a. İsrailiyatın İslam Kültürüne Girmesinin Sebepleri
b. İsrailiyatın Tarihçesi ve Seyir Çizgisi
Kur'an kıssalarından
bahsederken İsrailiyat konusunu da işlemek, haddizatında bir zorunluluktur.
Çünkü tefsir kitaplarında nakledilen İsrailiyat'ın hemen hemen tamamı
kıssalarla ilgili bölümlerde geçmektedir.
İsrailiyat, israiliyye
kelimesinin çoğuludur ve bu kelime, israilî bir kaynaktan nakledilen kıssa veya
olay anlamındadır. [1] İsrail, Hz. Yakub'un ismi
veya lakabıdır. Yahudiler ona nisbet edilerek kendilerine Benu İsrail
(İsrailoğulları) denilmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim de Yahudileri “Benu
İsrail” diye isimlendirmektedir. O halde îsrailiyat, Yahudi kaynaklardan
aktarılan malumat anlamındadır. Ne varki tefsir ve hadis ilimleriyle
uğraşanlar, “İsrailiyat” kelimesini daha geniş bir anlamda kullanmışlardır.
Yahudi ve Hıristiyan kültürlerin yanı sıra geçmişlerin mitolojilerinden tefsir
ve hadis kitaplarına sokuşturulan haberlerin tamamına israiliyat demişlerdir.
Hatta bazıları, geçmiş kaynaklarda mevcut olmayıp İslam düşmanlarının, sırf
İslam'ı bulandırmak, İslam inanç ve kültürünü bozmak için uydurdukları
haberleri de bu kelimenin kapsamına almışlardır. [2] Buna
göre diğer kültürlerden İslam kültürüne sokuşturulan haberlerin tamamına
İsrailiyat denmektedir.
Bu tür haberlerin
hepsi için İsrailiyat isminin kullanılması ise, nakledilen bu tür haberlerin
büyük çoğunluğunun yahudi kaynaklı olması sebebiyledir. [3]
İsrailiyatın kısımlarına
geçmeden önce kısaca Kur'an'ın kendisinden önceki kitaplarla ilişkisi üzerinde
durmak istiyoruz.
Hemen şunu belirtelim
ki; peygamberler, Hz. Adem'den Peyamberimiz Muhammed'e kadar birbirlerinin
izleyicisidirler. Hepsi aynı yolu savunmuşlardır. Kur'ani terminolojide bu
yolun adı İslam'dır.
Peygamberlerin hepsi
aynı yolun izleyicileri olduklarına göre birine indirilen her kitap, kendinden
öncekine indirilen kitabın doğrulayıcısıdır. Ancak bir kitabın kendinden
önceki kitabın doğrulayıcı olması, o kitabın bir fotokopisi olması anlamında
değildir. Hepsinde itikat konuları aynıdır, ama pratik hayatla ilgili
meselelerde bir takım farklılıklar vardır. İşte bu gibi konularda, farklılık
arzeden hususlarda bir sonraki kitap, bir önceki kitabı nesheder yani o farklı
hususlardaki hükümlerini iptal eder. Eğitim üslupları açısından da aralarında
bir takım farklılıklar sözkonusu olabilir. Çünkü eğitimde takip edilecek
metodlar, toplumların yapıları, kültürel birikimleri ve psikolojilerine göre
tesbit edilir.
Kur'an-ı Kerim de,
kendinden önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirilmiştir. Nitekim bu durum
müteaddit ayetlerde belirtilmektedir.[4]
Kur'an'ın kendinden
önceki kitapları doğrulayıcı olarak indirildiğini belirten bir ayette,
Kur'an'ın diğer kitaplar karşısındaki durumunu anlatan bir vasfı daha ilave
edilmektedir: [5] sözcüğü ile
kullanıldığında "gözleyen, kollayan ve koruyan" anlamındadır. [6] Buna
göre ayetin anlamı şöyledir:
“Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve
onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı gerçekle indirdik.”[7]
Kur'an-ı Kerim'in,
kendinden önceki kitapları kollayıp koruması, onlardan hangi hükümlerin
geçerli ve hangilerinin geçersiz olduğunu belirtmesidir.[8]
Sözcüğü şeklinde de
okunmuştur. Buna göre ayetin anlamı şöyledir:
“Sana da kendin den önceki kitapları doğrulayıcı ve
değiştirilmekten emin kılınmış olarak bu kitabı gerçekle indirdik.”[9]
Yani Kur'an'ın diğer
kitaplar karşısındaki özelliklerinden biri, Allah tarafından korunmuş olması,
değişiklik ve tahrife uğramayacağıdır. Nitekim Kur'an'ın korunmasının Allah'ın
teminatı altında olduğu başka bir ayette de belirtilmektedir. [10] Oysa
diğer kitaplar için durum böyle değildir. Onların korunması din bilginlerine
bırakılmıştır. [11] Din bilginleri ise o
kitapları koruyamamış ve o kitaplar tahrif edilip değiştirilmişlerdir. Herhalde
Kur'an'ın korunması da İslam bilginlerine bırakılmış olsaydı, o da aynı akıbete
uğrayacaktı. Ama son kitap olduğu için korunması Allah'ın teminatı altına
alınmıştır.
Bu kısa girişten sonra
İsrailiyat’ın kısımları konusuna
geçebiliriz.
İsrailiyatı çeşitli
açılardan kısımlara ayırmak mümkündür. Ancak bizi ilgilendiren, İslam'a uyma ve
uymama, bir de onları nakletmenin caiz olup olmaması gibi hususlardır. İşte bu
açıdan israiliyatı üç kısma ayırabiliriz:
a. İslam'a
uygun olan İsrailiyat.
b. İslam'a
uygun olmayan İsrailiyat.
c. Hakkında
hüküm bulunmayan; doğrulanması ya da yalanlanması için elde bir kıstas
bulunmayan İsrailiyat.
Tevrat ve İncil,
bütünüyle tahrif edilmiş kitaplar değildir. Bu nedenle hak ile batılı bir arada
bulundururlar.
Bunlardan Kur'an ve
sahih sünnete uygun düşenler haktır. İslam'a uygun olan İsrailiyattan maksat,
bu tür hususlardır. Peygamber (s)'in "İsrailoğullarından nakledin, bunda
bir sakınca yoktur." [12]
anlamındaki hadisi bu tür İsrailiyata hamledilmiştir.
Kur'an ve sahih
sünnetle bağdaşmayan İsrailiyat ise batıldır ve bu gibi İsrailiyat, ancak
reddedilmek ve eleştirilmek kaydıyla nakledilebilir. İsrailiyatı nakletmeyi
yasaklayan rivayetler de bu tür İsrailiyata hamledilmiştir.[13]
Bir kısım İsrailiyat
ise, dini hüküm taşımayan hususlarla, olmuş olması da, olmamış olması da
ihtimal dahilinde olan olayları nakleden İsrailiyattır. Bu tür İsrailiyatın
nakledilmesini bazı alimler caiz görmüştür. Kimi de İsrailiyattan olduklarının
belirtilmesi kaydıyla caiz olduğunu söylemişlerdir.
