği şekliyle, ilâhî müeyyidenin tabiatı ve vüsati hususunda kendimize sorma zamanı gelmiştir. Tevrat, va'dedilen saadeti bu dünyanın nimetlerine ve İncil, hemen hemen münhasıran cennete yerleştirirken, Kur'ân-ı Kerim, diyorduk, her iki anlayışı kucaklamak ve uzlaştırmak istiyor. Gerçeği söylemek gerekirse, Onun için daha çok yeniden bir uzlaştırma söz konusudur. Her ikisinin kendi açısından, diğerinin karanlıkta bıraktığı kısım yüzünde ziyadesiyle ve aşağı yukarı münhasıran ısrar etmek suretiyle, Kitab-ı Mukaddes ravilerinin adeta ikiye böldükleri, aynı bir gerçeğin tamamlayıcı iki unsurunu, o menşei birliği içersinde yeniden tesis etmek istemektedir. Esasen, ister uzlaştırma isterse yeniden uzlaştırma söz konusu olsun, iki sistemin karışımı hiçbir şekilde Kur'ânî sistemi açıklayamaz. Zira, bu sentezin prensibi va'z olunur olunmaz, birçok yeni unsuru oraya dahil etmek suretiyle, Kur'ân-ı Kerim onun tanımını büyük ölçüde zenginleştirmiştir. İlk önce, orada Kur'ân-ı Kerim'in bu prensibi muhtasaran tesis etmekle yetindiği naslara işaret edelim. Doğrular için olduğu kadar (=8A, 3B) suçlular için de (=6A, 9B)[376] ilâhî karşılık diye beyan ediyor o, onun tabiatını belirlemeksizin, iki va'dede vukubulacaktır.Fakat, az önce isnad edilen naslar ilâhî müeyyidenin tabiatını tanımlamıyorlarsa da, başka yerde âyetler bize ondan az veya çok uzun şekilde söz etmektedirler. Her ne kadar, bazı durumlarda, iki hayattan hangisinin mesele konusu olduğuna karar vermek zor ise de [377] biz, ilâhî müeyyidenin bu iki anından herbirini ayrı ayrı incelemeye çalışacağız: şimdiki zamanda ve gelecek hayatta.
Pek büyük bir ölçüde, ilâhî müeyyidenin bu vadesi, ahlâkî, entellek-tüel ve manevî türdendir. İbranî metodunun tersine, burada sırf maddî düzen negatif bir miktarı değilse bile, en aşağı bir nisbeti göstermektedir. Ve biz hemen, Kur'ân-ı Kerim'in, hakkında daima esrara sahip bulunduğu, bu tür dolaysız iyiliği hangi sadelikle izah ettiğini göreceğiz.
Sadece faziletin karşılığının bir kısmının bu hayatta ve bir başka bölümünün (en iyisi) sonra olacağını bildiren, az önce işaret ettiğimiz gayet veciz formüller bir yana, zahiren maddî bir unsur ihtiva eden ve herhangi bir halihazır iyilik va'dini meydana getiren tek âyette şöyle ifade edilmiştir: "Allah kendisine itaat eden kimseye bir çıkış yolu İhsan eder; ona hiç beklemediği yerden rızık verir"[378]. (=1B) Aynı suredeki ikinci formül daha ilgisiz, yani orada maddi cihet daha zımnidir: "Kim Allah'a itaat ederse, Allah onun için güçlükleri ortadan kaldırır" veya "Onun işlerini kolayca neticeye ulaştırır"[379]. Bir başka âyette, ifade bir tek manayı ihtiva etmemektedir. O şu şekilde yorumlanabilir: "Kim Allah yolunda hicret ederse, başka yerde hürriyet ve bolluğa erişecektir" veya.yeryüzünde, düşmanlarına rağmen, kendini kurtaracak ve geniş bir alanda faaliyetini icra edecek imkânı bulacaktır."[380] Bu sonuncu yorum, âyetin siyak ve sibakına daha uygun düşmektedir[381]. Bu muhacirlere "bu hayatta iyi bir ikamet ve öteki dünyada daha iyi mükafat" va'deden formülde de aynı müphemlik fark edilmektedir [382]îyilik sahibi kimselere bu hayatta va'dolunan iyilik düşüncesi daha da geneldir[383]. Nihayet bildirilen saadet, inançsızlara olan şu hitapta hakim bir olumsuz karaktere bürünmektedir: "Allah'tan mağfiret isteyin, sonra O'na dönün, O, sizin belli bir süreye kadar nimetlerinden faydalanmanıza izin verecektir ve O, her hak sahibine layık olduğunu bahşedecektir [384] Mamafih bunlar doğrudan doğruya va'dler veya tehditler değil, fakat ahlâkî olaylarla münasebetleri itibariyle açıklanmış bulunan, vahyin eski veya çağdaş tarihî verileridirler. Ayetlerin ekserisi, müeyyidenin cezaî veya mahrum bırakıcı tarafı üzerinde özel surette ısrar ediyorlar. Bolluk, refah ve güvenlik içinde yaşayan falan ülke veya filan grup az bir müddet sonra, tedhiş ve açlıkla tehdit edilmiş, ürünlerini, meyvelerini mahveden, kaynaklarını kurutan bir musibete uğramış bulunuyordu. Bazı âyetlerde Kur'ân-ı Kerim bu bahtsızlığı, talihin uğradığı bu tersine dönüşü, Allah'a imandan mahrumiyete ve O'na karşı nankörlüğe atfediyor[385]. Başka yerde O onu, ya insanların (Allah'ın kudretini unutarak) kendi geleceklerine ziyadesi ile güven beslemeleri ile[386] veya onların toplumsal ödevlerini ihmal etmeleri ve kalplerinin kardeşlerinin sefaleti karşısındaki duygusuzluğu ile[387] açıklıyor. Kısacası, beşerî günahlar vasıtasıyla[388]. "Eğer (suçlu) şehirlerin halkı iman ve disipline sahip olsalardı" diye sonuç çıkarıyor. Bir âyet: "Biz onlara göklerin ve yerin hazinelerini açardık..."[389] "Eğer onlar, Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirileni dosdoğru tut-salardı, her yönden nimete ermiş olurlardı"[390]Nihayet, "Şayet onlar o yol üzerinde dosdoğru gitselerdî, elbette onlara bol su sağlardık..."[391] Esasen, bu sonuncu âyet, va'dedilen bu lûtfu bir mükâfat olarak değil, bir sınama olarak sunuyor. En vahim durumlarda, isyankârlar mallarıyla değil fakat hayatlarıyla öderler. Genelleşmiş ifsada karşı Tanrı, bütün bir halkın imhası suretiyle tepki gösterir[392] Keza Kur'ân-ı Kerim sürekli olarak, yeryüzünde birbirini takip eden zalimlerin zihinlerinde daima onlarm seleflerinin misalinin hazır bulunması için, günahkâr eski çağ insanlarının tarihinden yararlanıyor. Bilhassa, eskilere nisbetle ne daha iyi ve ne de daha güçlü olan, Peygamber zamanının kâfirleri [393]tamamen aksine[394]. Şu halde, bütün hainler, kendilerini güzelce savunabilecek durumda değildirler ve onlar günahlarından dolayı ağır bir şekilde cezalandırılmaya müstehaktırlar. Hiç kimse suçlulara, karada veya denizde[395], uyku esnasmda, eğlenceye dalmışken [396]ya da seyahatleri sırasında[397], ister semadan bir yıldırım yoluyla[398], onları uçurumlara gömen yerin bir çökmesi vasıtasıyla[399] olsun, isterse onların hiç ummadıkları başka bir vasıtayla olsun[400], bir felâketin onları bastırmamasını garanti edemez. Esasen, bunun ani bir yok etme veya yavaş bir yıpratma olmasının pek önemi yoktur[401]. Açıktır ki bütün bunlarda, hiçbir şekilde kararlaştırılmış bir ceza değil, fakat beşeri tarihten ve kozmik kanundan çıkartılacak olan bir ders konusudur. Söz konusu olan, zenginlerin ve güçlülerin dikkatini uyandırmak ve onlara kendi emniyetleri ve refahlarının asılsız ve kararsız özelliğini göstermektir.
Sırf fizikî ve maddî olan hayatın üstünde, orada endişelerin insanlar için daha değerli oldukları bir başka alan vardır: Onların ideallerinin ve kollektif duygularının kaderinin alanı. Bu hususta va'dler daha kalabalık, daha dolaysız ve daha açıktırlar. Dinsizlerin ve ikiyüzlülerin koalisyonunun Peygambere ve O'nun tilmizlerine karşı yükselttikleri inatçı muhalefetin devamı boyunca, sadece Kur'ân-ı Kerim mü'minlere: "Eğer siz takva yolunda sabırla sebat ederseniz, düşmanlarınızın hilekârlıklarının size hiçbir zararı dokunmaz'"[402]. Ve "Allah müminleri koruyacak ve savunacaktır"[403] şeklindeki bu teselliyi vermekle kalmamakta, fakat onlara onun müsbet desteğini va'detmektedir -Allah mü'minlerle beraberdir[404] takva sahipleriyle"[405]..sabredenlerle"[406] -O onlarm "müttefiki" ve "hamişedir[407]İmdi, şayet güç Allah'a ait ise, O onun bir bölümünü kendi müttefiklerine eriştirir[408].-"(Şu halde) zaferi kazanacak olan taraf, Allah'tan yana olanlardır"[409]-Allah O'nu "güçlü desteği ve yakın bir zaferden" emin kılacaktır[410]-Gerçekte Allah, O'nun davasını savunanlara yardım edecektir[411]-"Eğer siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar"[412]'"Mü'minleri zafere ulaştırmak bizim için bir vazifedir"[413]"Andolsun ki biz, peygamber kullarımıza söz vermişizdir, onlar şüphesiz yardım göreceklerdir: Muhakkak ki bizim ordumuz muzaffer olacaktır"[414]-"Hak Tealâ: Ben ve Peygamberlerim, herhalde galip geleceğiz diye yazmıştır"[415].-"Cesaretinizi hiç kaybetmeyin, kaygılanıp tasalanmayın: Eğer inanıyorsanız, mutlaka galip gelecek, üstün olacaksınız"[416]."Tersine, onların düşmanları yenilgiye ve üzüntüye mahkûmdurlar"[417].-Zillete düşmeye mahkûm[418]-Şenaatle örtülü[419].-Onların gücü yıkılacaktır[420].-Şüphesiz, "zalimler birbirlerine karşılıklı yardımda bulunurlar"[421]-Fakat onlann "hiç bir hamisi yoktur[422]-"Onlar Allah'ın nurunu nefesleriyle söndürmek isterler, fakat kâfirler istemeseler de Allah nurunu mutlaka tamamlayacaktır. Puta tapanlar hoşlanmasa da, dinini bütün dinlerden üstün kılmak üzere Peygamberini doğru yol ve hak din üzere gönderen Allah''tır"[423]-Ve, "zafer günü mü'minler için bir sevinç günü olacaktır[424] Bu yolda bir âyet sonuna kadar gidiyor. Onun, faziletli mü'minlerin önüne açtığı perspektif, sadece haklı davanın zaferi ve onun savunucularının galibiyeti değil, fakat aynı zamanda onların bu dünyada hakimiyetidir: "Allah, içinizden inanıp yararlı İş işleyenlere, onlardan öncekileri halef kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli yerleştireceğine korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir"Yüzyıllar boyunca bunun, şartlarm gerçekleşmesi ölçüsünde, böyle olduğu bilinmektedir. O zamandan beri, eğer herhangi bir şey değişmişse, bu açıkça aynı yasa uyarıncadır. Zira, "yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaklardır" yazılmıştır[425]. [426]Oysa ki, idare etme kabiliyeti için istenen faziletler arasında sosyal fazilet, en az önemli olanı değildir. Açıktır ki, birlik ve adalet içerisindeki laik bir egemenlik, bozulmuş töreler,düzensizlik ve disiplinsizliğe kendini vermiş, sözde inananların hakimiyetinden daha uzun müddet payidar ve müreffeh olabilir. Kur'ân-ı Kerim bunu daha önce bildirmiştir: "Şayet siz (O'nun buyruklarından) yüz çevirirseniz, Allah sizin yerinize size benzemeyecek olan başka kimseleri getirir"[427].îşte kollektif veçhe ile ilgili olanlar bunlardır: (=4A, 31B).
Fakat, ilâhî müeyyide orada durmamaktadır. O, fizikî hayatın büyük güçlüklerine karşı, mü'minleri emin kılmak veya onların kurtuluş ve yüceliğe doğru olan kollektif arzularını tatmin etmekle yetinmemektedir. En derin ve en yüksek melekelerimize erişmek ve böylece gerçek ahlâkî müeyyidenin zorunlu bir mütemmimi haline gelmek için, o daha da derinleşir.Hakikaten yukarıda, iyiliğin ruhu aydınlattığını, kalbi temizlediğini, iyi niyeti güçlendirdiğini; kötülüğün kirlettiğini körleştirdiğini ve aşağılattığını söylerken, orada bu bir olaydan ziyade bir eğilime, teşekkül etmiş bir varlıktan ziyade bir filize, uzun bir tarihin başlangıç safhasına, sonsuza kadar durma veya değişmeye, ilerleme veya gerilemeye elverişli birçok imkânlara hamile bulunan ve henüz yeni doğmakta olan bir duruma işaret etmek amacına matuftu. Henüz yeni zuhur etmekte olan bu durumu, ona açılan yollardan birine sokmak için, onu falan veya filan istikamette tevcihe muktedir, aktif bir prensib gereklidir. İmdi, bu aktif prensip şudur: Bu, burada bu tabiatı onun teveccüh ettiği istikâmete götürmeyi tekeffül ettiğini göreceğimiz, tabiatın bizzat failidir.-Onun için gayret gösterenlere, Allah oraya giden yolları gösterecektir[428]. O'na inananların kalbini hidayete eriştirecektir[429].-Onları karanlıklardan kurtarıp, aydınlığa götürecektir[430].-Onlara doğru yolda kılavuzluk edecektir[431].-O, sözlerinde gerçeği ve doğruluğu gözetenlerin, işlerindeki kusurları düzeltecektir[432].
-Emirlerini takva ile gözetenlere O, gerçek ve sahteyi, iyi ve kötüyü ayırdetme gücü verecektir[433]-O, onlara yönetici bir ışık sağlayacaktır[434].-O, iman eden ve iyiliği uygulayanların niyetlerini düzeltecektir[435].-O, doğru yönü seçmiş bulunanların (veya iyi hareket etmek için bir gayret gösteren kimselerin) ışığını şiddetlendirecek ve onların adımlarını gitgide daha doğru yollara yöneltecektir[436]-İmanlarını takviye etmek maksadıyla O, onların kalplerine sarsılmaz bir sükunet indirecektir[437].İnançsızlara, zalimlere, mağrurlara, saldırganlara, nankörlere, şüphecilere, müstebitlere, yalancılara, yalan yere yemin edenlere, rüşvet alanlara, muhterislere ve imana ve kanuna kesin şekilde karşı vaziyet alanların hepsine gelince, sadece Allah onları doğru yola eriştirmemekle kalmaz[438]-Fakat O, onların dalâletini de idame ettirir ve artırır[439].-O, onların kalblerini katıla ştırır[440].-O, onların gönüllerini, kulaklarını ve gözlerini mühürler[441].-O, onları sağır ve kör kılar[442] -O, onların hastalığım ağırlaştırır[443].-O, onların yanılgısını ve körlüğünü uzatır[444]-O, onları riyakâr kılar[445]-O, Allah'ı unutmak suretiyle onlara bizzat kendilerini unutturur[446]-O, onları şeytana terk eder[447], o da onları karanlıklara götürür[448].Fakat, bu tür zilletlerle karşılaşanlar sadece zalimler değildirler. Bizzat seçkinler, kendi nurları ve ilhamlarının, onların tutumlarının değişmesinden itibaren geri çekilmeye elverişli olan, lütfü ilahînin bir vergisi olduğunu hatırlamak zorundadırlar[449]Böylece, bu muaccel ahlâkî reaksiyonları göz önünde bulunduran âyetler şimdiden şu sayıya erişmektedirler: (23A, 40B).
Muaccel ilâhî müeyyidenin son bir unsuru, bizim fiillerimizin Tanrı ile münasebetimizdeki belirledikleri değişikliklere bağlı bulunmaktadır. Henüz, kanun koyucudan süjeye veya hakimden yargılanana, bu bir çeşit harici münasebet, bizim bir prim almamıza veya bir işkenceye uğramamıza izin veren bir beraat veya bir mahkûmiyitle ifade edilen münasebet söz konusu değildir. Geri kalan hepsinin ancak az veya çok eksiksiz bir sembol olduğu, daha derin ve içten bir münasabet söz konusudur. Her aktif ifadenin bizzat yokluğu karşısında bu münasebet, varhk ve önem yönünden birinci olan, affektif her değerini korumaktadır. Bu, her harici reaksiyondan önce, bizim kanun karşısındaki tutumumuzun ani cevabını, tasvibi veya kınaması içerisinde Allah'ta bulmasıdır; o bizi onun nazarında hoş veya nahoş kılar, o bize kendisi için araştırma konusu olmaya layık olan aşkını kazandırır veya kaybettirir.îşte Kur'ân-ı Kerim şimdi, en saf ifadesine irca edilmiş bulunan bu içten veçheye parmak basacaktır. ."Allah iyilik edenleri sever"[450]Dogruları [451]-"Sabredenleri"[452]-"Müttakileri"[453]
-"Hatalarından tevbe edenleri ve temiz olmaya çalışanları"[454]-"O'na tevekkül edenleri"[455]-"Peygamberine tabi olanlar-ı"[456]-"O'nun yolunda, geçilmez bir duvar gibi kenetlenip saf bağlayarak çarpışanları"[457]-"O, takva amellerini kabul eder"[458]-"O, kendisini zikredenleri hatırlar[459]-"Güzel sözler O'na doğru yükselir; ve O salih amelleri yükseltir"[460]-"Rablerinin mağfiretleri ve rahmeti hep onların üzerindedir"[461].-"(O'nun yolunda) sana biat ettiklerinde, Allah inananlardan razı olmuştur"[462]-O'nun iradesine tabi olanlardan[463]-Şükürlerini O'na sunanlardan[464]-Yakınları da olsalar, O'nun düşmanlarına katılmayanlardan[465].-Zaten onların kalplerine imanı yazan ve onları "kendisinden gelen kutsal bir ruhla destekleyen" O'dur[466]O, kötülük yapmaktan sakınanlar ve iyiliği uygulayanlar "ile" beraberdir[467]-O, onların "veli"sidir[468].-Nihayet, insanlar O'nun emirlerine karşı ne kadar saygılı bir tutum takınırlarsa, O'nun nazarında o Ölçüde değer kazanırlar[469] Ve anılan bu ifadelerin antitezi de pek eksik değildir. îmandan veya kuraldan sapma, Allah'la münasebetlerimizde az veya çok şiddetli, hemen hemen tamiri imkânsız bir kopmaya sebebiyet verir. O'nun sevgisine layık olmak yerine, -aynı başhk altında toplanacak olan pozitif ceza usül-lerinden söz etmeksizin- hoşnutsuzluğu, öfkesi, lanetleri üzerine çekilir, -"Allah kötü amellerden nefret eder"[470] -"Ahlâk bozukluğu" ve fesatçılardan[471].-"Mütecavizleri " (en baştasaldıranlar veya aşırı gidenler)"[472]-"Zalimleri"[473] -"Müsrifleri"[474] -"Hainleri"[475]-"Kibirlileri"[476] -"Kâfirleri"[477]-"Kendini beğenen ve böbürlenenleri"[478]-"'Nankör ve günahkârları" el-Bakara 2/276 (=1B) [479]-"Hilekâr ve şerirleri"[480]-"Allah, nimeti inkâra razı olmaz"[481]Medenî Sûrelerde inananları düşmanlarının darbelerine karşı müdafaa ermek maksadına matuf askerî bir yardım olarak tarif edilebilecek olan, bu "birlik" ve bu "ittifak"m burada, silahlı mücadele ancak bu Mekkî âyetlerin vahyolunmasmdan çok daha sonra emrolunduğun-dan ve izin verildiğinden, daha çok manevî yardım manasında anlaşılması gerektiğine dikkat ediniz. Bizzat Medenî surelerde, mü'minlerle bu ilâhî ittifakın tamamen ahlâkî bir tanımını veren âyetler mevcuttur (meselâ: el-Bakara 2/257). (-1B)-"Fasıklardan"[482].-"Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez: O, sadece zulme uğrayanlara müsamaha eder"[483]-"Allah fiiller tarafından yalanlanan sözlerden nefret eder"[484]Küfürleri sebebiyle dinsizler, Tanrı'nm buğzunu üzerlerine çekerler[485]-Bunun gibi, Tanrı'ntn işaretlerine karşı temelsiz tartışmaları yüzünden[486] de onlar O'nun nefretini üzerlerine çekerler. Fakat, yüce Tanrının gazabı ve laneti, münhasıran bu inatçı polemistlere değildir[487]
-Mürtedleredir[488]-Veya genellikle İnançsızlara[489]Keza onlar katillerin karşılığıdır[490]-Yeminlerine sadık olmayanların[491]-Namusa leke sürenlerin[492]-Firarilerin[493]Cemaatinin Ötesine geçerek, kendini savunma zarureti yüzünden buna zorlanmış olmaksızın, kâfirlerin arasında kendisine bir dost arayan sözde mü'min, bu hareketi ile, Allah'la da bağını koparır. "Onun Tanrı ile hiçbir ortak bağı yoktur"[494]Muaccel Müeyyidenin Yetersizliği:Böylece, fizikî, entellektüel, ahlâkî ve manevî bakımlardan, fert için olduğu kadar cemaat için de, halihazır hayattan itibaren biz, iyi veya kötü hareket tarzlarımıza ilâhî bir cevap buluyoruz. Fakat, yüce adalet nazarında, bütün bunlar yeterli görünmemektedirler.îlkin, bunlar nihayet küllî adaletin numuneleri, öne alınmış şekilleridirler. Tabii müeyyideler ve beşerî müeyyideler Öyle olmadıkları gibi, bu dünyada bize izhar oldukları şekiller altında ilâhî müeyyideler de ne evrenseldirler [495]ne de eksiksizdirler[496]Daha sonra saadet ve eziyetler el'an karıştırılmış haldedirler. Bir yandan, hakikaten, doğrular bu dünyada karşılaştıkları acılar ve güçlükler aracılığı ile, en küçük hatalarını bile ödüyorlar[497] Diğer yandan, en katı kalbler, en siyah ruhlar herhangi bir iyilik yapmaktan eksik kalmıyorlar. Elbette bu, menfâata yönelik veya kendiliğinden fiiller olabilir, yani onlarda emrin otoritesine iman mevcut değildir. Mamafih, onlar mükâfatlarından tamamen mahrum değildirler. Tersine peşin, yani bu dünyanın mal ve mülkü vasıtasıyla ödenebilir olan bir ikramiye onlara garanti edilmiş bulunmaktadır. O şekilde ki, onların suçları karşılıksız olarak kalacak ve yalnızca son yargı gününde hesabının görülmesi gerekecektir[498] Oysa ki bu karışımdan, ceza gününde hiç bir iz kalmayacaktır. Her bir tarafm ebedî ikâmetgâhına yerleştirilmesi anından itibaren, bazıları için sadece halis saadet [499]ve ötekiler için de sürekli ve fasılasız işkenceler olacaktır[500]Nihayet, hayatımız boyunca iyilik ve kötülükten bize erişenin, münhasıran yerine getirdiğimiz fiillerin karşılığı veya keffâreti şeklinde değil, fakat üstelik gayretimizin denenmesi ve tahriki olarak düşünülmesi gerekir[501]Bu üçlü mülahazadan sonuç olarak, sadece mükemmel ve halis değil, aynı zamanda sırf karşılık verici olacak olan ve hiç bir şekilde ihtiyat tedbiri manası taşımayan; çabanın teşviki değil fakat neticesi olacak olan, bir müeyyidenin zarureti çıkmaktadır. Böylece, bu kesintisiz şekilde yeniden doğan yükümlülükler dünyasına, yalnızca bu şekilde düşünülen bir hesap dünyasının cevap vermesi gerekir.Bu uyarıları vermek için Kur'ân-ı Kerim, nasıl hareket etmektedir. Bölümün sonuna kadar, hemen inceleyeceğimiz şey, işte budur.
