2- KUR'AN'DAKİ KISSALARIN GAYE VE HEDEFLERİ 2

1- Giriş. 2

2- Peygamberi Teselli Etmek. 2

3- İnsanları Düşündürmek Ve İbret Almalarını Sağlamak. 4

a. Anahatlarıyla Kıssaların İhtiva Ettikleri Konular 4

b. Kıssalarda Toplumsal Kurallar 6

b1. Her Topluma Peygamber Gönderilmiştir 6

b2. Peygamberlerin Hepsi Sihirbaz Veya Deli Olmakla İtham Edilmişlerdir 6

b3. Peygamberlere Karşı Çıkanlar Ya Gelenekçi Mukallidler Ya Da Şımarık Zenginler ve Makam Sahipleridir 7

b4. Şımarık Zenginler ve Makam Sahipleri 7

b5. Her Toplumun Bir Eceli Vardır 8

c. Geçmiş Toplumların Helak Çeşitleri 10

c1- Bir Değerlendirme ve Yorum.. 10

c2- Yahudilerin Sapmaları 10

c3- Hıristiyanların Sapması 11

4- Eğitim Açısından Kur'an Kıssaları 12

a- Akla Hitap Eden Kıssalara Misaller: 12

b- Kalbe Hitap Eden Kıssalara Misaller: 13

5- Kur'an Kıssalarının Tekrarı 15

a. Tekrarın Sebebi 15

b. Tekrarlarda Çelişki Var mıdır?. 16


2- KUR'AN'DAKİ KISSALARIN GAYE VE HEDEFLERİ

 

1- Giriş

 

Tabiat kanunları nasıl genel-geçer kanunlar ise top­lumsal kanunlar da öyledir. Hatta toplumsal kanunlar daha genel-geçerdir. Ne var ki toplumsal kanunları tesbit o kadar kolay bir şey değildir. Sebeplerle sonuçlar arasındaki ilişki daha karmaşıktır.

Kur'an-ı Kerim, değişik ayetlerde toplumsal kanun­ların bu özelliğini vurgulamaktadır. Mesela Hicretten önce inen ayetlerde müşriklere şu toplumsal kanun hatırlatılmıştır: Şayet Peygamber Muhammed (s)'i yur­dundan çıkaracak olurlarsa, kendi akibetlerini hazırla­mış olacaklardır:

“Onlar seni yurdundan çıkarmak için neredeyse dünyayı başına dar getireceler. O takdirde, senin ardından kendileri de fazla kalamazlar. Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki kanun (da budur). Bizim kanunumuzda hiç bir değişiklik bulamaz­sın.”[1]

Nitekim peygamberin hicretinden sonra müşrikler ancak on sene dayanabilmişlerdir.

Toplumların da fertler gibi ecelleri vardır, müddet­lerini doldurduklarında ya helak olur ya da hakimiyetle­rini yitirir, tarihe karışırlar. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye alabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler.”[2]

Nasıl ferdin ecelinin gelmesine bedeni arızalar sebep teşkil ediyorsa, toplumların ecellerinin gelmesine de inanç ve ahlak arızaları sebep olur.

Ayetin tefsirinde Taberi (öl. 310/922) şöyle demekte­dir:

Yüce Allah bu ayette, bir kötülük işlediklerinde “Biz babalarımızı bu iş üzere bulduk, ayrıca Allah da bize bunu emretmişti.” diyen müşrikleri, bu yalanların­dan, kendisine ortak koşma konusundaki ısrarlarından ve küfür üzere devam etmelerinden dolayı onları ceza­landıracağına dair tehdit etmekte ve kendilerinden önceki milletlerden onlara benzer olanların durumunu onlara hatırlatmaktadır. Allah'ın elçisini yalanlayan, öğütlerini reddeden ve Allah'tan ard arda gelen delillere rağmen O'na ortak koşmaya devam eden toplulukların cezalandırılmalarının vakti gelmiştir.[3]

Bu ayetten ve bundan önceki;

 “De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere zulmet­meyi, hakkında hiç bir delil indirilmeyen bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”[4]

ayetinden toplumların ecellerinin inanç ve ahlaki davranışları ilgilendiren bir husus olduğu anlaşılmaktadır. Son naklettiğimiz ayette, 'bilgisizce Allah hakkında konuşmak ve kötülüklerden gizli olanların unsurları dikkat çekicidir. Demek ki toplumların ecellerinin gelmesi için ahlak dışı davranışları­nın yanı sıra inanç ve kalplerinde gizlediklerinin de önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Kıssalar bu toplumsal kanunları gözlerimizin önüne serer. Belki bunlar soyut olarak da ani atılabilirdi. Ancak onların bir kıssa çerçevesinde toplumlara uygu­lanmış olarak anlatılmaları, hem daha etkili ve hem de insan zihnine yerleşmesi bakımından daha kalıcıdır. Bir Lut kavmi, bir Ad ve Semud kavmi niçin helak olmuştur? Toplumların gerileme ve ilerleme sebepleri nelerdir? Bütün bu hususlar kıssalarda uygulamalı olarak anlatıl­maktadır. Peygamberler mesajlarını toplumlarına nasıl iletmişler? Mesajlarını iletirken ne gibi zorluklarla kar­şılaşmışlar? İnanmayanların onlara itirazları nelerdi? Bütün bunlar kıssalarda işlenen konulardır.

Günümüzdeki toplumların sosyal yapılarında bir takım değişiklikler olmuşsa da insan aynı insandır. Meselelere bakışı, hayat felsefesi gibi temel konularda pek değişiklik yoktur. Bugünkü münkirlerin ruh yapı­ları ve hayat felsefeleri, dünkü münkirlerinkinin aynı­dır. İnsanların ruh yapıları ve hayat felsefeleri de birbir­lerinin aynıdır.

İnananların kendilerine örnek alacakları kişiler, hiç şüphesiz peygamberler ve onlara tabi olanlardır. O halde onların mücadelelerini, hayata bakışlarını, meseleler karşısında takındıkları tavırları öğrenmeleri önemli bir husustur ve bütün bunlar genellikle bu kıssalarda dile getirilmiştir.

Kur'an-ı Kerim, naklettiği kıssaların gayelerini iki ana maddede özetlemektedir:

a) Peygamberi teselli etmek ve onun irade ve azmini bilemek.

b) İnsanları düşündürmek ve ibret almalarını sağla­mak. [5]

 

2- Peygamberi Teselli Etmek

 

Hakka davet, meşakkatli bir yoldur. Bütün peygam­berler bu yolda çeşitli zorluklarla karşılaşmışlardır. Pey­gamberimiz de muarızlarının alay ve saldırılarına işkence ve komplolarına maruz kalmıştır. Muarızları kendisinden peygamber olduğuna dair delil üstüne delil istiyor, delillerle karşılaştıklarında da kabul etmedikleri gibi onu alaya alıyorlardı. Bu alayları ve delillere aldırış etmemeleri Peygamber (s)'i bazen öyle üzüyordu ki, ken­disine inen vahiyden bazı bölümleri onlara tebliğ etme­meyi düşündüğü oluyordu.[6] Yüce Allah bu hususu şöyle dile getirmektedir:

 “Belki sen: 'Ona bir hazine indiril­meli veya beraberinde bir melek gelmeli değil miydi?' demelerinden ötürü, sana vahyolanın bir kısmını (duyurmayı) terk edeceksin ve bunu onlara okumaktan göğsün daralacak (sıkılacaksın); ama sen sadece bir uyarıcısın (böyle sözlere aldırma), her şeye vekil Allah'tır.”[7]

Peygamber (s)'in bu anlamdaki üzüntüsü bir çok ayette anlatılmaktadır: “Biliyoruz, onların dedikleri elbette seni üzüyor, hakikatte onlar seni yalanlamıyor­lar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkar ediyorlar. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlanmıştı. Yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine sabrettiler, nihayet onlara yardımımız yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek kimse yok­tur.”[8]

“Her halde sen, onlar bu söze inanmıyorlar diye üzüntüden neredeyse kendini helak edeceksin!”[9]

Yüce Allah, Önceki peygamberlerin kıssalarını indi­rerek, onların da aynı problemlerle karşılaştıklarını anlatmakta, peygamberine teselli vermekte, azmini güç­lendirmektedir: “Peygamberlerin haberlerinden senin kalbini sağlamlaştıracak her şeyi anlatıyoruz. Bunda sana hak, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiş­tir.”[10]

Geçmiş peygamberlerin kıssalarında anlatılanlar, Peygamber (s)'i derinden etkilemiştir. Kendisinden riva­yet edilen hadislerde bunu açıkça müşahade ediyoruz. Buhari'nin naklettiği bir hadiste şöyle denilmektedir:

Rasulullah (s) bir defasında ganimetleri taksim ettikten sonra biri (itiraz ederek): Allah'a yemin ederim ki bu, Allah'ın rızası gözetilmeyen bir dağıtımdır, dedi. Adamın böyle dediği Peygamber (s)'e ulaştırıldığında Peygamber (s)'in rengi attı ve çok kızdı, sonra şöyle buyurdu:

"Allah ve Rasulü adalet etmezse kim eder? Allah Musa'ya rahmet etsin, o, bundan daha ağır sözlerle eleş­tirildi de sabretti (ve böyle küstahları cezalandır­madı)."[11]

Başka bir rivayette de şöyle denilmektedir:

Mekke fethedildiğinde Kabe putlardan temizlendi. Kureyşliler Mescid-i Haram'a dolarak kendilerine ne yapılacağını bekliyorlardı. Rasulullah (s) bir konuşma yaptıktan sonra kendisine olmadık eziyyetler çektiren ve ön safta yer alan Ebu Süfyan gibi Kureyş sergerdelerini çok manalı bir bakışla bir müddet gözden geçirdi ve mazi­nin bu düşman kitlesine karşı:

Ey Kureyş cemaati! Şimdi size ne muamele edece­ğim sanırsınız? diye sordu. Onun ne derece merhametli ve alicenab biri olduğunu biliyorlardı. Hep bir ağızdan:

İyilik umarız, sen değerli bir kardeş ve alicenab bir kardeşin oğlusun, dediler. Bunun üzerine Rasululah (s) şöyle buyurdu:

Yusuf un kardeşlerine dediği gibi ben de size: Artık bugün geçmişte yaptıklarınızdan dolayı size bir kınama ve ceza yoktur, derim, haydi gidiniz, serbestsiniz, buyurdu.[12]

Haddizatında Peygamberimiz (s)'in başından geçen hadiselerin benzerleri önceki peygamberlerin de başın­dan geçmiştir. Mesela Hz. Nuh hakkında anlatılan şu hususlar, Peygamberimiz (s)'in durumuna ne kadar da benziyor:

“Andolsun biz Nuh'u da kavmine gönderdik: 'Ben sizin için (kurtuluş yolunu) açık(ça gösteren) bir uyarıcı­yım. Yalnız Allah'a tapın. Cidden ben, sizin, acı bir günün azabına uğramanızdan korkuyorum'(dedi). Kav­minden ileri gelen inkarcı grup dedi ki: 'Biz seni de bizim gibi insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz, aksine sizi yalancı görüyoruz!'

Dedi ki: 'Ey kavmim, bakın, ya ben Rabbimden bir delil üzerinde isem ve (O), kendi katından bana bir rah­met vermiş de, o (rahmet) sizin gözlerinizden gizli bıra­kılmış ise? Şimdi siz onu istemezken, biz sizi o (Tanrı rahmeti)ne zorla mı sokacağız?

Ey kavmim! Buna karşı ben sizden bir mal istemiyo­rum, benim ücretim Allah'a aittir. Ve (siz istemiyor, hor görüyorsunuz diye) ben, inananları (yanımdan) kovacak değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır (kur­tuluşa ereceklerdir. Ben onları nasıl kovarım)? Fakat ben sizi, cahillik eden bir kavim görüyorum. Ey kavmim, ben onları kovarsam, Allah'a karşı beni kim savunur? Düşünmüyor musunuz? Ben size: Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben mele­ğim de demiyorum. Sizin gözlerinizin hor gördüğü kim­seler için Allah onlara bir hayır vermeyecek de demiyo­rum. Allah, onların içlerinde olanı daha iyi bilir. (Böyle bir şey yaparsam) o takdirde ben, mutlaka zalimlerden olurum.'

Dediler ki: 'Ey Nuh, bizimle mücadele ettin. Hem bizimle mücadelede çok ileri gittin. Eğer doğrulardan isen haydi bizi tehdit ettiğin şeyi bize getir!'

Dedi: 'Onu, ancak Allah dilerse size getirir; siz engel olamazsınız. Eğer Allah sizi azdırmak dilemişse, ben size nasihat da etmek istesem, nasihatim size fayda ver­mez. Rabbiniz O'dur ve siz O'na döndürüleceksiniz.“[13]

Hz. Nuh'a yapılan bu itirazlar aynıyla peygamberi­mize de yapılmıştır.

Hz. Nuh'a itiraz edenler de, kavminin ileri gelenleri idi, peygamberimize itiraz edenler de. Haddizatında bütün peygamberlere itirazlar hep bu kesimden gelmiş­tir.

Hz. Nuh da hak yola çağırırken kavminden maddi herhangi bir karşılık beklemediği gibi peygamberimiz de beklemiyordu. Aynı şekilde diğer peygamberler de bekle­miyor ve bunu kavimlerine açıkça ifade ediyorlardı.

