Nüzul Sebebinden Çıkan Sonuçlar:
Sure,İ Man İle İmansızlık/Materyalizm Arasındaki Savaşı Anlatır:
Seyyid Kutub'un Kehf Suresine Bakışı:
b- Düşünce ve Bakış Yöntemini Düzeltmek:
c- İnanç Ölçüsüyle Değerleri Düzeltmek:
Öyküde Allahin Bazı Ayetleri/Delilleri:
Öykü Önce Toplu, Sonra Ayrıntılı Olarak Verilmiştir:
Rabbimiz! Katından Bize Bir Rahmet Ver:
Onların Haberini Sana Gerçek/Doğru Olarak Anlatıyoruz:
Tanrıları İçin Açık Bir Delil Getirsinler:
Milletlerinden Ne Zaman Ayrıldılar?
Onlar Gibi Uzleti/Toplumdan Ayrılmayı Seçebilir Miyiz?
Fiziki Uzlet İle Zihinsel Uzlet:
Dünyanın Darlığı ve Mağaranın Genişliği:
Seyyid Kutup, Allahın Rahmetinin Etkilerini Anlatıyor:
Rahmeti Nasıl Bulduğunu Kutup Şöyle Anlatır:
Bunlar Allah'ın Ayetlerindendir:
Mağaranın İcanlı Tasviri ve İçindeki Gençlerin Durumu, Kur'anın İlahi Kaynağının Da Delilidir:
Bereketleri, Köpeklerini De Kapsamıştır:
Uyandıktan Sonra Gençler Ne Yaptılar?
Şehre Gönderdikleri Kişiye Yaptıkları Tavsiyeler:
c- Temiz ve Helal Yiyecek Aramak:
f- Durumlarım Halktan Gizlemek:
ğ- Diriltme ve Durumlarının Açığa Vurulmasının Amacı:
Halk Onlar Hakkında İki Gruba Ayrıldı:
Onları Az Kişiden Başkası Bilmez:
Sekiz Vav'ının Başka Bir Espirisi:
Onlar Hakkında Onların Hiçbirinden Bir Şey Sorma:
Herşey Allahın İradesiyled Olur:
"Mağarada Üçyüz Dokuz Yıl Kaldılar" Sözünü Kim Söylemiş?
Dokuz Yıl, İki Hesap Arasındaki Fark Mıdır?
Doğrusu, Allahın Bildirmesidir:
Ne Kadar Kaldıklarını Allah Daha İyi Bilir,Demenin Anlamı:
"Dokuz Yıl Daha"Sözü, Kur'anın Kaynağını Gösterir:
Öyküde Kur'anın İlahi Kaynağını Kanıtlayan Başka Deliller:
Öykülerin Ardında Kur'anın Değerlendirme Yapmasının Amacı:
Ashab-ı Kehf Öyküsünden Sonra Kur'anın Değerlendirme Yapması:
Bu Notlardan Çıkan Dersler ve Anlamlar:
II- İKİ BAHÇE SAHİBİNİN ÖYKÜSÜ
Kuranda İki Bahçe Sahibinin Öyküsü:
Kurgulama Değil, Gerçek Bir Öykü:
Öykünün Belirtilmeyen Ayrıntıları:
Allah, Kafire De Dünya Malını Verir:
İşlerin Allaha İsnad Edilmesi:
İki Bahçenin Ahengi İle İlgili Tarımsal Bir Tespit:
Sahibi Zulmettiği Halde, İki Bahçe Zulmetmedi:
Aldanmış Gururlu Kişinin Anlayışı:
Mümin Arkadaşın Konuşmasındaki İmanlı Mantık:
Maşaallah, Güç ve Kuvvet Ancak Allahtandır!
İşte Orada Güç ve Egemenlik, Gerçek Olan Allahındır:
Kalıcı Güzel İşler Daha İyidir:
Kuranda Hz.Musa ve Hızır Öyküsü:
Hadislerde Hz. Musa Ve Hızır Öyküsü:
Hadislerden Çıkan Bazı Sonuçlar:
Hz. Musa'nın Beraberindeki Genç,Yûşa' İbn Nun'dur:
Yûşa' İbn Nûn Peygamber Midir?
İsrailoğularımn Hayatında Yuşa İbn Nun'un Rolü:
Hızır'ın Hayatında Belirsizlikler:
Tercih Edilen Görüşe Göre Hızır, Peygamberdir:
Hızır'ın Peygamber Olduğunun Delilleri:
Hızır'ın Peygamber Olmadığını Söyleyen, Kafir Olmaz:
Hızır'ın Şu Anda Yaşadığını Söyleyenlerin Yanılgısı:
Hızır,Hz.Muhammed Peygamber Olmadan Önce Ölmüştür:
Muhayimî'nin Tefsirinden Bir Örnek:
Bursalı İsmail Hakki'nin Tefsirinden Bir Örnek:
"Ledunni İlim" İddiasının Yanlışlığı:
Hz.Musa ve Hızır Öyküsünde Belirsizlikler:
Hz.Musa ve Hızır Öyküsünde Sürprizler:
Onu Ancak Şeytan Bana Unutturdu:
Yolun Açılması ve Hayret Verici Olması:
Selam Vermeyi Nereden Öğrendin?
Yaptıklarım Karşısında Dayanamazsın:
"Testi'" ve "Testati" Sözcükleri:
İstedim, İstedik, Rabbin İstedi, Fiilleri:
Zulkarneyn Öyküsünde Belirsizlikler:
Zulkarneyn Öyküsünün Ayrıntıları, Şaşırtıcı Bir Bilmecedir:
Sahih Hadislerde Zulkarneyn Şeddi:
Bu Hadislerden Anladıklarımız:
Sahih Hadislerde Yecuc ve Mecuc'un Çıkması:
Seyyid Kutup Bu Konuda Ne Diyor?:
Zulkarneyn'in Kimliğini Belirlemeye Çalışan En Meşhur Görüşler:
1- Hz.Ibrahim'in Çağdaşı Mıdır?
2- Mekadonya'lı Büyük İskender Midir?
4- Doğrusu,İran/Pers Kralı Kuruş'tur.
İran'lı Kuruş Olduğunu Söyleyen Ebu'l-Kelam Azad'in Delilleri:
Zulkarneyn'in Kimliğini Belirlemeye Çalışanların Söylediklerini Özetlemesi:
c- Kûruş'un Kuzey Seferi ve Yecuc İle Mecuc Şeddi:
Zulkarneyn Şeddi, Daryal Geçidinde Yapılan Seddir:
Kuruş ve İmparatorluğunun Sonu:
Kûruş'in ve Zulkarneyn'in Ahlakı:
Yecuc ve Mecuc Kelimeleri Arapça Mıdır?
Moğolistan, Yecuc ve Mecuc'un Yurdudur:
Yecuc ve Mecuc'un Çıkışı İle İlgili Yedi Devir:
Cengiz Han ve Hulagu Yecuc ve Mecuc'tandır:
Tarihçi İbnu'1-Esir ve Moğol saldırıları:
Cengiz Han'ın Çıkışı ve İslam Alemine Saldırması:
Bağdad'ın İşgal Edilmesi ve Halifenin Öldürülmesi:
Ayn Calut Savaşında Yecuc ve Mecuc'un Yenilmesi:
Yecuc ve Mecuc Tehlikesini Anlatan Îbnu'1-Esir Islama ve Müslümanlara Ağıt Yakıyor:
Cengiz Han ve Hulagu Hakkında Seyyid Kutub'un Görüşü:
Kiyamet Saatinin Öncesinde Çıkacaklar:
Yecuc ve Mecuc'Ia İlgili Mitolojik Görüşler:
Öyküyü Anlatan Ayetlere Bir Daha Bakalım:
Yüce Allahın Zulkarneyn'e İmkan Vermesi:
Kur'anda Yeryüzüne Yerleştirmek/İmkan Vermek:
Allahın Zulkarneyn'e Verdiği İmkanlar:
Zulkameyn'in Sebeplere Sarılması:
Güneşin Kara Balçıklı Bir Gözde Batması:
Ödüllendirme ve Cezalandırma İle Eğitmek:
Onun Bütün Yaptıklarını Biliyorduk:
Zulkarneyn'in Mala İltifat Etmemesi:
Yecuc ve Mecuc'un Şeddin Karşısında Aciz Kalması:
"İstâû" ve "İstetâû" Fiilleri:
Seddin Yapılması Allahtan Bir Rahmettir:
Seddin Yapılmasından Alacağımız Ders:
Allahın Verdiği Söz ve Şeddin Yıkılması:
Tefsirci Kasımı İle Beraber Öyküden Şu Dersleri Çıkarıyoruz:
Zukarneyn Öyküsü Hakkında Son Sözü Seyyid Kutub'a Bırakıyoruz:
Şüphesiz, hamd Aîlahındır. Ona şükrederiz. Onun yardım ve rehberliğini dileriz. Kötülüklerimizden Ona sığınırız. Allanın doğru yolu gösterdiği kişiyi hiçbir kimse saptıramaz, saptırdığı kişiyi de hiçbir kimse doğru yola getiremez. Allahtan başka tanrının olmadığı ve ortağının bulunmadığına, Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ederim. AÜahın selat ve selamı onun üzerine, aile fertlerine ve ashabına olsun!
Bu, Kur'an'da Öncekilerin Öyküleri serisinin ikinci kitabıdır. Birinci kitapta Israiloğullarının en önemli öykülerini anlatmıştık. Orada Musa'nın annesi, Firavn ailesinden mümin adam, Karun, Israiloğullarının çölde dolaşmaları, ineği kesmeleri, Cumartesi adamları ve Talut öykülerini sunmuştuk.
Daha önce Kur'anın öykülerini anlatmayı sürdüreceğimizi ve Kur'anda öncekilerden başkalarının da öykülerini anlatacağımızı belirtmiştik. İşte onların bir devamı olarak bu kitapta da Kehf suresinin öykülerini anlatacağız.
Kehf suresi, öyküleri çok olan bir suredir. Hatta öyküler ayetlerinin çoğunu içerir. Yüz on ayet olan toplam ayetlerinin yetmişbir ayetini öyküler oluşturur. Kehf suresinde dört tane öykü vardır.
Ashab-ı Kehf öyküsü, iki bahçe sahibi ve mümin arkadaşının öyküsü, Salih kul ve Hz.Musa'nın öyküsü, Zülkarneyn öyküsü. Bu öykülerin her birine
ayrı bir bölüm ayırdık.
Öykülere geçmeden önce Kehf suresini tanıtan bir giriş yaptık. Surenin indiği atmosferi ve yahudilerin yönlendirmesiyle müşriklerin tezgahladıkları sınavı belirttik. Ebu'l-Hasan Nedvi'nin sure hakkında söylediklerini, iman ve imansızlık noktasında odaklaştıgını söylediği surenin ana konusuna bakışını işledik. Ayrıca merhum Seyyid Kutub'un "Fi Zilali'l-Kur'an" kitabında surenin ana konusunu, yan konularını, ayet ve kafiyelerini de tanıtan geniş tanıtımını verdik.
Seyyid Kutub'un belirttiği gibi, surenin genel konusu, inancı düzeltmek, düşünce ve bakış açısını düzeltmek, inanç ölçüsü ile değerleri düzeltmektir.
Öncekilerin öykülerini incelemenin özel bir yöntemi vardır. Bu yöntemi Kur'an, Rasululiahın hadisleri, ashap ve sorgulayıcı (muhakkik) alimlerin anlayışı belirlemektedir. Israilogulları öykülerini anlattığımız bundan önceki kitapta bu yöntemi açıklamıştık. Orada söylediklerimiz burada anlatacaklarımız için de geçerlidir.
Kehf suresinin ayetlerine bakışımız kapsamlı olmuştur. Onlardan iman, davet, eğitim, yönetim, bilim, ahlak, ekonomik, sosyal, sanayi, coğrafya, tarih ve başka alanlarda türlü dersler ve ibretler çıkarılmıştır. Bununla
beraber bütün anlamlan, dersleri ve öğütleri yakalayabildiğimizi söylemiyoruz. Zaten bunu kimsenin iddia etmesi de doğru değildir. Onun için ele almadığımız pekçok şeyler kaldığını söyleyebiliriz.
Bu öyküleri anlatırken özen gösterdiğimiz prensipleri ve gerçekleştirmeye çalıştığımız hedefleri şöyle özetleyebiliriz:
1- Öyküleri anlatırken, Kur'anın kaldığı çerçeve içinde kalmak ve varsa kapalı yanlarını açıklayan sahih hadislere başvurmanın dışında bu çerçevenin dışına çıkmamak.
2- Açıklamak ve ayrıntıları belirtmek amacıyla Israiliyat veya başka her türlü uydurma haber ve rivayetleri kesinlikle kabul etmemek. Kur'anın açık ifadesine veya sahih hadis'e dayanmadıkça, kimin sözü olursa olsun, her türlü söz ve görüşü red etmek. Çünkü Kur'anın ve sahih hadisin açıklamalarıyla yetinmenin ve her ikisinin birşey söylemediği yerlerde susmanın gerekliliğine inanıyoruz.
3- Öykülerin gerçek boyutlarına bakmak, kimi işaret, anlam, örnek ve sahnelerinin çağdaş hayatımızla çakıştığına işaret etmek, canlı bir gerçek olarak yaşadığımız hayat boyutunun o öykülerden alınacak derslere ve anlamlara uygun olduğunu belirtmek.
4- Çağımızda davetçi ve reformcuların/ıslahatçıların en çok muhtaç olduğu şeyler olduğu için bu öykülerden çıkarılacak iman, davet, cihad ve ilahi sosyal yasa ile ilgili dersler üzerinde yoğunlaşmak.
Kur'anda başka öyküler de vardır. Onları da Allanın izniyle bundan sonra gelecek üçüncü ktitapta anlatacağız. Bunlar Hârût ve Mârût, Bir Köye Uğrayan Adam, Adem'in İki Oğlu, Allahın Ayetlerinden Sıyrılan Adam, Karınca ve İbibik Kuşu, Lokman, Sebe'liler, Kasabalılar öyküleridir.
Değerli okuyucular! Size Kehf suresinin öykülerinden çıkardığımız dersler ve ibretleri sunacağız. Umarım bunları büyük bir zevk ve şevkie okur ve bu sureyi daha çok okumaya devam edersiniz.[1] (......)
Çağımız,her şeyi yakıp yıkan materyalist fitneler çağıdır. Cahiliyye materyalizmi bu çağda yayılmış ve her türlü ahlaktan soyutlanarak müstehcenliğini sergilemiş, ahlaksızlığını, çirkinliğini, fitnesini, baştan çıkarmalarını, şehvetlerini, sapıklık ve aşağılıklarını müslümanlara da taşımıştır. Onlara amansız ve kapsamlı bir savaş açmıştır. Müslümanların bir kısmı bu savaşta materyalizmin esiri ve kurbanı olmuş,' ahlaksızlık ve şehvetlerine teslim olmuş, barbarlığını, çirkinliğini ve saptırmalarını benimsemişlerdir.
Yüce Allah bu savaşta Kurana sığman müslümanları korumuştur. Onu ezberleyerek, gereği gibi okuyarak, gereği gibi anlayarak, onunla cahiüyye materyalizmine karşı savaşarak, ona yöneldikleri, kavramlarını, gerçeklerini kavrayıp hükümlerine sarıldıkları gün Allah onları korumuştur, iman ile imansızlık arasındaki savaşta direnme ve cihad etmede Kehf suresinin rolü çok büyüktür. Ebu'l-Hasan Nedvi, bu surenin Deccal ve yalancı benzerlerinin fitnesinden korumasının sebebi konusunda şöyle der:
"Bu sure, başını Deccal'ın çektiği ve bayraktarlığını yaptığı son zaman fitnesiyle ilgili en büyük ve en zengin potansiyeli içeren suredir. Deccal'ın zehirlerini etkisiz kılacak ve yok edecek en fazla panzehir de bu surede
bulunmaktadır. Ezberleyerek ve mümkün olduğu kadar çok okuyup anlayarak bu surenin anlamlarını yudumlayan ve özümseyen, alemi hop kaldırıp hop oturtan o fitneden korunur ve içine düşmekten kurtulur. Bu surede Deccal'i tanıtacak, her yerde ve her zamanda teşhis edecek, fitne ve çağrısının niteliklerini açığa çıkaracak, insanlara bu fitne ile savaşma ve karşı koyma gücü sağlayacak öyküler, örnekler, işaretler ve yönlendirmeler bulunmaktadır. Bu sure, deccallığa ve onun liderliğini yapanlara, onların düşünme yöntemlerine ve yaşama taktiklerine açık ve güçlü bir şekilde karşı koyacak bir ruha sahiptir."[2]
Şüphesiz korunmamız, kurtulmamız, direnmemiz, yükselmemiz, üstün ve mutlu olmamız ancak Kur'anla olur. Zaferimiz, başarımız ve kurtuluşumuz ancak onunla olur. Ancak bu Kur'ana sarılmakla cennete gidebiliriz.
Allahım! Kur'anı kalblerimizin nuru ve gönüllerimizin huzuru yap. Onunla kederlerimizi gider, üzüntülerimizden kurtar.Gece gündüz ve her zaman okumayı nasip et. Ondan bilmediklerimizi öğret, unuttuklarımızı hatırlat, kiyamet günü bizim için delil ve kurtuluş vesilesi yap.
"Aîlahım! Senin kulunum. Kadın ve erkek iki kulunun oğluyum. Her şeyim senin elindedir. Benim için hükmün geçerli ve kararın adaletlidir. Kendini andığın, kitabında indirdiğin, kullarından kimseye öğrettiğin veya bildirmediğin bütün isimlerinle sana dua ediyorum. Kur'anla gönlümü bahar, kalbimi aydınlık yap. Onunla hüznümü gider ve her türlü kederden kurtar."[3]
Salah Abdulfettah Halidi,
Suuayhh, 31.01.1988 Pazar[4]
Kur'anın nüzul sebepleri üzerinde duran bütün müfessirlerin ittifakıyla Kehf suresi Mekkede inmiştir. Rasulullah ile Kureyş müşrikleri arasında fikir savaşının kızıştığı bir ortamda, başka bir deyişle, iman ile imansızlık savaşanın alevlendiği bir zamanda inmiştir. Genel olarak indiği ortam budur.
Ancak inmesinin özel bir sebebi vardır. Siyer ve rivayet tefsirleri bu sebebi belirtmektedirler. İbn Ishakjbn Cerir, İbn Munzir, Ebu Nuaym ve Beyhaki, İbn Abbs'ın şöyle dediğini rivayet ederler:
"Kureyşliler, Nadr bin Haris ve Ukbe bin Ebi Muayt'ı Medine'nin Yahudi hahamlarına gönderdiler. Onlara Muhammedi sorunuz, niteliklerini ve söylediklerini onlara anlatınız, onlar Tevrat'ın sahipleridir, peygamberlerle ilgili bilmediğimiz bilgileri vardır, dediler.
Adamlar Medine'ye gittiler. Yahudi hahamlara Rasulullahı sordular, durumunu anlattılar ve bazı sözlerini aktardılar. Sizler Tevratın sahipleriniz, bu adam hakkında bize bilgi vermeniz için geldik, dediler.
Yahudiler iki adama şöyle dediler: Ona üç şeyi sorunuz. Onları size söylerse, gönderilmiş bir peygamberdir. Söylemezse, adam uyduruyor demektir. O zaman hakkında siz karar verirsiniz.
ilk çağda dağa çıkan gençleri ve durumlarının ne olduğunu sorunuz. Onların olayı çok ilginçtir.
Yer yüzünün doğularına ve batılarına giden gezgin bir adamı sorunuz. Bir de ona ruhun ne olduğunu sorunuz.
Nadr ve Ukbe hahamlardan sorup Kureyş'e döndüler. Muhammed hakkında size kesin bilgiler getirdik, yahudi hahamlar bize üç şeyi kendisine sormamızı söylediler, dediler ve üç şeyi belirttiler.
Rasulullah onlara sorduğunuz şeylere yarın cevap vereyim, dedi. Ama İnşaallah (Allah dilerse) demedi. Kureyşliler o gün gittiler.
Rasulullahın üzerinden onbeş gece geçti, ama Allah ona bu konuda ne bir vahiy indirdi, ne de Cebrail'i gönderdi. Vahyin gelmemesine Muhammed üzüldü ve Mekke halkı onun bilmediğini söylenmeye başladılar.
Sonra Cebrail ona Kehf suresini getirdi. Surede böyle insanlara üzülmemesi istendi ve üç gencin durumu, gezgin adam V3 ruhla ilgili sorularına cevap verildi.[5]
Rasulullahı sınamak için müşriklerle yahudiler işbirliği yapmış ve cevaplandırması için üç soru sormuşlardır. Sure onların ikisini cevaplandırmıştır. Ashab-ı Kehf ve Zulkarneyn ile ilgili sorulara cevap vermiştir.
Ruh'la ilgili soruya gelince; İsra suresinde ruhun Allahın emrinden olduğu, mahiyetini ve gerçeğini Allahtan başka kimsenin bilmediği, onun için bu soruya cevap verilmediği belirtilmiştir. "Senden ruhu sorarlar. Deki, ruh rabbime özgü şeylerdendir.Size ancak az bir bilgi verilmiştir"[6]
O halde Kehf suresi, bir bakıma sınama süresidir. Rasulullahın geçtiği, Yüce Allahın ona destek olduğu, cevap vermek için Cebrail'i gönderdiği ve Allahın yardımı ile başararak çıktığı bir sınav.
Surede sınav havası görüldüğünden cevabın Allah tarafından verildiği açıklanmakta ve insanlara okuması için bu cevabı Allahın peygambere indirdiği bildirilmektedir.
Ashab-ı Kehf'le ilgili olarak Yüce Allah " Onların haberini biz sana gerçek olarak anlatıyoruz" buyururken, Zulkarneyn için "Zulkarneyn'i senden sorarlar. Deki, size onunla ilgili bilgi vereceğim1' demekte, ruh için de "senden ruhu sorarlar. Deki ruh rabbime özgü şeylerdendir" buyurmaktadır.[7]
Nüzul sebebini anlatan bu rivayete baktığımızda aşağıdaki sonuçlan çıkarabiliyoruz:
a- Rasulullaha karşı Kureyş'in şüpheler yayma arzusu, ona ve çağrısına karşı koymayı sağlayacak her şeyi kullanma isteği.
b- Rasulullaha karşı savaşmak için Kureyş'in başka milletlerden yardım alması. Bu da girdikleri savaşın ne kadar çetin ve amansız olduğunu gösterir.
c- Şüphesiz hakkın çağrısı için yahudiler en tehlikeli insanlardır. Hakkın çağrısına karşı amansız düşman olup onu yok etmeye can atarlar. Onun için Rasulullaha karşı savaşında Kureyşliler yahudilere başvurmuştur. Yahudilerin İslama ve Rasulullaha düşmanlığı bugüne kadar devam edip gelmiştir.Gelecekte de devam edecektir.
d- Yahudiler kötülüğün uzmanları, batıl, fesat ve sapmanın simsarlarıdır. Kendilerinden bu işleri öğrenmek, bilgi ve hünerlerinden yararlanmak için başkaları onlara başvurmakta, öğüt ve deneyimlerinden örnek almaktadır. Mesela Kureyş'in temsilcileri yahudi hahamlardan bilgiler alıyorlar ve Rasulullaha karşı koymanın yollarını onlardan öğreniyorlar.
Yahudiler bozguncu, suçlu ve inkarcıların başvuru yeri olmuşlar, bildikleri bütün kötülük, cinayet ve haksızlıkları insanlara öğretmişlerdir. Yahudilerin üstlendikleri bu görev ne kadar çirkin, yaptukları bu rehberlik ne kadar batıl, haksız ve insanlık dışıdır!
e- Yahudiler üç soru sorarak Rasulallahı sınamalarını İstemişlerdir. Rasulullah böyle zor ve çetin bir sınavdan geçmiştir. Allahtan kendisine cevap gelinceye kadar onbeş gün beklemiştir.
Rasulullah Kureyşlilere cevabı yarın vereceğini söylerken "İnşaalllah" demeyi unutmuştur (!) .Yüce Allah peygamberine olduğu kadar bize de büyük bir ders vermiştir. Çok büyük ihtiyacı olmasına, büyük bir sınavdan geçmesine ve yahudilerin sorularına cevap vermeğe çalışmasına rağmen, ona vahiy göndermeyi onbeş gün geciktirmiştir.
f- Kureyş'in her gün cevabı sormasına ve Rasulullahın her defasında vahyin gelmediğini söylemesine rağmen, vahyin ona onbeş gün geç gelmesi, Kur'anm Muhammed'in eseri değil, Allahtan olduğunu gösteren açık bir delildir. Kur'an Muhammed'in eseri olsaydı bu kadar beklemeye ihtiyaç kalmaz ve hemen kendilerine cevap vererek bunun Allahtan olduğunu söylerdi. Büyük ihtiyacına rağmen, gökten vahiy beklemesi, geciktiği için çok üzülmesi ve hakkında müşriklerin söylediklerinden tedirgin olması Kur'anın Allahın sözü olduğunu gösterir.[8]
Ebu'l-Hasan en-Nedvi kehf suresini incelemiş, bütün ayetlerini birbirine bağlayan candamarı, bölüm ve öykülerini birleştiren ekseni yakalamış bulunmaktadır. Bu can damarını kendisinden dinleyelim;
"Bütün surenin birtek konu etrafında dönüp dolaştığını gördüm. Ona "İman ile imansızlık/materyalizm arasında" yahut "Bu evreni yöneten Allah ile tabiat veya maddi sebepler arasında savaş" diyebilirim.
Bütün öykü ve işaretlerin, öğüt ve örneklerin bu anlam etrafında dönüp dolaştığını, açık veya gizli bir yolla ona işaret ettiğini gördüm."[9]
"Kehf suresi, iki bakış açısı, iki inanç ve iki psikolojik yapı arasındaki savaşın öyküsüdür.Maddecilik olan şeylere inanma ile Allaha, yani ğaybe inanma arasındaki savaşın öyküsüdür.Her iki inanca bağlı olarak ortaya çıkan amel, ahlak-, sonuçlan ve eserleri açıklar..."[10]
Nedvi, Teemmulat fi Surati'1-Kehf kitabında bu gerçek üaerinde durur. Surede geçen Ashab-ı Kehf,iki bahçe sahibi, salih kul ve Musa, Zulkarneyn öykülerini bu gözlükle açıklar, hepsini birleştiren ana çizgiyi, ortak konuyu bize göstererek iman ile imansızlık arasında, materyalist doğanın sebeplerine inanan inkarcı bakış ile ğaybi rabbani gerçeklere inanan imanlı bakış arasında süren savaşı anlatır, surenin her bölüm ve sahnesinde imanlı bakışın zaferini göstermeye çalışır.[11]
Nedvi, surenin genel konusu ve ana çizgisini yakaladıktan sonra bütün ayetleri birleştiren ve hepsine hayat veren ruh durumunda olan bir ayet aramış ve bulmuştur. Bu ayetin, iki bahçe sahibinin arkadaşıyla geçen konuşmasını anlatan öyküde mümin arkadaşının "Bahçene girdiğin zaman Maşaallah, Allah vermezse hiçbir kuvvet olmaz"[12] sözünde geçtiğini görmüştür. Surenin ruh ve anahtarının "Maşaallah, Allah vermezse hiçbir kuvvet olmaz" sözü olduğunu tespit etmiştir.
Bu anahtar, Allahın iradesinin geçerli olduğunu, Allahın istediği şeyin mutlaka gerçekleştiğini, istemediği şeyin olmasının mümkün olmadığını belirtmektedir.
Allah vermezse hiçbir kuvvetin olamayacağı, Allahtan uzaklaşan, onunla savaşıp meydan okuyan her gücün mutlaka yok olacağını, ondan kaynaklanmayan her kuvvetin aslında zayıflık ve bozgunculuk olduğunu, yararlı ve güzel kuvvetin Allaha yönelen, ona bağlı olan ve ondan alınan kuvvet olduğunu anlatmaktadır.
"Maşaallah, Allah vermezse hiçbir kuvvet olmaz" ruhunun surenin bütün ayet ve bölümlerinde egemen olduğunu, her ayetinde gözlemlendiğini görüyoruz. Ashab-ı Kehf, iki bahçe sahibi, Musa ile salih kul, Zulkarneyn öykülerini anlatan ayetlerde bunu tespit ediyoruz.[13]
îmam Seyyid Kutub'un Kehf suresini tanıttığı girişte güzel bir tespiti vardır. Bu girişte sureyi tanıtmakta, yan konularını birleştiren bütün bölüm ve ayetlerinde görünen ana konuyu belirtmektedir. Surenin öykülerine geçmeden önce yaptığımız bir giriş olması açısından Kutub'un söylediklerini özet olarak vermek istiyoruz. Kutup şöyle der:
"Bu sur daha çok öykülerden oluşur. Surenin başında Ashab-ı Kehf öyküsü anlatılır. Ondan sonra iki bahçe sahibinin öyküsü gelir. Ardından Hz.Adem ve İblis öyküsüne işaret edilir.Ortasında Hz.Musa ile Salih Kul öyküsü bulunurken, sonunda da Zulkarneyn öyküsü yer alır.
Öyküler, yüz on ayet olan surenin yetmiş ir ayetini kapsamaktadır.Geri kalan ayetler de, bunlarla ilgili açıklama ve yorumlamalardır.
Öykülerin yanında kimi kıyamet sahneleri, Kur'anın tasvirle anlatım metoduna uygun olarak, bir düşünce veya bir anlamı tasvir eden hayattan bazı sahneler de bulunmaktadır.
Surenin bütün konularının etrafında dönüp dolaştığı eksen ise; a-inancı düzeltmek, b-düşünce ve bakış yöntemini düzeltmek, c-bu inançla değer yargılarım düzeltmek olarak özetlenebilir.[14]
İnancı düzeltilme konusu, surenin hem başında hem 'sonunda işlenmektedir. Surenin başında Yüce Allah buyuruyor:
"Hamd, kendi katından şiddetli bir baskını haber vermek ve yararlı iş yapan müminlere, içinde temelli kalacakları güzel bir mükafatı müjdelemek ve " Allah çocuk edindi"diyenleri uyarmak için kuluna eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru Kitabı indiren Allaha mahsustur. Allanın çocuk edindiğine dair ne kendilerinin, ne babalarının bir bilgisi vardır. Ağızlarından çıkan söz ne üyük bir iftiradır.Onlar yalnız ve yalnız yalan söylüyorlar."[15]
Yüce Allah surenin sonunda da şöyle buyurmaktadır: "Deki, ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ancak bana tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyediliyor.Kim rabbine kavuşmayı umuyorsa, yararlı iş işlesin ve rabbine kullukta hiçbir kimseyi ortak koşmasın"[16]
Surenin akışı değişik şekillerde ve bir çok yerde bu konuyu işlemektedir. Kehf suresinde Allaha inanan gençler şöyle diyorlar :"Rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir.Onun dışında hiçbir tanrı tanımayacağız. Aksi halde batıl bir şey söylemiş oluruz."[17]
Öykü i!e ilgili yapılan açıklamada "Onun dışında hiçbir dostları yoktur, yönetimine de hiçbir kimseyi ortak etmez"[18] denilmektedir.
İki bahçe sahibi öyküsünde mümin adam konuştuğu arkadaşına şöyle der: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra adam yapanı mı inkar ediyorsun? Benim ise rabbim, o Allahtır. Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmam"[19]
Bunun ardından da şöyle denilmektedir: "Allahın dışında ona yardım edecek adamları da. yoktu, kendi kendini de kurtaramadı. İşte orada güç ve egemenlik, gerçek ilah olan Allahındır. Mükafat olarak da, sonuç olarak da hayırlı olan O'dur."[20]
Kiyamet sahnelerinin birinde şöyle der: "O gün Allah: bana ortak olduklarını iddia ettiğinize seslenin, der. Onları
çağırırlar. Fakat hiçbirisi onların çağrılarına gelmez.Aralarına bir cehennem deresi koyarız."[21]
Başka bir sahnenin ardında da şöyle denilmektedir: "kafirler, beni bırakıp kullarımı dostlar edinebileceklerini mi sandılar? Biz kafirlere konaklama yeri olarak cehennemi hazırladık1'[22]
Düşünce ve bakış yöntemini düzeltmek de, bilmedikleri şeyleri iddia eden ve iddialarını kanıtlayacak bir delil getiremeyen müşriklerin yadırganmasında, insanın bildiği konularda hüküm vermesi ve bilmediği şeyleri Aüaha bırakmaya yönlendirilmesinde ortaya çıkmaktadır. Surenin başında "Allah bir çocuk edindi, diyenleri uyarmak içindir.Bu konuda ne kendilerinin, ne babalarının hiçbir bilgisi yoktur"[23] der.
Ashabı Kehf olan gençler de "Şu halkımız, Allahtan başka tanrılar edindiler, onların tanrı olduğunu gösterecek açık bir delil getirmeleri gerekmez mi?"[24] derler. Mağarada kaç sene kaldıklarını soruştururken, bunu Allahın bildiğini belirterek "Ne kadar kaldığınızı rabbimiz daha iyi bilir"[25] diye söylerler.
Öykünün kahramanı gençlerin kaç kişi olduğunu soruşturanların delilsiz konuştukları öykünün içinde de şöyle belirtilir:
"karanlığa taş atar gibi, Mağaradakiler üçtür, dördüncüleri köpekleridir, derler.Yahut beştir, altıncıları köpekleridir, derler. Yahut yedidir ve sekizincileri köpekleridir, derler. Deki, onların sayısını en iyi bilen rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Onlar hakkında bu anlatılanların dışında kimse ile tartışma ve onlar hakkında kimseden de bir şey sorma"[26]
Karşısında sabredemediği davranışlarının içyüzünü Hz.Musa'ya açıklayan salih kul "Bu, Rabbinden bir rahmettir. Ben bunları kendiliğimden yapmadım"[27] demekte, bütün bu işleri Allahın izni ve isteğiyle yaptığını belirtmektedir.[28]
İnanç ölçüsüyle değerleri düzeltmek de değişik yerlerde geçmektedir. Gerçek değerlerin iman ve salih amel olduğunu belirtmekte ve gözleri kamaştıran geçici dünya hayatının maddeci değerlerinin basitliğini ortaya koy maktadır. Yer yüzündeki bütün süsler, kulların sınanması ve denenmesi içindir. Eninde sonunda yok olacağını belirterek şöyle der: "İnsanların hangisinin daha iyi iş yapacağını ortaya çıkarmak için yer yüzünde olan şeyleri yer yüzünün süsü yaptık. Şüphesiz biz yer yüzünde olanları kupkuru bir toprak haline getiririz."[29]
insanlar mağarada, katı ve dar bir sığınakta görünebilirler. Ama Allahın onlara veriği koruma ondan daha şefkatlidir. Mağara arkadaşları müminler, halklarından ayrıldıktan sonra şöyle derler: "Onları ve Allahtan başka taptıklarını terkettiniz. Onun için mağaraya girin de rabbiniz size bol rahmetini yaysın ve işinizde kolaylık versin"[30]
Dünyanın süsüne ve onun gafil sahiplerine aldırmadan müminlerle beraber sabretmesi için RasuluÜaha seslenerek şöyle der: "Sabah akşam rablerinin rızasını isteyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret.Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmayı kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma. Deki, gerçek rabbinizdendir. Dileyen inansın,dileyen inkar etsin."[31]
İki bahçe öyküsü mal,makam ve süs karşısında müminin imanıyla nasıl onur duyduğunu, kasılıp böbürlenen mütekebbir bahçe sahibine nasıl karşı çıktığını ve kınadığını şöyle anlatır: "Arkadaşı onunla konuşurken kendisine şöyle dediıseni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra İnsan yapan rabbini mi inkar ediyorsun? Fakat O Allah, rabbimdir.Rabbime hiçbir kimseyi de ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman "Maşaallah,Allah sermezse hiçbir kuvvet olmaz" demen gerekmez mi! Görüyorsun benim malım da, çocuklarım da seninkinden azdır. Umarım rabbim bana bahçenden daha güzelini verir. Bahçenin üzerine de gökten bir felaket gönderir de yerle bir olur yahut suyu çekilir ve bir daha su bulamazsın."[32]
Öykünün ardından dünya hayatını ve ne kadar çabuk geçici olduğunu bir örnekle anlatarak şöyle der: "Onlara dünya hayatı örneğini ver.Gökten indirdiğimiz bir su gibidir.Yer yüzünde onunla bitkiler biter,sonra rüzgarın savuracağı çerçöpe döner.Allahın gücü her şeye yeter."[33]
Ardından da kalıcı değerlerle geçici değerleri açıklayarak şöyle der: "Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür.Kalıcı iyi işler ise, umut olarak da, sevap olarak da rabbinin yanında daha iyidir."[34]
Zulkarneyn, kral olduğu için değil, salih amelleri işlediği için anılmaktadır.İki set arasında bulduğu insanlar ücret karşılığında kendilerini Yecuc ve Mecuc'tan koruyacak bir set yapmalarını teklif ettiklerinde, vermek istedikleri mallan geri çevirir ve Allahın kendisine verdiklerinin onların mallarından daha hayırlı olduğunu söyleyerek şöyle der: 'Rabbimin bana verdikleri daha iyidir"[35]
Sed bittiğinde bunu beşeri gücü ile değil, Allahın lutfu ile yaptığını belirterek şöyle der;"Bu, rabbimden bir rahmettir, rabbimin belirttiği zaman gelince, onu yerle bir eder. Rabbimin verdiği söz gerçektir."[36]
Surenin sonunda, amelleri en çok boşa giden insanların, Allanın ayetlerini ve onun huzuruna çıkacaklarını inkar edenler olduğunu, kendileri iyi yaptıklarını sanmış olsalar bile, adam yerine konulmayacaklarını ve değerlerinin olmayacağını kararlaştırır.
"Deki, amelleri en çok boşa gidenleri size bildireyim mi? Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir.Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.Bunlar rablerinin ayetlerini inkar eden ve ona kavuşmayı kabul etmeyenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir.Kiyamet günü biz onlara değer vermeyeceğiz."[37]
Bu şekilde surede eksenin, inancı düzeltmek, düşünce ve bakış yöntemini düzeltmek, inanç ölçüsü ile değerleri düzeltmek olduğunu görüyoruz."[38]
işte Kehf suresi, işte konusu, işte kişiliği, işte can daman, işte anahtarı ve işte ruhu! Dört öyküsü olan Ashab-ı Kehf, iki bahçe sahibi, Hz.Musa ve salih kul, zulkarneyn öykülerinde bunları bol bol göreceğiz. Simde de o öykülere bakıp üzerinde biraz duralım, gölgelerinde bir süre yaşayalım ve bize vereceği ibret ve dersleri almaya çalışalım.[39]
"Yoksa sen, mağara ve kitabe ehlini şaşılacak eyetlerimizden mi sandın?! Birkaç genç mağaraya sığınmış, "Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl" demişlerdi. Onları mağarada yıllarca uyuttuk. Sonra, ne kadar kaldıklarını iki taraftan hangisinin daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.
Onların olayını biz sana gerçek olarak anlatıyoruz.Onlar rablerine inanmış birkaç gençti.Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik.
Bir ara kalkmış ve şöyle demişlerdi: Rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir. Onu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız. Yoksa and olsun, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz,Allahı bırakıp ondan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek tanrılar olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi?*Allaha karşı yafan uydurandan daha zalim kimdir?
Onlara: "Siz onları ve Allahtan başka taptıklarını terkettiniz. Bunun için mağaraya girin ki rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde size kolaylık versin" denildi. Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün. Bu, Allahın mucizelerindendir. Allahın doğru yola eriştirdiği kimse hak yoldadır. Kimi de saptırırsa, artık onu doğru yola götürecek bir rehber bulamazsın.
Mağara ehli uykuda iken sen onları uyanık sanırdın. Biz onları sağa ve sola döndürürdük. Köpekleri dirseklerini eşikte uzatmıştı. Onları görseydin, içini korku kaplar ve geri dönüp kaçardın. *
Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık.İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız? dedi."Birgün veya daha az bir müddet kaldık" dediler. Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha iyi bilir, paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin, orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın, dediler, zira onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak ölürürler veya dinlerine döndürürler, bu taktirde asia kurtulamazsınız. Böylece Allahın sözünün gerçek olduğunu ve kiyametin kopmasından şüphe edilemiyeceğini bilmeleri için, insanların onları bulmalarını sağladı.k Nitekim halk, bunların hakkında çekişip durarak: "Onların üzerine bir bina yapın" diyorlardı. Oysa rableri onları çok iyi bilir. Egemenler: Onların üzerinde bir mescit yapalım" dediler. Karanlığa taş atar gibi, mağara ehli üçtür, dördüncüleri köpekleridir, derler. Yahut beştir, altıncıları köpekleridir, derler. Yahut yedidir, sekizincileri- köpekleridir, derler. Deki Onların sayısını en iyi bilen rabbimdir. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bunun için onlar hakkında, bu açık bilgiler dışında, kimse ile tartışma ve onlar hakkında kimseden bir şey sorma.
Herhangi bir şey için Allahın dilemesi dışında: Ben yarın onu yapacağım, deme.Unuttuğun zaman rabbini an ve şöyle de: Umulur ki rabbim beni doğruya daha yakın olana eriştirir.
'Onlar mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar, derler. Deki, onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin ğaybı ona attir. O ne mükemmel görendir, o ne mükemmel işitendir. İnsanların ondan başka
dostu yoktur.O, hiçbir kimseyi egemenliğine ortak etmez. "[40]
Ashab-ı Kehf öyküsüne bakarken, Kur'anın çizdiği çerçeve içinde kalacağız. Tarihçi ve tefsircilerin naklettiği rivayetler,israiliyyat haberlere ve söylentilere girmeyeceğiz. Çünkü öncekilerin öyküleri İncelenirken izlenecek doğru yol budur. Kur'an bize bunu böyle vermekte, kendimiz de bunu tercih etmekteyiz.
Ashab-ı Kehf, Allaha inanmış bir grup gençtir. Kur'anın belirttiği gibi yedi kişidirler.İsimleri, işleri, içinde bulundakları şehir, zamanında yaşadıkları kral, inandıkları din veya sığındıkları mağara hakkında bir şey bilmiyoruz.
Bu mümin gençler araştırmışlar, soruşturmuşlar ve sonunda şu kesin gerçeğe varmışlar: Allah birdir ve alemlerin rabbi sadece odur. Sadece ona inanacaklar ve yalnız ona ibadet edecekler.
Halklarının Allahtan başkasına taptıkları için kafir olduğunu anlamışlar, kafir oldukları için de zalim, yalancı ve müfteri olduklarına inanmışlar. Allaha iftira edip yalan söyleyen kimseden daha zalim kimdir? demişler.
Mümin gençler ondan sonra düşünüp taşınmışlar ve toplumun kendilerine hayat hakkı vermediğini görerek ondan ayrılmaktan başka yol olmadığına karar vermişler. Böylece milletlerinden ayrılmayı kararlaştırmışlar, kendileri mümin, ama milletleri kafir olduğu için aralarında yaşamalarının mümkün olmadığını görmüşlerdir.
Şehirden dağlara çıkmışlar ve dağda bir mağaraya sığınmaya karar vermişler. Mağarada Allahtan kendilerine rahmetinden bolca vermesini dilemişler.
Allah dualarını kabul etmiş ve rahmetini vermiştir. Çünkü Allah oların işlerini kolaylaştırmış ve ayetlerini musahhar etmiştir. Güneşe, eziyet etmemek için vücutlarına dokunmamasını emretmiş, o da sabah ve akşam vücutlarına dokunmadan geçip gitmiştir. Mağaranın ortasında boş bir alanda kalmışlardır.
Allanın ayetlerinden biri olarak mağarada gözleri açık olmuştur. Uykuda olmalarına rağmen onlara bakan kişi uyanık olduklarını sanırdı. Toprağın vücutlarını çürütmemesi için de Yüce Allah onları bir sağa, bir sola çevirirdi.
Yanlarında beraber gelen köpek de vardı.Mağaranın eşiğine oturmuş, dirseklerini eşikte uzatmış ve onlar gibi uyumuştu.
Onlar uyurken kimsenin zarar vermemesi için bakanların kalbine Allah büyük bir korku salmış, onları gördüğü zaman kendisini korku sarar ve gerisin geri kaçardı.
Uzun bir uykuya daldılar.Bu şekilde üçyüz dokuz yıl kaldılar. Bu süreden sonra Allah oları diriltmiş, birbirlerine ne kadar uyuduklarını sormuşlar, ama ne kadar kaldıklarını bilememişler. Biri, bir gün veya bir kaç saat uyudunuz, demiş.
Fakat ne kadar kaldıklarını bilmedikleri için sürenin tespitine dalmamışlar, bunu ancak Allanın bildiğini söylemişler ve ne kadar kaldığınızı rabbiniz en iyi bilir, demişlerdir.
Önemli olan şeye yönelmişler, içlerinden birini şehre göndermişler, yanlarındaki paraları ona vermişler ve yemek için kendilerine yiyecek satın almasını söylemişler, helal ve temiz yiyecek seçmesini istemişler, aynı zamanda kendilerini kimselere sezdirmeden ve burada olduklarını kimseye çaktırmadan zarif ve dikkatli olmasını da tenbih etmişler, çünkü milletlerinden korkmuşlar, onları farkeder ve nerede olduklarını öğrenirlerse kendilerini öldürür yahut dinlerinden şirke döndürüp haktan alıkoymalarından endişelenmişler.
Adam yiyecek almak için şehre gitmiş, dikkatli ve uyanık olmaya, gizlenmeye özen göstermiş, ama Allah başka bir şey dilemiştir. Yüce Allah onları kendisinin bir ayeti ve diriltmeye kadir olduğunu gösteren bir delil yapmak istemiş, durumlarını açığa vurmuş ve milletlerinin onları bulmasını sağlamıştır. Milletleri artık Allaha inanmışlardı. Çünkü gençlerin kendisinden kaçarak mağaraya sığındıkları o kafir nesil gitmiş ve Allaha inanan bir nesil gelmişti.
Kasabanın mümin halkı mümin adamı görünce, mağaraya kadar izlemişler, ama mağaraya vardıklarında mümin yedi adamın bu kez gerçekten doğal ölümleriyle öldüklerini görmüşler.
Onlar için ne yapacaklarını tartışıp ihtilaf etmişler. Kimileri, rablerinin onları en iyi bildiğini söyleyerek üzerlerine bir bina yapılmasını söylemiştir. Ama egemenler, üzerlerine bir mescit yapmaya karar vermişler, böyîe de olmuş ve üzerlerine mescit yapılmıştır.
Böylece iman, ihlas, dünyalığa iltifat etmeme ve Allaha sığınma sayfalarından bir sayfa kapanmış, Ashab-ı Kehf öyküsü, üzerinde müminlerin düşünmeleri, ondan iman, ihlas ve direniş dersleri çıkarmaları için insanların ve semavi din mensuplarının anlattıkları bir öykü olarak kalmıştır.[41]
Kuranın belirtmediği (müphem) şeyler, sağlam, kesin ve güvenilir olmayan kaynaklara bakılarak açıklanamaz.Kur'an belirtmediği için onlar belirsiz (müphem) kalmıştır. Onlarla ilgili bilgi için Kur'andan sonra sahih hadislere bakılır. Onları açıklayan sahih bir hadis varsa, alınır. Sahih bir hadis yoksa, o konuda susmak ve olduğu gibi bırakmak gerekir.Israiliyyat ve başka güvenilir olmayan kaynaklardan alman bilgilerle onları açıklamak caiz değildir. Ashab-ı Kehf öyküsünde Kur'an veya sahih hadiste belirtilmemiş şeylerden şunları sayabiliriz:
1- Ashab-ı Kehfin yaşadığı zaman. Yahudilerden önce mi, sonra mı, Hz.İsa'dan önce mi, sonra mı yaşamışlar?
2- Hangi dine mensup olmuşlar? Yahudilik mi, Hıristiyanlık mı? Yosa bu iki dinden başka bir tevhid dini mi?
3- Hangi krai devrinde yaşamışiar?Bu kral Romalı mı, Yunanlı mı,İranlı mı, Yahudi veya Arap mıdır?
4- Yaşadıkları şehir Efes mi, Tarsus mu, Ürdün'ün başkenti Amman veya başka bir şehir mi?
5- Sığındikları mağara Ürdün, Suriye,Türkiye veya başka bir yerde midir?
6- Mağaraya sığınmadan önce gençler ne İş yapıyorlardı? Hükümdar çocukları mıydılar? Kralların yanında görevli miydiler? Yoksa çoban mıydılar?
7- Allaha nasıl inandılar? Halklarının kafir olduklarını nasıl anladılar?
8- Nasıl buluştular? Şehirden nasıl çıktılar ve mağaraya nasıl gittiler? Halk onları farketti mi, etmedi mi? Kral onlara katıldı mı, katılmadı mı?
9- Köpekleri onlara nasıl ve nerede katıldı? Onların yanında ne iş yapardı?
10- Adları, köpeğin adı, rengi ve büyüklüğü nedir?
11- Mağaraya ne zaman girdiler ve ne zaman çıktılar?
12- Onlara yiyecek getirmek için şehre giden adamın adı ne idi? Yanına ne kadar para almıştı ve şehirde hangi sürprizlerle karşılaştı?
13- Şehir halkının onları bulması olayının ayrıntıları, yanlarına nasıl gittiler, haklarımda nasıl tartıştılar,üzerlerine nasıl mescit yaptılar, bunda kralın rolü ne oldu?
14- Onlar bulunduktan sonra ne oldular, sonra gelenler onları gördü mü, görmedi mi? Ashaptan onları gören oldu mu, olmadı mı? Oları kimse görebilir mi, göremez mi?
15- Gelecekte Ashab-ı Kehf ne olacakiar? Hz.İsa indiğinde dirilip onunla beraber olacaklar mı?
Bu ve benzeri bütün soruların Kur'an ve sahih hadislerde ikna edici,açık bir cevabı yoktur. Ne yazık ki önceki tefsirci ve tarihçi birçok kişi bu konulara dalmış, bir sürü israiliyyat ve hurafeler nakletmişler, onlarla ve içerdiği çelişkilerle insanları meşgul ederek Kur'anın metnini okuyup anlama, ders ve anlamlarını kavramaya çalışmalarına engel olmuşlardır.
Belirtilmeyen bu şeyleri araştırmak ve bu tür sorulara cevap vermeye kalkışmak, Kur'anda belirtilmeyen şeyler konusundaki sahih metodla uyuşmadığı gibi, insanlara hiçbir yarar ve bilgi de sağlamaz.[42]
Ashab-ı Kehf öyküsü, Yüce Allanın kudretinin, geçerli iradesinin, karşı konulmaz gücünün, hikmet, rahmet ve tedbirinin açık bir ifadesidir. Kur'an öyküyü anlatırken Yüce Allanın parlak ayetlerinden birtakım ayetler ve mucizeler, ancak kendisinin bildiği ve mümin Ashab-ı Kehfi koruyup gözetmekle görevlendirdiği gizli erlerinden örneklerde sergilemiştir. Yüce Allahın ayetlerinden sayılan rabbani bu erlerden bazıları şunlardır:
a- En uygun yerde bulunan mağara. Çünkü onda gençlerin hayatı tam bir kolaylık ve rahatlıkla geçmiş, sabah akşam onları güneşten de korumuştur.
b- Onlara eşlik eden köpek. Kendileri mağaraya girdikten sonra kapının eşiğinde dirseklerini uzatarak onları korumuş ve onlar gibi uyumuştur.
c- Sıcaklığıyia onlara eziyet etmemeğe özen gösteren güneş.Onun için akıllı, bilgili ve anlayışlı biri gibi davranmış, doğduğu zaman ışıklarını onlardan uzaklaştırıp sağ tarafa gitmiş, battığı zaman da sol tarafa gitmiştir. Kendileri de mağaranın ortasında güneşin ışıklarından uzak geniş bir yerde olmuşlardır.
d- Uzun uyumaları sonucu vücutlarının toprakta çürümemesi için Yüce Allah onları sağa ve sola çevirmiştir. Sağa çevrildikleri zaman sol tarafları hava almış, sola çevrildiklerinde de sağ tarafları hava almış, böylece yanlan ve vücutları sağlam ve sağlıklı kalmıştır.
e- Kimsenin onlara zarar vermemesi için Yüce Allah, görenleri ürkütüp kaçıracak şekilde gürünümlerini korkutucu ve ürkütücü yapmıştır. Herhalde ürkütücü olmalarının sebebi,uykuda olmarına rağmen, onlara bakan kişi uyanık olduklarını sanacak şekilde gözlerinin açık olmasıdır.
f- Üçyüz dokuz yıl süren uzun uykularından yüce Allahın onları diriltmesi.[43]
Önceki ümmetler bunların sayısı hakkında ihtilaf ettikleri gibi, sayılarını bilmenin mümkün olup olmadığı konusunda islam alimleri de ihtilaf etmişlerdir. Kur'anı Kerim onların sayısı konusunda önceki ümmetlerin üç görüş belirttiklerini söylemektedir.
"Üç kişidirler ve dördüncüleri köpekleridir,
diyeceklerdir", "Bilgisizce, beş kişidirler, atmcıları köpekleridir, derler", "Yedi kişidirler ve sekizincileri köpekleridir"derler. Deki, sayılarını Rabbim en İyi bilir. Onları çok az kişi dışında kimse bilmez"
Tefsircilerden bir grup onların sayısını bilmenin mümkün olmadığını, çünkü Kur'anın bunu açıklamadığını ve "Deki, sayılarını rabbim en iyi bilir" diyerek sayılarını sadece Allahın bildiğini söylemişlerdir.
Araştırmacı (muhakkik) tefsircilerden. bir grup ise, sayılarının yedi olduğunu ve bunun bilmeden konuşmak değil, Kur'anın işaret ettiği bilgi olduğunu söyleyerek delillerini de şöyle sıralamışlardır:
1- Kur'an, sayıları hakkındaki ilk iki görüşü redederek onları bilmeden konuşma olarak nitelemiştir.
2- Kur'an, (sayıları yedidir ve sekizincileri de köpekleridir" diyen üçüncü görüş hakkında bir şey söylememiştir. Bu görüş yanhş olsaydı, onu zayıflık ve geçersizlikle nitelerdi.Kur'anın bunun için - bir şey söylememesi, bu görüşün doğru olduğunu gösterir.
3- "Sayıları sekizdir" ifedesinîn başında vav harfinin getirilemsi, bu görüşün doğruluğunu gösterir. Araplar bu vav harfine "sekiz vav'i" derler.[44]
4- Kur'an, onların sayısını insanlardan az kişinin bildiğini söylemektedir. "Deki, onların sayısını rabbim en iyi bilendir Onların sayısını az kişiden başkası bilmez". Sayılarını kimsenin bilmesi mümkün olmasaydı, Kur'an bunu açıklar ve Allahtan başka kimse bilemez, derdi.
5- Ashaptan bazıları, onların sayısını bilen az kişilerden olduklarını söylemişlerdir.Abdullah Ibn Mesud "Onların sayısını bilenlerdenim, sayılan yedidir" demiştir. îbn Abbas da, "Ben Allanın bildiğini söylediği kişilerdenim, sayıları yedidir" demiştir. Tabiin'den Katade ve Ata'nm da böyle dediği rivayet edilmiştir.[45]
Mağarada ne kadar kaldıkları konusunda da ihtilaf edilmiştir. Tefsircilerden kimileri ayete bakarak bu sürenin üçyüz dokuz yıl olduğunu söylemiştir. Kimileri ise, bu süreyi belirten bir delilin bulunmadığını, çünkü ayette "Deki, ne kadar kaldıklarını Allah en iyibilir" dediğini belirtmektedir.
Kaldıkları süre konusunda ihtilaf etmelerinin sebebi,"Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözünden maksadın ne olduğu ve bu sözü kimin söylediğidir.
İbn Kesir "Bu söz, mağarada uyutttuktan uyandırıncaya ve o günün halkı onları buluncaya kadar geçen süreyi belirten bir söz olup Yüce Allah onu Peygambere bildirmiştir, bu süre, ay takvimine göre üçyüz dokuz yılıdır" der.[46]
Başka tefsirciler ise, bu sözü kitap ehlinin söylediğini ve sayıları konusunda söyledikleri doğru olmadığı gibi, bu söylediklerinin de doğru olmadığını belirtmiştir. İbn Abbas şöyle der:
"Kişi "Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar" ayetini tefsir ederken, yerden göğe kadar doğruluktan uzaklaşır. Sonra "Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar" ayetini okudu. Sonra "Ne kadar kaldılar, dersiniz? diye sordu. "Üçyüz dokuz yıl, dediler". Öyle olsaydı "Ne kadar kaldıklarını Allah en iyi bilir" demezdi. Allah, bu sözlerinde insanların " sayılan üçtür, dördüncüleri köpekleridir....bilmeden söylüyorlar sözlerini nakletmiş ve onu bilmediklerini, ama "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar" dediklerini anlatmıştır. " der.
Bu görüş Katade, Mutarrif, İbn Ishak ve başkalarından da nakİedilmiştir.
İbn Kesir, Yüce Allahın "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözü ile "Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir" sözünü uzlaştırarak şöyle der:
"Deki, ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir". Yani, ne kadar kaldıklarını bilmiyorsan ve Allahtan sana bir bilgi de gelmemişse, "Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir, yerin ve göklerin ğaybı onundur" cevabını ver.Yani bunu Allahtan ve bildirdiği kişilerden başkası bilmez"[47]
Biz de ne kadar kaldıkları konusunda Ibni Kesir'in söylediklerine katılıyoruz ve bunun üçyüz dokuz yıl olduğunu kabul ediyoruz. Üstelik bu görüş, müfessirlerin çoğunun da görüşüdür.[48]
Kur'an, en güzel sanatsal anlatım üslubuna uygun olarak Ashab-ı Kehf öyküsünü hoş, etkileyici ve gönülleri okşayıcı bir üslupla anlatmaktadır. Öce toplu ve özet olarak vermekte, sonra açarak ortaya koymaktadır.
Toplu anlatım şu ilk dört ayette bulunmaktadır:"Yoksa sen mağara ve kitabe ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi sandın? Birkaç genç mağaraya sığınmış, Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl, demişlerdi. Mağaranın içinde onları yıllarca uyuttuk.Sonra iki taraftan hangisinin bekledikleri süreyi daha iyi saydığını ortaya çıkarmak için onları dirilttik."
Aaçarak anlatma ise, "Onların haberini sana gerçek olarak biz anlatıyoruz" ayetinden başlayıp sonuna kadar sürmektedir.
Toplu olarak verilen kısım,öykünün ana hatlarını içermektedir. Şöyleki; Bunlar mağarada bulunan ve kitabede adları geçen kişilerdir. Allahın ayetlerindendirler. Mağaraya sığınmışlar. Aliahtan yardım istemişler.
Rahmetini, doğru yolu göstermesini ve başarısını istemişler. Mağarada Allah onları uyutmuş ve uyumuşlardır. Uykuları yıllarca sürmüştür.Sonra Allah uykularından uyandırmıştır. Sayıları, kimlikleri ve ne kadar kaldıkları konusunda insanlar iki gruba ayrılmışlardır. Kur'an bu konuda doğru olan görüşü belirtmiş ve yanlış olan diğer görüşü iptal etmiştir.
Herhalde ilk ayet olan"Yoksa sen mağara ve kitabe ehlini şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?" ayeti,insanların onların durumlarını yadırgamalarına bir cevap verdiği gibi, peygambere bu konuda soru soran yahudi ve müşriklere de cevap vermektedir.[49]
Mağaraya sığındıklarında mümin gençler Allahtan yardım ve rahmet istemişler ve "Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver ve işimizde doğruyu göster" demişlerdir. Böylece müminler Aİlaha sığınma, ondan yardım ve rahmet isteme ve bütün işlerde doğru yolu göstermesi, işimizi kolaylaştırmasını istememizi öğretmektedirler. Rahmetin ancak Ailah tarafından verileceğini bildikleri için onu sahibinden istemişler ve "Katından bize bir rahmet ver" demişlerdir.
Kehf suresinde "yanında-katında" anlamındaki ";Ledun" kelimesinin aşağıdaki ayetlerde dört defa geçtiği görülmektedir.
"Yanından şiddetli bir baskını haber vermek ve müminleri mjdelemek için...”[50]
"Rabbimiz! yanından bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğru yolu göster"[51]
"Yanımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve katımızdan bir bilgi verdiğimiz kullarımızdan bir kul buldulaı [52]
" O zaman senden Özür dilerim (yanımdan sana Özür bildiririm)"[53]
Surede ayrıca rahmet kelimesinin de şu yerlerde altı defa geçtiği görülmektedir;
""Rabbamiz! katından bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğru yolu göster."[54]
"Mağaraya sığının, rabbîniz size rahmetinden çokça verir"[55]
"Rabbin çok bağışlayıcı, rahmet sahibidir. Kazandıkları sebebiyle onları cezalandırırsa, azaplarını çabuklaştırır."[56]
"Yanımızdan kendisine rahmet verdiğimiz ve katımızdan ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kul buldular"[57]
"Rabbin, kendisinden bir rahmet olarak, ikisinin erginlik çağına gelmelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi."[58]
"Bu, rabbimden bir rahmettir. Rabbimin belirttiği zaman gelince, onu yerle bir eder"[59]
Allahm rahmeti Kehf suresinde ve anlattığı öykülerde öne çıkmaktadır. Ashab-ı Kehf'e mağaraya sığınmalarını
Öğretmesi ve ona sığınıp müşrik milletlerinden ayrılmalarını sağlaması Allahm onlara bir rahmetidir.Bu kadar uzun yıllar mağarada kalmalarını sağlaması, kaçtıkları kafir kuşak gidip yerine mümin bir kuşak gelinceye kadar yüzlerce yıl uyumalarını sağlaması onun bir rahmetidir.Mağaranın içinde onlar için ayetler ve kudretini gösteren deliller sergilemesi onun bir rahmetidir.
Rahmetin ancak Allahtan olduğunu bildikleri için de ondan istemişler, layık insanlara doğru yolu ancak kendisinin göstereceğini bildikleri için ona yalvarmışlar. "Rabbimiz! Katından bize bir rahmet ver ve işimizde bize doğru yolu göster".
Bunu. kendisinden tam bir içtenlik ve yönelişle, doğruluk ve ümitle isteyince, Allah isteklerini kabul etmiş, gölgelerinde yaşamalarını sağlayacak rahmetini vermiştir.
Allahm rahmeti onlara mağaranın içinde gelmiş ve mağaranın içini nimet ve emniyete çevirmiştir.Yüce Allah ne güzel buyuruyor: "Allahm insanlara vereceği bir rahmeti hiçbir kimse önleyemez. Vermeyeceğini de onun dışında hiçbir kimse veremez"[60]
"Onların haberini sana gerçek olarak anlatırız" sözü bazı şeyler anlatmaktadır:
1- Yüce Allahm Ashab-ı Kehf'in durumunu bize anlatması, rahmet ve öğretmesinin bir ifadesi ve öncekilerin öykülerinden bize yararlı şeyleri bildirmesidir.Bu da ondan bir ihsan ve lütuftur.
2- Ayetlerin, Ashab-ı Kehf konusunda yahudi ve müşriklerin peygamberi sınadıkları bir ortamda indiğini unutmayalım.Bu soruya bizzat yüce Allahın cevap vermesi, peygamber için bir destek ve zaferdir.
3- Bu olay, Hz.Muhammed'in peygamber olduğunu kanıtlayan bir delil ve Yüce Allahın bir tanıklığı sayılır.Peygmber olmasaydı, yüce Allah onu doğrulamaz ve ayetlerini ona indirrnezdi.
4- Yüce Allahın "Biz onların haberini sana gerçek olarak anlatıyoruz" sözünü hak olarak nitelemesi, öyküde anlatılan bütün şeyleri gerçek ve doğru olarak kabul etmemize bir çağrıdır.Öyküde anlatılan bazı şeyler maddi ölçülerin dışında olan şeylerdir.Mümin akıl, Yüce Allahın her şeye gücü yeten bir güç, evrenin yasalarından dilediğini değiştiren veya işlevsiz kılan sınırsız bir irade sahibi olduğunu kabul eder.
5- Hak ile nitelemesi, Kur'andan aktardığımız öncekilerin öykülerinde, çalıştığımız alanda, aldığımız kaynaklarda ve vardığımız sonuçlarda doğruluk, isabet ve gerçeklik demek olan hak niteliğine çağırmamız demektir.Bütün bunların hak niteliğine sahip olması gerekir.Bu da ancak Kur'an ve sahih sünnet olan sağlam ve güvenilir kaynaklar için mümkündür.
Ashab-ı Kehf Öyküsünde anlatılanların hak ile nitelenmesi, araştırmacı ve okuyucuların gerçek ve doğru rabbani kelam ile yetinmeleri, israiliyyat ve mitolojilerle dolup taşan başka kaynaklara gitmemeleri, aksine onları anlatan bütün rivayetleri bir tarafa atmaları için bir çağrıdır.
6- Ayetteki haber anlamındaki "Nebe'" kelimesi, Ashab-ı Kehf öyküsünün önemli olduğunu anlatır. Çünkü "Nebe' '' kelimesi, aynı zamanda önemli ve doğru haberler için kullanılır.[61]
Yüce Allah Ashab-ı Kehf'in gençler olduğunu bildirmektedir. "Rablerine inanmış ve hidayetlerini artırdığımız gençler".
Gençlik delikanlılık, canlılık ve coşku dönemidir. Fedakarlık, verimlilik, sorumluluk ve görev üslenme çağıdır. Kur'anda gençlik, övülen bir niteliktir. Genç de güzel ve önemli işler yaptığı zaman övülmektedir.
Milletinin putlarını kıran Hz.ibrahim genç diye nitelenmiş ve "ibrahim denilen bir gencin onlardan söz ettiğini duyduk"[62] demişlerdir.
Halk onu genç diye nitelerken küçümsemeyi, horlamayı ve suçlamayı düşünüyorlardı. Sanki yaptığının sonucunu ve davranışlarının akibetini düşünmeyen soytarı bir delikanlıdır, yetişkin ve olgun bir büyük olsaydı, böyle bir işe kalkışmazdı, demek istiyorlardı.
Ancak, Kur'anın genç diye nitelemesi onun için ve yaptıkları için bir övgü olduğunu düşünüyoruz.Kötü şeylere karşı çıkmaya ve putları kırmaya gençlik onu sürüklemiştir.Gençliği, şirkin tanrıları olan putları görmeye dayanamıyordu.Onun için münkeri kırıp dağıtmıştır.
Günümüzde dinine bağlı müslüman gencin gençliği, islam- düşmanlarının küçümseme, horlama ve suçlama sebebi olmaktadır. Çünkü islam düşmanları onları köktenci gençler ve tepkici taşkın delikanlılar olarak görmektedir.Akh başında büyük adamlar olsalardı, anlayışlı, ferasetli ve olgunluk sahibi olurlardı, derler.
Halbuki dinine bağlı bu gençlerin gençliği, himmet ve enerjisinin, çalışma ve fedakarlığı, gayret ve aktivitesinin kaynağıdır. Bunlar her zaman gerçek gençliğin olgun meyveleridir. Belirttiğimiz gibi gençlik dönemi, fedakarlık, verimlilik ve hamaset dönemidir.Gençlik atılganlık ve değerlere bağlılık demektir.
Değiştirme ve reformun enerjisi gençlerdir. Çağrılar ancak gençlerin çabalarıyla yayılmış ve egemen olmuştur. Değişim ancak onların çabalarıyla gerçekleşmiştir. Peygamberlerin, reformcu ve ıslahatçıların mensuplarının çoğu gençler olmuştur.
Gençlerin gözle görülür enerji ve rollerinin büyüklüğünü bilen ve müslümanların onlardan yararlanmasını istemiyen islam düşmanları, onların inanç ve düşüncelerini bozmak, başıboş ve hayvan gibi yaşamalarını sağlamak, duyarlılık, girişkenlik ve sorumluluk duygularını köreltmek, hayatta anlamsız ve değersiz işlere yöneltmek için ellerinden geldiği kadar çalışmışlardır. Günümüzde olduğu kadar müslüman gençliğe karşı savaşılmamış ve her yönden saldırılara maruz bırakılmamıştır. Bugün olduğu kadar müslümanlar gençlerini yitirmemiş ve gençler bugünkü kadar batıl yollara düşerek kaybolup ziyan olmamıştır. Gençlerini yitirdiği zaman ümmet ne kadar çok zarar eder! Dayanağı ve geleceği olan gençlerini yitirdiği gün ümmet ne kadar büyük felakete uğramış olur!
Ancak ümmet bütün gençlerini yitirmiş değildir.İçinde iyi gençler ve çalışan delikanlılar vardır. Yüce Allanın Ashab-ı Kehf için buyurduğu gibi "Onlar rablerine inanmış ve hidayetlerini artırdığımız gençlerdir"sözüne uygun olan gençlerdir. Bu gençler İslama yönelmiş, gereği gibi öğrenmiş, İçtenlikle ona sarılmış, aşk ve şevkle çağrısını yapmışlardır.
Onlar, Allaha iman etmiş gençlerdir.Ona iman edip yolunu tercih edince, Allah da içtenliklerini ve ve doğruluklarını görünce, desteğiyle desteklemiş ve hidayetlerini artırmıştır.
Bu ayet, iman ve hidayet konusunda gerçeği söyleyen Kur'anın şu gerçeğini kararlaştırmaktadır: Şüphesiz seçimi ve tercihi yapan, mümin insanın kendisidir.imanı seçip içtenlikle,ciddiyet ve sorumlulukla tercih ederse, Allah ona daha çok verir.Ama kendisi ilk adımı atmaz ve istekte bulunmazsa, Allah ona daha çok vermek bir yana, hidayeti kesinlikle vermez.
Onun için insana düşen, istemektir. Allah da, küfür veya iman, istediğimiz şeyi bize fazlasıyla verir. Kur'an ayetlerinin kararlaştırdığı ilahi yasa budur. Mesela yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Dünyayı isteyene, istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar, hemen veririz. Sonra ona cehenneme hazırlarız.Yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer.Ahireti isteyip inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin çalışmaları da ödüllendirilecektir. Onların ve bunların her birine rabbinin vergisinden bol bol veririz. Esasen rabbinin vergisi kimseye yasaklanmış değildir.Onları birbirlerinden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Şüphesiz ahirette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır."[63]
Allaha inanan ve hidayeti yakalayan mümin gençler kafir bir toplum içinde bulunmuşlar, ama kalplerini imana açarak onlardan ayrılmış, hak ve iman tarafını seçmişlerdir.
İman kalplerine girince Allah iman ve hidayetlerini artırmış ve kalplerini onunla doldurmuştur. İman ve hidayetle dolan kalplerini Allah korumuştur. "Kalplerini bağladık" . Bağladık demek, iman üzerinde sabitleştirdik,azim, sabır ve sebat içinde iman üzere devam ettirdik, demektir.
Bu cümlenin çizdiği tabloya hayranım. Çünkü kalplerinin iman ve hidayetle dolu olduğu gözümün önünde canlanıyor.Tıpkı dolu bir su tulumu gibi. içindeki suyun akmaması için sahibi ağzını bağlıyor ve suyu içinde tutuyor.
imanı ve hidayeti seçen bu kalplerden kafir toplumun fitnesiyle iman ve hidayetin sızmasından endişe ediliyor.Bu sebepten içinde iman ve hidayetin tutulması için Allah o kalpleri bağlıyor.
imanı seçen kalpler, onu sızdırıp yitirmemek için bağlanmaya muhtaçtır. Nitekim Yüce Allah Bedir'de savaşan müminlere şöyle buyurmuştur: "Sizi kendisiyle temizlemek, şeytanın pisliklerinden arındırmak, kalplerinizi bağlamak ve onunia ayakları sağlamlaştırmak için üzerinize gökten su indiriyor."[64]
"Onların kalplerini bağladık. Kıyam ettiler ve Rabbimiz yerin ve göklerin rabbidir,onun dışında hiçbir tanrı kabul etmeyeceğiz, aksi halde saçmalamış oluruz, dediler."
Mümin gençler, iman yolunda şu aşamalı yolu izlemişlerdir:
a- Önce Rablerine iman etmişler ve ondan rahmetini vermesini ve doğru yolu göstermesini istemişler.Allah onların isteklerini kabul etmiş, iman ve hidayetlerini artırmıştır.
b- Allahın lütuf, iyilik ve nimetini kazanmışlardır.Çünkü içinde imanı diri tutmak için iman dolu kalplerini
bağlamıştır.
c- Ondan sonra azim ve ciddiyetle kalkmışlar, gayret ve çaba ile araştırmışlar, yerin ve göklerin rabbinin sadece Allah olduğunu ilan etmişler, bundan böyle onun dışında başka bir tanrı kabul etmiyeceklerini açıklamışlar ve başka tanrılara tapan milletlerinin yanlış yaptığını söylemişlerdir. Bu üçüncü aşamayı Kur'anı Kerim şöyle belirtir: " kalktılar ve Rabbimiz yerin ve göklerin rabbidir, onun dışında başka bir tanrı kabul etmiyeceğiz. Aksi halde saçmalamış oluruz, dediler".
Tefsirciler, kıyamın anlamında ihtilaf ederek şöyle açıklarlar:
1- Bazıları kıyamın, mümin gençlerin kafir kralın
huzurunda dikilmeleri olduğunu söylemiştir. Bu ifade kralın huzurunda duruşlarını nitelemektedir. Kral kendisine ve dinine muhalefet ettiklerini öğrenmiş, onlar da çağrılıp kralın huzuruna çıkarılmışlar, ona "bunlar senin dininden ayrılmışlar ve seni tanımaz olmuşlar" denilmiştir.
Kral, gençlerin kendi dinine dönmelerini emretmiş ve dönmedikleri taktirde öldürmekle tehdit etmiştir. Ama onlar hak üzere sebat etmiş ve rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir, demişlerdir. Rasulullahtan böyle sahih bir rivayet gelseydi, bu görüş doğru olabilirdi.Ama sahih bir rivyet olmadığından, bu görüşün doğru veya yanlış olması sözkonusudur.
2- Bazıları da gençlerin şehirde önde gelen kişilerin çocukları olduğunu, aralarında randevulaşma olmaksızın şehirden çıkıp banliyoda buluştuklarını, içlerinden birinin
Rabbimin yerin ve göklerin rabbi olduğunu düşünüyorum, dediğini, diğerlerinin de aynı şekilde kalkarak aynı şekilde söylediklerini belirtmektedir. Bu kalkışlarının ayrıntıları da sahih rivayetlerde geçmemektedir.
3- Başka tefsirciler ise,gençlerin halklarından ayrılmalarının, onları bırakıp Allaha doğru kaçışlarının kıyam ile ifade edildiğini belirtmektedir. Tıpkı bir işi tam bir çaba ile yapmaya azmeden kişi için "Falan kişi bu işe kalkıştı" demek gibidir.[65]
Ancak burada biz kıyamdan başka bir şey anlıyoruz. Bu, ayağa kalkmak veya ayakta dikilmek anlamında somut bir kalkış olabilir. Bunlar Allanın yolunu seçmiş ve Allah da mümin kalplerini bağlamış olduğu için kalkıp dikilmişler ve rablerinin yerin ve göklerin rabbi olduğunu açıkça ilan etmiş olabilirler.
Kıyamdan maksat, çalışma, gayret, çaba, ihtimam ve araştırma da olabilir. Allanın yolunu seçmede tam bir azim ve gayret, çaba ve samimiyet içinde bulunmuş olabilirler.
Kıyamın hareket, çalışma ve çaba anlamında olduğunu da düşünüyoruz. Yani imanı, soyut zihinsel bilgi planında bırakmadan, soyut bilgilenme ile yetinmeden ayağa kalkarak, hareket ve gayret göstererek bu zihinsel bilgi ve akli kültürün doğal bir meyvesi ve mantıklı sonucu sayılan bir adım daha atmışlardır.
