1- İLK DÖNEMDE KUR'AN'IN YAZILIŞI, KIRAATİ VE YORUMU
A) Kur'an'ın Hz. Peygamber Devrindeki Durumu:
B) Hz. Ebubekir Zamanında Yapılan İşlem:
C) Hz. Osman Zamanındaki Faaliyet:
D) Kur'an'ın Günümüze İntikali Meselesi:
A) Hz. Peygamber Kur'an'ı Nasıl Okuyordu:
B) Sahabe Döneminde Kur'an'ın Okunması:
III- Kur'an'ın İlk Devirdeki Yorumu
Sahabenin Kur'an'ı Rev İle Tefsiri
Sahabenin Re'y İle Tefsirine Dair Bazı Deliller:
Re'y İle Tefsirde En Meşhur Sahabeler:
İbn Abbas'ın Re'v İle Tefsirde Meşhur Olması:
İbn Haldun'un Bir Hatasının Düzeltilmesi:
Sahabenin Re'y İle Tefsirden Kaçınmalarının Sebepleri:
Tefsir Ve Sahabelerin Mushafları
A) Genel Giriş Ve Konuyla İlgili Bazı Eserler:
a) Lafız Bakımından Müteşabih:
c) Hem Lafiz Hem De Mana Bakımından Müteşabih:
4- Allah'ın Zat Ve Sıfatlarıyla İlgili Müteşabih Kabul Edilen Ayetler
5- Konuyla İlgili Ayetlerin Değerlendirilmesi
A) Hz. Peygamber Ve Sahabe Devri:
7- Cüveyni'nin Manevi Sıfatlara Bakışı:
b) Ayetleri Te'vil Etmesinin Sebepleri Ve Metodu:
I- Kur'an'ın Yorumunda Farklı Olguların Etkisi
A) Kur'an'da Bütünlük Meselesi
C) Batı Medeniyet Ve Kültürünün Etkileri
Hz. Peygamber dönemi hariç tutulursa inmeye başladığından asırlar sonrasına kadar ki dönemlerde hakkında binlerce çalışma yapılan yegane kitabın Kur'an olduğunu söylemek mübalağalı ve iddialı bir cümle olmasa gerek. Hatta Hz. Peygamberin açıklamalarını da göz önünde bulundurursak bu çalışmaların Kur’an’ın inişiyle başladığını söyleyebiliriz. Zaten sahabenin Kur'an'la ilgili çalışmaları ve görüşleri bugün hadis kitaplarıyla ve binlerle ifade edebileceğimiz tefsir küiliyatıyla elimizdedir. Sahabeden sonraki dönemlerde de Kur'an hakkındaki çalışmalar ya müstakil eserler şeklinde veya yine yukarıda belirttiğimiz eserler vasıtasıyla bize kadar ulaşmıştır. Ancak unutmamak gerekir ki, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanmasında Hz. Peygamberdin görüşleri çok önem arzetmektedir. Sahabenin görüşleri de özellikle sebebi nüzul açısından önemlidir.
Hz. Peygamber'den sonra Kur'an’la ilgili olarak yapılan çalışmalar özellikle Kur'an Tarihi, Tefsir Usulü ve hemen her devirde Kur'an'i çeşitli yönlerden ele alarak müstakil çalışmaların yapıldığı tefsirler biçiminde kendini göstermektedir. Ama burada şunu belirtelim ki, bu çalışmalarda ele alınan konular bazen çok dağınık bazen karıştırmalar ve bazen de yanlış anlamalar sonucu karışıklığa neden olmakta ve zamanla sorun haline gelmektedir. Gerek tefsir tarihi ve usulü gerekse yorumlardan kaynaklanan hatalara zaman zaman dikkatler çekilmektedir.
İşte bu çalışmada biz de bunlara bir nebze olsun dikkat çekmek istedik ve konuyu giriş ve üç temel başlık altında sunmayı uygun bulduk.
Girişte, usul kelimesi hakkında kısa bir bilgiden sonra Kur'an'ın Hz. Peygamber döneminde nasıl yazıldığı konusu daima tartışıldığı için birinci bölümde Kur'an'ın yazılışı, kıraati ve ilk devirdeki yorumunu ele aldık. İkinci bölümde ise ulumu'l-Kur'an'ın temel konuları olan sebebi nüzul ile nasih-mensuha çok kısa bir şekilde değindikten sonra muhkem-müteşabih konusuna detaylı olarak yer verdik. Üçüncü bölümde de tefsirde objektivizm diye bir konuyu ele aldık. Zira bilindiği gibi tefsirlerde çoğu zaman objektiflikten uzaklaşılmış, hatta zaman zaman indi yorumlara kayılmış ve bunda da ısrar edilmiştir. İşte bu bölümde böylesi yorumlara kayışın temel nedenlerini tespit etmeye ve açıklamaya çalıştık.
Gayret bizden tevfik ve hidayet Allah'tandır.
Ömer Dumlu İzmir 1998 [1]
Öncelikle usul kelimesi üzerinde durmak istiyoruz. Usulle ilgili problemlerden kastımızın metodoloji olduğunu söylemeliyiz. Metodoloji aslında tüm bilim dallarını ilgilendirir. Ama özellikle Kur'an'ın açıklanması ve yorumlanması noktası göz önüne alındığında sanırım bu konu daha da bir önem arzetmektedir.
Bazen müfessirler eserlerine başlarken, kaleme aldıkları eserlerin çok önemli ve sahasında ilk olduğunu ifade eden düşüncelere yer verirler. Mesela el-İksir fî Kavaidi't-Tefsir isimli eserin müellifi bunu açıkça belirtmektedir. Müellif şöyle der:
"Bundan sonra, tefsir ilminin problemleri gönlümde daima tekrarlanıp duruyordu. Tefsirle uğraşanlar buna muvaffak olamamışlardı. Onlardan hiç birinin telif ettikleri eserlerde bunları açıkça ortaya koyduğunu, ona yöneldiğini görmedim. Arzu eden ve taşlı yolda yürümek isteyen nefis, bu konuda itimat edilecek ve bu ilim dalında sonuca ulaştıracak kanunları koymak için bunu araştırmamı benden istedi. Ben de bunun için ilmi kitab hakkında faydalı kaideleri peş peşe sıralayarak bu kitabın başına koydum ve kitabı el-İksir fi Kavaidi't-Tefsir diye isimlendirdim. Kim bu kaideleri tefsire koyarak telif ederse, her ne kadar sonuncu olsa bile, bu ilimde ilk olur" [2]
Burada bu müellifi eleştiren Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ'ın şu sözlerine katılarak yer vermek istiyorum. O şöyle der:
"Mukaddimeden alınan bu pasaj, bu müellifin çalışması ile gurur duyduğuna, kendisinin bu sahada bir öncü olduğuna ve kendisini bu alanda hiç kimsenin geçemediğine delalet eder. İddiasına göre o, her ne kadar sonuncu olsa bile, kendini ilk sayar. Şayet tevazu mesleğine girseydi bu onun için daha elverişli olurdu... Müellif tefsirle te'vilin arasını ayırır. Aslında bu, eski ve yeni bütün müelliflerin tefsir ve usullerinde belirttikleri bir durumdur'. [3]
İslam tarihi boyunca müslümanların birbirleri ile çeşitli alanlarda münakaşa ve mücadele ettikleri bilinmektedir. Bunlar genelde fikri, ilmi, siyasi ve savaş şeklinde görülür. Ama bizi ilgilendiren daha ziyade fikri ve ilmi alandaki tartışmalardır ve bu alanda yapılan tartışmalar da ya itikadi konularda ya da amelle ilgili meselelerde olmuştur. Ancak genel olarak şunu belirtelim ki, bu alanlarda fikir beyan edenlerin tamamı Kur'an'a başvurmuş ve Kur'an bunların ilk kaynakları olmuştur ki, bu da gayet doğaldır ve doğru bir söylemdir. Çünkü Kur'an İslam'ın temel kaynağıdır.
Aslında burada bizi ilgilendiren bir konu var. O da metodoloji sorunudur. Kur'an'ı yorumlamada Hz. Peygamber döneminde en azından herhangi bir ayetini anlamada sıkıntı çeken veya yanlış anlayan ve yanlış uygulayan insanlar ona müracaat ederek problem gideriliyordu. [4] Hz. Peygamber'den sonra sahabe içerisinde Abdullah İbn Abbas. İbn Mes'ud, Ubeyy İbn Ka'b ve benzer alim sahabelerin bu görevi ifa ettiklerini söyleyebiliriz. Hatta isimlerini kaydettiğim bu sahabeler etrafında toplanan talebeleri görüyoruz ki, bunlar daha sonraları tefsirde Mekke, Medine ve Irak (Basra-Kufe) ekolleri diye isimlendirilen oluşumların ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır.[5]
Burada sahabenin vahyin ilk muhatapları olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu durum onlara bazı özellik ve üstünlükler sağlamaktadır. Bu özellikler şunlardır:
1. Kur'an ayetlerinin inişini (esbab-ı nüzul) müşahede etmişlerdir.
2. Bütün insanları etkileyen, inen ayetleri tatbik eden, hakkı hak, batılı batıl sayan, yeryüzünde Allah'ın Kelamı'ın yücelten, fakir ve mazlumları hürriyetine kavuşturan İslam devletinin varlığını görmüşlerdir'. [6]
3. Ayrıca onların dili çok iyi bildikleri ve kullandıklarını da belirtmeliyiz.
4. Fikirlerini serbestçe söyleme imkanına sahip olmaları da onlara bir avantaj sağlamıştır.
Sahabe devrini müteakiben oluşan ekollerin farklı anlayışa sahip olması sonucu metodoloji sorununun ortaya çıktığını, fıkhî ekollerin, kelamı mezheplerin ve hatta siyasi anlamda çok erken tarihte ortaya çıkan Haricilerin, daha sonraları da tasavvuf alanında meydana gelen akımların her birinin farklı bakış açıları olmuştur. Bu farklılık Kur'an' ın yorumunu da etkilemiş ve oluşan ekollerin fikirleri doğrultusunda tefsirler de kaleme alınmıştır. [7]
Böylece metodoloji sorunu çok erken dönemlerden itibaren ortaya çıkmış ve önem arzetmiştir. Tefsir usulü ile ilgili bir metot da ortaya konulmuştur. Hatta birçok konu da hemen hemen klişeleşmiştir. Tefsir usulü ile ilgili herhangi bir eseri ele alsanız, bazı konuların tekrar edildiğini görürsünüz.
Tefsir usulü ile ilgili durum böyleyken, Kur'an'ın yorumu ile ilgili yazılan tefsirlerde de genelde atomcu bir anlayış hakim olmuş ve Kur'an yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu arada tam anlamıyla olmasa bile fıkhî tefsirlerde olduğu gibi bazen konulu tefsir biçiminde çalışmalar da yapılmıştır. Ancak üzülerek belirtelim ki, bu çalışmalarda müellifler daha ziyade bağlı bulunduğu ekolün görüşlerini ön planda tutmuşlar ve böylece objektiflikten uzaklaşmışlardır.
Aslında fikri münakaşalarla ilgili olarak Hz. Peygamber devrinin müslümanları arasında ciddi bir tartışmanın olmadığını söylemek sanırım pek yanlış olmasa gerek.
Hz. Peygamber'in vefatından hemen sonra ciddi ihtilaflar baş göstermiştir. Bu ihtilafların ilki imamet (devlet başkanlığı) konusunda olmuştur ve bilindiği gibi problem, Hz. Ebubekirin halife seçilmesiyle çözülmüştür. Bu durum Hz. Osman'ın şehit edilmesine kadar hemen hemen olaysız geçmiş onun şehit edilmesiyle, yerine geçen Hz. Ali'nin hilafeti zamanında iç problemler çoğalmış, harpler çıkmış ve böylece hilafet meselesi, problem olarak devam etmiştir. Haricilerin Hz. Ali'ye "hakem" olayından sonra karşı çıkmaları ve ondan ayrılmaları ile olaylar tırmanmı ve hatta bir noktada önlenemez boyuta ulaşmıştır. [8] Hz. Peygamber'in vefatından sonra hilafet konusunun dışında, Üsame'nin komutanlığında hazırlanan ordunun sefere çıkıp çıkamayacağı; Hz. Peygamber'in nereye defnedileceği; Fedek arazisi konusunda Hz. Peygamber'e varis olunup olunamayacağı gibi meselelerde ihtilaflar ortaya çıkmıştır. Şehristânî'nin ifadesiyle:
"Ondan sonra ihtilaflar ikiye ayrılır. Birincisi imamet, ikincisi ise usul konusundadır" [9]
Usul konusunda yani inançla ilgili ihtilaflara gelince, bu alanda da bazı noktalara değinmek gerekir. Çünkü ayrılığa düşmenin temel sebeplerinden birisi inançla ilgili Kur'an ayetlerinin farklı biçimlerde yorumlanmaları ve yapılan bu yorumlarda da kanaatimize göre katı ve sert tavırlar içine girilmesidir. Ayetlerin yorumlanmasından kaynaklanan hususla ilgili olarak konuya bakıldığında, Hz. Peygamber döneminde, ashabın tek inanç üzerinde oldukları görülür. Çünkü onlar vahyi idrak edip Hz. Peygamber'in sohbetinin bereketinden istifade etmişlerdir. [10] Ama gerçekten ashabın ihtilaf ettiği hiçbir mesele yok mudur? İbn Kayyım el-Cevziyye bu konuya şöyle açıklık getirmektedir:
"Ashab, ahkamla ilgili pek çok hususta münakaşa etmiştir. Onlar iman bakımından ümmetin en mükemmelleriydi. Fakat Allah'a hamdolsun, onlar, Allah'ın isimleri, sıfatları ve fiilleriyle ilgili meselelerde münakaşa etmediler. Bilakis onlar Kur'an ve Sünnet'in dediklerini ispat edip te'vil etmediler. Hiçbir şeyi yerinden tebdil de etmediler. [11]
Hz. Peygamber döneminde bu tutum ve davranış içerisinde olan Ashab'ın, onun vefatından sonra da itikadi konularda aynı tutum ve davranış içerisinde oldukları, hatta Kur'an'ın tefsirini bile yapmak istemedikleri mervidir[12] Daha sonraki dönemlerde muhkem-müteşabih ayetlerin te'vili konusunda ortaya atılan bazı düşüncelerin varlığından haberdar olmaktayız. Mesela Hz. Ömer'in hilafeti döneminde Sabiğ b. Azil isimli birisinin Allah'ın zat ve sıfatları ile ilgili müteşabih kabul edilen ayetler hakkında çeşitli sorular sorduğu ve Hz. Ömer'in de onu azarladığı rivayeti, [13] az da olsa, bize bazı konuların tartışılmaya başlandığını göstermektedir. Özellikle Ashab neslinin sonlarına doğru itikadi konularda ihtilafların arttığı, başta kader, Allah'ın zat ve sıfatları gibi konular olmak üzere bazı meselelerin tartışıldığı bir ortam oluşmuş ve bilindiği gibi bir kısmı siyasi [14] , bir kısmı da fikri [15] olmak üzere bazı akımlar, itikadi mezhepler ortaya çıkmış ve pek çok şey tartışılagelmiştir. Fahrettin er-Razi'nin de kaydettiği gibi bütün İslam fırkaları, Kur'an ve Sünnet'in zahiri anlamlarının bazılarının
tevillerinin yapılmasının gerekliliğini kabul etmişlerdir. [16] Bu fikri münakaşalara örnek olarak İmam Azam'ın el-Fıkhu'1-Ekber'ini teşbih ve tecsim fikrini kabul ettiği iddia edilen müfessir Mukatil İbn Süleyman'a bir redddiye olarak kaleme aldığı rivayet edilir.
İşte bu nedenden dolayı biz burada Kur'an'ı yorumlama ve anlamada çok önemli olan metot (usul) ve metodoloji (menhecu'l-bahs) üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Öncelikle usul kelimesinin müfredi olan el-asl kelimesi üzerinde durmak gerekir. el-Asl bir şeyin aslı, esası [17] anlamlarına gelmekle beraber derinliğine araştırma yapmak demektir ki, bu sayede araştırılan şeyin esası bilinir. Burada bu kelimeye başkasının kendisi üzerine bina edildiği şey şeklinde de mana verildiğini de belirtmek gerekir. [18] Lügatte asi, kök, gövde, kaynak, orijin, sebep, illet, nesil, nesep, soy ağacı, temel, esas, asıl ve orijinal manalarına gelmektedir. Lisanu'1-Arap'ta bu kelime çeşitli şekillerde ele alınmakla birlikte daha ziyade her şeyin en altı yada alt kısmı, dibi, soy manalara gelmesi bizi ilgilendirmektedir. [19]
Kur'an-ı Kerim'de asi kelimesi iki ayette yer almaktadır. Saffat suresinde asi kelimesi "O, cehennemin dibinden (asi) çıkan bir ağaçtır" [20] ayetinde geçer. Bu ağacın zakkum ağacı olduğunu da yine aynı surenin 62. ayetinden öğrenmekteyiz. Dikkat edilirse ayette kelimenin lügat anlamı göze çarpmaktadır.
İbrahim suresinde ise şöyle duyurulmaktadır:
"Görmedin mi, Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü (yerde) sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir" [21]
Bu ayette geçen asl kelimesi bizim konumuzu özellikle hem lügat ve hem de ıstılah olarak tam anlatmaktadır. Ayette geçen el-asl kelimesine, kökleri derinde (rasih), baki, yok olma, zeval bulma, inkıtaa uğramaktan güvencede ve kökü sağlam [22] anlamları verilmektedir. Böylece daha sonraları ıstılah şeklini alan asl, usulde de derinliğine araştırma yapma anlamı dikkat çekmektedir.
Batı dillerinde bu kelime method, methode kelimeler ile karşılanmaktadır ki, bunun manası araştırma yolu veya bilgiyi araştırma yolu, vasıta ve yol demektir. [23]
Dilimizde bu kelime aynen kullanılmakla birlikte, yöntem, usul, tarz, düzen, nizam gibi anlamlar taşımaktadır.
Usul (asıllar, kökler) kelimesinin anlamları ile ilgili olarak şunları kaydedebiliriz.
1. Bir ilmin veya tekniğin asıl konusundan önce öğrenilmesi gereken başlangıç bilgileri, başlangıç, tertip, düzen metot. [24]
2. Bir amaca erişmek, ulaşmak için izlenen, tutulan yol, yöntem,
3. Bilimde belli bir sonuca ulaşmak için, belli bir plana göre izlenen yol, metot,
4. Mecazi olarak yol, yöntem,
5. Hukukta bir yasama veya idare işleminin hazırlanması, yapılması veya yürürlüğe konması sırasında uyulması gereken hükümler ve izlenecek yollar anlamlarında tanımlar yapılmaktadır. [25]
6. Usul, asl kelimesinin çoğulu olup, lügatte, kendisine ihtiyaç duyulan ve fakat kendisinin ihtiyaç duymadığı şey olarak ifade edilmekte ve "başkasının kendisi üzerine dayandığı ancak, kendisinin başkası üzerine kurulmadığı bir şeyden ibarettir' şeklinde tanım yapılmaktadır. Usul kelimesi de Kur'an'da sadece bir ayette yer almaktadır:
“Hurma ağaçlarından herhangi bir şeyi kesmeniz, yahut kökleri (usul) üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve (O'nun) yoldan çıkanları cezalandırması içindir" [26] .
Bu ayette geçen usul kelimesi de asi kelimesi gibi kökler anlamındadır.
Burada biraz da menhec (menahic) kavramı üzerinde durmak istiyorum. Arapça'da, Fransızca metot kelimesinin karşılığı olarak kullanılan menhec, aslında, açık, belirgin, izlenmesi rahat yol, metot, yöntem, program anlamlarına gelmektedir. Bu kelime diğer bazı kelimelerle birlikte kullanılmakta ve mesela menhecu't-ta'lim müfredat, ders programı veya menahicu'1-bahs araştırma yöntemleri, usulleri gibi anlamlar akla gelmektedir. Ancak menhec kelimesi daha ziyade şu anlamlarda kullanılmaktadır:
1. Genel anlamda muayyen bir gayeye ulaştıran mahdut bir vasıtadır.
2. İlmi metot Bir hakikati ortaya çıkarmaya veya onu ispat etmeye ulaştıran, zihni veya hissi faaliyete hazırlanmak için düzenli, tertipli bir plan demektir. [27]
Metodoloji (methodology, mehodologie, menahicu'1-bahs ise mantığın bir bölümünü oluşturup, genel olarak metodu araştırmaya yönelmek demektir. Özel olarak da çeşitli ilimlere ait metotları araştırmak manasına gelmektedir. [28]
Menhec kelimesi Kur'an'da sadece bir ayette çoğul şekliyle geçmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
"...Sizden her biriniz için bir şeriat (şir'aten) ve yollar (minhac) belirledik...” [29].
Bu ayet oldukça uzundur. Allah bu ayette, Hz. Peygamber'e kendisinden önce gelen kitapları tasdik eden, adeta onları kollayıp koruyan bir Kitab'ı yani Kur'an'ı indirdiğini ve o ehli kitap olanlara Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve gelen bu gerçekten ayrılıp onların arzularına göre hareket etmemesi gerektiğini belirttikten sonra şöyle buyurur:
"...Sizden her biriniz için bir şeriat (şir'aten) ve yollar (minhac) belirledik..."
Ayette geçen şir'a ve minhac kelimeleri ile ilgili olarak şunları kaydedebiliriz:
Şer', izah etmek, suru', bir şeye başlamak, şeriat ise suya varılacak yol demektir. Allah’ın indirdiği hukuk sistemine şeriat denir. Minhac da açık, kolay yol anlamına gelir. Şeriat ve minhac aynı anlamı ifade ederse de burada vurgu için ikisi de kullanılmıştır. Bazılarına göre ikisi arasında fark vardır. Şeriat genel şeriattır. Minhac ise şeriatın yüksek ahlakıdır. Şeriat ön, tarikat anlamına gelen minhac sondur'. [30]
Burada şunu belirtelim ki, Kur'an'ı anlamak için riayet edilmesi gereken esaslar vardır. Tefsir usulü ise tefsire ait kaideler koyar ve Allah'ın Kelam'ını açıklamada ideal yolu açıklar. Bu yönüyle o, açıkça etkileyici bir metottur. İslam ümmeti bu metodu, fikir ve kültür yönlerinin tamamında tanıdılar ve bu metot sebebiyle, müslüman alimler, tecrübi metodu, ilmi hayatlarını oluşturan bir esas edinmişlerdir. Bunun örneklerinden birisi, müslümanların mantık, felsefe ve yabancılardan gelen diğer ilimler karşısındaki durumlarıdır. Bunlara karşı boyun eğen bir teslimiyetçi gibi davranmamışlar, bilakis akılları ile karar vermişler ve tecrübelerine başvurmakla onların sıhhatini araştırmışlardır. [31]
Şüphesiz ki, tefsir usulü ilmi başta fıkıh usulü ilmi olmak üzere kendisine benzeyen ve irtibatı olan diğer ilimlerden büyük oranda istifade etmiştir. Çünkü fıkıh usulü, tefsir usulünden önce neş'et etmiş ve ortaya çıkmıştır. Tefsir usulü ilmi, tefsiri koruyan, bu ilmin yolunda kolay yürümek ye tefsire başlamadan önce müfessirin gerçekleştirmesi gereken şartları belirtmek için zaruri ve önemli kaideleri koyan bir ilimdir. Bütün bunlar, burada, Kur'an'ın tefsirinde bir hata veya Allah'ın Kelamı'mı tahrif veyahut da onun manasını ifsat etmemek içindir. [32]
Kur'an tarihi ile ilgili önemli iki temel konu vardır ki, bunlar Kur'an'ın yazılması ve kıraati meselesidir.
Biz öncelikle burada Kur'an'ın, tarihi seyri içindeki durumuna bir göz atmak istiyoruz. Acaba Kur'an ne zaman yazıldı ve günümüze nasıl intikal etti. Çünkü bu konudaki haberlerde oldukça sıkıntılar bulunmaktadır. Burada öncelikli olarak Kur'an'ın ne zaman yazıya geçirildiği meselesine değinilecektir. Çünkü bu mesele etrafında çeşitli spekülasyonlar yapılmaktadır. Bu konuda dört önemli safha vardır. Bunlar sırasıyla:
1. Kur'an'ın Hz. Peygamber devrindeki durumu,
2. Hz. Ebubekir zamanında yapılan işlem,
3. Hz. Osman zamanındaki faaliyet,
4. Kur'an'ın günümüze intikali meselelerinin aydınlatılması. [33]
Öncelikle şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber kendine gelen vahiyleri yazdırmış ve bunları kendi evinde muhafaza etmiştir. Aslında bu yazdırma işinin hem Mekke ve hem de Medine dönemine ait olduğunu burada belirtmek gerekir. Kısaca bu delillerden bazılarını zikretmek istiyorum.
1. Kur'an-ı Kerim Medine'ye hicret edilmeden önce yazılmaya başlanmıştır. Zira Furkan suresinin 5. ayetinden Kur'an'ın yazıldığı anlaşılmaktadır. Ayette bu durum şöyle ifade edilmektedir:
“Dediler ki, evvelkilerin masalları, onları yazdırmış sabah akşam onlar kendisine okunuyor".
Burada dikkatimizi çeken bir kelime vardır. Bu kelime iktetebe dir. Bunun anlamları arasında bir kişiye yazı yazdırmak da vardır. Dolayısıyla o günün müşrikleri karşı çıkarken Kur'an'ı Hz. Peygamber'in vahy olarak değil kendiliğinden yazdırdığı iddiasını bize yansıtmaktadır. Demek ki Kur'an müşriklere yazılı bir metinden de tebliğ edilmektedir ki, bu türlü bir ifade yer almıştır. Burada şunu sorabiliriz. Çok zor şartlarda yaşayan müslümanlar Mekke'de bunu yazdıklarına göre, durumları daha iyi bir düzeyde olan Medine'de Kur’an’ın yazımına daha bir önem vermeleri gerekmez mi?
2. Hz. Peygamber'in, "Benden Kur'an'dan başka bir şey yazmayın" emri. [34] Bu sözün gerçekten çok önemli bir yönü vardır.
Zira Hz. Peygamber'in ağzından çıkacak her şeyi yazmak isteyenlerin bu masumane isteklerinin bir problem yaratacağını adeta gören Hz. Peygamber, bunun Kur'an'la karıştırma tehlikesini önceden sezdiği için bunun önüne geçmek istemiştir. Eğer bu davranışın önüne geçmeseydi durum belki çok vahim sonuçlan da beraberinde getirecekti.
3. Bera'nın Nisa suresinin 93. ayetinin yazımı ile ilgili olarak Resulullah'ın;
"Bana Zeyd'i çağır, okka, levha ve ketif veya ketif ve okka da getirsin" dediği ve sonra da devamla ayetini yazın şeklinde talimat verdiğini nakletmesi. [35] Bu olay Medine'de geçmektedir. Zira biz biliyoruz ki Nisa suresi Medeni surelerdendir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, inen ayetleri Medine döneminde de yazdırmaktadır.
4. Hz. Ömer'in Müslüman oluşu ile ilgili olarak anlatılan olayda, onun enişte ve kız kardeşinin evlerinde Kur'an'ın yazılı bir metinden okudukları haberi ki burada Habbab İbn Eret'in Taha ve Kuvviret surelerini yazılı metinlerden öğrettiği ve okuttuğu rivayeti vardır. [36]
5. Akabe'de, Resulullah'la görüşen ve İslam Dini'ne giren Rafı' İbn Zureki'ye Hz. Peygamber'in o güne kadar inmiş ayetlerin yazılı bulunduğu bir Kur'an nüshası vermesi haberi. [37]
6. Resulullah'ın hem Mekke ve hem de Medine'de özel katiplerinin bulunması ki bunların sayısı yaklaşık olarak kırk kadardır. Bu katiplerin Kur'an ayetlerini yazdıklarını anlatan olaylar.[38]
7. Bazı sahabilerin Peygamber'in sağlığında onun izni ile kendilerine birer nüsha Kur'an yazmaları. Bunlar içerisinde en meşhurları Abdullah İbn Abbas, Abdullah İbn Mes'ud, Ubey İbn Ka'b'dır. Ama başka sahabiler de bulunmaktadır. [39] Burada şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber'in vefatından sonra Kur'an'ı nüzul sırasına göre yazan Hz. Ali'dir. Aslında bu meselenin önemli yönleri vardır. Birincisi Hz. Ali, şayet sonradan yazdığı iddia edilen nüshaya muhalif bir şey yazsa veya onun yazdığı nüsha eldeki Kur'an'a muhalif olsa idi mutlaka bunun rivayeti gelirdi. İkincisi ise şayet bu dönemde sesini çıkaramadıysa, Hz. Ali hilafeti döneminde elde bulunan Kur'an'a itiraz eder ve hatta belki kendisininki farklı ise onu okuturdu. Bu konuda da herhangi bir rivayete en azından benim şu ana kadar baktığım ve okuduğum kaynaklarda rastlamadım. Üçüncüsü ise Hz. Ali de Kur'an'ı ilk defa Peygamber'in vefatından sonra yazmamıştır. Zira Hz. Peygamber'in sağlığında onun da kendisine ait bir mushafının bulunduğu kaynaklarda yer almaktadır. Bu durumda Hz. Ali'nin yaptığı iş, daha önce yazdığı mushafını gözden geçirmek ve noksan olup olmadığını kontrol etmekti.
8. Hz. Peygamber'in vefatında Hz. Ebu Bekrin onun evinde Kur'an'ın yazılı belgelerini tomar halinde bulup bir iple bağlayıp adeta koruma altına alması meselesi. [40] Bu noktada şunu belirtmenin faydalı olacağı kanaatindeyim. Sanki Peygamber'in evi bugünkü anlamda olmasa bile arşiv olarak kullanılmaktadır. Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Bu olayı Suyuti el-İtkan’ında kaydetmektedir ve Suyuti h. 911 yılında vefat etmiştir.
Acaba bu bilgilerin doğruluğunu nasıl ispat edebiliriz? Şunu belirtelim ki, Suyuti'nin, el-İtkan isimli eserinde takip ettiği çok önemli bir metodu vardır. O da, Suyuti, konu ile ilgili öncelikle faydalandığı eserleri kaydeder. Nitekim bu konuda da kaynak belirtmektedir ve verilen bilgi de çok önem arzetmektedir. Suyuti şunu nakleder:
"Haris el-Muhasibi, Kitabu Fehmi's-Sünen isimli eserinde şöyle der:
'Kur’an’ın yazılışı sonradan yapılan bir iş değildir. Peygamber sağlığında inen vahyi katiplere yazdırıyordu. Fakat yazılan bu ayetler deri, kemik parçaları ve hurma dalları üzerinde dağınık bir şekilde bulunuyordu. Hz. Ebubekir dağınık olan bu ayetlerin bir arada toplanarak yazılmasını emretmişti. Hz. Ebubekir'in bu gayreti, Peygamber'in evinde bulunan, üzerinde ayetler yazılı olan bir takım evrakın korunması için, bir kimse tarafından toplanıp tomar halinde bağlanması gibidir’ der" [41]
9. Peygamber'e bir sure indirildiğinde katiplerden birini çağırtır ve ona:
"Bu ayetleri içerisinde şu şu hususların anlatıldığı surenin içerisine koy”, derdi, şeklindeki haberler. [42]
Bunlar Kur’an’ın tamamının Hz. Peygamber zamanında, onun emri ile yazıldığı ve muhafaza edildiğini ortaya koyan delillerden bazılarıdır.