Bu kavramı, bütün Kur'ân âyetleri aynı biçimde işlememektedirler. Bazıları onun hakkında bize ancak belirsiz, genel, bir fikir veriyorlar; diğerleri onun, olumlu veya olumsuz, bedenî veya manevî, az veya çok açık bir tanımının taslağını çiziyorlar. Şu halde biz burada birçok tarzları ayırdetmek zorunda kalacağız.
a) İlk önce, doğrulara veya suçlulara, herbirinİn kendine ait mukadderatını göstermek için, hiçbir ayrıntıyı serdetmeksizin sadece onların ebedî ikâmetgâhlarının cins isimlerini, cenneti veya cehennemi söylemekle iktifa eden âyetlere işaret edelim: (80A, 58B)[502]
b) Bir başka âyetler grubunda, müstakbel ikâmetin ismi telaffuz edilmemiştir; ve herbiri için onların bildirdikleri mukadderat, hemen hemen tamamen belirsiz bir şekil altında ifade edilmiştir.
Doğrulara bildirilmiştir:-Kısaca, bir müjde[503]Bir ümit[504]
-Güzel bir va'd[505]-Onlar murada erişeceklerdir[506]-Onlar Tanrı'da engin bir iyilik bulacaklardır[507]-Onların çabaları boşa gitmeyecektir[508]-Takdir edilmez olmayacaktır[509]-Onların ilâhî şükran hakları olacaktır[510]-Onlar felah bulacaklardır[511]-(Çabalan onları) güzel hedefe götürecektir[512]-Faillerine fayda sağlayacaklardır[513]-iyilik yapanlar, güzel amellerinin karşılığını bulacaklardır[514]-Daha da güzelleştirilmiş [515] (olarak).-Onlara tastamam ödenecektir[516]-Kat kat artırılmış olarak[517]-Amellerinin daha güzeli ile[518]Mah'in lütfundan bahsolunan bir ilave ile[519] -Onların ecri garanti edilmiştir[520] -Muazzam ve muhteşem bir mükâfat[521]. -Daha güzel[522]. -Bereketli[523]. -Ardı arası kesilmez[524]. -îtibarlı ve hoş bir ikâmet[525]. -Memnuniyet verici bir hayat[526] -Çok bahtiyar bir hayat[527]. Böylece bu saadet haberleri şu sayıya erişmektedirler: (66A, 100B).Buna paralel olan uyan da aynı sıklıkta, fakat daha az çeşitlenmiştir. Bu daha da belirsiz bir formül olmadığı zaman[528], bu uyarı kötülük yapanlara "benzen" iade edilecektir demekten ibaret olmaktadır, inançsızlara, zalimlere, riyakârlara, kibirlilere, canilere, kısacası kuralları ihlal edenlere, bir felâket, kötü bir ikametgâh, ağır bir ceza, acı, rezil, ebedî bir tecziye ayrılacaktır: (=94A, 66B)[529].
c) Kur'ânî anlayış içerisinde, cennet nedir, cehennem nedir?Bu mükâfatların ve bu cezaların tabiatı nedir?
Buraya kadar, biz bu hususta hiçbir şey bilmiyoruz. Başka yerde Kur'ân-ı Kerim bize onları, bazan müsbet bir karakteri, bazan da menfî bir karakteri olan, manevî ve bedenî, çift yönlü bir görünüm altında sunuyor. Gelecek hayatm bu veçhelerinden herbirini, mümkün olduğu ölçüde ayrı ayn inceleyeceğiz. Fakat, ilk önce, iki hayatm arasındaki geçiş dönemi hakkında bir söz söyleyelim.
Ruhlarını iade etmeye çağrıldıkları andan itibaren, doğrular kendileJ rini bekleyen müjdeyi alacaklardır. Onları selâmlayarak, kendilerine şöyle diyecek olan melekler tarafından onlar "hüsn-ü kabul" göreceklerdir:
"İşlediğinizin karşılığı olmak üzere girin cennete"[530]. Özellikle şehitler: "Tanrının lûtfu inayetinden kendilerine bahşettiği neş'eyi tadacaklar ve onların yolundan giden ve henüz kendilerine katılmamış olanları sevinçle bekleyecekler dir"[531] Cehennemlikler de sırasında, hayatm son nefesi ile birlikte, katı ger-! çekle temasa geçmeye başlayacaklardır. "Ölümün şiddeti içinde meleklerin de kollarını uzatarak onlara canlarınızı verin, bugün alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız derken, zalimleri bir görmelisin!"[532] "Melekler, inkâr edenlerin yüzlerine ve sırtlarına vurarak, yakıcı azabı tadın, bu, ellerinizin yaptığının karü siliğidir diyerek canlarını alırken bir görmeliydin!"[533] Ölümü yeniden dirilmeden ayıran fasıla ile ilgili olarak Kur'ân-ı Ke' rim'de teferruat mevcut değildir. Orada sadece, Nuh'un halkları hakkında "boğulmalarından sonra, onlar ateşe atıldılar"[534]ve Firavun'unkiler hakkında "onlar sabah akşam ateşe arzolunuyorlar"[535] deniliyor. Fakat, sünnet aynı zamanda definden sonra uğrayacakları bir sorguyu müteakip onlara ceza olarak verilmiş olmak üzere inkâr edenlere meleklerin tevcih ettikleri bu korkunç darbelerden de söz ediyor. Genel bir şekilde ve yine sünnete göre, ölüler mezarlarında, kendilerine sabah ve akşam arzolunan müstakbel ikametlerinin uzak görüntüsünü farkederek, sevinç veya keder duyacaklardır[536] Fakat, Kur'ân~ı Kerim tarafından, yeniden dirilmeden sonra, berikiler ve ötekilerin hayatı ayrıntılı olarak tasvir edilmiştir ve bu tasvir içerisinde biz ahlâkî unsur ve fizikî unsurun nasıl daima atbaşı gittiklerini göreceğiz. Müteakip iki başlık altında biz, cennetin konuklarının şerefli sonuyla ilgili Kur'ân âyetleri ile, cehennemliklerin kem talihine müteallik olanları tahlil ve tasnif edeceğiz.
Ahiret saadetinin manevî tarafı, ilk önce müteakip va'dler tarafından selbî şekilde tanımlanmıştır:-Barış ve güvenlik[537]-Üzüntünün yokluğu[538]-Hicabtan muafiyet[539].-Hataların affı, günahların silinmesi[540]-Rahmet (onun, Allah'ın sevdiklerini kötülüklerden esirgemek suretinde açığa vurulması) ölçüsünde[541]'[542] Fakat, müsbet manevî sevinç, daha çeşitlenmiştir; Cennetliklerin hayatı bir:-Kardeşlik ve karşılıklı sevgi (Her çeşit hınçtan muaf) [543]hayatıdır.-ilâhî cemali temaşa[544]-Hoşnutluk ve sevinç[545]-Şeref ve şöhret[546] -Mutlulukları onların yüzlerini pınldatacaktır[547].-Onlar, kendileriyle alay etmiş olan düşmanlarına karşı kendilerini üstün hissedeceklerdir[548]-Cennete doğru olan yolculukları esnasında onların, önleri sıra ve sağ tarafa yer değiştiren ışıkları olacaktır[549]-Onlar, has kulların topluluğuna katılacaklardır[550]-Ailelerinin ve dostlarının refakatinde[551]-Oraya varışlarında, onları selamlayacak ve onlara şöyle diyecek plan melekler tarafından kabul edileceklerdir: "işte size va'dolunan mutlu gûyıi-nüz!"[552]hangi bir akrabalığı bulunan falan ya da filan başka kelime tarafından refakat edilir halde bjı-lunmasma göre, genişlemesi, daralması ve çeşitli şekillerde renklenmesi şeklindedir. Â**-j "rahmet" kelimesinin de bu gruptan sayılması gerekir. Üîj "İlgilenip acıma" kelimesi tarafından refaket edildiğinde o, pozitif bir fonksiyonu doldurur ve cömertlik anlamına gelir. Fakat, Laâ "fazl " keümesi ile birleştirildiğinde o, daha ziyade negatif bir rol oynar ve bu du-rumaa acıdan kurtulma, kötülüklerden korunma demek olur. Nihayet, yalnız olduğu zaman o, aynı zamanda her iki manayı verebilir. Böylece koruma unsuru, son iki durumda hazır bulunmaktadır. (Krş.el-En'âm -Yerleşince, onlar, kendilerine kutlamalarını ve barış dileklerini, sunarak, "bütün kapılardan girecek" olan, bu sonuncuların ziyaretlerini kabul edeceklerdir[553].-Rahman tarafından kabul edildiklerinde, O onlara "hüsnü kabul" gösterecektir[554]-O onlara, "selâm" diyecektir[555]. -Onları kendine yaklaştıracaktır[556]-Onları âlî derecelere yükseltecektir[557]-Kadir-i Mutlak Malik'in nezdinde onlar doğruluk makamında olacaklardır[558].-O'nun rızasına erişeceklerdir[559] -Esasen bu rıza karşılıklıdır[560].-Onlar iki suretle memnun olacaklardır; bizzat kendilerinden (geçmiş gayretlerinden) memnun olacaklardır[561]-Talihlerinden dolayı öyle olacakları gibi keza, yürüyüşlerine kılavuzluk ettiği ve Va'dlerini yerine getirdiği için onlar, sürekli olarak Allah'a hamdedeceklerdir[562].-Beyhudelikler, boş sözler, günah ve günahla suçlama, bu saadet i-ka-metgâhmdan bertaraf edilmişlerdir[563]- Orada sadece karşılıklı selamlaşmalar işitilir[564]- Ve yüce Allah'a sunulan hamd-ü senalar [565]- Böylece cennetteki manevî zevklere işaret eden naslar şu sayıya erişmektedir: (102 A, 70 B).
Eziyet edilen veya ihtiyaçlarında sıkıntıya sokulan yahut hatta sadece bedii zevklerinde rahatsız edilen bir vücuda birleştiğinde, ruhun kendi öz saadetinden serbestçe ve tamamen yararlanabilip yararlanabilemiye-ceğini bilmek bir mesele teşkil ermektedir. Bir sineğin sokması, bir motorun gürültüsü, kuvvetli bir koku, aşırı bir sıcaklık, şiddetli bir soğuk, hissedildikleri zaman, en mücerret şeylere hasredilmiş bir dikkati, az veya çok derin bir şekilde rahatsız etmemekte midirler? Bedeni bu acılardan sakındırmak, ona mümkün olduğu kadar mükemmel bir sükûnet sağlamak, aynı zamanda ruhu serbestçe çıkarmak ve ona daha büyük bir atılımı müsaade etmek değil midir? Bizim sağlık ve sükûn endişemizi, acıdan ve ölümden uzaklaşmamızı ahlâkî bakımdan meşru kılmak ve te-mellendirmek için, bu kadar söylemek yetişir. Bu görüş açısından fizikî hayatın bu temel ihtiyaçlarını tatmin etmeyecek olan bir ahlâkî mükâfat sistemi, açıkça eksik olacaktır. Kur'ânî sistemde böyle bir eksiklik gösterilemez. O, müstakabel ikâmetlerinde doğrulara, sadece ölümün yokluğunu [566]acılara karşı korunmayı[567] değil, fakat üstelik işkence yerlerinden uzaklaşmayı[568] sükûnu[569], kısacası kurtuluşu[570] garanti etmektedir. Kur'ânî dilde cennetin sinonimi "darüsseîâm"du[571] Fakat, bu nihayet negatif bir veçhedir. Ve insanlar, pozitif olarak1 acı çekmek zorunda olmamaktan tamamen memnun olduklarını beyan! etmiyorlar. Her zamanda, insanlık belli bir müsbet refahtan kendini emin kılmak, kendi hayat şartlarını iyileştirmek tabii eğilimini göstermiştir.Hasılı ilim ve tekniğin gayretinin başkaca konusu yoktur. Zaten şayet sağlanan bütün iyileşmenin aynı zamanda tasarruf edilmiş fizikî bir vazife ve ruhun neş'elenmesi için ziyade bir şans olması gerektiği düşünülürse, teşebbüs meşrulaştınlabilir. Bahtsızlık şudur ki, bilimin ilerlemesine ve san'ahn zarifleşmesine rağmen ve belki de hatta bu ilerleme ve incelme yüzünden, hayatın rahatlaştırılması için mücadele yakında sona erecek gibi görünmüyor. Aksine onun büyüklüğü artıyor. Kaydedilen her ilerleme,daha yüksek bir dereceye duyulan iştiyakı tahrik ediyor; ve oraya erişmek için git gide daha karmaşık bir edevat sistemine başvurmak gerekiyor. Yeni araştırmalara ve yeni çabalara olan ihtiyaç oradan ileri geliyor. Ve böylece sonsuza uzanıyor. Hatta, eşyayı getirildikleri yerde tutmak için bile, sun'i terkibimizin dağılmasına ve unsurların başlangıç durumuna geri dönmesine engel olmak amacıyla, oraya daima yoğun bir bakım çabası ile göz kulak olmak-icab ediyor. O şekildeki, genel olarak bizim rahatımızı aramaya, ondan istifade etmek için olandan çok daha uzun zaman ayırdığımız ve kendimizi oraya vere vere, basit bir araç olan şeyin, çabalarımızın içerisinde gerçek bir amaç ölçüsüne büründüğü söylenebilir.Bu zabtedilmez maddî saadet arayışı içersinde çağdaş vicdanın bir inhirafını görmek gerektiğini biz memnuniyetle anlıyoruz; fakat temel itiliş, her ne kadar ona esef edilebilirse de inkâr edilemez olan, daha derin bir temayülden gelmektedir. Hakikaten, daha asil ve daha özel olarak beşerî olan zihnî meşguliyetlerle uğraşması maksadıyla, insanın bütün bu bedenî ihtiyaçlardan muaf olması, hassas her vicdan için arzu edilmemekte midir? Hissî temayülleri tarafından hiç bir şekilde tahrik edilmemesi için hakîme iki çare sunuluyor. Birincisi onlarla mücadele etmek ve onları hissizlik durumuna irca etmektir: Tabiatın verdiği şartlar içerisinde, kaba, sun'i ve başarısızlığa mahkûm teşebbüs. Diğer çare onları, tezahürleri ölçüsünde itidal ve ahenkle tatmin etmektir; ve şu ihtiyatla ki bu tatmin ondan, zihnin işlenmesi için zorunlu olan bir zaman ve güç fedakârlığını gerektirmesin. Tersine durumda, ondan vakarla vazgeçmenin ve sadece onun hayat için kaçınılmaz olan asgari bir miktarını aramanın tercih edileceğine şüphe yoktur. Oysa ki, büyük veya küçük, çabalarımız, bu anlamda bize sadece, ancak az çok sınırlı bir mutluluk sağlamakla kalmamakta; fakat aynı zamanda ve aynı ölçüde, onlar ruhun hayatının safiyeti ve kemâlini tehlikeye atmaktadırlar. Tersine, maddî olsun manevî olsun, bütün bu arzuya şayan ve meşru metaların aranmak zorunda değil de bize sunulmuş olduklarını farzedelim, herşeyi kazanmak ve hiçbir şeyi kaybetmemek durumunda olmayacak mıydık? İdeal bu değil midir? Ve eğer bu ideal şu tecrübeler dünyasında gerçekleştirilemez ise, bir ecir dünyasında onun gerçekleşmesine engel olan nedir?Gerçekten de, niçin onun başka türlü olması isteniyor? Ahiret saadetinden müsbet hissî unsurun, her ne pahasına olursa olsun, tardedilınek istenmesi nedendir? Tabiatın düzeni ve güzelliği, ruhunküere bu nisbet-te zarar vermekte midirler? Çoğu zaman onlar dayanak ve heyula değilmidirler? Şüphesiz, onların gayet küçük olan değerini bilen hakîm, onları bizzat kendileri için aramaz; fakat o, sunulduklarında onları reddetmemek zorundadır. Bir hediye sunmak veya göğsümüze bir madalya takmak için bize dostça uzanan bir eli reddetmeye hakkımız var mıdır? Bu şeylerin değeri, maddelerinden ziyade manalarında yatmaktadır. Bunlar, ahlâkî incelikte kusur işlemeksizin, bağışlayıcılarının yüzüne geri fırlatı-lamayacak olan semboller, memnuniyet alâmetleridir.Kanaatimizce, cennetin Kur'ânî tasvirini, işte bu cihetten mülahaza etmek gerekmektedir. Gönlün sevincinin, tezahür ettiği yerdeki şairane kadronun cazibesini pek hariç bırakmadığı tasvir. Biz daha önce, çift taraflı müsbet ve menfî görünümü altında, ahiret saadetinin manevî yönünü ortaya çıkardık ve kurtuluşun negatif fizikî veçhesini az önce görmüş bulunuyoruz. Şimdi de, Kur'ân-ı Kerim'in ilâhî "Büyük Mülkü"[572] hangi hissî cazibe altında bize sunduğunu görelim.îlk önce engin bir bahçe tahayyül ediniz, o derecede engin ki "Onun genişliği göklerinki ve yerinkine birlikte eşit" olsun[573]-Ve orada, yer değiştirme ve istenilen yerde dinlenme hürriyetinden yararlanılır[574].-Gayet geniş bir gölgeli bahçe[575].-Orada ne güneşin sıcaklığının ne de soğuğun, şiddetinin kasıp kavurmadığı, daima ılıman bir iklime sahip[576]-Bu, mutlu bir serinleme mahallidir[577]. -Nehirlerin uzanıp gittiği alan[578]-İçimi bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları, süzülmüş bal ırmakları[579]-Ve orada su kaynakları fışkırıyor[580]-Çeşitli güzel kokularla kokulandırılmış olup, onunla birlikte nefis şarap karıştırılır[581]-Bu kutsal yerlerde, çeşitli meyveler yetişir[582]-Bol miktarda[583]-Ellerinin yetişeceği sarkık dallar üzerinden bizzat kendilerine sunulan[584]-Ve asla bitip tükenmeyen[585].-Ne de yasaklanmamış olan[586]-Daha sonra, gümüş ipliklerle çizilmiş, bu geniş yeşil halıda beliren güzel yapılar düşününüz[587].-Yüksek katlar halinde düzenlenmiş[588]-Su kıyısına inşa edilmiş; başka bir deyişle; altlarından ırmaklar akan[589].-Lüks bir şekilde döşenmiş: yüksek tahtlar, oturaklar[590]-Altın ve kıymetli taşlarla süslenmiş oturaklar[591]-îç örtüleri ipekten olan kumaşlarla donatılmış[592]-Yastıklar, halılar, rnasa takımı[593]Nihayet, parlak bir gece toplantısı boyunca, büyük bir mikyasta, bir çeşit kral hayatı tarafından canlandırılmış, bu muhteşem sarayları tasavvur ediniz.-Erkekler, kadınlar, çocuklar, büyük ebeveynler ve dostları bir araya getiren toplantı[594].-Hepsinin kendi süsleri ve mücevherleri olduğu halde[595].-ipekliye bürünmüş[596].-Dinlendirici bir renkten[597]-Oturaklarına rahat bir şekilde yaslanmış olarak[598].-Birbirlerine karşı sevgi ile dönen[599].-Birbirleriyle neş'e içerisinde konuşan ve uzak hatıralarım anımsayan [600]-Saadetlerine dalmış bir halde[601]-Onlar için arzu ettiklerini sadece sipariş etmeleri yeterlidir[602]-Onların hizmetine, saçılmış incilere benzer, ebedî bir gençlikle mücehhez civanlar verilmiştir[603]-Ellerinde altın tepsiler ve kadehler taşıyan[604]-İbrikler ve bardaklar[605]-Ve diğer gümüş kaplar[606]-Onların rızkını tamamen garanti ederek[607].-Sabah ve akşam[608]-Onlar, onlara diledikleri kadar sunmaya özen gösterirler: içkiler[609]-Yemekler[610]-Ve meyveler[611].Bu ayrıntıların tamamı şunu tutmaktadır: (97'A, 27B).
-Sözün kısası, ruhların dilediklerinin hepsi ve gözleri büyüleyen her-şey, Allah'a sadakatla kulluk eden kulların tasarrufunda olacaktır[612]-Onların tüm dilekleri yerine getirilecektir[613].-Ve daha da fazla[614]Böylece, toptan ifade bu ayetlerde bulunmaktadır: (4A).Alan, yapılar, ve sakinlerin, az önce çizdiğimiz üç özelliğini toplayınız ve onları daha önce göz önüne serilen ahlâkî ve manevî zemin üzerine koyunuz: Böylece siz; fanilerin dili ve anlayışının müsaadesi ölçüsünde, cennet hayatının Kur'ânî tablosunu elde edeceksiniz.Cennetlikler konusunu terk etmeden önce, bazı noktalara işaret etmek yerinde olacaktır.
l-Kur'ân-ı Kerim, Cennetin bu çeşitli ahlâkî ve fizikî zevklerini sadece sayıp dökmekle yetinmemektedir. O, onların arasında daha şimdiden, içerisinde manevî şeylere en yüksek dereceyi ayırdığı bir değerler ıskalası tesis etmektedir. Tanrının sunduğu tüm mutluluklar arasından, diye talim ve tedris ediyor. O, bir tanesi vardır ki, mukayese kabul etmez bir şekilde daha değerlidir. Bu Allah'ın doğrulardan razı olmasıdır [615] Genel bir tarzda, Tanrı'nın rahmeti ve inayeti, Kur'ân-ı Kerim için, insanlara sevinç temin etmeye mahsus en değerli ve en temiz şeylerdir [616]Meşhur bir arap atasözü şöyle diyor: " Ev almadan önce komşu seçiniz". İtminana ermiş ruhlara, va'dolunan iki mutluluk türünü birleştirerek -cennet ancak talî sıfatla ve son sırada geldiğinden- ilk önce onların ilahî topluma şanlı girişini zikrettiği zaman, Kur'ân-ı Kerim bize bu aynı fikri ilham etmemekte midir?[617]
2- Eğer analizin gereği ve sayımın kolaylığı bizi, mutlu hayatın asli iki unsurunu tecrit etmeye ve onları ayrıca inşa etmeye mecbur kılmışsa da, bu husus ayette böyle geçmemektedir. Orada sadece bu sistematik ayınm var olmamakla kalmamakta, fakat onların her biri hakkında az önce sunduğumuz imaj, O'nun hiçbir yerinde toptan verilmemiş bulunmaktadır. Orada o, o ölçüde dağıtılmış ve pek çok surelere taksim edilmiş bulunmaktadır ki, her bir yerde onun sadece geçerken taslak şeklinde verilmiş olmak üzere bazı küçük hatlarına rastlanmaktadır. Bizim için bu hareket tarzının çift yönlü bir anlamı mevcuttur. Duyarlılığı tahrik etmek, merakı tüketmek veya tatmin etmek şöyle dursun, zihin üzerinde mükemmel bir resmin bu cezbedici etkisini hasıl etmek için, O yeterince ısrar bile etmiyor. Eğer O, kalbi etkiliyorsa, yine de bunu ölçü ve itidal ile yapıyor. Ancak öte yandan o bize, onu bize tebliğ etmiş bulunan insanda farz olunabildiği gibi, ne başlangıçtan itibaren ikmal olmuş bir ilmin, ne de coşkun bir muhayyelenin ürünü olarak değil fakat gerçekten, dene-mesiz ve tashihsiz, esaslı bir plana cevap verir şekilde tahakkuk eden, sade ve fasılalı bir öğretimin ürünü olarak tezahür ediyor.