Kalkmaları ve çaba göstermeleri imanlarının güçlenmesinde etken olduğu gibi, harekete geçmeleri ve pratik adım atmaları da imanlarının zorunlu bir gereğidir.
Şüphesiz imanın, bu gençlerin imanı gibi diri, canh,dinamik ve güçlü olması gerekir.Bu imanın, bütün
hayatımızı kendisine uyduracak ve başkalarını da ona çağıracak şekilde, bizi pratik adımlar atmaya ve uygulayarak göstermeye sevketmesi gerekir.
iman ve islam ile kıyam etmek, üzerinde sebat edip ona davet etmek,onu seçen, onunla dolan ve Allahtan üzerinde bağlamasını isteyen kalpler gerektirir. Yüce Allah, Ashab-ı Kehfin kalplerini bağlayınca, kendilerine kuvvet, azim ve gayret vermiş, onlar da imanlarıyla kıyam etmişlerdir. Mücahit mümin kalpler her zaman böyledir.
Şüphesiz Kur'an bizden azim,araştırma, düşünme, çalışma ve aktivite olan kıyam istemektedir. Bu gerçekleşirse, insan imanı ve onun gereğini yapmayı seçecektir.Yüce Allah buyuruyor: "Deki, size tek bir öğüdüm vardır; Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki arkadaşınızda bir delilik yoktur. O, yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi uyarmaktadır"[66]
Ne tuhaftır ki tasavvufçular Ashab-ı Kehfin kıyamına ve "Rabbimiz, yerin ve göklerin rabbidir" sözüne dört elle sarılmış ve bunu ayakta durmaları, zikir, dervişlik ve gazel okuma halkalarında dans edip sallanmaları için bir delil saymışlardır. İmam Kurtubi, böyle bir şey için bunu delil göstermenin yanlış olduğunu belirterek yaptıklarını eleştirmiş ve şöyle demiştir:
"Bunu delil göstermek yanlıştır.Mümin gençler kalkıp hidayet üzere Allahı anmışlar, verdiği nimet ve hidayet için ona şükretmişlerdir. Bu nerede, özellikle bu zamanda kadınların ve tüysüz gençlerin güzel sesleri eşliğinde ayaklan yere vurarak sarıklarla dans etmek nerede! Allaha yemin ederim aralarında yerle gökler arası kadar fark vardır. Kaldıki sofuların bu yaptıkları bütün müsiümanlara göre haramdır.
imam Ebubekir et-Tarsusi'ye sofuların mezhebi sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: Dans etmeyi ve kendinden geçmeyi ilk uyduranlar, Samiri'nu adamlarıdır. Onlara öküz gibi ses çıkaran bir buzağı yapınca, kalkıp etrafında dans ettiler ve coştular."[67]
Ashab-ı Kehf kalktılar ve rabbimiz yerin ve gölerin' rabbidir, onun dışında hiçbir tanrı kabul etmeyeceğiz, aksi halde saçmalamış oluruz, dediler. Şu halkımız Allahı bırakmış ve başka tanrılar edinmişler, bunların tanrı olduklarını göstererek apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allaha iftira ederek yalan söyleyenden daha zalim kimdir? dediler.
Milletlerinin içinde bulunduğu küfrü,şirki ve Allahtan başka varlıklara tapmalaranı red etmişlerdir.İçinde bulundukları küfür, şirk ve batıl yolun.doğru olduğunu gösterecek açık ve kesin bir delil getirmelerini istemişler. Bu yaptıklarının Allaha yalan ve iftira olduğunu belirtmişler ve Allaha iftira ederek ona ortak koşanlardan daha zalim kimse olamıyacağım söylemişlerdir.
"Tanrıları için açık bir delil getirmeleri gerekmez mi!" sözü, inanç, düşünce ve görüş alanında Kur'anın kesin,
zorunlu ve açık bir kuralını ortaya koymaktadır. Allahtan başka varlıklara tapan veya tanrılar edinen kişiler taptıklarının ilah olduğunu kanıtlayacak açık bir delil getirseler ya! Gittikleri yolun doğru olduğunu gösterecek bir delil getirmeleri gerekmez mi?
Kur'an bütün insanların inanç, düşünce ve görüşlerinde bilimsel, ilkeli ve objektif olmalarını, bilimsel, objektif ve ilkeli olmayan, doğruluk ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir düşünceyi veya görüşü kabul etmemelerini ister. İçinde bulundukları durumlarına bu niteliği kazandırabilmeleri için sağlam her aklın kabul edeceği ve doğru her mantıkla bağdaşan açık seçik zorunlu delilleri göstermesi gerekir.
Her insan, inandığı veya söylediği şeyler için bir delil ararsa ve delile dayanmayan her türlü inanç, düşünce ve görüşü bir yana atarsa, insanlar inandıkları ve söyledikleri, hatta açık kesin şeyler olarak saydıkları birçok şeylerden vazgeçer ve delilden, bilimsellikten, ilkesellikten ve objektiflikten yoksun dünyada yayılmış pek çok inanç, teori, düşünce, slogan, ilke ve ideoloji ortadan kalkardı.
Kur'an, insanlardan delil ve kanıt istemektedir. Özellikle inanç, düşünce ve prensiplerini tartıştığı kafirlerden bunu istemektedir. Şöyle buyuruyor;" Deki, Rabbim sadece açık ve gizli ahlaksızlıkları, günahı, haksızlığı, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allaha ortak koşmanızı, Allaha karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır."[68]
Kur'an, müşriklerin Alİahın oğlu olduğuna ilişkinsözlerini aktarmış ve hiçbir delile dayanmadığı için red etmiştir. "Allah bir çocuk edindi, dediler. Haşa! Bu sözlerinden tamemen uzaktır. Zengin Odur. Bu sözünüzü kanıtlayacak herhangi bir deliliniz var mı? Allah hakkında bilmediğiniz şeyi mi söylüyorsunuz!?"[69]
Kur'an, Allaha koştukları ortaklık için bir delile bile sahip olmayan, buna rağmen şirk inançları üzerinde ısrar eden ve Alİahın ayetlerini kabul etmemekte direnen müşriklerin içlerinde gizledikleri kibir ve aldanmaktan
dolayı böyle davrandıklarını kararlaştırır. "Kendilerine gelmiş bir delile sahip olmaksızın Allanın ayetleri hakkında tartışanların içlerinde ulaşamayacakları büyüklenmeden başka bir şey yoktur. Sen Ailaha sığın. Şüphesiz O işitendir, görendir"[70]
Yüce Allah müşriklerin hiçbir delile dayanmadan putlara yaptıkları ibadeti redetmesini emrederek şöyle buyurur: "Ey inkarcılar! Şimdi Lat, Uzza ve diğer üçüncüleri olan Menat'm ne olduğunu söyler misiniz? Demek erkekler sizin,dişiler Allanın, öyle mi? O zaman bu haksız bir paylaşma! Bunlar sizin ve babalarınızın taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil indirmemiştir.Onlar sadece zanna ve canlarının istediğine uymaktadırlar. Oysa onlara rablerinden and olsun ki doğruluk rehberi gelmiştir."[71]
Şüphe yok ki kafirler bulmak için ömür boyu çalışsalar, her şeylerini harcasalar, akıllarını bitirseler ve canlarını tüketseler bile, içinde bulundukları şirk, küfür ve batılın doğruluğunu kanıtlayacak hiçbir delil bulamazlar. Çünkü Allanın ilahlığı ve rablığı gerçeği dışında, Allahtan gelen bütün emirlere, hükümlere, gerçek ve prensiplere sarılmanın doğruluğu dışında, söyledikleri şeylerin hiçbir delili yoktur.
Günümüzde Allanın sisteminin dışına çıkan ve yolundan başka yollara uyan insanlara Ashab-ı Kehfin söylediklerini söylüyoruz. "Şu halkımız, Allahı bırakıp birtakım tanrılar edinmişler.Onlann tanrı olduğunu kanıtlayacak açik bir delil getirmeleri gerekmez mi? Ailaha iftira edip yalan söyleyen kimseden daha zalim kimdir?"[72]
Mümin gençler, araştırma ve doğru yolu bulmada bu aşamaya geldikten, halkın güç ve kuvveti karşısında kendi güç ve kuvvetlerini görerek onlara karşı çıkıp değiştirmeye güçlerinin yetmiyeceğini anladıktan sonra, milletlerinden ayrılmaya karar vermiş ve mağaraya gitmeyi tercih etmişlerdir. Birbirlerine seslenerek "Onları ve Allahtan başka taptıkları şeyleri bıraktıktan sonra mağaraya sığının, rabbiniz size rahmetinden bol bol versin ve işinizi kolaylatırsın,7'
Kafir olan milletinizi ve Allahı bırakıp taptıkları putlara tapmayı red ettiğinize göre, mağaraya gidiniz ve ona sığınınınız. Çünkü halktan ayrılmak için orası en iyi yerdir. Orada Allah size rahmetinden bol bol verir ve kalmanız için gerekli şartları hazırlar.[73]
Mümin gençler acaba milletlerinden ne zaman ayrılmaya karar verdiler? Şüphesiz içinde bulundukları durumu iyice değerlendirdikten sonra buna karar vermişlerdir. Kafir milletlerinin gücüne bakmışlar ve her türlü güç ve imkana sahip olduklarını görmüşler. Bir de kendi durumlarına bakmışlar, o kuvvet ve imkanlardan hiç bir şeye sahip olmadıklarını görmüşler. Bu da milletleri ile karşı karşıya gelip savaştıkları taktirde, savaşın dengesiz ve sonucunun önceden belli olacağını gösterir. Çünkü bu savaşta galip gelemiyecekleri açıktır. Öyleyse niçin böyle bir savaşa girsinler?!
Milletlerinin tavrına bakmışlar. Küfür üzerinde ısrar ettiklerini, Ailaha inanmaları için yapılacak çağrının bir kelimesine bile tahammül etmediklerini ve çağrı yapan kişinin söylediklerini kabul etmiyeceklerini, aksine işkence ve eziyet altında kendilerini öldüreceklerini görmüşler, bu sebepten onlarla tartışmanın ve davet etmenin bir yararı olmadığına karar vermişlerdir. Onlardan ayrılmaktan, imanlarıyla yaşamak ve Allah'a ibadet etmek için mağaraya gidip sığınmaktan başka yapabilecekleri bir şeyin olmadığını görmüşlerdir.
Milletlerinden ayrılma ve mağaraya gitme yönündeki kararları yerinde ve isabetli olmuş, içinde bulundukları durum ve realitelerine uygun düşmüştür. Onun için Allah dualarını kabul etmiş, bol bol rahmetinden vermiş ve mağarada yaşamaları için gerekli imkanları hazırlamıştır.[74]
Kimi müslümanlar Ashab-ı Kehfin milletlerinden ayrılmalarına bakarak şunu sorabilirler: Ashab-ı Kehf mümin kişiler olduklarına ve milletlerinden ayrılıp uzlete çekilme kararları da yerinde olup bu tavırlarını Kur'anı Kerim onayladığına göre, bu konuda onlara uymamız caiz olamaz mı? Biz de milletimizden ayrılsak, evlerimize kapansak, dağlara veya mağaralara sığınsak ne olur?
Cevap olarak belirtelim ki müslümanın insanlardan fiziki olarak ayrılması, onlarla karışmayacak, konuşmayacak, görüşmeyecek, öğüt vermeyecek ve davet etmeyecek şekilde vücut olarak onlardan ayrılıp ilişkileri kesmesi caiz değildir. Bu konuda Ashab-ı Kehf'e uyması caiz olmaz. Bizimle onlar arasında ne fark vardır? denilebilir.
Şüphesiz müslümanların dumumu ile Ashab-ı Kehfin durumu arasında temel farklar vardır. Bu farklar müslümanların durumunun Ashab-ı Kehfin durumuna kıyas edilmesine engeldir. Bu farklar şunlardır:
1- Ashab-ı Kehfin şeriatı bizim şeriatımızdan ayrıdır. Onların şeriatı, milletlerinden ayrılmalarını ve tebliğ etmemelerini caiz görmüştür. Bu hükümde onlara uyamayız. Usul alimlerine göre en makbul görüş, bizden öncekilerin şeriatının bizim için geçerli olmadığıdır.
2- Uzletin yasakhğı, insanlara tebliğ ve davet etmenin vacipliği konusunda şeriatımızın hükmü açıktır.Kur'anda bunu açıklayan çok ayetler vardır.Mesela;
"Ey peygamber! Rabbinden sana indirilenleri tebliğ et.Eğer tebliğ etmezsen, risaletini tebliğ etmemiş olursun. Seni insanlardan Allah korur. Şüphesiz Allah, fasık olan milleti doğru yola eriştirmez. "[75]
"Deki, beni hiçbir kimse Allaha karşrsavunamaz ve ben ondan başka bir sığmak da bulamam. Benim yaptığım, sadece Allah katından olanı, onun gönderdiklerini tebliğ etmektir"[76]
Şüphesiz islam, ancak insanların arasında olmak ve onları davet etmekle yayılır. Müslüman da ancak insanları İslama davet ettiği, açıklayıp öğrettiği taktirde sorumluluktan ve cezadan kurtulabilir.
3- Rasulullah bizi insanlarla beraber yaşamaya ve onların eziyetlerine katlanmaya teşvik etmekte, onları bırakıp uzlete çekilmeyi yasaklamaktadır. Bu konudaki öğretilerinden sadece şu hadisi belirtmekle yetineceğiz, îbni Mace, Abdullah İbn Ömer'den Rasulullahın şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Halkın arasında yaşayan ve eziyetlerine katlanan müminin ecri, onlara karışmayan ve eziletlerine sabretmeyen müminin ecrinden daha büyüktür. "[77]
İnsanlara karışmak, onlara öğüt vermek ve uyarmak içindir.Yoksa dini, takvayı ve Allaha itaati bırakmak için değildir. Şüphesiz insanlara karışma gerekçesiyle müslümanın dinini bırakması, prensiplerini terketmesi veya haram ve ahlaksızlık şeyleri yapması caiz olmaz. Abdullah İbn Mesud'un şu sözü ne kadar yerinde, bilimsel, dengeli ve objektiftir:"İnsanların içinde yaşa, ama dinini de yaralama" [78]
Yani insanların arasında dengeli ve ölçülü olarak yaşa ama vacibi bırakmaktan, haram ve ahlaksız şeyleri işlemek suretiyle dinini yaralamaktan sakın.
4- Ashab-ı Kehfle bizim aramızda bir fark daha vardır. O da yaşadığımız hayat şartlandır.Onlar küfürde ısrar eden, davet ve nasihati red eden kafir bir millet içinde yaşıyorlardı.Onlardan ayrılıp uzlete çekilmekten başka yapacakları yoktu.
Biz ise, genellikle müslüman olan bir halk içinde yaşıyoruz. Bizimle milletin bireyleri arasında ortak payda olan islam ortaklığımız vardır. Bu ortak paydadan hareket etmemiz, onun üzerine bina etmemiz, beraber yaşama yolu ile onlara tekrar İslama sarılmayı ve Allaha itaat etmeyi kazandırmamız mümkündür.[79]
Burada zihinsel uzlet iie bedensel uzlet arasındaki farka işaret etmemiz gerekir. Bedensel uzlet, insanlardan fiziki olarak ayrı yaşamak, vücut olarak evde, dağda veya bir başka yerde onlardan ayrı yaşamayı tercih etmektir. Bunun caiz olmadığını belirttik.
.Zihinsel uzlet ise, düşünce ve anlayışta, ahlak ve davranışta aradaki farkı koruyarak insanlarla biriikte yaşamaktır, insanların içinde bulundukları batıl şeyleri bilinç ve zihin olarak paylaşmamaktır. Onlarla beraber yaşarken, ece İslama bağlanmaktır. Onlarla beraber yaşamanın hedefi de, onlardan etkilenmemeye özen göstererek, onları etkilemektir.[80]
Mümin gençler rablerinin rahmetinden kendilerine )olca vermesini umarak milletlerinden ayrılmaya ve
mağaraya sığınmaya karar verdiler. Allah dualarını kabul îtti, umut ve dileklerini gerçekleştirdi ve mağarada onlara rahmetini bolca verdi.
İnsan bu duruma şaşıyor! Kafir toplumda yaşadıkları îeniş dünya kendilerine dar gelmiştir. Bütün genişliğine rağmen, Allaha imandan yoksun olduğu için, isyan ve îüfürle dolduğu için dünya mümin gençlere dar gelmiştir.
İmandan yoksun olduğu, küfür, fasıklık ve sapıklık yayıldığı zaman dünya ve hayat mümine dar gelmekte, içinde boğulacak kadar onu dar görmektedir. Ama daracık ıağara müminlere genişlemiş, geniş olduğunu hissetmişlerdir. Acaba bu duygu nereden gelmiştir?
Şüphesiz bu bir teselli veya kuruntu değil, gerçek bir duygudur. Çünkü mümin, inancının gerçeklerini yaşadığı ve İslama göre bir hayat sürdüğü zaman bir ferahlık, bir genişlik ve bir rahatlama hisseder.
Mümin gençler mağarada bunu bulmuşlar. Mağarada mümin olarak yaşamışlar. İçinde ibadetin lezzetini, Allaha yakarmanın ünsiyetini, imanın tadını almışlar, böylece bir genişlik hissetmişlerdir.
Şüphesiz mağaralarını geniş, rahat, yaşamaya elverişli yapan, istedikleri Allanın rahmetidir. Allah dileklerini kabul etmiş ve rahmetinden bol bol vermiştir,"Rabbiniz size rahmetinden bol bol verir".
Rableri onlara rahmetinden bol bol vermiştinBu rahmet; mağaralarını dodurmuş, onlar da bu rahmet içinde mutlu ve huzurlu yaşamışlardır.Yüce Allah .ne güzel buyuruyor"Allahın insanlara vereceği kir rahmeti hiçbir kimse engelleyemez. Vermediğini de önün dışında hiçbir kimse veremez".[81]
Rahmetsiz hayat ne acımasızdır! Rahmetsiz dünya ne kadar dardır! Şefkatli ve sevimli rabbani rahmet hangi şeye verilirse, onu kolaylaştırır,hazırlar, yaşamak için elverişli ve güzel yapar. Rabbani şefkatli rahmet mümini kuşattığı zaman onu mutlu, huzurlu, neşeli yapar ve hayatını izzetle, mutluluk, afiyet ve şerefle yaşamasını sağlar.[82]
Seyyid Kutup, Allahın dünyada yayılan ve mümini kuşatan rahmetinin hayat üzerindeki etkilerinden sözettiği gibi, rahmetsiz hayatın nice bir hayat olduğundan da sözmekte ve şöyle der:
"Yüce Allahın rahmet vermediği her nimet, insan için bir musibet ve felakete dönüşmekte, ama Allahın rahmetle kuşattığı hir sıkıntının kendisi bir nimet olmaktadır. İnsanın üstünde yattığı diken Allahın rahmeti ile yumuşak yatak olmakta, ama rahmetten yoksun ise, üzerinde yattığı ipek, diken olmaktadır. Allahın rahmeti ile en zor işler kolay ve basit olmakta, ama Allahın rahmetinden uzak ele alınan işler zorluk ve meşakkat olmaktadır. Allahın rahmeti ile daldığı macera ve tehlikeler güvenlik ve barış olmakta, ama rahmetsiz geçtiği her yer ve her yol, tehlike ve felaket getirmektedir.
Allahın rahmeti olan yerde darlık olmaz. Esas darlık rahmetinin gelmemesindedir. Karanlık zindanlarda, azap cehennemlerinde veya helak vadilerinde de olsa rahmete nail olan kişi için darlık yoktur. Ama nimetlerin bolluğu ve zenginliğin refahı içinde de yüzse, rahmetten yoksun insan için genişlik ve rahat yoktur. Allahın rahmeti ile insanın içinden mutluluk,hoşnutluk ve huzur pınarları kaynamakta, rahmet olmadığında da insanın içinde huzursuzluk, meşakkat, yorgunluk ve bitkinlik çanları çalmaktadır. "[83]
Kutup, daha sonra Allahın verdiği rahmetle her şeyleri rahat, huzur ve kolaylık olan Peygamberler ve salih kişilerden örnekler vererek şöyle der:
"Allah hiçbir yerde ve hiçbir zaman rahmetini isteyenlerden esirgemez. Hz.ibrahim onu ateşin içinde, Hz.Yusuf kuyuda, sonra zindanda, Hz.Yunus balinanın karnında üç kat karanlık içinde, Hz.Musa her türlü koruma ve kuvvetten yoksun iken denize atılan sandığın içinde, sonra kendisini öldürmeğe diş bileyen, öldürtmek için adamlarını görevlendiren azılı düşman Firavun'un sarayında, onu ve müminleri yok etmek için kovaladığı denizin ortasında buldu. Ashab-ı Kehf evlerde ve saraylarda bulamadığı rahmeti mağarada buldular ve birbirlerine "Mağaraya sığının, rabbiniz size rahmetinden bol bol verir" dediler. Düşman peşlerine düşüp öldürmek için her yeri aradıklarında Hz.Muhamrned ve arkadaşı da Sevr Mağarasında bu rahmeti buldu.
Her şeyden ümidini kesmiş, başvuracak hiçbir kuvvet kalmamış ve her türlü rahmet ümitlerini yitirmiş olup sadece Allahın kapısını kim çalmışsa, o rahmeti bulmuştur."[84]
Seyyid kutup, Allahın rahmetini bizzat yaşamış,hayati bir gerçek olarak görmüş ve hayatın rahmetle nasıl olduğuna tanık olmuştur.Bu konuda yaşadığı canlı tecrübesini belirterek şöyle anlatır:
"Özellikle bana verdiği ve bu ayette gördüğüm bir rahmetten dolayı önce Allaha hamd etmem gerekir.Çok büyük bir sıkıntı, meşakkat, zorluk ve darlık içinde olduğum bir zamanda bu ayetle karşılaştım. Ruhsal bir yoksulluk, psikolojik bir bedbahtlık, büyük bir darlık ve çetin bir meşakket içinde olduğum bir anda bu ayet karşıma çıktı. Evet, böyle bir anda bu ayet karşıma çıktı ve Allah bu ayetin hakikatini görmemi, bu hakikatin içimde parlamasını sağladı. İçtiğim ve vücudumda yayılmasını hissettiğim bir abı hayat gibi onu yudumladım. Kavradığım bir mana değil,tattığım bir hakikat! Bizzat kendisi bir rahmet oldu. Bana bu kadar açılan ayetin hakikati için canlı bir tefsir olarak bana sunuldu.
Daha önce onu defalarca okudum. Çok kez tekrar ettim. Ama güzel kokusunu şimdi vermekte, anlamını şimdi gerçekleştirmekte ve berrak hakikati ile inerek "işte ben, Allahın rahmetinden bir örneğim. Rahmetin nasıl olduğunu gör! der.
Etrafimdaki şeylerin hiçbiri değişmemiştir. Ama bütün hislerim değişmiştir.Ayetin içerdiği hakikat gibi, bu evrenin büyük hakikatlerinden biri için kalbin açılması büyük bir nimettir. "[85]
Mümin gençlere Yüce Allahın sığınacakları mağarayı göstermesi, işlerini kolaylaştırmanın bir halkasıdır. Kur'an, mağarının yerine, içinde meydana gelen mucizelere ve gençlere hizmet etmek için görevlendirilen Allahın erlerine işaret eder."Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, so! tarafından da onlara dokunmadan battığını, onların da mağaranın genişçe bir yerinde bulunduğunu görürdün Bu, Allahın ayetlerindendir."
İbn Kesir, ayete bakarak mağaranın kapsının kuzey tarafında olduğunu söyler. "Bu da gösteriyor ki mağaranın kapısı kuzeydedir. Çünkü Yüce Allah, doğduğu zaman kapıdan giren güneşin sağ tarafa kaydığını -belirtmiştir. Yani güneşin meyletmesi tarafında gölge gittikçe çekilmektedir. Güneş ufukta yükseldikçe, ışığı da yüselmekte ve öğle vakti o yerde ışıktan bir şey kalmamaktadır.Onun için battığı zaman sol tarafından onlara dokunmadan battığını söylemektedir. Yani kapının kuzeyinden girmektedir. O da doğu tarafındandır. Bu da söylediklerimizin doğru olduğunu gösterir."[86]
Mağaranın yeri konusunda İbn Kesir'in ayeti delil göstermesine katılmakla beraber, güneşin batarken mağaraya kuzey tarafından girdiği görüşüne katılmıyoruz. Çünkü ayet, batarken, onlara dokunmadan geçtiğini belirtmektedir. Dokunmadan geçmesi demek, onlardan meylederek uzaklaşması demektir. Nitekim Kurtubi,Nehhas, Katade ve Mucahid, onlara ikram olmak üzere güneşin onlara kesinlikle dokunmadığını belirtmektedirler. İbn Abbasın da görüşü budur.[87]
Bütün müfessirler, mağaranın yerine ve kapısının kuzey tarafında olduğuna bakarak güneşin doğarken ve batarken onlara dokunmadığını söylemişlerdir. İbn Kesir şöyle der: "Düşünenler, ay, güneş ve yıldızların hareketinden anlayanlar için bu durum açıktır. Mağaranın kapısı doğu tarafında olsaydı, batarken güneş içeriye asla girmezdi. Güney tarafında olsaydı, doğarken ve batarken içeriye girmez, gölge sağa ve sola meyletmezdi.Batı tarafında olsaydı, sabahleyin değil, öğle vakti içine vururdu ve batıncaya kadar içinde olurdu. "[88]
Güneşin hareketi ve hem doğarken, hem batarken mağaraya girdiği konusunda İbn Kesir gibi düşünmediğimizi belirtmek isteriz.Çünkü ayetin kelimelerinden anlaşılan, güneşin ne doğarken, ne batarken mağaraya asla girmediğidir. Doğruyu en iyi bilen Allahtır.
Kur'an, mağaranın yerini ve güneşin etrafındaki hareketini Allanın bir ayeti (mucizesi) sayarak "Bu, Allahın ayetlerindendir" der. Alahın ayetlerinden olması, o mağaraya gitmelerini yüce Allahın kendisinin ayarlaması, oraya gitmelerini ilham etmesi, mağaranın o yerde olmasını ve etrafında güneşin bu şekilde hareket etmesini istemesi demektir.
Ancak Zeccac, ayeti başka şekilde anlamakta ve şöyle der: Güneşin bu şekilde hareket etmesi bir mucizedir, ancak mağaranın kapısı güneşin girmemesini gerektirecek yönde değildir.[89]
Yani güneşin hareketine müdahale olmasaydı, güneş mağaraya girebilirdi. Ama Allah güneşe sabahleyin onlara dokunmadan ve öğleden sonra onlardan uzak geçmesini emretmiştir. Allah güneşe bu şekilde emretmeseydi, mağaraya girerdi. Ancak en makul görüş, tefsircilerin genelinin belirttiği görüştür.[90]
Kur'anı Kerim, mağaranın içindeki durumlarını, kişi onlara dokunabilecek kadar çok duyarlı, etkileyici ve canlı bir şekilde canlandırmaktadır. Bu da Kur'anın eşsiz canlı tasvir metodudur. Şöyle buyuruyor: "Mağarada uyur oldukları halde onları uyanık sanırsın. Biz onları sağa ve sola çeviririz, köpekleri dirseklerini eşikte uzatmıştır. Onları görsen, korkuya kapılır ve geri dönüp kaçarsın."
Bu ayet, mağarm içindeki durumlarının çok ahenkli olduğuna işaret eder. Kendilerini koruyacak tarzda mağarın içinde uyuyakalmalarını da Yüce Ailahın takdir ettiği tabloda! Yüce Allahın takdiri şu yerlerde ortaya çıkmaktadır:
a- Toprak vücutlarını çürütmeyecek, duyulan bozulmayacak ve kendilerine kimse yaklaşmayacak şekilde uzun yıllar mağarada uyutmuştur.
b- Kendileri uykuda olmalarına rağmen, gözleri açık duruyordu.Bu da çürüyüp bozulmaması, hava alıp korunması içindir.
c- Gözlerinin açık kalmasının başka bir anlamı da vardır. O da, onları görseydin korkuya kapılır ve geri dönüp kaçardın,sözü ile belirtilen korku salma ve ürkütmedir. Kimsenin onlara bir zarar vermemesi içindir. Onlara kişi baktığı zaman gözlerinin açık olduğunu ve kendisine baktığını görünce ürkerek dönüp kaçar.
d- Topragın vücutlarını yememsi için sağa ve sola çevriliyorlardı. "Onları sağa ve sola çeviriyoruz". Ayette şimdiki zaman kipinin kullanılması, bazıların söylediği gibi yılda iki defa değil, bu işin yenilenerek devam ettiğini gösterir.
Döndürme işini Yüce Allanın yaptığının belirtilmesi, bu işin Allahm takdir ve emriyle otomatik olarak yapıldığını gösterir.Döndürmek için Yüce Allahm bu işi yapacak bir melek görevlendirmesine de aykırı değildir.
e- Yüce Allahm onları koruma ve kollamasının bir ifadesi olarak da köpeklerinin dirseklerini eşikte uzatarak yatmasıdır. Eşikte uzanmış, dirseklerini uzatarak uyumuştur.Yatması sabit olup döndürme işi onu kapsamamıştır. Çünkü kullanılan ismi fail kipi, bu işin sabit ve kalıcı olduğunu belirtir. Kapıda dirseklerini uzatmış yatan bir köpek dururken, kim yanlarına yaklaşıp onları rahatsız etmeye cesaret edebilir?! ■
f- Onları rahatsız etme veya zarar vermeyi düşünen herkesin arkasını dönüp kaçacak şekilde Yüce Allahm kalbine korku salması.[91]
Kur'anın, eşsiz tasvir metodu ile mağarının kendisi, yeri, etrafında güneşin hareketi ve içindeki gençlerin durumunu ince ayrıntılara varıncaya kadar verdiğini görüyoruz. Alimler bu ayrıntılı anlatımın Kur'anın kaynağının da bir delili olduğunu, Muhammed'in yazdığı bir kitap değil, Allahm indirdiği bir vahiy olduğunu gösterdiğini söyleyerek şöyle derler:
Rasulullaha Ashab-ı Kehf sorulmuş, bunun üzerine bu ayrıntılı bilgiler verilmiştir.Bu ayıntılar Tevrat'ta veya Incilde'de belirtilmediğine göre onlardan alınması ihtimali de sözkonusu değildir. Bilindiği gibi Rasulullah hayatında sözkonusu mağarayı ne görmüş, ne de içine girmiştir.Böylece sözkonusu ayrıntılı bilgileri oradan alıp kendi üslubuyla anlatması ihtimali de ortadan kalkmaktadır.Öyleyse, insanlardan kimsenin bilmediği ve kimseden de almadığı bu ayrıntılı bilgileri Hz.Peygamber nasıl bilmiştir? Geriye sadece bu bilgileri AUahın kendisine vahyettiği şıkkı kalıyor. Böylece Kur'anın kaynağı ortaya çıkmakta ve Allahtan olduğu kanıtlanmış olmaktadır.
Suheyli şöyle der: Bu niteliklerden çıkacak en önemli sonuç, onları gören kişinin bile neredeyse bu ayrıntıları bilemiyeceğidir. Onları gören kişiyi korku kapladığı için bu incelikleri düşünme ve yakalama imkanı bulamaz. Peygamber de onları ne görmüş, ne duymuştur. Onları anlatan bir kitap da okumuş değildir. Çünkü okur yazar olmayan bir toplum içinde kendisi de okur yazar değildir.Kaldı ki onların yanma varan bir kişinin bile onlar
hakkında veremiyecegi ayrıntılı bilgileri Kur'an vermiştir. Kendisine Yüce Allahtan gelen açık ve yeterli bilgi olan vahiy olmasaydı Muhammed'in bunları bilmesi düşünülemezdi. [92]
Kur'an, onlara eşlik eden köpeği anmayı, eşikte dirseklerini uzatıp yatmasını tasvir etmeyi gözardı etmemiştir. Köpeklerinin onlarla beraber anılmasının sebebini birileri sorabilir?
Herhalde bunun sebebi, az önce belirttiğimiz gibi, Kur'anın kaynağına işaret etmektir.Vahiy olmasaydı, Rasulullah köpeklerinin dirseklerini eşikte uzatıp yattığını nasıl bilecekti? Alimler, onlarla beraber olmakla köpeklerinin de bereketlerine nail oluğunu söylerler. Ibn Kesir şöyle der:
''Bereketleri köpeklerini de kapsamıştır.O da onlar gibi uyuya kalmıştır.Bu da beraber olmanın sağladığı yarardır.Böylece bu köpek de meşhur olmuştur.[93]
Kurtubi de şöyle der: "İyi ve takva sahibi insanlarla beraber olduğu için Allanın kitabında anılacak kadar böyle üstün bir dereceye bir köpek çıkabiliyorsa, Allanın, mümin ve muttaki iyi kullarıyla beraber olanların hangi derecelere yükseleceklerini bir düşün! Nitekim bu, Rasulullahı seven, ancak kemal derecesine ulaşamayan müminler için bir teselli ve iltifattır.[94]
Ayetlere iyice baktığımız zaman gençlerin tanıtılması ile köpeğin tanıtılması arasında bir farkın olduğunu görürüz.Gençler sağa ve sola döndürülürken, köpek için döndürme olmamıştır. O dirseklerini eşikte uzatıp
uyumuştur. İmam Suheyli köpeğin döndürülmemesinin bir hikmeti olduğunu belirterek şöyle der:
"Onları melekler döndürmüştür.Melekler dünya hayatında ve ahirette müminlerin dostudur.Köpek ise, bunun dışındadır.Nitekim kapının eşiğinde olduğunu, yani mağaranın içinde olmadığını belirtmiştir.Çünkü melekler, içinde köpek olan eve girmezler.[95]
,.Bunun bir başka sebebi de vardır. O da Yüce Allahın uyuyanları da koruma gücüne sahip olduğunu göstermesidir. Bu güç, sebeplerle sınırlı değildir. Gençlerin vücudunu döndürmek suretiyle toprağın yemesinden Yüce Allah korurken, köpeklerini de üçyüz dokuz yıl aynı şekilde bırakmasına rağmen, döndürmeden korumuştur.[96]
Yüce Allah buyuruyor: "Birbirlerine sormaları için onları bu şekilde uyandırdık. İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız? dedi. Bir gün veya daha az bir süre kaldık, dediler.Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha İyi bilir, dediler."
Yüce Allah, üçyüz dokuz yıl süren uykularından gençleri uyandırdı. Onların uyandırılışını anlatırken Kur'an"Bu şekilde uyandırdık" ifadesini kullanır.Çünkü onların uyandırılması, ölülerin kabirlerinden uyandırılmasına benziyor. Değilse, bir insanın üçyüz yıldan fazla toprak üzerinde vücudu bozulmadan uyuması ve ondan sonra uyanması mümkün müdür? Şüphesiz bu, Yüce Allahın sonsuz ve sınırsız İlahi gücünü gösteren açık rabbani bir mucizedir.
Dirilülmeleri, vücutlarının, duyularının, bilinçlerinin ve elbiselerinin de eksiksiz olarak korunduğunu da gösterir.
"Birbirlerine sormaları için onları dirilttik". Yani diriltilmeleri, birbirlerine sorması sonucunu doğurmuştur. Mağarada ne kadar kaldıklarını birbirlerine sordular.İçlerinden biri "Mağarada uyuyarak ne kadar kaldınız?" diye sordu. Onlardan bir diğeri, "bir gün veya bir günden daha az kaldık" dedi.
Gençler bu kadar uyuduklarını sanıyorlardı.Mağaradaki her şey bunu gösteriyor ve uzun zaman uyuduklarını anlatmıyordu. Etraflarında bulunan şeylerden hiçbiri ne bozulmuş, ne değişmiş, ne de çürümüştür.
Herhalde içlerinden bazıları bu cevabı yetersiz bulmuş ve ne kadar kaldıklarını kesin olarak belirlemekten aciz olduklarını anlamış olacak ki bu işi Allaha bırakmışlar ve "Ne kadar kaldığınızı rabbiniz en iyi bilir" demişlerdir.
Kesin bilgi imkanlarına sahip olmadığımız belirsiz konulara dalmama konusunda bu tavır bize bir ders olmahdır.Çünkü böyle bir şey zamanı kaybetmek veya boşa harcamak olur.Bize düşen, onun bilgisini Allaha bırakmak ve bilmediğimiz şeyler için "En iyi Allah bilir" demektir.[97]
"Ne kadar kaldığınızı rabbiniz daha İyi bilir, paranızla birinizi şehre gönderin, en iyi yiyeceklere baksın ve size getirsin.Orada nazik davransın, sakın sizi kimseye duyurmasın, dediler. Çünkü onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler, o zaman da asla kurtulamazsınız."
İçlerinden şehre gönderdikleri kişiye yaptıkları bu uyarılar birtakım işaretler ve anlamlar içermektedir. Bazılarına değinelim.[98]
Bazı alimler "Paranızla birinizi şehre gönderin" sözüne bakarak başkasını vekil yapmanın caiz olduğu sonucunu çıkarmıştır. Şehirden ihtiyaç duydukları şeyleri satın alması için birini vekil yapmış ve bunun için mallarını ona vermişlerdir. Advau'l-Beyan kitabında İmam Şınkiti şöyle der: "Bu, vekil tayin etmenin caizliği ve doğruluğuna delildir. Çünkü paranızla birinizi şehre gönderin, demeleri, gönerdikleri adamı yiyecek almak için vekil yaptıklarını gösterir.
Başka alimler ise, bu ayetin mutlak olarak vekil tayin etmenin caiz olduğuna değil, ancak korku ve sakınma anında tayin etmenin caiz olduğunu gösterir, çünkü ihtiyaçlarını almak için hepsi birden çıktıkları taktirde düşmanlarının kendilerini göreceğini samışlardır, onun için onların özrü vardır, bu sebepten ayet, ancak özrü olan kişinin vekalet verebileceğini gösterir, demişlerdir. Duruşmalarda vekil tayin etme konusunda Ebu Hanife ve Maliki mezhebinin alimlerinden Sahnun bu görüştedir. "[99]
Şınkiti,vekaiet ve ortaklık konusunda söyleyeceklerini söylemek, bunların konularını, problem ve delillerini anlatmak için bu olayı bir fırsat bilmiş ve otuz sayfa ayırmıştır.[100]
Ama bize göre dinimizde vekaletin doğruluğuna bu olayı delil gestermek biraz tartışma götürür.Çünkü en makbul olan görüşe göre bizden öncekilerin şeriatı bizim için geçerli değildir. Nitekim, Şınkiti'nin şirket ve vekalet konularını burada enine boyuna anlatmasını da konunun dışına çıkmak olarak görüyoruz.[101]
Şınkiti,"Paranızla birinizi gönderin " sözünü Maliki mezhebi menuplarından birinin ortaklığın caiz olduğuna delil gördüğünü belirtmekte ve şöyle der: " Malikilerden bazıları bu ayetin ortaklığın caiz olduğuna delil olduğunu, çünkü kendilerine yiyecek satın almak için gönderdikleri kişiye verdikleri gümüş parada hepsinin ortak bulunduğunu söyler.
Maliki olan Ebu Bekr İbn Arabi ise,bu ayette ortaklığın caiz olduğunu gösteren bir delil bulunmadığını, çünkü her birinin ayrı ayrı kendi parasından verip kendisine ayrı yiyecek almasını istemiş olması ihtimalinin de bulunduğunu söyler.
Şınkiti, Ibn Arabi'nin söylediği şeylerin de tutarlı olabileceğini söylemektedir. "[102]
Hemen belirtelim ki bu tartışma ve ihtilafa hiç gerek yoktur. Çünkü bözden öncekilerin şeiratı bizim için delil değildir.Üstelik ortaklığın (şirketin) caiz olouğunu göstermeye yetecek kadar çok hükümlerimiz vardır.[103]
Gönderdikleri adamı temiz ve helal yiyecek bulmakla görevlendirmişler ve hangi yiyeceğin daha güzel olduğuna baksın" demişlerdir.
"Baksın"sözü, araştırma, yoklama ve iyi seçim yapmanın gerekliliğini belirtir. Haramın yayıldığı, helalin azaldığı ve cahiliyyenin egemen olduğu yerlerde bu iş çok daha gerekli ve Önemlidir. Bu durumda müslüman araştırmak, helal olanı aramak ve haramdan sakınmakla yükümlüdür.
"Daha güzel yiyecek" sözü de yemekle ilgili Kur'anın çok güzel ve zarif bir nüktesini vermektedir. Çünkü bu sözün anlamı, Ibn Abbas'ın dediği gibi, en helal olan yiyecek, demektir.
En hoş, en ucuz, en bol yemek anlamında olduğunu söyleyenler de vardır. Ibn Kesir ise, en helal anlamında olup bunun doğru olduğunu söyler. Çünkü amaçları, az olsun çok olsun, temiz ve helal olan yiyecektir.[104]
"Hangi yemek daha güzeldir" sözünde bir işaret daha vardır.Çünkü bu güzellikten maksat, daha temiz ve helal olanıdır. Burada güzellik, temizlik, gelişme ve bereketi ifade eder. Kur'an yiyecek ve giyeceklerimizde zevk ve mizaçlarımızın İslamın öğretilerine, helal ve haram ölçülerine uygun olmasını ister. Bu konuyu cahiliyye çarpıtmakta ve cahiliyye mensupları bulandırmaktadır. Çünkü zevk ve mizaçları hasta, çarpık ve bozuktur.
Onlara göre en güel ve en temiz yemek, modern hazırlanış, pişirme ve yeme tekniklerine en uygun olandır.Bütün bunlarda din faktörünü gözardı eder, helal ve haram ölçüsünü gözetmezler.
Cahiliyyenin en güzel yemek konusundaki bu anlayışının birtakım müslümanlar tarafından benimsenmesi ise üzücüdür. Bunlar yemekte helal ve haram diye bir şeyin olamıyacağım ve en güzel yemeği seçme konusunda alim zevk ve isabetli mizaçla bağdaşmadığını söylerler.
Şüphesiz hayatta en güzel ve en hoş yemek, heîal ve temiz olandır. En güzel ve en uygun giyim de, Isiamın öğretilerine uygun olan giyimdir. En çirkin ve en kötü yemek ve giyim, haram olanıdır. Kur'anı Kerimin süslediği ve yücelttiği müslümanm zevki ve mizacı, haram yemeği ve haram giyimi red eder. Çünkü bunu haram ve çirkin şeyler arasında sayar.
Helal olan her yiyecek, temiz ve hoş olandır. Haram olan her yiyecek ise, kötü ve çirkin olandır. Helal olan her giyim de helal olandır ve haram olan her giyim de kötü ve çirkin olandır.
Kur'anın bu işareti, bizi onun işaretlerine ve telkinlerine kulak vermeye, ondan isabetli kararlar çıkarmaya çağırmaktadır. Şüphesiz Kur'an hayatın değişik alanlarında türlü işaretler ve kapsamlı telkinlerle doludur. Önemli olan, onlara nasıl bakacağımız, onları nasıl çıkaracağımız ve nasıl kullanacağımızda.[105]
Ashab-ı Kehf, şehre gönderdikleri akadaşlarına görüştüğü ve alışveriş yaptığı kişilere zarif davranmasını, yumuşak sözlü, hoşgörülü olmasını ve sertlikten kaçınmasını öğütlediler. Bu da alışverişte ve insanlarla ilişkilerde zarif, hoşgörülü ve yumuşak davranışlı olmanın önemini vurgulamaktadır. Her müslüman için önemli bir tavsiye ve kaçınılmaz şeyler bunlar. Çünkü müslümanm hayatı ancak zarif ve nazik olmakla doğru olabilir. Başkalarıyla ilişkileri ancak zarafetle güzelleşir. Hayatın değişik alanlarında ve muhtelif işlerde insanlarla ilişkilerinde ancak bu zarafet ve hoşgörü ile başarıya ulaşabilir .İnsanlara karşı zarif ve nazik olan insan ile başkalarına karşı kaba, sert ve hırçın olan insan arasında dağlar kadar büyük fark vardır.
Nezaket, zarafet, yumuşak huyluluk, hoşgörü ve kolaylık, güzel ahlak, sakin mizaç ve hoşnut bir karakter sahibi olmak demektir. Bütün bunlar deneme ve çabalama ile kazanılabilecek şeylerdir. Yumuşak huyluluk yumuşaklıkla, zerafet de nezaketle sağlanır.
Ku'anı Kerim insanlara yumuşaklıkla, kolaylık ve zarafetle davranmanın önemine işaret ederek Hz.Peygambere bu güzel huyu hatırlatmakta ve şöyle buyurmaktadır: "Allanın verdiği bir rahmetle onlara karşı yumuşak oldun. Eğer sert ve katı kalpli olsaydın, hepsi etrafından dağılırlardı. Onları bağışla, onlar için bağışlanma dile ve yönetim işlerinde onlara danış"[106]
Rasulullah birçok hadislerinde başkalarıyla ilişkilerimizde bizleri yumuşak, nazik ve zarif olmaya teşvik etmiştir. Mesela, Müslim, Hz.Peygamberin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yumuşak davranmaktan yoksun olan kimse, hayrın tümünden yoksun olur"[107]
"Ey Ayşe! Şüphesiz Aİlah yumuşak huyludur, yumuşak davranmayı sever, sertlikle vermediğini yumuşak davranışla verir. "[108]
Hayatımızda zarif olmamız, söz ve davranışlarımızda zarif olmamız, başkalarıyla ilişkilerimizde zarif olmamız için Kur'anın, Ashab-ı Kehfin ve rasulullahm bizlere bir çağrısıdır. Ancak o zaman hayatın rahat, huzur, mutluluk, bereket ve afiyet olduğunu, başkalarıyla ilişkilerin iyilik, kolaylık ve yumuşaklıkla güzel olduğunu görürüz. Yüce Allah ne güzel buyuruyor:" İnsanlara güzel söyleyiniz"[109]
"İyilikle kötülük bir değildir. Sen fenalığı en güzel şekilde sav .O zaman seninle arasında düşmanlık olan kişinin yakın bir dost olacağını görürsün. Bunu ancak sabredenler görür ve ancak büyük şans sahibi olanlar bulur"[110]
Ashab-ı Kehfin şehre gönderdikleri kişiye tavsiye ettiği şeylerden biri de durumlarını halktan gizlemesidir. "sakın sizi kimseye duyurmasın.Çünkü onların sizden haberi olacak olursa, ya taşlayarak öldürürler veya dinlerine döndürürler, o zamam da asla kurtulamazsınız"
Daha önce zarif ve nazik davranmasını istediler. Hareketlerinde, şehre girişinde, alışverişinde, davranışlarında, dönüşünde onlardan kendini gizlemesini, kendisinden şüphe ettirmemesini ve peşine düşüp izlemelerine meydan vermemesini söylediler. Çünkü halkın kendilerini bilmesi, durumlarını öğrenmesi, kendilerine ulaşıp ele geçirmesi durumunda kendilerini taşlayacaklarını veya öldüreceklerini yahut batıl dinlerine döndürüp Ailaha karşı küfretmeye ve şirk koşmaya mecbur edeceklerini, sonunda asla kurtulamayacaklarını söylediler.
Bütün bunladan anlıyoruz ki Ashab-ı Kehf durumlarını gizlemeye ve durumlarını halktan kimsenin öğrenmemesine özen gösterirlerdi. Onun için insanların gözünden uzak kalmak istemişlerdir.
Bu da davetçilerin örgüt veya teşkilatlarını başkalarından gizlemelerinin, hareketlerini başkalarından saklamanın, ilişki ve bağlantılarını açığa vurmamanın caiz ve meşru olduğunu gösterir. İhtiyaç ve zaruret halinde Islami çalışma ve örgütlenme çalışmalarının gizli olması caiz, hatta yerine göre vaciptir.Çünkü Islamın düşmaları onu yoketmek, mensuplarıyla savaşmak ve her türlü islami çalışma şeklini önlemek isterler.
İslam davetçileri Ashab-ı Kehfin yaşadığı toplum gibi bir toplumda yaşıyorsa, zayıf ve ezilebilir bir aşamada bulunuyorsa, cemaat veya örgütlerini gizleyebilir ve düşmanlarına karşı durumlarını saklı tutabilirler.
Bununla beraber İslami anlatmaları, başkalarına çağrı yapmaları, dinlerini savunma lan ve halklarına öğüt vermeleri gerekir. Gizlenme ve saklanmanın kendilerini bu görevi yerine getirmekten alıkoymaması gerekir.
Hareketi ve örgütlenmeyi gizleme İle daveti açıklama ve çağrısını yapmayı uzlaştırmak, dengeli, bilgili,feraset sahibi olmaya ve Allanın başarı vermesine ihtiyaç gösterir.
Kur'anı Kerim gizlenme ve saklanmanın ve kişinin içinde bulunduğu durumu başkalarına çaktırmamanın örneklerini vermektedir. Annesinin tavsiyesi üzerine Hz.Musa'nın durumunu ablasının uzaktan izlemesi ve düşmanlarına çaktırmadan onu uzaktan gözetlemesi gibi.
islam davetinin başında ve hem Mekkede hem Medinede davetin seyri esnasında Hz.Peygamberin islam cemaatini gizli tutmasına ait Örnekler çoktur. Hz. Ebu Zer Gıfari'nin müslüman olması olayı, Hz. Peygamberin durumunu sormaya gelen Hz.Ebu Bekr'in annesine karşı Hattab'ın kızı Fatma'nın tavrı, müşriklerin haberlerini müslümanlara iletmesi için Hz.Peygamberin amcası Abbas'ı Mekkede kalmakla görevlendirmesi, bunların açık örnekleridir.[111]
Yüce Allah buyuruyor:" Allanın sözünün gerçek ve kıyametin kopmasının şüphesiz olduğunu bilmeleri için insanların onları bu şekilde bulmalarını sağladık".
Ashab-ı Kehf öyküsünde teknik bir boşluk vadır. Gençlerin yiyecek getirmek için içlerinden birini şehre göndermeleri ile mağaraya döndüğünde durumlarının açığa çıkmış olduğunu görmesi arasında sanatsal bir boşluk bulunmaktadır.Bu adamın şehre varıncaya kadar yürümesi ile şehirde karşılaştığı şeyler, kendisi ile şehir halkı arasında geçenler, arkadaşlarına döndüğünde karşılaştığı dehşet ve hayret veren durum arasındaki boşluk!
Sahih rivayetlerde bu boşlukla ilgili bir bilgi bulamıyoruz.Sahih olmayan rivayetlerden de bilgi almadığımız bilinmektedir. Kur'an bu boşluk konusunda bir şey söylememiştir.Sanki okuyucunun bu arada olup bitenleri ve meydana gelen sürprizleri hayalinde canlandırmasını istemektedir.
Önemli olan, şehre gönderilen kişinin bilmediğimiz bir şekilde durumunun ortaya çıkması, bunun üzerine mağaradaki arkadaşlarına dönmesi ve şehir halkının peşinden yetişmesidir. İnsanlar mağaranın kapısına vardıklarında mümin gençlerin bu kez gerçek bir ölümle öldüklerini görürler.
Yüce Allah Ashab-ı Kehfin insanlar tarafından bulunmasını sağlamış,şehir halkı onları bulmuş ve durumlarına vakıf olmuşlardır. Kur'an bunun hikmetine işaret ederek " Allahm sözünün gerçek ve kiyametin kopmasının kesin olduğunu bilmeleri için onları insanların bu şekilde bulmalarını sağladık" der.
Bulunmaları, şehir halkının Allanın sözünün gerçek olduğunu bilmeleri ve kiyametin mutlaka kopacağını öğrenmeleri içindir. Şüphesiz Allahm müminlere verdiği sözü gerçektir. Koruyarak, gözeterek, pekiştirerek ve yardım ederek müminlerle beraberdir, istenen şartları gerçekleştiren herkes, Allahm verdiği sözün gerçek olduğuna kesin olarak inanmalıdır.
İşte Ashab-ı Kehf! Allaha sığındılar, Allah onlarla beraber oldu, onları koruyup gözetti, yüzlerce yıl uyutarak vücutlarının bozulmadan kalmasını sağladı. Şehir halkının ve başka insanların kiyametin kesin olduğunu bilmeleri için insanların onları bulunmasını sağladı. Ashab-ı Kehf öyküsünün kiyametin kesin olacağını gösterir.Yüzlerce yıl uyuyup bu uzun süre boyunca ruhları vücutlarından ayrıldıktan sonra vücutlarına Allahm tekrar ruhlarını getirmesi ve uykularından uyanmaları, öldükten sonra dirilişin kesin olduğunun bir kanıtıdır. Yüce Allah bunu yapabildiğine ve uzun uykularından uyandırabildiğine göre,kiyamet günü insanları diriltmeye de gücü yeter demektir. Çürümüş vücutlarına ruhlarını geri getirmek suretiyle onları diriltmeye kadirdir.
Şüphesiz Ashab-ı Kehf öyküsü, Kur'anm öldükten sonra dirilişi ispat eden en güçlü delillerdendir.Bu delil kiyamet gününe kadar bu gerçeği kanıtlamaya devam edecektir.[112]
Allaha inanmış muvahhitler olduğu anlaşılan halk, onlar hakkında tartıştılar. Yüce Allah buyuruyor: "Onların durumunu aralarında tartışırken, üzerlerine bir bina yapın,rableri onları daha iyi bilir,dediler. Egemen olanlar"Mutlaka onlar üzerine bir mescit yapacağız"dediler.
Onlar hakkında iki gruba ayrılmışlar. Birinci grup mümin iyi kişilerdir. "Onlar üzerine bir bina yapın, rableri olan daha iyi bilir" demişler.
Üzerlerine bir binanın yapılmasını istemişler. Bu bina mescit değildir ve kutsama amacıyla da yapılmış değildir. Sadece onları binanın içinde korumak ve saygı göstermek içindir. Bilindiği gibi ölüye ikram etmek,defnetmekle olur.
Bu müminler Ashab-ı Kehf konusuna dalmamışlar.Çünkü bilgi elde etmek için gerekli araştırma, inceleme ve analiz etme imkanlarına sahip olmadıklarını biliyorlar. Bunlara sahip olmadıklarına göre, varsayımlara ve mitolojilere dalmak, yarar getirmeyecek şeylerde zaman ve emekleri boşa götürmek caiz olmaz.
Öyleyse,işi Allaha bırakmaları, durumlarını her şeyi bilen Allanın bilgisine havale etmeleri gerekir.Onun için durumlarını Allah daha iyi bilir, demişlerdir. Şüphesiz Allaha inanmış olmaları, onları bu görüşe götürmüş, böyle söylemelerini sağlamıştır. Onun için bunlara müminler, dedik.
İkinci grup ise, sözü geçenler ve egemenlerdir. Kur'an onları galip gelenler diye nitelemktedir. Bunlar Ashab-ı Kehfin üzerine bir mescidin yapılmasına karar verdiler."Egemenler, mutlaka üzerlerine bir mescit yapacağız, dediler". "Mutlaka üzerlerine bir mescit yapacağız" sözlerindeki kibir, gurur, zorbalık,tahakküm ve pervasızlığı görüyoruz.
Onlar konusunda halkı yenmişler,tahakküm etmişler, kibir ve zorbalıkla muamele etmişler, tartışma, görüşme ve geri dönüş kabul etmeyen kararlı ve kesin hükümlü bir üslupla onlara son sözü söylemişlerdir."Mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız".
Tefsirciler bu konuya geldiklerinde kabirler üzerine mescit yapmanın hükmüne de değinmişler ve Rasulullahtan bu konuda yasaklayıcı hadisler nakletmişlerdir. Rasulullah bu hadislerde kabirlerin mescit edinilmesini yasaklamakta ve kabirleri mescit yapan yahudi ve hıristiyanlara lanet okumaktadır. Bu haislerden bazıları şunlardır:
Müslim, Ümmü Habibe ve Ümmü Seleme'nin Habeşistan'da İçinde resimler bulunan bir kilise gördüklerini Rasulullaha söylediklerini, onun da şöyle buyurduğunu belritmektedir: "Onlardan iyi bir adam öldüğü zaman kabri üzerine bir mescit bina eder ve içinde o resimleri yaparlar. Kiyamet günü onlar Aliahm yanında en kötü kişilerdir. "[113]
Müslim,Hz.Aişe'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Rasulullah son hastalığında şöyle dedhAllah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin kabirlerini mescit yaptılar"[114]
Müslim, Cundeb'ten şöyle dediğiri rivayet eder: Rasulullahm vefat etmeden beş gün önce şöyle dediğini duydum: Sizden bir dostum yoktur. Allah, İbrahim'i dost edindiği gibi beni de dost edindi. Ümmetimden dost edinseydim, Ebu Bekr'i dost edinirdim. Sizden Öncekiler peygamber ve iyi kişilerin kabirlerini mescit yaparlardı. Size söylüyorum, kabirleri mescit yapmayınız. Size bunu yasaklıyorum "[115]
Bu hadisler, peygamber ve iyi kişilerin kabirleri üzerine mescit yapan önceki milletleri kötülemeketedir. Hatta bu suçu işledikleri için onlara lanet okumaktadır. Bu da gösteriyor ki Ashab-ı Kehf'in üzerine mescit yapmağa karar verenler salih müminler olmadığı gibi, görüşleri de doğru ve makbu! değildir.
"Mutlaka onların üzerine mescit yapacağız" cümlesinden o egemenlerin söylediklerini gerçekleştirdikleri ve mağaranın üstünde mescit yaptıkları anlaşılmaktadır.
Kur'anı Kerim üzerlerine meccit yapılması üzerinde durmamış, bu mescidin tamamlanıp tamamlanmadığını belirtmemiştir. Herhalde bunun iki sebebi vardır;
a- Kur'an, öykülerin anlatımında sanatsal kimi boşluklar bırakır. Bu da okuyucunun o boşluğu hayalinde canlandırıp doldurması içindir. Biz de öyküyü okurken mescidi inşa eden o insanları hayalimizde canlandırıyor, mağaranın üstünde yapılan mescidin şeklini gözümüzün önüne getiriyoruz.
b- Kabirler üzerine mescit yapmak olsun, o insanların yaptıkları olsun, mekruh olduğu için bunu belirtmemiştir .Doğrusunu en İyi Allah bilir.[116]
Kur'anı Kerim, Ashab-ı Kehfin sayısı hakkında insanların üç görüş ileri sümüğünü belirterek şöyle der: "Üçtürler ve dördüncüleri köpekleridir, diyecekler. Bilgileri olmadan beştirler, altıncıları köpekleridir, derler .Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir, derler."
Birinci görüş: Sayıları üçtür, köpek dördüncüdür. İkinci görüş: Sayıları beştir, köpek altıncıdır. Üçüncü görüş:Sayıları yedidir, köpek sekizincidir.
Bu görüşlerli şöyle değerlendiriyoruz:
1- Kur'an, ilk iki görüşü red etmiştir. Çünkü ikisi de red edildilmesini gerektiren bir üslupla belirtilmiştir. Onun için bu görüşte olanlar hakkında "Bilmeden" demiştir.
2- Geçersiz ve doğru olmayan ilk iki görüşün Kur'anın bilgisizce söylenmiş görüşler olduğunu belirtmesi,düşünce ve görüşlerimizi sağlam delillere dayandırmaya, ancak hakkında bilgimiz olan şeyler konusunda hüküm ve karar vermeye çağrıdır. Bilgisizce iddia etmek ve görüş belirtmek, Kur'anın bizleri çağırdığı bilimsel ve objektif metotla bağdaşmaz.
3- Kur'anın üçüncü görüş hakkında bir şey söylememesi ve ilk iki görüşü yerdiği gibi yermemesi, bu görüşün onaylanıp kabul edildiğini gösterir. Nitekim alimlerden araştırmacı bir grup bunu böyle anlamıştır. Bu konuya az sonra değineceğiz.
4- Ashab-ı Kehfin sayısı çift değil, tektir. Sayıları üç, beş, en makbul görüşe' göre yedidir.
5- Her üç görüşte de köpek onlarla beraber sayılmış, ancak ilk iki görüşte sayılan ile köpek isminin arası ayrılmamıştır.Ilk iki görüşte sayılarına köpek ismi bağlaçsız (atıfsız) getirilmiş iken, üçüncü görüşte arada bağlaç (atıf harfi) vav getirilmiştir.
Her üç görüşte de sayılarıyla beraber köpeğin de anılmasının sebebi, onlarla beraber olup onları korumayı tercih etmesidir.Onun için anıldıkları zaman onlarla beraber anılacak ve onlara izafe edilecek şekilde kavuştukları nimet ve bereket onu da kapsamıştır. Onlarla beraber anılması, sahiplerinin onlar olduğu, özelliği bulunduğu ve onurlandırdığını gösterir.[117]
"Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir" ifadesinde sekiz keimesinin başındaki vav harfinden söz ediyoruz. Bu harf yedi kelimesinden sonra ve sekiz kelimesinin başında gelir. Onun için buna sekiz'in vav'ı denir. Bu harf, kendisinden sonra gelen ifadenin, kendisinden Önceki ifade kapsamında olmadığı zaman gelir. Kısaca matuf ile matufun aleyhinin anlam bakımından farklı olduğunu gösterir.
Burada da gelmesi, üçüncü görüşün, ilk iki görüşten farklı olduğunu göstermesi İçindir .İlk iki görüş geçersiz ve red edilen görüşler ise, bu vav üçüncü görüşün doğruluğunu ve Kur'anın onu benimsediğini gösterir.
Suheyli, bu vav harfi ile ilgili güzel bir nükteye yer vermekte ve şu sonucu çıkarmaktadır. "Bu vav, söyleyenlerin doğru söylediğini gösterir. Çünkü gizli bir "Evet, sekizincileri de köpekleridir" ifadesine bağlamaktadır. Mesela, bir insan "Zeyd şairdir" derse, sen de "Evet, bir de fakihtir" dersen, onu doğrulamış ve ona "Evet öyledir, bir de fakihtir" demiş olursun. Hadiste belirtildiğine göre Rasulullaha "Eşeklerin içtiği suyun artığıyla abdest alabilir miyiz? diye sorulmuş, Rasulullah "Ve yırtıcıların içtiği suyun artığıyla" demiştir.[118]
Kur'anda "İbrahim : Rabbim, burayı güvenli bir şehir yap, halkından. Allaha ve ahiret gününe iman edenleri ürünlerle rızıklandır, demişti. Allah da "Ve inkar edeni de, az geçindirir, sonra onu ateş cezasıyla cezalandırırım, dedi"[119]
Buradaki "Ve inkar edeni de" ifadesi bu türdendir. Sanki Yüce Allah "Evet,inkar edeni de rızıklandınnm, sonra onu ateşin azabına uğratırım, ne kötü bir sonuç!" demiştir.
Yüce Allah "Yedidirler, diyecekler" sözünün de bu türden olduğunu belirterek'Ve sekizincileri köpekleridir" buyurmuştur. Ama ilk iki görüşte"Ve altıncıları köpekleridir, ve yedincileri köpekleridir" denilmemiştir. Çünkü ikisinde de niteleme durumundadır. "[120]
"Sekiz" kelimesinin başına gelen vav harfi Kur'anda birkaç yerde daha geçmektedir. Mesela;
a- Canlarını ve mallarını Allaha satan müminlerden söz eden ayette: "Allaha tevbe eden, kullukta bulunan, Onu öven, onun uğrunda yol tepen, rüku ve secde eden, iyiliği emreden ve kötülüğü de yasaklayan, Allanın yasalarını gözeten müminlere de müjdele! "[121]
sekiz'in vavi, müminlerin sekizinci sıfatları olan "İyiliği emredenlerin başına gelmiş vav'dır. İyiliği emreden ile kötülüğü yasaklayan, yani vav harfinin öncesi ile sonrası arasındaki farkı görüyoruz. Sanki "İyiliği emredenlerden sonra, "Evet, bir de bununla kalmayıp kötülüğü de yasaklayanlar" denilmiş olmaktadır.
b- "Ey peygamberin eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan,kendini Allaha veren, inanan, boyun eğen,tevbe eden,kulluk eden, oruç tutan, dul ve de bakire eşler verebi!ir"[122]
Burada da sekiz vav'ı mümin kadınların sekizinci sıfatının başına gelmiştir. Bu harf, sonrası ile öncesinin farklı olduğunu ve iki sıfatın bir kadında birleşemiyeceğini belirtmektedir. Çünkü aynı anda bir kadının hem bekar , hem evli olması mümkün değildir.[123]
Tefsircilerden bir grup, insanların Ashab-ı Kehfin sayısını bilmesinin imkansız olduğunu söylemiş ve "Onların sayısını rabbim en iyi bilir" sözünü delil göstermişlerdir. Çünkü onları bilmek Allaha bırakılmış, haklarında tartışma yapmamız ve Öncekilerden soruşturmamız yasaklanmıştır, demişlerdir.
Ama sorgulayıcı (muhakkik) tefsirciler, onların sayısını bilebileceğimizi, Kuranın buna işaret ettiğini, bu konuda Kur'an ayetlerinin iyice düşünmeyi, işaret ve telkinlerini iyice anlamayı gerektirdiğini söylemişlerdir. Onun için sayılarının yedi ve köpeklerinin sekizincileri olduğunu belirtmişlerdir.Buna ayetten delilleri şöyledir:
1- Yüce Allah sayılarını insanların bilmesinin mümkün olmadığını söylemediği gibi, bilinemiyecekîerini de söylemiyor. Aksine insanların bunu bilebileceklerini belirterek "Onları ancak az kişi bilir" der.İnsanların bilemiyeceğini söylemek isteseydi, "Allahtan başkası onları bilmez" derdi.
Nitekim "Onlardan Önce olan Nuh, Ad, Semud milletleri ve onlardan sonra gelip Allahtan başkasının bilmediği kişilerin haberi onlara gelmedi mi?"[124] ayetinde insanların bu milletlerden sonra yaşamış olanları bilmelerinin mümkün olmadığını söylemektedir. "Allahtan başkası onları bilmez" sözü ile, " Deki, sayılarını rabbim en iyi bilir, onları az kişiden başkası bilmez" sözü arasında büyük fark vardır.
2- Üçüncü görüş olan "Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir" ifadesinde sekiz vav'ının gelmesidir.Bu harf, sonrasının Öncesinden farklı olduğunu belirtir.ilk iki görüş rededildiğine göre, üçüncü görüş doğru demektir. En iyi Allah bilir!
3- Kur'an, ilk iki görüşü "bilmeden söylemek" diye nitelemekle red etmiş olmaktadır. Halbuki üçüncü görüşü red etmemiş ve onun için bir şey söylememiştir.
4- Ashap ve sorgulayıcı tefsirciler ayetten onların sayısını insanların bilebileceğini anlamışlar ve üçüncü görüşü benimseyerek Kur'anın akılları çalıştırıp bu görüşü benimsemeye çağırdığını söylemişlerdir. Ibn Kesir, İbn Abbas'ın "Ben, Allanın istisna ettiği kişilerdenim, sayıları yedidir" dediğini belirtmektedir.[125]
İbn Abbas'ın ayete bakışına katılıyor ve onun gibi üçüncü görüşü benimsiyoruz. Onun için sayılarının yedi ve köpeklerinin sekizinci olduğunu söylüyoruz.[126]
"Yedidirler ve sekizincileri köpekleridir"ayetine iyice baktığımızda başka bir espiri ve yeni bir nüans içerdiğini görürüz. Bu harf yedi olan Ashab-ı Kehf ile sekizincileri olan köpeklerini birbirinden ayırmıştır.Bu ayırma gereklidir.Çünkü Ashab-ı Kehf mümin ve iyi kimselerdir.Köpekleri ise, necis bir hayvandır. Onlarla aynı kategoride tutulmaya layık değildir.
ilk iki görüşe baktığımızda ise, mümin gençlerle köpeğin birlikte anıldığını görüyoruz. Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir, beştirler, altıncıları köpekleridir. Herhalde bu, her iki görüşün rededilmesinde başka bir etken olmalıdır. Üçüncü görüşün kabul edilmesinde de bu ayırma bir rol oynamıştır.
Üüçüncü görüşü savunanlar bu zarif ve hoş edebi anlamı farketmekte, insan olan müminler ile hayvan olan köpeği bir araya getirmemektedirler.Temiz olan adamlarla köpeğin beraberliği onun necis olmasını değiştirmediği için birlikte anmamaktadırlar. Onun için Kur'an, onu eşikte dirseklerini uzatmış olarak bırakmaktadır. En iyi bilen Allahtır.[127]
Bu cümleden akla ilk ge!en,Ashab-ı Kehf hakkında özellikle kitap ehli yahudi ve hiristiyanlardan Peygamberin bir şey sormasının yasakSanmasıdır.
Onlara sormayacak ve kendilerinden görüş almayacak. Çünkü bu konuda bilgileri yoktur.Bu konuda doğru, güvenilir ve gerçek bilgi sahibi değildirler.
Ancak bu ayet, Ashab-ı Kehf konusunda inmiş olmakla beraber, onlarla sınırlı değildir. Çünkü özel sebebe değil, lafzın genel anlamına bakılır.Onun için bu yasak, kur'anın bütün öykülerini ve öncekilerin haberlerini kapsar. Aynı şekilde, hitap Rasulullaha olmakla beraber, onunla sınırlı değildir .Çünkü ona yapılan hitap, şahsına mahsus olduğunu gösteren bir delil olmadıkça,ümmetin tümüne yapılmış demektir.
Ayetteki yasak, kiyamet saatine kadar bütün müslümanlar için geçerlidir. Ashab-ı Kehf için olsun, Kur'anın anlattığı öncekilerin öykü ve haberleri için olsun, kitap ehlinden her müsîümanın sorması yasaklanmıştır.
Bu ayet, Kur'anın öykülerini nasıl ele alacağımızı gösteren sağlam bir kural vermektedir. Bu öyküler hakkında kitap ehlinden ve başkalarından sormamızı yasaklamaktadır. Onlardan almamızı, onlara başvurmamızı, haber, rivayet ve görüşlerini delil getirmemizi yasaklamaktadır. Bu,metodu belirleyen bilimsel ve objektif bir kuraldır, kitap ehlinden sormayacağız, onlardan almayacağız. Çünkü Allanın kitabını değiştirmişler, tarih, gerçekler ve haberler konusunda güvenilir değildirler.
Kitap ehlinden sor may cağız ve onlardan almayacağız.Çünkü öncekilerin öykü ve olayları geçmişin bilinmiyen (ğayb)ındandır ve ğayb olan şeyleri ve ayrıntılarını Allahtan başkası bilmez. Onun için bu bilgiler Allahtan başkasından alınmaz.
Kitap ehlinden sormayacağız ve almayacağız. Çünkü bilimsel, objektif ve metod sahibi olmak, verdiğimiz görüş ve haberleri kesinleştirmemizi ve kanıtlamamızı gerektirir. Bilmediğimiz şeyleri nakledip rivayet etmemizi yasaklar.
Ashab-ı Kehf ve başkaları konusunda hak, doğruluk ve gerçek çerçevesinde kalmaya mecburuz. Bu da ancak Kur'anda ve Rasullahın sahih hadislerinde geçen bilgilerle kesin ve doğru olur.
Kitap ehline başvuran, öncekilerin öykü ve haberleriyle ilgili onların rivayet ve haberlerini nakleden, böylece Kur'anın"Onlar hakkında onların hiçbirisinden görüş sorma" öğretisini çiğneyen kişileri Allah bağışlasın!
İbn Kesir, bu cümleyi açıklarken şöyle der: "Onlar hakkında onların hiçbirinden bir şey sorma. Kendilerinin uydurduğu ve bilgisizce söyledikleri dışında bu konuda onların bilgileri yoktur. Yani yanılmaz olanın sözünden delilleri yoktur. Ey Muhammed, Allah sana şüphe ve tartışma götürmeyen gerçek bilgiyi verdi.O, kendisinden önceki bütün bilgi ve kitaplardan öndedir ve hepsinin üstünde hakemdir. "[128]
Yüce Allah buyuruyor: İnşaallah, demedikçe, yarın her hangi bir işi yapacağım, deme. Unutacak olursan, rabbini
an
Bu ayet Rasulullaha ve her müslümana gelecekte yapacağı her işi Allahın dilemesine bağlamasını öğretmektedir.Yann şu işi Allahın izniyle yapacağım, demesini öğretmektedir. Allahın izniyle, demeyi unuttuğu taktirde rabbini anmasını söylemektedir. "Unutacak olursan, rabbini an"
Bu ayet, Ashab-ı Kehf öyküsünün daha önce değindiğimiz iniş sebebine işaret eder. Rasulullah, Kureyşin sorduğu sorulara yann cevap vereceğini söylemişti. Ama "Allahın izniyle" demeyi unutmuştu. Cebrail ona onbeş gün cevap getirmemiş, bu durum Rasulllahı üzmüş, kafirler gülerek ve alay ederek "Arkadaşın seni unuttu ve terketti" demeye başlamışlar.Yüce Allahın bize böyle bir ders vermesi ve bu inanç kuralını öğretmesi için bu gecikme bilerek olmuştu.[129]
Bu unutma, Rasulullahın ne peygamberliğine, ne yanlıştan korunmuşluğuna zarar verir. Unutmayacağını Yüce Allahın tekeffül ettiği doğrudur. "Sana okutacağız ve unutmayacaksın"[130] Ancak olmayacağı söylenen unutma, kendi isteğiyle olan unutmadır. Ama Allah unutmasını isterse, unutacaktır. Onun için unutmayacaksın, dedikten sonra "Allahın dilediği dışında. Şüphesiz o açık ve gizli olanı bilir" der.
Olmayacağı belirtilen unutma Kur'anı ezberleme ile ilgili olan unutmadır. Çünkü Kur'anın korunmasını Allah üzerine almış ve peygambere ezberlediği ayetleri unutmayacağı garantisini vermiştir.
Kur'anın dışındaki şeyleri unutması ise mümkündür. Hatta Peygaber namazda bile unutmuş, sonra selam vermeden önce unutma secdesi yapmıştır.
Müslim, Abdullah İbn Buhayne'nin şöyle dediğini rivayet eder: "Rasulullah bize namazlardan birinde iki rekat kıldırdı, sonra kalktı ve oturmadı, arkasındakiler de kalktılar, biz namazı bitirip selam vermesini beklerken, rasulullah tekbir getirdi ve selam vermeden Önce oturduğu yerde iki secde yaptı, sonra selam verdi."[131]
Rasulullah bir namazın ilk teşehhüdünü unutmuş ve üçüncü rekat için kalkmış, ancak unuttuğu için de selam vermeden Önce iki secde yapmıştır.
Yine Müslim, Abdullah İbn Mesud'un şöyle dediğini rivayet eder: "Rasullah namaz kıldı. Selam verince, ona: Ey Allahın Rasulu! Namazda bir değişiklik mi oldu? denildi. Ne oldu ki? deyince, namazı şöyle şöyle kıldınız, dediler. Ayaklarını açtı, kıbleye yöneldi, iki secde yaptı ve selam verdi, sonra yüzünü bize döndü ve şöyle dedi: Namazda bir değişiklik olursa, onu size söylerim. Fakat ben bir insanım, unuttuğunuz gibi unuturum, unutursam bana hatırlatınız, biriniz namazında şüpheye düşerse, doğrusunu araştırsın, üstünü tamamlasın, sonra iki secde yapsın. "[132]
Yine Müslim, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet eder: "Rasulullah bize öğle veya ikindi namazlarından birini kıldırdı, iki rekatta selam verdi, sonra mescidin kıble tarafında bulunan bir kütüğe geldi ve kızgın bir şekilde ona dayandı. Aramızda Ebu Bekir ve Ömer vardı.İkisi konuşmaktan çekindiler. Halk çabucak dışarı çıktılar ve namaz kısaldı, dediler. Zulyedeyn ayağa kalktı ve "Ey Allanın rasulü, namaz mı kısaldı, yoksa siz mi unuttunuz?" dedi. Rasulllah sağına ve soluna baktı ve "Zulyedeyn ne diyor?" diye sordu. Doğru söylüyor, yalnız iki rekat kıdınız, dediler. İki rekat daha kıldı ve selam verdi."[133]
Rasulullah o namazda dalmış ve unutmuş, ikinci rekatta selam vermiştir. Ashap ona hatırlatınca iki rekat daha kılmış ve sehiv secdesi yapmıştır. Hadiste Rasulullahın insan olduğu, onun için başkaları unuttuğu gibi kendisinin de unuttuğu, unuttuğu taktirde kendisine hatırlatmalarını istediği açıkça belirtilmiştir.