Kanaatimizce bu tür
İsrailiyatın da nakledilip dini kitaplarda rivayet edilmesi ya da va'zlarda
söylenmesi caiz değildir. Eğer bunlarla insanlara öğüt vermek isteniyorsa,
öğüt vermek için Kur'an ve sahih sünnet yeterlidir. Eğer bilgi vermek
isteniyorsa dini bilgi namına yine Kur'an ve sahih sünnet yeterlidir ve
insanları etkileme, onlara mutedil bir şahsiyet ve hayata doğru bir bakış açısı
kazandırma açısından da bu iki kaynak yeterlidir. [14]
Kur'an-ı Kerim'in
naklettiği kıssaların pek çoğu Tevrat'ta da geçmektedir. Hem Kur'an-ı Kerim,
kıssaların ayrıntıları üzerinde durmazken Tevrat ayrıntılara girmektedir.
Çünkü Kur'an-ı Kerim bu kıssaları aktarırken ibret alınacak yönlerine dikkat
etmekte, ibret alınmaya konu olmayacak hususlara temas etmemektedir.
Okuyucuların bir
kesimi özellikle de halk tabakası, alınacak ibretten çok kıssalardaki olaylara
takıldılar. Kur'an'da olayların ayrıntılarını bulamayınca bu isteklerini
karşılamak için Ehl-i Kitaba müracaat ettiler.
Haddizatında
müslümanların ilk dönemlerde karşılaştıkları Ehl-i Kitabın kendileri de, kendi
kitapları hakkında yeterli bilgilere sahip değillerdi. Bu nedenle müslümanların
onlardan dinledikleri arasında kendilerinin folklorik bilgileri de vardı.
Gerçi kitapları da tahrif edilmiş ve sağlıklı bilgiler ihtiva etmiyordu ama
ilave olarak halk kültürünün de anlatılanlara karışması tehlikenin boyutlarını
daha da artırıyordu.
İsrailiyatın İslam
kültürüne karışmasının sebepleri konusunda İbnu Haldun şöyle demektedir:
Araplar ne Kitap Ehli, ne de ilim ehli idiler. Bedevilik ve ümmilik onlara
hakim idi. İnsan nefsinin arzu duyduğu kainatın yaratılış sebebi, yaratılışın
başlangıcı, varlığın sırları gibi hususlarda bilgi sahibi olmayı arzu
ettiklerinde onu Önce kitap ehli olanlara sorar ve onlardan istifade ederlerdi.
Bu kitap ehli ise, Tevrat ehli olan Yahudilerle onların dinine tabi olan
Hıristiyanlar idi. O gün Araplar arasında yaşayan Tevrat ehli de haddizatında
onlar gibi bedevi idiler. Tevrat'tan bildikleri Kitap Ehli'nden avamın
bildikleri şeylerdi.[15]
Ayrıca Yahudiler
İslam'ın en azılı düşmanlarıdır. Sırf İslam'ın safiyetini bozmak için de yalan
yanlış şeylerin İslam kültürüne girmesine çalışmışlardır.
İnsanların yapı olarak
hikaye ve masal türünden şeyler dinlemeğe meyyal olmaları, abartılmış şeylere
düşkünlükleri de, İsrailiyatın İslam kültürüne karışmasına yardımcı olmuştur.
İsrailiyatın İslam
kültürüne karışmasının diğer bir sebebi de, Ehl-i Kitaptan bazı alimlerin İslam
dinine girmiş olmalarıdır. Bu bilginler ya diğer müslümanların kendilerine
müracaat etmeleri sonucunda ya da kendiliklerinden İsrailiyatı anlatıyorlardı.
İsrailiyatın İslam
kültürüne girmesinin sosyolojik sebeplerinden biri de, İslam'ın evrensel bir
din oluşudur. İslam, Ehl-i Kitabı da kendisine davet etmiştir. Bunun bir sonucu
olarak müslümanlar Ehl-i Kitab'a da İslam dinini tebliğ ediyorlardı. Bu arada
müslümanlarla Ehl-i Kitap arasında zaman, zaman tartışmalar oluyor, sohbetler
yapılıyordu. Böyle bir ortamda kültürel etkileşimin olması tabiidir. [16]
Ehl-i Kitab'ın
Araplarla ilişkisi İslam Öncesine dayanır. Bunların büyük çoğunluğu Yahudi
idiler ve Miladi 70 yılında Arap yarımadasına gelip yerleşmişlerdir.[17]
Ayrıca Arapların biri
yaz, biri de kış mevsiminde olmak üzere ticaret için iki yolculukları vardı.
Nitekim-Kur'an-ı Kerim de bundan bahsetmektedir. [18] Kış
yolculuğu Yemen'e. Yaz yolculuğu da Şam'a yapılıyordu ve buralarda çoğunluğu
Yahudi olan Ehl-i Kitap yaşardı. Gerek Arap yarımadasında ve gerek bu
yolculuklar sırasında Ar-aplarla Ehl-i Kitap arasındaki münasebetlerin sonucu
olarak Arap kültürüne Ehl-i Kitap kültürünün de karışmış olması tabiidir. [19] Ancak
cahiliye döneminde bu etkilenmenin büyük boyutlara ulaştığını söyleyemeyiz.
Çünkü Araplar müşrik idiler ve Ehl-i Kitap kültürüne ilgi duymuyorlardı.
Etkilenme daha çok
İslam'ın gelişinden sonra ve yukarıda dikkat çektiğimiz sebeplerle olmuştur.
Sahabe döneminde kimi
sahabi bazı hususlarda Ehl-i Kitab'a danışmışlarsa da kendilerine anlatılanlar
hususunda dikkatli idiler. Hele Rasulullah'a isnad edilen hususlarda daha da
dikkatli davranıyorlardı. İslam'ı bilme noktasındaki hakimiyetleri sebebiyle
de, İslam'a uymayan haber ve düşüncelere geçit vermiyorlardı.
Tabiun döneminde yalan
uydurmalar çoğaldı. Rasulullah (s)'ın söylemediği şeyler ona isnad edilmeğe başlandı.
Bunun üzerine bu konuda uyanık müslümanlar bir hadis duyduklarında onu rivayet
edenden, hadisi kimden duyduğunu sormaya başladılar. Artık hadisler
senedleriyle birlikte rivayet edilmeye başlandı. Müslimin nakline göre İbnu
Sirin (öl.110/728) şöyle demektedir: Müslümanlar, Rasulullah'tan rivayet
edilenlerin senedini sormuyorlardı. Ama fitne vuku bulduktan (Hz. Osman
öldürüldükten) sonra, hadis rivayet edenlere: 'Hadisi kimden dinlediniz?1 diye
soruyorlardı. Hadisi rivayet edenler bid'at ehli ise, o hadisi almıyorlardı.[20]
Tabiun döneminde
hadislerin senedlerine önem verilmekle birlikte Ehl-i Kitab'a müracaatlar da
çoğaldı. Ayrıca Ehl-i Kitap'tan islam'ı kabul edenler de çoğalmıştı. Böylece
tefsir ve hadise Israiliyattan pek çok şey karıştı. Kıssalarla ilgili İsraili
haberler, avam tarafından şevkle dinleniyordu.[21]
Bu dönemden sonra
tefsirde İsrailiyata daha çok yer verilmeye başlandı. Bilahare kimi müfessirler
naklettikleri rivayetlerin senedlerini de zikretmez oldular. Artık doğruyu
yalandan ayırt etmeye yarayan sened zinciri de yoktu.
