Ahlâkî olayda daha basit bir şekle ve surete konulamaz iki unsuru, yani niyet ve ameli, yeterince ayırd ettikten ve niyetin[1] çift yönlü tesirini belirledikten sonra, şimdi bize, fazilet mücadelesinde emsalsiz, saldırı ve savunma silahı olarak, ikinci unsurun, yani amelin tamamen özel önemini aydınlatmak kalmaktadır. Gerçekten maksat, İster ahlâkî bir karar almak veya icra etmek, ister derûnî bir karakteri düzeltmek veya bir niyeti temizlemek olsun, bu gayelere ulaşmak için insanın sahip olduğu yegâne yardım ve aynı zamanda tek ödevi, onlara ulaştırmaya yetenekli, maddî ve manevî güçlerini kullanmaktan başka bir şey değildir. Aynı şekilde bazan, fazileti kazanmak için herhangi bir faaliyeti uygulamak faidesiz ve gayr-i makuldür; eğer beşerî ruh, tam ve kâmil bir tabiata sahip ise, veya o son derece eksik ise, gelişmeye elverişli değildir. Şu halde etkin müdâhalemizin zorunluluğu çift yönlü bir postulatı ihtiva etmektedir, şöyle ki; ahlâkî varlık, eksik aynı zamanda da yetkinleşe-bilir şekilde yaratılmıştır. O, tam varlığın bütün unsurlarını içinde taşıyan, gelişmesinin bütün şartlarını bilkuvve ve fiilen kendinde toplayan, fakat bu bilkuvve mevcudiyetini fiilî bir gerçek haline getirmek için, hür ve iradî bir amelin ortaya çıkmasını bekleyen bir tohum gibidir.Ahlâkî varlık için durumun böyle olduğunu, Kur'ân-ı Kerim bize aşağıdaki âyetlerle yeterince göstermiş gibi görünmektedir.Bir yarıdan, insan doğarken bütün aklî ve hissî bilgilerden yoksun olduğu halde, kendine bu bilgilerden dilediğini sağlamaya yetenekli melekelerle donatılmıştır[2]. Ruhu teşekkül eder etmez, ona hayır ve şer fikirleri verilmiştir[3]. İşte, her beşerî ruhun sahip olduğu vasıtaların heyet-i mecmuası budur ve bu vasıtalarla o, ele geçirmeye çalışacağı ideali anlayacak, ona erişme arzusunu hissedecek ve bizzat onu gerçekleştirmeye karar verecek durumdadır.Öte yandan, hakikaten insan ruhunun, —bütün bu cihaz— elinin altında hazır bulunmasına rağmen, daima kendi iradesinin tesiriyle yükselmeye ve düşmeye, açmaya ve solmaya kabiliyetli kaldığı bir gerçektir[4].insanın amel etmesine ve sorumluluğunu taşımasına dair ahlâkî zaruret buradan doğmaktadır[5].Fakat gayret etme kavramı genel olarak amel vasıtasıyla değil; bilakis, maksadı "bir kuvvete mukavemet göstermek, veya bir mukavemeti yenmek" olduğundan özellikle etkili amelle tanımlanmaktadır[6]. O, ilk bakışta maddî anlamda anlaşılan tanımdır; fakat o, aynı zamanda ahlâkî anlamda anlaşılmak zorundadır. İki saha arasmdaki benzerlik câlib-i dikkattir, iyilik sever icâd yolunda, fikir çoğu zaman mevzuunda ve kendisinde aşılması gerekli çift yönlü bir engel ile karşılaşır. Değişmesi gerekli maddenin durgunluğu ve yaratıcı iradedeki hamle eksikliği, bizi şerre teşvik eden güçlerin karşısında serden çekinmek gerektiği zaman da durum aynıdır. Bütün bu durumlarda, amel etmek kâfî gelmez; billâkis kuvvetle ve sebatla mücadele etmek gerekir.Bedenî ve maddî varlığımız, daha şimdiden hayat yolunda ölünceye kadar karşılaşılan her çeşit serlere karşı daimî bir mücadele içindedir;[7] Kur'ân-ı Kerim, insanî tabiata bağlı bu şart üzerine dikkati çekmekten geri kalmaz[8]. Fakat, içgüdü ile belirlenmiş bu tabiî gayretin üstünde, akıl ile gerekli kılınmış ve bir idealin hizmetine konulmuş olması gerekli başka bir gayret vardır. İşte bizim islâm ahlâkmda tetkik etmeyi düşündüğümüz gayret bu nevidir.Önce ahlâkî enerjinin bu seferber edilme mecburiyetinin Kur'ân-ı Kerim'de çok rastlanan bir durum olduğunu söyleyelim. Gerek, hayrı yerine getirmek ve hevâlara karşı koymak için, gerek serlere tahammül etmek ve öfkeye hâkim olmak için, gerekse dinî ödevlerimizi uygulamak için olsun, her yerde bu yüce ve kararlı mücadeleye davet işitilmektedir. Gerçektir ki, Allah, bizden imkânlarımızın üstünde hiç bir yükümlülük istemez; öte yandan o bizi bütün gücümüz[9] ile kendine itaate de teşvik ediyor.Mükemmel bir mecazî mukayesede Kur'ân-ı Kerim bizi, yükselen ahlâkî tekâmül yolunda "sarp yokuşu tırmanmak ve aşmak"[10] şeklindeki bu faaliyeti icraya davet etmektedir. O, yalnız insanları bu yükselmeyi gerçekleştirmeye devamlı teşvik etmekle kalmamakta, aynı zamanda bu gayret kavramını bizzat samimi iman tarifinin içine yerleştirmeye kadar gitmektedir. "(Gerçek) mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah ile peygamberlerine kesin olarak iman ettiler, sonra şüpheye düşmediler, Allah yolunda malla-rıyle, canlarıyle savaştılar. îşte sadıklar onlardır."[11]Ahlâkî gayretin değeri daha yükseğe yerleştirilebilir mi?Bununla birlikte biz bu genel düşüncelerle yetinemeyiz. Gayet açık ve seçik bir diyalektik düşünce, kendineherhangi bir zıtlık aramaksızın ve vakıaları tam yerlerine yerleştirmeye izin veren bir uzlaşmaya girişmek-sizin böyle mutlak bir tasdikte takılıp kalmaz. Bunu yapmak için aşağıdaki notlan incelemeye tâbi tutacağız:
1- Gayretin değeri, kendiliğindenliğinkini ortadan kaldırmak zprunda mıdır? Hangi şartla?
2- Bu değerde bedenî gayretin payı nedir?
3- Gayret, kendini kabul ettirdiği zaman sınır tanımaz mı?
Segur, "insan, gayret olan her şeyden gurur duyar" demektedir[12]/1Mücadele ve fedakârlık ruhunu coşturucu bu fıtrî eğilim —bazı şartlarda ve belli bir derecede meşru eğilim bazen bu ruhtan nihaî bir ga-ye ve bizatihi bir değer hâsıl edinceye kadar gider. Böyle bir görüş tarzını çürütmek için ısrara ihtiyaç var mıdır? Sadece sarfedilmiş olmak için sarfedilen faaliyet, tam anlamıyle eğlenceden ibaret bir oyundur. Her ciddî gayret, ona belli bir kıymet tahsis ettiği ve verileni bizzat bu kıymet sebebiyle ele geçirmeye çalışmak istediği, kendisinden farklı bir mevzuu farz ettirir. Gayret, aranan mevzu ile münasebetinden, aracının değeri olan kıymetini elde eder.
Daha da özel olarak gayret, ancak ahlaken hayır olan bir şeyi meydana getirme vasıtası olarak ahlâkî değere sahiptir. Hem faide, hem de zarar vermeye elverişli hayatî dinamizmin ifadesi olarak kısacası gayreti oluşturan parola, şairin:dediği gibi, aydınlanmış şuurun değil, kor içgüdünün bir parolasıdır. Eğer herhangi bir zamanda günahkârın gayreti, ahlaken yaratma kaynağı olarak takdir edilebilirse, bu sadece fiilde onun gayret ettiği mevzuun bir yana bırakılması ve onda mevcut imkân nedeniyle başka bir mevzu-ya kendini vermesi, yani faziletin hizmetine koyulması suretiyledir.İki felsefî tutum, bu ahlâkî gayrete fazla değer biçmede kendi temayüllerini göstermişlerdir. Onlar, şimdi reddettiğimiz prensipten, yani bizatihi değer olan vasfiyle gayret prensibinden etkilenmeseler bile, bunu pratik bir eşdeğer olarak ileri sürerler.Var oluş alanına yerleşen birinci tutum, beşerî ruhun kendi rızasiyle ve bir sevgi hareketiyle ahlâkî kanuna itaate elverişsiz olmasını savunmaktan ibarettir. Şer üzerine başarı, daima bir fedâkârlığa mal olmak ve bizzat kendi üzerinde bir baskıyı zorunlu kılmak mecburiyetinde olduğundan, mücadele her yerde ve her zaman faziletin bir şartı, iyi davranışı kazanmanın vasıtası olacaktır.Kant, "Aklın Sınırlarında Din" adlı kitabında, Aziz Pavlos'un şu sözünü tekrarlamaktan hoşlanmaktadır: "Yazıldığına göre, hakkaniyetli adamlar yoktur; hatta tek kişi bile yok"[13] ve "Pratik Aklın Tenkidi" adlı kitabındaki bazı ifadeler, bizzat bu karamsarlığı açığa vurmaktadır. O, bu konuda şöyle diyor: "insanın yerleştirildiği ahlâkî derece..., ahlâkî kanuna hürmettir..., ve daima içinde olabildiği durum ahlâkî fazilettir, yani sahip olmadaki kudsiyet değil, mücadele içerisindeki ahlâkî niyettir". Bu,"üvendereye de firene de ihtiyacı olmayan, kendiliğinden olan bir iyiliğin ruha isnâd edilmesinden ibaret havaî, sathî, hayalî bir düşünme tarzı olacaktır"[14] Bununla beraber onda başka tabirler, daha az köklü ve daha makul bir şüpheyi açığa vurmaktadır. O, sadece bir yaratığın "bütün kanunları" ondan inhiraf etmeye teşvik eden bir arzunun imkânını onda bir tek bile olsun bulamayacak surette isteyerek yapabileceğini inkâr edecektir[15]. Hatta, "hürmetkar korkunun temayül ve hürmetin sevgi haline dönüşmesinin imkânını" kabul ediyor gibi görünüyor: "Eğer bir gün bir yaratığa, ona erişmek nasip edilmiş olsaydı, bu en azından kanuna tahsis edilmiş bir niyetin kemâli olacaktı"[16].İkinci felsefî tutum ise, insan kudretinin teveccüh ve ihtimam ile muayyen bir ödevi, mutlak olarak yerine getirmesini inkâra kadar gitmez. Fakat bu şartlar içinde edâ edilmiş amel, onun gözünde daha az değer ve sevaba sahip olacaktır. Şu halde gayret ile ahlâkî değere ait iki terim arasında o kadar sabit bir alâka olacak ki onlardan herbirinin aynı ölçü ile ölçülebilirliğinin kesinliği bir denklem şekli altında ifade edilebilecektir. Onlardan birinin varlığı veya yokluğu, artması veya azalması, kaçınılmaz bir şekilde ve aynı nisbette diğerininkini ardından sürükleyecektir.Kurala uygunluğun, ancak iradenin az-çok büyük bir gerilimi pahasına elde edilmesi ölçüsünde, biriktirilmiş her cehdin aynı ölçüde bir değer kaybına denk olduğunda hiç şüphe yoktur. Yükümlülüklerini zahmetsizce yerine getirmesine izin veren kişinin ahlâkî gücünün bulunduğu, tersine durum için de bu böyle midir?Bu mesele, müslüman ahlâkçılar arasında ihtilaflıdır. Basra ulemâsı tamamen zıt tezi savunduğu halde, müsbet cevap lehinde karar verenler arasında Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin taraftarlarının ismi zikredilmektedir[17]. Eğer biz kamu vicdanına göz atarsak, aynı ihtilâfı ve aynı tereddüdü müşahededen geri kalmıyoruz.Bu kararsızlığın temelinde bizzat ahlâkî düşüncedeki tenakuz, her ikisinin de görüşüne göre meşru olabileceği iki takdir ölçüsü arasında bir çelişki bulunmamakta mıdır? Ehliyet, karakterinin asaleti, büyüklük ve ruhun temizliği herkes için takdir ve hayranlık mevzuu değil midir? Doğuştan olan bu sıfatlan, çalışarak kazanılanlarla karşılaştırırken, sağlamı dayanıksız ile, sürekliyi geçici ile karşı karşıya getirmekten başka bir şey yapıyor muyuz? Kim, itimat edilmesi gereken tarafı söylemekten çekinir? Biri, hareketlerini zerafetle ve kendiliğinden yerine getiren, diğeri aym hareketi ancak güçlük çekerek ve terleyerek gerçekleştirebilen iki sanatçı arasında, biz açıkça yetkinliği karakter yetersizliğinden ayırıyor ve daima tabiî olanı, yapmacık olana tercih ediyoruz. Fakat diğer taraftan, yalnız âdil olarak değil, aynı zamanda bizzat adaletin tarih' olarak "herkese işine göre" diyen meşhur formülü göz önünde tutuyoruz. Oysa ki tabiatın bize bağışladığı, doğuştan vasıfların bizim amelimiz olmadığını kim bilemez? Bu ölçüye göre vakaları hesapladığımızda, bütün değeri gayrete tahsis etmek ve kendiliğinden olan her şeyi değerden çıkarmak zorunda değil miyiz? O takdirde velînin nefsi, değer ıskalasında en aşağı dereceyi işgal etmek zorunda değil midir ? Ancak, bunu kabule kim yanaşır?Böyle bir tenakuz karşısında, bir tarafı tutmak mı, yoksa orta bir yol aramak mı gerekir?Doğrusunu söylemek gerekirse, ahlâkî hayatın hiçbir merhalesinde fazilet ne saf bir tabiatın, ne de mutlak bir müktesebâtm neticesidir. En kötü yürekli adamda kötü karakterine karşı mücadele ederken kullanabileceği bir iyilik tohumu vardır; tıpkı en saf ruhun, kadr ve kıymet saflarında yükselmesi için belli bir gayretten asla müstağni olmadığı gibi. Fransız dili, takdire lâyık olan fıtrî veya kesbî her sıfata kadr ve kıymet (merite) adını verirken, bu güzellik veya zenginlik bile olsa, değerin bu çift yönlü ölçüsünü ortaya koymuştur.Ancak insanlarda, faziletin iki unsuru arasındaki farklı bir dozajı çok iyi tanımak gerekir; aynı zamanda ne insanların mücadelelerinin mevzu-unun ne ahlâkî gayretlerinin ortaya çıkmak zorunda olduğu şeklin, insanların hepsinde daima aynı olmadığını dikkate almak icap eder. Burada ahlâkî hükümlerimiz arasında uzlaştırma formülünü keşfetmek için daha fazla üzerinde düşünmek yerinde olur.Ve biz, onlardan birine "bertaraf edici gayret" ve diğerine "yaratıcı gayret" adı verilebilen iki çeşit gayret arasında Kur'ân-ı Kerim'in tesis et-
miş gibi göründüğü bir farklılık içinde çözüm anahtarını bulabildiğimizi sanıyoruz.
Bertaraf edici gayret ile şu ameliyeyi kastediyoruz: Bizi şerre teşvik eden kötü-eğilimlere karşı mukabele ettiğimiz, bu eğilimlerin tesirlerini uzaklaştırmaya yetenekli bir mukavemet gücüdür.Ne zaman üstünlüğü ele geçirmeye doğru yönelen düşman bir kuvvetin karşısında bulunursak, böyle bir ameliyenin gerekliliğine hiç kimse itiraz edemez. Gerçekten o anda insanın birinci ödevi, en acil işi, ihtiraslarını susturmasıdır. Gördük ki, Kur'ân-ı Kerim bizden bu mukavemeti bir çok defalar ısrarla istemektedir. Ona göre, şerefli akibetler, şehvetlerini yenmesini bilenlere tahsis edilmiştir. Bu hususta Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Büyük, müthiş felâket ortalığı sardığı zaman, o gün insan ne için çalıştı ise onu hatırlar. Cehennem de her görene apaçık görünür. Taşkınlık eden, dünya hayatını tercih eden için, şüphe yok ki, varılacak yurt cehennemdir. Rab-binin huzurunda suçlu durmaktan korkarak nefsini süflî heveslerden nehyeden için de şüphe yok ki, varılacak yurt cennettir."[18] Ve burada, amelî hükümler olarak diğerleri arasında senenin on ikide bir kısmında ve bu mecburî devrenin dışında birçok şartlarda imsaktan iftara kadar olan esnada Kur'ân'm farz kıldığı mutlak orucu zikretmeliyiz. Bu, hiç şüphesiz nefsine körü körüne itaati kırmak için mükemmel bir temrindir.Fakat bu başarı, her yerde ve daima bizden zahmetli bir fedâkârlık isteyecek kadar meşakkatli midir? Ahlâkî hayatı simsiyah gören ve ona göre şer tabiatın acımasız bir kanunu olan aşırı kötümserliğe rağmen, biz bu soruya, durumun daima böyle olmadığı şeklinde cevap veriyoruz.Pek tabiî biz, şer meselesinin hiç ortaya çıkmadığı meleklere yaraşır bir fıtrattan bahsetmek istemiyoruz; çünkü böyle bir fıtrat için hayırdan başka bir şey işlemek imkânsızdır. Biz, falan şer için bedenî gücü veya filan haz için normal zevki tamamen eksik olan bir hastadan da bahsetmiyoruz. Ahlâk-üstü veya ahlâk-dışı, bu iki durum aynı şekilde söz konusu olmamaktadır. Fakat biz, içgüdüler ve akılla donanmış tam beşerî bir fıtrat alanmda kalarak, birçok kişilerde aşağı veya yukarı doğru giden sayısızderecelerle hayırlı kararlar içinde bir kendüiğindenlik tesbit ederiz. Şu anlamda ki; bu kararlar, birbirine zıt kötü eğilimlerle gözle görülebilir bir şekilde birbirlerine ters bulunmazlar. Yalnız adî veya anlamsız bir karar sözkonusu olduğu zaman değil, aynı zamanda çok önemli karar alındığı durumda dahi, halk için ancak büyük bir gayret karşılığında elde edilen bu azim, bu şahıslarda daha yumuşak ve daha kolay bir tarzda gerç ekleştirilmektedir.Bu aşağı yukarı kendüiğindenlik iki tarzda meydana gelebilir: Ya fıtrî bir istidat ile lütfedilir, ya da az çok uzun ve güç bir müddet sonunda bir gayretin başarısı ile hasıl olur.Birinci durumda, nefsanî arzular henüz şuurlu bir seviyeye itildiklerinden ve hayır fikri ruhta mümtaz bir yer işgal ettiğinden salih amel, bir sevgi ve sevinç mevzuu olarak kendini gösterir. Ahlâkîliğin kendine doğru yöneldiği bu yüce durum, aynen Allah'ın yarattığı üzere büyük velilerin durumu olacaktır. Bilhassa başından beri ilâhî bir görevi tebliğ için seçilmiş olan Peygamberler. "Hak Teâlâ, Peygamberliği kime vereceğini daha İyi bilir."[19] İkinci durumda, hadiseler ancak en sonunda ve ekseriya yenilenmiş bir mücadele sayesinde bu şekilde cereyan ederler. Bu yalnızca belli bir manada bir melekenin uygulanmasının icra olunan melekeyi aynı Ölçüde beslediği bir kanun değil, aynı zamanda ciddî şekilde doğru yolu arayan kimseye hidayet etmek için Allah'ın da müsbet bir yardımla müdahale etmesidir. "Bizim yolumuzda (çalışıp didişenler) mücâhede edenleri muhakkak ki (doğru) yolumuza iletiriz. Hak Teâlâ iyi işler işleyenlerle beraberdir"[20]. Bir hadîs-i kudsîde de şunları okuyoruz: "Benim gerçek kulum, bana yaptığı nafile ibadetlerle de yaklaşır. Nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum. Eğer benden bir şey dilerse onu verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim."[21].Fakat bundan daha aşağıya, vasat bir insan seviyesine inersek, kısmen benzer bir durum tesbit etmeyecek miyiz? İster makul bir varlık olmaya lâyık vasfı üzerimde düşünmek için, ister korkunç neticeleri önceden kestirmek İçin belli bir arzu önünde durmaya çalıştığımız zaman, bu görünümIer veya bu değerler, tasavvurumuzu istilâ etmeyi ve kalbimizin içine girmeyi başardıkları zaman, o zamana kadar görünmemiş kalan ve bundan sonra serden uzaklaşmamızı daha kolay kılan belli canlı bir gücü kendimizde hissetmez miyiz? Halbuki veli aşkla itilmiş, vasat insan akıl ile desteklenmiş, alelade insan korku ile zaptedilmiş veya ümitle cezbedilmiş olsun —fikirlerle az çok yüce duygular arasındaki bu özel farklılığın dışında vetire daima aynıdır. Şu veya bu durumda irade, ilerlemesini destekleyen diğer muharriklerle donatılmış bir surettedir; ve bundan dolayı karar daha çabuk ve daha kolay hale gelmekte ve gayret aynı oranda azalmaktadır.Bu, orada artık anlaşmazlık bulunmadığı anlamına gelmez. Hatta had safhada bile onun olduğunu söyleyebiliriz. En azından göreceğimiz nass-larm tamamından ortaya çıkan budur.Yalnız burada karşı karşıya bulunan iki güç, aynı ölçüde silahlandırılmış değildir. Hiç şüphesiz genel kaide olarak, "insanın nefsi, ona kötülüğü emredicidir. Ancak Rabbimin rahmetiyle kötülük yapmaktan koruduğu başka."[22]. Resûlallah (s.a.v.) da şöyle buyurmuştur: "Sizden hiç bir kimse yoktur ki, kendisine cinlerden bir arkadaşı vekil kılınmamış olsun!" As-hab: "Ya sana! Rasûlallah! dediler. "Bana da, şu kadar var ki, Allah onun hakkında bana yardım etti de o müslüman oldu. Artık bana hayırdan başka bir şey emretmiyor"[23]. Allah'ın bütün sadık kullarının durumu da aynıdır. "Gerçekte (Şeytanın), iman edip Rablerine güvenen ve dayananlar üzerine hiç bir tesiri yoktur."[24]"Kullanma gelince, gerçekte senin, (öz) kullarım üzerinde hiçbir tesirin yoktur."[25] Onların hassas fıtratlarının bu şeytanî amele maruz kalmasının tesiri, insanların çoğu üzerinde kendini gösteren tesirden sebat ve devamca daha azdır. Bu geçici bir bulutun gölgesi ile meydana gelmiş ve çok hızlı dağılmış olan hafif bir kararma kabilin-dendir[26]. Şer isteğinin ruh üzerinde meydana getirdiği sadme, sarsılmaz bir yapıya karşı bir toplu iğnenin temasını çok geçmez[27]Gerçektir ki, en salih kimseler, keza kendilerinin kâmil tabiatlarından yararlanan kimselerdir[28]Hakikaten îsîâmın velîsi, şehvetten tecrid olmuş bir budist hakimin veya acılara karşı duyarsız bir stuacı hakimin modelinde tasavvur edilmemelidir. Çünkü tersine, bazı şeyler bizimkinin hoşuna gider, diğer bazısı ona tiksinti verir. Ve o, iki durumda da onun fıtrî veya alışılmış temayülü, bir ödevin tersi olmadıkça, ona karşı durmaya çalışmaz. îşte bu suretle hadis, bize Peygamberin özellikle bal ve şekerli şeyleri sevdiğini[29], kötü koku yayan sebzelerin onun hoşuna gitmediğini[30] anlatmaktadır. Bir gün kendisi için alışılmamış bir yemeğe davet edildiğinde, ona elini sürmemişti. "Ondan yemek haram mıdır? Yâ Rasûlallah" diye soruldu. "Hayır, fakat memleketimde ona alışılmamıştır, binaenaleyh onun için kendimi isteksiz hissediyorum"[31] şeklinde cevap verdi. O, fırsat düştüğünde gerçekliğini hiç bir zaman bırakmaksızın güler ve şaka yapardı[32] Can çekişen küçük çocuğunu görünce gözyaşlarını tutamadı: Sa'd kendisine "Bu ne yâ Rasûlallah?" dedi. Resûlullah (s.a.v.): "Bu bir rahmettir. Allah onu kullarının kalblerine tevdî buyurmuştur. Allah ancak merhametli olan kullarına rahmet eyler"[33] buyurdu. Aynı olay, Ashabından birinin ölümünde hazır bulunduğu zaman da vuku bulmuştu[34]Bununla birlikte ona göre, en canlı ve en derin heyecanlar, kaynaklarını bu bayağı olaylar düzeninden almazlar. İnsanların kurtuluşu için kaygıları ve onların yolunu şaşırtmalarını görünce duyduğu acılar, onun ruhu üzerinde başka türlü dokunaklı bir tesire sahiptirler[35]. Aynı şekilde onun sevimli, cana yakın duygulan, daha ziyade bu yüksek değerlere doğru gitmektedir. Keza bizzat o, bize şöyle buyuruyor: "Bana verilen en derin şevk ve safayı namazda duymaktayım."