3- Hissedilebilir saadetin en bariz, yani en sık zikredilen vasfı görebildiğimiz gibi, cennet, "saraylarının önünden akan su ırmakları bulunan bah-çe"ye yapılan bu imada bulunmaktadır. Herbirimiz, yukarıdan temaşa edildiği zaman, akan suyun görünüşünün sunduğu şu zevkin tecrübesini edinmiştir. Orada, nazarın zevklerinin, en masum ve en menfaatsizle-rinden birinin su götürmez bir şekilde bulunmasından başka, Kur'ân-ı Kerim, onun hakkında bize daha derin bir manayı ve daha tatlı bir mutluluğu telkin ediyor. Bu tutumun rüyayı tahrik ve şiiri ilham ettiği, alelade olay değil, fakat esasen ahlâkî olan bir olay: her çeşit acının unutulması ve kalblerden her türlü hıncın dağılıp yok olması[618].
4- Cennetin nefis yiyeceğine gelince, (es-Saffat 37/42) âyetin ifadesi mucibince, tefsir, cennetin konuklarının bunu, hiçbir şekilde kendilerinin hayatlarını veya sağlıklarını korumak ihtiyacından değil, sırf eğlence olarak alacaklarını belirtiyor. Bozulmaz vücudlarla donatılmış olarak, onların hiçbir koruyucu vasıtaya ihtiyaçları bulunmayacaktır[619]
5- Daha da dikkate değer olanı, cennetin içeceğinden söz ettiği zaman, Kur'ân-ı Kerim'in, dünya hayatında bilinen içkilere genellikle atfedilen kaba özelliği ondan bertaraf etmek hususunda gösterdiği itinadır. Doğrular, deniliyor orada, "son derece saf bir içkiden"[620] içeceklerdir. hin zevkleri, akla hiçbir şekilde mani olmayacak[621] ne baş ağrıları [622]ne de gevezelik veya tartışma[623] onlara refakat etmeyecek ve onlar hiç bir vakit kötülüğe yol açmayacaklardır[624].
6- Aynı kaygı eşler konusunda da farkedilmekte olup, esasen onların zikredilmeleri nisbeten nadirdir. Sadece, erkeklerle münasebete hiçbir imada bulunmamakla kalmamakta; fakat kadınların bakire olacaklarını ve ebediyen öyle kalacaklarını belirttikten sonra[625], Kur'ân-ı Kerim bunun aynı yaştaki gençler arasındaki[626] karşılıklı bir sevgi hayatı olacağını söylüyor[627]. Onun için halihazır dünyada evliliğin nimetlerinin her şeyden önce insanın bizzat kendisinden hasıl edilmiş bir eşin yanında hissettiği bu iç huzurdan; ve Tanrı'nm onların arasına koyduğu muhabbet ve atıfetten ibaret olan bir kitaptaki bu asil üsluptan dolayı hayrete düşmek mi gerekir?[628]. Öte yandan, sadece cennetteki bu eşlerin tasvirinde ahlâkî meziyetler fizikî vasıflarla rekabet etmekle kalmamakta, fakat ahlâkî olan fizikî olana tekaddüm etmektedir. Böylece "temiz zevceler"[629] "faziletli (ilk önce) ve güzel"[630] "saygılı nazar sahibi (ilk önce) ve iri gözlü"[631] "saygılı nazar sahibi ve aynı yaşıt"[632] koruluklardaki güzel peri kızlarına benzer dışarda çapkınlık etmeyen[633], Hz. Peygamber bu dünyada eş seçimimizi aynı ahlâkî meziyetlere göre yapmamızı bize buyuruyor. "Bir kadınla, diyor O, ya zenginliği için, ya doğumundaki asalet sebebiyle, ya güzelliği için, ya da ahlâkî fazileti için evlenilir. Sen daha çok faziletlisini bulmaya çalış..."[634]
7- Nihayet, cennetteki şeylerden bahsedildiğinde, unutmamak gerekir ki, bilinmeyen bir orijinalliğe sahip, yepyeni bir yaratma söz konusudur[635]. Hakikaten alçak gönüllülere, iyilik severlere, düşünceleri çoğu zaman Tanrı'ya bağlı olanlara, hangi güzel sürprizin, hangi duyulmadık sevincin tahsis edildiğini hiç kimse bilmez[636]. Yüce Tanrı bir hadis-i kud-si'de "sadık kullanma, gözün asla görmediği, kulağın hiçbir vakit işitmediği, bir insanın aklına hiçbir zaman gelmemiş olan şeyler hazırladım"[637], diyor; ki bu, Hz. Peygamberin ashabı içerisinde en yetkili müfessirlerden olan İbn Abbas'a şöyle dedirtmiştir: "Cennette mevcut olanların, bu dünya hayatında sadece adı vardır"[638]. Fakat, bu orijinallik, onların müşahhas gerçekliğini ortadan kaldırmaya kadar uzanmıyor gibi görünüyor; naslar, iki hayat arasında, bir tabiat farkından ziyade bir derece farkını kabul etmek eğilimindedirler.
Şimdi de, cehennemliklerin ikameti ve onların çarptırılacakları ceza hakkında, mümkün olan en mükemmel şekilde, bir tasavvura sahip olunmak istenmekte midir?Paralellik dikkati çekicidir; o derecede ki, bu tasavvuru, az Önce çizilen hatları izlemekten ve orada verileri harfi harfine zıtları ile doldurmaktan başka bir şey yapmamak suretiyle, inşa etmek mümkündür. Fakat, bu a priori metoduna başvurmaya hiç ihtiyaç yoktur. SÖzü daha çok Kur'ân-ı Kerim'e bırakalım.
Cehennemliklere ayrılmış bulunan ahlâkî cezanın olumsuz veya daha çok mahrum bırakıcı yanı mütakip olaylara inhisar etmektedir: -Onların amellerinin değersizliği[639] -Allah'a ortak koştukları putlardan bekleyişlerinde hayal kırıklığınauğrama[640])-Onların, Allah'ın rahmetinden ümitsizliği[641].-O'nun mağfiretinden[642]-O'nun rü'yetinden[643]-O'nun nazarından ve tezkiyesinden[644].-Onların (mü'minler nezdinde boş yere arayacakları) nurdan mahrumiyeti[645].-(Haşr esnasında) görme, işitme ve konuşma duyularından[646].-Tüm dileklerinden[647].-Onların müstakbel hayattan ümitsizliği[648].-Oradan onların hiçbir nasibi olmayacaktır[649].
-Orada onlar ihmal edileceklerdir[650].-Terkedüeceklerdir[651].-Koyulacaklardır[652].-Yardımsız ve hamisiz;[653] Semanın kapıları onlara açılmayacaktır;[654]-Onların özür dilemeleri (tarziyeleri) kabul edilmeyecektir[655].-Kısacası onların ba şansızlığı[656].-Onların hüsranı[657]
-Haşr esnasında, kötüler Tanrının huzuruna başlan eğik çıkacaklardır[658]-Kararmış yüz[659].-Buruk ve somurtkan[660] , -Karanlıklar ve tozla kaph[661]-O günde, onlar, kendilerini kötü amellerinden uzak bir mesafenin ayırmasını arzu edeceklerdir[662]-Fakat, en küçük teferrutına kadar, herkesin amellerinin kaydedildiği kitap oradadır[663].-Bundan başka, bizzat kendi vücutlarında ve duyu organlarında, onların aleyhinde şahitlik yapacak tanıklar olacaktır[664]-Suçlarını sırtlarına yüklenmiş olarak[665] -Cimrilik ettikleri malları boyunlarında taşıyarak[666] -Zemmedilmişler olarak[667]. -Ayıplanmışlar[668]. -Nefret edilmişler[669]. -Utanç ve zillet kaplı halde[670]Onlar Tanrı'nm huzurundan geçirilecekler, bu esnada seyirciler onlara bakacaklar ve onları birbirlerine istihfafla göstereceklerdir[671] -Hesaplarını anladıklarında, onları bilmemiş olmayı ve ölümün onlar için gerçek bir hiçlik olmuş bulunmasını temenni edeceklerdir[672].-Nihayet amansız cezanın yaklaştığını farkeden[673],-Kendilerini başkanlarma ve taraftarlarına bağlayan bütün bağların koptuğunu hisseden[674]-Zamanın akışında yeniden yükselmek ve yeryüzüne geri dönmekten kendilerini aciz hisseden[675],-Onların, pişmanlıkla içlerini çekerek, parmaklarını ısırmaktan başka yapacak bir şeyleri kalmayacaktır[676]İşte, ahlâkî ceza ile ilgili ayetler bunlardır: (101A, 41B).
Kıyamet gününden sonra, haksızların uğramak durumunda oldukları fizikî acılar, ilk önce, temel ihtiyaçlardın mahrumiyetten ibaret olan negatif bir şekil altında takdim edilebilirler. Acıkmış ve susamış bir durumda olmalarına karşılık, onların açlıklarını ve susuzluklarını giderecek hiçbir şeyleri olmayacaktır[677].Fakat, onların azabını müsbet olarak tanımlayan Kur'ânî metinler çok daha kalabalıktırlar.-Tanrı'nm seçkin kullarının cennetteki ikâmetlerine taban tabana zıt olarak, cehennemliklerin ikâmetgâhı bir hapishanedir[678]-Herbiri belli bir kategoriye ayrılmış olmak üzere, pek çok bölümlerle (kapılar) birlikte[679]-Gardiyanları gürbüz ve sert melekler olan zindan[680]-Ancak bu, gittikçe daha alçak olan bir çok mahzenlere bölünmüş bir yeraltı hapishanesidir[681]-Sıkıca kapalı[682] i-Bu, ateş dolu bir çukurdur[683]-Harareti şiddetli ateşle[684]-Gazabının horultusu ve uğultusu uzaktan işitilir[685]-Fışkıran bir volkan gibi[686]-Saraylar kadar büyük kıvılcımlar saçan[687] -Sıkıca bağlı[688]
-Boyun, eller ve ayaklar bağlı[689]-Uzun zincirlere raptedilmiş[690]-Yüzleri üzerinde sürüklenmiş[691]-Cehennemlikler oraya, yüzleri ateşte olarak fırlatılacaklardır[692]-Dar bir yere sokuş turulmaya zorlanacaklardır[693],-Ve emsalsiz bir azabı[694]-Orada onlar yakılıp kül edilme cezasına uğrayacaklardır[695],-Onlar onun yakıtı olacaklardır[696].-Sıkıntı ve acıdan titreyen suçluların oradan kaçmak istemelerinin her seferinde onlar, kaim demir bastonlarla vurularak ateşin ortasına itileceklerdir[697].-Azap onları her taraftan saracaktır[698].Lteş onların yüzüne çarpacaktır[699]. -Derilerini yakıp kavuracaktır[700] -Etlerini yakacaktır[701]. -Yüreklerine dokunacaktır[702]-Cimriler tarafından yığılan altın ateşte kızdırılacak, sonra onunla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağla nacaktır[703].-Orada acı ve yalvarma haykırışları olacaktır[704] -Orada onlar inim inim inleyecek ve hiç kıracaklardır[705]-Derileri yanıp tükenir tükenmez, azabı yeniden tattırmak için onlara bir başkası kaplanacak ve bu iş böylece sonsuza kadar devam edip gidecektir[706]-Ancak, orada sadece ateşin yakmasının işkencesi olmayacaktır. Aynı zamanda orda kaynar suyunki bulunacaktır: ateşle münavebeli olarak, onlar bu suya d aldırılacaklardır[707].-Derileri ve barsaklarmı eritmek üzere, başlarına kaynar su dökülecektir[708].-Ondan içerken, onların yüzleri yanıp kızaracak ve iç organları yırtı-lacaktır[709].-Onlarm çok zor yutabilecekleri, daha iğrenç kokulu bir başka içecekleri olacaktır[710].-Keza, onların karınlarında, eritilmiş kurşun gibi kaynayacak olan, zakkum gıdası olacaktır[711].-Ve öteki soluk tıkayıcı gıdalar ve başka azaplı işkenceler[712]-Meselâ yakıcı rüzgâr böyledir[713],-Dumanın sun'i gölgesi[714],Veya aynı şekilde, kelimesinin bazı müfessirlerine göre, aşın sıcakla münavebeli olarak değişen aşırı soğuk[715],-Kısacası onlar, daimi ve fasılasız cezalara ve eziyetlere duçar olacaklardır[716].Böylece, bedenî cezayı tayin ve tarif eden naslar şu sayılara erişiyor: (74 A, 15 B).Esasen, bütün bu fizikî cezaların, bir gaye olarak değil, fakat onlara ahlâkî bakımdan ıstırap çektirmek için bir vasıta şeklinde düşünülmeleri gerekir. Bu iğrenç yerden kaçışın temel amacı, onun ifade ettiği zillet ölçüsünde ateş değildir[717]Ve felâketlerini son kertesine eriştiren şey, ahlâkî ve fizikî elemlerinde onların, çevrelerinde merhamet ve teselli edici hiçbir kalbi bulamıyacak olmalarıdır. Tamamen tersine. Eskiden onlarm sahip oldukları ve artık kesilmiş bulunan dostluk bağlan, bu aynı eski dostların kötü bir komşuluğu tarafından doldurulacaktır. Bundan böyle, onlarm arasında sadece kavga[718], kin[719] ve karşılıklı lanetleme[720] olacaktır.Bu tasnif ve bu açık zikirlerle biz okuyucuya, Kur'ân-ı Kerim tarafından izlenen va'z ve nasihat metodu ve bütün içersinde onun usullerinin herbirinin temsil ettiği nisbet hakkında, yeterince tam bir fikir vermek istedik. Kur'ânî üslûbun kesafeti ve zenginliğini nazar-ı dikkate alarak biz, kesinlikle mükemmel bir istatistik ortaya koyduğumuzu iddia etmiyoruz. Hiç olmazsa biz, herbirine ait kadrolar içersinde başlıca olayları kataloglara ayırdık. Hatta biz orada yapılacak olan rötuşun pek küçük olacağını sanırız. Fakat, bu incelemenin sonucunun değerini ortaya koymak için, onu mücmel bir tabloda özetlemeyi faydalı buluyoruz.
A |
B |
Toplam |
10 |
10 |
|
620 |
455 |
1075 |
20 |
62 |
82 |
Farklı davet tarzlarının
frekans tablosu
Ödeve Teşvik:Formel otoritesi suretiyle:patını değerleri vasıtasıyla:İDini duygular yoluyla(sevgi, utanma, v.s...):
Tabiî neticeler vasıtasıyla:İlâhî müeyyideler vasıtasıyla:a- Genel olarak mükâfat ve ceza prensibi:- İki vadeli mükâfat ve ceza prensibi: Muaccel ilâhî müeyide: V Maddî türden: b- Medenî türden c- Zihnî ve ahlâki türden: d- Manevî türden 4- Ahirette ilâhî müeyyide a- Müstakbel ikametin cins ismi: Kısaca cennet Kısaca cehennem b- Tayin edilmemiş mükâfat veya Cezanın ilânı: Mükâfat: Mücâzat: jc- (Sevap veya ikab) tayinleri:İManevî saadet
Hissi saadet Topluca ifade Ahlâkî cezalar iFizikî cezalar
14
11 |
2 |
13 |
14 |
12 |
26 |
|
1 |
1 |
5 |
31 |
36 |
23 |
40 |
63 |
20 |
58 |
78 |
19 |
8 |
27 |
61 |
50 |
111 |
66 |
100 |
166 |
94 |
66 |
160 |
102 |
70 |
102 |
97 |
27 |
124 |
|
4 |
4 |
101 |
41 |
142 |
74 |
15 |
89 |
Şu halde işte, başka
her çeşit spekülatif muhakemeden daha beliğ bir şekilde konuşan rakamlar.Genel
olarak dinî ahlâka karşı ekseriya yapılan en ciddî itiraz onun, ferdî olduğu
kadar kollektif vicdanı da nazarı itibara almadığını; bütün gücünü ve tüm
otoritesini, eşyanın tabiatına yabancı olan, aşkın bir iradeden aldığını; onun
münhasıren bu yüce irade tarafından tesis olunmuş bulunan, mükâfatların
cazibesi ve cezaların korkusu suretiyle kendini empoze ettiğini söylemekten
ibarettir[721]Biz şimdi biliyoruz ki,
her halde bu itab islâmî ahlâka erişmemektedir. Gördüğümüz gibi, Kur'ân-ı
Kerim, insan ruhunun, oraya yaratılıştan itibaren üflenmiş bulunan tabiî bir
ahlâkî kanunun emanetçisi olduğunu ilân ediyor. Öte yandan Hz. Peygamber,
herkese, yapmak veya sakınmak zorunda olduğu şey hakkında bizzat kendi
kendisine danışmasını buyuruyor. Müslüman mezhepler, hattâ en muhafazakârları
bile, iyi ve kötünün, ister meziyet veya kusur şeklinde, isterse tabiata uygun
veya aykırı şekilde aklî olarak tanımlandığı yerde, insan aklı için özel bir
takdir ve yasama alanı kabul etmekte uyuşmaktadırlar.Bu nokta hakkında, onların
anlaşmazlığını tahrik eden sorun yalnızca şu idi: Akim emrini mutlak olarak mı
addetmek gerekir, o her yerde ve daima eşyanın gerçeğine tekabül etmekte midir,
bilhassa o, ilâhî hikmetle çatışmakta mıdır?Bizzat kendimize karşı
sorumluluğumuzu tasdik etmek için vicdanın yeterince otorite ile donatılmış
bulunduğuna hiç kimse itiraz etmiyor. Ancak o, Tanrıya karşı sorumluluğumuzu
tesis etmek için buna kâfi miktarda sahip midir? Münazaa işte bu vazih mesele
üzerinde olmaktadır. İmdi bizim, ekseriya alışkanlıklar tarafından karartılmış
veya peşin hükümler tarafından boşa çıkarılmış, yahut menfaat tarafından
sürüklenmiş bir vicdana sahip olmamızın vakî olduğu; ihtirasın bize bazan
aklın perdesi altında gizlenmiş olarak ve onun dilini taklit ederek konuştuğu
aşikâr değil inidir? Hattâ diyebiliriz ki, bu durumlarda bize konuşan bizzat
akıldır, ancak bu düşük, kendini hayvanı içgüdünün hizmetine vere vere bozulmuş
ve o derecede doğru yoldan ayrılmış bir akıldır ki, o kendine başlıca rol
olarak, bizim halihazır menfaatlerimizin tatmin çarelerini keşf etmeyi ve
başarıya eriştirmeyi veriyor. Fakat nasıl! En normal durumda akıl ve duygular,
maskesiz olarak karşı karşıya geldikleri zaman, sistematik olarak birine
diğerlerine kumanda etmek hakkını bahşetmek, tarafsız davranmak mıdır? Ve
kendini beğenmiş şekilde, anlaşmazlığı çözümlemek yetkisini kendine vermek
suretiyle akıl aynı zamanda hem hakim ve hem de taraf olmaz mı?Bu muhakemeyi sonuna
kadar yürüterek, bu muhtelif tabiatın failinin gerçekten, eserinin en büyük ve
en eski bölümünü en son gelene feda etmeye razı olup olmayacağı kendi kendine
sorulabilir. Hakikaten, Allah'ın bu fedakârlığı emretmiş olduğunu ispat eden
nedir? Onun mucibince yaratılışın bir tek bölümünün Yaratan adına konuşacağı
vekâlet nerededir? Bu iddiada bizi yöneten gerçeğin içgüdüsü müdür, yoksa zekânın
gururu ve kendini beğenmişliği midir?Kuşkusuz, aklî irade bizim varlığımızın en
mükemmel kısmıdır, geri kalan hepsi bizimle aşağı cinsler arasmda müşterek
olduğu halde o bizzat kendi malımız olarak bize ait olan şeydir; duyular ve
içgüdüler bizi dışarıya dağıtırlarken, o bizi bizzat kendimize temerküz
ettirmeye muktedir yegâne hassedir. Şu halde, yaratanın ona hakimiyet hakkını,
düzenleyici prensip rolünü vermesi için o, tamamen uygundur. Fakat, bir amirin
onlara danışmaksızın emri altındakilere kumanda etmesi doğru mudur? Hattâ onun
onlara muktedir oldukları gelişmeyi garanti etmeye çabalaması gerekmez mi? Bu
teşkilat içerisinde demokratik iş nerede bitmekte ve istipdat ve despotizm
nerede başlamaktadır? Bu sınır çizgisini tarafsız olarak kim çizebilir?Belli
bir sayıdaki Mutezilîler ve onlara imtisal edenler müstesna, müs-lüman alimler
bunu anlamışlardır. Allah'a karşı sorumluluğumuzu başlatmak için onlar, bizim
tabiatımızın içersine ilk başlangıçta konmuş bulunan bu zımnî kanuna paralel
olarak, Allah tarafından, ancak müsbet ve vazıh bir şekilde gelen, bir başka
kanunu mecbur tutuyorlar. Bu yeni ka-. nunun rolü, elbette ki birincisini ilga
etmek değildir; zira onlar birbirlerini nakzedemiyecek olan iki gerçektirler;
fakat, bütün safiyeti içersinde ortaya çıktıktan sonra, onu teyit etmek ve ona
güçlü bir destek sağlamaktır. Açıkçası bu ilk tasfiye teşebbüsünün, sözde
aklın inhiraflarının önünü almak ve peşin yargıların enkazı altında uyuyan
vicdanı uyandırmak suretiyle işe başlaması gerekir. "Peygamberlerin
görevi, diyor İbn Teymiye, tabiatı değiştirmek değil, onu ikmâl ve itmam
etmektir"[722]. Bu
görüş noktasından, denilebilir ki, ferdî vicdanın hür ve meşru icrası için bu
müsbet kanunun tesbit edeceği kadrolar (çerçeveler), sadece helâl ve haram
olanı değil, fakat aynı zamanda gerçekten aklî olanla olmayanı da
ayırdedecektir. Sünnete aykırı olan, aynı zamanda akla mugayir olacaktır.
"Her inhiraf, diyor keza ibn Teymiye, aynı zamanda hem akla ve hem de
şeriata muhaliftir"[723].Böylece,
ahlâklılığın yerini almak veya ona karşı çıkmak için gelmiş olmak şöyle
dursun, bu dinî meşruluk onu farz etmekte ve daima ona atıfta bulunmaktadır.