O halde neticeyi şöyle bir hüküm cümlesi ile noktalamak istiyoruz. Kur’an’ın tamamı, Hz. Peygamber zamanında yazılmıştır. [43]
Bu konu, Kur'an tarihleri, Tefsir usulleri ve bazı tefsirlerin mukaddimelerinde hemen hemen aynı şekilde tekrarlanır durur. Bu mesele üzerinde kanımca biraz durmak gerekir. Aslında bu sorun Kur'an tarihinin en önemli konusudur. Şunu da belirtelim ki, burada hep aynı hata işlenmekte ve bu hata tekrar edilmektedir. Bu dönemde Kur'an'la ilgili olarak anlatılan olaydan anlaşıldığı kadarı ile sanki Kur'an Hz. Peygamber zamanında ve onun talimatı ile hiç yazılmamış veya onun bu mesele ile hiçbir ilgisi olmamış da onun vefatından sonra Kur'an yeniden yazılmış, derlenmiştir. Halbuki durum böyle değildir. Nitekim buna yukarıda deyinilmiştir. O halde Hz. Ebubekir zamanında yapılan iş nedir? Kısaca çeşitli malzemeler üzerine yazılmış olan Kur'an ayetlerinin iki kapak arasına alınıp bir mushaf şekline getirilmesidir. Yoksa yeniden yazdırılması değildir. Hele gerek Tevbe suresinin son iki ayeti, gerek Hz. Ömer tarafından getirildiği, şahit olmadığı için kabul edilmediği şeklindeki "recm"le ilgili mesele ve gerekse Hz. Osman zamanında yapılan istinsah işi esnasında Ahzab suresinin 23. ayeti ile ilgili yapılan açıklamalar hiç de inandırıcı gelmemektedir. Zira bu durumda nasıl olur da Hz. Ömer gibi adaleti ve durumu belli olan bir kişi tarafından ayet olduğu iddia edilen metin kabul görmez veya acaba alınmayan başka ayetler de var mıdır. Zira Müslim'in Sahih'inde Ebu Musa el-Eş'ari tarafından ayet olduğu belirtilen bir iki metin var ki, bunlar Kur'an'da bulunmamaktadır. [44] Aslında bu tür iddiaların ve rivayetlerin doğruluk payı yoktur. Hz. Osman zamanına kadar Ahzab suresinin 23. ayetinin Kur'an'a kaydedilmemesi meselesi ise başlı başına bir tezat teşkil etmektedir. Nasıl olur da şu kadar insanın ezberinde olan, cem edildikten sonra Mescid-i Nebevi'de hazır bulunanların huzurunda okunan ve hiçbir eksiğinin bulunmadığı herkesçe onaylanan bir mesele, üzerinden yaklaşık 12 yıl geçtikten sonra fark edilebiliyor ve bir Allah'ın kulu çıkıp da bu ayetlerin yokluğunu farkedemiyor. Doğrusu bunu anlamada zorluk çekmekteyim. Bu konu Kur'an tarihlerinde tartışılmaktadır. [45]
Burada Hz. Ömer'in tutumu ile ilgili bir iki noktaya değinmek istiyorum. Birincisi, Hz. Ömer'in getirdiği iddia edilen "recm"le ilgili olduğu söylenen metin şayet varsa bunun da kurulun başında bulunan Zeyd İbn Sabit'in ezberinde bulunması gerekirdi. Zira Zeyd İbn Sabit'in hafızlar arasında isminin geçtiği bilinmektedir ve onun hafızasının kuvvetli olduğu konusu teyit edilmektedir. İkinci olarak şayet Hz. Ömer, o gün ayet olduğunu ileri sürdüğü bir metni kabul ettirememiş olsa bile bilahare halife olduğunda bunu haydi haydi Kur'an'a koydurturdu ki, böyle bir şey asla söz konusu dahi edilmemiştir. Üçüncü olarak da Hz. Ömer dahil Kur'an Mescid-i Nebevi'de okunduğunda hiç kimse bir itirazda bulunmamıştır. [46]
Hz. Osman zamanında istinsah edilen Kur'an'larla ilgili olarak, Zeyd İbn Sabit'in başkanlığındaki bu heyetin Kur'an surelerinin tertibini de yapmış olduklarını dile getirmek gerekir. Burada akla şu soru gelmektedir. Hz. Ebu Bekir zamanında cem edilen Mushaf’ın tertibinin nasıl olduğudur. Ama bu konuda herhangi bir bilgiye rastlanılamamaktadır. Ancak İmam Malik'in Kur'an'ın surelerinin tertibinin de Hz. Peygamber zamanında yapıldığı görüşünü belirtmeliyiz. [47] Aslında bu konu ihtilaflıdır. Ayetlerin tertibinin tevfıki, surelerin tertibinin ise sahabenin içtihadı ile olduğu fikri yaygındı. [48] Hz. Osman zamanında yapılan işlem sadece Hafsa'nın yanında bulunan ve Hz. Ebubekir zamanında cem edilen nüshadan Kur'an'ın Kureyş lehçesine göre herhangi bir değişiklik yapılmadan aynen çoğaltılmasıdır ki, ilk çoğaltılan nüshaya İmam Mushaf’ı adı verilmiştir.
İmam Mushaf’ı ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:
Bunun Medine'de bırakılan nüsha olabileceği veya Hz. Osman'a ayrıca bir nüshanın yazılması ve ona İmam Mushaf’ı denmesi meselesidir ve bu nüshanın ilk istinsah edilen nüsha olmasıdır. Bunun şu önemi vardır:
İlk yazılan bir metin daima daha dikkatli yazılır. Zira ilk yazımda dikkatli davranılıp davranılmadığı fikri akla gelebilir. Yalnız unutmamak gerekir ki, Hz. Osman döneminde yapılan iş sadece mevcut resmi nüshadan herhangi bir değişiklik yapılmadan olduğu gibi yazıldığıdır.
Hz. Osman zamanında istinsah edilen Kur'an'ların sayısı hakkında 4,5,7 veya 8 olabileceği kaydedilmektedir. Ancak verilen bu sayılardan 8 nüsha olabileceği fikrini İzmirli, Tarih-i Kur'an'ında kaydetmektedir. Bu mushafların daha ziyade 4 veya 6 [49]; bazen de 4 veya 7 nüsha olduğu şeklinde ifadelere rastlatılmaktadır. [50] Zerkeşi Hz. Osman zamanında istinsah edilen Mushafların sayısı hakkında bilgi verirken, onların dört adet olduğunu belirtir. Yedi adet olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin doğru olmadığını da dile getirir. Doğru olanın dört olduğunu kaydeder. [51]
Suyuti ise konu ile ilgili olarak bilgi verirken:
"Osman'ın beldelere gönderdiği mushafların sayısı konusunda ihtilaf edilmiştir. Meşhur olan onların beş tane olmasıdır' dedikten sonra bu mushafların 4veya 7 olduğu hakkındaki rivayetleri de kaydeder. [52]
Bu konuda öncelikle şunun belirtilmesi gerekir:
Hz. Osman zamanında istinsah ettirilen Kur'an'ların akibetlerinin mümkün mertebe tespit edilmesidir. Konuyla ilgili olarak Lemehat fi Ulumi'l-Kur'an müellifi Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ yaptığı araştırmada "Hz. Osman dönemine ait mushaflar şu anda nerededir?" Diye bir soru sorduktan sonra çeşitli kaynaklardan bu nüshaların akibetleri ile ilgili bilgiler sunar. Bu bilgilere bakıldığında özellikle İbn Batuta'nın Seyahatname'sinden nakillerde, İbn Batuta'nın hicri 779 yılında Şam'a yaptığı bir yolculuk esnasında Hz. Osman devrinden kalma bir Mushaf’ı her Cuma günü insanların cuma namazından sonra ziyaret ettikleri ve bundan dolayı büyük bir izdihamın yaşandığını nakletmektedır. [53]
Sonra müsteşrik Mayer'in şu sözüne yer verir:
"Osman'ın cem ettiği Mushaf, elden ele herhangi bir tahrif söz konusu olmadan tevatüren bize kadar gelmiştir. (Bu), kayda değer herhangi bir değişiklik fikri akla getirmediği için, büyük bir ihtimamla korunmuştur. Bilakis şöyle diyebiliriz:
'Kur'an, mutlak olarak sayısız nüshalarının bulunması ve geniş İslam coğrafyasında insanların ellerinde bulunması nedeniyle kayda değer bir değişikliğe uğramamıştır. Zira birbirleri ile ihtilaflı olan farklı İslam ülkelerinde tekbir Kur'an bulunur. İşte herkes tarafından kabul edilen bizzat bu metnin icma derecesindeki kullanımı bu indirilmiş olan nassın sıhhatinin bizim için en büyük delili ve var oluş sebebi sayılmalıdır" [54]
Burada kısaca Kur'an'ın batı dillerine tercümesinden de bahsetmek gerekir. Bu konuyu araştıran Ömer Rıza Doğrul, Kur'an Nedir isimli eserinde konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Kur’an'ı Kerim'i batı dillerinden birine tercümeyi düşünen ilk batılı Pitrus Narabbes isminde Fıransız bir rahipdir. Fıransız rahip Kur'an-ı Kerim'i latinceye tercüme etmiş fakat eserini ikmal etmeden 1158 yılında vefat etmişti. Bunun üzerine bir İngiliz olan Robert of Retina ile bir Alman olan Dalmaçyalı Herman bu tercümeyi ikmal etmişlerdir. Tercüme ikmal edilmiş olmasına rağmen 400 sene bir manastırda saklı kalmış, hiçbir kimse onu neşre cesaret edememişti. Nihayet Teodor Biblendir İsviçre'nin Bazıl şehrinde 1543 senesinde bu tercümeyi neşretmiştir. Daha sonra bu latince tercümeden İtalyanca, Almanca, Flemenkce Kur'an tercümeleri vücuda getirilmiştir".[55]
Kur'an tarihi ile ilgili olarak önemle üzerinde durulması gereken ve bugün hala tartışılan bir konu da Kur'an'ın kıraati meselesidir. Burada da üzerinde durulması gereken konular şunlardır:
A- Hz. Peygamber Kur'an'ı nasıl okuyordu?
B- Sahabe döneminde Kur'an'ın okunması.
C- Kıraat meselesi nedir? [56]
Bu konuda şunu söyleyebiliriz. Hz. Peygamber Kur'an'ı ayette de belirtildiği gibi tertil ile okuyordu. Nitekim bir ayette şöyle buyurulmaktadır “ve ağır ağır Kur'an oku." [57]
Ayette geçen tertil kelimesi ayrıca Furkan suresinden bir ayette de yer almakta ve şöyle buyurulmaktadır:
“Biz onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk" [58] .
Tertil üzerinde ileride durulacaktır.
Enes b. Malik'e Hz. Peygamber'in okuyuşu sorulduğunda "Uzatılması gereken harfleri uzatırdı" şeklinde cevap vermiş ve besmeleyi okuyarak bismillah'daki lafza-ı celalin lamını Rahman kelimesindeki mimi uzatarak okuduğunu" belirtmiştir. [59]
Sahabe döneminde Kur'an'ın okunması ile ilgili olarak ilk etapta söylenecek husus, onların da Hz. Peygamber'in yolunu takip ettikleridir. Ancak unutmamak gerekir ki, sahabenin hepsi aynı derece ve aynı güzellikte Kur'an'ı sesli okumaları beklenemez. Zira Kur'an'ı düzgün bir şekilde okuyabilmek için bir kere ağız yatkınlığı, harfleri doğru telaffuz etme ve bunu yanında da güzel bir sese sahip olmak gerekir. Elbette sahabe içerisinde bu hususlara sahip kişiler vardı. Nitekim Hz. Peygamber'in sahabeden bazılarına zaman zaman Kur'an okuttuğu ve kendisinin de dinlediği rivayet edilir. Nitekim Hz. Peygamber bir defasında Abdullah İbn Mes'ud'a Kur'an okumasını söylemiş, o da:
"Ey Allah'ın Elçisi, Kur'an sana nazil olduğu halde ben sana nasıl okuyayım" deyince Hz. Peygamber:
"Onu başkasından dinlemeyi severim" demiştir".[60]
Burada üzerinde durmak istediğimiz konu sahabenin kıraatten ne anladığı meselesidir. Zira şöyle bir iddia vardır: Kur'an farklı kıraatlerde tilavet ediliyordu. Ancak Hz. Osman'ın Kur'an'ı istinsah ettirmesi neticesinde bu farklı kıraatler ortadan kalkmıştır.
Bu farklı okuyuşlarla ilgili olarak meselenin aslı, sahabenin Hz. Peygamber zamanındaki okuyuşları ile ilgili olarak nakledilen bazı olaylara dayanmaktadır. Bunlardan birisi ve en meşhurunu Buhari anlatmaktadır:
Bu rivayete göre Hz. Ömer, Hişam b. el-Hakîm'i Furkan suresini okurken işitmiş ve onun bu sureyi farklı okuduğunu görmüş, bunun üzerine o sahabeyi Hz. Peygamber'in yanına götürerek durumu anlatmış ve Hz. Peygamber de bunun üzerine her iki sahabeye bu sureyi okutup her iki okuyuşu da tasdik ettikten sonra şöyle buyurmuş:
"Şüphesiz Kur'an yedi harf üzerine nazil olmuştur. Ondan kolay olanı okuyunuz”. [61]
İşte bu rivayet daha sonraki dönemlerde üzerinde yüzlerce yazının yazılmasının nedenini oluşturmuştur. Bu rivayette geçen bazı kapalı noktalar ve şayet rivayet sahihse hadiste bir eksiklik söz konusudur. Zira yedi harften kasıt nedir? Öncelikle bu ifade kapalıdır. İkinci olarak da Hz. Ömer'le, Hişam b. el-Hakîm'in farklı okuyuşlarına dair en küçük bir ipucu yoktur ki, biz bunun ne anlama geldiğini ve ne olduğunu açıkça belirleyelim. Burada şunu kaydetmek istiyorum:
Bu hadisle ilgili yapılan çalışmalarda hemen aynı şeyler tekrarlanmıştır. İbn'ul-Cezeri bu konuda şunu söyler:
Otuz yıldan fazla bu hadisi mütalaa ettim. Bana hep karışık gelmiştir. Bunun için hadisi düşünüyor ve derin bilgi sahibi olmak istiyordum. Nihayet bir gün Allah bana doğruyu ihsan etti ve ben de sahih, şaz, zayıf ve münker kıraatleri araştırdım. Bir de ne göreyim bu konudaki ihtilaflar yedi noktaya racidir, bunun dışına çıkmamaktadır" [62] Burada asıl üzerinde durulacak nokta kanaatımca otuz yıl gibi uzun bir sürenin iyi niyetle geçirilmesidir. Aslında bu düşünce yedi harf hakkındaki şüpheye açık bir delildir. Zaten bu hadisin uydurma olacağı yönünde de açıklamalarda yapılmakta ve şöyle denmektedir:
"Burada yedi kıraat, yedi harf meselesi üzerine birkaç kelime söyleyelim. Aslında bu yedi harf meselesi kaynaklarımızda çözülmemiş bir meseledir ve çözülmeyecektir. Çünkü yalan haberlere dayanmaktadır. Aslında bunu ortaya atan kişi çeşitli okunuşları meşrulaştırmak için hepsinin Allah'tan olduğunu kanıtlamak için ortaya atmıştır. Fakat sonradan bu atılış gayesi de unutulmuş ve bu konuda yedi harfin ne olduğu konusunda otuzun üzerinde görüş serdedilmiştir". [63]
Burada sahabenin kıraati ile ilgili çelişkili haberlerden de bahsetmek istiyoruz. Sahabenin farklı okuyuşlarını tefsirlerde nakleden alimler onların bu ifadelerle ne kastettiklerine dikkat çekmemeleri bazı yanlış anlayışlara neden olmuştur. Zira bu zatlara ait olan Kur'an'larda farlılıkların bulunması acaba tefsir kabilinden mi, yoksa kıraat mi olduğu konusu da netleşmiş değildir. Bunlardan nakledilen ve fazlalık olarak belirtilen ifadelerin aslında birer kıraat değil, olsa olsa tefsiri birer açıklama kabilinden olmaları gerekir. İbnu'l-Cezeri'nin bunları Kur'an'ın kıraati şeklinde değerlendirmesi doğrusu şaşırtıcıdır. [64] Ama bu şekilde bir değerlendirme aslında İbnu'l-Cezeri' den önce de vardı. İbn Kuteybe Tevilü Müşkili'l-Kur'an isimli eserinde konu ile ilgili olarak bir hayli nakillerde bulunduktan sonra şöyle der:
"Bütün bu harfler [65] Ruhu'l-Emin'in Peygamber (sav)'e indirdiği Allah'ın kelamıdır. Zira o, her Ramazan ayında Kur'an'dan indirileni ona arzederdi. Böylece Allah, bundan dilediğini ona bahşeder, dilediğini nesheder, dilediğini kullarına kolaylaştırdı. Onun kolaylaştırdığı hususlardan birisi, her kavmin kendi lügati ve adetlerinin cereyan ettiği şekilde okumalarını onlara emretmesidir. [66]
Aslında işin esası şudur:
"Hz. Peygamber'in sahabeleri, çeşitli bölgelere dağılmışlar ve gittikleri yerlerde Kur'an öğretmişlerdir. Sahabelerin hepsi Kureyş'ten değildi. Kendileri çeşitli bölgelere mensup olduklarından gittikleri yerlerde, kendi şive ve lehçelerine göre Kur'an öğretmişler, onlardan öğrenenlerin de şive farklarının, bir de o zamanki noktasız harekesiz Arap yazısının çeşitli okumalara elverişli olması eklenirse, çeşitli kıraatlerin nasıl ortaya çıktığı anlaşılır. [67]
Bu konuda yukarıdaki konunun bir devamıdır. Ama bununla ilgili şunu hemen belirtelim ki, Kur'an'ın kıraati sahabe döneminden sonra o dönemde olduğu gibi, daha sonraki dönemlerde de her bölge ve beldede Kur'an okutanlar bulunuyordu ve insanlar onlardan Kur'an okumayı öğreniyorlardı. Kur'an okuma işi de sıradan bir iş olmaktan çıkmış, bir ilim dalı olarak yavaş yavaş kendini hissettirmeye başlamıştı. Halkın okuması ile kurranın okuması arasında epeyce bir fark da böylece kendini hissettirmeye başlamıştı. Aslında bu gayet doğal bir iştir. Elbette nasıl ki her meslek sahibinin mesleğinde bir becerisi, buluşu olacaksa, Kur'an okumada da bu kendini gösterecek ve bu işle devamlı uğraşanla arada sırada uğraşan ve hatta mecburi olarak okuyan insanlar arasında fark olacaktır. Zira bu şekilde Kur'an'ı usulünce okuyanlar bunu öğreteceklerdir. Ancak bizim burada asıl üzerinde durmak istediğimiz konu kıraat bir ilim dalı olarak ele alınmalı ve Hz. Peygamber zamanında her insanın da Kur'an'ı bugünkü kıraatle uğraşanların okudukları gibi çok düzgün okudukları şeklinde bir anlayışa gidilmemelidir.
Burada kıraatin tanımı üzerinde durmak istiyoruz. Kıraat birkaç şekilde tanımlanmaktadır. Bunlardan birkaçını kaydetmek istiyoruz.
Kıraat, Kur'an-ı Kerim'in kelimelerinin edasının keyfiyetini ve ihtilaflarını, nakledenlerine isnat ederek bilmektir [68] veya Kur'an-ı Kerim kelimelerinin nasıl okunacağını, bütün vecihleri ile nakledenlere nispet edilerek, ittifak ve ihtilaflarıyla beraber nasıl eda edileceğini öğreten ilimdir.[69] Okunuş şekilleri olan hazf, hareke, sükun, fasl, vasi, nakil ibdal, imale, tahkik vesair hususlarda Kur'an mütehassıslarının ittifak ve ihtilaflarını bildiren ilimdir.[70]
Kıraatle ilgili olarak öteden beri iki kavram birbiri ile daima karıştırılagelmistir. Bunlar kıraat-ı sab'a ve ahruf-u seb'a ifadeleridir. Biz daha önce ahrufu seb'a hakkında bilgi vermiştik. Kıraat-ı seb'a ise, meşhur yedi kıraat imamının okuyuş şekilleridir ki, bu kıraat imamları şunlardır:
Nafi b. Ebi Nuaym (169/785).
Abdullah İbn Kesir (120/737).
Ebu Amr el-Basri (154/770). İbn Amir eş-Şami (118/736).
Asım b. Ebi'n-Necd (128/745).
Hamzael-Kufi (156/772).
el-Kisai el-Kufî (189/804).
Kur'an kıraatinde şu kavramların bilinmesi gerekir:
Arz, sema, tahkik, tedvir ve hadr.
1. Arz: Lügatte, bir şeyi bir kimseye göstermek, ibraz ve izhar etmek anlamlarına gelir Kıraat ıstılahında talebenin hocasına, kıraatten takip ettiği rivayet veya tariki okuması demektir. Bu usul, Hz. Peygamber'in her ramazan ayında Kur'an'ı Cebrail'e arzetmesine dayandırılır [71] ki, bu konuda Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in vefat ettiği yıl Kur'an'ı Cebrail'e iki defa arzettiğini rivayet etmektedir. [72]
2. Sema: Lügatte işitmek ve dinlemek anlamlarına gelir Kıraat ıstılahında hocanın okuyup talebenin dinleme şeklindeki talime denir. [73] Suyuti kıraati hocadan dinlemenin üzerinde durulmasına değer bir husus olduğunu kaydeder ve şöyle der:
"Çünkü sahabe Kur'an'ı Hz. Peygamberden bizzat bu yolla almıştır. Fakat kurradan hiçbiri Hz. Peygamber'den kıraat almamıştır" [74] Aslında bu gayet doğaldır. Ama Suyuti'nin 'kurradan hiçbiri Hz. Peygamber'den kıraat almamıştır' şeklindeki açıklamasına katılmak mümkün değildir. Zira bu zaten imkansızdır. Fakat Suyuti bu sözü ile şayet sahabe içerisinde kıraat imamlarının okuduğu gibi Kur'an'ı okuyanların bulunmadığına dikkat çekmek istiyorsa bu doğru bir tespit değildir. Çünkü bizzat Hz. Peygamber'in bazı sahabelere Kur'an okutup dinlediğini yukarıda kaydetmiştik.
Sema ile arz usullerini kısacı ele alıp inceleyen Necati Tetik konuyu şöyle değerlendirmektedir:
"Sema ile arz usulleri hakkında hangisi daha evladır şeklinde bir takım sualler akla gelmiştir. Aliyyu'l-Kari "hıfza daha yakın olduğundan (imkan verdiğinden) arz yolunun daha evla olduğunu’ zikrediyor. Bu tespitin yerinde olduğu kanaatindeyiz. Çünkü talimde esas olan talebeye kıraati öğretmektir. Bu da talebenin derse hazırlanması ve onun doğrusunu-yanlışını tespit edip, düzeltecek olan hocasına sunmasıyla olacaktır".
3. Tertil: Lügatte, bir şeyi açıklamak, bir şeyin uygunluğu, sözü güzel ve doğru söylemek [75], ahenk ve intizam anlamlarına gelen tertili, "her harfin hakkını vermek, belli etmek ve acele etmemek suretiyle okumaktır" veya "bir şeyi güzel tensik ve tertip ile kusursuz olarak açık açık hakkını ifa ederek tebyin eylemektir..." [76] "şeklinde tanımlayabiliriz. "Kur'an'ın tertili de böyle her harfinin, edasının, nazmının, manasının hakkını doyura doyura vererek okunmasıdır” [77] şeklinde veya "her harfin hakkını vermek belli etmek ve acele etmemek suretiyle okumaktır" diye tanımlanmaktadır. [78]
Görüldüğü gibi tanımlar birbirine oldukça yakındır. Ayrıca bu manada bir de teressül kelimesi geçmektedir. [79] Teressül yavaş yavaş dikkatle, harflerin mahreçlerine, medd ve kasra riayetle okumaktır. [80]
Tecvid nazarı dikkate alındığında diyebiliriz ki, tertil, Kur'an harflerinin en güzel bir şekilde okunması ve nerelerde durulup durulmayacağının bilinmesidir.
4. Tahkik: Bir şeyi eksiksiz ve ziyadesiz, hakkıyla yapmaktır. Kıraat ıstılahında ise, her harfin hakkını vermek, hareke, izhar ve günneleri çok titiz bir şekilde hassasiyet göstererek ve harflerin birbiri ile karışmamasına da dikkat ederek okumaktır.[81] Çoğu zaman tertille eş değerde görülebilir ama tertilde, okunan ayetlerin anlamlarını da nazarı dikkate almak gerekir.
5. Hadr: Bir şeyi süratle okumak demektir. [82] Istılahta ise Kur'an-ı Kerim'i tecvid kaidelerine uymak suretiyle, en hızlı bir şekilde okumaktır.
Süratle konuşmak manasına da gelen bu kelimeyi, medd-i munfasılı ve medd-i arızı bir, medd-i muttasılı iki, meddi lazımı üç medd-i lini hiç uzatmadan veya bir elif miktarı medd ile okumak şeklinde tanımlayabilirz. Burada şunu da belirtelim ki, bu tür okuyuşta harflerin mahrecinden çıkartılmasına azami derecede dikkat edilmesi gerekir.
6. Tedvir: Bir şeyi çevirmek, döndürmek anlamına gelmektedir. [83] Kıraat ıstılahında tahkik ile hadr arasında orta bir okuyuştan ibarettir. Bu tür okuyuşta meddi muttasıl ve meddi munfasıllar kısaltılarak üçer elif miktarı medd ile okunurlar. Medd-i lazım ile sükunu lazımlı olan meddi lin üçer, medd-i arız ise iki elif miktarı medd ile okunur. [84]
Kıraatle ilgili olarak belki de tartışılması gereken en önemli konu kıraatlerin manaya tesiridir. Zira farklı okuyuşlar manaya oldukça tesir etmektedir. Aslında bu bir kolaylık mıdır, yoksa bunun sebebi nedir. Bir kelimeyi atıf yoluyla da olsa farklı harekelemek mana bakımından oldukça farklılıklar arzedebilmektedir.
Kıraatteki bu farklılıklar üzerinde pek çok müfessirin tefsirlerinde durdukları bir vakıadır. Bunun en bariz örneği Taberi'dir. Taberi ayetlerin tefsiri ile ilgili rivayetleri verdikten sonra şayet varsa kıraat farklılıklarını da verir ve sonra bazen şöyle ifadeler kullanır:
"Bana göre bu konudaki kıraatlerin en doğrusu şöyle okuyanınkidir" veya "Bu kıraatlerden her ikisi de doğrudur". Bu tür ifadeler Taberi'de oldukça fazladır. Aslında bizim üzerinde durmak istediğimiz nokta acaba müfessirlerin kıraatlerden yola çıkarak ayetlere nasıl değişik anlamlar verdikleri meselesidir.
Taberi'nin tefsirinden bir örnek vermek istiyorum:
Maide suresinin 6. ayetinde yer alan bölümü ile ilgili olarak söze şöyle başlar.
"Kurra bunun kıraati konusunda ihtilaf etti. Irak ve Hicaz kurrasından bazıları bunu yani erculeküm kelimesinin nasb olarak okudular. Buna göre ayeti tevil ettiler:
“Namaza kalktığınızda yüzünüzü, ellerinizi dirseklere kadar ve ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayınız. Başınızı da meshediniz. Böyle okunduğu zaman sonda gelenin manası öne alınmış demektir ve ercul kelimesi eller kelimesi üzerine atfedilerek mansup olmuştur. Bunu böyle okuyanlar tevil ederler ki, Allah, kullarına ayakları yıkamayı emredip, meshetmeyi emretmemiştir" [85] Daha sonra Taberi ayakları yıkamak gerektiği görüşünü ileri sürenleri sıralar. Sonra Irak ve Hicaz kurrasından geriye kalanlar bu kelimeyi cer ile okuduklarını kaydeder ve derki:
"Bunu böyle okuyanlar ayeti tevil ederek, Allah'ın kullarına ayaklarını yıkamaksızın meshetmeleri gerektiğini emretmiştir. Dolayısıyla onlar da ayaklar kelimesini re's (baş) kelimesi üzerine atfetmişler ve onu cer olarak okumuşlardır. [86] Taberi daha sonra cer okuyanları da kaydeder ve sonunda şöyle der:
"Bu konuda bize göre doğru olan şudur:
Allah, teyemmümde toprakla yüzün tamamını meshetmeyi emrettiği gibi abdest alırken de ayakların tamamını su ile meshetmeyi emretmiştir. Bunları abdest alan bir kişi yaptığı zaman, o kişi hem meshetmeyi ve hem de yıkamayı yerine getirmiş olur. Çünkü yıkamak suyun ayaklara akmasıdır... Meshetmek ise elin ayaklar üzerinde gezdirilmesidir... Bir kişi bunu yaptığı zaman o hem yıkama ve hem de meshetme işini yapmış demektir. [87]
Bir başka örnek de şudur:
"Hani Biz Musa ile vaidleşmiştik" [88]
Bu ayetin tefsirinde Fahrettin er-Razi şunları kaydetmektedir:
"Allah'ın, kavlini Ebu Amr ve Yakub bu surede, Araf ve Taha surelerinde elifsiz olarak şeklinde; diğerleri de bu üç yerde elifle yani diye okumuşlardır. Bunun elifsiz okunuşunun sebebi açıktır. Çünkü vaad, Allah'tandır. Vaadleşmek ise, mufaale vezninde olup, iki kişi arasında yapılmış olması gerekir. Bu fiilin elifli olarak okunmasına gelince, bunun bir kaç şekilde izahı yapılmaktadır:
1. Vaad, her ne kadar Allah tarafından yapılmışsa da onun kabulü Hz. Musa tarafın dandır. Vaadi kabul etmek de, yine vaade benzer. Çünkü vaadi kabul edenin'bunu yapacağını' demesi gerekir.
2. Kaffal şöyle der:
"Ademoğlunun da Allah'a vaade bulunması uzak bir görüş değildir. O zaman bunun anlamı 'Allah'a ahitte bulunmak' olur.
3. Vaad, iki kişi arasında cereyan eden bir iştir. Bu bakımdan burada denmesi caizdir.
4. Bu en kuvvetli görüştür. Buna göre Allah, Musa'ya vahyi vadetti. Bu da Allah'ın belirlediği vakitte Tur'a geleceğini vadetmesidir. [89] Aynı konu ile ilgili olarak tefsir kitaplarında oldukça geniş malumat bulunmaktadır. [90] Burada şunu belirtelim ki, kıraatlerin manaya tesirleri gerçekten kendini büyük ölçüde hissettirmektedir. [91]
Aslında bu konuda gerek tefsir usulüne dair eserlerde ve gerekse tefsirlerde oldukça geniş bilgi vardır. Ama müstakil çalışma sadece iki tanedir:
Biri Türkçe diğeri de Arapça. Suat Yıldırım'ın kaleme aldığı eser "Peygamberimizin Kur'an'ı Tefsiri" başlığını taşımaktadır. [92]
İkinci çatışma Muhammed Abdurrahim Muhammed tarafından kaleme alınmış olup başlığını taşımaktadır. [93]
Biz burada Hz. Peygamber'in tefsiri hakkındaki tartışmalarla ilgili olarak daha ziyade Muhammed Abdurrahim Muhammed'in eserinin sadece bir bölümünü (s. 7-17 arasını) tercüme ederek konuyu aydınlatmaya çalışacağız.
Şunu belirtelim ki, her iki eserde hemen hemen konu ile ilgili olarak görüş beyan edenlerin delilleri ele alınmakta, bunların sunuluşu ve tartışılması da benzerlik arzetmektedir.