[36]Şu halde tslâmî velayet, fıtrata karşı mutlak bir kayıtsızlıktan değil, fakat manevî değerler için özellikle tekid edilmiş bir tercihten ibarettir. Bundan dolayı, Kur'ân-ı Kerim gerçek mü'minleri tavsif ederken, onların ancak Allah'ı sevdiklerini söylemiyor mu? Lâkin onlar: "Allah'ı her şeyden çok severler".[37]Oysa ki gayret ve kendiliğindenlik problemini ortaya çıkarmak için, Ödeve zıt güçlerin tamamen yok olacakları bir durumu farzetmeye hiç ihtiyaç yoktu. Rakîb güçler arasındaki bu eşitsizlik vakıasından başlamak bize yeter; çünkü lütufkâr duygunun en cüz'i üstünlüğü, orantılı olarak yükümlülüğün ağırlığını ve mukavemetin gerektirdiği fedâkârlığı hafifletmek zorundadır. Bizzat Kur'ân-ı Kerim, bu işareti yapmıştır. O, sabır ve namaza başvurmayı canlı bir şekilde tavsiye ettikten sonra şöyle der: "Bu da, şüphe yok ki çok ağır gelir, fakat içi saygı ile ürperen kimselere değil!"[38]Gerçekte o kadar nisbetsiz böylesi güçleri, karşı karşıya getiren çatışma arasında belirlenen veya ana hatlar içinde daha önceden ortaya çıkan bir başarıyı görmek zor değildir. Yalnız onu ana hatları ile söylüyoruz, çünkü adetâ buharlaşmış bir hale gelmiş ve gerektiğinde insanın doğrudan doğruya ve gayr-i ihtiyarî bir tarzda kendini ona teslim edeceği Özel bir amel söz konusu değildir. Söz konusu olan, en işlenmiş ve en gelişmiş eğilimle şematik olarak belirtilmiş bir istikâmettir.Şimdi, az önce tavsif ettiğimiz şartlar içinde edâ edilen amelin değeri nedir? Bu, ne sırf kendiliğinden, ne tamamen kazanılmış bir ameldir; o birleşik iki gücün bir semeresidir: fıtrat ve şahıs. Zaten çeşitli miktarlarda her beşeri amel de böyledir. Fakat, fıtratın bu katkısı arttıkça, şahsî meziyet azalmak zorunda değil midir?Mesele işte budur.İlk önce, müsbetin imkânsızlığının bedâheten zuhur ettiği bir jdurum vardır. Bu, gelişme halinde olan ve onun için tabiatın bu esnekliğinin, bizzat iradenin bir kesbi olduğu vasat insanın durumudur. Şimdilik bu durumla yetinelim.Böylece, nisbeten kolay bir hal olan ahlâkî ameli küçümsemek, neticelerinin en iyisi içerisinde bizzat gayreti tanımamak değil midir? Çoğu zaman bu zikredilmiştir: Mücadelenin varlık nedeni, bizzat mücadele içinde değil, fakat ondan sonuç olarak çıkan başarıda yatmaktadır.Bununla beraber bu başarı tesadüfi veya arızî bir anlamda anlaşılmamalıdır. İlk olarak belli bir iğvâya karşı mücadele ettiğim ve ondan uzaklaşmayı başardığım zaman, bu şan şeref içinde, bana galibiyet unvanını vermek için yeter bir sebep değildir. Orada tesadüfün küçük veya büyük bir ölçüde katkısının olup olmadığını kim bilir? Bir atasözünün dediği gi-
bi, Dit gülle bahar olmaz. Ve işte şüphesiz bu bakımdan Aristo, fazileti alışkanlık kategorisi içerisinde tasnif etmiştir. Şu halde şartları değişmeye ve fırsatın çeşitli şekiller altında kendini göstermesini bırakalım, eğer aynı başarılı sonucu elde ediyorsam, o takdirde ona sevinebileceğim, fakat henüz tam olarak değil.Çünkü ben, eğer her fırsatta aynı kaynaklara başvurmak ve davranışımda ahlâkî bir uygunluk sağlamak için aynı güçlüklere maruz kalmak zorunda olursam, buradan fıtratımdaki asi karakterin gelişmeye elverişsiz olduğunun ortaya çıktığını söyleyemesem bile, onun değişmeden kaldığım müşahede ederim. Balonunu suya batırmak için boşuna çabalayıp duran çocuğun klâsik misali, hiç bir ilerleme kay d etmeksizin daima birbirlerine benzer bu teşebbüslerin tam bir tablosunu bize vermektedir. Zavallı, balonunu sulara batırmaya boşuna çalışacak, delmedikçe veya içine ağırlık koymadıkça onu, bırakır bırakmaz balon zıplayacak ve suyun yüzüne çıkacaktır. Açıkça mukavemet içinde bu şiddetli hırsın zaruretini durdurmak, belli bir dahilî denge sağlamak veya mümkün olduğu kadar ona yakınlık kurmak amacını hâvî olan bütün ahlâkî ihtimamı doğrularken müslüman mutasavvıfların bize tavsif ettiği gibi mübalağa etmiyoruz. Bu gerçeği açıklayan binlercesi arasından, Ebû Muhammed el-Murta'ış'ın içebakışla ilgili olarak kendini incelediği aşağıdaki kıssada bize bir misâl verilmiştir. Bu mutasavvıfın, her yıl edâ ettiği haclar esnasında kendini her çeşit sıkıntılara sokma alışkanlığı vardı. O, nefsinde hiç bir itiraz duymaksızın açlığa ve yorgunluğa tahammül ediyordu. Bu bakımdan o, önemsiz bir hadise onu uyandırdığı zaman, tabiî eğilimlerini tam bir disiplin altına almaya karar veriyordu. Bir gün annesi ondan bir testi su getirmesini istediği zaman, bu onun nefsine çok ağır geldi. Bunun üzerine bizim sûfî maziye dönerek, geçmişe ait bütün amellerini, zahiri ve ahlâka aykırı bir itaatle icra olunmuş sayarak, mahkûm etti[39] Onun ödevi henüz gayesine erişmemişti.Şu halde gayretin amacı gayreti azaltmaktır. Ondan elde ettiğimiz en büyük faide, yavaş yavaş ondan kendimizi bağımsız kılmaktır; bu da gayretin uygulandığı amelle bizi daha içli dışlı kıldığı ölçüdedir. Elbette bu, statik ve her teşebbüsü dışarıda bırakan şekil altında anlaşılan bir alışkanlıkla değil, fakat uygulanırken gelişen, mevzuyu değiştirirken kendisi değişikliğe uğrayan ve en değişik ve en umulmadık şartlarda bile duruma hakim olmayı sağlayan dinamik bir kaynak gibidir. Mücadelenin içe nüfuz etmesi, kökleşmesi, asıl bir huy haline gelmesi ve sanki ikinci bir fıtratmış gibi olması gerekir. Yalnız bu surette, istenilen bir ahlâktan değil, sahip olunmuş olan bir ahlâktan söz edilebilir.Mücadele ve zaferin veya daha genel olarak haricî katkı ve kendiliğinden atılımın bu iki merhalesinin, Arapça'da huluk ve tehalluk olarak aynı kökten, farklı ve gayet manidar, iki şekilde ifade edilmiş olduğunu kaydetmeliyiz. Huluk kelimesi veya gerçek anlamiyle ahlâkîlik, davranışın kendiliğinden ondan neş'et ettiği bu fıtrî veya kesbî kuvveye delâlet etmektedir. Başka bir ifadeyle, huluk Allah tarafından her yaratığa verilen zahirî şekil olan halk'm tersine iç varlığımızın sabit şeklidir. Sayesinde amellerin, cömert ve kendiliğinden bir hamle ile fışkırdığı, bu istikrar elde edilmedikçe, şu veya bu tarzda davranmak için tehalluk halinde, yani teşebbüs ve deneme halinde bulunur. Bu şekil altında terim, çoğu kez yapmacık ve gösterişe yaklaşan pejoratif anlamda kullanılmaktadır. Sadece kelimelerin tariflerini düşünmek suretiyle üstün değerlerin hangi yönden yerleştirildiği anlaşılır.Amelin realitesi bilgininki gibidir. Hükmetmek için olduğu gibi, amel etmek için de, kendisinden alınacak bir sermaye gerekir. Hakikat araştırıcısı eğer birinci prensiplerin ve genel kanunların bir sistemini elinde bu-lundurmazsa ve araştırmalarım nereden yöneteceğini keşfetmediği sürece, onun işi en uzun ve en zor amellerden olur. Biz, insanın gerçeğe ulaşmakta ne kadar aheste olursa, o nisbette âlim olduğunu söylemek hakkına sahip miyiz? Ben hiç kimsenin bu hususta anlaşmak isteyeceğini sanmıyorum. Fakat buradan bize, aynı şekilde en faziletli insanı, ihtirasın sesini anmda susturmaya ve iyi kararı daha çabuk ve daha emin bir şekilde vermeye kabiliyetli, bir iç vasıtalar bütününü elinin altında bulunduran kimse olarak tarif etmek zorunda değil miyiz?En büyük mukavemetle edâ edilen en ahlâkî ameli tarif eden aksi tezi savunmak, ilkel merhalede kalmakta son derece inat etmek olacaktır. Orada insan, bir ilkel ve yabanî duygular yığını ile karşı karşıya bulunacak ve bunlara karşı o, kendini ancak en umutsuz mücadeleci bir gayrete başvurarak savunabilecektir. En titiz ahlâkçı filozoflarımızın[40], orada sadece geçici, aşılmaya ve zıttiyle yerini değiştirmeye elverişli bir durumu gördükleri bu ilkel merhale, şüphesiz cihanşümul değeri haiz bir kanun ve bir ölçü şeklinde alınamaz. Çünkü böyle düşünüldüğünde en üstün ahlâkî hayat, yalnız yeni başlayanların ve çıraklarınki değil, fakat daha ziyade kötülerin ve eğri yolda olanların ahlâkî hayatı olacaktır. Bizim modelimiz dürüstçe davranmaya, ancak fıtratına bir nevi bükülmeyi kabul ettirecek ve zor bir hareketi istemiye istemiye yaparak karar verebilen insan olacaktır. Oysa Kur'ân-ı Kerim, bize bunun tamamen zıddına bir nokta-i nazarı kabul ediyor gibi görünmektedir. Biz, Kur'ân-ı Ke-rim'in, ödevlerini zevkle ve içtenlikle edâ edemeyen, namaza ancak üşe-ne üşene gelen ve fakirlere yalnız isteksiz olarak mallarını veren kimseleri nasıl açıkça ayıpladığını ve mahkûm ettiğini gördük[41]. Şu halde Aristo, güzel amelleri edâ etmekten hoşlanmayan kimsenin gerçekten hayırlı insan olmadığını söylemekte haklıydı.Biz buraya kadar, bu kerim ve hayırlı huyun, tabiatın bağışı olmadığı, bilâkis gayretin bir zaferi olduğu durumunu inceledik. Halen büyük mukavemetle karşılaşmaksızm bile olsa, bu hidâyetten sonra edâ edilen amel, az çok geçmişte birikmiş bir mukavemetin karşılığıdır. Bu şartlar içinde tamamlanan amelin, şahsî liyâkate verilmiş olması gerektiğini savunmaktayız. Gayretten ileri gelmiş olan kendiliğindenlik ona karşı çıkmaz, bilâkis onun aslmdan olarak hissedilir. O, onu devam ettirir, gaye ve vasıta suretinde yüceltir.
Bu şekilde akıl yürütürken bize, hatta insanın ilâhî lütuftan bağımsız olarak biçim değişmesine elverişli diğer bütün unsurları bir yana bırakmak suretiyle, beşerî iradeyi sanki ahlâkî varlığın bu şekil değiştirici gücüne sahip olarak takdim ediyormuşuz gibi itiraz edilecektir.Hiç bir şekilde, diye cevap vereceğiz. Çünkü Kur'ânî ahlâkın açıklamasında böylesine bir karışıklığı irtikâb etmek, fahiş bir hataya düşmek olacaktır. Faraziyemizde örtülü olarak bıraktığımız şeyden açıkça bahsetmek zamanı gelmiştir. Şu halde bir kelimeyle, Kur'ân'da ve hadiste bize göründüğü gibi bu yüce unsurun müdahalesinin neden ibaret olduğunu söyleyelim. Çoğu kez, o kendini bize ahlâkî tabiatın teşekkülünde çok iyi belirlenen, bir rolü oynar şekilde gösteriyor. O, başlanmış veya daha önceden tamamlanmış beşerî bir gayrete cevap olarak verilmiştir, ister ona yardım ve onu desteklemek için, ister daha verimli kılmak ve sonuçlandırmak için olsun, o, bu gayretin arkasından gelir. Nitekim Cenab-ı Hak, bu konuda bize şöyle buyurmaktadır: "Bizim yolumuzda (çalışıp aidişenler), mücadele edenleri muhakkak ki (doğru) yollarımıza iletiriz."[42] "Doğru yola iletilenlere gelince, Hak Teâlâ onların hidâyetini artırır, onlara (fenalıktan) sakınmanın (mükâfatını) verir.,"[43] "îman edip iyi işler işleyenleri Rableri, iman-lariyle hidâyete iletir."[44]Şu halde daima önce bizim tarafımızdan gelen bir şey vardır. Işığı almak için insanın onu istemeye başlaması ve ona açılması gerekir; o, ihtiyacını ona açıklamak, ellerini ona uzatmak ve ona doğru bazı adımlar atmak zorundadır. Peygamberimiz (s.a.v.) bize şöyle buyurur: "Yanımda mal olsaydı sizden esirgemezdim. Dilenmekten sakınmak isteyenleri Allah, iffetli ve temiz kılar. Halktan müstağni olmak isteyenleri de Allah zengin eder. Bir kimse sabretmek isterse Allah ona sabır verir. Hiçbir kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir şey verilmemiştir."[45]İlâhî yardım, böylece beşerî bir gayretle şartlandırılmış olduğundan, bu gayret değerini tamamen muhafaza eder; ve zaferi takip eden sulh ve sükun onun ecrinden hiçbir şey eksiltmez.Elbette Kur'ân-ı Kerim, bazı âyetlerinde şart ile şartlandırılmış olan şey arasındaki bu ilgiden söz etmez. Hatta bazen o, beşerî teşebbüse hiç bir telmihte bulunmaz ve seçkinlerin kâmil hidâyetinden bahsederken, onu doğrudan doğruya ilâhî lütuftan gelen karşılıksız bir ihsana bağlı olarak takdim etmektedir. Kur'ân'da bunu şöyle okumaktayız: "Hak Teâlâ her kimi doğru yola iletmek isterse onun gönlüne îslâmiyeti (kabul için) açar; her kimi sapıklıkta bırakmayı dilerse, onun gönlünü darlaştınr, kasvetleş-tirir, sıkıştırır ve bu adam zorla göğe çıkıyormuş gibi olur."[46]. Gerçek mü'minler "o kimselerdir ki, Allah imanı onların kalblerine yerleştirdi, onları kendi tarafından bir ruh ile (vahy ile) destekledi."[47], "imanlarını bir kat daha iman ile teyid için müminlerin kalbine itminan veren O idi" [48], "Hak Te-âla imanı size sevdirdi. Kalblerinizde onu süsledi (size hoş gösterdi), küfrü, fışkı, isyanı (hakikati tanımamayı, haddi aşıp taşmayı, karşı gelip itaatsiz olmayı) çirkin gösterdi" [49]Fakat bir şeyin zikrinin ihmâli, zarurî olarak onu inkâr etmek değildir. Söz konusu aynı âyetlerin bazüarıyle bu tutum hakkında hüküm vermek istersek, bu ilâhî lütuf, bu insanların daha önce ortaya koydukları1 güzel bir davranışı mükâfatlandırmaya yönelmiş gibi kabul ve itiraf olunur. "Hak Tealâ onların kalblerindekini bildi de onlara huzur ve itminan verdi."[50], "îmanlarım bir kat daha İman ile teyid için mü'minlerin kalbine itminan veren O idi."[51]. Şu halde burada takviyeye muhtaç bir iman, mükâfatlandırmaya elverişli duygular vardı.Tabiî biz, insanî amelin mutlak olarak birinci olduğunu iddia etmeye dek gitmeyiz. Çok açıktır ki bizim bedenî, psikolojik, sosyal varlığımız, tam anlamiyle ahlâkî varlığımızın önünde yer almaktadır. Ve bu ahlâkî varlığımızın içinde kuvve halinde mevcut imkânlar ondan daha önce gelmekte ve şuurlu faaliyeti hazırlamaktadırlar. Hatta biz, gayet istidatlı ruhlar için bir nevi ilâhî müsbet yardımın ve kötü eğilimlere karşı onları mukavemet konusunda büyük bir gayretten muaf tutan bir ilave gücün bulunduğunu söyleyeceğiz.Karşı nazariyenin delilini kesin olarak reddetmek için, biz bu son durum üzerinde duracağız.Şu halde nassların bu imtiyazı kasdettiğini, kendileri vasıtasıyla kazanılan bu gücün bir ölçüde onların iradî ve mücahedeci müdahalelerine bağlı olmadığını farzedelim. Ve Kur'ân'la beraber onların takva hususunda güzel istidâtlariyle "buna hakkiyle lâyık ve takva ehli olduklarını"[52] tamamen kabul ederek kesin olarak onların "Allah'ın inayet ve nimetine"[53] karşı borçlu oldukları hususunda da mutabakata varalım. O zaman bir soru ortaya çıkmaktadır: Öyleyse onların liyâkati için geriye ne kalıyor? Kur'ân-ı Kerim'in hiç bir övgü vasfını onlara yöneltmeyi esirgemediği hiç bir güzel va'din tahsisini onlar için ihmal etmediği vakıasını nasıl açıklarız?Gayretin ve kendiliğindenliğin tenakuzu işte burada gayet açık bir şekilde görülmektedir.Gayretin aslî ve kayıtsız şartsız değerinin taraftarları, belki görüşlerinin sertliğini yumuşatmak ve bize bir anlaşma teklif etmek isteyeceklerdir. Geri kalan öteki ihtiraslarla mücadele için bu gayretin kullanılabilir ve hareket halinde mevcut olması şartıyle, onlar bize uzaklaştırılmış bir arzu karşısında, gayretin yokluğunun ahlâküiği geçersiz kılmadığını, ancak son hadde, bütün kötü temayüller mağlup edilince, ahlâkîliğin vuku' bulmayacağını ve bu durumda yerini veliliğe bırakacağım söyleyeceklerdir.
Bu çözüm yolu bize pek tatmin edici görünmemektedir.Önce, naslar yalnızca bu mücadeleden tamamen veya kısmen muaf tutulmuş ruh arasında bir ayırım yapmamakta, bilâkis onlar en yüksek değeri, kendisi için bütün kötülüklerin bir iğrenme ve tiksinme mevzuu olduğu ruha izafe ediyormuş gibi görünmektedirler[54].Diğer taraftan yumuşatılmış olmasına rağmen yeni formül, eski formülü kurmuş olan aynı paradoksal prensipten ilham almaktan geri kalmamaktadır. Daima ruhun işlenmemiş tarafına bakılmaktadır: Ahlâkîlik ancak mücadele edilmesi gerekli şu veya bu kötülük var olduğu ölçüde bulunacaktır. Ahlâkîlik ve müdafaa gayreti aynı şey olmasa bile, birbirine sıkı sıkıya bağlı olacaklardır.Bizim çözümümüz tamamen başkadır.Bir taraftan biz nasslann küllî muhtevasını nasslara bırakıyoruz. Zaferin vüs'ati ne kadar geniş olursa olsun ve sebebi ne olursa olsun, onun Çok üstün bir mükâfatı, musallat olan kötülük isteklerine maruz bulunan ruha göre, kötülük eğilimlerinden kurtulmuş ruha verdiğini sanıyoruz.Mukavemetin güçlüğüne paralel olarak yürümek şöyle dursun, bu güçlük azaldıkça takdirimiz artmak zorundadır. Bizim için gerçek formül, değer ile mücadeleci gayretin zarureti arasında ters orantılı bir alâka kuran formül olacaktır; değer, bir ilerlemeye değil, fakat bu zaruretin bir azalmasına bağlı olacaktır.Fakat buna karşılık biz, bu başarının arkası sıra ahlâkîlik halkasını kapatmayız. Faaliyetlerimizin bir tek cephesiyle çakıştırmak yerine ona, ikincisi daha az değerli olmayan iki yönlü bir alan tahsis ediyoruz. Karanlığa karşı mücadeleden sonra, aydınlık için de mücâdele vardır. Bastırılmış olan her hırs, aşılmış bir engel, kaldırılmış bir boyunduruk, hürriyet ve verimliliğin daha yüksek bir derecesidir. İyi irade, kendini düşmanı tarafından gözle görülür bir biçimde engellenmiş bulmadığı ve mücâde-
Feci gayret mecbur edici olmayı bıraktığı andan itibaren, başka bir gayret kendim gösterir ve kabul ettirir. Yıkma ve düzeltme çalışmalarına tahsis edilmesi gerekli zaman ve güç, bundan böyle, daha kâmil bir şekilde fazla dağıtılmadan verimli ve yapıcı işlere tahsis edilmek üzere tasarruf edilmiş olacaktır. Bazen ahlâkîlik "insanın ihtiraslarına hakim olma sanatı" şeklinde tarif edilmiştir. Bu tarif eksiktir. Çünkü o, sadece menfî tarafı ve amelin en az değerli yönünü ifade etmektedir. Hatta biz, hazırlayıcı bir safhayı da ifade edeceğiz. Ahlâk, kelimenin tam anlamiyle, aynı zamanda ve bilhassa müsbet değerleri aktüelleştirmek için bir teşebbüstür. Onun ilk parolası "Kendini kötülükten sakın" değil, fakat "İyilik yap" parolasıdır. Nazarlarımızı gayemizden başka yana çevirmek isteyen düşmana karşı hücumumuzu yöneltmek zorunda kalışımız sadece arızîdir ve talihsizlik eseridir. Buna kânı olmak için, îslâmî emirlerin şu silsi-lei merâtibini okumak yeterlidir.Hz. Peygamber: "Her müslüman üzerine sadaka vermek vaciptir" buyurduğunda, Ashab "Eğer bulamazsa?" diye sordular. O, "Kendisi için ve başkasına yardımda bulunmak için çalışsın[55] buyurdu. O zaman Ashab: "Gücü yetmezse?" dediler. Peygamber: "Acil ihtiyacı olana yardımda bulunsun" diye cevap verdi. Ashab: "Bunu da yapmazsa?" diye sordular. O: "Hayrı (veya iyiliği) emretsin" diye cevap verdi. Ashab: "Bunu da yapmazsa" diye sordu. Peygamber bunun üzerine: "Öyleyse o, kendini serden korusun; çünkü bu onun için bir sadakadır" buyurdu.Zaten ahlâkı, bir yönü beden için olan, diğer yönü ruh için olan tıbba benzetmek beylik bir düşüncedir. Oysa hekimlik sanatının amacı sadece yeniden sıhhate kavuşturmak için vücudun marazı durumunu tedavi etmek değildir; o, aynı zamanda ve en iyi nitelikte sıhhati korumak ve geliştirmek için normal durumla da meşgul olur. Benzer bir görev, ruhların hekimliğine de tahsis edilmiş olmalıdır: Bu, asıl varlığımıza beslenme düzenini ve onun gelişmesine en uygun takip tarzını göstermelidir.Böylece, bertaraf edici gayretin üstünde yaratıcı gayret gelmektedir. Birinci karşısında Kur'ân'ın tavrını tayin ettikten sonra, şimdi ikinciyle olan durumu görmemiz gerekir.