Hakikaten, biz, emirlerini formüle ederken Kur'an-ı Ke-rim'in onların, bizzat
ahlâkî vicdanın yapısını oluşturan öteki değerler arasından, akla, hikmete,
gerçeğe, adalete ve doğruluğa uygunluğunu hangi itina ile talep ve iddia ettiğini
görmüş bulunuyoruz. Onun, fazilete bağlılığı sebebiyle ruhta hasıl olan
neticeleri, eylemin kalp ve zihin üzerinde icra ettiği tesiri, vicdan ve
tövbenin önemini nasıl takdim ettiğini gördük.îşte ferdî vicdan için olanlar.
Fakat insan, aklî varlık, aynı zamanda toplumsal bir varlıktır. O, hem-zaman
olarak veya mütemadiyen tenbihlerini aldığı, dahilî veya haricî, iki gücün
kavşak yerinde bulunmaktadır. Hattâ şunu söylemek dahi caizdir ki, toplum
içersinde yaşayan her insan için, onun manevî gıdasının başlıca kısmı ve
ideallerinin ekserisi, onları yeniden iyice mütalaa ettikten sonra, az veya
çok noksansız olarak kendine mal etmeye veya reddetmeye ve onların yerine
başka daha mükemmellerini ikame etmeye hazır olduğu bir halde, ona ilk önce
dışarıdan gelmektedirler.Ahlâkî otorite içersinde müslüman camiaya düşen hisse
nedir?Sınırları tabiî adaletin ve vahyolunmuş adaletin genel kurallarının
empoze ettiklerinden başka bir şey olmamak üzere, sınırlı olmasına rağmen o,
en hatırı sayılır olanlardandır. Sadece yetkili yasayıcı bünyenin istisnasız
karan olan icma, yalnızca kendisine dürüstlükle hürmet ve itaate mecbur
olduğumuz, müşterek düzen ve huzuru emniyet altında tutan icraî iktidardan
sadır olan her formül değil; fakat haddizatında ehemmiyetsiz ancak meşru bir
emre konu olan her idarî teferruat, bu yolla ahlâkî kanun gücüne
erişmektedir., îslâmda kamu vicdanının bir uydurma veya hattâ ferdî vicdanın
bir kopyası olmadığını kanıtlamak için, daha önce işaret edilen olayı, yani
başkanlar için, müstehak olan şahıslara tövbelerinden ve kökten ihtidalarından
sonra bile meşru müeyyideleri tatbik etmek mecburiyetini hatırlatmaktan daha
alâsını bulamıyoruz. Zira, madem ki suçlu tutum değiştirmiş ve kusursuz bir
davranış yolunu ittihaz etmiştir, ahlâklılık tamamen tatmin edilmiş olmamakta
mıdır? Ve, iman açısından, günahların affı samimiyet ve kesin kararlılıkla
onlardan dönenlere garanti edilmemiş midir? Bununla birlikte geriye, suçun
ifsad ettiği bir atmosferin sıhhîleştirilmesi, daha önce, rencide olmuş bulunan
umumî vicdanının teselli edilmesi, verilmiş olan kötü örneğin taklit
edilmesinin önlenmesi kalmaktadır. Ve işte, ıslah olmuş ve temizlenmiş bir
insanı, bu gayet açık bir şekilde ağır olan ceza ile cezalandırmayı
belirleyenler, bu sırf içtimaî türden olan mülâhazalardır.Bir başka toplumsal
olayı, fertlerarası türden olanı hatırlayalım. Hakikaten biz, İslâmiyetin
başkasının hakkına atfettiği hususiyle kutsal özelliği gördük. Hemcinslerimize
sebebiyet verdiğimiz bir zarar, hattâ onların habersiz oldukları durumda bile,
zarar veren mağdurlarına kendini ihbar edinceye ve onlardan açık ve şuurlu bir
beraet elde edinceye kadar, ona sebebiyet verenin mükellefiyetinde kalmakta
devam eder. Böylece, kamu hukukunun çiğnenmesi, ahlâkî bakımdan, bir vicdan azabı,
bir tevbe, şahsî bir ıstılahtan başka ve daha ziyade telâfileri, hattâ ilahî
rızanın ötesine uzanan tazminleri gerektirir.Ferdî vicdanın ve amme vicdanının
mecburiyetlerinin arkasında ve onlardan daha bükülmez olarak, amansız illiyet
kanunu ile birlikte, evrensel tabiatın düzeni yükselmektedir. Filân hareket
tarzı hayırlı akibe-te götürüyor; falan başkası failinin aleyhine geri dönüyor.
Basiretli ihtiyat, bir fiile girişmeden önce, bize onun neticelerini hesaba
katmamızı tavsiye ediyor. Ancak, ahlâkî görüş açısından, bu gayeci düşünceler
sadece, onların ödevi saptırmaları, bilâkis daha ziyade onunla ahenk içinde
olmaları ve oraya daha çok teşvik etmeleri ölçüsünde meşru sayılabilirler. Bu
şartlarda, iyi bir pedagogun, öğretimini kuvvetlendirmek için bazan oraya
başvurma hakkı yok mudur? Her halükârda Kur'ân-ı Kerim, sınırlı bir sayıdaki
örnekler üzerinde, davranışlarımızın, esasen en genel, en gerçek ve en sürekli
olanları arasından seçilmiş bulunan, tabiî sonuçlarını bize hatırlatırken, işte
bu şekilde hareket etmiştir.Sırf ahlâkî zaruret, temelinde sosyal olan
ihtiyaç, pratik sağduyu, işte ahlâkî ödevi tesis etmek için, çoğu zaman oradan
ahlâkçıların, herbirinin kendi usûlüne göre, bir delil aldığı bütün aklî
kaynaklar toplanmış bu-lunmaktadır.Laik ahlâklar burada duruyorlar, fakat
Kur'ânî ahlâk bu mülâhazalarla iktifa etmiyor. Onların hepsini ihtiva ederek, o
onları aşmakta ve onları başkaca yüksek bir prensiple, yüce otoritesi başka
cihetten alman her kararın tasdik ve teyidi için kaçınılmaz olan, egemen bir
kanun koyucuya imanla, mutlu bir şekilde tamamlamaktadır.Bu yeni alanda biz,
Kur'ânî buyruğun üç farklı delille desteklendiğini gördük:
1-Sadece onu tesis edenin teşriî otoritesi ile. Allah, bizzat "Hakkın ve Adaletin"[724] sesi olduğu ölçüde, hiçbir art düşünce olmaksızın[725] parolasına şartsız olarak uyulmaya lâyıktır.
2- O'nun lâtif ve saygılı, her yerde hazır ve nazırlığının duygusu vasıtasıyla; bu duygu, bizim kötü eğilimlerimizi edepli şekilde püskürtmek özelliğine sahip olduğu gibi, iyilik yapma ve onu güzel yapma cesaretimizi de teşvik edecek türdendir.
3- O'nun tarafından tesis edilmiş bulunan müeyyide ölçülerinin görünüşü vasıtasıyla.Bu son noktaya eriştiğinde, Kur'ânî öğretim metodu bize yeniden karmaşık bir şekil altında görünmüştür, çift taraflı olarak karmaşık: Aynı zamanda halihazır hayatı ve müstakbel hayatı amaçlayan ve insana her iki dünyada kabul etmek zorunda kalacağı, fiillerinin ahlâkî, fizikî ve manevî değerini haber veren.Coğrafî çevrenin ve sosyal şartların değişmesinin, müstakbel hayatın Kur'ânî idrakinde herhangi bir değişikliği belirlemeye muktedir olup olmadığını bilmek meselesini kendi kendimize sorduk. Ve, buna cevap vermek için biz, yeniden naslara danışmak ve bu husustaki vahyin hicretten önce veya sonra nazil olmuş bulunmasına göre, orada iki kategoriyi ayır-detmek zorunda kaldık. Müşahade: Sayısız ayrıntılarla birlikte (manevî ve hissî) iki saadet çeşidinin her iki devrede de mevcut oluşu. Mamafih, cennet ve cehennemle ilgili medenî âyetlerde manevî veçhesi altında bile, bazan nadirliğe kadar giden, bellî bir adedî düşüklüğü fark ettik.Araştırma alanımızı genişleterek, dahilî değerlere atıfları, her iki dönemde de aynı şekilde oldukça kalabalık ve onlardan her birinin müddeti ile ve kendisine tekabül eden kelâmın hacmi ile mütenasip şekilde bulduk[726]. Buna karşılık, Medine'de ahiretle ilgili kelâm azalmaya başlarken, öteki mülâhazalarda tersine bir temayülün tezahür etmeye başladığı görülüyor. Badema, tebliğ, ilâhî huzurun duygusuna, ahlâkî, sosyal ve manevî türden aktüel sonuçlara daha geniş bir yer ayırmaktadır. Hattâ, içersinde ödevin kendini sadece formel otoritesi vasıtasıyla empoze ettiği, yeni bir kategorinin zuhur ettiği görülmektedir. Bütün bunlar, ekseriya öğretilenin tersine bizim, Hicretle birlikte, islâm dünyasının, ahlâkî değerlerinin bir gerileyişine değil, bilâkis bir ilerlemesine şahit olunduğunu düşünmemize izin veriyorlar.Her ne olursa olsun, böylece Kur'ân-ı Kerim'in buyruğunu kanıtlamak için kullandığı pek çok vasıtalar ve onun tarafından, mutlak menfaat gütmezlik, kanuna hürmet göstermek için ona itaat da oraya dahil olmak üzere, en yüksek ahlâkî motiflere ayrılan geniş pay sebebiyle, Kur'ânî ahlâkı menfaat güden bir ahlâk olmakla suçlamak, açıkçası haksızlık olmaktadır. En nihayet, saf bir ahlâk için, sırf ahlâkî olan bir müeyyide talep ve iddia etmek hakkı mevcut mudur? Böyle olunca bu ahlâk muhtelit olmakla itham edilebilir mi? Müstakbel mükâfat ve mücazatın bu maddî cihazı, -mevcudiyet bakımından yalnız olmamakla birlikte- aynı suretle ilâhî müeyyideye daha büyük değerini bahşetmek için yokluğu arzu edilir bir şey olacaktır.İlk önce işaret edelim ki, müstakbel ecrin bu kısmen materyalist idraki, sırf islâmî bir şey değildir, insanlar için, orada ruh ve bedenin, ölümle geçici olarak ayrıldıktan sonra, birlikte ebedî bir mükâfatı veya daimî bir tecziyeyi kabul etmek için yeniden birleşecekleri bir başka hayatı kabul eden bütün dinî ahlâklar için o, müşterek unsuru meydana getirmektedir. Şüphesiz bu, hristiyan ahlâkının durumudur. Kilisenin papaları ve ilâhiyatçıları, bedenin yeniden dirilmesini ve ecre ruhla birlikte iştiraki dogmasını talim hususunda müttefiktirler[727]. Esasen bunlar, Üstadın ve Havarilerin öğretimi üzerine sağlam bir şekilde temellenmiş dogmalardır. "Bedeni öldürüp de, diyor Hz. Isa tilmizlerine, ruhu öldürmeye kudreti olmayanlardan korkmayın; siz daha çok cehennemde hem bedeni ve hem de ruhu helak etmeye muktedir olandan korkun"[728]. "Zulmü irtikab edenler, diyor keza O, orada ağlama ve diş gıcırtılarının olacağı, kızgın fırına atılacaklardır"[729]. Bir çok defalar cehennem şu şekilde tanımlanıyor: "Hiç sönmeyen ateş"[730] "Ey ibrahim Baba, diye haykırdı ölülerin ikâmetgâhında azaba uğrayan kötü zengin, bana acı ve Lazar'ı gönder de, parmağının ucunu suya batırsın ve benim dilimi serinletsin, zira ben bu alevde feci şekilde acı çekiyorum"[731]. "Fakat korkaklara ve iman etmeyenlere gelince, diye okuyoruz Aziz Yuhanna'nın Vahyinde, onların hissesi, ateş ve kükürtle yanan göldedir"[732].Her ne kadar Kilise, cehennemin tabiatı hakkında kararını beyan etmemekle birlikte, o bunun, şu özellikleri olan, gerçek bir ateş olduğunu kabul ediyor: Alev, sıcaklık, sönmezlik, v.s... Şu halde, "Her ne kadar sonuçta hiç bir şey olmamakla birlikte, onlara kendilerini mahveden cehennem ateşini gördükleri ve hissettikleri kesin duygusununu verdiği zaman, Tanrı'nm cehennemliklere bir aldatmaca yaptığını" savunan bazı ilâhiyatçıların tezine Descartes haklı olarak şöyle cevap vermiştir: "Tanrı hiç bir vakit aldatıcı olamaz. Eğer bazı kereler O'nun bizi aldattığını düşünürsek, Tanrı'nm bize vahyettiği şeylere nasıl inanabiliriz? Cehennemliklerin duygusu bir aldatmaca değildir; onlar ateş tarafından gerçekten azaba uğramaktadırlar, zira Tanrı, önceden olduğu gibi, Ölümden sonra da ruhu, cismanî ateşin tesirlerinden acı çekecek şekle sokabilir"[733] Yeni Ahid'de cehennem temasından daha seyrek olmakla birlikte, Cennete ima, manevî saadetin yanında, hissî saadetin izini de taşımaktan geri durmamaktadır. Dilini serinletmek için bir miktar su isteyen kötü zenginin yalvarışlarını az Önce görmüş bulunmaktayız. Daha açık ve daha genel bir formülde Hz. İsa şöyle beyan ve tasdik ediyor: "İşte bu nedenle melekûtu size tahsis ediyorum, ...melekûtumda soframda yiyesiniz ve içesiniz ve İsrail'in on iki şıptım yargılamak için tahtlar üzerinde oturasınız diye"[734]. "Sen bir öğle, yahut akşam yemeği yaptığın zaman, ...fakirleri, sakatlan, topalları, körleri çağır; ve mutlu olursun, çünkü onların karşılık olarak sana yapacakları bir şeyleri yoktur, ancak sana salihlerin kıyametinde karşılık verilir"[735]. Veya çok daha açık olarak: "Doğrusu size derim ki, diye beyan ediyor O tilmizlerle birlikte son toplantısında, Babanın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim güne kadar, ben asmanın mahsulünden artık içmeyeceğim[736]. Fıshm yenmesi hakkında, O'nun tarafından tamamen benzeri bir düşünce ifade edilmiştir[737]. Ancak, cennet saadetinin hissî veçhesi Aziz Yuhanna'nın Vahyinde daha da kuvvetle vurgulanmıştır: "Galip gelecek olana, Tanrı'nın cennetinde bulunan hayat ağacından[738] Kudret helvasından[739] yemeyi ihsan edeceğim; galip gelecek olan böylece beyaz esvaba bürünecek[740]. Susamış olana, hayat suyunun pınarından karşılıksız vereceğim[741]. Onlar artık acıkmayacaklar, artık susamıyacaklar ve ne güneş ne de sıcaklık onları hiç bir şekilde çarpmayacaklar...."[742].Aynı yazar tarafından yapılan yeni Kudüs'ün tasvirini okuyunuz: "Şehir, diye yazıyor, O, som altından yapılmıştır, saf cama benzer" "...Temelleri her çeşit kıymetli taşlarla süslenmiş". Hayat ağacı "meyvesini her ay veren, on iki çeşit meyve üretir"[743] v.s...Bunun o çağda, Yahudiliğin Ahiretle ilgili edebiyatının teşvik ettiği, Aziz'in bir rü'yeti olduğu mu söylenecektir?[744] Bu mümkündür; fakat iki şeyden biri: ya bir rüyet şairane bir kurgu, katıksız bir hülyadır, veya o herhangi bir gerçeğe tekabül etmektedir, ben demiyorum ki, o tamamen kavrıyor, ancak o yaklaşıyor ve taslağını çiziyor. Zira, "yazıldığı üzere: Allah'ın kendini sevenlere hazırladığı şeyler, gözün asla görmediği, kulağın hiç işitmediği, insanın gönlüne hiç bir vakit gelmeyen şeylerdir"[745]. O halde bunlar, gözün göreceği, kulağın işiteceği ve aynı zamanda kalbe erişecek olan şeylerdir.Şurası gerçektir ki, hiç bir metin iki hayatın benzerliğini beyan ve tasdik etmemektedir; fakat, yine hiç biri onların arasındaki belli bir devamlılığa engel olmamaktadır. Hattâ biz diyeceğiz ki, bu devamlılık onlarm çok daha kolay anlaşılabilir olmalarına imkân sağlıyor. Hakikaten, şayet bize vadedilen dünya, tamamen yeni, görülmez ve dokunulmaz olan ve halihazır dünya ile hiçbir benzerliği bulunmayan bir dünya ise, bizim üzerimizde o ne gibi bir nüfuza sahip olacaktır? Ve bu durumda hafızalarımızda hangi karışıklık meydana getirilecektir? O halde bizler birbirimizi, ölümle ba'sibadelmevt arasında sanki bir saatlik bir fasıla varmış gibi kolayca tanıyabilecek vaziyette olacak mıyız?[746]. Ve sonra, bizim bütün fizikî ve ahlâkî zevkler ve eylemler hakkındaki halihazır tecrübemiz, pek bir işe yarayacak mıdır? Onun var oluş nedeni, geniş ölçüde, bizi bu yeni hayata hazırlamak, bize bir çeşit küçük örnek ve ilktad sağlamaktan ibaret değil midir?Ben, Hz. İsa'nın sözleri hakkında verilebilen yorumu biliyorum. Rasyonalistlerin hücumlarını savuşturmak maksadıyla ve cehennemlikler için görülmedik şekilde amansız fizikî eziyetleri metnî olarak tamamen kabul ederek, cennetliklere bildirilen neş'eli şölenlerle ilgili İncil metinlerini -hattâ bir mukayesenin izi bulunmayan yerde bile- paraboller olarak addetmek istemektedirler. Süryani Kilisesinin Papazlarının yaptıkları gibi[747] ve yeni Kudüs'ün Protestanlarının el'an yaptıkları üzere[748], muhtemelen ilk hristiyanlarm kelimesi kelimesine anladıkları metinler. Aynı şekilde ben biliyorum ki, aynı te'vil Kur'ân âyetleri hakkında da ve belki daha da haklı olarak düşünülebilir; çünkü, bir çok defalar, bu öğretim bir mesel veya parabol şeklinde verilmiştir[749]. Fakat, mesel kelimesinin "karşılaştırma" anlamına gelmesi kadar "tasvir" manâsını da ifade etmesinden başka, bu kelimenin yer almadığı öteki âyetlerin bolluğu karşısında, onları öz manâlarından sıyırmak ve katıksız semboller olarak almak oldukça güçtür. Şüphesiz, Kur'ân-ı Kerim bize cennetin zevklerinin, görünüşe göre, dünyevî şeylerle cevheri ayniyeti olmaksızın, onlarla herhangi bir benzerliğinin olacağını beyan ve tasdik ediyor gibi görünmektedir[750]. Ve İbn Abbas onların sadece ötekilerin adını taşıyacaklarını söyleyebilmiştir. Fakat onlar, Ötekilerden hangi noktaya kadar farklı olacaklardır? Bu, his-sedilebilir olanın kavranabilirliği gibi mi olacaktır, yoksa onlar ötekilerle herhangi bir tabiat benzerliğini muhafaza edecekler midir? Kısacası, şayet yeniden dirilen beden ruhla bütün meşru mazhariyetleri paylaşmıyorsa, onun ba'si boşuna ve her halükârda müeyyide natamam olmayacak mıdır? Zira, tabiatları itibariyle, kanunî müeyyide ve ahlâkî müeyyideden her biri sadece, şahsın farklı bir unsuruna, duyu veya vicdana, doğrudan doğruya tesir ederlerken, ilâhî müeyyideyi karakterize eden şey, onun toptan ve bütün olmak zorunda oluşudur. Bir eksiklik olmak şöyle dursun, bu müeyyidenin karmaşıklığı tersine bize, onun mükemmelliğini şartlandırıyor gibi görünüyor; çünkü böylece o, bugün bizim onu tanıdığımız şekliyle ve aksi ispat edilinceye kadar, kendi kendisi ile, yani fizikî olanla ahlâkî olan arasmdaki bu içten bağlılıkla, daima aynı kalması gereken, beşerî tabiatın karmaşıklığına cevap veriyor.Kur'ânî müeyyide kavramının vüs'ati şimdi anlaşılıyor. Bu doktrinin ifade ettiği şey, ne bir insanın hususî temayülleri, ne bir filozofun şahsî görüşleri, ne de, ister İslâmiyete çağdaş olsun, isterse g ıdan önce ve sonra olsun, herhangi bir çağda geçerli olan kanaattir. Amacı itibariyle evrensel olan o, metodu itibariyle de öyle olmak istemiştir. Sokrat ve Epik-tet'ten itibaren Antik Çağın hakîmlerinin, Kant ve Mille'e kadar modern zamanlannkilerin, zamanın başlangıcından Hz. Musa ve Hz. İsa'ya kadar, veliler ve peygamberlerin her biri orada altına imzasını koyacağı bir formül bulur.Bu, onun insan ruhunu bütün güçleri ve tüm derinlikleri içersinde hedef tutmasıdır. Bu onun, bütün sınıflardaki tüm insanlara ve zekânın tüm katlarına çağrıda bulunmasıdır. Sadece, bir mükâfatın mükâfatlandırılan gayret kadar karmaşık ve onun kadar memlû olması, bizatîhî adil olmakla kalmamaktadır. Fakat, evrensel bir öğretimin, kendilerine hitap etmek istediği eğilimler, mizaçlar ve ruhların oldukları ölçüde çeşitli bir deliller sistemi ile mücehhez olması da basiretli bir yöntemdir; o şekilde ki, her biri, kendi muhakeme tarzına göre, orada onu iknaya elverişli bir şey görebilsin. Ödevin emri ispatını, herhangi şekil altında görünürse görünsün gerçekte bulmak zorundadır; herhangi gözle onu temaşa ederse etsin, onun, ruh üzerinde nüfuzunu icraya muktedir olması gerekir. Ve işte Kur'ân-ı Kerim bize onu bu suretle sunuyor, ilâhî nizamın azameti, onun hikmete uygunluğu, bizatihi iyilikle özdeşliği, en asil ve en zarif duygulara onun verdiği memnuniyet, onun uygulanmasının gerçekleştirmeye müteveccih olduğu ahlâkî değerler, bu dünyadaki ve öteki dünyadaki şerefli amaçlar... hepsi Kur'ânî ödevin nüfuzunu tesise yönelmiştir.Fakat, bütün güçlükleri bertaraf etmek yerine, bizim sonucumuz bir yenisini ortaya çıkarmış gibi görünüyor. Zira, bütün enerjiler bu suretle seferber edilmiş, tüm güçler gerilmiş, bütün aletler hazırlanmış ve sadece iradenin yayı altında titreşmeyi beklerken, bu halde bunun itici güçlerini bu kadar çeşitli alanlarda kullanmak hakkı olacak mıdır? Kur'ân-ı Kerim nazarında her şey, kabul edilir şekilde davranış kuralı olarak tesis edilebilir mi? Böylece ihtilafları uzlaşhrdıktan ve müeyyide planında ve beyan ve teşhir bakımmdan bütün meşru mecburiyetlere cevap verdikten sonra, Kur'ânî ahlâk niyet alanında kayıtsız mı görünmektedir? Onu ilham eden prensip ne olursa olsun veya hattâ Ödev duygusunun büsbütün yokluğu halinde bile, o maddî bir mutabakat ile iktifa etmekte midir?Şiddetle ve derhal ortaya çıkan mesele böyledir ve işte biz müteakip bölümü buna hasredeceğiz.