Muhammed Abdurrahim Muhammed konuya şöyle bir soru ile başlar:
Peygamber Kur'an'ı Kerim'in tümünü tefsir etmiş midir?
Şüphesiz Allah Kur'an-ı Kerim'i Rasulüne indirmiş ve "Ey Peygamber! Sana Rabbinden indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yerine getirmemiş olursun" [94] ayeti ile "Sana bu Kur'an'ı insanlara, kendilerine indirileni anlatasın diye indirdik. Belki düşünürler” [95] ayetinde de buyurduğu gibi insanlara Kur'an'ı tebliğ ve tebyin etmesini Rasulüne emretmiştir.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber Kur'an'ı alır almaz sırasıyla şu işlemleri yapmıştır.
1- Ezberlemek,
2- Tebliğ etmek,
3- Tebyin etmek,
4- İcra ve tatbik etmek [96]
Bundan dolayı Hz. Peygamber ashabına, Kur'an'ın müphem lafızlarını ve anlaşılmayan manalarını (zor anlaşılan yerlerini) açıklıyordu. Bu konuda Ahmed b. Hanbel Müsned'inde şöyle bir rivayet bulunmaktadır:
"Ebubekir, Peygamber'e: "Ya Rasulallah, "O, ne sizin kuruntularınıza, ne de Kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır" [97] ayetinde belirtildiği gibi yaptığımız her kötülüğün karşılığını göreceğimiz ifade edildikten sonra kurtuluşa ermek mümkün mü?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Allah seni bağışlasın ey Ebubekir! Sen hiç hastalanmıyor, aldatılmıyor, üzülmüyor ve hiç kimseyi ağırlamıyor musun?" buyurdu. Ebubekir,
"Evet!" diye cevapladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Bunlar senin karşılığını gördüğün, cezalandırıldığın şeylerdir" buyurdu. [98]
Konuyla ilgili olarak yine Tirmizi bize, "Onlara dünya hayatında da, ahirette de müjde vardır. Allah'ın sözlerinde değişme yoktur. İşte bu o büyük kurtuluştur" [99] ayetinin tefsiri hakkında şu rivayeti aktarmaktadır:
"Mısırlı bir adam Ebu'd-Derda'ya:
"Onlara dünya hayatında da müjde vardır” [100] ayetinin anlamını sordu. Ebu'd-Derda:
"Ben, bunu Peygamber'e sorduktan sonra ve ayet nazil olduğundan bu yana senden başka bunu bana soran olmadı. Bu, müslümanın görebileceği veya müslüman hakkında görebileceğin salih bir rüyadır" [101] dedi.
Buhari ve Tirmizi, Adiyy b. Hatim'den:
"... Fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye, ayırd edilinceye kadar yiyin, için..." [102]
Ayetinin tefsiri konusunda naklettiği rivayet şudur:
"Adiyy b. Hatim, "Ey Allah'ın elçisi! Siyah iplikten beyaz ipliğin (ayrılması) ne demektir? Onların ikisi de iplik değil mi?" diye sordum. Peygamber:
"Sen anlayışı kıt birisin. İki ipliği de görebildin mi?" dedi ve şöyle devam etti? "Hayır, ondan kastedilen gecenin karanlığı ve gündüzün aydınlığıdır". [103] Bu ve benzeri örnekler, sahabenin müphem konuları Hz. Peygamber'e sorduklarını göstermektedir.
Ancak burada bir şeyi açıklamamız gerekir ki, o da, alimlerin Peygamber (a.s.) Kur’an’ın tümünü tefsir etmiş midir? Sorusunun cevaplarındaki ihtilaflarıdır. Eğer bu konuda alınacak cevap olumsuz olursa, o halde "Hz. Peygamber'den tefsir edilen ayet miktarı ne kadardır?" sorusu gündeme gelir. O zaman da bunu açıklamamız gerekir.
Bu konuda alimlerin iki görüşü bulunmaktadır. İbn Teymiye'nin başını çektiği gruba göre, Rasulullah ashabına Kur'an'ın tümünü lafız ve manasıyla açıklamıştır. Bu konuda İbn Teymiye şunları söylemektedir:
"Peygamber Kur'an'ın lafızlarının tümünü açıkladığı gibi manasının tümünü de açıkladığını bilmek gerekir. Çünkü Allah'ın:
"İnsanlara kendilerine indirileni anlatasın" anlamındaki ayeti bunu da onu da kapsamaktadır. [104]
Diğer taraftan bir grup da, Peygamber (a.s.)'in, Kur'an'ın pek azmi ashabına açıkladığı görüşündedir. [105] Bu konuda Havbi (ö. 637 h.) şöyle demektedir:
"Şüphesiz Kur'an'ın tefsiri kesin olarak sadece Peygamber'den dinlemekle mümkündür. Bu ise pek az ayetle gerçekleşebilir." [106]
Suyuti (ö. 911 h) de aynı görüşte olduğunu şu ifadeleri ile bildirmektedir:
"Doğrusu bu konuda Peygamber'den merfu olarak rivayet edilenin çok az olduğudur." [107]
el-Mebani fi Nazmi'l-Meani'nin mukaddimesinde, yazar şunları söylemektedir:
"Kur'an'ın peyderpey nüzulüne şahit olanlar, meydana gelen olayları bizzat görenler, önce ve sonra nazil olan ayetleri bilenler, kendilerinden sonrakilerin, husus, umum, nasih ve mensuhun açıklanması konusunda duydukları ihtiyacı duymamışlardır. Başka dillerin tesiriyle bozulmadan özellikle Kur'an'ın indiği Arap dilini kullananlardan bu olayların vukuuna şahit olmayanlar, serî hükümlerin icmali olarak bulunduğu ve kendilerine okunan pek az ayetle ilgili olarak gerçeklerin anlaşılmasında Allah'ın Elçisinin tefsirine ihtiyaç duyarlar. [108]
Bu konuda iki farklı görüş olup her grubun kendi görüşünü destekleyen delilleri bulunmaktadır. [109]
Bu grup Hz. Peygamber (a.s.)'ın Kur'an'ın pek azını tefsir ettiğine dair deliller öne sürmüştür. Bunların en önemlileri şunlardır:
1. Bezzar, Hz, Aişe' nin şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Peygamber, Cebrail'in kendisine öğrettiği sayılabilecek kadar ayet haricinde Kur'an'dan başka bir şey tefsir etmemiştir."
2. Peygamber (a.s.)'ın Kur'an'ın bütün manasını açıklaması mümkün değildir. Ancak az sayıda ayetler için mümkündür. Bu duruma göre Allah'ın muradını bilmek, emarelerden ve delillerden yola çıkarak hüküm çıkarmaya bağlıdır. Kulların, kitabı (Kur'an'ı) düşünmeleri için Allah, Peygamber'ine ayetlerdeki tüm maksatları aktarmasını, anlatmasını emretmemiştir.
3. Şayet Peygamber (a.s.) Kur'an'ın tüm manasını ashabına açıklamış ise, İbn Abbas'a özel olarak, "Allah'ım! Onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret" şeklinde duada bulunmanın ne faydası olabilir. Kur'an'ın bütün manasını Peygamber'in açıklamış olması ashabının tevili anlama kabiliyetlerinin aynı olmasını gerektirir. Bu durumda İbn Abbas'a özel olarak duada bulunmanın ne anlamı olabilir?
4. Şa'ravi şöyle demektedir:
"Rasulullah bize Kur'an'ı tefsir etmemiştir. Çünkü eğer Peygamber Kur'an'ı tefsir etmiş olsaydı, o zaman çağdaşlarının anlayışına göre açıklaması gerekirdi. Fakat Kur'an'ı 20. veya 30. veya 40. çağda meydana gelecek, icad edilecek şeylerle açıklayacak olsaydı, bu, onların şaşkınlığına sebep olacak ve onu fazla büyütmelerine yol açacaktı. Çünkü şu anda bile insanlar dünyanın döndüğünü inkar ediyorlar. Bunun aksine Kur'an'ı çağdaşlarının anlayış ve varlık hakkındaki bilgilerine göre açıklamış olsaydı bizim için güç bîr durumun ortaya çıkmasına ve Kur'an'ın donmasına sebep olurdu. Çünkü, Peygamber devrinden sonra Kur'an'ı tefsire yönelen birisi, Kur'an'ı Peygamber'in bu şekilde tefsir ettiği, senin de buna bir ilavede bulunmaman gerektiği gibi bir görüşle karşılaşacaktı. Bundan dolayı Allah'ın Elçisi, gücümüz nispetinde Kur'an'ın parıltılarından bir fikri düşünce ortaya koyabilmemiz için, (Kur'an'ı) tefsir etmemiştir. Bu durum varlık, mevcudat konularında geçerlidir. Ahkam konusunda ne kastedildiğinin (açıklanması) durumunda ise, bunları insanlara beyan ve izah etmiştir." [110]
5. Kur'an'ın tefsiri konusunda Peygamber'den bize rivayet edilenlerin miktarı Kur'an'ın tümünün onun tarafından tefsir edilmediğini bize göstermektedir. [111]
Bu grup da, Peygamber'in Kur'an'ın tümünü tefsir ettiğine dair deliller ileri sürmüşlerdir. Bunların en önemlileri şunlardır: [112]
1. Allah, "Sana bu Kur'an'ı insanlara, kendilerine indirileni anlatasın diye indirdik. Belki düşünürler" [113] buyurmaktadır. Ayette geçen beyan (açıklamak) ifadesi, Kur'an'ın lafızlarının açıklanmasını içerdiği gibi mânasının da açıklanmasını içerir. Peygamber Kur'an'ın hem lafızlarını hem de manalarını açıklamıştır.
Eğer böyle yapmış olmasaydı, Allah'ın kendisini mükellef kıldığı görevi tam yapmamış olurdu.
2. Abdurrahman es-Sülemi anlatıyor:
"Osman b. Affan, Abdullah b. Mesud ve benzeri sahabelerden Kur'an'ı bize okutup öğretenler, şöyle anlatırlar: "Onlar, Peygamber'den on ayet öğrendiklerinde onu hayatlarında aksiyon hale getirmedikçe diğer ayetlere geçmezlerdi. Biz ilim ve ameli beraber öğrendik". "Bundan dolayı bir surenin ezberlenmesinde uzun bir zaman harcarlardı."
Enes anlatıyor:
"Bir kişi Bakara ve Al-i İmran surelerini ezbere okuduğunda, gözümüzde büyürdü". Malik'in anlattığına göre İbn Ömer Bakara suresini ezberlemek için birkaç yıl, bir rivayete göre sekiz yıl, harcamıştır. Bundan dolayı Allah,
"Bu çok mübarek Kitab'ı Sana ayetleri düşünsünler diye indirdik" [114],
"Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?" [115],
"Sözü düşünmediler mi?" [116] ve
"Onu, akledesiniz diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik" [117] buyurmuştur. Kelamın akledilmesi fehmini, anlaşılmasını içerir. Bilinmektedir ki, kelamdan kastedilen şey salt lafızları değil manasının anlaşılmasıdır. Kur'an ise bu duruma daha layıktır.
Bu rivayetler sahabenin Peygamber'den Kur'an'ın lafızlarını öğrendiği gibi manalarını da öğrendiklerini gösterir.
3. Genel olarak bir toplumun tıp ve matematik gibi bir bilime ait kitabi, onu açıklamadan, anlamadan okumaları uygun değildir. Toplumun sımsıkı sarılacağı bir ip, onların kurtuluşu, mutluluk vesileleri din ve dünyalarını mamur etmelerinin dayanağı olan Kur'an'ın manası anlaşılmadan kuru kuruya nasıl okunur?
4. İmam Ahmed İbn Hanbel ve İbn Mace, İbn Ömer'den şöyle bir rivayette bulunmuşlardır:
"En son nazil olan ayet riba ayetidir. Peygamber (a.s.) onu açıklamadan vefat etmiştir". Mana itibariyle bu, Peygamber'in sadece bu ayeti hariç, nazil olan her ayeti tefsir ettiğine delalet eder. Zira bu ayet nazil olduktan kısa bir süre sonra Hz. Peygamber vefat etmiştir. [118]
(Görüldüğü gibi) her fırka kendi görüşünü teyid eden delilleri ileri sürmüştür. Fakat, her iki grubun bazı delillerinin ilmi bir incelemeye tabi tutulması gerektiğine inanıyoruz. Örneğin birinci görüş taraftarlarının delil olarak kullandığı Aişe hadisi sahih değildir. Bu hadisi bazı raviler cerh ve tadile tabi tutmuştur. Bundan dolayı hadis, İbn Kesir'e göre münker ve gariptir. [119] Ebu'1-Feth el-Ezdi'ye göre ise münkerdir. [120] Taberi'nin tanımlamasına göre ise "(Bu hadisin) isnadında illet vardır. Hadislerin senetlerinin sağlam ve bozuğunu bilen hiç kimsenin bunu delil olarak kullanması uygun değildir". [121] Nitekim Buhari de (bu hadisi) "ravisi olan Cafer b. ez-Zübeyri'nin hadisine uyulmaz" şeklinde tanıtmıştır.[122]
Bütün bunların yanında bu hadisin sahih olduğu kabul edilse dahi bu konuda kullanılması uygun düşmez. Alimlerin bazısı bunu Kur’an’ın mugayyebatı, mücmeli ve benzeri konuda kullanırken [123] bazısı da sayıları birkaçı geçmeyen ve Cebrail'in Hz. Peygamber'e (sorması sonucu) öğrettiği müşkil ayetler hakkında kullanmak üzere te'vil etmişlerdir.[124]
Son te'vil bazı araştırıcılar hakkındaki iddiamı te'yid eder mahiyettedir:
"Peygamber'in şahit olmadığı bazı olaylara Cebrail'in şahit olması münasebetiyle, Peygamber bazı ayetlerin anlaşılmasında Cebrail'in açıklamasına ihtiyaç duymuştur. [125]
Bu olayın bir yönü. Diğer taraftan Hz. Peygamber’den tefsir alanında rivayetin miktarına bakarak Kur'an'ın tümünü tefsir etmediğini delil göstermeleri bana göre yanlıştır. Zira Peygamber'in Kur'an'ı tefsiri sadece kavli olmayıp aynı zamanda hem kavli hem de ameli olmuştur. Böylelikle Peygamber'in metodu, davranışı, el Ali, takrirleri, ahlak ve terbiyesi, ashab ve diğerleri için Kur'an'ın tefsirinde ilmi bir metod olmuştur.
Öte yandan Hz. Peygamber, Kur'an'dan anlamadığı konuları onlara nazari bir metotla açıklamıştır. Bunu, Hz. Aişe'ye, "Peygamber'in ahlakı nasıldı?" diye sorulduğunda, "Onun ahlakı Kur'an'dı" şeklinde verdiği cevaptan anlıyoruz. Aynı konuyu İbn Mesud'un rivayeti de desteklemektedir. O şöyle diyor:
"Bir kişi Kur'an'dan on ayet öğrendiği zaman onun manasını anlayıp onunla amel etmedikçe diğerlerine geçmezdi." [126] Bu konuda İbn Kayyim şunları kaydetmektedir:
"Peygamber'in tefsiri birkaç çeşittir:
1. Kapalılıktan sonra vahyin bizzat kendisini açıklaması. Vahyolunanı ashabına açıklaması.
2. İhtiyaç duyulan yerleri açıklaması.
3. Pratik olarak açıklaması,
4. Kur'an'da bulunmayan bir hüküm sorulup ardından o konuda nazil olan hükümleri açıklaması.[127]
Şaravi'nin, "Peygamber Kur'an'ın tümünü açıklamamıştır. Çünkü varlıkla ilgili ayetleri ashabın anlayacağı şekilde açıklamak mecburiyetinde kalırdı" sözüne gelince, bunun gözden geçirilmesi gerekir. Zira Peygamber'in varlıkla ilgili ayetleri tefsiri o ayetin gerçek manası olmayıp pratik ilme göre açıklamasıdır. Bu konudaki ayetleri kainatta Allah'ın varlığına delalet edecek şekilde açıklaması yeterlidir...
İkinci grubun ileri sürdüğü delillerin tartışmasına gelince, Kur'an'ın tümünü Peygamber'in tefsir ettiğine dair İbn Teymiye’nin delil olarak kullandığı "İnsanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye" ayetinin, Zehebi'nin de ifade ettiği gibi bu konuya delaleti sahih değildir. Çünkü Peygamber açıklamakla emrolunmuş olmasından dolayı ashaba Kur'an'dan kapalı gelen konuları açıklamıştır. Fakat Kur'an'ın tümü ashaba kapalı olmadığından Kur'an'ın tümünü tefsir etmemiştir. [128]
İbn Teymiye'nin, Ashab, Peygamber'den öğrendiklerini hem ameli hem ilmî olarak öğreniyorlardı, şeklindeki rivayetten yola çıkarak bunun Peygamber'in Kur'an'ın tümünü tefsir etmiştir şeklinde bir sonuca varması bence doğru bir karar olmaz. Bundan şu anlaşılmalıdır:
Sahabenin ilme karşı olan hırs ve aşkı, onları Peygamber'in açıkladığı her şeyi öğrenmeye, sonra onları hayatlarına tatbik etmeye ve Peygamber'in emir ve nehiylerine sarılmaya sevk etmiştir. Çünkü Allah şöyle buyurur:
"Size Rasul her ne getirdiyse alınız, yasakladığından da kaçınınız." [129]
Bu görüşü kuvvetlendiren diğer bir husus ise Peygamber'in vefatından sonra ashabın bazı ayetlerin tefsirinde ihtilafa düşmeleridir. Eğer Peygamber Kur'an'ın tümünü tefsir etmiş olsaydı, sahabenin onun vefatından sonra ihtilafa düşmeleri caiz olur muydu? Onlar, yanlarında Kur'an ve Sünnet gibi iki önemli kaynak varken nasıl olur da ihtilafa düşerlerdi?
Halbuki sahabelerin bazı ayetlerin tefsirinde ihtilafa düştükleri görülmektedir. Bu konuda İbn Teymiye, kitabının mukaddimesinde şunları kaydetmektedir:
"Bundan dolayı sahabe arasında pek az ayetin tefsirinde tartıştıkları göze çarpmaktadır."[130] Bazılarının ileri sürdüğü gibi Peygamber Kur'an'ın tümünü tefsir etmiş olsaydı sahabe bu konuda ihtilafa düşmezdi ve böyle konularda endişelerini birbirlerine sorarak giderebilirlerdi.
Diğer yönden Kur'an'da Allah'ın hiç kimseye muttali kılmadığı bazı ayetler bulunurken Peygamber'in Kur'an'ın tümünü tefsir ettiğini nasıl söyleyebiliriz.
İbn Abbas tefsirin dört çeşit olduğunu söylemektedir:
1. Kur'an dilini konuştuğundan dolayı Arabın anladığı tefsir.
2. Herkesin bilmesi gereken tefsir.
3. Alimlerin bildiği tefsir.
4. Allah'tan başkasının bilmediği tefsir. [131]
Tabersi İbn Abbas'ın sözüne açıklık getirerek şunları söylüyor:
"Arabın bildiği tefsire gelince, bu, dilin inceliklerini ve kelamın hangi anlamda olduğunu bilmektir. Herkesin bilmesi gereken tefsir ise, bu da, Kur'an'daki şer'î hükümler ve tevhidle ilgili konulardır." [132]
Taberi ayni konuya temas ederek şunları kaydetmektedir:
"Kur'an'da öyle bölümler vardır ki, Kur'an dilini kullananlar ancak bilir. Bu, dinleyen herkesin anlayabileceği konulardır. Mesela "Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın dendiğinde, biz ancak ıslah edenleriz, asıl bozguncu onlardır. Fakat bilmiyorlar" [133]ayeti okunduğunda, buradaki ifsaddan kasıt zararlı olan şeylerin terkedilmesi, ıslahtan kasıt da menfaatinden dolayı yapılması gereken şeyler olduğunu herkes anlar. [134]
Bu ve diğer deliller, Peygamber'in Kur'an'ın tümünü tefsir etmediğini bize gösterir. Çünkü Kur'an'da tefsire ve açıklamaya ihtiyaç göstermeyen bölümler bulunmaktadır. Öyle ki bir bölümünü herkesin anlaması mümkün iken, bazı bölümlerini de Arap dilini bilenler anlayabilir. Bunun yanında Allah'ın hiç kimseye bildirmediği kıyametin zamanı, ruhun hakikati v.b. konular da Kur'an'da bulunmaktadır. Bunlar nakil yönünden konuya bakıştır. Akli yönden konuya bakacak olursak, bir an için Hz. Peygamber'in Kur'an'ın tümünü tefsir ettiğini kabul etsek bile hemen şunun sorulması gerekir:
Öyleyse bu tefsir nerede?
Elimizde bulunan tefsir ve hadis kitaplarındaki mevcut rivayetler, Hz. Peygamber'in Kur'an'ın tümünü değil çoğunu tefsir ettiğini gösteriyor. Eğer Peygamber tefsir kitaplarında mevcut konuların dışındaki konuları tefsir etmiş olsaydı, tefsir alanının dışındaki konulara deyinildiği gibi bu konulara da değinmeleri gerekirdi. [135]
Bu ve diğer sebeplerden dolayı, ne İbn Teymiye ve onun takipçilerinin dediği gibi Hz. Peygamber'in Kur'an'ın tümünü tefsir ettiğini; ne de Gazali, Suyuti, Şa'ravi, Havbi ve takipçilerinin ileri sürdüğü gibi Peygamber'in Kur'an'ın pek azını tefsir ettiğini söylüyoruz.
Tefsir ve Hadis külliyatının ortaya koyduğu gibi, Kur'an'ın çoğunun manasını Peygamber'in tefsir ettiğini söylüyoruz. Ama bu tefsirin tamamının bağlayıcılık yönünün de bulunmadığını beyan etmek istiyoruz.
Bunda hikmet, kulların Allah'ın kitabı hakkında düşünmelerini istemesi ve Nebisine, Allah'ın her muradını delillendirmekle emretmemiş olması" olabilir. [136]
Burada, mütekaddimun ve muhaddisînden bazılarının kabul ettiği görüşlere de işaret etmek faydalı olacaktır. Mütekaddiminden İbn Cezzi el-Kelbi (ö. 741 h) et-Teshil li Ulumi't-Tenzil isimli tefsirinde şunları söylemektedir. "Peygamber'den birçok ayetin tefsiri gelmiştir. Peygamberin sözü insanların sözünden önce geldiğinden bunları bilmek gerekmektedir". [137]
Çağdaş alimlerden Dr. Zehebi bu konuda şunları kaydetmektedir. "Her fırkanın iddialarında mugalatalarını ve iddia edileni ispatta yeterli olmadığını ortaya koyduktan sonra, kişinin kabule yanaştığı görüş bu iki görüşlerin ortasını kabul etmek olur. Şunu söylüyoruz:
Peygamber Kur'an'ın pek çoğunu ashabına açıklamıştır. Hepsini açıklamamıştır." [138]
Abdullah Şahhate aynı görüşü kabul ederek şunları kaydetmiştir.
"Gerçek şu ki, sahih kitapların gösterdiği gibi Peygamber Kur'an'ın tümünü değil çoğunu açıklamıştır," [139]
Hz. Peygamber vefat edince, sahabeler, devletin mesuliyetini yüklendiler. Hz. Peygamber'e sımsıkı sarılıp, kavlen ve fi'len onun yolunu izlediler ve böylece İslam'ın sorumluluğunu paylaştılar. Bunlardan bir kısmı devlet işlerini üzerine aldı, diğerleri de (çeşitli) beldelere dağıldılar. Onların başlıca görevi, İslam'ı yaymak ve hükümlerini pratik olarak uygulamaktı. Çünkü onlar, Kur'an, Sünnet ve dilden yola çıkarak Kur'an-ı Kerim'deki mevcut şartları ve bunların arasındaki irtibatı çok iyi anlayan kimselerdi. Bütün bunlar, Kur'an nasslarını anlama, Kitap ve Sünnet'te kesin bir hüküm bulunmadığı zaman, onlara, nassları bazen re'y ile açıklama fırsatını vermiştir. Bu sebeple onlar, Allah'ın Kitabı'nı daha iyi anlayabilmek için, zihinlerine takılan hususları, Hz. Peygamber’den rivayet edilenlere ekleyerek re'y ile tefsir işine daha çok yer verdiler. İşte bütün bunlardan dolayı re'y ile tefsir metodu, ta sahabe döneminden buyana, nakli tefsire paralel olarak devam edegelmiştir. [141]
Ahmed İbn Hanbel bu konuda şöyle der:
"Yezid İbn Harun, Asm el-Ahvel'den naklettiğine göre, eş-Şa'bi şöyle demiştir:
"Ebu Bekr'e kelale'nin [142] anlamı soruldu. O da:
'Bu konuda kendi re'yimle cevap vereceğim. Şayet re'yimde isabet edersem bu, Allah'tandır. Yanılırsam benden ve şeytandandır. Kelalenin, baba ve çocuğun dışında bir şey olduğunu zannediyorum’ dedi". [143] Hz. Ali'ye, Hz. Peygamber, size mahsus bir şey söyledi mi, dendiğinde, o:
"Hayır, yanımızda Kur'an ve Kur'an hakkında kişinin mazhar olduğu anlayıştan başka bir şey yoktur" şeklindeki sözleri bu konuya açıklık getirmektedir. [144] Onun, şöyle dediği de rivayet edilmektedir:
"Allah, Kuluna ancak Kur'an'ı anlama yeteneği vermiştir". Yapılan iş, sadece nakledileni tercümeden ibaret değilse -ki değildir- bu durumda fehm kelimesi neyi ifade eder. [145] Ayrıca "Kime hikmet verilirse..." [146] anlamındaki ayette geçen hikmet kelimesinin de "Kur'an'ı anlamak olduğu" İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. [147] Burada anlatılmak istenen şey, Kur'an'ı anlamanın sadece nakli tefsire bağlı olmadığı hususudur. Bütün bunlara ek olarak, Hz. Peygamber'in İbn Abbas'a:
"Allahım, onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret" [148] şeklindeki duası da varid olmuştur. Eğer te'vil Kur'an'ın nüzulü gibi duyularak ve muhafaza edilerek gelmiş olsaydı, bu durumda, Hz. Peygamber, te'vili sadece
İbn Abbas'a tahsis etmezdi. Öyle ise, Hz. Peygamber'in te'vili İbn Abbas'a tahsis etmesi bir ruhsattır.
Te'vil, kendisini destekleyen bir delille, lafzı, taşımış olduğu manaya ihtimali olmakla beraber, zahiri medlulünün dışında bir manaya hamletmektir. Bu da, ancak, Arapça'da, Arapların koyduğu kaideler çerçevesi içerisinde cereyan eder. Bunun gerçekleşmesi ise, lafızlarda ve terkiplerde kapalı hususları anlamak için cahiliye dönemi şiirine müracaatla olur. Diğer taraftan, tabiin devrinden sonra, tefsir hareketlerinin, fikri akımlar ve kültür karışımı sonunda, İslam toplumunda meydana getirilen sosyal yapı değişiklikleri sebebiyle bazı sapmalara maruz kaldığı da göz önünde bulundurulursa, o takdirde, akli tefsirin sahabe zamanında başladığını söyleyebiliriz. Amidi, re'y ile tefsirin veya istinbat metoduyla Kur'an ve Sünnet'e muhalif olmaksızın, Arapça üslubu çerçevesinde cereyan eden tevilin sahabe döneminde başladığını te'yid ederek şöyle der:
"Te'vilin anlamı bilindiği zaman, bu makbuldür. Şartları yerine getirildiği zaman da, onunla amel edilir. Sahabe döneminden günümüze kadar, her asırda, İslam alimleri (te'vili kullanmada) herhangi bir sakınca görmemiş ve onunla amel edegelmişlerdir". [149]
Sahabeden pek çoğu Kur'an'ı re'y ile tefsirde şöhrete ulaşmışlardır. Hulefa-i Raşidin, İbn Mes'ud, Ubey İbn Ka'b ve Abdullah İbn Abbas bunlardandır. Bunların tefsirdeki metotları şu hususlara dayanır:
1- Kur'anı Kerim: Ayetlerin bazısı bazısını tefsir eder. Bir ayette mutlak olan bir ifade, diğer bir ayette mukayyed olur. Bir mevzuda “umum" olan bir ayet, diğer bir konuda "husus"; bir yerde mücmel olan, başka bir yerde tafsilatlı anlatılmaktadır.
2- Sünnet: Allah'ın Kitabı'nda açıklama bulunmadığı zaman Sünnet ikinci derecede kaynaktır. Çünkü sahabeler sünneti muhafaza eden ve yaşayan kişilerdir. Zira onlar, kendilerine kapalı olan hususları açıklayan ve Kur'an'ı kendilerine okuyan Peygamber'e arkadaşlık etmiş ve onu dinlemişlerdir.
3- Re'y ile içtihad: Sahabilerin tefsiri, esbabı nüzul bilgisine dayanmaktadır. Çünkü onlar olayları müşahede etmişler, Kur'an'ın nüzulünü yaşamışlar ve İslam devletinin kuruluşuna katkıda bulunmuşlardır. Onlar bu konuda, Arapça'nın üslupları hakkındaki bilgilere ve kendi geniş idraklerine dayanmaktadırlar. Ayrıca onlar, kendilerine, Allah'ın Kitabı'nın esrar perdesini açacak ve Kur'an'ın tefsirini doğru bir şekilde yapma imkanı verecek hususlardan olan Arap şiiri ve adetlerini bilen insanlara sahip olmalarının yanında, her biri fesahat, belagat ve beyanın önderleriydiler.
Bir Hatanın Düzeltilmesi:
Sahabeden re'y ile tefsir edenler konusuna itina gösterilmesi gerekir. Tefsir tarihi okutan bazı hocalar, İbn Abbas'ı örnek nesli temsil eden ilk müfessir olarak kabul etmişlerdir. Gerçi İbn Abbas, Kur'an lafızlarını şiirle açıklamada ve bunu edebî bir kalıp içerisinde sunarak insanları hayrete düşürmede ayrı bir yere sahiptir. Fakat gerçekte ise, re'y ile ilk tefsiri yapan Hz. Ömer'dir. Muvafakat'ta anlatıldığına göre Hz. Ömer [150] ayetinin manasını sorar. Huzeyl kabilesinden bir yaşlı adam ayağa kalkarak şöyle der:
"Bu, Huzeyl lügatidir. Tahavvufun anlamı tenakkus demektir". Bunun üzerine Hz. Ömer, ondan, bu anlamı ifade eden Arap şiirinden bir şahid getirmesini ister. Huzeylî de şu beyti okur:
"Baltanın kayın ağacını yontarak azalttığı gibi, keneli, hörgüçlü deveyi de, semeri öylece aşındırır(onu zayıflatır)".