Gerçi her dönemde bu
tür İsrailiyatı reddeden, değerli ilmi çalışmalar ortaya koyan pek çok alim
yetişmiştir. Ancak avamın bu tür haberlere ilgi duyması, halkın teveccühünü
kazanmayı amaçlayan alimlerin her dönemde var olması, bazen de hangi haberlerin
İsrailiyattan olduğunun bilinmemesi ve bazen de yasak olan İsrailiyatla yasak
olmayan İsrailiyatın birbirine karıştırılması sonucunda rivayet tefsirlerinin
hemen hemen tamamı şu veya bu oranda İsrailiyata yer vermişlerdir.
İsrailiyatın ne oranda
tefsirlere karıştığını anlamak bakımından meşhur bazı müfessirlerin tefsirlerine
geçmiş İsrailiyata misaller vermek istiyoruz:
[22]
Taberi'nin (öl.
310/922) tefsiri, günümüze kadar ulaşabilmiş ilk tefsirlerdendir. Rivayet
tefsiri olmakla birlikte dirayete de yer vermekte; dil izahları ve rivayetler
arasında da bazen tercihler yapmaktadır. Dönemine kadar ki görüşleri derlemesi
bakımından adeta bir tefsir ansiklopedisidir.
Taberi naklettiği
rivayetlerin sened zincirini vermektedir. Bu yönüyle de önemi büyüktür.
Ancak bu üstün
Özelliklerine rağmen İsrailiyata da yer vermiştir. Naklettiği İsrailiyatın bir
kısmını eleştirip İslam'la bağdaşamayacağına dikkat çektiği halde büyük bir
kısmını hiç eleştirmeden senedini zikretmekle yetinmektedir. Onu savunanlar,
onun, naklettiği rivayetlerin tamamının sened zincirlerini zikrettiğini,
sorumluluğun artık ona ait değil, okuyucuya ait olacağını ileri sürüyorlarsa
da İslam'la bağdaşmayan bu tür rivayetleri nakledip onları eleştirmemesi büyük
bir eksikliktir.
Misaller:
“Andolsun, biz Süleyman'ı imtihan ettik: Tahtının
üstüne bir ceset bıraktık, sonra bize yöneldi.”'[23]
ayetini tefsir ederken
Katade'nin şöyle dediğini nakletmektedir: [24] Hz.
Süleyman Beyti Makdis'i inşa etmekle emro-lundu. Kendisine, onu inşa et ama
demir sesi duyulmasın denildi. Buna bir yol bulamayınca kendisine, denizde
Sahru'l-Marid isminde bir şeytanın yaşadığı söylendi. Nihayet o şeytanı
getirtti. Durumu kendisine anlattı. Hz. Süleyman'ın hakimiyeti mühründe idi.
Hz. Süleyman tuvalete ve hamama girdiğinde mührünü beraberinde almazdı. Bir
gün bir hanımıyla yattıktan sonra hamama gitti. Hamama girmeden mührünü o
şeytana teslim etti. Şeytan götürüp o mührü denize attı. Böylece Hz. Süleyman
hakimiyetini yitirdi. Şeytan onun kılığına girdi ve Hz. Süleyman'ın tahtına
oturarak hükmetmeye başladı. İnsanlar verdiği kararların bir kısmını yadırgamaya
başladılar. Allah'ın peygamberi bozuldu, yanlış kararlar veriyor denilmeye
başlandı. Nihayet kırk gün sonra Hz. Süleyman mührünü bir balığın karnında
buldu. Mührünü alıp geri döndüğünde yolda onu gören cin ona secdeye kapandı.
Halkının arasına geldiğinde o şeytanın cesedini tahtının üzerinde buldu.[25]
Bu hikayenin uydurma
olduğu açıktır. Şeytanın, bir peygamber olan Hz. Süleyman'ın kılığına girmesi,
şu kadar gün boyunca tahtına oturup dilediği şekilde kararlar vermesi, Hz.
Süleyman'a inanan halkı aldatıp onların gözünde peygamberlerini küçük
düşürmesi düşünülemez.[26]
Yine Sad Suresi'nde
geçen:
“Sana davacıların haberi geldi mi? Hani odasının
duvarına tırmanmışlardı, Davud'un yanına girmişlerdi de (Davud) onlardan
korkmuştu..Korkma, dediler, biz iki davacıyız. Birimiz, ötekinin,.hakkına
saldırdı. Şimdi sen aramızda hak İle hükmet, (adaletten ayrılıp bize) zulmetme.
Bizi yolun ortasına (adaletle) götür. Bu kardeşimin doksan dokuz koyunu var.
Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken onu da bana ver dedi ve konuşmada bana
ağır bastı (onunla baş edemedim).
(Davud) dedi ki: 'Andolsun (o), senin koyununu kendi
koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir. Zaten (mallarını birbirine)
karıştıran (ortak)ların çoğu birbirine zulmederler. Yalnız inanıp iyi işler
yapanlar bunun dışındadır ki, onlar da ne kadar azdır!' Davud (bu hükümle)
kendisini denediğimiz (kendisine bir bela vereceğimizi) sandı da Rabbinden
mağfiret diledi, eğilerek secdeye kapandı ve tevbe edip (bize) döndü.”[27] ayetinin tefsirinde Taberi şu anlamdaki rivayetlere
yer vermektedir:
Hz. Davud ibadetle
meşgul iken şeytan kendini altından yapılmış bir güvercin kılığına sokarak
gidip Hz. Davud'un önüne kondu. Hz. Davud onu yakalamak için elini uzattı, ama
güvercin biraz öteye uçtu. Hz. Davud güvercinin peşine takıldı. Nihayet dama
çıktı ve güvercini kovalarken yıkanan bir kadın gördü. Kadın çok güzeldi. Hz.
Davud ona tutuldu. Hele kadın, açık yerlerini saçlarıyla örtünce Hz. Davud'un
ona tutkusu daha da arttı. Hemen kocasının kim olduğunu soruşturdu. Kocasının
devlet göreviyle bir yere gitmiş ve Orya isminde bir komutan olduğunu öğrendi.
Üst komutanına haber göndererek öldürülsün diye Orya'yı zorlu bir savaşa
göndermesini emretti. Orya o savaşta başarı elde etti ve öldürülmedi. Daha zor
ikinci bir savaşa gönderilmesini emretti. İkincisinde de Orya galip geldi. Onu
üçüncü bir savaşa göndertti ve bu savaşta öldürüldü. Bunun üzerine Hz. Davud
Orya'nın o güzel karısıyla evlendi.[28]
Hz. Davud hakkındaki
bu uydurma haber Ehl-i Kitap'tan alınmıştır. Taberi bu anlamdaki rivayetleri
nakletmekte ve hiç bir eleştiri yöneltmemektedir.
Böyle bir şeyi ancak
adi bir padişah yapabilir. Hz. Davud gibi adil bir hükümdarın hele bir
peygamberin bunu yapması düşünülemez.