[1] Krş. Levy Bruhl, L'îdee de la Responsabiliti, böl.III,
alt-bol.l.
[2] Bk. Ahmed, Müsned, Ebu Umâme'den rivayet:
[3] Krş.Tirmizî, Kitâbü Sıfat el-Kıyame, Bab 49.
[4] en-Nür 24/31.
[5] ct-Tahrîm 66/8; Âl-i îmrân 3/25.
[6] el-En'âm6/18.
[7] en-Nisâ 4/17; ÂH îmrân 3/125.
[8] Müslim, Kitâbü't-Tevbe, Bab 5.
[9] Gazali, %J,CJV,s.4O.
[10] el-Bakara 2/160; el-En'âm 6/54; en-Nahl 16/119
[11] el-Mâide 5/93.
[12] el-Bakara 2/185; el-Kehf 18/24.
[13] Hûd 11/114.
[14] et-Tevbe 9/102-3.
[15] Krş. Buharî, Kitâbü'l-Mazâlim, Bab 10 ve
Küâbü'r-Rikâk, Bab-ı Kısas.
[16] Krş. Müslim, Kitâbü'1-Bir, Bab 15.
[17] Krş. Ahmed, Müsned, Hz. Ayşe rivayeti.
[18] el-Enfâl 8/38.
[19] . el-Enfâl 8/33; ez-Zumer 39/53-4; eş-Şûrâ 42/25.
Hadisler daha da açıktırlar. Meselâ bir ha-dis-İ kudsî'dekİ şu diyalogu
okuyunuz: "şeytan der: Ey Allah, senin kudretine yemin ederim ki, ruhları
bedenlerine bağlı kaldığı müddetçe senin kullarını baştan çıkarmaya devam
edeceğim. Kudretim ve Yüceliğime andolsun kî, merhametimi talep ettikleri
sürece ben de onları affetmekten geri kalmayacağım, diye cevap verir"
Allah. (Ahmed, Müsned, Ebu Said rivayeti):
[20] ez-Zâriyât 51/56.
[21] el-Mâide 5/6; Aynı şekilde bk: el-İsra 17/15;
[22] İbrahim 14/24-26.
[23] el-Ankebût 29/6; Fâtır 35/18.
[24] et-Tevbe 9/103.
[25] el-Bakara 2/183.
[26] el-Meâric 70/19-34.
[27] el-Mâidc5/91.
[28] Suyutî tarafından zikrediîmistir, Câmî.
[29] İbn Mace, Kitâbü'I-Eşribe, Bab 1.
[30] Buharı, Kitâbü'1-Edeb, Bab 69.
[31] en-Nahl 16/105.
[32] Buharı", Kitâbü'l-Hudud, Bab 1.
[33] Tİrmizî, İbn Dayba tarafından zikredilmiştir. Teysîr,
Kitâbü'l-Lavahik, Bab 1.
[34] el-Mutaffifîn 83/14.
[35] el-Enfâl 8/29.
[36] eş-Şems 91/9-10.
[37] el-Mutaffifîn 83/7; Aynı sûre, 18.
[38] Kasden adam öldürme, aynı gruba dahil deği! midir?
-Hukukçuların ekserisi hayır diyorlar. OnSara göre, İlgililerin hakkı burada
kollektif hukuka galebe çalmaktadır. Hatta eğer dava savunulmuş bile olsa,
katile hasımları tarafından bahşolunan af, bu durumda saldırgana karşı artık
talep ve iddia edecek hiçbir şeyi kalmayan genel otoritenin yetkisinden davayı
düşürmek için yeterlidir. Tersine Maİikî mezhebi, esasen tartışmalı bir
gerçekliğe sahip bulunan bazı hadislere dayanarak ölenin ailesinin affının,
cezayı hafifletmek için yeterli olduğu, ancak onu silip atmaya kâfi gelmediğine
hükmetmektedir. Bu durumda suçlu ölüm cezasından muaf olacaktır, fakat o
kesinlikle cezalanmamış olarak kalmak zorunda değildir. Yüz kamçı darbesi ve
bir yıllık hapis veya kapatma cezası, hem onun suçu tekrar şansım hem de kötü
örneğinin sari etkisini azaltmak için iyi olacaktır. Zaten işaret edelim ki bu
tartışma, yalnızca, mesela kavgalarda meydana gelen olağan adam öldürme
vak'asmda yer almıştır. Korkunç veya sadece önceden tasarlanmış adam öldürme
vak'aları: cinayet, hainlikle öldürme, pusu v.s.... için mezhepler Özel
kimselerin bağışlanmasının kesinlikle geçersiz olduğunu ve katile idam cezasını
uygulamanın gerektiğini ta'lim ve tedris etmede ittifak etmektedirler.
[39] Krş. Buharî, Kitâbü'I-Hudûd, Bab 12.
[40] Malik, Muvatta, Kitâbü'î-Hudûd, Bab 9.
[41] Ebu Davud, Suyutî tarafından zikredilmiştir: Camî.
[42] el-Mâide 5/38.
[43] Aynı sure, 33.
[44] en-Nûr 24/2.
[45] en-Nisâ 4/15.
[46] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 3.
[47] en-Nûr 24/4.
[48] Malik, Muvatta, Kitâbü'l-Eşaribe, Bab 1.
[49] Tirmizî, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 14.
[50] en-Nûr 24/2.
[51] en-Nûr 24/4.
[52] Krş. Buharı, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 14.
[53] Krş. Buharî, Kitâbü'1-îlm, Bab 9.
[54] "Geçerli" diyoruz, zira, îbn Hazm'm, C.XI,
S.243 de, gösterdiği gibi, asılsız veya olaylar tarafından nakzolunan bir
faraziye, ne bir mahkûmiyeti tesbit edebilir ne de bir beraati
temellen-direbilir. Şu halde, ekseriya bir hadismiş gibi addedilen ve menşei
gerçekte ancak ikinci müs-lüman kuşaktan daha yukarıya gitmeyen şeklindeki
meşhur huhuki formülü evrensel ve kabul edilemez bir anlamda almamak gerekir.
Fakat, bu şekilde sınırlandırılmış ve usulünce yorumlanmış bununan formül
herkes tarafından kabul edilebilir haidedir ve ka-bui edilmektedir. Zaten
Tirmizî, Hz. Peygamber'e çıkıyor addedilen benzeri bir formülü veriyor
[55] el-Hucurât 49/12.
[56] Krş.Buharî, Kitâbü'l-frnân, Bab 10.
[57] Krş.Malik, Muvatta, Kitâbü'l-Hudûd, Bab 1.
[58] Krş.İbn Hazm, Muhallâ, C.XI, S.153.
[59] Krş.Buharî, Kitâbü'1-Edeb, Bab Setr el-Mü'min âlâ
Nefsih.
[60] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Hudûd, B.51
[61] Aynı yer.
[62] Krş. Ebu Davud, Suyuti tarafından zikredilmiştir,
Câmî.
[63] Bk. Meselâ Kant, Critique de la Raison Pratique,
s.130; G. -Demombynes Institutions Musulma-nes, s.62-63.
[64] M. Abdullah Draz, Kur’an Ahlakı, İz Yayınları:
[65] Meselâ, eğer bütün bu emirleri itina ile uygulamaya
koyarsak, biz adaletten payımızı alacağız... {Tesniye, VI, 25). "Yoksuİ
kardeşine acımasız nazardan sakın... bir günah yüklenirsin" (a.e., XV, 9).
[66] Tekvin, İÜ, 3. Kur'an-ı Kerim'le karşılaştırınız,
el-Bakara 2/35; el-Arâf 7/19: "Zalimlerden olmamanız için . 66. Tekvin,
IV, 11-12.
[67] Tekvin, IX,
1.
[68] Tekvin, XXII,
16-17.
[69] Tekvin, XXVII,
28-29.
[70] a.e., XXXV, 11-12.
[71] Çıkış, XXIII, 25-27.
[72] Leviller, XXVI, 3-17.
[73] Tesniye, VII, 12-16. Aynı şekilde bk. XI, 13 v.d,
[74] Çıkış, XV, 13.
[75] Tesniye, XII, 5-6.
[76] Kur'an-ı Kerim'in onlar hakkında bize söylediğinin
aksine olarak (eş-Şuarâ 26/87; el-Arâf 7/156).
[77] Matta, XIX, 21; Markos, X, 21.
[78] Luka, XII,
29-34.
[79] Pavlos, Timeteos'a I. Mektup, VI,
17-19.
[80] Yuhanna, I. Mektup, II, 15 ve 25.
[81] Keza, itaatkâr çocuklara dünyada uzun bir hayat
(Efeslilere mektup, VI-3); cömertlere, onun-ia tüm ihtiyaçlarını
karşılayacakları ve üstelik yoksullara bol bol ihsanda bulunacakları, maddî bir
zenginlik (Korintoslulara ikinci mektup, IX, 8-11) va'd ettiği ve belli bir
dinî ödevi ihmal yüzünden ölüm vak'alan ve çok sayıdaki hastalık ve
sakatlıkları açıkladğı (Korintoslulara Birinci Mektup, XI, 29-30), Aziz
Pavlos'un mektuplarındaki bazı pasajları da istisna etmek yerinde olacaktır.
[82] Aynı bir fikri açıklayan, her ayetlere atıf grubunu
takiben, Mekkî nâsları "A" harfiyle ve Medenî nasları da
"B" harfiyle göstermek suretiyle, biz bunun hesabım yapacağız.
[83] el-Bakara 2/275; en-Nisâ 4/7,11,12,24, tekrar, 103;
et-Tevbe 9/60; el-Mücadele 58/3; el-Müm-tehine 60/10(=lOB)
[84] en-Nisâ 4/66.
[85] el-Ahzâb 33/36.
[86] en-Nisâ 4/66.
[87] Bk. özellikle en-Nisâ 4/11, 12, 24; et-Tevbe 9/60;
el-Mümtehine 60/10.
[88] Bu arada işaret edelim ki, Islâmın kendilerine sadece
bir tasdik ve zorunlu bir tamamlamayı serdetmeyi istediği, islâm dininden
önceki vahiyleri de Kur'an-ı Kerim, aynı objektif tavırla sunmayı ihmal
etmemektedir.
[89] Bu çeşit bir kuruntudan kaçınmak için biz, ya mükâfat
bakımından bu sizin için daha avantajlıdır, veya bu, sizin ruhunuz için, sizin
iç varlığınızın kemâle erişmesi için, daha büyük bir iyiliktir şeklindeki iki
farklı yoruma elverişli ifade olan: "bu sizin için daha hayırlıdır"
demekten ibaret bulunan formülleri bu kategoriden çıkardık. Aynı nedenle,
bizzat kendisine karşı adaletsizliği mahkum eden formüîler arasından,
muhtevası, sadece ahlâki bakımdan lekelenme ve düşme vakıasına değil, fakat
aynı şekilde kendini cezaya terk etme vakıasını da ifadeye temayül edenleri de
atladık.
[90] el-En'âm 6/90; Yûsuf 12/104, el-Mü'minûn 23/72,
ez-Zümer 38/86, eş-Şûrâ 42/23, et-Tûr 52/40, el-Kalem 68/46{=7A)
[91] el-Bakara 2/256; Âl-i îmrân 3/20; el-Mâide 5/92,99;
el-En'âm 6/90; Yunus 10/99,108; er-Ra'd 13/40; en-Nahl 16/82; Sad 38/87;
ez-Zümer 39/41; eş-Şûrâ 42/48; ez-Zuhruf 43/44; et-Teğâ-bûn 64/12; el-Mülk
67/52; el-Hâkka 69/48; el-Müddessir 74/54; el-Insan 76/29; Abese 80/11;
en-Nâziât 81/11-27; el-Ğaşiye 88/21-22; (=17A, 4B)
[92] el-Enbiyâ 21 /5; eş-Şu'ara 26/224; Yasin 36/69;
es-Saffat 37/36; ei-Hâkka 69/41; et-Tûr 52/30;
(=6A)
[93] et-Tûr 52/29; el-Hâkka 69/42; (=2A)
[94] el-Enbiyâ 21/5; (=1A)
[95] el-A'râf 7/184; el-Mü'minûn 23/70; Sebe' 34/8^6;
es-Saffat 37/36; ed-Duhan 44/14; et-Tûr
52/29; el-Kalem 68/2-51;
et-Tekvîr 81/22; (=10A)
[96] eş-Şu'ara 26/210; et-Tekvîr 81/25; <=2A)
[97] el-A'râf 7/203; Yûnus 10/15-37-38; Hûd 11/13-35; Yusuf
12/111; en-Nahl 16/101; el-Enbiya 21/5; el-Furkân 25/4; es-Secde 32/3; Sebe'
34/8-43; eş-Şûrâ 42/24; ei-Ahkâf 46/8, et-Tûr 52/33; el-Hâkka 69/44; (=17A)
[98] en-Necm 53/3; (=1A)
[99] el-Bakara 2/2-5-97-137-150; Âl-i Imrân 3/20-103-138,
el-En'âm 6/157; el-A'râf 7/52-158-203; et-Tevbe 9/18-33; Yûnus 10/57-108; Yusuf
12/111; en-Nahl 16/64-89-102; Tâhâ 20/135; en-Nur 24/54; en-Neml 27/2,77;
el-Kasas 28/49,85; er-Rûm 30/3-5; es-Secde 32/3, el-Ahzâb 33/4; Sebe' 34/24;
ez-Zümer 39/18; Fussilet 41 /44; ez-Zuhruf 43/24; el-Casiye 45/11-20; el-Fetih
48/28; en-Necm 53/2-23-30; es-Saf 61/9; el-Kalem 68/7; ed-Duhâ 93/7; Alâk
96/11.
<=3OA, 14B)
[100] el-Fatiha 1/5; el-Bakara 2/256, Âl-i İmrân 3/101;
en-Nisâ 4/46; el-En'âm 6/39-126-153-161; en-Nahl 16/76, el-Isrâ 17/9; el-Kehf
18/1; Tâhâ 20/135; el-Hacc 22/67; el-Mü'minûn 23/73; en-Nur 24/46; er-Rum
30/30; Yasin 36/4-61; ez-Zümer 39/28; eş-Şûra 42/52; ez-Zuhruf 43/43-61;
el-Ahkâf 46/30; el-Mülk 67/22; el-Cinn 72/2; ct-Tekvîr 81/28; el-Beyyine
98/3-5;
(=2OA, 6B)
[101] en-Nisâ 4/174; el-Mâide 5/15; el-En'âm 6/104-122;
el-A'râf 7/157-203; el-Enfal 8/16; îbra-him 14/1; en-Nûr 24/35-40; ei-Ahzâb
33/46; en-Neml 25/20; ez-Zümer 39/22; eş-Şûrâ 42/52; el-Casiye 45/20; el-Hadîd
57/9; et-Tegâbün 64/8; (=12A, 5B)
[102] oz-Zümer 39/23; (=1A)
[103] er-Rûm 30/30; (=1A)
[104] en-Nahl 16/9; (=1A)
[105] el-Müzzemmil 73/5; et-Tânk 86/13-14; (=3A)
[106] ibrahim 14/27; (=1A)
[107] el-Bakara 2/135; Âl-i Imrân 3/95; en-Nisâ 4/26;
el-En'âm 6/90; en-Nahl 16/123; el-Enbiya 21/92; el-Mü'minûn 23/52; es-Saffat
37/37; eş-Şûrâ 42/13; (=6A, 3B)
[108] el-En'âm 6/115, en-Nahl 16/76; (=2A)
[109] el-Bakara 2/26*91-109-119-213; Âl-i tmrân 3/60-62-108;
en-Nisâ 4/105-170; el-Mâide 5/48-83-84; el-En'âm 6/5-66-114-115; el-A'râf
7/181; el-Enfal 8/6-7-8; et-Tevbe 9/33; Yûnus 10/35-53-94-108; Hûd 11/17-102;
er-Ra'd 13/1-19; en-Nahl 16/102, el-lsrâ 17/81-105; el-Kehf 18/25-56; Meryem
19/34; el-Enbiya 21/18; el-Hacc 22/6-62; el-Mü'minûn 23/70-90; en-Neml
27/48-53; Lokman 31 /30, es-Secde 32/3; el-Ahzâb 33/4; Sebe' 34/6-48-49; Fâtır
35/24-31; es-Saffat 37/37; ez-Zümer 39/2, 41; el-Mü'min 40/5; Fussilet 41/42,
53; eş-Şûra 42/17-24; ez-Zuhruf 43/30-78; el-Câsiye 45/6; el-Ahkâf 46/7-30;
Muhammed 47/2-3; el-Fetih 48/28; Kâf 50/5; ez-Zâriyât 51/23; es-Saff 61/9;
el-Hâkka 69/51; (=47A. 23)
[110] el-En'âm 6/57,157; Hûd 11/17; en-Neml 27/79;
el-Ankebût 29/49; el-Mü'min 40/66; Muhammed 47/14; el-Hadîd 57/9; et-Talâk
65/11; el-Beyyine 98/1,4; (7A, 4B)
[111] el-Bakara 2/129,151,282; ÂI-i Imrân 3/164; en-Nisâ
4/113,166; Hûd 11/14; Tâhâ 20/14,114; el-Cum'a 62/2; (=2A, 7B)
[112] el-Bakara 2/129,151, 231, 269; Âl-i îmrân 3/164;
en-Nisâ 4/113; Yûnus 10/1; el-İsrâ 17/39; Lokman 31/2; el-Ahzab 33/34;
ez-Zuhruf 43/4; el-Kamer 54/5; el-Cum'a 62/2; (=5A, 8B)
[113] el-Bakara 2/256; Lokman 31/22; (=1A, İB)
[114] Yûnus 10/57; cl-îsrâ 17/82; Fussilet 41/44; (=3A)
[115] el-Bakara 2/129,151; Âl-i tmrân 3/164; el-Cum'a 62/2;
Abese 80/3; eş-Şems 91/9; (=2A, 4B)
[116] el-En'âm 6/122; el-Enfal 8/24; el-Furkan 25/22; (=2A,
İB)
[117] et-Tevbe 9/122; en-Nahl 16/43; el-Enbiya 21/7; (=2A,
İB)
[118] el-Beled 90/11-17; (=1A)
[119] el-Ahzâb 33/21; el-Ahkâf 46/35; el-Mümtahine 60/4;
es-Saff 61/14; (=1A, 3B)
[120]el-îsrâ 17/110; el-Ahkaf 46/67; (=2A)
[121] eş-Şûrâ 42/15; MA)
[122] el-Bakara 2/148; ÂI-i Imrân 3/114; el-Mâide 5/48;
el-Mü'minûn 13/61; (=1A, 3B)
[123] Hûd 11/7; el-Kehf 18/7; el-Mülk 67/2; (=3A)
[124] el-tsrâ 17/53; (=1A)
[125] en-Nisâ 4/171; et-Tevbe 9/119; ez-Zümer 39/33; (=1A,
2B)
[126] en-Nûr 24/30,31,33; el-Ahzab 33/32,33; el-Meâric
70/29,30; el-Müddessir 74/4; (=2A, 5B)
[127] eî-Bakara 2/168,172; el-Mâide 5/4,5; en-Nahl 16/114;
(=1A, 4B)
[128] el-Bakara 2/177; el-Kehf 18/28; el-Müddessir 74/7;
(=2A, İB)
[129] el-Furkan 25/63; (=1A)
[130] en-Nisâ 4/94; el-Hucurât 49/6,12. (=3B)
[131] en-Nahl 16/90. (=1A)
İhsan kelimesi " iyi
etmek, bir şeyi en mükemmel bir şekilde yapmak müte-
addi fiilinden; veya "
iyilik etmek lazım fiilinden gelmektedir.
[132] el-lsrâ 17/23,24. (=1A)
[133] el-En'âm 6/151; el-îsrâ 17/23; el-Ankebût 46/8;
el-Ahkâf 46/15. (=4A)
[134] . el-Bakara 2/229,231; en-Nisâ 4/19; et-Talâk fo/2.
(=4B)
[135] el-Bakara 2/23; et-Talâk 65/6. (=2B)
[136] el-Bakara 2/233,236; et-Talâk 65/7. (=3B)
[137] el-Bakara 2/229,236,241; el-Ahzab 33/49. (=4B)
[138] el-Bakara 2/177; en-Nahl 16/90; el-Isrâ 17/26. (=2A,
İB)
[139] en-Nisâ 4/36; (=1B)
[140] el-Bakara 2/177; et-Tevbe 9/60; el-Isrâ 17/26. (=1A,
2B)
[141] el-Bakara 2/177; en-Nisâ 4/36; et-Tevbe 9/60; el-Isrâ
17/26; el-Meâric 70/24,25. (=2A, 3B)
[142] el-Bakara 2/267; Âl-i Imrân 3/92. (=2B)
[143] el-Beled 90/14,16. (=1A)
[144] el-Bakara 2/177; et-Tevbe 9/60; el-Beled 90/13. (=1 A,
2B)
[145] el-Bakara 2/282; el-En'âm 6/152; el-îsrâ 17/35. (=2A,
İB)
[146] er-Ra'd 13/22. (=1A)
[147] el-Bakara 2/282, tekrar. en-Nisâ 4/58,127,135;
el-Mâide 5/8; el-En'âm 6/152; el-Âraf 7/29; en-Nahl 16/90; eş-Şûra 42/15;
el-Hadîd 57/25. (=5A, 6B)
[148] el-îsrâ 17/35; er-Rahman 55/7,9. (=2A)
[149] el-Bakara 2/282,283; et-Talâk 65/2. <=3B)
[150] en-Nisâ 4/135; el-En'âm 6/152. (=1A, İB)
[151] el-Bakara 2/283; en-Nisâ 4/58; el-Meâric 70/32. (=1A,
2B)
[152] el-Bakara 2/177; el-Mâide 5/1; Yûsuf 12/20; ei-Meâric
70/32. (=2A, 2B)
Milletlerarası
münasebetlerde, Kur'an-ı Kerim'in bu ödevi hangi ısrar ve hangi açıklıkla beyan
ettiğine bilhassa dikkat ediniz: "Bir millet, diyor O, diğer milletten
sayıca daha çok, daha güçlü ve müreffeh olduğu için {veya öyle olması
maksadıyla) mî kendinize, yeminlerinizi bozmaya ve onları aranızda bir hile ve
fesad mevzuu edinmeye izin veriyorsunuz? Allah bu farklılıklarla sizi imtihan
etmekten başka bir şey yapmıyor..." (en-Nahl 16/92). Görül- düğü gibi, bu
ifadelerin, yakıcı bir güncelliği mevcuttur. Burada, günümüzün büyük sorunu
hakkında taptaze, kısa bir hitabeyi okuduğunuz intibaına sahip olmuyor musunuz
? Ve yirminci yüzyılımızda, her zaman olduğundan daha ziyade kasıp kavuran
cihanşümul çatışmanın davalarını tescil etmek suretiyle, daha iyi özetlemek
mümkün müdür?