Hz. Nuh ve diğer peygamberler gibi peygamberimiz de Allah'ın bir kulu ve elçisi olduğunu, Allah'ın emirlerine itaat ettiğini, sadece Allah'ın yetkisinde bulunan hususlarda hiç bir yetkisinin bulunmadığını söylü­yordu.

Ama Hz. Nuh'un kavmi kendisine nasıl karşı çıktılarsa, getirdiği bütün delillere ve kavminin iyiliğini tüm samimiyetiyle istemesine, mesaisini buna harcamasına rağmen kavminin ileri gelenleri, ona karşı çıkmakla da yetinmiyor, üstelik onunla alay ediyorlardı.

Kıssalar, Peygamber (s)'i teselli etmeyi ve iradesini takviye etmeyi amaçladıkları gibi peygamberliğini isbat hususunda da önemli bir görev yüklenmişlerdir. Nite­kim İbnu Abbas'tan nakledilen bir rivayette şöyle denil­mektedir: Kureyş, en-Nadr b. el-Haris, Ukbe b. Ebi Muayt ve başkalarını Medine'deki yahudi alimlere gön­derdiler. Onlara dediler ki: Muhammed'i onlara sorun; vasıflarını onlara anlatın, ileri sürdüğü şeyleri onlara söyleyin. Çünkü onlar Kitap Ehli'dir, peygamberler hak­kında bilgi sahibidirler.

Bu elçiler gidip o yahudi alimlerine danıştıklarında o yahudi alimler, onlara şu yolu gösterdiler: Üç şeyi ona sorun, eğer size cevap verecek olursa, bilin ki gönderilmiş bir peygamberdir. Cevap vermezse, bu takdirde yalancı­nın biridir.

Sormalarını önerdikleri hususlar, Ashab-ı Kehf ve Zulkarneyn kıssaları ile ruh konusudur. Bu kıssaların iniş sebebinin bu olduğu rivayetlerde belirtilmektedir.[14] Hz. Nuh ile ilgili kıssadan sonra da şöyle buyurulmaktadır: “(Ey Muhammed!) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Ne sen, ne de kavmin, daha önce bun­ları bilmiyordunuz. O halde sabret, sonuç müttakilerindir.”[15]

Rasulullah (s)'ı teselli eden kıssalar aynı zamanda imanları nedeniyle kovulmaya, sıkıntıya ve baskıya maruz kalan müminleri de teselli eder. Onlara geçmiş milletlerin kıssaları anlatılarak kendilerinden önce de çeşitli işkence ve azap türlerine düçar kalan, sonra inançları doğrultusunda sabreden müminler bulunduğu belirtilmiş olur. Ve yine onlara ya Allah'ın takdiriyle dünya hayatında zafer kazanacakları veya karşıtlarının ahirette en acıklı ceza ile cezalandırılarak akıbette yine kendilerinin karlı çıkacakları haber verilmiş olur.[16]

 

3- İnsanları Düşündürmek Ve İbret Almalarını Sağlamak

 

Kıssaların hedeflerinden birinin de, insanların bu kıssalar üzerinde düşünmeleri ve ibret almaları olduğu Kur'an'da sarahaten ifade edilmektedir.

Düşünmek, olaylardan ve çevreden ibret almak, Kur'an'ın bir emridir. Hayatın anlam kazanması, ancak üzerinde düşünülmesiyle mümkündür. Düşünmek, insanı hayvanlardan ayıran en Önemli özelliktir. Akıl nimetinin şükrü, onu kullanmakla, düşünme ameliye­sinde bulunmakla gerçekleşir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki (kendilerinden önce mahvolanların yerlerini görsünler de) düşünecekleri kalpleri, işitecek­leri kulakları olsun (akılları başlarına gelsin, hak sözünü işitsinler). Zira gözler kör olmaz (çünkü gözlerin körlüğü, geçici bir görme yetersizliğidir); fakat (asıl) göğüslerdeki kalpler kör olur.”[17]

“Elbette bunda işaretten anlayanlara nice ibretler vardır.”[18]

Bu ayetler, Hz. Lut'un kavminin kıssaları anlatıl­dıktan sonra zikredilmektedir. Hz. Yusuf kıssası anlatıl­dıktan sonra da şöyle buyurulmaktadır:

“Elbette onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır.”[19]

Kıssaların gaye ve hedefleri, kendilerinden ibret alı­nacak yönler kadar çoktur. Başka bir ifadeyle, kıssaların maksat ve gayelerinin neler olabileceği, üzerinde düşün­memiz ve kendilerinden ibret almamız emredilen bu kıs­saların muhtevasıyla ilgili bir husustur. Bu nedenle anahatlarıyla da olsa bu kıssaların ne gibi konuları ihtiva ettiklerini anlatmakta yarar vardır. [20]

 

a. Anahatlarıyla Kıssaların İhtiva Ettikleri Konular

 

Hayat, bir bakıma çatışmadır, varlığını devam ettirme ve kendini kabul ettirme kavgasıdır.

Kur’an kıssaları, her ne kadar geçmiş konuları ele alıyorlarsa da onlarla kastedilen hedef, geçmiş hakkında sadece bilgi edinmek değil, bu olaylardan ibret ve öğüt almaktır. Bu nedenle onlar iyilik ve kötülüğün çatışma­sını konu edinirler. Bu çatışmada iyilerin duygu ve düşüncelerinin yanı sıra kötülerin duygu ve düşüncele­rini de yansıtırlar.

İyilik haktır, kötülük ise batıldır. Hak, sağlam temellere dayanır, buna karşılık batıl, iftira ve bühtan­dır, sağlam temellere dayanmaz. Bu nedenle sonuçta zafer hakkındır. Batılın akibeti ise hüsrandır. “Hayır, biz hakkı batılın üzerine atarız da o onun beynini parça­lar, derhal (batılın) canı çıkar.”[21] “De ki: 'Hak geldi, batıl zail oldu; zaten batıl yok olmağa mahkumdur.”[22]

Hakkın galip geleceği inancı, müminlerin hayata olumlu bakmalarını sağlar. İnanmış kişi böylece selbilikten ve hayata karamsar bakmaktan kurtulmuş olur. Böyle bir bakış açısına sahip olan kişi için dünya hayatı bir zindan; bir an önce son bulması istenen bir hapishane değildir. İşte Hz. Yakub (a), ciğerparesi Yusuf un kurtlar tarafından parçalandığı kendisine haber verildiğinde şöyle demiştir: “Artık (benim yapacağım iş) güzelce sab­retmektir. (Bu) dediğinize (dayanmak için) ancak Allah'tan yardım istenir.”[23]

Günler, yıllar geçer, ikinci oğlunu da kaybeder. O oğlu da Yusuf gibi diğer kardeşleriyle evden çıkmış ve onlar sebebiyle kaybolmuştur. Hz. Yakub, bu musibet karşısında da aynı tavrı takınmıştır: “Artık bana güzelce sabretmek düşüyor. Belki de Allah, onların hepsini bana getirir. Çünkü O, bilendir, her şeyi hikmetle (yerli yerince) yapandır.”[24]

Hz. Yakub (a), çocuklarına da şu öğüdü vermekten geri kalmaz: “Ey oğullarım, gidin, Yusuf u ve kardeşini araştırın, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira kafir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kes­mez.”[25] Mümin, içinde bulunduğu şartlar ne olursa olsun Allah'ın rahmetinden ümit kesmez.

Ancak hakkın galip gelmesi için mücadele uzun bir süre alabilir. Nitekim Hz. Nuh (a) 950 yıl boyunca (29/14) mücadele etmiş ve nihayet kendisiyle ona inananlar gemiye binerek kurtulmuş, diğerleri suda helak olup boğulmuşlardır.

Geçmiş peygamberler döneminde iyilik ve kötülü­ğün çatışması sonucunda hakkın galibiyeti normal yol­larla sağlanmadığı takdirde inananlara gönderilen gaybi yardımlar sayesinde karşı taraf tabiat felaketle­rinden biriyle helak olmuştur. Ancak karşı tarafın böyle bir akıbeti hakketmeleri için inanan tarafın inancında sebat göstermesi, tebliğ görevini de hakkıyla yerine getirmesi gerekir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 “Bizim helak ettiğimiz her ülkenin mutlaka uyarıcı­ları vardı. (Onlar) ihtar (ederler, gidişlerinin nereye varacağını hatırlatırlardı). Biz zulmetmiş değiliz.” [26]

“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını cennet kendilerinin olmak üzere satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah üze­rinde bir borçtur. Gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de, gerek Kur’an’da (Allah, yolunda çarpışanlara cennet verece­ğini vadetmiştir). Allah'tan daha çok ahdini yerine geti­ren kim olabilir? O halde O'nunla yaptığınız bu alışveri­şinizden ötürü sevinin. Gerçekten bu, büyük başarı­dır.”[27] “Ey Peygamber! Müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, (onlar) iki yüz kafiri yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar), kafirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü o kafirler, anlamaz bir topluluktur.”[28]

Gaybi yardım, ancak can ve malın fiilen feda edil­mesi durumunda olur.

Ayrıca tebliğ, savaş şeklindeki cihaddan önce gelir. Tebliğden sonra fikri mücadele sozkonusu olabilir. Kur'an kıssalarının büyük bölümü, peygamber kıssala­rıdır. Peygamberlerin ilk görevleri ise tebliğdir. O halde Kur'an kıssalarının temel konusu, tebliğ ve tebliğin metodlarıdır. İbret alınacak hususların başında bu mesele gelmektedir.

Toplumu oluşturan fertler, değişik toplumsal konumlara sahiptirler. Karakter olarak da birbirlerin­den farklılık arzederler. Her fert Kur'an kıssalarında kendi konumuna ve karakterine uygun bir iyilik örneğini müşahade edebilme imkanına sahiptir. Bir peygam­berin şahsında kendi konum ve karakterine uygun bir örnek bulabilir, onu kendine rehber edinir. Mesela çocuklarını yitiren Hz. Yakub'un sabrını, hastalıklara mübtela olan Hz. Eyyüb'ün sabrını, dünya nimetlerine ve hükümranlığına sahip olan Hz. Davud ve Süley­man'ın şükrünü, zalim hükümdara karşı savaşan Hz. Musa'nın mücadelesini, dinden tamamen uzaklaşmış cahil bir toplumda mücadele eden, mücadelesine sıfır­dan başlayıp sıkıntı ve problemlerle karşılaştıktan sonra devletini kurarak devlet başkanlığını üstlenen Hz. Muhammed (s)'in mücadelesini, sabrını ve şükrünü ken­dine rehber edinir. Herhalde bu yönlerden hayatı çeşitli­lik arzeden peygamberlerin başında Muhammed (s) gel­mektedir. Bu nedenle o, her konumdaki insana bir Örnek­tir.

Kıssalar -daha önce de dikkat çektiğimiz gibi- iyi insanların duygu, düşünce ve davranışlarını gözlerimi­zin önüne serdiği gibi sapıtanların, makam ve servetleriyle gururlanıp aldananların da durumlarını, duygu ve düşüncelerini gözlerimizin önüne sererler, onların psi­kolojik yapılarını anlatırlar. Böylece bu kıssaları yakın­dan tanıyan, insanı da yakından tanımış olur.

Kur'an kıssaları, peygamberlerle karşıtları arasın­daki mücadeleden bahsederken bu arada genel geçer toplumsal kurallara da temas ederler. Bir topluluğa gön­derilen peygamberin, o topluluktan biri olduğu, onların dilini konuştuğu, her toplumun/ümmetin ecelinin bulun­duğu vs.

Şimdi de bu toplumsal kurallardan bazısını göre­lim. [29]

 

b. Kıssalarda Toplumsal Kurallar

 

b1. Her Topluma Peygamber Gönderilmiştir

 

Toplumların ilahi mesajlar karşısında sorumlu olmaları ancak kendilerine bir peygamberin gelmesiyle olur.

“Biz, elçi göndermedikçe (hiç bir kavme) azab ede­cek değiliz.”[30]

Ayrıca her topluma da bir peygamber gön­derilmiştir:

“Andolsun ki biz, 'Allah'a kulluk edin ve tağuttan sakının' diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik.”[31]

Bununla birlikte ara dönemler de olmuştur. İşte bu ara dönemlere fetret denir. Fetret devrini, bir zaman dilimi şeklinde anlamaktan çok, toplum veya fertleri çev­releyen şartlar olarak anlamalıyız. A bölgesinde yaşayan biri fetret dönemini yaşarken, B yöresinde yaşayan için fetret sözkonusu olmayabilir. Kişi ya da toplumlar için fetret döneminin son bulması, peygamberlerin mucizesiyle karşılaşmaları durumunda söz konusu olur. Kişile­rin veya toplumların sorumlu olmaları, mucize ile karşı­laşmalarından itibaren başlar.

Peygamberlerin mucizeleri, toplumların bilgi alan­larına hitap eder. Toplum neye ilgi duyuyorsa, mucize o hususu içerir.