Şimdi kötü eğilimlerimizin birinin veya çoğunun yahut hepsinin elenmiş olduğunu farz edelim. Böylece bir ilerleme gerçekleştirdik. Yabanî otlardan kurtuldukça amel alanımız işlenmeye daha elverişli hale gelir. Bununla birlikte, onun hemen hazır olduğuna inanmamak gerekir. Çünkü kötü bir eğilimi bertaraf etmek, zarurî olarak faydayı yaratmak demek değildir. Keza, kendi yetiştirmemiz karşısında bir tarafsızlık ve ilgisizlik durumunda kalmamız gerekir. Yabanî otları söküp attıktan sonra, bizim yeni tohumlar aramamız icâb eder. Bu hususta bitaraf bir tutumu benimsemek, bu da ahlâka cephe almaktır.Hatta, şimdi bizde çok belirgin bazı iyi temayüllerimizin birinci mevkii işgal ettiğini farzedelim. Hiç şüphesiz bu, bizi ahlâkîliğe daha yetenekli kılan yeni bir adımdır. Fakat biz, henüz onun kendi öz sahası üzerinde değiliz. Bu merhalede iyilik bize, arzu edilen veya tercih edilen olarak kendini göstermektedir. Eğilimler sahasmı terk etmedik. Oysa yönelmek ve istemek iki ayrı şeydir. Birinci ahlâkî amel, esas manasiyle istemektir. Yalnız genel düşüncelerin ihtiva ettiği bütün karışıklıklar ve belirsizliklerle kuşatılmış genel kavram olarak hayrı istemek değil, aynı zamanda keyfiyeti, kemiyeti, gayesi, vasıtaları, yeri ve zamanı konusunda belirlenmiş ve tayin edilmiş şu veya bu hayrı istemektir.
Fakat burada hangi anlamda enerjik amelden söz edilebilir? Pekâlâ, üç anlamda:îlkin enerjik amel, her şeyi oluruna bırakmayı reddederek benimsenmesi söz konusu olan bu müşahhas çözümün ciddî bir araştırılmasından ibarettir. Biz, kendimiz için irademizin mevzuunu tayin etme görevini, ne haricî tabiatm tasarruflarına, ne de dahilî yaratılışımızın hareketlerine bırakmak zorundayız. Bizim ahlâkî rolümüz, önümüzde veya bizde cereyan eden şeye seyirci olmak değildir. O, heyecanlarla veya en kuvvetli duygularla düşüncesiz olarak kendimizi sevketmeye terketmek de değildir. Tersine biz, kendimizi bâtını ve zahirî bütün verilerin üstünde tutmak ve mümkün bütün çözümlere yukarıdan bakarak açık ve ileriyi gören tercihimizi yapmak zorundayız. Gerçekten bu, nisbeten serbest ve bağımsız fail olarak beşerî şahsiyete düşen paydır. Hatta ona hiçbir değişiklik getirmeksizin öne sürülen şu veya bu çözümü seçmek suretiyle, onu doğrulayarak, şahsiyetimizin damgasını ona vurarak, kısacası onukendimize inal ederek, ahlaken amellerimizin faili denmeye lâyık oluyoruz. Bize özel ödevlerimizi hatırlatan nasların dışında, Kur'an-ı Kerim, diğer bütün ödevleri zımnen söyleyen bu genel ödevin önemini işaret etmekten geri kalmamıştır. O, amel etmek fiilini geçişsiz kullanarak doğrudan doğruya bizim gücümüze seslenmekte ve bu amaçla tekrar edilen nasihatları dile getirmektedir. O, bu konuda şöyle buyuruyor "Çalışın, yapın. Allah yaptığınızı görecek"[56]Hayırlı iş yapanlar için bu ne güzel bir nimet, ne mükemmel bir mükâfattır[57].
Tembel kadercilik, İslâmî ahlâkın bir numaralı düşmanıdır. Bu konuda iki büyük muhaddis tarafından rivayedilen aşağıdaki olayı örnek olarak vereceğiz. Bir cenaze defni esnasında Hz. Peygamber, kadere iman konusunda ashabına şöyle buyurur: "Sizden hiç biriniz yoktur ki, cennet ve cehennemde oturacağı yer yazılmamış olsun". "Ashab: "Ey Allah'ın Resulü! O halde niçin çalışıyoruz? Tevekkül etmeyelim mi?" dediler. "Hayır! Çalışın, zira herkese, ne maksatla yaratıldıysa, onun için ifâsı kolaylaştırıhr[58] buyurdu. Sonra Resûlullah, cevabını desteklemek için, Kur'ân'dan şu mealdeki âyetleri okudu: "Her kim (malım verir, (fenalıktan) sakınır ve en iyiye inanırsa ona en kolay akıbeti kolaylaştırırız. Cimri olan, kendisini (Allah'tan) müstağni sayan ve en iyiyi yalan sayana da, güçlüğe giden yolu kolaylaştırırız[59].Gayretin bu mukaddimat kabilinden olan derecesi, ahlâkîlik için mutlak olarak zorunludur, o onun ruhunu ve cevherini teşkil eder. Doğrudan doğruya bundan daha aşağı derecede yer alan ise, insanın haysiyetinden vazgeçirir ve el çektirir. Peygamberin eşsiz bir tabirini kullanmamız gerekirse, biz bu pek basit derecenin yokluğunun yalnız bir zayıflık vasfı değil, aynı zamanda gerçek bir "acizlik" vasfını taşıdığını söyleriz[60].Fakat yaratıcı gayretin ikinci bir anlamı daha vardır. Bu, yalnız iradî herhangi bir seçimden ibaret değil, aynı zamanda iyi bir seçimden ibarettir. Hiç şüphesiz, eğer faraza araştırmamız, daha önceden hayra doğru yöneltilmişse, elde edilen bütün çözümler, bize iyi görünecektir. Bununla birlikte bir hayrı hedef alan her şey, zorunlu olarak bizatihi iyi değildir. Gayenin meşruluğu, vasıtalarmmkini muaf ve müstesna tutmaz. Gözönünde bulundurulan çözümün kabul edilmesi için, onun hayh hedef alması yetmez, bununla birlikte bizzat kendi yapısında, dinden ilham alması ve onun kurallarına uygun düşmesi gerekir. Gerçekten, iyi diye vasıflanmış olması için falan hal tarzı ziyadesiyle tatmin edici, filan başkası da daha az tatmin edici olabilir.Sadaka misâlini ele alalım: Kelime genel anlamı üzere bırakıldığı sürece, bütün vicdanlar için hiç bir şey ondan ne daha açık, ne de daha umûmîdir. Fakat bu yükümlülüğü müşahhas olarak yerine getirmek için, herkesin yapmak istediğini açıklamak durumuna gelmesi anmdan itibaren, en çelişkili tarifler içine düşüyoruz. Tasadduk edenlerin cömertliğine göre, fakirlere vermek isteyecekleri malî yardım, basit bir sadakadan bütün bir servetin bağışlanmasına kadar sonsuz derecede değişebilir. Oysa, en azından İslâmî bakımdan söylenirse ahlâkî kanun, olayları düzensizlik içinde cereyan ettiği gibi bırakmamıştır. O bir ölçü kurmuş ve sınırlar koymuştur. O, bir taraftan asgari olarak kabule değer, nakdî servetin % 2 Y2' ini, mahsûlün (sulama tarzına göre) % 5 veya % 10'unu senelik bir yardım olarak tesbit etmiştir. Diğer taraftan o, kişinin son vasiyeti sırasında meşru mirasçılarının dışında istediği kimseye toplam servetinin azamî üçte birini vermeye hakkı olduğuna hudud tayin etmiştir. Mü'minin ödevi şöyle belirtilmiştir: Haram kılman iki aşın uçtan sakınmak. Ne icâb eden asgarînin altında bir miktarla yetinmek, ne de mubah kılman azamîyi aşmaktır.Burada kemmiyete müteallik mülâhazalar; başka yerde keyfiyetle, gaye ile, zamanla, mekânla, v.s. ile ilgili mülâhazalar. îslâm ahlâkının iyi bir seçim olarak mülâhaza edebildiği şeyi meydana getirmek için, böyle bir çok yapısal veya ahvâle müteallik şartları yerine getirmek gerekmektedir. İçinde bu aslî unsurlardan birinin eksik olduğu amel, derhal düzensizlik alanına düşer.Belki bu düzenler içinde ferdî vicdanlar üzerinde, onların irade-i cüz'iyyelerine hiç bir şey bırakmayan bazı tecavüzler bulunacaktır. Arkasından biz, bu seçime bırakılmış olan serbestliği göreceğiz. Fakat, kabul edilebilir asgarî sınırlı çerçevesini aşmaksızm, kuralın her problemi çözmediğini ve hiç bir zaman her şeyi çözemeyeceğini fark etmek zor değildir. Böylece aynı misâli tekrar ele alacak olursak, bilhassa mal olarak bir bağış söz konusu olduğu zaman, bize, gerçekten bizim yardımımıza hakkı olan şahısları, onlara verme tarzını (meselâ alenî veya gizli) seçmekten ve bağışımızın keyfiyetine riâyet etmekten başka şey kalmamaktadır. Kisacası, müşahhas tecrübe içine inildikçe, sıkı ödevin dışına çıkmaksızın, daima seçimimizle ilgili bir alternatif karşımıza çıkmaktadır.Nihayet gayretin üçüncü derecesini inceleyelim. Ahlâkî bir problemi çözmek için, olduğu gibi hepsi iyi ve kendini kabul ettirmiş birçok çözümler, bize kendini gösterdiği zaman, çoğu kez hepsinin eşit derecede iyi olmadığı vâkidir. Onların içlerinde mukaddimat kabilinden olan ödevin şartlarını tam olarak yerine getirenler vardır; yine onların içinde az çok övgüye değer olan başkaları vardır. îşte, üçüncü derecesinde yaratıcı gayret, daha iyinin aranışmdan ibarettir. Kur'ân ahlâkı tarafından bu daha iyinin aranışı, kısaca iyinin aranışı kadar mecbur tutulmuş mudur? Bu soruya olumsuz cevap vermemiz imkânsızdır. Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, mü'minleri bu çeşit gayrete devamlı teşvik ve davet etmektedir. O şöyle buyurur: "O kullarımı müjdele ki sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Allah'ın hidâyet ettikleri bunlardır, tam akıllı insanlar da bunlardır[61]"Rabbiniz tarafından indirilen en güzel söze, bu Kur'ân'a, siz farkında olmadan azabın birden bire gelmesinden evvel tabî olun.[62]Fakat sizi, verdiği kanunla denemek diledi. O halde hayır yolunda koşuşun.[63]ileri gelenlerse, herkesi geçenlerdir. Allah'a yakın olanlar onlardır[64]Bu âyetler şöyle demek istiyor gibi görünüyor: yeryüzünde ahlâkı üstünlüğe sahip olanlar, Cennete ilk kabul edilenler olacaklardır. Nihayet Peygamberin sahih hadisleri içinde şu güzel formülü okumaktayız: "Allah... ahlâk üstünlüklerini sever, ahlaken aşağılığı sevmez.[65]
Bu fikirler dizisinde pek meşhur târihî bir vakıa ile bize verilmiş müşahhas bir misal vardır. Yalnız müslümanları memleketlerini terk etmeye mecbur bırakmış, mallarına ve terk edilen evlerine elkoymuş olanlardan değil, aynı zamanda Hicrete gücü yetmemiş zayıflara zulme devam etmiş Mekke'li müşriklerden Hz. Peygamber ve Ashabının ilk olarak öçlerini alma kararını hangi şartlarda aldıkları bilinmektedir. Medine'ye hicret etmiş müslümanlara, Mekke'de engellenmiş kardeşlerini kurtarmak ve mütecavizlerin gururunu kırmak için iki yol kendini göstermişti: Ya Suriye'den dönüşünde bu mütecavizlerin ticaret kervanına taarruz etmek veya ansızın sayıca üç misli üstün ve çok daha iyi silahlı ve daha önceden üzerlerine ilerlemekte olan askerî birliklerini karşılamaya gitmek. Ashabıyla istişarede bulunan Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah, bana sizin seçeceğiniz iki gruptan birine muzaffer olacağınızı va'det-ti." Genel temayül, ilkin en az tehlikeli ve en çok yararlı çözümün lehine belirdi. Oysaki Allah, hak ile batıl arasındaki ihtilâfı çabuk ve kesin bir çözüme bağlamak için en tesirli ve en şerefli olanı istedi ve bu oldu[66].Öyleyse Kur'ân-ı Kerim, ameller silsüe-i meratibinde, mü'minleri en yüksek ve en tesirli olanı araştırmaya teşvik etmektedir.Şimdi ortaya çıkan soru şöyledir: Hangi noktaya kadar bu yüksek gayret bizden istenilebilir? O, önce geçen iki dereceyle ayni sertlikte midir?Üstün bir değer söz konusu olduğu zaman ve onu korumak için insanın önünde bütün gücüyle mücadele etmekten ve bütün kaynaklarını tüketmekten başka vasıta olmadığı zaman, şüphesiz evet. Gördüğümüz üzere, imanm en büyük delili serbestçe razı olunan fedakârlık ve kendini aşan değer için hayatını bile vermektir.Fakat, normal şartlar içerisinde onun bütün şiddet ve inceliğiyle müs-bet cevap verilebilir mi? Bunu zannetmiyoruz. Herşeyden önce bu, ahlâkî takdirlerimizde derece kavramını ortadan kaldırmak olacaktır. Amel alanı o kadar dar duruma gelecek ki, ancak yerini fazla veya noksan hiç farklı olmadan tek bir amele bırakacaktır. Tükenmenin aşağısında bazı noktalarda duracak olan cömert gayret, herhangi bir tembel, zayıf veya orta bir amel derecesinde ahlaksızlıkla damgalanacaktır. Daha da âlâsı. Bizzat fazilet, ancak efsane aleminde mevcut bulunan hayâlı bir kavram olacaktır. Çünkü, eğer bizim mümkün en iyi dediğimiz, insanî gücün bu en son haddi ise, o kaçınılmaz olarak, insanüstü veya daha ziyade insanî olmayanla birbirine karışacaktır. İnsanın bütün gücünü kullanmış olmaktan emin olmak için, tek delil, kendini harcarken intihar etmek olacaktır. Böyle bir faraziyenin ise hangi saçmalığa sürükleyebileceği pek âlâ görülmektedir.Kur'ân'm tutumu, bundan tamamen başkadır.Bir taraftan o, aşırı hırs ile vasatî gayret arasına, kemâl kavramını koymaktadır.Diğer taraftan o, insanları tamamen daha iyiyi aramaya teşvik ederken gerekçesini göstermekte ve en zayıfından en kuvvetlisine kadar bütün dürüst insanları lütfü ile Örtmektedir. Böylece mallarını ve nefsini feda eden mücâhid ile arkada kalan kimse arasındaki mesafeyi hesapladıktan sonra ve mücâhidin üstünlüğünü bildirdikten sonra hemen şu ihtiya-di getirmektedir: "Bununla beraber Allah, hepsine iyilik vadetti ve mücâhitleri, geride kalanlara karşı büyük mükâfaatiyîe, katından ihsan olunan derecelerle, yarlığaması ve esirgemesiyle üstün kıldı.[67] Yani birinin güç şartlar içinde yaptığı teşebbüs ve diğerinin ancak sonradan güçlükler iyice azaldığı zaman gelmesi, iki infak edici arasındaki aynı mukayese ve aynı takdirdir[68]. Buradan Peygamberin şu terimlerle ifade ettiği genel bir kanun doğmaktadır: "Kuvvetli mü'min, Allah'a zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevgilidir. Bununla beraber mü'minin hepsinde hayır vardır.[69] Ve bu tam değişikliğin nedeni kolayca anlaşılmaktadır. Az önce gücün toptan yokluğu ve kendini fazlasiyle bir gevşekliğe salıverme söz konusu olduğu zaman, yasaklama açık ve kmama sert idi. Nitekim burada cüz'i bir kötülük, nisbeten basit bir zayıflık söz konusu olduğundan, müsamaha meşru ve yerinde olarak tezahür etmektedir.Sayısız naslar içine girmiş olan bu derecelenme prensibi, müslüman ahlâkçıları ve fıkıhçıları, onlardan her birine başlıca iki sınıf tesis edecek şekilde, hayır ve şer kavramlarını derecelendirmeye götürmüştür. Böylece iyi amelin, ya kesin olarak zorunlu veya sadece müreccah ve memduh olması mümkündür. Tersine kötü amel, ya kesinlikle yasak veya sadece az muteber ve gayr-i müstehab olacaktır.Şimdi biz, ortaya konan meseleye cevap verecek durumdayız.Umumiyetle kabul edilen bu ıstılahâtı kullanırken, biz önce diyoruz ki mümkün bir iyinin aranışı, her ödev için belirlenmiş belli bir bölgeyi aştığı ve kesinlikle mecburî olarak düşünüldüğü andan itibaren bizzat nafile iyilik kategorisine girer. Islâmın temel ödevleri konusunda bilgi almak için Özellikle gelen bedevî'nin vakıası bilinmektedir. O, bu hususlarda bilgi aldıktan sonra: "Allah'a yemin ederim ki bu söylediğini ne fazlalaştırırım ne de eksiltirim" diyerek ayrıldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Eğer o verdiği sözlerini yerine getirirse, felaha erecektir[70] buyurdu.Diğer taraftan biz, burada daha iyi kelimesinin en üstünlük derecesi anlamında değil, bilâkis mukayese anlamında alınmış olması gerektiğini söylüyoruz. Doğrudan doğruya dikkatle çalışmaya davet edilen herkesin gayret seviyesi, en son derece değil, bilâkis kelimenin dar manasiyle ödevin üstünde yer alan bütün sahadır. Herkesin rekabeti için oldukça geniş olan bu sahada, herkes tasarruf nisabına göre ve ödevlerinin geri kalanıyle ahenk içinde tedricen bir dereceden diğer dereceye yükselmeye teşvik edilmiştir.