Taberi'nin bu
gevşekliği Yuhanna ed-Dımaşkî isimli Hıristiyanın Peygamberimiz hakkında
uydurduğu [29] şu iftiranın da
tefsirinde yer almasına sebep olmuştur: Güya Peygamberimiz (s), azadlısı
Zeyd'in evine gitmiş ve Zeyd'in eşi Zeyneb'i yarı çıplak bir vaziyete görerek
ona aşık olmuştur.[30]
Rivayet tefsirlerinin
en meşhurlarındandır. Taberi gibi kendisi de rivayet senedini zikreder.
İsrailiyat ve oydurma haberler konusunda en dikkatli müfessirlerin başında
gelir. Tefsirinin bir çok yerinde müfessirlerin rivayet ettikleri İsrailiyata
dikkat çeker; bazen haberin uydurma olduğunu, Ehl-i Kitap menşe'li olduğunu ve
İslam'la bağdaşmadığını söylemekle yetinir. Bazen de gerekçeleriyle niçin
İslam'a uymadığını tafsilatlı bir şekilde anlatır.
Uydurma haber ve
İsrailiyat nakletme, onlara dikkat çekme ve onları reddetme hususunda
müfessirlerin ilk sırasında yer almasına rağmen İsrailiyat - az da olsa-onun
eserine de girmiştir.
Mesela:
“Allah Yere at onu (asanı), ey Musa!' dedi. Onu hemen
yere attı. Bir de ne görsün, hızla sürünen bir yılan oldu. Allah buyurdu: Al
onu! Korkma! Biz onu şimdi ilk haline sokacağız.“[31]
ayetlerinin tefsirinde
Vehb b. Münebbih'ten şu rivayeti nakletmekte ve hiç bir eleştiri
yöneltmemektedir. Özet olarak rivayet şöyledir:
Asasını yere attığında
bir de ne görsün, aç gözlerle etrafını süzen koca bir ejderha! Kayalara
yöneliyor bir lokmada onları yutuyor. Dişleriyle ağaca saldırıyor ve onları
kökünden söküp yiyor. Boyunun üzerindeki kıllar adeta birer ok şeklindeydi.
Gözlerinden alevler fışkırıyordu. Korkunç bir ses çıkarıyordu. Hz. Musa onu bu
durumda görünce arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Sonra Rabbini hatırladı ve
utancından durdu. Melek, kendisine gidip ejderhayı boynundan yakalamasını söyledi.
Hz. Musa'nın üzerinde yünden bir aba vardı, yenini eline sardı ve ejderhayı
yakalamaya çalıştı. Elinin üzerinden yen açıldı ve eli ejderhanın ağzına
geldi. Ejderhanın dişlerinin gıcırtısını bile duydu. Ama eliyle yakaladığında
bir de ne görsün! Kendi asası! Eski halini almış.[32]
İbnu Kesir, az da olsa
bu tür İsrailiyata yer vermektedir. Ancak onun naklettiği bu İsrailiyat,
akideye taalluk eden cinsten değildir. Belki okuyucusunu lüzumsuz meşgul eden
neviden İsrailiyattır. [33]
Razi'nin (öl.
606/1209) tefsiri re’y tefsiridir. Dolayısıyla rivayete fazla yer vermez.
Bununla birlikte re'y tefsirlerinin rivayetten, rivayet tefsirlerinin de
dirayetten tamamen hali olmadıklarını hatırlatalım.
Razi, tefsiri
ilgilendirmeyen bir çok malumata yer vermekle birlikte İsrailiyat konusunda
dikkatlidir. Özellikle peygamberlerin masumiyetlerini rencide eden İsrailiyat
konusunda daha da dikkatli davranmaktadır. Nitekim Ehl-i Sünnet'ten
peygamberlerin masumiyetine dair ilk eser Razi'nin eseridir.
Yer yer müfessirlerin
naklettikleri İsrailiyata dikkat çekerek onları delilleriyle reddeder.
Bununla birlikte
İsrailiyattan ve uydurma haberlerden tamamen hali olduğunu söyleyemeyiz.
Misaller:
“Görmedin mi Rabbin ne yaptı Ad (kavmin)e? Yüksek
sütunlarla dolu İrem'e?”28
ayetlerini tefsir ederken
şöyle demektedir: Rivayet edilir ki, Ad'ın iki oğlu vardı. Biri Şeddad, diğeri
de Şedid isminde, Bunlar, hakimiyet kurup çok kimseyi yendiler. Bir müddet
sonra Şedid öldü ve hakimiyet tamamen Şeddad'a kaldı. Şeddad, dünyaya hükmetti,
krallar ona boyun eğdi. Bir ara ona cennetten bahsedildi. Ben de onun gibisini
inşa ederim dedi. Adn diyarında İrem şehrini inşa ettirdi. Şehrin inşaatı 300
yıl sürdü. O sırada Şeddat 900 yaşındaydı. İrem, görkemli bir şehirdi. Surları
altun ve gümüştendi. Sütunları Zeberced taşı ve yakuttandı. Değişik cinsten
ağaçları ve nehirleri vardı. Şehrin inşaatı bittiğinde Şeddad halkını yanına
alarak İrem'e yerleşmek üzere yola koyuldu. Şehre bir günlük mesafedeyken Allah
gökten bir gök gürlemesi gönderdi ve Şeddad halkıyla birlikte helak oldu.
Abdullah b. Kulabe hakkında rivayet edilir: Abdullah develerini kaybetmiş ve
onları aramaya koyulmuş. Develerini ararken Şeddad'ın bahçesiyle karşılaşmış ve
oradan yüklenebildiği şeyleri alıp gelmiş. Olaydan haberdar olan Muaviye bu
zatı yanına çağırtmış ve olayı kendisine anlatmasını istemiş. Bu arada Ka'b'ı
da çağırtmış ve ona bunu sormuş. Ka'b: Orası İrem şehridir, demiş ve şunu
ilave etmiş: Senin döneminde kısa boylu, kumral ve hem kaşlarında, hem de
boynunda birer ben bulunan biri develerini ararken o şehri bulacak, demiş. Tam
bu sırada etrafinâ bakınmış ve İbnu Kulabe'yi görmüş: İşte! Allah'a yemin
ederim ki o adam budur, demiş.[34]
Razi'nin naklettiği bu
hikayenin uydurma olduğu açıktır. Şu ana kadar surları altun ve gümüşten inşa
edilmiş bir şehre rastlanmış değildir. Nitekim İbnu Kesir de, İrem şehrinin
surlarının altun ve gümüş olduğuna, müfessirlerin bu şehrin ihtişamı hakkında
naklettiklerinin doğruluğuna dair bir delilin mevcut olmadığını
söylemektedir.[35]
Razi, bir çok
müfessirz gibi, Uz. Eyyub'un mübtela olduğu hastalık, bu arada şeytanla
tartışmaları ve benzeri uydurma haberleri ue tefsirinde nakletmektedir.[36]
"İsrailiyat"
sözcüğüyle müfessillerin sadece Yahudi yahut Hıristiyanlardan nakledilen
haberleri kasdetme-diklerini, İslam'la.bağdaşmayan diğer haberlere de İsrailiyat
dediklerini belirtmiştik. Şimdi bu anlamda Razi'nin naklettiklerine bir-iki
misal zikredeceğiz:
Sihir işiyle de
ilgilenen Razi, kahin ve müneccimlerin gaybı bildiklerini; kehanetle uğraşan
ve Metikşah'ıri oğlu Sencer döneminde Bağdad'a getirtilen bir kadının otuz yıl
boyunca geleceğe dair verdiği haberlerin hepsinin aynıyla vuku bulduğunu iddia
etmektedir.[37]
Asr Suresi'nin
tefsirinde bu surenin önemini anlatırken şöyle bir rivayet nakletmektedir:
Rivayet edilir ki bir kadın, Medine sokaklarında çığlıklar atarak: "Bana
söyleyin, Peygamber nerede?" diye bağırıyordu. Rasulullah (s) onu gördü
ve; "Ne oldu?" dedi. Kadın dedi ki: "Kocam bir yere gitmişti,
ben de zina ettim. Zinadan bir çocuğum oldu. Onu sirke küpüne atıp boğdum.