Rasulullahın unutması onun insan olduğunu gösterir.Çünkü insan unutur. Peygamber olduğunu da gösterir. Çünkü vahiyden unuttuğunu Yüce Allah hatırlatır ve bildirir.
Rasulullah namazında nasıl unutur? O anda ne düşünüyordu? diye sorulabilir. Bu konuda şair şöyle demiştir:
"Unutmak gafil ve dalgın kalplerde olurken, Rasulullahın nasıl unuttuğunu soruyorsun-Kalbi yalnız Allahla meşgul olduğu için Onu yüceltemeye dalmıştır."
Sadece Rasulullah unutmuş değildir. Diğer peygamberler de unutmuşlardır. Hz. Peygamber Hz. Süleyman'in işaallah demeyi unuttuğunu bildirmiştir. Buhari, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"Davud oğlu Süleyman bu gece doksan dokuz veya yüz kadının yanına varacağını ve herbirinin Allah yolunda cihad eden bir süvari olacak çocuk doğuracağını söylemiş. Arkadaşı ona Inşaallah, demesini hatırlatmış, ama inşaallah dememiş, bunun üzerine onlardan sadece bir kadın gebe kalmış ve yarım adam doğurmuş. Muhammed'in canını elinde tutan Allaha yemin ederim ki inşaallah deseydi, hepsi süvari olup Allah yolunda cihad ederlerdi."[134]
Kehf suresinde, Hz.Musa'nın arkadaşı salih kul'a bir şey sormamaya ve hiçbir şeyde kendisine itiraz etmemeye söz verdiğini, ama gemiyi deldiğini görünce ona "İçindekileri batırmak için mi deldin, kötü bir iş yaptın" dediğini, verdiği sözü arkadaşının hatırlatması üzerine, Musa'nın unuttuğunu itiraf etiğini ve "Unuttuğum için bana kızma ve işimi yokuşa sürme" dediğini öğreniyoruz.
Aynı şekilde Kur'an, insanlığın atası Hz.Adem'in unuttuğunu ve yemesi yasaklanan ağaçtan yediğini belirtmektedir. "Daha önce Adem'e bir şey söylemiştik, fakat unuttu ve kendisinde bir gayret de görmedik"[135]
Yüce Allah Adem'e ağaçtan yememesini söylemiş, ama Adem Yüce Allanın bu sözünü unutmuş ve yememek için gayret göstermeden ağaçtan yemiştir. Peygamber kasıtlı olarak Allaha muhalefet etmez.[136]
"İnşaallah, demedikçe yarın bir işi yapacağım, deme"Bu ayet, Rasulullahla beraber her müslümanm inşaallah demedikçe gelecekte her hangi bir işi yapmaya karar vermesini yasaklamaktadır, inşaallah demedikçe herhangi bir söz vermemesini söylemektedir, "inşaallah, demedikçe, yarın bir işi yapacağım, deme"
Neden inşaallah, demek gerekiyor? Neden yarın ve gelecek Aliahm iznine bağlanıyor? Gelecekte insan ne yapacağına karar vemekten aciz midir? Neden acizdir? gibi sorular sorulabilir.
Şüphesiz insan için gelecek, ğaybtir. Bu geleceği sadece Allah bilir ve sadece onun elindedir. Yüce Allah insanı, gelecekte karşılaşacağı veya yapacak şeyteri belirleme gücü ve yapabilme imkanlarıyla donatmamıştır.
Gelecek bilinmez olduğu için onu Allahtan başka kimse bilmez. Çünkü ğaybm anahtarları Allahın yanındadır. "Yerde ve göklerdeki ğaybı Allahtan başka kimse bilmez. Ne zaman dirilecekerini de bilmezler."[137]
İnsan, gelecekte başına neler geleceğini ve yarın ne yapacağını bilmez. Onun için Yüce Allah şöyle buyuruyor:"Şüphesiz kiyamet saatinin bilgisi Aliahm yanındadır. Yağmuru yağdırır, rahimlerde olanı bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiçbir kimse nerede öleceğini bilmez."[138]
İnsan için gelecek, sürprizler ve ihtimallerle doludur.Hesabma göre insan yarın şu veya şu olaylarla karşılaşır, ama hiç de hesapta olmayan bir işle karşılaşabilir.Gelecekte yapacağı bir işe karar verebilir, yarın yapacağı bir iş için planlama yapabilir, bunun için gerekli bütün hazırlıkları yapar, ebeplere sarılır ve hiçbir eksiklik bırakmaz ve sözkonusu iş beşer ölçülerine göre yüzde yüz garantili görünebilir. Ama bir sürpriz ortaya çıkıp herşeyi altüst edebilir, bütün plan ve hesapları siler süpürür. Bu sürpriz olay hesapta yoktur ve önleme gücüne de insan sahip değildir.insanın ölçüp biçmesi, bilgi ve çalışmasına oranla durum budur.
Ama Aİlahın kudreti işlemekte, iradesi yürürlükte olup dilemesi sınırsız bulunmaktadır. O dilediğini ve seçtiğini yapar, istediğini yapar, kararının önüne geçmek ve emrine karşı durmak yoktur. Olayları, haberleri, iş ve tasarrufları onun irade-ve kudreti kararlaştırır. Hiçbir şey bu irade ve kudretin dışında kalmaz. İnsan, cin, melek dahil, evrende bulunan bütün yaratıklar Aliahm irade ve kudretine boyun eğnıektedir. Bunlardan hiçbiri onun irade ve kudretine karşı koymaya, karşı durmaya, onunla savaşma ve işlevsiz kılma gücüne sahip değildir. Çünkü güçlü, kudretli,bilgili, herşeyi yaratan Aİlahın kendisidir.Onun için evrende ancak Allahm dediği ve dilediği olur.insanların dilemesi ve iradesi Aliahm irdesine bağlıdır.Allahın dediği olur ve istemediği olmaz. Allah dilemedikçe insanlar dileyemezler. Yüce Allah buyuruyor:"kim isterse, rabbine bir yol tutar. Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah her şeyi bilir, her işi bilgi ile olup yerli yerindedir." [139] "Alemlerin rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz"[140]
Yarın insanın başına gelecek olaylar, karşısına çıkmasını Allahın takdir ettiği şeyleri önlemekten ve Allahın kendisi için istemediği şeyleri kazanmaktan aciz olması sebebiyle, başına gelecek iyilik veya kötülük konusunda kesin karar vermekten, plan ve projelerini garantilemekten, tasarladığı gibi onların gerçekleşmesini garantilemekten aciz olduğunu görüyoruz.
Onun için ayet, insanın bu konuda uygun olarak davranmasını, gelecekle ilgili söz ve planlarının gerçekleşmesini Allahın iradesine bağlamasını öğretmektedir. O zaman verdiği sözü gerçekleştirmekten âciz kalırsa, kınanma ve kötülenmeye maruz kalmaz.
Bu demek değildir ki müslüman sebeplere sarılmayı bırakır, plan, proje ve hesaplan siler. Çünkü sebeplere sarılmak, imanın gereklerinden ve ibadetin aianlanndandır. Bütün yapacağı iş,her şeyde sebeplere sarılmakla yetinmemesi, her şeyi plan ve programlardan ibaret görmemesi, belki ilahi iradeyi birinci derecede hesaba katmasıdır.[141]
Rasulullahın unutması,müşriklere verdiği sözü Allanın iradesine bağlamaması, yarın size cevap veririm,derken, Allanın izniyle dememesidir. Bu da Kur'anın, Rasulullah ve yer yüzünde bulunan bütün İnsanlar için hayatta zorunlu temel bir kuralı belirlemesi için uygun fırsat olmuştur. Onun için Yüce Allah "Unutacak olursan, Rabbini an" buyurmuştur.
Bu yüce söz, İslamın gerçeklerinden bir gerçek, sapma, taksir etme, gaflet ve unutma hastalıkları için yararlı bir ilaçtır. Müslüman, bu hayatta ister istemez kaçınılmaz bir savaşa girmektedir. Şeytana, onun dost ve yardımcılarına, batıl ve askerlerine karşı savaş yapmaktadır. Rabbine sığındığı ve ona dayandığı taktirde Allah ona zafer vereceğini garantilemiştir.
Yüce Allah düşman olan şeytandan sakındırmış, kendi dostları ve askerleri üzerinde şeytanın etki, nüfuz ve gücünün bulunduğunu belirtmiş, ihmal, gaflet,taksir ve unutma kapısından insanın içine giydiğini açıklamıştır. Onun için insanı gaflet, taksir, ihmal ve unutmaktan sakındırarak şöyle buyurmuştur:
"Ey inananlar! Allahtan korkun ve herkes yarına ne hazırlık yaptığına baksın.Allahtan korkun. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı bilir. Allahı unutan ve kendilerini kendilerine unutturduğu kişiler gibi olmayın, işte onlar yoldan çıkanların kendileridir."[142]
insan gaflet edip unuttuğuna ve her zaman gaflet edip unutacağına göre, kendine gelip uyanmalı, rabbine sığınmalı, istiğfar etmeli ve yardımını istemelidîr.Onun için yüce Allah insana şöyle buyurmaktadır: "Şeytan seni dürtecek olursa, Allaha sığın. Şüphesiz O işitir ve bilir. Allaha karşı gelmekten sakınanlara şeytan bir vesvese verince, Allahı anarlar ve hemen gerçeği görürler. Şeytanın kardeşleri ise, onları azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri durmazlar."[143] "Unutacak olursan,Rabbini an". .
Şeytana ve askerlerine galip gelmek için Allahı anmak en garantili silahtır, hükümleri çiğnemek ve yasaklan işlemekten kurtulmak, ihmal, taksir ve unutmaktan kurtulmak için Allahı anmak, Kur'anın kurtuluş reçetesidir. Allahı anmak, kalbin hayatı, ruhun mutluluğu, müminin rahatı, hayatın ışığı, Allanın sevgi ve hoşnutluğunun yolu, cennete girmenin ve azaptan kurtulmanın sebebidir.
Ayet, Allahın anılması gereken başka bir yeri bize hatırlatmaktadır. O da unutmaktır. Yani unutma durumunda Allahı anmak. "Unutacak olursan, Rabbini An". Burada unutma sınırsız ve belirsiz olup geneldir.AUahı anmaktan başka tedavisi olmayan unutmanın bütün çeşit ve şekillerini kapsaması için Yüce Allah onu genel olarak belirtmiştir. En iyisi, lafzı genel olarak anlamak ve sınırlandırıp daraltmamaktır. Çünkü Kur'anı anlamanın anahtarlarından biri budur.
Unutma kelimesinin içerdiği çeşit, şekil ve durumlardan bazıları:
1- Allahı unutmak: Unuttuğun zaman rabbini an. Çünkü bir an olsun müslümanm rabbini unutması caiz değildir.Allahı unutmak, ihmalkarlık ve günahtır. Mutlaka Allahı anmayı ve istiğfar etmeyi gerektirir.Allahı unutmak günahlara düşmenin sebebidir. Bunun çaresi de Allahı anmaktır.
2- lnşaallah, demeyi ve yapılacak işleri Allahın dilemesine bağlamayı unutmak: Allahın izniyle yarın şunu yapacağım, demeyi unuttuğun zaman Allahı an. Hatırlama anında inşaallah söyle ve işi Allahın iradesine havale et. Bu tür anmayı tefsircilerin çoğu sözkonusu ayeti açıklarken belirtmişlerdir.
3- En büyük düşman şeytan ve dostlarının düşmanlığını unutmak: Düşmanlıklarını unutmak, istediklerini yapmanın yoludur. Allahı anmak, sahibini bu düşmanların zarar ve tehlikelerinden korur.
4- Görevleri unutmak: AHahı anmak, görevlerin yerine getirilmesi, güzelce yapılması için etkendir.
5- Hayatta hedefi ve görevi unutmak ve bu görevi başarılı bir şekilde yerine getirmeyi sağlayacak plan ve projeyi unutmak.
6- Ölümü, bu dünyadan göçü ve bu dünyanın kalıcı olmadığını unutmak.
7- Ahireti, cehennem azabını, cenneti ve nimetlerini unutmak.
8- Bütün bu unutma şekilleri çok önemlidir.Müslümanm hayatına zararı büyük olan şeylerdir.Hepsinin ilacı, Allahı anmak ve Kitabını anlayarak okumaktır. "Unuttuğun zarnan Rabbini an".[144]
Yüce Allah buyuruyor: "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar". Bu süre mağarada uyudukları süredir. Mağaraya girişleri ile halkın kendilerini bulması arasında geçen süredir.
Acaba üçyüz dokuz yıl kaldılar, süzünü söyleyen kimdir? Acaba bunu Yüce Allah mı söylemiş ve sürenin bu kadar olduğunu belirtmiş, Yoksa haklarında ihtilaf eden önceki insanlar mı söylemiştir? Bu durumda Kur'an onların sözünü kabul ve ikrar ederek değil, sadece aktarmış ve rivayet etmiş olur.
Alimler bu konuda ihtilaf etmişler. Kimileri bunu kaldıkları süreyi bildiren Yüce Allahın sözü olarak kabul etmiş, kimileri ise, haklarında ihtilaf eden önceki insanların sözü olarak görmüştür.
Birinci görüş, bu sözün öncekilerin sözü olduğu ve Kur'anı Kerimin kabul etmeyip red ettiğini söyleyen görüştür. Bu görüşe göre "Ve mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar "cümlesinin başındaki vav harfi bağlaçtır ve onu "Dörttürler, beşincileri köpekleridir" cümlesine bağlamaktadır. Sanki dörttürler, beşincileri köpekleridir diyecekler ve mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldıklarını söyleyecekler, şeklinde olmaktadır.
Kur'an "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir, yerin ve göklerin ğaybı onundur" ifadesiyle bu görüşü red etmiş ve ne kadar kaldıklarını Allahın bildiğini söylemiştir.Söyledikleri doğru ve Kur'an tarafından kabul edilmiş olsaydı, "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi biiir"sözünün anlamı olmazdı,Aynı şekilde bu söz Allahın sözü olsadı,"Ne kadar kaldıkarını Allah daha iyi bilr" sözünün de anlamı olmazdı.
Suyuti, İbn Abbas'ın şöyle dediğini belirtir: "Adam ayeti tefsir eder ve böyle olduğunu düşünerek yer ile gök arasındaki uzaklık kadar uzak şeyler söyler. "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözünü okudu ve bunlar kaç yi! kaldılar? dedi.Üçyüz dokuz yıl, dediler. Bu kadar kalmış olsalardı, Allah "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" demezdi. Allah burada halkın söylediğini nakletmiş ve Üçtürler, dördüncüleri köpekleridir, diyeceklerdir, demiştir.Onların bilmediklerini bildirerek mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar, diyeceklerini nakİetmiştir."
Suyuti, Katade'nin de şöyle dediğini belirtir: Bu sözü insanlar söylemiştir. Nitekim mağaralarında üçyüz dokuz kaldılar, dedikten sonra, "Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" demiştir.
Başka bir rivayette Katade'nin "Bu, kitap ehlinin sözüdür, Allahın "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözü bunu red etmiştir, dediği belirtilmektedir."[145]
ikinci görüş: Bu söz,Yüce Allahın sözüdür.Mağarada ne kadar kaldıklarını Allahın bildirmesidir. Suyuti, Mücahid'in "Bu, mağarada kaldıkları yılların sayısıdır"dediğini belirtir.[146]
Ibn Kesir bu görüşü tercih ederek savunmuş ve birinci görüşü red etmiştir. Şöyle diyor:"Uyuttuğu andan uyandırdığı ve o günün insanları tarafından bulunmalarını sağladığı ana kadar Ashab-ı Kehfin mağarada kaldığı sürenin Allah tarafından Peygamberine bildirmesidir. Bu süre ay yılı ile üçyüz dokuz yıldır.
"Ne kadar kaldıklarını Allah bilir" sözü, Hz.Peygambere bir öğretmedir. Yani ne kadar kaldıkları senden sorulduğunda ve sen kaldıkları süreyi bilmiyorsan, bir sayı verme ve "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir, yerin ve göklerin ğaybı onundur"de. Yani bunu Allahtan başkası veya bildirdiği kişilerden başkası bilmez. Bu görüşümüz Mücahid gibi bir çok tefsircinin belirttiği ve hem önceki, hem sonraki alimlerden çok kişinin savunduğu görüştür. Katade'nin söylediği iddia edilen görüş, tartışma götürür. Çünkü kitap ehlinin bilgisine göre güneş yılı ile üçyüz yıl kalmışlardır. Şayet Allah insanların sözünü nakletseydi, "dokuz yıl artırdılar" demezdi.
Ayetten anlaşıldığına göre, bu söz öncekilerin nakledilen bir sözü değil, Yüce Aliahın sözüdür ve ne kadar kaldıklarını bildirir. İbn Cerir Taberi'nin tercihi de budur."[147] Güneş yılı ile ay yılı arasındaki farkı öğreninceye kadar şimdilik görüşler arasında tercih yapmıyoruz.[148]
Eski ve yeni kimi tefsirciler Ashab-ı Kehfin mağarada güneş yılı hesabıyla üçyüz yıl kaldığını söylemektedir.Bu süre ay yılı hesabıyla üçyüz dokuz yıl eder. Dokuz yıl, güneş yılı ile ay yılı hesabı arasındaki farktır. Kur'anı Kerimin bu dokuz yılı belirtmesi, kaynağının bir delili olduğunu, Muhammed'in sözü değil, Allahm sözü olduğunu gösterdiğini söylerler.Dokuz yılın iki hesap arasındaki fark olduğu konusunda İbn Kesir şöyle der;
"Mağarada üçyüz yıl kalmışlar. Ay yılı hesabıyla dokuz yıl artmaktadır.Güneş yılı hesabıyla üçyüz yıldır. İki yıl hesabı arasında fark her yüz yılda üç yıl yapar. Onun için üçyüz yıldan sonra "dokuz yıl artırdılar" demiştir."[149]
Ancak çağdaş tefsircilerden kimileri buna katılmamakta ve hesaba uymadığını söylemektedir.Abdurrahman el-Vekil bunlardan biridir. er-Ravdu'1-Unuf kitabında yazdığı notlarda şöyle der: "Bu, Allahın kitabına ve kelamına yakışmayan bir açıklamadır. Bunu da Yüce Allahm "Mağaralarında üçyüz yıl kaldılar" sözünün kendi sözü olup insanların naklettiği sözü olmadığını gördükleri için yapıyorlar. Halbuki ayette bu açıklamaya işaret edecek hiçbir şey yoktur."[150]
Başını ibn Kesir'in çektiği cumhur tefsircilerin görüşünü onaylamadan Önce dokuz yılın iki hesap arasındaki fark olup olmadığına bakacağız. Ancak ondan öne güneş yılı ile ay yılı arasındaki farka bakalım.
Çağdaş islam tarihçileinden Ahmed Adil Kemal "Cedavilu't-Takvim el-Miladi el-Mukabil li't-Takvimi'i-Hicri" kitabında şöyle der: "Güneş günü, ay gününden 3 dakika, 55.9 saniye fazladır. Araplara göre gün, güneşin batınımdan ertesi gün güneşin batımma kadar sürer. Kameri ay 29 gün, 53.05.88'dır. Kameri yıl,354 gün, 8 saat,48 dakika, 36 saniyedir.Güneş yılından yaklaşık llgün azdır. Güneş yılı ise 365 gün,6 saat,9 dakika,9,5 saniyedir."[151]
Bu ince hesaptan sonra güneş yılı ile ay yılı hesabı arasındaki farkın dokuz yıl değil, daha fazla olduğunu görüyoruz. İmam Alusi bu konuyu irdelemiş ve iki hesap arasındaki farkı görerek şöyle demiştir:
"İki yıl arasındaki fark on gün, yirmi saat ve bir dakikadır.Bir yıldaki fark bu kadar ise,yüz yıldaki fark, bin yetmiş sekiz gün, onüç saat, dört dakikadır.Bu da üç yıl,yirmi dört gün,onbir saat ve onaltı dakika eder. "[152]
Böylece iki hesaba göre üçyüz yıl arasındaki fark, dokuz yıl,yetmiş üç gün,dokuz saat,kırk sekiz dakika eder.Bu fark,Kur'anm belirttiği gibi tam dokuz yıl değil,ondan yetmiş üç gün fazladır.
Dokuz yılın dışındaki bu farka bakarak bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: "Bu, Yüce Allahın bildirmesi veya onaylaması değildir.Sadece Ashab-ı Kehf konusunda tartışan insanların söylediklerini nakletmektir. İnsanlar onların sayisındada ihtilaf ettikleri gibi, kaldıkları süre konusunda da ihtilaf etmişlerdir. Onlardan bir grup mağarada üçyüz dokuz yıl kaldıklarını söylemiştir. Bu söyledikleri de doğru değildir. Şayet bu söz Allahın bildirmesi olsaydı, kesin ve hassas olurdu. Kur'an, kabul edip onayladığı haber ve görüşlerin daima kesin şeklini verir.
Çoğunluk tefsirciler bu farkın bir sakıncasının olmadığını seylemiştir. Çünkü çeyrek yıldan daha azdır.Yarıdan az olan küsurları söylememek arapların adetidir.Onun için Kur'an, dokuz ve çeyrek yıl veya dokuz yıl ve yetmiş gün kaldılar, dememiştir.
Alusi bu konuda şöyle der:" Aradaki dokuz yılın yarıyı bulmayan yaklaşık sayı sonucu olduğu iddiasına iltifat edilmez. "[153]
İki tarafın görüşlerini belirttikten sonra hangisinin doğru olduğunu belirlemeye çalışalım. Ashab-ı Kehfin sayısında ihtilaf edenlerin sözü olan ve Yüce Allahın naklettiği söylenen üçyüz dokuz yıl görüşünü savunanların dikkatli hesaplama açısından delillerinin güçlü olduğu görülmektedir.Ancak Arapların sayıları söylerken yarıyı bulmayan küsurları belirtmediğini ifade ederek iki hesap arasındaki fark şüphesini ortadan kaldırırsak,dokuz yıla seksen gün eklemenin bir sakıncası olmadığını söyleyebiliriz. Onun için "Mağarada üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözünün insanların naklettiği söz olmayıp Allahın bildirdiği hüküm olduğunu söyleyen çoğunluk tefsircilerin görüşüne katılıyoruz. Bu hesabın hem güneş, hem ay yılı hesabına uygu olduğunu da görüyoruz.
Roma devletinin uyguladığı ve çağdaş batı devletlerinin benimsediği miladi güneş yılı takvimine göre bu süre üçyüz yıldır. Ama şekilde Arapların cahiîiyye devrinde uyguladığı ve daha sonra müslümanların benimsediği kameri hicri takvime göre ise, üçyüz dokuz yıldır. Böylece düşürülen küsur miktar ile beraber dokuz yıl, iki hesap arasındaki fark olmaktadır.[154]
Ashab-ı Kehfin mağarada ne kadar kaldıklarını belirlemeye çalışan görüşlerin en kuvvetli delili, eski kitap ehlinin sözü kabul edilen "Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözünden sonra, Kur'anın söylediğidir. Sanki Kur'an, bunun doğru bir bilgiye dayanmadığını belirterek red ve iptal etmekte, kesin olarak ne kadar kaldıkları bilgisini Allaha bırakmamızı söylemektedir. Abdurrahman el-Vekil, er-Ravdu'l-Unuf kitabının dipnotlarında şöyle der:
"Ibn Hişam, "Mağaralarında ...... kaldılar " sözünü çok güzel açıklamaktadır. Çünkü bunu ehli kitabın sözü olarak görmektedir. Bu şekilde ayeti doğru anlamamız gerçekleşmekte, öncesi.ve "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" olan sonrası arasında uyum sağlanmaktadır. Çünkü "üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözü , Allahın sözü olsaydı, "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözünün anlamı kalmazdı."[155]
Ancak alimlerin geneli (cumhur) bu açıklamayı tasvip etmez ve "Üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözü ile "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözü arasında bir çelişkinin olmadığını söylerler. "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözünün güzel bir esprisini ve "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar" sözü ile uyum içinde olduğunu belirten bir açıklamayı vermek istiyoruz. İmam Alusi şöyle der:
""Mağarada kaldılar " sözü, önce geçen "Mağaranın içinde yıllarca uyuttuk" sözünü açıklayan bağımsız bir cümledir. Yüce Allahın "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözü de, uyutuldukları bu süreyi belirtmektedir. Sanki "Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir", ne kadar kaldıklarını da bize bildirmiştir, hiçbir şüphe taşımayan doğru ve gerçek budur, denilmektedir.
Ne kadar kaldıklarını belirten ifadeden sonra bu sözün gelmesi, sayılarında insanların tartıştıkları gibi kaldıkları süre konusunda da tartıştıklarına dikkati çekmek içindir. Onun için bu süre, kaç kişi oldukları konusundaki
tartışmanın hemen arkasında belirtilmektedir. "Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözü ile ayetin bitirilmesi, "Deki, sayılarını Rabbim daha iyi bilir" sözüne benzer olması içindir. Aynı şekilde, Rasulullaha gaybten verilen bu bilginin ona verilen bir mucize olduğunu da göstermektedir. "[156]
Alusi, Yüce Allahın "Deki, sayılarını Rabbim daha iyi bilir" dediği halde, İbn Abbas'ın Ashab-ı Kehfin yedi ve köpeklerinin sekizincileri olduğunu ve "Sayılarını Allah daha iyi bilir" sözü, sayılarının yedi ve sekizincilerinin köpekleri olduğunu söylemeye engel değilse, "Deki, ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir" sözü de kendisinden önceki haberi kabul etmeye niçin engel olsun? dediğini bize hatırlatmakta ve şöyle der:
Her halde bu söz Ibni Abbas'ın değildir. Çünkü Yüce Allahın "Deki, sayılarını rabbim daha iyi bilir" demesine rağmen, İbni Abbas'ın sayılarının yedi ve sekizincilerinin köpekleri olduğunu söylediği bilinmektedir. "Sayılarını rabbim daha iyi bilir" sözü ile, "Ne kadar kaldıklarını Rabbim daha iyi bilir" sözü arasında bir fark yoktur. Bu söz, sözkonusu görüşün geçersiz olduğunu belirttiği halde, diğeri aynı şeyi niçin belirtmemektedir?"[157]
Alimler "Dokuz yıl daha" sözü üzerinde durmuş ve bunun belirtilmesindeki amacı ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.Özetle şöyle derler:
Bu söz,Kur'nın kaynağını kesin olarak göstermekte ve Hz. Muhammed'in sözü değil, Yüce Allanın sözü olduğunu belirtmektedir. Şöyle ki;
Ayet, "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar" ayetinde belirtilen süre konusunda hem güneş, hem ay yılı takvimini içermektedir.Güneş yılı takvimine göre süre üçyüz yıl, kameri yılı takvimine göre ise buna dokuz yıl eklenmiştir.Bu da yüce Allahın peygamberine bildirmesidir. Kur'an peygamberin sözü olsaydı, Yahudi ve hıristiyan kitap ehlinin bilmediği ve ne zaman başladığını, ne zaman bittiğini öğrenmediği süreyi Peygamber nereden bilebilirdi? Okuma yazma bilmediği halde, bu sürenin güneş yılı takvimi ile ay yılı takviminden dokuz yıl fazla olduğunu nasıl bilebilirdi?
"daha "sözü, bu anlamı seslendirmektedir. Çünkü bu dokuz yıl, iki takvim arasındaki farktır. Yahudiler bu sorunun cevabının zor olduğunu bildikleri gibi, cevabının Rasulullahın peygamberliğini göstereceğini de biliyorlardı. Yüce Allah bu gerçeği kararlaştırarak ve sayısız delile ek olarak bu Kur'anın Allahın kelamı olduğuna bir delil daha ekleyerek soruyu cevaplandırmış ve rasulullaha bildirmiştir.[158]
Öyküde Kur'anın kaynağını gösteren tek delil bu değilir. Bütün öykü bunu kanıtlamak için anlatılmaktadır. Onun için anlatılanlar Rasulullahm mucizelerinden biridir. Öyküde Kur'anın ilahi kaynağını belirten şu ifadelerde göze çarpmaktadır:
1- Şüphesiz onlar, rablerine inanmış gençlerdir". Genç oldukları belirtilmektedir.
2- "Baksaydın, güneşin mağaralarının sağ tarafından doğup meylettiğini, sol tarafından onlara dokunmadan battığım görürdün" sözleri, güneşin hareketinin nasıl düzenlendiğini anlatır.
3- "Ontar mağaranın genişçe bir yerindedirler" sözleri, mağaradaki yerlerini kesin olarak belirtir.
4- Bu iki anlatımdan mağaranın yeri ve kapısının ne yönde olduğu ortaya çıkmaktadır.
5- "Uyudukları halde onları uyanık sanırsın" sözü, uykuda oldukları halde gözlerinin açık olduğunu göstermektedir.
6- "0nlan sağa ve sola çeviririz" sözü, mağaranın içinde nasıl döndürüldüklerini belirtmektedir.
7- "Köpekleri de kapının eşiğinde dirseklerini uzatmıştır" sözü, köpeğin yerini ve nasıl uyuduğunu göstermektedir.
8- "Onları görseydin, korkuya kapılır ve geri dönüp kaçardın" sözü,Rasulullahm onları görmediğini gösterir.
Çünkü anlatım üslubu, şart üslubudur, Onlardan korkarak kaçmamıştır, çünkü onları görmemiştir. İnsanlardan kimsenin bilmediği bütün bu ayrıntıları ve ince tasvirleri Hz.Muhammed nasıl ve nereden bilmiştir?!
9- "Sözü geçenler, mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız, dediler"sözü, mescit yapma görüşünün yasama ve yürütme gücünü elinde bulunduran kişilerin sözü olduğunu gösterir.
10- Sayıları hakkında sadece üç görüş olduğunun belirtilmesi.
11- "Yedidirler, sekizincileri köpekleridir" sözü, sayıları hakkında doğru olan görüştür.
12- "Allahın izniyle, demedikçe, herhangi bir şey için yarın yapacağım, deme" sözü, ayetlerin iniş sebebini, Rasulullahm cevap verme işini Allahm isteğine bağlamadığını ve cevap getiren vahyin bundan dolayı kendisine geç geldiğini göstermektedir.
13- lniş sebebini anlatan rivayetlere göre Rasulullah müşriklere yarın cevap vereceğine söz vermiştir, onun için cevabın gelmesine büyük ihtiyaç duymuştur, buna rağmen Cebrail cevabı geç getirmiştir, bundan dolayı da müşrikler onun peygamberliği hakkında bir takım iiddialar ve şüpheler yaymıştır, bütün bunlar da rasulullahı üzmüş ve sıkıntıya sokmuştur.
14- "Mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldılar" denilerek kaldıkları süre kesin olarak belirtilmiştir.
15- "Dokuz yıl daha" denilerek iki takvim arasındaki fark gösterilmiştir.[159]
Görüldüğü gibi Kur'anı Kerim anlattığı öykülerin ardında birkaç ayetle notlar düşer, öykünün anlattığı önemli anlamları, ondan alınacak önemli dersleri ve müslümanların onları okumaya ihtiyaçlarının olduğunu kararlaştırır. Kur'anın bu açıklamaları bize birkaç şeyi anlatmaktadır:
a- Kur'anda öykü anlatımının kendisi amaç değil, etkin bir araçtır. Üstün amaçlar ve belirli hedefler için anlatılır.
b- Kur'an, anlatılan öykünün amaç ve hedefini yakalamaya, onu kavrayıp üzerinde düşünmeye ve gereğini yapmaya çağırmaktadır.
c- Öykülerin Kur'anda veya sahih hadiste anlatılmayan ayrıntılarını doldurmak için kendimizi yormamaya, öykülerin anlatılmayan parçalarını açıklama, kişi, zaman ve yerleri belirlemeye çalışmamaya çağırır. Bunun yerine anlatılan öykünün anlamı, hedefi, vereceği ders ve ibreti yakalamaya çalışmamızı ister.
d- Kur'an, anlatacağımız öykülerin de gerçekleştirmeye çalıştığı bir hedefinin bulunmasını öğütler.[160]
Asabı kehf öyküsüne Kur'anı Kerim şu ayetlerle değerlendirme yapmaktadır:
"Deki, onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı onundur. O, ne mükemmel görendir! O ne mükemmel işitendir! insanların ondan başka dostu yoktur. O, hiçbir kimseyi egemenliğine ortak etmez.
Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku. Onun sözlerini değiştirecek yoktur. Ondan başka bir sığınılacak da bulamazsın. Sabah akşam rablerinin hoşnutluğunu dileyerek Ona yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini istiyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.
Deki, gerçek rabbinizdendir. Dileyen inansın, dileyen inkar etsin. Şüphesiz zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre içine alacak bir ateş hazırlamışızdır. Onlar yardım istediklerinde, erimiş maden gibi yüzleri kavuran. bir su kendilerine sunulur. Bu ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır!
Şüphesiz iman eden ve salih ameller işleyenleri, güzel iş yapalan mükafatsız bırakmayız. İşte onlar için Adn cennetleri vardır. Altlarında ırmaklar akar. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtlar üzerinde otururlar. Ne güzel bir mükafat ve ne güzel yaslanacak yer! "[161]
1- Ailaha karşı edepli olmayı ve "Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir" ifadesinin öğrettiği gibi bilmediğimiz bütün olayların, işlerin ve haberlerin bilgisini Allanın kapsamlı ve genel bilgisine bırakmayı öğretir.
2- "O ne mükemmel görendir ve ne mükemmel işitendir!" sözünün öğrettiği gibi, Yüce Allahı çokça övme ve kutsamayı öğretmek. Yüce Allanın görmesi ve işitmesi her şeyi kapsar.
3- Gerçek dost (veli) yalnız Allahtır, onun dışındakiler veli olmaya layık değildir. Başka varlıkları dost edinenlere bu varlıkların hiçbir yararı olmayacaktır. "Atlahtan başka onların hiçbir dostu yoktur".
4- Şüphesiz Allah ortaklara ve bütün varlıklara muhtaç değildir. Onun için yönetimine ve egemenliğine hiçbir kimseyi ortak etmez.
5- Kur'anı çokça okuma, üzerinde düşünüp taşınma, anlamını kavrama, onunla beraber yaşama ve ona çağırmayı öğretir. Çünkü Kur'anın bu şekilde okunması ve anlaşılması kalplerin, ruh ve bedenlerin hayatıdır. "Rabbinin kitabından sana vahyedilenleri oku!"
6- Kur'an, Yüce Allanın kelimeleri için hiçbir değişikliğin olamıyacağmı belirtir. Kelimelerinin irade ve dilemesi, insanların hayatını yönlendiren sosyal ve tabiat yasaları ve Kur'anın ayetlerini kapsadığını bildirir."Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur".
7- Kur'an, iyilerle beraber olmamızı, onlardan gözümüzü ayırmamamızı ve onlarla beraber olmak için sabretmeye kendimizi alıştırmamızı emreder. "Sabah akşam rablerinin hoşnutluğunu dileyerek ona yalvaranlarla beraber sen de sabret.Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma."
8- Kur'an, iyi kişelerden yüz çeviren ve onları terkedenlerin dünya hayatı ve güzellikleri peşinde olduğunu bildirir. "Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini onlardan ayırma"
9- lnsanlar, üçüncüsü olmayan iki gruptur.Rablerinin hoşnutluğunu dileyerek sabah akşam ona yalvaran salih kullar grubu. Bir de kalpleri Allahı anmaktan gafil olan, heveslerine uyan ve hayatları kaymış zalim ve kafirler grubu. Kim salih kişilerden ayrılır ve başka yollara saparsa, ister istemez ikinci grupla beraber olur.
10- Kur'an, Allaha inanmanın insanın hayatını düzenleyen hassas düzen, hayatın parçalarını birbirine bağlayıp bütünleştiren sağlam bağ olduğunu belirtir. Bu sistem kaybolur ve bu bağ koparsa, hayatının parçalan dağılır ve kaybolur, insan artık hiçbir işe yaramayan yitik ve terkedilmiş bir varlık olur."Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma!"
11- Davet etmek, delil göstermek ve duyurmakla, insanlara hakkı açık seçik açıklamak, onu kendilerine göstermek ve benimsemeye çağırmakla yükümlüyüz. Bu şekilde görevimiz yerine gelmiş olur. "Deki, hak rabbinizdendir"
12- lnsanların diledikleri yolu ve beraber olmak istedikleri grubu seçmeleri gerekir. Biz onlara yolların ayrılış noktasını gösteriyoruz. Onlar kendi iradeleriyle iman veya küfür yolunu seçerler. "Dileyen iman eder, dileyen kafir olur"
13- Hak yolunu seçmeleri ve küfür yolundan çıkmalarına yardımcı olmak için her iki yolun sonucunu ve varacağı yeri onlara gösteriyoruz. Kendilerine cennetin nimetlerinden ve cehennemin azabından manzaralar gösteriyoruz.
14- Dünya çalışma yeri, ahiret de karşılık görme yeridir.Kim dünyada iman eder, iyi ameller işler ve iyilerden olursa, şüphesiz Allah onları mükafatsız bırakmaz.
15- Dünya hayatında müminler de, kafirler de yaşamaktadır.Ama kıyamet günü varacakları yer ve görecekleri sonuç farklıdır. Müminlerin varacağı cennet "Ne güzel bir mükafat ve ne güzel bir yaslanacak yerdir". Kafirlerin ateşi ise, "Ne kötü bir içecek ve cehennem ne kötü bir duraktır". Güzellik ve çirkinlik,nimet ve azap, mükafat ve ceza arasındaki fark ne büyüktür![162]
Ashab-ı Kehf öyküsünden alacağımız ders ve ibretleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Rasulullaha sorular sormak ve güç durumda bırakmak için kafirlerin kendi aralarında işbirliği yapması, hakka karşı savaşmak için saflarını sıklaştırması.
2- Kur'anın açık ifadesiyle yahudiler müslümanlara azılı düşman olup onlara karşı ağızlarına kadar kin doludurlar.Rasulullaha çetin sorular sormaları bunun açık bir ifadesidir.
3- Yahudiler kötülük ve bozgunculuğun ustalarıdır. Onun için Kureyş'in yaptığı gibi, başkaları onlardan kötülük ve bozgunculuk dersleri almak İçin kendilerine başvurmaktadır.
4- Öncekilerin öykülerini anlatan Kur'anın söyledikleriyle yetinmek, anlatmadığı ve açıklamadığı eylerin peşine düşmemek, ara boşlukları tamamlamak için israiliyyat ve mitolojik haberlere başvurmamak gerekir.
5- Öncekilerin öykülerinde Kur'anın belirtmediği yer, kişi, zaman ve olayları belirlemeye çalışmaktan kaçınmak gerekir.
6- Ashab-ı Kehf öyküsü, Allanın iyi kullarına ikramda bulunduğunu, bunun hayat sahnesinde meydana geldiğini gösteren Kur'anın açık delillerinden sayılır. Çünkü öykü, mümin gençler için meydana gelen birden fazla ikrama işaret eder.
7- Öyküde Yüce Allanın varlığını anlatan, bazı sıfat ve fiillerini belirten ayetler çoktur.
8- Öykü, Yüce Allanın dostlarını koruduğu, desteklediği ve hayatlarını güvenlik içinde yaşayıp düşmanlarına karşı koymalarını sağladığını gösteren açık bir delildir.
9- Öykü, mümin insanın rabbine sığınmasını, ona tevekkül edip güvenmesini ve rahmetini istemesini bize öğretmektedir.A lahın rahmeti sabretmenin, direniş,cihad ve zaferin en güçlü aracıdır.
10- Kur'an, Ashab-ı Kehf öyküsünü gerçek olarak anlatmıştır. Bu demektir ki Kur'anda geçen her şey, şüphe taşımayan gerçeğin ve doğrunun kendisidir. Kur'anla uyuşmayan herşey de haktan uzaktır.
11- Ashab-ı Kehf'in gençler olarak nitelenmesi, övme ve onaylama nitelernesidir. Bu da gençlerin ve gençliğin önemini vurgulamaktadır.Çünkü gençlik verimlilik, yapıcılık, girişim ve hareket dönemidir.
12- Allah, insana kazanma ve tercih yapma gücünü vermiştir. Yolunu kendisi seçmektedir. Yaptığı seçim Allahın iradesine uygun düşmektedir. Kulun dilediği iyilik veya kötülüğü Allah verir.
13- Ashab-ı Kehf kalplerini imanla doldurmuş ve kendilerine sebat vermesi için Allaha yalvarmışlardır. Allah da kalplerini pekiştirmiştir. Her müslümanın da iman aküsünün sızdırarak boşalmaması yahut kendisine başka şeylerin karışmaması için kalbini imanla doldurması ve koruması gerekir.
14- İmanı seçmek, aküsünü onunla doldurmak ve sağlama bağladıktan sonra, çalışma, davet ve hareket, seçtiği iman yolunda ciddi gayret ve eylem aşaması gelir.
15- lnanç konulan ancak eylem, amel, dine çağrı, hakkı ayakta tutmak ve batıla karşı koymakla kalpte yerleşir ve kök salar.
16- Kesin delil ve açık hüccete dayanmayan hiçbir düşünce veya çağrı kabul edilmez. Bu temel kuraldan yoksun ilkeler ve çağrılar ne kadar da çoktur!
17- lnsanların en zalimi, Allaha iftira ederek yalan söyleyen lerdir. Çünkü insanlara yalan söylemek ve iftira etmek suç ise, Allaha iftira etmek daha büyük bir suçtur ve sahibinin kalbinde iman ve iyiliğin tükendiğini gösterir.
18- Ashab-ı Kehf, toplumdan ayrılmaktan başka alternatifleri olmadığı için halklarından ayrılmışlardır. Bizim durumumuz ile onların durumu arasında çok farklar bulunduğu için uzlet konusunda onlara uymamız mümkün değidir.
19- Başkalanyla birlikte yaşamak, onlarla görüşmek, öğüt vermek, davet etmek ve uyarmak davetçiler üzerine ıciptir. Uzletten başka alternatif olduğu sürece inanlardan ılmak ve uzleti seçmek caiz değildir.
20- lnsanlarla birlikte yaşarken davetçinin değişik bir uzlet içinde olması gerekir. Bu da bilinç bazında yaşanan ayrılıktır. Yani insanların batıl şeylerini almaması, kalbini, bilincini ve varlığını Alîahla beraber tutması demektir.
21- Yüce Allah, Ashab-ı Kehfe mağarayı kalmak için elverişli yapmış ve onların hizmetine vermiştir. Bu da mağarada kendilerine bol bol verdiği rahmetle olmuştur. Allanın rahmeti ile hayat ne mutludur ve ondan yoksun olan hayat ne bedbahttır!
22- Yüce Allah mağarada Ashab-ı Kehf için birçok erlerini görevlendirmiştir.Onların korunmasını sağlayan maddi sebepleri seferber etmiştir.
23- lyilerle beraber olmak, oların bereket ve iyiliğine ortak olmayı sağlar. Kötülerle beraber olmak da kötülük ve zarar getirir.
24- Yararı olmayan ayrıntı durumundaki boş şeyleri gözardı etmek, onlarla zamanı öldürmemek gerekir. Ashab-ı Kehfin mağarada ne kadar kaldıkları konusunu tartışmayı bırakmaları gibi.
25- Öykü, bize vekalet ve ortaklığın caiz olduğunu da gösterir. Onlar aralarından birini yiyecek almak için şehre gitmekle görevlendirmiş ve bunun için ona paralarını vermişlerdir.
26- Aynı şekilde öykü, borcun hoş olmadığını ve peşin olarak alış veriş yapmanın daha İyi olduğunu da gösterir."Bu paranızla içinizden birini şehre gönderin" dediler.
27- Ashab-ı Kehf olayı, bize yiyecek ve başka şeyleri satın alırken acele etmemeyi, düşünüp taşınmayı, helal ve temiz olanı seçmeyi,haram ve çirkin olandan kaçınmayı öğretmektedir.
28- Şehre gönderdikleri adama"hangi yiyeceğin daha temiz olduğuna baksın" demeleri, yiyecekle ilgili Kur'anm temel bir kuralını belirtmektedir.O da temiz yiyeceğin ancak helal yiyecek olup başkasının çirkin olduğudur.
29- Kur'anın bu kuralı, kişisel zevk ve mizaca ne kadar önem verdiğini gösterir. Müslünamn zevk ve mizacının şeriatın helal ve haram ölçülerine bağlı olması gerektiğini öğretir.
30- "Nazik davransın" sözü, Kur'anın açık bir tabelası, hayatta zarif olma ve başkalarıyla ilişkilerde nezaketle davranma konusunda doğru yolu gösteren bir fenerdir.
31- "Sakın sizi kimseye duyurmasın" sözü, kafir ve düşmanlardan saklı olmanın, daveti ve örgütü gizlemenin ve bunları düşmana deşifre etmemeye özen göstermenin caiz, hatta vacip olduğunu gösterir.
32- Ashab-ı Kehfin gizlenmeye özen göstermesine rağmen, Allah başkaların onları bulmasını sağlamış, ahiret ve dirilişin olduğu konusunda kendilerine bir delil göstermek için onlara durumlarını göstermiştir.
33- Yüzlerce yıl süren Ashab-ı Kehfin uykularından dirilmeleri, ahiret ve dirilişin kesin gerçek olduğunu gösteren en açık delillerden sayılır.
34- Egemenlerin "Mutlaka onların üzerine bir mescit yapacağız" sözü, tekebbür, tahakküm ve zorbalıklarını gösterir. Allanın nizamına bağlı olmayan ve ona boyun eğmeyen bütün egemenlerin ve zorbaların tavrı budur.
35- Kur'anı Kerim bazı görüşleri nakledebilir, sonra onları red ve iptal eden şeyleri getirebilir. Bu iyice düşünüp taşınan araştırmacı kişiler tarafından farkedildiği halde, birçok kişi tarafından tespit edilmeyebilir.
36- Ashab-ı Kehfin sayısı konusunda insanların ihtilaf etmesine ve onlardan üç görüş belirtilmesine rağmen, Kur'an onların sayısını insanların bilebileceğini kararlaştırır.
37- En doğru görüşe göre onların sayısı yedi olup sekizincileri de köpekleridir.Bu görüşün daha doğru olduğunu gösterecek Kur'andan deliller getirebiliriz.
38- "Ve sekizincileri köpekleridir" ifadesinin başındaki vav harfine sekiz vav'ı denir. Bu harfin anlam bakımından birtakım incelikleri vardır.
39- "Onlar hakkında onların hiçbirinden bir şey sorma" sözü, öncekilerin öykülerine karşı nasıl davranmamız gerektiğine ilişkin Kur'anın bir kuralını ortaya koymaktadır. O da öyküler hakkında öncekilerden bir şey sorma ve söylediklerini alma yasağıdır.
40- Hz.Peygamberin "İnşaallah" demeyi unutması ve başka peygamberlerin unutmalarından da örnekler getirilmesi, peygamberlerin de insan oldukları ve diğer insanlar gibi birtakım şeylere maruz kaldıklarını gösterir.
41- Evrende, hayatta ve insanın hareketinde meydana gelen her şeyin Allahın takdiri ile meydana geldiği, onun iradesine uygun gerçekleştiği ve iradesi dışında hiçbir şeyin meydana gelmediği, Kur'anın kesin gerçeklerindendir.
42- Gayb konusunda insan aciz ve bilgisizdir. Çünkü gaybı ancak Allah bilir ve ona ancak kendisi muttali olur.
43- lnsanın takdirleri, plan ve programları yetersiz olabüir ve gerçekleşmesini Allah istemediği için onları geçekleştirmekten aciz kalabilir. Ancak bu, sebeplere sarılmayı bırakmayı ve bir şey yapmadan Allaha tevekkül etmeyi gerektirmez.
44- Kur'an, vereceğimiz sözleri Allahın dilemesine bağlamayı ve "Bunu İnşaallah yapacağım" demeyi bize öğretmektedir.
45- lnsan unutkandır. Unutmayan iı^san yoktur. Ancak musibetleri unutmak gibi, unutma insan için bir nimet olur. Ama bazan ödevler, farz ve vacipler unutulur. Bu da şeytanın unutturmasıdır.
46- Şeytanın vesvese ve dürtülerini önlemek, kalplerimiz ve varlığımızla Allahla beraber kalmak için unutma durumunda Allahı anmak gerektiğini Kur'an bize öğretmektedir.
47- Kur'an, Ashab-ı Kehfin üçyüz dokuz yıl kadar uzun bir uyku uyuduklarını kararlaştırır.
48- Üçyüzden sonraki dokuz yıl, kaldıkları süre içinde kameri yılı takvimi ile güneş yılı takvimi arasında meydana gelen farktır.Bu da Kur'anın kaynağının Allah olduğunu gösterir.
49- Öykü, Kur'anın Muhammed'in sözü değil,Allahın kelamı olduğunu gösteren onbeşten fazla delil içermektedir. Değilse, kimsenin bilmediği bütün bu ayrıntıları ona kim bildirmiştir?
50- Kur'an daima anlattığı öykülerden sonra müslümanların içinde bulundukları durum ve yaşadıkları hayatla ilgili notlar düşmekte, o öykülerin vermek istediği ders ve ibretleri ortaya çıkararak değerlendirmeler yapmaktadır..[163]
"Onlara iki adamı örnek ver.Birine iki bahçe verip etrafını hurmalıklarla çevirmiş ve aralarında ekinler bitirmiştik. Her iki bahçe de ürünlerini vermiş ve hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun meyveleri de vardı.
Arkadaşıyla konuşurken: "Benim malım da, adamlarım da seninkinden çoktur" dedi. Kendisine böylece yazık ederek bahçesine girerken: "Bu bahçenin batacağını sanmam, kiyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer rabbime döndürülürsem, and olsun ki orada bundan aha iyisini bulurum" dedi.
Kendisiyle konuştuğu arkadaşı ona: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratanı, sonunda sana insan şekli vereni mi inkar ediyorsun? İşte o, benim rabbim olan Allahtır. Rabbime kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman, Her ne kadar beni kendinden mal ve nüfus bakımından daha az buluyorsan da, Maşaallah! Güç ve kuvvet ancak Allahtandır, demen gerekmez miydi? Rabbim, senin bahçenden daha iyisini bana verebilir ve seninkinin üzerine gökten bir felaket gönderir de bahçen yerle bir olabilir,Yanut suyu çekilir ve bir daha da onu bulamazsın" dedi.
Nitekim ürünleri yok edildi. Bahçenin altüst olmuş çardakları karşısında sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturup "Keşke rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" dedi. Ona Allahtan başka yardım edebilecek adamları da olmadı. Kendi kendini de kurtaramadı, işte burada kudret ve hakimiyet, varlığı gerçek olan Allahmdır. Mükafatlandırması hayırlı olan da, vereceği sonuç yönünden de hayırlı olan budur.
Onlara dünya hayatı örneğini ver: Gökten indirdiğimiz su ile yer yüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner. Allah her şeyin üstünde bir kudrete sahip olandır. Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ama kalıcı olan yararlı işler, sevap olarak da, emel olarak da rabbinin katında daha iyidir. "[164]
Bu öykü hayata ve mala farklı iki bakışı sunmaktadır. Biri, dünya malından bîr şeye sahip olmadığı halde iman ve islam bakış açısını yitirmeden dünya malına dikkatle bakan ve onu doğru bir şekilde ölçüp değerlendiren mümin bir adamın bakışıdır.
Diğeri de Allahın güzel iki bahçe verdiği kafir adamın bakışı. Allah ona iki bahçe vermiş, bahçelerin etrafı hurmalıklarla çevrilmiş, ağaçlar arasında ekinler bitmiştir.Yüce Allah her iki bahçeye kafir sahibine bolca ürün vermesini emretmiş, ikisi de onun emrini tutmuş, bol bol ürün vermiş ve hiçbir ürünü esirgememiştir.
Kafir adam sahip oluğu dünya malıyla gözü dönmüş, bunun her şey olduğunu sanmış, Allahı ve ahiret gününü unutmuş, mümin arkadaşına karşı gururlanarak tepeden bakmaya başlamış, hem Allanın hem insanların yanında kendini ondan değerli ve üstün görmüştür. Arkadaşıyla konuşup tartışarak, kasılıp böbürlenerek "Benim malım da, adamlarım da seninkinden fazladır" demiştir. Çünkü üstünlük ve erdemin mal ve eşya ile olduğunu, malı ve çevresi sebebiyle insanların yanında daha saygın olduğunu, onların gözünde taraftarlarının daha çok ve makamının daha üstün bulunduğunu sanmıştır.
Bahçesine gitmiş, kendine yazık ederek ve küfründen dolayı kalbi körelmiş olarak bahçeye girmiş, bahçenin kalıcı ve sürekli olduğunu, onun her şey olduğunu, kiyametin veya dirilişin olmadığını sanmış ve "bunun yok olacağını ve kiyametin kopacağını sanmıyorum" demiştir.
Öyle de olsa, rabbime kavuşacak olursam, bundan daha iyisini bulurum, diriliş ve kiyamet gerçek olup rabbime döndürülecek olsam bile, onun yanında ikram ve bolluk içinde olacağım ve orada bana bu bahçeden daha güzelini verecek, çünkü dünyada bana ikram ve ihsanda bulunarak bu bahçeyi vermiş, bu ikram ve ihsana layık olduğuma göre kendisine döndürülecek olursam, orada da bana daha çok mal verecektir, demiştir.
Ama mümin arkadaşı iman ve islamın verdiği ölçüye bakmış, zengin kafir arkadaşının sahip olduğu mal ve servete aldanmamış, karşısında ezilmemiş, korkup susmamış, aksine gerçeği gören ve kendisine güvenen sağlam ve doğru mantıkla kendisiyle konuşmuştur.
Onunla konuşarak: Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra adam şeklini vereni mi inkar ediyorsun? Halbuki o Allah benim rabbimdir, rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmam, demiştir. Allahın kendisine yaptığı büyük iyiliği görmesini ve geçici şeylerle aldanmamasını öğütlemiş, "Bahçene girdiğin zaman Maşaallah! Güç ve kuvvet ancak Allahtandır" demen gerekmez mi? diye öğüt vermiştir.
Onu küfrün, azgınlık ve şımarıklığın, bahçe ve içindekilerle aldanmanın kötü sonucundan sakındırmış, Allahın o bahçeyi yok etmeğe ve yerin dibine geçirmeye kadir olduğunu, küfür ve azgınlığının, taşkınlık ve şımarıklığının sonucu olarak kendisini cezalandırmaya gücünün yettiğini söylemiş, bahçesini yerle bir edecek,içindeki üzüm, hurma ve ekinleri yok edecek, bitkisiz kaygan bir çamur haline getirecek bir fırtınanın gelmesini, iki bahçe arasındaki ırmağın Allahın emri ile, onu geri getirmeye gücü yetmeyecek şekilde, yere batmasını beklemesini söylemiştir.
Yüce Allah, kafir ve facir adama itaatsizlik ve küfrünün cezasını vermiş, verdiği nimetlerini yok etmiş ve mümin arkadaşının belirttiği gibi bahçesindeki her şeyi yerle bir eden bir fırtına üzerine göndermiş.
Kafir adam pişmanlığın yarar sağlamadığı bir zamanda pişman olmuş, herşey yok olduktan ve bahçe yerle bir olduktan sonra ona sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturmuştur. Allaha daha önce inanıp şükretmediğine yanarak"Keşke rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" demiştir.
Gerçeği gören mümin adam ite kafir günahkar adamın bu öyküsü, imanın bir meşalesi, ders ve ibret belgesi olarak kalmıştır.
Kur'an, kafirin kaybederek yok olduğunu, kendisine va bahçesine Allahın azabı geldiği zaman ona yardım edecek ve koruyacak, ondan Allahın azabını savacak hiçbir ordu, hiçbir parti, hiçbir kuvvet veya hiçbir topluluk bulamadığını, onun için helak olup gittiğini, dünyasını da, ahiretini de yitirdiğini bildirmiştir.
işte burada egemenlik ve kudret, gerçek olan Allahındır. Kazanan ve mutlu olan, başarılı kılan, destekleyen, koruyan ve zafere götüren olarak Allahın kendisiyle beraber olduğu kişidir. Allahın sevdiği kişidir.Bu geçici dünya malından bir şey vermese bile, kafir ve facir adamla konuşup tartışan mümin adam gibi, kendisine iman, güven, üstünlük, mutluluk,rahatlık ve gönül huzuru vermesi yeterlidir.
Dünyanın tümü geçicidir. İçindeki mal, eşya ve çocuklar onun süsüdür. Kafir adamın bahçesinin yok olduğu gibi hemen yok olan bir süs! Kalıcı olan şeyler ise, salih amellerdir. Gerçeği gören mümin adamın gördüğü gibi,
kalıcı olan salih ameller Aüahın yanında emel ve mükafat bakımından daha iyidir.
İnsanların yapacağı şey, iki örnekten birini; gerçeği gören mümin adam örneği veya taşkın ve aldanmış kafir adam örneği. Ancak insanlar imanın, küfür, azgınlık ve şımarıklığın sonucunu gördükten sonra yapacakları bu tercihin sonucuna da katlanmaları gerekir.[165]
İki bahçe sahibi öyküsünü kimileri gerçek değil, searyo veya sanal bir öykü olarak sanmış, bu kavramları birbirine yakın iki örnek ve temsili iki resim içinde sunmasına bakarak Kur'anın onu iyilik ve kötülük, iman ve küfür, dünyaya yönelme ile ahirete yönelmeye örnek bir benzetme olarak verdiğini düşünmüştür.
Böyle düşünenlerin söyledikleri doğru değildir. Çünkü böyle olduğunu kabul etmek, Kur'anın anlattığı öykülerin gerçekliğinden şüphe etmeye ve bunların sembolik benzetmeler olduğunu, gerçek olmayıp masal şeyler olduğunu sanmaya götürür. Kısaca, bu öykülerin gerçek ve doğru değil, kurgulama senaryolar olduğu sonucuna götürür. Bu ise, Kur'anın eskilerin masalları olduğunu söyleyen kafirlerin söylediğidir.
insaflı araştırmacılar Kur'an öykülerinin sembolik değil, gerçek ve benzetme değil,hakikat olduğunu söylerler. Yani geçmiş zamandan anlatılan bu öyküler gerçekten olmuş, kahramanları yaşayan gerçek kişilerdir ve olayları yer yüzünde gerçekten meydana gelmiştir.
iki bahçe sahibinin öyküsü de bu kapsamın içindedir. Onu anlatan ayetlerin çizdiği tablo, gerçek olayları aralarında yaşayan gerçek iki adamın öyküsüdür.[166]
Kimileri öykünün gerçeklik meselesinden bir adım daha atarak belirtilmeyen ayrıntılarının belirtilmesini isteyebilir ve öykü gerçek ise, bu ayrıntıları bize açıklayın, diyebilirler.
Böyle düşünenler için diyoruz ki, öykünün gerçek olması İçin olaylarının ayrıntılarını bilmek gerekmez. Çünkü ikisi birbirinden ayrı ve farklı şeylerdir. Öykünün yaşanmış bir gerçek olması ayrı şey, ayrıntılarının bilinmesi ayrı şeydir. Geçmiş zamanda öykünün olayları meydana gelmiş ve yer yüzü bu olaylara tanık olmuştur.
Yapacağımız bir şey varsa, o da öncekilerin yaşanmış gerçek öykülerinin ayrıntılarını güvenilir sağlam kaynaklardan öğrenmektir. Bunlar da Kur'anı Kerim ve sahih hadislerdir. Böylece öncekilere iftira etmemiş ve yaşadıkları olaylara meydana gelmemiş şeyler katmamış oluruz.
İki bahçe sahibi öyküsünün ayrıntılarını araştırmak için doğru söyleyen kaynaklara baktığımız zaman Kur'anın söylediklerinden başka birşey bulamıyoruz. Sahih hadislerde de bunun dışında bir bilgi yoktur. Onun için öyküde belirtilmeyen ayrıntıların belirsiz kalan ve araştırmamız gerekmeyen şeyler olduğunu söylüyoruz.Bu açıdan baktığımızda şu sorularla karşılaşıyoruz:
Aralarında konuşan iki adam kimdir? Adları nedir? Nerede yaşadılar? Ne zaman yaşadılar? Akrabalık dereceleri nedir? ikisini birleştiren bahçe nedir? Kafir adamın iki bahçesi neredeydi? İki bahçenin ekin ve ağaçlarının ayrıntıları ne idi? Allah ne zaman üzerine gökten bir felaket göndermiştir? İki bahçenin yerle bir edilmesinden sonra iki adama ne olmuştur?
Bütün bu soruların sağlam kaynaklardan cevabı yoktur. Bu sebepten cevaplarını belirtmek için sınırlı enerjimizi harcamıyor, kendimizin ve başkaların vaktini bunlarda yitirmiyoruz. Kur'anın öyküden anlattıkları bize yeter. Çünkü ibret ve ders almak için bu kadarı yeterlidir.[167]
Kur'an, bize niçin iki adam Örneğini vermektedir? Niçin iki adamın öyküsünü bize anlatmaktdır? Hz.Peygamberden niçin insanlara bu iki adam örneğini vermesini istemiştir? Bu öykünün anlattığı gerçekler nelerdir?
İki bahçe sahibi ve arkadaşının öyküsü, Kehf suresi öykülerinin inancı düzeltmek, düşünme ve araştırma yöntemini düzeltmek ve inanç ölçüsü ile değerleri düzeltmek olan hedefinin dışına çıkmamaktadır.
Öykü, inancı düzeltmektedir. Çünkü mümin adam arkadaşından Allaha inanmasını ve ona şükretmesini istemekte, küfür ve azgınlığının sonucundan sakmdirmaktadır.
Aynı şekilde, inanç ölçüsü ile değerleri düzeltmektedir. Çünkü sahip olduğu dünya malına aldanan, ona bel bağlayıp üstünlüğü onda arayan, ama sonra onu kaybeden insanın sonucunu belirttiği gibi, Rabbine güvenen, ona sığınan, onun vereceklerini tercih eden ve emel olarak da, mükafat olarak da bunların daha iyi olduğunu gören kişinin sonucunu da belirtmektedir.
Kehf suresinin bize örnek verdiği bu iki adam, iki insan örneğidir. Bunlar yer yüzünün herhangi bir bölgesinde ve tarihin herhangi bir döneminde olabilirler. Tarihin hiçbir dönemi bu iki örnekten yoksun değildir. Onun için Kur'an, gördüğümüz ve tanık olduğumuz örneklerde bunu anlamaya ve görmeye çağırmaktadır.
Onlara iki adam örneğini ver. Emir sadece peygambere olmayıp Kur'ana bakan ve Allaha çağrı ve başkalarını uyarma sorumluluğu taşıyan herkesedir. Kur'an, daha çok kabul etmeleri için davetçinin dinleyenlere örnekler vermesini istemekte ve çağrının araçlarından biri olarak öyküleri kullanmasını söylemektedir.[168]
Öyküde, kafir adama Allanın dünya nimetlerini verdiğini görüyoruz. Ona iki bahçe vermiş, etrafı hurmalıklarla çevrilmiş, aralarında ekinler yeşermiş ve ortasında bir ırmak akmıştır.Her iki bahçe ürünlerini vermiş, sahibi ürün devşirmiş, mal, mevki ve makam sahibi olduğunu görmüş, bahçesine girerken kendisine yazık ederek bu bahçenin hiçbir zaman yok olmayacağını düşünmüştür.
Ama mümin olan arkadaşının dünya malı yokmuş, onun için kafir arkadaşı ona tepeden bakmış, malım ve adamlarım seninkinden fazladır, demiştir.
Buna rağmen ona "benim mal ve çocuklarımın seninkinden az olduğunu görüyorsun, umarım rabbim senin bahçenden daha iyisini verir" demiştir.
Ayetlerden anladığımız kadarıyla kafire verilen bu bolluk ve mümine yapılan bu kısıtlama, yüce Allanın her ikisini sınamak içindir. Kafir bol nimetle sınanmış, sınavı kaybederek küfrü katmerleşmiştir. Mümin ise bu mallardan yoksunlukla sınanmış, fakat sınavı kazanarak imanı daha da artmıştır.
Burada Kur'anın şu kesin iman gerçeğini de görüyoruz; Geçici olan dünya malı, Allahın kişiye değer verdiğinin ifadesi değildir. Dünya malına sahip olmamak da, Allahın kişiyi horladığını ve değer vermediğini göstermez.
Şüphesiz dünya malı, insanın değerli veya değersiz olduğu yahut Allah tarafından sevildiğini veya sevilmediğini gösteren bir şey değildir. Onun için Yüce Allah bu dünya malını müslümanlara verdiğinden çok, kafirlere verebilir.
Kur'anı Kerim "İnsanı rabbi deneyip kendisine ikram ve nimet verdiği zaman, rabbim beni onurlandırdı,der. Ama onu sınayıp rızkını kısarak bir Ölçüye göre verdiği zaman, rabbim beni horladı, der. Hayır!"[169] sözlerine bakarak dar
görüşlü bazı kişilerin dünya malını üstünlük veya aşağılığın ölçüsü sandıklarını belirtmektedir.
Şüphesiz Allah, dünya malını sevdiği ve sevmediği kişilere verir. Ama din ve imanı ancak sevdiği kişilere verir.[170]
Birinci ayette imanla ilgili güzel bir dilbilgisi espirisini görüyoruz, "ikisinden birine üzüm bahçelerinden oluşan iki bahçe verdik, etrafını hurmalıklarla çevirdik ve aralarında ekinler bitirdik" ayetinde Yüce Allah, üç tane geçmiş zaman fiilinin öznesi olarak gösterilmiştir. "İkisinden birine iki üzüm bahçesi verdik", "Etrafını hurmalıklarla çevirdik","Aralarında ekinler bitirdik" ayetlerinde yüce Allah fiillerin öznesi olmuştur.
Anlatımdaki bu dilbilgisi inceliği,iki bahçeyi ve içindeki ağaç, ekin ve meyveleri takdir eden ve yaratan gerçek failin Allah olduğunu belirtir. Kafirin kendisi sürmüş, ekmiş,dikmiş, yetiştirmiş, bakmış, korumuş ve bu maddi işleri yaparak açık maddi bir sebep olmuşsa da, bahçelerde sahip olduğu şeylerin gerçek sebebinin kendisi olmadığını belirtmektedir.
İki bahçenin sahibi sebep ise, o sebebi yaratan Allahtır. Süren ve eken o ise,takdir eden ve dileyen ise Allahtır. Allahın dediği olur, dilemediği olmaz. Onun için fiillerin Öznesi Allah olmuş ve her iki bahçede kafir adamın herhangi bir iş yaptığı belirtilmemiştir. Kur'an bu gerçeği Vakıa suresinde şöyle ortaya koymaktadır:
"Söyleyin, ektiklerinizi yerden bitirenler siz misiniz, yoksa biz miyiz? Dilersek biz onu çerçöp yaparız, siz de şaşar kalırsınız ve ' doğrusu borç altına girdik,hatta yoksun kaldık' dersiniz."[171]
İşlerin Yüce Allaha isnad edilmesi, iki bahçe sahibinin şımarıklık, azgınlık ve nankörlük göstermeye hakkının olmadığını ve bu davranışlarda bulunmasının çirkin olduğunu gösterir. Sahip olduğu için böbürlenip azgınlaştığı iki bahçenin varolmasında ve sebeplerin oluşmasında kendisinin hiçbir rolü yoktur. İkisini Allah ona vermiştir. Etrafını hurmalıklarla Allah çevirmiştir. Aralarında ekini Allah bitirmiştir.Yine aralarında ırmağı Allah akıtmıştır. Bu adam verdiği nimetlerden dolayı Allaha şükredeceği yerde, ona karşı nankörlük etmiş, şımarıp azgmlaşmışhr.[172]
İki bahçeyi anlatan ayetlere bu kez tarımsal ve çevre mühendisliği gözü ile bakacağız. Ayetler bahçenin düzeni, şekli ve ağaçlarının son derece mükemmel bir düzen içinde dikilmesi konusunda sanatsal örnek bir tablo çizmektedir.
İki bahçe! Allah etrafını hurmalıkla çevirmiş, aralarında ekin bitirmiş ve ırmak akıtmıştır, ikisi de ürün vermiş ve hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır. Kur'anda anlatım üslubunun, ikinci derecedeki bu tür ayrıntıları vermeden hızlı geçmesine rağmen, iki bahçenin plan ve düzenini ayrıntılarına kadar belirtmesinin amacı, onu okuyan ve inceleyen kişilerin bu sanatsal teknik düzenlemeye dikkatlerini çekmektir. Bu inceliği kavrayınca aşağıdaki sonuçları çıkarabiliriz:
1- Park ve bahçe düzenlemelerinde bu teknik tarımsal boyuta işaret eden Kur'an ayetlerinin sanat güzelliğinin zevkini yaşamak.
2- Kur'anın bu örneğine bakarak park ve bahçeleri bu uyuma göre düzenlemek.
3- Tarımsal alanda olsun, başka alanlarda olsun, eşyayı teknik ve mimari açıdan düzenlerken Kur'andan yararlanmak. Önemli olan, bir işi sadece yapmak ve görevi yerine getirmek değildir. Aksine işi teknik ve sanat gözü ile, güzellik zevkiyle ve uyum içinde düzenleyici bir elle yapmak çok önemlidir, iki bahçenin düzen ve uyumunun güzelliğine bak!
Çardaklı ve çardaksız asmalar, onları bir sur gibi kuşatan ve etrafını çeviren hurma ağaçları, asmaların arasında boy veren başaklar ve iki bahçe arasında akan ırmak!
Bu teknik sanatsal düzenleme ve güzelliğin sadece güzellik zevkini tatmin etmekle kalmadığını, belki aynı zamanda tarımsal ve ekonomik bir başarı sağladığını da unutmamalıyız. Çünkü iki bahçe ürünlerini vermiş ve hiçbir eksiklik bırakmamıştır.
Şüphesiz düzen ve ahenk, görevin güzelce yerine getirilmesini, toprağın ve ağacın verim gücünden tam yararlanmayı sağlar. Çünkü toprak ancak kendisine verilen emek kadar ürün verir. Ağaç da tam ürün vermesi için bakım ve hizmet, emek ve düzenleme ister.[173]
İki bahçe sahibinden söz eden ayetlerde biri olumlu, üğeri olumsuz iki defa zulme işaret edilmiştir. Birincisinde
Kur'an, iki bahçenin zulmetmedeğini, yani ürünlerini eksiksiz verdiğini belirtmektedir. "Her iki bahçe ürünlerini vermiş ve eksik hiçbir şey bırakmamıştır" İki bahçe verebileceği en büyük ürünü vermiş ve eksik bir şey bırakmamıştır. Kur'an eksik bırakmayı "zulüm" kelimesiyle diie getirmiştir."Ondan eksik hiçbir şey bırakmadı".
ikinci kullanımda ise Kur'an, bahçe sahibinin zulmettiğini belirtir: "Kendisine yazık ederek bahçesine girdi". İki bahçesi zulmetmediği, yani haksızlık yapmadığı halde, kendisi kendine zulmetmiştir. Okuyucu Kur'anın bu anlatımına şaşmaktadır.
Asmalar, hurma ağaçları ve ekinlerden oluşan bir bahçe adaletli davranarak zulmetmemiş ve meyvelerinden hiçbir şey esirgememiştir. Kur'an bitki, toprak ve cansız varlıkların zulmetmediğini söylemektedir.
Ama aklı ve ruhu olan, duygu ve düşüncesi bulunan insan, hayatında zalim olmuş, zalim olan bu insan zulmetmeyen bahçesine girmiş,tam bir mertlik ve cömertlikle kendisine verdiği meyvelerini şımarıklık, zulüm ve azgınlıkla koparmıştır.
Hayret bir şey! Verimli, mert ve zulmetmeyen bitki! Diğer tarafta cimri, gururlu ve zalim insan!
Kur'anın, insanın zulmünü kendisine nisbet ettiğini unutmamalıyız, insan kendine zulmetmektedir. Çünkü Allaha karşı küfretmiş ve kendini tehlikeye atmıştır. Mallarının yok olmasına yolaçtığı için, iki bahçesini yitirdiği için, Aliahın nimetine karşı nankörlük ve kafirlik yaptığı için bu kişi kendine zulmetmiştir. Zaten zalim, ancak kendine zulmeder. Kötülük, ancak sahibini yok eder.
"And olsun ki kendilerine bir uyarıcı gelince, milletler arasında en doğru yolda gidenlerden biri olacaklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin etmişlerdi. Ama kendilerine uyarıcının gelmesi,.yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü düzen kurmakla uğraştıklarından sadece nefretlerini arttırdı. Oysa kurulan kötü tuzağa ancak sahibi düşer. Öncekilere uygulanagelen yasayı görmezler mi? Sen Allah'ın yasasında bir değişiklik bulamazsın. Sen Allah'ın yasasında bir sapma da bulamazsın."[174]
Kur'an, iki bahçe sahibi kafiri ilginç bir şekilde canlandırmakta, tuhaf davranışlarını tasvir etmekte, çalım satarak söylediği sözleri aktarmakta ve hasta batıl anlayışını ortaya koymaktadır.
Bu davranış ve sözlerin ortak özelliği, gururlu ve aldanmış, mal, mülk ve maddi varlıkla sarhoş olmuş, aşırı zenginlikle gözü dönmüş, şımarmış, azmış ve barbarlaşmış, bütün bu hastalıklarla zihni ve basireti körelmiş, böylece ne söyleyeceğini,nasıl davranacağını, kendini nasıl kontrol edip değerini nasıl bileceğini anlamamış bir insandan meydana gelmesidir. Kur'an onun şu söz ve davranışlarını şöyle sergiler:
a- Cennetine girerken kendine yazık etmiş.
b- Bahçesinin kalıcı ve nimetlerinin sürekli olduğunu sanmış, onun için ona bel bağlayarak "bu bahçenin kesinlikle yok olacağını sanmıyorum" demiş.
c- Bahçesine bel bağlayıp içindekilerle yetinmesi sonucu ahiret yurdunu unutmuş, kiyametin kopacağına inanmamış ve "kiyametin kopacağını sanmıyorum" demiş.
d- Müminlerin söylediği gibi kiyamet ve ahiret olacaksa ve Allah bu zengini kabrinden diriltip yanına götürecekse, orada da kendisine bu bahçeden daha iyisini vereceğine inanmış. Madem ki dünyada Allah kendisine iki bahçe vermiş, öyleyse, iddia edildiği gibi, ahiret diye bir şey olacaksa, orada da bu bahçeden daha iyisini kendisine verecektir, diye düşünmüş ve "Rabbime döndürülecek olursam, and olsun ki bundan daha iyisini bulurum" demiş.
e- Bütün bunlar, konuştuğu mümin arkadaşına karşı taşkınlık yapmasına yol açmış ve işi "benim malım da, adamle.rım da seninkinden fazladır" diyecek kadar ileri götürmüştür.
Adam, üstünlüğün sebebinin malın çokluğu olduğunu ve malı çok olduğu için arkadaşından daha üstün bulunduğunu sanmış. Saygın olmanın ve saygı görmenin sebebinin kişilerin sayısı,makam ve mevki olduğunu, bu şeylere sahip olduğu için de terazide arkadaşından daha ağır bastığını düşünmüş.