Bu çift yönlü mülâhaza, kendine göre bu ahlâkın merhametli vasfını ortaya çıkarmaya yardım etmekten geri kalmamaktadır. O, daha yukarıda işaret ettiğimizin dışında ona yeni bir veçhe katmaktadır.[71]Söylediklerimizi özetleyelim: Kelimenin tam anlamıyle yaratıcı gayreti meydana getiren üç unsur şunlardır: İradî bir seçim, iyi bir seçim, daim iyi bir seçim. Birincisi genel olarak ahlâkın ruhunu oluşturmakta; ikincisi, özel ahlâklardan her birine, her biriyle ilgili kurallarının mülâhazasiyle, kendine has farkı sağlamakta; nihayet üçüncüsü, ilk ikisinin amelini tamamlamak ve kemâle erdirmek için gelmektedir.Eğer ahlâk sistemlerinin çoğu, ödev veya hayır olan tek bir prensip üzerine dayanıyorsa, bu durumda Kur'ânî ahlâk, hem ödev ahlâkı, hem hayır ahlâkıdır. Gayreti, kelimenin tam anlamında insanın elinin erişebileceği yerde olduğunu farzedersek, bu ahlâk ancak ilk iki dereceler karşısında uzlaşmaz görülür. Üstün derece için, onun gereği, teşvik ve cesaretlendirme olur.Şimdi yaratıcı gayretin bu üç merhalesine, tedricî bir ahlâkî değerler ıskalasını tekabül ettirmenin nasıl mümkün olduğu görülmektedir. Bertaraf edici gayret konusunda, yanlışlığını ortaya koyduğumuz (gayretin yoğunluğu ile değerdeki gelişme arasında) paralelizmi isteyerek üretici gayrete veriyoruz. Fakat bu sonuncunun artması, tabiî birincinin meşru azalması yoluyla desteklenmiş olduğundan, iki neticemiz birbirine uymakta ve karşılıklı olarak doğrulanmaktadır. Onlar, temelde bir ve aynı gerçeğin iki ifadesinden başka bir şey değildirler.Bu kavramın faidesi, belli sayıda problemlerin çözümünde bize yardım etmeO, ilkin bize, "her ahlâkî değerin şartı olan gayret" doktrinimn meşru ihtimamını tatmine izin vermektedir. Hakikaten bu tez, doğriila: ımasim bu duyguda bulmakta, bu duygu gereğince vicdanımız, amellerinin bir başarısı olmayan şeyin sevabını sâlih kimselere vermekten kendini rahatsız hissetmektedir. Onun müdâfaa ettiği prensip, mükemmeldir; yalnız o, onu kötü ve tek taraftan uygular. O, bir tarafın eksiğinin ötesindeki diğer tarafın fazlasiyle dengelendiğini görmez[72]. Gerçekten, velînin gayretinin hedefi, fahiş hatalardan sakınmak ve ahlâkın zemin katına düşmekten kendini korumak olmadığı gibi, kemâlin herhangi bir derecesinde durmaktan sakınmak da değil, yüksek katlarda daima daha yükseğe yükselmektir. Velîlerin ahlâkı bir harp değildir; o daha ziyade, ilerleme ve gelişme içinde mücadeleyi ihtiva eden hayatın her şeyi ile bir hayattır. Bundan dolayı, dinlenmelerinin kısa fasılaları esnasında, onlar işe yeniden başlamaya çağrıldıklarını hissederler. Bu derû-nî davet, Kur'ân-ı Kerim' de Hz. Peygambere kesin bir çağrı şekline bürünmektedir: "Öyleyse (dünya işlerinden) serbest kalınca ibâdete koyul, çalış, uğraş ve yalnız Rabbine yaklaş.[73]Böylece herhangi bir yaratığın, kesinlikle mücadeleden muaf tutulmuş olması şöyle dursun, gayretlerini göstermek için temiz ruhlar önünde daha geniş bir ufkun sonsuz olarak nasıl açıldığını görüyoruz. Kanuna zıt eğilimlere karşı artık mukavemet etmek zorunda kalmmasa bile, yüksek semâlarda gitgide uçmak için daima maddenin atâletini yenmek, tabiatın ağırlığına galip gelmek zorunda olunacaktır.Buradan yepyeni ve görünüşte paradoksal şu sonuç doğar: Kutsallığı ahlâkın dışına koymak yerine, bilâkis o, en üstün ahlâkîlik olacaktır. Ve Kur'ân'm nokta-i nazarının böyle olduğunu sanıyoruz; çünkü o, peygambere hitaben şöyle buyurur: "Sen en yüksek ahlâk üzeresin.[74]Aynı prensibin ışığı altında çözülebilecek olan ikinci problem, velayetin de, sırasında dereceleri kapsayıp kapsamadığını bilmek meselesidir. Kelimenin geniş anlamiyle, bütün derecelerin kemâl çerçevesi içinde dahil olması şartıyle, olumlu cevap vermemize bize engel olan hiç bir şey yoktur. Bu nokta üzerinde Kur'ân'm tutumu çok nettir. Onun beyanlanndan işte bazıları şunlardır: "Resullerinin bazılarım bazılarına üstün kıldık.[75]Nebilerin bazısını bazısına üstün kıldık.[76]Bununla beraber, burada herhangi bir bakımdan benzemesine rağmen, birbirinden çok farklı iki kavramı karıştırmamaya dikkat etmeliyiz: En az mükemmel ve kusurlu. Çoğu kez akıl, bu iki kavramın birinden diğerine doğru kendiliğinden kayar ve daha mükemmel biriyle mukayese ederek, böylece kâmil bir kimseyi küçümsemeye kadar gider. îslâm Peygamberi, Peygamberlerle ilgili olarak[77] bu kötü tutuma karşı bizi uyarmaya çok büyük bir itina göstermiştir. Ve Kur'ân-ı Kerim, şu iman rüknünü müslümanın ağzından dile getirdiği zaman "Allah'ın Peygamberlerini biribirinden ayırdetmeyiz"[78]bu nefy, yalnız İman işiyle ilgili bir farka dayanmak zorunda değil "bazılarına inanır, bazılarına inanmayız" diye başka âyetlerin ifade ettiği gibi: IV, 149-150); aynı zamanda bazılarına verilen ve diğerlerine verilmeyen bir itibar ile kendini gösteren her farka dayanmak zorundadır. Bundan dolayı sanırız ki, kronolojik sıra takip etmediği zaman, Kur'ân-ı Kerim, Peygamberlerin zikrinde belirli hiç bir sıra takip etmez. Öyle ki, aynı gruba ait olan aynı isim, bu listede her zaman aynı yerde bulunmamaktadır. Kanaatimizce, çok değişik tertiplerde onları zikrederken, onlar arasında herhangi birine karşı uygun olmayan bir tutuma fırsat verilebileceği endişesi ile, iyice yerleşmiş bir değer silsile-i meratibinden yanılmayı kesinlikle uzaklaştırmak söz konusudur.Keza başka bir problem, velayet ve nübüvvetin, ma'siyet ile bağdaşıp bağdaşmadığını bilmek meselesidir.Bu soruya, kelimelerle verilen tariflere göre, Evet veya Hayır diye cevap verilebilir.Eğer ma'siyet kelimesi, kasdedilen bir itaatsizlikten ibaret olan alışılmış manasında anlaşılırsa, hiç şüphe yok ki, Tanrı'mn bize yol göstermekle görevlendirdiği şahıslar için söz konusu olamaz. Hukuken olduğu gibi fiilen de bu şahısların ahlaken muafiyetleri, çok basit bir sebepten dolayı, şüpheden uzak olmalıdır. Bu demektir ki biz, kıyas yoluyla onların yolundan gitmek zorundayız. O takdirde onların içine düşmüş olacakları masi-yet, bize bir ödev olarak görünecek ve artık masiyet olmayacaktır. Halka karşı dinî görevi olmayan seçkin kimselere gelince, hukuken onların günah ve kabahatten masuniyetleri, daha az kesin olmakla birlikte, bununla beraber bu masuniyet, genellikle vakıa olarak mevcuttur. Eğer vicdanlarının normal çalışması bir süre için engellenerek unutma veya dalgınlıkla kazara onların günah işledikleri vakî olursa da -ki bu ancak istisnaî hallerde olabilir- ancak onlar bundan çok çabuk döneceklerdir[79].Eğer masiyet kelimesi değerler birikimi içinde, ancak küçük bir gecikme, geçici bir durmayı belirleyen ince bir anlamda alınırsa, o başka türlü olacaktır. Bu anlamda masiyet, gerçekte başka bir çözüm, öncekinden daha fazla iyi ve mükemmel olduğu halde, velinin gözüne iyi ya da çok iyi görünen bir çözümü benimsemekten ibarettir. Bu son çözüm, ona daha sonra kendini gösterdiği zaman, onun hissettiği pişmanlık ve vicdan azabı, bu takdirde dürüst insanın büyük bir günah işlemiş olduktan sonra duyduklarına denk olur. Kur'ân-i Kerim'in zaman zaman Peygamberlere isnad ettiği ve ondan bizzat İslâm Peygamberinin de muaf tutulmadığı "itaatsizlik[80]haksızlık[81],günah[82] gibi deyimleri, müfessirler bu manada açıklamaktadırlar. İnsanların umûmuna uygulanmış olan, en lanetlenmiş günahları belirleyen bütün bu deyimler, burada çok hafifletilmiş bir anlamı haizdirler. Bir unutma[83], bir yanılma[84] ya da tabiî bir refleks[85] gibi, halkın gözünde önemsiz olan bütün şeyler, seçkinlerin vicdanında bir nevi büyük öneme maruz kalmaktadırlar. "Soyluluğun yükümlülük altında bıraktığı" daima haklı olarak söylenmiştir. Gerçekten Kur'ân-ı Kerim, büyük günahlardan sakınmak için mücadele edenlere göre, küçük günahlar Allah'ın rah-metiyle[86] bağışlanabilir olduğu halde, büyüklerin günahlarının diğerlerin-kinden[87] iki kat fazla takdir edildiğini bize haber vermektedir.Böylece her nezâket derecesinin kendine mahsus icabâtı; ve tam kemâle erişmek için sonsuzca gelişme vardır.Gerçekten büyük velilerde, olağan davranışlarında çok arzuladıkları yüce mevkiinin altında gibi kendilerini kabul ettikleri sık sık görülen bir vakıadır. Geleceğe göre hali hazırları nasılsa hali hazıra göre de geçmişleri, ancak devamlı bir gelişmenin merhalelerinden olduğundan, önceki her durum, kendisini takip edene kıyasla onlara gerçek bir haya olarak kendini gösterecektir. îşte bir çok müfessir, şöyle buyuran Kur'ân-ı Kerim ayetini bu anlamda yorumlamaktadırlar: "Elbette gelecek, senin için (Ey Peygamber) şimdikinden daha hayırlı olacak.[88] Aynı şekilde onlara göre, Peygamberin dua için gösterdiği ihtimam ve günde ısrarla Allah'tan af dilemesi de bunu ifade etmektedir[89].Bundan önceki bahiste, bertaraf edici ve fethedid çift yönlü veçhesi altında gayretin Kur'ânî kavramını tetkik ettik. Şu veya bu şekil altında ve bütün derecelerde gayretin, ister kötülüğü uzaklaştırmak için, ister hayrı yerine getirmek için, isterse kemâle erişmek için ahlâkî hayatın nasıl vazgeçilmez bir vasıtası olduğunu gördük. Mücadele, hayatı muhafaza için olduğu kadar, fazileti kazanmak için de insana şarttır[90]. Fakat, buraya kadar bizim incelememiz, her şeyden önce gayretin derûnî kısmı üzerinde olmuştur. Şimdi onu hissedilir şekli altında mülâhaza etmemiz gerekir. Şu halde Kur'ân-ı Kerim'e göre, fizikî gayretin ahlâkî değeri nedir?
Herşeyden önce işaret edelim ki, bizzat bedenimize çarptırılan cezayı bizatihi kendisi için elde edilmiş olmaya lâyık bir değer veya ruhun kurtuluşu ile ilgili bir disiplin gibi gören bir ahlâk mevcutsa, bu elbette Kur'ân ahlâkı değildir. Bu ahlâk bedenî cezayı emretmek şöyle dursun, kasden onun araştırılmasını dahi kabul etmez. O, daha önceden tesis edilen veya tabî şekilde kendisiyle beraber bulunan bir ödevle tazammun edilmiş bedenî bir gayret ile hayalimizin saf bir yaratışı olan tahrik edilmiş bir gayret arasında kesin bir ayrım yapmaktadır.O, bu son tür gayreti reddeder ve yasaklar.Memduh ibadette bulunmaya inanarak muhtelif mahrumiyet ve eziyet çeşitlerini kendileri için bir kural olarak koyan ilk mü'minler topluluğunun vakıası bilinmektedir. Kur'ân-ı Kerim, onların kendilerinden aldıkları kararı aşırılıkla ve kanuna aykırı davranmakla[91] suçlayarak imâda bulunmakta ve onun ayrıntıları hadîslerde zikredilmiş bulunmaktadır. Hz. Peygamberin ashabından birkaç kişi Peygamberin zevcelerine onun gizlice yaptığı ibadetini sormuşlar. Sonunda bunlardan biri: "Ben kadınlarla evlenmeyeceğim", diğeri: Ben et yemeyeceğim", üçüncüsü: "Ben yatakta uyumayacağım" demiş. Allah'ın Resulü, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra onların taşanlarına cevap olarak şöyle buyurdu: "Bazı kimselere ne oluyor ki, şöyle şöyle demişler. Fakat ben hem namaz kılar, hem uyurum. Hem oruç tutar, hem tutmam. Kadınlarla da evlenirim. Öyleyse kim benim sünnetime yüz çevirirse benden değildir.[92]Aşağıdaki vakıa, bize başka bir misâl vermektedir. Bir gün Hz. Peygamber, uzakta bir adamın güneşte, ayakta durduğunu farkettiği zaman şöyle bir hitabede bulunmuştu: "O adamın orada ne işi var?" diye Resû-lüllah yanındakilere sordu. Orada bulunan dinleyiciler de: "O, kendi kendine, hiç konuşmamaya, oturmamaya, güneşten kendini korumamaya ve oruç tutmaya yemin etti" şeklinde cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamber: "Gidin, ona konuşmasını, oturmasını, güneşten kendini korumasını, fakat orucuna devam etmesini söyleyin[93]buyurdu.Bundan açıkça İslâmda bedenî gayretin, muhtevasından ayrı olarak değere sahip olamayacağı sonucu çıkmaz mı?İşte bunun için, karşılık olarak ödevin yerine getirilmesinin, genellikle cismânî herhangi bir meşakkati bulunmadığı zaman, Kur'ân ve hadîs, çeşitli şekiller altında gayretimizi ısrarla istemeye devam eder:Hayatımızı kazanmak için gayret[94]. Tasadduk edecek şeyi kazanmak için gayret[95].Mevsimlere ve hava değişikliklerine aldırmadan farz kılman zamanda, ilâhî ibadeti yerine getirmek için gayret. Binaenaleyh şu veya bu tarzda, namaz, harp boyunca[96] da olsa vaktinde edâ edilmelidir[97]; oruç en kısa günlerde olduğu gibi, en uzun günlerde de tutulmalıdır98; fari olan hac, belli bir mevsime raslar[98]. îslâmdan önce, bu ibadeti, yılda bir olan panayırdaki ticaret hayatı ile aynı zamana getirmek için, nesî (ilave) ismi verilen bir fark ameliyesi ile, onun ilkbaharda tesbit edildiği bilinmektedir. Oysa ki Kur'ân-ı Kerim, onun sırayla bütün mevsimlerden geçmesini sağlayan muayyen kamerî tarihini tesis ederken (veya daha çok yeniden tesis ederken) bu adeti ortadan kaldırmıştır[99].Nihayet kutsal hakikati müdafaa için gayret. Ve işte burada davet, daha sık sık ve daha etkili duruma gelmektedir. "Ey iman edenler. Size ne oldu ki, "haydi çıkın, Allah yolunda muharebe var" denildikte (yılgınlık göstererek olduğunuz) yere yapışıp kalıyorsunuz. Siz, ahirete bedel dünya hayatına mı kanaat ettiniz? Dünya hayatının zevki, faydası, ahirete nisbetle pek cüz'îâir. Gazaya çık-mazsanız Allah sizi acıklı azaba uğratır. Yerinize sizden başka bir kavmi getirir. Siz ona asla zarar veremezsiniz. Hak Tealâ, her şeye hakkıyle kadirdir. Siz (Peygambere) yardım etmezseniz kâfirler onu (yurdundan) çıkardıkları iki kişinin birisi olarak mağarada bulunduğu ve arkadaşına: "(Korkma), kederlenme. Allah bizimledir" dediği zaman Allah ona yardım etmiş, onun (kalbine) huzur ve itminan yağdırmış, onu sizin görmediğiniz askerlerle desteklemiş, kâfir olanların sözünü alçalttıkça alçaltmış; Allah'ın sözünü yükselttikçe yükseltmişti. Zaten Allah, (her maniayı söküp atmaya kadir olan) Azizdir ve her işi tedbirle yapan Hakimdir. Haydi, Allah yoluna ağırlıklı, ağırlıksız çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın; bilseniz, bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır. Kazanç kolay, yol yakın olsaydı, onlar hemen sana (Ey Peygamber), tabî olurlardı. Fakat zahmetle gidilecek yol onlara uzak geldi. Onlar Allah namına yemin edecekler, "gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber çıkardık" diyecekler. Bunlar kendi öz canlarını helak ediyorlar. Allah onların yalancı olduklarını biliyor[100]"(Muharebeye çıkmayarak) geride kalanlar Resûlüllahın gitmesinden sonra evlerinde oturduklarından sevindiler ve Allah yolunda mallarıyle, canlarıyla savaşmak istemediler. "Sıcakta gazaya çıkmayınız" dediler. De ki; bilseler cehennem ateşinin sıcağı daha çok şiddetlidir.[101] Medine halkı ile civarındaki bedevilerin, Allah ile Peygamberinden geri kalmaları kendi nefislerini onun nefsine üstün tutarak birşey istemeleri yaraşmaz. Çünkü onlara Allah yolunda erişecek susuzluk, yorgunluk, açlık, yahut onların kâfirleri kızdıracak surette bir yere ayak basmaları veya bir düşmanı yenmeleri gibi hal ve hareketler yoktur ki, karşılığında onlara iyi bir amel yazılmasın.[102]Bu enerjik mücadele ruhu, bize sadece buyruğun tekrarlanmış icabâtı arasında bile görünmemektedir. O, yankısını, ilk müslümanlarm Peygamberin huzurunda bîat ettikleri formül içinde bulmaktadır: "Biz, Resûlüllah (S.A.V.)'a darlıkta, varlıkta, sevinçli ve üzüntülü zamanlarımızda, bize tercih yapıldığında dinleyip itaat etmeye, emirlik hususunda ehil olanla niza' etmemeye ve nerede olursak hakkı söyleyeceğimize, Allah hakkında hiç bir kmayıcmm kınamasından korkmayacağımıza bey'at ettik.[103]Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Cihâdın en üstünü, zâlim sultan katında bile olsa gerçeği söylemektir.[104]Fakat biz, bedenî gayretin, ödev tarafından hedeflenen hayırla sahip olabildiği aşağı yukarı sıkı ilişkisine göre, bu gayretin değeri ne kadar değiştirdiğini birkaç örnekle göstermenin faydalı olduğuna inanıyoruz. Gerçekte bu ilişkinin kimi kez ödevin esas veçhesiyle ayniyete kadar gittiğini, kimi kez amelin aşağı yukarı ikinci derecede önemli veçhesiyle çakıştığını, kimi kez basit bir benzerlik ilişkisine indirgendiğini göreceğiz. İşte üç örnek:
Denizde boğulan bir kimsenin hayatını kurtarmak veya bir yetimin hayatını korumak gerektiğini söylediğimiz zaman; netice itibariyle insanî hayatı kurtarmak söz konusu olduğu, orada Kur'ân-ı Kerim'in, tek bir insanın kazanılmış hayatmın "bütün insanların hayatı[105]ile bir tuttuğu zaman, bu durumlarda tam olarak ödevimiz nedir? Hiç şüphesiz yapmak zorunda olduğumuz şey, bu hayatların fiilî temdidini elde etmek değildir; çünkü, bu hedef edinilen gerçek hayır olmasına rağmen, bu nihaî neticenin üzerinde doğrudan hiç bir etkimiz yoktur. Bizim ödevi-miz, bizim tasarrufumuzda olan yolla kendimizi bu gayeye doğru götürmektir. Oysa ki sahip olduğumuz tek yol, melekelerimizi harekete getirmekten ve onları bu amaç istikâmetinde yöneltmekten başka bir şey değildir.Aslında bu belli amelleri uygulamak ve belli gayretleri yapmaktır: Zihni gayret, ondaki vasıtayı keşfetmek içindir; iyi iradenin atyâkî gayreti bu vasıtayı kullanmaya karar vermek içindir; (meselâ kendimizi yüzmeye atarken) kaslarla ilgili gayret, kararımızı gerçekleştirmek içindir. Birbiri üzerine yukarıya çıkan bütün bu basamaklardan, bizi tasarlanan hayır seviyesine ulaştıran sonuncusudur. O, büyük bir fedakarlıkla, en çok dikkat çeken hadise olduğu gibi, aynı zamanda onun en yakın sebebidir. Burada bedenî gayret, görüldüğü üzere, onsuz görevimizin açıkça noksan kalacağı temel bir kısımdır.
Allah'a saf düşünce vasıtasıyle hitâb etmek, mü'minin ruhu için, büyük bir teselli olmaz mı? Fakat bu düşünceyi ifade eden dil, onun üzerinde etkisiz değildir. O, onu sabit kılar, aydınlatır ve güçlendirir. Fikrin içinde dile geldiği bedenin mütevazı bir tutumu, onun için aynı zamanda bir çerçeve ve bir gıdadır. Ve eğer ancak, yüksek bir şahsiyete karşı ziyarette bulunmadan önce alman hazırlıklara benzer bazı hazırlıklar almış olduktan sonra bu özel mülakatın cereyan ettiği mahalle varılırsa, bu kabul töreninin saygı dolu anlamı özellikle bir kez daha fazla artırılır. îslâmm her gün bize, birçok defa kılmayı emrettiği şekliyle, bu farklı unsurların organik bütünlüğü bizzat namazın tarifidir. Bununla birlikte bütün bu kısımlar, Ödev içinde eşit paylara sahip değildirler. Filan durumda, filan kısım ihmal edilmiş olabilir; filan durumda bir başka kısım v.s. Sonunda merkezde olan müstesna, onların hepsi bırakılabilir ve ondaki bütün diğerleri, tohumdaki saman veya incideki kabuk mesabesindedir. Kalbin amelini demek istiyorum. Hiç bir hareket yapamayan, hatta bir kelime dahi hsıldayamayan, ölmek üzere olan kimse, namazını zihnen kılmaktan sorumludur; yeter ki halâ şuur ve hafızasına sahip olsun. Böylece az önce (yardım konusunda) birinci sırayı işgal eden bedenî amel, burada ancak ikinci derecede bir rol oynamaktadır. Bununla birlikte yine o, normal şartlarda ödevinin az çok tamamlayıcı parçasıdır.
Burada biz, ödevin yerine getirilmesi esnasında işin içine giren, fa onun asla parçası olmayan bir nevi bedenî cezaya şahit olacağız. Bizzat tabiatı itibariyle o, bir yükümlülüğün konusu olamaz; çünkü tarif itibariyle her sıkıntı amel değil, infialdir.Fakat bize denilecek ki, eğer o, bir yükümlülüğün doğrudan doğruya konusu olamaz ise, belli bir amelin aracılığı ile onu meydana getirmeye elverişli olabilir. Şu halde oruç farizesi şu ifadelerle açıklanabilir: "Belirlenen filan saatler süresince, yemeden, içmeden kendinizi sakınarak, açlığa ve susuzluğa tahammül edin."Eğer o böyle ise, bu sınırlı mahrumiyete çok duyarlı olmayan kimse için itaat etmek mümkün değildir; çünkü orucun saatlerinin ötesine uzatılması, vaktinden önce bozulması gibi yasaktır, diye cevap vereceğiz. Organlarının özel reaksiyonunu düşünmeden samimiyetle kurala riayet eden herkes eşitçe itaat eden olduğuna göre, hiç şüphesiz bundan şu sonuç çıkar ki, bedenî ıstırap, burada ödevin bir parçası olarak ne doğrudan doğruya, ne de dolaylı yoldan hiç bir önem taşımaz. Gerçekten ödev başka yerdedir; çünkü o, onunla rastlantı olarak temas halinde bulunur. Burada söz konusu olan gayret, her şeyden önce ahlâkî düzenle ilgilidir. îlkin her şeyden önce ondan belli bir düzenlilik, ilâhî iradeye teslim olmada belli bir metanet elde etmek için beşerî iradeye yüklenilmiş olan bir nevi çıraklık söz konusudur. O bedenine emreden olarak, nezdinde hâkim; fakat yaratıcısına karşı, şu şekilde ifadeye müsaade edilirse, yardımcı şeftir; irademizin birini diğerine tabî kılarak bu iki nizamı düzenleme görevi vardır. Onun iyiliği, haysiyetinin şuurunda olarak aracılık görevini sürdürmededir. Kötülüğü ise, hevâ ve heveslerin kölesi olarak, daha aşağı inmek suretiyle bu normal düzenin alt üst olmasındadır. Bu görevi kolaylaştırmak için teklif edilen tatbikat çok basittir. Bu, her sene bir ay boyunca, gıdanın ne kemmiyetine, ne de keyfiyetine dokunmaksızın, saatleri düzenleyen beslenme ile ilgili bir rejimdir. Tan yerinin ağarmasından itibaren bütün gün boyunca hiç bir şey yememek ve içmemek; gün battıktan sonra hepsi tekrar mubah duruma gelir. Aynı düzenleme, cinsî münasebetlere de uygulanır. Böylece bizim yardımcı şefimiz aynı amel konusunda her gün iki defa birbirine zıt iki eğitim görecek: Biri bir şey yapmaktan vazgeçmek, diğeri bir şey yapmaktır. Onun kendi sahasında bu iki düzenin icrası ile uğraşması ve bir ay boyunca aynı uygulamaya yemden başlama zahmetine girişmesi, irade için ne büyük esnekliktir. Çünkü emr ede ede gerçek efendi durumuna gelindiği gibi, itaat ede ede itaat eden durumuna gelinir. Bu uygulama, zaten içinde uygulandığı maddî şeyle yetinmek için yapılmış değil; o, gidişatımızın hepsini hedef almaktadır. Ramazan boyunca kendini yalan sözlere veya amellere bırakan kimse, bu dersten yararlanmamıştır. O, buyruğun gayelerini hiç gerçekleştirmediğinden, kendini yemeden ve içmeden mahrum ederek faydasız sıkıntılara katlanmaları kendisine bir kural olarak koymuştur. Bu konuda Resûlüllah (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Cenab-ı Hakk'm, o kimsenin yemesini, içmesini bırakmasına hiç ihtiyacı yoktur.[106]Şimdi tarif ettiğimiz üzere, orucun ahlâkî anlamı, bize yalnızca Kur'ânî öğretimin genel tutumu tarafından ilham edilmemiş; o, bu oruç amelini farz kılan aynı ayet içinde verilmiştir: "Ey iman edenler! Oruç size farzolundu. Nasıl ki sizden evvelkilere de farz olunmuştu, ta ki günahlardan ko-runasınız.[107] Hz. Peygamber de bize şöyle buyurur: "Oruç sabrın yarısıdır[108]ya da: "Oruç, bir kalkandır.[109] Ne bu naslarda, ne de bildiğimiz kadariyle başka bir yerde[110] bir ödevi veya kanun mevzuatı ile hedef edinilen neticelerinden birini teşkil etmek bakımından, bedenî ıstıraba hiç bir imâ yoktur.Şunda hiç şüphe yoktur ki bu ıstırap, pekâlâ hasıl olabilir: Hattâ o, mahrumiyetin tabiî bir sonucudur; en azından o/uç tutanlarda, ister ayakta, ister yatakta, rejim değişikliğinden ileri gelen, az çok hafif keyifsizlikle ilgili, kuvvetli bir duyguyu görmekten geri kalınmaz; fakat bu durumda, yeni bir emir kendini kabul ettirir.Yalnız Kur'ân'm söz konusu ettiği üzücü ve kaçınılmaz[111] bir vakıanın karşısında olarak, sabır ve ağırbaşlılıkla davranmak zorunda olunmakla kalınmaz: "Muhakkak ki Biz sîzi biraz korku ile, biraz açlıkla; mal can ve verim eksikliği ile sınar ve deneriz. (Fakat sen, Ey Peygamber) sabredenleri müjdele[112]Fakat orada aynı zamanda, hem fıtratımız, hem de Allah ve insanlarla olan ilişkilerimiz hususunda derin ve sağlam düşünceler meydana getirmek için çok iyi bir fırsatın yakalanması da gereklidir. Gerçekten, bedenimize yüklenmiş bulunan zaruretler açısından zayıflığımıza hangi tevazu ile bakmak zorundayız[113]. Bu ışığı bize vermiş olmasından dolayı, hangi büyüklük ve hangi kuvvetle Allah'ı tanımamız gerekir[114]. Nihayet ne ahlâkî yükümlülükler, ne de tabiatın genel şartları tarafından zorlanmamış, normal hayatlarında acı çeken hemcinslerimizi düşünelim. Özellikle Ramazan ayı esnasmda tavsiye edilen ve Ramazmın akabinde kesin bir yükümlülük haline gelen yoksullara yardım, bu ibadetin mantıkî ve tabiî bir sonucundan başka bir şey değildir.