Sonra o küpteki sirkeyi sattık. Benim için tevbe yolu var mı?" Rasulullah
(s) ona şu karşılığı verdi: "Zina yapmana gelince, bundan dolayı
recmedileceksin. Çocuğu öldürmenin cezası ise cehennemdir. Sirkeyi satmana gelince,
büyük bir günah işlemişsin. Ama ben de sandım ki ikindi namazını
kılmamışsın."[38]
Herhangi bir ameli
terkten dolayı -amelleri terketmekten sakındırmak için dahi olsa- bu şekildeki
mübalağalarla aynı şekilde bir amelin mükafatını -amellerle teşvik için dahi
olsa- bu şekildeki mübalağalarla anlatmak da İsrailiyatın içine girer.
İsrailiyatla ilgileri
az olan, hatta İsraili haberleri eleştiren üç müfessirin tefsirlerinde
İsrailiyata dair misaller verdik. Bir de İsrailiyata kapılarını açmış
müfessirler var. Bu müfessirlerden misal olarak Ebu İshak es-Sa'lebi (öl.
427/1036), Sa'lebinin tefsirini ihtisar eden ve ona nisbetle İsrailiyata daha
az yer veren Beğavi (öl. 516/1122) ve Beğavi'nin tefsirini ihtisar eden Hazin'i
(öl. 74171340) zikredebiliriz. Bu tefsirlerin her birine dair misaller
nakletmek uzun yer işgal edecektir. Biz bunlardan halk arasında daha yaygın
olan, Hazin tefsirinden misaller vermekle yetineceğiz. [39]
Hazin (öl. 741/1340)
tefsirini, Beğavi'nin tefsirini ihtisar etmek ve daha önceki müfessirlerden de
derlediklerini ilave etmek suretiyle telif etmiştir. Naklettiği rivayetlerin
senedlerini zikretmez. Kütüphaneci olan Hazin, aynı zamanda vaizdir ve
kıssalara gayet düşkündür. Bu nedenle tefsiri İsrailiyat ile doludur. Naklettiği
İsrailiyatı bazen eleştirir. Ama çoğu zaman kıssa, İslam akidesiyle
bağdaşmadığı halde onu zikreder ve ne İsrailiyattan olduğuna dikkat çeker, ne
de herhangi bir eleştiride bulunur.
Misaller:
“Eyyub'a da (lütfettik). Rabbine: 'Bu dert bana dokundu,
sen merhametlilerin en merhametlisisin.' diye dua etmişti. Biz de onun duasını
kabul ettik, kendisine bulaşan derdi kaldırdık; ona tarafımızdan bir rahmet ve
ibadet edenler için bir hatıra olarak kendisine ailesini ve onlarla beraber bir
katını daha Derdik.”[40]
ayetlerinin tefsirinde
Vehb b. Münebbih'ten şunu naklediyor:[41]
Eyyub Rum idi. Allah
ona zenginlik vermişti. Harzem sancaklarından Belka ile Şam toprakları hep
onundu. Beş yüz kölesi vardı. Her kölenin bir hanımı, Çocukları ve malları
vardı. Allah ona bol kadın ve çocuk vermişti. Bunun yanında çok muttaki idi.
Fakir ve öksüzleri gözetirdi. Misafirlere bol ikramda bulunurdu. Allah'ın
kendisine verdiği bu nimetlere hakkıyla şükrederdi. Asla diğer zenginler gibi
gurura kapılmaz, ibadetlerini yerine getirirdi.
O zaman gökler şeytana
yasak değildi, dilediği göğe giderdi. Hz. İsa göğe yükseltildiğinde dört gök
kendisine yasaklandı. Peygamberimiz Muhammed (s) geldiğinde ise bütün gökler
ona yasaklandı.
Şeytan meleklerin Hz.
Eyyub'u överek andıklarını ve ona rahmet okuduklarını duydu. O zaman Hz.
Eyyub'u kıskandı ve göklerde çıkabileceği yere kadar yükseldi. Orada Allah'a
şöyle seslendi: Allah'ım, ben bu Eyyub kulunun durumunu düşündüm; ona bol bol
nimet vermişsin, o da sana şükrediyor. Ona sıhhat vermişsin sana hamdediyor.
Şayet onu imtihan edecek olursan; verdiğin bu nimeti elinden alacak olursan, o
zaman sana ne şükreder ve ne de ibadet eder. Bunun üzerine Yüce Allah: 'Hadi
git, seni onun malına musallat kıldım' buyurdu.
Şeytan, cinleri ve
azgın şeytanları toplayarak bir ordu kurdu ve Hz. Eyyub'un malını telef etti.
Malını telef ettiği
halde Hz. Eyyub'un Allah'a bağlılığı konusunda bir değişikliğin olmadığını
gören şeytan hemen göğe çıktı ve Allah'tan kendisini Hz. Eyyub'un çocuklarına
musallat kılmasını istedi. Allah: 'Hadi git, seni onun çocuklarına musallat
kıldım.' buyurdu. Nihayet şeytan onun çocuklarını da telef etti ve Hz. Eyyub'a
gelerek; 'Çocuklarını göreydin, nasıl azap çektiler. Nasıl yüz üstü düşüp kan
ve beyinleri akıyordu. Göreydin, onların karınlarını nasıl yardım, nasıl
barsaklarını param parça ettim. Onların o durumunu görseydin yüreğin lime lime
olurdu.' dedi. O zaman Hz. Eyyub hüngür hüngür ağlamaya başladı ve toprağı
avuçlayıp başına serpti ve; 'Ah! Keşke anam beni doğurmayaydı.' dedi. Sonra
kendine geldi ve hemen Rabbine tevbe eti. O zaman şeytan yine başarıya
ulaşamadığını anlayarak başını önüne eğdi. Ancak ardından toparlandı ve
Allah'tan kendisini Eyyub'un vücuduna musallat kılmasını istedi. Yüce Allah;
'Hadi git, dili, kalbi ve aklı hariç seni onun vücuduna musallat kıldım.'
buyurdu.
Allah düşmanı şeytan
hemen aşağıya indi ve Eyyub'u secdede iken buldu. Acele ederek onun başını
secdeden kaldırmasına fırsat vermeden iki burun deliklerine öyle bir üfürdü ki
Hz. Eyyub'un bütün vücudu tutuştu. Vücudu tepeden tırnağa kabarcıklarla doldu.