Şüphesiz gurur, sahibinin gerçekleri görmesini engeller, geçici dünya malına aldanış da doğru yolu görmeyecek kadar sahibinin gözüne perde çeker.[175]
Kafir adamın kibir, gurur,. şımarıklık ve azgınlık mantığını Kur'an bize sunduğu gibi, mümin arkadaşının kafir arkadaşıyla konuşurken sergilediği hoş, zarif, sevimli ve imanlı mantığını da sunmaktadır. Aldatıcı maddi güçlerden ve yokolacak geçici dünya malından yoksun olan bu mümin adam saflığını ve kesini inancını korumuştur.
Sahip olduğu maddi imkanlarla gururlanan, kibirlenip azgınlaşan, gözü dönüp şımaran arkadışını görmüş, ama bu duruma aklanmamış, facir arkadaşı karşısında aşağılık, korkaklık, ezilmişlik ve zillet duygusuna kapılmamış, kendisi onun seviyesine düşmemiş, sahip olduğu şeylere kendisi de sahip olmaya can atmamış,meydandan kaçmayı ve rabbini teşbih etmek için bir köşeye çekilmeyi de tercih etmemiştir.
Şımaran ve azgınlaşan arkadaşına karşı dikilmiş, konuşarak ve tartışarak gerçekleri yüzüne haykımış, izzet, direnç, kesin inanç, üstünlük bilinci ve cesaretle konuşmuş, açıklayarak ve öğüt vererek seslenmiş, kendisine doğru yolu göstermiş, erdemüğin ve üstünlüğün yolunu göstermiş, Allahın kendisine verdiği mala ve mülke nasıl bakması ve onu nasıl kullanması gerektiğini öğretmiş, alçak gönüllü olmaya, güzel kullanmaya, kendisini yaratan, koruyan, besleyen ve nzıklandıran rabbini tanıtmış ve bu duruma gelmeden önce nereden ve nasıl meydana geldiğini anlatmıştır.
"Arkadaşı ona: seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratanı, sonunda da sana insan şekli vereni mi inkar zediyorsun? O Allah, benim rabbimdir. Rabbime hiçbir kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman 'Maşaallah, güç ve kuvvet ancak Allahtandır' demen gerekmez miydi?
Görüyorsun, benim malım da, çocuklarım da seninkinden azdır. Ama umulur ki Rabbim, senin bahçenden daha iyisini bana verir ve seninkinin üzerine gökten bir felaket gönderir de bahçen yerle bir olur. Yahut suyu çekilir ve bir daha da bulamazsın, dedi"
Bu mümin adamın diyalog, tartışma üslup, ve mantığı bizlere örnek olmalıdır. Çünkü başkalarıyla nasıl konuşacağımızı, şüphelerini nasıl gidermeğe çalışacağımızı, gözlerinden perdeyi nasıl kaldıracağımızı, anlayış ve bakış açılarını nasıl düzelteceğimizi, sahip oldukları mal, mevki ve makamın kendileriyle konuşmaktan ve onlara doğrulan söylemekten bizleri alıkoymaması gerektiğini öğreniyoruz.
Aynı şekilde aldanıp kendimizi onlarla kıyas etmemeyi, içinde bulundukları durumda olmayı arzu etmemeyi de bize öğretmektedir. Çünkü mümin olduğumuz sürece biz onlardan daha sağlam ve güçlüyüz, daha üstün ve onurluyuz, imanımızla daha zengin ve Allaha daha yakınız.[176]
Mümin adam, konuştuğu kafir arkadaşını Allaha şükredecek ve Allahın verdiği nimetlerin daha çok sürmesini sağlayacak şekilde doğru davranmaya yöneltmiştir. Allaha sığınmasını, işleri onun iradesine bağlamasını, gücüne dayanıp kuvvetini ondan almasını söylemiştir. Ona "Bahçene girdiğin zaman 'Maşaallah, güç ve kuvvet acak Allahtandır, demen gerekmez miydi?" demiştir.
Mal, aile ve çocuklarından hoşuna giden bir şey olduğu zaman müminin serapa iman olan bu sözü söylemesinde çok büyük bir hikmet vardır. Bunu söylerken sahip olduğu bütün şeylere salt kendi çaba ve gayretiyle değil, Allahın istemesiyle sahip olduğunu itiraf eder ve "maşaallah!"[177] der.
Mümin inanıyor ki kuvvet ancak Allanın vergisidir. Çünkü her şeye gücü yeten ve her şeyin üstünde güce sahip olan sadece Allahtır. insanlara kuvveti ve gücü veren odur. Allah bir insanı kuvvetten yoksun bırakırsa, bütün yer yüzü güçlerinin ona bir yaran olmaz ve kendisine kuvvet veremez. Onun için müminin dili "Allah vermezse, hiçbir kuvvet olmaz"der.
Kur'anın öğrettiği iman dolu bu söz, söyîeyen kişinin nasıl kuvvetli bir imana sahip olduğunu, Allaha sığındığını, kendisine olan İhtiyacını ve karşısındaki zayıflığını anlatır. Yine bu söz, sahibini alçak gönüilü ve dengeli olmaya çağırır, böbürlenme, şımarıklık, kibir ve gururlu olmayı önler. Mümini, sahip olduğu nimetleri Allahın kullarına hizmet için, Allaha yakınlık kazanmak, onu anmak, ona şükretmek ve kulluk yapmasına yardımcı olması için kullanmaya çağınr.
iyi insanlar bu iman sözünün içerdiklerini kavramışlar, malları, çocukları ve gelirleri hoşlarına gittiği zaman söylemişler, davranış ve amelleri buna göre olmuştur.
Urve İbn Zubeyr, malından hoşuna giden bir şey gördüğü veya hurma bahçelerinden birine girdiği zaman "Maşaallah! Allah vermezse, hiçbir kuvvet olmaz" derdi. Yüce Allahın "Bahçene girdiğin zaman Maşaallah! Allah vermezse, hiçbir kuvvet olmaz, sözünün uygulamasını yapardı. İbn Şihab Zuhri de mallarının arasına girdiği zaman "Maşaallah, Allah vermezse, hiçbir kuvvet olmaz, derdi. -
İmam Malik de evine girdiği zaman "Maşaallah, Allah vermezse, hiçbir kuvvet olmaz" derdi. Öğrencisi Mutarrif bunu niçin söylediğini kendisine sorunca, "Bahçene girdiğin zaman Maşaallah, Allah vermezse,hiçbir kuvvet olmaz,demen gerekmez miydi" dediğini duymuyor musun? derdi.
Meysere, Vehb İbn Münebbih'in kapısında "Maşaallah,bu da Allanın "Bahçene girdiğin zaman Maşaallah, Allah vermezse, hiçbir kuvvet olmaz" sözünün yazılı olduğunu gördüm, der.[178]
imanın ifadesi olan bu sözü her zaman kalplerimizin alışkanlığı yapmalıyız. Kalplerimiz onu ezberlemeli, dillerimiz onu söylemeli, hayatımızda ve bütün işlerimizde onu yaşamalıyız. Böylece Allanın bize verdiği nimetlerin sürmesini istemiş ve ona şükretmiş oluruz.[179]
Mümin adam, kafir adamı, küfür ve azgınlığı sebebiyle sahip olduğu nimetlerin yok olabileceği konusunda uyardı ve Yüce Allanın bahçesini yerlebir edebileceğini söyledi. "Umulur ki rabbim bana senin bahçenden daha iyisini verir ve seninkinin üzerine gökten bir felaket gönderir de yerle bir eder, yahut suyu çekilir ve onu bir daha da geri getiremezsin "dedi.
Fakat arkadaşı nankörlük ve azgınlığından hiç de vazgeçmedi. Küfür, azgınlık, şımarıklık ve kötülüğüne devam etti. Sonunda Allah ona hak ettiği bir uygulama yaptı, küfür ve kötülüğünün cezasını verdi, nimetini ondan aldı, bahçesini yok etti, üzüm, hurma ve ekinlerini yerle bir etti, meyveleri gitti ve suyu yere battı. Kur'an bütün bunları "Ürünleri yok edildi" sözleriyle belirtmiştir.
Ömrünü tükettiği, her türlü çabayı gösterdiği, geliştirmek ve korumak için mal ve emekler sarfettiği malı, nimetleri ve mülkü gitti. Bütün bunlar yerlebir edildi ve anlatılan bir öykünün konusu oldu.
Bunu anlatmak için kullanılan fiil bile edilgen kipte gelmiş ve "Ürünleri yok edildi" denilmiştir. Fiilin edilgen kipte getirilmesinin sebeplerinden bazıları şunlardır:
1- lki bahçenin sahibi, bu işi kimin işlediğini bilmemiştir. Yani bahçesinin niçin yok olduğunu bilmemiş ve faili bulmak için aklından geçirmediği kalmamıştır.
2- Faili belirlemek için gözlemcilerin, görenlerin ve analiz yapanların ihtilaf edecekleri gerçeği. Çünkü bunların kimileri meteorolojik etkenleri, kimileri tarımsal etkenleri, kimileri mal ve harcama etkenlerini sebep olarak gösterecek, kimileri de yerlebir olmayı sahibinin ihmal ve taksiri gibi birtakım şeylere bağlayaaktır. Azınlık kişiler de iman sebebini ve rabbani etkeni kavrayarak "küfür ve isyanının sonucunu görmüştür, yaptığının cezasını çekmiştir" diyecektir.
3- Kur'an, nimetleri Allahm verdiğini belirtmiş ve öykünün başında "ikisinden birine iki bahçe verdik, etrafını hurmalıklarla çevirdik ve aralarında ekinler bitirdik" diyerek fiilleri Allahm yaptığını belirtmiştir. Bu da nimetleri Allahm insana verdiğini, onun için kendisine şükredip kulluk yapması gerektiğini anlatmak içindir.
Burada ise, yok etmenin bilgisi ve adaleti çerçevesinde olmasına rağmen, nimeti Allanın yok ettiğini ve sahibinin elinden çıkardığını söylemek uygun düşmez. Onun için nimetlerin verildiğini belirtirken işler Allaha isnad edilmiş, ama bu nimetlerin yok edilmesi anlatılırken fiiller ona isnad edilmemiştir.[180]
Kafir adam bir anda bütün emeklerinin boşa gittiğini ve mallarının yok olduğunu gördü. Zarar ve kayıplarını gördü, geleceğinin karardığını anlayarak çok pişman oldu. Pişmanlığını Kur'an "Ürünleri yok edildi. Bahçenin yerle bir olmuş çardakları karşısında sarfettiği emeğe içi yanarak
ellerini oğuşturup "Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" diyerek dile getirir.
Hüsran, pişmanlık ve üzüntüsünden ellerini oğuşturmaya başladı. Yerle bir olmuş çardakları karşısında verdiği emek ve yaptığı masraflar için üzüldü ve pişman oldu.
Hesaplarını gözden geçirdi, elinde kalanlara baktı, bir de bahçe için yaptığı masrafları topladı.Yapılan masraflar, maddi ve manevi bütün harcamaları içine almaktadır. Onun için ne mallar harcadı! Ona ne vakitler ayırdı! Onda ne günler ve aylar geçirdi! Gidip gelerek, kontrol ederek, içinde ve etrafında dolaşarak, gece ve gündüz çalışarak ne emekler verdi! Uzmanlara danışarak ve bilgiler öğrenerek onun için ne projeler ve planlar hazırladı! Onun için ne hayaller kurdu, ne gelecekler tasarladı! Ona ne ümitler bağladı ve ne rüyalar gördü! Ona ne kadar bel bağladı ve gece gündüz onun için nasıl yaşadı! Kısaca bütün ömrünü onun için, onun içinde yaşayarak ve bütün malını onun için harcayarak yaşadı. Ama bütün bunlar gözünün önünde bir anda yerle bir olup gitti. Gelin gibi süslenmiş bahçe yerle bir oldu. Yıkım, hüsran ve tükeniş! '
Onun için yaman bir pişmanlık duydu. Bütün -bu harcamaları ve masrafları, bütün o hayal ve emelleri gözünün önünden geçirerek gördüğü manzara karşısında ellerini oğuşturmaya başladı, "keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" deyip söylenmeye başladı.
Ne büyük pişmanlık! Ne büyük kayıp! Ne talihsiz bir hayat! Ne kadar boşa giden bir ömür ve ne kadar yanlış yaşamış bir insan!
Böbürlenerek, şımararak, kibirlenerek, gururlanarak, azgınlaşarak ve kabuğuna sığmayarak yaşamış olan bu insan, mümin arkadaşına karşı "Benim malım da, adamlarım da seninkinden çoktur"diye övünen bu insan, bahçesine bakıp "Bunun yok olacağını sanmıyorum" diyen bu insan, şimdi bahçesinin yok olduğunu ve tükendiğini görüyor, ellerini oğuşturarak uygulamalarıyla ve "Keşke Rabbime kimseyi ortak koşmasaydım" sözleriyle ne büyük pişmanlık duyduğunu anlatıyor![181]
Kur'anı Kerim, kafir adamın kayıpları ve bahçesinin yok olması olayından sonra "İşte orada güç ve egemenlik gerçek olan Allahındır. Vereceği mükafat da, ona bağlanacak umut da daha iyidir" diyerek değerlendirme yapmaktadır.
Bu değerlendirme bize Kur'anın imanla ilgili doğru ve kesin bir kuralını belirlemektedir .O da egemenliğin sadece Allanın olduğu, Allah kimin dostu ise, onun kurtuluşa ereceği, kimin dostu ve velisi değilse, onun zarar edeceği, Allahm birine dost olmasının sonucunun başarı, kurtuluş ve iyilik olacağı, dostluğunu kazanan kişinin de ondan büyük mükafat alacağı gerçeğidir.
Bu gerçek, mümin adam ile kafir arkadaşı öyküsünde bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. İnanan adam, Allahı dost edinmiş, onun vereceklerini seçmiş, dünya malı ve süsüne aldanmamış ve konuştuğu arkadaşına: "Ama o Allah benim Rabbimdir.Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bahçene girdiğin zaman Maşaallah, güç ve kuvvet ancak Allahtandır, demen gerekmez midi?
Görüyorsun, benim malım da, çocuklarım da seninkindinden azdır.Umarım rabbim bana bahçenden daha iyisini verir "demiştir.
Güzel sonuç ve kapsamlı mükafat bu mümin adamın oldu. Çünkü en güzel mükafatı Allanın vereceğini ve en iyi umudun da onda olduğunu görmüştür.
Rabbine inanıyordu. Onu dost edinmişti. Onun için kazanmış ve başarıya ulaşmıştı. Bu da gerçek dostluğun ve egemenliğin, ancak gerçek olan Aüahın olduğu içindir.
Kafir adam ise, Allahtan başkasını dost edinmiş, Allahtan başkasına güvenmiş, üstünlüğü ondan başkasının yanında aramış ve Allahtan başkaların yanındaki şeyleri tercih etmiştir, iki bahçesine güvenmiş, onlara bel bağlamış, ürünlerini tercih etmiş, üstünlüğü mal, makam ve aile fertlerinin çokluğunda aramıştır. Fakat eline ne geçmiştir?
Dost deyip bel bağladığı, güvenip böbürlendiği her şeyi gitmiş! Hepsi bir anda gitmiş, böylece güçsüz, aciz,kimsesiz, üzgün, pişman, zararda ve sıkıntıda kalmıştır. "Ona Allahtan başka yardım edecek bir topluluk olmamış ve kendi kendini de kurtaramamıştır".
Tarih, Kur'anın ve imanın ortaya koyduğu bu açık gerçeğin pek çok örneklerine tanık oimuş, Allahı bırakıp Firavn ve Karun gibileri dost ve veli edinen kişilerin zararını, zilletini ve zayıflığını tescil etmiştir. Aynı şekilde Allahı dost ve veli edinen, ahiretten önce basan, mutluluk, üstünlük ve kurtuluşa eren müminlerden de çok örnekler kaydetmiştir.
Kur'an, seçim yapmamız, nasıl seçim yapacağımızı öğrenmemiz ve bu seçimin sonuçlarına katlanmamız için bu iki örneği vermektedir. Allahın dostluğunu ve egemenliğini mi seçelim? Ona mı yönelelim? Onun vereceklerine mi ümit bağlayalım? Böyle yaparsak, öyküde anlatılan adamın bizim için örnek olacağını, böyle olursak istediklerimizi elde edeceğimizi ve umduklarımızı bulacağımızı belirtmektedir.
Ama Allahtan başkasının dostluk ve egemenliğini seçenler ve iki bahçe sahibi kafir adam benzeri kafirleri örnek alanlar, sadece kendilerini suçlasmlar. Çünkü günü geldiğinde tıpkı o adam gibi kendilerini güçsüz, korumasız, makam ve mevkiden ve egemenlikten yoksun olarak görecekler, pişmanlığın yarar vermediği bir zamanda pişman olacaklar ve o gün kayıpları sonsuz olacaktır. Çünkü "Kudret ve egemenlik, gerçek olan Allahındır. Verilecek mükafat bakımından ve varılacak yer bakımından O en iyisidİr".[182]
insanlar, Kur'anm anlatımına kendini verdiği ve iki bahçe sahibi kafir adamın başına gelenler karşısında duygulandığı, güç ve egemenliğin ancak gerçek olan Allaha ait olduğunu belirten iman temelini öğrendiği bir ortamda Kur'an onlara dünya hayatının nasıl olduğunu bir örnekle anlatarak şöyle buyurur;
"Onlara dünya hayatı örneğini ver. Gökten indirdiğimiz su ile yer yüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgarın savuracağı çerçöpe döner. Allah herşeyin üstünde güce sahip olandır".
Kur'an, iki bahçe sahibi öyküsünün değerlendirmesini yapmak üzere bu örneği vermiştir. Sahibinin kalıcı ve sürekli olduğunu sandığı iki bahçeyi Yüce Allah bir an< yelebir etmiş ve defterini dürmüştür. Verilen örnekte
dünya hayatı kısa, hızlı ve hemen gidicidir. Tıpkı, Yüce Allahın bir anda gökten suyu indirmesi, su ile biten bitkilerin bir anda birbirne karışması ve yine bir anda bu bitkilerin rüzgarların savurduğu çerçöp olmasına benzer.
Bu örnek, dünya hayatını hayalde kısa, hızlı, sahneleri bir anda gelip geçen bir şerit halinde vermektedir. Kur'anda hızlı gelip geçen sahnelere de örnektir.
İşte su gökten iniyor, sunuştaki hızı göstermek için,kendisi bitkilere değil, bitkiler ona karışıyor, bitkiler de kuruyor ve rüzgarların alıp savurarak uzaklara götürdüğü sararmış, biçilmiş, ayaklar altında ezilmiş çerçöp oluveriyor. Hem sıra, hem sürat ifade eden "fa" harfi, bu hızlı sunuşta ve. halkaların birbirini izlemesinde rol oynamıştır.
Dünya hayatı örneğinin hızlı gösterimini ve sahnenin kısalığını daha derinden düşünmek için Kur'anın dünya hayatını anlatarak verdiği bir aşka örneği hatırlayalım. Burada sahne uzun, gösterimi ağır ve geçmesi uzun sürmektedir. Yüce Allah uyuruyor:
"Görmedin mi, Allah bulutları sürer, sonra onları bir araya getirip üst üste yığar, sen de onların arasından yağmurun yağdığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutları indirir, dilediğini ona uğratır, dilediğinden de uzak tutar.Bu bulutların şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır."[183]
Kehf suresinde dünya hayatı sahnesi kısa, hızlı, sahnenin ortamı ile uyumlu ve gösterildiği atmosfere uygun olmuştur. Orada bu sahne, sahibinin güvendiği ve hiç yok olmayacağını sandığı, ama bir anda yerlebir olan ve dünya hayatının bir parçası bulunan iki bahçe sahibi öyküsünün ardından gelmiştir.
iki bahçe bir anda yerle bir edilip yok olduğu gibi, dünya hayatı da bir anda yok oluverir. Dünyada iki bahçe sahibi her şeyini yitirdiği gibi, dünyaya güvenip rabbini unutan herkes de her şeyini yitirecektir. Çünkü kaybolacak bir gölgeye, yok olacak bir mala ve aldatıcı bir hayale bel bağlamaktadır.
Dünya hayatının süratini ve kısalığını anlatan bu benzetme gerçek midir, mecaz mıdır?
Şüphesiz bu, gerçek ve bir olgudur.Hayatta varlığı ve doğrulayıcıları vardır. Çünkü ahirete oranla dünyanın ömrü nedir ki? Dünyada insanın yaşadığı ömür nedir ki? Hatta dünyanın ömrüne oranla uzunluğu nedir ki? Yine ahiretteki hayatına oranı nedir ki? Şüphesiz anılmaya bile değemez. Kısa ve hızlıdır. Onun için bu hayat, ne kadar kısa ve ne kadar basittir!
Yüce Allah buyuruyor: "Onları toplayacağı kiyamet gününde, sanki gündüz bir saat kadar kalmış gibi birbirleriyle tanışırlar"[184] "Allah onlara kaç yıl kaldınız, der. Bir-gün veya daha az bir süre kaldık, sayanlara sor, derler. Allah, pek az kaldınız, keşke bilseydiniz! Sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?"[185]? "Çoğalma hırsı, kabirleri ziyaret ederek onlarla öğünmeye kadar götürdü"[186]
Kur'an, dünya hayatının kısalığını, tükeniş ve yok oluş süratini belirttikten sonra hayataki şeylerin geçici birer gölge gibi olduğunu da belirtmiş ve "Mal ve': çocuklar, dünya hayatının süsüdür" oemiştir.
Bütün bunlar Kur'anın belirttiği kesin ve açık gerçeklerdir. Mal ve çocuklar dünyadaki her şey olmadığı gibi, dünyanın en önemli şeyleri de değildir. Bunlar dünya hayatının ancak bir süsüdür. Bu da çocuklara ve mala bu gözle bakmamızı ve onlara bu ölçü ile davranmamızı gerektirir.
Bu anlamı "süs" kelimesi vermekte ve bu gölgeyi meydana getirmektedir. Çünkü süs demek,bir şeyin kendisi veya temel parçası değil, güzellik ve sanat zevkini tatmin etmek ve süslemek için kullanılan harici bir şeydir. Rağıb ısfahani Müfredat kitabında süs için şöyle der:
"Gerçek süs, dünyada da, ahirette de hiçbir şekilde insanı rahatsız etmeyen şeydir. Ama bir durumda süslerken diğerinde süslemeyen şey, bir yönü ile zarar vermektedir. Genel olarak süs üç türlüdür;
Biri, bilgi ve güzel inançlar gibi manevi süs. Biri de kuvvet ve boy uzunluğu gibi bedeni süstür. Diğeri de, mal ve makam gibi harici süstür."[187]
Mal ve çocukların dünya hayatının süsü olarak görülmesi, onların ihmal edilip terkedilmesini gerektirmediği gibi, Allaha inanmak ve ona kulluk yapmaktan da insanı alıkoymamalıdır. Onun için bu ikisine dünya hayatının süsü olarak bakılmalıdır. Hayatın güzelleştirilmesi ve süslenmesi için, ondan yararlanmak için bir süs olarak algılanmalı, değerinden fazla değer ve önem verilmemelidir. Mal ve çocukların hayatta her şey görülmesi veya onlarla meşgul olup Allahın unutulması yahut Allah yerine onlara güvenilmesi doğrudeğildir.
Mal ve çocuklar süstür. Süs olarak algılanmalı, süs olarak işlem görmeli ve süs olarak görülmelidir. Yüce Allah ne güzel buyuruyor: "Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe,nişanlı atlara, develere ve ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının geçimlikleridir.Oysd gidilecek en güzel yer Allah katındadır"[188]
Malın ve çocukların süs olarak nitelenmesi, iki bahçenin yok edildiği ortama uygun düşmektedir. Çünkü süs, bir şeyin kalıcılık ve sabitliğini değil, geçiciliğini ve yok olacağını belirtir.
Kur'an, başka bir yerde de mal ve çocukların dünya hayatının süsü olduğunu belirterek şöyle der: "Kendilerini sınamak için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlik verdiğimiz kimselere sakın göz dikme. Rabbinin rızkı daha devamlı ve daha iyidir."[189]
Çiçeğin ömrü kısadır.Çünkü çabucak solup ölmektedir. Süsün de ömrü azdır. Çünkü o da kısa zamanda bozulup gitmektedir. Mal da geçici bir gölge, çocuklar da ödünç bir emanettir.Bu geçici gölgeye ve ödünç emanete bel bağlayanlar ne kadar zarar ederler![190]
Mal ve çocuklar dünya hayatının süsü olunca, Kur'an hayatta kalıcı olan,önem verilmesi, gözlerin dikilmesi, kendisi için Ömürlerin tüketilmesi ve vakitlerin geçirilmesi gereken sabit şeye bizi yönlendirerek şöyle der: "Kalıcı güzel işler, rabbinin yanında mükafat olarak ve beslenecek emel olarak daha iyidir"
Geçici dünya hayatının süsü ve iki bahçenin yok olması ile sahibinin uğradığı zararın ardından kalıcı olan güzel amellerin belirtilmesinin bir amacı vardır. Mal ve çocuklar geçicidir. O halde kalıcı olan nedir? Yer yüzündeki iki bahçe yok oldu. Öyleyse nedir kalıcı olan?
Kalıcı olanlar, güzel amellerdir. Allahın yanında mükafatı daha iyi olan güzel işlerdir. Sahibine geçici olan bu şeylerden daha.güzel ve kalıcı mükafat verilecektir. Umut bağlanacak şeyler olarak da bunlar daha iyidir. Kişi bunlara umut bağlarsa,umudu boşa gitmez ve mutlaka umduğuna kavuşur. Öyleyse salih ameller ve güzel işler hangileridir? [191]
Kalıcı ameller, salih amellerdir. İnancından ibadetine ve hükümlerinden ahlakına kadar bütünüyle islamın kendisidir. Kur'an salih amelleri kalıcı sayar. Çünkü insan için gerçekten onlar kalıcıdır, insanın hayatında etkisiyle kalıcıdır. Kişiliğinde, ruh ve iç dünyasında kök salmasıyla kalıcıdır. Toplumun örf, ahlak ve geleneklerinde kalıcıdır. Kiyamet gününde sahibinin terazisinde ağırlık olarak kalıcıdır. Sahibinin cennete girmesine ve orada sefa sürmesine imkan sağladığı için kalıcıdır. Müslümanlar bu salih amellere önem vermeli, onlara yönelmeli ve onları çok çok İşlemelidirler. Çünkü kurtuluşları ancak onlarla mümkündür.[192]
1- Iki bahçe sahibinin öyküsü, hayal ürünü bir senaryo değil, tarihin bir döneminde olmuş gerçek bir olaydır.
2- Oykünün ayrıntıları, açıklamaya çalışmanın doğru olmadığı ve Kur'anda anlatılanların dışında bir şey söylememiz mümkün olmayan müphem/ belirsizliklerdendir. Belirtilmeyen bu ayrıntılarla ilgili sahih hadislerde de bir bilgi bulunmamaktadır.
3- Kur'anda örneklerin verilmesi, konunun anaşılması ve anlamın zihne yerleşmesini kolaylaştırır.
4- Oykünün kahramanı iki adam, her zaman ve her yerde bulunabilen ve tekerrür eden iki insan örneğidir.
5- Çağnda ve anlatımda davetçilerin Kur'anın anlatım üslubundan yararlanması gerekir. Bu da örnekler vermek ve gerçek öyküler anlatmakla olur.
6- Yüce Allah kafire süre tanıyabilir ve ona bol nimetler verebilir. Bu da sınamak ve denemek için olup Allahın onu sevdiğinin ve kendisinden hoşnut olduğunun delili değildir.
7- Yüce Allah mümini de sınayıp rızkını daraltabilir ve üzerindeki geçici dünya nimetlerini kısabilir. Bu da Allanın onu sevmediğinin ve kendisinden horladığının delili değildir. Çünkü dünyalık şeyler, Allah açısından ikram etme veya horlama alanı olmayacak kadar basittir. Yüce Allah dünyalık şeyleri sevdiği ve sevmediği kişilere verir, ama dini ve hidayeti ancak sevdiği kişilere verir.
8- Rızkı. nimet ve bolluğu sadece Allah verir. İnsanın düşünmesi, çabası,plan ve projeleri, malları sadece görünen maddi sebeplerdir.
9- Bağ, bahçe ve bostanların düzenlenmesi ile ilgili Kur'anda tarımsal güzel bir incelik bulunmaktadır. Bu da bağ ve bahçeleri tasvir ederken görülmektedir.
10- Toprağa emek vermek,tarımını düzenlemek, ekin ve ağaçlarını ahenk içinde yetiştirmek, teknik ve sanatsal bir zevki ortaya koymakta, bu da üretim ve gelirin artamasına yol açmaktadır.
11- Toprak haksızlık etmez ve verimini kesmez. Hiçbir ayırım yapmadan herkese ürün verir. Halbuki kafir insanlar haksızlık yapmakta, küfredip nankörlük yapmakta ve vermeyi yasaklamaktadırlar. Acaba vermede bunlar toprağı örnek almaları gerekmez mi?
12- lki bahçe sahibi kafir adam aldanma ve gururlanma sebebiyle gerçeği görememiş, böylece mağrur bir tavırla davranmıştır.Geçici dünyalık şeylere aldanan ve onlarla mağrur olan herkes böyledir.
13- Aldanmışların yanlış anlayışlarından biri de, dünyada kendilerine ikramda bulunmuşsa, kiyamet gününde de Allahın kendilerine ikram edeceğini düşünmeleri, müminlere ise bu hayatta ikramda bulunmamışsa, o gün de ikram etmeyeceğine inanmalarıdır.
14- Iman, sahibi için güven garantisidir. Mümin inancıyla üstün olarak yaşar, Rabbine güvenerek güçlü olur, dünyalık maddi şeylerin sahipleri karşısında zayıflamaz, ezilmez, korkmaz ve aşağılık hissetmez. Onlar gibi olmayı da arzu etmez.
15- Sahip oldukları dünyalık şeylere aldananlara öğüt vermek, içinde bulundukları durumun sonucu konusunda uyarmak, Allahın verdiklerine karşılık ona şükretmeleri ve verdiği nimetleri hoşnut olacak şekilde ona kullukta kullanmaları gerektiğini söylemek gerekir.
16- lslam inancının temeli, ancak Allahın dediği olur, ilkesidir. Onun dediği olur, dilemediği olmaz. Kuvvet ve kudret ancak ondandır. Allahın kuvvet vermediği kişi kuvvetli olamaz.
17- "Maşaallah, güç ve kuvvet ancak Allahtandır" sözü, Kur'anm öğrettiği bir iman sözüdür. Mal, aile veya çocuklarından hoşuna giden bir şey olduğu zaman müminin söylediği bir sözdür. Böylece Allaha şükreder, nimetinin sürmesini ister ve onu hoşnut edecek şekilde kullanmaya çalışır.
18- Allah, sahip oldukları nimetleri yok ederek aklanmış kibirli kafirleri mutlaka cezalandırır. Bu da yaptıkları kötülüklerin karşılığı bir cezadır.
19- Kafirlerin başına gelen felaketlerin ve musibetlerin yorumu ve sebeplerinin analizi değişik olabilir. Ancak bütün analiz ve yorumların, felaket ve musibetlerin kafirlerin yaptıklarına karşılık Allahtan bir ceza olduğunda buluşması gerekir.
20- Nimet yok olup eldeki şeyler ortadan kalktığında aldanmış kafir insan, pişmanlık duymaya ve kayıplara üzülmeye başlar.Ancak bunlar, pişmanlık ve üzüntünün yarar sağlamadığı anda, yani iş işten geçtikten sonra olmaktadır.
21- Azap ve ızdırap başladığında aldanmış kafir, mümin insanların kendisine önceden yaptıkları uyarıların doğruluğunu anlamaya başlar ve "keşke onların dediğini kabul etseydim, uyarılarına kulak verseydim" der. Fakat bu dileği artık gerçekleşmez.
22- Egemenlik ve kuvvet ancak gerçek oian Allahındır. Kim Allaha sığınır ve büyüklüğü onun yanında ararsa, aziz ve büyük olur. Kim de Allahtan başkalarına aldanır ve izzeti onların yanında ararsa, zarar eder ve zelil olur. Bütün dostlar ve veliler başkalarına yarar veya zarar sağlayamazlar. Bütün varlıklar, güçler, sebepler ve görünen şeyler Allanın iradesi, erleri ve kaderi karşısında aciz ve güçsüzdür.
23- Allahın yanında yer alanlar, bütün dünyalıkları yitirse bile, gerçekte hiçbir şey kaybetmiş olmazlar. Ama Allanın yanında yer almayanlar bütün dünyaya sahip olsalar bile, gerçekte hiçbir şey kazanmış olmazlar.
24- Dünya hayatı kısa ve çabuk geçicidir. Ona güvenen ve bel bağlayan kişi ne bedbahttır! Bu açık bir gerçektir. Çünkü insan bu dünyada ne kadar yaşacak? Dünya malından ne kadar toplayacak? Ve ondan sonra ne olacak?
25- Dünyahk bütün şeyler, dünya hayatının süsüdür.Hayatı süslemek ve güzelleştirmek için gereklidir. Aynı şekilde hayatta yaşamamız için zaruridir. Ancak dünyalık şeyleri en büyük gayemiz, en büyük hedefimiz ve her şeyimiz yapmak caiz değildir.
26- Dünyalık şeylerin bir süs ve çiçek görülmesi, süs ve çiçeğin çabuk solup yok olduğu gibi, dünya hayatının da çabuk yok olacağını anlatır. Dünyalıkları kendileri için her şey görenler, ne kadar çok zarar ederler!
27- AkıIh müslümanm temel olan şeylere önem vermesi,kalıcı olanı geçici olana,^ sabit olanı gidici olana, uzun vadeli olanı acil olana tercih etmesi, gelecekte kendisine yarayacak ve muhtaç olduğunda hazır bulacak şeyleri çokça işlemesi gerekir.
28- Kahcı şeyler Allaha itaat, ibadet ve salih amellerdir. Allanın yanında bunların mükafatı daha iyidir. Sahibi için emel olarak da daha yararlıdır.Bunlar daha iyidir, çünkü sahibi onları gelecekte yanında bulacak, emellerinin onlarda gerçekleştiğini ve onlardan dolayı büyük mükafat kazandığını görecektir.[193]
"Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, demişti.İki denizin birleştiği yere ikisi vardıklarında balıklarını unutmuşlardı ve batık denizi boylamıştı. Oradan uzaklaştıklarında Musa, yanındaki gence "Azığımızı çıkar, and olsun bu yolculuğumuzda yorgun düştük"dedi.O da "Bak sen! Kayalığa vardığımızda balığı unutmuşum, bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş" dedi.Musa,istediğimiz zaten bu idi, dedi.
Hemen geldikleri yoldan izleri üzrinde geri döndüler.Bu arada ikisi, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve ilim öğrettiğimiz, kullarımızdan birini buldular.Musa ona, hayra götüren bir bilgi olarak sana öğretilenden bana öğretmen için peşinden gelebilir miyim? dedi.O, şüphesiz sen benim yaptıklarıma dayar^rfiazsm, bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirin? dedi.
Musa, inşaallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım, dedi.O da, o halde bana uyacaksan, ben sana açıklamadıkça herhangi birşey hakkında soru sormayacaksın, dedi.
Bunun üzerine kalkıp gittiler. Sonunda gemiye bindiklerinde adam gemiyi deliverdi. Musa, gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Doğrusu, şaşılacak bir şey yaptın, dedi.Musa'ya, ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, demedim mi? dedi. Musa,unuttuğum için beni kınama, gücümün yetmediği şeyden de beni sorumlu tutma, dedi.
Yine gittiler. Sonunda bir erkek çocuğa rasladılar. Adam hemen onu öldürdü. Musa, Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz bir cana mı kıydın? Doğrusu, çok kötü birşey yaptın, dedi. O,ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, demedim mi? dedi.Musa,bundan sonra sana birşey sorarsam beni yanında tutma, o zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın, dedi.
Yine yola koyuldular. Sonunda vardıkları bir kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı bu İkisini misafir etmeyi kabul etmedi. İkisi şehrin içinde yıkılmaya yüz tutan bir duvar gördüler.Arkadaşı onu doğrultu verdi. Musa, difeseydin buna karşı bir ücret alabilirdin, dedi. O, işte bu, seninle benim ayrılmamızı gerektiriyor, dayanamadığm işlerin yorumunu sana anlatacağım, dedi.
Gemi denizde çahşan birkaç yoksula aitti.Onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü peşlerinde sağlam her gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı.Oğlana gelince; onun
ana babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk.
Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermeseni istedik. Duvar ise, şehirde iki yetim erkek çocuğa aitti.Duvarın altında oların bir definesi vardı. Babalan da iyi bir kimse idi. Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin içyüzü budur."[194]
Öyküleri incelerken, alimlerin kararlaştırdığı ve Kur'anda öncekilerin öykülerini inceleyenlerin uymalarını istedikleri bilimsel yönteme uyacağız. Bu yöntem, öykülerle ilgili sahih hadislerde yeralan bilgilere de bakmayı ve bunların ötesine israiliyat, mitoloji ve hurafelere girmemeyi öngörmektedir.
Hz.Musa ve Hızır öyküsünde Rasulullahın bazı ayrıntılara açıklık getirdiğini ve Kur'anda anlatılanlara bazı eklemeler yaptığını görüyoruz. Hadisçilerin büyük
çoğunluğu Rasulullahın bu konuda söylediklerini kitaplarında nakletmişlerdir. Bu hadisler Buharı, Müslim, Ebu Davud,Tirmizi, İbn Mace, Nesai, Ahmed, Hakim ve diğer kitaplarda bulunmaktadır. Aynı şekilde Taberi, İbn Kesir, lbnu'1-Esir gibi tarihçilerin kitaplarında da yer almaktadır. Tefsirciler de öyküyü anlatan ayetleri açıklarken bunları ele almışlardır. Burada öykünün ayrıntıları hakkında sahih/doğru olan rivayetler bizi ilgilendirmektedir. Bunlardan sadece Buhari ve Müslim'de geçenleri nakletmekle yetineceğiz.
Buhari, kitabının birçok yerinde, mesela İlim, icara, Şurut, Bedu'l-Halk, Enbiya, Tefsir, Eyman, Nüzur,Tevhid bölümlerinde öyküyü nakleder. Müslim ise Fadail bölümünün Fadailu'l-Hıdri bölümünde verir. Her iki hadis kitabında da yeralan rivayetlerin özeti şudur:
Buhari ve Müslim, Abdullah tbn Abbas'tan rivayet eder. ibn Abbas, Hz.Musa'nın arkadaşı konusunda Hur ibn Kays ile1 tartışmış ve bunun Hızır olduğunu söylemiştir. Ubey ibn Ka'b ikisinin yanından geçerken, ibn Abbas ona "Ey Ebu Tufeyl, buraya gel, Musa'nın buluşmak istediği arkadaşı konusunda bu adamla tartıştım, Rasulullah onunla ilgili bir şey söylediğini hatırlıyor musun?" diye sormuş, Ubey, Rasulullahın şöyle dediğini işittim, diyerek şunları anlatmıştır: "Musa, israil oğullarından bir topluluk içinde iken ona bir adam gelmiş ve 'Senden daha bilgili kimse biliyor musun?' diye sormuş, o da hayır, demiştir.Bunun üzerine Yüce Allah Musa'ya "Evet, kulumuz Hızır daha alimdir" diye bildirmiştir.Musa onunla nasıl buluşacağını sormuş, Allah ona balığı kılavuz yapmış ve kendisine "Balığı yitirdiğin yerde geri dön, onunla karşılaşırsın" demiştir. Musa Allanın dilediği kadar gitmiş, sonra yanındaki gence "Yemeğimizi getir" demiş, genç de "Gördün mü, kayaya çıktığımızda balığı unutmuşum, şeytan unutturduğu için onu hatırlamamışım" deyince, Musa ona "İşte bizim istediğimiz de bu idi" demiştir. Geldikleri yoldan geri dönmüşler, Hızır'ı bulmuşlar ve Kur'anda anlatılanlar ikisinin arasında geçmiştir"[195] Bu hadis, öykünün özeti sayılır. Buhari ve Müslim'de şu uzun rivayet de bulunmaktadır:
"Said İbn Cubeyr'in şöyle dediği rivayet edilmektedir:lbn Abbas'ın evinde idik. Bir ara" bana sorun,dedi. Dedim ki, ey Abbas'ın babası! Canım sana kurban olsun. Kufe'de Nevf el-Bikali denen masalcı bir adam var. Bu adam Hz.Musa'nın Hızır'ın arkadaşı olan Musa değil, İsrail oğullarından olan Musa olduğunu iddia ediyor.
İbn Abbas "Yalan söylüyor Allahin düşmanı". Rasulullahın şöyle dediğini Ubey İbn Kab'tan işittim: Musa, halka Allanın nimet ve ceza verdiği günleri hatırlattığı sırada insanların en bilgini kimdir? diye kendisine soruldu. O da benim, dedi. Allah daha İyi bilir, demediği için Allahtan azar işitti ve iki denizin birleştiği yerde bulunan kullarımdan biri senden daha bilgilidir, diye vahyetti. Musa, Ey Allahım, onu nasıl bulacağımı söyler misin, dedi.Ona "bir kovanın içinde tuzlu bir balık götür,balığı nerede yitirirsen Hızır oradadır" denildi.
Musa yanındaki Yuşa bin Nun adındaki gençle beraber çıkıp gitti.Kovanın içinde bir balık aldı ve gençle beraber yaya olarak yola düştüler. Kayanın yanına geldiler. Musa da, genç de orada uyudu. Balık kovada çırpındı ve denize düştü. Allah onun için suyun akıntısını kesti ve önünde koridor gibi bir yol açıldı. Balık, Musa ve gencin gözleri önünde oradan ilginç bir şekilde geçip gitti. İkisi yirmi dört saat gittiler, Musa'nın arkadaşı kendisine haber vermeyi unuttu.
Sabah olunca, Hz.Musa yanındaki gence yemeğimizi getir, bu yolculuktan çok yorulduk, dedi. Musa ister istemez yorulacaktı. Çünkü geçmesi emredilen yeri geçecekti.
Genç hatırladı ve "Gördün mü? Kayaya çıktığımız zaman balığı unutmuşum, onu hatırlamamı mutlaka şeytan unutturdu, balık tuhaf bir şekilde denizde yolunu tutmuş gitmiş" dedi.
Musa, bizim istediğimiz de buydu, dedi. Geldikleri yoldan geri döndüler, kayaya vardılar ve balığı buldular.
Musa, işte burası bana tarif edilmişti,dedi. Aramaya başladı. Bir de ne görsün, siyah elbise içinde sırt üstü uzanmış olan Hızır! Ona selam verdi.Hızır yüzünü açtı ve selamını alarak "Selam vermeyi nereden biliyorsun?" dedi. Ben Musa'yım, deyince Hızır, İsrail oğullarının Musa'sı mı? dedi. Evet, dedi.
Hızır: Allah sana benim bilmediğim bir bilgi öğretmiş, bana da senin bilmediğin bir bilgi öğretmiştir.
Musa:"Allahın sana öğrettiği ve beni hayra götürecek bilgiden öğretmen için sana arkadaşlık yapabilir miyim?" dedi.
Hızır: Benim yaptıklarıma kesinlikle sen dayanamazsın, bilgice kavrayamadığın şeye nasıl dayanabilirsin? Yapmam istenen işler var, sen onları görünce sabredemezsin, dedi.
Musa:Inşaaîah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte başkaldırmayacağım, dedi.
Hızır: Bana uyarsan, sana o şeyi anlatıncaya kadar benden hiçbir şey sorma,dedi. Musa, peki dedi.
Hızır ve Musa sahilde yürümeye başladılar. Gemileri yoktu.Oradan bir gemi geçti. Sahiplerinden kendilerini bindirmelerini istediler. Adamlar Hızır'ı tanıdılar ye ücretsiz bindirdiler.
Bir serçe gelip geminin kenarına kondu ve denizden bir yahut iki defa su içti.Hızır dönüp Musa'ya şöyle dedi: Ey Musa, Allanın bilgisinin yanında ikimizin de bilgisi, ancak bu serçenin denizden içtiği kadar bir şeydir.
Sonra geminin tahtalarından birini çekip çıkardı.Musa ona, adamlar bizi ücret almadan bindirdiler, ne yapıyorsun sen, sahiplerini batırmak için mi gemilerini deliyorsun? doğrusu şaşılacak bir iş yapıyorsun, dedi.
Hızır ona: Ben sana yaptığım işler karşısında dayanamazsın, demedim mi? dedi.
Musa: Unuttuğum için beni kınama, gücümün yetmediği şeyden de beni sorumlu tutma, dedi.
Sonra gemiden İndiler. Sahilde yürürlerken, çocuklarla beraber oynayan bir çocuk gördüler, Hızır oğlanın başını tuttuğu gibi kopardı ve çocuğu öldürdü. Musa şaşıp kaldı ve "Bir cana karşılık olmadan suçsuz bir cana mı kıydın? Doğrusu, çok kötü bir iş yaptın" dedi.
Hızır: Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, demedim mi? dedi. Bu birinciden daha çetin!
Hz.Peygamber şöyle buyurdu: Allah bize de, Musa'ya da rahmet eylesin,acele etmeseydi tuhaf şeyler görecekti. Fakat acele etti ve arkadaşımdan azar işitti.
Musa: Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık bana arkadaş olma, o zaman benim tarafımdan mazur sayıhrsın,dedi.
Gittiler, halkı kötü olan bir köye geldiler. Halkın arasında dolaştılar ve onlardan yiyecek istediler. Fakat halk oları misafir etmeyi red etti. Köyde yıkılmak üzere olan bir duvar gördüler, Hızır onu hemen doğrultu verdi.
Musa ona : Adamlar bizi misafir kabul etmediler, yiyecek vermediler, isteseydin bunun karşılığında ücret alırdın, dedi.
Hızır, artık beraber olamayız,deyip elbisesini aldı ve dayanamadığın işlerin yorumunu sana anlatayım, dedi.
Gemi, denizde çalışan bazı zavallılarındı.Onu kusurlu yapmak istedim.Çünkü ötede bütün gemilere zorla el koyan bir kral vardı. Alacak kişi gelip gemiyi kusurlu görünce, almadı, onlar da bir tahta çakarak tamir ettiler.
'Çocuğa gelince; kafir olacaktı. Anne babası onun üzerine titreyip şefkat göstermişti. Fakat büyüyecek olursa, onları azdırıp inkara sürüklemesinden korktuk. Rablerinin onlara o çucuktan daha temiz ve kendilerine daha çok merhamet eden birini vermesini istedik.
Duvar ise, şehirde yaşayan yetim iki çocuğundu. Duvarın altında onların bir definesi vardı, babalan da iyi bir adamdı. Rabbin iki çocuğun erginlik çağına gelmelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi."[196]
İbn Hacer'in Buhari şerhi Fethu'1-Bari kitabında ve Nevevi'nin Müslim şerhinde bu konuyu anlatan hadislerden sağıdaki sonuçlar çıkarılmıştır:
l- Gidilecek yer çok uzak da olsa, ilim öğrenmek için yolculuk yapmak güzeldir.
2- llim öğrenmeğe çalışmak güzeldir.
3- Daha fazla ilim öğrenmek güzeldir. Nitekim kişi ne kadar çok öğrenirse, yine de pek çok şeyleri bilmemeye devam eder.
4- Inatlaşmadan bilgi için tartışmak caizdir.
5- Alim olan kişinin daha alim birisinden ilim öğrenmesi ve onun peşinden gitmesi normaldir.
6- Âlim olan insana karşı edepli davranmak, ona saygı göstermek ve yeri geldiğinde usulüne uygun soru sormak gerekir.
7- Zahiri anlaşılmayan söz, fiil ve hareketer yorumlanabilir.
8- Aksi ortaya çıkıncaya kadar zahire bakarak hüküm vermek.
9- Verilen söze bağlı kalmak ve sözün tutulmaması halinde özür dilemek gerekir.
10- Dua ve ahiretle ilgil diğer işlere kişinin kendisinden başlaması tercih edilirken, dünyalık işlerde başkasını öne almak ve tercih etmek daha iyidir.
11- Alçak gönüllü olmayı teşvik etmek.
12- Bilgi yetersizliğinden bazı hikmetlerini aklımız kavramasa bile, şeriatın getirdiği ve kesin olan her şeyi tam kabullenmek, inanmanın gereğidir.[197]
13- Ihtilaf durumunda bilenlere başvurmanın gerekliliği.
14- Doğru olan vahid haberle amel edilebilir.[198]
15- Daha sonra belirteceğimiz pek çok delilden hareket edilerek Hızır'ın peygamber olduğunun kabul edilmesi.
16- Yüce Allah mülkünde dilediğini yapar ve varlıklar hakkında dilediği kararı verir.
17- Hızır, Hz.Muhammed peygamber olmadan önce ölmüştür. Daha sonra bu konu üzerinde duracağız.
18- Kendini beğenmişlikten uzak olarak bir alimin ihtiyaç halinde çevresindekilere "Benden sorunuz" demesi caizdir.
19- Ölmüş ve tuzlanmış olan balığın canlanması, dirilişin olacağına bir delilidir.
20- Hz.Musa'nın yanında bulunan ve yardımcısı olan genç, Yuşa' Ibn Nun'dur.
21- Hizmet eden kişinin, hizmet ettiği kişiye itaat etmesi gerekir.
21- Unutan kişiyi mazur görmek gerekir. Çünkü kasten unutmamıştır.
22- Müslüman olmayan bir kişiden bağış alınabilir.
23- Mtislümanm hastalık, fakirlik, yorgunluk gibi durumları nı bildirmesi caizdir.
24- AlIah için yapılan yolculukta Allah yardım eder.
25- Misafirlik, yiyecek ve azık istemek caizdir.
26- Birinci durumda özür geçerli olur, ikincisinde ise delil göstermek gerekir.
27- Allaha karşı saygılı olmak ve onun için sevimsiz olan sözcükleri kullanmaktan sakınmak gerekir.[199]
Yüce Allah "Musa, gencine demişti" buyurmaktadır. Bu genç Yuşa Ibn Nun'dur. Bunu Rasulullahın hadisinden öğreniyoruz. Çünkü hadis belirtmeseydi, kendimizden belirlemez ve Kur'anın belirtmediği şeyler üzerinde durmazdık. Buhari ve Müslim'in Ibn Abbas'tan rivayet ettikleri hadisi daha önce belirtmiştik. O hadiste Hz.Musa'nın genci ile ilgili şöyle denilmektedir: "Gitti, genci de onunla beraber gitti.O da Yuşa Ibn Nun'dur. Musa kova içinde bir balık aldı ve genci ile biraber gitti."
Yuşa İbn Nun, Hz.Musa'nın yanındaki gençti.Bazı tefirciler HzMusa'ya yakınlık derecesinden söz etmişler ve değişik şeyler söylemişlerdir. Bazıları ise Musa'nın hizmetçisi veya kölesi olduğunu söylemiş ve bunu söylerken Kur'anın "Musa gencine söyledi" sözüne dayanmışlardır. Çünkü "genç" sözü, hizmetçi köle için de kullanılır, demişlerdir.
Halbuki işin daha basit olduğunu ve ayetin söylediklerini söylemediğini görüyoruz, kaldı ki genç sözcüğünün hizmetçi köleden başkası için kullanılmadığını kim söylemiştir? Rağıb Isfahani Müfredat kitabında şöyle der: "Feta.taze genç demektir.Dişisi Fetat olup masdarı Fetaun gelir.Hem köle, hem cariye için kinaye olarak kullanılır."[200]
Bu sözcük normal olarak Ömrünün baharında olan taze genç için kullanılır.Köleler için kullanılması ise,kinaye ve mecazdır.Mesela Kur'anı Kerim Hz.İbrahim için Feta kelimesini kullanmaktadır. "İbrahim denen bir gencin onları andığını duyduk,dediler"[201]
Ayetten anlaşıldığı gibi,Yuşa Ibn Nun bu yolculukta Hz.Musa'ya eşlik ettiğinde henüz gençliğinin baharında idi. Yuşa Ibn Nun için Genç kelimesinin kullanılmasının bir esprisi daha vardır.O da kölenin efendisine iaat edip uyduğu gibi, Yuşa' Ibn Nun'un Hz.Musa'ya itaat edip uyduğuna işaret etmektir. Gencin Hz.Musa'ya izafe edilmesi de, onu onurlandırmak ve değer vermek içindir. En büyük peygamberlerden olan Yüce bir peygambere arkadaş olmak, tabi ve hizmetçi olmaktan daha onurlu ve erdemli ne olalilir![202]
Kimi tefsirciler Yuşa Ibn Nun'un peygamber olduğunu söylemiştir. Bunu da herhalde peygamber olduğunu söyleyen İsrail oğullarından almışlardır. Hz.Musa'nın ölümünden sonra Yuşa Ibn Nun'un İsrail oğullarına liderlik yaptığını, onlarla Filistin'e girdiğini ve Kudüs'ü fethettiğini söylerler. Halbuki bu onun peygamber olduğunu göstermez.
Başkaları da Müslim'de geçen hadise dayanarak peygamber olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber'in şöyle dediği Ebu Hureyre'den rivayet eder.
"Peygamberlerden biri savaşa çıktı. Halkına şöyle dedi:Evlenecek olup da henüz evlenmemiş, bir ev yapıp henüz çatısını çakmamış, koyun veya gebe hayvan satın alıp da doğurmasını bekleyen kişiler benimle gelmesin. Savaşa çıktı ve ikindi namazına yakın bir vakitte köye yaklaştı.Güneşe, Sen memursun, ben de memurum.Aliahım, onu benim için biraz geciktir,dedi. Allah ona zafer verinceye kadar güneş onun için ertelendi"[203]
Bu hadis, Yüce Allahm kendisi için güneşi durdurduğu peygamberin adını vemediği için biz de adını
veremiyoruz[204]. Yuşa'nm peygamberliği konusunda susmanın, kabul veya red etmekten daha iyi olduğunu düşünüyoruz. Peygamberdir, dersek, peygamber olmayabilir. O zaman peygamber olmayan birini peygamber yapmış oluruz. Peygamber değildir, dersek, peygamber olabilir. O zaman peygamber olan birinin peygamberliğini inkar etmiş oluruz. Onun için en sağlıklı yolun, peygamber olup olmadığı konusunda bir şey söylememektir.[205]
Yuşa İbn Nun için söylenenler, Hz.Musa'dan sonra Israiloğullarına liderlik yaptığı,saiih,mümin ve takva sahibi bir adam olduğu, cihad ve savaş konusunda Allahın hükümlerine uyduğu ve Müslümanların gözünde Hz.Ebu Bekr'in konumu gibi bir konuma sahip bulunduğundan ibarettir.
lsrailiyat haberler, Yuşa İbn Nun'la ilgili ve uydurma düşmanla savaşması, Eriha ve Kudüs gibi Filistin şehirlerini fethetmesi konusunda uydurma bir sürü mitolojiler anlatmaktadır.Halbuki tümü yalan, uydurma ve mitolojidir. Araplardan kimi insanlar bu yalan ve mitolojilere inanmış, bu sebepten Yuşa'yı zulüm, katılık, barbarlık,terör ve bozgunculukla suçlamış, ondan nefret ederek kötülenişlerdir. Halbuki Yuşa'nm bütün bu söylenen ve iddia edilen şeylerden uzak olduğu, salih, mücahit, adaletli ve Allaha davet eden bir insan olduğunu düyşünüyoruz.[206]
Az önce, Said ibn Cubeyr'in, :"Ey Abbas'ın babası! Canım sana kurban, Küfe'de Nevf el-Bikali adında masalcı bir adam var, Hz.Musa'nın, Hızır'ın arkadaşı olan Musa değil, Isril oğullarının peygamberi olan Musa olduğunu iddia ediyor, ne dersin?" diye Nevf el -Bikali'yi Abdullah ibn Abbas'a sorduğunu ve ibn Abbas'ın "Yalan söylüyor Allahın düşmanı" dediğini nakletmiştik.
Her halde Nevf el-Bikali'nin böyle söylemesinin iki sebebi vardır;
a- Hızır'ı peygamber veya veli de kabul etsek, Rasul bir peygamber olan Hz.Musa'nın kendisinden daha aşağı olan Hızır'dan öğrenmesinin imkansızlığı.ileride Allahın izniyle bu şüpheye cevap vereceğiz.
b- Bu bilgileri israiliyat haberlerden almış ve Allahın kelamını bu israiliyyatla tefsir etmiştir.
Nevf denilen bu adam, yahudi iken müslüman olan Ka'bulahbar'la sıkı bir diyaloga sahipti.Yemen'de Bikal kabilesine mensup olup Ka'bulahbar'ın dul aldığı eşinin oğlu idi.[207]
Bilindiği gibi Kabulahbar yemen yahudilerinden bir yahudi idi. Hz.Omer zamanında müslüman olmuştur. Onun şahsı, bilgisi,verdigi haberler ve bu haberleri israiüyyattan alması, Allahın kelamını o bilgilerle tefsir etmeye çalışması konusunda alimler çok şeyler söylemiş ve eleştirmişlerdir.
Nevf el-Bikali de bu haberleri her halde babalığı Ka'bulahbar'dan almıştır. Onun için Hz.Musa'nın Hızır'la beraberliğini red etmiş ve bu beraberliğin İsrail oğullarından Musa denilen başka bir kişi ile olduğunu iddia etmiştir.
Nevf el-Bikali'nin bu tavrı, Kur'anın yer vermediği yabancı ön bilgilerle Kur'ana yaklaşması, öncekilerin haberleriyle onu tefsir etmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki bu metod yanlış olup sonuçta yanlışa ve tefsirde kötü sonuca götürür.
Ashap, Kurbanı tefsir ederken, anlamlarını ortaya çıkarır ve hükümlerini ortaya koyarken, öğrencilerine de öğretirken bilimsel sağlam metod üzerinde son derece özen gösterir ve ona bağlı kalmaya çalışırlardı. Bu metoda aykırı davranan herkese de şiddetle karşı çıkarlardı. Bu şiddetli karşı çıkış, Ibn Abbas'ın Nevf el Bikali için kullandığı "Yalan söylüyor Allanın düşmanı" sözünde açıkça ortaya çıkmaktadır.
İbn Abbas'ın bu sözünü açıklayan Ibn Hacer şöyle der:Yalan söylüyor Alahın düşmanı sözleri, şiddetle karşı koymak ve söylenenleri doğrulamayı önlemek içindir.[208]
Doğrusu, Nevf ne yalan söylüyor, ne de Allaha düşmanlık yapıyordu. Çünkü dinine bağlı bir müsîümandı. Ancak söyledikleri Kur'ana yaklaşımda bir yanlışı ifade ediyordu.Yani Kur'ana yaklaşımı yanlıştı. Onun için İbn Abbas onu şiddetle azarlamıştır.[209]
Hz.Musa'm buluşmak için gittiği salih kul Hızır'dır. Adı Kur'anda belirtilmediği halde, sahih hadislerde açıklanmıştır. Buhari ve Müslim'in rivayetlerinde Rasulullah onun adını belirtmiştir. Sahih hadisler adını belirtmeseydi, biz de adı üzerinde durmaz ve Kur'anın belirsiz bıraktıkiarındandır, deyip geçerdik.
Hızır, adı verilmesinin sebebine gelince; Buhari, Rasulullahm şöyle dediğini Ebu Hureyre'den rivayet eder: "Hızır adı verilmiştir. Çünkü üzerine oturduğu beyaz pösteki, kalktıktan sonra dalgalanan yeşil ota dönüşmüştür."[210] Öyle görülüyor ki üzerinde oturduğu kuru ot kaplı yerin veya pöstekinin yeşil olması, tercih edilen ve peygamber olduğunu söyleyen görüşe göre onun mucizelerinden biridir.
Kuru otla kaplı bir toprak parçasına veya pöstekiye oturduğu, oturunca oranın canlandiğı ve yeşil otla dolarak dalgalandığı, yani orada yeşil otların bittiği alaşılmaktadır. Onun İçin yeşil ve yeşillikten gelen bir isim olan Hızır adıyla anılmıştır. Hızır adı verilmesinin başka sebepleri belirtiliyorsa da, onları üzerinde durmaya değer bulmuyoruz. Çünkü bunlar sabit olmadığı gibi, bize sahih hadisle de gelmiş değildir.Onun için bu hadisle yetiniyor, uydurma ve zayıf şeylere iltifat etmiyoruz.[211]
Hızır'ın kim olduğu konusunda bir şey söylemiyoruz. Kur'an bize sadece Kehf suresinde Hz.Musa ile yaptığı yolcuiuktan sözetmektedir. Sahih hadisler de Hz.Musa ile beraber yaptığı yolculukla ilgili Kur'anın söylediklerinden farklı fazla bir şey söylememektedir. Hayatının ayrıntıları, soyu, yolculuktan önce ve sonra ne iş yaptığı konuları sahih kaynaklarda belirtilmemiştir.
Hızır'ın soyu, sopu,doğumu, çocukluğu ve gençliği hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Hangi millette yaşadığı, israiloğullarından veya başka bir miiletten olup olmadığı ve nerede ikamet ettiği, Hz.Musa ile geçen yolculuğundan sonra ne olduğu konusunda da hiçbir bilgimiz yoktur. Hz.Musa'dan ayrıldıktan sonra nereye gittiği, nerede kaldığı, ne kadar yaşadığı, nerede Öldüğü, nasıl öldüğü ve nerede gömüldüğünü Allahtan başkası bilmez.
Bütün bu şeylerin cevabı yoktur. Çünkü kesin ve sahih kaynaklarda belirtilmemiştir. Haber yayan ve masal anlatanların bu işlerden çokça söz ettikleri, açıklamaya çalıştıkları ve değişik şeyler anlattıkları doğrudur.Ancak bu konuda bütün söylediklerini şüphe ile karşılıyoruz ve onaylamıyoruz. Çünkü bu bilgileri sahih olmayan kaynaklardan ve özellikle İsrail oğullarının haber, masal ve mitolojilerinden almışlardır. Hızır'ın hayatı konusunda Kur'an ve sünnette verilen bilgiler ashaba yeterli geldiği gibi bize de yeterli gelmektedir. Belirtilmeyen şeyleri belitmeye çalışmıyoruz.[212]
Hızır'ın peygamber olup olmadığı konusunda alimler arasında görüş ayrılığı bulunmaktadır.Bir grup peygamber
değil, veli olduğunu söylemiştir. Velinin pegamberden daha üstün olduğu iddialarına delil göstermek İçin tasavvufçuların bir kısmı da veli olduğunu ileri sürmektedir. Mesela tasavvufçulardan biri şöyle der: "Peygamberlik makamı bir yerde olup rasulün biraz üstünde, velinin altındadır."[213]
Bu görüşe göre veli en üst makamdadır. Nebi ondan sonra gelir.Rasul ise, makamların en aşağısındadır. Aİlah ve peygamberleri bu saçmalıklardan münezzehtir.
Tefsirci, usulcü, tarihçi ve hadisçilerden oluşan alimlerin çoğunluğu ise,Hızır'ın peygamber olduğunu belirtir, açıkça peygamber olduğunu söyleyen bir hadis olmamakla beraber Hz.Musa ile geçen öykünün seyrinden peygamber olduğunun anlaşıldığını söylerler.[214]
Hz.Musa ile geçen öyküsünden alınan ve peygamber olduğunu gösteren delilleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Yüce Allahm "Katimizden kendisine rahmet verdiğimiz kullarımızdan bir kul buldu" sözünde geçen, rahmet peygamberlik rahmetidir ki Allah onu Hızır'a vermiştir. Nitekim Hz.Musa'ya gördüğü olayları yorumlarken Hızır, kendisine verilen rahmetin peygamberlik olduğunu vurgulamış ve "Rabbinden bir rahmef'sözünü kullanmıştır.Yani her üç işi de rabbinden bir rahmet olarak yaptım, demiştir.
2- Yine Yüce Allah onun için "Kendisine katımızdan (ledunni) ilim öğrettik" buyurmaktadınr. Yüce Allah ona bazı işlerin arka planını görmesini sağlayan bilgi vermiş ve gizli yanlarını ona bildirmiştir.
Ayetteki ledunni ilim, peygamberliktir. Yoksa, tasavvufçuardan bazıların anladığı gibi ilham yolu ile gelen batın ilmi değildir.
3- Hz.Musa ona "Sana verilen ve beni hayra yöneltecek bilgiden bana öğretmen için sana uyabilir rniyi?" demiştir.
Peygamber olmasaydı, Musa ondan öğrenmek istemez ve bu usiupla ona seslenmezdi. Kendisine bu derece teslimiyet gösterip ondan bu ricada bulunduktan sonra onunla Hızır arasında şu konuşma geçmiştir: "Doğrusu, benim yaptıklarıma sabretmeye dayanamazsın. Bilgice kavrayamadığın bir şeye nasıl dayanabilirsin?
Allahm izniyle beni sabredenlerden bulacaksın, senin hiçbir işine karşı başkaldırmayacağım, dedi.
O da, o halde bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın, dedi. Ve gittiler"
4- Peygamber olmasaydı, korunmuş (masum) olmazdı.Bu da bazı işlerinde yanlış yapma ihtimalinin olması demektir.Korunmuş olan bir peygamber, korunmamış olan bir kişiden nasıl bilgi öğrenir ve ona nasıl tabi olabilir? Herhangi bir işte yanılacak olursa, peygamber ona nasıl uyacaktır? Musa'nın ona uyması, ona bağanması, ondan öğrenmesi ve ona itaat etmesi, Hızır'ın yaptığı işlerde masum olduğunu gösterir. Masum olmak da sadece pegamber içindir.
5- Hızır'ın çocuğu öldürmesi peygaber olduğunu gösterir. Çünkü haklı olmadıkça insanı öldürmek caiz değildir. Peygaber olmasaydı ve kendisine bildirmeseydi, çocuğun kafir olduğunu bilememzdi. Nitekim beraberindeki Musa , peygamber oduğu halde çocuğun kafir olduğunu bilmemiştir. Öldürmesinin sebebini Musa'ya açıklaren, kafir olduğu için öldürdüğünü söylemesi de Allahm ona kafir olacağını bildirdiğini ve öldürmesini emrettiğini gösterir.
6- Yaptığı işlerin yorumunu yaptıktan sonra Hızır'ın Hz.Musa'ya "Ben bunları kendiliğimden yapmadım" demesi de peygamberliğini gösterir. Ben bu işleri kişisel kararım olarak yapmadım, bilakis bunları yapmamı Allah bana emretti, demiştir. Bu rabbani emir de vahiy yolu ile olmuştur.
7- "lnsanların en bilgini benim" diyen Hz.Musa'ya Yüce Allanın "iki denizin birleştiği yerde bir kul senden daha bilgindir" demesi de Hızır'ın peygamber olduğunu gösterir.Bu işlerde Hızır, Hz.Musa'dan daha bilgilidir. Bir velinin Peygamberden daha bilgili olması ise mümkün değildir.
8- Hızır'ın Hz.Musa'ya"Allah bana bir ilim vermiştir, sen onu bilmiyorsun, Allah sana da bir ilim vermiştir, ben onu bilmiyorum" demesi de peygamberliğini gösterir. Çünkü açıkça Allahm kendisine bilgi verdiğini söylemektedir.[215]
Alimlerin çoğunluğunun Hızınn peygamber olduğunu gösteren delillerinin dinin açık hükmü (nas) değil, içtihadı deliller olduğunu görüyoruz. Yani Peygamber olduğunu Kur'an açıkça belirtmiş değildir.
Bu demek değildir ki sözkonusu deliller doğru değildir. Aksine Kur'an bu delillere işaret etmekte ve sezdirmektedir. Ancak Hızınn peygamberliği deliller' değerlendirilerek kararlaştırılmış içtihadı ve zanni olduğundan peygamberliği üzerinde alimler icma etmemiştir. Yani bu konu içtihad konusudur. Konu içtihadı ve zanni olup ihtilaflı olduğundan Hızınn peygamber olmadığını söyeyenler kafir olmaz, sadece alimlerin çoğunluğunun görüşüne katılmamış olur. Kendi görüşleri de doğru olabilir. Halbuki Ilyas, Yunus, Süleyman,Muhammed gibi Kur'an ve sahih hadisle kesin olarak peygamerligi sabit olan birinin peygamberliğini inkar edenler kafir olurlar .[216]
Kimi müslümanlar Hızır'ın yaşamakta oiduğu, suyundan içenlerin ancak kiyamet saatine yakın öldüğü hayat pınarından içtiği,Hz. Muhammed'in zamanına yetiştiği, şu anda yaşadığı ve kiyamet saatine kadar yaşayacağını iddia ederler.
Hayatıyla ilgili bir sürü rivayet,masal,söylenti, mitoloji ve hurafeler anlatırlar. Hz.Muhammed'le, Ebu Bekir, Ömer, Ali, Osman ve Ömer İbn Abdulaziz'le görüştüğü, zahid, abid ve tasavvufçu pekçok kişi ile buluştuğu, çöl, vadi ve ıssız yerlerde dolaştığı, ıssız yerlerde ibadete çekilmiş kişilere görünüp onları yedirip içirdiği, onlarla konuştuğunu söylerler, hayatı ile ilgili masal, hurafe, söylenti ve mitolojileri en çok rivayet edip anlatanlar da tasavvufçulardır.
Hz.Muhammed'den sonra Hızır'ın yaşadığını alimlerden Nevevi, tbnu's-Salah, Süheyli ve başkaları söylemişlerdir. Nevevi şöyle der:
"Alimlerin çoğu Hzırınm yaşamakta olduğunu ve aramızda bulunduğunu söylerler.Tasavvufçular, salih kişiler ve marifet sahipleri bu konuda ittifak etmişlerdir.Onu görmeleri, beraber oturmaları, ondan almaları, karşılıklı soru ve cevaplan, iyilik yerlerinde ve şerefli makamlarda bulunduğu, yaygın ve sayılamıyacak kadar çoktur.
İbnu's-Salah Fetvalarında şöyle der; Alim ve salih kişilere göre o yaşıyor, halk da onların bu görüşüne katılıyor. Sadece bazı hadisçiler böyle olduğunu kabul etmiyor."[217]
Bu grup alimler birtakım rivayet, söylenti ve hadisleri delii gösteriyorsa da, dayandıkları rivayetlerin hiçbiri sahih değildir. Bu rivayetlerin tümü ya zayıf, ya uydurma olup hiçbiri sahih derecesine ulaşmamaktadır. Onun için Hz.Muhammed'in peygamberliğinden sonra da Hızırın yaşadığını iddia eden Süheyli'ye cavap veren Ebu'l-Hattab İbn Dıhye'den İbn Hacer şunları nakletmektedir:
"Suheyli'nin gösterdiği rivayetlerin hiçbiri doğru değildir.Hızırın, Kur'anda belirtildiği gibi, Hz.Musa dışında hiçbir peygamerle görüşmesi de sabit değildir. Hayatı hakkında söylenenlerin hiçbiri alimlerin ittifakı ile değildir. Bunları sadece ya bilgisiz olduğundan veya hadisçiler tarafından bilindiğinden, dayanağını ve sebebini belirtmeden haberleri rivayet edenler söylerler.
Şeyhlerden gelen söylentilere ise, şaşmamak mümkün değildir. Tanımadığı biri ile görüşüp"Ben şu kişiyim" dediğinde, onu tasdik eden kişinin aklına şaşarım!"[218]
İbn Kesir de el-Bidaye ve'n-Nihaye kitabında şu anda yaşamakta olduğuna dair rivayet, haber ve söylentileri belirttikten sonra şöyle der:" Şu anda yaşadığını iddia edenler bu rivayet ve masallara dayanıyorlar. Merfu dedikleri bu hadislerin tümü çok zayıf olup dinde hiçir delil olamaz.Hikayelerin çoğunun senedi de zayıftır.Olsa olsa, yanılmaktan korunmuş olmayan sahabi ve başkalarından nakledilmiş olabilir.
Ebu'l-Farac Ibnu'l-Cevzi "Ucaletu'l-Muntazir fi Şerhi Haleti'-Hadir" adlı kitabında bu konuda belirtilen merfu hadisleri incelemiş ve hepsinin uydurma olduğunu belirtmiştir.Ashab, tabiin ve onlardan sonraki kişilerden rivayet edilen haberleri de incelemiş ve ya içerik olarak bozuk yahut sahipleri belirsiz kişiler olduğundan senedlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Bu konuyu güzel incelemiş ve doyurucu bir şekilde eleştirmiştir."[219]
Araştırmacı alimler Hızır'ın Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce yaşayıp öldüğünü belirtirler. Ne kadar yaşadığını,nerede ve ne zaman yaşadığını, nasıl öldüğünü sadece Allanın bildiğini, bu konuyu aydınlatan sahih hiçbir hadisin bulunmadığını söylerler. Kiyamet saatinin kopmasına yakın bir zamana kadar yaşayacağını söyleyen cahil kişilerin söylediklerini tümden red ederler. Çünkü bu konuda kabul edilebilecek sahih hiçbir delil yoktur.
Hz.Muhammed gelmeden önce Hızır'ın öldüğünü söyleyen alimlerden Buhari, İbrahim el-Harbi,Ibnu'l-Cevzi,Ibn Kesir gibileri sayabiliriz. Ibn Hacer Askalani yukarıda adı geçen kitabında bu görüşe taraftardır. Alimler öldüğünü söyleyen görüşün doğruluğunu gösteren deliller getirmişlerdir. Ibn Kesir bu delilleri özetle şöyle sıralamaktadır:
1- Yüce Allanın "Senden önce hiçbir kimseye bu dünyada ebedilik vermedik.Sen öleceksin de onlar ebedi mi kalacaklardır?"[220] buyruğu. Ayet, yer yüzünde hiçbir insanın ebedi kalmayacağını belirtmektedir. Hızır da bir insandır ve ayetin kapsamı içindedir.Yer yüzünde herhangi bir kimsenin ebedi yaşayacağını söyleyen sahih hiçbir hadis de yoktur.
Bir insanın kıyamete kadar yaşaması, yüce Allanın "Herkes ölür"(Âli Imran,185, Enbiya,35, Ankebut,57) gibi ayetlerinde belirtiği yasasına aykırıdır. Hiçbir kimsenin bu yasanın dışında olduğunu da söylememiştir. Onun için Hızır4ın ölmediğini söylemek, Kur'anm açık ve kesin ayetleme aykırıdır.
2- Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah peygamberlerden söz almıştı; And olsun ki size kitap ve hikmet verdim, sizde olanı doğrulayan bir peygamber gelecek, ona mutlaka inanacaksınız ve mutlaka yardım edeceksiniz, evet deyip bu sözü kabul ettiniz mi?" demişti. Evet, demişlerdi de, "Şahit olun, ben de sizinle beraber şahitlerdenim" demişti."[221]
Ibn Abbas, ayetin anlamı ile ilgili şöyle der: Yüce Allah, Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde yaşadıkları taktirde mutlaka ona iman edip destekleyeceğine dair her peygamberden söz almıştır. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde kendileri hayatta olursa,ona inanıp destekleyeceklerine dair ümmetlerinden de söz almalarını emretmiştir.
Hızır ya nebidir veya velidir. Her iki durumda da Hz.Muhammed'e iman etmekle yükümlüdür. Acaba Hz.Muhammed'e gelip müslüman olmuş, biat edip kendisine uymuş mudur?
3- Hızır'ın peygamber olduğu görüşü tercih edildiğine göre, Hz.Muhammed zamanında yaşamış olsaydı yapacağı en şerefli iş, ona gelip işbirliği yapması olurdu. Halbuki hizır böyle bir şey yapmamıştır. Çünkü Hz.Muhammed peygamber olduğu zaman Hızır ölmüş ve toprak olmuştu.