Geçmiş peygamberlerin mucizeleri, hissi mucizeler nevindendi. Tabiat kanunları dediğimiz kainatta genelgeçer kanunların bir an için işlememesi şeklindeydi. Bu nedenle belli bir zaman ve mekanla kayıtlı idiler. Oysa peygamberimizin mucizesi Kur'an'dır ve belli bir zaman ya da mekanla kayıtlı değildir. Kur'an'ın mesajıyla karşı karşıya gelen her kişi veya toplum, mucizeyle karşılaş­mış demektir. İslam'ın tebliği açısından bu husus gözardı edilmemelidir. İnsanların mucize ile karşı karşıya gelmeleri için onlara Kur'an'ın tebliğ edilmesi, Kur'an'la yüz yüze getirilmeleri gerekir.

Toplumsal kurallar açısından şu hususu da gün­deme getirmekte yarar vardır. Mucizeyle karşı karşıya gelen toplumlar tefrikaya düşer, bölünürler. Çünkü bir kısmı mucize karşısında iman edecek, bir kısmı da redde­decektir. Bu, kaçınılmaz bir kanundur. Yüce Allah buna işaretle şöyle demektedir:

“Onlar kendilerine ilim gel­dikten sonra sadece aralarındaki çekememezlikten dolayı ayrılığa düştüler.”[32] “Kendilerine kitap verilenler ancak o açık delil kendilerine geldikten sonra tefrikaya düştüler.”[33]

Yine şöyle buyurmaktadır:

“İnsanlar bir tek ümmet idi. Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarı­cılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa düştükleri konu­larda insanlar arasında hükmetsin diye o peygamber­lerle beraber gerçekleri içide taşıyan kitap indirdi. Oysa kendilerine kitap verilmiş olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan ötürü o (kitap hakkı)nda anlaşmazlığa düştü(ler).”[34]

 

b2. Peygamberlerin Hepsi Sihirbaz Veya Deli Olmakla İtham Edilmişlerdir

 

Yüce Allah bu hususa işaret ederek şöyle buyur­maktadır:

“İşte böyle, onlardan önce de ne kadar peygamber geldiyse mutlaka: 'Büyücü veya deli' dediler.”[35]

Peygamberleri büyücü olarak itham etmeleri, şu iki ihtimalden dolayı olabilir:

Her peygamber, peygamberliğini isbat sadedinde mucize ile teyid edilmiştir. Bilindiği gibi mucize, hariku­lade bir olaydır. Şekil bakımından büyüye benzer.

İkinci ihtimal, peygamberlerin, toplumun bir kesi­mini etkilemeleridir. Onlara inananlar öyle etkileniyor ki, daha Önceki hayatlarından tamamen uzaklaşarak yeni bir şekil alıyorlar. Değişik bir insan oluyorlar. Mün­kirler, bazen akıl erdiremedikleri için bazen de başkala­rının peygamberlerden etkilenmesini önlemek için onları büyücü olmakla itham ederek işin içinden çık­maya çalışırlar.

Delilikle itham edilmelerine gelince, insanlar genel­likle kendilerinden farklı düşünen, daha açık bir ifadeyle topluma hakim genel-geçer kurallara ters düşen kişileri deli olmakla nitelerler. Zaten peygamberler de, ihtiyaç duyulan, yani insanların hak dinden uzaklaşıp batıl anlayışların kurumlaştığı ve toplum tarafından kabul gördüğü ortamlarda gönderilmişlerdir. Buna göre top­luma hakim genel-geçer kurallara ters düşmeleri tabii­dir. [36]

 

b3. Peygamberlere Karşı Çıkanlar Ya Gelenekçi Mukallidler Ya Da Şımarık Zenginler ve Makam Sahipleridir

 

Toplumların da, fertlerin de dinamik bir yapıya kavuşmaları, kör taklitçilikten kurtulmalarıyla müm­kündür. Geleneklere körü körüne bağlılık, toplumla­rın/fertlerin değişime uğramalarına önemli bir engeldir. Bu gibi kimseler, peygamberin kendilerine tebliğ ettikle­rini değerlendirecekleri yerde, üzerinde bulundukları, inanç ve prensiplere uymadığı gerekçesiyle reddederler. Onların bu tavırları, meseleleri akli değerlendirmeye tabi tutmamaları sebebiyledir.[37] Kurumlaşmış katı kurallara mahkum toplumlar, aynı şekilde peygamber­lerin mesajlarını ihya etmek için çaba harcayan ıslahat­çıları dışlarlar.

Yüce Allah şöyle buyumaktadır:

“İşte böyle, senden Önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları: 'Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız' dediler.”[38]

Bu ayet, genel bir kuralı dile getirmektedir. Bazı peygamberlerin kıssalarında da bu husus dile getirilmiş­tir. Hz. İbrahim, kavmini hak dine davet ederken dave­tini kabul etmeyenler şöyle demişlerdir:

“Babalarımızı onlara (putlara) tapar bulduk (da onun için onlara tapı­yoruz).' dediler,”[39]

Hz. Musa ve Harun'a da kavimleri şöyle demişlerdi:

“Sen bizi, bahalarımızı üzerinde bul­duğumuz şeyden çeviriyorsun.”[40]

Peygamberimiz Muhammed (s)'in çağrışma uyma­yanlar da aynı şekilde şöyle demişlerdir:

“Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter.”[41]

Başka bir ayette de şöyle Duyurulmaktadır:

“Hayır. (Ne bilgileri var, ne de kitapları.) Sadece: 'Biz babalarımızı bu yol üzerinde bul­duk, biz de onların izinden gidiyoruz.' dediler.”[42]

Bazı toplumlarda dini emir ve tebligat zamanla yan­lış algılanır, üzerinde bulundukları çizgiden sapmalara uğrar ve bu sapmış şekilleriyle toplumun geleneği halini alırlar. Bu duruma düşmüş toplumlar, katı gelenekçi bir tavir sergilerler. Mevcut statüyü hem din adına ve hem de gelenek adına savunurlar. Hatta o toplumun mensup olduğu din mücedditleri bu toplumlar tarafından dışla­nır ve dini yıkmakla, bid'atçı olmakla suçlanırlar. [43]

 

b4. Şımarık Zenginler ve Makam Sahipleri

 

Zenginler ve makam sahipleri, toplumun mevcut yapısının değişmesine karşı çıkarlar. Çünkü toplumun yapısında olabilecek herhangi bir değişiklik onların mevcut konumlarına zarar verebilir. Ancak peygamber­lere karşı çıkarken asıl gayelerini açıkça ifade etmez, dolaylı yollara başvururlar. Ayrıca bu kesime mensup olanlar kendilerini daima diğer insanlardan üstün; daha zeki ve becerikli görürler.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şımarık yetişmiş zen­gin kesimin hak davaya karşı çıkışlarının genel bir kural olduğunu belirtmektedir:

“Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklı şımarmış kimse­leri: 'Biz, sizin gönderildiğiniz şeyi inkar ediyoruz' dedi­ler.”[44]

Yüce Allah, bu genel kuralı zikretmekle yetinmez, kıssalarda değişik peygamberlere karşı bu kesimin takındığı tavrı tekrar tekrar gündeme getirir. Mesela Hz. Nuh kıssasında şöyle buyurulmaktadır:

“Kavmin­den ileri gelen inkarcı grup dedi ki: 'Biz seni de bizim gibi insan görüyoruz ve sana bizim basit görüşlü ayak takım­larımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz. Sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz; aksine, sizi yalancı sayıyoruz.“[45]

Hz. Salih kıssasında şöyle buyurulmaktadır:

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler, içle­rinden zayıf görülen insanlara: 'Siz, dediler, Salih'in gerçekten Rabbi tarafından gönderildiğini biliyor musu­nuz?' (Onlar da): (Evet), doğrusu biz onunla gönderilene inananlarız!' dediler. Büyüklük taslayanlar: 'Biz, sizin inandığınızı inkar edenleriz' dediler.”[46]

Hz. Şuayb kıssasında da şöyle buyurulmaktadır:

“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler dediler ki: 'Ey Şuayb, ya mutlaka seni ve seninle beraber inananları kentimizden çıkarırız, ya da dininizden dönersiniz.”[47]

Hz. Muhammed (s)'e de bu kesimin takındığı tavır aynıdır. Müşriklerin ileri gelenleri, inananları küçümse­yerek: “Bu iş bir hayır olsaydı, onlar bizi geçemez­lerdi.”[48] demişlerdir.

Bu kesim, ayetlerden de anlaşıldığı gibi aynı zamanda gelenekçi bir tavır da sergiliyorlardı. Kur'an-ı Kerim'de bu hususa da dikkat çekilmektedir:

“İşte böyle, senden önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek mutlaka oranın varlıklıları: 'Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, biz de izlerine uyarız' dediler. 'Ben size, babalarınızı, üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğ­rusunu getirmiş olsam da (yine babalarınızın yolunu) mu (tutacaksınız)?' dedi. Dediler ki: 'Doğrusu biz seninle gönderileni tanımıyoruz.“[49]

Takındığı bu tavır sebebiyle de bazen yalnız kendi­lerinin değil, bulundukları toplumun tamamını helake sürükler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Biz bir ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklıla­rına emrederiz, orada fısk yaparlar (kötü arzularının peşinde koşarlar), böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hak­kındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz.”[50]

Ayetten de anlaşıldığı gibi toplumda çözülme toplu­mun zirvesinden başlar. İdarecilerle serveti ellerinde tutanlar, ahlaki çözülmeye uğradıklarında bu durum yavaş yavaş toplumun diğer kesimlerine de sirayet eder. Ama bu ahlaki çözülmeye toplumdan tepki gelirse durum değişir. Gösterilen tepki yeterli bir düzeye erişti­ğinde o toplum yok olmaktan kurtulur. Bu konuda yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Sizden önceki asırlarda yeryüzünde insanları bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimselerin bulunması gerekli idi. (Eğer bu kimseler o toplumlarda bulunsaydı o toplumları kurtarırdık.)[51] Fakat onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır. Zulmedenler ise, kendilerine verilen refa­hın peşine düştüler. Zaten günahkar idiler. Halkı ısla­hatçı olduğu halde Rabbin bir haksızlık ile memleketleri (yıkıp) helak etmez.”[52]

Ancak her zengini 'şımarık zenginler' sınıfına sok­mamak gerekir. Mal çokluğu şımarıklığın sebeplerinden biridir, ama her zengin şımarık değildir. Her dönemde hak davayı kabullenen, hatta kabullenenlerin ilki olma şerefine nail olanları da vardır. Bunlar arasında Hz. Musa'ya inanan Firavun'un karısı [53] ile Firavun'un saray eşrafından olan mümin kişiyi,[54] halkını tehlikeye sokma­mak konusunda özen gösteren ve neticede Hz. Süley­man'ın çağrısına icabet ederek iman eden Sebe' kraliçesi Belkıs'ı,[55] yine Peygamberimiz Muhammed (s)'e iman edenlerin ilklerinden olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'ı zikredebiliriz.

Peygamberler hakkında sözkonusu ettiğimiz bu toplumsal kurallar, hiç şüphesiz ibret almamız için zik­redilmişlerdir. Peygamber tabiileri de, benzeri durum­larla karşı karşıyadır. İslam toplumunun İslam'dan uzaklaştığı dönemlerde İslam'ı gerçeği üzere anlatmayı hedef edinen ve bunun mücadelesini verenleri de aynı akıbet beklemektedir. Zaten Kur'an'da bu kıssaların zik­redilmesinin sebeplerinden biri de, daha önce belirttiği­miz gibi, onlardan ibret alınmasıdır.

Kur'an kıssalarında yukarıda belirttiğimiz hususların yanısıra toplumların helak edilmesinde etkili olan amiller anlatılmakta, bunlardan alınacak ibretler dile getirilmekte ve ardından ahlaki tavsiyelerde bulunul­maktadır. [56]

 

b5. Her Toplumun Bir Eceli Vardır

 

Kur'an'ın dikkat çektiği toplumsal kurallardan biri de budur.

Baş taraflarda dikkat çektiğimiz gibi toplumlar, fertlere benzerler. Nasıl her ferdin bir eceli varsa, top­lumların da eceli vardır. Bununla toplumların fertleri­nin tamamen helak olup yok olmalarını kastetmiyoruz. Topluma ait medeniyetin yok olmasını, toplumun haki­miyetini yitirmesini, başkalaşmasını kastediyoruz. Bu, bazen toplumu oluşturan fertlerin büyük çoğunluğunun veya tamamının helak edilmesi şeklinde olur. Bazen de, toplumun hakimiyetini yitirerek başka toplumların, başka medeniyetlerin boyunduruğu altına girmesi ve daha önce onu toplum yapan temel hususiyetlerini, onu­runu ve hayat sahnesindeki etkinliğini yitirmesi şek­linde olur.