Vücudunun her tarafını
bir kaşıntı sardı. Tırnaklarıyla, bulduğu sert bezler ve taşlarla vücudunu
kaşımaya başladı. Derisi dökülüyor, vücudunun etleri parçalanıyordu. Yaraların
etkisiyle vücudu kokuştu. Nihayet kavmi, vücudunun yaydığı o pis kokuya
dayanamadılar ve onu alıp bir çöplüğe attılar. Hanımından başka kimse yanına
yanaşmıyordu. .
Hazin bu arada Hz.
Eyyub'un bu dertten kurtulmak için Allah'a nasıl dua ettiğini, çevresiyle
arasında geçen konuşmalara dair bir takım şeyleri nakleder ve Hz. Eyyub'un yedi
küsur sene o çöplükte kaldığını, vücudunun kurtlandığını ama bütün bunlara
rağmen sabretmeye devam ettiğini anlatır.
Şeytan, Hz. Eyyub'un
hala hak yolda devam ettiğini görünce yardımcılarını topladı ve onlara danıştı.
Ona, hanımı kanalıyla onu saptırmayı önerdiler. Çünkü hanımı, sonuna kadar ona
yardımcı olmuştu. Bunun üzerine şeytan yakışıklı bir erkek suretine bürünerek
Hz. Eyyub'un Rahme isimli bu hanımının yanına gitti ve; 'Ey Allah'ın kulu, kocan
nerede?' dedi. Hanımı: 'Kocam, işte orada, yaralarını kaşıyor, vücudunda
kurtlar dolaşıyor.' karşılığını verdi. Şeytan, Hz. Eyyub'un hanımına vesvese
ederek kocasının eskiden ne kadar yakışıklı olduğunu, nimetler içerisinde
yüzdüğünü, oysa şimdi ne durumlarla karşı karşıya geldiğini anlattı. Daha sonra
şeytan, ona bir oğlak getirdi ve bu oğlakı benim için kesecek olursa bu
derdinden kurtulur, değilse bu durum üzere devam eder, dedi. Bunun üzerine Hz.
Eyyub'un hanımı çığlık atarak Hz. Eyyub'a geldi ve; ' Ey Eyyub! Rabbin ne
zamana kadar seni azaplandıracak? Hani mal nerede? Hani çocuklar nerede? Hani o
güzelliğin? Şu oğlakı kes de bu dertten kurtul.' dedi. Bunun üzerine Eyyub
hanımına şöyle dedi: 'Allah düşmanı sana geldi ve seni aldattı. Yazıklar olsun
sana! Allah'a yemin ederim ki, bîr gün iyileşecek olursam sana yüz sopa
vuracağım. Benden, Allah'tan başkasına kurban kesmemi istiyorsun öyle mi? dedi
ve onu kovdu...[42]
Kıssa bu şekilde devam
eder.
Hazin bazen de
okuyucusunu öyle anlamsız İsrailiyatla meşgul eder ki insan Kur’an tefsiri
yazmış birinin bu tür şeylerle meşgul olduğuna şaşıyor.
Mesela:
“Karınca vadisine geldikleri zaman...”[43]
ayetini tefsir ederken
kimilerinin bu vadinin Taifte; kimilerinin onun Şam'da olduğunu söyledilerini,
kimilerinin de onun cinlere ait bir vadi olduğunu söylediklerini nakleder.
Sonra o karıncaların şekline dair nakiller yapar, daha sonra Hz. Süleyman'ın
ordusunu, arkadaşlarına haber veren karıncanın topal olup olmadığı, kanatlı
olup olmadığına dair görüşleri nakleder. Sıra o karıncanın ismine gelmiştir,
ismine dair de farklı görüşler nakleder ve kıssa bu şekilde devam eder.[44]
Kehf kıssasını
anlatırken de köpeklerinin rengi ve ismine dair bir sürü görüş ileri sürer.[45]
Bu konuda daha çok
misal naklederek okuyucuyu meşgul etmek istemedik. Naklettiğimiz bu misaller
İslam kültürünün İsrailiyatla nasıl bulandırıldığını göstermeye yeterlidir.
Haddizatında
İsrailiyatın İslam kültürüne ne oranda girdiğini anlamak için tefsirleri
taramak da yeterli değildir. Bir de vaaz ve kıssalara dair kitaplar var ki
bunlarda İsrailiyat daha da çoktur.
Ayrıca halkın
kültürünü sadece yazılı kitaplar oluşturmaz. Hele İslam toplumlarının
gelenekleri göz Önünde bulundurulduğunda şifahi yolla aktarılan kültürün,
toplumların kültür yapısında daha etkili olduğunu görürüz. Toplum daha çok cami
ve tekkelerde yapılan vaazlar, evlerde yapılan sohbetlerden etkilenir ki bu
vaaz ve sohbetlerde İsrailiyat daha fazla yer tutar. Cami ve evlerde yapılan
sohbetlerde İsraili kıssaların anlatımının çok eski dönemlere, ta Hz Ali
dönemine kadar uzandığını göz önünde bulundurursak İsrailiyatın İslam
toplumlarında ne kadar etkili olduğunu daha iyi anlarız.
Kimileri, İsrailiyatın
daha çok kıssalarla ilgili kültürümüze karıştığını, akaid ve ahkam konularında
bunun etkisinin yok denecek kadar az olduğunu söyleyerek İsrailiyatın yaptığı
tahribatı küçümserler. Oysa İsrailiyatın büyük bir bölümü akaid konusunu
ilgilendirmektedir.
Bu iddianın doğru
olduğunu kabul etsek bile İslam, akaid ve ahkamdan ibaret değildir. İnsan şahsiyetinin
oluşmasında ve hayat felsefesini kazanmasında diğer hususların da etkisi
küçümsenemez. İnsanların eğitiminde ve mutedil bir şahsiyet sahibi olmalarında
diğer hususlar çok büyük bir etkiye sahipler.
Ayrıca şuna da dikkat
çekmek isteriz ki, İsrailiyatı nakletme tarihte kalmış bir konu değildir.
Günümüz Batı ve Doğu kültürlerinden İslam kültürüne aktarılan ve İslam'la
bağdaşmayan hususlar da İsrailiyat konusuna girer. Bu nedenle çağdaş
İsrailiyattan da bahsetmekte yarar vardır. [46]
İsrailiyatın, İslam
kültürüne girmiş yabancı kültürlerin tamamı için kullanılan bir terim olduğunu
belirtmiştik. Buna göre İsrailiyat, çok kapsamlı bir terimdir.
İsrailiyatın İslam
kültürüne girişi başlangıçta kıssalarla ilgili alanlarda olmuştur. Ancak
zamanla çerçeve genişlemiş ve diğer konuları da içine almıştır. Mesela Allah'ın
sıfatlarına dair nassların te'vili meselesi de aslında İsrailiyatın
çeşitlerinden biridir. Çünkü bu tür te'viller yabancı kültürlerin etki ve
rehberleri sayesinde olmuştur.