4- Hızınn Hz.Peygamberle bir araya geldiği,arkasında
namaz kıldığı, savaşlarda onun yanında savaştığı sahih hiçbir hadiste belirtilmemiştir. Yaşasaydı gelip bunları yapardı.
5- Rasulullah, Bedir savaşında müslümanlara zafer vermesi için Allaha dua edeek şöyle dedi: "Allahım! Bu topluluğu yok edersen, yer yüzünde artık sana ibadet edilmeyecektir" O toplulukta Ebu Bekir, Ömer, ashabın seçkinleri,Cebrail ve seçkin melekler de vardı. Hızır hayatta olsaydı,onlarla beraber olmak onun için en üstün makam olurdu.
6- Birileri Hızırın o savaşlarda Hz.Muhammedin yanında olduğunu, ancak insanlardan kimsenin onu görmediğini iddia edebilir. Fakat bu iddia geçersiz ve dayanaksızdır.Çünkü böyle bir şey hayal, kuruntu ve iddiadan ibarettir.ispatı kesin delil gerektirir.
7- Hızırın gizlenmesi, dağlara, mağaralara ve ıssız çöllere
gitmesinin ne anlamı vardır? Niçin insanlar arasında yaşamıyor, onlarla beraber cuma ve diğer namazları kılmıyor? Bu nitelikler bir peygambere yakışır mı?
8- Hayatta olsaydı insanlar arasında bilgiyi yaymak ve öğretmekle, rasulullahın hadislerini bildirmekle, onlardan zayıf ve sağlam olanları ayıklamakla, iyiliği emredip kötülüğü yasaklamakla yükümlü olurdu. Halbuki bunların hiçbiri olmamıştır.
9- Muslim, Abdullah İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah ömrünün sonlarında bir gece bize yatsı namazını kıldırdı. Selam verdikten sonra kalktı ve şöyle dedi: Bu gece düşündüm de, yüz yıl sonra yer yüzünde yaşayanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır."
İbn Ömer derki; Halk Rasulullahın bu sözünü yanlış anladılar ve bu hadislerde neden yüzyıldan söz ettiğini kavrayamadılar. Rasulullah "Bugün dünyada yaşayanlardan hiçbir kimse kalmayacaktır" dedi.Yani bu asrın geçeceğini söylemek istedi."[222]
Müslim, Cabir İbn Abdiîlah'dan şöyle dediğini rivayet eder: "Rasulullahın ölmeden bir ay önce şöyle dediğini işittim: Bana kiyamet saatini mi soruyorsunuz? Onu sadece Allah bilir.Allaha yemin ederim ki yer yüzünde nefes alıp veren kimse yoktur ki yüz yıl sonra yaşamış olsun.”[223]
Hz.Peygamberin zamanına kadar Hızırın yaşadığını kabul etsek-ki bu doğru değildir-bu hadislerin söylendiği andan itibaren yüz yıl içinde ölmüş olması gerekir.
Bütün bu delillerden sonra Hızır'ın hayatta olmadığını ve ancak Allanın bildiği bir zamanda Hz.Peygamberin peygamberliğinden önce öldüğünü söylüyoruz. Onun için Hızır'la ilgili örülen gerçek dışı bütün söylenti, uydurma, rivayet ve mitoloji ağlarının atılmasını istiyoruz.[224]
Kur'an Yüce Allanın Hızır'a katından bir ilim öğrettiğine işaret ederek şöyle der: "Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik". Hızır'ın bildiği bu bilgiyi Musa bilmediği için ona gelmiş ve kendisinden öğrenmek istemiştir.
Ancak kimi müslümanlar[225] "Ona katımızdan bir ilim öğrettik" sözlerinden Ledunni ilim masalını çıkarmış, onu bir sürü şeylere delil getirmiş.batıl ve mitolojik birtakım iddialarına temel yapmışlardır.
Tasavvufçular şeriat ilmi ile ledun ilmi, zahir ve batın, şeriat ve hakikat ayırımı yaparken bu ibareyi delil ve dayanak yapmışlardır. Tefsirci Alusi, "Ledunni ilmi kanıtlamada bu ayet onların temel dayanağıdır, ona hakikat ve batın ilmi adının verilmesi yaygındır" der.[226]
Tasavvufçu tefsirciler ledunni ilim hakkında, hakikat ve şeriat, zahir ve batın ayırımı yaparken çok tuhaf şeyler anlatırlar. Bu ve başka ayetlerin tefsirinde hak batıl ayırımı yapmadan ağızlarına geleni söylerler.[227]
Bu ayeti tefsir ederken Ali İbn İbrahim Muhayimi "Tabsiru'r-Rahman ve Teysiru'l-Mennan" adlı tefsirinde şöyle der:
"ikisi bir kul buldu. Kullarımızdan olduğu ve büyüklüğümüzün göstergesi olduğu için mükemmelliğinin büyüklüğünü kavramak mümkün değildir. Çünkü ona yanımızdan bir rahmet verdik. O da yok olmayan şuhudi tecellidir. Onun için insan veya melek aracılığı olmadan birçok peygambere bile verilmeyen büyük bir ilim kendisine öğrettik.
Yuşa' ve bütün israiloğuîlarının tabi olduğu Musa, "bir insandan değil, ancak Allah veya meleklerden öğreniyor olsam da, rabbinden sana öğretilen ve zahir ehlinin hidayetinin üstünde olan doğru bilgilerinden bana
öğretmen için, bilgilerimin üstüne çıkarak senin bilgilerine uyayım mı? dedi. Kötü olduğu açık olan bazı işlerde hakkın sırlarını bilmek gibi.
Şöyle dedi: Bu bilgi, en ufak bir nazarla ortaya çıkanlardan değildir. Belki bazısı zahir ehlinin hemen karşı çıktığı ve güzelliklerini bir türlü kavramadığı kötü şekillerde de ortaya çıkmaktadır. O işlere karşı çıkmamak büyük bir sabır ister.
Şöyle dedi: Beraberimde olacağın için şu veys bu şekilde benden etkilensen bile, dayanamayacaksın. Çirkinliği açık olan ve bu çirkinliği örten güzelliği hakkında bilgi sahibi olmadığın bir iş karşısında nasıl sabredeceksin!
Musa şöyle dedi: Gizli şeyleri izlemek için sabır göstermeyen zahir ehlinden de olsam, sana uyarak ve senden etkilenerek huyumu yenmek suretiyle, Allanın izniyle beni sabredenlerden göreceksin. Çünkü sabretmezsem, sana başkaldırmış olurum. Gerçekte Allaha isyan olduğu halde görünürde Allaha itaat olarak görsem ve sana uyacak olsam, hiçbir işine karşı çıkmam.Çünkü tezkiye eden kişi hakkında çirkinliğe inanmak, Allahı suçlamak olur.
Bu söz, "Benimle bulunmaya dayanamazsın" sözüne cevap gibi olsa da, inşaallah demesine rağmen onunla bulunmaya sabredemedi.
Şöyle dedi: Bilgilerime uyacak olursan, karşı çıkmak bir yana, bana hiçbir şey sorma.Bu ilim soru ve cevap yolu ile cJeğil,fayd (taşma) yolu ile olur.Onu beklemek ve fayd yolu veya dil yolu ile de olsa, onda gizlenmiş şeyleri sana anlatıncaya kadar sabretmek gerekir."[228]
Tasavvufi tefsire bir örnek olması, ledunni ilim masalına inanması,zahir ve batın,şeriat ve hakikat ayırımı yapması açısından Mehayimi'nin tefsirinden uzun bir parça almak zorunda kaldık. Sözlerine baktığımızda Kur'anın anlamlarını nasıl saptırdığını ve amacından nasıl uzaklaştırdığını, ledunni ilim ve ilahi fayd konusundaki batini tasavvuf anlayışına araç yapmak için Kur'anın ifadelerini nasıl çığırından çıkardığını görürüz,[229]
Muhayimi'nin söylediklerinden, tasavvufun kutuplarından başka bir tefsircinin söylediklerine geçiyoruz. İsmail Hakkı "Ruhu'l-Beyan" adını verdiği bir tefsir yazmıştır. Hz.Musa ile Hızır olayını anlatan ayetleri tefsir edip ''Kendisine katımızdan bir ilim öğrettik" ayetine geldiğinde ledunni ilimden söz etmiş ve şöyle demiştir:
"katımızdan" demiştir. Halbuki bütün ilimler onun katındandır. Bazıları insanların öğretmesiyle olduğu için onlara ledunni ilim denilmez. Ledunni ilim, kimsenin aracılığı ve bilinen yollardan bir yolla olmaksızın Allahm kaibe indirdiği ilimdir. Allanın kullara öğrettiği ve kulların onu Allahtan başkasından öğrenebildiği her ilim,ledunni ilim türünden değildir.Çünkü Allahtan başkasından öğrenilebilir.[230]
Katımızdan, demek, zatımızın ehadiyet makamı ve mertebesinden demektir.Onun için büyük tasavvufçular ledunni ilim lafzını, ibaresiz ve aracısız sadece Allahın öğretmesiyle meydana gelen bu batın ilmi için kullanmışlardır. Onun için onlardan biri "Onu harfsiz ve sessiz olarak öğrendik, yanhşsız ve eksiksiz okuduk" demiştir.
Yani sözlü öğretim veya sözlü okumtma yolu ile değil,ilahi fayd ve rabbani ilhamla öğrendik. Zahiri ile batini ilim makamı, zahir ile batın gibidir.Çünkü zahir ilim şeriatın zahir ve şekline bağlı iken, batini ilim, evin kapısı gibidir."[231]
Kurtubi, tasavvufçuların ledunni ilim iddiasını çürüterek şöyle der:
"Hocamız imam Ebu'l-Abbas şöyle der: Batınıyye zındıklarından bir topluluk seri ahkamın gerekli olmadığını söyleyen bir yol izleyerek şöyle dediler: Şeriatın bu genel hükümleri geri zekalı avam insanlar içindir. Evliya ve özel kişilerin ise, bu hükümlere ihtiyacı yoktur.Onlar kalplerine doğandan sorumlu ve akıllarına gelen şeylerden mesuldür. Çünkü kalpleri bulanıklıktan arınmış, başka şeylerden boşalmıştır. Böylece onlara ilahi bilgiler ve rabbni hakikatler yansımaktadır. Bununla kainatın sırlarını ve cüziyyatın ahkamını bilirler.Onun için şeriatın genel hükümlerine ihtiyaçları yoktur. Tıpkı Hızır'da olduğu gibi. Kendisine açılan bilgilerle yetinip Musa'nın sahip olduğu bilgilere ihtiyaç duymamıştır.Nitekim naklettikleri arasında "müftüler sana fetva verse bile, sen kalbine danış" denilmiştir.
Hocamız,Allah kendisinden razı olsun, şöyle der: Bu sözler zındıklık ve küfürdür. Bu sözlerin sahibi tevbe ettirilmeden öldürülür. Çükü şeriatları inkar eder. Şüphesiz Yüce Allah yasasını uygulamış ve hikmetini gerçekleştirmiş olarak hükümlerinin ancak insanlardan peygamberler yolu ile bilineceğini belirtmiştir.
Peygamberler yolu dışında Allahm hükümlerini bilmenin hiçbir yolu olmadığı kesin bir gerçek ve zaruri bir bilgi olduğu gibi, önceki ve sonraki alimlerin de ittifakıdır bu. Peygamberlerin yolu dışında Allahm hükümlerinin bilindiği başka bir yol olduğunu ve peygamberlere ihtiyaç olmadığını söyleyen kişi kafir olur ve sorgusuz sualsiz, tevbe ettirilmeden öldürülür.
Böyle bir iddia aynı zamanda Hz.Muhamrned'den sonra da peygamberin olduğunu söylemek olur. Çünkü hükümlerini kalbinden aldığı, kalbine gelenlerin Allahm hükümleri olduğu ve onunla amel ettiği, ayrıca bir kitap ve sünnete ihtiyacının bulunmadığını söyleyen kişi, kendisinin peygamber olduğunu söylemiş olur. Böyle bir söz, Hz.Muhammed'in "Ruhulkudüs kalbime üfledi" sözü gibidir."[232]
Advau'l-Beyan tefsirinin sahibi Şınkiti de ledunni ilim, fayd ve ilhamla ilgili tasavvufçuîarın iddilarını red ederek şöyle der:
"Yüce Allanın Hızır'a lütuf olarak verdiği rahmet ve ledunni ilim, vahiy ve peygamberliktir.Çünkü Hızır, Musa'ya "Bunları kendimden yapmadım" demiştir. Allanın emri ise, ancak vahiy yolu ile bilinir ve vahiyden başka bilinmesinin hiçbir yolu yoktur. Zaten Yüce Allah bunu vahiyle sınırlandırarak "Deki, sizi 'ancak vahiy ile uyarıyorum"[233] demiştir.
İlke olarak velilerin iddia ettiği ilhamın hiçbir şekilde delil olamayacağı kararlaştırılmıştır. Çünkü korunmuş değildir.İlham alan kişinin aldığı ilhamın başkaları için değil, sadece kendisi için delil olduğunu tasavvufçuîarın
iddia etmesi ise, hiçir delile dayanmayan geçeriz bir iddiadır. Yanılmaktan korunmuş (masum) olmayan bir insanın aklına gelenlere güven olmaz. Çünkü şeytanın hile ve kuruntularından emin değildir.Hidayet şeriata uymakla olur, yoksa akla gelen ve kalbe damlayan ilhamlara uymakla olmaz.[234]
Böylece anlıyoruz ki tasassufçu olduğunu iddia eden cahillerin kendilerinin ve şeyhlerinin, Hızırın yaptıklarının Musa'nın sahip olduğu bilgilerin zahirine aykırı olması gibi, şeiratm zahirine aykırı da olsa, Allahın yanında hakka uygun olan batini bir yola sahip olduklarını iddia etmeleri ve hakkın zahire aykırı olan batında olduğunu söylemeleri zındıklıktır ve İslam dininden tümden çıkmanın bir yoludur."[235]
Alusi de ledunni ilim iddialarını red etmek ve şeriatın hakikate aykırı olduğu iddiasını çürütmek için cevap verirken, tasavvufçulann şeyh ve alimleri kabul ettiği salih kimselerden bazı sözler nakleder. Örneğin, Abdulkadir Geylani'nin şu sözünü nakleder:"Bütün veliler sadece Allahın ve rasulünün kelamından alırlar ve sadece bunların zahiri ile amel ederler."
Tasavvufçulann piri Cuneydi Bağdadi'nin de şöyle dediğini nakleder: "Rasulullahın yolundan gidenlerin yolu dışında bütün yollar kapalıdır" "Kur'an ezberlemeyen ve hadis yazmayan kişilere bu ilimde uyulmaz. Çünkü ilmimizin çerçevesi Kitap ve sünnetle çizilmiştir"
Seri Sakatı de şöyle der: "Bir hükmün zahirine aykırı batın bir ilim iddia eden kişi yanılmış olur". Ebu Hasan Nuri de şöyle der: "Şeriat ilminin çerçevesi dışına çıkaran bir halin sahibi olduğunu iddia eden kişiden uzak dur. Açık bir hıfzın tanıklık etmediği bir hal iddia eden kişinin dininde yanlışlık olduğunu söyle". Ebu Said Harraz da şöyle der: ■'Kalpte doğan ve zahire aykırı olan her şey batıldır". Ebu'l-Abbas Dineveri de şöyle der: "Zahirin delilini, batini hüküm değiştirmez". Gazali de şöyle der:"Batının zahire aykırı olduğunu iddia eden kişi imandan çok, küfre yakın olur"
Alimlerin bu sözlerinden sonra şu kesin sonuca varıyoruz; Ayetin işaret ettiği ve Yüce Allahın Hızır'a öğrettiği ilim, vahiy ve peygamberlik ilmidir. Tasavvuf çuların anlayışlarına göre ledunni ilim veya batın ilmi konusundaki iddiaları ise, geçersizdir, sapıklıktır, islam şeriatına ve Hz.Muhammed'in yoluna aykırıdır.[236]
Hz.Musa ile Hz. Hızır öyküsünde belirtilmemiş (müphem) şeyler çoktur. Kur'anda veya sahih hadiste bunlar belirtilmemiştir. Öncekilerden birçok kişi bu belirsizlikleri belirtmeye, zamanı, yeri ve kahramanlarını açıklamaya çalışmış, bu konuda sahih ve kesin olmayan israiliyyat haberler, rivayetler ve söylentiler nakletmiş, belirtilmeyen şeyler hakkında alabildiğine ihtilaf etmişlerdir. Halbuki bu belirsizlikleri olduğu gibi bırakmamız gerekir. Çünkü onları açıklamak için elimizde sahih ve sağlam bir delil yoktur. Bu belirsizlikleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Öyküde anlatılan olayların geçtiği zaman. Acaba Hz.Musa'nın Mısırda halkı ile beraber olduğu zaman mı, yoksa Mısırdan çıktıktan sonra mı? Yahut Sina çölünde mi idiler veya Fiîistine henüz mü girmişlerdi?
2- lki denizin birleştiği yer neresidir? Değişik ihtimaller olabilir. Akdeniz ile Kızıldeniz olabilir, Ktzıldeniz ve Hint okyanusu olabilir, Akdeniz ve Atlas okyanusu olabilir, bunlardan başkası da olabilir.
3- Hz.Musa'nın yanındaki gençle bareber gittikleri kayanın ve pınarın yeri ve adı.
4- Hızır'la buluştukları yer.
5- Hz.Musa'm Hızırla beraber gemiye bendiği yer ve geminin seyrettiği deniz.
6- Gemi sahiplerinin adı.
7- Hızır'ın Öldürdüğü çocuğun adı, anne babasının adı ve nerede oturdukları.
8- Gittikleri, halkından yemek istedikleri ve yiyecek alamadıkları kentin adı.
9- Hızır'm duvarı düzeltme şekli.
10- Bütün gemileri zorbalıkla alan kralın adı.
11- Define sahibi iki çocuğun ve babalarının adı.
12- Sahip oldukları definenin serüveni ve içinde nelerin bulunduğu.
13- Hızır'a giderken Musanın yanında bulunan Yuşa İbn Nun'un akibeti. Onlarla beraber mi gitti? Halkının yanına mı döndü? Yoksa iki denizin birleştiği yerde onları mı bekledi?
14- Hızır, Musadan nerede ayrıldı ve ne tarafa gitti? 15-Hz. Musa halkına nasıl ve ne zaman döndü?
Bütün bu konular belirsizdir.Araştırmak ve belirtmek için kendimizi yormayacağız. Açıklamak için söylenecek her söz bilimsel, metodlu ve dikkatli değildir. Doğru olmaktan çok yanlışa daha yakındır.Hatta büyük çoğunluğu doğru değil, yanlış olur.Doğru olanı yanlıştan ayırmak da mümkün değildir. Bunları açıklamak için söylenecek sözlerin yanlışlığı, doğruluğundan daha fazladır. Onun için olduğu gibi belirsiz kalmasına, tefsir, tarih ve kıssa kitaplarında anlatılmış olsa da, açıklamak için söylenmiş bütün sözlere itibar edilmemesine çağırıyoruz.[237]
Hz. Musa ve Hızır öyküsünde Hz.Musa'nın karşılaştığı kapalı çok şeyler olduğu gibi onu dehşete düşüren olağandışı birtakım olaylar da bulunmaktadır. Öyküde bu olaylardan ve kapalı şeylerden bazıları açıklık kazanmış olmakla beraber, bazıları sürpriz ve kapalı olarak kalmıştır. Onlardan şunları görüyoruz:
1- Balıgın kovadan çıkıp denize girmesi. Yüce Allah Hz.Musa'ya tuzlanmış ve kızartılmış bir balığı kova içinde yanına almasını emretmiş, balığı yitirdiği yerde Hızır'ı bulacağını söylemiştir. Hz.Musa ve yanındaki genç uyurken, kovadaki tuzlanmış ve kızartılmış balığa o anda hayat pınarından bir damla su gelmiş, Allah ona ruh vermiş ve balık canlanmış, kovadan çıkarak denize dalmıştır. Böyle bir şey nasıl olabilir? Tuzlanmış ve kızartılmış ölü bir balık yeniden canlanıyor ve hayat buluyor! Şüphesiz bu olay Musa'yı ve yanındaki genci şaşırtan olağandışı büyük bir olay olduğu kadar, her okuyucuyu da şaşırtan olağanüstü büyük bir olaydır.
Bu rabbani mucize Allahın sonsuz gücünü gösteren en büyük delillerdendir. Şüphesiz Allahın gücü herşeye yeter ve dilediğini yapır. O öldürür ve diriltir. Bu mucize aynı zamanda ölümden sonra dirilişin de bir delilidir. Tuzlanmış ve kızartılmış ölü balığı diriltip hayat veren Allah, kiyamet günü insanları da diriltmeye kadirdir.
2- Bahk canlanıp denize daldığında denizde görülmemiş şekilde bir yol açarak ilerlemiştir. Geçtiği yerde suda bir koridor açarak gitmiştir. Öyleki bir insan o açılan yoldan gidecek olsa, balığın gittiği yeri bulur. Nitekim yanındaki gençle beraber Hz.Musa da o yoldan gitmiştir.
3- Hz.Musa ve yanındaki genç balığı yitirdikleri eski yerlerine döndüklerinde beklenmedik bir şeyle karşılaştılar.Hızır'ın sırt üstü uzandığını ve bir örtü ile örtülü olduğunu gördüler.Hz.Musa ona selam verince, Hızır yüzünü açtı ve selamı aldı.Hızır bilinmeyen belirsiz bir yerden gelmişti.Hz.MUsa ve yanındaki genç onun nereden geldiğini bilmedikleri gibi, öyküyü izleyen bizler de nereden ve nasıl geldiğini, daha önce nerede yaşadığını bilmiyoruz. Bütün bildiklerimiz, oracıkta Hz.Msanın kendisiyle karşılaştığı gibi, bizim de ansızın kendisiyle karşılaşmaktan ibarettir.
4- Hz.Musa kendisinden bilgiler öğrenmek için kendisine eşlik etmek istediğini söyleyince, Hızır "benimle beraber olmaya dayanamazsın" diyerek sürpriz yapmıştır. Nitekim Öykünün akışı içinde de bunun böyle olduğunu görüyoruz. Çünkü Hz.Musa olup bitenler karşısında sabredip dayanamamıştır.
5- Hızir'ın Hz.Musa'ya yaptığı sürprizlerden biri de ücret ödemeden bindikleri geminin tahtalarından birini sökmesi ve gemiyi delmesidir. Hz.Musa onun bu yaptıklarına itiraz etmiş ve sabredemediğini bir daha göstermiştir.
6- Hızır'm yaptığı sürprizlerden biri de çocuklarla
beraber oynayan suçsuz bir çocuğu öldürmesidir. Hz.Musa buna da itiraz etmiş ve yapılanlar karşısında dayanamadığını göstermiştir.
7- Hz.Musa'ya ve dolayısıyla bizlere Hızır'ın yaptığı sürprizlerden biri de, köy halkının Hz.Musa'ya ve dolayısıyla bizlere yaptığı sürprizdir.Yemek istemelerine ve misafir olduklarını söylemelerine rağmen, köy halkı onları misafir etmemiş ve yemek vermemiştir.
8- Hızır'ın Hz.Musa'ya yaptığı sürprizlerden biri de, yıkılmaya yüz tutmuş bir duvarı doğrultmasıdır.Hz. Musa kendilerini misafir olarak ağırlamayan ve bir yemeyi bile esirgeyen köy halkından bu doğrultma karşılığında ücret isteyebileceğini, çünkü bu iyiliğe layık olmadıklarını söylemiştir.
9- Hz.Musa'ya ve öyküyü dikkatle izleyen bizlere Hızır'ın yaptığı en büyük sürpriz, Her üç işin üstündeki perdeyi açması, üzerindeki örtüyü kaldırması, yorumlaması ve yaptığı işlerin hak, doğru ve iyilik olduğunu belirtmesidir. Bu olayların üzerindeki örtüyü kaldırması ve yorumlaması şüphesiz bir sürpriz olmuştur.
10- Halkın gemilerine zorbalıkla el koyan ve Hızır deimeseydi zavallı bu insanların gemisini de alacak olan bu zorba kişiyi haber vermesi ve önceden bildiğini göstermesi de sürprizlerden biri olmuştur,
11- Hızır'ın öldürdüğü çocuğun geleceğinden haber vermesi, yaşayıp büyüdüğü taktirde kafir olacağını, Yüce Allahın anne babasına hem yarar, hem şefkat bakımından ondan daha hayırlı birini vermek istediğini bildirmesi de büyük bir sürprizdir.
12- Duvarın altında iki yetimin bir definesinin bulunduğunu bildirmesi de bir sürprizdir.Hızır iki çocuğun büyüyüp definelerini çıkarması için duvarı doğrultmuştur.
13- Hızırın bilmediğimiz bir yere gitmesi de bir sürprizdir. Herhalde Hz. Musa da nereye gittiğini bilmemiştir.Yaptığı üç işin iç yüzünü göstererek yorumunu yaptıktan sonra Hz.Musayı dehşet ve tuhaflık içinde bırakıp bilinmeyen bir yere gitmesi bir sürpriz olmuştur.
Öyküde Hızır bilinmeyen bir yerden gelmiş,öykünen sonunda da bilimeyen bir yere gitmiştir. Nereden geldiğini, nereye gittiğini bilmiyoruz. Kur'an ve hadiste burada anlatılanlardan başka bir bilgi de bulunmamaktadır.
Hızır ve Hz.Musa öyküsü bir nevi belirsizliğin, kapalılığın sürprizlerin, dehşet ve tuhaflığın öyküsüdür. Öyküyü her okuduğumuzda dehşetle ve tuhaflıkla karşılaşırız, olayların iç yüzünü ve sürprizlerin sırrını önceden bilmemize rağmen, her okuyuşumuzda etkileyici sürprizlerinden etkileniriz.[238]
Hz.Musa, genç arkadaşı Yuşa İbn Nun'a ne demişti? "Ben,iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, demişti". Burası da Yüce Allahın Hz.Musa'ya Hızır'ı bulacağını söylediği yerdir. Bu yolculuk yıllarca da sürse,iki denizin birleştiği yere gelinceye kadar yürümeye devam edecek.
Mz.Musa'nın bu sözlerinden ilim öğrenmek için yolculuk yapmak, bunun için olabilecek bütün engelleri aşmaya kararlılıkla çalışmak gerektiğini öğreniyoruz. İslam alimleri İlim öğrenmek için yolculuk yapmanın en güzel örneklerini vermiş, bunun için türlü sıkıntılar ve zorluklara katlanmış ve sabretmişîerdir. Hicri beşinci asırda yaşamış olan Hnîib Bağdadi, Rasulullahm bir hadisini bile bulup tespit etmek için başka memleketlere yolculuk yapmış en meşhur alimleri "er-Rihletu fi Talebi'l-Hadis" adında bir eserle kitaplaştırmıştır. Bu kitap bir kaçyıl Önce Dr.Nureddin Itır tarafından tahkik edilerek basılmıştır.
Günümüzde de Dr.Abdulfettah Ebu Gudde ilim tahsili için yolculuk yapan ve bu uğurda her türlü sıkıntı ve zorluklara sabreden islam alimlerinden örnekler topladığı bir kitap yazmış ve "Safahatun min Sabri'l-UIema ala Şedadidi'1-tlmi ve ve't-Tahsili"[239] adını vermiştir.
Hz.Musa genç arkadaşına "Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya yahut yıllarca yürümeye kararlıyım, dedi". Alimler yıllarca anlamındaki "Hukub" kelimesinin altmış ile yüz yıl arasında bir anlama geldiğini söylerler. Ancak en doğrusu, belirsiz uzun bir zaman anlamındadır. Bu anlam, Hz.Musa'nın genç arkadaşına söylediği "Yıllarca yürümeye kararlıyım" sözünde açıktır. Çünkü ne kadar yürüyeceğini belirtmemiş ve Hızırla buluşuncaya kadar yürümeye devam edeceğini söyleyerek bu süreyi belirsiz bırakmıştır.
Bu anlam Kur'amn, kafirlerin cehennemde uzun süre kalacaklarını belirttiği "Orada sonsuz kalacaklardır"[240] sözünde de açıktır. Bu da sonu olmayan belirsiz bir süredir.Çünkü kafirler cehennemde sonsuz kalacaklardır.[241]
Kur'anı Kerim ikisinin unuttuğunu söylemiş ve "iki denizin birleştiği yere geldikerinde balığı unuttular" demiştir. Halbuki gerçekte balığı unutan, genç arkadaşı Yuşa İbn Nun'dur. Musa, genç arkadaşından bir kova içinde balığı taşımasını istemiş ve balığı yitirdiğimiz anda bana haber ver, demişti.Yürüyüp kayaya vardıkları ve kovayı pınara yakın bir yere bırakıp uyudukları anda balığa sudan damlalar ulaşmış, balık dirilmiş, kovadan çıkıp hayret verici bir şekilde denizde yol almıştır.
Uyandıktan sonra yollarına devam etmişler, yorulunca ve Hz.Musa genç arkadaşından yiyeceği isteyince balığı hatırlamışlar. Balığı unutan, Musa değil, genç arkadaşı olmasına rağmen acaba Kur'an niçin ikisinin unuttuğunu söylemiştir? Bunun iki sebebi olduğu anlaşılıyor:
a- Anne ve babaya Ebeveyn, Ebu Bekir ve Ömer'e Ömereyn denildiği gibi, bu olay da tağlib yolu ile ifade edilmiştir.Yolculukta beraber ve ortak oldukları gibi o esnada meydana gelen şeylerde ortak sayılırlar. Unutma da bulardan biridir.
b- Unutmanm sonucu ve etkisi sadece genç arkadaşı değil, ikisini etkilemektedir. Nitekim ikisi de uzun yoluluktan yorulmuş,acıkmış ve bitkin düşmüştür.[242]
iki denizin birleştiği yeri geçip uzun bir süre yürüdükten sonra yorulup acıkmışlar ve Musa genç arkadaşına "Yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan çok yorulduk" demiştir. Ayete iyice baktığımızda şunları görüyoruz:
a- Yolculuk için kişinin yanına yemek ve azık alması caizdir.Böyle bir şey Allaha tevekküle aykırı değil, ona tevekkülün gereğidir.Çünkü Yüce Allahm alınmasını emrettiği tebirleri almaktır. Kimi zavallılar tevekküle aykırı olur düşüncesiyle yola çıktıklarında yanlarına azık ve yiyecek almazlar. Bunlar tevekkül edenler değil, Allahın istediği sebeplere başvurmayan ve tedbir almayan tenbel kişilerdir.
b- Başkaİanrıdan bir işi yapmasını istemek ve yemeği getirmesini söylemek caizdir. Çünkü Musa, genç aradaşından kendilerine yemeği getirmesini istemiştir.Gerçi müslümanın başkasından istemek yerine kendisinin işi yapması daha uygun olur.
c- Kişinin yorgunluk, acıkma ve diğer durumlarını başkasına söylemesi caizir. Böyle bir şey Allaha inanmaya, ona teslim olup tevekkül etmeye aykırı değildir. Hz.Musa genç arkadaşına "Bu yolculuğumuzdan çok yorulduk" demiştir.
d- Hz.Musa ancak kararlaştırılan iki denizin birleştiği yeri geçtikten sonra açlık ve yorgunluk hissetmiştir.Yukarıda belirtilen hadiste bu durum belirtilerek "Musa, emredildiği yeri geçinceye kadar yorgunluk hissetmedi" denilmiştir. Yorulmak ve acıkmak bir bakıma unutmanın cezası olmuştur.[243]
Hz.Musa genç arkadaşından yemeği getirmesini isteyince, genç arkadaşı tuzlanmış ve kızartılmış olup denizde yol almış bulunan balığı hatırladı. Halbuki Musa, balığı yitirdiklerinde kendisine haber vermesini istemişti.Uyandıklarında ve genç balığı bulamadığında Musa'ya balığın kaybolduğunu söylemeyi unutmuş, uzun bir yol yürüdükten sonra yorgunluk hissetmişlerdir. Musa ona "Yemeğimizi getir, bu yolculuğumuzdan çok yorulduk'1 dediğinde, genç "Gördün mü? Kayaya vardığımızda balığı unutmuşum, onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır" demiştir.
Yanında uyudukları, balığı yitirdikleri ve Musa'ya haber vermeyi unuttuğu kayanın yanına dönmeyi Musa'ya teklif etmiş, balığı orada unuttuğunu itiraf etmiş, şeytanın unutturduğunu söyleyerek "Balığı unuttum,onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır" demiştir.[244]
Şüphesiz şeytan insana unutturmaya çalışır, insanın rabbini unutması, dinini unutması,görevini unutmasını sağlar. Böylece insana musallat olması ve kalbini esir alması da kolaylaşır.
Şeytan, ancak insan unuttuğu zaman ona musallat olur ve yapacağını yapar. Fakat uyanık ve dikkatli müslümana musallat olması sözkonusu olmaz. Yüce Allah buyuruyor: "Allaha karşı gelmekten sakınanlar, şeytan tarafından bir dürtüye uğrayınca Allahı anarlar ve hemen gerçeği görürler.Onların kardeşleri onları azgınlığa sürüklerler ve bundan hiç geri durmazlar"[245]
Şüphesiz şeytan her insanın peşindedir.İnşaların unutmasını o sağlar. Şeytan unutturur, insan da unutur, şeytan unutturur ve hepimiz unuturuz. "Balığı unuttum, hatırlamayı unutturan ancak şeytandır",[246]
Kur'an, balığın denizde yürümesini iki kelime ile anlatır. Önce "Balığı unuttular, balık denizde bir yol açarak gitti." der. Sonra "Balığı unuttum, onu hatırlamamı bana unutturan ancak şeytandır, yolda hayret verici bir şekilde yol aldı" demektedir.
Denizde yürüyen balığın önünde Allah koridor gibi bir yol açıyor ve bu yol kapanmadan açık kalıyor. Hz.Peygamber bunu şöyle belirtiyordu: "Geçtiği yolda Allah suyun kapanmasını önlemiş ve orası bir koridor gibi kalmıştır"
Hayret bir şekilde yol almasına gelince; Tuzlanmış, kızartılmış ve kovaya yerleştirilmiş balığın diriltilmesi, kovadan çıkması, suya girmesi,geçtiği yerde yol açılması ve suyun kapanmayıp açık bir koridor gibi kalması, bütün bu olaylar hayret vermekte ve insanları - şaşkınlık içinde bırakmaktadır.Onun içhı Hz. Musa ve genç arkadaşı bu olaylara hayret etmiştir.
Kur'an bu iki olayı anlatırken açılan bir yol ve hayret veren bir şey anlamındaki kelimeleri kullanır.Birincisi, balığın geçerken suda açtığı yol için kullanılmış, ikincisi de Hz.Musa ve genç arkadaşı için buranın bir yol olarak açık kaldığını belirtmek için kullanılmıştır.Anlatımdaki farklılığın sebebi, Kur'anın yakaladığı yön ve öyküye baktığı açıdır. Birincisinde olaya balık açısından bıkmış ve denizde balığın hareketini dile getirmiştir. Onun için "Denizde bir yol açarak ilerlemiştir" demiştir.
ikincisinde ise, olaya Hz.Musa ve genç arkadaşı açısından bakmış, balığın hareketinin Hz.Musa ve genç arkadaşının psikolojisi üzerindeki etkisini farketmiştir. Şüphesiz ikisi de balığın bu hareketine hayret edeceklerdir. Onun için "denizde hayret bir şekilde yol aldı" demiştir.
Balığın dirilip hareket etmesinin yol açtığı hayret, yadırgama ve onaylamama hayreti değildir. Çünkü Hz.Musa ve genç arkadaşı Allaha, ölüleri diriltme ve mucizeler yaratma gücüne inanırlar. Hayret vermesi, olağandışı olması ve insanı etkilemesidir.[247]
Yuşa1 balığı unuttuğunu söyleyip Hz.Musa'ya kayaya dönmeyi teklif ettiğinde Musa "Bizim istediğimiz bu idi"
dedi. Gelirken bastıkları yerleri izleyip geldikleri yoldan döndüler. İki denizin birleştiği yere gelip kayaya çıktıklarında kullarımızdan bir kul buldular.Rasulullahm belirttiği gibi o da Hızır'dır. Bir örtü ile örtülmüş ve sırt üstü uzanıp yatmıştır.
Hz.Musa ona selam verdi.Hızır üstündeki örtüyü kaldırdı ve selamı aldı.O ülkede bir adamın kendisine selam vermesi tuhafına gitti ve sordu: "Senin burada selam vermek var mı?"
Hızır'ın sorusu üzerinde biraz durmak gerekir. O ülkede selam veren birinin olması sanki Hızırın tuhafına gitmiştir. Bu da belki orada mümin insanların olmamasındandır. Yanına Hz.Musa'nın geleceğini de bilmiyordu.
Ancak Hızırın sormasından daha derin ve daha uzak boyutlu bir şey öğreniyoruz. Sanki bütün yer yüzünü kastediyor ve sanki yer yüzünün tamamında barışın gerçekleşmesinin mümkün olmadığına işaret etmek isityor. Çatışma, mücadele, itişip kakışma ve anlaşmazlığın kaçınılmaz olarak yer yüzünde devam edeceğini sanki anlatmak istiyor.Nitekim yer yüzünün şurada burada ortaya çıkan savaş ve çatışmalardan bir dönem olsun uzak kalmadığını tarih bize anlatmaktadır.
Bu savaşlar çağımızda gittikçe daha çok yayılmakta, alevlenmekte ve amansızlaşmaktadır. Gazete ve dergileri okuyan herkes, neredeyse savaş ve çatışma haberlerinden başka bir şey görememektedir.Basılı ve görsel yayınları izleyen herkes neredeyse savaş ve çatışma haberlerinden başkasını duymamakta ve seyretmemektedir Bu da Yüce Allanın şu buyruğu ile dile getirdiği bir olgudur: "Eğer
rabbin dileseydi, insanları birtek ümmet yapardı.Fakat rabbinin merhamet ettikleri bir yana, ihtilaf etmeye devam ediyorlar. Esasen onları bunun için yaratmıştır"[248] "Allanın insanları birbirleriyle gidermesi olmasaydı, yer yüzü bozulurdu"[249]
Hızır'ın "senin burada selam ne geziyor?" demesi bu anlamı çağrıştırıyor. Her halde yer yüzünde barışın gerçekleşmesi ne gezer! demek istiyor.[250]
Kur'anı Kerim, Hızır'ı "Kullarımızdan bir kul" diyerek anmıştır. "Allanın kulu" olarak nitelenmesi, onun peygamberliğine engel değildir. Zaten iki niteleme arasında bir çelişki yoktur. Hızır'ın peygamber olduğunu belirten görüşü tercih ettiğimizi daha önce belirtmiştik.
Şüphesiz Allaha kul olmak, peygamberliğin alametlerinin en açık olanıdır. Nitekim Yüce Allah Hz.Nuh için "Nuh'la beraber taşıdığımızın zürriyeti.Şüphesiz o şükeden bir kuldu"[251] ve Hz.Muhammed için "Geceleyin kulunu yürüten Allah eksikliklerden uzaktır"174 der. Kur'anın "Ibâd" kelimesini genellikle müminler için, "Abîd" kelimesini de kafirler için kullandığına işaret etmek işitiyoruz.[252]
Kur'an, Yüce Allanın Hızır'a verdiği nimeti belirterek şöyle der:"Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik". Anlatımda görüldüğü gibi rahmet Allah tarafından kullara verilmektedir.Çünkü Allanın bir lutfu olup kişiyi kuşatmakta, mutlu ve afiyet içinde yaşamasını sağlamaktadır.
ilim de Allah tarafından öğretilmektedir. Çünkü öğrenmek için çaba, gayret ve emek gerekir.İnsan kendini ilme vermez ve kazanmak için çalışmazsa, ondan birşey kazanmaz.
Anlatımda dikkati çeken şeylerden biri de, rahmet için "Allanın yanından" ifadesi kullanılırken, ilim için "Allanın katından" ifadesinin kullanılmasıdır. Rahmet için "min indina" derken, ilim için "min ledunna" demektedir. İkisi için farklı iki kelime kullanılmaktadır. Bu konuda Rağıb Isfahani şöyle der:
"Ledun, kelimesi, "min indina" ifadesinden dıilta özeldir. Çünkü bir sonun başlangıcını belirtir. Mesela Güneşin doğuşundan batışına kadar onun yanında kaldım, demek gibi.Ledun kelimesi, fiilin nihayeti yerine kullanılır. Yanında anlamındaki "inde" kelimesi yerine de kullanılır. Onun yanında " indehu ve ledunhu" mal kazandım, gibi. Bazıları ledun kelimesinin inde kelimesinden daha beliğ ve özel olduğunu söyler"[253]
Isfahani'nin belirttiğine göre ledun kelimesi, inde kelimesinden daha beliğ ve daha özeldir. Acaba ilim için Kur'an neden bu kelimeyi kullanmıştır?
İlim ve rahmete bakacak olursak, rahmetin ilimden daha genel olduğunu görürüz.Allahın rahmeti bütün yaratıkları kapsar. Allahın rahmeti olmadan canlıların yaşaması mümkün değildir.Aynı şekilde Allahın rahmeti mümin ve kafir bütün insanları kapsar. Onun rahmeti olmazsa yaşayamazlar.
Halbuki ilmi Allah yaratıkların hepsine vermediği gibi, özellikle Allahın Hızır'a öğrettiği ledunni bir ilmi de insanların hepsine vermez. Rahmet genel olduğu için genellik belirten "inde" kelimesiyle kullanılırken, ilim özel olduğu için özellik belirten "ledun" kelimesiyle kullanılmıştır.
Hızır'a verilen ilmin Allah tarafından verilmiş ledunni bir ilim olarak nitelenmesinden anlıyoruz ki onun yaptığı bütün işlerin Allahın verdiği ledunni ilim sonucu yapıldığı için doğru ve yerinde olup Yüce Allah tarafından Hz. Musa 'ya bildirmiştir.
Bir de "Ona yanımızdan bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik" ayetinde ilimden önce rahmetin getirilmesi üzerinde de biraz durmak istiyoruz. Acaba ilim ile rahmet arasındaki bağ nedir? Niçin rahmet ilimden önce gelmiştir?
Şüphesiz rahmet, ilimden önce gelen temeldir.ilmin yarar sağlaması için rahmet,ortam ve uygun çevredir.llim rahmetten soyutlanır ve rahmet ondan sonraya kalırsa, yani ona temel ve hazırlık oluşturmazsa, ilim kötülük, yıkım ve zarar olur. Onun için rahmet ilimden Önce gelmiştir.
Hızırın Ümi rahmetle dolu idi.Ramet o ilim için uygun bir zemindi. İlim onunla bütünleşmiş, içinde büyümüş, hayırlı,yararlı ve bereketli olmuştur. Bu ilmi ile geminin zorbalıkla ğaspedilmesini önlemiş, ilmi ile Allahın kendilerine mümin başka birini vermesi için kafir olan çocuktan anne babayı kurtarmış, ilmi ile yetim olan iki çocuk için duvarı doırultmuş ve definelerini korumuştur.
Bütün bunları rahmetle kuşatılmış ilmi ile yapmış, ilmi de rahmet saçmıştır. Başkaları da bu ilimden yararlanmıştır.
Müslmümaniarın ilimleri de böyle olmuştur. Çünkü türlü ilimleri rahmetle dolu olmuş, onunla bütünleşmiştir. Onun için hem müslümanlara hem de başkalarına yarar sağlamıştır.
Ama rahmetten yoksun olan ve rahmetin önünde giden, onunla bütünleşmeyen ve kaynaşmayan ilim, zararlı, kötü, yıkıcı, zehirleyici ve sömürücü olur. Bunu da çağdaş batılı ilimlerde açıkça görüyoruz. Batılılarda ilim var, ilerleme var, ilimde daha öncekilerin hayal bile edemedikleri seviyelere yükselmişler, ilimleri dalbudak salmış ve çeşitlenerek hayatın tüm alanlarını içine almıştır.
Ancak bu ilimler, buluş, keşif ve sanatlar hem sahipleri hem başkaları için bir felaket ve musibet olmuştur. Yıkım, tahribat, azgınlık, ahlaksızlık, bozgunculuk, haksızlık ve sömrgecilik için kullanılmıştır. O ilimlerle insanlığın bedbahtlığı ve perişanlığı daha da artmıştır.
Bu söylediklerimizden şüphesi olan varsa söylesin; Acaba nükleer, balestik, biyolojik ve elektronik silahlar insanlığın yararına mı, zararına mıdır? Acaba atom bombalan Hiroşima ve Nagazaki medeniyetlerini yıkmış mıdır, kurtar mış mıdır? Dünya svaşmda biyolojik ve kimyasal silahlar acaba ne yaptı? Acaba napalm bombaları, misket bombalan, fosfor bombaları kurbanlarında neler yaptı? Acaba kimyasal silahlar savaşlarda ne yapıyor? Allah bilir, savaş zamanında düşman üzerine saçılmak üzere cani ve katil ülkelerin depolarında veba, kanser, kolera ve laboratuvarlarda üretilip depolanan Aids mikropları içeren öldürücü biyolojik ve yıkıcı ne kadar silah bulunmaktadır!
Modern kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar, insanlık dünyasının kin dolu şeytanca zekasının sonucunda ulaştığı en aşağı, en yıkıcı, en çirkîn ve en barbar düzeyi göstermiyor mu?
Bütün bu açıklamalar ışığında "Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik" sözlerinde rahmetin niçin ilimden önce gelmiş olmasının sebebini daha iyi anlıyoruz. Yine bu açıklamar ışığında ilmin rahmetle bütünleşmesinin, yararlı, bereketli, şefkatli ve kurtarıcı olması için ahlak unsuru taşımasının ne kadar önemli olduğunu kavrıyoruz.[254]
Hz.Musa Hızırla buluştuğunda Hızır ona :"Allah sana, benim bilmediğim bir ilim öğretmiş, Bana da, senin bilmediğin bir ilim öğretmiştir" deyince, yararlanmak için sana öğretilen ilimden bana öğretmek üzere sana uyayım mı? dedi.
Hızır'ın Musaya söylediğinden anlıyoruz ki bir kişinin bütün ilmi elde etmesi veya bilmesi mümkün değildir.İşte peygamber olan Hz.Musa, bazı bilgileri bilmiyor, yine bir peygamber olan Hızır bazı bilgileri bilmiyor. Her birine Allah, diğerine öğretmediği bir ilim öğretmiştir.
Hızır bunu Hz.Musa'ya alatmak istemiş, denize açıldıklarında bir serçe gelip geminin kenarında konmuş, denizin suyundan bir iki damla almış,Hızır bunu Örnek göstererek Musa'ya "Ey Musa, benim ilmim de, senin ilmin de Allanın ilminin yanında ancak bu serçenin denizin suyundan içtiği kadardır"demiştir. Allanın ilmine oranla insanların bütün ilimleri anılmaya bile değmez. Onun için Yüce Allah "Size ilimden ancak az bir şey verilmiştir"[255] buyurmaktadır. Bir şair de "Alim olduğunu iddia eden kişiye söyle; bir şey öğrenmişsin, ama nice şeyler bilmiyorsun" demiştir.
Hz.Musa'nın "Yararlanmak için sana öğretilen ilimden bana öğretmek üzere sana uyayım mı?" sözünde şu iki şeyi öğreniyoruz:
a- llim istenirken edeple istenmeli, saygı ve nezaket içinde alimle konuşulmalıdır. "Sana uyayım mı?" gibi. Evet, bu zarif ve yumuşak isteme üslubuyla seslenmek!
Sonra,ben sana uyuyorum, sana tabi oluyorum, sana karşı bilgiçlik taslamak veya sana rakip olmak için değil! Sana uymamım bir hedefi var, seninle beraber yolculuk yapmamın amacı var. O da senden öğrenmek ve sana
öğretilenlerden bana öğretmendir.
İlim, edep içinde istendiği zaman yararlı ve verimli olur.Ama edpten yoksun olarak istenildiği zaman hem sahibine, hem başkasına zararlı olur. İlim isteyen kimi insanlar öğrenme edebini yitirmekte, bir iki mesele okuyup bir iki konu ezberleyince kendini parmakla gösterilmesi gereken alim sanmakta, alimlere karşı bilgiçlik taslamakta, onların hesabına meşhur olmakta ve karalayıp küçümsemeye başlamaktadır. İlim edebinden yoksun olan kişiler, hem ilimden,hem de ilmin yararından yoksun olurlar, ilim öğrenmenin edebini anlatan en güzel kitaplardan biri Ibn Cumaa'nın "Tezkiratu's-Sami' ve'l-Mutekellim fi Âdâbi'1-Alim ve"l-MuteaIlim" kitabıdır.
b- Ilim öğrenmekten amaç, yarar sağlamaktır. "Olgunluk kazandıracak ilimden bana öğretmen için sana uyayım mı?"
Hz.Musa, "Olgunluk için" diyerek ilim öğrenmek istemesinin hedefini açıklamaktadır. Olgunlaşmak ve olgun olmak için ilim öğrenmek istiyor. Kendisini olgunlaştıracak, insanlarla olgunlukla ilişkiler kurmasını ve aralarında olgun bir şekilde yaşamasını sağlayacak yararlı ve doğru ilmi öğreniyor.
Bazı öğrenciler ilmin kendisini amaç ve hedef yaparlar.Öğrenmek için öğrenirler,"ilim için ilim ve öğrenmek için öğrenmek " sıloganını benimserler. Halbuki Hz.Musa onlara ilmin yüce bir amaç için olması, hedef değil, olgunluğu kazanmak için araç olması gerektiğini öğretiyor.
Diğer taraftan bazı öğrencilerin zarar ve kötülük doğuran yahut çirkin ahlak ve sıfatlar üreten değersiz ve rezil bilgileri öğrendiklerini, onlar için çok mal, zaman, para,emek ve enerjiler tükettiklerini görüyoruz. Değilse, acaba çılgınlar gibi debelenen ve sarhoşlar gibi nara atanların öğrendikleri müziklerde ne yarar vardır? Haram etlerin teşhir edildiği dans, anlamsız resim,heykel ve kötülüğü canlandıran tiyatrodan insanlara ne yarar geliyor?
Yararlı ilim, olgunluk kazandıran, güzel meyveler veren mübarek ağacı yetiştiren, çalışmaya ve güzel davranışa yönlendiren ilimdir.[256]
Hızır, Hz.Musa'nın isteğine "Benim yaptıklarım karşısında dayamazsın" diyerek cevap vermiştir. Hz.Musa'nın kendisine arkadaşlık yapmaya ve beraber yürümeye dayanamıyacağını söylemiştir.
"Benimle beraber sabredemiyeceksin" sözü ile, "Benim yaptıklarıma karşı dayanamazsın" sözü arasında fark vark vardır. Birincisinde sadece sabredilemiyeceği belirtilirken, ikincisinde sabretmek için Musa'nın çaba göstereceği, ama b^na rağmen dayanamıyacağı belirtilmektedir.
Hızır bunu Hz.Musa'ya vurgu belirten birtakım harfler ve fiil kipi kullanarak söylemiştir. Hz. Musa'nın yapamıyacağı şeyin sabretme değil, güç yetirme ve dayanmadır. Sabretmek için çaba gösterecek, kendini zorlayacak, ama bütün bunlara rağmen yapılanlar karşısında dayanamıyacaktır.
"Benimle beraber" demekle, içerdiği meydan okumaya rağmen, Hz.Musa'nın sabretme ve dayanma gücünü küçümsemek istemediğini anlatmaktadır. Hz.Musa'nın, Hızından başkasıyla beraber sabredebilir, ama sadece Hızır'ın yaptıkları karşısında sabretmekten aciz kalacağını anlatır.
Bu sözler karşısında Hz.Musa herhalde şaşırmış ve dehşet içinde kalmış olmalıdır. Çünkü Hızır nasıl oluyor da bunu böyle kesin olarak söylüyor ve birtakım vurgularla bunu vurguluyor? Hz.Musa'nın sabretmeye çalışacağı, ama dayanamıyacağını Hızır nereden biliyor?
Hızır "Bilmediğin bir şeye karşı nasıl sabredebilirsin ki?" diyerek niçin sabredemiyeceğini açıklamış olmaktadır.
Hadis'te belirtildiğine göre Hızır,Hz.Musa'ya "Bilmediğin bir şeyin karşısında nasıl sabredebilirsin ki? Yapmam istenen bir şeyi sen gördüğün zaman sabredemiyeceksin" demiştir.
Şüphesiz Hz.Musa sabredemiyecektir. Çünkü Hızır'ın iç yüzünü bitmediği tuhaf birtakım davranış ve uygulamalarını görecek, onun için bu işlerine karşı çıkacak ve kendisiyle beraber artık yürümeye sabredemiyecektir.
Hızır'ın "Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeye karşı nasıl sabredebilirsin ki?" sözü, insan psikolojisinin niteliklerinden birine işaret eder. Bu bakımdan psikolojik bu boyutları olan ayetlerin psikolojik boyutlarını ortaya çıkarmak için doğru analiz yapan psikoloji bilimi ışığında bu olaya bakmamız gerekir.
Yüce Allah insanı öğrenme merakı taşıyan bir yapıda yaratmıştır, insan etrafında olup bitenleri, görüp işittiği şeyleri öğrenmeyi sever. Onun için yeni bilgiler öğrenmek amacıyla çok soru sorar ve araştırır. Anlamadığı şeyler gördüğü zaman hemen karşı çıkar ve itiraz eder yahut en azından bir açıklama ister.
İnsanın tabiatı, aklını ve düşüncesini işlevsiz kılarak yürümemektir. Onun için insan anlamadığı şeylere karşı sabretmez ve kavrayamadığı şeyler karşısında susmaz.
İnsanın bu psikolojisini Hızır kavramış ve Hz.Musa'ya "bana emredilen şeyi gördüğünde sen sabredemezsin" demiştir. Sen ona karşı sabredemezsin. Çünkü psikolojin onun iç yüzünü bilmiyor ve aklın onu kavramıyor. Çünkü onu bilmiyorsun. Bilmediğin için de karşı çıkılması gereken bir iş sanıyorsun.[257]
Hz.Musa' sabırlı olacağına dair Hızır'a söz verdi. "Allanın izni ile beni sabredenlerden bulacaksın, senin hiçbir emrine de karşı çıkmayacağım"dedi. Bununla beraber Hızır bunu garantilemek için bir tedbir aldı ve
Bana uyacak olursan, sana bilgi verinceye kadar, benden bir şey sorma" dedi. Kendisine bir şey sormaması, bir şeyine itiraz etmemesi ve kendisinden açıklama beklemesini istedi.
Bununla Hızır sanki yolculuğa hızırhk yaptığını, Hz.Musa'ya görünürde haksız ve doğru olmayan bir takım davranışlar, uygulamalar ve sürprizler göreceğini, onlar için itiraz edip konuşmamasını ve kendisinden bir şey sormadan açıklama beklemesini söylemektedir. Yüce iki peygamber arasında geçenlere iyice baktığımız zaman Hızırın yol arkadaşlığı adabına işaret ettiğini, yolculuğun İşbirliği ve yardımlaşma içinde her türlü anlaşmazlık ve çekişmeden uzak geçmesini sağlamanın yolunu gösterdiğini görürüz. Hz.Musa sabredeceğini söylüyor ve bunu gerçekleştirmek için de Allahtan yardım diliyor.
Sabır, yolculukta kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü sabredilmeyen bir yolculuk, anlaşmazlık, çekişme ve sıkıntı ile geçer. Bilindiği gibi yolculuk bir tür eziyettir. Yolcu huzursuz, yorgun, bitkin ve sinirleri gergin olur. Çabuk öfkelenir ve reaksiyon gösterir. Onun için mümin bir yolcu yolculukta karşılaşacağı sıkıntılar için Allahtan yardım ister. Hz.Musa "Allahın izniyle beni sabredenlerden bulacaksın" dedi.
Yolculuk adabından biri de, başkana itaattir. Onun için Hz.Musa "Senin hiçbir emrine karşı çıkmam" demiştir. Yolculukta itaat edilecek bir başkanın olması kaçınılmaz olduğu gibi, işlerin yürütülmesi, görev, iş ve rollerin belirlenip taksim edilmesi, emirlerin yerine getirilip istenenlerin gerçekleştirilmesi için de kaçınılmazdır.
Yolculuğun adabından biri de yoldaşların çok itiraz etmemesi, olur olmaz hemen her şeye karşı çıkmaması ve problem çıkarmamasıdır. Hızır onun için "Bana uyacak olursan, hakkında sana açıklama yapıncaya kadar, bana bir şey sorma" demiştir.[258]
Kendisine açıklama yapıncaya kadar herhangi bir şey hakkında sormamak şartıyla Hz.Musa ve Hızır birlikte yolculuk yapmak üzere anlaştılar.Hz.Musa ondan bilgi öğrenecekti.
ikisi çıktılar.Sahilde yürüdüler. Bir gemiye binmek istediler. Onlara ber gemi uğradı. Durdurdular ve bindiler. Gemi sahipleri Hızın tanıdılar, ikisinden ücret almadılar.
Gemicilerin Hızın tanımaları, onun oralı olduğunu, toplumla ilişkileri bulunduğunu, başkalarını tanıdığını ve mağaralara yahut dağlara çekilip halktan ayrı bir hayat yaşamadığını gösterir. İkisi gemide iken bir serçe gelip denizin suyundan gagasıyla iki damla alır. Hızır, bilimsel bir konuyu mantıklı ve delilli bir şekilde Musaya anlatmak istemiş ve şöyle der:
Serçenin denizin suyundan ne kadar aldığını biliyor musun? Hızır,ne almış olabilir ki! Olsa olsa bir damla almıştır, dedi.
Hızır şöyle dedi: Allalın ilmine oranla benim ilmim de, senin ilmin de, ancak şu serçenin denizin suyundan aldığı kadardır.
Yolculuk devam ederken Hızır gemin tahtalarından birini söktü. Musa bu işe şaştı, neden yaptığını sordu, kendi kendine değerlendirdi, fakat buna bir anlam veremedi.
Böyle bir şey gemiyi bozmak ve delmek olur, geminin ve içindekilerin denizde boğulmalarına sebep olur, böyle bir şeyi başkalarına karşı yapmak doğru olmazken, kendilerine ikram eden ve ücretsiz bindiren gemi sahipleine karşı nail doğru olabilir? İyiliğe karşı iyilik böyle mi yapılır? diye düşündü.
Onun için Hz.Musa, Hızır'a verdiği sözü unutmuş ve ona itiraz etmiştir. İçindekileri batırmak için mi deldin? Doğrusu, çirkin bir iş yaptın, demiştir.
Hızır ona önceden söylediğini hatırlattı ve benim yaptıklarıma karşı sabredemezsin, demedim mi? dedi. Musa itiraz ettiği için Özür diledi ve unuttuğunu itiraf etti. Unuttuğum için kusura bakma ve elimde olmayan bir işten dolayı beni sorumlu tutma, dedi. Olayı değerlendirdiğimizde şu sonuçları çıkarabiliriz:
a- Peygamberler de unutabilirler.Unutmaları masum olmalarını engellemez. Yüce Allah Hz.Muhammed'e " Unutacak olursan, Rabbini.an" buyurmuştur. Yine Hz. Adem için şöyle buyurmuştur: "Daha önce Adem'den söz almıştık, o ise unuttu ve kendisinde azim görmedik"[259] Peygamberlerin unutması insan olmalarının bir özelliğidir. Böylece diğer insanlar gibi birer insan oldukları ve insan üstü bir konuma sahip bulunmadıkları ortaya çıkmaktadır.Unutmak insanın temel niteiikierindendir.
Yuşa İbn Nun'un "Şüphesiz balığı unuttum, onu hatırlamamı unutturan ancak şeytandır" sözü ile, Hz.Musa'nın "Unutursam kusura bakma"demesi arasındaki büyük farkı görüyoruz. Yuşa ,şeytanın unutturduğunu söylerken, Musa kendisinin unuttuğunu söylemiştir.
b- Müslümanın şeriata aykırı gördüğü şeylere karşı çıkması ve susmaması. Hz.Musa'nın Hızırın yaptığı işlere karşı çıkması ve tepki göstermesi gibi.
c- Kötü işin zahirine bakmak ve verilen söze bağı kalmak.Hz.Musa bu konuda duyarlılığını göstermiş ve kötülüğe karşı tepkisini ortaya koymuştur.
d- Geminin delinmesi,tahtalarının sökülmesi demektir. Alimler "Halaka" ve "Haraka" kelimelerini birbirinden ayırmışlardır.Halaka, bir şeyi şekil vermek ve düzenlemek için yaratmaktır. Yüce Allanın yeri ve gökleri yaratması gibi. Onun önceden var ettiği bu şeyleri yaratması, ıslah etmeci, düzenlemesi ve şekil vermesi demektir. "Cinleri o yaratmışken {halaka), kafirler onları Allaha ortak koştular. Körü körüne Ona oğullar ve kızlar uydurdular (haraku), Allah, onların nitelemelerinden uzak ve yücedir"[260] ayetinde görüldüğü gibi her iki kelime kullanılmıştır.
Her iki kelimenin harfleri ve bir arada oluşları hoş bir anlamı çağrıştırıyor. Halaka kelimesi üç harften oluşuyor. Ortada lam harfi var. Lam harfinin kelimedeki görevine baktığımızda, uzlaştırma ve arayı bulma rolü oynadığını görürüz. Çünkü Ha ve Kâf harflerini birbirine bağlamış ve uzlaştırmıştır.
Haraka kelimesinin ortasında ise Ra harfi var. Bu harf yarmak, bozmak ve ayırmak anlamını çağrıştırıyor. Çünkü Ha ve Kâf harflerinin arasını ayırıyor.
e- "Batırmak için " anlamındaki kelimenin başında bulunan lam harfi, sebep, değil, sonuç bildirir. Çünkü gemiyi batırmanın akibeti ve sonucu içindekilerin batırılmasıdır.
Gemiyi batırmak için değil de, içindekileri batırmak için, demesi insana değer verildiğini, madde ve eşyadan önde tutulduğunu göstrir. Çünkü insan madde ve eşyadan daha üstün ve değerlidir.Bu da maddeyi insandan üstün tutan maddeci materyalizmin red edilmesidir.
Aynı şekilde "içindekileri batırmak için" sözü bu işin önemine işaret etmek ve büyüklüğünü göstermek içindir. Çünkü sonunda gemide bulunanların batmasına yol açacaktır. Bu sebepten Musa ona itiraz etmiştir.
Hızır işin içyüzünü Hz.Musa'ya şöyle açıklamıştır:"Gemi, denizde çalışan miskinlerindi. Onu kusurlu yapmak istedim.Çünkü onların ilerisinde her gemiyi zorbalıkla alan bir kral vardı". Bu açıklamadan aşağıdaki sonuçlan çıkarıyoruz:
1- Zavallıların bir gemisi var. Bu da miskinin bazı mal veya eşya sahibi olabileceğini gösterir.Ancak bu mal veya eşya, ihtiacını karşılamaya yetmiyor.Fakir ise, hiçbir şeyi olmayandır.
2- Ayette "Verae" kelimesi, ötelerinde anlamında kullanılmıştır.Yani önlerinde zalim bir kral var. Ne zaman kusursuz bir gemi geçse,ona zorbalıkla el koyar, istila edip sahiplerinden ğaspeder. Ne Hz.Musa, ne başkası bunu bilmiyordu. Yüce Allah bunu Hızıra bildirmiş ve kralın ğaspetmesini önlemek için delmesini vahyetmiştir.
3- Hızır'ın davranışından anlıyoruz ki kral sadece kusursuz gemileri alıyordu.
4- Kralın yaptıklarını alamak mümkün değildir. Çünkü kralın temel görevi vatandaşların canlarını, mallarını ve sahip oldukları şeyleri korumaktır. Onun görevi bu şeyleri korumak olduğu gibi, onlara saldıracak veya zarar verecek başkalarına da engel olmaktır. Ama kralın yol kesen eşkiyaya dönüşmesi ve bu işi gerçekleştirmek için makam, mevki, ordu ve adamlarını kullanması en büyük musibet ve öldürücü felakettir.[261]
5- Yöneticilerin bozulması durumunda halkı ancak hakkın davetçileri ve ıslahatçılar kurtarır. Çünkü onlar ümit
ve kurtarıcı olurlar.Hızırın yaptığı gibi haksızlık, azgınlık, zorbalık ve bozgunculuğa karşı dururlar.
6- Hızır gemiyi delerek korumuştur.Bu da genel reform (ıslahat) sırasında küçük çapta zarar vermelerin olabileceğini,ıslahat sırasında kimi aksaklıkların meydana gelebileceğini gösterir.Genel reformun gerçekleşmesi için reformcu buna mecbur kalırsa, bu küçük zarar vermeleri de göze alır. islam, insanı, dini ve ahlakı korumak için cezaların uygulanmasını farz kılar. Mesela katilin öldürülmesi, zina eden ve hırsızlık yapanların cezalandırılması görünürde öldürme ve bozgunculuktur, ancak ıslahın gerçekleştirilmesi ve güvenliğin sağlanması için bir zorunluluktur.[262]
Hz.Musa unuttuğu için Hızırdan özür diledi, ikisi gemiden ayrıldılar, sahilde yürüdüler, oynayan bir grup çocuk gördüler.Hızır onlardan küçük birine baktı, yanına gitti ve boynunu koparıp öldürdü. Çocuk önünde öidü.
Musa gördüğü manzara karşısında dehşet içinde kaldı, bir tuhaf oldu ve isyan etti. Hızır'ın, hiçbir suçu olmayan ve kimseye zararı dokunmayan küçük bir çocuğu öldürmesine hiçbir anlam veremedi. Onun için Hızıra yönelip tepki gösterdi ve "Kimseyi öldürmediği halde suçsuz bir canı mı öldürdün? Şüphesiz senin yaptığın çok çirkindir" dedi.
Burada Hızır daha önce kendisine söylediği "Sen benim yaptıklarım karşısında sabredemiyeceksin" sözünü hatırlattı. Hızır sanki Musa'dan itiraz ve tepki bekliyordu. Çünkü zahirle yetinen ve görünüşe bakan bir gözle baktığında kendisinin kabul edilemez işlerini görecekti.
Musa, verdiği söze rağmen sabretmeyip karşı çıkmada acele ettiğini anladı.Çok acele ettiği ve tepki gösterip karşı çıktığı için de mahcup oldu. Onun için Hızır'a "Bundan sonra sana bir şey sorarsam, bana arkadaşlık yapma. Benim tarafımdan artık mazur sayılırsın" dedi.
Hızır çocuğu niçin öldürdüğünü Hz.Musa'ya açıklayarak şöyle dedi: "Çocuğa gelince;Onun anası babası mümin insanlardır. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk. Rablerinin kendilerine ondan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik". Bu ayetlerden aşağıdaki sonuçları çıkarabiliriz:
a- Hızırın çocuğu öldürmesi, görünürde karşı çıkılması gereken bir iştir. Onun için Hz. Musa ona karşı çıkmıştır. Hz.Musanın böyle- bir işe karşı çıkması, bizim de gördüğümüz kötü işlere karşı çıkmamız ve tepki göstermemiz için bir çağrıdır.
b- Hz.Musa'nın Hızrra "Bir cana karşılık olmadan masum bir canı mı öldürdün?" demesi, haksız yere insanı öldüreni öldürmenin meşru olduğunu gösterir. Çünkü haksız yere birini öldürenin cezası öldürülmektir. Haksız yere kimseyi öldürmemiş olan birini öldürmek, karşı çıkılması gereken bir haksızlıktır. Onun için Hz. Musa kimseyi öldürmemiş olan çocuğun öldürülmesine karşı çıkmıştır.
Bilindiği gibi Kur'an ve sünnetin kısas konusundaki hükmü, yani haksız yere öldürmeyi ölümle cezalandırmada çok açıktır. Hz.Musa'nın bu işe karşı çıkması aynı zamanda Tevrat'ta da bu işin cezasının ölüm olduğunu gösterir. Kur'an buna açık bir şekilde işaret eerek şöyle der: "Orada onlara cana can,göze göz, buruna burun,kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarına keffaret olur.Allahın indirdiği ile hükmetmeyenler, zalimlerin kendileridir"[263]
Yüce Allah Tevratta İsrail oğullarına cana can cezası olan kısası yazdığını belirtmektedir. Bu da semavi kitapların birçok hüküm ve yasada birlik olduğunu gösterir.
c- Hz.Musa Hızıra itiraz ederken değişik kelimeler kullanmıştır. Gemiyi delmesine itiraz ederken "Imran" kelimesini kullanmış iken, çocuğu öldürmesine itiraz ederken "Nukran" kelimesini kullanmıştır.
"Nukran" kelimesi, "imran" kelimesinden daha fazla tepki ve yadırgama ifade eder. Sanki birinci aşamadan sonra daha açık ve sert tepki aşamasını belirtir. Bunun sebebi de yapılan iki iş arasınaki farktır. Çocuğu Öldürme ve gemiyi delme fiillerinden acaba hangisi daha çirkin ve daha çok tepki çeker? Şüphesiz çocuğu öldürmek daha çirkindir. Onun için bunu daha çok yadırgama ve tepki göstermeyi belirten bir kelime ile dile getirmiştir. ;
d- Nukran kelimesi, bir işin görünürde yanlış ve geçersiz olduğu için insanlar tarafından yadırganır olduğunu belirtir.
Halbuki gerçekte çocuğun öldürülmesi yanlış mıdır? Hayır. Aksine doğrudur.Özellikle Hızınn Yüce Allanın kendisine vahiyle gizli olarak bildirdiklerini açıkladıktan ve büyüdüğünde çocuğun kafir olacağını söylemesinden sonra yaptığı işin doğru olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu sebepten 'münker' kelimesi değil, 'nukran' kelimesi kullanılmıştır. Kur'an anlatımında iki kelime arasında fark vardır. Nukran kelimesi. Allahın ölçüsünde doğru ve yerinde olduğu halde, insanların karşı çıkılması gereken batıl bir iş sandığı işleri anlatır. Münker ise, birtakım insanlar onaylasa ve kabul etse de, Allahın ölçüsünde batıl, yanlış ve makbul olmayan işleri anlatır.
Bir şeyin iyi veya kötü, makbul veya merdut sayılmasının öiçüsü, insanların hoşnut olup olmaması değil,Kur'an ve sünnetin.yani islamın kararlaştırmasıdır.[264]
e- Hızır, Musa'ya "Ben sana benim yaptıklarım karşısında sabredemiyeceksin, demedim mi?" dedi. Halbuki gemiyi delerken itiraz ettiğinde Hızınn yaptığı hatırlatmada"Sana" anlamındaki "Leke" kelimesini kullanmamıştır. Burada bu kelimeyi getirmesi vurguyu belirtmek içindir. Buluştuklarında kendisine söylediğini vurgulamıştır. Çünkü Musa ikinci defa arşı çıkmıştır. Sanki hızır ona "Sana, sana söylemedim mi? Biliyorum, benim yaptıklarıma karşı sabredemiyeceksin, itiraz edeceksin. Bunu sana, bizzat sana söylemiştim" demiştir.
f- Hızıra itiraz ettiği için Hz.Musamn mahcup olması. Onun için kendisine "Bundan sonra sana bir şey sorarsam, bana arkadaş olma" demiştir.Bu da Hz.Musa'nın acele ettiğini gösterir. Bu sebepten Rasulullah "Allah bize de, Musa'ya da rahmet etsin, acele emeseydi daha neler görecekti. Fakat arkadaşına karşı yaptığı itirazlardan utandı". Bu da gösteriyor ki Musa acele etmeyip devam etseydi, tuhaf başka şeyler de görecek, onları bize sunacak ve bilgilendirecekti. Ama itirazlarından utanmış ve beraberliği sürdürememiştir.
g- Hızır, anne babasının mümin olması ve büyüdüğünde çocuğun kafir olması sebebiyle çocuğu öldürdüğünü açıklamıştır.Anne baba mümin olmakla beraber kafir bir çocukları olmuştur. Bu da iyi müslüman olan bir kimsenin iyi olmayan, hatta kafir olabilen çocuklarının olabileceğini gösterir. Ancak bu, anne babanın çocuğa öğüt vermeyi ve doğru yolu göstermeyi ihmal edebileceği yahut yapmayabileceği anlamına gelmez. Bunu yapması görevidir. Yapmadığı zaman ihmal etmiş ve günah işlemiş olur.
Ne varki bu görevini yapmış ve elinden gelen bütün çabayı göstermş olmasına rağmen çocuklarından biri veya bazıları onun dediğini tutmamış olabilir. Babasının yolundan başka bir yol seçebilir ve itaatsiz yahut kafir olabilir. Böyle olan çocuğu baba isyandan ve küfürden kurtarmaktan aciz kalabilir. Bundan dolayı da kınanmaz.
h- Şüphesiz iyi bir baba oğlunun kafir, günahkar ve itaatsiz olmasını istemez ve onaylamaz.Aksine bundan çok v rahatsız ve mutsuz olur. Bu da Hızırm "Çouğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk "sözü ile anlatılmaktadır. Azdırarak ve inkara sürükleyerek tedirgin etmek, üzmek,sıkıntıya sokmak ve dünyalarını karartmak!
Oğlu hak yoldan saptığı, hayır çağrısını red ettiği ve iman hayatı dışında bir hyat sürdüğü zaman baba ne kadar üzülür, ızdırap duyar ve tedirgin olur! Hatta keşke böyle bir oğlum olmasaydı, diye ne kadar dilekte bulunur! Fakat elinden ne gelir. Allah ona bu belayı vermiştir. Öldürmek caiz olsaydı, onu herhalde öldürürdü.
iyi bir babanın oğlu kendisinden daha iyi olmalı, daha itaat ve ibadet eden olmalıdır. Baba bunun için çalışmalı ve oğlunu o şekilde yetiştirip yönlendirmelidir. Bunu gördüğü zaman baba ne kadar sevinir ve dünyalara sahip olmuş kadar mutlu olur! Ama oğlu böyle olmayıp itaat ve ibadeti red ettiğinde ise ne kadar üzülür, dünyası kararır ve bütün dünya malını yitirmiş gibi üzüntüden kahrolur.
i- Bazan iyi olmayan çocuğun ölümü, babası için bir rahatlama ve kurtuluş olur. Nitekim Hızır bunu "Rablerinin o çucuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik" sözleriyle dile geirmiştir. O kötü ve yanlış yolda olan çocuk öldüğü taktirde Allahtan daha iyisini vermesini ister, kendilerine daha yararlı ve merhametli bir evlat vermesi için dua ederler.
Şüphesiz önemli olan, çocukların sayısı değildir. Önemli olan şey o çocukların sahip oldukları itaat, ibadet, iyilik, anne babaya karşı güzel davranış ve Allaha kulluktur.Bu niteliklere sahip olan bir veya iki çocuk, onlara sahip olmayan altı veya on çocuktan çok daha iyidir.
j- Şunu da belirtelim ki bu uygulamada kimsenin Hızın taklit etmesi caiz değildir. Büyüdüğü zaman kafir olacağını biliyor, gerekçesiyle kimsenin bir çocuğu öldürmesi kesinlikle caiz olmaz. Çünkü böyle bir şeyi Hızıra Allah kendisi bildirmiş ve çocuğun geleceğini ona göstermiştir. Zira çocuğun geleceği ğayb (meçhul)dendir ve ğaybı Allahtan başkası bilmez. Ğaybı sadece Allah, peygamberlerinden dilediği kişilere dilediği kadar açar ve bildirir.
Peygamber olmayan başka insanlar ise, ğaybı (meçhulü) bilemezler. Önündeki çocuğun büyüdüğünde kafir olacağını bu adama Allahtan başka ki bildirebilir? Hz.Muhammed'den sonra vahiy yoktur. Yani Allahtan bilgi alıp insanlara bildirecek başka bir insan olmayacaktır.[265]
Hızır, Hz.Musa'nın özrünü kabul etti ve çekip gittiler. Hz.Musa'nın bir hakkı kalmıştı sanki. Herhangi bir işe itiraz edecek olursa, Hızır'dan ayrılmaktan başka yolu yoktu. Kendisi "Bundan sonra senden bir şey soracak olursam, bana arkadaş olma" dememiş miydi? Öyle de oldu.