[153] el-Haşr 59/9. (=1B)
[154] el-Ârâf 7/199; en-NÛr 24/22; el-Furkân 25/63,72. (=3A,
İB)
[155] er-Ra'd 13/22; el-MüminÛn 23/96. (=2A)
[156] Âl-i îmrân 3/104,110,114; el-Ârâf 7/157,199. (=2A, 3B)
[157] et-Tevbe 9/71. (=1B)
[158] en-Nisâ 4/114. (=1B)
[159] Aynı ayet. (=1B)
[160] el-Mâide 5/2. (=1B)
[161] ei-Beied 90/17. (=1A)
[162] ÂI-i Imrân 3/103. (=1B)
[163] er-Ra'd 13/21. (=1A)
[164] es-Saff 61/9. (=1B)
[165] el-Haşr 59/10. (=1B)
[166] en-Nahl 16/125. (=1A)
[167] el-Bakara 2/228,232,233,234,235,240,263; en-Nisâ
4/5,8,114; el-Ahzâb 33/32. (=11B)
[168] el-Bakara 2/177, el-En'âm 6/136. (=1A, İB)
[169] en-Nûr 24/54. (=1B)
[170] el-Ârâf 7/185; er-Rûm 30/8; el-Ahzâb 33/29. (=3A)
[171] d-Ahzâb 33/41. (=1B)
[172]en-Nahl 16/78; el-Kasas 28/73; ez-Zuhruf 43/12,14;
el-Vâkıa 56/63,64. (=4A)
[173] et-Tevbe 9/129; ez-Zümer 39/38. (=1A, İB)
[174] el-Kehf, 18/23. (=1A)
[175] el-Bakara 2/165; el-Mâide 5/54. <=2B)
[176] ei-Bakara 2/21; ez-Zâriyât 51/56. (=1A, İB)
[177] el-Bakara 2/263; en-Nisâ 4/58,59,128; el-Ârâf 7/26;
et-Tevbe 9/120; el-lsrâ 17/55. (=2A, 6B).
[178] el-Bakara 2/177,189,269; ÂH îmrân 3/92.
[179] el-Bakara 2/221; en-Nisâ 4/19. (=2B)
[180] en-Nisâ 4/125; el-Mâide 5/50; Fussilet 41/33. (-1 A,
2B)
[181] el-Bakara 2/282; el-Ahzâb 33/5. (=2B)
[182] el-Ankebût 29/45. (=1A)
[183] el-Bakara 2/177; el-Hacc 22/32; ez-Zümer 39/33;
el-Hucurât 49/3. (=1A, 3B)
[184] el-Bakara 2/236. (=1B)
[185] el-Bakara 2/180,241. (=2B)
[186] ÂH îmrân 3/123; el-lsrâ 17/24; el-Ahkâf 46/15;
el-Vâkıa 56/70; Kureyş 106/3,4. (=4A,1B)
[187] Âl-i îmrân 3/186; eş-Şûrâ 42/43; el-Ahkâf 46/35.
<=2A, İB)
[188] en-Nisâ 4/75. (=1B)
[189] en-Nisâ 4/9. (=1B)
[190] en-Nisâ 4/94. ed-Duha 93/6,11. (=1A7 İB)
[191] . en-Nûr 24/22. (=1B)
[192] el-Bakara 2/232; el-Mâide 5/6; et-Tevbe 9/103;
el-Ahzâb 33/33, 53; el-Mücadele B8/12. (=6B)
[193] el-Bakara 2/232; et-Tevbe 9/103; en-Nûr 24/28, 30;
el-Ley! 92/18. (=1A,4B)
[194] el-Müzzemmil 73/6. (=1A)
[195] el-Bakara 2/265; en-Nisâ 4/66. (=2B)
[196] er-Ra'd 13/28; ez-Zümer 39/23. (=2A)
[197] el-Bakara 2/282. (=1B)
[198] el-Ankebût 29/45. (=1A)
[199] el-Bakara 2/153,157, 237; el-Mâide 5/8. (=4B)
[200] el-Hucurât 49/6. (=1B
)
[201] el-Furkan25/71.(=lA)
[202] el-Mâide 5/100. (=1B)
[203] el-Bakara 2/177; el-Enfâl 8/74; et-Tevbe 9/44; en-Nûr
24/62; el-Ankebût 29/3,11; el-Hucu-rât 49/15; el-Hadîd 57/22; ei-Haşr 59/8.
(=2A, 7A)
[204] el-Mâide 5/82, 83; es-Secde 32/15. (=1A,2B>
[205] Âl-i îmrân 3/7; en-Nisâ 4/162; er-Ra'd 13/43;
el-Ankebût 29/43,49; er-Rûm 30/22; es-Sebe 34/6; Fâhr 35/28; ez-Zümer 39/9.
(=7A, 2B)
[206] el-Bakara 2/164, 269; Âl-i İmrân 3/7; el-En'âm 6/97,
98,105,151,152; el-Ârâf 7/32; et-Tevbe 9/11; Yûnus 10/5,24; er-Râd 13/3,4,19;
en-Nahl 16/11,12,13,67,69; er-RÛm 30/21,23,24,28; Sâd 38/29; ez-Zümer
39/9,18,21,42; d-Câsiye 45/5. (=26A,4B)
[207] Yâsîn 36/70. (=1A)
[208] et-Tevbe 9/50,104; Hûd 11/24; Yûsuf 12/108; er-Râd
13/16; en~Nûr 24/44; Fâhr 35/19; el-Mü'min 40/58. (=7A, İB)
[209] el-Bakara 2/186; el-Hucurât 49/7; el-Cinn 72/14. (=1A,
2B)
[210] el-Kalem 68/4. (=1A)
[211] ÂI-İ îmrân 3/110; el-Beyyine 98/7. (=2B)
[212] en-Nisâ 4/29. (=1B)
[213] en-Nisâ 4/24,25; el-Mâide 5/5; ei-lsrâ 17/32;
el-Furkân 25/68. (=2A, 3B)
[214] en-Nisâ 4/25; el-Mâide 5/5; en-Nûr 24/33. (=3B)
[215] el-En'âm 6/151; el-Ârâf 7/33; en-Nahl 16/90. (=3A)
[216] . el-Hacc 22/30. <=1B)
[217] en-Nisâ 4/49; en-Necm 53/32. (=1A, İB)
[218]en-Nisâ 4/135. (=1B)
[219] Âl-i îmrân 3/156; el-Enfâl 8/47; el-Ahzâb 33/69. (=3B)
[220] en-Nisâ 4/32; el-Hicr 15/88; Kehf 18/28. (=2A, İB)
[221] el-Fecr 89/19,20. <=1A)
[222] el-lsrâ 17/37. (=1A)
[223] en-Nûr 24/31,60; el-Ahzâb 33/33. (=3B)
[224] en-Nisâ 4/2; el-Müddessir 74/5. (=1A, İB)
[225] el-En'âm 6/151; el-îsrâ 17/31. (=2A)
[226] el-lsrâ 17/23. (=1A)
[227] el-Bakara 2/229,231,232,233; en-Nisâ 4/19; et-Talâk
65/6. (=6B)
[228] el-En'âm 6/151; el-lsrâ 17/33; el-Furkân 25/68. (=3A)
[229] el-Bakara 2/11; el-Âraf 7/56. (=1A, 1B)
[230] el-Mâİde 5/2; el-Âraf 7/33; en-Nahl 16/90. (=2A, İB)
[231] el-Bakara 2/188; eıvNİsâ4/29. (=2B)
[232] en-Nisâ 4/6; el-En'âm 6/152; el-lsrâ 17/34. (=2A, İB)
[233] el-Mâûn 107/2. (=1A)
[234] ed-Duha 93/9. (=1A)
[235] el-Fecr 89/17. (=1A)
[236] el-Fecr 89/18; el-Mâûn 107/3. (=2A)
[237] ed-Duha 93/10. (=1A)
[238] el-Bakara 2/267. (=1B)
[239] el-Müddessir 74/6. C=1A)
[240] el-Hucurât 49/17. (=1B)
[241] el-Furkân 25/72. (=1A)
[242] el-Enfâl 8/27. (=IB)
[243] en-Nûr 24/27,28,58,59,61. (=3B)
[244] en-Nûr 24/62. {-İB)
[245] el-Hucurât 49/12. (=1B)
[246] el-Hucurât 49/12. (=1B)
[247] el-Hucurât 49/11. (=1B)
[248] Aynı ayet. (=1B)
[249] el-Mâide 5/2. (=1B)
[250] Âl-i tmrân 3/103. (=1B)
[251] el-Haşr 59/19. (=1B)
[252] el-En'âm 6/136. (=1A)
[253] el-Ahzâb 33/36. (=1B)
[254] el-Bakara 2/22; el-Kehf 18/son. (=1A, İB)
[255] el-Bakara 2/224; el-Mâide 5/89; el-En'âm 6/108. (=1A,
2B)
[256] el-Fâtiha 1/7; eî-En'âm 6/16,108,175; Âl-i Imrân
3/90,164; en-Nisâ 4/44,60,116,136,167,176; et-Mâide 5/12; el~En'âm
6/39,56,116,119,140,144; el-Araf 7/179; Yûnus 10/45,108; İbrahim 14/3; el-Kehf
18/104; Meryem 19/38; el-Hacc 22/4,12; el-Furkân 25/42,44; el-Kasas 28/50,85;
er-Rûm 30/29; Lokman 31/11; el-Ahzab 33/36; Sebe' 34/24; Yasin 36/62; ez-Zümer
39/22; Fussilet 41 /52; eş-Şûrâ 42/18; ez-Zuhrûf 43/40; el-Ahkâf 46/5,32;
en-Necm 53/30; el-Kamer 54/47; el-Mümtehine 60/1; el-Cum'a 62/2; ei-Mülk 67/29;
el-Kalem 68/7; (=31A, 17B)
[257] el-Ârâf 7/179,205. (=2A)
[258] el-Bakara 2/17; eî-En'âm 6/39,122; er-Ra'd 13/16;
İbrahim 14/1; en-Nûr 24/40; Fâtır 35/20; el-Hadîd 57/9; et-Talâk 65/11.
(=7A,2B)
[259] en-Nisâ 4/27,135; el-Mü'minûn 23/74; en-Neml 27/60.
(=2A, 2B)
[260] en-Nisâ 4/22; el-îsrâ 17/32. <=1A, 1B)
[261] et-Tevbe 9/37; el-Isrâ 17/104; el-Fâtır 35/8;
ez-Zuhrûf 43/37; Muhammed 47/14; el-Hucu-rât 49/11, (=3A,3B)
[262] el-Mülk 67/22. (=1A)
[263] el-Hacc 22/31. (=1B)
[264] el-En'âm 6/119; el-Ârâf 7/176; el-Kehf 18/28; er-Rûm
30/29; eş-Şûrâ 42/15; Muhammed 47/14,16. (=6A, 2B)
el-Bakara 2/90,102;
Âl-i Imrân 3/187; el-Kehf 18/50, (=1A, 3B)
[266] el-Bakara 2/90,102; Âl-i Imrân 3/187; el-Kehf 18/50,
(=1A, 3B)
[267] el-Bakara 2/90,102; Âl-i Imrân 3/187; el-Kehf 18/50,
(=1A, 3B)
[268] el-Bakara 2/168,208; el-Ârâf 7/27; el-Kehf 18/50;
el-Fâtır 35/6. (=3A, 2B)
[269] el-Hucurât 49/11. (=1B)
[270] en-Nisâ 4/140; el-Mâide 5/51. (=2B)
[271] - el-Ârâf 7/176,177,179; el-Furkân 25/44; eş-Şûrâ
42/5. (=5A)
[272] el-Hucurât 49/12. (=1B)
[273] el-Bakara 2/17,18,171; el-En'âm 6/50,104; Hûd 11/24;
er-Râd 13/16,19; el-Hacc 22/46; en-Neml 27/81; el-Kasas 28/72; er-Rûm 30/53;
es-Secde 32/27; Fâtır 35/19; el-Mü'min 40/58; Fussilet 41 /44; ez-Zuhrûf 43/40.
(=13A, 4B)
[274] el-Bakara 2/18,171; el-En'âm 6/39; el-Ârâf 7/100,179;
el-Enfâl 8/22; Yûnus 10/42; Hûd 11/24; el-Enbiyâ 21/45; el-Furkân 25/44;
cn-Neml 27/80; el-Kasas 28/71; er-Rûm 30/52; Fussilet 41/4,44. (=13A, 3B)
[275] el-Bakara 2/102,103; el-En'âm 6/35,37,111; en-Nahl
16/101; el-Enbiyâ 21/24; en-Neml 27/61; el-Kasas 28/57; er-Rûm 30/30,59; Lokman
31/25; Sebe' 34/28,36; ez-Zümer 39/9,29, 49,64; el-Mü'min 40/57; el-Casiye
45/26; ez-Zuhrûf 43/8. (=18A, 3B)
[276] el-Bakara 2/44,171; Âl-i Imrân 3/65; en-Nisâ 4/78;
el-Mâide 5/58,103; el-Ârâf 7/179; el-Enfâl 8/22; et-Tevbe 9/81,127;
el-Mü'minûn 23/80; el-Furkân 25/44; el-Ankebût 29/63; Yâsîn 36/62; el-Hucurât
49/4; el-Haşr 59/13,14; el-Münafıkûn 63/7. (=5A, 13B)
[277] en-Neml 53/30. (=1A)
[278] er-Rûm 30/7. (=1A)
[279] Yûnus 10/39; en-Neml 27/84. (=2A)
[280] Âl-i îmrân 3/66; el-Hacc 22/3,8; Lokman 31/20. (=1A,
3B)
[281] el-Bakara 2/80,169; en-Nisâ 4/157; el-En'âm
6/100,108,119,140,143,144,148; el-Ârâf 7/28,33; Yûnus 10/68; el-Kehf 18/5;
et-Hacc 22/71; en-Nûr 24/15; er-Rûm 30/29; Lokman 31/6; ez-Zuhrûf 43/20;
el-Casiye 45/24; el-Ahkâf 46/4. en-Necm 53/28. (=17A, 5B)
[282] Âl-i îmrân 3/151; el-Ârâf 7/33; el-Enbiyâ 21/24;
el-Hacc 22/71; en-Neml 27/64; es-Sâffât 37/156; el-Mü'min 40/35; en-Necm 53/23.
(=6A,3B)
[283] el-Kehf 18/51; es-Sâffât 37/150; ez-Zuhrûf 43/19.
<=3A)
[284] el-En'âm 6/136; en-Nahl 16/59. (=2A)
[285] eş-Şûrâ 42/16. (=1A)
[286] el-Mâide 5/68. (=1B)
;
[287] et-Tevbe 9/109. (=1B)
[288] el-Ankebût 29/41. (=1A)
[289] el-Bakara 2/170; Âl-i îmrân 3/154; el-Mâide 5/77,104; et-Tevbe 9/30; el-Ahzâb 33/33; es-Sâffât 37/69,70; ez-Zuhrûf 43/22. (=2A, 6B)
[290] el-Bakara 2/78; en-Nisâ 4/157; el-En'âm 6/116,148;
Yûnus 10/36,66; ez-Zuhrûf 43/20; el-Câsiye 45/24,32; en-Necm 53/23,28. (=9A,
2B)
[291] el-Enfâl 8/8; en-Nahl 16/72; el-tsrâ 17/81; el-Kehf
18/56; el-Enbİyâ 21/18; el-Hacc 22/62; el-Furkân 25/4; el-Ankebût 29/67; Lokman
31/30; Sebe' 34/49; el-Mü'min 40/5; eş-Şûrâ 42/24; Muhammed 47/3; Mücadele
58/2. (=10A, 4B)
[292] Yûnus 10/66; el-Ankebût 29/42. (=2A)
[293] et-Tevbe 9/30; er-Ra'd 13/33; el-Ahzâb 33/4; en-Necm
53/23,27. (=3A, 2B)
[294] Âl-i îmrân 3/75,78; en-Nisâ 4/50; el-Mâide 5/103;
el-En'âm 6/112,137,140; el-Kehf 18/5; el-Mü'minûn 23/90; el-Ankebût 29/3,12,17;
es-Sâffât 37/86 151,152. (=IIA, 4B)
[295] el-Mâide 5/90. (=1B)
[296] el-Bakara 2/256; Kalem 68/6. (=1A, İB)
[297] el-Bakara 2/13,130; en-Nisâ 4/140. <=1A, 2B)
[298] en-Nisâ 4/171; el-Mâide 5/77; el-En'âm 6/108; Hûd
11/112; en-Nahl 16/9; el-Kehf 18/28; el-Mü'minûn 23/7; el-Meâric 70/31; el-Cinn
72/4. (=7A, 2B)
[299] el-Bakara 2/169; el-Mâide 5/62,63,79; et-Tevbe 9/9;
el-İsrâ 17/38; Munâfikun 63/2. (İA, 6B)
[300] el-Bakara 2/169,268; en-Nisâ 4/22; el-Âraf 7/28;
el-İsrâ 17/32; en-Nûr 24/21. <=2A, 4B)
[301] et-Tevbe 9/67; en-Nûr 24/21; Mücâdele 58/2. (=3B)
[302] en-Nisâ 4/22; el-Mü'min 40/10. (=1A, İB)
[303] el-Bakara 2/282; Âl-i Imrân 3/82; el-Mâide 5/3,59,81;
el-En'âm 6/121,145; et-Tevbe 9/8,67; en-Nûr 24/4,55; el-Hadîd 57/16,26,27;
el-Haşr 59/19. (=5A,10B)
[304] el-Bakara 2/140,145,229,254; Âl-i îmrân 3/94; el-Mâide
5/107; el-En'âm 6/21,52,93,144,157; el-Âraf 7/37; et-Tevbe 9/23; Yûnus
10/17,106; Hûd 11/18; el-Kehf 18/50,57; Meryem 19/38; en-Nûr 24/50; el-Furkân
25/4; Mümtehine 60/9; es-Saff 61 /7. (-19A, 11B)
[305] el-Bakara 2/231; en-Nisâ 4/97; el-Âraf 7/177; Yûnus
10/23,44; Fâtır 35/32; Talâk 65/1.
(=4A, 3B)
[306] el-Bakara 2/217; el-îsrâ 17/40; el-Kehf 18/5; Meryem
19/89; en-Nûr 24/15; cl-Ahzâb 33/53.
(=3A, 3B)
[307] el-Bakara 2/188; en-Nisâ 4/2,20,48,50,112; el-Mâide
5/106; el-lsrâ 17/31; el-Ahzâb 33/58;
el-Hucurât 49/12. (=2A, 8B)
[308] el-Bakara 2/283. (=1B)
[309] el-Bakara 2/187. (=1B)
[310] en-Nisâ 4/41. (=1B)
[311] el-Mâide 5/90; et-Tevbe 9/28,95,125. (=4B)
[312] Tâhâ 20/115. (=1A)
[313] et-Tevbe 9/45,110; en-Nûr 24/50. (=3B)
[314] en-Nisâ 4/72,73. (=1B)
[315] en-Nûr 24/48,49. (=1B)
[316]el-Bakara 2/74; el-En'âm 6/43; el-Hacc 22/53; el-Hadîd
57/16. (=2A, 2B)
[317] el-Furkân 25/21; el-Mü'min 40/56. (=2A)
[318] eş-Şuârâ 26/225. (=1A)
[319] eş-Şuârâ 26/226. (=1A)
[320] el-Âraf 7/176. (=1A)
[321] el-Mâide 5/91. (=1B)
[322] el-Mutaffifîn 83/14; eş-Şems 91/10. (=2A)
[323] el-Bakara 2/10; el-Mâide 5/52; et-Tevbe 9/125; el-Hacc
22/53; en-Nûr 24/50; Muhammed 47/20.(=6B)
[324] el-En'âm 6/122; en-Nemi 27/80; er-Rûm 30/52; Fâhr
35/22. <=4A)
[325] el-Enfâl 8/22,55; et-Tîn 95/6; el-Beyyine 98/6. (=1A,
3B)
[326] el-Mâide 5/54; el-Ahzab 33/39.
[327] er-Ra'd 13/11.
[328] Kâf 50/17-18.
[329] er-Ra'd 13/10.
[330] Yûnus 10/61.
[331] el-Mücâdele 58/7.
[332] Kâf 50/16.
[333] Aynı zamanda biz şunları da bir yana bıraktık: 1. Bu
formülleri orada ahlâki olmaktan çok, dogmatik bir rol oynadıkları, yani orada
dikkatin (eyleme teşvik olmak itİbariyie) beşerî taraf üzerinden ziyade,
(sıfat olmak itibariyle) ilahî taraf üzerine çekildiği âyetler -ve onlar oldukça
kalabalıktırlar- 2. Geçmiş bir olayı hatırlatan ve bu bakımdan hatırlatılan
olayı maksat edinecek iradeyi hareket ettiriyor gibi düşünülemiyecek olan
âyetler; meselâ ÂH Imrân 3/12,153,154; el-Ahzâb 33/9) 3. Nihayet orada
formüllerin konusunun, İhmale karşı dikkatimizi çekmekten ziyade, kendisine
tevekkül ettiğimiz falan veya filan iş için Allah'ın yetkisini hatırlatmak
olduğu bazı şeyler; meselâ Allah'a dua et, O'na güven. O görür ve işitir
er-Ra'd 13/61; el-Mü'min 40/56; Fussilet 41/36).
[334] el-Bakara 2/215,256,271; Al-i Imrân 3/92; en-Nisâ
4/35,127,128; eş-Şu'arâ 26/218; et-Tûr 52/48. (=2A,7B)
[335] Krş. Buharî, Kitâbü'1-Iman, Bab 38.
[336] el-Bakara 2/149,233,234,237,244; en-Nisâ 4/1,33,58;
el-Mâide 5/7,8; el-Enfâl 8/39,72; et-Tev-be 9/16,105; Hûd 11/123; en-Nûr
24/28,29,30,60; el-Furkân 25/20; el-Ankebût 29/45; el-Ahzâb 33/34,54,55;
Mücadele 58/3,13; Haşr 59/18; el-MünafikÛn 63/11. (=3A, 25B)
[337] el-Bakara 2/181,224,227,231,282,283; ÂH Imran 3/156;
en-Nisâ 4/94,135,148; Hûd 11/112; en-Nahl 16/91; el-Ahzâb 33/1,2,52; Hucurât
49/1. (=2A, 14B)
[338] Krş. Tirmizî, Ibn Dayba' tarafından zikredilmiştir,
Teıjsîr, Kitâbü'İ-Hayâ, Bab 1
[339] Yûsuf 12/24.
[340] Âl-ilmrân 3/135.
[341] el-Bakara 2/74,77,140,144; Âl-i İmrân 3/63,98,99,167;
en-Nisâ 4/63,108; el-Mâide 5/61,71; el-Enfâl 8/47; et-Tevbe 9/19/78; Yûnus
10/36; Hûd 11/5; el-îsrâ 17/47; el-Enbiyâ 21/4; el-Müminûn 23/36; en-Nûr 24/53;
el-Furkân 25/58; en-Neml 27/93; el-Ankebût 29/10; Fâhr 35/8; Yâsîn 36/76;
eş-Şûra 42/6; el-Ahkâf 46/8; el-Hucurât 49/18; el-Beled 90/7. (=13A, 16B)
[342] Monogami lehinde Kur'an-ı Kerim tarafından getirilen
delilin bazı tefsirleriyle iktifa edilirse, oraya bir beşinci âyeti iiâve
etmek gerekecektir: en-Nisâ 4/3. Hakikaten, müfessirlerden küçük bir grup,
orada ekonomik sebepler görmektedir: "Ailevî bir yükten kaçınmak".