İsrailiyatın
olumsuzluğundan bahsederken maksat, İslami eserlerde yer almış olması değil,
müslümanın hayatına yansımasıdır. Bu nedenle müslümanların hayatına yansıyan ve
İslam'la bağdaşmayan itikadi, siyasi ve sosyal düşüncelerin tamamı İsrailiyat
kapsamına girer. Bu tür düşüncelerin din adına girmiş olması veya başka bir
adla girmiş olması da Önemli değildir. Önemli olan, müslümanım diyen fert veya
toplumların hayatlarına yansımış olmasıdır.
Buna göre müslümanlar,
çağımızda olduğu kadar tarihin hiç bir döneminde bu denli İsrailiyatla karşılaşmış
değiller, İslam kültürüne giren ve İslam'la bağdaşmayan kültürlerin
'İsrailiyat' diye isimlendirilmesinin sebebi; bu tür kültürün büyük
çoğunluğunun İsrailoğullarından gelmiş olmasıdır, demiştik. Çağdaş İsrailiyat
için de aynı durum sözkonusudur. Çağımızda da bu tür kültürün temelinde büyük
oranda yahudiler yatmaktadır. Ellerine imkan geçtiğinde yeryüzünde fesat
çıkarmak ve hak yoldan alıkoymak yahudilerin temel özelliğidir. Yüce Allah,
onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik: Siz o
ülkede iki kere fesat çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.
Birincisinin zamanı gelince üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik,
evlerin aralarına girip (sizi) araştırdılar. Bu, yapılması gereken bir va'd
idi.”[47]
Yahudilerin birinci
yükselişlerinin geçmişte gerçekleştiği ayetlerde açıkça ifade edilmektedir.
Kur'an'da ikinci yükselişlerinin geçmişte vuku bulup bulmadığı anlatılmamakta,
ancak ikinci yükselişlerinin zamanı geldiğinde yine aynı akıbete uğrayacakları
ifade edilmektedir.[48]
Herhalde ikinci
yükselişlerini çağımızda yaşıyorlar. [49]
Akıbetleri de, ilk yükselişlerindeki akibet gibi olacaktır.
Çağımız İsrailiyatnın
belirgin vasıflarını şöyle sıralayabiliriz:
a. Yalan ve
iftiralara dayalı yayın ve iddialar.
b. İslam'a
ve İslam'ın getirdiği gerçeklere karşı savaş ve bu savaşta her vasıtaya baş
vurmak.
c.
Müslümanları İslam'dan uzaklaştırmak.
d. Yahudi
hakimiyetine zemin hazırlamak.[50]
İsrailiyatın çağımızda geniş bir alana yayıldığını belirtmiştik. Materyalist
Marksizm, rasyonalizm, sekularizm, nihilizm, nasyonalizm düşünce alanındaki
İsrailiyata birer misaldir.
Siyaset alanında da
dinin toplum hayatından uzaklaştırılmasını misal olarak zikredebiliriz.
Çağımızdaki İsrailiyat
bazen din adına yapılan propagandalarla bazen de açıktan dine karşı gelerek
yayılmaktadır.
Din adına İsrailiyat,
ya mevcut ideolojilerin baskısıyla veya maddi çıkar uğruna inanç ve şahsiyeti
zayıf din alimlerinin müslümanlar arasında yaydıkları İsrailiyattır.
Buna misal olarak
şunları zikredebiliriz: Sosyalizmin hakim olduğu bölgelerde İslamiyetin
sosyalizmden yana olduğunu, kapitalizmin hakim olduğu bölgelerde İslamiyetin
kapitalizmden yana olduğunu, laisizmin hakim olduğu bölgelerde İslamiyetin laiklikten
yana olduğunun din alimleri tarafından anlatılması.
Zayıf şahsiyetli bu
din alimleri bu tür İsrailiyatı yayarken Kur'an'ın kimi ayetlerini tek taraflı
anlatır ve anlattıklarını sınırlayan ya da vardıkları sonuçlara ters düşen
ayetleri görmezlikten gelirler. Kur'an'ı bir bütün olarak almazlar. Onları
dinleyen fakat dini hakkında yeterli bir bilgiye sahip olmayan halk yığınları,
onların bu anlattıklarına aldanır, dinlerinin böyle olduğunu sanırlar.
Bu tür din alimleri
bazen mevcut hakim ideolojiler tarafından reklam edilir ve halk yığınlarına,
tarihte eşine az rastlanır büyük alimlerden biri olarak takdim edilirler.
Dini şahsiyeti zayıf
alimlerin reklam edilmesi ve dinine bağlı samimi alimlerin çeşitli iftiralarla
toplumun gözünden düşürülmeye çalışılması çağdaş İsrailiyatın temel
metodlarındandır.
Çağımızda din adına
yayılan İsrailiyatın sızdığı alanlardan biri de tasavvuftur. Hümanist
düşüncelerle dinler arasında ayırım yapmama gibi fikirler tasavvuf yoluyla
sızma imkanı bulmuştur.
Tasavvufun doğuşundan
günümüze kadar tasavvufa meyledenler, genelde yeterli dini bilgiye sahip
olmayan ve din adına aldatılmaya müsait bir yapıya sahip bulunanlardır.
İslam'la bağdaşmayan bir çok görüşün tasavvuf adıyla İslam kültürüne rahatlıkla
girme imkanı bulmasının nedeni de budur.
Günümüzde,
tarikatından olmayanı samimi bir mümin bile olsa yabancı sayma gibi, diğer
dinlere mensup olanları hatta dinsizleri samimi kardeş görme gibi birbiriyle
taban tabana zıt düşüncelerin tasavvuf adına toplumda yayılma imkanı bulması, tasavvufun,
islam'a yabancı düşünceler için ne denli münbit bir alan olduğunu göstermeye
yeterlidir. [51]
Kur’an kıssalarının
kaynağı, bizzat Kur'an'ın kaynağını ilgilendiren bir husustur. Kur'an'ın
indiği dönemde Ehl-i Kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlar, Kur'an kıssalarının
Tevrat'tan uyarlama olduğunu iddia etmedikleri halde günümüzde müsteşriklerden
bazısı böyle bir iddia ileri sürebilmektedir.
Kur'an'da geçen
kıssalarla Tevrat kıssaları arasında yapılacak bir karşılaştırma, Kur'an
kıssalarına elde mevcut muharref Tevrat'ın kaynaklık etmeyeceğini açıkça ortaya
koyacaktır. Ayrıca Muhammed (s) hem ümmi biriydi ve hem de o dönemde gerek
Tevrat, gerekse İncil, Arapça'ya tercüme edilmiş değildi. Kaldı ki Muhammed
(s)'in üslubunu ortaya koyan kendisinden nakledilmiş hadislerin üslubu ile
Kur'an'ın üslubu arasında fark vardır. Bu da, kıssalarıyla birlikte Kur'an'ın
tamamının Allah tarafından hem lafız ve hem de mana olarak indirildiğinin
delilidir. Kur'an bir beşer tarafından yazılmış bir kitap olamaz. Nitekim
indirildiği günden bu yana benzerinin getirilmesi konusunda meydan okumakta
fakat bir benzeri ortaya konulamamaktadır.
Kur'an kıssaları
hakkında bir delile dayanmaksızın ortaya atılan iddialardan biri de,
kıssalarının vakii olmadığı; olay ya da şahıslarının gerçek olmasını
gözetmediği, diğer sanat kıssalarında olduğu gibi kıssalara hayali unsurlar
kattığı iddiasıdır.