İkisi cimri bir köye uğradılar." Halkından yiyecek istediler. Fakat halk onları misafir etmeyi red etti. Köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, Hızır onu doğrulttu".
Musa bu işe şaştı ve cimri köy halkının bu iyiliğe layık olmadığını düşünüp bu işe itiraz etti. Hızır'a "İsteseydin bunun karşılığında bir ücret alabilirdin" dedi. O anda Hızır kendisinden ayrılma zamanı geldiğini bildirdi ve "İşte ikimizin ayrılma anı geldi, dedi."
Duvarı doğrultmanın sebebini Musa'ya açıklayınca şöyle dedi: "Duvar, şehirde yetim iki çocuğundu. Onun altında bir defineleri vardı.Babalan da iyi bir adamdı. Rabbin kendisinden bir rahmet olarak onların erginlik çağma ulaşmalarını ve definelerini çıkarmalarını istedi". Bu ayetlerden aşağıdaki anlamları tespit ediyoruz:
1- Yiyecek istedikleri köylüler son derece cimri olmuşlar. Çünkü yiyecek hiçbir şeyleri olmayan yabancı iki adam yanlarına gelmiş, kendileri yemek istemeden onlara ikram etmeleri gerekirken, onlara yiyecek vermemişler.Bunun üzerine Musa ve Hızır kendi ağızlarıyla yemek istemek zorunda kalmış, fakat aşırı cimriliklerinden onlara yemek vermeyi red etmiş ve misafirliğe kabul etmemişlerdir.
2- Köyde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar bulmuşlar.Kur'an, yıkılma filini duvarın kendisine nisbet eder. Kimi alimler bunun Kur'anda mecazla anlatım olduğunu söylemişler. Çünkü duvarın kendisi cansız ve iradesizdir,irade canlılarda olur, demişlerdir.
"Yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar" anlatımında çok canlı bir tasvir ve duvara can verme sanatı olduğunu görüyoruz.Çünkü ona canlıların özelliği olan bir irade verilmiştir.Tabloya iyice baktığımız zaman, duvarın yıkılmaya yüz tuttuğunu ve Hızırm doğrultması olmasa yıkılacak oluğunu görürüz.
3- Kimse kendisinden istemediği ve kendisi kimseden ücret almak için anlaşmadığı halde, Hızırın duvarı
doğrultması, müsiümanın iyüik işlemeye eğilimli olduğunu ve kendilerinden kimseler istemese bile, başkalarına iyilik yapmağa özen gösterdiklerini anlatır.Çünkü müslüman iyilik severdir, sosyal işlerde aktiftir,başkalarına iyilik yapmaktan zevk alır.
Bu anlatım aynı şekilde iyilik yapmanın izin gerektirmediğini de anlatır. Çünkü müslümanın önünde iyilik ve hayır işlemeye fırsat olduğu sürece onu kullanmalı ve fırsatı kaçırmamalıdır. Aynı zamanda bu anlatım bir ücret beklemeden ve önceden anlaşma yapmadan gönüllü olarak iyilik işlemenin caiz olduğunu da gösterir. Müslümanın buna kendini alıştırması ve başkalarına yarar sağlayan iyiliksever olması gerekir.
4- Hızır haklı olarak duvarı düzeltmiş ve doğrultmuştur.Çünkü Yüce Allah duvarın altında bir definenin bulunduğunu kendisine bildirmiştir. Duvar yıkılıp cimri köylüler defineyi görecek olursa alıp götürürler.
5- Define şehirde yetim iki çocuğundu. Yaşları küçüktü.Define açığa çıkacak olursa onu cimri köylülerin elinden almaya güçleri yetmezdi. Onun için Hızır, çocuklar büyüyene kadar duvarın ayakta durması için onu doğrultmuştur.
6- "Babaları iyi bir adamdı" sözü, babaların salih kişiler olmasının çocukların iyi olması ve korunması üzerinde etkisinin olduğunu gösterir. Babaları iyi olduğu için Yüce Allah duvarı doğrultmak üzere Hızın göndermiştir. Kuran bu anlamı çağrıştırmaktadır: "Arkalarında güçsüz ve haklarında endişe ettikleri çocuklar bırakacak olanlar, haksızlık yapmaktan korksunlar ve Allahtan sakınsınlar,dürüst söz söylesinler"[266]
7- Iyi adamın malı duvarın altında saklaması, malı saklama,artırma ve ihtiyaç zamanı için biriktirmenin caiz olduğunu gösterir. Hatta beklenmedik olaylar ve olağanüstü durumlar için müslümanın malından bir miktarı saklaması daha iyi olur. Böyle bir şey Allaha tevekkül etmeye de aykırı değildir.[267]
Yapılan üç işin iç yüzünü açıkladıktan sonra Hz.Musa yaptıklarında Hızırın haklı olduğuna ve yararın yaptığı işlerde bulunduğuna inandı. Hızır da ona yaptığı bu üç işi kendiliğinden yapmadığını, bilakis Allanın kendisine yapmasını emrettiğini söyledi. Bu işlerin Allahtan bir rahmet olduğunu belirterek "Rabbinden bir rahmet olarak" diye niteledi.
Burada Allanın rahmetinin belirtilmesinin bir anlamı ve delaleti vardır. Nitekim öykünün baştarafında geçen "Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim öğrettik" ifadeleriyle de bağlantılıdır. Hızırın yaptığı her üç işin başında "Yanımızdan bir rahmet" olarak Allanın rahmeti geçtiği gibi, sonrasında da "Rabbinden bir rahmet olarak" rabbani rahmet geçmektedir. Bu da yapılan işlerin Allanın rahmetinin bir ifadesi olduğunu gösterir.
Geminin delinmesi, zavallı sahipleri için bir rahmettir. Çünkü bu delme neticesinde zalim kralın zorbaca elkoymasmdan kurtulmuştur. Delinmeseydi, onun eline geçmekten kurtulamazdı. Çocuğun öldürülmesi de anne babası için bir rahmettir.Çünkü kendilerine ondan daha hayırlısını verecektir.Çocuk öldürülmeseydi anne babasını azdırıp inkara sürükleyecekti. Duvarı doğrultması da Allahtan bir rahmettir. Çünkü duvarla şehirde bulunan yetim iki çocuğun definesi korunacaktır. Duvarın dikilmesi olmasaydı, define açığa çıkar ve cimri köylüler onu yağmalarlardı.
Önemli olan,her üç uygulamada da bu rabbani rahmetin olayların sadece zahirine bakan gözlemcilere görünmemesi ve Hızırın yaptıklarına Hz.Musanın karşı çıkması gibi, ilk bakışta bu davranışın tasvip edilmeyen bir davranış olarak görünmesidir. Bu da rahmetin insanların gördüğü ve beklediğinin zıttı olan şeylerde de olabileceğini gösterir. Onun için Yüce Allanın müminler için yaptığı bütün işlerin ondan bir rahmet olduğunu söylüyoruz.
Yüce Allah nimet verdiği zaman mümine rahmet ettiği Sİbi, bir musibet verip de sınadığı zaman da rahmet eder. Mümin sevinçte de, tasada da rahmete mazhardır. Bu rabbani rahmeti farketmesi ve karşılaştığı her şeyde onu gözlemlemesi şartıyla, Allanın takdir.ettiklerinden başına ne gelirse, onun için bir rahmettir.
"Yanımızdan ona bir rahmet verdik" ayetinde geçen ilk rahmet, Hz. Hızır'ı tanıtmak içindir. "Katımızdan ona bir rahmet verdik" ayetinde geçen ikinci rahmet ise, yaptığı işlerin yorumu içindir.Yahut şöyle de diyebiliriz;lkinci rahmet,birinci rahmetin uygulamalı,pratik ve nesnel bir açıklamasıdır.[268]
Hızır yaptığı her üç işi de kendiliğinden yapmadığını ve kendi kararı olmadığını Hz.Musa'ya itiraf etti. Bunların kendi kararı değil, Allanın emri olduğunu belirtti." Bunu kendiliğimden yapmadım".
Bu ifadenin Hızır'ın peygamberliğinin delili olduğunu söylemiştik. Çünkü bunları kendi içtihadı ve kararı ile değil, Allahtan aldığı vahiy ve emirle yaptığını belirtmiştir. Bu sözü ile "Katımızdan kendisine bir ilim öğrettik "sözünü biraraya getirip yaptığı her üç işin Yüce Allanın kendisine öğrettiği ledunni bilginin bir dış yansıması ve görünümü olduğunu söyleyebiliriz.
Allanın kendisine öğrettiği bilginin şekillerinden biri, önünde gördüğü olayların hakikatini kendisine bildirmesidir. Bu hakikat, görünen dış görünüşe aykırı bulunmaktadır. Esas yarar ise, onun içinde saklıdır.
Hızırın uygulamaları sanki bizi gördüğümüz davranış, olay,şekil ve görüntülerle ilgili bakış açımızı gözden geçirmeye çağırmaktadır. Bazılarımızın bakışı sığ ve dar olmakta, sözkonusu olaylardan sadece dışa yansıyanı görmekte ve bunu da herşey sanmaktadır. Halbuki olaylara daha derin, daha dikkatli ve daha temkinli bakmamız gerekir. Dış görünüşün bizi bir şeyin hakikat ve içyüzüne nüfuz etmekten alıkoymaması lazımdır. Çünkü dış görünüş nice kez aldatıcı olmakta, nice tahrif, saptırma, yaldızlama ve bulandırma bizi aldatmakta, niceleri sadece dış görünüşe bakıp kanmaktadırlar.Halbuki müminin görüşü derin, analizi doğru ve değerlendirmesi yerinde olması gerekir.[269]
Hz.Musa ve Hızır Öyküsünde biraz da tevil üzerinde durmamız gerekir. Hızır,Hz.Musa'dan ayrılacağı zaman ona "Sabretmeye dayanamadığın şeylerin tevilini sana bildireceğim" demişti. Yani gördüğün davranış ve uygulamaların içyüzünü sana açıklayacağım. Bunların iç yüzünü bildirip hakitalerini açıklayınca, "İşte sabredemediğin şeylerin tevili budur" demişti. Bu ifade bizim Kur'anın kullanımında tevil kelimesinin anlamını açıklamamızı gerektirmektedir.
Rağıb Isfahani tevil için şöyle der: "Tevil, asla dönmektir. Dönülen yere de "mevil" denir. O da bilgi olsun, iş olsun, bir şeyi kendisinden amaçlanan gayeye döndürmektir."[270]
Kurandaki bütün kullanımlarında tevil kelimesi bu anlamın içindedir. Bu kelime Kur'anda onyedi kez geçmektedir. Bunlardan sekiz tanesi Yusuf suresindedir. Yusuf suresinde bu kadar geçmesinin sebebi herhalde surenin belkemiğinin ve ana konusunun tevil olmasıdır.
Nitekim sure henüz küçük yaşta olan Hz.Yusuf'un rüyasını belirterek başlamaktadır. Babası Hz.Yakub, Yüce Allahın kendisine olayların tevilini öğreteceğini bildirmiştir. "Bu şekilde rabbin seni seçecek ve olayların tevilini sana öğretecektir"[271]
Hz.Yusuf'un rüyası Önceden gördüğü gibi gerçekleşip olaylar sahnesinde ortaya çıkınca, babası ve kardeşleri onun huzuruna girmiş ve Yusuf babasına "İşte önceki rüyamın tevili/gerçekleşmesi budur, Rabbim onu
gerçekleştirmiştir"[272] demiştir.
Tevil, bir şeyin varacağı yeri ve zamanı gelince gerçekleşmesidir. Haberi olguya, teoriyi pratiğe ve resmi maddi bir şekle dönüştürmektir. Hz.Yusuf'un rüyası uykuda görülen bir rüya olarak kalmış, ama realiteler dünyasında gerçekleşip somutlaşınca tevil olmuştur.Çünkü onun teviji,gerçekleşmesi ve meydana gelmesidir.
Hz.Musa ile Hızır öyküsünde de durum bu şekildedir. Hızır "Sabredemediğin şeylerin tevilini sana bildireceğim" dedi. yani gördüğün olayların ne demek olduğunu sana açıklayacağım. Bana karşı çıktığın ve tepki gösterdiğin o işlerin hakikatini sana bildireceğim ki yaptıklarımın doğru ve "yerinde olduğunu anlayacaksın. Olayları kendisine açıklayıp gördüklerinin tevilini/açıklamasını yapınca, kendisinden saklı olan gerçeği kendisine gösterince, "tşte bu, sabredemedigin şeylerin tevilidir" dedi. Yani gördüğün olayların gerçeği budur.
Öyleyse tevil gerçeğin,dönüş ve varış yerinin, sonucun belirtilmesi veya meydana gelmesidir. Daha açık bir deyişle, bu şeylerin kendisidir. Yani işin bildirildiği şekilde meydana gelmesi,görünen pratik dış şekliyle ortaya çıkması, haberin realiteye ve teorinin uygulamaya dönüşmesidir.[273]
Bu öyküde nüanslardan biri de, güç yetirme anlamındaki testati' kelimesinin ilk kullanımında "te" harfi bulunduğu halde, ikincisinde bu harfin bulunmamasıdır. Hızır yaptığı işlerin yorumunu kendisine yapmadan önce Hz.Musa'ya "Dayanamadığın olayların tevilini sana açıklayacağım" dedi. Bunların iç yüzünü kendisine açıkladığında ise, güç yetirme anlamındaki bu kelimeyi "te" harfi olmaksızın kullanmış ve "işte dayanamadığın olayların açıklaması budur" demiştir. Acaba ikinci kullanışta bu kelimeden "te" harfi neden düşmüştür?
Düşürülmüş olan bu "te" harfine "hafifletme te'si" diyebiliriz. Düşürülmesinin sebebini açıklamak ise, ayetlerin psikoloji ilminin gerçekleri doğrultusunda tefsiri olur.
Birinci kullanışta harfin getirilmesi, Hz.Musa'nın içinde bulunduğu psikolojik yapıya uygun olmuştur.Çünkü Hızırın yaptığı işlerin üçü de kendisine ağır gelmiş ve hikmetini anlayamamıştır. Hz.Musa'nın içinde bulunduğu ağır psikolojik duruma uyum sağlamak üzere kelimeye ağırlık kazandıracak 'te' harfi getirilmiştir.
Ama olayların içyüzünü öğrenince psikolojik ağırlığı gitmiş ve ruh haleti hafiflemiştir. İşte bu hafifliği gerçekleştirmek ve Hz.Musanın içinde bulunduğu hafif ruh hali ile kelimenin hafifliği arasında uyum sağlamak içinbu kullanışta te harfi düşürülmüştür. Elbette en doğrusunu Allah bilir.[274]
Kur'an anlatımının inceliklerinden biri de, öyküde Hz.Musa'ya olayların iç yüzünü anlatan Hızırın kullandığı ifadelerdir. Bu açıklamada istemeyi belirtmek için üç ayrı ifade şekli kullanmıştır.
Gemiyi delmek istemesini "Delmek istedim" ifadesiyle belirtmiştir. Çocuğu öldürüp onun yerine başka bir çocuğun gelmesini istemesini de "Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik" demiştir. Yetim iki çocuk büyüyünceye kadar duvarın korunmasını istemesi için ise,"Rabbin büyümelerini ve definelerini çıkarmalarını istedi" ifadesini kullanmıştır. Böylece anlatımda isteme olayı "istedim,istedik, Rabbin istedi" şeklinde olmuştur. Birincisinde geçmiş zaman kipinin öznesi Hızır, ikincisinde yine aynı kipin öznesi Allah ve Hızır, üçüncüsünde ise özne sadece Yüce Allah olmuştur. Bu değişik kullanışın sebebi üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz:
1- Her üç kullanım arasında aşamalı (tedrici) yöntem vardır. Çünkü her defasmda bir aşamadan diğerine geçilmektedir, istemeyi Hızır önce kendisi yapmıştır. Sonra hem kendisi hem Yüce Allah yapmıştır. Sonra da sadece Yüce Allah yapmıştır.
2- Fiilin öznesi sözü edilen işe göre değişmekte,AIlaha karşı edebe ve imanın kesin ilkelerine uyumlu olmaktadır.
Birincisinde Hızır kendisinin istediğini belirtmiştir. Çünkü gemiyi delmek tasvip edilmeyen, hatta görünürde yıkıcı olan bir iştir. Herhalde bu sebepten bu istemenin Allaha isnadı şık görülmemiştir.
Acaba istenen şey nedir? "Onu kusurlu yamak istedim". Görüldüğü gibi istenen şey geminin kusurlu yapılmasıdır. Kusurlu yapılması da tahtaları sökülerek veya delinerek tahrip edilmesidir. Onun için bu istemenin Allaha nisbet edilmesi yakışık olmaz. "Rabbin kusurlu yapmak istedi" demek şık olmaz.
Hz.ibrahim'in Yüce Allahı tanıtırken kullandığı şu ifadeler de bu. türdendir:"Dostum ancak alemlerin rabbidir.Beni yaratan da, doğru yola eriştiren de Odur.Beni yediren, içiren de odur.Hastalandığımda o beni iyileştirir. Beni Öldürecek, sonra da diriltecek odur. Ahiret gününde günahlarımı bağışlamasını umduğum odur.Rabbim! Bana hikmet ver ve beni iyiler arasına kat"[275] Görüldüğü gibi hastalanma dışında bütün işlerin öznesi olarak Allahı göstermiştir.
ikincisinde ise,istemenin hem Allaha, hem Hızır'a nisbet edilmesi en uygun olanıdır.Çocuğun ölmesine sebep olan ve öldüren kendisi olduğu için isteme fiilinin öznesi olarak Hızır gösterilmiştir. Niçin öldürmüştür? Çünkü Yüce Allanın ondan daha hayırlısını onlara vermesini istemiştir. O halde daha iyisinin verilmesinde Hızır'ın istemesi, yani iradesi vardır. Ama Hızır bu isteği gerçekleştirmeye kadir midir? Elbette hayır! Çünkü bunun gerçekleştirilmesi ancak Allanın elindedir.
Anne ve baba da çocuklarının olmasını isterler. Ama realite dünyasında bu isteklerini gerçekleştirmeye güçleri yetmez.Onların elinden gelen sadece birleşmek ve sebeplere sarılmaktır. Çocuğun verilmesi ve yaşaması ise sadece Allanın elindedir.
Bu inançtan dolayı istemenin ikinci boyutta öznesi olarak Allah gösterilmiştir.Yani ikinci boyutta fiilin faili Allahtır. Çünkü böyle bir işi ancak ve ancak Allah yapabilir ve çocuğun hayat sahnesine çıkmasını da ancak o sağlayabilir. Bu sebepten birinci boyutta Özne Hızır, ikinci boyutta da Allah olmuştur.
Üçüncüsünde de, isteme fiilinin öznesi sadece Allah olmuştur. Anlatımın akışı da öznenin ancak Allah olabileceğini gösterir. Çünkü bu aşamada istemeyi Allahtan başkasının gerçekleştirmesi mümkün değildir.
Yetim iki çocuk! Acaba definelerini çıkarmaya elverişli yaşa gelinceye kadar onların büyümesini kim garantileyebilir? Şüphesiz hiçbir kimsenin buna gücü yetmez ve bunu garantileyemez. Çünkü gelecek ve ömür yalnızca Allahm elindedir. Onun için "Rabbin ikisinin erginlik yaşına gelmesini ve definelerini çıkarmalarını istedi" demiştir. Bunu Allah istediğine göre, elbette olacaktır. Çünkü Allanın istediği mutlaka olur. En doğrusunu Allah bilir![276]
"Sana Zulkarneyn'i sorarlar. De ki, onu size anlatacağım. Şüphesiz biz ona yer yüzünde güç vermiş ve her şeyin yolunu ona öğretmiştik. O da bir yol tuttu. Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu, kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rasladı." Zulkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi muamele de edebilirsin" dedik.
"Haksızlık yapana azap edeceğiz. Sonra rabbine döndürülür, onu görülmemiş bir azaba uğratır.Ama inanıp yararlı iş işleyene mükafat olarak güzel şeyler vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz", dedi.
Sonra, yine bir yol tuttu.Sonunda güneşin doğduğu yere varınca, güneşi, kendilerini bir koruyucu ile örtmediğimiz bir milletin üzerine doğuyor buldu. Bu şekilde onun bütün yaptıklarını baştan başa biliyorduk.
Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda iki dağın arasına varınca, orada neredeyse hiç laf anlamayan bir millete rasladı.Ey Zulkarney! Şüphesiz Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir ücret verelim mi? dediler.Rabbimin bana verdikleri sizinkinden daha iyidir. Bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana demir kütleleri getirin,dedi.
Bunlar iki dağın arasını doldurunca, körükleyin, dedi. Demirler kor haline gelince, bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim, dedi. Artık Yecuc ve Mecuc onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler.
Zulkarneyn: işte bu, rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin belirlediği zaman gelince onu yerle bir eder.Rabbimin
verdiği söz gerçektir,dedi."[277]
Zulkarnyn'in öyküsü, yolculukları, yaptığı set, Yecuc ve Mecuc gibi konular , öykünün ayrıntıları olup bilinmezleri arasında yer alırlar. Öykünün bilinmez lerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Zulkarneyn kimdir, hayatı ve kimliği nedir?
2- Ne zaman,hangi devlet zamanında yaşamış, hangi savaşlara girmiş ve hangi ülkeler fethetmiştir?
3- Batıya yaptığı ilk yolculuk,vardığı bölge hangisidir? Kara balçıklı gözenin yeri neresidir ve onda güneş nasıl batmaktadır?
4- Doğuya yaptığı ikinci yolculuk ve geçtiği ülkeler nelerdir? Nereye kadar varmıştır? Güneşin onlar üzerine nasıl doğduğunu görmüştür? Güneşe karşı onları koruyacak bir şeyleri nasıl olmamıştır?
5- Üçüncü yolculuğu olan kuzey yönündeki yolculuğunda nereye varfnıştır? İki set arasındaki bölge neresidir? Bölgenin geri kalmış halkı kimlerdir?
6- Yecuc ve Mecuc kimlerdir? Tarihleri nedir? Nerede kalıyorlar?
7- Seddi nasıl yapmıştır? Yapılan şeddin uzunluğu, genişliği ve yüksekliği ne kadardır?
8- Set yıkılmış ve Yecuc ile Mecuc içinden çıkmış mıdır, yoksa set yıkılmayacak ve ancak kıyamet saatine yakın bir anda mı bunlar çıkacaklardır?
9- Zulkarneyn'in "Rabbimin belirlediği zaman gelince, onu yerle bir eder" sözünün anlamı nedir?
10- Cengizhan ve Hulagun'un çıkması, Yecuc ve Mecuc'un çıkmasının halkalarından biri midir?[278]
Bütün tefsirciler ve tarihçiler Zulkarneyn öyküsünün üzerinde durmuş, birçokları öykünün bilinmeyenlerini açıklamaya, tarihsel ve meydana gelen ayrıntılarını tespit etmeye çalışmış, ancak bu konuda çoğu israiliyyattan, kitap ehlinin haberlerinden bir sürü mitoloji, söylenti ve uydurma şeyler nakletmişlerdir. Bunun sonucu olarak öykünün ayrıntıları konusunda çeşitli araştırmalar, tarihçiler ve tefsirciler arasında büyük ihtilaflar ve alevli tartışmalar olmuştur. Kimi yazarlar öykünün yeri, zamanı, olayları ve kahramanlarını belirlemek için ayrı kitaplar yazmış ve araştırmalar yapmıştır. Bu konuda yazılmış önemli kitaplardan bazıları şunlardır:
a- Muhammed Rağıb Tabbah, Zulkarneyn ve Seddu's-Sin, basım, 1949.
b- Ebu'1-Kelam Azad, Yes'eluneke an Zilkarneyn, Ahmed Hasan Bakori kitaba uzun ve usandırıcı bir önsöz yazmıştır. Kahire, 1977,Daru'ş-Şa'b,
c- Dr.Abdulalim Adurrahman Hızır, Mefahimu Coğrafiyye fi'1-Kasasi'l-Kur'ani: Kıssatu zilkarneyn,1981, Daruş'ş-Şuruk,
d- Muhammed Hayr Ramazan Yusuf, Zulkarneyn :el-Kaidu!l-Fatihve'l-Hakimu's-Salih,1986,Daru'l-Kalem,
Bu konudaki kitapların en yenisi,en hacimlisi ve araştırma ürünü olanıdır. Bu kitabı okuduğumuzda Zulkarney öyküsünün şaşırtıcı bir bilmece olduğunu daha yakından görürüz.
Kitabın önsüzünde yazarın Zulkarneyn Öyküsünü araştırmak istediğinde güvenilir bir alime danıştığı ve ona Zulkarneyn konusunda araştırma yapmak istiyorum, ne dersiniz? dediğinde, yapmamasını söylediği, sebebini sorduğunda ise, bir sonuca varamazsın, dediği belirtilmektedir.[279]
Buna rağmen yazar bu konuda araştırma yapmaya karar vermiş, bilgiler derlemiş toplamış ve hacimli bir kitap yazmıştır. Ancak araştırmanın konusu olan Zulkarneyn'İn kimliği konusunda bilimsel ve konulu bir araştırmada bulunması gereken kabul edilebilir bir sonuca ulaşamamış gibidir. Onun için Zulkarneyn öyküsünün gerçekten bilmece gibi bir konu olduğunu söylüyoruz.[280]
Bilmece gibi bir konu olan Zulkarneyn konusunu değişiklik ve şüphenin karışmadığı Kur'an ve sahih sünnette aramamız gerekiyor. Bilindiği gibi Kuranda ancak Kehf suresinin konumuz olan ayetlerinde
Zulkarneyn'den sözedilmektedir. Bu ayetlerde de Zulkarneyn hakkında ayrıntılı bilgiler ve öykü ile ilgili olarak sorulacak sorulara cevaplar bulunmamaktadır Zulkarneyn'İn kimliği,üç yolculuğu,adı ve zamanı hakkında bilgi veren sahih hadisler de yoktur.
Sağlam bu iki kaynak onun hakkında bilgi vermediğine göre, onun hayatının ayrıntılarını biz nasıl bileceğiz? Durum böyle olunca, artık geçmişin ğaybı haline gelen ve hakkında söz söylemenin ğayb konusunda konuşmak sayılan bu olaylar ve kişiler hakkında kim bir şeyler söyleyebilir? Kur'anın, sahih hadislerin ve ashabı kiramın hakkında bir şey söylemediği bu olaylar ve kişiler hakkında kim ne diyecektir? Onun için bize düşen, Zulkarneyn öyküsü ile ilgili ayetlerin ve sahih hadislerin söyledikleriyle yetinmek ve iki kaynağın bir .şey söylemediği konularda susmaktır.
Sahih hadislerin Zulkarneyn'den söz etmediğini söyledik.Ancak Buhari Enbiya bölümünde ve Hz.lbrahimden söz etmeden önce ona işaret eden ayetlerden söz etmiş ve peygamberlerle ilgili hadisleri Sahih'inde şu şekilde sıralamıştır.
1- Adem'in yaratılışı ve soyu. 2-Ruhlar görevli askerlerdir. 3-Yüce Allah ın"Nuh'u kavmine gönderdik" demesi.
4- "Şüphesiz llyas salih kimselerdendir"
5- Idris.
6- "Ad kavmine de kardeşleri Hud'u gönderdik".
7- Yecuc ve Mecuc öyküsü .
8- "Allah, İbrahimi dost edindi" . Bölüm böyle devam eder.[281]
İbn Hacer, Buhari'nin Zulkarneyn'in Hz.îbrahim'den önce yaşadığı veya onun çağdaşı olduğuna inandığını söyler. Fethu'1-Bari kitabında şöyle der: "İbn Hacer'in Zulkarneyn'i Hz.lrahim'den önce tanıtması, Yunanlı büyük İskender olduğunu iddia edenlerin iddiasını çürütmektedir.Çünkü İskender Hz.lsa'ya yakın yaşamıştır. Hz.lsa ile Hz.İbrahim arasında ikibin yıldan fazla zaman vardır"[282]
İskender'in Zulkarneyn olmadığı doğrudur. Ancak Zulkarneyn'in Hz.lbrahimden önce yaşadığı veya onun çağdaşı olduğuna dair hiçbir delil yoktur. İmam Buhari'nin Sahih'ini bu şekilde düzenlemesi ve Zulkarneyn'i Hz.lbrahim'den Önce tanıtması Allah tarafından bildirilmiş olmayıp içtihadına göre yaptığı bir sıralamadır. Böyle yapmasını gerektirecek sahih bir hadis de yoktur. Onun için biz bu görüşe katılmıyoruz. Zira bu, geçmişlerle ilgili ğayb konusunda delilsiz konuşmaktan başka bir şey değildir. Ona ve büyük ilmine saygımız büyüktür, ama bu sıralamada yaptığı içtihadına katılmıyoruz.
İbn Hacer, Buhari'nin içtihadına uymuş ve Zulkarney'in Hz.İbrahim'in çağdaşı olduğunu söylemiştir. "Şüphesiz Kur'anda Allanın haberlerini verdiği kişi önce olur" demekte ve yaptığı bu tercihin kendine göre delillerini şöyle sıralamaktadır:
1- Tabiinden Ubeyd İbn Umeyr şöyle demiştir:Zulkarneyn yaya olarak hacca gitmiş, İbrahim onu duymuş ve kendisiyle görüşmüştür.
2- lbn Abas şöyle demiştir: Zulkarneyn Mescidi Harama girmiş, Hz.Ibrahime selam verip onunla tokalaşmıştır.
3- 0sman ibn Sac şöyle demiştir: Zulkarneyn, Hz.lbahim'den kendisi için dua etmesini istemiş, Hz.lrahirn "benim kuyuyu bozduğunuz halde size nasıl dua ederim?" demiş, o da benim emrimle olmamıştır, cevabını vermiştir.
4- lbn Hişam şöyle demiştir: jbranim bir konuda Zulkarneyn'in kararma başvurmuş ve onun lehine hükmetmiştir.[283]
İbn Hacer'in delillerine baktığımız zaman delil olabilecek bir tane bile bulamıyoruz. Aksine hepsini kabul etmeyip red etmek zorundayız. Çünkü hiçbiri Rasuluilahın bir sözüne dayanmamaktadır. Öncekilerin öyküleri konusunda Kur'an veya sahih hadis dışında bir şeyi delil kabul etmediğimizi okuyucu bilmektedir.[284]
Ayetlerin belirttiği gibi zulkarneyn kuzeyde yaptığı fetihler sırasında bir set yapmış ve bu set Zulkarneyn şeddi olarak meşhur olmuştur. Çünkü kendisi yapmıştır. Yecuc ve Mecuc şeddi yahut harabesi olarak da anılır. Çünkü o bölge halkını Yeuc ve Mecu'un hücumlarından korumuştur.
Zulkarneyn şeddi hakkında bir sürü haberler anlatılmış,
çoğu da israiliyyat ve mitolojiden alınmıştır. Ancak bu sedle ilgili sahih hadisler de vardır. Bu hadislerin en meşhurlarından biri şudur:
Zeyneb binti Cahş'tan rivayet ediliyor: Bir gün Rasulullah onun odasına korku İçinde girmiş, lailahe illellah, diyerek yaklaşan bir kötülükten vay Arapların başına gelecek olanlar! deyip başparmak ve şehadet parmaklarım birleştirerek "Bugün Yecuc ve Mecuc şeddinden şu kadar açıldı" demiştir. Bunun üzerine Zeyneb: Ey Allahın Rasulü! Aramızda iyi kişiler olduğu halde helak olur muyuz? diye sormuş, Rasullah,"Evet, kötülük çoğalırsa" buyurmuştur."[285]
Başka bir hadiste Rasulullahın şöyle buyurduğu rivayet edilir:"Bugün Yecuc ve Mecuc şeddinden şu kadar açıldı,demiş ve iki parmağını birleştirerek göstermiştir"[286]
Buhari, bir adamın Rasulullaha şöyle dediğini rivayet eder:"Seddin desenli bir hırka gibi olduğunu gördüm. Rasulullah ona: Kendisini görmüşsün, dedi."[287]
1- Hz.Zeyneb'in rivayet ettiği birinci hadisin senedi iyidir. Nevevi, Müslim Şerhi'nde "Bu isnadda Rasulullahın iki eşi ve iki kızı bulunmakta, biri diğerinden rivayet eder. Senedinde dört tane sahabi bayanın bulunduğu başka bir hadis bilinmemektedir."[288] der.
Rasulullahın iki eşinden maksat, Zeyneb binti Cahş ve Ümmü Habibe'dir.Iki eşinin (başka kocalardan olan) kızları da Ümmü Habibe'nin kızı Habibe ve Ümmü Seleme'nin kızı Zeyneb'tir. Tabüinden Urve İbn Zubeyr ve Muhammed Ibn Şihab ez-Zuhri onlardan rivayet etmiştir.
2- Rasulullahın korku içinde Hz.Zeyneb'in odasına girerek yaklaşmakta olan kötülükten endişe etmesi. Buhari ve Müslim'in başka bir rivayetinde korku içinde uykudan uyanırken, üçüncü bir riayetlerinde ise, bir gün yüzü kızarmış olarak korku içinde çıkarken bunu söylemiştir,denilmektedir. Her üç rivayeti şöyle uzlaştırmak mümkündür:
Rasulullah, Zeyneb binti Çahş'ın odasında yatmış,korkulu bir rüya gÖrmüş-Peygamberlefin rüyası gerçektir-korku içinde uykudan uyanmış,yüzü kızarmış olarak odadan çıkmış ve o korku içinde Ümmü Habibe'nin kızı Zeyneb'in odasına girerek ona yukarıdaki sözleri söylemiştir.
3- Korkmasımn sebebi,rüyada Yecuc ve Mecuc şeddinin açıldığını görmesi-veya Allahın ona göstermesidir.Seddin açıldığını uyurken rüyada görmüştür.
4- Rüyada şeddin açıldığını görmesi, Yecuc ve Mecuc'un şeddi açmaya başladığını ve başlangıçta başarılı olduklarını gösterir. Bu da şeddi delip geçmenin kıyametten önce olacağını gösterir. Yecuc ve Mecuc'un kiyamet saatinin öncesinde çıkmasına kadar şeddin ayakta durması şart değildir.
5- Yecuc ve Mecuc'un şeddi açmasından maksat, orada yapılan şeddi yıkıp geçmeleridir.Yaklaşmakta olan kötülükten maksat da,Yecuc ve Mecuc milletinin çıkıp islam alemini İstila etmesidir.
Bazılarına göre bundan maksat, fitnelerin çıkmasıdır. Hadiste şeddin açılmasının belirtilmesi, müslümanlar için fitne kapılarının açılmasından kinayedir.
İbn Hacer bu konuda şöyle der:Rasulullah sadece Arapları belirtmiştir. Çünkü o gün müslüman halkın çoğu onlardandı.Sözü edilen kötülükten maksat da daha sonra Hz.Osman'ın öldürülmesidir. Sonra fitneler birbirini izlemiş ve başka milletler arasında Araplar,köpekler arasında kalan yemek çanağına dönüşmüştür."[289]
6- Hadisten anlaşıldığına göre dünyada ceza, toplu ceza şeklindedir. Kötülük ve ahlaksızlıkların çoğalıp yayılması halinde, içinde iyi kişiler de bulunsa,ümmetin helak olması Allanın sosyal bir yasasıdır. "Aramızda iyi kişiler olduğu halde helak olur muyuz? Evet, kötülük çoğalırsa, dedi."[290]
Sahih hadislerde Yecuc ve Mecuc'un aslı, tarihleri,yerleri, yurtları,şekilleri ve hayatlarının ayrıntılarıyla ilgili hiçbir şey yoktur.Son çıkıştan önce çıkışları hakkında bir şey söylenmemektedir. Bütün bu konularda sahih hadislerde bir bilgi mevcut değildir. Sadece kiyamet saatinden önce son çıkışlarına işaret edilmekte ve bu çıkışları kiyametin alametlerinden gösterilmektedir. Çıkışlarının Hz.İsanın inmesi ve Led kapısında Deccal'ı öldürmesinden sonra olacağını anlatır. Deccal, Hz.tsa, Yecuc ve Mecuc'dan söz eden uzun ve ayrıntılı bir hadis Müslim'de rivayet edilmektedir.[291]
Tefsirciler ve tarihçiler Zulkarneyn'in kimliğini tespit etmek için çok uğraşmış, yaptığı işler, yaşadığı yeri ve zamanı belirlemeğe çalışmışlardır. Bu konuda alabildiğine ihtilaf etmişler. Farklı ve çelişkili görüşler ve deliller ileri sürmüşler, genellikle de israiliyyat, mitolojik haberler ve güvenilir olmayan rivayetlere dayanmışlardır. Haber uyduranlar hayallerinde Zulkarneyn için mitolojik ve komik bir portre çizmişler, onun için bir sürü işler, olaylar ve fetihler sıralamışlardır.
Acaba Zulkarneyn'in kimliğini kesin olarak belirlemek mümkün müdür? Şüphesiz bu sorunun cevabı hayırdır. Çünkü aklına ve bilgisine saygısı olan hiçbir kimsenin Zulkarneyn'in kimliğini belirlemeye çalışması mümkün olmadığı gibi, Kur'anın işaret etiği üç yolculuğunu ve bina ettiği şeddin dünya üzerindeki yerini kesin olarak belirlemesi de mümkün değildir. Bunu yapması mümkün değildir, diyoruz. Çünkü sahih kaynak olan Kur'an ve sahih sünnet bu konuda bilgi vermemektedir. İkisi bu konuda bir şey söylemediğine göre, kesin delil de yok demektir.
Onun için alimlerin bu konuda söyledikleri, kesin hüküm ve karar anlamında değil, içtihad ve tercih türünden şeylerdir. Onlardan biri Zulkarneyn hakkında yazılanları okuyor, bunları söyleyenlerin ileri sürdükleri delilleri inceleyip değerlendiriyor, başkaların ileri sürdükleri delillerle karşılaştırıyor, sonunda görüşlerden veya ileri sürülen delillerden birini tercih edebiliyor. Ancak bu tercihi, <esin bir karar ve hüküm değil,zan, ihtimal ve tercihten öteye geçmez.[292]
Zulkarneyn'in kimliği ve yaptığı işlerin belirlenmesi konusunda en olgun ve isabetli görüşlerden biri şüphesiz Seyyid Kutub'un söyledikleridir. Şöyle diyor:
"Kur'an, Zulkarneyn'in kimliği hakkında bir şey söylemiyor. Kur'anın öykülerinde genel özellik budur. Çünkü öykülerden amaç,tarihsel belirleme değildir. Sadece anlatılan öykülerden alınacak ibret ve derslerdir. Bu da çok zaman yer ve zaman belirtilmeksizin gerçekleşmektedir.
Bildiğimiz kadarıyla tarih, İskender Zulkarneyn adında bir kralı tanır. Ancak bunun Kur'anda belirtilen Zulkarneyn olmadığı kesindir. Çünkü eski Yunanlı olan büyük iskender putperest bir adamdır. Halbuki Kur'anın sözünü ettiği Zulkarneyn Allanın birliğine inanan, ahirete ve dirilişe inanan bir mümindir.
Ebu'r-Reyhan Biruni "el-Aasaru'1-Bakiye ani'l-Kuruni'l-Haliye" kitabında şöyle anlatır: Kur'anda sözü edilen Zulkarneyn, Himyer halkından diktatör bir kraldı. Himyer kralları "Zu" kelimesiyle lakaplanırlardı. Tıpkı Zu Nuvas, Zu Yezen gibi. Adı Ebu Bekir İbn Afrikış olup ordusuyla Akdeniz sahiline yürümüş, Tunus, Merakeş ve başka şehirlerden geçmiş, Afrika şehrini kurmuş ve bütün Afrika kıtası onun adıyla adlandırılmıştır. Güneşin doğduğu ve battığı yere ulaştığı için kendisine zulkarneyn denilmiştir."
Bu sözler doğru olabilir. Ama doğru olup olmadığını araştırma imkanlarına sahip değiliz. Çünkü hayatından Kur'anın çok az sözettiği Zulkameyn'i bilinen tarih içinde araştırmak ve tespit etmek mümkün değildir. Onun durumu da Kur'anda anlatılan Nuh, Hud, Salih ve diğer birçok Öykünün kahramanı gibidir.
Şüphe yok ki tarih, insanlığın ömrüne oranla yeni doğmuş sayılır. Bilinen yazılı tarihten önce nice olaylar geçmiş ki tarih bunlar hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir. Onun için o olaylar için başvurulacak yer bilinen tarih değildir.
Tevrat tahrif edilip azaltma ve eksiltmelerle değiştirilmeseydi, bu olaylar hakkında güvenilir bir kaynak olabilirdi. Fakat ne yazık ki Tevrat, mitoloji uydurma ve vahyedilen metne eklendiği kesin olan yalan rivayetlerle doldurulmuştur. Onun için tevrat, anlattığı tarihi öyküler konusunda kesin ve güvenilir olmaktan çıkmıştır.
Elimizde tahrif ve değiştirmelerden korunmuş sadece Kur'anı Kerim kalmaktadır, içerdiği tarihsel öykülerle ilgili güvenilirliği ve doğruluğu kesin tek kaynak o kalmıştır.
Kur'anın şu iki sebepten tarihin verdiği bilgilerle yargılanmasının caiz olmadığı açık ve kesin bir şeydir:
a- Tarih, yeni bir bilim dalıdır.insanlığın tarihinde sayılamıyacak kadar olayları kaydetmemiş ve onlar hakkında hiçbir bilgiye sahip değildir. Kur'an ise, tarihin hakkında bilgiye sahip olmadığı bu olaylardan zaman zaman sözetmekte ve anlatmaktadır.
b- Sözkonusu olayların bir kısmını tarih kaydetmiş olsa bile, nihayet gücü ve bilgileri sınırlı olan insanların yazdığı veya anlattığı şeylerdir, insanın bütün çalışmalarında sözkonusu olabilecek tahrif, yanlış ve eksikliklere maruzdur.
Ulaşım, iletişim ve araştırma imkanlarının zirveye ulaştığı günümüzde bile bir tek haber değişik varyantlarla rivayet edilip anlatılmakta, değişik açılardan görülmekte ve çelişkili şekillerde yorumlanmaktadır. Tetkik ve araştırma konusunda ne söylenirse söylensin, tarih işte bu yığınlardan oluşturulmaktadır.
Onun için Kur'anın anlattığı öyküler hakkında tarihin söylediklerine bakmak veya güvenmek, yegane kesin söz sahibinin Kur'an olduğunu söyleyen islam inancı red etmeden önce, kabul edilen bilimsel kuralların red ettiği bir
şeydir. Kur'anın öykülerini tarihle yargılamak, Kur'ana ve bilimsel araştırma yöntemine inanmış hiçbir müminin kabul edeceği bir şey değildir. Çünkü böyle bir şey saçmalıktan öteye geçmez."[293]
Zulkarneyn'in kimliğini belirlemeye çalışan en meşhur görüşler dörttür.Bunları tekek teker değerlendireceğiz.[294]
Bu görüş, adını değil, sadece yaşadığı zamanı belirtmekte, Hz. İbrahim'in çağdaşı olup Filistin'de ve Mekke'de Mescidi Haram'ın yanında kendisiyle görüştüğünü söylemektedir.
Muhammed Hayr Ramazan Yusuf bu görüşe meylederek şöyle der:" Zulkarneyn, başka bir adamdır. Tubba\lskender ve Kûruş'ten önce geçmiş asırlarda yaşamıştır. Güvenilir tarihçilerin belirtip kararlaştırdıkları gibi Hz.ibrahim zamanında yaşamıştır."[295]
Yazarın bu görüşünü değerlendirdiğimiz zaman Zulkarneyn'in Hz.lbraham zamanında yaşadığını belirten sahih hiçbir hadisin bulunmadığını görürüz, Hz.İbrahim zamanında yaşadığını söylerken güvenilir dediği ve dayanak yaptığı tarihçilerin de fazla güvenilir olmadığını belirtmeliyiz. Söylediği gibi olsalar bile, görüşüne dayanak olabilecek sahih hadislerden bir delil bile göstermemişlerdir.
Görüşlerine güvenip dayandığı tarihçiler dediği el-Bahru'l-Muhit tefsirinin sahibi Ebu Hayyan,el-Cami li Ahkami'l-Kur'an tefsirinin sahibi Kurtubi,Camiu'l-Beyan tefsirinin sahibi el-Iyci,Keşşaf tefsirinin sahibi Zemahşeri, Medariku't-Tenzil tefsirinin sahibi Nesefi, Celaleyn tefsirine haşiye yazan Süleyman el-Cemel ve Ahmed es-Savi, bir de Ruhu'l-Maani tefsirinin sahibi Alusi'dir.
Bilindiği gibi bunlar tarihçi değil, tefsircidirler.Tarihle ilgili söyledikleri de araştırma, inceleme, ayıklama ve değerlendirilmeye muhtaçtır.
Güvenilir dediği ve dayanak gösterdiği tarihçiler ise, el-Ezraki,îbn lyas ve Muhadaratu'l-Evail kitabının sahibi Ali Duka'dır. Acaba güvenilir tarihçiler bunlar mıdır? Yazarın, görüşü için sağlam ve bilimsel deliller ve dayanaklar getirmesini ne kadar isterdik. Böyle deliller de ancak Kur'andan ve sahih hadislerden alınabilir. Ne yazık ki güvenilir sağlam kaynaklara dayanmayan kimi tarihçi ve tefsircilerin görüşlerine dayanmış olması bilimsel, metodlu ve kesin bilgi veren çalışmalar için kabul edilemez.
Bu sebepten Zulkarneyn'in Hz.İbrahim'in zamanında yaşadığı görüşünü seçen Muhammed Hayr Ramazan Yusuf'a ne yazık ki katılamıyoruz. Aynı şekilde Hz.ibrahim ile Fiiistinde veya Mekke'de buluştuklarını söyleyen bütün tarih ve tefsir kitaplarının söylediğini de kabul edemiyoruz. Çünkü insanın güvenebileceği ve dayanak yapabileceği bir tek sahih hadiste böyle bir olay geçmemektedir.[296]
İkinci görüş Zulkarneyn'in, M.Ö.356 yılında doğan ve Jabası Makedonya kralı Filİp olan Makedonyalı büyük iskender olduğunu söylüyor. Oğlu iskender'i meşhur eski Yunanlı filozof Aristo'nun yanına vermiş, o da yunan mantık ve felsefesine göre kendisini eğitip yetiştirmiştir. Virmi yaşında iken babası ölmüş, M.Ö.336 yılında kral
olmuş, iki yıl sonra Perslerle savaşa çıkmış, Pers imparatoru Dara'yı M.Ö.333 yılında yenmiş, Şam ve İrak bölgelerini fethetmiş, sonra Hint bölgesini fethetmeye gitmiştir.
Yaklaşık on yıl içinde orada o gün bilinen ülkelerin çoğunu fethetmiş ve eski Yunan'a dönmüştür. Yolda Irakta biraz dinlenmek için Babil şehrine uğramış, ağır bir sıtma hastalığına yakalanarak onbir gün yatmış ve M.Ö.323 yılında otuz üç yaşından küçük bir yaşta Babil şehrinde ölmüştür.
Zulkarneyn adı ile anılmıştır. Çünkü Pers devletini fethetmiştir. Böylelikle o günün en güçlü iki devleti olan Yunan ve Pers boynuzlarını bir araya getirmiş kabul edilmiştir.
Büyük İskender'in Kur'anda adı geçen Zulkaneyn olduğunu müslüman tarihçi ve tefsircilerden büyük bir topluluk söylemektedir. Mesudi, Makrizi, Salebi, İdrisi, Razi, Ebu Hayyan, Nesefi, Ebussuud, Alusi, Kasımi, Muhammed Ferid Vecdi bunlardandır.[297]
Bu görüşü benimseyenler büyük ilim ve fazilet sahibi insanlar olmasına rağmen, ne yazıkki söyledikleri de yanlış ve batıldır.Çünkü Makedonyalı büyük iskenderin Yunan tanrılarına tapan müşrik kafir bir insan olduğu herkesin kabul ettiği bir şeydir. Aynı şekilde içki, fuhuş ve ahlaksızlıklara aşırı derecede düşkün olan bir insandır. Hatta içki ve fuhuşla geçirdiği bir gecede ölmüştür. Halbuki Zuîkarneyn, Kur'anın tanıttığı gibi mümin, adaletli ve iyi bir insandır.[298]
Üçüncü görüş,Zulkarneyn'in Himyer krallarından Arap bir kral olup adı Sa'b Zu Merasid İbn Haris İbn RaiŞ
olduğunu söylemektedir.Himyer kralı Ebu Bekir-veya Ebu Karab- Umeyr İbn İfrikış el-Himyeri olduğu ve miladi 300-320 yıllan arasında krallık yaptığı söylenir.
Bu görüşü tabiinden Vehb bin Münebbih, Ka'bulahbar ve çağdaşlardan bu konuda bir kitap yazan Muhammed Rağıb Tabbah savunmaktadır. Halbuki bu görüşün Arapçılık eğilimi ve duygusallıkk dışında hiçbir dayanağı ve dilili yoktur.[299]
Dördüncü görüş, Zulkarneyn'in Lidya ve Midya ülkelerini birleştiren, bundan dolayı da kendisine Zulkarneyn adı verilen ve M.Ö.559-529 yılları arasında otuz yıl krallık yapan İranl/Pers kralı Kuruş olduğunu söyler. Bu görüşü, "Yeseluneke an Zilkameyn" kitabının yazarı Ebu'l-Kelam Azad ve "Kıssatu Zilkarneyn" kitabında Dr.Abdulalim Abdurrahman Hızır tercih etmişlerdir.[300]
Ebu'l-Kelam Azad, Hint yarımadasında müslümanların liderlerindendi. Sömürgeci Ingiltereye karşı müslümanları ayaklanmaya çağırmış ve ateşli konuşmalar yapmıştır. Halkı isyana teşvik ettiği, karışıklık çıkardığı ve sivil ayaklanmaya katıldığı gerekçesiyle ingiltere onu 1922 yılında yargılamış, mahkemeye çıkarıldığında yargıç,tanık ve dinleyicilerin karşısında fesahat,mantık ve delil gücü bakımından zirve
n tarihi bir savunma yapmıştır.[301]
Hindistan bağımsızlığına kavuşunca, ilk milli eğitim bakanı olmuş ve 1955 yılında ölmüştür, islamcı bir düşünür ve Kur'an tefsircisi bir alim olup Hindistanda müslüman yazarların Önde gelenlerindendir.
Zulkarneyn konusunu araştırmış, İrana gitmiş, Yecuc ve Mecuc şeddinin bulunduğu bölgeyi incelemiş, inceleme ve yolculuğunun sonuçlarını önce Hindistanda, sonra Pakistan'da Mevdudi'nin çıkardığı Tercümanu'l-Kur'an dergisinde yayınlamıştır.
Ahmed Hasan Bakori 1972 yıhnda Ebu'l-Kelam Azad'm sözkonusu dergide yayınlanan makalesini almış ve. ona büyük çoğunluğu kendi seyahatleri, Cemal Abdunnasır'la ilişkileri[302] , Hindistan,Pakistan, Endonezya ve Çin seyahatlerinin oluşturduğu uzun bir Önsöz yazmıştır. Kitap haline gelen çalışma "Ve Yeseluneke an zilkarneyn" adıyla Daru'ş-Şa'b tarafından Mısır'da yayınlanmıştır.
Ebu'l-Kelam Azad'm sözonusu kitapta söyledikleri yerinde, doğru ve güzeldir. Değişik görüşİeri bir araya getirmekte, görüşünün delillerini ortaya koymakta, onu tarih, coğrafya ve arkeolojik bulgularla desteklemektedir. Sözkonusu kitapta ortaya koyduğu delillerin özetini vereceğiz. Ancak Zulkarneyn'in kimliğini belirlemek için Önce başka yazarların söylediklerinden yaptığı özetlemeyi vereceğiz.[303]
Ebu'l-Kelam Azad, Kur'anda Zulkareyn'in verilen sayıldığını söylemiştir. Sonra onun kimliğini belirlemeye çalışan bazı tefsircilerin görüşlerini vermiştir.
Onlardan bazıları "karn" kelimesinin zahir anlamının kestedilmediğini, aksine zamandan kinaye olduğunu ve yönetimi iki büyük dönemi kapsadığı için kendisine Zulkarneyn denildiğini söylemiştir.
'Bazıları ise, Hz.ibrahim'in çağdaşı olduğunu ileri sürerken,Başkaları da Himyer krallarından bir kral olduğunu söylemiştir. Kimileri de Makedonyalı büyük İskender olduğunu iddia etmiştir.
Ebu'l-Kelam bütün bu görüşlerin Kur'anın anlattığı Zulkarneyn'in niteliklerine ve belirttiği işlerine uymadığını söyleyerek hepsini redetmiş ve delillerini çürütmüştür.[304]
Ebu'l-Kelam, Zulkarneyn'in İranlı Kuruş olduğu sonucuna varıştır. Farsça adının Kuruş olup Yahudilerin ona Horiş, Arapların da Kuruş[305] veya Keyhusrev, Yunanlıların ise Sairis dediklerini söyler.
Kuruş, Persler'in ilk döneminde iran'da kraldı. Bu da Büyük iskender'in Persler'e saldırıp kralı Dara (Daryüs)ü öldürmesinden önceki dönemdir.
Küruş'un kral olmasından önce Iran güneyde Faris (Pers), kuzeyde de Midya/Medler olmak üzere İki ülkeye ayrılmıştı. Kuruş 559 yılında kral oldu ve Faris ile Midya "ilkelerini bir devlet olarak birleştirdi. Emirler yönetiminden )şnut oldular ve halk da ona bağlılık gösterdi.
Kuruş, İran halkından bir ordu hazırladı, başka ülkelerle savaşıp fethetti ve kendine bağladı.Fetihleri adalet, insaf ve mazlumları kurtarmak içindi. Meşhur üç tane savaş yaptı.[306]
Yunanlıların İran'a komşu Lidya adında bir devletleri vardı. Anadolunun kuzeyinde, Karadeniz ile Ege denizi arasında kurulmuştu. Yunanlı Lidya ile İranlı Midya arasında savaşlar sürüp gidiyordu. Kuruş zamanında üdya'nm başında kral Krezus bulunuyordu.
Kuruş, kral olunca, Krezus ona savaş açtı ve önce saldırdı.Kuruş'in ona karşı savaşmaktan başka alternatifi yoktu.İran halkından bir ordu alarak batıda Lidya üzerine yürüdü ve başkentine doğru ilerledi. İki taraf arasında Petriya ve Sardiz adında amansız iki savaş oldu.Lidya devleti yıkıldı, başkenti Sardiz işgal edildi ve kralı Krezus esir alınarak iran'a götürüldü. Böylece Lidya devleti de İran imparatorluğuna katıldı.
Kuruş, yenik düşen Yunanlılara adalet, insaf ve merhametle davranmış, hatta bunda aşırı gitmiştir. Kralları Krezus için bir yığın odun hazırlanmasını isteyerek içine oturtmalarını ve üzerine ateş yakmalarını söylemiştir. Onlar da söylediğini yapmışlar. Ama Krezus'un korkup ükmediğini görünce, söylediklerini geri almış ve kendisini bağışlamıştır. Krezus ömrünün kalan günlerini onun yanında saygın ve onurlu olarak yaşamıştır.
Kur'anın işaret ettiği ilk yolculuk budur.Kûruş bu seferde Lidyanın başkenti olan Sardiz'i fethetmeye giderken güneşin battığı yere kadar varmıştır. Sardiz Ege denizi sahilinde şimdiki İzmir şehrinin yakınlarında bulunuyordu
Ege sahilleri körfezleri çok girintili çıkıntılı bir yerdir.Dr.Abdulalim Hızır "Mefahimu Coğrafiyye fi'l-Kasasi'l-Kur'ani:Kıssatu zilkarneyn" kitabında bu bölgenin coğrafi yapısını anlatmış ve güneşin oradan sanki kara balçıklı bir pınarın gözünde batıyor gibi göründüğünü belirterek şöyle der:
"Kuruş, Ege sahillerine geldiğinde sahilin çok girintili çıkıntılı ve körfezlerinin çok olduğunu görmüştür. Bunlardan büyük ve küçük Menderes ile Gediz körfezleri sayılabilir.izmir körfesi yüz yirmi kilometre kadar içeriye uzanır.Etrafı dağlarla çevrilidir.Alüvyon ve volkanik topraklar taşıyan Gediz nehrinin bulanık suları Anadolunun yüksek yerlerinden batıya doğru akarak buraya dökülür. Gediz nehrinin çok girintili çıkıntılı ve körfezli Ege sahillerine varıp denize dökülünceye kadar akış hızı gittikçe artar ve yüksekliği bin ile ikibin metre arasında değişen dağlar arasındaki vadide akarak İzmir körfezine dökülür.
Kuruş, izmir yakınlarında antik Sardiez şehri yakınlarında durduğu zaman, batış sırasında tam bir göze benzeyen ve ufkun kızıllığı ile Gediz nehrinin getirdiği kızıl alüvyonların birbirine karıştığı haliçte batan güneşin yuvarlağını seyretmiştir. Büyük ihtimalle Kur'anın sözünü ettiği kara balçıklı göz burasıdır.[307]
Iranın doğusunda göçebe dağınık kabileler yaşıyordu. 'aman zaman Iranın sınırlarını geçiyor ve bozguncululaklar yapıyordu. Kuruş batıda Yunanlıları yendikten sonra bu kabileleri cezalandırmak için doğuya bir sefer düzenledi. Sind nehrine varıncaya kadar doğuya doğru ilerleyip ülkeleri birer birer fethetti. İsfahan, Cüzcan,Horasan bölgelerini geçti. Kuıı. Kavha, Karun, Curcan ve Zende nehirlerini geçti. Belucistan,Mekran ve Belh bölgelerine kadar gitti. Bu bölgelerde olan kabileler göçebe olup evlerde ve şehirlerde oturmazlardı,Bu yüzden güneş doğup sıcaklığı yükseldiğinde onları sıcaklığından koruyacak evleri yoktu.[308]
Batı ve doğu cephelerini sağlama alıp güneyde de Babil bölgesini fethettikten sonra Kûruş ülkenin kuzey cephesini de sağlama almak için kuzeye yöneldi. Ülkesinin kuzeyinde Gürcistan,Azerbaycan ve Ermenistan vardı. Bunlar Kafkas dağlarının güneyine düşmektedir. Kuzey cephesinin sınırları onların arkasında yaşayan, medeniyetten uzak ve düzensiz kabilelerin önünde doğal bir engel sayılırdı.
Bu doğal engel doğuda Kazvin-Hazar-denizinden başlar. Derbend şehri buradadır. Ortada kafkas dağları ve batıda Karadeniz olup kıyısında Sohum/Soşi şehri bulunur. Dağların ve denizin oluşturduğu bu doğal engeli geçmek için Kafkas dağlarının ortasında bulunan daracık Daryal boğazı dışında bir geçit yoktur.
Kafkas dağlarının güneyinde Kuşa kabileleri otururken, bu dağların kuzeyinde uygarlaşmamış Moğol kabileleri otururdu.Bunlar Masacit veya Kur'anın deyimiyle Yecuc ve Mecuc kabileleridir. Yeuc ve Mecuc kabileleri yağmacılık ve bozgunculuk yapmak için Kafkas dağlarındaki Daryal geçidinden güneye çıkarlardı. Kûruş.Kur'amn bir türlü söz anlamadıklarını söylediği Kuşa kabilelerine geldiği zaman, kendisine Yecuc ve Mecuc kabilelerinin hücumlarından yakındılar.
Kûruş,Yecuc ve Mecu'un o bölgelere ulaşmasını engellemek istedi. Bölgede dokuz yıl kaldı.Yecuc ve Mecuc'un geçtiği Daryal geçidini Kur'anın sözünü ettiği bir sedle kapattı.[309]
Zulkarneyn olan Kûruş'un yaptırdığı set, Kafkas dağlarının ortasındaki Daryal geçidi üzedinde yapılan settir. Bu setle ilgili olarak Kasımı tefsirinde şöyle der:
"Tercih edilen görüşe göre bu sed,şu anda Rusya'ya bağlı olan Dağıstan'da, Derbend ve Hozar şehirleri arasındadır. Eskiden beri iki şehir arasında meşhur bir geçit vardır.Eski ve yeni birçok millet onu sed adıyla anar. Şeddin içinde Demirkapı adını verdikleri bir yer vardır. O da Arapların Kaf dağı dedikleri Kafkas dağlarından iki dağ arasında bulunan eski bir şeddin kalıntısıdır. Başka milletler gibi şeddin orada bulunduğunu ve yeryüzü hakkındaki bilgileri sebebiyle oranın yer yüzünün sınırı olduğunu, Yecuc ve Mecuc kabilelerinin o dağların arkasında bulunduğunu söylerlerdi."[310]
Dr.Abdulhalim Hızır, üzerinde şeddin yapıldığı kafkas dağlarının yapısını anlatarak şöyle der:
"Kafkas dağlan sıralar oluşturur, çok yüksektir, aşılması zordur,bir boğaz dışında geçit vermez.O da ortadaki Daryal geçididir. Terk/Türk nehrinin kollarından biri bu boğazda akmaktadır.Dağlar doğuda Hazar denizinin dalgalarına ve batıda Karadenizin sularına değecek kadar uzanırlar.Sıra dağların uzunluğu 1200 km. kadardır. Bütün Avrupanın en yüksek dağlarıdır.Daryal boğazı dışında aşılmaları mümkün değildir."[311]
Kur'an, yapılan şeddin kızgın demir kütlelerinden ve üzerine eritilip dökülen bakırdan yapıldığını anlatır.Demir kütleleri ve bakır iki dağın zirvesine kadar yükselmiştir. Acaba Kuruş bu kadar demir ve bakın nereden bulmuştur? Dr.Abdulalim Hızır o bölge için şunları söylemektedir:
"Demir madenleri: Azerbaycan topraklarında çok miktarda demir madeni yatakları vardır.Bunun en açık delili de, Azerbaycanın başkenti olan. Baku'da şu anda bulunan demir ve çelik sanayiidir. Bugün bölge bu madenler yönünden zengin ise, geçmişte elbette daha zengin olmuştur.
Ermeistan da madenler yönünden zengindir.Özellikle demir, bakır, kurşun,cıva, altın, kükürt,şap taşı gibi madenler çoktur.Ermeni tarihçi Leontius dağlarda kazılmış olan bazı yerlerin, eskilerin yer yüzüne yakın olan madenleri çıkarıp işledikleri ve elde etmek için toprağı kazdıklarını gösterir, der. Jeolojik yapı, Babert Erğana bölgelerinin zengin demir yataklarına sahip olduğunu gösterir. Gürcistan'ın da bol miktarda demir madenlerine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Türkiyenin Ermenistan sınırına yakın bölgesinde yirmi beş milyon ton rezerve sahip olduğu tahmin edilen meşhur demir/bakır bölgesi bulunmaktadır.
Demiri eritmek için gerekli olan odun ve kömüre gelince; Ermenistan'nın Kılakent bölgesinde büyük miktarlarda rezervler vardır. Karadeniz sahillerinde Zonguldak kömür madenleri gerçekten zengin yataklardır.
Kereste konusunda ise Ibn Havkal, Erdebiİ bölgesinin bağ bahçeleri, ormanları ve meyveleri çok olan bir ölge olduğunu söyler.
Bölgede bakır yataklarının bol miktarda bulunduğu bilimsel ve tarihsel olarak sabittir. Modern jeoloji araştırmaları Zencan, Anarak, İsfahan'ın kuzeyi ve Azerbaycan'ın güneyinde çok miktarda bulunduğunu göstermektedir. Ermenistan'da eskiden beri bilinen büyük bakır yatakları, öncekilerin bu madenleri çıkardığının delilidir.
Taşıma ve çekme işlerinde kullanılan hayvanlar bakımından da bölge zengin olup mera ve çayırlarla doludur.Çünkü batıda Akdeniz iklimi ile doğuda Çin iklimi arasında yer almaktadır.O bölgede deve bilinmektedir. Üstelik develer iki hörgüçlü türdendir.Ayrıca ulaşımda eşek gibi kullanılan katıra benzer bir hayvan vardır. Dağlık yerlerde rahatlıkla dolaşıp yük taşıyabilir. Aynı şekilde yük taşıma ve çekmeye elverişle güzel cins atlar da asırlardır o bölgede bilinmektedir.
işçi ve mühendislerin yiyecek ve içeceklerine gelince; Modern coğrafyanın belirttiğine göre, bölge ilk asırlardan beri tahılı tanımış ve yetiştirmiştir. Eski kalıntılarda tahıllara rasianmış, tanelerle dolu çömlekler ve sürahiler bulunmuştur. Ermenistan, Abbasi devletinin en verimli bölgelerinden sayılırdı. Bölge, besin maddesi olarak içeride tüketilen ve ihraç edilen balıklarıyla da meşhurdur.
Bölgenin vadileri meyveli ağaçlardan ormanlarla doludur.Dağıstan ilk çağlardan beri meşhur bir tarım ülkesidir.Ermenistanın iklimi de öteden beri tarım için çok uygundur."[312]
Bütün bunlar şeddin yapıldığı bölgenin sed yapmaya elverili olduğunu, şeddi yapacak insanlara yiyecek, içecek,
ulaşım ve taşıma araçlarını sağlamaya, şeddin yapımında kullanılacak demir, bakır, kömür, odun gibi malzemeye de yeterince sahip bulunduğunu gösterir.
Anlaşıldığı kadarıyla da Daryal geçidi dar olup iki dağ arasında bulunduğundan ve iki tarafında dağlar dik yükseldiğinden sed yapmaya elverişli bir yerdir. Onun için eski alimlerden çok kişi Zulkarneyn'in şeddi Kafkas dağlarında Daryal geçidi üzerinde yaptığını tercih etmişlerdir.[313]
Ebu'I-Kelam Azad ve onunla beraber Abdulalim Abdurrahman Hızır, Kur'anda belirtilen Zulkarneyn'in iranlı Kuruş ve anılan şeddin de Daryal geçidi üzerinde bina ettiği set olduğunu tercih ederler. Araştıran ve tahkik eden bu iki alim, Kûruş'un niteliklerinin Kur'an'da belirtilen Zulkarneyn'in niteliklerine uyduğunu, hatta bu niteliklerin Kûruş'de bulunduğunu söylerler. Ebu'I-Kelam Azad bu konuda şu delilleri gösterir:
Kûruş'e Zulkarneyn adı verilmiştir. Çünkü Midya ve Faris (Med ve Pers) ülkelerini birleştirerek bir ülke yapmıştır. Bu ülkelerden her biri boynuza benzetilmiş, ikisini bir araya getirince kendisine iki ülke sahibi anlamında zulkarneyn" adı verilmiştir. Ebu'l-Kelam'ın bu konuda gösterdiği en önemli delil ise, arkeologların bulduğu Kûruş'un bir heykelidir. Şöyle diyor:
"Bu önemli arkeolojik keşif, Kûruş'un kendi taş heykelidir. İran'ın eski başkenti Istahr'dan yaklaşık elli kilometre uzaklıkta Mirğab nehrinin kıyısında bir yerde dikili olarak bulunmuştur. D aha önce de James Morier bu heykelin varlığını duyurmuş, yıllar sonra Sir Robert K.Porter gelmiş, heykelin bulunduğu alanda detaylı bir araştırma yapmış ve heykelin kara kalemle çizdiği bir resmini İran ve Gürcista'a yaptığı bir seyahatini anlattığı kitabında yayınlamıştır. Papaz Forster 1851 yılında heykelden sözetmiş ve onu Tevrat metinlerinin söylediklerine delil göstermiştir. Heykel'in daha önce yayınlanan resminden güzel bir resmini de yayınlamıştır. O zamana kadar çivi yazısı henüz tam okunabilmiş değildi. Ancak sözkonusu heykeli'in Sairis'e, yani Kûruş'e ait olduğu kesinleşmişti. Daha sonra yapılan araştırmalar bu kararı şüpheye yer bırakmayacak şekilde desteklemiştir.
Sonra meşhur Fransız yazar Deu Lofoy Irandaki eski eserlerle ilgili kitabını yazınca, heykel'in üç boyutlu bir resmini yayınlamış, böylece heykel tam bir görünüm kazanmıştır.
Ebu'l-Kelam Azad heykel'in niteliklerini belirterek şöyle der: İnsan boyunda bir heykeldir.Heykelde Kuruş, karga kanatları gibi iki kanatlı olarak görünmektedir. Başında koç boynuzlan gibi iki boynuzu vardır[314] . Uzattığı sağ eliyle ön tarafı gösteriyor. Üzerinde Babil ve Iran kralları üzerinde gördüğümüz elbiseler vardır. Bu heykel Zulkarneyn imajının Kuruş için çizildiğini kanıtlamaktadır. Onun için heykelde kralın başında iki boynuzun olduğunu görüyoruz.
Heykel ne zaman yapılmış? Onu kim yapmıştır? Heykel ya Kûruş'in sağlığında kendi emriyle yapılmış veya kendisinden sonra gelen ve kesin olarak belirtilmesi zor olan biri tarafından yaptırılmıştır.
İran ve Elamlılar'ın başkenti şimdi Ahvaz olarak bilinen ve Iranın güneyine düşen Sus şehri idi. Midya'nın başkenti de Arapların Hemezan dedikleri Hiğ Metana kenti idi.
Kuruş heykelinin Ardeşir zamanında yapıldığı anlaşılmaktadır. Çünkü heykel, yıkıntılarından sadece heykelin kaidesinin kaldığı Istahr şehrinin bir kasabasında bulunmaktadır."[315]
Kuruş M.Ö.559 yılında kral olmuş ve doğu, batı ve kuzey fetihlerini yapmıştır.. Otuz yıl kadar Iran, Suriye, Mısır, Irak,Anadolu ve İranın doğsuna hükmetmiştir. O devirde başka bir hükümdarın hükmetmediği şekilde hükümdarlık yapmıştır.Günümüz coğrafyasında hükmettiği ülkeler Filistin, Ürdün, Lübnan, Suriye, Türkiye, Irak, Iran, Ermenisten, Gürcistan, Azerbaycan, Kuzey Pakistan, Afganistan ve Türkistan'dır. M.Ö.529 yılında ölmüştür.
Kuruş'un Ölümünden sonra oğlu Kamboşiya veya Arapların adlandırmasıyla Kambiz hükümdar olmuştur. M.0.525 yılında Mısır üzerine yürümüş ve fethetmiştir.Ancak ona karşı ülkesinde bir isyan başlamış ve ülkesi Midya halkı Ğomata liderliğinde kendisine başkaldırmıştır. isyanı bastırmak için Kambiz Mısırdan ülkesine dönerken yolda Şam'da ölmüştür.
Kûruş'un başka çocukları olmadığından İran halkı amcasının oğlu Darayuş veya Daryus'u krai yapmışlar.Daryus'un ölümünden sonra da Ardeşir hükümdar olmuştur. Makedonyalı iskender işte bu Ardeşir'e saldırarak ' öldürmüş ve Kûruş'in kurduğu imparatorluğun işini böylece bitirmiştir.[316]
Kuranı Kerim, Kûruş'in ahlakına işaret eder. Ebu'l-Kelam Azad bu niteliklerin Kûruş'e ve yönetimine uyduğunu belirterek şöyle der:
Zulkameyn insanlar arasında adaletli olmuştur.Onun için Allah onlar hakkında dilediğini yapmakta serbest bırakarak hâkem yapmıştır. "İster azap edersin, istersen onlara iyilikle muamele edersin"
Kuruş, fethedilen ülkelere adalet, iyilik ve rahmetle muamele etmiştir.Mesela Yunanlı Lidya ülkesini fethetmesi, kralı Krezus'e güzellikle davranıp bağışlaması,rahmet ve hoşgörü ile bakması bunun örneğidir. Kûruş'in dost ve düşmanı tarihçiler adaletini ve düşmanı olan Yunanlılara rahmet ve iyilikle muamelesini takdirle belirtmişlerdir.
Yunanlı tarihçi Heredot şöyle der:" Kuruş son derece mert, cesur,hoşgörülü ve cömert biri idi. Başka krallar gibi mal toplama heveslisi değildi. Aksine cömertlik ve başkalarına vermeye özen gösterirdi. Mazlumlara adaletle davranır ve insanlara yararlı olan her şeyi severdi."
Yunanlı tarihçi Zinefon/Xenophon da şöyle der:" Akıllı ve merhametli bir kraldı. Krallığın seçkinliği yanında bilginlerin erdemlerine de sahipti.Himmeti büyüklüğünden fazla ve cömertliği azametinden büyüktü. İnsanlığa hizmet etmek pensibi idi. Mazlumlara adaletle davranmak ahlakıydı. Büyüklenme ve kendini beğenmenin yerine, hoşgörü ve alçak gönüllülük sahibi idi."[317]
Kûruş'un adalet ve hoşgörüsü rakibi ve düşmanı olan Yunanlı Heredot ve Zinefon gibi tarihçiler tarafından bile itiraf ve kabul edilmiştir.Şairin "Kumaların bile itiraf ettiği iyilik! Şüphesiz iyilik düşmanın itiraf ettiğidir" dediği gibi, hasımların itiraf etmesi Kûruş'in iyiliğini gösterir.[318]
Kur'an, Zulkarneyn'in Allaha inandığı, onu andığı,nimetlerine şükrettiği ve iyiliğini itiraf ettiğini açıklamaktadır. Ebu'l-Kelam Azad, Kûruş'in inancı üzerinde durmuş ve Allanın birliğine inanan,ona kulluk yapıp dinini kendisine halis kılan bir kişi olduğunu belirtmektedir.
Kuruş, Zerdüşt dinine bağlı idi.Zerduşt'un dini de tevhid dini idi. Ülkenin eski dini olan Mecusilik dinini bırakmıştı.Kuruş öldükten sonra mecusiler Zerdüşt dinine karşı devrim yapmışlar ve Darayuş bu tevhid dinine son vermiştir.
Zerdüşt dininde olanlar Kuruş zamanında Allanın birliğine inanırlardı. Ama ondan sonra mecusilik halkın arasında yayılmış, Zerdüşt dini ile bütünleşerek tevhid, şirk ve küfürle karışmıştır, bu dinin mensuplarına da artık mecusiler denilmiştir. Müslümanlar, Zerduştilerin-yeni mecusilerin- semavi bir din ve kitap ehli olduklarını unatmamışlar, Rasulullah "Onlara kitap ehli muamelesi yapınız" buyurmuştur. Yani kitap ehli yahudi ve hiristiyanlara muamele yaptığınız gibi onlara da öyle muamele yapınız.Onun için müsfümanlar onlardan cizye almışlardır.
Bu demektir ki İslam, Zerduşluğun Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi semavi kaynaklı olduğunu itiraf etmekte, ancak bozulup değiştirildiği, şirk ve küfürle karıştığı için onu kabul etmemektedir.
Ebul-Kelam Azad, Zerdüşt'ün Irana gönderilmiş bir peygamber olduğunu ve Kûruş'in de bu peygaberin dinine bağlı bulunduğunu, ancak daha sonra bu dinin iranlılar tarafından değiştirilip bozulduğunu söylemektedir.[319]
Zulkarneyn'in iranlı Kuruş olduğu ve Kur'anda belirtilen Yecuc ve Mecuc şeddinin de Hazar denizi ile Karadeniz
arasında Kafkas dağlarındaki Daryal geçidi üzerinde yapıldığını kararlaştırdıktan sonra şimdi de Yecuc ve Mecuc, onların yeri, çıkışları ve Kûruş'in onlara karşı yaptığı şeddin sonunun ne olduğu konulan üzerinde duracağız.[320]
Kur'anı Kerimde Yecuc ve Mecuc'dan iki defa söz edilmektedir. Birincisi, üzerinde durduğumuz Kehf suresinin "Ey Zulkameyn, şüphesiz Yecuc ve Mecuc yer yüzünde bozgunculuk yapıyorlar, dediler"[321] ayetidir.