Hz. Ömer bunu işitince ikna olur ve arkadaşlarına şöyle der:
"Ey insanlar, cahiliye dönemindeki divanlarınıza gereken önemi veriniz. Çünkü bunlarda Kitabınız Kur'an'ı açıklayan (şiirler) vardır’ der" [151]
Gerçekten de Hz. Ömer re'y ile tefsirin ilk tohumlarını atmada İbn Abbas ve diğer sahabilerden önce gelir. Ne var ki, bu konuda, İbn Abbas'ın şöhreti daha çok yayılmıştır. Fakat (yukarıda nakledilen) hadise, Hz.Ömer'in re'y ve içtihada başvuran sahabilerin başında geldiğini teyid etmektedir. İslam fıkıh tarihi yazarlarının çoğuna göre de, Hz. Ömer, ehl-i re'y mezhebinin ilk mümessili olarak kabul edilmektedir. [152] Hz. Ömer'in mükemmel bir düşünce ve sağlam bir zekaya sahip olduğu bilinmektedir. Hatta Kur'an'dan bazı ayetlerin, onun görüşlerine uygun, onu teyid eder mahiyette nazil olduğu da bir gerçektir. Hz. Ömer bazen bir görüş belirtir ve bu görüş doğrultusunda ayet nazil olurdu. Onun görüşüne uygun olarak nazil olan ayetlerin sayısının dokuzdan fazla olduğu söylenir. Hz. Peygamber onu överken şöyle der:
"Şüphesiz Allah, doğruyu Ömer'in dili ve kalbi üzere kıldı". Diğer bir hadiste de şöyle buyrulur:
"Şüphesiz, sizden önceki milletlerde muhaddesler yani kendilerine ilham edilenler vardı. Ümmetimin içerisinde böyle birisi varsa, o da, Ömer'dir". [153]
Nitekim Hz. Ömer'in, Ebu Musa el-Eş'ari'ye, kaza konusunda, Kitap ve Sünnet'ten sonra, kendi görüşüne göre hareket etmesi yolundaki hitabını unutmamalıyız. İşte bu (tavsiye), müftülerin düşünüp, tefakkuh, alimlerin ise kabul edip, hüküm ve şehadeti üzerine bina ettikleri, açık bir mektuptur. [154]
Sahabenin Re'v İle Tefsirinden Bazı Örnekler:
Hz, Ömer ve İbn Abbas, diğer sahabelere kapalı kalan, Arapça'nın sırlarını ve Kur'an'ın ince manalarını bilecek derecede ileri görüş ve zekaya sahip iki büyük müfessirdir. Maksadım, onların, aklî tefsirin ilk tohumlarını attıklarını ve bu yolla tefsir etmede önderlik ettiklerini belirtmektir.
l. Kurtubi "Boşanmış kadınlar üç kur’ (üç adet veya üç temizlik süresi) bekleyip kendilerini gözetlerler" [155] anlamındaki ayette geçen kuru’ lafzının manasında sahabelerin ihtilaf ettiklerini ve Hz. Ömer, Hz.Ali, İbn Mes'ud ve Ebu Musa'nın bu kelimeyi hayız; Hz. Aişe, İbn Ömer ve Zeyd İbn Sabit'in ise temizlenme diye açıkladıklarını ve bu husustaki ihtilafın sebebinin kuru' lafzının, Arapça'da, birden fazla manaya ihtimali olduğundan kaynaklandığını rivayet ederek, bu hususta Ebu Ömer İbn el-A'la'nın:
"Bazı Arapların hayzı, bazılarının temizlenmeyi ve bazılarının da bu iki anlamı birleştirerek hayız ile beraber temizlenmeyi kuru' lafzı ile isimlendirirler" dediğini kaydeder. [156]
2. Buhari, "Hanginiz, kendi ihtiyarlamış ve çocukları da güçsüzken, altlarından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin, ateşli bir kasırganın kopmasıyla yanmasını ister? Düşünesiniz diye Allah size ayetlerini böylece açıklar" [157] ayetinin tefsirinde Ubeyd İbn Umeyr' in şöyle dediğini rivayet eder:
"Bir gün Hz. Ömer, ashaba:
"İçinizde bu ayetin nüzul sebebini bilen var mı?" diye sordu. Onlar:
"Allah daha iyi bilir dediler". Bunun üzerine Hz. Ömer kızdı ve şöyle dedi:
"Biliyoruz veya bilmiyoruz deyiniz". İbn Abbas:
"Ey müminlerin emri! Bu hususta bir şeyler hatırlıyorum" dedi. Hz. Ömer:
"Ey kardeşimin oğlu, kendini küçük görme, bildiğini söyle" dedi. O da cevaben:
"Bu bir işe misaldir" dedi. Hz. Ömer:
"Hangi iş" dedi. İbn Abbas:
"Bir iş için" deyince Hz. Ömer:
"Bu ayet, Allah'a itaat eden zengin bir adamın durumunu anlatır. Sonra Allah ona şeytanı musallat kılar da o adam, amellerini yok edecek derecede masiyetler işler" diye açıkladı". [158] İbn Cerir et-Taberi, İbn Abbas'ın, bu ayetin tefsirinde şöyle dediğini nakleder:
"Hz. Ömer, bu ayetin (nüzul sebebini) sahabeye sorar. Yeterli cevap verecek birini bulamaz. Arkasında durmakta olan İbn Abbas:
"Ey müminlerin emiri! Bu hususta bir şeyler biliyorum" der. Hz. Ömer ona döner ve:
'Şuraya geç, kendini küçük görme, bildiğini naklet' deyince, İbn Abbas:
"Bu, Allah'ın verdiği bir misaldir. Allah şöyle buyurur:
“Sizden biriniz ister mi ki, ömrü hayır işleri ile geçsin, hatta eceli yaklaştığı zaman, hayırla son nefesini vermeye daha muhtaç olduğunda, şekavet ehlinin ameli ile ömrü son bulsun da, böylece bütün amelini ifsat etsin ve ona en çok muhtaç olduğu bir zamanda amelini yaksın' diye açıklar" [159]
3. Buhari, Said ibn Cubeyr tarikiyle, İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder:
"Hz. Ömer, beni, Bedir gazilerinin yanına götürdü. Öyle zannediyorum ki, onlardan birisi:
'Ömer, bunu niçin bizim yanımıza getiriyor. Bizim onun kadar çocuklarımız var' diye söylendi. Hz. Ömer:
'Siz onu tanıyorsunuz’ dedi. Yine bir gün onları çağırdı ve beni de her zamanki gibi yanına aldı. Zaten beni çağırdığı zaman, mutlaka onların yanına götürürdü. Hz. Ömer:
“Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini överek teşbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir” [160] ayetleri hakkında ne dersiniz?' diye sordu. Bazıları:
'Biz Allah'a hamdetmek, bize yardım olunduğu ve bizim üzerimize bir fetih nasip edildiği zaman Allah'tan istiğfar dilemekle emrolunduk' dediler. Bazıları da, sustular ve hiçbir şey söylemediler. Sonra Hz. Ömer bana dönerek: 'Sen de aynı şeyi mi söylüyorsun?' dedi. Ben:
'Hayır' dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer:
'O halde ne diyorsun’ dedi. Dedim ki:
'Bu, Allah'ın, Resulü'ne, ecelinin yaklaştığını bildirmesidir ki, ayette şu kastedilse gerek:
Allah'tan yardım ve fetih geldiği zaman, işte bu, senin ölümünün yaklaştığını bildiren alamettir. O halde Rabbini hamd ile teşbih et. O'ndan af dile, zira O, tevbeleri kabul edendir’. Sonra Hz. Ömer:
'Ben de bu ayet hakkında senin bildiklerini biliyorum' dedi". [161] İşte bunlar, Arapça'da, Arapların koyduğu beyan üslupları çerçevesi içerisinde, re'y ile tefsire ait üç misaldir.
Birinci örnekte, şer'i nass ortak bir kelimeden ibarettir ki, o da kuru' lafzıdır. Müşterek, lügatte, pek çok manaya gelir. Karineleri bilmek ancak re'y ve düşünce yoluyla mümkün olduğu gibi, müşterek bir lafızdan kastedileni bilmek de, lafızla ilgili karineleri bilmekle mümkün olur.
İkinci misal ise, bir istiare-i temsiliyyedir. Zira bu, Allah'ın bir darb-ı meselidir ki, Hz. Ömer ve İbn Abbas buna dikkat çekmişlerdir. O halde belagatçıların, bu ayetin anlamını Hz. Ömer ve İbn Abbas'ın yaptıkları tasvirden daha güzel bir tasvir yapmaları mümkün müdür? Üçüncü misalde ise, kinaye vardır. Çünkü yardım ve fethin gelmesi risaletin son bulduğuna ve gayenin tahakkuk ettiğine delalet eder. Artık bundan sonra geriye ölüm kalır. [162]
İşte bu üç misal, pek çok örnekten bir kaçıdır. Şüphesiz bu misaller iki büyük sahabe olan Hz. Ömer ve İbn Abbas'ın, Arapça'nın akıcı bir dil oluşundan faydalanmalarına, keskin bir zeka ve anlayışla vasıflandıklarına ve pek çok kimselere zor gelen ama bunlar gibilere bazı şeyleri kolaylaştıran aydınlatıcı delillerdir.
Bu anlattıklarımızı şöyle özetleyebiliriz:
Hulefa-i Raşidin, devirleri henüz tedvin devri olmadığından, hakikat, mecaz, müşterek, kinaye, teşbih, mutlak, amm, hass gibi ıstılahların yazıldığı bir esere vakıf olmazdan önce onlar, yaratılışları icabı, bu ıstılahları tanıdıklarından, Kur'an'ı sahabe içerisinde re'y ile tefsir eden ilk müfessirlerdir. Onların bu işe ehil olduklarını doğrulayan rivayetler vardır. Fakat onlar, hilafet işleriyle meşgul olduklarından az nakilde bulunmuşlardır. Özellikle Hz. Ebubekr ile Hz. Ömer bunlar arasında sayılabilir. [163]
İbn Abbas, Kur'an'ı re'y ile tefsir etmede sahabilerin en önde geleni ve en çok şöhret bulmuş olanıdır. Çünkü o, her yerde Kur'an'ı tedris etmeye düşkündür ve ayrıca onu bununla meşgul olmaktan hiçbir şey alıkoyamazdı.
İbn Abbas, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, Medine'ye giderek Sünnet'i toplamaya çalıştı. Zira Sünnet, her müfessirin Allah'ın Kitabı'nı tefsir etmede ihtiyaç duyduğu bilgileri toplayan bir ağaç (mesabesinde) dir. İbn Abbas, bu hususu ifade ederek şöyle der:
"Resulullah'ın ashabının bütün bildikleri Ensar'ın yanındadır". [164] Böylece İbn Abbas, Hz. Peygamber tarafından açıklanmamış olan pek çok ayetin tefsirini öğrenmeye, Sünnetle güç yetirmiştir. Nitekim o, Sünnetten esbabı nüzul bilgisini elde etmiştir. Esbabı nüzul ise, ayetlerin manalarını açıklayan, vuzuha kavuşturan ve onların manalarını doğru anlamaya yardım eden bilgilerden ibarettir. İşte bu sebeple, esbabı nüzul ile ilgili bilgileri açıkladığı için, elimizdeki ilk devir kaynaklarında İbn Abbas'ın ismine çok sık rastlanmaktadır. Bu ilk kaynak da, İbn İshak'ın es-Sire'sidir. [165]
Buna göre İbn Abbas'ın tefsirle daha çok meşgul olması, onun, Hz. Ömer'den daha çok yaşamasına bağlıdır. Ayrıca o, yahudi alimleri içerisinde müslüman olanlardan en çok nakilde bulunan bir sahabedir. Bu hususta Taberi şöyle der:
"Bilgi ve dinde şeref ve şöhreti çok olan İbn Abbas, çoğu zaman Ka'bu'l-Ahbar'ın meclisine katılır. Ondan israiliyyat ve diğer konularda nakillerde bulunurdu". [166] (Onun Ka’bu'1-Ahbar'dan naklettikleri) usul, din ile helal ve haramı ilgilendirmeyen kıssalara, geçmiş milletlerin haberlerine, melahime, yaratmanın başlangıcına, kainatın sırlarına, kıyamet gününün hallerine taalluk eden konulara aittir. İşte bu sebepten dolayı İbn Abbas, Hulefa-i Raşidin ve diğer sahabelerin, tefsirden imtina ettikleri bir zamanda kevnî ve ilmî ayetlerin tefsirine cür'et eden bir sahabedir. Bu misallerden bazıları aşağıdadır:
l. Bir adam, Abdullah İbn Ömer'e gelerek "inkar edenler görmediler mi ki, göklerle yerler bitişikti biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık..." [167] Ayetinin anlamını sorar. Abdullah İbn Ömer de ona:
"Git, İbn Abbas'a sor ve ne şekilde açıkladığını da bilahare bana bildir" der. Bunun üzerine adam, İbn Abbas'a gider ve ona sorar. O da:
'Gökyüzü bitişikti, yağmur yağdırmıyordu. Yeryüzü de bitişikti, nebat bilmiyordu. Sonra Allah, gökyüzünü yağmurla; yeryüzünü de nebatatla ayırdı' şeklinde açıklar. Adam, Abdullah İbn Ömer'e gider ve durumu anlatır. Bunu duyan Abdullah İbn Ömer:
'Kur'an'ın tefsiri konusunda İbn Abbas'ın cür'etinin beni hayrete düşürdüğünü her zaman söylerdim. Şimdi ise, ona, ilim verildiğini de öğrendim' der. [168]
2. İbn Ebi Hatim ve Ebu'ş-Şeyh, İbn Abbas'tan "Sürekli olarak görevlerini yapan güneşi ve ayı emrinize verdi" [169] anlamındaki ayet hakkında şunu tahric ederler:
"Güneş, yörüngesinde, gündüzün semada seyreden bir sürücü mertebesindedir. Battığı zaman, doğudan doğuncaya kadar yerin altında, yine burcunda, geceleyin akar gider. Ay da aynen böyledir" [170] İbn Abbas, bu iki ayeti o zamanki bilgisinin sınırı içinde açıklamıştır. Her iki açıklama da kinaye kabilindendir. Zira İbn Abbas'ın döneminde, bu konulardaki bilgi, söylediğinden fazla değildir. Bundan dolayı o, mazurdur. Fakat uygun olanı, İbn Ömer ve diğer sahabelerin davranışlarında olduğu gibi ayetlerin açıklamasına yanaşmamasıdır. Çünkü bu ve benzeri ayetlerin açıklaması, kevnî ilimlerin gelişmesine göre değişebilir. Bu sebeple biz, zamanımızda bu türden açıklamayı, böyle hatalı bilgileri içerdiği için kabul etmiyoruz. Kanaatımca, İbn Abbas'a yapılan isnatlar doğru olsa bile, bu iki ayetin tefsiri terkolunmuştur. Çünkü bu türden açıklamalar, asrımızda sabit olan ilmî hakikatlerden dolayı, ilmin ulaştığı derece ve onun verileriyle çatışmaktadır. [171] Zira İbn Abbas'ın zamanında, kainat ve onun içerisinde bulunan yıldızlar ve gezegenler hakkında ilmin ulaştığı nokta, günümüzde atom çağının, uyduların ve feza gemilerinin ulaştığı noktaya ulaşmamıştır. O halde, bu anlamda, İbn Abbas ve diğer sahabelere isnat edilenleri kabul etmemek, usul bakımından caizdir. Çünkü bu mesele, doğruya ve yanlışa ihtimali olan içtihadi bir meseledir. Hz. Peygamber'ia İbn Abbas'a duası ise, onun, hatadan korunduğuna delil teşkil etmez. [172]
Netice olarak diyebiliriz ki, sahabi alimler, Kur'an'ı anlama hususunda akıllarını kullanmışlar ve onu tefsir etmede düşüncelerini isabetli görüş ve sağlam bakışla te'yid ve takviye etmişlerdir. Çünkü onlar, bu konuda geniş bir saha ve yaygın bir alanın bulunduğunun farkında ve zahiri tefsir hakkında nakledilenlerin ise, idraklerinin nihai noktası olmadığını anlamışlardır. Onlar bir rivayetin diğer bir rivayete tercihi sınırında, Kur'an’i manaların inceliklerini keşfetmek ve Arapların, Arapça'da, tesbit ettikleri mahud açıklayıcı üslup çerçevesi içerisinde, ayetlerin içerdiği hüküm ve hikmetleri istihraç etmek için lügata veya şiire yahut Arapların adetlerine müracaat etmek suretiyle içtihad ettiler. [173]
İbn Haldun'nun, re'y ile tefsirin, Arap lisanı ve ilimleri bir sanat halini aldıktan sonra meydana geldiğin belirtmekle yanıldığı açıktır.
Çünkü o, naklî tefsir konusunda yaptığı açıklamadan sonra şöyle der:
"Diğer bir tefsir çeşidi de, muhtelif maksatlar ve üsluplar itibariyle manayı yerine oturtmada gerekli olan lügat, i'rab ve belagat bilgisinden oluşan lisana dayanmaktadır. Çünkü birinci nev'i tefsir (yani rivayet tefsiri) bizzat kastolunandır. Îkinci tefsir çeşidi ise, dil ve onunla ilgili ilimler bir sanat halini aldıktan sonra ortaya çıkmıştır". [174]
Bilinen hususlardan birisi de, Arapça bilimleri, İslamî fetih hareketlerinin gelişmesi ve arabın, Arap olmayanla karışımı sebebiyle, sahabe ve tabiin devirlerinin bitiminden sonra ikinci asırda sanat haline geldi. Bu sebeple alimler, Kur’an’ın lisanını korumak için nahiv, sarf, belagat ve diğer unsurlardan oluşan bilgileri kaydetmeye ve
ilimleri sanat haline getirmeye başladılar.
Sahabi alimlerin hepsi, bu çeşit tefsirin varlığını kabul ederler. Fakat onlar, bunu almanın ölçüsünde ihtilafa düşmüşlerdir. Bir kısmı (bu sahayı) oldukça geniş tutarken, diğer bir kısmı dar, bazıları da orta yolu tutmuşlardır. Bazılarının aklî tefsirden kaçınmaları ve bu sahayı dar tutmalarına rağmen, onlar tefsir hareketini zenginleştirdiler ve bu hareketi yaydılar. Bazı ayetleri anlama ve bunları içtihad ve nazarla tefsir etmede kendi görüşlerini de eklemek suretiyle bu hareketin ilerlemesine iştirak ettiler. [175]
Re'y ile tefsirin yasak edilmesi hakkında sahabeden rivayet edilenleri incelediğimizde, onların bu tür tefsirden şiddetle kaçınmak gerektiğine delalet eden rivayetler buluruz. Bunlardan birisi Hz. Ebubekir'den rivayet edilmiştir. Ona [176] ayetinde geçen "e b" kelimesinin anlamı sorulduğunda şöyle cevap verir:
"Kur'an hakkında bilmediğimi söylersem, hangi yer beni taşır ve hangi yer beni gölgelendirir?". [177] Aynı şey Hz. Ömer'den de rivayet edilmiştir.
Ebu Ubeyde, Yezid İbn Humeyd'den, o da, Enes'ten rivayet ederek der ki, Hz. Ömer minberde [178] ayetini okudu ve sonra şöyle dedi:
"Bu fakihe'yi biliyorduz. Ya bu 'e b' nedir?" sonra da kendi kendine:
Ey Ömer! bu bir zorlamadır’ der. Başka bir rivayette de 'onu bilmen gerekmez? demiştir. [179] Hz. Ali'den de şu varit olmuştur:
"Şayet din, re'y ile olsaydı, mestin altına mesh vermek, üstüne mesh vermekten daha evla olurdu". [180] Sahabelerden başka rivayetler de vardır.
Buna göre, sahabelerin re'y ile tefsiri sakıncalı görmeleri iki duruma bağlıdır:
1- Bilmedikleri bir konuda hataya düşme korkusundan dolayı bazı işlerde ihtiyatlı davranmayı tercih etmeleri ki, bu husus Hz. Peygamber'in sakınmalarını istediği husustur. Said İbn Cubeyr, İbn Abbas'tan, Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder:
"Kim, Kur’an hakkında, bilmeden konuşursa Cehennem'deki yerine hazırlansın" [181]
Bu hadis, tefsir, nass, icma ve lügatten bir delile dayanmadan sadece heva ile yapıldığı veya dinin ruhuna ve hedeflerine zıt olduğu zaman geçerlidir.
2- Yasaklanmış re'y'den maksat tefsiri, Kur'an'ın hedef almadığı hususlardan olan şahsi görüşlere yöneltmek, siyasî ihtiraslara, mezheb, milliyet taassubu ve benzeri şeylere sürüklemektir. Anlaşıldığına göre, Kur'an'ı re'y ile tefsir etmek, bu iki işin çerçevesinde dönmediği zaman, caizdir. [182]
"Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçi'ye, o ümmî Peygamber'e uyarlar" [183],
"Sen bundan önce bir kitap okumuyordun ve onu elinle de yazmıyordun" [184] anlamındaki ayetlerden anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber, okuma ve yazma bilmeyen ümmî bir peygamber olduğundan, sohbetinin şerefine mazhar olan sahabilerden bazılarına Kur'an okutur ve (kendisi dinlerdi). Buhari'de, Şakik İbn Seleme'den nakledildiğine göre, Abdullah İbn Mes'ud şöyle demiştir:
"Allah'a yemin ederim ki, ben, Resulullah'ın ağzından (doğrudan doğruya) yetmiş küsur sure öğrendim. Vallahi, Nebi'nin ashabı bilir ki, ben, Allah'ın Kitabı'nı içlerinde en iyi bilenlerden birisiyim. Fakat en hayırlıları değilim" [185]. Yine Buhari'de, Enes İbn Malik'ten rivayetle, Hz. Peygamber, Ubey İbn Ka'b'a şöyle der:
"Şüphesiz Allah, sana Kur'an’ okutmamı emretti". Ubey İbn Ka'b:
'Allah, ismimi sana söyledi mi? dedi. Hz. Peygamber de:
'Evet' dedi. Ubey İbn Ka'b:
'Alemlerin Rabbi'nin yanında anıldım mı?' sorusuna, Hz. Peygamber:
'Evet' deyince, Ubey İbn Ka'b'ın iki gözünden yaş aktı".[186]
Bu sebepten dolayı, Hz. Peygamber'e ittiba eden sahabelerin gayretleriyle, Kur'an'ın kıraati yayılmaya ve öğrenilmeye başlandı Kur’an’ın okutulması, ezberlenmesi ve öğretimini üslenen sahabeler içerisinde dördünden Kur'an'ın alınmasını Hz. Peygamber, müslümanlara emretmiştir. Buharı, Abdullah İbn Ömer'in şöyle dediğini kaydeder:
"Resuiullah'ın: 'Kur'an'ı dört kişiden almaya gayret ediniz. Bunlar, Abdullah İbn Mes'ud, Ebu Huzeyfe'nin mevlası Salim, Ubey İbn Ka'b ve Muaz İbn Cebel'dir' dediğini işittim". [187]
Hz. Peygamber'in bu dört kişiyi zikretmek suretiyle onlara bir hususilik kazandırması, onların fazla ezber yapmalarına ve güzel okuduklarına delalet eder. Diğer bir hadiste, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu, Hz. Ömer rivayet etmektedir:
İndirildiği gibi, kim, Kur’an'ı güzel bir şekilde okumayı isterse, onu, İbn ümmi Abd (yani İbn Mes'ud) gibi okusun".[188]
Burada şunu belirtelim ki, Hz. Ali, Abdullah İbn Mes'ud, Ubey İbn Ka'b ve Abdullah İbn Abbas'ın mushafları gibi, isimleriyle anılan ferdi mushaflar, bazı sahabelerin şöhret bulmalarına yardımcı olmuştur. Rivayetlerde belirtildiğine göre, onlar, mushaflarmı, Kur'an'dan ezberledikleri ayetlerden meydana getirmişlerdir. Buhari'de, Ebu İshak'tan da bir hadis nakledilir:
"Abdurrahman İbn Yezid'den işittim ki, o, İbn Mes'ud, Beni İsrail Kehf, Meryem, Taha ve Enbiya sureleri hakkında:
'Onlar ilk nazil olan surelerdendir ve onlar benim ilk servetimdendir' dediğini nakleder".[189] Yine Buhari'de, Şakik'den nakledilir ki, Abdullah İbn Mes'ud:
"Resuiullah'ın her rek'atta ikişer ikişer okuduğu nezairleri bilirim" dedi ve sonra kalkıp gitti. Alkame onunla beraber gitti ve biraz sonra çıkıp geldi. Biz ona sorduk, bize:
'İbn Mes'ud'un te'lifı üzere ilk mufassal surelerden yirmi kadar ki, bunların sonuncuları Hamimler ve Amme yetesaelun sureleridir' şeklinde cevap verdi" [190]. İşte bundan dolayı, bu mushafların tertipleri, sahiplerinin içtihadlarıyla olmuştur. Böylece bu mushaflarda ve bunların kıraatlerinin bazısında ihtilaflar ortaya çıktı. Fakat bu ihtilaflar ayetlerin dizilişinde ve tertibinde değildir. Çünkü ayetlerin tertibi Hz. Peygamber'in işaretiyle tevkifidir. Zira Kur'an, Hz. Peygamber'in huzurunda, hurma dalları, ince beyaz taşlar, develerin kürek kemikleri ve düz taşlar üzerine yazılmıştır. İşte (üzerleri yazılı) bu maddeler, birbirinden ayrı parçalar halindeydiler. İmam mushafı gibi varaklara yazık değildi.
Zikrettiğimiz mushaf sahibi sahabelerden her birerlerinin, Kur'an'ı okuma, anlama ve amel etmede açık birer metotları olduğu da buraya eklenebilir. Çünkü onlar, talebeleri okuduklarında, kolayca anlayabilmeleri için, bazı ayetleri basit bir fazlalıkla açıklamaya gayret etmişlerdir. Bazıları bu fazlalığı, Kur’an’ın kelimelerinin üstüne veya okudukları mushafların yanına yazmışlardır. Bazı karışıklıktan dolayı alimler, onların kitaplarında ve tefsirlerindeki-bu ziyadelikleri Kur'an'dan saymışlardır. Nitekim bunu şöyle ifade ettiklerini görüyoruz: "Şüphesiz bu ayet, falan heyete göre Abdullah İbn’i Mes'ud'un ve falan heyete göre de Ubey İbn Ka'b ve diğerlerinin mushaflarında böylece gelmiştir". [191] Sahabeler, Hz. Peygamber'in vefatı yılında, son arzada, iki defa tamamlanan ve Osman İbn Avf’ın tedviniyle meydana getirilen mütevatir Kur'an metninden bir-iki veya daha fazla kelime zikrederler. Hz. Ebubekr, bu son arzada, [192] sure ve ayetlerin tesbit edildiği şekil üzere, Kur'an'ı cem etti. Ümmetin hepsi Kur'an için yapılan bu büyük işi kabul edip üzerinde icma ettiler. [193]
Alimler, sahabenin tefsir konusundaki sözlerinin, merfu veya mevkuf hükmünde olup olmadığında ihtilaf ettiler. Çünkü onların merfu hükmündeki sözlerini almak vacip, mevkuf olanları almak ise caizdir.
İbnu's-Salah ve el-Hakim, Ma'rîfetu Ulumi'I-Hadis'de; Suyuti de et-Tedrib'inde şu görüştedirler:
"Sahabe tefsiri merfu mesabesindedir. Eğer bu tefsir ayetin nüzulüne ait veya ahiret ve hakkında görüş belirtilmeyen dini hususları ilgilendiren konulardan ise onu almak vaciptir. Şayet sahabe tefsiri, hakkında görüş belirtilebilen konulardan ise mevkuf hükmündedir ve onu almak caizdir"[194]
Usulcü muhakkikinin ekserisinin görüşleri ise şöyledir:
Sahabenin tefsir ve diğer konulardaki sözleri, re'y ile anlaşılmayan konuları içeriyorsa, Hz. Peygamber'den varit olan açıklamalar gibi hüccettir ve onu almak vaciptir. Fakat re'y ile anlaşılan konulardan ise, içtihadlarında hata ihtimali olacağından hüccet değildir. Hata durumu filen vuku bulabilir. Çünkü onlar hatadan masun değildirler. Hatta birbirlerine muhalefet dahi ederlerdi. İçtihadlarının sıhhati hakkında bazı zamanlarda şüphe ettikleri vakidir. İşte İbn Mes'ud, mufavvida meselesi hakkında şöyle der:
"Hata vaki olursa benden ve şeytandandır. [195]
Böylece hata ihtimali olabileceği anlaşılmaktadır. Bizzat sahabenin sözü hata ihtimali taşıyorsa, diğer bir müçtehidin, bu durumda, sahabeyi taklit etmesi doğru değildir. Bu, Kerhi, Şevkanî, Gazalî [196] ve İbn Hacer'in [197] görüşleridir.
Usulcü muhakkikinin görüşlerini tercih etmeme rağmen, müfessirin, sahabe tefsirinden gafil olmaması gerektiği kanaatindeyim. Zira müfessirin, sebebi nüzulün nakli, bir hükmün ikrarı veya bir lafzın açıklanması hakkında sahabelerde bir icma bulursa onu alır ve bu icmayı tecavüz etmez. Bir ayetin anlamında iki görüş üzere ihtilaf ettikleri zaman, müfessir, bunlardan birisini tercih eder. Çünkü İbn Teymiye'nin söylediği gibi [198], lafızların tefsiri hususundaki ashabın ihtilafı, zıtlık ihtilafı değil, (aynı konuyu anlatan) çeşitlilik ihtilafıdır. Onlar, misal olarak kabul edilen ayetlerin tefsirinde sayılı vecihler zikrederler. Bunların hepsi doğrudur. Ayet bunlara şamildir Nitekim "Gerek hafif ve gerekse ağır (şekil) olarak..." [199] Ayetinde geçen el-hafif kelimesini, sapmak, azmak, cehalet, gençlik, aile efradı, malı-mülkü, dostları kahramanlığı olmayan kimse diye; es-sekil kelimesini ise bunların zıt anlamlarıyla açıklarlar. [200]
Sahabenin tefsiri, içtihadi olduğu zaman, müfessirin delili araştırması gerekir. Eğer onu bulursa, ondan sahabe veya başka birisinin sözüne dönmesi doğru değildir. Burada bir delil bulunmaz, tefsir de bize evvelkilerin kıssalarını anlatıyor veya yukarıda geçen iki ayette İbn Abbas'ın açıklaması gibi kevni veya ilmi ayetlere bağlı ise, onlara muhalefet etmede ve görüşlerini terketmede bir sakınca yoktur. Çünkü sahabelerin zamanında ilim, asrımızda ulaşılan ilerleme ve yükselme derecesine çıkamamıştır. [201]
Konusu her yönüyle Kur'an-ı Kerim olan, Kur'an'la ilgili veya Kur'an'ın içerdiği ilim ve araştırmalardan oluşan, Kur'an'ın en doğru şekilde anlaşılmasına yardımcı olmayı gaye edinen bilgi alanı diye tanımlanan [202] Kur'an ilimleri (ulumu'l-Kur'an) tabirinin ne zaman ortaya çıktığı konusu oldukça karmaşıktır. İçerdiği konular hakkında da farklı anlayışlar vardır. Ama biz daha ziyade Kur'an ilimleri bölümünde üç temel konu üzerinde duracağız: Sebebi nüzul, nasih-mensuh ve muhkem müteşabih. [203]
Sebeb-i nüzul, Kur'an ilimlerinden bindir. Bu konudan bahsederken öncelikle Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayetinin özel bir sebep olmadan indiğini açıklamamız gerekir. Ama Kur'an'ın bir kısmı özel bir sebebe bağlı olarak bir olayın veya bir sorunun neticesinde de inmiştir. Bu konuda muayyen sebeplerle inen Kur'an ayetlerini içine alan özel eserler telif edilmiştir. Bu kitaplar, Kur'an’ın inişini yaşamış olan sahabeden rivayet edilen hadislere dayanarak o sebepleri zikrederler. Bu hadisler, farklı derecededirler. Bir kısmının senedleri sahihtir, senedi zayıf olanlar vardır, bir kısmı da uydurmadır. Bazen de konuyla ilgili olarak sebebi nüzulü nasıl anlamalıyız, bundan kasıt nedir gibi soruların cevabını bulmaya çalışan türden eserler de kaleme alınmıştır.