Fakat, müfessirlerin ekserisine ve onların arasından en yetkililerine göre, bu,
ahlâkî sebeplerledir. "Bir haksızlık işlemekten uzaklaşmak", i Jyü terimi, ancak âyette verilmemiş olan
bir düz tümleci tazammun etmek şartıyla ilk manaya elverişli olduğundan bu
yorum tarzı nahiv kaidelerine daha çok riayet edecek ölçüde doğrudur.
[343] en-Nisâ 4/5.
[344] el-Mâide 5/101. (=1B)
[345] el-Ahzâb 33/59. (=1B)
[346] el-îsrâ 17/29.
[347] Fussilet 41/34. (=1A)
[348] ei-Mâide 5/91. (=1B)
[349] el-Bakara 2/179. (=1B)
[350] el-Enfal 8/46. (=1B)
[351] el-Enfâl 8/60. (=1B)
[352] en-Nisâ 4/102. (=1B)
[353] en-Nisâ 4/84. <=1B)
[354] el-Bakara 2/251. (=1B)
[355] el-Hacc 22/40. (=1B)
[356] et-Tevbe 9/14. (=1B),
[357] Elbetteki biz, adetâ geçişsiz olan sonuçlardan söz
etmiyoruz. Bizzat objeye bağlı olarak onlar, suje üzerindeki yankılarını
dikkate almaksızın, oraya değer katmakta veya eksiltmektedirler. Kur'an-ı
Kerim'de iki yerde, bu tür tabii gayelilikten yararlanılmaktadır. Meşhur ıyı
ağaç ve kötü ağaç parabolü, gerçek ve sahtenin (iyi veya kötü, sağlam veya
dayanıksız v.s.), ahlâkî Özelliklerini tamamen ortaya koymakla birlikte, aynı
zamanda onların egzıstansiyel kaderine de işaret etmektedir: istikrarlılık veya
istikrarsızlık (İbrahim 14/24,26). Aynı şekilde, yok olan köpük ve kalan su
parabolü (er-Ra'd 13/17). Esasen bu zikirlerin burada ancak, gerçeğin
devamlılık ve verimliliğinin tabiatın kanunu tarafından az veya çok emniyet
altına alınmış olması ölçüsünde yerleri bulunmaktadır. Şüphesiz, gerçeğin ancak
tanınmak ve savunulmak için bilinmeye ve yeterince yayılmaya ihtiyacının
bulunduğunu sıkı bir biçimde tesis etmek güçtür. Mamafih, kendisine
gadredilmiş, az veya çok uzun bir müddetle boğulmuş dahi olsa o, sonuçta, ona
saygı gösterilmesi ve onun kendini salim zihinlere kabul ettirebilmesi için
tarafsız bir tarih elde edecektir. Hatta dene-bilir ki yalan da başarısını ve
istikrarsız hayatım şimdilik gerçeğin kanunlarından alıntılarına borçludur. Bu
parabollerle aynı düşünce silsilesi İçersinde, onlara göre putperestlik ve
politeizmin saçmalığının geçici (el-Ka-sas 28/88), zarar vermeye veya yardım
etmeye muktedir olmayan, Allah'ın gerçekleştirmek istediği her ne olursa olsun
ona engel olmaya gücü yetmeyen varlıklara başvurmalarından ibaret olduğu
sayısız nasiara işaret edilebilir (el-Mâide 5/76; eî-En'âm 6/17,46,62,71,192,198;
Hûd 11/18,106; er-Ra'd 13/14; 16. el-Isrâ 17/56,67; el-Enbiyâ 21/42,43; el-Hacc
22/12,13; el-Furkan 25/3,55; el-Kasas 28/71,72; er-Rûm 30/30; Fâtır 35/2,3,14;
Yâsfn 36/75; ez-Zümer 39/38; el-Ahkâf 46/5; el-Mülk 67/20,21,30). Aşikardır ki,
bütün bunlarda, gelecek bir sonucu önceden haber vermek değil, halihazır bir
gerçeği tasvir etmek söz konusudur. Öte yandan, işaret edelim ki, bu
zatiyetlerin yardıma çağrılması burada müsbet bir tabii neticeye değil, fakat
bir neticesizliğe götürür.
[358] Krş. Matta, XII, 15.
[359] Krş. Markos, XIV,36.
[360] Kant, Crit. de la R. Prat., s.93.
[361] Kant, a.g.e., s.99.
[362] A.e.,s.l62.
[363] . Krş. İbn Teymiye, Minhâc es-Sünne, C.I, s.269.
[364] V.Cousin, hürod. â V Hist. de la Philo. 9. leçon.
[365] Th. Jouffroy, Cours de Droit Naturel, 31. leçon.
[366] ei-Mü'minûn 23/115.
[367] el-Kıyâme 75/36.
[368] Âl-i İmrân 3/144,145; el-En'âm 6/120,138,147; Hûd
11/3,111; Yûsuf 12/110; es-Secde 32/22; el-Câsiye 45/22; el-Ahkâf 46/19;
en-Necm 53/31,41. (-11 A, 2B)
[369] el-Câsiye 45/21.
[370] Sâd 38/28.
[371] . el-Fetih 48/35-36.
[372] Olsa olsa bu eşdeğerlik, karşılaştırma terimi olarak,
tarihli ve sınırlı falan özel fiili değil, fakat onun vasıtasıyla iradenin
bizzat kendisine ahlâk kuralına uygun veya aykırı bir davranış kuralı yaptığı
toptan fiil alınmak suretiyle düşünülebilir. Hakikaten bu plânda, eğer ebedilik
insana bu hayatta verilmiş ise vicdan mutlağı hedef edinir ve tutumunu
ebediyyen korumayı ister.
[373] et-Tevbe 9/111.
[374] Krş. Buharî, Kitâbü'l-Mardâ, Bab 19.
[375] en-Nahl 16/32; ez-Zuhruf 43/72.
[376] Böylece, iyilik için: el-Bakara 2/201; ÂH Imrân 3/148;
en-Nisâ 4/134; Yûsuf 12/56,57; en-Nahl 16/30,41,97,122; el-Ankebût 29/27;
Fussilet 41/31 (=8A,3B) ve kötülük için: el-Bakara 2/87,114; Âl-i İmrân
3/12,56; el-Mâide 5/41; et-Tevbe 9/74; el4srâ 17/75; el-Hacc 22/9,11; en-Nıır
24/19; es-Secde 32/21; ez-Zümer 39/26,40; Fussilet 41/16; Nûh 71/25. (=6A, 9B).
[377] Meselâ el-Bakara 2/276.
[378] et-Talâk 75/2-3.
[379] Aynı sure, 4.
[380] en-Nisâ 4/100.
[381] . Aynı sure, 97.
[382] en-Nahl 16/41.
[383] ez-Zümer 39/10.
[384] Hûd 11/3.
[385] Sebe' 34/17; el-Kehf 18/35-42.
[386] en-Nahl 16/112.
[387] Kalem 68/24-33.
[388] er-Rûm 30/40.
[389] el-Ârâf 7/96.
[390] el-Mâide 5/70.
[391] el-Cinn 72/16.
[392] Hûd 11/102; el-lsrâ 17/16. Şüphesiz, iyilikseverlik ve
kadirbilirlik örneği gösterenler müstesna, Allah onları, felâketlerinin
darbelerinden esirgerneye itina edecektir. ei-Kamer 54/34. es-Sâffât 37/80.
[393] eî-Kamer 54/43.
[394] el-En'âm 6/6; er-Rûm 30/9; Fâhr 35/44; el-Mü'min
40/21,82; el-Ahkaf 46/26.
[395] el-lsrâ 17/68,69.
[396] el-Ârâf 7/97,98.
[397] en-Nahl 16/46.
[398] et-İsrâ 17/68; el-Mülk 67/17.
[399] en-Nahl 16/45; el-MÜIk 67/16.
[400] en-Nahl 16/45.
[401] en-Nahl 16/47.
[402] ÂI-i îmrân 3/120. (=1B)
[403] el-Hacc 22/38. (=1B)
[404] ei-Enfâl 8/19. (=1B)
[405] el-Bakara 2/194; et-Tevbe 9/36,123. (=3B)
[406] el-Bakara 2/152; el-Enfâl 8/46,66. (=3B)
[407] Âl-i lmrân 3/68; Muhammed 47/11; el-Hacc 22/78. (=3 B)
[408] cl-MünafıkÛn 63/8. (-1B)
[409] el-Mâide 5/56. (=1B)
[410] es-Saff 61/13. (=1B)
[411] el-Hacc 22/40. (=1B)
[412] Muhammed 47/7. (=1B)
[413] er-RÛm 30/47. <=1A)
[414] es-Sâffât 37/171,173. (=1A)
[415] el-MÜcadelo 58/21. (-1B)
[416] ÂH Imrân 3/139. (=1B)
[417] ÂM tmrân 3/12; el-Enfâl 8/36; el-Kamer 54/45. (-1 A,
2B)
[418] el-Mücadele 58/20. (=1B)
[419] et-Tevbe 9/2; Haşr 59/5. (=2B)
[420] Muhammed 47/11. (=1B>
[421] . el-Câsiye 45/19.
[422] Muhammed 47/11. (=1B)
[423] et-Tevbc 9/32,33. Aşağı yukarı aynı ifade: (el-Fetih
48/38) ve (es-Saff 61/8,9) (=3B)
[424] er-Rûm 30/4,5. (=1A)
[425] en-Nûr 24/55.
[426] el-Enbiyâ 21/105.
[427] . Muhammed 47/son.
[428] ez-Zümer 39/69. (=1A)
[429] . et-Teğabûn 64/11. (=1A)
[430] el-Bakara 2/257; el-Mâide 5/16; el-Ahzâb 33/43;
et-Talâk 65/11. <=4B)
[431] en-Nisâ 4/68,175; el-Mâide 5/16; Yûnus 10/10; el-Hacc
22/54. (=1A, 4B)
[432] el-Ahzâb 33/71. (=1B)
[433] el-Enfâl 8/29. (=1B)
[434] el-Hadîd 57/28. (=1A)
[435] Muhammed 47/2. (=1B)
[436] e]-Enbiyâ 21/76; Muhammed 47/17. (=1A, 1B)
[437] el-Fetih 48/4,18. (=2B)
[438] en-Nahl 16/104; Âl-i Imrân 3/86; el-Mâide 5/51;
el-En'âm 6/144; et-Tevbe 9/19,100; el-Ah-kâf 46/10; es-Saff 61/7; el-Cum'a
62/5; el-Mâide 5/108; et-Tevbe 9/24,80; el-Münafikûn 63/6; es-Saff 61/5;
el-Mâide 5/67; et-Tevbe 9/37; en-Nahl 16/107; ez-Zümer 39/3; el-Mü'min 40/28.
(=6A, 13B)
[439] ibrahim 14/27; el-Mü'min 40/34; el-Câsiye 45/23; es-Saff
61 /5. {=3A, İB)
[440] el-Mâide 5/13. (=1B)
[441] el-Bakara 2/7; en-Nisâ 4/155; el-Ârâf 7/101; et-Tevbe
9/87,97; Yûnus 10/74; en-Nahl 16/108; el-Kehf 18/57; el-Mü'min 40/35; el-Câsiye
45/23; el-Münafikûn 63/3. (-6A,5B)
[442] Muhammed 47/23. (=1B)
[443] el-Bakara 2/10. (=1B)
[444] el-Bakara 2/15. (=1B)
[445] -"Doğrulan"451
et-Tevbe 9/77. (=1B)
[446] Haşr 59/19. (=1B)
[447] ez-Zuhrûf 43/36. (=1A)
[448] el-Bakara 2/257. (= İB)
[449] el-îsrâ 17/86; eş-Şûrâ 42/24. (=2A)
[450] el-Bakara 2/195; Âl-i îmrân 3/134,148; el-Mâide 5/93.
f=4B)
[451] el-Mâide 5/42; el-Hucurât 49/9; el-Mümtehine 60/8.
(=3B)
[452] ÂI-i İmrân 3/146. (=1B)
[453] ÂI-İ İmrân 3/31; et-Tevbe 9/4,7. (=3B) el-Bakara 2/190; el-Mâide 5/87; el-Ârâf 7/55 <=1A, 2B)
[454] el-Bakara 2/222; et-Tevbe 9/108. (=2B)
[455] Âl-i İmrân 3/159. (=1B)
[456] Âl-i İmrân 3/31. (=1B)
[457] . es-Saff 61/4. (=IB)
[458] el-Hacc 22/37. (=1B)
[459] el-Bakara 2/152. (=1B)
[460] Fâtir 35/10. (=1A)
[461] el-Bakara 2/157 (=1B)
[462] el-Fetih 48/18 (=1B)
[463] Âl-i îmrân 3/162,174 (=2B)
[464] ez-Zümer 39/7 (=1A)
[465] el-Mücadele 58/22. (=1B)
[466] (aynı yer)
(=1B).
[467] en-Nahl 16/128; el-Ankebût 29/69 (=2A)
[468] el-Ârâf 7/196; el-Câsiye 45/19 (=2A)
[469] el-Hucurât 49/13 (=1B)
[470] el-tsrâ 17/38 (=1A)
[471] eî-Bakara 2/205; el-Mâide 5/64 (=2B)
[472] el-bakara 2/190;el maide 5/87;el-araf 7/55(=1a,2b)
[473] ÂI-i imrân 3/57,140; eş-Şûrâ 42/40 (=1A, 2B)
[474] el-En'âm 6/141; el-Ârâf 7/31 (=2A)
[475] el-Enfâl 8/58 (=1B)
[476] en-Nahl 16/23 <=1A)
[477] Âl-i İmrân 3/32; er-Rûm 30/45 (=1A, İB)
[478] en-Nisâ 4/36; el-Hadîd 57/23 (=1A, İB)
[479] el-Bakara 2/276 (=1B)
[480] en-Nisâ 4/107 (=1B)
[481] ez-Zümer 39/7 (-1 A)
[482] t-Tevbe 9/96 (=1B)
[483] en-Nisâ 4/148 (=1B)
[484] es-Saff 61/3 (=IB)
[485] Fâtır 35/39 (=1 A)
[486] el-Mü'min 40/35 (=1A)
[487] eş-Şûrâ 42/16 (=1A)
[488] Âl-i îmrân 3/86,87; en-Nahl 16/106 (=1A, İB)
[489] el-Bakara 2/88,89,90,159,161; Âl-i Imrân 3/162;
en-Nişâ 4/52; el-Mâide 5/80; el-Ahzâb 33/57,61,64; el-Mü'min 40/52; Muhammet!
47/23; el-Fetih 48/6 (=1 A, 13B)
[490] en-Nisâ 4/93 (=1B)
[491] en-Nisâ 4/93 (=1B)
[492] . en-Nûr 24/23 (=1B)
. el-Enfâl 8/16 (=1B)
[494] O halde, muaccel manevî müeyyidelere müteallik âyetler
şu yeküne erişmektedir: (20A, 58B).
Âl-i Imrân 3/28 (=1B)
[495] eş-Şûrâ 42/30.
[496] Âl-i Imrân 3/185.
[497] . Âl-i Imrân 3/153; en-Nisâ 4/79.
[498] Hûd 11/15,16.
[499] Aynı şekilde, bk. el-lsrâ 17/18; eş-Şûrâ 42/20;
el-Ahkâf 46/20; el-Kehf 18/108; Fâtır 35/30.
[500] Fâtır 35/36.
[501] el-Bakara 2/214; Âl-i îmrân 3/140,141,142,152,166;
el-Tevbe 9/16; el-Enbiyâ 21/35; el-An-kebût 29/2,3; er-Rûm 30/41; es-Secde
32/21; Muhammed 47/31.
[502] Cennet: el-Bakara 2/82; ÂH İmrâr. 3/155; en-Nisâ
4/124; et-Tevbe 9/21, 111; Hûd 11/23, 108; el-Kehf 18/107; el-Hacc 22/5,6;
el-Mü'minÛn 23/22; eî-Furkan 25/15; eş-Şu'arâ 26/90;' Lokman 31/8; es-Secde
32/19; ez-Züme39/73; el-Mü'min 40/8; Fussilet 41/30; eş-Şûrâ 42/7; el-Ahkâf
46/14,16; Muhammed 47/6; Kâf 50/31; Haşr 59/20; el-Kalem 68/34; en-Nâ-ziât
79/41; et-Tekvir 81/13; el-Fecr 89/30. (=19A,8B)
Cehennem: el-Bakara
2/39,81,167,206,217,257,275; Âl-i Imrân 3/12,116,131,151,162,196; en-Nisâ
4/10,14,30,93,97,115,121,140,169; el-Mâide 5/10,37,72,86; el-En'âm 6/128;
el-Ârâf 7/15,36; el-Enfâl 8/14,16,36,37; et-Tevbe 9/17,49,63,68,73,95,113;
Yûnus 10/8; Hûd 11/16,17, - 98,113,119; er-Ra'd 13/18,35; ibrahim 14/29,30;
en-Nahl 16/29,62; el-lsrâ 17/63; el-Kehf 18/100,102,106; Meryem 19/72,86;
el-Enbiyâ 21/29; el-Hacc 22/4,51,72; en-Nûr 24/57; el-Furkan 25/65; eş-Şu'arâ
26/91; el Kasas 29/25,68; es-Secde 32/13; el-Ahzâb 33/64; Sebe' 34/42; Yâsîn
36/63; Sâd 38/27,85; ez-Zümer 39/8,19,32,60,71,72; el-Mü'min 40/6,48,76; Fussilet
41/19,24,28; eş-Şûrâ 42/7; ez-Zuhrûf 43/74; el-Câsiye 45/34; el-Ahkâf 46/34;
Muhammed 47/12; el-Fetih 48/6,13; Kâf 50/24; ez-Zâriyât 51/13; el-Hadîd
57/15,19; el-Mücadele 58/8; Haşr 59/3; et-Teğabün 64/10; et-Tahrîm 66/9,10;
ei-Cinn 72/23; en-Nâzî'ât 79/39; et-Tekvîr 81/12; el-lnfitâr 82/14;
el-Mutaffifûn 83/16; Inşikak 84/12; A'lâ 87/12; el-Leyl 92/14; el-Beyyine 986;
Tebbet 111/3. (=61A, 50B)
[503] el-Bakara 2/97,223; et-Tevbe 9/112; Yûnus 10/64;
el-Hacc 22/34,37; en-Neml 27/2; ez-ZÜ-mer 39/17; el-Ahkâf 46/12. (=4A, 5B)
[504] en-Nisâ 4/104; el-Kehf 18/46; Fâtır 35/29. (=2A, 1B)
[505] en-Nisâ 4/95; el-Kasas 28/61. <=1A, İB)
[506] el-Mü'minÛn 23/111; en-Nûr 24/52; el-Ahzâb 33/71;
el-Mü'min 40/51. (=2A, 2B)
[507] el-Ahzâb 33/47. (=1B)
[508] el-Bakara 2/143; Âl-i İmrân 3/171,195. <=3B)
[509] Âl-i İmrân 3/115; el-Enbiyâ 21/94. (=1A, İB)
[510] el-Bakara 2/158; en-Nisâ 4/147; el-îsrâ 17/19; eş-Şûrâ
42/23; Duhân 44/17, (=2A, 3B)
[511] el-Bakara 2/5,189; Âl-i îmrân 3/104,130; el-Mâide
5/90; el-Ârâf 7/8,157; el-Enfâl 8/45; el-Hacc 22/77; el-Mü'minûn 23/1,102;
en-Nûr 24/31,51; el-Kasas 28/67; er-Rûm 30/38; Lokman 31/5; Haşr 59/9; el-Cum'a
62/10; et-Teğabün 64/16; A'lâ 87/14; eş-Şems 91/9. (=9A, 12B)
[512] Âl-i îmrân 3/14; en-Nisâ 4/59; Hûd 11/49; er-Ra'd
13/29; el-îsrâ 17/35; Meryem 19/76; Tâ-hâ 20/132; el-Kasasa 28/83; ez-Zuhrûf
43/35. (=7A, 2B)
[513] . el-Bakara
2/184, tekrar, 197,271,280; Âl-i Imrân 3/110; en-Nisâ 4/25,46,170; et-Tevbe
9/3,41,74; en-Nahl 16/126; el-Kehf 18/46; Meryem 19/76; el-Hacc 22/30; en-Nûr
24/27,60; e!-Ankebût 29/16; er-RÛm 30/38; Muhammed 47/21; et-Teğabün 64/16.
(=5A, 17B)
[514] el-Bakara 2/110; Âl-i İmrân 3/30; Zilzâl 99/7. (=1A,
2B)
[515] eş-Şûrâ 42/23; el-Müzzemmil 73/20. (=1A, İB)
[516] el-Bakara 2/272; ÂI-i îmrân 3/57; en-Nisâ 4/173;
el-Enfâl 8/60; Tûhâ 20/112; Fâhr 35/30; ez-Zümer 39/10; el-Hucurât 49/14;
ei-Cinn 72/13. (4A, 6B)
[517] el-Bakara 2/245,261,276; en-Nisâ 4/40; er-Rûm 30/39;
Sebe' 34/37; el-Vâkıa 57/18; et-Teğabün 64/17. (=3A,5B)
[518] en-Nahl 16/96,97; en-Nûr 24/38. (=1A, İB)
[519] en-Nisâ 4/40,173; Yûnus 10/26; er-Rûm 30/45; eş-Şûrâ
42/26. (=3A,2B)
[520] e. l-Bakara 2/61,112,262,274,277; Âl-i İmrân 3/199;
en-Nisâ 4/100,152; el-Ârâf 7/170; et-Tev-be 9/120; Hûd 11/115; eş-Şûrâ 42/40;
Muhammed 47/36; el-Hadîd 5719. (=4A, 10B)
[521] Âl-i tmrân 3/172,179; en-Nisâ 4/67,74,114,146,162;
el-Isrâ 17/9; el-Kehf 18/2; el-Hacc 22/58; el-Ahzâb 33/29,35,44; Fâtır 35/7;
el-Fetih 48/10,16,29; el-Hucurât 49/3; el-Cuin'a 62/7; et-Ta-lâk 65/5; el-Mülk
67/12. (=5A, 16B)
[522] . el-Bakara 2/103; en-Neml 27/89; el-Kasas 28/84.
(=2A, İB)
[523] eİ-Enfâl 8/4,74; el-Hacc 22/50; en-Nûr 24/26; el-Ahzâb
33/31,44; Sebe'e 34/4; Yâsîn 36/11; el-Hadîd 57/18. (=3A, 6B)
[524] Fussilet 41/8; el-Kalem 68/3; İnşikak 84/25; et-Tîn
95/6. (=4A)
[525] en-Nisâ 4/31; el-Hacc 22/59. (=2B)
[526] el-Kâria 101/7. <=1A)
[527] el-Infitâr 82/13. (=1A)
[528] Meselâ: eş-Şu'arâ 26/277; el-Kasas 28/61; ez-Zuhrûf
43/83; el-Ahkâf 46/12; Kâf 50/45; Zil-zal 99/8.