Toplumlar kendi ecellerini kendileri hazırlarlar. Onlar bunu hakketmedikçe Allah onları helak etmez:

“Halkı ıslah edici oldukları halde, Rabbin, hak­sız yere memleketleri helak etmez.”[57]

Toplum önce inancını değiştirir, değişen inanç ameli etkiler ve o toplum nihayet helak olmayı hakkeder. Had­dizatında düzelme de, bozulma da önce inançla başlar:

“Bir toplum kendilerindekini değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.”[58]

Helak olmanın dışında toplumun başına gelen diğer musibetler de toplumun yaptıkları sebebiyledir. Bu konuda da yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

 “Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle işle­dikleriniz yüzündendir.”[59]

İşlenen kötülüklerin cezası­nın bir kısmı dünya hayatında verilirken asıl ceza ahirette verilecektir. Dünyada verilen azap bir uyan mesa­besindedir:

“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzün­den karada ve denizde fesat belirdi, ki Allah, yaptıkları­nın bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”[60]

Toplumların helak olmaları, uyarılmalarından sonra olur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:

“Biz hiç bir memleketi, öğüt vermek üzere gönderdiğimiz uyarıcıları (peygamberleri) olmaksızın helak etmemişizdir. Biz zalim değiliz.”[61]

“Rabbin, kendilerine ayetleri­mizi okuyan bir peygamberi memleketlerin ana merkez­lerine göndermedikçe o memleketleri helak edici değil­dir. Zaten biz, ancak halkı zalim olan memleketleri helak etmişizdir.”[62]

Toplumların helak olmayı hakketmeleri ancak zahir ve batın kötülüklerinin belli bir düzeye ulaşmasın­dan hatta bunun üzerinden de belli bir süre geçmesinden sonra olur. Yani iç ve dış kötülükler belli bir düzeye eriş­tikten sonra da Allah o topluma bir mühlet verir:

“Ayetlerimizi yalanlayaları, hiç bilmeyecekleri yer­den yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. Onlara mühlet veririm. Zira benim tuzağım çetindir.”[63]

Helak olmayı hakketmiş toplumu, onun maddi gücü kurtaramaz. Maddi gücü mükemmel nice toplum helak olmuştur. Kur'an-ı Kerim, müteaddit yerde bu hususu dile getirmektedir.

“(Onlar), yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden önce geçenlerin sonunun nasıl olduğunu gör­sünler. Onlar, kuvvet ve yeryüzündeki eserleri bakımın­dan kendilerinden daha üstün idiler. Fakat Allah, onları günahları yüzünden yakaladı. Onları Allah’ın azab)ından koruyan olmadı. Çünkü onlar (öyle kimse­lerdi ki) peygamberleri, onlara açık mucizelerle gelirdi; ama inkar ettiler, bu yüzden Allah onları yakaladı. Zira o üstündür, cezası çetin olandır.”[64]

“Seni (içinden) çıkaran şehirden daha kuvvetli nice şehir(ler) var ki biz onları yok ettik de onlara bir yardım eden çıkmadı.”[65]

Tarih ve tarihin yorumu konusunda değerli eserler veren İmadüddin Halil, bu konudaki ayetleri sıraladık­tan sonra şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

"Bu ayetleri tek tek ele aldığımızda kuvvet ve kud­ret gibi iki kelimenin çok kullanıldığını görüyoruz. Bu ayetlerde geçen bu iki sıfat Cenab-ı Allah'ın belirlediği kaderden ve sonuna kadar varlık düzeninin bir parçası olan Allah'ın tarihteki sünnetlerinin ve kanunlarının karşısında duramaz. Bir çok insan topluluğuna göre kuvvet ve kudret toplumun ilerlemesi, yükselmesi, dün­yadaki ağırlık alanının genişlemesi için bir Ölçü olarak görülmüş ve hala öyle görülmektedir. Ancak bu husus böyle kabul edilmesine rağmen savaş ve barış güçleri ile icad ye kudret kabiliyetleri arasında medeni işlerin alan­larındaki insicam ve denge alanları gözden uzak tutul­maktadır.

Kur'an-ı Kerim burada bize son derece önemli ve büyük değer taşıyan bir hususu öğretmek istemektedir. O da: Toplumların sadece güç ve kuvvetlerinin onları ayakta tutup gelişerek yola devam edemedikleri ve hayatlarını sürdüremedikleridir. Bu medeniyetin gidişinde ve insanlık toplumlarının dünyadaki etkinlikle­rinde yönlerden sadece bir tanesidir. Bu güçlerden her­hangi birisinin aleyhine büyük bir ilerleme göstermesi toplumun gidişinde karşı karşıya kalacağı zorunlu hususlar önündeki icad etme güç ve kabiliyetini kaybet­mesi sonucunu verecek ve bu zorunlu hususları yalnız güç ve kuvvetle gidermeye sürükleyecektir. Bu durumu kesin olarak tükenişe götürecek bunu da sonunda bir çözülme hareketi izleyecektir. Arkasında bir dayanışma ruhu, ulvi bir ahlaki tavır, gayet geniş bir alanı kapsayan bir hayat görüşü, insanlar arasındaki beşeri münasebet­ler ve Allah'a karşı sorumlulukta ileri bir mevkiin işgali sözkonusu olmadıkça askeri güç ve silahlı kuvvetin bir değeri olabilir mi?

Biz bu asırda gayet güçlü olan Alman askeri kuvve­tinin bir denemesiyle karşı karşıyayiz. Bu deneme Nazi Partisi'nin Almanya'yı intihara doğru sürüklemesine sebep olmuştur. Gerçekten güç ve kuvvet bakımından Almanya çok ileri bir noktada idi. Fakat kısa bir müddet içinde mazide kalmış bir güç ve kudrete sahip ve sadece hatıra ve haber olarak anlatılan bir efsane oluverdi. İnsanlık tarihinde aynı denemeyi yapan ve aynı sonuca maruz kalmış pek çok güç ve kudret denemesi görüyo­rum. [66] Kur'an-ı Kerim bu hususta bize bir anahtar ver­mekte ve Cenab-ı Allah'ın takdiriyle oluşan tarihteki sünnetinin durmaksızın geçerli olduğunu ve asla değişmeksizin sabit kalacağını açıklamaktadır. İsterse bunun karşısında son derece güçlü baruttan yüksek engeler çekilsin. Çünkü böyle bir anda bu barutu içinden patlata­cak, geri çevrilemeyen sözü geçerli olacaktır."[67]

Yüce Allah, uyarıcılar olmaksızın toplumları helak etmediği gibi toplu helak gelmezden önce o toplumları uyarıcı mahiyette bir takım cüzi musibetler verir. Fira­vun kavmi hakkında şöyle buyurulmaktadır:

“Andolsun ki, biz de Firavun ailesini ders alsınlar diye, yıllarca kuraklık ve mahsul kıtlığıyla cezalandırdık.”[68]

Toplumlar bu tür musibetlerden ders almaz ve liderlerinin onlara insan değerini vermemelerini içlerine sindirir ve köleliği hoş karşılamaya başlarlarsa işte o zaman toplum helaki hakketmiş demektir. Yüce Allah yine Firavun kavminden misal vermektedir:

“Fakat biz onlardan azabı kaldırınca, hemen sözlerinden caymağa başladılar. Firavun, kavmine seslendi ve dedi: 'Ey kav­mim! Mısır'ın mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmak­lar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz? Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda olan şu adamdan (Hz. Musa'yı kastediyor) daha hayırlı değil miyim?... İşte Firavun bu şekilde kav­mini küçümsedi; onlar da ona boyun eğdiler. Çünkü onlar yoldan çıkmış bir kavim idiler. Bizi öfkelendirince onlardan intikam aldık, böylece hepsini suda boğduk. Böylece onları, geçmişin karanlıklarına boğup, sonra­dan gelenlere bir ibret örneği kıldık.”[69]

 

c. Geçmiş Toplumların Helak Çeşitleri

 

Toplumların helak edilmelerini anlatan ayetlerin bir kısmında sadece o toplumların helak edildikleri belir­tilmekte, bir kısmında da nasıl helak edildikleri anlatıl­maktadır. Azap ve helak çeşitlerinden bahseden ayet­lerde ise bir çok azap ve helak çeşitleri sayılmaktadır. Yıldırım, suda boğulma, sel, şiddetli fırtına, yere batırma, kıtlık ve açlık, hastalık, tefrika ve birbirleriyle savaş, meshedilme, başlarına taş yağması başlıca helak çeşitleridir.

 

c1- Bir Değerlendirme ve Yorum

 

Bütün bu anlattıklarımızdan, toplumların başına gelen musibetlerin, toplumun işledikleri sebebiyle oldu­ğunu gördük. Toplumun başına gelen hafif olsun, ağır olsun, her musibetin müsebbibi toplumun işledikleridir. Toplumun inanç ve ameldeki bozulma ve sapmalarıdır.

İslam medeniyetinin ve İslam toplumunun bugün içinde bulunduğu durumun müsebbibi toplumun kendi­sidir. İnancındaki, amelindeki sapmalar nedeniyledir. Toplumun sadece dine lakayt olanlarının sapmaları değil, dindarım diyenlerin de inanç ve amellerindeki sapmalar nedeniyledir. Geçmiş toplumların, Yahudile­rin, Hıristiyanların sapmaları Kur'an'da boşuna anlatıl­mamıştır. Aynı sapmalar İslam toplumu için de sözkonusudur. Nitekim Rasulullah (s) şöyle buyurmaktadır:

Sizden Öncekilerin takip ettikleri (sapma) yollarını karış karış takip edeceksiniz; öyle ki onlar bir kelerin deliğine girmiş olsalar, siz de gireceksiniz.”[70]

Günde beş vakit kılınan namazların her rekatında Fatiha Suresi'nin okunmasının emredilmesi boşuna değildir. Bu surenin sonunda şöyle buyurul makta dır:

“Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu, gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.”

Gazaba uğramışların yahudiler, sapıtanların ise hıristiyanlar olduğu bir çok rivayette anlatılmakta­dır.[71]

Demek ki müslüman, günde beş vakit namazının her rekatında: "Ya Rabbi Hıristiyanların saptığı gibi sapmayayım, Yahudilerin saptığı gibi sapmayayım." diye dua etmektedir. Müslüman, hayatının her anında bu iki tür sapmayla karşı karşıya olmalı ki, günün beş vaktinde bu duayı yinelemesi emredilmektedir.

O halde Yahudi ve Hıristiyanların sapma şekilleri hakkında kısaca bilgi vermekte yarar vardır. [72]

 

c2- Yahudilerin Sapmaları

 

Yahudilerin ne tür sapmalar içinde olduklarına dair Kur'an ve Sünnette bir takım açıklamalar mevcuttur. Biz bunları maddeler halinde özetlemeğe çalışacağız:

1. Yahudiler, liderlerine ve alimlerine gereken say­gıyı göstermezler: Onların bu vasıfları henüz Hz. Musa hayattayken nüksetmişti. Nitekim Hz. Musa onları Kudüs'e götürüp şehre girmelerini istediğinde, şehri koruyan muhafızların güçlü kuvvetli olduklarını duy­muş ve Hz. Musa'ya “Git, sen ve Rabbin onlarla savaşın.” demişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de olay şöyle anlatılmakta­dır:

“Bir zamanlar Musa kavmine şöyle demişti:

Ey kavmim! Allah'ın size nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiç bir kimseye vermediğini size verdi. Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak)yazdığı mukad­des toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybede­rek dönmüş olursunuz.

Onlar şu cevabı verdiler:

 Ey Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar ora­dan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.

Korkakların içinden Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu iki kişi şöyle dedi:

Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler ise­niz ancak Allah'a güvenin.

Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin sava­şın; biz burada oturacağız, dediler.

Musa:

“Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başka­sına hakim olamıyorum; bizimle bu yoldan çıkmış top­lumun arasını ayır, dedi.”[73]

Halbuki Hz. Musa onlara gönderilmiş bir peygam­ber idi. Onları Firavun'un zulmünden kurtarmıştı. Çölde bulundukları sırada Hz. Musa, asasıyla taşa vurmuş ve onlardan her bir boy için bir pınar fışkırtmıştı. Açlıkla­rını gidermeleri için Allah onlara gökten bıldırcın ve kud­ret helvası yağdırmıştı. Ama bu mucizeleri gözleriyle müşahade etmiş olmalarına rağmen onlar peygamberle­rine: “Git, sen ve Rabbin onlarla savaşın.” demişlerdi.

Yahudilerin, alimlerinin söylediklerini kulak ardı ettikleri ve din alimlerinin de sebat göstermeyip toplum­larının kötü davranışlarına ortak oldukları hadislerde de anlatılmaktadır.

2. Te'vile saparak dini emirleri eksiltme yoluna git­tiler: Yüce Allah onlara Cumartesi günü çalışmayı yasaklamıştı. Onlardan denize yakın oturanlar, Cumar­tesi günü balıkların kıyıya akın ettiğini görünce o gün tuzaklarını kuruyor ve ertesi gün balıkları topluyorlardı. Böylece Cumartesi günü çalışma yasağına uyduklarını ileri sürüyorlardı.[74]

Yine Allah onlara hayvanların iç yağını haram kıl­mıştı.[75] Bu yasağı delmek için iç yağını eriterek yiyor­lardı.

Rasulullah (s) onların bu durumunu haber vererek onlar gibi davranmaktan bizi sakındırmakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Yahudiler gibi davranıp en basit bir hile ile Allah'ın haram kıldığını helal kılmaya kalkış­mayın.”[76]

3. Yahudiler dini saptırırken maddi menfaatlerini kolladılar. Ahireti dünyaya feda ettiler.

4. Irkçıdırlar. Kendi ırklarını dünyanın en üstün ırkı kabul ederler. Diğer milletlerle aralarındaki mesele­lere hep ırkçı bir gözlükle bakarlar. [77]

 

c3- Hıristiyanların Sapması

 

1. Yahudilerin aksine, Hıristiyanlar liderlerine ve alimlerine olması gerekenden fazla saygı gösterir, onları yüceltirler. Hz. İsa'ya bir ilah gözüyle bakarlar. Papanın din üzerinde tasarruf yetkisine sahip olduğuna inanır­lar. Azizlerinin kevni hadiseler üzerinde etkili oldukla­rını kabul eder, dualarında onları Allah'la kendileri ara­sında aracı kılarlar, vs.