Şimdi sebeb-i nüzule dair kaleme alınan eserlerden bazılarını burada kaydetmek istiyorum:
1. Ali İbn el-Medeni'nin (v.h. 234) Kitab'ı. Bu eserle ilgili olarak Keşfu'z-Zunun'da şöyle denilmektedir:
"Muhaddislerin şeyhi Ali İbn el-Medeni'nin Esbabu'n-Nüzul'ü, bu konuda ilk telif edilen eserdir. [204]
2. Ali İbn Ahmed el-Vahidi el-Müfessir (468): Kitabu Esbabi'n-Nüzul. Bu eser, bu alanda yazılanların en meşhurudur. Hicri 1316 yılından beri Mısır'da basılmaktadır.
3. Ebu'l-Ferec Abdurrahman Ali İbnu'l-Cevzi (597): Kitabu Esbabi'n-Nüzul.
4. İbn Hacer el-Askalanî (852): Kitabu Esbabi'n-Nüzul. Haci Halife bu eserin müsvedde halinde olduğunu kaydeder. [205]
5. Ebu Ca'fer Muhammed İbn Ali İbn Şuayb el-Mâzenderânî (588): Kitabu Esbabi'n-Nüzul.
6. Suyuti (911: Lübabu'n-Nükul fi Esbabi'n-Nüzul. es-Suyuti, İtkan'ında şunları zikreder: "Bu konuda kısa fakat oldukça dolu, daha önce bir benzeri yazılmamış bir kitap telif ettim ve ismini de Lübabu'n-Nüzul fi Esbabi'n-Nüzul koydum" .[206] Eser bir çok defa tab edilmiştir. Celaleyn tefsirinin kenarında da neşredilmiştir. [207]
7. Abdulfettah el-Kadi'in Esbabü'n-Nüzul'ü de bu sahada önemli bir yere sahiptir. Eser Salih Akdemir tarafından tercüme edilmiştir. [208]
8. Bu konudaki eserlerden biri de Ahmet Nedim Serinsu'nun kaleme aldığı Kur'an'ın Anlaşılmasında Esbab-ı Nüzul'ün Rolü isimli çalışmadır. [209]
Sebeb-i nüzulün önemine dair bazı açıklamalara yer vermek istiyorum. Vahidi sebebi nüzul hakkında:
"Nüzul sebebini beyan etmeden ve indiği olayı bilmeden bir ayetin tefsirini bilmek mümkün değildir" [210] derken, İbn Dakik el-I'yd:
"Sebebi nüzulü açıklamak, Kur’an’ın anlamlarını bilmede bir yoldur' [211] diye açıklar, İbn Teymiye ise:
"Nüzul sebeplerini bilmek, ayeti anlamaya yardım eder. Zira sebebi bilmek müsebbibi bilmeye götürür" [212] şeklinde izah eder. Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ ise:
"Sebebi nüzulü bilmek ayetin manasını anlamaya ve içerdiği anlamları kavramaya yardım eder" [213] şeklinde bir açıklama yapar.
Sebebi nüzul için çeşitli tanımlar da yapılmaktadır. Bir sure veya ayetin sebebinden, vaktinden ve yerinden bahseden ilimdir diye tanımlandığı gibi [214] tarihi bir olgu veya nüzul asrında meydana gelmiş bir hadisedir şeklinde de tanımlanmaktadır. [215] Daha kapsamlı bir tanım ise şudur:
"Nüzul ortamında meydana gelen bir hadise veya Hz. Peygamber'e yöneltilmiş bir soruya, vuku bulduğu günlerde, bir veya daha fazla ayetin, hadiseyi -soruyu- kapsayan nitelik ve özellikleri içermek (tazammun), cevap vermek veya hükmünü açıklamak üzere inmesine vesile teşkil eden ve vahyin nazil olduğu ortamı resmeden hadiseye sebeb-i nüzul denir. [216]
Burada bu konu etrafında önemli gördüğüm iki temel noktanın bilinmesi gerektiği belirtmek istiyorum. Bu hususlar hem Kur’an’ın iyi anlaşılması ve hem de yorumlanmasında önem arz etmektedir.
Bilindiği gibi vahyin inişine sebep teşkil eden bir veya birkaç olay olabilir. Bunun üzerine de bu olay veya olayları tanımlarda da belirtildiği gibi çözüme kavuşturmak için sure, ayet/ayetler inebilir. Bu işin bir yönü. Diğer yönü ise bu sure veya ayet/ayetlerin ne zaman indiği meselesidir. Şimdi kısaca bunlar üzerinde duracağız. [217]
Budan kastımız, Kur'an'dan herhangi bir ayet veya ayetlerin, herhangi bir sure veya surelerin vahyin hangi döneminde indiğinin tespit edilmesidir. Ancak bunun çok da kolay olduğunu söylemek mümkün değildir. Gerek İbnu'n-Nedim'in Fihrist'inde gerekse Beyhaki'nin Delailu'n-Nubuvve isimli eserlerinde surelerin Mekki veya Medeni oluşlarıyla ilgili olarak bazı rivayetler vardır. [218] Bu konuya batılıların çok önem verdiklerini biliyoruz. Ancak şunu belirtmeliyim ki, bu konuya eskiden de alimlerimiz eğilmişler ve surelerin Mekki veya Medeni oluşlarıyla ilgili çalışmalar yapmışlardır. Hatta İbn Düreyd'in İbn Abbas'tan:
"Sure başları Mekke'de nazil olduğunda Mekke'de yazılırdı. Sonra da bu surelerle ilgili ayetleri Allah dilediği zaman indirirdi. Kur'an'da ilk inen sure Alak süresidir" şeklindeki rivaveti bu konunun ilk dönemlerde de gündemde olduğunu belirtmektedir. Aslında Hz. Ali'nin nüzul sırasına göre Kur'an'ı tertiplediği hakkındaki bilgi bu konuyu oldukça aydınlatmaktadır. [219]
Özellikle batılıların dikkatini çeken bu konu etrafında yoğun çalışmaların olduğu bilinmektedir. Burada konuyu aydınlatması bakımından Fazlur Rahman'ın şu tespitine yer vermek istiyorum:
"Kur'an hakkında yazılan ilk modern batılı eserler şu üç geniş sınıfa ayrılır:
1. Hıristiyan veya Yahudi fikirlerinin Kur'an'a etkisini bulmaya çalışan eserler.
2. Kur’an'ın kronolojik sırasını kurmaya çalışan eserler.
3. Kur'an'ın muhtevasını bir bütün olarak ya da belli yönleri itibariyle anlatmayı hedef alan eserler" [220]
Konuyu ele alan Regis Blachere, Le Coran isimli eserinin girişinde Kur'an surelerinin üçü Mekki biri de Medeni olmak üzere dört dönemde indiğini kaydeder. Mekki dönemi de kendi arasında üç grupta tasnif eder. Birinci grupta Alak ve Müddessir surelerinin iki merhalede indiğini yaptığı tasniften öğreniyoruz. Önce Alak suresinin 1-5. ayetlerinin bu dönemin ilk ayetlerini teşkil ettiğini, 6-19. ayetlerin de sonra aynı dönemin ortalarına doğru indiğini, aynı şekilde, Müddessir suresinin 1-7 ayetlerinin ikinci sure olarak indiğini geriye kalan 8-55. ayetlerinin ise yine Mekki dönemin ilk grubunun sonlarına doğru indiğini belirtir. Mekki dönemin ikinci grubunda 21, üçüncüsünde 22 surenin indiğini ve böylece Mekki surelerin sayısının 90, Medeni surelerin ise 24 olduğunu surelerin isimlerini de kaydederek belirtmeye çalışır. [221]
Regis Blachere, Mekke döneminde nazil olan ilk surelerin daha ziyade insanları temizliğe, sadakata ve sebatlı olmaya davet ettiğini [222], bu dönemde nazil olan surelerdeki ayetlerin genelde kısa, uyum içinde, tumturaklı ve zengin olduğunu kaydeder. [223] Medine dönemindeki surelerin sayısını 24 olarak belirleyen [224] Regis Blachere, bu dönemde inen ayetlerin tipik özelliği olarak, çok değişik uzunlukta olduklarını belirtir [225] ve Mekki ve Medeni surelerin sayısını 114 olarak kaydeder [226] ve eserinde Fatihadan başlayarak nas suresine kadar Kur'an'da yer alan sıraya göre ayetlerin Fransızca tercümesini verir.
Konuyu ele alan Montgomery Watt, Hz. Muhammed Mekke'de isimli eserinde şu açıklamaları yapar:
"Nöldeke, sureleri, üçü Mekki biri de Medeni olmak üzere dört döneme göre sıraladı. Bu sıralama, genellikle Batılı bilginlerce kabaca bir kılavuz olarak kabul edilmiştir. Nöldeke'den bu yana en önemli gelişme, Richard Bell'in 1937-9 basılan Translation of the Qur'an'ında yer alan çalışmasıdır. İslam geleneği surelerin çoğunun değişik zamanlarda vahyedilen ayetleri ihtiva ettiğini kabul edegelmiştir. Bell'in bu çevirisinde sureleri orijinal kısımlarına ayırmaya ve her bir kısmı tarihlendirmeye bir çaba gösterilmiştir... Bell, Nöldeke'nin ölçüsünü kabaca doğru olduğunu kabul etmekte, fakat muhtevalarını dikkate alma yönünden bazı ayetler için bu ölçünün değiştirilmesi gereğini duymaktadır... Elden geldiği kadar objektif olmak için bundan ötürü, ben, hem ilk Mekki dönem (Nöldeke), hem de ilk ya da ilk Mekki (Bell) diye nitelendirilen sureleri veya sure ayetlerini aldım" .[227]
Buraya kadar yaptığımız tespit, Batılı bilginlerin Kur'an'ın manasını kendi dillerine çevirirken eserlerine yazdıkları girişlerde bu bilgilere yer vermiş olmalarıdır. Aynı metodu Mevdudi'de de görmekteyiz. O da tefsir usulünü ilgilendiren el-Mebadiu'1-Esasiyye Li Fehmi'l-Kur'an'ında konuyu ele alır inceler ama tefsirinde bunu uygulamaz. Diyebiliriz ki, 'nüzul sırasına göre tefsir etmesi bakımından Kur'an tefsirciliğine yeni bir boyut katan ilk eser, Derveze'nin et-Tefsiru'I-Hadis'idir [228] Konuya eserinde yer veren bir diğer alim de Abdulmüteal es-Saidi'dir. O özgün adı en-Nazmu'l-Fanni fi'1-Kur'an [229] isimli eserinde bu konuya daha farklı bir boyut kazandırmaktadır. İşte bundan dolayı bu üç müellifin konuyla ilgili görüşlerini buraya almayı uygun bulduk.
Öncelikle Abdulmüteal es-Saidi konuya şöyle başlar:
"Her surenin hedef ve amacını bilmede nüzul tarihi ve yerini, Mekke'de mi inmiş olduğunu bilmek kaçınılmazdır. Çünkü surelerin nüzulünde zaman ve mekan gözetiliyor; nüzul zamanına yakın olaylar etkili oluyordu'. [230] Daha sonra Mekki ve Medeni surelerin içerikleri ile ilgili bilgiler veren es-Saidî şöyle der:
"Fakat önceki alimlerin Kur'an'ın nüzulü konusunda söyledikleri bu iki aşama, Kur'an surelerinin iniş durumunu açıklamada yeterli değildir. Çünkü Peygamber (sav) peygamber olduktan sonra 13 yıl Mekke'de ve hicretten sonra da 10 yıl Medine'de kaldı. Mekke ve Medine'de geçirilen böyle uzun bir süre içerisinde durumlar değişiyor; yeni olaylar ve münasebetler ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla bu aşamaları açıklarken biraz daha geniş bir perspektiften bakmamız gerekmektedir ki böylece surelerin hedefleri ve nüzul tarihleri arasındaki münasebetlerle ilgili olarak daha yeterli bir araştırma gerçekleştirmiş olalım. Bu da, Peygamber (sav)'ın yaşamında açık etkisi olan olayların daha net incelenebileceği, daha kısa aşamalara ayırmakla olacaktır". [231] Bu açıklamaların ardından diyebiliriz ki çağdaş müelliflerin arasında çok farklı bir ayırım yapan es-Saidi, Mekki dönemi, üç, Medeni dönemi de dört safhaya ayırarak sureleri vermeye çalışır.
Mekki dönemi şu başlıklar altında ele alır:
1. Vahyin başlangıcından Habeşistan'a hicrete kadar,
2. Habeşistan'a hicretten İsra (Miraç) olayına kadar,
3. İsra olayından Medine'ye hicrete kadar.
Bu dönemlerde nazil olan surelerin adlarını da kaydeden müellif, ilk safhada 22. ikincide 27 ve üçüncüsünde de 37 surenin indiğini belirtir. [232]
Medine dönemini ise şu şekilde bölümlere ayırrır:
1. Medine'ye hicretten Bedir savaşına kadar geçen aşama,
2. Bedir savaşından Hudeybiye Barışı'na kadar geçen aşama,
3. Hudeybiye Barışı'ndan Tebük savaşına kadar geçen aşama,
4. Tebük savaşından Peygamberimizin vefatına kadar geçen aşama.
Bu dönemde nazil olan sureleri şöyle belirlemeye çalışır:
Medine döneminin ilk safhasında sadece Bakara suresi; ikinci safhasında Enfal, Al-i İmran ve Ahzab; üçüncü safhada Mümtehine Nisa, Zelzele, Hadid, Muhammed, Ra'd, Rahman, İnsan, Talak, Beyyine, Haşr, Nur, Hacc, Münafikun, Mücadele, Hucurat, Tahrim, Teğabün, Saff, Cuma, Fetih ve Maide; dördüncü ve son safhada da Tevbe ve Nasr surelerinin nazil olduğunu kaydeder. [233]
es-Saidi, eserinde Mekki surelerin sayısının 86 ve Medeni dönemdekilerin ise 28 olduğunu belirtmektedir. Ancak şunu söyleyelim ki, es-Saidi, görüldüğü gibi Bakara suresini Medeni dönemin ilk safhasında indiğini ifade etmektedir. Halbuki Bakara suresi bütün bir Medeni dönem boyunca inmiştir. Ama Medine'de ilk inen ayet Bakara suresinden olduğunu kabul ederek bu sureyi Medeni dönemin ilk inen suresi olarak kabul etmektedir. Bu da bize yapılan bu tasniflerin zorluğunu göstermesi bakımından önem arzetmektedir.
Kur'an-ı Kerim'i iniş sırasına göre tefsir eden Muhammet İzzet Derveze'nin, et-Tefsiru'1-Hadis isimli eseri Kahire'de 1962-1964 yılları arasında neşredilmiştir. Türkçe'ye de çevirisi yapılmıştır. [234]
Müellif, esere yazdığı önsözde metodunu maddeler halinde açıkladıktan [235] sonra şöyle der:
"Tefsiri, surelerin nüzul sırasına uygun olarak tertip etmeyi uygun bulduk. Buna göre ilk tefsir edilenler, Fatiha, Alak, Kalem, Müzzemmil ve sırasıyla diğer Mekki sureler, sonra Bakara, Enfal ve takip eden Medeni sureler. Çünkü bizim düşüncemiz, Kur'an'ı anlamak ve ona hizmet etmek için en üstün yol olduğuna inandığımız metoda uygun düşmektedir. Zira böylece Kur'an'ın iniş dönem ve merhalelerini daha açık ve net biçimde izlemek mümkün olduğu gibi, aynı şekilde nebevi siretteki sürecin izlenmesi sağlanmış olmakta öyle veya böyle okuyucu Kur'an'ın nazil olduğu ortama, onun karşılaştığı şartlar, ilişkiler, boyutlar ve kavramların atmosferine girmekte, kendisi için tenzilin hikmeti berraklaşmaktadır". [236]
Müellif daha sonra yaptığı bu işin doğru olup olmadığı konusunu araştırdığını beyan ederek, bununla ilgili olarak eski alimlerin görüşlerini ve verilen fetvaları zikrettikten sonra bu çalışmasında esas olarak benimsediği Hattat Kadroğlu mushafındaki sırayı benimsediğini, zira bunun ilim ve ihtisas sahipleri olan bir komisyonun gözetiminde basıldığını beyan eder. [237] Sonra da Mekki ve Medeni surelerle ilgili olarak şu hususlara yer verir:
"Bununla birlikte bazen bu mushafın belirttiği nüzul sırasına muhalefet etmeyi uygun bulduk. Zira orada peş peşe birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü sureler olarak yer alan Alak, Kalem, Müzzemmil ve Müddessir sureleri, en iyi değerlendirmeye göre, bu surelerin giriş bölümleri istisna edilecek olursa, bu sıralamaya göre değildir. Zira bu giriş bölümlerinden sonra gelen ayetlerin atacak bunların dışındaki bazı sureler veya sure bölümlerinin nüzulünden sonra inmiş olması mümkün olabilir ki, bu hususu ilgili surelerin tefsiri sırasında açıklayacağız. Aynı zamanda nüzul sırasında beşinci olarak geçen Fatiha'nın, Kur'an'da nazil olan ilk sure olduğunu belirten İbn Abbas ve Mücahid'e nispet edilen bir rivayet vardır. Ayrıca bu konu ile ilgili olarak Hz. Peygamber'den naklen Şurahbil'in rivayet ettiği bir hadiste de Fatiha'nın Kur'an'dan ilk nazil olan sure olduğu belirtilir. Beyhaki ile Vahidi de bu riyaetlerde geçen sened ravilerinin güvenilir (sika) olduklarını belirtmişlerdir. Burada Alak suresinin ilk beş ayetinin Kur'an'ın ilk nazil olan ayetleri olduğunu belirten sahih rivayetler olunca -ki bunlardan birisi de Alak suresinin tefsiri gelince belirteceğimiz, Hz. Aişe'den naklen Buhari'nin rivayet ettiği bir hadistir- Fatiha suresinin "ilk" oluşuna dair rivayetin, Alak ve sırasıyla bunu izleyen diğer üç surenin girişlerinden sonra "tam olarak nazil olmuş sure" şeklinde yorumlanması mümkündür. Bunlara ek olarak Fatiha mushafın "önsözü"dür ve herhangi bir namazın her rekatında okunması gerekir. Bundan ötürü bu surenin, tefsirinde "fatihası" (önsözü) olmasını uygun gördük. Esas aldığımız mushafın Medeni olduklarını belirttiği dört sure vardır ki, bunlar, Zilzal, İnsan, Rahman ve Ra'd sureleridir. Ancak bu surelerin içerik ve üslubu Medeni surelerin ötesinde tamamen Mekki surelere benzemektedir. Bu nedenle bunları Mekki sureler içerisinde tefsir ettik".[238]
Mevdudi de bu konuyu ele alan müelliflerden birisidir. O Mekke dönemini iki merhalede ele aldığını ve birincisini dört veya beş yıl; ikincisini de sekiz veya dokuz yıl olarak belirlediğini zikreder. [239] Birinci merhale davetin ilk merhalesidir ve bu başlangıç öğretilerinden oluşan bu merhale genellikle üç noktayı içerir:
Birincisi, Elçi'ye, bu yüce görevi gerçekleştirmesi için kendini nasıl hazırlayacağını ve hangi tarzda çalışması gerektiğini öğretmek.
İkincisi, gerçekle ilgili temel bilgileri sunmak ve bu konuda hayat sistemlerini körü körüne, karanlıklar içerisinde yürütmeye çalışan insanların zihinlerinde yer eden şaşkınlıkları, yanılgıları ve mugalataları bütünüyle ortadan kaldırmak.
Üçüncüsü, insanları doğru yola davet etmek. İlahi hidayetin içinde yer alan ve insanların ona bağlanmakla başarı ve mutluluğa erişecekleri başlıca ahlak ilkelerini hatırlatmak.
Bu başlangıç merhaleleri dört veya beş yılı kapsar. Peygamber'in bu dönemdeki çağrısına üç şekilde karşılık verilir:
1. İnsanların seçkinlerinden bir topluluk bu yücedavete inanmış ve müslüman bir ümmet olabilmek için hazırlanmıştılar.
2. İnsanlardan büyük bir topluluk, ya bilgisizlikten ya da arzu ve hevesleri peşinde sürüklendiklerinden veyahut babalarından gördükleri geleneksel modele fazlaca bağlandıklarından dolayı bu davaya karşı direnmişlerdir.
3. Bu yeni davet Mekke ve ahalisinin sınırlarını aşarak daha geniş alanlarda ve bölgelerde yayılmaya başladı.
Davetin ikinci merhalesinde, hakim olan cahiliyyet ile İslami hareket arasında şiddetli bir mücadelenin ortaya çıkmıştır. Bu mücadele sekiz-dokuz yıl boyunca yalnız Mekke'de veya sadece Kureyşliler arasında değil, ilk cahiliyenin Arap yarımadasının büyük bir kısmında devam etmesini isteyen gruplar arasında cereyan etti. Yalancı propogandalar yaptılar. İtiraz, şüphe ve itham furyaları saçtılar. Halkın kafasını bulandırıcı çeşitli dedikodular yaydılar. Peygamberin söylediklerini duymadıkları için onun hakkında bilgi sahibi olmayanları Peygamber'den uzaklaştırmaya çalıştılar. Allah'a ve Peygamber'ine iman edenlere çeşitli zulüm ve işkence uyguladılar, baskı ve sindirme yollarına başvurdular. Ekonomik ambargo uygulayarak boykot ilan ettiler. Hayat şartlarını öylesine zorlaştırdılar ki, içlerinden pek çoğu kendi yurtlarını terk ederek iki kez Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldılar. Bu şiddetli muhalefete ve gittikçe artan engellemelere rağmen İslam hareketi yayılıp gelişmeye ve parlamaya [240] devam etti. En sonunda Medine'ye göç etmek gereğini duydular."
Kur'an'ın Medeni surelerini oluşturan üçüncü aşamayı Mevdudi şöyle açıklar:
'İslam ümmeti bağımsız bir devlet kurma imkanı kazandı ve antik cahiliye mensuplarıyla silahlı çatışma dönemi başlamış oldu. İslam devleti geçmiş peygamberlerin ümmetleriyle, yahudi ve hırıstıyanlarla yüz yüze gelmeye başladı. Ayrıca İslam ümmetinin iç bünyesine sızan münafıklık hareketinden de kendini arındırmaya başladı... Bu merhale aynı şekilde kendi içinde alt bölümlere ayrılmaktadır. Bu alt bölümlerden her birinde İslam daveti o döneme has ihtiyaçlarla karşı karşıya kalmıştır. Bu ihtiyaçları karşılayabilmek için Allah, Peygamber'ine ihtiyaçların değişmesiyle birlikte değişen üsluplar içinde sözler (ayetler) indirmeye devam etti... Bu ayetlerde, bir toplumun nasıl doğacağı, bir devletin nasıl kurulacağı uygun bir medeniyetin nasıl inşa edileceği anlatılmaktadır... Münafıklara, zimmilere nasıl muamele yapılacağı açıklanıyor... Savaş halindeki düşmanlara nasıl davranılacağı, müttefik milletlerle nasıl anlaşılacağı öğretiliyor ve neticede düzenli, inançlı İslam cemaatinin kendini nasıl hazırlayacağını gösteriyordu.
Bu ayetler Müslümanları istenen şekilde yönlendirme ve amaca uygun terbiye etme esasına dayanıyordu. Zaaf noktalarına karşı onları uyarıyordu. Malları ve canları ile Allah yolunda savaşmaya teşvik ediyordu. Onlara ahlak ve izleyecekleri yollar hakkında olaylara uygun biçimde dersler veriyordu... Tam manasıyla Peygamber'e halife olacak ve davet ve ıslah konusunda onun görevine tabi olup yerine getirecek bir toplum oluşturmak istiyordu. Bu bir yönüyle böyledir. Diğer yönden bu ayetler, imandan mahrum olan ehli kitap, müşrik, kafir ve münafıklara hitap ediyor ve onları her birinin durumuna ve davette her birinin yerine göre hayra çağırıyordu. Bunu da ikna vasıtaları, yumuşak söz, Allah'ın azabı ile korkutma, olay ve hadiselerden samimi bir şekilde ibret ve vazu nasihat etme yoluyla yapıyordu..." [241]
Bütün bu açıklamalar bize işin zorluğunu göstermektedir. Çünkü bazı sureler hariç, şu sure vahyin şu döneminde inmiştir gibi bir hüküm cümlesi söylemek mümkün değildir. Zaten bazı sureler var ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi Medine döneminin başında başlar ve sonunda biter. Nitekim Bakara suresi böyledir. Medine'de ilk inmeye başlayan bu surenin 275. ayetinin Hz. Peygamber'in vefatından kısa bir süre önce indiği ve Kur'an'ın son nazil olan ayeti olduğu nakledilir. [242]
Bu konu da oldukça çetrefillidir. Zira burada da çok dikkatli olmak ve iki önemli hususa dikkat etmek gerekir.
1. Birincisi, ayetin sebebi nüzulünü nakleden hadisin sıhhatini araştırmaktır. Zira sebebi nüzul hakkında rivayet edilen her hadis, makbul değildir. Çünkü makbul hadis, kendisi ile delil getirilen hadistir ki, bu da, sahih ve hasen hadistir.
2. İkincisi ise, ayetin anlamını sadece ayetin inişine sebep olan olaya hasretmemektir. [243]
Sebebi nüzulde dikkati çeken en önemli noktalardan birisi, bazen bir ayet hakkında değişik olayların rivayet edilmesi, veya birçok ayet hakkında bir olayın zikredilmesi veyahut da özel bazı olaylar üzerinde ayetlerin nazil olmasıdır.
Burada öncelikle özel bir olay üzerine nazil olan Mücadele suresinin ilk ayetlerinin iniş sebebini kısaca ele almak istiyorum. Zıhar ayeti diye de bilinen bu ayetler özel bir olayla ilgili olarak inmiştir. Havle binti Sa'lebe diye bilinen bir kadın Allah'a şikayette bulunmuş. Allah da bunun şikayetini işitince kıyamete kadar okunan Kur’an’ın bir ayetini indirmiştir. Allah bu ayette şöyle dedi:
"Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Şüphesiz Allah, işitir ve görür, içinizde karılarını zıhar yapanlar, bilsinler ki onlar anneleri değildir. Onların anneleri sadece onları doğuranlardır. Şüphesiz onlar kötü ve asılsız söz söylemişlerdir. Kanlarını zıhar yoluyla boşamak isteyip, sonra sözlerinden dönenler, ailesi ile temas etmeden bir köle azat etmeleri gerekir. İşte bu size bir öğüttür. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Köle azat etmeyen, ailesiyle temasdan önce peşi peşine ara vermeden iki ay oruç tutsun. Buna gücü yetmeyen altmış fakiri doyurur. Bu kolaylık ise Allah'a ve Peygamberi'ne inanmış olmanızdan dır ve bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Kafirler için can yakıcı azap vardır." [244]
Olayla ilgili olarak Hz. Aişe'nin şöyle dediği nakledilir:
"Her şeyi işitip ezberinde tutan kişi ne yücedir. Ben Havle binti Sa'lebe'nin sözlerinin bir kısmım işittim ve bir kısmını da işitemedim. O, Peygamber'e eşini şikayet ediyordu. "Ey Allah'ın Elçisi, malımı yedi, gençliğimi bitirdi. Ona çocuk doğurdum, ama yaşım ilerleyip, çocuk doğurmaktan kesilince benden ayrıldı. Allah bilir onu sana şikayet ediyorum". Aişe şöyle devam etti:
Kadın biraz yürümüştü ki, Cebrail ayetini getirdi. Kocası ise Evs İbn es-Samit'dir.
Başka bir rivayette ise Havle binti Sa'lebe'nin şöyle didiği nakledilir:
"Allah'a andolsun ki, benimle, Evs İbn es-Samit hakkında Mücadele suresinin başındaki ayetler inmiştir". O, şöyle devam eder:
"Kocam çok yaşlıydı ve kötü huyları vardı. Bir gün yanıma geldi ve ben ondan bir şey istedim de bana kızdı ve dedi ki, 'sen bana annemin sırtı gibisin'. Sonra çıkıp gitti ve bir saat kadar insanların toplandığı bir yerde oturdu. Sonra yanıma geldi, ne göreyim beni istiyor. Dedim ki 'asla, hayır. Havle'nin nefsini yedinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah ve Resul'ü hakkımızda bir hüküm belirtinceye kadar sana gelmem. Böylece ona diyeceğimi dedim’. Bunun üzerine o bana saldırdı ama ona engel oldum ve onu benden uzaklaştırdım. Sonra komşularıma çıkıp gittim ve onlardan giyecek bir elbise ödünç olarak aldım ve Peygamber'in yanına gittim. Sonra huzurunda oturdum ve onun bana yaptıklarını anlattım. Kötü davranışından dolayı yaptığı şeyleri Peygamber'e şikayet ettim'. Bunun üzerine Peygamber konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
"Ey Havle, amcanın oğlu yaşlı bir ihtiyardır. Onun hakkında Allah'tan kork". Dedim ki:
Allah'a yemin olsun ki, hakkımda bir Kur'an ayeti ininceye kadar buradan gitmeyeceğim’. Bunun üzerine, Peygamber'i kaplayan şey oldu, sonra Peygamber bu durumdan kurtulunca bana dedi ki:
'Ey Havle, Allah, seninle sahibin hakkında Kur'an indirdi'.
Sonra bana şunu okudu:
Sonra Peygamber bana:
"Ona git, bir köle azat etmesini söyle” dedi. Ben:
Ya Resulallah, köle azat edecek miktarda malı yok, dedim.
"Öyle ise iki ay peş peşe oruç tutsun" dedi. Ben:
"Allah'a yemin ederim ki, o çok yaşlı, oruç tutamaz" dedim. O:
"Öyle ise altmış fakiri hurma ile doyursun" dedi". Ben:
"Bu da yok" dedim. O:
"Biz ona bir ölçek hurma ile yardım edelim" dedi ve Aişe dedi ki:
"Ben de başka bir ölçek daha yardım edeceğim". Peygamber şöyle dedi:
"İsabet ettin ve güzel yaptın. Git de bunu onun adına tasadduk et, sonra da amcan oğluna hayır tavsiye et" [245]
Anlatılan bu olaya ayeti tahsis etmek elbette ki doğru olmaz. Zira ayet her ne kadar özel bir olay üzerine inse bile insanlara çok önemli bir konuda yol göstermektedir.
Daha sonra kaynaklarda bu kadınla ilgili olarak şu anlatılmaktadır:
"Havle binti Salebe denen bir kadın Ömer'e geldi. Ömer insanlarla birlikte yürüyordu. Kadın onu durdurdu ve önüne geçerek ona daha da yaklaştı. Ömer onu dikkatle dinledi, ihtiyacını karşıladı ve oradan ayrıldı. Bir adam Ömer'e dedi ki:
"Ey müminlerin emiri, bu yaşlı kadına karşılık, Kureyşin erkeklerini bir kenara attın". Bunun üzerine Ömer:
"Sana yazıklar olsun. Bunun kim olduğunu biliyor musun?" dedi.