Ahlâkî veya daha başka, fizyolojik[115] neviden bu faydalar ne olursa olsun, mahrumiyetten ileri gelen bedenî ıstırabın, islâm kanun koyucusunun maksatları içine girmediği açıkça görülmektedir. Eğer bazen ahlâkî bir ödevin yerine getirilmesinden ileri gelirse; o, sırasında başkalarını empoze eder. Hatta bu ıstıraba rağmen, temdit edilmiş sakınma, tam olarak batınî bir ameldir ki, bunun vasıtasıyle irade, vücudun isteklerine karşı mukavemet eder. Sakınmanın bedenî cephesi, kötülüklere karşı hareket etmekten çok, onlara maruz kalmaktan ibarettir. O, yalnızca pasif bir amele indirgenir. Şu halde ona tam anlamiyle gayret adı verilemez.Böylece ahlâk konusunda bedenî ceza meselesiyle alâkalı olarak Kur'ân'm tutumunu iki kelimede tanımlayabiliriz. Bu fedakârlık, bir ödevin içine dahil edilmiş olarak gerekli kılındığı zaman, ne keyfe bağlı bir düzenle onu aramak, ne de ondan kaçmak gerekir.Eğer biz, dikkatlice bu Kur'ânî prensibin, çeşitli Özel meselelere ait Peygamber tarafından getirilen çözüm yollarında tatbikatını nasıl bulduğunu mülâhaza edersek, bu çift yönlü teklif yeniden daha açıklıkla ortaya çıkacaktır. Bu amaçla, burada belli bir açıklamayı bütünüyle deneyerek müslüman ahlâkçılar tarafından çoğu kez tartışılan iki antitezi tetkik etmek bize yetişecektir: -Sabır ve cömertlik; uzlet ve topluma karışma.
İşte birinci mesele: Felâket içinde sabır, veya zenginlik içinde cömertlik, bu iki faziletin hangisi daha iyidir?
Eğer burada bir ödevi, ya da bir tavsiyeyi tayin etmeye elverişli pratik bir hiyerarşiyi kurmak söz konusu ise, bu soru pek uygunsuz sorulmuş olacaktır. Çünkü, en eski denen, belli bir durumla bağdaşmayan fazileti uygulamaya koymak için, ya yapmacık olarak zıt durumun tavrını takınmak yetişecek -bu ise açıkça saçmadır- veya mevcut durumun yerini tersine durumla doldurmak gerekecek. Fakat, aynı şekilde durumumuzu düzeltmenin veya bozmanın ve bir durumdan karşıt duruma geçmeyi beklerken varlığımızı yitirmenin veya maddeten kendimizi mutlu kılmanın bize bağlı olduğunu farz edersek, bizim acil ödevimiz durumumuzu değiştirmek, ya da durumu elverdiğinde şu veya bu tarzda davranmak mıdır?Bu sorunun cevabını biz, ilk önce kaderin sebatsızlıkları o durumu, bir kimsenin aleyhine döndürmedikçe, Hz. Peygamberin bizden her birimizi alışılagelen hayat tarzını terketmemeye teşvik ettiği makul bir tavsiyede mücmelen bulmaktayız[116]Bu formülü sosyal plandan ahlâkî plana aktarırken, insan halihazır ödevini tam olarak yerine getirebildiği ölçüde onu yapmak zorunda olduğunu ve zıt bir ödev meydana getirerek kendisine sun'î bir hava yaratmak için hiçbir yükümlülüğün bulunmadığını söyleyebilir miyiz?Zaten kıyasla bu akıl yürütmeye başvurmamıza hiç lüzum yok, çünkü biz, aynı öğüdü ahlâkî alanda da bulmaktayız. Binaenaleyh, Medine'nin civarında oturanlar, şehir içinde yerleşmeye gelmek için mülklerini satmak istedikleri zaman, Hz. Peygamber, bu konuda şöyle buyurarak, onları bu projeden vazgeçirmişti: "Ey Benî Seleme! Yurdunuzda kalın ki, adımlarınız sayılsın[117]Bu misalde, başka her çözüm yolunun ters bir anlamı olacağını kaydedelim. Öte yandan, Şehrin civan sanki şehri korumaktadır: Eğer herkes, dış mahalleleri terk ederse, şehir müdâBazı durumlarda, ödevin herhangi bir duruma uymaktan ibaret olmadığını, fakat bir biçim değişikliliğinden ibaret olduğunu tasdik edelim. Yeniden meselenin ifadesine dönmüş olmak için, mutsuz bir insanın zenginleşmek için boşuna çabalayıp durmak zorunda olduğunu kabul edelim, mukabili de doğru mudur? Şu halde, hali vakti yerinde olan bir insanın kendini yoksul kılması ödevi midir? Hayır! Bu konuda îslâmî tavır çok açıktır. Hz. Peygamber, ne yalnız herkese kendi gayretleriyle hayatını kazanmay[118] buyurmakla, ne de sadece sıhhatli kimselere başkasından sadaka istemeyi[119] ve hali vakti yerinde olan kimselere de kendi istekleriyle ister har vurup harman savurmakla, ister bütün varlıklarını bağışlamak[120] suretiyle kendilerini ve yakınlarını bu acıklı duruma atmalarını yasaklamakla kalmıyor. O, aynı zamanda, açık ifadeleriyle şöyle buyuruyor: "Zenginlik, yükümlülüklerini edâ eden kimse için hiç bir mahzur ihtiva etmez.[121]. Daha da âlâsı "Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır! Yeter ki o, ondan fakire, yetime, (zenginlikten uzak kalmış) yolcuya vermiş olsun.[122].Gerçekten Kur'ân ve Sünnetin bu dünya nimetlerini değerden düşürmesi, bizi bu fanı nimetlere karşı, belli bir vazgeçmeye teşvik etmektedir. Fakat herkesçe manevî bir anlamda anlaşılabilen bu vazgeçme, ancak çok nadir şartlarda maddeten anlaşılmak zorundadır. Bu, işsiz güçsüz ve uzaktan veya yakından hiç bir yükümlülüğün (sadaka ödevi gibi) onun faaliyetini gerektirmediği bir insanın durumudur. Hiç şüphesiz, bu insan için, bir defa kendi hali hazır ihtiyaçlarına ait iktidara sahip olduktan sonra, artan kazancın üzerine çok düşmemesi ve gayretinin büyük kısmını kalbini ve ruhunu terbiye etmeye vakfetmesi daha iyidir. Bu haller, bilhassa bu konuda, Peygamberin Ashabından belli bir sayıyı, özellikle Ehî-i Suffa'yı kendilerine örnek alan müslüman mutasavvıfların durumlarıdır. Fakat herkesin, daha önce dünyevî zenginlikler karşısında, ihtiyatlı manevî muayyen bir tutuma ve ruhu, maddenin boyunduruğu altına alan ve basit vasıtayı gerçek bir gaye haline getiren bu aşırı sevgiden, belli derecede bir uzaklaşmaya riayet etmek ödevi vardır.faasız oiacaktır. Ayrıca, eğer bütün sakinler, belli bir yere doğru kendileri yerleşmeye teşvik ediiirse, orada münâkaşa ve ihtilaf olacaktır.Tavrı Bu çift yönlü anlamın dışında, îslâm'da meşru hiç bir zahitlik yoktur. İşte bu şekildedir ki, iyi bir müslüman olmak için hali vakti yerinde olan bir kimseye kendi iradesi ile fakirleşmesi tavsiye edilemez. Bizzat Hz. Peygamberin bize sunduğu tarifle bu konu üzerinde hükmedilirse, gerçek riyazeVin bundan ibaret olmadığı anlaşılır. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Dünya nimetlerinden el etek çekme, ne helâl olan bir şeyden kendini mahrum ermektir, ne de malı elden kaybetmektir. Fakat o, senin iki elinde bulunanların, Allah'ın katında bulunanlardan daha güven verici olmaması demektir[123]Hoşnutluk ve kanaatkârlıkla zaruri olandan yararlanan ve özellikle üstün değerlere daha çok bağlanan ilgisiz bir insanınki olan, tersine durum için de hal böyledir. Biz, aynı şekilde onu maddeten zenginleşmesi için ideallerini terketmeye tahrik etmek zorunda da değiliz.Gerçekten zamanın zorunlu kıldığı vazifenin dışında, yapılması gerekli olan her şey, durumun veçhesini değiştirmesi anından itibaren, sadece bilkuvve olarak bile olsa, tutum değiştirme hususunda sebatkâr niyete sahip olmaktır; bu, daima zafere ve müdafaaya, cömertliğe ve sabı-ra hazır olmaktır.Eğer durum böyle ise, bu iki fazilet arasında onların karşılıklı şartlarına müteallik bir değer eşitliği ilişkisini kabul etmek gerekir. Her durum, kendine has ahlâkî icablara sahip olduğundan, bu hususta vazifesini yapmasını bilen kimsenin, tam ve değiştirilemez olan ödevini ne fazla, ne de eksik şekilde yerine getirdiği açıktır. Bundan dolayı, biz bu ahlâkın mümeyyiz evsaflı düşüncesinden zaruri olarak doğan bir neticeye inanıyoruz; şöyle ki o, bizim eşyanın tabiatını zorlamamızı istemez, fakat bir cesaret ve zarafet bütünlüğü gerektiren intibak kelimesinin en üstün anla-mıyle ona intibak etmemizi ister. Yalnız bu prensipten hareket ederek, bu konuda açık nasslara sahip olmasak bile, daha şimdiden iki tutumun aşağı yukarı eş değerde olduğu ifade edilebilir. Oysa bu nasslar mevcuttur, îşte onlardan bazıları: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Mü'minin durumuna hayran olurum! Elbette onun bütün işleri hayırdır. Bu durum mü'minden başka hiç bir kimsede yoktur. Kendisine varlık isabet ederse, (Allah'a) şükreder, bu onun için hayır olur. Darlık isabet ederse, sabreder, bu da onun için hayır olur[124]Keza şu müteakip hadis-i şerif daha da açıktır: "Gücünü hayır işinde ve Tanrıya şükürde kullanan zengin bir insan, oruç tutan ve meşakkatlere tahammül eden kişi derecesindedir.[125].Böylece,, amelî türden hiç bir anlamı olmamak, yani ödevimizde herhangi bir değişiklik getirmemek üzere, şu anda bizi meşgul eden mesele, özel imkânlarımızdan ayrı olarak, kendiliğinden hayrın nazariyat ve takdir alanında ortaya çıkmak zorunda olmasıdır. Oysa bu alana taşındığında bize öyle geliyor ki, İslâm'ın bu konuda getirdiği çözüm, üstünlüğü ortak hayrın yaratıcı faziletine, yani lütuflarmı sahibi ile sınırlandıran ve mahrumiyeti ve meşakkati içine alan faziletten ziyade, zenginliğin ve tabii huzurun az çok yüksek seviyeli bir derecesini gerektiren fazilete vermeğe yönelmektedir.Bu en azından Peygamber ile bazı Ashabı arasında vuku bulan sohbetten çıkan neticedir. îşte Müslim'in bu konudaki rivayeti: Bir gün birtakım fakir Muhacirler, Peygamberle konuşmaya geldiler ve hayırlı işler yapmadıklarına ilişkin sıkıntılarını ifade ettiler, bir de "Zenginler yüksek derecelere ve ebedi saadete ulaşıyorlar[126] diye mütalaada bulundular. Oysa Hz, Peygamber, onların nokta-i nazarını müzakere etmek şöyle dursun, manevi emir olarak, sadakanın yerine kaim olmak üzere, onlar için daha elde edilebilir başka bir ameli onlara bildirdi... Fakat işte bunlar, biraz daha sonra yeni baştan kendilerinin kadr ve kıymetlerinin aşağılığından yakınarak Resulullah (s.a)'a: "Zengin kardeşlerimiz bize öğrettiğin o nafile ibadetleri duydular. Onlar da aynısını yaptılar" dediler. Peygamberimiz "ne gibi?" buyurdu. Onlar: "Bizim kıldığımız gibi onlar da namaz kılıyor, bizim oruç tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyor, sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz, köle azad ediyorlar biz edemiyoruz" diye fikirlerini açıkladılar. Bunun üzerine Resulullah "Sizden öncekilere kavuşacağınız, sizden sonrakileri geçeceğiniz ve sizin yaptığınız gibi yapan müstesna, sizden daha üstün başka bir kimsenin olmadığı bir şeyi size öğreteyim mi?" buyurdu. Onlar da "Evet ya Rasulullah" dedi. O "Her namazın peşinde otuz üç defa teşbih, tekbir ve hannd getiriniz" buyurdu. Ebû Salih diyor ki: "Bir müddet sonra bu fakir muhacirler Resulullah'a gelerek: 'Zengin kardeşlerimiz,bizim yaptıklarımızı duydular ve onlar da aynısını yaptılar' diye yakır -dılar. Resulullah (a.s.) da bu sözleri üzerine: "Bu Allah'ın dilediğine verdiği bir ihsandır[127] buyurdu.
İkinci problem, yalnız hayat ile toplumsal hayatın antitezi meselesidir. Yine burada da biz, müşterek müsbet hayır için aynı tercihi buluyoruz. Fakat bu müsbet değer, burada çok büyük gayret ve çok büyük fedakârlık lehinde kendini bulmaktadır.Elbette, bu konuda hiç bir kesin emir vuku bulamaz; çünkü her şey, Gazâlî'nin gösterdiği üzere, şahıslara ve durumlara bağlıdır[128]. Bazı ahlâkî güçlükleri öyle halledebileceğine inanarak cemiyetten çekilen bekârın, gerçekte bu güçlükleri ancak ustaca başından attığına hiç şüphe yoktur. O, kendini temiz ve iffetli kılmak için, kendi gücüyle değil de, ancak eşyanın gücüyle hatadan uzaklaşabileceği sun'îbir alemi kendi kendine yaratır. Şu halde o, sorumluluğu, tehlikeyi ve fedakârlığı ihtiva eden her şeyi ile, hayatı olduğu gibi cesaretle kucaklayan ve elinden geldiğince engelleri aşmaya çalışan kimse gibi aynı kahramanlığa ve aynı meziyete sahip olamayacaktır.Bundan dolayı Hz. Peygamberin —Kur'ân'dan[129] ilham almakla beraber— gençliğe, evlilikle ilgili[130] ödevleri yerine getirebilmesi şartıyle evlenmeyi tavsiye ile çağrıda bulunduğunu görüyoruz. Bu imkân eksik olduğu zaman, ancak yardımcı olarak, içgüdüsel saiklere karşı müdâfaa aracı olmak üzere Hz. Peygamber gençliğe sık sık oruca başvurmayı tavsiye etmiştir[131].Başka hadisler bu hiyerarşiyi daha iyi ifade ederler. Şöyle kî; bir gün Peygambere, "en hayırlı insanın" kim olduğu sorulduğunda, onun'doğrudan doğruya cevabı şu ifadeler içinde dile getirilmiştir: "Allah yolunda nefsiyle ve maliyle cihâd eden kişidir." Ondan sonra kim? diye soruldu. Bunun üzerine o: "Rabbine ibadet etmek ve şerrini insanlardan muaf tutmak için bir köşeye çekilen kişidir[132] diye cevap verdi. Aynı şekilde biz başka hiyerarşik nassı ele alalım: Peygamber (a.s.)'in Ashabından bir zat, bir dağı geçerken suyu çok tatlı olan bir kaynağa rastladı. Manzaranın sükûneti ve çekiciliği, onun üzerinde tesirini göstermekten geri kalmadı. "Ah!" dedi. "Halkın tedirginliklerinden uzak olarak, şurada yalnız başıma kalsaydım... Fakat bunu, Resû-lullah (a.s.)'dan izin almadan önce yapmayacağım." Oysa, onun Resû-lullah'tan aldığı nasihat şuydu: "Sakm öyle yapma; sizden birinin Allah yolunda bulunması, kendi evinde kıldığı yetmiş senelik namazdan daha üstündür.[133]Hiç şüphesiz, ister genel sebeplerden dolayı, ister şahsî sebeplerden dolayı insanlardan uzaklaşmanın, kendini hakime kabul ettiriyor gibi göründüğü durumlar mevcuttur. Meselâ, sosyal huzursuzluk dönemleri esnasında vaki olan budur. Gerçekten her yerde karışıklık, zihinlere hakim olduğu zaman, ortam ile temas, her ferdi kaçınılmaz olarak taraf tutmaya sürükler. Topluluğu parçalamaya yönelik bu mukadder temayülün sonu, çoğu kez dahilî harbe varır. Nitekim Hz. Peygamber bize, bu fenalığa sürükleyen temayüllerden kaçınmamızı ve bir yerde sığmak bulmamızı tavsiye etmektedir[134].Bu, aynı şekilde hemcinsleriyle İyi uyum içerisinde yaşayabilmek için çok duyarlı veya çok sert tabiata sahip bir kimsenin durumudur. Böyle bir durumda en iyi çare, hiç şüphesiz şu îslâmî altın nasihatin arkasından gitmek olacaktır. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Evin seni içine alsm, lisanını tut ve hatâların için ağla.[135].Fakat, can sıkıcı maddî ve manevî büyük sarsıntılardan sakınmak için, böyle sessizliğe ve uyuşukluğa sokulmuş bir insanı, topluluğun genel kurtuluşu ve huzuru için, rahatını ve hassasiyetlerini feda eden başka biriyle mukayese etmek uygun mudur? Bunu bize söyleyen bizzat Peygamberdir: "İnsanların arasına karışan ve onların eziyetlerine tahammüleden müslüman, insanların araşma karışmayan ve onların eziyetlerine katlanmayan müslümandan daha hayırlıdır.[136].En yetkili tatbikçiler, bu hadisi iyi kavramışlardır. İşte onların sözlerinden bazıları:Yalnızlıktaki mücâdele, toplumun hizmet ve idaresinden daha az değerdedir.Halvetle halktan ayrılan kimse, Allah düşüncesi ile ondan ayrılandan değerli değildir.Herkes gibi giyin; onlann yediklerinden ye; fakat onlardan rur ierf ayrı ol[137]
Bundan dolayı, Arif veya Hakikati bilen kimse şöyle tarif edilmiştir: "Hazır ve gâib insan", yani normal meşguliyetleriyle topluma uyan, fakat düşüncesi daha yükseğe bağlı olan kimsedir.Yegâne yalnızlık yolu, en temel müsbet değerlerin doğurucusu olduğundan, gerçekten herkese yararlı ve tavsiyeye şayan mülâhaza edilebilir ve edilmelidir de. Bu, murakabeye dalma ve verimli tefekkür için, sadece gerekli zaman kadar, dünyevî gürültüden kısmen uzaklaşmadır. Hiç bir kimse, düşüncemizi aydınlatmaya, duygularımızı yüceltmeye, irademizi isteklendirmeye ve mutlak değerle bağlarımızı kuvvetlendirmeye yetenekli ve tek vasıta olan bu çeşit çekilmenin ihsanına itiraz etmez. Fakat, bu çekilmenin, toplumun dışında ailevî ve içtimaî ödevlerimizin zararına gerçekleşmesi gerekmez. Bu, bir kopma meydana getirmek şöyle dursun, daha çok arada sırada boş zamanlarımız esnasında ve bilhassa geceleyin alınması gerekli bir tedavi olmak zorundadır[138]. Oysa, biz bu kısmî ve kesikli uzlet tarzının Hz. Peygamber tarafından, cihanşümul görevine tayin edilmeden biraz önce uygulandığını biliyoruz. Ve o zamandan beri, ya tamamen evinde, ya da (camide) bir köşeye çekilerek zaman zaman, bilhassa Ramazan ayının son on günü esnasında ona başvurmaktan geri kalmamıştır[139]. Ashabından bir çoğu onun misâlini takip ediyordu; ve bugün dahi bir çok müslüman onu uygulamaktadır.