[529] el-Bakara
2/7,10,79,85,90,104,114,162,165,174,178,196,211; Âl-i İmrân
3/4,21,56,77,88,91,105, 106,176,177,178,188; en-Nisâ
4/18,37,102,138,151,161,173; el-Mâide 5/2,32,36,73,80,94, 95; el-En'âm
6/49,93,147,157,160; el-Enfâl 8/25; et-Tevbe 9/3,61,74,79,90,101; Yûnus
10/15,27,52,70; Hûd 11/3; Yûsuf 12/110; er-Ra'd 13/25,34; îbrahim 14/2,22;
en-Nahl 16/63,88,94,104,106,117; el-isrâ 17/10; el-Kehf 18/2; Meryem 19/37,79;
Tâhâ 20/127; el-Hacc 22/18,25,57; en-Nûr 24/11,19,23,63; el-Furkan 25/19,27,69;
eş-Şûarâ 26/213; en-Neml 27/5; el-Kasas 28/64,84; el-Ankebût 29/23; er-Rûm 30/16;
Lokman 31 /6,7,24; es-Secde 32/22; el-Ahzâb 33/8,30,57,73; Se-be' 34/5,8,38;
Fâtır 35/7,10; es-Sâffât 37/33,38; Sâd 38/26; ez-Zümer 39/13,26,47,54,55;
Fussilet 41/6,27,50; cş-Şûra 42/16,21,26,42,45; ez-Zuhrûf 43/39,65; el-Câsiyc
45/7,8,9,10,11; el-Ahkâf 46/20; el-Fetih 48/16,17; ez-Zariyât 51/60; et-Tûr
52/7,45; el-Hadîd 57/13,20; el-Mücadele 58/4,5,15,16; el-Haşr 59/4,7,15;
et-Teğâbûn 64/5; Talâk 65/10; el-Mülk 67/28; el-Kalem 68/33; el-Meâric 70/1;
el-Cinn 72/17; el-İnsân 76/31; el-Mürselât 77/15,19,24,28,34, 37,40,45,49;
el-Mutaffifûn 83/1; el-lngikak 84/24; el-Gâşiye 88/2; el-Maûn 107/4. (=94A,
66B)
[530] en-Nahl 16/32.
[531] . Âl-i İmrân 3/170.
[532] en-Nisâ 4/93.
[533] el-Enfâl 8/50.
[534] Aynı şekilde bk. eş-Şûra 42/27.
[535] el-Mü'min 40/46.
[536] Krş. Buharı, Kitab-u Bedi'1-Halk, Bab 7.
[537] el-Bakara 2/38,62,112,262,274,277; Âl-i frnrân 3/170;
el-Mâide 5/69; el-En'âm 6/48; el-Ârâf 7/35,49; et-Tevbe 9/62; el-Hicr 15/46;
en-Neml 27/89; Sebe' 34/37; Fussilet 41/30,40; ez-Zuhrûf 43/63; ed-Duhan 44/55;
el-Ahkâf 46/13.) (=12A, 8B)
[538] el-Bakara 2/38,62,112,262,274,277; Âl-i îmrân 3/170;
el-Mâide 5/69; el-En'âm 6/48; el-Ârâf 7/35,49; et-Tevbe 9/62; el-Enbiyâ 21/103;
el-Ârâf 35/34; ez-Zümer 39/81; Fussilet 41/30; ez-Zuhrûf 43/68; el-Ahkâf
46/13). (=10A, 8B)
[539] . et-Tahrîm 66/8. (=1B)
[540] el-Bakara 2/268,271; Âl-i Îmrân 3/133,136,157,195;
en-Nisâ 4/31,129; eî-Mâide 5/9,65; el-Enfâl 8/4,29,74; Hûd 11/11; İbrahim
14/22,26; el-Ankebût 29/7; el-Ahzâb 33/35,71; Sebe' 34/4; Fâhr 35/7; Yâsîn
36/11; ez-Zümer 39/35; el-Mü'min 40/7; eş-Şûrâ 42/25; ei-Ahkâf 46/16,31;
Muhammed 47/2; el-Fetih 48/5,29; el-Hucurât 49/3; el-Hadfd 57/20,21,28; es-Saff
61/12; et-Tegâbûn 64/9,17; et-Talâk 65/5; et-Tahrîm 66/8; el-Mülk 67/12. (=16A,
24B)
[541] Bazı arap ıstılahlarının esnekliği, aynı kelimenin manasının
onun, yalnız veya onunla her- hangi bir akrabalığı bulunan falan ya da filan
başka kelime tarafından refakat edilir halde bjı-lunmasma göre, genişlemesi,
daralması ve çeşitli şekillerde renklenmesi şeklindedir. "rahmet" kelimesinin de bu gruptan
sayılması gerekir. "İlgilenip acıma" kelimesi tarafından refaket
edildiğinde o, pozitif bir fonksiyonu doldurur ve cömertlik anlamına gelir. Fakat,
Laâ "fazl " keümesi ile birleştirildiğinde o, daha ziyade negatif bir
rol oynar ve bu du-rumaa acıdan kurtulma, kötülüklerden korunma demek olur.
Nihayet, yalnız olduğu zaman o, aynı zamanda her iki manayı verebilir. Böylece
koruma unsuru, son iki durumda hazır bulunmaktadır. (Krş.el-En'âm 6/16.
el-Mü'min 40/9).
[542] el-Bakara 2/218; Âl-i îmrân 3/107,132,157; en-Nisâ
4/129,175; el-En'âm 6/155; el-Arâf 7/57,204; et-Tevbe 9/21,71,99; Yûnus 10/58;
Meryem 19/85; en-Nûr 24/56; en-Neml 27/46; Yâsîn 36/58; eş-Şûra 42/8; ez-ZuhrÛf
43/32; el-Câsiye 45/30; eî-Hucurât 49/10; el-Hadîd 57/13; el-însân 76/31.
(=12A, 11B)
[543] el-Ârâf 7/43; el-Hicr 15/47; Meryem 19/96; ez-ZuhrÛf
43/67. (=4A)
[544] el-Kıyâme 75/23. (=1A)
[545] er-Rûm 30/15; ez-Zuhrûf 43/70; el-tnsân 76/11; Abese
80/39; el-lnşikak 84/9. <=5A)
[546] el-Isrâ 17/79; es-Sâffât 37/42; el-Meâric 70/35.
<=3A)
[547] Âl-i Îmrân 3/106; el-Kıyâme 75/22; e!-lnsân 76/11;
Abese 80/38; el-Mutaffifûn 83/24; el-Ğâşiye 88/8. <=5A, İB)
[548] el-Bakara 2/212; el-Mutaffifûn 83/29. (=1A, İB)
[549] el-Hadîd 57/12,19; et-Tahrîm 66/8. (=2A, İB)
[550] . en-Nisâ 4/69; el-Ankebût 29/9; el-Fecr 89/29. (=2A,
İB)
[551] er-Ra'd 13/23; Yâsîn 36/56; el-Mü'min 40/8; ez-Zuhrûf
43/70; et-Tûr 52/21. (=5A)
[552] el-Enbiyâ 21/103; ez-Zümer 39/73. (=2A)
[553] er-Ra'd 13/23,24. (=2A)
[554] Yûnus 10/2. (=1A)
[555] el-Ahzâb 33/44; Yâsîn 36/58. (=1A, İB)
[556] el-Vâkıa 56/11. (=1A)
[557] en-Nisâ 4/96; el-Enfâl 8/4; et-Tevbe 9/20; el-Mücadele
58/11. (=4B)
[558] el-Kamer 54/55. (=1A)
[559] Âl-i Imrân 3/15; el-Hadîd 57/20. (=1A, İB)
[560] el-Mâide 5/119; et-Tevbe 9/100; el-Mücadele 58/22;
el-Fecr 89/28; el-Leyl 92/21; el-Beyyi-ne98/8. (=2A,4B)
[561] el-Gaşiye 88/9. <=1A)
[562] el-Ârâf 7/43,44; ez-Zümer 39/74. <=3A)
[563] Meryem 19/62; el-Vâkıa 56/25; ei-Ğaşiye 88/11.
(=3A>
[564] Yûnus 10/10; İbrahim 14/23; Meryem 19/62; el-Furkân
25/75; el-Vâkıa 56/26. (=5A):
[565] Yûnus 10/10. (=1A)
[566] ed-Duhân 44/56.
[567] ez-Zümer 39/ 61; el-Mü'min 40/7,9; ed-Duhân 44/56; ei-Ahkâf
46/31; et-Tûr 52/18, 27; es-Saff 61/10; et-Tahrîm 66/ 6; el-Insân 76/11;
el-Leyl 92/17.
[568] el-Enbiyâ 21/101,102.
[569] el-Hicr 15/48; Fâtır 35/35; el-Vâkıa 56/89.
[570] el-Hicr 15/46; Kâf 50/34; el-Vâkıa 56/91.
[571] el-En'âm 6/127; Yûnus 10/25.
[572] ei-însân 76/20.
[573] ÂH İmrân 3/133; el-Hadîd 57/21. (=1A, İB)
[574] ez-Zümer 39/74. (=1A)
[575] en-Nisâ 4/57; er-Ra'd 13/35; Yâsîn 36/56; el-Vâkıa
56/30; el-Insân 76/14; el-Mürse ât 77/41. (=5A,1B)
[576] el-Insân 76/13. (İA)
[577] el-Furkân 25/24. <=1A)
[578] el-Kamer 54/54. <=1A)
[579] Muhammed 47/15. (=1A)
[580] el-Hicr 15/45; ed-Duhân 44/52; er-Rahman 55/50,66;
ekV&kıa 56/31; el-Mürselât 77/41;
Ğaşiye 88/12. (=7A)
[581] el-İnsân 76/5,17. el-Mutaffifûn 83/27. (=3A)
[582] Yâsîn 36/57; Muhammed 47/15; er-Rahman 55/68;
el-Mürselât 77/42; en-Nebe' 78/32. C=4A, İB)
[583] ez-Zuhruf 43/73; er-Rahman 55/52; el-Vâkıa 56/32.
(=3A)
[584] er-Rahman 55/54; el-Hâkka 69/23; el-tnsân 76/14. (=3A)
[585] . er-Ra'd 13/35; el-Vâkıa 56/33. (=2A)
[586] el-Vâkıa 56/33. (=1A)
[587] et-Tevbe 9/72; es-Sâff 61/12. (=2B)
[588] el-Furkan 25/75; el-Ankebût 29/58; Sebe' 34/37;
ez-Zümer 39/20; el-Hâkka 69/22; el-Ğaşi-ye 88/10. (=6A)
[589] el-Bakara 2/25; Âl-i İmrân 3/15,136,195,198; en-Nisâ
4/13,57,122; el-Mâide 5/85; el-Ârâf 7/43; et-Tevbc 9/72,89; Yûnus 10/9; ibrahim
14/22; en-Nahl 16/31; el-Kehf 18/31; el-Hacc 22/14,23; el-Ankebût 29/58;
Muhammed 47/12; el-Fetih /5,17; el-Hadîd 57/12; el-Mücâdele 58/22; es-Saff
61/12; et-Teğâbün 64/9; et-Talâk 65/11; el-Bürûc 85/11; el-Beyyine (=9A, 20B)
[590] el-Vâkıa 56/34. el-Ğaşiye 88/13. (=2A)
[591] el-Vâkıa 56/15. (=1A)
[592] er-Rahman 55/54. (=1A)
[593] el-Ğaşiye 88/14-16. (=1A)
[594] Bk. yukarıda S. 198 dipnotu: 551
[595] el-Kehf 18/31. el-Hacc 22/23; Fâhr 35/33; el-tnsân
76/21. (=3A, İB)
[596] Aynı sureler ve ed-Duhân 44/53. ( =1A)
[597] el-Kehf 18/31; ei-însân 76/21. <=2A)
[598] el-Hicr 15/47; el-Kehf 18/31; Yâsîn 36/56; es-Sâffât
37/44; es-Sâd 38/51; et-Tûr 52/20; el-tnsân 76/13; el-Mutaffifin 83/23. (=8A)
[599] cl-Hicr 15/47; es-Sâffât 37/44; ed-Duhân 44/5
[600] . es-Sâffât 37/50; et-Tûr 52/25; et-Müddesir 74/40.
(=3A)
[601] . Yâsîn 36/55. (=1A)
[602] Yâsîn 36/57; es-Sâd 38/51; ed-Duhân 44/55. (=3A)
[603] et-Tûr 52/24; el-Vâkıa 56/17; el-tnsân 76/19. (=3A
[604] ez-Zuhruf 43/71. (=1A)
[605] . el-Vâkıa 56/18. (=1A)
[606] . ei-însân 76/15. (=1A)
[607] es-Sâffât 37/41. (=1A)
[608] . Meryem 19/62. (=IA)
[609] es-Sâffât 37/45; et-TÛr 52/23; el-Vâkıa 56/18;
el-însân 76/17; Nebe' 78/34; el-Mutel 73/25. (=6A)
[610] et-TÛr 52/22; el-Vâkia 56/21. (=2A)
[611] . el-Bakara 2/25; et-Tûr 52/22; el-Vâkıa 56/20. (=2A,
İB)
[612] ez-Zuhruf 43/71: <=1A)
[613] en-Nahl 16/31; ez-Zümer 39/34: (=2A
[614] Kâf50/35:(=lA)
[615] . et-Tevbe 9/72.
[616] Yûnus 10/58; ez-Zuhruf 43/32.
[617] el-Fecr 89/29- 30.
[618] el-Ârâf 7/43.
[619] Krş.Celâl ed-Din, Söz konusu oian âyetin tefsiri.
[620] . el-Insân 76/21.
[621] Yâsfn 36/47.
[622] el-Vâkıa 56/19.
[623] Nebe' 78/35.
[624] et-Tûr 52/23.
[625] el-Vâkıa 56/36.
[626] Aynı sure ve Sâd 38/52; Nebe' 78/33.
[627] el-Vâkıa 56/37.
[628] . er-Rûm 30/21.
[629] el-Bakara 2/25; Âl-i Imrân 3/15; en-Nisâ 4/57.
[630] er-Rahmân 55770.
[631] . es-Sâffât 37/48.
[632] es-Sâd 38/52.
[633] er-Rahmân 55/72.
[634] Krş. Buharı, Kitâbü'n-Nikâh, Bab 16
[635] el-Vâkıa 56/35,61.
[636] es-Secde 32/17.
[637] Krş. Buharı. Kitâbü't-Tefsir, Bab 30.
[638] . Krş. Taberî, Tefsir, C.I, s.135.
el-Bakara 2/217,264,266,276;
Âl-i Imrân 3/22,117; el-Mâide 5/5,53; el-A'râf 7/147; et-Tevbe
9/17,5253 69; Hûd 11/16; ibrahim 14/18; cl-Kehf 18/105; en-NÛr
24/39,25,23; el-Ahzab 33/19- ez-Zümer 39/65; Muhammed 47/9,28,32; el-Hucurât
49/2: (=6A, 18B
[640] ei-En'âm 6/94; Hûd 11/21; en-Nahl 16/87; el-Kasas
28/75; Fâtir 35/14; el-Mü'min 40/74; Fussilct 71/48; el-Ahkâf 46/28: (=8A
[641] el-AnkebÛt 29/23: (=1A)
[642] en-Nisâ 4/137,168; Muhammed 47/34: (=3B)
[643] el-Mutaffifin 83/15: (=1A)
[644] . el-Bakara 2/174; Âl-i Imrân 3/77: (=2B)
[645] . el-Hadîd 57/13: (=1A) Krş. Matta,XXV,l-12.
[646] el-İsrâ 17/72,97; Tâhâ 20/124: (=3A)
[647] . Sebe' 34/54: (=1A)
[648] el-Mümtehine 60/13: (=1B)
[649] el-Bakara 2/102; Âî-i Imrân 3/77,176; eş-Şûrâ 42/20:
(=1A, 3B)
[650] el-A'râf 7/51; el-Câsiye 45/34: (=2A)
[651] el-lsrâ 17/22: (=1 A)
[652] el-lsrâ 17/18,39: (=2A)
[653] eş-Şûrâ 42/8: (=1A)
[654] el-A'râf 7/40: {-1 A)
[655] en-Nahl 16/84; el-Mürselât 77/35,36: (=3A)
[656] el-En'âm 6/21,135; Yûnus 10/17,70; en-Nahl 16/117;
Tâhâ 20/111; el-Mü'minûn 23/117; el-Kasas 28/37; eş-Şems 91/10: (=9A)
[657] el-Bakara 2/27,121; Âl-i Imrân 3/85,149; en-Nisâ
4/119; el-Mâide 5/5,52; el-En'âm 6/31,140; el-A'râf 7/9,53,178; et-Tevbe 9/69;
Yûnus 10/45,95; HÛd 11/21; en-Nahl 16/109; el-Hacc 22/11; el-Mü'minûn 23/103;
el-AnkebÛt 29/52; Fâtır 35/39; ez-Zümer 39/15,63,65; Fussilet41/23,25;
el-Câsiye 45/27; el-Ahkâf 46/18; el-Mücâdele 58/19; el-Munâfikun 63/9; el-Asr
103/2: (=22A,9B)
[658] es-Secde 32/12; eş-Şûra 42/45; el-Kalem 68/43;
el-Meâric 70/44; el-Ğâşiye 88/2: (=5A)
[659] Âl-i îmrân 3/106; ez-Zümer 39/60: (=2A)
[660] el-Kıyâme 75/24: (=1A)
[661] Yûnus 10/27; Abese 80/40,41: (=3A)
[662] Âl-i îmrân 3/30: (=1B)
[663] el-Kehf 18/49: (=1A)
[664] en-Nûr 24/24; Yâsîn 36/65; Fussilet 41/20: <=2A,
İB)
[665] el-En'âm 6/31; Tâhâ 20/101: (=2A)
[666] Âl-i îmrân 3/180: (=1B)
[667] . el-lsrâ 17/22: (=2A)
[668] Aynı sure, 39: <=1A)
[669] el-Mü'min 40/10: (=1A)
[670] el-En'âm 6/124; Yûnus 10/27; ei-Hacc 22/18; en-Nahl
16/27; el-Furkân 25/69; es-Sâffât 37/18; el-Mü'min 40/60: (=6A, İB)
[671] Hûd 11/18: (=1A)
[672] el-Hâkka 69/25,26,27; en-Nebe' 78/40: (=4A)
[673] Yûnus 10/54; el-Enbiyâ 21/97; Sebe' 34/33: (=3A)
[674] el-Bakara 2/166: (=1B)
[675] el-En'âm 6/27; eş-Şu'arâ 26/102; el-Fecr 89/24: (=3A)
[676] el-Furkân 25/27,29: (=1A)
[677] el-A'râf 7/50; en-Nebe' 78/24; el-Ğaşiye 88/6,7.
[678] el-Isrâ 17/8: (=1A)
[679] el-Hicr 15/44) 0 (=1A)
[680] ct-Tahrîm 66/6; el-Müddessir 74/30-31: (=2A)
[681] en-Nisâ 4/145: (=1B)
[682] el-Mü'min 40/20; el-Hümeze 104/8: (=2A)
[683] ÂI-i tmrân 3/103: (=1B)
[684] el-Kâria 101/9,11: (=2A)
[685] Fâhr 35/12: (=1A)
[686] el-Mülk 67/7: (=1A)
[687] . el-Mürselat 77/32: (=1A)
[688] el-Furkân 25/13; el-Fecr 89/26: (=2A)
[689] er-Ra'd 13/5; İbrahim 14/49; Sebe' 34/33; el-Mü'min
40/71; er-Rahman 55/41; el-Hâkka 69/30; el-însân 76/4; Alâk 96/15: (=8A)
[690] el-Mü'min 40/71; el-Hâkka 69/32; el-İnsân 76/4: (=3A)
[691] el-Isrâ 17/97; el-Furkân 25/34; ez-Zümer 39/24: (=3A)
[692] en-Neml 27/90: (=1A)
[693] el-Furkân 25/13: (=1A)
[694] el-Fecr 89/25: (=IA)
[695] el-Enfâl 8/50; el-Hacc 22/9,22; Fâhr 35/10: (=1A, 3B)
[696] el-Bakara 2/24; Âl-i Imrân 3/10,98; et-Tahrînı 66/6;
el-Cinn 72/15: (=2A, 3B)
[697] el-Hacc 22/21-22; es-Secde 32/20: (=1A, İB)
[698] el-A'râf 7/41; el-Kehf 18/29; el-Ankebût 29/54-5;
ez-Zümer 39/16: (=4A)
[699] ibrahim 14/50; el-Mü'minûn 23/104; el-Ahzâb 33/66:
(=2A, İB)
[700] el-Meârk 70/16: (=1A)
[701] . el-Müddessir 74/29: (=1A)
[702] el-Hümeze 104/7: (=1A)
[703] et-Tevbe 9/35: (=1B)
[704] el-Mü'minûn 23/107; Yasin 36/36; el-Mü'min 40/49;
ez-Zuhrûf 43/77: (=4A)
[705] Hûd 11/106; el-Enbiya 21/100: (=2A)
[706] . en-Nisâ 4/56: (=1B)
[707] . el-Mü'min 40/71-72; er-Rahmân 55/44: (=2A)
[708] el-Hacc 22/19,20; ed-Duhân 44/48: (=1A, 2B)
[709] el-En'âm 6/70; Yûnus 10/4; el-Kehf 18/29; es-Sâffât
37/67, 57; Muhammed 47/15; el-Vâkıa 56/54,55; en-Nebe' 78/25; el-Ğâşiye 88/5:
(=10A, İB)
[710] İbrahim U/16-17; el-Hâkka 69/36: (=2A)
[711] es-Sâffât 37/66; ed-Duhân 44/43-6; el-Vâkıa 56/52-53:
(=3A)
[712] . el-Müzzemmü 73/12-13: (=1A)
[713] eİ-Vâkıa 56/42: (=1A)
[714] el-Vâkıa 56/43-4; el-Mürsetât 77/30: (-2A)
[715] es-Sâd 38/57-8; en-Nebe' 78/25: (=2A)
[716] el-Ğâşiye 88/3: (=1A)
[717] Âl-i îmrân 3/192; et-Tevbe 9/63; Hûd 11/60
[718] Sâd 38/64.
[719] ez-ZuhrÛf 43/67.
[720] el-A'râf 7/38; eİ-Ankebût 29/25.
[721] Bk. Boutteville, la Morale de l'Eglise el la Morale
Natıırette, s. 145.
[722] Krş. tbn Teymiye, MinhÂc, C.I, s.82.
[723] a.eV
[724] el-Müddessir 74/56.
[725] el-En'âm 6/115.
[726] Hicretten sonra nazil olan ayetlerin hemen hemen
Kur'an-ı Kerim'in üçte birini oluşturduğu bilinmektedir.
[727] Krş. A. Boulanger, Doctrine Catholique, 1. böl., s.
231-233.
[728] Matta, X,
28.
[729] a.e., XIII,
43.
[730] Markos, IX,
43-48
[731] Luka, XVI,
24.
[732] Yuhanna, Vahiy, XXI, 8.
[733] Descartes, Re'sponses aux 5 emes Objechons.
[734] Luka, XXII, 29-30.
[735] a.e., 14,12-14.
[736] Matta, XXVI, 29; Markos,
XXIV, 25; Luka, XXII,
18.
[737] Krş. Luka, XXII, 15-16.
[738] Yuhanna, Vahiy, II, 7.
[739] a.e., 2,17.
[740] a.e., 3, 5
[741] a.e.,21,6.
[742] a.e., 7,17.
[743] a.e., 22,1-2.
[744] Krş. Fillion, Vie de N.S. Jesus, C. in, s.581.
[745] Krş. Aziz Pavlos, Korintoslulara Birinci Mektup, II,
9.
[746] . Yûnus 10/45.
[747] Krş. T. Andrae, Mohammed, Sa Vie et sa Doctrine, s.87.
[748] Krş. Tassy, (es Lois de Mahomet, s.132.
[749] er-Ra'd 13/35: Muhammed 47/15.
[750] el-Bakara 2/25.