2.  Yahudilerin aksine dini emirleri çoğaltırlar.

Allah kendilerine ruhbanlığı [78] emretmediği halde, kendi­leri Allah'ın rızasını kazanmak için ruhbanlığı seçti­ler.[79]

3. Yahudiler maddeye doğru bir sapma gösterirken, Hıristiyanlar ruhçuluğa doğru bir sapma gösterdiler.

4. Yahudiler bilerek ve maddi menfaatleri uğruna dinden saparken, Hıristiyanlar cehaletlerinden dolayı hak dinden saptılar.

Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi nıüslüman, ğünün her anında bu tür sapmalarla karşı karşıya oldu­ğundan namazının her rekatında "Allah'ım! Beni gazaba geldiğin kimselerden eyleme, sapıtanlardan da eyleme." diye dua etmektedirler. Ancak fiiliyata geçirilmediği müddetçe sözle duanın ne anlamı var ki!

Müslümanların hayatlarına baktığımızda hem yahudice sapmaları ve hem de hıristiyanca sapmaları rahatlıkla müşahade edebiliriz. Avamın ötesinde genelde kelamcıların ve fukahanın yahudice, tasavvuf ehlinin de hıristiyanca bir sapma içine girmiş oldukla­rını görürüz.

Genellikle müslümanlar geri kalışlarını komplo mantığıyla izah etmeye çalışırlar. Yahudilerin, İngilizle­rin, Fransızların, Amerikalıların vs.nin komploları sebe­biyle bu duruma düştük derler. Irkçı kesimler, bunlara ilaveten diğer müslüman milletlerin kendilerine ihanet ettiklerinden bahsederler. Geçmişlerine, atalarına toz kondurmazlar. Hep kendileri yapılması gerekeni en mükemmel şekliyle yapmış ama başkaları ihanet etmiş, onlara komplo hazırlamış! Kendi iyiliklerinin kurbanı olmuşlar!

Osmanlının yıkılışından sonra başta hilafet mer­kezi olan Anadolu dahil İslam aleminin diğer bölgele­rinde de batıcı zihniyetlerin hakim olması dindar kesimi, geçmişi bütün yönleriyle savunmaya adeta zorlamıştır.

Oysa Kur'an'ın da belirttiği gibi toplumların başına gelen musibetler, bizzat toplumun kendi yaptıkları sebe­biyledir. Düşman elbette komplolar düzenleyecek, iha­netler de olacaktır. Önemli olan bu komploları boşa çıkartacak güçte olmaktır.

Kısacası, geri kalışımızın Kur'ani bir perspektiften izahı mutlaka yapılmalı; toplumumuzda din namına meydana gelen sapmalar Kur’an ve sahih sünnetin ışı­ğında sorgulanmalı ve meselelere cahiliye dönemlerinin karakteristik özelliği olan ırkçı bakış açılarından kurtul­malıyız. Tarih ilminden maksat eğer, geçmişte yapılan hataları tekrar işlememeye yardımcı olmak ise, tarihi­miz ve devraldığımız İslam kültürü yeniden ve inananla­rın eliyle sorgulanmalı, sapmalar ayıklanmalıdır. [80]

 

4- Eğitim Açısından Kur'an Kıssaları

 

Kuran insanları hidayete kavuşturmak için indiril­miştir. O, hidayetin kendisini içerdiği gibi hidayete erdi­rici yolları da içermektedir. Hidayet yolu tektir ama hidayete erdirici yollar çeşitlilik arzedebilir. Bu da insanların farklı üslup ve konulardan etkilenmeleri sebebiyledir.

Kimi insan daha akılcıdır, mantıki delillerden etki­lenir. Kimisinde ise, duygu yönü ağır basmaktadır; kal­bine ve vicdanına yapılan hitaplardan etkilenir.

Kur'an kıssaları, değişik karakter taşıyan insanla­rın her birine ayrı ayrı etki eder; hidayeti kabullenmesi için onu uyarır.

Kur'an kıssalarının kiminde akla hitap daha ağır­lıklı, kimisinde ise, kalb ve duygulara hitap daha ağırlık­lıdır. [81]

 

a- Akla Hitap Eden Kıssalara Misaller:

 

Bu konudaki misallere geçmeden önce şunu hatır­latmakta yarar vardır. Kur'an-ı Kerim akla hitap eder­ken de, kalbe hitap ederken de sadece mantıki ya da sadece duygusal hitaplarda bulunmaz. Hitaplarında bazen akla hitap ön plandadır, bazen de duygu ve kalbe hitap daha ön plandadır. Her bir hitabında diğer yönü de ihmal etmez. Çoğunlukla önce kalb ve duygulara hitap ederek kişinin dikkatini çeker ve onu hitabı algılamaya hazırlıklı kılar. Ardından da aklına hitap eder. Hacc suresinin baştaraflarında bunu rahatlıkla müşahade ediyoruz.

Sureye, kıyametin dehşetini anlatan bir tablonun tasviriyle başlanır:

“Ey insanlar! Rabbinizden korkun, çünkü kıyamet depremi, cidden korkunç bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emziren, emzirdiğinden geçer; her gebe yükünü bırakır. İnsanları sarhoş görürsün, oysa sarhoş değiller­dir, ama Allah'ın azabı şiddetlidir.”[82]

İnsanı irkilten bu tablodan sonra kıyametin isbatı daha çok akla hitap edilerek anlatılmaktadır:

“Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmekten kuş­kuda iseniz (bilin ki) biz sizi (önce) topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra şekillenmiş veya şekillen­memiş bir çiğnem et parçasından yarattık ki size (kudre­timizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz. Sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güç (ve kabiliyetlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz), içinizden kimi (henüz çocukken) ölüyor, kimi de Ömrün en kötü çağına (bunak­lık derecesindeki ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken bir şey bilmez hale gelsin. Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titre­şir, kabarır ve her güzel çiftten bitirir. Bu böyledir. Çünkü Allah, tek gerçektir. (Her şey O'nunla varlık kaza­nır) ve O, Ölüleri diriltir ve O, her şeye kadirdir.”[83]

Kur'an'daki hitaplar ne kuru akılcı veya ne de tama­men duygusaldır. Böylece hitaplarda değişik insan karakterleri gözönünde bulundurulmakla birlikte, kişi­lerde oluşmuş bu neviden aşırılıklar da itidal çizgisine doğru çekilmektedir. Kuşkusuz neticede hitapları değer­lendirecek olan akıldır. Ancak insan yalnız akıldan iba­ret değildir. Akıl ve kalb bütünlüğünün sağlanması esas­tır. İnsan ancak bu yolla mutlu olur ve iç çekişmelerden kurtulur.

Kur'an kıssalarında serdedilen mantıki delillerin büyük çoğunluğunun kullandığı malzeme şu görünen evrenden seçilmiştir. Evrensel bir dinin özelliği de bu olmalıdır. İnsan, dünyanın neresinde bulunursa bulun­sun ve mesleği ne olursa olsun bu delilleri rahatlıkla anlayabilir ve değerlendirebilir.

Bu kısa girişten sonra misallere geçebiliriz:

Dinin temel inanç prensiplerinden biri, ahiret inan­cıdır. Bu inancın akılla isbatlanması ise o kadar kolay bir mesele değildir. Ama bu prensip Kur'an'da gayet açık ve herkesin rahatlıkla anlayabileceği bir delille ispatlan­maktadır:

Rivayet edilir ki Asb. Vail veya Übey b. Halef Pey­gamber (s)'e çürümüş bir kemik getirerek o kemiği ufala­maya başlamış ve alaylı bir üslupla:

"Ey Muhammed! Allah, böyle çürüyüp dağıldıktan sonra mı bunu diriltecek?” demiştir. Bunun üzerine şu ayetler inmiştir:[84]

“İnsan, bizim kendisini bir nutfe (sperma)dan yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi? Kendi yaratılışını unutarak bize mesel verdi: 'Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?' dedi. De ki: 'Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.' O ki size yeşil ağaçtan ateş yaptı da siz ondan yakı­yorsunuz. Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmağa kadir değil midir? Elbette kadirdir! O, çok bilen yaratıcıdır. O'nun işi bir şeyi(n olmasını) istedi mi ona sadece 'ol' demektir, hemen oluverir.”[85]

Hz. İsa'nın babasız yaratılışı da aynı şekilde gayet açık ve herkesin anlayabileceği bir mantıki delil ile ifade edilmiştir:

“Allah yanında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı, sonra ona 'ol' dedi ve olu­verdi.”[86]

Yine Hz. İsa'nın ilah olduğunu iddia eden Hıristiyanlara verilen şu cevap da, herkesin anlayabileceği bir delildir:

“Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır. Oysa yalnız bir ilah vardır, başka ilah yok­tur. Bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkar edenlere acı bir azap dokunacaktır. Hala tevbe edip O'ndan af dilemiyorlar mı? Allah bağışlayan, esir­geyendir, Meryem oğlu Mesih, bir elçiden başka bir şey değildir. İkisi de (öteki insanlar gibi) yemek yerlerdi. Bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz, sonra bak nasıl ''haktan) çevriliyorlar? De ki: 'Allah'ı bırakıp size ne . arar, ne de yarar vermeğe gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz'? Oysa Allah, işiten, bilendir (O'na tapma­nız gerekir).“[87]

Ayetler iki delil ile onlara cevap vermektedir:

Birinci delil, tarihten alınmış olup Hz. İsa'nın îsrailoğulları'nı, kendisinin ve onların Rabbi olan Allah'a iba­det etmeğe ve O'na ortak koşmağa davet ettiği ve bu görevden önce de peygamberlerin aynı görevi yürüttüğü­dür.

İkinci delil ise, Hz. İsa'nın ve annesinin yemek yedikleridir. Yemek yemek, insanların ve hayvanların özelliklerindendir. Allah'ın böyle bir şeye ihtiyacı yok­tur. Hz. İsa yemek yediğine göre, ilah değil, insandır.[88]

Görüldüğü gibi bu misallerde daha çok insan mantı­ğına hitap edilmektedir.

Akli delil getirilirken, muhatabın seviyesi de gözönünde bulundurulmalıdır. Buna dair bir misal;

Hz. İbrahim, putları kırıp baltayı büyük putun boy­nuna astığında (Nemrud) onu hapse atar. Sonra onu hapisten çıkarır ve aralarında bir konuşma geçer. İşte konuyu ele alan ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:

“Allah, kendisine hükümdarlık verdi diye (şımararak) Rabbi hakkında İbrahim'le tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Benim Rabbim O'dur ki yaşatır, öldürür.' demişti. 'Ben de yaşatır, öldürürüm' dedi. İbrahim: Allah, güneşi doğudan batıya getirir, sen de onu batıdan getir.' deyince inkar eden o adam şaşırıp kaldı. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.”[89]

Hz. ibrahim, “Benim Rabbim O'dur ki yaşatır, öldü­rür.” dediğinde, buna karşılık olarak Nemrud'un “Ben de yaşatır ve öldürürüm.” demesi bir mugalatadan başka bir şey değildir. Hz. İbrahim, cansız şeylere can verenin ve canlarını alanın Allah olduğunu kastetmişti. Nem­rud'un kendisi de, can veren ve alanın kendisi olmadığını biliyordu. Ama mugalata yaparak iki kişi çağırttı ve birini öldürerek diğerini de salıverdi.[90] Böylece birini salıvermekle ona can verdiğini isbat etmiş oldu kendi­since. Onun bu davranışı, olayı seyredenlerin de gözünü boyamıştı. Çünkü onlar, zaten önceden Nemrud'un ilahlık taslamasını kabullenmiş ve köleliği ruhlarına sindir­mişlerdi. Hz. İbrahim gerçeği o köle ruhlu topluluğa anlatacak durumda değildi; akıl seviyeleri ve konumları bunu anlamaya müsait değildi. Gerçeği anlatmış olsaydı bile, onlar bunu tasdik etmeyeceklerdi.[91] İşte bu nedenle Nemrud'un bu iddiasına karşılık vermedi, orada bulu­nanların da anlayabileceği başka bir delil getirdi: “Allah, güneşi doğudan batıya getirir, sen de onu batıdan getirsene!” dedi. [92]

 

b- Kalbe Hitap Eden Kıssalara Misaller:

 

Peygamber kıssalarının yoğun olarak geçtiği sure­lerden biri Enbiya Suresi'dir. Enbiya ismini alması da bundan dolayıdır.