Adam, hayır deyince o şöyle "dedi:
"Allah'ın yedi kat göğün üstünden şikayetini işittiği kadın budur. Bu, Havle binti Sa'lebe'dir. Allah'a yemin olsun ki, o, geceye kadar ayrılmasaydı, ihtiyacını karşılayıncaya kadar ondan ayrılamazdım. Sadece namaz vakti geldiğinde ondan ayrılır, namazımı kılar, sonra da onun ihtiyacını giderinceye kadar onunla ilgilenirdim" [246]
Bu ve benzeri olaylar ayetin hükmünü, sadece inişine sebep teşkil eden olaya hasretmenin doğru olmayacağını açıklamaktadır. Bilakis bu sebep manayı açıklar ve onu göz önüne koyar. [247]
Bir ayet hakkında değişik sebep gösterilmesine örnek pek çoktur. Ancak biz sadece Hucurat suresinin 9. ayeti hakkında farklı olaylar anlatıldığı için bu ayeti ve hakkındaki nüzul sebeplerini kaydedeceğiz.
"Eğer müminlerden iki grup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerlerse aralarını adaletle düzeltin ve adaletli davranın… "
Enes anlatmaktadır:
Abdullah İbn Übeyye'e teşrif burursanız, denildi. Peygamber, bir merkebe binerek, müslümanlar da kendisiyle beraber yaya yürüyerek Abdullah İbn Übeyy'in yanına vardı. Yol çoraktı. Peygamber onun yanına varınca o, Peygamber'e "benden uzakta dur, zira merkebinin kötü kokusu bana eziyet veriyor" dedi.
Bunun üzerine Ensar'dan Abudullah İbn Revana, "Vallahi Peygamberin merkebi, koku yönünden senden daha iyi kokar" diye cevapladı. Bunun üzerine Abdullah İbn Übeyy'in taraftarlarından birisi Abdullah İbn Revaha'ya karşılık verip, hakaret etti. Böylece Abdullah İbn Revaha'nın taraftarları birbirine hiddetlenerek aralarında sopa, el ve pabuçlarıyla vuruşmaya başladılar. Böylece ayetin bunun üzerine indiği haberi bize ulaştı. [248]
Ayetle ilgili diğer bir olayı da İbn Cerir et-Taberi tefsirinde, İbn Ebi Hatim ve Süddi'den rivayet etmektedir. Buna göre, Ensar'dan İmran adlı bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı, kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan kimsenin gelmemesi için de kadını evin üst katına hapsetmişti. Kadın ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden yardım istemiş bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeye çalışmışlar onlar da müdafaa etmek için dövüşmüşlerdi. Hz. Peygamber bir adam göndererek tarafları barıştırmıştı. [249]
Aslında bu son olayın ayetin nüzul sebebi olamayacağı açıktır. Çünkü ayet bağlamında düşünüldüğünde bir bütünlük içinde yukarıdaki ayetlerle bu olayın bir bağlantısı yoktur. [250] Ama ilk rivayet nihayetinde münafıklarla müslümanlar arasında cereyan etmektedir. Zaten o dönemde münafıkların daima müslümanların aleyhlerine çalıştıkları bilinmektedir.
Birkaç ayetle ilgili bir olayın anlatılmasına örnek olarak daha ziyade Ankebut 8, Lokman 15. ayetini verebiliriz. Çünkü bu ayetlerle ilgili hemen hemen aynı olay anlatılmaktadır. Ankebut 8. ayette şöyle buyurulmaktadır;
"Biz, insana ana ve babasına karşı iyi dayranmasını tavsiye etmişizdir. Eğer, onlar seni hakkında hiç bir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa onlara itaat etme. Dönüşünüz banadır......."
Lokman 15. ayette ise şöyle denilmektedir:
"Eğer onlar seni hakkında bilgi olmayan bir şeyi bana ortak -koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin ve bana yönelen kimsenin yoluna uy. Sonra dönüşünüz banadır".
Rivayete göre bu ayetler Sa'd ve annesi hakkında nazil olmuştur. Olay, Sa'd'ın anlattığına göre şöyle gelişmiştir: "Ben anneme çok iyi davranan biriydim. Müslüman olduğum zaman bana:
"Dinini terk edeceksin, yoksa ölünceye kadar ne yiyeceğim ne de içeceğim. Ben ölünce de halk "Ey annesinin katili" diyerek seni ayıplayacaklar"dedi.
Bunun üzerine gün be gün yemeden içmeden bekledi durdu. Ben ona:
"Ey Anneciğim! Allah'a yemin ederim ki, yüz canın olsaydı ve her biri birer birer çıksaydı yine de dinimi terk etmezdim. İstersen ye, istersen yeme" dedim".
Annem bu azmimi görünce yemeye başladı. Bunun üzerine bu ayet indi. [251]
Başka bir rivayete göre kadın bitkin düşüp bayıldı. Bunun üzerine bu ayet indi.57 Sad'dan gelen başka bir rivayete göre ise annesi 'asla eve girmeyeceğim' diye yemin etmişti. [252]
Sebebi nüzulde şu hususların bilinmesi faydalı ve gereklidir.
1. Bazen sebep bilinmese ayetin manası anlaşılmaz. Genel olarak da bazen sebep ile Arapların örf ve adetleri karıştırılmaktadır. Buna dikkat etmek gerekir.
2. Geçmiş milletlerden haber verme konusu ile ilgili ayetlerde sebep aranmaz.
3. Şüphesiz ki, nassı, edebi yönden araştırmayı tamamlayacak ve onun manasını tam olarak bilmeye ulaştıracak vasıtalardan biri, nassın söylendiği atmosferi ve ilişkisini bilmektir. Bundan dolayı, şayet biliyorsan, boyutlarını, ufuklarını idrak etmede maksadını ve hedeflerini anlamada nassın münasebetini zikretmek, medllulünü bilmek de çok önemli bir iştir. [253]
Fıkıh usulü alimleri ise sebeb-i nüzulle ilgili olarak iki önemli şeyin bilinmesinin gereğini zikrederler. [254]
Birincisi, sebeb-i nüzulle, Kur'an'ın icazı bilinir. Bunun esası ise, hitap anında bizzat hitab, hitap eden, muhatab ve toplum yönünden muktezayı hali bilmeye dayanır. Çünkü bir kelamı anlamak, iki duruma, iki muhataba ve başka şeylere göre deşiğik olabilir. Nitekim istifham, bir lafızdır ama bu takrir, tevbih ve değişik manalara gelebilir. Emir kelimesi de bir lafızdır ama, ibaha, tehdit, taciz ve benzeri anlamları içerebilir.
İkinci, tenzilin sebeplerini bilmemek, şüphe ve problemlere götürür. Bu ise çekişmenin varlığının sebebidir.
Konuyla ilgili olarak Hudari'nin şu tesbitini kaydetmek istiyorum:
"Sebeb-i nüzul ilmi, Kur'an ilimlerindendir ki, bunu bilen, Kur’an ı bilir. [255]
Sebebi nüzul konusunda elbette ki olayın sahabeden nakledilmesine bakılmalı ve özen gösterilmelidir. Çünkü şu açıklama da bunu ihsas ettirmektedir:
Sebeb-i nüzul hakkında sahabenin sözü merfu hadis hükmündedir. Merfu ise, Peygamber'e nispet edilen şeydir.
Burada İbn Teymiye'nin sebebi nüzulü tespit sadedinde söylediği şu açıklamasına yer vermek istiyorum:
"Onların bu ayet şu olay hakkında inmiştir', şeklindeki sözleri ile bazen nüzul sebebi kastedilir, bazen de her ne kadar sebep olmasa da manası kastedildiği için bu açıklama ayete dahil olur. Nitekim şöyle dersin:
Bu ayetle şu kastedilmiştir" [256]
İslam tarihinde en çok tartişılagelen konulardan birisi nehs meselesidir. Fıkıh, tefsir, hadis usulüne dair yazılan kitaplarda yer alan bu mesele, zaman içinde çok dalgalanmalara da yol açmıştır. Zira Kur'an'ı anlamada bir bakıma zor durumlarla karşılaşıldığı anlarda belki de bir çıkar yol olarak görülmeye müsait diye değerlendirilebilecek bu konunun en erken telaffuz edilmeye başladığı dönem hakkında şu söylenebilir. Hz. Peygamber'den konu ile ilgili olarak herhangi bir rivayet yoktur. Sahabeden Hz. Ali ve İbn Abbas'tan nakledildiğine göre, Hz. Ali, mescide gider ve orada bir adamın insanlara vazu nasihat ettiğini ve onları korkuttuğunu görür ve "bu adam kimdir?" der. Orada bulunanlar:
"İnsanlara hatırlatmada bulunan bir adam” derler. Bunun üzerine adamı çağırtır ve ona :
"Nasih ve mensuhu biliyor musun?" diye sorar. Adam:
"hayır" deyince şöyle der:
"Bizim mescidimizden çık ve burada vazu nasihat etme". Başka bir rivayette de ona:
"Hem kendini hem de başkalarını mahvettin der. Bu haber İbn Abbas'tan da rivayet edilir" [257]
Bir başka olayda İbn Abbas'a nispet edilir. İbn Abbas Kur'an hakkında haricilerle gayet rahat ve kolayca tartışabileceğini dile getirir. Sebebi sorulunca haricilerin neshi bilmediklerini ama kendisinin bildiğini söyler. Hz. Aişe'den nesh konusunda bir rivayeti Taberi, tefsirinde nakletmektedir.
Şimdi bu aktarımları biraz irdeleyecek olursak, ilk rivayette anlaşılmayan bir nokta var. Acaba konu nedir, Hz. Ali'yi tedirgin eden husus nedir ve nesh diye anlaşılan bu olay gerçekten çok sonraları oluşturulan neshle irtibatı var mıdır. Aslında bu değerlendirmemiz diğer iki nakil için de geçerlidir.
Sahabeden sonra çok erken bir tarihte İbn Abbas'ın da talebesi olan Katide b. Diame (ö. 118) tarafından kaleme alınan ve bize kadar gelen küçük bir risale vardır. Bu risaleyi Dr. Hatim Salih ed-Damin tahkik ederek neşretmiştir. Risalede surelerden hangi' ayetlerin neshedildiği yer almaktadır. On yedi sureden çeşitli ayetlerin yer aldığı bu risalede, Mekke'de nazil olan surelerle ilgili olarak da neshin söz konusu olduğu görülmektedir. Örneğin Mekke döneminin indiği bilinen İsra suresinin 23-24. ayetlerinden sonra şu açıklamayı yapar:
"Sonra bundan bir harf neshedildi. Hiç kimsenin müşrik olan anne ve babası hakkında mağfiret dilemesi ve şöyle demesi gerekmez:
Rabbim, beni küçükken terbiye ettikleri gibi onlara merhamet et. Fakat onlara rahmet tevazu kanadını ger ve dünyada onlara iyilikle muamele et. Allah şöyle buyurur:
"Akraba bile olsalar, cehennem halkı olduktan sonra Allah'a ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne peygamberin ve ne de inananların yapacağı bir iş değildir" [258] işte bu ayet bu harfi neshetmiştir." [259]
Diyebiliriz ki ilimler tasnif edilmeye başladığı ve usul kaideleri tespit edilip ilgili eserlerde yer almaya başladığı andan itibaren nesh konusu tartışılmış ve eserlerde yer almıştır ve konuyla ilgili çok kitap te'lif edilmiştir. Bu eserlerin bir kısmı özellikle Kur'an’la, bir kısmı sünnetle ve bir kısmı da her ikisi ile ilgilidir. Suyuti şöyle der: "Sayılamayacak kadar çok insan bu konuda tasnifte bulunmuştur. Bunların içerisinde, Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellam, Ebu Davud es-Sicistani, Ebu Cafer en-Nahhas, İbnui-Enbari, Mekki, İbnu'l-Arabi ve diğerleri yer almaktadır" [260]. Son dönemlerde de konu ile ilgili olarak kaleme alınan iki eseri zikretmek istiyorum. Dr. Mustafa Zeyd'in kaleme aldığı en-Nesh fı'1-Kur'ani'l-Kerim bu alanda oldukça geniş bir araştırmadır. Sait Şimşek'in Kur'an'ın Anlaşılmasında iki mesele isimli çalışması ise konuyu detaylı bir biçimde sunmaktadır.
Lügatte yazmak, bir şeyi istinsah etmek, izale etmek, gidermek yok etmek anlamlarına gelen bu kelime Kur'an'da dört ayrı ayette yer almaktadır. Bakara suresinin 106. ayetinde silmek manasına gelen neshin daha sonraları bu kelimeden anlaşılan ve Kur'an ayetlerinin hükümlerinin ortadan kaldırılması anlamıyla bir ilişkisi yoktur. Hac suresinin 52. ayetinde Garanik hadisesi diye bilinen ve şeytanın herhangi bir peygamberin temennilerine müdahale etmek istediğinde Allah'ın bunu mutlaka "sildiği" belirtilir. Casiye suresinin 29. ayetinde yazmak manasına gelen bu kelime, A'raf 154'te de şöyle geçer:
"Öfkesi dinince Musa levhaları aldı. Onlardaki yazıda (nushatiha), Rablerinden korkanlar için rahmet ve yol gösterme vardır". Ayetlerde geçen nesh kelimesinin Kur'an ayetlerinin hükümlerinin ortadan kaldırılması anlamıyla bir ilişkisi yoktur.
Neshin ıstılahı anlamda birbirine yakın olarak pek çok tanımı yapılmaktadır. Biz sadece bilgi edinilmesi için şu tanımı veriyoruz: Şer'î bir hükmü sonraki bir delil ile kaldırmaktır.[261]
Ancak Kur'an söz konusu olunca insanın aklına daima bir soru takılmaktadır. Acaba Kur'an'ın ne kadar ayetinin hükmü ortadan kaldırılmıştır, yani mensuhtur. Buna kim neye dayanarak karar verecektir. Şayet Hz. Peygamber denirse, bu konuda ondan herhangi bir nakil bulunmamaktır. Ama şayet Mücadele suresinin 12 ve 13. ayetleri örnek gösterilirse bunu şöyle izah etmek mümkündür:
Mücadele suresinin 12 ve 13. ayetlerinde anlatılan özel bir durumu içermektedir. Bu ayetlerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber'le gizli konuları konuşmak için önce bir sadakanın verilmesi isteği ve sonra da bu durumun hafifletilmesi meselesidir.
Bu ayetlerin nüzul sebepleri ile ilgili bazı hususlar anlatılır:
Bazı müslümanlar Hz. Peygamber'in yanına gelerek kendisi ile gizli konuşmak isterler. Hz. Peygamber'in bu tekliften rahatsız olması üzerine Allah bu ayeti indirir [262] Başka bir rivayette de bu ayet zenginler hakkında inmiştir. Zenginler Hz. Peygamber'in yanına gelir, konuşur ve bu konuşmaları da oldukça uzardı. Bu durum Hz. Peygamber'in hiç hoşuna gitmezdi. Rivayet göre bunun üzerine bu ayet nazil olur. [263] Bir başka rivayette ise şunlar anlatılmaktadır:
Hz.' Peygamber kendisi ile özel görüşmek isteyen hiç kimseyi geri çevirmezdi. Bu yüzden de dileyen gelir, kendisiyle özel görüşme talebinde bulunurdu. Hatta bu özel görüşmeklerde bazen önemli olmayan özel şeyler de sorarlardı. Hz. Peygamber bunlardan rahatsız olduğunu da hissettirirdi. Ayrıca bu günler tüm Arabistan'ın Medine'ye karşı saldırı için hazırlandıkları bir dönemdi. Bazen biri gelerek Hz. Peygamber'le fısıltılı bir şekilde konuşur ve bu konuşmanın hemen ardından bu adam falan kabilenin Medine'ye hücum edeceği haberinin getirmiş şeklinde de dedikodular yayılırdı. Böylece Medine'de asılsız haberler yayılmaya başlardı. Diğer taraftan münafıklar bu hadiseleri fitne çıkarmak ve istismar etmek için 'Muhammed duyduğu her şeye inanır' diye ortalığa yayarlardı. İşte bu nedenlerden ötürü, Allah bu ayeti indirmek suretiyle gizli konuşmadan önce sadaka verilmesini emretti. [264]
İlk anlattığımız olayların ayetin inişiyle bir ilgisi yoktur. İbnu'l-Arabi'nin naklettiği olay, ayetin inişine ve o günkü olayların akışına daha uygun düşmektedir. Zira Medine'de durum daima bir teyakkuz hali içermekteydi.
Bu ayetin inişini müteakip Hz. Peygamber'le gizli konuşmaların kesildiği kaydedilir.
Bundan da ayette verilmesi istenen sadakanın miktarının epey bir yekun tutması ve her insanın hemen çıkarıp veremeyeceği bir meblağ olduğu akla gelebilir. Nitekim bu sadakanın miktarı ile ilgili tartışmalar bunu göstermektedir. Hz. Peygamber bu sadakanın bir dinar olması fikri sorulduğunda bunu herkesin veremeyeceğini belirterek yarım dinar olmasını belirtir. Bu ayet indikten sonra bunu uygulayan ilk şahsın Hz. Ali olduğu rivayet edilir. Fakat bu meblağ ve durum yine de insanlara oldukça ağır geldiğinden Allah Mücadele suresinin 13. ayetini indirmek suretiyle durumu hafifletmiştir. Aslında bu iki ayetin iniş zamanları arasında çok uzun bir süre de yoktur.[265]
Muhammet İzzet Derveze, bu ayette istenilen sadakanın müslümanların bütçesine yardım olmak üzere bir çeşit vergi olabileceğini söyler ve zekatta olduğu gibi bu necva vergisinin Hz. Peygamber'in şahsına değil devlet bütçesine ait olduğunu kaydeder [266] Bu ayetle ilgili olarak anlatılan tatbikat devlet yetkililerinin aynı türden bir uygulama içerisine girebileceklerine delil teşkil eder.
Burada neshi kabul eden ve etmeyenlerin delillerini ele alacak ve tartışacak değilim [267] Ancak şunu belirtelim ki, Kur'an'da özellikle mensuh sayılan ayetlere iyice bakmak gerekir. Zaten oldukça tartışmalı olan mensuh ayetlerin sayısı ile ilgili olarak bir birliğin olduğunu söylemek mümkün değildir. Çok kabarık rakamların yanında mensuh ayetlerin beş olduğunu söyleyen alimler de bulunmaktadır. Bu konuyu ele alan ed-Dehlevi, mensuh sayılan ayetlerin sayısını beşe indirmektedir. [268] Bunun yanında Kur'an ayetlerinin mensuh sayılamayacağını belirten alimler de vardır. Bu görüşleri belirtenlerin her birinin kendine göre delilleri de bulunmaktadır.
Konuyla ilgili şahsen ben şöyle düşünmekteyim:
Mensuh sayılan ayetlerin bir kısmı tarihsellik içinde değerlendirilmeli' [269], diğer kısımlar için de şu söylenmelidir: Her ayetin uygulanabileceği bir zaman ve zemin gelebilir. Yer, zaman ve şartlar elverdiğince bu ayetleri uygulama imkanı kendiliğinden oluşacaktır.
Aslında neshi kabul edenler de zaten her ayetin neshi kabul ettiğini söylememektedirler ve bunu şöyle özetlerler:
1. Allah'a, peygamberlere, ahiret gününe, anne ve babaya iyilik etmeye, doğruluğa ve adaletin gerekli olduğuna inanmayı içeren nasslar, Allah'a ortak koşmanın, haksız olarak cana kıymanın, anne ve babaya iyilik etmemenin, yalanın ve zulmün rezaletini içeren nasslar gibi insanların durumlarının ve takdirin değişmesi ile hüsün ve kubuh olarak değişmeyen temel hükümleri içeren nasslar.
2. Hüküm içeren ve sigasıyla teyidine delalet eden nasslar.
3. Vuku bulan olaylara delalet eden ve "Bu yüzden Semud kavmi azgın bir vak'a ile helak edildi" [270] ayetinde olduğu gibi olmuş hadiselerden haber veren nasslar.
4. Hz. Peygamber'in vefatından sonra nesh olmayacağı açıktır.
Zira vahiy onun vefatından sonra kesilmiştir. Neshin, vahiy olması gerekir [271]
Son maddede geçen söz, aslında çok önemlidir. Zira Hz. Peygamber zamanında neshden bahseden veya Hz. Peygamber'in, şu ayetin hükmü sununla neshedilmiştir şeklinde bir açıklaması var mı? [272]
İslam tefekkür tarihinde hayli ihtilaflara yol açan konulardan birisi, şüphesiz Allah'ın zat ve sıfatları ile ilgili ayetlerin anlaşılmasıdır. İnanan insan, inandığı şeyi, başka bir ifadeyle mabudunu daha yakından tanımak ister. Hele bu mabud ona hitaben "Ben insana şah damarından yakınım" [273] dedikten sonra elbette bu yakın olduğunu ifade eden varlığı daha iyi tanımak isteyecektir ve bu da onun tabii hakkıdır. Bundan dolayı O'nu tanımak için O'ndan bahseden ayetlere bakarak, okuyarak ve anlayarak O'nu tanımaya çalışacaktır.
Allah'ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlere baktığımızda "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" [274],
"Deki, O Allah birdir, sameddir, doğmamış ve doğrulmamıştır, hiçbir şey O'na denk değildir" [275] gibi hususlarla karşılaşırız. Bu ve benzeri ayetler, Allah'ın zatının ve tevhid inancının ne olduğunu beyan etmektedir.
"Allah, işitendir, bilendir" [276],
"O her şeyin yaratıcısıdır'" [277],
"Muhakkak ki O, kullarının her halinden haberdardır, her halini görür" [278],
“Allah Musa ile konuştu" [279] ve
"Allah her şeye kadirdir" [280] ayetlerinde de görüldüğü gibi Allah'ın birtakım sıfatları da vardır. Bazı ayetlerde de vech, yed, arş, kürsi, istiva, gelmek, rahmet, gadab gibi hususlar" Allah'a izafe edilmektedir. Dolayısıyla düşünen insan en azından kendi kendine sormaktadır. Yaratıkların, özelliklerini taşıyan ve Allah'a izafe edilen bu hususlarla ne kastedilmektedir. Çünkü bunların zahiri anlamları kusur ve acizlik fikrini ihsas ettirmektedir. Bu ise, Allah için düşünülemez. O halde bu tür ayetlerin nasıl anlaşılması gerekir. Tevil edilmeli mi, yoksa nasıl anlaşılmalıdır. Tevil edilecekse, tevil nedir ve nasıl yapılmalıdır, nerelerde caridir, kimler yapabilir, gibi sorular akla gelmektedir. Bundan dolayı biz öncelikle burada te'vil konusunu ele almak istedik.
Burada bir noktanın altını çizmek gerekir. O da tevilin Kur' an'da kullanılışı ile alimlerin bu kavrama yükledikleri anlam arasında ne tür bir farkın olduğudur. Öncelikle Kur'an'da bu kelimenin geçtiği ayetlere kısaca bir göz atmak gerekmektedir.
Kur'an'da bu kelime onbeş ayette onyedi defa geçmektedir. Ali İmran ve A'raf surelerinde bir ayette iki defa tekrar edilmektedir. Şimdi bunlara kısaca bir göz atalım.
Tevil lafzı hem Mekki ve hem de Medeni surelerde yer almaktadır. Mekki surelerden ilk defa A'raf suresinin 53. ayetinde iki defa zikredilmektedir. Ancak biz bu surenin 52. ayeti ile birlikte mealini sunmak istiyoruz:
"Gerçekten onlara, bilgiye göre açıkladığımız, inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmet olan bir Kitap getirdik. Onlar sadece onun tevilini mi gözetiyorlar. Onun tevili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: Doğrusu Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiş, şimdi bizim şefaatçilerimiz var mî ki, bize şefaat etsinler, yahut tekrar geri döndürülmemiz mümkün mü ki, yaptıklarımızdan başkasını yapalım, Onlar kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler, kendilerinden saptı, kaybolup gitti" [281]
Bu ayette geçen tevil kelimelerine bakıldığında beklenen ve gözetlenen tevil, ayetin kendi içinde "tevilinin geldiği gün" ifadesinden de anlaşılacağı gibi, kendilerine vadedilen şeylerin vuku bulacağı gün anlamını taşımaktadır. Ayete verilen anlamlarda da buna rastlanılmakta ve sevap, ceza, sonuç, vadedilen şeyler diye de yorumlanmaktadır. İbn Abbas ise avette geçen tevil kelimesini kıyamet diye yorumlamaktadır. Ayette vurgulanmak istenen ise, dünyada Allah'tan kendilerine gelenlere kulak tıkayıp istedikleri şekilde hareket edenlere karşı bir uyandır ve kıyamet gününde bunların yardımcılarının şefaatçi olmayacağı ve onların bir daha bu dünyaya döndürülmeyecekleri belirtilmektedir. Görüldüğü gibi burada tevil yorumlamak ve tefsir etmek anlamında kullanılmamaktadır.
Bundan sonra Kur'an'da hemen hemen vahyin ayni dönemlerine rastlayan Yunus ve Yusuf surelerinde tevil kelimesi geçmektedir. Bunlardan Yunus 39. ayette Mekkeli müşriklerin Kur'an hakkındaki yanlış düşünceleri yer almakta ve onlara Kur'an'dan bir suresinin benzerinin getirilmesi konusunda meydan okunduktan sonra şöyle denmektedir. [282]
"Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, tevili kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak o zalimlerin sonu nice oldu" [283] denildikten sonra da bu uyarı karşısında onların bir kısmının Kur'an'a inandığı bir kısmının ise inanmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayette geçen tevil ise, yine sonuç, akıbet gibi anlamlara gelmektedir. Hatta ayete "kitapta kendilerine vadedilen hakikat onlara gelince" anlamıma verilmesi de bundan dolayıdır. [284]
Yusuf suresine gelince, burada tevil kelimesi yedi ayette geçmektedir. Hz. Yusuf’un öncelikle bir rüya görüp, onu babasına anlatması ile başlayan kıssada, "Böylece Rabbin seni seçti ve sana rüyanın tevilini öğretti" [285] denilmektedir. Daha sonra Hz. Yusuf’un başından geçenler anlatılırken, hapiste iki arkadaşının gördükleri rüyaları tabir etmelerini (tevil) istemeleri ve onun da onlara:
"Size rızık olarak verilen yemek henüz size gelmezden önce bunun tevilini size haber vermiş olurum..." [286] dediği, daha sonra Yusuf hapiste iken, oranın meliki bir rüya görüp, bunun tabirini isteyince yanındakiler:
"Bu, karışık hayallerden ibarettir. Biz, hayalleri tevil etmeyi bilmeyiz" dediler" [287]. Bunun üzerine Yusuf’un rüyasını tabir edip, kurtulacağını söylediği ve "Beni efendinin yanında an" [288] dediği şahsın, onu hatırlayıp:
"Ben size onun tevilini haber veririm” [289] dedi. Sonra da Yusuf’un yanına varıp durumu anlattıktan sonra onun rüyaları yorumladığı (tevil) ve yedi yıl bolluktan sonra yedi yılın da kıtlık olacağı haberi üzerine gereken tedbirleri aldıkları ve ilk yedi yılın bitiminden sonra kıtlık başladığı, neticede etraftan insanlar yiyecek temin etmek için akın akın geldikleri ve Yusuf’un kardeşlerini tanıdığı, ama onların onu tanımadığı anlatılır. Daha sonra da Yusuf, küçük kardeşi olan Bünyamin'i alıkoyup, bilahare kardeşlerini, anne ve babasını da davet edip onlara kendini tanıttığı olayların ardından, Yusuf’un konumuzla ilgili olarak iki sözünü ayetler şöyle haber vermektedir:
“Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi ona saygı gösterdiler. O dedi ki, babacığım, işte bu, önceden gördüğüm rüyanın tevili. Rabbim onu gerçek yaptı ve bana iyilik etti". [290] Sonra da:
"Ya Rabbi, bana mülkten verdin, ve bana rüyaların tevilini öğrettin" [291] dedi. Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı ve Mustafa Zeyd'in de belirttiği [292] gibi tevil bu surede daha ziyade rüya tabir etmek ve gelecekte vuku bulacak işleri haber vermektir.
Sözkonusu kelime Kehf suresinde de, iki ayette yer almaktadır. Buralarda da tevil kelimesi Hz. Musa ile Allah'ın "Kendisine katımızdan bir rahmet verdiğimiz kullarımızdan bir kul" diye tanıttığı kişinin birlikte yolculuk yaptıktan sonra, şaşırdığı olayları Hz Musa' ya haber veren kişinin:
"Sabredemediğin şeylerin tevilini sana haber vereceğim" ve "Sabredemediğin şeylerin tevili, işte budur" diye ifade edilen ayetlerde de tevil, vuku bulan şeylerin haber verilmesidir.
İsra suresinde ise, bir ayette geçmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
"Ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam yapın, doğru terazi ile tartın, bu, daha hayırlıdır ve tevili daha iyidir.” [293]
Medeni surelere gelince, burada Nisa suresinin 59. ayette geçen tevil kelimesi, İsra suresinin 35. ayetinde yer aldığı şekli iledir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Ey inananlar, Allah'a itaat edin, O'nun resulüne ve sizden olan ulu'1-emre de itaat edin= Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, şayet Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah'a ve resulüne götürün. Bu, daha hayırlıdır ve tevil bakımından daha güzeldir.” [294]
İsra süresindeki ayetle bu ayete bakıldığında toplumsal ve ahlaki problemlerden bahsedilmekte ve bunun çözümü ise yine ayetlerde belirtilmektedir. Zira ölçü ve tartıda hileli bir yola başvurmak hiçbir zaman için tasvip edilmez. Bir konuda ihtilafa düşüldüğünde ise ayette ifade edildiği şekilde hareket edip, işi Allah'a ve O'nun elçisine havale etmek çözümü kolaylaştıracak ve belki de itirazları ortadan kaldıracaktır. Diğer yönden her iki ayette de aynı formda kullanılan tevil kelimesine Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğü içinde bakılırsa iyi ve güzel bir sonuç anlamına geldiği de görülmektedir.
Medeni surelerden olan Ali İmran suresinin 7. ayetinde de tevil kelimesi iki defa tekrar edilmektedir ve burada yer alan tevil kelimesi ise yorumlamak anlamındadır. Bu ayet üzerinde biraz sonra detaylı olarak duracağız.
Bütün bu açıklamalardan sonra Kur'an'da geçen teville ilgili olarak Mustafa Zeyd'in şu değerlendirmesini buraya aynen almak istiyorum. O şöyle diyor:
"Kur'an'ın tevil lafzını kullandığı bütün bu yerlerde, sonuç itibariyle bir haberi veya rüyayı doğrulamak veya gelecekteki bir şeyin kastedildiği kapalı bir işi tasdik anlamında olan ameli emir, (bir işin yapılmasını emretme) kastedilmiştir. Dolayısıyla Ali İmran'daki ayetin daha önce belirttiğimiz şekilde değil bu şekilde yorumlanması gerekir. Nitekim önceki ve yeni müfessirler ayeti daha önce belirttiğimiz şekilde tefsir ederek hataya düşmüşlerdir. Bu ise, hiçbir gerekçe olmadığı halde birçok problemin kaynağı olmuştur. [295]
Kur'an'da bu şekli ile yer alan tevil kelimesi kültür tarihimizde bambaşka bir mana içinde sunulmaktadır. Bundan dolayı bu kelimenin lügat ve ıstılah anlamları üzerinde kısaca durmak istiyoruz.