Önceki iki problemin tetkiki, bize Kur'ânî yasamanın perspektifini sezme imkânı verdi. Yalnız ahlâkî gayret değil, maddî gayret dahi, İslâm'ın nazarında ancak dinin hedef edindiği hayırla orantılı bir değere sahiptir. Meşakkatler, bir işe veya ödeve sokulmuş olarak bulunmadığı zaman, hiçbir nass, bize onları bulmaya çalışmaya davet etmez. Tersine, normal hayatın yükü, ağırlığını hissettirdiği zaman, hiçbir şey, bize onu atlatmak yetkisini vermez. Körü körüne taassup veya alelade ve ham sofuluk, aym şekilde bertaraf edilmişlerdir.(Kelimenin geniş anlamiyle) ahlâkî hayrın gerçekleşmesinin, bizim gücümüzün müdahelesini gerektirdiği durumu ele alalım. Şu halde biz, bu gerekliliğin gücü üzerinde kendimizi sorguya çekmek zorundayız. (Yaratıcı gayretin derecelerini tetkik ederken gösterdiğimiz üzere) yalnız aslî ödevimizin gayreti, bir mükemmeliyet ödevi haline gelmez; aynı zamanda gerekirlik yerini, müsaade ve ruhsata, hattâ yasaklamaya bırakırken, gücümüz bütünlüğü içinde kendinin ötesinde birtakım sınır ister veya belirtir mi?Bu soru üzerine bazı naslarla karar verilecek olursa, mücâhede kendini unutarak en yüksek ideali hedef almak zorunda kalacaktır. Böylece Hacc suresinin sonuncu âyetleri içerisinde, aşağıdaki şu emirleri okuyoruz: "Ey müminleri Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin, hayır işleyin ki, murada eresiniz." (Kelimesi kelimesine) "Hak Tealâ yolunda hakkıyle ve ancak O'nun için cihad edin[140]ve sure de: "Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten nasıl korunmak gerekiyorsa Öylece korunun.[141]Fakat, Kur'ân'da ve Sünnet'te diğer birçok âyet ve hadisler, açıkça beşerî imkânlarımızdan söz etmektedirler. Bu yolda birinci merhale, Unutmayalım ki, Fransızca'da olduğu gibi, Arapça'da da, bütün sahalarda maddî gayret kadar, ahlâkî gayrete de uygun gelen mücâhede ve mücâdele lâfızları, cins isimlerdir. Muhtevanın burada harbe hiçbir imâda bulunmamasından maada, bize öyle görünüyor ki, bu âyetler, bu müessesenin tesisinden önce nazil olmuşlardır. Gerçekten bu sure, bütünlüğü içinde yalnız hicretin birinci devresine ait olmamakta, aynı zamanda bazı Mekkî istisnaları da ihtiva etmektedir; ve "Nâsih ve Mensuh" adlı kitabında İbn Hazm'a göre, ikinci yansından biraz fazlası, Mekke'ye ait bulunmaktadır. Şu halde nas, burada söz konusu olan meselenin genel anlamında, gayret mevzuunda zikredilmiş olmak için, zarurî niteliğe sahip olarak görünür. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Gerçek mücâhid, nefsine karşı mücâdele edendir.", Tirmfzî, Kitâb-ı Fadâirenin âyetinin zahirî sertliğini yumuşatmak için Sünnet'in bize açıkça verilmiş olduğunu bildirdiği, aşağıdaki âyet yoluyla aşılmıştır. İlgili âyet şöyle buyuruyor: "O halde gücünüz yettiği kadar Allah'a karşı vazifelerinize dikkat edin.[142]. Gerçekte bu âyet, Allah'ın sıfatlan yoluyla lâyık olması sebebiyle değil, fakat insanların erişebilmeleri sebebiyle amelin sınırını ortaya koymaktadır. Şu halde bu formül, onların güçlerini aşan herşeyden onları muaf tutmaktadır. Fakat o, aynı zamanda, onların bütün güçlerini bu idealin hizmetine koymaya onları teşvik ediyor gibi görünmektedir. Öyleyse, Kur'ânî ahlâk, kuvvetten bitkin düşmeyi, yani aşırı gayret ve çalışmayla hayatı feda etmeyi mi emrediyor?Diğer iki emir, bu karışıklığı gidermeye yetişmektedir: ''Kendilerinizi öldürmeyin. Allah size karşı bağışlayıcıdır.[143]Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.[144] (Hakikat ve mecaz olarak).Ve eğer özel hükümlere kadar inecek olursak, onların tatbikatını, daha insanî ve daha makul kılmakta belirgin bir kaygı göreceğiz. Mahrumiyet içinde veya baskı altında, yalnız ölümün ihtimali, ihlâli mazur kılmaz; aym zamanda daha önce gördüğümüz gibi hastalık, ihtiyarlık, askerî harekât tarafından zorlanan zaruretler ve yolculuk sıkıntıları da bir indirimi, bir te'hiri veya ibadetin yapısında başka herhangi bir değişikliği belirleyebilen birçok sebeplerdir[145].îşte şimdi burası, ödevi duruma adapte etme hususundaki bu Kur'ânî kaygının mana ve hedefini aydınlatmanın yeridir.Her şeyden önce, ödevin belli bir değişikliğe maruz kaldığı durumlar için bunların istisna olduğunu ve kural olmadığını belirtelim. Onlar iki katlı istisnadırlar. Ödevler içindeki istisnalar, esasında dinî ödevlere dayandığından, onlann insanî yükümlülüklerimizle hiç bir ilgisi olmamaktadır. Dürüstlüğe, yapılan taahhütlere sadakate, insanların masum hayatına, mülkiyetlerine, şereflerine v.s. saygıya ait ödevler için binbir şekil yoktur. Onlar, tatbikatlardaki istisnalardır, çünkü onlar, ancak zayıf veya müsait olmayan şahısları muaf ve müstesna tutarlar.Bundan sonra hattâ ilâhî ödevle ilgili bu sınırlı sahada, onlann kalbî imanla alâkalı olmadıklarını ve tamamen onun özünü muhafaza ederek ancak ödevin belli maddî bir cephesini ilgilendirdiklerini hatırlatalım. En tehlikeli güçlükler, mü'minleri namazlarını edadan muaf tutmakta ve haccm tarihinin dışında hiçbir ayarlamaya müsaade etmemektedir. Hatta bu alanda bile adaptasyon, ne yürürlükten kaldırma, ne de terk etmedir.Şu bir gerçektir ki, naslarda açıklanan ve genelleştirmeye hakkı bulunmayan bu değişikliklerin dışında, Kur'ân ve Sünnet, zaruretin kanunu belirleyeceği[146] şeklinde genel bir usûl ortaya koymuşlardır. Ve bu ikisi, normal ve bilhassa dinî uygulamamızda sert ve zararlı bir gayreti bizden uzaklaştırmak için bu zarureti oldukça geniş ve insanî bir veçhe altında tasarlamaktadırlar. Kur'ânî kanunun bu merhametli karakteri üzerinde duran âyetler oldukça çoktur.Bu konuda gayretin itidâlliğine teşvik edici herhangi bir şeyi görmek gerekir mi?Muaflık konusunda Kur'ân'm ifade ettiği anlatım biçimim düşünmek çok faidelidir. O, bunu çok büyük ihtiyatla işlemektedir. Nerdeyse onları bizim anlayışımıza bırakmaktadır. Gerçekte o, durumun kaçınılmaz icâbına göre hareket ediniz, demeye kadar gitmez; o, size böyle hareket etmeniz müsaade veya müsamaha edildi de demez. Eğer ona daha yakından bakacak olursak; zaruretin, yükümlülüğü ortadan kaldırmadığı görülür, ihlâl vâkî olduğu zaman, bu zaruret, ancak bu ihlâlin tesirini kaldırır. O bağışlanır[147]. Fakat daha dikkate değer olan şey, onun, gayretin aşağı bir derecesine müsaade ettiği durumda, hemen zaaf ve gevşeklikle ilgili temayüle mukavemet etmek için cesaretimize seslenmesidir; o, bize bu mukavemetin ihtiva ettiği acılara katlanmamızı ve yılmadan en üstün çözüm yolunu benimsememizi öğütler[148]. Gerçekte, gayretin asaletine dair bu davet, Kur'ân-ı Kerim'in, her an üzerinde durmaya devam ettiği mümeyyiz temadır[149]. Yine o, daha genel bir şekilde, ahlâkî hayrın iki derecesi arasında, bizi bunlardan en değerli ve şereflisini seçmeye, yani katı medenî adaletten[150]çok ulvî cenabhğa, öc almaktan[151] çok bağışlamaya teşvik etmektedir.Şu halde Kur'ân-ı Kerim, bizi asgarî bir gayrete teşvik etmektedir. O, bize ilk güçlükler karşısında gerilemeyi de müsaade etmiyor. Mücâhede etmek, tahammül etmek, sabretmek, daha iyiyi aramak, işte onun prensibi budur.Bununla birlikte Kur'ân, bu davette aşırı dereceye gitmemektedir. O, hizmetkâr ve şevkli gayretimiz önünde, biri maddî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki sınır koymaktadır. Bir yandan henüz hastalıktan acı çeken vücut, sıhhatli insamnki gibi, aynı görevi edâ etmek zorunda değildir. Öte yandan, hangi durumlarda olunursa olunsun, başkalarının zararına belli bir uygulamaya kendini kaptırmamak gerekir[152]. Gayretimiz, ödevlerimizin bütünü üzerine hakkaniyetle tevzi edilmelidir. Ruhumuzun hizmetçisi olan bedenimiz, hayatın diğer sahalarında bizi acze uğratacak derecede dar bir idealin hizmetinde yıpranmış ve yaralanmış olamaz. Hakikaten Sünnet, bize şunu öğretiyor: "Senin üzerinde Rabb'ının hakkı vardır. Nefsinin hakkı vardır. Ailenin hakkı vardır... (Başka bir rivâyet-te, misafirlerinin veya ziyaretçilerinin hakkı vardır,) Öyleyse her hak sahibine hakkını ver![153].Esasen, birçok kez ve duruma göre, Hz. Peygamber, uzun müddet uyanık kalma ve aralıksız oruç tutma gibiibadetlerde aşın uygulamayı menetmiş, kınamış veya mahkum etmiştir. Bir yolculukta Hz. Peygamber, halkın izdihamını ve birisini güneşten gölgelediklerini görerek: "Bu adama ne oluyor?" diye sordu. Ashab da: "Oruçludur yâ Resûlallah!" dediler. Resûlallah: "Yolculukta (yani böylesine meşakkatli yolculuk esnasında) oruç tutmak arzu edilen ibadet cümlesinden değildir[154] buyurdu. Bu fırsatlardan birinde, Ramazan ayında, bizzat Resûlallah oruçlu idi; fakat o, halka örnek vermek için, bir bardak su istedi ve halkın gözleri önünde onu yukarı kaldırarak orucunu bozdu[155]. Başka bir yerde de buna benzer bir olay geçmişti: Bir gün Resûlallah, iki oğlunun arasına yaslanmış, sallanmakta olan bir ihtiyar gördü. "Bu adamın nesi var?" diye sordu. Onlar: "O kendi kendine yaya olarak hacc yapmaya adakta bulunmuş" dediler. Bunun üzerine Resûlallah: "Hiç şüphesiz Allah, bu kimsenin kendi kendine azap etmesinden müstağnidir[156] buyurdu ve ona bir binek almasını emretti.Bununla birlikte aynı Sünnet bize, Hz. Peygamberin, başkalarına benzerini tavsiye etmediği pek büyük bir gayreti harcamak alışkanlığının bulunduğunu nakletmektedir. Hiçbir zaman o, bütün bir gece uyumuyordu. Bazen ö, gece namazında ayaklan şişinceye kadar ayakta duruyordu. Özellikle Ramazanın son on günü esnasında bütün geceyi namaz kılarak geçiriyordu ve Ashabını da aynısını yapmaya teşvik ediyordu[157]. Kimi kez o, gece ve gündüz, aralıksız günlerce oruç tutuyordu. Ona aynı amelin yapılmasını yasakladığı ileri sürüldüğünde, o: "Şükreden bir kul olmayayım mı?[158] diye cevap verirdi; ya da: "Ben sizin gibi değilim, Rabbim beni yediriyor ve içiriyor[159]derdi.Burada biz, öğülen gayretin izafî karakterini anlıyoruz. Yalnız maddî güç değil, aynı zamanda ahlâkî güç de insanlar arasında eşit şekilde pay-laştırılmamıştır. Bazıları için, aşırılık ve taassup denilebilecek olan şey, diğerleri için de mutlaka öyle olmaz. Sevgi, korku veya ümit, ruhu takviye ettiği zaman, insanın maruz kaldığı bütün sıkıntılar, artık hissedilmez, en azından onlar daha katlanılabilir olur, her halükârda daha az zararlı olur. Onlar, kalbe sevinç, fedakâr ruha saadet sağlar. İşte bundan dolayı ilk müslümanlardan belirli bir sayı, bu cömert fedakâr ruhu ifade etmektedir ve onların jestleri hiç kimse tarafından inkâr edilmemiştir. Kur'ân-ı Kerim, Suheyb'in şecaatli ameline işaret etmektedir[160]. Bu zat, müşrikler, Peygamberin ve onunla hicret etmek isteyen Ashabının izini bulmaya çalıştıkları zaman, malını ve hattâ canını bu yola koymuştu. Bir defasında iz sürenler, onun yanma vardığında, o bütün imkânlarıyla kendini savundu ve ancak terk edilmiş olan mülkünde sakladığı hazinesini onlara vererek kurtuldu. Sıkı ödevin o kadar müşkülpesent olmadığı açıktır. Fakat söz konusu bu fedakârlık Hz. Peygamber tarafından medhedirmek-ten geri kalmamıştır[161].Belki, Uhud harbinde yaralanmış olan iki kardeşin kıssası bilinmektedir. Ordunun yeni bir hareketini haber alır almaz, onlar birbirlerine, nasıl arkada oturup kalınır ve Peygamberin herkes ile başbaşa yola çıkmasına seyirci olunur? Öyleyse haydi gidelim! dediler. Onlardan biri daha az ağır bir şekilde yaralı olduğundan, belli bir müddet kardeşini sırtında taşıdı ve onlar orduya yetişinceye kadar, belli bir mesafe boyunca da onun yürümesine izin verdi. Başka örnek alınacak bir hareket de, Peygamber tarafından müslümanlara yapılan hicret davetine icabet etmeyi arzulayarak ona Medine'de yetişmek mümkün olan, oğullarından kendini seyyar bir yatak üzerinde götürmelerini isteyen ve yolda ölen Mekke'li ihtiyar bir zatın hareketidir[162].Şu halda Hz. Peygamber, onlara gayretlerini iyi kullanmalarını sadece zayıflara merhamet sadedinde tavsiye etmiştir. O, onlardan güçlerini, ölçüsüz ve zararlı bir gayretle saçıp savurmadan tutumlu kullanmayı istemektedir. O, nefret veya aşırı hoşgörürlük, kopma veya işten uzaklaşma, dengesizlik veya daha az önemli olmayan diğer ödevlerin ihmâli gibi onlardaki şiddetli hırsların tepkilerinin önünü almayı amaçlamaktadır. O, herşeyden önce, tiksindiği[163] bilhassa sun'î muameleyi ve istemeyerek yapılan tarzları bertaraf etmeyi hedef almaktadır. Fakat onun halka karşı gösterdiği bu merhamet, ne kendinde, ne de isteyen ve onu takip edebilen kimselerde, kendilerine karşı daha cesaretli, ancak aynı zamanda aklî ve ahenkli bir gayretin çok belirgin bir gereğimi hariç bırakmaz.Kısacası, sertlik ile yumuşaklığın birbirine karıştığı bir sentez söz konusudur, Bu konuda Kur'ânî doktrin ne kadar iyi olmalı ki, nass, tek bir âyette bu iki kavramı cemmettiği zaman, biz, dayanağımıza bizzat nassın şehâdetini göstermekten daha isbatlayıcı birşey bulmuyoruz:"Hak Teâîâ yolunda hakkiyle ve ancak O'nun için cihad edin. Hak Teâiâ sizi seçti, dinde darlık, güçlük vermedi.[164] Benzer ifadeler, aynı şekilde Hz. Peygamberin lisanında da vardır. Gerçekte ona göre, İslâmî nizamı belirleyen bu çift yönlü karakteri birlikte toplayan şeydir ki, o aynı zamanda hem "dayanıklı" C&* ve hem de "esnek" j~i yani uygulanabilirdir. "Öyleyse ona yumuşaklıkla girin.[165] diye sonuca bağlar o; çünkü "hiç bir kimse yoktur ki bu din hususunda amellerim eksiksiz olsun diye kendini zorlasın da din, ona galebe etmesin ve ezilip büsbütün amelden kesilmesin.[166].Asil ve mutedil gayret"ten mürekkep olan bu kavramın muhtevasını tayin edebilecek bir davranış çizgisi çizmek mümkün olacak mıdır?Tariften evrensel olarak geçerli matematik bip formül kasdedilirse, ister dışardan, ister içerden olsun, tarif edilen şeyi bir tarafa bırakmak gerekir. Önce ona dışardan bakalım.Hiç şüphesiz ana hatlarıyle denilebilir ki, tarifi yapılacak kavramın oluştuğu iki unsurun diyalektiği onları atâlet ile hırs arasında orta bir tutuma götürmelidir.Fakat bu vasatı pozisyon, iki aşın uçtan aynı uzaklıkta bulunan geometrik bir nokta suretinde tasavvur edilemez. Tarafımızdan kontrol edilemeyen binlerce şartlara bağlı olan ferdî imkânlann aşırı farklılığı göz önüne alındığında, tersine genel ölçü, böylesine iki kutup arasında salınan, bazen bir tarafa, bazen öbür tarafa eğilen ve böylece sonsuz dereceleri ihtiva eden merkezî bir bölgeye dayanmak zorundadır. Bu merkezî bölgeyi sınırlamak için, bir seyircinin, her günün tecrübelerine göre, genel duyuya ve kabaca yaklaşık takdirlerine kavuşmaktan başka vasıtası olmayacaktır. Gerçekte biz biliyoruz ki, kuvvet gevşediği ve uyuşukluğa yaklaştığı veya çılgınca ve hummalı bir hal aldığı zaman, biz makul gayreti, muhtelif derecelerde bu ikisi araşma yerleştiriyoruz.Böylece, Kur'ân-ı Kerim, öğütlerini halka yönelttiğinde, O'nun bu genel ölçüyü kullanmayı benimsediği anlaşılmaktadır. îşte bu suretle, soğuk, sıcak, ter, yorgunluk, susuzluk, açlık ve mesleklerimizi yapmaya engel olmayan benzerî güçlükler, Kur'ân-ı Kerim tarafından ahlâkî ödevimizi yerine getirmek için güçlerimizi kullanmaktan da muaf tutmayı gerektirmeyenler cümlesinden addolunmuşlardır. Ve ara sıra çok sevdiğimiz ve bakımları üzerimizde olan fertlerin ihtiyaçlarını karşılamak için, ek bir gayret gösterdiğimiz gibi, aynı şekilde acil bir ödev için de daha fazla tahammül etmek ve daha büyük bir fedakârlığa katlanmak zorundayız [167].Bu haricî tarif ne kadar az sarih görünürse görünsün, onun Kur'ânî metoda kendini uydururken ahlâkîliğin temel mecburiyetlerine cevap veren bu çift taraflı avantajı mevcuttur.Kur'ân-ı Kerimle ilgili olarak, hakikaten biz, şu veya bu uygulamanın muaf tutucu sebeplerinden söz ettiği bütün yerlerde, onun ancak "hasta-
lar", "yolcular" v.s... gibi cins isimleri içine alan terimleri kullandığını müşahede ediyoruz. Böyle durumlarda genel olarak güçlüğe verilen yakın mana ile yetinerek, o asla ne hastalığın herhangi bir derecesinden, ne yolculuğun herhangi bir mesafe veya süresinden söz etmez. Öyle ki, fa-kihler, yolcu ismi verilmiş olmak için katedilecek asgarî yolu açıklamaya çalıştıkları zaman, onların görüşleri, bazıları yüzlüğe, diğerleri onluğa, daha başkaları da kilometre birimlerine ait tesbitler yaparak, son derece farklılıklar arzetmişlerdir.Fakat bu belirsizlik, aynı zamanda ahlâkî vicdanın hürriyetini korumak için gereklidir. Onsuz ferdin seçiminde hiç bir serbestlik kalmaz. Bu hem açık, ve hem de esnek ifade tarzı ile Kur'ân-ı Kerim, toplumun bütün üyelerinde müşterek olan ahlâkî bir ortamı tesis etmek için oldukça mütecanis bir çerçeve yaratabilmiş, ve aynı zamanda içinde bir çok değer dereceleri kabul edecek kadar en ufak incelikleriyle de belirtmiştir. Herkes, kendi maddî gücüne ve ahlâkî isteklerine göre, değer hiyerarşisinde az çok yüksek bir basamağa oturarak bu çerçevede faaliyetini icraya çağırılmıştır. Hz.Peygamber'in Ashabının, kendisiyle yolculukları esnasında gıdâî sakınmalar hususunda bir kısmı diğerlerini ayıplamaksızın, çeşitli biçimde hareket ettiğini anlatan bu sahih hadis, işte bu şekilde açıklanmaktadır [168].Kur'ân-ı Kerim, yalnız şu veya bu müsamahanın şartlarını açıklamayı atlayarak bu hususu beşerî vicdana bırakmakla kalmaz, aynı zamanda o, sayıca belirsiz bıraktığı bazı ailevî ve içtimaî vazifelerimizi tayin konusunda, onların sadece insan olarak edâ edilmesi gerektiğini söyleyerek, açıkça ona başvurur [169]. Daha alası! O sık sık iyi ve kötü kavramlarını genel olarak iyi bilinen veya kötü bilinen" ismi altında belirtmektedir.
Fakat burada söz konusu olan karmaşık fikrin gerçek ölçüsü, ancak dahilden çıkarılmış olabilir. O, elbette onu ilk ve son olarak dile getirmek için değil, aynı zamanda her tecrübe için yükümlülüklerimizin bütünlüğü içindeki ahengi ihmal etmeden görevimizin ehemmiyetiyle birlikte elde bulunan gücümüzün kapasitesini karşılaştırarak bizden her birimizin sorumluluğuna emanet edilmiş olmak zorundadır.Hiç şüphesiz, ödevden gizli hir sıvışma arzusu ile onu görünüşte aynı tabiattan olan talî durumlara uygulamak için genel kuralının bu esnekliğinden yararlanılabilir. Bu durumda zahir kurtarılmıştır, fakat ahlâkî-lik, bu tasarruftan ötürü tatmin edilmemiştir. Kişinin ancak kendi nefsiy-le samimî olduğu ölçüde ahlâktan söz edilebildiği açıktır. Kur'ân-ı Kerim, işte bu ihtiyatı kulaklarımıza devamlı fısıldamaktadır. O, bu konuda şöyle der: "Her kim açlıktan bunalmak derecesinde çaresiz kalırsa, günâh işlemeyi ve haddi aşmayı kasdetmiyerek (haram edilen etlerden) yiyebilir. Allah bağışlayıcıdır, yarhğaıjıcıdır.[170]Zayıf ve malûl olanlar, hastalar, haccedecek bir şey bulamıyanlar, (Özürlerinde) sadık ve samimi kaldıkça Allah ile Peygamberi katında ayıplanmazlar[171] Genel prensip olarak, o, kaynağını sadâkattan almayacak olan her mazeretin geçersizliğini ortaya koymuştur. "Belki insan birtakım mazeretler ileri sürerse de, öz nefsine karşı şahadet edecek"[172].Aynı şekilde insanın, kötü niyetle değil, fakat bir çeşit gevşeklikle, gerçekten bir engel ile karşılaşmadan önce gayreti bırakması mümkündür, însan, karşılaşacağı güçlükleri önceden tahmin edebilir: Bunu yapmıyorum, hasta olacağım; şunu yapmam, halk ayıplayacak; fakirlere vermem, ben de fakir olurum v.s. gibi. Zamanın çoğu, sırf böyle kuruntulara ait olur veya Kıır'ân'm lisanı ile söylenecek olursa, bunlar şeytanî fikirlerdir: "Şeytan", sizi cömertlikten caydırır ve "sizi fukaralıkla korkutur"; fakat "Allah ise size kalından mağfiret ve bereket va'd eder." [173]Hayır, ancak fiilen görülen bir imkânsızlık veya en azından yeterince tecrübe edinilen şey karşısında geri çekilmek gerekir. İş çok zahmetli görülse bile, her zaman işe itaat iradesi ile başlamak ve koyulmak lâzımdır. "Biz onlara kendilerini öldürmeyi, yahut yurtlarından çıkmayı farz kılmış olsaydık pek azı müstesna olmak üzere o farzı yapmazlardı. Halbuki onlar kendilerine verilen öğüt dairesinde yapılması isteneni yapsalardı, haklarında daha hayırlı olur ve onlar (onların ruhları) daha sağlamlaşırlardı.[174] Gerçekten içinden çıkılmaz bir duruma gelinirse, ilâhî lütufla hemen oradan kurtuluş çaresi ihsan edilecektir. Büyük ruhların tecrübesi, bunu yeterince isbat etmektedir. Hz. İbrahim ile oğlunun misâlini[175] veya Hz. Musa'nın annesinin[176]enmisâlini göz önünde bulundurmak yetişir. Allah'ın iradesine boyujı eğ, kimseler için durum işte böyle olacaktır. "Allah'a karşı vazifesind Üikkat edene, Allah da (onu sıkıntıdan çıkaracak) bir çıkış noktası verir[177]Hiç şüphe yok ki, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet, emin olun, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır[178]Nihayet olabilir ki, esas ödevlerini edâ eder ve fahiş hataları uzaklaştırırken namuslu insanın bu mütevâzî seviyesi ile yetimisin. Elbette bu, mutedil olan bu gayretin seviyesinde orta bir derecede idealini tesbitle başlamak demektir. Bu, hata vasıtasıyla hedef ve amelin birbirine karıştırıldığı hatadır. Amelin itidali, ancak en yüksek değeri hedef alan bir niyetten itibaren hareket etmek zorundadır ve bu yolla uygun bir biçimde elde edilmiş olabilir: kemâlin üstünlüğü. Daha az yüksek seviyedeki her sınırın, zarurî olarak irâde üzerinde yan yankıları olacaktır: durma, eksilme, kifayetsizlik. İmkânlarımıza bakmadan yüce ideal için gerektiği gibi bize mücahede etmeyi emreden Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin[179] başka insanî manaları yoktur. Bize bu üstün hedefi gösterirken ve bizim ahlâkî isteklerimizin bu sınırsız yücelmesi yoluyla onlar, gerçekten gayretlerimizi, kesafetlerinin mümkün en yüksek seviyesine vardırmaya çalışırlar. Biz Kur'ân-ı Kerim'in ne derecede insanları en üstünü arayıp bulmaya ve birinci sıralar için rekabet yarışma girmeye teşvik ettiğini gördük. Hz. Peygamber, bize bu asil cihadın anahtarını ve uyarıcı ilâcını vermektedir. O, maddî işler hususunda bizden daha aşağı olan hemcinslerimizin durumlarına bakarak kendi kaderimizle yetinmemizi bize emrederken, tersine ahlâkî alanda, bakışlarımızı daima bizden üstün olanlara doğru kaldırmamızı ve onları örnek edinmeye çalışmamızı bize canlı bir şekilde tavsiye etmektedir[180].