Sure, kalpleri titreten bir ultimatom ile başlıyor:

“İnsanların hesap vermeleri yaklaştı. Fakat onlar hala gaflet içerisinde yüz çeviriyorlar.”[93]

Konuya giriş yapıldıktan sonra ikinci bir ultimatom geliyor:

“(Halkı) zulmeden nice şehri kırıp geçirdik ve onlardan sonra başka bir topluluk getirdik. Azabımızı hissettikleri zaman onlar, derhal oradan (kaçmak için hayvanlarını) mahmuzluyorlardı. (Boşuna) kaçmayın (bol bol verilip) içinde şımartıldığınız (nimetler) ve yurt­larınıza dönün, çünkü sorguya çekileceksiniz! Eyvah bize, dediler, gerçekten biz (nefislerimize) zulmedenler-misiz! Bu mırıldanmaları sürüp giderken biz onları, biçilmiş (ekin gibi) yaptık, sönüp gittiler.”[94]

Zalim kavimler hakkında söylenen bu sözler, en katı kalpleri bile harekete geçirecek bir üslup içerisinde söy­lenmiştir. Ayetlerde kullanılan üslup, yapılan tehditler duygu grafiğini yükselttikçe yükseltiyor.

Bu ultimatomlardan sonra geçmişten halihazıra geçiş yapılıyor. Göklerin boşuna yaratılmadığı anlatılı­yor ve halihazırda yaşayan münkirler uyarılıyor. Bu arada kıyamete dikkat çekiliyor. Allah'ın azamet ve kud­reti anlatılıyor ve tehlike çanlarının çalmakta olduğu belirtiliyor. Okuyucu ister-istemez kendini ve toplumunu yoklama ihtiyacı duyuyor: Acaba ben de, toplu­mum da böyle bir azabı hak etmiş miyiz, diye. Biz de ekin gibi yere serilip azap fırtınalarıyla savrulacak mıyız?

İşte tam bu sırada peygamber kıssaları ard arda sıralanıyor. Allah'ın peygamberlerine lütuf ve ihsanları anlatılıyor bu kıssalarda. Hz. Musa'ya, Harun'a, İbra­him'e, Lut'a, Nuh'a... yapılan lütuflar dile getiriliyor. Hz. Nuh ve ona inananların tufandan kurtarıldıkları anlatı­lıyor.

Kalplerde yükselen korku ve dehşet hissi yavaş yavaş azaltılıyor. Korku ve dehşet bulutları dağılıyor ve umut ışığı parıldamağa başlıyor. Okuyucunun üzerin­deki baskı hafifliyor. Ve bu sırada peygamberlerin dua­larından örnekler veriliyor. Büyük sıkıntılara ve ağır hastalıklara mübtela olan Hz. Eyyub'un Allah'a duası:

“Bu dert bana dokundu, sen merhametlilerin en merhametlisisin.”[95]

Ardından da duasının kabul edildiği şöyle dile getiriliyor:

“Biz de duasını kabul ettik, kendisine bulaşan derdi kaldırdık; ona tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatıra olarak kendisine ailesini ve onlarla beraber bir katını daha verdik.”[96]

Ardından Hz. Yunus'un duası: Hz. Yunus kavmini hak yola davet etmiş, onlar da reddetmişti. Bunun üzerine onları Allah'tan gelecek bir azapla tehdit eti. Azap için bir müh­let verilmiş ve azabın ne zaman geleceği belirtilmişti. Azap anı geldi ama onlar hala aldırmıyordu. Allah kendi­sine oradan ayrılmasını bildirmeden o, çekip oradan uzaklaşmıştı. Bir gemiye binerek yoluna devam etti. Gemidekilerden bir kişinin denize atılması gerekiyordu, kur'a atıldı ve kur’ada Hz. Yunus çıktı. Hz. Yunus denize atıldı. Onu bir balık yuttu.[97] Gece karanlığı, denizin karanlığı ve Yunus, büyük bir balığın karnında... Bu karanlıklar içerisinde Allah'a yakararak dua etti:

“Sen­den başka tanrı yoktur. Sen eksiklerden uzaksın, yüce­sin. Ben zalimlerden oldum.”

ve Allah duasını kabul edi­yor, onu balığın karnından kurtarıyor.[98]

Görüldüğü gibi bu suredeki kıssalar daha çok kalb ve vicdana hitap ediyor, insanların duyguları harekete getirilerek eğitilmeleri hedefleniyor.

Kıssalardaki eğitim, Kur'an'daki eğitimin aynısı­dır. Sadece model sunma açısından kıssaların bir farklı­lığı vardır ve bu da eğitim açısından önemli bir husus­tur.

Hatta Kur'an'ın yirmi üç yıl zarfında inmesi, Kuran ayetlerinin büyük bir bölümünün olaylara ilintili olarak inmesi, bu müddet boyunca Kur'ani emirlerin bizzat pey­gamber tarafından pratiğe aktarılması bunun önemini göstermektedir. Nitekim Hz. Aişe'ye Peygamber (s)'in ahlakı sorulduğunda, "Onun ahlakı Kur’an idi." demiş-tir.[99]

Kur'an-ı Kerim'de geçen kıssaların büyük çoğunlu­ğunun peygamberlerin kıssalarından oluştuğunu belirt­miştik. Peygamberler ise, iyi insan modelleridir.

“Andolsun Allah'ın elçisinde sizin için, Allah'ı ve ahireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.”[100]

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

“İbrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir Örnek var.”[101]

Kur'an bütün yönleriyle iyi insana model olarak peygamberleri göstermektedir. Her peygamber, bütün yönleriyle iyi bir örnektir. Diğer insanlardan herhangi biri bütün söz ve davranışlarıyla model olarak sunulmamıştır. Diğer fertlerin şu veya bu davranışı model olabilir ama bütün davranışları model olamaz. Ancak bir toplum bir bütün olarak başka topluma model olarak sunulabi­lir. Hz. İbrahim'in model olarak sunulduğu ayette olduğu gibi onunla birlikte olanlar, bir grup halinde model olarak sunulmuşlardır. Peygamberimizin ashabı için de durum aynıdır.

Özellikle dini eğitim açısından model ve örnek gös­termenin önemi büyüktür. Bu nedenle imanın, kalbin derinliklerine kök salması açısından kıssaların önemli bir görevi vardır.

Kur'an'daki kıssaların eğitim açısından önemli bir yönü de, Yaratıcı, insan ve kainat arasında iletişim kur­malarıdır. Toplumların Yaratıcıya karşı durumları tabiat olayları üzerinde de etkili olmaktadır. İman edip salih amel işleyen toplumların bu tavırları tabiat olayla­rına karşı güvence olmakta, hatta tabiat olaylarının leh­lerine gelişmelerini sağlamaktadır. Nitekim Hz. Nuh, kavmine şöyle demişti:

“Ey kavmim! Rabbinizden mağ­firet dileyin, sonra O'na tevbe edin (O'na yönelin) ki gök­ten üzerinize bol bol rahmet göndersin, kuvvetinize kuv­vet katsın. Suç işleyerek (Allah'tan) yüz çevirmeyin.”[102]

Küfürde ısrar edip ahlaki yönden çözülmüş toplum­lar ise tabiat olaylarıyla cezalandırılmaktadır. Hz. Nuh'un kavmi tufan ile, Ad ve Semud kavimleri yıldırım ile cezalandırılmışlardır. Kimi kavimler de açlık ve sıkıntı ile cezalandırılmışlardır.

Kıssalarda anlatılan Yaratıcı, insan ve kainat ilişki­leri, inanan kişilerin tabiat olaylarına karşı değil, diğer insanlara karşı da korkusunu yener. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“İnananlar ve imanlarını bir haksızlığa bulamayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”[103]

Hz. İbrahim, kavmi kendisiyle tartışıp tehditler savurduklarında şöyle demiştir:

“Hem siz, Allah'ın size (tanrı oldukları) hakkında hiç bir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsu­nuz da ben nasıl sizin (O'na) ortak koştuğunuz şeylerden korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki topluluktan hangisi (tek Allah'a inananlar mı, yoksa Allah'a ortak koşanlar mı) güvende olmağa daha layıktır?”[104]

 

5- Kur'an Kıssalarının Tekrarı

 

Kur'an'da tekrar, bazen bir cümlenin çeşitli yer­lerde tekrar edilmesi, bazen de olayın tekrarı şeklinde­dir. Olayın tekrarı kıssa konusuna girer. Bazen bir kıssa­nın bir olayı müteaddit surelerde tekrar edilmiştir. Mesela Allah'ın meleklere Adem'e secde etmelerini emretmesi ve İblis'in secde etmekten kaçınması olayı beş yerde;[105] Hz. Musa'nın, Firavun'un sihirbazlarıyla yarışıp asasının, onların büyülerini yutması mucizesi dört yer­de [106] tekrar edilmektedir.

Önceki alimler, tekrarın sırrı olarak daha çok şunu söylüyorlardı: Bir olayın bir çok yerde farklı üsluplarla anlatılması ve bu anlatımların hepsinde başarılı bir anlatım seviyesi tutturulması, fesahat ve belagat üstün­lüğüne delildir. Kur'an-ı Kerim, bazı kıssalarda geçen olayları bir çok yerde tekrar ederek farklı üsluplarla anlatmaktadır. Bu farklı üslupların hepsi de fesahat ve belagatın zirvesindedir. İşte bu, Kur'an'ın icaz yönlerin­den biridir. Çünkü kişi ne kadar fesahat ve belagat sahibi olursa olsun ancak farklı iki, bilemediniz üç üslupla anlattığında başarılı olabilir. Üslup sayısını art­tıracak olursa başarılı olamaz. [107]

 

a. Tekrarın Sebebi

 

Psikolojik açıdan meseleye bakıldığında tekrarın insan üzerinde büyük etkisi olduğu görülür. Günümüz ticaret şirketleri bu hususu gayet iyi tesbit etmişlerdir. Bir malı reklam ederken bir sürü afiş asıyorlar. Afişlerin hepsi de aynı. Ya da aynı reklamı radyo veya televiz­yonda belli aralıklarla tekrar tekrar yayınlatıyorlar. Aynı reklamı bu denli tekrar etmeleri, bunun insan psi­kolojisi üzerindeki etkisini tesbit etmelerinden kaynak­lanmaktadır.

İnsanlar aynı reklamı görerek ya da duyarak içle­rinde ona yakınlık duymaya başlarlar. Giderek o reklam hayatlarının bir parçası haline gelir.

Herhangi bir düşünceyi yerleştirmek istediğiniz zaman o düşünceyi ölçülü bir şekilde tekrar etmek etkili bir yoldur. Zamanla insanların o düşünceye yakınlık kazandıklarını görürsünüz.

Belki geçici bir düşüncenin böyle bir tekrara ihtiyacı yoktur ama bir düşüncenin kalıcı olmasını istiyorsanız kalblerin derinliklerine kök salması için tekrara ihtiyaç vardır. Tıpkı bir fidanın kök salıp büyümesi için tekrar tekrar sulanmaya ihtiyacı olduğu gibi.

İman da böyledir. Kalplere yerleşip kök salması için tekrar edilmesi ve fidan gibi sulanması gerekir. Nama­zın günde beş defa tekrar edilmesinin sebebi de bu olsa gerek. İman ancak ibadetlerle kök salar, güçlenir ve korunabilir. İbadet olmadan imanı muhafaza etmek ya da kalbe yerleşerek kökleşmesini sağlamak mümkün değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

“Bedeviler: 'İnandık.'dediler. De ki: 'Siz inanmadı­nız, fakat İslam olduk deyin.' İman kalplerinize girmedi. Eğer Allah 'a ve Rasulüne itaat ederseniz (Allah) yaptık­larınızdan hiç bir şeyi eksiltmez. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Müminler onlardır ki Allah'a ve Rasu­lüne inandılar, sonra şüphe etmediler; Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaştılar. İşte (iman iddiasında) doğru olanlar onlardır.”[108]

Rivayetlere göre bu ayetler, İslam'a henüz yeni giren Benu Esed kabilesi hakkında inmiştir. Bunlar Medine'ye gelip müslüman olduklarını bildirdikten sonra Rasulullah'a minnet ederek "başkaları seninle savaştılar, ama biz savaşmadık" demiş ve kendilerine maddi bir takım yardımların yapılmasını istemişler­dir.[109]

Ayetler, iman hakikatlerinin henüz kalplerine yer­leşmediğini, imanın gerçekleşmesi için Allah ve Rasu­lüne itaat etmeleri gerektiğini bildirmektedir. İmanları henüz yenidir ve denenmemiştir. Beslenip kökleşmesi itaatla sağlanacaktır. İmanlarının kalplerine yerleş­mesi için, ondan dönüşlerine sebep olabilecek her türlü gediğin kapatılması gerekir. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır:

“Andolsun biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali türlü biçimlerde anlattık.”[110]

Tekrar edilen konular daha çok tevhidi yerleştir­meyi hedefleyen hususlardır. Kıssası en çok tekrar edi­len peygamberlerin başında Hz. Musa gelmektedir. Çünkü o, uzun yıllar Firavun'un emri altında köleliştirilmiş bir kavme gönderilmişti. Meşakkatli bir mücadele­den sonra onları Firavun'un zulmünden kurtardı. Fira­vun ve yandaşlarının onlara zulmü, Kureyş ileri gelenle­rinin, Muhammed (s) ve inananlara yaptıkları zulme benzemektedir. Ayrıca Hz. Musa da bir şeriat sahibidir ve bu yönden de peygamberimize benzemektedir. [111]Hz. Musa'dan sonra Kur'an'da en çok kıssası tekrar edilen peygamber Hz. İbrahim'dir. Tevhid konusunun değişik üsluplarla en çok anlatıldığı kıssa da Hz. İbrahim kıssasıdır.