Bu iddianın da bir
dayanağı yoktur. Bu kıssaların bir çoğu anlatıldıktan sonra zikredilen:
“Ey Muhammed! Sana bu anlattıklarımız, gayb
haberleridir. Bu anlatılanlar gerçek olarak anlatılmaktadır.”
gibi ifadeler,
kıssalarda hayali unsurların bulunmadığının kesin delilleridir. Bu iddiayı
ileri sürenlerin niyeti ne olursa olsun iddialarını ispatlayacak bir delil
ortaya koyamamışlardır.
Kur'an kıssaları,
Peygamber (s)'i ve onun şahsında onun yolunu takip eden İslam davetçilerinin
sebatlarını arttırmak ve onlara teselli vermek ve geçmişten ibret almak için
Kur'an'da yer almışlardır.
Kıssalar, nazari
olarak anlatılanların pratik olarak hayata uygulanışını gözler önüne
sermektedir. Bu nedenle de eğitim açısından önemli bir yer işgal ederler.
Eğitimde en etkin yollardan biri, eğitilene model göstermektir. Kur'an
kıssalarında şahıslar genellikle peygamberlerden seçilmiştir. İyiler için en
iyi model ise, hiç şüphesiz peygamberlerdir.
Kur'an kıssalarında
sadece iyiler değil, kötü şahsiyetler de gündeme getirilmekte, onların da
hayat felsefeleri, psikolojik yapıları anlatılmaktadır. Böylece kıssalar,
insanı ve insan karakterlerini tanımamızı kolaylaştırmaktadır.
Kur'an'a dair
araştırmalarda ihmal edilen yönlerden biri, Kur'an'ın sosyoloji ve
toplumbilimini ilgilendiren yönüdür. Kur'an kıssaları bu yönün yoğun bir
şekilde ele alındığı yerlerdir. Kur'an'ın bu yönüyle ilgili derin ve kapsamlı
araştırmalara şiddetle ihtiyaç vardır.
Gerek tefsir
kitaplarında, gerek Kur'an kıssalarıyla ilgili geçmiş dönemlerde yapılan
çalışmalarda İsrailiyat önemli bir yer tutmaktadır. İslam kültürünün safiyetini
yitirmesinde İsrailiyat Önemli bir etkendir. Geçmişte bazı alimlerimiz
Îsrailiyat konusunda hassas davranmış ve Önemli eleştirilerde bulunmuşlarsa da
İsrailiyatın önüne geçemedikleri bir vakıadır. İsrailiyatın münbit
zeminlerinden biri cami ve tekkelerde yapılan vaazlardır. Halkın dikkatini
çekmek için vaizler, genellikle İsrailiyata baş vurmuşlardır.
İsrailiyat, günümüzde
çerçevesini daha da genişletmiş; günümüz İslam toplumlarına damgasını vurmuştur.
Geçmişte İslam kültürüne karışmış İsrailiyatı temizlemek belki o kadar zor bir
iş değildir, ama günümüz İsrailiyatını toplumdan söküp atmak o kadar kolay
değildir. Daha ciddi ve daha samimi çabalara ihtiyaç vardır. [52]
[1] Zehebi, Muhammed Huseyn; el-İsrailiyyat fı't-Tefsir
ue'l-Hadis, Mısır-1986, s. 13.
[2] Zehebi, a. g. e., s. 13-14.
[3] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 129-130.
[4] Mesela bkz.: Bakara: 2/ 41, 89, 91, 101; Alu İmran: 3/
3, 39, 50, 81; Nisa: 4/ 47; Maide: 5/ 48.
[5] Maide: 5/ 48.
[6] Firuzabadi, el-Kamusu'l-Muhit, Beyrut-1987, s. 1600.
[7] Ebu's-Suud, III/45.
[8] Bkz.: Zamehşeri, Keşşaf, I/640; Ebu's-Suud, III/45.
[9] Aynı kaynaklar ve aynı yer.
[10] Hicr: 15/ 9.
[11] Maide: 5/ 44.
[12] Buhari, Enbiya 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizi, ilim 13;
İbnu Hanbel, III/39.
[13] Bu konudaki rivayetler için bkz.: Ahmed b. Hanbel,
III/387; Ibnu Kesir, V/329.
[14] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 130-132.
[15] İbn Haldun, Mukaddime, 4. Baskı, Beyni l-Tarihsîz, s.
439.
[16] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 133-134.
[17] Zehebi, a. g. e., s. 16.
[18] Bkz.: 106/Kureyş Suresi.
[19] Zehebi, a. g. e., s. 16.
[20] Sahihu Müslim, 'Mukaddime', s. 5.
[21] Zehebi, a. g. e., s. 23.
[22] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 134-136.
[23] Sâd: 38/ 34.
[24] Rivayeti özet olarak naklediyorum.
[25] Taberi, XXIII/157-158
[26] Zehebi, a. g. e., s. 103.
[27] Sad: 38/ 21-24.
[28] Taberi, XXIII/146-149.
[29] Zehebi, a. g. e., s. 14, 5 nolu dipnot.
[30] Taberi, XXII/13. Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an
Kıssalarına Giriş, Yöneliş Yayınları: 136-139.
[31] Taha: 20/19-21.
[32] İbnu Kesir, V/274.
[33] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 139-140.
[34] Razi,XXXI/l67.
[35] İbnu Kesir, VIII/418.
[36] Razi, XXII/203-204.
[37] Razi,XXX/168-169.
[38] Razi,XXXII/85.
[39] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 141-143.
[40] Enbiya: 21/ 83-84.
[41] Rivayeti özet olarak naklediyoruz.
[42] Haziran, Lubabu't-Te'vil III,/351.
[43] Neml: 27/18.
[44] Hazin, III/493.
[45] Hazin, III/245-246.
[46] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 143-148.
[47] İsra: 17/4-5.
[48] İsra: 17/ 7.
[49] Kuran, Yahudilerin tarihleri boyunca zillete; mahkum
olduklarını bundan kurtulmalarının ise ancak Allah'ın ve kendilerinden olmayan
başkalarının yardımlarıyla olabileceğini belirtmektedir: “Nerede olsalar,
onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur. Meğer ki Allah'ın ahdine ve insanların
ahdine sığınmış olsunlar.” (Alu İmran: 3/112). Burada Allah'ın ahdi, Allah'ın
toplumlara hakim kıldığı kanunlar olsa gerek. 'İnsanların ahdi' buyurulunca da
bu insanların yahudiler olmadığı açıktır. Kur'an'ın verdiği bu haber aynıyla
gerçekleşmiştir. Bugün için yahudilerin bir devleti vardır. Ancak devletlerini
kurarken de Hıristiyanların yardımlarıyla kurmuşlar ve bu devletin varlığını devam
ettirirken de yine Hıristiyanların yardımlarıyla devam ettiriyorlar.
[50] Salah Haildi, İsrailiyal Muasıra, Amman-1991, s. 60.
[51] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 148-152.
[52] Prof. Dr. M. Sait Şimşek, Kur'an Kıssalarına Giriş,
Yöneliş Yayınları: 152-154.