Şimdi Kur'an tarafından istenen ve öğülen gayretin ne olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.Önce bu, ödevin hizmetine koyulan ve onunla boy ölçüşen hem ahlâkî, hem maddî bir faaliyettir. Keyfî herşey ona yabancıdır.
Sonra bu, basiretli bir faaliyettir; iki kat basiretlidir. Onun nazarlan, yalnızca bilerek onu kullanmak için elde bulunan gücü konu edinmemekte, fakat aynı zamanda, failin (Rabbiyle, âlemle ve bizzat kendisiyle) çeşitli münasebetlerinin aralarında hakkaniyetle dağıtılmaları ve onların farklı taleplerini tatmin için, onları küllî bir görüş içinde kucaklamaktadır.Nihayet o, soylu ve ileriyi gören bir faaliyettir. Gerçekte o, güdük ve is-tikbalsiz kalmak için geçici olarak kendinin tüketilmesini istemez. Bilâkis o, muayyen bir süreklilik ve muayyen bir metanet tedbirini alır; onda sevinç ve neşe, azalmak şöyle dursun, habire artar.Böylece, kafasından ödev idealini geçirerek, şu üç unsur (güç, mekân ve zaman)'lu donatılmış olarak gayret, o şekilde hamlesini almak zorundadır ki, yücelirken ifrattan çekinir ve itidal kazanırken hataya düşmez.Bu bize, hemen Aristo'nun Etik'inin bir çok hükümlerini tahsis ettiği orta yol teorisini düşündürmektedir. Ve iki doktrin arasında bir yakınlık bulunması hiç de yararsız olmayacaktır. Bizim için meselenin, tarihî belli bir bağ bulunup bulunmadığını bilmek olmadığını belirtelim. Herkes Kur'an'ın tarih itibariyle ondan sonra olduğunu bilmektedir. Fakat diğer taraftan, bir alıntı faraziyesini söylemenin tarih bakımından bir terslik işlemek olacağı bilinmektedir. Gerçekten İslâm düşüncesi ile Yunan felsefesi arasında temas, iki asır daha sonra vaki olmuştur.Bizim niyetimiz, sadece onlar arasındaki benzerliğin nereye kadar vardığını ve farkın neden ibaret olduğunu görmeye çalışmaktır.Ölçü düşüncesi, eski bir fikirdir- Fisagorculara göre, âlemin özü, sayı ve ahenktir. Eflatun, ahlâkî alanda her şeyin ölçü ile ve aklıı selimin isteklerine uygun olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini kabul eder. Bu fikri bize daha az mücerret bir şekil altında sunmak için Aristo, ifrat ve tefritten kaçınmak demek olan orta yolu kabul etmenin gerekli olduğunu söyler.Oysa biz bu aynı amelî prensibi, biraz Önce gördüğümüz gibi, Kur'an-ı Kerim'de yalnız takvaya ait gayret konusunda değil, aynı zamanda kanaatkârlık[181], iffet[182], cömertlik[183], ses ve tutum[184] yumuşaklığı konusunda da buluyoruz.Buraya kadar benzerlik açıktır.Fakat işte birinci fark. Biz, İslâm'ın mukaddes kitabında fazilet ile dengeli ameli aynîleştiren genel bir formüle rastlamıyoruz. Bu formülü Aristo'da buluyoruz. O, bu konuda şöyle der: "Şu halde fazilet, bir nevi vasıtadır, çünkü onun kendine edindiği hedef, iki aşın uç arasındaki bir dengedir... Vasatı doğru, fazileti belirttiği halde, ifrat ile tefrit, sefahati göstermektedirler.[185]Bu tarif tam mıdır? O, doğru mudur? Tam bir kıyas üzerine dayandırılmış mıdır? Önce, bütün ahlâkî kavramlar, fazlalık, eksiklik ve eşitlik yönünden bu kemmî farkı kabul ediyorlar mı? Biz, ara sıra kaideye istisna olarak işaret edilen doğruluğun misâli üzerinde durmuyoruz; çünkü biz, doğru insanı, hakikati tamamen söyleyen kimse olarak tanımlama eğilimindeyiz. Böylece doğruluğun kusuru, ölümün bazen ötesine gitmek, bazen de berisinde tutunmaktan ibarettir. Gerçeğe aşın ilave yapan kimse ile, gizlemek suretiyle onu kesen kimse, aynı ölçüde hatalıdırlar. Şu halde doğruluk misali üzerine dayalı bulunan itiraz, bertaraf edilebilir. Fakat derûnî ve bölünemez bir ahlâkî fiilde, bu üçlü bölünme nasıl tesis edilir? Meselâ, belli bir tavır üzerinde insanın nefsiyle batınî duygu ve düşünce uygunluğu olarak dürüstlüğü ele alalım. Gerçekten, bu sahada üçüncü haddin imkânsızlığı prensibi bize, bütün gücüyle pekâlâ uygulanabilir gibi görünmektedir; çünkü o ya kendisiyle samimidir veya değildir; tıpkı o görüyor veya görmüyor gibi.Bununla birlikte bu derecelenmede biz uygun şartlar içinde yerimizi alalım. Ortayı tutan her tutumun faziletli olduğunu ve buna karşılık bu ölçüyü aşan her şeyin aynı yolla sefahat içinde bulunan amellere girdiğini kabul etmek mi gerekir? Sevgi ve kin, kabul ve red, hizmet eden ve yapan amel, zarar veren ve yıkan amel, işte bunlar hakikaten zıtlıklardır. Burada sırayla faziletin, aldırmazlık, şüphe ve etkisiz düşüncelere dalmadan ibaret olduğunu savunma hakkımız var mıdır? Öte yandan Atma'lı filozof, bize, orta yolun ona göre denge veya eşitlik noktası olduğunuverdiği zaman, bu ölçüye bakarak kendisine faziletten sağladığı fikrin, bizzat onun mahkûm ettiği kısas kanunu ile değilse bile, en azından onun yerine koyduğu münasebet kanunu ile tecessüm etmiş bulunan sıkı adaletten başka birşey olmadığından korkulmaz mı? Öyleyse ihsan, sadâkat, fedakârlık gibi hiç hesap ve tahmin edilmeyen bu faziletler için hangi mevki kalır?Böylece Aristocu tarif bize, tarif edilen şeye uygun gelmeyen durumları kucaklarken, bazen aşırılık İle, tarif edileni tam kapsamadığından bazen de eksiklik ile yanılgıya düşüyor gibi görünmektedir. Mantıkta denildiği gibi, o ne efradını cami, ne ağyarını manidir. Bu şekilde denilebilir ki, bu konuda umumu içine alan her formülden sakınırken Kur'anî hikmet, pekâlâ gerektiği yerde durmasını bilmiştir.Bir adım daha atalım ve iki doktrini bize, orta yolu tavsiye etmekte anlaştıkları duruma bakalım. Bu orta yol neden ibarettir?Aynı şekilde burada, onların cevabı ince farklılıkları ihtiva etmektedir.Filozofumuz, o derece mücerret genel düşüncelere bağlı kalmaktadır ki, neticede bu mükemmel vasatın ne olabileceğini tayin etme ihtimamını tamamen bizlerden her birimize bırakmaktadır. Yalnız o, bize tarifin faktörlerini göstermektedir. Diyor ki : "Amellerimizin ve duygularımızın, lâyık olanlar hakkında münasib zamanda ikna edici sebepler için ve uygun şartlarda gayeler için ortaya çıkması gerekir.[186]. Pekâlâ! Fakat "münasib" "tatminkâr" "uygun" olan nedir? Elbette bunu gösteren "akl-ı selim" dir. Böylece fazilet ölçüsü, insanların çoğu için kavranılamaz olarak kalmaktadır. O, tamamen hakimin zihninde yatmaktadır. Meselâ cömertliği alalım. Aristo şöyle söyler : "Kime vermek gerekir? Ne kadar? Ne zaman? Ne için? Ve hangi yolla? gibi hususları bilmek, işte zor olan mesele budur. Bu yüzden paranın yerinde kullanılması nadirdir... Vasatı doğruyu hedef alan kimsenin ondan en fazla ayrılan şeyden uzaklaşmakla başlaması... asgarî kötülüklerle yetinmesi gerekir[187]îşte sarahat konusunda hepsi bu.Tersine, Hz. Peygamberin öğretimiyle tamamlanmış bulunan Kur'an-ı Kerim, bize her fazilet için yeterince müşahhas ve tanınabilir bir ölçü vermekte; bu ölçü gereğince hata ve karıştırma şansları hemen hemen bertaraf edilmektedir. Buna iyice inanmak için, onu Kur'an-ı Kerim'de muzakere etmek suretiyle biraz önce zikrettiğimiz Aristocu sorulan yeniden ele almak yeterlidir: Orada her soru işaretine sarih cevap bulunacaktır.Dahası, her fazilete kendine has ölçüsünü verdikten sonra Kur'an-ı Kerim, ödevlerimizin aralarında ahenkli olmasını bize emreden genel bir kural vasıtasıyle onların bütününü sağlam bir şekilde tanzim etmiştir.Nihayet, gayretin derecesi konusunda İslâm'ın tavsiye ettiği makul orta, ne bir "aritmetik orta"dan, ne bir "zirve noktası"ndan, yani Aristo'nun fikrinin gidip geldiği bu iki formülden değil, fakat sevinç ve ümit ile hep birlikte mümkün olduğu kadar kemâle yaklaşan bir asaletten ibarettir. Hz. Peygamber, amelde rıfk ve yumuşaklığa teşvik hususunda şöyle buyurmuştur: "Öyleyse bizatihi doğru olana doğru, dosdoğru gidin, mümkün olduğu kadar ona yaklaşın ve ümit edin.[188]
İnsanlara müşahhas ödevlerini öğretmek!Hiç şüphesiz Kur'an-ı Kerim'in tam olarak yerine getirdiği büyük iş.
Fakat bu, onun ahlâkî öğretiminin başlıca gayesi olmasına rağmen, tek mevzuu değildir. Bu pratik görevin yanında, o, nazarî diğer mühim bir ödevi de üzerine almıştır. O, ahlâkın manasını anlamaya uygun olan usûl hakkında bize tam bir fikir vermek için bütün gerekli unsurları sağlamıştır. Ahlâkî kaide nereden geliyor? O hangi şartlar içinde kendini kabul ettiriyor? Ona karşı tutumumuzun beraberinde sürüklediği neticeler nelerdir? Bizim tutumumuzu ilham etmesi gereken prensip nedir? Fazilet hangi yolla kazanılır?Yükümlülük, sorumluluk, yaptırım, niyet, gayret, işte kendinin bilincinde olan her ahlâkî doktrinin belli başlı temel direkleri bunlardır. Ve biz, Kur'an-ı Kerim içindeki bu araştırmamızla ilgili çalışmanın esasını, ahlâk teorisini oluşturan bu kısımların incelenmesine tahsis ettik.incelememizi toplu bir bakış içinde toplayarak şimdi nihayet bulan araştırmalarımızın sonuçlarına şöyle hızlı bir göz atalım; ortaya koymaya çalışacağımız bu ahlâkın, müteakip birkaç satırda, bazı karakteristik özelliklerinin karşımıza çıktığını göreceğiz.Önce hangi manada ve hangi noktaya kadar Kur'an ahlâkı, dini olarak nitelendirilebilir?Elbette, onun tesis ettiği kuralların yegâne veya temel mevzuu, insan ile Allah arasındaki münasebetlerin düzenlenmesi manasında değildir;çünkü beşerî faaliyetin hiç bir veçhesinin, bu ahlâk kanununun pençesinden kaçıp kurtulmadığını tesbit etmek kolaydır[189]. Bu açıdan daha tam başka bir ahlâk tanınmamaktadır. Hatta bu ahlâkta sırf dînî tatbikatların cüz'î bir yer işgal ettiği savunulabilir. Doğrusunu söylemek gerekirse, burada iki farklı görüşü birbirinden ayırmak icâb eder: şümullü ve teksifi, dahilî ve haricî. Eğer müslümanm hayatî ve içtimaî iki alanda icra ettiği faaliyet, zahirî tezahürlerinde, genel olarak ibadetinde harcadığı alandan daha çok geniş bir alan işgal ediyorsa, buna mukabil onun bâti-nî hayatı daha yoğun bir şekilde dînîdir: O, Allah'ı her şeyin üstünde sevmek, herşeyi O'nun iradesine bağlamak, her yönden O'nun emir ve rızasından ilham almak zorundadır.Kur'an-ı Kerim ahlâkının, denetimi yalnız uhrevî ve müeyyidesi öldükten sonra olan bir dînî ahlâk manasında olduğunu da sanmamak gerekir; çünkü o, bu imtiyazları sadece ahlâkî vicdan ve kanunî iktidar gibi oldukça tesirli iki yönlü bir güce vermekle kalmaz; aynı zamanda topluluğun her üyesini, bütün meşru yollarla kötülüğün ve haksızlığın başarısını engellemekle de görevlendirir.Aynı şekilde o, kendini teşvik eden şeyi korku ve ümitte; delilini, aklın ve beşerî duygunun her isteğinden bağımsız olarak keyfî emirler veren yüce bir iradede bulan ve bu iradeye insanın tartışmasız ve anlamak-sızut itaat etmesi gerektiği manasında bir dînî ahlâk da değildir. Zira Kur'an-ı Kerim, açıkça emirlerini isbat etmek için bu insanî kavramlara ısrarla davet etmektedir. Bu bakımdan onun, ahlâkın bütün mertebelerinin işine yarayan öylesine tam öğretici bir sistemin ahlâkî öğretimini koyduğu söylenebilir. Mübtedî, namuslu insan, hakîm ve velî gibi herkes, orada aklî veya duygusal, mistik veya beşerî ikna olma ihtiyaçlarını tatmin edecek şeyi bulur. O derece ki, görünüşte tesisini haklı göstermek için muayyen bir sebep vermeksizin bize kendini sunan onun en kesin emri, ilâhî hikmetin genel kavramına veya bu kavramın hedef aldığı belirsiz bir hayra başvurmaktadır.Şüphesiz bu üçlü açıdan dinî unsur, ister düzenleyici bir kurala ihtiyacı olan beşerî hayatın bir tarafı olarak, ister kanunun uygulanmasında başarının daha büyük bir garantisi olarak, isterse bize karşı bizzat önemsiz görünebilen, yahut onu ne aklen keşfetmek için, ne de açıklamak için marifet nurlarımızın yetmediği şu veya bu tarifin doğrulanması olarak olsun, bir bakıma kanun koyucusunun mülâhazasına avdet etmektedir. Fakat bütün bu durumlarda, dinî unsur ile ahlakî unsur birbirine eklenme-mektedir ve biri diğerini tamamlayamaz.Teşrî'î mebdei açısından Kur'anî ahlâkı mülâhaza ederken hiç olmazsa bir taraftan bu birbiri üstüne konulabilirliği hasıl etmek mümkün değil midir? Kur'an-ı Kerim'e göre, ödevin bizim üzerimizde icra ettiği nüfuz, sırf dînî bir otoriteden ileri gelmemekte midir?Bunu eksiksiz ve kısıtlamasız kesin bir tarzda doğrulamakta kararsız kalmaktayız. Zira:
îlkin, bizzat Kur'an'a göre, vicdanın kanunu, var oluş yönünden müs-bet din kanunundan öncedir. Yaratılıştan beri, iyilik ve kötülük, hak ve haksızlık duygusu her beşerî ruha üflenmiştir. Gerçekten, ahlâkî hissin zuhurunu, temyiz yaşından itibaren çocuklarda ve devamını bütün yaşlarda ve hatta İnançsızlarda görmüyor muyuz? Sonra bizzat suçlular arasında, günahlardan kurtulmak cesaretine sahip olmadan, günahlarım itiraf eden ve pişmanlık duyan kimseler, en büyük sayıda olanlar değil mi?ikinci olarak, müsbet kanun, tabiî kanunu yürürlükten kaldırmak ve onu tesis etmiş olan derûnî otoriteyi azletmek için gelmemiştir. Eski kanunu geçerlikten kaldırmak şöyle dursun, onu tasdik etmekte, sürdürmekte ve açıklamaktadır. Vicdana gelince, yalnız onu önceden kabullenmemekte, aynı zamanda onu besledikten ve aydınlattıktan sonra da kendi nüfuzunu kurmak için yeniden ona müracaat etmektedir. Gerçekte, ne tabiî kanun, ne müsbet kanun, bizim muvafakatımızdan bağımsız olarak, bize kendini zorla kabul ettiren bir baskı değildir. Çünkü ilâhî emrin, bizim için ahlâkî bir yükümlülük haline gelebilmesi, ancak kendi rızamız iledir. Değişmez eşya düzeninde kurulmuş gibi dinî ödevini, zorunlu karakterine inanmadan edâ eden kimse, bu ödevine itaat etmiş olmaz. Birinci ödev, Ödeve imandır. Bu yüce emre itaat emrini ben, derûnî benimden almalıyım. İşte bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, mü'minlerden hâlis itaatlerini istemeden önce, onlara iman akdiyle olan genel taahhütlerini hatırlatmaktadır. Böylece Kur'anî buyruğun ilâhî vasfı, her zaman onun kendilerine başvurduğu beşerî iki duygu arasında mutavassıt bir andan başka birşey değildir. Tahlilî olarak, dinî unsur ile ahlâkî unsur, aralarında zarurî bağ olmayan müstakil iki kavramdır. Bu kavramlar birbirinden pek çok farklı iki çeşit ideali karşılamaktadır: Biri varlık ile ilgili; diğeri oluş ile ilgilidir. Birinci derecede ideal, bizatihi gerçek ve güzel, bilginin, temaşanın ve sevginin mevzuu olan mükemmel varlıktır; ikincisinde ideal, istek ve yaratmanın mevzuu olan fazilet adını verdiğimiz, mükemmel ameldir. Kant, bizim, Yaratıcı Allah'ı kanun koyucu bir hakîm ve onun buyruğunu ahlâkî bir emir kılarak, bu iki kavramı mantıkî bir rastlantı ve terkibi bir hükümle birbirine yaklaştırdığımızı söylüyordu. Bunu yapmak için biz, zarurî olarak mutavassıt bir üçüncü grup fikirlerden geçmek zorundayız. Biz, yalnızca Yaratıcıda adalet, hikmet, hayır gibi tamamen ahlâkî sıfatların bulunduğunu kabul etmiyoruz, aynı zamanda onun kanununu bizim kanunumuz kılıyor, onun emrine "bizim emrimiz" adını veriyoruz, aksi takdirde iki kavram bizim için ortadan kaldırılamaz olarak ayrı kalacaktır.Nihayet üçüncü olarak, yalnız ailevî ve içtimaî bir çok ödevler, müşterek vicdanın takdirine hasredilmek için kemmiyet bakımından belirsiz bırakılmamış, aynı zamanda bütün Kur'ânî yükümlülük, hem beşerî imkânı, hem de müşahhas realiteyi ve ödevler arasındaki ahengi hesaba katmak gerektiği mülâhazaların hepsini, uygulamasının şartı olarak koymuştur. Bizzat bu yolla o, her ferdî vicdana, her anın müşahhas ödevini formüle etmek için zarurî pay olan, teşriî faaliyetten bir pay vermektedir. Kur'an-ı Kerim, boyunduruğunun hoş ve yükünün yeğni olduğunu ilan ettiği zaman, bu mülâyemet hiç şüphesiz geniş ölçüde, beşerî vicdanın, Ödevin kabul ve kuruluşundaki bu üçlü müdahalesinden gelmektedir.Ve biz, bu müdahalenin onu öne geçirdiği, arkadaş kıldığı ve beşerî unsurlarla takip ettirdiği zaman, yalnız ne büyük ölçüde dinî âmili ihata etmek zorunda olduğunu değil, aynı zamanda onu tam ahlâkî bir âmil haline getirdiğini de görmekteyiz. Böylece mevzuat açısından, ne müeyyide, ne haklı çıkarma, ne de taliminin konusu olan madde açısından bu ahlâkın sırf dinî nitelikte olduğunu iddia edemeyiz; çünkü dinî taraf, her zaman ona, ancak çok geniş bir terkib içinde bir unsur olarak girmektedir.Bununla birlikte bir nokta vardır ki o, yalnız dinî veçhe üzerinde ortaya çıkmaz ve ağır basmaz; aynı zamanda o, vicdanın bütün alanını işgal etmekte ve böylece bu doktrinin adını mümkün, hatta zarurî dinî bir ahlâk kılmaktadır. İşte bu, niyetlilik noktasıdır. Gerçekten orada dinî mana tek ve rakipsiz olmaktadır. Ödevini edâ ederken mü'minin itaatkâr faaliyetinin kendine edinmek zorunda olduğu gaye, ne bu dünyanın nimetlerinde, ne öbür dünyanın sevinç ve şanında, ne kendi iyiliksever duygusunun tatmininde, ne de derûnî varlığının ikmâlinde bulunmaktadır; göz önüne alınması gereken bizzat Allah'tır. İnsanı hareket etmeye karar verdiren başka her gaye, bizatihi bir değersizliktir. Elbette biz, korkmak ve ümit etmek zorundayız; maddî ve ahlâkî huzurumuzu, itaat etmemizin karşılığından dolayı değil, bizzat kendisi için, veya bu ödevimiz, ya da hakkımız olduğu için arayabiliriz. Çünkü bu, kanuna