Diğeri de Enbiya süresindeki "Yecuc ve Mecuc açılıp her tepeden boşandıkları ve verilen gerçek sözün vakti yaklaştığı zaman inkar edenlerin gözleri belerir ve "Eyvah! Bundan önce gaflet içinde idik, hayır zalimdik,derler"[322] ayetleridir.
Kehf süresindeki ayetler geçmişte Yecuc ve Mecuc'dan, yeryüzünde bozgunculak yaptıklarından sözetmekte, onlara karşı Zulkarneyn'in şeddi yapmasını, onun zamanında veya daha sonra şeddi aşamadıklarını veya delemediklerini bildirmektedir.
Enbiya süresindeki ayetler ise, gelecekte Yecuc ve Mecuc'tan, kıyamete yakın çıkmalarından söz eder. Ayetler bunu "Iza" kelimesiyle belirtmektedir. Bu kelime gelecek zaman zarfıdır. Yecuc ve Mecuc için yolun açılacağını bildirmektedir.
Onların önünde yolun açılmasını bazıları şeddi yıkmaları ve içinden geçip çıkmaları anlamında maddi bir açılma olarak anlamış, bunu da ancak kiyamete yakın bir zamanda yapabileceklerini ve şeddin şu ana kadar mevcut olduğunu söylemiştir.
Ancak biz açılmanın manevi olduğunu, yerlerinden çıkmaları için Allahın izin vermesi, yerleri ve ülkeleri istila etmeleri anlamında olduğunu düşünüyoruz. Bu çıkış da kıyamet saatine yakın olacak büyük çıkışlarıdır.Allah en iyi bilendir.
Ayet, çıkışlarının ne kadar büyük olduğuna, sayılarının çokluğuna ve her yeri çekirge sürüleri gibi istila edeceklerine işaret ederek "Her tepeden boşanırlar" der.
Sahih hadisler oların çokluğuna,çetin olduklarına, her yeri amansızca yıkıp yakmalarına ve salacakları dehşete işaret eder.
Ayet, bu büyük, amansız, çetin, yakıp yıkan çıkışın kıyamet saatinin öncesine raslayan son çıkış olduğuna işaret eder. "Gerçek sözün vakti yaklaştığı zaman" Bu söz, kiyametin kopması sözüdür. Yani onların çıkmasıyla kiyamet saati yaklaşmış olacak ve sahih hadislerin belirttiği gibi çıkmalarından az bir süre sonra kiyamet kopacaktır.[323]
Dilbilginleri Yecuc ve Mecuc kelimelerinin Arapça olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Kimileri bu isimlerin türemiş, yani Arapça isimler olduğunu söylemiştir.İbn Manzur Lisanu'1-Arab sözlüğünde bu görüşte olanların söylediklerini aktararak şöyle der:
"Arap dilinde bunlara benzer türemişler vardır.Ateşin alevlenmesi anlamında "Ecceti'n-Naru", çok tuzlu ve acı su anlamında "Maun Ucac" gibi. Yecuc ve Mecuc da Yeful vezninde ateşin alevlenmesi anlamındaki kelimeden türemiş gibidir.İkisinin Fâûle vezninde olması da caizdir.
İki isim türemiş olsaydı, yapıları bu olurdu.Arapça olmayan kelimeler ise Arapçadan türetilmezler."[324]
,Rağıb Isfahani de Ecce kökünde şöyle der:"Milhun Ucac, çok tuzlu ve sıcak tuz demektir.Ateşin alevlenmesi,ateş alevlendi, gün ısındı, kelimeleri de bu sıcaklığı belirtir. Yecuc ve Mecuc da bu köktendir. Çok hareketli olduklarından alevli ateşe ve dalgalı suya benzetilmişlerdir."[325]
Başka dilciler ise iki ismin Arapça olmadığı, yabancı kelimeler olduğu, özel isim ve yabancı kelime oldukları için belirsiz olduklarında sonlanna kesra ve tenvin gelemediğini söylerler.
Doğru olan görüş budur. Çünkü Yecuc ve Mecuc kabileleri Araplardan ve Arapçanın dil kuralları ve özelliklerinin belirlenmesinden önce mecvut olmuştur. Arapçadan önce yaşamış milletlerin dillerinden gelen iblis, Adem, Havva, Musa, Harun,Tevrat, incil, Yecuc ve Mecuc gibi kelimeleri Arapçadan saymaya kalkışmak doğru değildir.
Ebu'l-Kelam Azad her iki kelimenin de Arapça olmadığına işaret ederek şöyle der:
"Yecuc ve Mecuc kelimeleri sanki Arapça imiş gibi görünüyor. Halbuki kaynak olarak Arapça olmayabilirler. Çünkü Arapça kalıba uymuş yabancı iki kelimedir.
Yunanca Gag ve Magag olarak söylenirler.Tevratın yetmişinci tercümesinde de bu şekilde geçmektedir.Diğer Avrupa dillerinde de aynı şekil ile yayılmıştır."[326]
Bilginler, Yecuc ve Mecuc'un anayurdu ve ilk defa hangi bölgede yaşadıkları konusunda ihtilaf etmişlerdir. Araştırmacı alimler bunun Monğolistan (Moğolistan), Yecuc ve Mecuc'un da göçebe Monğol (Moğol) kabileleri olduğunu söylerlar.
Çin kaynaklan Monğol kelimesinin aslının Mongok veya Moncok olduğunu söyler. Her iki durumda da kelime Ibranice'deki Magog ve Yunanca'daki Magag telafuuzuna yakındır. Çin tarihi bu bölgede Yuvaşi adında başka bir kabileden de söz eder. Anlaşıldığına göre bu kelime İbranice'de Yecuc şeklini alıncaya kadar milletlerin telaffuzunda bugüne kadar değişitirilerek gelmiştir."[327]
Öyleyse,tercih edilen görüşe göre Yecuc ve Mecuc'un anayurdu Moğolistandır. Hatta Monğolya ve Moğol adı, Yecuc kelimesine bağlı ve onunla ilişkilidir.Nitekim Yecuc ve Mecuc bazan Moğol adıyla, bazan da Tatarlar adıyla bilinmiştir.[328]
Yecuc ve Mecuc'un Moğolistan, Rusya ve Çin'in işgali altındaki Türkistan'da bulundukları görüşünü tercih ettik. Acaba bunlar daha Önce çıktılar mı, yoksa kiyamet saati öncesine kadar çıkmayacaklar mı? Kimi alimlere göre yalnız bir defa çıkacaklardır. O da kiyamet saatinin öncesinde olacak çıkıştır.
Ama araştırmacı ailmler bunların defalarca çıktıklarını ve hadislerin belirttiğine göre en son çıkışlarının da her yeri yakıp yıkacakları kıyamet saati öncesindeki olacağını söylerler. Bunların çıkışları için yedi devir olduğuna işaret etmişlerdir. Bu devirleri Ebu 'l-Kelam Azad şöyle sıralamkadır:
1- Tarih öncesi devir. Yani yaklaşık beşbin yıl önce olan çıkış.O devirde Gobi çölünden geçerek Çin topraklarına saldırır ve medeniyetini tehdit ederlerdi.
2- Tarihin başlangıcında, yani M.Ö.1500 ile 1000 yılları arasındaki- devirde Moğollar dalgalar halinde Çin vadilerine, Orta Asya yükseklikleri, Türkistan ve Moğolistan'a girmek için kuzey doğudan akın edenlerdi.Orada yerleşir ve tarımla uğraşırlardı.
3- Üçüncü devir, yaklaşık milattan önce bin yılları başlarında başlar. Bu devirde sözkonusu kabileler Hazar denizi, Karadeniz, Doğu Kafkasya,Volga, Dinyeper ve Dinyester nehirleri bölgesine saldırmışlardır.
Yunanlıların Si Tehin adını verdikleri bunlardan bazı kabileler Kafkas dağlarındaki Daryal Geçidinden geçerek yaklaşık M.Ö.700 yıllarında Babil medeniyetine saldırmıştır. Asur medeniyetinin yıkılmasında Moğolların bu saldırılarının direkt etkisi olmuştur.Yunanlı tarihçi Heredot buna işaret eder.
4- Yaklaşık M.Ö. 500 yıllarında Moğol kabileleri Daryai geçidinden geçerek Asyanın batı bölgelerine saldırmışlardır. İranlı Kuruş olan zulkarneyn o geçit üzerinde bir set yapmış, böylece Yecuc ve Mecuc'un hücumlarını önlemiş, bir süre için bu bölgelerin halkı hücumlardan kurtulmuştur.
5- Yaklaşık M.Ö.300 yıllarında Yecuc ve Mecuc kabileleri doğuya yönelmiş ve Çin imparatorluğuna saldırmışlardır. Çin tarihçileri bu kabilelere Hiyunğ Hu adını vermişlerdir. Bu devirde Çin imparatoru Şin Huvanğ Ti hücumlarını önlemek için meşhur Çin Seddi'ni yapmıştır. Şeddin yapımı M.Ö.264 yılında başlamış ve on yıl içinde bitmiştir. Böylece Çin'e saldırılarını Önlemeyi başarmıştır.
Çin şeddinin Zulkarneyn'in yaptığı set olduğu insanlar arasında yaygındır. Oysa bu yanlıştır.Çünkü Zulkarneyn'in şeddi sözkonusu kabilelerin dördüncü saldırısını önlemek için Daryal geçidi üzerinde yapılmıştır. Uzun Çin şeddi ise, bu kabilelerin beşinci saldırısını önlemek için Çinliler tarafından yapılmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Yecuc ve Mecuc kabilelerinin saldırılarını önlemek için Zulkarneyn'in yaptığı şeddi Çin imparatoru örnek almış ve uzun Çin Seddi'ni yapmıştır.
6- Miladi dördüncü asırda meydana gelmişür.Bu devirde komutanları Atilla'nın liderliğinde Avrupaya yönelmişler ve Roma imparatorluğunu yenmişler, başkenti Roma'ya girmiş ve yerle bir etmişlerdir.Bu şekilde 476 yılında asırlar süren Roma medeniyetinin de işini bitirmişlerdir.
7- Hicri yedinci/miladi onikinci asırda Cengizhan
liderliğinde batıda islam alemine saldırmışlar ve müslümanları yenilgiye uğratarak her tarafı yerle bir etmişlerdir. Cezgiz Han'ın torunu Hulagu, hilafetin merkezi Bağdad'a girmiş ve h.656/M.1258 yılında yerle bir etmiştir.
Ebu'l-Kelam Azad'ın kitabında belirttiği ve Dr.Abdulalim Hızır'ın ondan aldığı Yecuc ve Mecuc'un yedi devri yahut çıkışı özetle bunlardır.[329]
Tarihçi ve tefsircilerden bir grup, Moğolların veya Tatarların Yecuc ve Mecuc'tan olduğunu ve çıkışlarından birini temsil ettiklerini söylemişlerdir. Cezgin Han ve Hulagu'nun liderliğinde çıkışları da yedinci devir olduğunu belirtmişlerdir.
, Bu görüş mümkün olabilir, tuhaf veya kabul edilemez bir görüş de olmayabilir. Moğol veya Tatarların yahut Yecuc ve Mecuc'un çıkışı çok büyük ve amansız olmuş, islam alemini istila etmeleri ve yaptıkları yıkım korkunç bir felaket olmuştur.[330]
Tarihçi İbnu'I-Esir, Moğolların ilk saldırıları ve islam aleminin doğu bölgelerini istila etmeleri döneminde yaşamış, el-Kamil fi't-Tarih kitabında zarar ve yıkımlarından birçok şeyler kaydetmiş, hepsini hüzün, gözyaşı ve ızdırap dolu duygular, tepkiler ve sızlanmalarla, islam aleminin geleceği konusunda yaşadığı matem duygularıyla dile getirmiştir.
Ancak lbnu'1-Esir, Hulagu Bağdad'a girmeden önce hicri 630 yılında vefat etmiştir. Şair ruhlu ve edebiyatçı olan Ibnu'1-Esir, Hulagu'nun Bağdad'a girmesini ve şehri yerle bir etmesini görseydi acaba bu felaketi nasıl tasvir edecekti! el-Kamil fi't-Tarih kitabı, Cengiz Han hücumunun başlangıcını ve özellikle bu hücumun ilk on yılını anlatan temel bir kaynak sayılır.
Ibnu'l-Esir'in güzel yanı, sadece rivayet eden bir tarihçi olmamasıdır. Aksine meydana gelenlerden etkilenen, olaylar karşısında duygulanan ve üzüntüden neredeyse kahrolan bir tarihçidir. Duygulan,hisleri ve reaksiyonları
tarihinde yansımıştır.Kitabını okuyan bir insan karşısında üzüntü, keder, acı ve ızdıraptan mum gibi eriyen bir yazar görür gibidir.
İbnu'1-Esir,kaydedip yazdıklarından dersler, ibretler ve anlamlar çıkarmaya çalışır.Toplumda rabbani sosyal yasaların olduğunu ve tarihte olayların bu sosyal yasaların bir yansıması yahut tercümesi olarak ortaya çıktığını okuyucularına verir.
lbnu'1-Esir, o dönemle ilgili haberlerini ve bilgilerini bizzat olayları yaşayan, onlardan etkilenen ve ruhlarında duyan insanlardan almıştır. Onun kaynaklan canlı olup savaş meydanından ve bizzat yaşayanlardan oluşmaktadır. Ravileri, tıpkı günümüz savaş muhabirleri ve gazetecileri gibi kişilerdir. İbnu'l-Esir'den ve kitabındaki metodundan bu kadar sözetme ile yetiniyoruz.[331]
Yecuc ve Mecuc'un çıkışı hicri yedinci asırda 616 yılında başladı. Bunlar Moğolistan'da ve bizzat Tamğaç[332] dağlarında yaşarlardı. Özbek Han adında bir kralları vardı.
Özbek Han'ın Timuçin adında meşhur ve genç bir komutanı vardı. Jurnalciler bunu Han'a jurnal etmişler, o da onu uzak bir bölgeye sürgüne göndermiş.Timuçin Özbek Han'a karşı isyan etmiş ve kendisiyle savaşmak için büyük bir ordu hazırlamış, savaşta Özbek Han'ı yenmiş ve öldürmüş,kendisi onun yerine hükümdar olmuş, adını da Timuçin'den Cengizhan'a çevirmiştir.
Cengiz Han h.599 yılında hükümdar olmuş ve bölgenin tümünü kendisine bağlamıştır.Sonra islam alemine doğru
batıya yürümüştür.
Doğuda müslümanların hükümdarı Harzemşah'la h,616 yılında savaşa girmiş, Harzemşah'ı yenmiş ve yenilen hükümdar h.617 yılında ölmüştür.Ondan sonra Cengiz Han islam ülkelerini birer birer işgal ederek hicri 624 yılında ölünceye kadar islam aleminin doğu bölgelerini birer birer işgal etmiş ve yakıp yıkmıştır.[333]
Cengiz Han'ın ölümünden sonra müslümanlarla Moğollar arasında savaşlar devam etmiş, onun yerine geçen torunu Hulagu zamanında da müslümanlara saldırıları sürmüştür. Hulagu Moğollar -Yecuc ve Mecuc-dan ikiyüz bin kişilik bir ordu hazırlamıştır.Bağdad'ta müslümanların ordusu ise obin kişiden az olmuştur.[334]
Hulagu ve ordusu Bağdad'a gelmişler ve hicri 656 yılında muharrem ayında işgal etmişler.Halifenin rafızilerden olan veziri İbnu'l-Alkami ve îsmailiyye mezhebinden olan danışmanı Nasıruddin Tusi'nin müslümanların ordusunun zayıf kalmasında, Moğolların Bağdad'a girmesinin teşvik edilmesinde, onlarla gizli yazışmalarının ve yataklık yapmalarının büyük rolü olmuştur.
Yecuc ve Mecuc Bağdadi kuşatmış, Muharrem ayının sonlarında hicri 656 yılında şehre girmiş ve Hulagu askerlerine bütün Bağdad halkının öldürülmesini emretmiştir. Kırk gün halk kılıçtan geçirilmiş ve değişen rivayetlere göre 800.000 veya 1.800,000 yahut
2.000.000 insan öldürülmüştür. Hulagu, hicri 656 yılında müslümanlann halifesi Mustasım Billahi öldürmüştür.[335]
Hulagu, moğol ordusuyla Şam bölgesine doğru yürümüş,Haleb şehrini işgal etmiş ve halkını kılıçtan geçirmiştir. Bu sırada doğuda Moğolların karargahında komutanlarla sorumlulur arasında anlaşmazlık çıkmış, Hulagu oraya gitmiş ve Ketboğa'yı ordu komutanı yapmıştır.
Müslümanlar Kutz ve Zahir Baybars komutasında Ketboğa komutasındaki Moğol ordusuna karşı savaşa hazırlanmışlar, iki ordu Ayn Calut denilen yerde karşılaşmış ve hicri 658 yılında Bağdad'ın düşmesinden iki yıl sonra Ramazan ayında çetin bir savaş olmuştur.
Ketboğa komutasındaki Moğol ordusu ile Kutz komutasındaki islam ordusu arasında tarihin en çetin, amansız, acımasız ve dehşetli savaşı olmuş, Kutz İslama ağıt yakarak "Vah Islama!" naralarılya savaşa girmiş, Allah müslümanlara zafer vermiş ve moğollar yenilmiştir. Komutan Cemaleddin Akkuş Moğolların karargahına ulaşmış ve Ketboğa'yı öldürmüştür.[336]
Ayn Calut, Yecuc ve Mecuc'un yedinci çıkışı için sonun başlangıcı olmuştur. Ondan sonra etkileri azalmış, üstünlükleri gitmiş ve "bir daha bellerini doğrultama mışlardır.
Onlardan kabileler yeni bölgelere yerleşmişler, Hindistan, Horasan, Türkistan ve başka yerlerde devletler kurmuşlardır. Bazıları Islâmdan etkilenmişler, benimseyerek müslüman olmuşlardır. Onlardan ilk müslüman olan kişi, Cengiz Han'ın torunu ve kan döken Hulagu'nun amcasının oğlu Berke Han olmuştur. Hulagu ve Birke arasında çetin savaş olmuş ve müslüman komutan Berke, amcasının oğlu kafir Hulagu'yu yenmiştir.[337]
Müslüman tarihçiler Yecuc ve Mecuc tehlikesinin müslümanların başına gelen en büyük tehlike olduğunda, bu saldırıda verilen insan ve mal kayıplarının islam tarihi boyunca verilenlerin hepsinden fazla olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu tarihçiler İslam ve müslümanlar için gözyaşı dökmüş, kitaplarında müslümanlann artık bellerini doğrultamıyacaklarını düşünerek kan ağlamışlardır. Şimdi duygulu bir şair ve yazar olan tarihçi İbnu'l-Esir'in kitabından islam'a ve müslümanlara ağıt yaktığı tarihi bir parçasını veriyoruz. Moğolların İslam alemine saldırmalarının başında yazdığı bu parçada şöyle der:
"Bu olayın dehşetinden ve anmak istemediğimden uzun yıllar onu kaleme almadım. Onun için bir adım ileri, bir adım geri gittim geldim.Islamın ve rnüslümanların ölüm haberini duyurmak kime kolay gelir? Bunu kim rahatlıkla anabilir? Keşke dünyaya gelmeseydim! Keşke bu olaydan önce ölseydim ve unutulup gitseydim!
Fakat buna rağmen arkadaşlardan bir topluluk onu yazmamı teşvik etti.Ne yapacağımı bilemedim. Düşündüm taşındım ve yazmamanın bir işe yaramıyacağını gördüm.
Yazdıklarım, bu dehşetli büyük olayı anlatır. Bu büyük bir musibettir. Zaman onun benzerini görmemiştir.Bütün yaratıkları ve özellikle müsİümanlan içine almıştır. Biri, Allahın Adem'i yarattığından bugüne kadar dünya bunun benzerini görmedi, derse, doğru söylemiş olur. Çünkü tarihler bunun ne benzerini, ne de ona yakın bir musibeti görmüştür.
Buhtunnasr'ın israil oğullarını öldürmesi ve Kudüs'ü yıkması tarihin tanık olduğu en büyük olaylardan biri olarak anılır.Halbuki bu lanetlilerin yıktığı ve her biri Kudüs'ten kat kat büyük olan ülkelerin yanında onun yıkılması çok basit kalır. Yine öldürülenlerin yanında israil oğullarının sayısı ancak devede kulak olur. Çünkü öldürülenlerden bir tek şehir halkı,İsrail oğullarından daha çoktur.
Öyle sanıyorum ki dünya yok oluncaya kadar, insanlık Yecuc ve Mecuc dışında, böyle bir olaya tanık olmayacaktır. Deccal, kendisine muhalefet edenleri öldüreceği ve taraftar olanları hayatta bırakacağı halde,
bunlar hiç kimse bırakmadılar. Kadınları, çouklan ve yaşlıları da öldürdüler.Gebe kadınların karınlarını yardılar,anne karnında çocukları öldürdüler.Hepimiz Allahınız ve Ona döneceğiz.Kuvvet ve hareket ancak yüce Allahtandır.
Her tarafı yakıp yıkan ve zararı herkesi" kuşatan, arkasına rüzgarı almış bulut gibi ülkeleri saran bu olay şucfur: Bir millet Çin taraflarından çıkmışlar, Kaşğar ve Belasağun gibi Türkistan illerini işgal etmişler, oradan da Semerkand ve Buhara gibi Maveraunnehir bölgesini ele geçirmişler, halkını ezip geçmişler. Sonra onlardan bir topluluk Horasana geçmişler, insanlarını öldürmüşler, yağmalamışlar ve yakıp yıkmışlar. Sonra oradan Rey ve Hemezan'a, sonra Kuhistan ve komşu bölgelere geçmişler ve Iraka kadar ilerlemişler. Sonra Azerbaycan ve Ermenistan'a geçerek halkını öldürmüşler, yakıp yıkmışlar. Tek tük kişiler dışında kurtulan olmamıştır. Bütün bunları bir yıl içinde yapmışlar. Böyle bir olay görülmüş değildir!"[338]
"Hepimiz Allahınız ve hepimiz ona döneceğiz.Yüce Allahtan İslama ve müslümanlara katından bir zafer vermesini diliyoruz.Çünkü Islamı savunan, koruyan ve destekleyen kimse kalmadı."Allah bir millete bir kötülük isterse, hiçbir kimse onu engelleyemez.Onun dışında hiçbir dostları da olmaz" Moğollar, karşılarında duran kimse olmadığı için bu işi yapabilmişlerdir."[339]
Ibnu'1-Esir, Moğolların büyük tehlikesini anlatarak onların yaptıklarını başka kimsenin yapmadığını ve sağladıkları üstünlüğü hiçbir halkın sağlamadığını belirtiyor, daha sonra gelip Moğolların bu haberlerini okuduklarında insanların ne kadar hayret ve şaşkınlık duyacaklarını belirterek şöyle diyor:
"Ne geçmişte, ne günümüzde kimsenin benzerini duymadığı şeyleri bu Moğollar yaptılar. Bir topluluk Çin'in sınırlarından çıkıyor ve bir yıl geçmeden bir taraftan onların bir bölümü Ermenistan'a kadar ulaşıyor, bir taraftan da Irak ve Hemezan'ı geçiyor.
Allaha yemin ederim, asırlar sonra gelip bu olayı anlatan satırları okuyanlar gördüklerine inanamıyacak ve okudukları karşısında şaşkına dönecektir. Haklıdır da! Ancak yadırgayacakları zaman, hem biz hem de günümüzde tarih yazanların tümü, alim ve cahil herkesin bu olayı bildiğine ve ona tanık olduğu bir zamanda yazdığımıza baksınlar.
Allah, islamı ve müslümanları koruyacak kimseler göndersin! Çünkü en büyük düşmanla yüzyüze kaldılar, onların başındaki hükümdarların ise midesi ve şehvetinden başka endişesi yok.Hz.Peygamberin zamanından bugüne kadar rnüslümanların başına şu anda karşılaştıkları felaket gibi bir felaket gelmemiştir.
Diğer düşman olan Frenkler de Roma İmparatorluğunun öbür ucundaki batı ve kuzey ülkelerinden çıkmışlar, Mısıra gelmişler, Dimyat'ı işgal edip yerleşmişler, müslümanlar onlara ne saldırabilmiş, ne de oradan çıkarabilmişler.
Hepimiz Allanınız ve hepimiz ona döneceğiz! Kuvvet ve hareket ancak Yüce Allahtandır!"[340]
Seyyid Kutup, Cengiz Han ve Hulagu zamanında Moğolların çıkışını Yecuc ve Mecu'un devirlerinden biri gibi görerek özel bir görüşe sahip bulunmaktadır.Şöyle diyor:
"Yecuc ve Mecuc kimdir? Şimdi nerededirler? Geçmişte ne yaptılar ve gelecekte ne olacaklar?
Bütün bu sorulara kesin cevaplar vermek zordur,Çünkü onlarla ilgili olarak Kur'anın ve bazı sahih hadislerin söylediklerinden başka birşey bilmiyoruz.
Kur'an, Zulkarneyn'in "Rabbimin verdiği sözün zamanı gelince, onu yerle bir eder.Rabbimin verdiği söz gerçektir" sözünü belirtmektedir. Bu ayet bir zamanı belirtmiyor. Allanın verdiği sözden maksat, şeddi yerle bir edeceği sözüdür. Verilmiş olan bu söz, Moğolların hücum ettiği,yer yüzüne yayıldıkları ve ülkeleri yakıp yıktıkları zamandan beri gelmiş olabilir
Enbiya suresinde de "Her tepeden akın eden Yecuc ve Mecuc açıldığı zaman..."denilmektedir. Bu da Yecuc ve
lecuc'un çıkması için bir zaman belirtmemektedir. Gerçek sözün vaktinin yaklaşması, saatin yaklaşması olup Hz.Peygamberin zamanından beri meydana gelmiştir. Kur'anda "Saat" yaklaştı ve ay bölündü" denilmektedir.
ıllahın hesabı ile insanların hesabına göre zaman farklıdır.Saatin yaklaşması ile gerçekleşmesi arasında bir »sır veya milyonlarca yıl geçebilir.İnsanlar bunu uzun »man görürken, Allanın yanında bu, göz ,açıp kapama kısadır.
Buna göre "Saatin yaklaşması "ile bu günümüz arasında geçen zaman içinde şeddin açılmış olması caizdir. Doğu dünyasını silindir gibi ezip geçen Moğolların hücumları da Yecuc ve Mecuc'un çıkışı olabilir."
Yeuc ve Yecuc'un şeddi yıkmasıyla ilgili Rasulullahın rüyasını anlatan hadisi belirttikten sonra şöyle der: "Bu rüya onüç buçuk asır önce görüldü. Moğol saldırıları da,ondan sonra son Abbasi hlifesi Mustasım zamanında Hulagu'nun eliyle Abbasi hilafetinin yıkılması ve Arap ülkelerinin yerle bir edilmesi zamanında meydana geldi.Bu, Rasulullahın rüyasının gerçekleşmesi (yorumu) olabilir.Bunu kesin olarak Allah bilir ve bütün söylediklerimiz kesin değil, sadece bir tercihtir."[341]
Görüşümüze göre Zulkarneyn'in yaptığı şeddi Yeuc ve Mecuc yıkmışlar, içinden geçip yeryüzüne yayılmışlar ve ülkeleri yerle bir etmişlerdir.
Cengiz Han ve Hulagu'nun liderliğinde Yecuc ve Mecuc'un çıkmaları, belirttiğimiz yedi çıkış devirlerinden
biridir.
Yecuc ve Mecuc, şu anda Moğolistan,Türkistan ve Çin'in Sing Yang bölgesinde oturan Moğollar veya Tatarlardır.
Yecuc ve Mecuc,Asya kıtasında bulunan san ırktır.Bunlar Çin,Kore, Mo§olistan,Tibet,Türkistan ve komşu ülkelerde bulunan insanlardır.
Nüfus çokluğu bakımından tek başına Çin gelecekte Avrupa,Amerika, Araplar ve başkaları için doğrudan bir tehlike.sayılır. Çinin tek başına nüfusu, dünya nüfusunun dörtte biriidr. Dünya nüfusu toplam altı milyar ise,Çin'in nüfusu bir buçuk milyardan fazladır. Cinde nüfus artış oranı çok yüksektir.
Bunlar gelecekte ne olacaklar? Sayılan ne olacaktır? Ülkelere yayıldıkları zaman dünyaya acaba ne yapacaklar? Büyük bir nüfus patlaması yaptıkları,birbirini izleyen dalgalar gibi çıktıkları ve bütün dünyayı istila ettikleri zaman ne yapacaklardır?
Dünya bu gerçeği biliyor ve Çin'in gelecek tehlikesine karşı uyarıyor. Almanya imparatoru HeliunV'Çinin elinden Avrupa neler çekecek!" meşhur sözünü söylemiş ve buna "Sarı Tehlike" demişti.
Kimi alimlere göre Yecuc ve Mecuc kelimeleri, yalnızca belirli bir milleti ifade etmeyip yer yüzünde bozgunculuk yapan her mjllet için geçerlidir. Muhammed Hayr Ramazan şöyle der:
"Bana göre Yecuc ve Mecuc, sadece belirli bir milliyeti ve insanlardan muayyen bir milleti ifade etmez. Belki yer yüzünde bozgunculuk yapan başıboş her millet için kullanıhr.Zulkarneyn zamanında bunlar var olmuşlar ve şeddi yaparak hücumları önlendiği zaman hayatta )aşkalarına zarar vermelerinin önüne geçilmiştir. "[342]
Muhammed Hayr Ramazan'ın bu görüşüne katılmıyoruz. Bize göre bu isim belirli bir milleti ifade eder.Bunların sarı ırk olduğunu tercih ettik. En doğrusunu Allah bilir.[343]
Yecuc ve Mecuc'un geçmişte defalarca çıkmış olması,
elecekte çıkmayacakları anlamına gelmez. Bu kavim efalarca çıkış yapmış ve şimdiye kadar yedi defadan fazla çıkmışlardır. Bu çıkışlarında zulkarneyn'in şeddini yıkmayı ve geçmeyi başarmışlardır.Son çıkışları olan kiyametin Öncesindeki çıkışlarından önce bir daha çıkıp çıkmayacaklarını ve nasıl çıkacaklarını ancak Allah bilir. Ancak kiyamet saatinin öncesinde son defa en büyük çıkışlarını yapacaklarına inanıyoruz. Kur'anda ve sahih hadiste belirtildiği için buna inanıyor ve kabul ediyoruz. Enbiya suresi, son çıkışlarının olacağını belirtmektedir. "Her tepeden akın edecek olan Yecuc ve Mecuc açıldığı ve gerçek söz yaklaştığı zaman..."[344]
Sahih hadisler de Doğu tarafından sayılarını Allahtan başka kimsenin bilmediği büyük kitleler halinde son çıkışlarının olacağını, önde gidenlerin Taberiya gölüne uğradığında bütün suyunu içip kurutacaklarını, sonda gelenlerin de uğradığında orada su namına bir şey bulamayacağını ve "Burada bir zamanlar su varmış"diyeceklerini belirtmektedir[345] . Sina çölünde Tür dağında Hz.İsa'yı ve beraberindeki müminleri kuşatacaklarını, kuşatmanın uzayıp müminlerin zor durumda kalacakları, sonra Allahtan kurtuluşun geleceğini, Yecuc ve Mecuc üzerine kurtçuklar gönderip hepsinin kısa zamanda öleceklerini, Allahın vereceği yağmurla Sina çölünde vadilerin dolup taşacağını ve Yecuc Mecuc'un cesetlerini sürükleyip denize atacağını anlatır. Böylece Yecuc ve Mecuc'un kesin olarak sonu gelecek ve bozgunculukları son kez sona erdirilecektir. Ancak bütün bunlar kiyamet saatinin öncesinde olacaktır. O halde Yecuc ve Mecuc'un tarihte çıkmış olmaları, gelecekte çıkmalarına engel değildir.Bunlar geçmişte çıktıkları gibi gelecekte de çıkacaklardır. Kehf suresi geçmişteki çıkışlarına işaret ettiği gibi, Enbiya suresi de kiyametin alametlerinden olan ve en son çıkışları sayılan kiyamet saatinin öncesindeki büyük çıkışlarına işaret eder. [346]
Bazı tarihçi ve tefsirciler Yecuc ve Mecuc konusunda tuhaf haberler nakletmişler, onların soyu, kaldıkları yerler, şekil ve nitelikleri, ne yaptıkları gibi aslı olmayan bir sürü şeyler anlatmışlardır. Bu rivayet ve haberleri israiliyyattan almışlardır. Onun için tümü hurafe, mitoloji, uydurma ve yalandan öteye geçmemektedir.
Her şeyden önce kesin ve doğru bir kaynaktan alınmamıştır. Çünkü Rasulullahtan rivayet edilmemiştir. Rasulullahtan rivayet edilmeyen ğaybla ilgili hiçbir haber veya sözü kabul etmiyoruz. Bu uydurma ve mitolojilerden bazıarı şöyledir:
Bazıları Yecuc ve Mecuc'un Hz.Adem'in soyundan geldikleri halde Havva'nın soyundan gelmediklerini, böylece baba tarafından insanların kardeşleri olduklarını söylemişlerdir. Halbuki Hz.Adem'in Havva'dan başka bir eşinin olduğu hiç nakledilmemiştir.
Bazıları da Hz.Adem'in sulbünden geldiklerini, Adem'in toprakta yatarken ihtilam olduğu ve erlik suyunun toprağa karıştığı ve Yecuc ile Mecuc'un bu sudan yaratıldıklarını iddia etmiştir.
Bazıları da Hz.Nuh'un tufandan sonra doğu tarafına giden oğlu Yafes'in çocukları olduklarını iddia etmiştir.
Bazıları da Yecuc ve Mecuc'un yirmi iki kabile olduklarını, Zulkarneyn şeddi yaptığı zaman yirmi bir tanesini dışarıda bıraktığı ve bir tanesini içeri aldığını, dışarıda bırakıldıkları için de kendilerine Türk adının verildiğini iddia eder.
Bazıları da bu kabilelerden her birinin dörtyüz millete ayrıldığını ve her kişi soyundan silah taşıyan bin çocuk görmedikçe ölmediğini iddia eder.
Bazıları değişik boylarda olduklarını, kimi arı boyunda, kimi pirinç tanesi kadar, kimi dört arşın, kimi üç karış, kimi bir karış, kimi iki parmak arası uzunlukta olduğunu, kiminin fil gibi uzun iki kulağı olduğunu ve yatarken birini altına serdiğini, diğerini de üstüne örttüğünü iddia etmiştir. Bazıları da bozuk ve bozguncu olduklarından deve, fil, domuz, yabani hayvan ne bulursa,hatta kendi ölülerinin etini bile yediklerini iddia etmiştir.
Bazıları da tırnaklarında pençeleri olduğunu, yırtıcılar gibi dişleri bulunduğunu, vücutlarını kaplayan ve kendilerini sıcaktan ve soğuktan koruyan uzun tüylere sahip olduklarını iddia etmiştir.
Bazıları yasaksız ve her şeyde ortak yaşadıklarını, hayvanlar gibi önüne gelenle çiftleştiğini, kadınlarının hiçbir erkeği red etmediğini ve erkeklerinin özel kadınlarının bulunmadığını iddia etmiştir.
Bazıları kimilerinin kurt gibi, kimilerinin sıçrayarak yürüdüğünü, kimilerinin dilsizler gibi konuştuğunu, kimilerinin dört gözlü,tek ayaklı olduğunu ve kandan başka bir şey içmediklerini iddia etmiştir. Bunlar gibi daha ne yalan, uydurma, mitoloji ve saçmalıklar iddia edilmiştir."[347]
Bu söylenenlerin hiçbirini kabul etmiyoruz.Bunları bizden veya başkasından kimsenin almasını da doğru bulmuyoruz. Bunlardan sakındırmak ve klasik kitaplarda birileri okuyup onlara inanmasını önlemek için burada belirttik.
Şüphe yok ki Yecuc ve Mecuc Hz.Adem'in soyundandır. Diğer insanlar gibi normal insanlardır.Vücutları, şekilleri ve nitelikleri bize benzer veya yakın olan kişilerdir. Bizden farklılıkları çok olmaları, çabuk ve hızlı bir şekilde yayılmaları, geçtikleri yerleri yakıp yıkmaları ve bozmalarıdır.[348]
Zulkarneyn öyküsünün ayetleri, müşriklerin Rasulullaha sordukları soru ile başlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi Yahudiler Rasulullaha böyle sormalarını müşriklere öğretmişler ve "Doğudan batıya kadar dolaşan gezgin adamın kim olduğunu sorun?" demişlerdir.
"Sana Zulkarneyn'i sorarlar" diye başlayan ayet,"Deki, onu sîze anlatacağım" cevabıyla devam eder.
Cevaba baktığımızda ondan birtakım dersler ve anlamlar çıkarabiliyoruz. Şöyle ki:
a- Cevap "Deki" kelimesiyle başlamaktadır. Tefsirciler buna telkin eden kelime adını verirler. Bu da anlatılan öykü ve verilen bilgilerin Rasulullahın ürünü olmayıp Yüce Allanın ona öğretmesi olduğunu belirtir. "Deki" sözü ile başlama, vahyin Allahtan olduğunu ve Rasulullaha bildirildiğini gösterir.
Soru sorulan ve imtihan edilen Rasulullah, soran ve imtihan edenlere açıkça vereceği cevabın kendisinden değil, Allahtan olduğunu belirtiyor. Bu da cevap vermek için kendisinin bir çabasının bulunmadığını ve sadece Allanın bildirdiğini kendisinin febliğ ettiğini anlatmak içindir. Burada Yüce Allahın rasulünü koruması, gözetmesi, desteklemesi, bilgilendirip cevabı öğretmesini görüyoruz. Zulkarneyn kendisine sorulmakta, cevabı ise, Yüce Allah ona öğretmektedir.
b- Zulkarneyn'i Rasulullahın anlatması ne demektir? Bunun anlamı, yukarıda söylediklerimizin yanında, Rasulullahın söylediklerinin gerçek ve doğru olması, olayın bildirdiği şekilde bulunması ve bunu kendisine Allahın bildirmiş olmasıdır.
Zulkarneyn hakkında verilen bu gerçek ve doğru bilgileri alıp kabul etmemiz, bunun gerçekten meydana geldiğine inanmamız, Rasulullahın verdiği bu bilgileri başka kaynaklarla yargılayıp doğruluğunu veya yanlışlığını oralarda aramaktan kaçınmamız demektir.
Rasulullahın verdiği bu gerçek ve kesin bilgilerle yetinmemiz, Öykünün olaylarından bize anlatılanlarla yetinmemiz, doğru ve sağlam olmayan başka kaynaklarda öyküde belirtilmeyen olayları aramaktan kaçınmamız, bu konuda israiliyat, öncekilerin haber ve söylentileri gibi yerlere başvurup öykünün ayrıntılarını oradan doldurmaktan uzak durmamız demektir.
c- Ayette geçen "Min" kelimesi üzerinde biraz durmak istiyoruz. Bu harf, bir şeyden bir parça anlamındadır. Bu harf, Rasulullahın onlara Zulkarneyn öyküsünün bütün olay ve ayrıntılarını değil, onlardan sadece mesajı iletmeye yeten ve gerekli görülenleri anlatacağını belirtmektedir.
"Min" kelimesi, Öykülerin olaylarını anlatırken Kur'anın izlediği yolu gösterir. O da bu öyküleri İnce ayrıntılarına kadar vermediği gibi, kronolojik sıraya göre düzenleyip baştan sona kadar her şeyi anlatmamasıdır. Çünkü Bunlardan Kur'anı ilgilendirenler, ders ve ibret verecek olanlardır. Okuyucuların kendilerine dersler çıkaracakları ve ibretler alacakları yerlerdir. Onun için öykünün sadece bu taraflarını anlatır. Öyküden amaçladığı şeyleri verecek olayları ve yerleri anlatır. Bilgi, ibret ve yarar sağlayacak sahneleri, olayları ve bölümleri anlatır. Bilgi, yarar veya ibret sağlamayacak yerleri ve ayrıntıları bile bile dile getirmez.
Onun için Kur'anın anlattıklarının öykünün en önemli ve gerekli yerler olduğuna inanıyoruz. Bunlar da öykünün tümü değil, sadece bazı sahneleri ve olaylarıdır. Kur'anın belirtmediği ayrıntıların belirtilmesinde bir yarar bulunmadığı, dolayısıyla onlar üzerinde durmanın bir yarar sağlamadığını söylüyoruz. On un için bunları başka yerlerde ve kaynaklarda aramanın doğru olmadığını düşünüyoruz. Kur'anın öncekilerin önemli olaylarından bize anlattıklarıyla yetinmemiz ve ashabın bu kadarla yetindikleri gibi bizim de onlarla yetinmemiz gerekir.[349]
Kur'anı Kerim, " Şüphesiz onu yeryüzüne yerleştirdik" sözleriyle Yüce Allahın Zulkarneyn'e imkan verdiğini bildirmektedir. "Temkin" sözü, yer ve imkan sahibi yapmak, anlamındadır. Yüce Allah zafer ve başarı imkanlarını sağlayarak Zulkarneyn'i yere yerleştirmiş ve imkanlarla donatmıştır.
Zulkarneyn, Allahın kendisine verdiği zafer ve yerleştirmeyi itiraf etmekte, sahip olduğu güç ve kuvvetin Allahın kendisine vergisi olduğunu söylemektedir. Kuzey /olculuğunda bulduğu halka "Rabbimin bana sağladığı imkan sizinkinden daha iyidir" der.
Zulkarneyn öyküsünde "yerleştirme-imkan sağlama" anlamındaki fiilin iki kez geçmiş zaman kipiyle kullanıldığını görüyoruz. "Biz onu yer yüzüne yerleştirdik", "Rabbimin bana sağladığı sizinkinden daha iyidir". Her iki cümlede geçen bu fiile iyice baktığımızda şunları görüyoruz:
1- Her iki fiilin Öznesi Allahtır.Bu da evrende olup biten her şeyin gerçek failinin Allah olduğuna ilişkin inancın temel ilkesidir. Meydana gelmeyi takdir eden ve yaratan Allahtır.İnsanların çalışıp kazanması ise ancak zahiri sebeplerdir. Gerçek sebep ve takdirin sahibi Allahtır.
2- Her iki ayette de Zulkarneyn ismi, tümleç durumundadır. Birinci cümlede fiil cer harfi yardımıyla etkilemişken, ikinci cümlede direkt etkilemiştir.
3- Birinci cümlede cer harfi yardımıyla fiil etkilediği halde, ikinci cümlede direkt etkilemiş olmasının sebebi nedir? Şüphesiz birinci cümledeki fiil, ikinci cümledeki fiilden daha güçsüzdür.Güçsüz olmasının sebebi de kullanıldığı yerdir. Kur'anda kullanıldığı yere göre fiilin güçlü ve güçsüz olduğu nice yerler vardır.
Birinci cümlede fiil güçsüzdür. Onun için direkt nesneyi etkileyememiştir. Etkileyebilmek için cer harfine ihtiyaç duymuştur. Burada fiilin güçsüz olmasının sebebi, Zulkarneyn öyküsünü anlatmanın başlangıcında yer alması ve Zulkarneyn'in ortaya çıkmasından söz etmesidir. Bilindiği gibi başlangıçta birşey nihayetindeki durumundan daha zayıf olur.Bu zayıflıktan dolayı fiilin etken yapılabilmesi için cer harfine ihtiyaç olmuştur.
Ama ikinci cümlede fiil güçlüdür.Onun için direkt nesneyi etkilemiş ve tümleç yapmıştır.Böyle olmasının sebebi de kullanıldığı yerdir.Herşeyden öce ortaya çıkan, yerleşen,imkan bulan, egemen ve muzaffer olan zulkarneyn'den söz eder. Karşılaştığı millete şeddi yapan Zulkarneyn'in gücünün doruğuna çıktığı zamanından söz eder.
Yer yüzüne yerleştirme ve imkan tanımayı anlatan iki cümledeki fiilin bir benzeri şu ayette de görülmektedir:" Onlardan önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi? Onları, sizi yerleştirmediğimiz bir şekilde yer yüzüne yerleştirdik... "[350]
Zulkarneyn öyküsünde yer yüzüne yerleştirme anlamındaki kelime, Kur'anda geçtiği başka yerlerde de üzerinde durmamızı gerektirmektedir. Geçmiş zaman ve şimdiki zaman kİpleriyle değişik zamirlerle beraber Kur'anda bu fiil onüç kez geçmektedir.Hepsine baktığımız zaman öznesinin sadece Allah olduğunu görürüz. Tümleçler ise,Allanın yer yüzüne yerleştirdiği değişik kişiler.Bütün bunlardan şu kurala varıyoruz:
Kur'anda yerleştirme anlamındaki "Mekkene-yumekkinu" fiillerinin öznesi sadece Allah olur ve ondan başkasına bu fiiller nisbet edilmez. İmanla ilgili bu kuralın uygarlık ve tarihe bağlı şöyle bir boyutu bulunmaktadır;
Lider, komutan ve yöneticileri yer yüzüne yerleştiren ve onlara imkan tanıyan Yüce Allahtır.Onların galip ye üstün gelmelerini takdir eden odur.Üstünlük ve egemenlik sağlamaları, sahip oldukları kişisel maddi güçle değil, Allanın onlara bunu takdir etmesiyle mümkün olmaktadır.
Milletlere, halklara ve devletlere imkan sağlayıp yer yüzünde onları yerleştiren Allahtır. Bu milletin galip gelmesi, bu halkın egemen olması ve bu devletin üstünlük sağlamasını takdir eden Odur.
Olayları takdir eden, olmasını dileyen odur ve işleri çeviren odur. Onun izni ve takdiri olmadan hiçbir yerde herhangi bir şey meydana gelmez. Bu, Kur'anın bir ilkesi ve imanın bir temeli olup birçok ayette kararlaştırılmıştır.
Devletlerin kuruluş, yükseliş ve yıkılış sebeplerini araştıran bir çok kişi bu kuralı aklına getirmemekte, iktidar savaşı yapan liderlerin egemenliğini ve komutanların yönetimi ele geçirmelerini incelerken onu unutmakta, dünyanın siyasi, ekonomik,askeri ve savaş olaylarını araştırır veya dinlerken ondan gafil davranmakta yahut akıllarına getirmemektedirler.
Şüphesiz Allanın izni olmadan hiçbir olay, hiçbir şey meydana gelmez. Onun izni olmadan hiçbir yönetici yok olmaz veya iktidara gelmez. Onun İzni olmadan hiçbir ordu galip gelmez ve zafer kazanmaz. Allanın izni olmadan hiçbir ümmet hakim olmaz, hiçbir devlet kalkınmaz ve yükselmez. Onun izni olmadan hiçbir medeniyet kurulmaz. "Biz onu yeryüzüne yerleştirdik ve her şeyin yolunu ona öğrettik".[351]
Kur'anı Kerim, Yüce Allahın Zulkarneyn'e verdiği imkanlara işaret etmekte ve "Biz ona her şeyden bir sebep verdik" genel ve özet ifadesiyle bu imkanın şeklini belirtmektedir.
Sebep, yer yüzünde üstünlüğü sağlayan araç ve buna götüren yoldur. Sebep siyasi, askeri, ekonomik, sanayi, savaş veya uygarlık olsun, yer yüzüne yerleşmeyi gerçekleştiren maddi olaylardır.
Yüce Allah ona iktidar ve fetih sebeplerini, imar etme ve kurma sebeplerini, iktidar ve yönetim sebeplerini ve başka şeylerin sebeplerini vermiştir.
Haber ve israiliyyat heveslisi kimi kişiler, Allahın Zulkarneyn'e verdiği bu sebep ve imkan konusunda hurafe, saçma ve uydurma şeyler nakletmekten kendilerini atamamışlardır. İbn Kesir, Muaviye ile Ka'bulahbar arasında geçen bir konuşmayı nakletmiş, onunla ilgili hoş bir yorum yaparak şöyle demiştir:
"Said bin Hilal rivayet ediyor; Ebu süfyan oğlu Muaviye, Ka'bulahbar'a şöyle sormuştur: Zulkarneyn'in atını Süreyya yıldızına bağladığını mı söylüyorsun?
Ka'bulahbar şöyle demiştir: Böyle diyorsam, Allahın "Herşeyden ona bir sebep verdik"dediği içindir."
Ibn Kesir bu konuşma için şu yorumu yapmaktadır: "Muaviye'nin karşı çıkması doğrudur ve karşı çıkmakta haklıdır. Çünkü Muaviye, Ka'bulahbar için "Yalan söyleyip söylemediğini deneyeceğiz "derdi. Yani naklettiği şeylerde yalan söyleyip söylemediğine bakacağız. Ka'bulahbar'ın bile bile yalan söylediğini demek istemiyor, belki elindeki sayfalarda bulunan bilgilerin genellikle uydurma, yanlış ve yalan şeylerden ibaret israiliyat olduğunu söylüyor. Allah ve rasulunün haber verdiği bir konuda bunların hiçbirine ihtiyacımız yoktur.Çünkü bunlar halka büyük zarar vermiş ve büyük bozuklulara yol açmıştır.
Ka'buİahbar'ın "Herşeyden ona bir sebep verdik" sözünü sayfalarındaki yanlış bilgilere dayanarak açıklaması ve atını Süreyya yıldızına bağladığı sonucunu çıkarması, yersiz ve aslı astarı olmayan bir şeydir. Çünkü insanların böyle bir şeyi yapması yahut göklere ulaşması mümkün değildir.Nitekim Yüce Allah, Belkis için "Ona her şeyden verilmiştir" der. Yani benzeri krallara verilen şeylerin benzeri ona da verilmiştir.
Zulkarneyn de bu şekildedir. Allah ona sebepleri müyesser etmiştir. Yani ülkeler ve bölgeler fethetme, toprakları ele geçirme, düşmanları yenme, yer yüzünün krallarını dize getirme ve müşrikleri zelil etmenin yol ve imkanları kendisine verilmiştir.Böyle bir insanın ihtiyaç duyacağı her şey kendisine verilmiştir. En doğrusunu Allah bilir.”[352]
Yüce Allah Zulkarneyn'i yeryüzüne yerleştirmiş, galibiyet ve üstünlüğü gerçekleştirmek için ona sebepleri ve yolları hazırlamıştır. Kur'an, Zulkameyn'in Allanın kendisine verdiği araç, yol,imkan ve şekillerden yar arlandığını, bunları çok güzel ve yerinde başarıyla kullandığını anlatmakta ve onun için "Sebeplere sarıldı" der. Bu da Zulkameyn'in ne kadar zeki ve kavrayışlı olduğunu gösterir.
Başarı, galibiyet ve üstünlük için Yüce Allah birçok kişiye yollar, sebepler ve imkanlar verir.Bu sebeplerin bir kısmı maddi somut şeylerdir, bir kısmı da zeka, kavrayış, sağlık ve kuvvet, kişilik, güzel muamele, zaman, ömür gibi manevi şeylerdir.
Başarı ve üstünlük sebepleri verilen nice kişiler var ki Allanın kendilerine verdiği bu imkanları kullanıp onlardan yararlanmazlar. Aksine Allanın kendilerine verdiği imkanları çarçur ederek boşa götürür, fırsatı değerlendirmez ve şartlardan yararlanmaz. Böylece verilmiş olan imkanlar kaybolur ve sebepler ortadan kalkar.
Allanın verdiği imkan ve seeplerden yararlananlar, onları yerinde-ve zamanında kullananlar ise azdır. Bunlar da ancak zeki ve akıllı kişilerdir.Işte Zulkarneyn bu az kişilerdendir.Çünkü verilen sebeplere sarılmış ve imkanları değerlendirmiştir.
"Sebeplere sarıldı" anlamındaki cümle, öyküde üç defa geçmektedir. Çünkü Zulkarneyn batıya, doğuya ve kuzeye olmak üzere üç sefer düzenlemiş ve cihad etmiştir.Güneşin battığı yere varıncaya kadar sebeplere sarıldı.Güneşin doğduğu yere varıncaya kadar sebeplere sarıldı. İki dağın arasına varıncaya kadar sebeplere sarıldı.[353]
Kur'anı Kerim, Zulkameyn'in ilk seferinden söz ederek "Güneşin battığı yere varınca, kara balçıkklı bir gözde battığını gördü" der.
Cihad için yapılan bu sefer batıya düzenlenmişti.Daha önce Zulkarnen'in İranlı Kuruş olduğunu ve bu seferin Yunanlı Lidya ülkesine karşı düzenlendiğini, Lidya'nın başkenti Sardiz'i işgal ettiğini ve kralı Krezus'u esir aldığını, Sardiz kentinin Ege Denizi sahillerinde İzmir yakınlarında bir yerde olduğunu belirtmiştik.
Ayet, Zulkameyn'in güneşin battığı yere ulaştığını belirtmiştir. Bilindiği gibi hem güneş hem yer küresi dönmektedir. Onun için güneşin battığı yer, gerçekten battığı ve bir daha çıkmadığı yer anlamında değildir. Zira güneşin batış ve doğuş yerleri bir tane olmayıp birçok batma ve doğma yerleri bulunmaktadır. Onun için Yüce Allah "Doğuş yerlerinin ve batış yerlerinin rabbine and olsun"[354] buyurmaktadır.
Her hangi bir yerden bakanların baktıkları yerlere göre güneşin birçok batma ve doğma yerleri vardır.
Ülkelere göre de doğduğu ve battığı yerlere göre birçok doğuş ve batış yerleri vardır.
Yılın mevsimleri, ayları ve günlerine göre de güneşin batış ve doğuş yerleri vardır.
Güneşin batması, gerçekten batması değil, bakan kişinin ufukta gördüğü bir batmadır. Seyyid Kutup bunun için şöyle der:
" Güneşin battığı yer demek, bakan kişinin ufukta güneşin kaybolduğunu gördüğü yer demektir. Bu da bakılan yere göre değişir. Bazı yerlerde bakan kişi güneşin bir dağın arkasında battığını görür, bazı yerlerde de deniz ve okyanuslarda olduğu gibi suda battığını görür.Gözün alabildiğine açık olan kumsal yerlerde de kumda battığını görür."[355] Güneşin batması ile ilgili durum bu şekildedir.
Kara balçıklı bir gözde batmasına gelince; Zulkarneyn'in ulaştığı izmir bölgesinin jeolojik olarak hareketli ve İzmir Körfezi, Menderes körfezi ve diğer körfezler gibi, körfezlerinin çok olduğunu belirtmiştik. İzmir körfezi yaklaşık yüzyirmi kilometre kadar içeriye uzanır.İçine Gediz nehri dökülür. Gediz'in suları bulanık olup iç batı anadolu yüksekliklerinden volkanik ve kırmızı alüvyonlar taşır. Körfeze doğru ileledikçe Gediz'in akış hızı da artmaktadır.
Zulkarneyn, Lidya ülkesinin başkenti Sardiz'i fethettikten sonra Gediz nehrinin İzmir körfezine döküldüğü yere baktığı zaman, haliçte nehir sularının döküldüğü yerde batan güneşin yuvarlığını düşünmüş, nehrin halice döktüğü kara ve kırmızı toprakların karışımını seyretmiş ve uzaktan güneşin sanki bu kızgın kara balçıklı gözde battığını görmüştür. Öyle görülüyor ki Kur'anm belirttiği kızgın kara balçıklı göz budur. En doğrusunu Allah bilir.[356]
Kur'anı Kerim, Zulkarneyn'in güneşin battığı yere geldiğinde bir millet bulduğunu belirtmektedir. "Ey Zulkarneyn! İstersen onlara ceza verebilirsin, istersen de iyi mualeme edebilirsin,dedik"
Ayetin zahiri, bu sözü Yüce Allahın ona söylediğini ve galip geldiği millet hakkında yapacağı muamelede serbest bıraktığını belirtir. İsterse onlara ceza verir, isterse onları bağışlar ve güzellikle muamelede bulunur.
Alimler, Yüce Allahın Zulkarneyn'le konuşması, dolayısıyla onun peygamber olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları Zulkarneyn'in peygamber olduğunu söylemiş ve Yüce Allahın "Ey zulkaneyn...dedik" sözünü delil göstermişlerdir. Yüce Allahın konuştuğu insanın da ancak bir peygamber olduğunu söyleyerek bu konuşmanın onun peygamber olduğunu gösterdiğini belirtmişlerdir.
Başkaları ise Zulkarneyn'in peygamber değil,adaletli bir kral ve bir insan olduğunu söylemişlerdir.Peygamber olmadığını' söylemelerinin sebebi de, bir kimsenin peygamberliğinin ancak makbul bir delil ile sabit olabileceğini söylemeleridir. Bu sabit delil de ya ayet olur veya sahih bir hadis olur. Böyle bir delil olmadığına göre Zulkarney'in peygamber olduğunu söylemek caiz olmaz, aksi halde peygamber olmayan birini peygamber yapmış oluruz, derler.
Bazı alimler de peygamber olup olmadığı konusunda susmayı tercih etmişlerdir.Peygamberdir, demiyoruz, çünkü peygamber olduğunu söylemek için ayet veya sahih hadis gerekir, bu da mevcut değildir.
Peygamber olmadığını da söylemiyoruz,çünkü peygamber olabilir, zaten Kur'an bütün peygamberlerin adlarını vermez ve hepsinin öyküsünü bize anlatmaz. Nitekim "Daha önce peygamberlerin bir kısmını sana anlatmış ve bir kısmını da anlatmamıştık"[357] der. Peygamber olmadığı halde peygamber olduğunu söylersek,onlardan olmayan birini peygamber yapmış oluruz, bu da yanlış olur, peygamber olduğu halde peygamber değildir, dersek, onlardan olan birini dışlamış olururuz, bu da yanlış olur, Peygamber olduğunu veya olmadığını kanıtlayan bir delil elimizde olmadığından, en iyisi bu konuda karar vermemektir,derler.
Biz de Zulkarneyn'in peygamber olup olmadığı konusunda karar vermeyen alimlerin görüşüne katılıyoruz. Peygamber midir, değil midir? bilmiyoruz. Çünkü her ikisi de muhtemel olabilir.
Peygamber olup olmadğı konusunda karar vermemek, metodlu bilimsel araştırmaya uygun olandır.Çünkü bilgi olmadan hüküm vermek doğru değildir. Hüküm de ancak delille olur. Kesin delil de mevcut değildir.
Zulkareyn peygamber ise, Yüce Allahın "Ey Zulkarneyni..." diye hitap etmesinde bir kapalılık yoktur. Çünkü Yüce Allah peygaberlere direkt seslenir.
Peygamber değilse, o zaman yüce AIlahm"Ey Zulkameyn!..." sözü ile ilgili olarak üç ihtimal sözkonusu olur:
a- Yüce Allah, Zulkarneyn'in ordusunda bulunan bir peygambere bu sözü bildirmiş, bu peygamber de ona bildirmiş olabilir.
b- Hz.Musa'nın peygamber olmadığı kesin olan annesine Musa'nın korunması için garantili bir yolla ilham ettiği gibi, bunu Allah kendisine ilham etmiş olabilir.
c- Bu sözler, yendiği ve ülkelerini fethettiği halka karşı Zulkarneyn'in durumunu anlatan sözler olabilir. Çünkü Allah onu kendilerine galip ve üstün yapmış ve sosyal yasalarını uygulayarak haklarında tasarruf serbestisi vermiştir.
Sonuç olarak, tercih etmemizi gerektirecek bir delil olmadığından ihtimallerden birini tercih edemiyoruz.[358]
Yüce Allah, fethettiği ülkeler hakkında Zulkerneyn'e dilediği gibi davranma ve insanlarına muamele etme serbestisi verince, zulmetmemiş, azgmlaşmamış,terör estirmemiş, bunu yeryüzünde fesat çıkarmak ve insanları ezmek için bir fırsat görmemiştir. Bu insanlara karşı nasıl davranacağını şöyle belirtmiştir:
"Haksızlık yapana ceza vereceğiz, sonra rabbine döndürülür,onu görülmemiş bir azaba uğratır, ama inanıp salih amel işleyene mükafat olarak güzel şeyler vardır, ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz,dedi"[359]
Bu adaletli ilke,Zulkarneyn'in imanını, takvasını, adaletini, zeka ve kavrayışını, iyilik ve rahmet sahibi oluşunu gösterir.Yendiği ve ülkelerini fethettiği insanlar şüphesiz aynı düzeyde ve aynı niteliklere sahip olan insanlar değildir. Onun için hepsine aynı muamelenin yapılması caiz olmaz. Bunlar iki türlüdür; Müminler ve kafirler,iyiler ve kötüler. Bunlara aynı muamele yapılabilir mi?
Zulkarneyn şöyle diyor: zalim ve kafir olanlara azap edeceğiz.Zulüm ve küfründen dolayı ceza görecek.Bu azap onun cezasıdır.Ona azap ederken adaletle davranıyoruz. Dünyadaki azabı budur. Ahirette de başka bir azap çekecektir. Rabbine dönürüldüğü vakit ona görülmemiş bir azap verecektir.Görülmemiş azap da, insanların tuhafına giden, katı, çekilmez ve çetin gördükleri azaptır.Şüphesiz bu azap Allahın adaletine uygundur. Çünkü zalim ve kafirler bu azabı hakediyorlar.
Kur'an "Münker" ve "Nukr" kelimelinni kullanır. Munker,Allahın dinine göre batıl, haram ve müminlerin kalplerinin red edip tiksindiği şeylerdir. Nukr ise, bazı insanların yadırgayıp yanlış ve merdut gördükleri halde, Allahın hüküm ve takdirinde doğru,sahih ve makbul olan şeydir.
Zulkarneyn'in ilkesine göre zalim ve azgın kafir iki defa ceza görür. Biri Zulkarneyn'in eliyle dünyada azap görür Diğeri de ahirette Allahın vereceği görülmemiş azaptır.
İyi mümin ise,Zulkarneyn tarafından kayırılmakta, ona en güzel mükafat verilmekte, sevgi, yakınlık ve iltifat gösterilmektedir. "Mükafat olarak güzel şeyler vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz"[360]
Zulkarneyn'in insanlara yaptığı uygulama, başkaları hakkında uygulama yapan her yönetici ve hükümdar için ölçü olmaya layık olduğu gibi, Zulkarneyn'in kendisi de her yetkili ve yönetici İçin örnek olmaya layıktır. Vazifesinde başarılı olmak ve görevini güzel bir şekilde yerine getirmek isteyenler, Zulkarneyn'in bu ilkesinin üzerinde iyice durmaları gerekir.
Bilindiği gibi zamanımızda görevin başına gelmeyen bozukluk, ve bozgunculuk kalmamıştır.Yöneticilerin de ne kadar görev bilinç ve sorumluluğundan uzaklaştığını, ne kadar haksızlık ve adaletsizlik yaptıklarını, görevlerinde ne kadar başarısız olduklarını bilmeyen yok gibidir.
Görevlilerin başırısının ölçüsü, günümüzde rejime bağlılıkta, üstlerine hizmet ve yaranmada, dalkavukluk ve münafıklıkta yarışmaları olmuştur. Görevlilerin bütün endişesi, amirlerin gözüne girmek,onların yanında yer aldığını göstermek, onlardan ulufe, takdir ve çıkar koparmak, bir üst makama atlamak, bunu insanlara hizmet ve halkın yararı için çalışmaya tercih etmek olmuştur.
Günümüzde yönetimin ölçüsü bozulmuş ve memuriyetin ilkesi çığırından çıkmıştır. Zalim, bozguncu ve haksız kişiler yöneticilerin iyilik, lütuf ve ihsanını alan yakınları haline gelirken,samimiyet ve şevkle çalışan insanlar ise uzaklaştırılmakta, kovalanmakta, sürülmekte, eziyet ve baskı görmekte, her türlü iyilik ve ihsandan, takdir ve ikramdan yoksun bırakılmaktadır. Böylece işler bozulmuş, yürümez olmuş, bozukluk ve bozgunculuk yayılmış ve her alanda anarşi başını almış yürümüştür.[361]
Belirttiğimiz gibi Zulkarneyn, her yönetici ve sorumlu için temel bir ölçü sunmakta, devlet idaresi ve memuriyet alanında işleri yoluna koymak ve iyileştirmek için pratik bir yol göstermektedir. Bu yola, ödüllendirme ve cezalandırma ile eğitim yahut teşvikler ve engeller metodu diyebiliriz.
Yönetici veya memur için önemli olan şey, yöneticiye yardakçılık yapmak veya amire şirin görünmek değil, görevini güzel bir şekilde yerine getirmektir. Memur ihmalkarlık, haksızlık ve kötülük yaptığı zaman, haksız ve batıl yolu seçtiği için cezalandırılmalı ve haksızlığna son verilmelidir. Bu memurun başka yere sürülmesi veya görevinin değiştirilmesi yahut görevinden el çektirilmesi gerekir.
Ama iyi, çalışkan, dürüst ve insanların sevdiği mümin bir görevlinin takdir edilmesi ve ödüllendirilmesi gerekir. Başkalarına örnek olması için teşvik edecek ve başarısını artıracak bütün teşviklerin kendisine yapılması lazımdır.
Evet, iman eden ve güzel iş yapanlar için en güzel mükafat vardır.bu adam imanı ve ibadeti güzel yapmış,işi ve ameli güzelce yerine getirmiştir. Onun için biz de ona güzellikle ve iyilikle muamele yapıyoruz.Çünkü karşılık, yapılan iş türünden olur. "iyiliğin karşılığı iyilikten başkası mıdır?"[362]
Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleyeceğiz.Onunla hoş,zarif, güzel ve tatlı bir dille konuşacağız. Böylece onu ödüllendireceğiz, teşvik edeceğiz,saygı göstereceğiz ve takdir edeceğiz.
Bunu gören başkaları da ondan ibret alacaklar, kendilerine ders çıkaracaklardır. Çünkü aklından zoru olmadıkça, hiçbir kimse bile bile ceza ve kötülük görmek istemez.
İyi işler yapan mümin insanlar haksızlık, ahlaksızlık ve bozgunculuk yapamazlar. İyiliği, yararı ve güzelliği yayarlar. Görevlerini en güzel şekilde yerine getirmeye ve insanlara yarar sağlayacak hizmetler vermeye özen gösterirler.
işte böyle insanlara ödüller vererek ödüllendiririz. Bu ödül ona itibar kazandırır, çabalarını yoğunlaştırmaya teşvik eder ve başkalarını da onun gibi olmaya çağırır.[363]
Zulkarneyn,güneşin doğduğu yöne doğru gitti."Sonunda güneşin doğduğu yere ulaşınca, güneşin, kendilerini ondan koruyacak birşey vermediğimiz bir millet üzerine doğduğunu gördü"
Kara balçıklı kızgın gözden söz ederken güneşin batması ile ilgili söylediklerimizi burada onun doğması konusunda da söylüyoruz.Güneşin bir sürü doğuş yerleri vardır. Her millet için güneşin doğuş yeri vadır. Önemli olan, bu millet için güneşe karşı koruyacak bir şeyi AHahın vermemiş olmasıdır.Yani göneş doğduğu zaman onları ışıklarından Örtecek bir şey yoktur. Alimler "Güneşe karşı koruyacak bîr şey vermedik" ayetinin anlamı konusuda ihtilaf etmiş ve şöyle demişlerdir:
1- Bazıları, sözkonusu milletin geniş vadilerde oturdukları ve güneş doğduğunda kendilerini güneşten koruyacak dağların bulunmadğım, doğan güneşi yanlarında ve evlerinin içinde bulduklarını söylemişlerdir.
2- Bazıiarı da kendilerini güneşin ısı ve sıcaklığından koruyacak evleri veya binalarının olmadığını, onun için doğar doğmaz güneşin aralarında olduğunu söylemiştir.
3- Bazıları ise, vücutlarını örtecek birşeylerinin bulunmadığını ve çıplak olduklarını, güneş doğduğunda ısı ve ışıklarıyla onları etkilediğini söylemiştir.
Daha önce bu insanların Moğollardan ve başkalarından olabileceğini belirtmiştik.
Görüldüğü gibi Kur'anı Kerim, Yüce Allanın Zulkarneyn'e söylediklerini ve onun ne cevap verdiğini açıklamamaktadır.Yani o bölgelerin yönetimi ve halkına karşı nasıl davrandığını belirtmemiştir. Çünkü nasıl davrandığını, batıda daha önce ülkelerini fethettiği insanlara karşı nasıl davrandığını anlatırken belirtmiştir.Tekrar olmaması için bir daha açıklamamıştır.[364]
Kur'an, Zulkarneyn'in savaş ve fetihleri ve doğu tarafına düzenlediği seferi anlatmaya son vermeden önce "Bu şekilde onun bütün yaptıklarını biliyorduk" temel kuralını kararlaştırmaktadır.
Yani Yüce Allah, Zulkarneyn'in bütün durumlarını biliyor,bütün hareketlerini görüyor, kendisinin ve ordusunun haberlerine muttali oluyordu. Attıkları her adımı Allalın izni ile atıyor,yaptıkları her hareketi Allanın iradesiyle yapıyor,işgal ettikleri her ülkeyi veya fethettikleri her yeri Allanın bilgisi ve gözetimi altında yapıyorlardı.
Güneş doğduğu zaman kendilerini ondan koruyacak veya örtecek birşey bulamayan insanlardan söz ettikten sonra bu gerçeğin belitilmesinden çıkaracağımız güzel bir edebi nüans bulunmaktadır. Merhum Seyyid Kutup bunu şöyle tespit eder:
"Burada anlatımdaki sanatsal uyumun güzelliği üzerinde biraz duralım.Kur'anın burada anlattığı sahne, tabiatta açıkta olan bir sahnedir. Güneş parlıyor ve halkı ona karşı örtecek hiçbir şey yoktur. Zulkarneyn'in vicdanı ve niyetleri de bu şekilde tümü ile Allahm bilgisine açıktır. Böylece tabiatta ve Zulkarneyn'in vicdanında sahne, Kur'anın hassas ahenk metodu üzere tam bir uyum sağlıyor."[365]
Şimdi, fetihlerinden söz ederken Yüce Allanın Zulkarneyn'in bütün işlerini, askerlerini ve yaptıklarını bildiğini belirtmesinin hikmeti üzerinde duralım. Anlayabildiğimiz kadarıyla bunun hikmeti, evrende olup biten her şeyi Allanın iradesi, istemesi ve bilgisine bağlamaya özen göstermesidir. Böylece insanlar olayları izlerken bu gerçeği unutmasınlar, bu olaylarda Allahm bilgi ve iradesinden bağımsız olarak hareket ettiklerini sanmasınlar.
İşte Zulkarneyn! Önce batı, sonra doğu cephesinde büyük fetihler yapmış, kuzey cephesinde çok büyük işler başarmıştır.Ancak Allah onun bütün yaptıklarını görüyor, biliyor, yaptıklarının tümünü kendisi dileyip yaratıyor.[366]
Acaba iki kelime arasındaki fark nedir ve ikisi hangi bağlamda kullanılmaktadır?
"Haber" kelimesi, Hz.Musa öyküsünde aynı bağlam içinde geçmektedir. Yüce Allah, Hz.Musa için buyurduğu "Muşa, ailesine, ben bir ateş gördüm,ondan size bir haber getireceğim,dedi"[367] ve "Ailesine, bekleyin, ben bir ateş
gördüm, belki size ondan bir haer getiririm"[368] ayetlerinde geçmektedir.
Hz.Musa, ailesi ile beraber Mısır'a dönerken çölde yolunu yitirmiş, uzaktan bir ateş görmüş, ateşin yanında belki birini bulur ve ondan yolu öğrenir ümidiyle ateşe doğru gitmiştir. Bulacağı adamdan bir haber alacağını ümit eder.
"Hubr" kelimesi ise, sadece Kehf suresinde geçmektedir. Hz.Musa'ya, Hızır "Bilmediğin bir şey karşısında nasıl sabredeceksin?" dediği ayette ve Zulkarneyn'le ilgili olan "Bu şekilde onun bütün yaptıklarını biliyordu" ayetinde geçmektedir.
Haber, bilinen şeyler hakkında haber yolu ie bilgi sahibi oimak demektir. "Hubr" ise, olayların içyüzünü bilmektir. Yani bilgi açık (zahir) olaylar,şeyler ve işlerle ilgili ise, ona haber denir. Ama bu bilgi kapalı (batini) işler, eşyanın gizlilikleri, sırları, incelik ve bilmecemsi yönleri ile ilgili ise, ona da hubr denir.
Belirtildiği gibi, bu kelime sadece Kehf suresinde geçmektedir. Çünkü bu sure, Allanın bildirmesiyle gaybi şeylerin ve işlerin incelik ve gizliliklerinin bilindiği bir suredir.
Hz.Musa, iç yüzünü anlamadığı ve gizliliklerini kavrayamadığı birtakım olayları Hızır'dan görecektir. Onun için karşı çıkacak ve tepki gösterecektir. "Bilmediğin bir şey karşısında nasıl sabredeceksin?"
Zulkarneyn de birçokların bilmediği birtakım işler yapacak,kalbinde, niyetinde ve içinde sakladığını insanlar bilmeyecektir. Ama Allah kendisini ve bütün yaptıklarını bilmekte ve kuşatmaktadır.[369]
Kuranı Kerim, Zulkarneyn'in kuzey seferini şöyle anlatır: "Sonunda iki dağın arasına varınca, orada neredeyse hiç laf anlamayan bir millete rasladı.Dediler ki: Ey Zulkarneyn! Şüphesiz Yecuc ve Mecuc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir sed yapman için sana bir ücret verelim mi? Rabbimin bana verdikleri sizinkinden daha iyidir, bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir sed yapay im...dedi."
Bu bölgenin kafkas dağlarının güneyine düşen Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan olduğunu belirtmiştik. Zulkarneyn zamanında burada oturanlar da Kuşa olarak bilinen millettir. Daryal geçidinden Yecuc ve Mecuc'un kendilerine sık sık saldırdıklarından yakınınca, Zulkarneyn üzerine set yaparak o geçidi kapatmış ve o büyük işi gerçekleştirmek için bölgede dokuz yıl kalmıştır. Bu milletle ilgili Kur'anm söylediklerine baktığımızda şunları görüyoruz:
1- Bunlar geri kalmış bir millettir. "Neredeyse hiç laf anlamıyorlar". Bu, ya okuyup öğrenmedikleri için başka milletlerin dilini anlamıyorlar ve sadece kendi dillerini biliyorlar, yahut onlara ne söylenirse kâr etmiyor, anlamındadır. Çünkü laf anlamıyorlar ve kendileriyle konuşanlarla diyalog kuramıyorlar. Bunu da ya ilkellikleri ve cahillikleri sebebiyle yapamıyorlar yahut yapılarındaki gaflet ve bayağılıklarından dolayı anlamıyorlar.
2- Zayıf bir millettirler.Onun için Yecuc ve Mecuc'un hücumlarını önlemekten, karşılarına çıkıp bozgunculuklarına engel olmaktan acizdirler.
3- Kendi vatanlarını savunmaktan ve sardıganlara karşı koymaktan acizdirler. Onun için yabancı bir güç olan Zulkarneyn'in gücüne sığınmışlar, vatanlarını savunmasını ve problemlerini çözmesini istemişler.[370] "Sana bir ücret verelim mi?"
Bu insanlar, kendi problemlerini çözmekten aciz ve onların çözümünü başkalarına havale eden tenbel, geri kalmış ve beceriksiz milletlerin niteliklerini taşımaktadırlar.