En çok tekrar edilen kıssalardan biri de, Hz. Adem ile şeytan kıssasıdır. Çünkü bu kıssa insanlığın kıssasıdır. Şeytan ile insan arasındaki çatışma her zaman ve her yerde vuku bulmuş ve yine her zaman ve her yerde kıyamete kadar devam edecektir.

O halde tekrar edilen konular, önemlerinden dolayı tekrar edilmişlerdir. Ayrıca Kur'an'da bir olay tekrar edilirken aynıyla tekrar edilmiyor. Mesela bir yerde Özet olarak anlatılırken başka yerde tafsilatlı bir şekilde anlatılıyor. Bir yerde olayın bir unsuru anlatılmadığı halde başka bir yerde o unsur da ilave ediliyor.

Kur'an'ın indiği dönem açısından meseleye bakıldı­ğında bazı olayların tekrarı şu anlamda Önem arzediyordu: Daha önce de sözkonusu ettiğimiz gibi kıssaların hedeflerinden biri, Peygamber (s)'in gönlünü yatıştır­mak ve azmini bilemek idi. Yirmi üç yıl süren davet ve tebliğ hayatı boyunca o, bir çok sıkıntı ve problemle kar­şılaştı. Benzeri problem ve sıkıntılar tekrar edildikçe, o problemini hafifletecek geçmişteki olay, kendisine tek­rar hatırlatılmış oluyordu.

Daha sonraki dönemler açısından meseleye bakıldı­ğında ise, tekerrür eden her olay farklı surelerde veya aynı surenin farklı bir siyakında zikredilmektedir. Her sure ise, belli bir konuyu bir bütünlük içerisinde ele almaktadır. Olay tekrar anlatılırken, daha önce anlatıl­mamış bir unsurunun ilave edilmesi, o unsurun zikredildiği surenin genel muhtevasıyla ilgili olması nedeniyle­dir.

Mesela; Bakara Suresi, inanç bakımından insanları gruplara ayıran bir suredir. Sure, bu grupların vasıflarını, geçmişlerini ve geleceklerini, aralarındaki çatış­mayı konu alan bir suredir. Bu nedenle Adem kıssasının bu konuyla ilgili yönlerini ele almıştır. Alu İmran Suresi, daha çok Ehl-i Kitabı ilgilendiren bir suredir. Surede Hz. İsa'nın yaratılışından da bahsedilmektedir. Hz. Adem kıssasının bu surede zikredilmesi bu nedenledir ve Hz. Adem'in yaratılışı meselesi burada gündeme getirilmek­tedir. Hz. İsa'nın babasız olarak yaratılışının Allah indinde tıpkı Hz. Adem'i topraktan yaratması gibi olduğu; Hz. Adem'i anasız ve babasız topraktan yaratan Allah'ın Hz. İsa'yı babasız yaratmağa kadir olduğu anla­tılmaktadır.[112] Yine Nisa Suresi, toplumsal yapıdan ve toplumun küçük bir ünitesi olan aile kurumundan bah­setmektedir. Bu surede de konuyla ilgili olarak Hz. Adem kıssasından bahsedilmekte, bütün insanların Hz. Adem ve Havva'dan türedikleri burada anlatılmaktadır.[113]

 

b. Tekrarlarda Çelişki Var mıdır?

 

Kur'an, kendisinde çelişki bulunmadığını meydan okuyarak zikretmektedir:

“Kur'an'ı tedebbür etmiyor­lar mı? Eğer Allah 'tan başkası tarafından olsaydı, onda birbirini tutmaz çok şey bulurlardı.”[114]

İşte bu nedenle Kur'an'da nesh iddiasını da reddediyoruz. Gerçekten Kur'an, baştan sona kadar birbirini desteklemekte­dir.[115]

Kur'an'ın kıssaları açısından da durum aynıdır. Tekrarlanan kıssalarda bir çelişki sözkonusu değildir. Kur'an'ın, kıssalarının vakii olmasını hedeflemediğini, işlenen konuyu destekler mahiyette hayal mahsulü sanat kıssaları gibi olayları ele aldığını söyleyenler tek­rarlanan kimi kıssalarının olay ya da olaylarının anla­tımı arasında bir takım çelişkiler arama peşinde koşmuşlarsa da bunun gerçekle bir ilgisinin bulunmadığını "Kur'an Kıssalarının Menşei" bölümünde anlatmış ve bu hususu delilleriyle serdetmiştik. Orada bir kaç misali ele aldığımız için burada yalnız birini zikretmekle yeti­neceğiz:

Hz. Hud kıssası:

Hz. Hud, Ad kavmine gönderilmiştir. Kıssası A'raf, Hud, Mu'minun, Şuara, Fussilet ve Ahkaf surelerinde geçmektedir. [116] Zariyat, Kamer, Hakka ve Fecr surele­rinde de Ad kavminin nasıl helak olduklarından bahse­dilmektedir. İlk grupta zikrettiğimiz surelerde Hz. Hud un kavmine söyledikleri ve onların verdikleri cevap­lar anlatılmaktadır. Konuyu uzatmamak için sadece A'raf Suresi ile Hud Suresi'nde anlatılanları naklet­mekle yetineceğiz:

A'raf Suresi:

“Ad Kavmi'ne de kardeşleri Hud'u (gönderdik). O, (kavmine) dedi ki:

Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. (Hala O'na karşı gelmekten) sakınmayacak mısınız?

Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki:

Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçek­ten seni yalancılardan sanıyoruz.

(Hud) dedi ki:

Ey kavmim! Bende beyinsizlik yoktur, aksine ben alemlerin Rabbinin gönderdiği bir peygamberim. Size Rabbimin gönderdiği gerçekleri tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak için içi­nizden bir adam vasıtasıyla Rabbinizden size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki O sizi, Nuh kavminden sonra (onların yerine) hakimler kıldı ve yaratılışta sizi onlardan üstün yaptı. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa eresiniz. Dediler ki:

Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımı­zın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin (azabı bize) getir.

(Hud) dedi ki:

Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım inmiş­tir. Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz? Bekleyin Öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!”[117]

Hud Suresi:

“Ad kavmine de kardeşleri Hud'u (gönderdik). Dedi ki:

Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Siz (putları tanrı edindiğinizden dolayı Allah'a karşı) yalan uyduranlardan başkası değilsiniz. Ey kavmim! Ben (Allah'ın emirlerini tebliğ etmek için) ona karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Hala aklınızı kullanmıyor musunuz? Ey kavmim! Rab­binizden mağfiret isteyin, sonra da O'na tevbe edin (O'na dönün) ki, üzerinize göğü (yağmuru) bol bol göndersin ve kuvvetinize   kuvvet   katsın,   günahkarlar   olarak (Allah'tan) yüz çevirmeyin.

Dediler ki:

Ey Hud! Sen bize açık bir mucize getirmedin, biz de senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz ve biz sana iman edecek de değiliz. Biz, 'Seni tanrılarımızdan biri fena çarpmış' demekten başka bir söz söylemeyiz!

(Hud) dedi ki:

Ben Allah'ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki, ben sizin ortak koştuklarınızdan uzağım. O'ndan başka (taptıklarınızın hepsinden uzağım). Haydi hepiniz bana tuzak kurun. Sonra da bana mühlet vermeyin, (elinizden geleni yapın)...”[118]

Naklettiğimiz bu karşılıklı iki konuşmayı birbirle­riyle karşılaştıracak olursak her iki konuşma arasında benzer yönler de vardır, birbirlerinden farklı yönler de. Aralarında farklı yönlerin bulunması, farklı konuşmala­rın nakledilmiş olmasından dolayıdır. Herhalde Hz. Hud, kavmini bir araya toplayıp onlara sadece bir defa tebliğ yapmış değildir. Defalarca tebliğini yapmıştır. Bu iki konuşma, ayrı ayrı yapmış olduğu tebliğlerden ve onların itirazlarından nakledilmiş pasajlardır. Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi sırf surenin siyakı gerektir­diği için aynı konuşma değişik üsluplara sokulmuş değil­dir.

Kur'an-ı Kerim, ele aldığı konuyu boşluk bırakma­yacak şekilde incelemektedir. Ne var ki bazen konunun bir yönünü bir surede işlerken, diğer yönünü başka bir surede ele almış olabilir. Bu nedenle Kur'an'daki bir konu incelendiğinde ilgili tüm nasslar bir araya getiril­meli ve üzerinde iyi düşünülmelidir. İşte o zaman konu­nun dört bir yandan incelenmiş olduğu görülecektir. Ayrıca dikkatli bir şekilde incelendiğinde sırf te'kidi hedefleyen bir tekrarın da bulunmadığı görülecektir. Her tekrar mutlaka anlatılan konunun bir boşluğunu doldurur mahiyettedir. [119] Sadece, pratik hayatla ilgili bazı konuların ayrıntılarına girilmemiş, bu ayrıntılar peygamberin açıklamalarına havale edilmiştir.

Bu bağlamda şunu da belirtmekte yarar vardır: Bilindiği gibi tefsir usulüyle ilgili kitaplarda 'Kur'an'ın en iyi tefsirinin yine Kur'an'la yapılan tefsir olduğu' belirtilmektedir. Bu, açıklayıcı mahiyette olan Kur'an nassnın, açıkladığı başka bir Kur'an nassında anlatılan anlamın aynını anlattığı anlamına gelmez, ikinci nass, birincisini açıklamanın yanı sıra konunun herhangi bir gediğini de kapatıyor. Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydani Kauaidu't-Tedebbüri'l-Emsel li Kitabillah isimli eserinde buna dair pek çok misal vermektedir. Bunlardan bir ikisini buraya aktarmakta yarar görüyoruz:

Birinci Misal:

Takva ile ilgili meselelerin birinde elimizde üç nass vardır:

Birincisi: Nüzul sırası itibariyle 87. sure olan Bakara Suresi'nin son taraflarındaki Mudayene ayeti­nin sonundaki şu ayettir:

 “Allah'tan korkun Allah size Öğretiyor. Allah her şeyi bilir.”[120]

İkincisi: Nüzul sırası itibariyle 88. sure olan Enfal Suresi'nde geçen şu ayettir:

 “Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçları­nızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahi­bidir.”[121]

Üçüncüsü: Nüzul sırası itibariyle 94. sure olan Hadid Suresi'nde geçen şu ayettir:

 “Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve peygambe­rine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.”[122]

Müfessirlerden bazısı, Kur’a’nı Kur'an'la tefsir edi­yorum diyerek bu üç ayetten kastedilen anlamın aynı olduğunu söylemektedir. Onlara göre bu üç ayet de şunu anlatmaktadır: Allah'tan korkan kişiye Allah, marifet kapılarını açar ve ilmin derinliklerinde cevelan etmesi için basiretini aydınlatır. Sufiler daha öteye giderek bu ayetlerde kastedilenin, ilmi tahsil yollarıyla ulaşılama­yan; ancak ilham -ya da keşf diye isimlendirdikleri- yolla elde edilen ledünnî ilme ulaşmanın kastedildiğini ileri sürerler. Onlara göre bu ilme ulaşabilmenin yolu sadece ve sadece takvadır, ister-istemez soruyoruz: Takvaya giden yolu öncesinde bilmeyen kişi nasıl Allah'tan hak­kıyla korkabilir ve muttaki olabilir ki? Belki Allah'tan korktuğunu zannederek ma'siyet işliyordur?

Bu üç ayeti anlamaya çalışırken; üçü de birbirlerini açıklıyor demek yerine, her biri konuyla ilgili bir yönü açıklıyor; ayetler birbirlerini tamamlıyor kuralını kendi­mize rehber edinir ve bunun ışığında her ayeti siyakı içe­risinde değerlendirirsek şu hususlarla karşılaşırız:

1. Parlak hükümler, yüce irşadlar ve Allah'ın müminlere Öğretmesini içeren Müdayene ayetinin sonunda zikredilen, ayetin içerdiği bu hükümlerle irşadlara ve indirilen kitabındaki Rabbani öğretime tamamen uygundur.

Çünkü teklifi emirlerden bahsedilirken Allah'tan korkmanın (takvanın) emredilmesi, tamamen yerinde bir husustur, işte bu nedenle ayetin sonunda Allah'tan korkun, buyurulmaktadır.

Yüce hüküm ve irşadlar, indirilmiş Rabbani bir öğretimdir ve bunlarla birlikte Allah'ın öğretim nimeti­nin zikredilmesi tamamen yerinde bir husustur. İşte bu nedenle Allah'tan korkma (takva emredildikten) sonra Allah size öğretiyor, buyurulmakta­dır.

Ayet, Allah'ın her şeyi bildiğini zikrederek O'nu yüceltmekle son buluyor. Yani Allah'ın kullarına öğret­tiği, hakkın ta kendisidir ve onlara yararlı olan da, bu Öğrettikleridir. İşte bu nedenle de ayet Allah her şeyi bilir, sözleriyle son bulmaktadır.