saygısızlık etmek veya uymamak değilse bile, en azından Kur'an-ı Kerim'in bize talim ettiği şekliyle, ahlâka aykırı davranmak olacaktır.Eğer ahlâkî bir doktrinin belirgin niteliği, faaliyetinin gayesi olarak iradeye teklif ettiği prensipten geliyorsa, şimdi biz, Kur'anî ahlâkın hangi sınıfta yer alması gerektiğini görüyoruz. Bu ahlâk için, ne sevimililik, ne fayda, ne mutluluk, ne mükemmellik bizatihi bu prensibi oluşturamazlar. Bunların hepsi, kelimenin en kudsî, en hakikî ve en yüce anla-mıyle Ödev otoritesine bağlı olmalıdır.Fakat ahlâkî kanunlan, muhtevalarında hâkim olan unsura göre, ferdiyetçi veya cemiyetçi, tasavvufî veya insancıl, adalet veya merhamet kanunu vesaire gibi adlandırmak âdettir. Tek yanlı bu adlandırmalardan hiçbiri, burada bize uygun geliyor gibi görünmemektedir. Bu, adaleti ve merhameti birlikte emreden ve içinde ferdî, içtimaî, beşerî ve ilâhî unsurların sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğu bir kanundur. Fakat bu sistemin alanı içinde, merkezî bir fikir oluşturursak, bütün emirlerin bu fikir içinde yoğunlaştığı ana faziletin, takva kavramında olduğunu buluruz. Oysa takva, kanun için en derin saygıdan başka nedir? Böylece biz, bu defa duygusal alan üzerinde iradeyi harekete getiren güç olarak ortaya çıkmış ödev fikrine ulaşıyoruz. Bu alanda hürmet bize, telif ettiği ve yumuşattığı iki aşırı duygunun arasında tam merkezde görünmektedir: sevgi ve korku. Bir nevi bu ikisinin birleşmesinden doğan hürmet, onların çift yönlü rolünü oynamakta, aynı zamanda hem hareket ettiricilik, hem frenleyici-lik görevini yapmaktadır. Bilhassa bu sonuncu veçhe altında, ona haya ismi verilir. Oysa Hz. Peygamber, bu ahlâkın ruhunu tam tamına bu duygu ile tarif etmiştir.Araştırma hangi yöne çevrilirse çevrilsin, en yüksek ideali hedef alarak bu ahlâkın, ahlâkî hayatın bütün güçlerini ve bütün şekillerini toplamaya ve onları dengeli noktalarına doğru yeniden getirmeye yöneldiği görülmektedir. Ferdin hürriyeti ile iradesinin disiplinini uzlaştırabildiği tarza özellikle işaret edelim. Bu uzlaştırmayı o, izini taşıdığı yarı yumuşak, yarı sert bu karakteri sayesinde elde etmiştir; ve bununla birlikte o, bu karakteriyle, arzularımızın kaprislerinin ve hissimizin çalkantılarının etkisiyle kendini gevşetmeden hayatın en çeşitli şartlarına kendini uydurmaya müsaittir. Gerçekte bu kanun, beşerî ruhun en derin temayülleri ile gelip geçici meşru veya gayr-ı meşru ihtiyaçların arasını açıkça ayırmaktadır; nitekim o, cihanşümul ve değişmez bir şartla uyulması zorunlu olduğu için dokunulmadan bırakılması gereken şey ile, karakterlerin ve şartların değişmesiyle değiştiği için bizden her birimizin hükmüne emanet edilmesi gerekli olan şey ve yabancı ve zararlı bir tabiatın yanlış bir katkısı olarak düzeltilmesi veya çıkarılması gerekli bulunan şey arasını da ayırmaktadır. İşte bu verileri hesaba katmış olduğu için o, farz, mubah ve haram üçlü prensibini kurmuştur.îşte Kur'anî hikmetin bu ince Ölçüsünden bir hürriyet ve disiplin ittifakı yapan birinci âmil budur.Diğer âmiller şunlardır:Böylece tesis edilen her kaidenin prensibi ve özü, her zaman değişmez ve cihanşümul olarak mukaddes kalması gerekir. Fakat onlar arasında bazılarının ifadesi, maddeten belirlenmemiş olduğundan, onların tarifi ve onların tatbik şekli, açıkça sağ duyuya tevdî edilmiştir; bunlar temyiz gücünün ve şahsî düşünce inceliğinin işleridir. Ödevleri-mizden belli bir sayıya nail olmuş olanlar bile, ona ancak uzaktan ve genel hatlarıyle nail olmuşlardır. Böylece onlar, faaliyetimizin icrasında sırf iki aşırı uçtan kaçınmak için iki uzak sınırlar arasına konmuştur: Faziletin gerektirdiğinden daha aşağısına düşmekten veya sebepsiz ve ölçüsüz dağılmaktan kaçınmak gibi. Bu ikisi arasında ferdî hürriyet, gittikçe yükselen, fakat daima ahlâkî hayatın çeşitli istekleri ile ahenk içinde olan dereceleri araştırıp bulmaya davet edilmiştir.Kur'an-ı Kerim'in bize ödev kuralını takdim ettiği bu tarz, ferdi basit bir alet haline getirme yerine, ne sadece yükümlülük boyunduruğunu hafifletmek ve şahsın değerini korumak lehinde, ne de ferdî iradenin birbirine zıt olan iki temayülüne, yani uygunluk ve teşebbüsten ibaret olan çift yönlü ihtiyacımıza tam ve makul bir tatmin vermiştir. Fakat o, sosyal alanda en yüksek ehemmiyete haizdir. Daha önce dediğimiz gibi, onun sayesindedir ki Kur'an, topluluğun bütün üyelerine ait müşterek bir ahlâkî ortamı oluşturmak için oldukça mütecanis, fakat aynı şekilde sinesinde çeşitli değer derecelerini kabul etmek için yeterince en ufak incelikleri belirtilmiş bir çerçeve yaratabilmiştir. Bu başarının en önemli âmili, bütün kuralların veya çoğunun çift yönlü bir emri ihtiva ettiği bu vakıadan ibaret olmaktadır: Bir ödevi edâ etmek ve bir hayn gerçekleştirmek,veya daha ziyade cevheri bir ödevi ve bir kemâle erme ödevini edâ etmek. Birinci nokta üzerinde Kur'an-ı Kerim, uzlaşmaz görünür ve hiç bir anlaşma kabul etmez, fakat ikinci nokta üzerinde emrinin sertliği, teşvik ve cesaret halini almaktadır.Böylece bütün sosyal müesseselerimiz, insanlann ve şartların kaprislerinden korunan, statik, muhafazakâr bir kısım ve bir de dinamik, gelişme sağlayabilen serbest bir kısım ihtiva etmek zorundadırlar. Bu şekilde istikrar ve değişme rüyalarımız, düzen ve ilerleme ihtiyaçlarımız gerçekleşebilir.Ayrıca müşterek ödevden, herkesin teşebbüs ve cesaretine teklif edilen kâmil ödeve giden yol üzerinde Kur'an-ı Kerim'in her merhaleyi liyâkat derecesiyle gösterdiğini ilave etmelisiniz. Böylece o, faziletin git gide ilerleyen çeşitli tatbikatını kerem ve ihsanı ile koruyarak, taraftarlarından hepsini daima yükselmeye, daima daha yükseğe çıkmağa çağırmaktadır.Bu şartlarda şu şekilde neticeye bağlayabiliriz :İnsanlığın ebediyyen devam edeceği ve hayat şartlaruu sonsuzca değiştireceği farz edilirse, Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde, onun faaliyetini ahlaken düzenlemek için bir kural, gayretini teşvik edecek bir vasıta, zayıflar için bir merhamet ve kuvvetliler için bir ideal bulacağını ummak mümkündür.En azmdan Kur'an ahlâkının kendi kendine mutlak olarak yettiği söylenebilir.Bu "kâmil bir ahlâk" tır.Bu inceleme boyunca açık, kesin ve objektif olmaya çalıştık.Hiç şüphesiz, güzelliği açıklığa, cazibeyi sağlamlığa katmak arzu edilen bir husustur. Düşüncenin meyvelerini ektikten sonra üslûbun çiçeklerine itina etmek daha da hoştur. Fakat, bu gösteriş, Fransızca olarak kaleme alma hususunda, alışılagelen üslûbumuza biraz yabancı olduğundan, parıltı ararken sağlam olanın itibarım düşürmekten ve sadece sun'î ve gülünç bir şey ortaya koymaktan çekindik. Bu durumda biz, fikirlerimizi ve ifadelerimizi aklımıza geldiği gibiyalın ve saf olarak takdim etmekle yetindik.Maamafih bizim bu esere koymaya çalıştığımız diğer niteliklerden bazıları kabul ve tasdik edilirse, gayretimiz büyük ölçüde mükâfatlandırılmış olacaktır.
[1] Davranışın değer ve geçerlilik şartı olarak.
[2] (Kış. en-Nahl 16/78.
[3] eş-Şems 91/7-8.
[4] Aynı sûre, 9,10.
[5] et-Tevbe 9/105.
[6] Dictionnaire Littrc, Effort (maddesi).
[7] Bak,Sabatier, La Philosophie de VEffort.
[8] İnşikak 84/6.
:
[9] et-Teğâbün 64/16.
[10] el-Beled 90/11-17.
[11] el-Hucurât 49/15.
[12] Segur, Hist. Nap.,Vlll, II, Littre tarafından iktibas
edilmiştir. Effort maddesi.
[13] Epitre de Paul aux Romains, III, 10.
[14] Kant, Crif.de
la R.
Pratique, s.89.
[15] Aynı eser, s. 88.
[16] Aynı eser, s. 88.
[17] Bak. Gazali, îhyâ, c. IV, s. 36-7- Gazali burada şöyle
der: "Eğer, tevbe eden İki kişi düşünmüş olsak, biri hiç mücadele
etmeksizin günahtan vazgeçmiş, diğeri ise mücâdele ederek ondan vazgeçmiş,
bunların hangisi üstündür? dersin: Bil ki bu konu ulemânın ihtilaf ettiği bir
konudur. Ahmed b. Ebu'l- Havari ile Süleyman ed-Darânî'nin taraftarları
mücadele eden daha üstündür, derler. Çünkü o, tevbe ile beraber, mücadele
üstünlüğüne de sahiptir. Basra ulemâsı da, diğeri daha üstündür, derler. Çünkü
o, tevbesinde biraz kusurlu ise de, mücâhede edenden selâmete daha yakındır.
îki gruptan her birinin sözleri, gerçek olmakla beraber, gerçeği tam manasiyle
aksettirmekte eksiktirler...".
[18] en-Naziât 79/34-41.
[19] el-En'âm 6/124.
[20] . el-Ankebût 29/69.
[21] Krş. Buhâri, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 37.
[22] Yûsuf 12/53.
[23] Müslim, Kitâb-ı Sıfat el-Kıyâme.
[24] en-Nahl 16/99.
[25] el-lsrâ 17/65..
[26] el-A'râf 7/201.
[27] el-A'râf 7/200.
[28] Krş. Müslim, Kitâbü'1-Birr, Bab 25.
[29] Krş. Buharı, Kitâbü'1-Ef ime, Bab 32.
[30] Aynı yer, Kitâbü'l-I'tisâm, Bab 24.
[31] Krş. Mâtik, Kitâb-ı Cami', Eklü'd-Dabb.
[32] . Krş. Tirmizî, Kitâbü'I-Birr, Bab Mizah.
[33] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Cenâiz, Bab 6.
[34] Aynı eser.
[35] eş-Şu'arâ 26/3.
[36] Krş. Neseî, Kİtâb-ı 'Işratu'n-Nisâ, Bab 1.
[37] el-Bakara 2/165.
[38] . eİ-Bakara 2/45.
[39] Krş. Kuşeyrf, Risale, c.Iİ, s.131.
[40] Bak, meselâ Muhasibi, Ri'âyc, vrk. 50.
[41] et-tevbe 9/53-54.
[42] el-Ankebût 29/69.
[43] Muhammcd 47/17.
[44] YûnÛs 10/9.
[45] Krş. Buhârî, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 19.
[46] el-En'âm 6/125.
[47] el-Mücâdele 58/22.
[48] el-Fetih 48/4.
[49] el-Hucurât 49/7.
[50] el-Fetih 48/18.
[51] Aynı sûre, 4.
[52] Aynı sûre, 26.
[53] el-Hucurât 49/8.
[54] el-Hucurât 49/7.
[55] Krş. Buharı, Kitâbü'1-Edeb, Bab 33.
[56] et-Tevbe 9/105.
[57] Âl-i İmrân 3/136; cl-Ankebût 29/58; ez-Zümer 39/74.
[58] Krş. Buharı, Kitâbü't-Tevhîd, Bab 54; Müsiim,
Kitâbü'I-Kader, Bab 1.
[59] el-Leyl 92/5-10.
[60] Krş. Müslim, Kitâbü'l-Kader, Bab 8.
[61] el-Vâkıa 56/10-11.
[62] ez-Zümer 39/17-18.
[63] Aynı sure, 55.
[64] el-Mâide 5/48.
[65] Krş. Tabarânî, Suyûtî tarafından el-Câmi'us-Sağir'de
zikredilmiştir.
[66] Krş. el-Enfâl 8/7-8.
[67] en-Nisâ 4/95.
[68] el-Hadîd 57/10.
[69] Krş. Müslim, Kİtâbü'l-Kader, Bab 8.
[70] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Hiyal, Bab 3.
[71] Bak. Bölüm I, II, B.
[72] Kuşeyrî, bu mükâfaat fikrini İyi kavramıştır. (Bak,
Risale, Bab, îrâde, c. III, s. 121). Daha sonra îbn Abbad, es-Sâiihu'1-meczûb
ile el-Meczûbu's-Sâlih arasındaki mukayese konusunda benzer bir uyan yapacaktır
(Bak. er-Resail, s. 40-1).
[73] İnşirah 94/7-8.
[74] eJ-Kalem 68/4.
[75] el-Bakara 2/253.
[76] el-îsrâ 17/55.
[77] Krş. Buhârî, Kitâbü'I-Husumât, Bab I.
[78] el-Bakara 2/285.
[79] Al-ilmrân 3/135.
[80] Tâhâ 20/121
[81] en-Neml27/2.
[82] el-Fetih 48/2.
[83] Tâhâ 20/115.
[84] et-Tevbe9/43.
[85] en-Neml 27/10.
[86] en-Nisâ4/31.
[87] el-Ahzâb 33/30-2.
[88] ed-Duhâ 93/4.
[89] Krş. Müslim, Kitâbü'z-Zikr, Bab 12.
[90] el-Beled 90/4.
[91] el-Mâide 5/87-8.
[92] Müslim, Kitâbü'n-Nikâh, Bab 1.
[93] Buharı, Kitâbü'n-Nüzür, Bab 30.
[94] el-Cum'a 62/10; el-Mülk 67/15.
[95] Bak. önce zikredilen metin, s. 324 (not).
[96] el-Bakara 2/239.
[97] . en-Nisâ 4/103.
[98] el-Bakara 2/189,197.
[99] et-Tevbe 9/37.
[100] et-Tevbe 9/38-42.
[101] Aynı sûre, 81.
[102] Aynı sûre, 120.
[103] Krş. Müslim, Kitâbü'1-îman, Bab 8,
[104] Krş. Ahmed, Miisned, c. III, s. 61.
[105] el-Mâide 5/32.
[106] Krş. Buhârî, Kitâbü's-Savm, Bab 8.
[107] el-Bakara 2/183.
[108] Krş. Ahmed, Müsned, C IV, s. 260.
[109] Aynı eser, C. I, s. 195.
[110] Kefaret tarzı olarak oruçla ilgisinden doiayi, V, 95
âyeti ile itiraz edilebilir. Ama âyetin aynı ifadesi, daha ziyade elverdiği
kadar pişmanlığın ahlâkî bir ıstırabının söz konusu olduğunu gösterir:
"Ta ki yaptığının vebalini duysun." Şu haide bu durum, suçlunun
şuuruna varması istenen geçmişe ait bir ameİin
büyük yanlışlığmdandır, yoksa fiilen maruz kaldığı maddi mahrumiyetten değil.
Zaten bu bedenî ıstırabın hedefi, aynı zamanda âyetin ilgili olduğu diğer
müeyyide ( nezir ve tasadduk ) tarzlarına nasıl uygulanır?
[111] Pek âlâ kaçınılmaz, diyoruz; çünkü Ödevimizin,
hastalıklar ve aksaklıklar gibi tabiî bir yoi-la başımıza gelen, fakat
atlatılmaya ve hafifletilmeye elverişli olan güçlükler Önünde aynı olmayacağı
açıktır. Böyle kötü şeyler, ilgisizce maruz kalınmak için olan olayîar değil,
fakat gayretimizi onlara üstün kılmağa teşvik içindir. Peygamberimiz de bu
konuda bize şöyle buyurur : "Allah Tealâ verdiği herhangi bir derdin
şifasını da verir". (Krş. Buhârî, Kitâbü't-Tıbb, Bab 1) " Her derdin
bir devası vardır. Derdin devasına rastlanırsa Aziz ve Yüce Allah'ın izniyle
şifa bulur." ( Krş.Müslim, Kitâbü's-Selâm, Bab 26) " ... Şu halde
kullanılması yasak
olanlardan sakınarak tedavi
olunuz! "..." ( Krş.Ebû Davûd, Kitâbü't-Tıbb, Bab 10). Yalnız bu
bedenî tedavilerin her zaman sert ve genel bir ödev teşkil etmediği
söylenebilir. Bedenlerinden ziyade, önemli kaygıları olanlar, bazan cesaretle
bedenî güçlüklere maruz kalmayı, ona bir çare bulmak için olağanüstü veya çok
sert ölçülere başvurmaya tercih ederler. Krş. Müslim, Kitâbü'1-Iman, Bab 94.
[112] el-Bakara 2/155.
[113] en-Nisâ 4/28.
[114] el-Bakara 2/185.
[115] Bak. Alexis Carrel, L'Homnıe, Cet Inconnu, s. 274.
[116] Krş. tbn Mâce, Kitâbü't-Ticâre, Bab 4.
[117] Krş. Müslim, Kitâbü'i-Mesâcid, Bab 50.
[118] Krş. Buhârî, Kitâbü'1-Buyû', Bab 15.
[119] Aynı yer. Bak., aynı şekilde Nesâî, Kitâbü'z-Zekât,
Bab 87.
[120] Krş. Buhârî, Kitâbü'z-Zekât Bab 20. Aynı eser,
Kitâbü'l-Vasıyye, Bab 2. Ebû Davud, Kitâbü'z-Zekât, Bab 38.
[121] Krş. Ibn Mâce, K. Ticâre, B. I.
[122] Krş. Buhârî, K. Zekât, B. 49 .
[123] Krş. Tirmizî, Kitâbü'z-Zühd, Bab 22.
[124] Krş. Müslim, Kitâbü'z-Zühd, Bab 13.
[125] Ibn Mâce Kitâbü's-Sıyâm, Bab 55.
[126] Krş. Müslim Kitâbü's-Salât, Bab 79.
[127] Aynı eser ve Buharı, Kitâbü'd-Da'vât, Bab 17.
[128] Krş. Gazâlî, îhyâ', C. II, s. 197 ve devamı.
[129] en-Nûr 24/32-33.
[130] Krş. Buharı, Kitâbü's-Savm, Bab 10.
[131] Aynı eser, aynı yer. Biz burada, pek çok müslüman ve
başka ahlâkçılar tarafından Öğülen^ zühd metodunun aslını ve tek isbat edici
şartım bulduğumuza inanıyoruz. Ahlâk mütefek-: kirlerinin, çoğu kez
taraftarlarına benimsettikleri bu mahrumiyetler ve bu nefsi köreltmeler,
gerçekte orada bir hedefi görmeyi gerektirmez; bilâkis bazı âsî ve duyular
tarafından şiddetle hâkim olunan fıtratlarla mücadelenin bir vasıtasıdır.
Elbette bu mücadelenin devresi, du-K rumlara göre uzun veya kısa zaman
sürebilir; fakat bu her zaman geçici bir önlem olarak in-; sanlara teklif
edilen normal sürekli olmayan durumdur.
[132] Krş. Buhârî, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 33.
[133] Krş. Tirmizî, Kitâbü'l-Cihâd, Bab 17.
[134] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Fiten, Bab 8.
[135] Krş. Tirmizî, Kitâbü'z-Zühd, Bab 60.
[136] Krş. Tirmizî, Kitâb-i Sıfatu'l-Kıyâme, Bab 55.
[137] Krş. Kuşeyrî, C. II, s. 139-142.
[138] el-Müzzemmil 73/6.
[139] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Î'tikâf, Bab 1.
[140] el-Hacc 22/78.
[141] Âl-i îmrân 3/102.
[142] et-Teğâbün 64/16.
[143] en-Nisâ 4/29.
[144] el-Bakara 2/195.
[145] Bak, bölüm I, S İl, 2. Buna, bineceği ve yol azığı
olmayan kimsenin hacc ve askerlik Ödevinde
Özel işlem görmesi gibi,
başka misâller de ilave edilebilir. Âl-i Îmrân 3/97; et-Tevbe 9/91-2,
[146] el-En'âm 6/119.
[147] el-Mâide 5/3; cn-Nûr 24/33.
[148] el-Bakara 2/184.
[149] en-Nisâ 4/186; eş-Şûrâ 42/43; el-Ahkâf 46/son.
[150] el-Bakara 2/237; el-Bakara 2/280.
[151] en-Nahl 16/126.
[152] el-Müzzemmil 73/20.
[153] Krş. Buhârî, Kitâbü'1-Edeb, Bab 84-6.
[154] Krş. Buhârî, Kitâbü's-Savm, Bab 35.
[155] Aynı yer. Bab 37; Müslim, Kitâbü's-Savm, Bab 37.
[156] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-'Umre, Bab 58.
[157] Aynı eser, Kitâbü'l-Î'tikâf, Bab 1.
[158] Aynı eser, Kitâbü't-Teheccüd, Bab 6.
[159] Aynı eser, Kitâbü'l-Î'risâm, Bab 5.
[160] el-Bakara 2/207.
[161] Krş. Suyûtî, Tkfsinı'd-Durrİ'l-Mensûr.
[162] Krş. Şâtıbî, Muvafakat, c. IH, s. 254.
[163] Sâd 38/86.
[164] el-Hacc 22/78.
[165] Krş. Ahmed, Enes tarikiyle.
[166] Krş. Buharî, Kitâbü'1-îman, Bab 29.
[167] et-Tevbe 9/40,81,180.
[168] Krş. Buhâri, Kitabü's-Savm, Bab 36; Müslim, aynı konu,
Bab 15. Söz konusu hadiste belirtildiğine göre, yolculukta Ashabtan oruçlu
olanlar oruç tutmayanları, bu sonuncular da birincileri ayıplamazlardı.
[169] el-Bakara 2/228, 233, 236.
[170] e]-Mâide5/3.
[171] et-Tevbc 9/91.
[172] Kıyamet 75/14-15.
[173] el-Bakara 2/268. k
[174] en-Nisâ 4/66.
[175] es-Sâffât 37/103.
[176] el-Kasas 28/7-8.
[177] et-Talâk 65/2.
[178] inşirah 94/5.
[179] Meselâ Âl-i Jmrân 3/102; el-Hacc 22/78.
[180] Kxş. Tirmizİ, Kitâb-ı Sıfat el-Kıyâme, Bab 58.
[181] el-Mâide 5/87; el-A'râf 7/31.
[182] el-Mü'minûn 23/5-7; el-Meâric 70/29-31.
[183] el-En'âm 6/141; el-Isrâ 17/29; el-Furkân 25/67.
[184] el-îsrâ 17/110; Lokman 31/19.
[185] Kış. Aristote, Ethique, Lİvre II, Ch. VI.
[186] Aynı eser, Bölüm, VI.
[187] Aynı eser, Bölüm, IX.
[188] Krş. Buhârî, Kitâbü'1-lmân, B. 29.
[189] Daha sonra "Pratik Ahlâk" unvanı altında
tasnif edeceğimiz Kur'an'dan seçmelere bakınız.