Tefil vezninde olan te'vil kelimesi için e-v- [296] veya iyale veyahut birinci ve önceki anlamında olan evvel kelimelerinden müştak olabileceği kaydedilmekte ve tevil ile tefsir kelimeleri zaman zaman aynı ve bazen de farklı manalarda kullanılmmaktadır. [297]
Istılahta ise te'vil, herhangi bir lafzı, zahiri manasından ihtimali olan manaya [298] veya herhangi bir lafzı hakikat manasından mecaz manasına hamletmek şeklinde tarifler yapılmış [299], fakat bu ihtimali olan mananın da Kur'an ve Sünnete muhalif olmaması kaydedilmiştir. [300] Bunun yanında Arap dilinin mecazlarla ilgili kaidelerini de ihlal etmemesi gerektiği de belirtilmiştir. [301]
Fahrettin Razi, bütün İslam fırkalarının Kur'an ve Sünnet’in zahiri manalarının bazılarının tevil edilmesi gerektiğini kabul ettiklerini belirtmektedir. [302] Kanımca bunun iki nedeni olabilir:
Ya te'vil yolu ile, halledilmesi güç bazı problemler çözüme kavuşturulabilir veya bv yolla İslam'a saldırılabilir. Çünkü Gazal'inin de belirttiği gibi [303], tevil edilmesi mümkün olan nassla, te'vile müsait olmayan nassı birbirinden ayırmak oldukça güçtür. İşte bundan dolayıdır ki, alimler, tevili, iki kısma ayırmışlar, kabul edilebilecek olanına doğru ve makul tevil anlamında te'vil-ü münkad, kabul edilemeyecek olanına da te'vil-ü müstakrah demişler [304] ve bunu da, bir lafzı, hiç muhtemil olmadığı bir manaya hamletmek veya muhtemil olduğu mana içinden racihi varken mercuhuna hamletmek şeklinde açıklamışlardı. [305]
Doğru bir tevilin şartları da kısaca şöyle özetlenmektedir:
1. Lafzın, tevili kabul eder olması,
2. Tevilin sarih bir nassa muhalif olmaması,
3. Tevile muhtemel olan nassın, zahiri manasının dışında kendisinden anlaşılan manaya da ihtimali olması.[306]
Burada şunu da belirtmek istiyorum. Gazali, zorluğundan olacak ki, tevil yapmak isteyenlere şu üç şeyi tavsiye etmektedir. Özet olarak bunlar şunlardır:
1. Her noktada din ile aklı telif etme gücüne sahip olduğuna hiç kimse kani olmamalı,
2. Akli delillere asla yalan dememeli. Çünkü aklın tekzip edilmesi, dinin doğruluğunu ispat etme gibi konularda da nakli tekzip etme neticesini doğurur,
3. Tevil ihtimali bir değil birkaç olabilir ve bu manalar arasında da bir çelişki olabilir. Bu durumda bu ihtimallerden birini tercih etmekten kişi çekinebilir. Çünkü zan ve tahmine dayanarak "Allah ve Rasulü'nün muradı budur" diye kestirip atmak tehlikeli bir yoldur.[307]
Dikkat edilirse, buraya kadar zikrettiğimiz tevilin manası ile Kur'an'daki manası arasında doğrudan bir ilişki kurmak oldukça zor Görünmektedir. Ama Ali İmran 7. ayette geçen tevil kelimesi yorumlamak manasınadır.
Aslında bu ayette yer alan muhkem ve müteşabihin Kur'an'da olup olmadığı hakkında farklı görüşler vardır. [308] Hatta bu ayette yer alan "onu tevili" ifadesinden maksadın müteşabihin değil kitabın tevili demek olup, bununla da Kur'an değil, Kitab-ı Mukaddes'in kastedildiği anlaşılmaktadır [309] görüşünü burada belirtmek gerekir. Ama bu tartışmalar bir yana, acaba şartlarına uyarak doğru ve makbul bir tevili kimler yapabilir?
Hemen belirtelim ki, buna verilen cevaplar oldukça karışıktır. Bu sorunun cevabında öncelikle Ali İmran 7. ayette geçen ifadesinin açıklığa kavuşturulması gerekir. Müteşabih veya kitabın tevilini kimler bilebilir sorusunun cevabı biraz da bu ilimde rasih olanların tespitine bağlıdır veya bu ifadenin içine kimler girebilir. Bu duruma göre:
1. Ali İmran 7. ayette geçen cümlesinde mi vakıf yapılmalı yoksa cümlesinde mi vakıf yapılmalıdır. Eğer Allah kelimesinde vakıf yapılırsa buna göre mana:
"Onun tevilini sadece Allah bilir", şayet ilim kelimesinde yapılırsa:
"Onun tevilini Allah ve ilimde rasih olanlar bilir" şeklinde olur ki, doğru olan da bu anlayıştır.
2. İlimde rasih olanlara gelince, bununla ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmektedir. Gazali'ye göre, ilimde rasih olanlar marifet ehlidir. [310] İbn Rüşfe göre burhan ehli [311], S. Ateş'e göre de bu ifade ehli kitap hakkında kullanılmaktadır. [312] Ama burada şunu söylemek mümkündür:
Gerek Gazali ve gerekse İbn Rüşd daha ziyade bağlı bulundukları ekollerin etkisi altındadırlar. S Ateş ise, özellikle Al-i İmran 7. ayetinde geçen ifadesinin ehli kitap hakkında olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. Zaten ona göre Kur’an'da müteşabih olmadığı için kitabın tevilini bilmesi gerekenin de onlar olması gerekmektedir. Ancak Kur’an'da müteşabih ayetlerin olduğu da bir vakıadır. [313]
1- Lügat Manası: Muhkem, den türetilmiş bir kelimedir ve idare etmek, hükmetmek, yönetmek, ata gem vurmak, rücu etmek, işi sağlamlaştırmak ve kuvvetlendirmek, birini fesattan menetmek, hakem tayin etmek manalarına gelmektedir. [314] Zalimi zulmünden vazgeçirene hakim denmesinin sebebi de kelimenin vazgeçirmek manasını taşımış olmasındandır. [315]
2- İstılah Manası: Muhkemin çok çeşitli tanımları yapılmıştır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.
1. Muhkem, emir v nehyi, helal ve haramı açıklayan, namaz, hac ve zekat gibi ahkama taalluk eden ayetlerdir.[316]
2. Muhkem, nazmı ve tertibi düzgün olup, tezat bulunmaksızın doğru manayı ortaya çıkarmayı sağlayan kelamdır,[317]
3. Muhkem, tevile ihtimali olmayıp, sadece bir şekilde açıklanabilen ayetlerdir. [318]
4. Kur'an'ın muhkemi, nasihi, helali, haramı, hududu, farzları, iman ve amel edilen hususlarıdır. Bu tarif İbn Abbas'a nispet edilir. [319]
5. Muhkem, Allah'ın vahdaniyetini, peygamberlerin nübüvvetini, İslam'ın önemine dair hususlarla kendisine ihtiyaç duyulan bütün şeyleri açıklayan ayetlerdir. [320]
Görüldüğü gibi, muhkem kelimesi farklı biçimlerde ele alınmış ve tarifler yapılmıştır. Aslında bu tariflerle Kur'an'da bu kelimenin kullanılması arasında mana bakımından farklar vardır. Daha ziyade hükmetmek manasına gelen, hkm, Kur'an'da çok değişik kalıplarda fiil, isim olarak tam 210 ayette yer almaktadır. Bu ayetlerin tamamını burada ele alacak değiliz. Konumuzu ilgilendiren ve bir de bize bu kelimenin farklı biçimlerde kullnıldığını ifade eden bir kaç ayet ve yorumu üzerinde duracağız.
Kur'an'da muhkem kavramı bu şekli ile sadece bir ayette müennes biçimiyle yer alır. Burada sure kelimesinin sıfatı olarak geçmekte ve şöyle denilmektedir:
"İnananlar, bir sure indirilmeli değil miydi derler. Fakat muhkem bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, sana, olum baygınlığına düşmüş kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Onlara uygun olan da odur". [321]
Burada geçen "muhkeme kelimesinin hangi anlama geldiğini ayetten çıkarmak mümkündür. Zira ayette müminler tarafından istenilen bir durumun yani savaşın kesinlik kazanması, savaşa izin verilmesidir. Nitekim gerek ayetin içinde geçen onda savaştan söz edilince ve gerekse bir sonraki ayette yer "iş kesinleştiği zaman" ifadelerinden de bu anlaşılmaktadır. Katade bu ayette geçen muhkeme kelimesine, "İçinde cihaddan bahseden her sure muhkemdir ve bu da, Kur'an'da münafıklara en zor gelendir" [322] şeklinde anlam vermektedir. Muhkem kelimesinin müennesi olan muhkeme'nin çoğulu "muhkemat " da Kur'an'da sadece bir ayette yer almakta ve şöyle denmektedir:
"Sana kitabı indiren O'dur. Onda muhkem ayetler vardır ki, onlar kitabın temelidir. Diğerleri de rnüteşabihtir...". [323] Ayetten de anlaşıldığı gibi kitabın esasını oluşturan muhkem ayetlerdir. Ama acaba bununla ne kasdedilmek istenmektedir. Garibu'l-Kur'an müelliflerinden Ragip el-İsfehani, bu aveti zikrettikten sonra:
"Muhkem, ne mana yönünden ve ne de lafız bakımından kendisine hiçbir şüphenin arız olmadığı şeydir" [324] diye bir açıklama getirirken Ebubekir er-Razi de daha ziyade, nesneden, vazıh, manaları açık şeklinde ifadeler kullanır. Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, manası açık olan türden ayetlere muhkem denmekte ve bunlar kitabın temelini oluşturmaktadır.
Hikmet kelimesi üzerinde de kısaca durmak gerekir. Hikmet Kur'an'ın önemle üzerinde durduğu kavramlar arasındadır ve bir ayette şöyle denilmektedir:
"Dilediğine hikmet verir. Kime hikmet verilirse, ona çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp anlar". [325]
Allah'ın hikmet verdiği şahıslardan birisi de Lokman'dır. Ayette şöyle denilmektedir:
"Muhakkak Lokman'a, şükretmesi için hikmet verdik. Kim de şükrederse, şükrü kendi lehinedir. Kim de inkar ederse, Allah zengindir, övülmüştür". [326]
1- Lügat Manası: Müteşabih, teşabüh masdarından türetilmiş olup üçlüsü ş-b-h'dir. Teşabüh, aklın, aralarını temyiz etmekten aciz kalacak şekilde iki şeyin birbirine benzemesi demektir. [327] Müteşabih kelimesinin çoğulu müteşabihattir. Kelimenin mütemasilat iki şey arasindaki benzerlik manasında kullanıldığı ifade edilmektedir. [328]
"Rabbine bizim adımıza yalvar da mahiyetini bize bildirsin. Çünkü sığırlar, bizce, birbirine benzemektedir.” [329] "Kalpleri birbirine benzedi" [330]
"Birbirine benzer ve benzemez şekilde yığın yığın taneler çıkardık" [331] ayetlerinde teşabüh kelimesi benzemek manasınadır.
2- İstılah Manası: Muhkem kavramının çeşitli şekillerde tarifleri yapıldığı gibi müteşabih kavramının da aynı şekilde pek çok tarifleri yapılmıştır. [332] Bunlardan bazıları şunlardır:
1. Müteşabih, lafzı veya manası veyahutta her ikisi sebebiyle açıklanması güç olan veya mümkün olmayan ayetlerdir. [333]
2. Müteşabih, birkaç şekilde te'vile ihtimali olan ayetlerdir. [334]
3. Müteşabih, lügat yönünden kastedilen manayı bilmeye imkan olmayıp bir işaret veya karine ile yakin mana verilebilen kelamdır. Bu tarif İmam el-Haremeyn el-Cüveyni (478/725)ye nisbet edilir. [335]
4. Müteşabih iman etmeyi gerektirip amel etmeyi gerektirmeyen ayetlere denir. Bu tarif de İkrime (107/725)ye nisbet edilir. [336]
5. Müteşabih, maksad, zahiri ile sağlanmayıp, bir karineye ihtiyaç duyulan ayetlere denir. Bu karine de, ya aklidir veya naklidir. Nakil karine ya bir ayetin başında veya sonunda veyahutta bir surenin herhangi bir ayetinde ya da başka bir surede, bunlarda da yoksa Hz. Peygaber'in kavli ve fiili sünnetinde veya ümmetin icmasında olur. [337]
Muhkem ve müteşabih kavramları için yapılan bütün bu ve diğer tariflere baktığımızda görürüz ki, muhkem, müteşabihin mukabilidir. Şöyle ki, muhkem, daha ziyade, manası açık olan, herhangi bir karineye ihtiyaç duyulmadan açıklanabilen ayetlere denildiği; müteşabih ise, kolayca anlaşılamayan, bundan dolayı da te'vile başvurulan ve yine de kesin bir mana verilemeyen ayetler olduğu açıktır. Bütün bu açıklığa rağmen, kesin olarak şu ayetler muhkem, şunlar da müteşabihtir, demek oldukça güçtür. Çünkü her mezheb kendi görüşünü destekleyen ayetlere muhkem, karşısındakinin görüşünü destekleyen ayetlere de müteşabih gözüyle bakmaktadır. Bu konuda Fahruddin er-Razi (606/1209)' nin şu açıklaması dikkati şayandır:
"Dünyada hiçbir fırka göremezsin ki, kendi görüşüne mutabık ayetleri muhkem, hasmının görüşüne mutabık ayetleri de müteşabih diye isimlendirmesin. Nitekim Mutezile Mezhebi "Dileyen inansın, dileyen inkar etsin” [338] ayetine muhkem, "Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe sizler bir şey dileyemezsiniz" [339] ayetine de müteşabih, der. Ehli sünnet ise bu hususta tam aksini ileri sürer". [340]
Yukarıdaki açıklamayı yapan er-Razi:
"O halde bu konuda bir ölçü koymak gerekir." diyerek şu ölçüyü koyar:
"Lafız, her iki manaya muhtemil yani muhkem ve müteşabîhe, birine nisbetleracih, diğerine nisbetle mercuh ise, şayet biz de, manayı racih olana hamledip, mercuh olana hamletmezsek, işte bu muhkemdir. Şayet manayı mercuh olana hamledip, racih olanı tercih etmezsek, bu da müteşabihtir.' [341]
Bu konuyu geniş bir şekilde ele alan er-Razi, araştırmacılar için de şunu söyler:
'İnsaflı araştırıcı ayetleri üç grupta mütalaa eder.
1. Zahirleri, akli delillerle kuvvetiendirilebilen ayetler. Bunlar gerçekten muhkem ayetlerdir.
2. Zahiri manasının imkansız olduğuna kati delil bulunan ayetler. Bu tür ayetlerde Allah'ın muradının, zahirinin gayrisi olduğuna hükmedilir.
3. Müsbet veya menfi tarafı hakkında bu türden delillerin bulunmadığı ayetler. Bu tür ayetlerde doğru olan yorum yapmaktır. İşte bu, birini diğerinden ayırma imkanı olmayan ve birbirine benzeyen gerçek müteşabihtir. [342]
Müteşabihte kapalılık sözkonusudur ve bu kapalılığa göre mütşabih üç kısma ayrılır. [343]
Bu kısımda mütalaa edilen müteşabih iki kısma ayrılır.
aa) Müfred lafızlarda olur: Bu bölümdeki müteşabih ya garabetten veya lafzın müşterek oluşundan dolayı meydana gelir. Birinci bölüme misal olarak eb kelimesi gösterilmiştir. Abese suresinin 31. ayetinde geçen bu kelimenin, hayvanların otlatıldığı meralar manasında olduğunu takip eden ayetten öğrenmek mümkündür.
Lafzın müşterek oluşundan dolayı müteşabih olan kısma ise ayn, yed yemin gibi kelimeler gösterilebilir. Mesela [344] ayetinde geçen yemin (oje) kelimesi, en kuvvetli organ olan sağ el ve yemin etmek manalarına gelmektedir. Bu münasebetle ayet şu manalar arasında müştereklik arzeder. "Hz. İbrahim kavminin putlarına yöneldi ve sağ eliyle kuvvetli bir şekilde vurdu.11 veya "Yeminlerini bozmalari sebebiyle putların üzerine yürüdü".[345]
ab) Mürekkeb lafızlarda olur. Mürekkeb lafizlardaki müteşabihlik üç şekilde olur. Bu ise ya kelamın kısa oluşundan veya kelamdaki itnaptan veyahut kelamın tertibinden dolayı meydana gelir.
Birinci kısma yani kelamın kısa oluşundan dolayı meydana gelen müteşabihe şu ayet misal gösterilebilir.
"Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, hoşunuza giden kadınlardan iki, üç ve dörde kadar evleniniz" [346]
Bu ayette maksat gizlidir ve gizlilik ayetin icazından ileri gelmektedir. Asıl mana şudur:
"Yetimlerle evlendiğinizde şayet onlara adaletli davranmaktan korkarsanız, onlardan başka hoşunuza giden kadınlardan nikahlayınız". [347]
Kelamdaki itnaptan dolayı meydana gelen müteşabihe de [348] ayetini misal gösterebiliriz. Eğer ayet şeklinde kaf harfinin hazfı ile olsaydı ayetin manası daha açık olurdu.[349]
Kelamın tertibinden dolayı meydana gelen müteşabihe ise [350] ayetini misal gösterebiliriz. Bu ayetteki tertip şeklinde olsaydı hiçbir problem kalmazdı. [351]
Bu bölümün misalleri pek çoktur. Allah'ı vasfeden bütün ayetler bu bölümü teşkil ederler. Kıyametin hallerinden bahseden ayetlerle [352], Cennet nimetleri ve Cehennem azabından bahseden ayetler bu bölüme dahildir. [353] Konuyla ilgili ayetler hakkında ileriki bölümlerde durulacaktır. [354]
Bu bölümdeki müteşabihlik hem lafız hem de manadan dolayı olur. Şöyle bir misatle açıklayabiliriz:
Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur:
"İyilik evlere arkalarından girmenizde değildir. Lakin iyilik kötülükten sakınan kimsededir. Evlere kapılarından girin" [355].
Cahiliye devrindeki Arapların adetlerini bilmeyen bu ayeti doğal anlayamaz. Zira ensar hac için ihrama girdiği zaman eve, bahçeye ve çadıra kapıdan girmez, aksine eve arkadan bir delik açarak keyfiyet; nasih ve mensuh gibi zaman, yer ve ayetin nazil olduğu iş; yapılması veya yapılmamasının kendisine bağlandığı şartlar olmak üzere beş kısma ayırır.[356]
Yukarıda kısımları anlatılan müteşabih ayetler, manasını anlama yönünden de taksime tabi tutulmuş ve üç kısma ayrılmıştın
1. Manası kesin olarak bilinmeyen müteşabih ayetler.
2. Araştırma yoluyla manası bilinebilecek müteşabin ayetler.
3.Yalnız ilimde rasih olanların bilebileceği müteşabih ayetler.[357]
Mana bakımından müteşabihlik arzeden ayetlere kısaca temas etmiştik. Bu tip ayetlerin lafızlarına yani zahirlerine baktığımızda herhangi bir problem söz konusu değildir. Fakat Allah'ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlere mana vermek istediğimizde birtakım içinden çıkılması zor problemlerle karşı karşıya kalıyoruz. Fahruddin er-Razi'nin dediği gibi, Kur'an'da gözler, yüz, cenb, eller bir bacak kelimeleri geçmektedir. Şayet biz bu kelimelerin geçtiği ayetlerin zahirlerini alacak olursak, bir yüzü, bu yüzde pek çok gözleri, bir yanı, yine aynı şekilde pek çok elleri ve bir bacağı olan bir varlığı ispat etmiş oluruz. Dünyada bundan daha kötü bir varlık göremeyiz. Akıllı hiç bir şahıs da Rabbinin bu şekilde olacağını kabul etmez. [358]
Gerçekten de kabul etmek zor. Şu halde mana bakımından müteşabih kabul edilen ayetlerin başında Allah'ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerin eldiğini İbn Haldun (808/1406) Mukaddime'sinde kaydeder ve şöyle der:
"Bu durumda müteşabih olarak sadece Allah'ın Kur'an'da zikrettiği ve peygamberinin dili ile bizzat kendisini vasfettiği malum sıfatlar kalmıştır. Bunların zahiri kusur ve acizlik intibaını vermektedir".[359]
Suyuti (911/1505) mana bakımından müteşabih olan ayetlerin Allah'ın sıfatlarından ve kıyametin özelliklerinden bahseden ayetler olabileceğini kaydettikten sonra şöyle der;
"Yalnız mana bakımından müteşabih olan ayetler ise, Allah'ın vasıflarından ve kıyametin özelliklerinden bahseden ayetlerdir. Zira bu vasıfları biz tasavvur edemeyiz. Çünkü tasavur edemeyeceğimiz bir şekil ortaya çıkabilir".[360]
Cennet nimetleriyle cehennem azabından bahseden ayetlerle [361], vahiy, melek, ruh ve cin gibi şeylerin varlıklarından bahseden ayetlerin de müteşabih olduğu kabul edilmiştir. Fakat İbn Haldun:
"Vahiy, melek, ruh ve cin gibi şeylerin müteşabih oluşu hakiki delaletlerinin kapan oluşundan ileri gelir. Çünkü bunlar hislerle bilinen, tanınan şeyler değildir. Bundan dolayı bunlarda bir müteşabih olma durumu ortaya çıkmıştır" [362] der.
İbn Haldun, kıyametin alametlerinden, vaktinden, zebanilerin adedine ve buna benzer hususlara raci olan şeylerin müteşabihten sayılamayacağını da ifade ederek şöyle der:
"Bahis konusu şeyler ileride vukua gelecek olan bir takım hadiselerin zamanları olup bunlara dair bilgiyi Allah kendisine tahsis etmiştir".[363]
Bazı surelerin başında bulunan ve el- hurufu'l- mukattaa (kesik harfler) diye isimlendirilen ayetler de müteşabih ayetlerden sayılmıştır. [364] Fakat Kadı Abdülcebbar (415/1024) bu tür ayetlerin müteşabih olmadığını söyler.[365]
Bu duruma göre, yukarıda da kaydettiğimiz gibi, Allah'ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetler kesin olarak mana bakımından müteşabih kabul edilmiştir. Mana bakımından müteşabih kabul edilen Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili ayetlere baktığımızda yüz, el, göz, gelmek, gitmek, inmek gibi hususların Allah'a izafe edildiğini görürüz. Bu şekilde naslarda mücerred haberlerle sabit olan sıfatlara Sıfat-ı Haberiyye denir. Haberi sıfatların bir kısmı hem Kur'an-ı Kerim ve hem de hadiste bir kısmı da yalnız hadiste mevcuttur. Haberi sıfatlardan ayrı, vech, yed gibi bir kısmı zati sıfatlardan; nüzul, istiva, meçi gibi diğer bir kısmı da fiili sıfatlardandır. [366] İçerisinde haberi sıfatların geçtiği ve üzerinde en çok tartışma yapılan müteşabih ayetlerden bazıları şunlardır:
1. Ayn'la ilgili ayetler:
"Nezaretimiz altında (gözlerimizin), sana bildirdiğimiz gibi gemiyi yap. Haksızlık yapanlar için Bana başvurma, çünkü onlar suda boğulacaklardır".[367]
"Musa'yı bir sandığa koy da suya bırak; su onu kıyıya atar. Bana da ona da düşman olan biri onu alır. Ey Musa! Ayn’ızımızın önünde yetişesin diye seni sevimli kıldım".[368]
"Ey Muhammed, Rabbinin hükmü gelinceye kadar sabret, doğrusu sen, Bizim aynlarımız altındasın" [369]
"Gemi, aynlarımızla yüzüyordu" [370]
2. Arş ve İstiva ile ilgili ayetler:
"Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan ve sonra Arş'a istiva eden, gündüzü -durmadan kovalayan- gece ile bürüyen güneşi, ayı, yıldızları, hepsini emrine baş eğdirerek var eden Allah'tır. Bilin ki, yaratma da emir de O'nun hakkıdır. Alemlerin Rabbi olan Allah yücedir." [371]
"Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra Arş'a istiva eden, işi düzenleyen Allah'tır, izni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin, öğüt dinlemez misiniz?" [372]
"Rahman Arş'a istiva etmektedir" [373]
3. Meci'le ilgili ayetler:
"Onlar bulut gölgeleri içinde Allah'ın ve meleklerin tepelerine inip, işin bitmesini mi bekliyorlar? Bütün işler Allah'a dönecektir" [374]
"Onlardan öncekiler de düzen kurmuşlardı. Bunun üzerine Allah, binalarına temellerinden geldi ve tavanları başlarına yıkıldı. Azab onlara fark edemedikleri bir yerden geldi" [375]
"Melekler sıra sıra dizilip Rabbin gelince..." [376]
4. Yed'le ilgili ayetler:
"Yahudiler, 'Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lanet olsun. Hayır, O'nun iki yedi de açıktır. Nasıl dilerse sarfeder. Andolsun ki, sana Rabinden indirilen sözler onların çoğunun azgınlığını ve inkarını artıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Savaş ateşini ne zaman korükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Allah bozgunculuğu sevmez" [377]
"...Ey iblis, iki yed'imle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir..." [378]
"Ey Muhammed, şüphesiz sana baş eğerek, ellerini verenler, Allah'a baş eğip el vermiş sayılırlar. Allah'ın yedi onların yedlerinin üstündedir. Verdiği bu sözden dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük ecir verecektir." [379]
5. Vech'le ilğili ayetler:
"Doğu ve batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz, Allah'ın vech'i oradadır. Doğrusu Allah her yeri kaplar ve her şeyi bilir" [380]
“Allah'la beraber başka tanrı tutup tapma. O'ndan başka tanrı yoktur. O'nun vech'inden başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz." [381]
"Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin vech'i bakidir" [382]
"O yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil ancak yüce Rabbinin vech'i için yapmıştır." [383]
6. Cenb'le ilgili ayet:
"Kişinin 'Allah'a karşı aşırı gitmemden ötürü bana yazıklar olsun, gerçekten ben alaya alanlardandım" diyeceği günden sakının." [384]
7. Sak'la ilgili ayetler:
"O gün işin dehşetinden sak açılır, secdeye çağrılırlar, ama buna güçleri yetmez." [385]
"Saklar birbirine dolaşır." [386]
8. Yemin ve kabz'la ilgili ayet:
"Onlar Allah'ı gereği gibi değerleri diremediler. Bütün yeryüzü kıyamet günü O'nun avucundadır. Gökler O'nun yeminiyle durulmuş olacaktır." [387]
Müteşabih kabul edilen ayetlerin en çok tartışılanı Allah'ın zat ve sıfatlarından bahseden ayetlerdir. Bu konu aynı zamanda tefsir usulünün ikinci önemli konusudur. Zira Tefsir usulünün en temel üç konusundan birisini oluşturan muhkem ve müteşabih, tarihi seyri içinde de çok tartışılmış, çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Bundan dolayı Kur'an'ı anlamak isteyen her şahsı bu mesele ilgilendirmektedir. Bu mesele dün olduğu gibi bu gün de hatta gelecekte de önemini muhafaza edecektir.
Bu kadar ehemmiyeti haiz bir konunun Hz, Peygamber (s.a.v) zamanında durumu nedir? Bilindiği gibi Hz. Peygamber (s.a.v) insanları gizli ve aşikar İslam'ı davet ediyordu. Bunun neticesinde insanlar birer birer İslam dinini kabul ediyor ve gün geçtikçe ihtida edenlerin sayısı artıyordu. Yeni ihtida edenler diğer konularda olduğu gibi akaidi ilgilendiren konularda da Hz. Peygamber'e sorular soruyorlar, her hangi bir müşkilleri varsa böylece gideriliyor ve sahabe de aldığı cevaplarla huzura kavuşuyordu. Hz. Peygamber'e ashabın akaidi ilgilendiren konularda soru sorduklarını şu hadislerden öğreniyoruz:
Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadise göre ashabdan bir grup Hz. Peygamber (s.a.v)'e gelerek şöyle derler:
"Ya Rasulallah, içimizden öyle şeyler hissediyoruz ki, her hangi birimiz bunu söylemeyi bile büyük günah sayarız”
Hz. Peygamber(s.a.v):
'Hakikaten öyle bir sey hissettiniz mi?” Ashab:
"Evet, ya Rasulallah." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v) "İşte bu, imanın ta kendisidir" der.[388]
İbn Abbas (68/6879)'ta şöyle bir hadis nakleder. Hz. Peygamber (s.av)'e birisi gelerek şöyle der:
"Ya Resulallah, içimde öyle bir şey hissediyorum ki, onu söylemektense yanip kül olmayı tercih ederim." Resulullah üç defa tekbir aldıktan sonra şöyle der:
"Kulunun halini (iman derecesini taklidden) vesveseye yükselten Allah'a hamdolsun" [389]
Bu iki hadis bize Ashab'ın itikadi konularda az da olsa Hz. Peygamber'e soru sorduklarını göstermektedir. Fakat şurasını hemen belirtelim ki, ashab, akaidle ilgili sorulardan ziyade amelle ilgili sorulara ağırlık verirdi. Ashabın akaidle ilgili konularda az soru sormasının sebepleri ise şunlar olabilir:
1. Hz. Aişe (57/676)'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber (sav) Al-i İmran suresinin yedinci ayetini sonuna kadar okur ve sonra şöyle der:
"O'nun müteşabih olanına uyanları gördüğünüz zaman onlardan sakının. Zira onlar Allah'ın ayette,'kalplerinde eğrilik olanlar'diye isimlendirdiği kimselerdir [390] hadisinin ifade ettiği te'vil yasağı.
2. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre Resulullah (sav) sahabenin yanına varır ve onların toplanmasının sebebini sorar. Ashap da:
"Rabbimizi zikretmek ve azametini tefekkür etmek için toplandık” deyince, Resulullah (sav) şöyle buyurur: "Allah'ı mahlukatı hakkında düşünün, fakat O'nun zatı hakkında düşünmeyin. Çünkü sizler O'nu takdir edemezsiniz” [391] hadisinin işaret ettiği Allah'ın zatı hakkında düşünme yasağı.
3. Ebu Hureyre şöyle anlatıyor:
"Biz, kader mevzuunda tartışma yaptığımız bir anda Resulullah (sav) geldi. O kadar hiddetlendi ki hiddetinden yanakları nar gibi kıpkırmızı oldu. Şöyle dedi:
"Bununla mı emrolundunuz?” Veya ben bununla mı size gönderildim? Şüphesiz sizden öncekilerin helaki bu konuda münakaşa etmelerindendir. Bir daha sakın ola ki bu konuda münakaşa etmeyiniz" [392] hadisinin koyduğu yasak.
4. Hz. Peygamber zamanında insanların tek akide üzerinde olmasıdır. Çünkü onlar hem vahyi idrak etmişler ve hem de Hz. Peygamber'in sohbetinin bereketinden istifade etmişlerdir. Dolayısıyla bu sohbetin bereketi onlardan şek ve şüpheyi gidermiş olmasıdır.[393]
İbn Kayyim el-Cevziyye (751/1350) bu devreyi şöyle anlatır:
"Ashab, ahkam ile ilgili pek çok hususta münakaşa etmiştir. Onlar iman bakımından ümmetin en mükemmelleriydi. Fakat, Allah'a hamd olsun, Allah'ın isimleri, sıfatları ve fiilleriyle ilgili meselelerde münakaşa etmediler. Bilakis onlar, Kur'an ve Sünnetin dediklerini isbat edip te'vil etmediler. Hiç bir şeyi yerinden tebdil de etmediler" [394]
Ashab, Allah'ın zatına itlak ettiği vech, yed, ayn gibi hususları olduğu gibi kabul ediyor, O'nu mahlukatına benzetmekten son derece kaçıyor ve bu hususları te'vil etmekten de sarf-ı nazar ediyordu.[395]
Hz. Peygamberdin sağlığında bu şekilde hareket eden ashab, onun vefatından sonra da itikadi konularda aynı tutum ve davranış içerisindeydi. Hatta onların Kur'an'ın tefsirini bile yapmak istemedikleri mervidir. [396] Bütün bunlara rağmen ashabın, Hz. Peygamber'in vefatından sonra hiç ihtilaf etmediklerini söyleyemeyiz. Başta imamet meselesi olmak üzere bazı konularda ihtilafa düşmüşlerdir. [397] Hz. Ömer devrinde Sabiğ b.Asil isimli bir kişinin müteşabih ayetler hakkında soru sorduğu, Hz. Ömer'in de onu azarladığı, bununla da kalmayıp onu dövdüğü haberi [398] bu devrede az da olsa bazı olayların vuku bulduğunu göstermektedir.