2. Enfal Suresi'ndeki “Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.” ayeti, müttakilerin dünya­daki mükafatlarından birini anlatmaktadır ki o da "furkan"dır; muttaki kişiye, hak ile batılı birbirinden ayırdetmek hasletini kazandıran basirettir. İşte bu, Allah'ın muttaki kullarının basiret, kalb ve zihinlerine verdiği Özel bir nur olup ilmi muvaffakiyetin nevilerinden biri­dir.

3. Hadid Suresi'ndeki “Size ışığında yürüyeceğiniz bir nur lütfetsin.” ayetinin siyakından bunun, kıyamet günü kendilerine verilecek bir mükafat olduğu anlaşıl­maktadır.

Ayetteki hitap Ehl-i Kitaptan olup iman edenlere­dir. Allah onlara şöyle buyuruyor: “Rahmetinden size iki kat (veya iki pay) verecektir.” Biri, daha önceki imanınız­dan dolayı, ikincisi de Muhammed ve Kur'an'a iman etmenizden dolayı.

Sure'nin daha önceki bölümlerinde kıyamet günü müminlere bir nur verileceğinden ve münafıkların bu nurdan mahrum olacaklarından bahsedilmişti.

Nassların birbirlerini tamamladıkları kuralından hareket ettiğimizde anlamlar işte böyle bütünlüğe kavuşmaktadır. Ama ayetlerin aynı anlamı kasdettikleri ve birbirlerini açıkladıkları kuralını rehber edinseydik, ayetlerin delalet ettikleri anlamlardan bir kısmı kaybolurdu.

Bu üç nassa, nüzul sırası itibariyle 99, ve Mus­haftaki tertip itibariyle 65. sure olan Talak Suresi'ndeki şu üç nassı da ilave edecek olursak:

“Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona bir çıkış (yolu) yaratır. Ve onu ummadığı yerden mıhlandırır.”[123]

“Kim Allah'tan korkarsa (Allah) ona işinde bir kolaylık yaratır.”[124]

“Kim Allah'tan korkarsa (Allah) onun Kötülüklerini Örter ve mükafatını büyütür.”[125]

Bu ayetlerin delalet ettikleri üzerinde düşünüldü­ğünde onların, önceki ayetlere yeni anlamlar ilave ettik­leri görülür. Böylece Allah'tan korkanların mükafatla­rına yeni beş çeşit mükafat ilave edilmektedir.

Birincisi; muttaki (Allah'tan korkan kişi), hayatı­nın herhangi bir işinde bir darlığa düştüğünde Allah ona o darlıktan kurtulması için bir çıkış yolu verir.

İkincisi; Allah onu daima ummadığı ve daha önce planlamadığı yerden rızıklandırır.

İlk ayet, bu iki mükafata delalet etmektedir.

Üçüncüsü; Allah kendisine işlerini kolaylaştırır. Takvasının bir mükafatı olarak hayatında işleri ona zor­luklar çıkarmaz.

İkinci ayet buna delalet etmektedir.

Dördüncüsü; Allah, müttakinin günahlarını örter; bağışlar.

Beşincisi; Kıyamet günü Allah ecrini büyütür.

Üçüncü ayet de bunlara delalet etmektedir.[126]

İkinci Misal

Kur'an-ı Kerim'de, çocukları öldürmekten sakındırmakla ilgili iki ayet vardır:

Birincisi: Önce ineni budur. Mekke döneminde inmiştir ve nüzul sırası itibariyle 50., Mushaf’taki tertibi itibariyle 17. sure olan İsra Suresi'nde geçmektedir. Ayet şöyledir:

“Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de biz rızıklandırıyoruz. Onları öldürmek büyük günahtır,”[127]

îkînci ayet: Medine'de inmiştir. Nüzul sırası itiba­riyle 55., Mushaf'taki tertibi itibariyle 6. sure olan En'am Suresi'nde geçmektedir. Surenin büyük çoğunluğu Mekki'dir, ama bu ayet Medeni'dir. Ayet şöyledir:

“Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin, siz­leri de, onları da biz rızıklandırıyoruz.”[128]

Bu iki ayeti incelediğimizde onların, birbirlerinin tekrarı değil, tamamlayıcısı olduklarını görürüz. İsra Suresi'nde Yüce Allah çocukların rızkını tekeffül ettiğini belirttikten sonra ardından onlara infak eden velilerinin rızkını da tekeffül ettiğini belirtir. Çünkü burada çocuk­lara infaktan dolayı ileride fakir düşmek korkusu sebe­biyle çocuklardan kurtulmaya çalışma sözkonusudur. Yüce Allah bu durumda çocukları öldürmeyi yasaklıyor ve velilerine, yaşlandıklarında rızıklarının, çocuklarının sebebiyle ya da onlar yoluyla gelebileceğini açıklıyor. Çocukların rızıklarının Allah tarafından tekeffül edildi­ğinin Önce zikredilmiş olması buna delalet etmektedir: “Onları da, sizi de biz rızıklandırıyoruz.”

Fakirliğin de meçhul gelecekte vuku bulmasından korkulan bir şey olduğuna ve o anda fakirliğin söz konusu olmadığına da şu söz delalet etmektedir: Yani gelecekte fakirliğin vuku bulmasından korkulduğu için.

En'am Suresi'ndeki ayette ise yüce Allah, ilk ayettekinin aksine önce velilerin rızkını tekeffül ettiğini belir­tiyor ve ardından çocuklarının rızkını tekeffül ettiğini zikrediyor. Çünkü burada söz konusu olan içinde bulu­nulan fakirlik probleminden dolayı çocukların öldürül­mesi çabasıdır. Ayetteki şu sözler buna delalet ediyor:

Yani fiilen içinde bulunduğunuz fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Bu nedenle burada münasip olan çocuklarının rızıklarının tekeffülünden önce velile­rin rızıklarının tekeffül edilmesidir.

Böylece iki ayet hem birbirlerini tamamlamış hem de konu çeşitli yönleriyle işlenmiş ve konunun temel meselesi olan çocukların öldürülmesinin yasak olduğu belirtilmiş oluyor.

Böylece nüzul sırası mantıki düşünme silsilesine de uygun düşmüş oluyor. Çünkü ilk ayette, gelecekte olabi­lecek fakirlik korkusuyla çocukların öldürülmesini yasaklıyordu. Ancak bu aşamadan sonra şu soru akla geliyor: İleride fakir düşeceğim korkusuyla çocukların öldürülmesi yasak, ama şu anda fakir olan ve yaşama kavgası veren kişinin, kendilerine nafaka bulamayacağı çocuklarından kurtulması acaba caiz değil inidir? Zihne gelebilecek bu sorunun cevabı:

“Fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizleri de onları da biz rızı-landırıyoruz.”[129]

Netice olarak Kur'an'daki tekrarlar, aynı konu veya meselenin salt tekranndan ibaret değildir. Her tekrarda bir anlam ilavesi, meseleye değişik bir bakış açısı kazan­dırma vardır. [130]

 



[1] İsra: 17/ 76-77.

[2] A'raf: 7/ 3.

[3] Taberi, V

[4] A'raf: 7/ 33.

[5] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 69-71.

[6] Ebu's-Suud,IV/191.

[7] Hud: 1/12.

[8] En'am: 6/ 33-34.

[9] Kehf: 18/ 6.

[10] Hud:11/ 120.

[11] Buhari, Enbiya 27; Meğazi 56; Edeb 53, 71.

[12] Zebidi, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, Ankara-1972, X/313.

[13] Hud:11/25-34.

[14] Taberi, IX/191.

[15] Hud:11/49.

[16] Muhammed Kutub, Kur'an Araştırmaları, (Çev. Akif Nuri), İstanbul-1981,1/165-166.

Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 73-78.

[17] Hacc: 22/46.

[18] Hicr: 15/75.

[19] Yusuf: 12/111.

[20] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 79-80.

[21] Enbiya: 21/18.

[22] İsra: 17/81.

[23] Yusuf: 12/18.

[24] Yusuf: 12/83.

[25] Yusuf: 12/87.

[26] Şuara: 26/208-209.

[27] Tevbe: 9/111.

[28] Enfal:8/65.

[29] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 80-83.

[30] İsra: 17/15.

[31] Nahl: 16/36.

[32] Şura: 42/14.

[33] Beyine:97/4.

[34] Bakara: 2/213.

Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 84-85.

[35] Zariyat: 51/52.

[36] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 85-86.

[37] Razi, XXXI/177.

[38] Zuhruf: 43/23.

[39] Enbiya,: 21/53.

[40] Yunus: 10/78.

[41] Maide: 5/104.

[42] Zuhruf: 43/22.

[43] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 86-87.

[44] Sebe: 34/34.

[45] Hud: 11/27.

[46] A'raf: 7/75-76.

[47] A'raf: 7/88.

[48] Ahkaf: 46/11.

[49] Zuhruf: 43/ 23-24.

[50] İsra: 17/16.

[51] Muhammed Süleyman el-Eşkar, Zübdetü't-Tefsir min Feihi'l-Kadir, (Şevkani'nin Fethu'l-Kadir isimli eserinin muhtasarı), Kuveyt-1985, s. 301.

[52] Hud: 11/116-117.

[53] Tahrim: 66/11.

[54] Ğafir: 40/28.

[55] Neml: 27/44.

[56] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 87-91.

[57] Hud: 11/117.

[58] Ra'd: 13/11.

[59] Şura: 42/30.

[60] Rum: 30/41.

[61] Şuara: 26/208-209.

[62] Kasas: 28/59.

[63] A'raf: 7/182-183.

[64] Mü'min: 40/21-22.

[65] Muhammed: 47/13.

[66] Aynı deneme, kendisinden alıntı yaptığımız değerli tarihçinin ülkesi Irak tarafından da yapıldı.

[67] Imadüddin Halil, İslam'ın Tarih Yorumu, (Çev. Ahmet Ağırakça), istanbul-1988, s. 109-110.

[68] A'raf: 7/130.

[69] Zuhruf: 43/50-56.

Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 91-95.

[70] Buhari, Enbiya 50; İ'tisam 14; Müslim, İlm 6; İbn Mace, Fiten 17n.

[71] Bkz.: Taberi, 1/79-84; Beğavi, Mealimu't-Tenzil, Beyrut-1987, 1/42.

[72] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 95-97.

[73] Maide: 5/20-25.

[74] A'raf: 7/163.

[75] Bkz.: En'am: 6/146.

[76] Ibnu Kesir, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Beyrut-1966, III/238:

[77] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 97-99.

[78] Ruhbanlık: Dine hizmet etmek için evlenmemek ve ibadete çekil­mek, dünyadan ve sosyal, siyasal hayattan çekilip "din adamı" olmak.

[79] Bkz.:Hadid: 57/27.

[80] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 99-100.

[81] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 101.

[82] Hacc: 22/1-2.

[83] Hacc: 22/ 5-6.

[84] Kurtubi,VIII/59-60.

[85] Yasin: 36/77-82.

[86] Alu İmran: 3/59.

[87] Maide: 5/73-76.

[88] Tihami Nakre, Saykuliciyyetu'l-Kıssa fî'l-Kur'an, Tunus-1971, s. 487.

[89] Bakara: 2/258.

[90] Ebu's-Suud, 1/251.

[91] Tabatabai, el-Mizan, II/351.

[92] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 101-106.

[93] Enbiya: 21/1.

[94] Enbiya: 21/11-15.

[95] Enbiya: 21/83.

[96] Enbiya: 21/84.

[97] Bkz.:Saffat: 37/139-141.

[98] Enbiya: 21/87-88.

[99] Müslim, Misafirin 139.

[100] Ahzab: 33/21.

[101]Mümtehine: 60/4.

[102] Hud: 11/52.

[103] En'am: 89/82.

[104] En'am: 6/81.

Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 106-110.

[105] Bkz.: Bakara: 2/ 34; A'raf: 7/11; /İsra,: 17/ 61; 1Kehf: 18/ 50; Taha: 20/ 116.

[106] A'raf: 7/113-120; Yunus: 10/80; Taha: 20/ 70; Şuara: 26/38-46.

[107] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 111.

[108] Hucurat: 49/14-15.

[109] Vahidi, Esbabu'n-Nuzül, s. 225.

[110] İsra: 17/89.

[111] Tihami Nakre, Saykuluciyyetu'l-Kıssa fı'l-Kur'an, s. 123.

[112] Bkz.: Alu imran: 3/59.

[113] Bkz.: Nisa: 4/1.

Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 112-115.

[114] Nisa: 4/82.

[115] Bkz: Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele isimli eserimizin Nesh'le ilgili bölümü; Yöneliş Yayınları, istanbul, 1991.

[116] Bkz.: A'raf: 7/65-72; Hud: 11/50-60; Mü'minun: 23/31-42; Şuara: 26/124-140; /Fussilet:  41/85-86; Ahkaf: 46/21-26.

[117] A'raf: 7/65-70.

[118] Hud: 11/50-57.

[119] Abdurrahman Hasan Habenneke el-Meydani, Kavaidu 't-Tedeb-büri'l-Emsel li Kitabillah, Dmaşk-1989, s. 67.

[120] Bakara: 2/282.

[121] Enfal: 8/29.

[122] Hadid: 57/28.

[123] Talak: 65/2-3.

[124] Talak: 65/4.

[125] Talak: 65/5.

[126] Meydanı, a. g. e., s. 71-74.

[127] İsra: 17/31.

[128] En’am: 6/151.

[129] Meydani, a. g. e., s. 74-76.

[130] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 115-126.