Çağımızda Araplardan ve diğerlerinden birçokların anlatılan bu milletin niteliklerine sahip olması, doğrusu şaşılacak bir şeydir! Araplar kronikleşmiş ciddi sorunlar yaşıyorlar. Bu sorunların başında da Filistin sorunu geliyor.Çok kötü ve aşağılık düşmanlarla karşı karşıyadırlar.Bunların başında Filistin'deki Yahudiler gelmektedir. Çok büyük bir tehlike ile yüzyüze -bulunuyorlar. Bu tehlikeden sonra ya var olacaklar veya yok olacaklardır.
Bu şartlar ve ortamlar Arapların ve bütün müslümanlann akıllarını başlarına almalarını, tehlikenin farkına varmalarını, ona karşı koymak için hazırlıklı olmalarını, medeniyet savaşına kadın erkek hepsinin katılmalarını ve kendi prolemlerini kendilerinin çözmelerini zorunlu kılmaktadır. :
Fakat ne yazık ki kendi prolemlerine, bir türlü laf anlamıyan sözkonusu milletin baktıkları gibi bakmışlar.Problemlerinin çözümünü başkalarına havale etmişler, Birlemşiş Milletlere, Güvenlik Konseyine, büyüklerin meclisine ve uluslararası kuruluşlara havale etmişler. Topu onların sahasına atmışlar ve bu topla oynamalarını istemişler.
Problemlerini kendileri yerine yabancıların çözmesini istemişler ve barış çağrılarını kabul etmesi için yahudileri
ikna etmelerini rica etmişler, kendileri tribünde seyirci kalarak yabancıların davaları için ne yapacaklarını seyretmeye koyulmuşlar.
Evini yakan ateşe, malını çalan hırsıza karşı ancak geri kalmış kişi seyirci kalır. Hele, evini yakan ateşten ve malını çalan hırsızdan ancak aptal ve deli kişi hak ve adalet bekler. Düşmandan merhameti ve hasımdan adaleti ancak zavallı ve aciz kişi ister.işte bu niteliklere ister o ilkel ve kendine zulmeden milletin nitelikleri deyiniz, ister çağdaş Arapların ve dünya müslümanlarının nitelikleri deyiniz!
Halbuki problemler böyle çözülmez! Vatanlar bu şekilde korunmaz ve kurtarılmaz! Komplo ve tuzaklar bu şekilde boşa çıkarılmaz![371]
Zulkarneyn, halkın ücret tekliflerini mala iltifat ve heves etmeden red etmiş ve "Rabbimin bana verdiği sizinkinden daha iyidir" demiştir. Sizin mallarınıza ihtiyacım yoktur.Allah, sahip olduğuuz şeylerden daha iyisini bana vermiştir. Malınıza iltifat etmeyecek ve ona tenezzül etmeyecek kadar Allah bana mal vermiş ve yer yüzüne yerleştirip imkanlar sağlamıştır, dedi.
Zulkarneyn'in mala İltifat ve tenezzül etmemesi, adaletli, dünya malına iltifat etmeyen iyi bir yöneticinin niteliklerinden birini vermektedir. Müslümanları yöneten kişilerin bu nitelikte olması gerektiğini anlatmaktadır.
İbn Kesir, Zulkarneyn'den söz ederken, Sebe' kraliçesi Belkıs'ın devletine saldırmasını Önlemek için gönderdiği hediye veya rüşvet mala karşı Hz.Süleyman'ın tavrını belirtmiştir. Kur'an o durumu şöyle anlatır:" Süleyman'a geldiklerinde: Bana mal ile yardım etmek mi istiyorsunuz?Allahın bana verdiği size verdiğinden daha iyidir.Ama belki de siz hediyenizle seviniyorsunuz.Onlara dön! And olsun ki güç yetiremiyecekleri bir ordu ile gelir ve onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkarırız,dedi."[372]
Hz.Süleyman, Allahın verdiklerini kendisine sunulan maldan daha iyi ve hayırlı görmekte, ona iltifat etmeyerek "Allahın bana verdiği, size verdiğinden daha iyidir" diyerek hediye veya rüşvet tekliflerini red eder.
Zulkarneyn de Allahın kendisine verdiğini onların kendisine vereceklerinden daha iyi olduğunu görmekte ve "Rabbimin bana verdiği sizinkinden daha iyidir" der.
Zulkarneyn'in bu tutumundan, devlet başkanının halkın mallarına iltifat etmemesi, ona heves etmemesi ve ondan bir şey almaması gerektiği sonucunu çıkarıyoruz. Çünkü devlet başkanı vatanı korumak, insanları korumakla yükümlüdür. Bunun için halktan bir ücret veya mal alamaz.Çünkü bu görevleri, devlet başkanı olmasının gereğidir.
İmam Ebu Bekr Îbnu'l-Arabi, Zulkarneyn'in malı almaması üzerinde durmuş ve ondan devlet başkanının vatandaşlara karşı nasıl davanacağı ve onların mallarına tenezzül etmemesi konusunda genel bir kural belirleyerek şöyle demiştir:
"Devlet başkanının vatandaşları koruması, yurtlarını savunması, görevlilerin topladığı beytulmaldan ihtiyaçlarını karşılaması farzdır.Bu ihtiyaçlar için mallar yetmez, harcamalar onu tüketir ve olağandışı olaylar bitirirse, vatandaşlar doğan ihtiyaçları mallarından karşılamak ve devylet başkanı da onlara bakmakla yükümlüdür. Bunun şartları da üçtür;
a- Devlet başkanının onlardan farklı bir şey almaması.
b- Muhtaç olanlardan başlaması ve onları desteklemesi.
c- Derecelerine göre hepsine eşit miktarlarda vermesi.
Bu harcamalardan sonra beytulmaldaki mallar tükenir ve ortaya fedakarlık gerektiren işler meydana gelirse, vatandaşlar mallarından önce canlarını feda ederler.
Bu yeterli olmazsa, mallan bir ölçüye göre alınır ve en güzel şekilde yerinde harcanır.
îşte Zulkarneyn! Kendisine mal teklif ettiklerinde, ona ihtiyacım yoktur, sadece size ihtiyacım vardır, gücünüzle bana yardım ediniz, yani bana yardım ederek kendinize hizmet ediniz, bende mallar, sizde de adamiar vardır, demiştir.
Sonuç olarak, ortaya çıkan bir zaruret olmadıkça kimseden mal almak caiz değildir.Böyle bir durumda alınacak oian mal gizli değil, açıkça alınır, kayırma yaparak ve kişisel despotlukla değil, adaletle ve topiumun görüşü alınarak harcanır. "[373]
Zulkarneyn, teklif ettikleri mala iltifat etmedi. Onlara acizliği, tenbelliği ve başkalarına dayanmayı bırakmalarını öğretmek ve çalışmayı, çabalamayı, iş yapmayı ve kazanmayı göstermek istedi. Onun için"Bana gücünüzle yardım ediniz, sizinle onlar arasına sağlam bir set yapayım"dedi.
Şeddi yapmak için kendisine bilek güçleriyle yardımcı olmalarını istemiştir.Sanki onlara şöyle diyordu: Mali ve fikri güç benden, bedeni maddi destek de sizden olsun, bendeki ile sizdeki birleşsin, böylece yapılacak iş gerçekleşsin.
Kur'anın "Gücünüzle bana yardım edin" sözü, güç ve enerjilerin, kuvvet ve imkanların birleştirilmesi,dayanışma ve işbirliğinin sağlanması konusunda açık bir duştur ve meşale sayılır. Bu cümle, projelerin bitirilmesi ve istenen görevlerin yerine getirilmesi konusunda bize ne güzel bir ölçü ve ne kadar büyük bir ilkeyi ortaya koymaktadır.
Şüphesiz başarı ve dayanışma içinde olan toplum, iyiliği gerçekleştirmek için bütün güç ve enerjilerini birleştiren toplumdur. Bilinçli ve başarılı bir yönetim de,özlenen hedefleri gerçekleştirmek için bütün güç ve imkanları birleştiren ve harekete geçiren yönetimdir.
Toplumda düşünce gücüne sahip gruplar olur, bunlar düşünüp projeler üretir ve planlar yapabilirler. Ancak bu gruplar kendi başlarına bırakılırsa, düşündüğü ve tasarladığı şeyleri belki de gerçekleştiremezler.
Yine malı ve planlama gücü olmayan grupların vakti ve el emeği vardır.Bedeni ile çalışıp kazanma ve üretme gücüne sahiptir.
işte bu gruplar arasında bir koordinasyon ve işbirliğinin yapılması, sahip olduğu güç ve imkanların birleştirilmesi ve onların ümmetin yararı doğrultusunda yönlendirilmesi gerekir. Düşünce üretenler ile mal sahibi olan, çalışıp kazanma ve üretme gücüne sahip bulunan insanların işbirliği yapması ve- hepsinin toplumun yararı doğrultusunda çalışması gerekir.
Toplumda bilinçli ve becerikli yönetim, bütün üretken güçleri bir araya getirebilen ve koordinasyon yaparak işbirliği sğlayan yönetimdir.
Acaba bugün ümmetimiz güç ve enerjileri birleştirip yönlendiriyor mu, yoksa dağıtıp boşuna mı harcıyor? Acaba bütün güç ve enerjiler ümmetin yaran için işbirliği mi yapıyor, yoksa başıboş ve bölük pörçük olarak mı duruyor?
Ümmetin nice yetenekleri kaybolmakta! Nice enerjileri işlevsiz ve atıl durmakta! Nice malları boşa gitmekte ve çarçur edilmekte! Nice vakitleri boşa öldürülmekte! Nice gençler ne yapacağını bilmemektedir!
İşbirliği yapma, dayanışma ve yardımlaşma, koordinasyon ve yönlendirme konusunda ümmetin mutlaka Zulkarneyn'in kuralını uygulaması gerekir.Mutlaka bütün birim ve güçleriyle ümmetin "Gücünüzle beni destekleyin" kuralını kendisine sıloğan yapması lazımdır.[374]
Kur'anı Kerim, şeddin hangi malzemeden ve nasıl yapıldığına işaret ederek şöyle der: "Bana demir kütleleri getirin, dedi.Bunlar iki dağın arasını doldurunca, körükleyin, dedi. Demirler akkor haline gelince, bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim, dedi."
Zulkarneyn, halkın demir kütleleri getirmelerini ve iki dağ arasındaki boğaza yerleştirmelerini istedi. Demir kütleleri o bölgede halkın çıkardıkları büyük kütlelerdir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Emenistan ve Gürcistan demir ve bakır yatakları bakımından zengin yerlerdi. Nitekim ormanları ve ağır yükleri uzak yerlere taşıyan taşıma hayvanları bakımından da zengin yerlerdir.
Büyük demir kütlelerini getirdiler, boğaza yerleştirdiler ve dağın iki zirvesine ulaşıncaya kadar üstüste yığdılar. Sonra Zulkarneyn, yığılan bu demir kütlelerinin altında ateşin yakılmasını istedi."İki dağın arasını dolduruca, körükleyin, dedi"
Ateşin büyüklüğünü ve yakılan odunların çokluğunu düşünün! Çünkü bu yüksek boğazda yığılmış tonlarca demir kütlelerinin eritilmesi isteniyor.
Diğer taraftan, zulkarneyn, büyük kazanlar içinde bakır kütlelerinin eritilmesini emretmişti. Geçitte demirler akkor haline gelip kazanlarda bakırlar eritilince, şeddi yapmanın son aşaması başladı ve "Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim, dedi"Akkor haline gelmiş demirin üzerine erimiş bakırın dökülmesini istedi, bakır demire karıştı ve kaynaştı.Böylece çeik metal haline geldi. Aslında demir ve bakır kuvvetli iki metaldir.Bir de bunlar akkor haline getirilip karışınca ne kadar sağlam ve güçİü olduğunu düşünün! Her biri ayrı bir güç ve sağlamlık taşımakta ve zirvede sağlam birgüç meydana gelmektedir.
Çelik metal soğudu. Böylece korkunç ve aşılmaz büyük bir set meydana geldi.[375]
Gerçekten zulkarneyn kuvvet,zeka, kavrayış ve imkan sahibidir.Bu da Allanın kenisini yer yüzüne yerleştirmesi ve öğretmesiyle olmuştur. Yüce Allah binanın sağlam yapılması ve güçlendirilmesi konusunda ona ilginç bir yol Öğretmiş, böylece demir ve bakın birleştirmiştir.
Deyim yerinde ise, zulkarney bir mühendistir.Şeddi bu sağlam maddelerden yapmış ve çağımız mühendislerinden asırlar önce bakırla demiri birleştirerek çelik yapmayı başarmıştır. Bu konuda Seyyid Kutup şöyle der:
"Demiri güçlendirmek için bu metod yakın zamanda kullanılmıştır. Demire bir miktar bakır katıldığı zaman onu güçlendirip sağlamlaştırdığı görülmüştür. Yüce Allanın Zulkarneyn'e öğrettiği ve Kur'anda anlattığı bu uygulama, çağdaş bilimden, sayısını ancak Allanın bildiği asırlar önce olmuştur. "[376]
Bu, Zulkarneyn şeddinin büyük Çin Şeddi olduğu iddiasını da çürütmektedir. Çünkü Çin Şeddi yüzlerce kilometre uzunluğunda olup iki dağ arasında yapılmış değildir. Nitekim Çin Şeddi taş ve çamurdan yapılmıştır.Halbuki Zulkarneyn şeddi demir ve bakırdan yapılmıştır.
Hemen belirtelim ki Çin şeddi de, Zulkarneyn şeddi de aynı amaçla yapılmıştır. Zulkarneyn, Yecuc ve Mecuc'un hücumlarını önlemek için şeddi yaptığı gibi, Çin imparatoru da onların hücumlarını Önlemek için Sin şeddini yapmıştır.
Kur'anı Kerim binayı sağlam yapmanın ve güçlendirmenin yolunun demir ve bakırı karıştırmak olduğunu öğretmektedir.Ayet pozitif bilgi olarak bunu belirttiği gibi, büyük şeddin yapılması konusunda da mühendislikle ilgili bir nüansı içermektedir.Onun için Kur'anda mühendislikle ilgili ışık tutacak birtakım işaretler bulabiliriz.
Şüphesiz Kur'an ayetleri birçok işaretler ve anlamlar içerir. Ayeterden iman, fıkıh, tefsir, cihad, davet gibi dinin temellerini aldığımız gibi, tıp, mühendislik, astronomi,matematik,istitastik, askerlik, sosyal, bayındırlık, uygarlık gibi birçok aîanda işaretler çıkarmak da mümkündür.
Ancak Kur'anın temel olarak hidayet ve davet kitabı, yönetim yasası, hayat nizamı, cihad, davet ve direniş metodu olduğunu unutmamak gerekir.Kur'anın böyle olması, kendisinden pozitif bilgiler ve hayatla ilgili değişik alanlarda birtakım işaretler çıkarmamıza engel değildir.[377]
Zulkarneyn şeddi tamamlayınca, her zamanki gibi Yecuc ve Mecuc yer yüzünde fesat çıkarmak ve bozgunculuk yapmak için geldiler. Fakat karşılarında aşılmaz sağlam şeddi gördüler.Aşmaya ve üstünden geçmeğa çalıştılarsa da, başaramadılar. Çünkü demirden yapılmıştır. Demir de kaygandır. Kişinin tutunacağı yerler olmazsa, tırmanmak mümkün oimaz. Yıkmağa ve bozmaya çalıştılar, ama ona da güçleri yetmedi.Çünkü demir ve bakır gibi sağlam ve bozulmaz bir maddeden yapılmıştır.
Ayet,şeddi tırmanıp aşma ve yıkma çabalarında başarısızlıklarını belirterek "Onu ne aşabildiler ve ne de delip geçebildiler" der. Bu sed, Yecuc ve Mecuc'un hücumlarını önleme ve yer yüzünde bozgunculuk yapmalarının önüne geçmenin yolu olmuştur.[378]
Ayette istau ve istitau fiilleri kullanılmaktadır. Acaba aynı ayette ikinci fiilden hazf edilmediği halde, birinci fiilden "Te" harfi neden hazfedilmiştir. Birinci fiilde bu harfin hazf edilmesi hafifletme içindir. Onun için bu harfe hafiflik Te'si diyebiliriz.
Cümle, Yecuc ve Mecuc'un şeddi tırmanmaktan aciz olduklarını bildiriyor.Tırmanma, tırmanan kişinin her şeyden önce süratli, becerikli ve çevik olmasını gerektirir.Onun için genellikle şişman insan tırmanamaz. Çünkü süratle tırmanmak için hafif olmak gerekir.
"Onu aşamadılar" cümlesinin belirttiği durum budur. "Te" harfinin düşürülerek fiilin kullanıldığı ortam da budur.Onun için kolaylık ve hafiflik sağlamak amacıyla te harfi fiilden hazfediîmiştir. Sanki fiil, hafif olmada tırmanan kişiye yardım etmek istemektedir. San ki hüner sahiplerinin hünerine ve tırmananların hafifliğine katılmak için fiil te harfini hazf etmiştir.
"Onu delip geçemediler'1 cümlesindeki ikinci fiilden ise, te harfi hazfedilmemiştir. Çünkü bu kullanıldığı yere daha uygun ve genel ortamla daha uyumludur. Her şeyden önce se'ddin delinmesi ve yıkılması uzun zaman, çaba ve meşakkat gerektirir. Kazmak ve delmek için araçlar gerektirir. Delmek için uzun zaman çaba gösterecek, meşakket görecek,sabır ve sebat edecek adamlar gerektirir.işlerini bitirmeden uzun zamanlar geçer.
İşte "Onu delip geçemediler" cümlesinin çizdiği manzarayı anlatmak için getirilen fiilden te harfi hazfedilmemiştir. Şeddin delinmesindeki uzun çaba ve ağırlığı canlandırmak için, bu ağır seyreden işlemin ağırlığına katılmak için te harfi yerinde kalmıştır.
Birinci fiilden te harfi hafifliği sağlamak ve canlandırmak için hazf edilirken, ikinci fiilden ağırlığı ve uzun meşakkati canladırmak için te harfi hazfedilmemiştir.
Hemen belirtelim ki Kur'anın kullandığı kelimeler seçme kelimelerdir. Anlatımın genel akışı ve ortam ile uyumludur. Özellikle seçilmişlerdir. Kullanıldığı bağlam ve anlattığı konu ile tam ahenk içindedir.
Hafiflik te'si dediğimiz bu harf, Hz.Musa ile Hızır olayını anlatan "Sabredemediğin şeyin tevilini/ne olduğunu sana anlatacağım" ve "İşte bu, sabredemediğin şeyin yorumudur" ayetlerinde geçmişti. Aynı harf bu sefer zulkarneyn öyküsünde geçmektedir.
Bizzat bu Öyküde bir fiil iki şekilde kullanılmaktadır. Yüce Allanın "Onu yer yüzüne yerleştirdik" sözü ile Zulkarneyn'in "Rabbimin bana verdiği daha iyidir" sözünde bir fiil farklı iki şekilde geçmektedir. Önemli olan, okuyucunun Kur'anda bu tür kelimeleri yakalamasıdır. Şüphesiz bunun çok öneklerini bulacaktır.[379]
Zulkarneyn, yaptığı ve insanları Yecuc ve Mecuc'un hücumlarından koruyan büyük şedde baktı ve "Bu Rabbimden bir rahmettir" dedi. "Bu Rabbimden bir rahmettir" cümlesi üzerinde durduğumuz zaman şu sonuçları çıkarıyoruz:
1- Seyyid Kutub'un dediği gibi, Zulkarneyn, yaptığı büyük esere baktı, gururlanıp büyüklük göstermek ve böbürlenip şımarmak yerine, Allaha şükretti ve kendisini böyle hayırlı bir işe kendisinin muvaffak ettiğini itiraf etti.[380]
2- îşini başarmasından sonra Zulkarneyn'in Allahı anması, bize Allahı anmanın nasıl olması gerektiğini öğretmektedir. Zikrin en üstün şekii, müminin işini başarması anında rabbini anması, bu başarının onun emri ile olduğunu bilmesi, böylece alçak gönüllü, adaletli, şükreden ve zikreden bir insan olmasıdır.
3- Seddin yapılması Allahtan bir rahmet olmuştur. Zulkarneyn, Allahın kendisine öğrettiği bilgiyi ve yeryüzünde verdiği gücü kullanmıştır. Evet, bunları insanlara yardımcı olmak,iyilik yapmak ve haksızlığı önlemek için kullanmıştır. Onun için bilgisi Allahtan bir rahmet olduğu gibi, bu bilgiyi kullanması da bir rahmet olmuştur.
Allahın kendisine öğrettiklerini insanların yararına Zulkarneyn'in kullanması, ilim ve rahmet suresi olan Kehf suresinin temel konusuyla uyuşmaktadır. Daha önce de Yüce Allah Hızır için "Yanımızdan ona bir rahmet verdik ve katımızdan kendisine bir ilim verdik" demişti. Hızır da Hz.Musa'ya "Rabbinden bir rahmet olarak" demişti.
4- Bölge insanları Yecuc ve Mecuc'un tehdidi altında yaşıyor, onların bozgunculuklarına uğruyorlardı. Şeddi yaptırarak onların şerrinden Allah korumuş ve tehlikelerinden kurtarmıştır.Bu bakımdan şeddin yapılması onlar için Allahtan bir rahmet ve Allah tarafından bir kurtuluş olmuştur.
Sed yapılmasaydı ve o insanlar çabasız, çalışmasız ve hareketsiz imdat deyip dursaydı, kendilerini tehlikeden kurtarmaz ve koruyamazlardı. Çünkü kurtuluş ve kurtarma ancak çalışmakla olur.[381]
Bu, özellikle günümüzde islam ümmeti için önemli ve büyük bir derstir. Çünkü İslam ümmeti, o insanlar için Yecuc ve Mecuc'un oluşturduğu tehlikeden daha büyük ve Öldürücü bir tehlike ile karşı karşıyadır. Bu tehlike, yıkıcı ve öldürücü yahudi tehlikesidir. Barbar ve acıasız yahudi tehlikesidir. Ümmetin hiçbir şeyi dışarıda kalmamak üzere bütün güçleri ve alanları bu tehlikenin tehdidi altındadır.
Bu tehlikenin karşısında ümmetin aciz ve elleri kofları bağh durması bir an bile caiz değildir. Yas tutmakla, imdat sinyalleri vermekle, üzülmekle ve ah vahlar çekmekle, şikayet, kınama ve üzüntülerini belirtmekle, sadece dünya kamuoyunun vicdanını uyandırmaya çalışmakla, dünyada barışseverleri göreve çağırmakla, onlardan yahudilerin işgal ve hücumlarını sürdürmelerini durdurmasını istemekle yetinmesi asla caiz değildir.
Ümmetin çözüm getirmeyen ve sonuca ulaştırmayan, Güvenlik Konseyine ve Birleşmiş Milletlere sığınma, uluslararası kongre düzenleme ve Güvenlik Konseyi kararlarını uygulamaya çağırma gibi serap ve hayal olan yollar,araçlar ve vesileler üzerinde ısrar etmeye devam etmesi caiz değildir.
Bu tavırların hiç bir yararı olmadığı gibi, bu yollar ve araçlar da hiçir çözüm getirmez. Böyle giderse, ümmet yahudi tehlikesinin tehdidi altında yaşamaya devam edecektir.
$üphe yok ki ümmeti yararlı ve isabetli çalışmanın dışında hiç birşey kurtarmaz. Yahudilere karşı koymanın ve direnerek gerekli bütün tedbirleri almanın dışında ümmeti bir şey kurtarmaz.Onu kuvvet, cihad ve çalışmanın dışında hiçbir şey kurtarmaz.
Görüldüğü gibi, insanlar kuvvetle ve çalışma ile Yecuc ve Mecuc tehlikesinden kurtarıldılar ve şeddin tamamlanmasıyla Allanın rahmetine mazhar oldular.
Bugün de ümmetin yahudi tehlikesinden kurtarılması, çalışma, kuvvet ve emekle olur. Yahudilerle cihad etmek ve savaşmak, Zulkarneyn'in şeddini yapmağa benzer.Ümmet ne zaman gerektiği gibi çalışır ve savaşırsa ve yaşamayı sevdiği kadar Allah yolunda ölmeyi severse, geçmiş ümetler gibi Allanın rahmetine mazhar olur.
Elbette tenbel ve aciz milletler Allanın rahmetine layık değildir. Allah onlara rahmetini vermediği gibi insanlar da merhamet etmezler. Hiç kimse de onların sesini duymaz ve arkalarından ağıt yakmaz. Allanın rahmetine layık olanlar, Allah yolunda sabır ve sebatla cihad eden, güçlü ve kuvvetli olanlardır. Artık ümmet kuruntu ve aldatıcı hevesleri bir yana bırakmalı, cihad ve şehitlik kapısından girmelidir.Yol budur.Bunun dışında yıkım ve tufandır![382]
Zulkarneyn, şeddin yapılmasının Allahın bir rahmeti olduğunu kararlaştırıp bundan dolayı ona şükrettikten sonra dinleyenlere önemli bir iman temelini öğreterek şöyle der:"Rabbimin verdiği sözün vakti gelince, onu yerle bir eder.Rabbimin verdiği söz gerçektir"
Bu şeddin belirli bir ömrünün bulunduğunu ve kalıcı olmadığını, dolayısıyla onu sonsuz kalıcı bilmemeleri gerektiğini kararlaştırır. Şüphesiz yapılmasına ve meydana gelmesine Allah izin vermiş, sağlam ve güçlü olmasını o istemiş ve Yecuc ile Mecuc'un hücumlarının önlenmesini o dilemiştir.
Rabbimin verdiği sözün vakti gelip şeddin ömrü bitince, yani yıkılıp yerle bir olmasına izin verince, hiçbir kimse onun emrinin karşısında duramayacak ve verdiği emrin gerçekleşmesine hiçbir kimse engel olamayacaktır. Çünkü insanlar zayıf ve cılız varlıklardır. Allah ise, güçlüdür ve dilediğini yapar.
Rabbimin verdiği sözün zamanı gelince, şeddi yıkar ve yerlebir eder.
'Sed' kelimesi erkek isim olduğu halde,''Yerlebir etme" anlamında kullanılan kelime dişi isim kipinde gelmiştir. Halbuki iki kelimenin de erkeklik ve dişilik yönünden aynı olması esastır.
Bu anlamı ifade eden kelime iki şekilde okunmuştur. Sonu hemzeli ve uzatmalı olarak okunmuştur. Hamza, Asım ve Kisai imamlar böyle okumuşlardır. O zaman anlamı, dümdüz yer gibi yapar, olur. O zaman bu anlamı ifade eden "Dekkâe" kelimesi, yer anlamındaki kelimenin tamlayanı olur, tamlanan olan yer kelimesi de mahzuf olur.
Tamlanan, tamlayanın yerine geçmiş olur. Araplar düz deve derler.Yani horgücü olmayan deve demektir.
ikinci okuyuş ise,tenvinli okunmasıdır. Bu durumda sed kelimesinin sıfatı olur ve dil yönünden bir problem kalmaz.[383]
Erkek bir ismin dişi varlıkları niteleyen bir kelime ile nitelenmesini açıkladıktan sonra şimdi de niçi böyle bir niteleminin yapıldığına bakilim.
Bu sağlam ve güçlü şeddin "üzerln'e bir zaman,1 gelecek, yerle bir olacaktır. Demir ve bakiri:yök>olacak ve.'soyut dümdüz bir yere dönüşecektir. Daha Önce şeddin yerle bir olması için Allahm verdiği, sözün vaktinin geldiğini, Allanın izniyle Yecuc ve Mecuç'uri şeddi yıkabildiğim ve şeddin fiilen yerle bir olduğunu belirtmiştik. Kafkas dağlarında Daryal geçidine baküğrnızda şeddin gerçekten yerle bir olduğunu ve geçidin iki. tarafında demirden ufak kimi kırıntılar dışında bir şeyin kalmadığını görürüz. Zuîkarneyn "Rabbimin verdiği sözün vakti gelince onu yerle bir eder ve Rabbimin verdiği söz gerçektir" derken, doğru söylemiştir.[384]
Muhammed Hayr Ramazan Yusuf,Zuîkarneyn öyküsünden İmam Kasımi'nin "Mehasinu't-Tevü" tefsirinde çıkardığı ders ve hikmetleri kitabında vermektedir.Biz de Muhammed Hayr'in aktardıklarının bir özetini vereceğiz.
1- Yüce Allah insanlardan dilediğini derecelerle yükseltir ve dilediğine dilediği kadar mülk ve mal verir.
2- Sebeplere sarılmak ve Allahın sosyal yasasına uyarak çalışmak gerekir. Zafer ve başarı, çalışma ve çabalama oranında olur.
3- Engelleri ortadan kaldırmak ve zorluklan yenmek için bütün güçleri harekete geçirmek lazımdır.
4- Büyük ve yüce işler peşinde koşmak gerekir.
5- Düşmanlarına karşı galip gelen kimsenin onları toptan zelil edip ezmesi caiz değildir. Belki onlara adaletle muamele eder,iyi olanı iyiliğinden dolayı Ödüllendirirken, kötü olanı da kötülüğünden dolayı cezalandırır.
6- Yöneticinin vatanı korumak,vatandaşların rahat ve güvenliğini sağlamak için çalışması gerekir.
7- Yöneticinin vatandaşın mallarına göz dikmemesi ve yaptığı işlerin karşılığında ücret veya mal almaya tenezzül etmemesi gerekir.[385]
8- Durum gerektirdiğinde Allahın nimetini anmak ve şükretmek gerekir.
9- Sur ve kaleleri sağlam yapmak ve desteklemek lazımdır.
10- Yöneticinin çalışanlarla beraber çalışması, onları teşvik eder ve göüllerîni sevindirir.
11- Değerini anlamaları ve şükretmeleri için önemli işin meyvesini başkalarına götermek ve anlatmak iyi olur.
12- lnsanlara ahireti ve bu hayatın biteceğini alatmak,öylece kalplerin ahirete bağlı kalmalarını sağlamak gerekir.
13- Güzel huylar ve faziletlerle,cesaret,gayret, bağışlama, adalet ve başkalarına iyilik yolu ile iyi olan şeyleri sürekli kılmak ve öygüye layık olmak güzeldir.
14- Değişik halkları yöneten kişilerin birliği sağlamaya önem vermeleri gerekir.[386]
Şimdi de Zulkarneyn öyküsü hakkında son sözü söylemesi için sözü üstad Seyyid Kutub'a bırakıyoruz. Bakalım Fizilali'l-Kur'an'da ne söylüyor:
"İyi bir yöneci örneği sergileyen Zulkarneyn'nin yaşayışını canlandıran sahne burada bitiyor. Düşünün, Allah onu yer yüzüne yerleştiriyor, kendisine bütün imkanları veriyor, o da. doğuya ve batıya seferler düzenleyip fetihler yapıyor, ama hiçbir zaman kibir taslamıyor, zorbalık yapmıyor, şımarmıyor ve azgınlaşmıyor, maddi ganimetler için, bireyleri, ülkeleri ve toplumları sömürmek için fetihleri fırsat bilmiyor, fethettiği ülkelerin insanlarına köle muamelesi yapmıyor, o ülkelerin insanlarını kişisel amaçları ve çıkarları için kullanmıyor, gittiği her yerde adaleti yayıyor, aciz zavallılara yardım elini uzatıyor, karşılık beklemeden ve ücret istemeden onları hücumlardan ve saldırılardan korumak için kolları sıvıyor, Allanın kendisine verdiği gücü imar ve İslah için, hakkın egemen olması ve haksızlığın önlenmesi için kullanıyor, aynı zamanda Allanın verdiği bütün bu başarı ve iyiliklerin onun rahmeti olduğunu ilan ediyor ve otoritesinin zirvesinde olduğunda bile Allanın sonsuz gücünü ve egemenliğini, Ona döneceğini aklından hiç çıkarmıyor...."[387]
Bunlar, Ashab-ı Kehf öyküsü, iki bahçe sahibi ve mümin arkadaşının öyküsü, Hz.Musa ve Hızır öyküsü ve Zulkarneyn öyküsü olmak üzere Kehf suresinde geçen dört öyküdür. Bu öykülerle beraber tatlı anlar yaşadık, onlardan dersler ve ibretler öğrendik, yararlı anlamlar ve işaretler çıkardık.
Bu öykülerde Kehf suresinin genel dokusunu gördük. Bu dokunun materyalizm ile iman arasındaki savaş ve müminlerin kafir materyalizm mensuplarına karşı zaferden oluştuğunu anladık. Bu Öykülerde kehf suresinin genel anahtarının "Allahtan başka ilah yoktur ve kuvvet ancak Allanın vermesiyle olur" ilkesi olduğunu, bu ilkenin nasıl geçekleştiğini ve olayların her birinde kendini nasıl gösterdiğini, Allanın iradesinin nasıl geçerli olduğunu ve nasıl ancak onun dediğinin gerçekleştiğini, Allahin erlerini nasıl desteklediği ve zafer verdiğini, bunun için erler ve mucizeler seçtiğini, gücünü Allahtan alanların gücünü ve sonucunun güzelliğini gördük.
Yüce Allahın öğrettiği ve yer yüzüne yerleştirip imkan veriği kişilere verdiği rabbani ilmi gördük.
Bu öykülerde Allahın rahmet ettiklerinin yarar, mutluluk ve iyiliklerini, bu rahmetin ve ilmin somut sonuçlarını başkalarına nasıl sunduklarını gördük.
Bu dört öyküden inancı nasıl düzelteceğimizi, değer yargılarını nasıl inanç ölçüsüyle Ölçeceğimizi, araştırma, inceleme, düşünüp taşınma ve çalışma yapmak için Kur'anın inançlı metodunu nasıl kullanacağımızı öğrendik.
Bu öykülerle Allahın izni ve lütfü ile çok şeyler öğrendiğimiz gibi, onlardan çok şeyler de öğrendik.
Alemlerin rabbine hamdolsun. Hz.Muhammed'e, ashabına ve yakınlarına selat ve selam olsun.
Allahım! Seni bütün eksikliklerden enzih eder, bütün nimetlerine şükrederiz. Senden başka tanrının olmadığına ve Muhammed'in senin rasulün olduğuna tanıklık ederiz. Günahlarımızdan sana istiğfar eder, yaptıklarımızdan tevbe ederiz.[388]
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi, Ahkamul-Kur'an.
Muhammed Emin eş-Şınkiti, Advau'I-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an bi'1-Kur'an.
İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye. " " Tefsiru'1-Kur ani'1-Azim,
Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvi,Teemmulat fi Sürati'1-Kehf-es-Sırau beyne'1-lman ve'l-Maddiyye.
Muhyiddin Nevevi, Tehzibu'1-Esma've'l-l-Luğat,
" Şerhu Sahihi Müslim. -Kurtubi,el-Cami' li Ahkami'l-Kur'an.
Ahmed Adil Kemal, CedaviluVTakvimi'l-Miladi ei-Mukabil li't-Takvimi'1-Hicri,
Ibn Zencele, Huccetu'l-Kıraat,
Celaleddin Suyuti, ed-Durru'1-Mensur fi't-Tefsiri i'l-Me'sur.
Muhammed Hayr Ramazan Yusuf, Zulkarneyn. -Alusi,Ruhu'l-Maani,
Suheylİ, er-Ravdu'1-Unuf fi Şerhi Sireti İbn Hişam. -İbn Hacer Askalani, er-Ravdu'n-Nadir fi Nebei'l-Hadir. " Fethu'1-Bari Şerhu Sahihi'l-Buhari.
" Mecmuatu'r-Resaili'l-Muniriyye.Cilt, 1 ,yedinci risale.
tbn Mace, Sünen.
Ebu davud,Sünen.
Tirmizi,Sünen.
Buharı, el-Camiu's-Sahih.
Müslim, Sahihu Müslim.
Seyyid Kutup, Fi zilali'l-Kur'an
Îbnu'1-Esir, el-Kamil fi't-Tarih.
Hakim Nisaburi, el-Mustedrek ala's-Sahihayn.
Ragıb Isfahani, el-Mufredat.
Şevkani, Neylu'l-Evtar.[389]
[1] Yazar, Kehf suresinin fazileti ve onu okumanın sağlayacağı şeylerle ilgili değişik hadis kitaplarından altı rivayet vermektedir. Bunları vermenin yeri olmadığını düşünerek sözkonusu rivayetleri buraya almadık, (çeviren.)
[2] Ebu'l-Hasan Ali en-Nedvi, Teemmulat fi Sureti'l-Kehf,9-1u
[3] Ahmed ibn Hanbel, Rasulullahın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Üzüntülü veya kederli olup bu duayı okuyan kişinin Allah üzüntü ve kederlerini giderir, onun yerine kendisine sevinç venr"
[4] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/5-9.
[5] Suyuti, ed-Durru'l-Mensur,5/357
[6] lsra,B5. (Kehf suresinin iniş sebebi olarak siyer kitaplarının söylediklerinin doğru olmadığını, Zulkarney konusunu araştıran Ebu'i-Kelam Âzâd özetle şöyle belirtir:
"Bazılarına göre Peygamberi sınamak için bu soruları bizzat Medine yahudileri sormuşlardır. Ancak sure
kesin olarak Mekke'de indiği için bu doğru değildir.
Soruların Kureyş tarafından sorulduğunu belirten rivayetler meşhur hadis kitaplarında değil, ibni Ishak. ibni
Hişam. Taberi, İbni Munzir, Ebu Nuaym, Beyhaki ve Suyuti1 gibi kişilerin siyer kitaplarında verilmiş olup
senetleri sağlam değildir. Mesela, sened z incirinde yeralan aşırı şıadan Abdullah b.Sebe'çi es-Suddı ve
yalancıylıkla suçlanan el-Kelbi, hadısçiler tarafından rivayeti terked ilen/metruk kişilerdir
Ashab-ı Keh! olayı yahudilerin kitaplarında geçmiş olsaydı, bu sorulan onların sormaları veya müşriklere
bu yönde kılavuzluk etmeleri düşünülebilirdi. Halbuki Tevrat ne Zulkameyn'cfen, ne de doğu, batı ve güney
seferlerinden söz eder. Ashab-ı Kehf olayı da bütün tefsırcılenn ittifakıyla Hz isa'dan sonra meydana
gelmiştir.
Onun için soru sorma olayı doğru olsaydı, müşrikler yahudilere değil, hırıstiyanlara başvururdu. Halbuki
onlara sorulmamıştır. Onun için bu sorular yahudilerin yönlendirmesiyle sorulmuş değildir Zaten Yahudiler,
kendi milletlerinden olmayan ve kutsal kitaplarında bildirilmeyen birinin doğru söylediğini görseler bile
peygamber olarak kabul etmezler. Dolayısıyla sorularına doğru cevap verseydi bile Hz.Muhammed'e
inanmayacaklardı. Oysa yahudiler "sorulara doğru cevap verirse biz de kendisine inanırız" demeleri
gerekirdi. Onun için yarı udi I er böyle sorularla Hz. Peygamberin peygamberliğini sınamaya çalışmamışlardır.
Sonuç olarak surenin iniş sebebi hakkında yapılan rivayetlerin hemen tamamı zayıf olup kabul edilmeye
değer değildir. Bunlara bakarak kanaat oluşturmak doğru olmaz. Ayrıca sözkonusu sorular Allah Rasulüne
aynı anda sorulmamıştır ve anılan soruların sayısı (fa üç değildir. Ruh hakkındaki soru başka bir zaman
diliminde sorulmuş ve isra suresinde cevaplandırılmıştır". (Ebu'i-Kelam Âzâd, Zülkarneyn Kimdir?, 16-22.
çeviri. Muharrem Tan. İz Yayıncılık, İstanbul 2000).
Şüphesiz Yüce Allah, risaletlerini tebliğ etmeleri için peygamberlerini yönlendirip desteklemiş ve
peygamberliklerine gölge düşürecek bir durumda bırakmamıştır. Bu soruları sordukları varsayılsa bile, iki
soruya cevap verdiği gibi, ruhun ne olduğu konusunda da elbette Yüce Allah inanmayanlara cevap olacak
bilgilen peygamberine anında verebilir ve kafirlerin kendilerine pay çıkarmalarına fırsat bırakmayabilirdi.
Ama rivayetlerde bunun olmadığı ve Rasulullahın onbeşgün gibi uzun süre sözde zor bir durumda kaldığı.
kafirlerin de eline bir tür koz verildiği görülmektedir.
Kafirlerin, peygamberin peygamberliğini kanıtlayacak şeyler sormaları ne kadar makul ise, sorularına uzun
Süre cevap verilmemesi, peygamberin peygamberliği hakkında şüphe ve söylentilerin yayılması ve uzun
süre düşman karşısında güç durumda bırakılmasını gozonünde bulundurarak iniş sebebi olarak anlatılan bu
şeylerin doğru olmadığını düşünüyoruz), (çeviren )
[7] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/10-12.
[8] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/13-14.
[9] Nedvi .Teemmulat li Sureti'I-Kehf- es-Sırau Beyne'l-iman ve'l-Madiyye,10
[10] Nedvi, Age.23
[11] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/14-15.
[12] Kehf,39
[13] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/15-16.
[14] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/16-17.
[15] Kehf, 1-5
[16] kehf.110
[17] Kehf, 14
[18] Kehf, 26
[19] kehf,37-38
[20] Kehl.43-44
[21] Kehf,52
[22] Kehf, 102 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/17-18.
[23] Kehf,4-5
[24] Kehf, 15
[25] kehf, 19
[26] Kehf, 22
[27] Kehf,82
[28] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/18-19.
[29] Kehf,7-8
[30] Kehf,16
[31] Kehf,28-29
[32] Kehf,37-41
[33] Kehf,45
[34] Kehf,46
[35] Kehf,95
[36] Kehf,98
[37] Kehf,103-1O5
[38] Seyyid Kulüp, Fi zilal, 4/2257-2259
[39] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/20-22.
[40] Kaehf,9-26 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/23-25.
[41] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/25-28.
[42] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/28-30.
[43] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/30-31.
[44] Bu vav harfinin ne anlama geldiği ileride belirtılecekiir.(çeviren).
[45] Suyuti, ed-Durru'!-mensur,5/375
[46] ibn Kesir,tefsir,3/79
[47] lbn Kesir, Tefsir,3A79
[48] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/31-34.
[49] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/34-35.
[50] Kehf, 2
[51] Kehf, 10
[52] Kehf,65
[53] Kehf,76
[54] Kehf,1
[55] kehl,16
[56] Kehf,58
[57] Kehf ,65
[58] Kehf,82
[59] Kehf,98
[60] Fatır, 2 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/35-37.
[61] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/37-38.
[62] Enbiya, 60
[63] isra,18-21 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/39-41.
[64] Enfal.11 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/41-42.
[65] Kurtubi, Tefsir,10/365-366
[66] Sebe',46
[67] Kurlubi, Tefsir,10/366 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/42-46.
[68] Arat, 33
[69] Yunus, 68
[70] Mümin,56
[71] Necm,19-23
[72] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/46-48.
[73] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/49.
[74] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/49-50.
[75] Maide, 67
[76] Cin,21-22
[77] İbn mace.kitabu'l-Fiten, belaya sabretme babı ( 23). hadis no,4021
[78] Buharı, Kitabu'l-Edeb ,78. insanlarla beraber olma babı,81, Bölümün girişi. (Allah, vahyini insanlara ulaştırmayı müslümaniara bir görev olarak yüklemiştir. Bu görev, ancak tebliğ yapma fırsatı t&nıyan toplumda yerine getirilebilir. Tebliğ yapmaya fırsat vermedikleri ve peygamberlere hayat hakkı tanımadıkları için Allanın yok ettiği önceki toplular gibi bir toplumda müslümanın tebliğ etme iırsatı yoksa, "Allah kimseye gücünün üstünde yükleme;" anlamındaki ayetlerin belirttiği gibi, kişi tebliğ etme ve yaşama hakkı tanımıyan toplumdan ayrılabilir ve hicret etme imkanı buluncaya kadar toplumdan ayrı yaşayabilir. Ne kadar farklı yorumlar yapılırsa yapılsın, işin gerçeği budur, (çeviren).
[79] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/50-52.
[80] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/53.
[81] Fatır,2
[82] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/53-54.
[83] Fi zilalipl-Kur'an,5/2922
[84] Fi Ziiali'l-Kıır'an,5/2923 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/54-56.
[85] Fi Zilali'!-Kur4an,5/2924 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/56-57.
[86] İbn Kesir, Tefsir,3}75
[87] Kurtubi. el-Camili Ahkami'l-Kur'an,10/369 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/57-58.
[88] ibn Kesir, tefsir,3/75
[89] Kurlubi, Tefsir, 10/369, Advau'l-Beyan tefsirinde de eş-Şınhiti, Zeccac'ın görüşünü paylaşıp desteklemekte ve diğerini red eder. 4/33-34
[90] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/58-59.
[91] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/59-61.
[92] es-Suheyli, er-Ravdu'l-Unuf,3/165-166, özet. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/61-62.
[93] İbn Kesir, Tefsir,3/76
[94] Kurtubi,Tefsir,10/371-372, (Mümin gençlerle beraber olmak köpeğe belki bir şöhret kazandırmıştır. Ancak köpeğin de aynı olayda anılmasından amaç, herhalde Yüce Allahın bütün canlıları diriltme gücünün gösterilmesidir.Yoksa köpekleri övmek veya onurlandırmak değildir, (çeviren)
[95] es-Suheyli, er-Ravdu'l-Unuf,3/166-167. (Bu yorumlar doğru değildır.Çünkü bu kadar zaman köpeğin onlarla beraber olması mubah iken, mağarada onlarla beraber olması mı sakıncalı oluyor? Sonra, bu kadar zaman köpekle birlikte olan mümin gençlerden acaba melekler uzak mı durdular ki mağarada beraber bulunmak için köpek kapının eşiğinde bırakıldı? Elbette hayır! Köpeğin kapının eşiğinde gözleri açık olarak dirseklerini uzatıp yatması, bekçilik yapması ve dışarıdan bakacak kişileri ünkütüp korkutması içindir, (çeviren)
[96] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/62-63.
[97] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/63-64.
[98] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/64-65.
[99] Advau'l-Beyan,4/45
[100] Advau'I-Beyan,4/45-75
[101] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/65.
[102] Advau'l-Beyan,4/45. (Koyun can derdinde, kasap ise et derdinde, demişler. Adamlar korku içinde bir yiyecek bulma derdinde iken, bizimkiler de bu davranışlarının şirkete mi, vekalete mi delil olduğunun tartışmasını yapmaktadır! (çeviren.)
[103] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/66.
[104] İbn kesir, tefsir, 3/77 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/66-67.
[105] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/67-68.
[106] Ali imran,159
[107] Muslim,Babu fazli'r-Rıfki,23, hadis no,2592
[108] Müslim, Babu'r-Rıfki, hadis no,2593
[109] Bakara,83
[110] Fussilet.34-35 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/68-70.
[111] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/70-71.
[112] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/72-73.
[113] Müslim, babu-n-Nehyi an binai'l-Mesacid ala']-Kubur,3,hadis no,528
[114] Müslim, aynı yer, hadis no,529
[115] Müslim, aynı yer, hadis no.532
[116] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/73-76.
[117] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/76-77.
[118] Darekutni,Şafii,Beyhaki rivayet etmişierdir.Beyhaki, senetleri birbirine eklenince, rivayel daha sağlam olur, demiştir. Bkz.Şevkani, Neyiu'l-Evtar,1/45
[119] Bakara, 126
[120] es-Suheyli, Ravdu'l-Unuf,3/170
[121] Tevbe.112
[122] Tahrim,5
[123] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/78-80.
[124] ibrahim,9
[125] İbn Kesir, Tefsir,3/78
[126] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/80-81.
[127] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/81-82.
[128] ibn Kesir, tefsir.3/78 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/82-83.
[129] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/84.
[130] A'ta,6
[131] Müslim,Babu's-Sehvi fi's-Salati ve's-Sucudi Lehu,19, hadis no,570
[132] Müslim, aynı yer, hadis no,572
[133] Müslim,aynı yer, hadis no,573
[134] Buhari,babu Men Talebe'l-Velede Ii'!-Cihadi,23, hadis no,2819
[135] taha, 115
[136] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/84-87.
[137] Nahl, 65
[138] Lokman,34
[139] İnsan,29-30
[140] Tekvir,29
[141] Şüphesiz AÜahın iradesi ve gücü her şeyin üst ündedir. On un dilemesi ve onaylaması olmadıkça hiçbir şey meydana gelmez. İnsan I arın bir şey istemelerini yaratan da Yüce Allahtır. O dilemedikçe insanlar dilemeyi bile yapamazlar. Bütün bunlar Kur'anın açık seçik ortaya koyduğu kesin şeylerdir Elbette mümin insan bunları gözönünde bulundurarak kararlar verir ve hareket eder. Yüce Allahın genel irade ve yönetimi altında olduğunu kabul ederek işlerinde başarılı olmayı Yüce Allarım iradesine bağlar. Mümin bir insan için durum böyle iken, bütün çeşitleriyle kafir insanlar acaba başarılarını hangi iradeye bağlıyorlar? Günler, haftalar, aylar ve yıllar önce aldıkları kararları nasıl başarı ile uyguluyor ve istediklerini yapıyorlar? Müminlerin işleri için olduğu gibi onların da işlerinde başarıları için Allahın irade ve dilemesi sözkonusu değil midir''
Mümin veya kafir bir insan, örneğin "Yarın okula gideceğim, yarın ders çalışacağım, yarın yolculuğa çıkacağım, yarın Ali'nin borcunu vereceğim* vb.şeyler söyleyip bu işleri yerine getiremiyor mu? Bunları yerine getirdiği zaman Allanın irade ve dilemesinin sınırlarını mı aşmış oluyor?
Şüphesiz insan nasıl olacağını bilmediği gelecekle ilgili kararlar verirken, olumsuzluklarla da karşılaşabilir ve
yapmak istediği işlerde başarısız da olabilir, örneğin, akşam namazını kılacağım, deyip gücünü aşan bir
engelden dolayı kılamayabılır. Bu engelden dolayı namazı kılamadığı için sorumlu mudur?E!bette hayır!
Çünkü insan gücünü aşan şeylerden sorumlu değildir Üstelik İslam, unutma, yanılma ve baskı altında
yaptıklarından veya yapmadıklarından insanın sorumlu olmadığını kararlaştırır.
Her şeyin Allahın bilgisi, dilemesi , yaratması ve otoritesi altında meydana geldiği bir gerçektir Ancak
kişilerin başına gelen butun şeyler Allahın hayatta egemen kıldığı sosyal yasaları çerçevesinde onların
kendi irade ve kararlarıyla kararlaştırıp kenciı elleriyle yaptıkları şeylerdir, insanlar bu yasalar çerçevesinde
yaşar ve kendi iradeleriyle karar verip isteriklerini işlerler. Başlarına gelen şeyler de onların bu kararı ve
işlemesi sonucudur. Bu karar verme ve kendi iradeleriyle işleme özgürlüğüne sahip oldukları için de Allah
onları yaptıklarından sorumlu tutmakta, iyi işleri ıçm ödüllendirirken kötü işleri için cezalandırmaktadır
İnanıp inanmamakla özgür bırakması da bunun göstergesidir
Bütün bunlardan sonra "inşaallah demedikçe, yarın şu işi yapacağım, deme" ayetinin alışılagelen
anlamdan farklı bir anlamı olmalıdır, diye düşünüyoruz .Herhalde bu ayet, kesin ve haram ifade eden bir
yasaklama değil, Allahın iradesinin akılda tutulması, her zaman insanın iradesinin üstünde olduğunu,
insanın gücünün her şeye yeterli olmadığını, bülün işleri Yüce Allahın yarattığını ve bildiğini, evrene
egemen olup kulların her zaman onun denetiminde yaşadıklarını insanlara hatırlatmak içindir. Yahut bu
uyan sadece Hz Peygambere özel bir kararından dolayı yapılmıştır ve onunla sınırlıdır, iniş sebebi olarak
anlatılan olay da sanki bunu sezdirmektedir. En iyi Allah bilir! (çeviren ) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/87-90.
[142] Haşir,18-19
[143] Araf,200-202
[144] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/90-93.
[145] Suyuti, ed-Durru'I-mensur,5/379
[146] Suyuti, Age.5/379
[147] ibn Kesir,3/79
[148] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/93-96.
[149] ibn Kesir, Tefsir,3/79
[150] er-Ravdu'l-Unuf,3/173, el-Vekil tahkiki
[151] Ahmed Adil Kemal.Age.3-4.
[152] Alusi, Ruhul-Maanir15/252
[153] Alusi, Ruhu'l-Maai,15/252 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/96-98.
[154] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/98-99.
[155] Ravdu'l-Unuf,3/172-173
[156] Alusi, Ruhu'l-Maani, 15/252
[157] Alusi, Age.15/252-253 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/99-101.
[158] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/101.
[159] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/102-103.
[160] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/104.
[161] Kehf.26-31 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/104-105.
[162] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/105-108.
[163] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/109-115.
[164] Kehf, 32-46 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/116-117.
[165] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/117-120.
[166] Anlatılan öykü hayatta yaşanmış olabileceği gibi, yüce Allahın mesajlarını anlattığı bir sanal bir benzetme de olabilir. Sanal bir benzetme olması, Kur'anın anlattıklarının gerçekliğine aykırı olmadığı gibi, bütün öykülerinin sanal veya kurgusal olması anlamına da gelmez. Kur'anda bunu örneleri çoktur, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/121.
[167] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/121-122.
[168] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/123.
[169] Fecr,15-17
[170] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/124-125.
[171] Vakıa,63-67
[172] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/125-126.
[173] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/126-127.
[174] Fatır, 42-43 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/127-129.
[175] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/129-130.
[176] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/130-132.
[177] Maşaallah" kelimesi. "Allah neler dilemiş neler! " anlamındadır. (Çeviren)
[178] Bakınız, Suyuti, ed-Durru'l-Mensur,5/391
[179] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/132-134.
[180] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/134-135.
[181] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/135-137.
[182] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/137-139.
[183] Nur,43
[184] Yunus,45
[185] Müminun, 112-115
[186] Tekasur,1-2 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/139-141.
[187] el-Mu~edâ"t,2Î8
[188] Ali lmran,14
[189] Taha. 131
[190] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/141-143.
[191] Salih amel. Allah tarafından belirlenen veya ona aykırı olmayan her türlü ameldir. İnsanların vahiy ölçüsünden bağımsız kendi başlarına amelleri iyi veya kötü olarak belirlemeleri Allahın yanında geçerli değildir "Dilinizle yalan söyleyerek "Şu haram, bu helaldir" demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a Karşı yalan uyduranlar ise. şüphesiz mutluluğa ereme£ler "(i 6 Nahl/116). Vahyin olcusu ve aydınlatması olmadan insanların kendi kafalarından helal ve haram belirlemelerinin temelsiz ve tutarsız olduğunu Allah bir örnekle şöyle belirtir: " Allah sekiz çift hayvan yaratmıştır: Koyundan ıkı ve keçiden iki; de ki: "İki erkeği mı, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin. Deveden iki. sığırdan iki yaratmıştır, de ki1 "iki erkeği mi. yoksa ıkı dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruıarı mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bunları Duyururken orada mı idiniz''" İnsanları, bilmediklerinden saptırmak için Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Allah, zalim milleti doğru yola eriştirmez "(6 Enam/143-144) Âyetler, insanların kendi heveslerine göre yaptıkları belirlemenin Allah katında geçerli ve tutarlı olmadığını belirtir. Çünkü onlara böyle bir yetki verilmemiştir Üstelik iyi veya kötü olarak belirledikleri şeylerin çoğunun daha sonra iyi veya kötü olmadığı ortaya çıkmakta ve kendileri değiştirmektedirler. Yüce Allah) devredışı bırakarak salih olan ve olmayan amelleri belirlemek, vahyi dışlamak ve yer yüzünde Allah yerine tanrılık iddiasında bulunmaktır. Halbuki yerde de, göklerde de emir ve karar Allahmdır "Rabbiniz. gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra arşa kurulan, gündüzü durmadan kovalayan gece ile bürüyen, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini buyruğuna baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki yaratmak da. emretmek de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbı olan Allah Vüce'dır."(7 Araf/54) [çeviren)
[192] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/143-144.
[193] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/145-149.
[194] Kehf,60-82 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/150-152.
[195] Buharı,Enbiya,27,hadis no,3400, Müslim,Fadait,46, hadis no,2380
[196] Değişik yollarla rivayet edilen bu hadis için Buhari ve Müslim'in şu baplarına bakınız: Müslim, Fadail,46, hadis no,2370,Buhan,ilim, 19,hadis no,78,122, Ehadisi'l-Enbiya,27 hadis no,3400,3401,Tefsir,2,hadis no,4725,4726,4727. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/152-157.
[197] Bu sonuçlar hakkında bilgi için için bakınız. Nevevi'nin MuslimŞerhi,15/137,146-147
[198] Bu sonuçlar için bakınız.Fethu'i-Bari, 1/169
[199] Bu deliller için de bakınız,Fetu'l-Bari,8/409-422. Çıkarılan sonuçlardan bazıları anlamsız olduğu için çevrilmemiş ve bazıların yerleri değiştirilmişlir.(çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/157-159.
[200] Müfredat,372-373
[201] Enbiya,60
[202] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/159-161.
[203] Müslim, Cihad,11,hadis no,1744
[204] Birileri için güneşin durması, Allahın sosya! ve tabiat yasalarına aykırıdır. Hz.Peygamberin ölen oğlu İbrahim gömüleceği sırada güneş tutulması meydana gelmiş ve bazıları "Güneş bile ibrahim için yas tutuyor" deyince, Rasulullah, ay ve güneşin Allahın ayetlerinden birer ayet/gösterge olduğunu ve kimsenin ne doğumu, ne ölümü için tutulmayacağını belirterek bu yanlış anlayışı düzeltmiştir. Bkz.Buhari, küsuf,1,13, bedu'l-halki,4, Müslim, küsuf, 6,9,22,28 Ebu davud, istiska,3, Nesai, küsuf,16, İbni mace, ikamet,152. Nitekim z.Muhammed ve ashabının da namazı vaktinde kılamadıkları olmuştur ama onlar için güneş durmamış veya durdurulmamıştır. Herhalde Hz.Muhammed1 ve ashabı o peygamber ve arkadaşları kadar namazlarını önemsiyordu. Onun için bir Peygamber için güneşin durdurulduğu rivayeti doğru değildir, (çeviren)
[205] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/161-162.
[206] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/162-163.
[207] Bkmız, Fethu'l-Bari,8/413
[208] Fethu'l-Bari,8/413
[209] Ka'bulahbar ve Net el-Bikali başla olmak üzere bazı raviler, çok zaman israiliyyat kültürünü islam diye anlattıkları için rivayetleri haklı olarak eleştirilmiştir. Bu kişiler güvenilir bir ravi kabul edilmezler. Nevf el-Bikali, Kabu'l-Ahbar'ın evlatlığıdır ve biri diğerinin bir tür sözcülüğünü yapmıştır. Çoğu rivayetlerini kabul etmek, red etmekten daha sakıncalı olabilir, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/163-164.
[210] Buhari, Enbiya,27,hadis no,3204. (Bu deliller için bakınız: Ahmed Davudoğlu. Sahihi Müslim Tercüme ve Şerhi,5/200-201, Sönmez Neşriyat, İstanbul, 1979. En azından peygamber olduğu görüşü makul ve mantıklı olmakla beraber, ülülazim peygamberlerinden olan Hz. Musa'ya bu kadar tark atan ve doğrudan Allanın yönlendirmesiyle hareket ederek bu şekilde olağanüstü işler yapan birinin melek olması daha uygun ve daha mantıklı gelmektedir. Nitekim Ma'rudi, melek olduğunu söyler. Bkz.Ahmed Davudoğlu, Sahihi Müslim tercüme ve Şerhi, 10/201. çeviren.)
[211] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/165.
[212] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/166.
[213] Tasavvufçuların dindışı bu tür görüşleri ve eleştirisi için bakınız. Prof.Dr.İbrahım Sarmışjasavvuf ve İslam. Ekin Yayınları, istanbul, 3. baskı, (çeviren).
[214] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/166-167.
[215] Bu deliller için bakınız, ibn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye.1/328 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/167-169.
[216] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/169-170.
[217] Tehzibu'l-Esma ve'i-Luğat,1/176-177
[218] ibn Hacer el-Askaiani, ez-Zahru'n-Nadir fi Nebei'l-Hadir,2/203, er-ResaiIu'l-Muniriyye, içinde
[219] el-Bidaye ve'n-Mihsye,1/334 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/170-172.
[220] Enbiya,34
[221] Ali imran, 81
[222] Müslim, FadailiJ's-Sahabe.53,hadis no, 2537
[223] Müslim, aynı yer, hadisno,2538
[224] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/172-175.
[225] Bunlar sufilerdir. (çeviren)
[226] Alusi, Ruhu'l-Maani, 16/330
[227] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/175-176.
[228] Mehayimi, age. 1/451-452
[229] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/176-178.
[230] ismail Hakkı Bursevi, Ruhu'l-Mani,5/270
[231] İsmail Hakkı Bursevi, age.5/272 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/178-179.
[232] Kurtubi, Tefsir, 11/40-41, Özet.
[233] Enbiya,45
[234] eş-Şınkiti, Advau'l-Beyan,4/159,özet.
[235] eş-Şınkiti, age.4/160
[236] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/179-182.
[237] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/182-184.
[238] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/184-187.
[239] Kitabın adı, "Alimlerin ilim tahsili ve zorluklarına katlanmaları" anlamındadır. Yakın zamanda ölen yazarına ve diğer islam alimlerine Allahtan rahmet dileriz.fçeviren],
[240] Nebe,23
[241] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/187-188.
[242] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/188-189.
[243] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/189-190.
[244] Ayette geçen "Ensanîhu" kelimesindeki "Ha" zamirinin zammeli okunması ile ilgili bazı dil açıklamaları yapılmaktadır. Onları vermemeyi uygun gördük, (çeviren).
[245] Araf,201-202
[246] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/190-191.
[247] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/191-192.
[248] Hud,118-119
[249] Bakara, 251
[250] Yazarın bu yorumu ayetlerden uzaklaşma sayılır.Yer yüzünde insanların çatışıp savaşmaya ve birbirlerini yok etmeye devam edeceklerini anlatan başka ayetler vardır. Ancak öyküde geçen ve Hızır'ın işittiği selam karşısında şaşkınlığını anlatan bu ifadelerin yer yüzünde barışın gerçekleşmeyeceği anlamına çekilmesi bize göre yerinde olmamıştır. Herhalde Hızır4ın bu şekilde sorması, o bölgede böyle bir uygulamanın veya geleneğin bulunmadığını gösterir, (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/192-194.
[251] isra,3
[252] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/194.
[253] Mufredat,449
[254] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/195-198.
[255] İsra, 85
[256] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/198-200.
[257] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/200-202.
[258] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/202-204.
[259] Taha, 115
[260] Enam, 100
[261] Böyle bir felaketi görmek için toplumların başında bulunan krallıklara bakmak yeterlidir. Her çeşit güvenlik güçlerini yanına alarak halklarına "Ya ben, ya siz" diyen yönetimler, halklarının başında işte böyle bir felakettir. Fakat Allah insanlara haksızlık yapmadığına göre, demek ki bu halklar, bu krallara layıktır. Nasıl olursanız.öyle yönetilirsiniz! ( çeviren).
[262] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/204-208.
[263] Maide,45
[264] Bu konuda bilgi için Letaif Kuraniyye, kitabımıza bakınız.
[265] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/208-214.
[266] Nisa,9
[267] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/214.216.
[268] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/216-218.
[269] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/218-219.
[270] Mufredat.31
[271] Yusuf,6
[272] YusuMOO
[273] Tevil konusunda geniş bilgi için bakınız, Prof.Dr.Yusuf Işıcık, Kur'anı Anlamada Temel Bir Problem TEVİL, Esra Yayınları, Konya, 1997{Çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/219-220.
[274] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/221.
[275] Şuara,75-83
[276] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/221-224.
[277] Kehf,83-98 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/225-226.
[278] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/226-227.
[279] Muhammed Yusut Hayr, Age.9
[280] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/227-228.
[281] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/229-230.
[282] Fethul-Bari,6/382
[283] Fethur[-Bari,6/382
[284] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/230-231.
[285] Buhari,Enbiya,7.Yecuc ve mecuc bölümü,hadis no,3346. Müslim,Fiten ve Eşratu's-Saa,1, Fiten, Yecuc ve Mecuc şeddinin açılması bölümü, hadis no.2880
[286] Buhari, hadis no,3347,Müslim,hadis no,2881
[287] Buhari,Mukaddime,bab,7,Yecuc ve Mecuc olayı. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/231-232.
[288] Müslim bi Şerht'n-Nevevi.17/2
[289] İbn Hacer,Fethu'l-Bari,13/107
[290] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/232-234.
[291] Hadis kitaplarında Deccal ve onun gibi alâmet türünden sayılan şeylerle ilgili rivayetler çoktur. Sıhhatine inanmadığımız ve çocukları avutmak için anlatılan masallara benzeyen iki sayfadan fazla uzun olan bu rivayeti buraya almadık Merak edenler Müslim. Rten, 20,hadis no,2137 nolu hadisine bakabilirler. Ayrıca Buhari'de de buna benzer rivayetler vardır.Buraya almadığımız rivayet için de bakınız. Buhari,Enbiya,7, hadis no,3348. (çeviren) Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/234.
[292] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/234-235.
[293] Seyid Kutup, Fi Zilali'l-Kur'an,4/2289-2290 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/235-238.
[294] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/238.
[295] Bakınız,Zulkarneyn el-Kaidu'l-Fatih ve'l-Hakimu's-Salih, 248
[296] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/238-239.
[297] Age.84-90
[298] Age.148-162 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/239-240.
[299] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/240-241.
[300] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/241.
[301] Bu savunma "Ölümsüz Müdafaa" adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Ebu'l-Kelam Âzâd, İngilizerin Hindistan'ı işgal etmelerine karşı cihad hareketinin öncülüğünü yapmış ve bundan dolayı ingilizler onu yargılayarak cezalandırmışlardır. Adı geçen savunma, yargılama sırasında yaptığı konuşmadır. İlmi ve ameli ile örnek bir islam alimidir, (çeviren).
[302] Ahmed Hasan Bakori, Ezher hocalarından olup önce ihvanı Muslimin cemaalinın eğitim öğretim eiemanlarındandt. Ateşle imtihanı görünce onlardan ayrıldı ve Cemal Abdunnasır'ın safına geçti ve arkasında kötü anılar bırakarak bu dünyadan ayrıldı, (çeviren)
[303] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/241-242.
[304] Bakınız, Ve Yesefuneke an zilkarneyn.80-85 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/242-243.
[305] Arapların verdikleri ismin ilk harfi arap alfabesinin 20. harfi olan, kâf harfidir.(çev.
[306] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/243-244.
[307] Bakınız, Zulkameyn, Muhammed Yusuf Hayr,218-219,Dr.Htzır'ın kitabından naklen- Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/244-245.
[308] ve Yeseluneke an zılkarneyn.131-132, Muhammed Hayr Yusuf, Zulkarneyn,220 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/245-246.
[309] Ve Yeseluneke an Zilkameyn.132-134. Muhammed Hayr, Zulkarneyn,222-223 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/246-247.
[310] Muhammed Hayr Yusuf, Zulkarneynr333,Kasımı Tefsiri,11/4113?4114ıden naklen.
[311] Muhammed Hayr Yusuf, Age.334,Hi2ir'ın Mefahimu Coğrafiyye,296'dan naklen Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/247.
[312] Muhammed hayr Yusuf,Zulkarneyn,336-338, Hızır'ın Mefahim coğrafiyye'den naklen.
[313] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/248-250.
[314] (Acaba iki boynuzlu anlamında Zulkareyn adı ile anılmasının sebebi bu heykel değil midir? (çeviren.)
[315] Ve Yeseluneke an Zilkarneyn, 101-103, Heykelin resmi için 104. sayfaya bakınız. Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/250-252.
[316] Ve Yeseluneke an Zilkarneyn,121-124 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/252.
[317] Ve Yeseluneke an ZJ!karneyn,139
[318] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/253.
[319] Ve Yeseluneke an zilkarneyn, 142-161 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/254.
[320] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/255.
[321] Kehf,94
[322] Enbiya 96-97
[323] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/255-256.
[324] İbn Manzur,Lisanu'l-Arab,2/207
[325] el-Mufredat,10
[326] ve Yeseluneke an Zilkameyn,163 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/256-258.
[327] ve Yeseluneke an zilkarneyn.164-165
[328] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/258.
[329] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/258-260.
[330] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/261.
[331] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/261-262.
[332] İbnu'l-Esir.el-Kamil fi't-Tarîh, 12/361
[333] ibn Kesir.el-Bidaye ve'n-NJhaye.13/118
[334] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/262-263.
[335] Bu trajedi İle ilgili İbn Kesir'in sözleri için bakınız .el-Bidaye ve'n-Nihaye, 13/200-206. (Bir şair öldürülen ve Dicle nehrine atılan insanların çokluğunu bir beyitte şöyle dile getirmiştir: öldürülüp Dicle nehrine atılanların kanlan o kadar aktı ki nehrin suyunun rengi değişti". Acaba o şair bugün yaşasaydı, sözde demokrasi ve özgürlük getireceklerini söyleyen modern Moğol/ABD'lilerin öldürdükleri insanlar için herhalde "Irak toprakları petrol yerine insan kanı ile boyandı" derdi. Unutulmamalıdır ki eski Moğollar Bağdad'ı yerlebir edip Bermeki vezir İbnu'l-Alkami'nin yardım ve yataklığıyla halifenin gözlerini oyup cadde ve sokaklarda halka teşhir ettikleri gün gerilik ve bozukluklarıyla bu cezayı ne kadar hak etmişlerse, modern Moğol/ABD'lilerin Bağdad'ı ve diğer şehirleri yakıp yıktıkları bugünde de Kürt, Türkmen, Arap, Şii, Sünni, radikal, seküler, diye sözde müslümanlar etnik fırka ve mezheplere bölünmüş, Feliuce ve diğer kentlerde soykırım yapan modern Moğollara da Allavi ve benzerleri yardım ve yataklık etmekledir. Çok büyük ihtimalle eski Moğollar, Hindistan'dan başlayıp islam bölgelerini birer birer yakıp yıkarken diğer müslüman bölgeler bugünkü müslüman diğer bölgeler gibi ellerini oğuşturmaktan veya "çok bozulmuşlardı, onun için bunlar başlarına geldi" veya "onlar şu kavimden, bizler bu kavimdeniz, bizler çıkarlarımıza bakmalıyız, onlardan bize ne!" demekten başka bir şey yapmamışlardır. Aynı örnek Afganistan, Çeçenistan, Filistin ve diğer bölgeler içinde geçerlidir. Çünkü sosyal yasa bütün toplumlar için geçerlidir. "Allatı insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler."(10 Yunus/44), "öncekilere uygulanagelen yasayı görmezler mi? Allah'ın yasasında bir değişiklik bulamazsın. Allah'ın yasasında bir sapma da göremezsin."(35 Fatır/43). (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/263-264.
[336] el-Bidaye ve'n-Nihaye, 13/220-222
[337] el-Bidaye ve'n-Nihaye,13/238-240 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/264-265.
[338] İbnu'l-Esir.ei-Kamil fi't-Tarih,12/358-359
[339] İbnu'l-Esir,age.12/361
[340] el-Kamil, 12/375-376 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/265-268.
[341] Seyyid kutup,Fi Zilali'l-Kur'an,4/2293-2294 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/269-270.
[342] Muhammed Hayr Ramazan,Zull<arneyn,327
[343] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/270-271.
[344] Enbiya,96?97
[345] Halbuki Taberiya/Lut gölünün suyu içilemeyecek kadar tuzlu ve acıdır. Burada anlatılan sahneler, her dönemde olağanüstü kurtarıcı bekleyen israiloğullannın kuruntularını yansıtmaktan başka bir şey değildir, (çeviren).
[346] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/271-273.
[347] Bu saçmalık ve mitolojiler için bakınız. Suyuti,ed-Durru'l-Mensur,5/454-464Jbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye,2/109-113, Muhammed Hayr Yusuf, Zulkarneyn. 294-308,
[348] Buradan itibaren İslamdan sapmış olan Bahailerin Yecuc ve Mecu'la ilgili saçmalıklarını anlatan ve 18 sayfa tutan bir kasetin çözümü verilmektedir. Yazar, bu saçmalıklara insanlartn aldanmaması için uyarmak amacıyla onları verdiğini belirtmektedir.Baştan sona kadar saçmalık, mitoloji, yalan ve iftira olan bu hurafelerle okuyucuları meşgul etmemek için tercümesini vermedik.Arzıı edenler kitabın Arapça orijinaline bakabilirler.S.297-315.Daru'l-Kalem,Birinci baskı.1989, Beyrut-Dımaşk. (çeviren). Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/273-275.
[349] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/275-277.
[350] Enam,6 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/277-279.
[351] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/279-280.
[352] ibn Kesir, Tefsir,3/101 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/280-282.
[353] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/282-283.
[354] Mearic,40
[355] Fi Zilali'l-Kur'an,4/2291
[356] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/283-285.
[357] Nisa,164
[358] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/285-287.
[359] Kehf,87-88
[360] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/287-288.
[361] Her halele yazar uzaktan içinde yaşanılan toplumu tasvir eimekte ve sosyal yapının nasıl felç olduğunu anlatmaktadır. Gerçi islam aleminin her tarafı bir vücudun organları gibi birbirine benziyor. Bir bölgesi için söylenenler diğer bölgeleri içinde geçerli olmaktadır. Çünkü bozulma ne yazık ki yerel veya bölgesel değil, geneldir, (çeviren).
[362] Rahman,60
[363] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/289-291.
[364] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/291-292.
[365] Fi zilali'l-Kur'an.4/2292
[366] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/292-293.
[367] Nemi,7
[368] Kasas,29
[369] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/293-294.
[370] Tıpkı bugünkü islam alemi gibi! Birbirlerine karşı saldırılarını bile önlemekten aciz kalmakta ve kendilerini kurtarıp koruması için ya Batılı ya Doğulu güçlerden yardım istemekte yahut ittifaklara sığınmaktadırlar. Onları kurtarmak ve korumak için gelen bu güçler de hem zalimi, hem mazlumu cezalandırıp ikisinin bütün hayat kaynaklarına el koyar ve sömürmeye devam eder. "Şüphesiz Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar."(Yunus,44). (çeviren).
[371] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/294-297.
[372] Neml.36-37
[373] Ebu Bekr İbnu'l-Arabi. Ahkamu"l-Kur'an,3/1248.Yine bakınız. Muhammed Hayr Yusuf. Zulkarneyn,274-275 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/297-299.
[374] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/299-301.
[375] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/301-302.
[376] Fi Zılali'l-Kurpan,4/2293
[377] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/302-303.
[378] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/304.
[379] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/304-306.
[380] Fi Zilaii'l-Kur'an,4/2293
[381] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/306-307.
[382] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/307-308.
[383] Bakına, ibn Zencele, Huccetu'!-Kıraat,435-436.
[384] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/309-310.
[385] Yöneticinin geçimini sağlamak için devletten yasal ölçülerde maaş veya ücret alması caizdir. Ancak kendi masrafını kendisi karşılayacak durumda olup devletten bir şey almaya gerek görmüyorsa, Zuîkarneyn gibi davranmış olur. (çeviren),
[386] MuhammedYusuf Hayr,Zuîkarneyn,281-283 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/310-311.
[387] Fizilali'l-Kuran,4/2293 Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları, (2.Baskı) Konya 2005: II/312.
[388] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/313-314.
[389] Dr. Salâh Abdülfettah Hâlidî, (Çeviren: Ahmet Sarıkaya), Kur'an Öyküleri, Kitap Dünyası Yayınları,
(2.Baskı) Konya 2005: II/315-316.