İtikadı konularda gerçek ihtilaflar sahabe devrinin sonlarında ortaya çıktı. Özellikle hicretin 100. yılı ve sonrasında insanlar arasında cedel, kavmiyetçilik, şahsi arzu ve istekler baş gösterdi. Böylece müslümanların akideleri bozulmaya başladı. [399] İtikadi konular, bilhassa. Kader [400], Allah'ın zat ve sıfatları gibi [401] mevzular tartışılmaya başlandı. Müslim (261.874)'in kaydettiğine göre daha Abdullah b. Ömer (73.692)5 in sağlığında kaderi inkar edenler zuhur etmiştir. Abdullah b. Ömer, Ma'bed el-Cüheni (80.699)'nin kaderi inkar ettiğini duyunca, kendisinin öylelerinden, öylelerinin de kendisinden beri olduğunu söylemiştir. [402] Hasan el-Basri (110/728-9)'nin öğrencisi olan Ma'bed el-Cüheni Basra'ya giderek burada görüşlerini yaymaya başlamış, fitne zuhur edince Halife Abdülmelik b. Mervan (79/715)'nın emri ile el-Haccac (96/714), Ma'bed el-Cüheni'yi idam etmiştir. [403] Daha sonra el-Ca'd b. Dirhem (118/736) Kur'an'ın yaratıldığını, Hz.İbrahim'in Allah'ın dostu olmadığını ve Allah'ın Hz. Musa ile konuşmadığını ileri sürdü. Tekrar fitne zuhur edince Küfe valisi Halid b. Abdillah el-Kasrı (126/745) bir kurban bayramı günü onu öldürdü. [404]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'in sağlığında itikadi konularda, özellikle Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayetlerde ihtilaf vuku bulmamıştır. Hz. Peygamber'in vefatından sonra bazı ihtilaflar vuku bulmuştur. İtikadi konularda ise gerçek ihtilaflar yukarıda da işaret ettiğimiz gibi sahabe devrinin sonlarına doğru başlamış ve başta kader meselesi olmak üzere Allah'ın sıfatları, Kur'an'ın yaratılması gibi konular konuşulmaya ve tartışılmaya başlanmıştır. [405]
İslam'da, akaid konularıyla ilgili ilk ciddi ihtilafların Sahabe devrinin sonlarında vuku bulduğunu kaydetmiştik. Bu dönemin hemen akabinde el-Ca'd b. Dirhem ilk defa bazı nassları te'vil etmeye başlamış, mesela, istivanın istila manasında olduğunu iddia etmiştir. [406] Allah'ın sıfatlarını da inkar eden el-Ca'd b. Dirhem'den bu görüşleri Cehmiyye mezhebinin kurucusu Cehm b. Safvan (128/745) almış ve daha sonra bu görüşler Mutezile mezhebine dahil olmuştur.
Cehm b. Safvan'a Allah'ı mahlukatında bulunan herhangi bir vasıfla vasıflamak caiz değildir. Çünkü bu, Allah'ı kula benzetmek demektir. Bu sebepten dolayı Cehm b. Safvan Allah'ın hayy, alim gibi sıfatlarını nefyeder. Buna mukabil Allah'ı kadir, halik, fail, muhyi, mümit diye vasıflar. Çünkü bu sıfatlar ona göre, yalnız Allah'a mahsustur. Yaratıklar bu özellikleri taşımazlar.[407]
Cehmiyye mezhebine göre Allah'ın Arş'a istiva etmesi, O'nun arşı kaplaması, mülkiyeti altına alması ve kahretmesi demektir. [408] Yine onlara göre Allah bütün mahlukatı, yani gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan herşeyi yarattı. Ve buna arş ismini verdi. Sonra da bütününü kapladı.[409]
Ahmed b. Hanbel (241/855) er-Redd ale'l-Cehmiyye ve'z-Zenadika isimli eserinde Cehmiyye mezhebini Allah'ın arşta istiva etmesini kabul etmediğini kaydeder. [410]
Mu'tezile Mezhebi, sıfatlar hakkında varid olan müteşabih ayetlerin te'vilini vacib addeder. Bu yolu da tevhid diye isimlendirir. [411] Çünkü Mu'tezile'ye göre sıfatların varlığını kabul etmek tevhidi iptal etmek demektir. [412] Durum böyle olunca Mu'tezile mezhebi, Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayetlerde belirtilen hususların O'nun sıfları olmadığını kabul eder. Zira onlara göre, O'nun sıfatları beşerin sıfatlarına benzemez. Eğer böyle bir benzetme yapılırsa Allah'la kul arasında benzerlilk meydana gelir. [413]
Mutezile mezhebine göre, Allah'ın arşa istiva etmesi demek, O' nun arşı kaplaması, hükmü altına alması demektir.[414]
"Ellerimle yarattım" [415] ayetinde geçen yed, kuvvet; "Hayır O'nun iki eli de açıktır" [416] ayetinde geçen yed de nimet manasınadır. [417]
"Allah göklerin ve yerin nurudur" [418] ayetini "ister yer ve gök ehlini hidayete erdirendir" şeklinde [419] te'vil eder. Mu'tezile, "Kişinin:
"Allah'a karşı aşırı gitmemden ötürü bana yazıklar olsun" [420] ayetinde geçen cenb kelimesinin taat manasında ve "Gökler O'nun kudretiyle durulmuş olacaktır" [421] mealindeki ayette geçen yemin kelimesinin de kudret manasında olduğunu söyler. [422]
"Gözümüzün önünde yetişesin diye seni sevimli kıldık" [423] ayetinde geçen ayn kelimesinin ilim manasında olduğunu belirten [424] Mu'tezile, "O'ndan başka her şey yok olacaktır" [425] ayetinde geçen vech kelimesinin zat veya nefs manalarına geldiğini savunarak denildiğinde, bu elbisenin kendisi yenidir, fikrinin anlaşılabileceğini ileri sürer. [426]
Görüldüğü gibi Mu'tezile mezhebi Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayetleri te'vil etmektedir. Çünkü Mu'tezile mezhebi akılcı bir metoda sahiptir ve bundan dolayı bütün kelami meseleleri akıl ölçüsüne vurmaya çalışır ve Kur'an'da görüşlerine uygun gelen ayetleri aynen kabul eder, uygun düşmeyen nassları ve sıfatları te'vil ederek akli bir esasa uydurmaya çalışır. [427] Hatta bununla da kalmayıp Allah'ın sıfatlarını nefyeder. [428] İşte bundan dolayı onlara muattila denir. Bütün bunlara rağmen Mu'tezile mezhebinin konumuzla ilgili ayetleri te'vil ederek Mücessime ve Müşebbihe'nin teşbih ve teesim fikrini çürütmeye çalıştığını söylemek mümkündür. [429]
Ehl-i Sünnet-i Hassa diye isimlendirilip, Sahabe ve Tabiun mezhebinde bulunan fukaha ve muhaddisunun yolu [430] diye tarif edilen Selefiye, Allah'ın zatı, fiili ve haberi sıfatlarını nasslarda varid olduğu gibi, te'vile tabi tutmaksızın aynen kabul ederek teşbih ve tecsime düşmek istememektedir. "Biz yalnız Allah ve Rasulünün vasıfladığı şeylerle Allah'ı vasıflarız" [431] prensibi Selefiyye'nin bu konudaki temel düşüncesini yansıtır.
Allah'ın zat ve sıfatlarıyla iligili müteşabih kabul edilen ayetler hususunda bu esastan hareket eden Selefiyye, "Allah yerin ve göklerin nurudur” [432],
"Rahman Arş'a istiva etmiştir"[433],
"Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?" [434]
"Gözlerimizin önünde akıp gidiyordu" [435],
"Melekler sıra sıra olduğu halde Rabbin geldiği zaman" [436] gibi te'vil yapmadan olduğu hal üzere inanırlar ve şöyle derler:
"Kim Kur'an'ın bu ayetlerine inanır, Resulullah'ı da tasdik ederse, onun, Allah'ın arş ve semavatin üstünde olduğuna ikrar etmesi gerekir. [437]
O'nun Arş'ı ve Kürsü'sü vardı, fakat Allah'ın bunlara ihtiyacı yoktur. Allah herşeyi ihata eder ama Allah'ı mahlukatı ihata edemez. [438] O'nun keyfiyeti bilinmeyen elleri, gözleri ve yüzü vardır. [439] Allah cisim değildir, eşyaya benzemez [440] gibi görüşler Selefiyye'nin konu ile ilgili düşüncelerini tipik bir şekilde yansıtmaktadır.
Sahabe devrinin sonlarında başlayan ve gittikçe tartışma konusu edilen Allah'ın zat ve sıfatları meselesinde Selefiyye grubuna mensup alimler görüşlerini beyan ederek Ehl-i Sünneti müdafaa etmeye çalışmışlardır. Bunlar arasında İmam-ı A'zam (150/767) ilk olarak Allah'ın sıfatları hakkında konuşur ve söyle der:
"Allah zat ve fiili sıfatları ile ezelden ebede kadar devam eder ve edecektir de".[441]
Bilindiği gibi İmam-ı A'zam Vasıl b. Ata, Amr b. Ubeyd ve Cehm b. Safvan ile muasırdır. Bu asırda en önemli konu ise Allah'ın zat ve sıfatları meselesidir. [442] İmam-ı A'zam, nasslarda mücerred haber sigası ile varid olan haberi sıfatlarla ilgili ayetler hakkında şöyle der:
"O'nun eli, yüzü, nefsi vardır. Nitekim Kur'an'da bunlar yed, vech ve nefs kelimeleriyle zikredilmiştir. Fakat bu el, yüz ve nefs'ten her biri O'nun keyfiyeti bizce asla bilinemeyen sıfatlarıdır. O'nun eli kudretidir, yahut nimetidir denilemez. Zira bunda sıfatları iptal etmek vardır. Bu Kaderiye ve Mutezile'nin sözüdür. Şu kadar ki, O'nun eli keyfıyetsiz sıfatlandır".[443]
İmam-ı A'zam sonra şöyle der:
"Allah mahlukatından hiçbir şeye benzemez ve mahlukatından da hiçbir şey de Allah'a benzemez" [444],
"O şeydir, fakat eşya gibi değildir. O'na şey denilmesi ne cisim, ne cevher, ne araz olmayıp ancak varlığını ispat sadedindedir" [445]
Selefiyye grubunun yed, vech, istiva, ayn gibi haberi sıfatlar hakkındaki görüşlerini İmam Malik'in şu sözü açıklamaktadır:
"İstiva malumdur, keyfiyeti meçhuldür. Ona inanmak vaciptir. Onunla ilgili soru sormak bid'attir." [446]
Selefiyye Allah'ın sıfatlarını kabul etmeyen, Kur'an'ın mahluk olduğunu iddia eden gruplara karşı oldukça sert davranmıştır. Mesela Ahmed b. Hanbel "Kitabu's-Sünne" isimli küçük risalesinde:
"Kur'an Allah'ın kelamıdır. Mahluk değildir. Kim Kur'an'ın mahluk olduğunu iddia ederse o kafirdir" [447] ibaresi bunu ispat için kafidir.
Haberi sıfatları nasslarda varid olduğu gibi kabul eden Selefiyye, bu konuda, teşbih, takyif, ta'til ve tahrifi kabul etmezler. Yani mahlukatın sıfatına benzetmekten çekinerek, keyfiyetini tayin etmeden, nefy ve inkar cihetine de kaymayarak, zatına layık olduğu şekilde ayetlerin zahiri manasını bozmaksızın haberi sıfatları isbat ederler. [448]
Görüldüğü gibi Selefiyye, haberi sıfatları olduğu gibi kabul edip te'vil etmekten son derece kaçar. Acaba bunun sebebi ne olabilir? Yaptığımız araştırmada muhtemelen aşağıda sunacağımız şu hususlardan dolayı Selef bu tür ayetleri te'vilden el çekmektedir:
1. Kur'an'da varid olan yasaktan dolayı. Allah Kur'an'da şöyle buyurur:
"Sana Kitabı indiren O'dur. Onun bazı ayetleri muhkemdir. Bunlar Kitab'ın temelidir. Diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onun müteşabih olanına tabi olurlar. Oysa onun te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. İlimde rasih olanlar: 'Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır' derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilirler." [449]
2. Te'vil, ittifakla zanni bir iştir. Allah'ın sıfatları hakkında zan ile konuşmak caiz değildir. Çoğu zaman Allah'ın muradının gayrisini söylemiş olabiliriz. Böylece şüpheye düşeriz. Bilakis ilimde rasih olanların:
"Bunların bütünü Rabbinizin katındandır" [450] dedikleri biz de:
"Onların zahirine inandık, batınını tasdik ettik, onun bilgisini Allah'a havale ettik, onları bilmekle mükellef değiliz. Çünkü bunlar imanın şartlarından ve rükünlerinden değildir" deriz. [451]
3. Yine ayni şekilde Hz. Peygamber'in yasaklamasından dolayı olabilir ki biz bu yasaklama ile ilgili hadisi yukarıda kaydetmiştik. [452]
Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen-ayetler hakkında Eş'ari Ekolünün görüşlerini mezhebin kendisine nisbet edildiği Ebu'l-Hasen el-Eş'ari, mezhebin güçlü simalarından el-Bakillani ve Abdulkahir el-Bağdadi'nin konuyla ilgili açıklamalarından öğrenmek mümkündür. Şöyle ki, el-Eş'ari:
"Biz Allah'ın kitabına Peygamber'in sünnetine, Sahabe ve Tabiin ile Hadis İmamlarının söylediklerine sıkı sıkıya bağlanırız. Ayrıca Ahmed b. Hanbel'in söylediklerine de bağlıyız. Zira Allah O'nunla hakkı izhar etti" [453] diyerek mezhebinin Selefin yolunda olduğunu beyan etmektedir.
Eş'ari, Allah'ın zat ve sıfatları konusunda, Allah'ın mahlukatına benzemesi demek olan teşbih fikrini kabul etmeyip, Allah'ın yaratılana benzemesinin ya bütün yönlerden veya bazı yönlerden olabileceğini, oysa her iki şıkkın da muhdes alameti olduğunu beyan ederek Allah'ın muhdes olmadığını bilakis kadim olduğunu açıklar. [454]
Allah'ın mahlukatına benzemediğini:
"O'nun benzeri hiç bir şey yoktur" [455] ve
"De ki: Allah birdir. Allah herşeyden müstağni, her şey O'na muhtaçtır. O doğurmamış ve doğmamıştır. Hiçbir şey O'na denk değildir" [456] ayetleriyle ispat etmeye çalışır.
Aslında bütün problemler bazı ayetlerin içerisinde geçen ve insanlara has olan organların Allah hakkında düşünülmesi imkansızlığından ileri gelmektedir. Bu sebeple Eş'ari bu özellikleri taşıyan ayetlerin Allah'ın sıfatlarından olduğunu kabul ediyor. [457] Fakat teşbih fikri uyandırdığı için zor durumda kalarak Selefiyye'nin söylediklerini aynen söylüyor. Mesela "Ancak Yüce ve cömert olan Rabbin vechi bakidir" [458] ayetine bakarak O'nu yok olması düşünülemeyen vech'e sahip olduğunu "Gözlerimiz altında yüzüyordu" [459] ayetine bakarak da keyfiyeti ve sının olmayan gözlere sahip olduğunu kabul eder. [460]
Eş'ari'nin en çok üzerinde durduğu ayetler ise, içerisinde arş-istiva ile ellerin zikredildiği ayetlerdir. Bu ayetlerde Allah şöyle buyurur:
"Rahman arşa istiva etmiştir."[461]
"Ey İblis! Ellerimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan' nedir?".[462]
Eş'ari kendine göre, Allah'ın Arş'a istiva ettiğini birtakım akli delillerle izah etmeye çalışır. Önce arş'ın semanın üzerinde olduğuna işaret ederek, yukarıda mealini verdiğimiz ayetle "Güzel sözler O'na yükselir" [463] ayetini, sonra Hz. Musa'nın "Allah semanın üstündedir" sözünü Firavn'un yalanladığını ve Allah'ın:
"Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz?" [464] ayetleriyle Arş'ın semanın üzerinde olduğuna delalet ettiğini izah eder. "Çünkü arş semanın üstünde olmasaydı Allah:
'Gökte olandan emin misiniz?" buyurmazdı"der. [465] Yine aynı şekilde Eş'ari, yed kelimesiyle ilgili oldukça geniş malumat vererek, yedin kudret veya kuvvet manalarına geldiğini zira, nimet manasına gelen kelimesinin çoğulunun ayad (ay) olduğunu, Allah'ın Araplara kendi dilleriyle hitap ettiğini, [466] "Ellerimle yaptım" diyenin nimet veya kudret kastetmesinin imkansız olduğunu ve böyle bir te'vilin batıl olduğunu, şayet ayette geçen "yedeyye" lafzı ile kudret kastedilirse bunun doğru olmadığını, çünkü Allah'ın kudretinin tek olduğunu ve ayrıca kudret manası kasdedilirse Hz. Adem'in şeytana karşı bir üstünlüğünün olamayacağını, halbuki Allah bizzat "Ellerimle yarattım" diyerek Hz. Adem'in şeytandan üstün olduğunu kaydeder. [467]
Görüldüğü gibi Eş'ari içinde haberi sıfatların geçtiği ayetleri te'vil etmez. Fakat bu ayetlerin te'vilini yapan ve Allah'ın her mekanda olduğunu söyleyen Cehmiyye, Mu'tezile ve Haruriyye mezheplerine itirazda bulunur ve şöyle der:
"Eğer istivadan maksat kudret ise, bu takdirde, arşla yer arasında hiçbir farkın olmaması gerekir. Aksine Allah zaten herşeye kadimdir, Allah herşeye kadir olunca hiçbir müslümanın, "Allah'ın pislik bulunan herşeye istiva etti" demesi caiz olmaz". [468]
Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayetlerin te'vilinde Selefin yolunu takip eden Eş'ari'nin kendisinden sonra gelen ve Eş'ari ekolünü güçlendiren Bakillani'ye tesir ettiğini söylemek mümkündür. Zira Bakillani de, bir iki nokta hariç ayetleri te'vil etmekten kaçınır. En önemlisi Bakillani'nin Eş'ari gibi ayetlerde geçen yüz, el, göz vs.nin Allah'ın sıfatları olduğunu kabul etmesidir. [469] Bakillani bu konuda şöyle der:
"Allah'ın zatı sıfatları demek, Allah'ın onlarla vasıflanması, devam etmesi demektir. Bunlar, hayat, ilim, kudret, semi', basar, kelam, irade, beka, vech, ayneyn, yedeyn, gadab, rıza, rahmet, hubb, meşiet... vb. gibi sıfatlardır. Fiili sıfatları ise, yaratmak, rızık vermek, adil olmak, ihsan etmek, in'am etmek, sevab, ikab, haşr ve neşretmek olup Allah'ın bütün bu sıfatlarla vasıflanması kadimdir." [470]
Eş'ari'de gördüğümüz izahların hemen hemen aynısını sunan Bakillani "Ellerimle yarattığıma" [471] ayetinde geçen ellerin bazen nimet bazen de kudret manasını ifade ettiğine dair sorulan bir soruya şöyle cevap verir: "Bu doğru değildir. Çünkü ayetteki yedeyye kelimesi iki elin varlığını ispat eder. Aynı zamanda bu iki el de Allah'ın sıfatıdır. Bunlara bakarak Allah'ın iki kudreti olduğunu söylerseniz, bu durumda O'na ait kudretin iki olması gerekir. Halbuki sizler Allah'ın kudretinin bir olduğuna da bütün müsfümanlar ittifak halindedirler, diyorsunuz. Şu halde sizin/söyledikleriniz doğru değildir. Çünkü Allah Hz. Adem'i iki nimeti ve iki kudreti ile yarattı demek doğru olmaz. Zira Allah'ın Hz. Adem'e ve diğer mahrukata nimeti sayılamayacak kadar çoktur. Bir kişinin bir şeyi ellerimle yaptım demesi, onu nimetimle yaptım manasına gelmez." [472]
Bakillani'ye göre Allah'ın yüzü, gözü, elleri vardır ve bunlar birer organ olmadığı gibi duyu organından da değildir. [473] Yine aynı şekilde Allah gadab, riza, muhabbet ve buğz etmek fiilleriyle vasıflanır. Bunun manası, gadabı, gadablandırdığı; rızası razı olduğu; sevgisi sevdiği; buğzu buğzettiği; dostluğu dost edindiği; düşmanlığı da düşman olduğu kimseyedir. [474]
Bakillani, "Rahman arşa istiva etti" [475] ayetiyle ilgili olarak da şöyle der:
"Biz kitap ve sünette varid olduğu şekil üzere konuşuyoruz. Şöyle diyoruz:
"O'nun istivası mahlukun istivasına benzemez". Fakat arş O'nun karar kıldığı yerdir." demeyiz. Zira Allah vardı, mekan yoktu. Mekanı yaratınca olduğu halden değişmedi. Ona göre Allah muhdese ve noksanlığa delalet eden bütün şeylerden münezzzehtir. Bundan dolayı Allah yönle veya mahlukun vasıflanacağı şeylerle vasıflanması imkansızdır. [476] O, bu konuda Eş'ari'de gördüğümüz ayetleri delil getirir. [477]
Bütün bunlara rağmen Bakillani'nin bu tür ayetleri te'vil yapmadığını söyleyemeyiz. Nitekim [478] O, [479] ayetlerinde geçen vech kelimesini "zat" şeklinde te'vil etmektedir. [480] Yine aynı şekilde "Allah, şüphesiz sakınanlar ve iyilik yapanlarla beraberdir." [481] ayetinde ifade edilen Allah'ın onlarla beraberliğini, Allah'ın zatı ile onlarla beraber olmayıp, görüp-gözetmek, yardım etmek ve kuvvet kazandırmak manalarında, onlarla beraber olduğu, şeklinde te'vil yapar. [482]
Eş'ari Ekolü'nün güçlü simalarından olan Abdulkahir el-Bağdadi bu konuda gerek Eş'ari ve gerekse Bakiliani'den oldukça farklıdır. Çünkü Bağdadi içerisinde vech, ayn, yed ve istiva kelimelerinin geçtiği "Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin vechi bakidir" [483]
"O'ndan başka herşey yok olacaktır," [484]
"Gemi gözlerimiz önünde yüzüyordu.” [485]
"Gözümüzün önünde yetişesin diye seni sevimli kıldık" [486]
"Ey İblis, ellerimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir." [487]
"Rahman arşa istiva etti" [488] ayetleri üzerinde durur. [489]
Bağdadi de "Allah'ın sıfatlarından ayneyn ve vechin te'vili hakkında bir bölüm" açarak Bakillani gibi bunların Allah'ın birer sıfatı olduğunu kabul etmektedir. Ancak ayetlerde geçen vech, yed, ayn ve istivayı te'vil eder. Şöyle der:
"Bize göre doğru olan vech O'nun zatı, ayn ise O'nun eşyayı görmesidir." [490]
Bağdadi, Müşebbihe ve Kaderiyye'nin konu ile ilgili görüşlerini sıraladıktan sonra, bunların yaptığı te'villerin batıl olduğunu kaydederek Allah'ın arşı istivasının mülk manasında olduğunu söyler. [491]
Görüldüğü gibi Bağdadi, bütün ayetleri olmasa bile, bazılarını te'vil etmektedir. Fakat te'vil etmesinin sebeplerini açıklamıyor. [492]
Matüridi (333/944) de muasırı Eş'ari gibi Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayetler hakkında hemen hemen Selef metodunu benimsemektedir. O bu konuda şöyle der;
"Konu hakkındaki kanaatimize gelince şu ayet bizi aydınlığa kavuşturur sanırım. Allah şöyle buyurur:
"Zatına benzer hiçbir şey yoktur". [493]
Bu ayette Allah mahlukatına benzemediğini açıkça beyan eder:
Biz de Allah'ın fiilinde ve sıfatında mahlukata benzemediğini daha önce açıklamıştık. [494] O halde "Rahman arşa istiva eder" [495] ayetinde olduğu gibi anlaşılması gerekir. Bu husus aklen de sabittir. Sonra ayet bizim zikredeceğimiz şeyden başkasına da ihtimali olduğu için kesinlikle te'vil etmemiz mümkün değildir. Ayrıca mahlukatına benzememesinin, bizim bilemeyeceğimiz hususlara da ihtimali olabilir. Öyle ise biz, Allah istiva ile neyi kasdetti ise onu tasdik eder ve inanırız. Hakkında ayet bulunan Allah'ı görme ve diğer konularda da durum aynen böyledir (ona da inanırız). Allah'ın hiçbir şeye benzemediğine ve bu tür ayetlerle neyi kasdediyorsa onlara olduğu gibi inanmak gerekir. [496] Matüridi "Rahman arşa istiva etti" [497] ayetinde geçen arş kelimesi üzerinde uzun uzadıya durur. Kendi devrinde bu konuda ilmi münakaşaları ve görüşleri anlatır. Bazı Müslümanların arş kelimesini taht manasına geldiğini ve dolayısıyla Allah'ın tahtta mekan tuttuğunu; bir kısmını Allah'ın bütün mekanlarda olacağını kabul ettiklerini; bir kısmının da Allah'ın mekanla vasıflanamayacağını beyan ettikten sonra söyle der;
"Bütün eşyanın Allah'a nisbeti ile Allah'ın bütün eşyaya nisbet edilmesi, Allah'ı yücelikle vasfetmek ve tazim etmek mekanında mütaala edilmelidir Nitekim "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur". [498]
"Göklerin ve yerin Rabbi" [499],
"Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır" [500]. Ayetlerinde de durum aynıdır" [501] gibi ayetlerde Allah'ın hakiki vasıfları vardır. Fakat teşbih yoluyla bu vasıflar insanlarda bulunabilir" [502] kanaatinde olan Matüridi'nin teşbih fikrini benimsediğini söyleyemeyiz. Fakat onun bu ve benzeri ayetlerde bulunan hususları Allah'ın birer sıfatı olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü Matüridi, Allah'ın mahlukata benzemediğini "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur" [503] ayetiyle açıklar. Şöyle der:
"Allah birdir. Hiçbir şey O'na benzemez. Zıddı ve dengi yoktur. İşte ayetin te'vili budur" [504].
Fakat şurasını hemen ifade edelim ki, Matüridi,[505] ayetinde geçen vech kelimesinin Allah'ın zatı manasına gelebileceğini söyler. [506]
Matüridi ekolünün önemli simalarından birisi olan Ebu Yusuf Muhammed Pezdevi (493/1099)'de konumuzu ilgilendiren ayetlerin te'vilinde pek farklı düşünmediğini ayetlerde geçen vech, ayn ve yedin birer özel sıfat olduğunu, fakat bunların O'nun organları olmadığını söylemektedir. [507] Ona göre Allah'ın Arş'ı, Kürsi'si Levh'ı ve kalemi vardır. Fakat O'nun bunlara ihtiyacı yoktur. [508] Allah Arş'ı yarattıktan sonra, Arş'a intikal etmeden, Arş’a dayanıp oturmadan, Arş'a hükümrandır. [509]
Matüridi de olduğu gibi Pezdevi de zaman zaman ayetleri te'vil eder. Ayrıca bu ayetlerde belirtilen hususların Allah'ın sıfatlarından olduğunu da kaydeder. [510] Nitekim o şöyle der:
"Allah için bir mekan, bir yer olmadığını, bilakis mekan yaratılmadan önce Allah'ın var olan bir sıfat üzere olduğuna delil şudur: Eğer biz Allah'ın alem yaratıldıktan sonra Arş adı verilen bir mekanda olduğunu söylersek bu durumda Allah'ın zatında bir değişme meydana gelir. Bu ise, bir mekandan diğer bir mekana intikal etmek demektir. Oysa kadim, üzerinde değişme tasavvur olunamayan bir varlıktır. Çünkü Allah bütün sıfatlarıyla Vacibu'l-Vücut'tur. Ayrıca bir mekana oturma cismin özelliklerindendir". [511]
Pezdevi, "Melekler sıra sıra olduğu halde Rabb'in geldi" [512],
“Onlardan öncekilerde tuzak kurmuşlardı da Allah binalarına temellerinden gelmiş, üstlerindeki tavan başlarına çökmüştü" [513],
“Fakat Allah onlara ummadıkları yerden geldi" [514] anlamlarındaki ayetlerde geçen Allah'ın gelmesini 'zahir oldu' şeklinde te'vil eder. [515]
Pezdevi'nin:
"Biz bu konuda anlayışımızı nasslarla ortaya koyuyoruz. Bunlar muhal değildir. Bu konuda, Allah'ın bunlara (yani Levh, Kalem, Arş, Kürsi ve benzeri şeylere) ihtiyacı olmamakla birlikte, bunları yarattığına dair pek çok hadis vardır. Söz konusu edilen hususlar Allah'ın kibriyası ve azameti gereği vardır. Nitekim Allah bunları sebepsiz yaratmaya kadir olmakla beraber herşey için pek çok sebepler de yaratabilir" [516] şeklinde açıklaması, onun konuyla ilgili görüşlerini ifade etmede oldukça doyurucu olduğu kanaatindeyim. [517]
Görüldüğü gibi ele aldığımız ekoller, konuyla ilgili ayetlerin te'vilinde birbirine taban tabana zıt görüşler serd etmektedirler. Bu bir noktada ayetlerin yapısından ileri gelmektedir. Bir grup tamamıyla te'vilden vazgeçerken diğer grup açık bir şekilde âyetleri te'vil etmektedir. Ehl-i Sünnet grubu diye mütalaa edilen Selef tamamıyla te'vilden vazgeçerken, gerek Eş'ari ve gerekse Matüridi mezhebi ise kısmen te'vile baş vurmaktadır. Buna rağmen bu grupların açık ve net bir şekilde te'vil yaptıklarını söyleyemeyiz. Ancak İslam düşünce tarihinde bu tip ayetlerin te'vilinde grupların üç kısma ayrıldığı muhakkaktır. Bunlar:
1. Bu ayetlerin te'viline gerek yoktur. Bilakis zahirlerine göre muamele edilir ve onlardan hiçbir şey te'vil edilemez. Bu görüş Müşebbihe mezhebine aittir.
2. Bu ayetler te'vil edilebilir. Fakat biz bundan elçekeriz. Allah'ı mahlukata benzetme veya tamamıyla muattal bırakma hususunda itikadımızı bu tür düşüncelerden uzak tutmakla beraber onların te'vilini ancak Allah bilir, deriz. Bu görüş de Selefiyye'ye aittir.
3. Bu ayetlerin zahirleri Allah hakkında acizlik ve noksanlık ifade etmektedir. Bu münasebetle bu tür ayetler uygun bir şekilde te'vil edilebilir. [518] Cehmiyye ve Mutezilenin/tamamı bu düşüncede olmakla beraber, Mütekaddimin kelamcılardan Eş'ari, Matüridi, Bakillani, Bağdadi ve Pezdevi kısmen tevil yolunu benimsemişlerdir. [519]
Cüveyni ma'nevi sıfatların yani hayat, ilim, irade, kudret, basar ve kelam sıfatlarının birbirine bağlı olduğu görüşündedir ve bu sıfatları açıklarken de gökler, yer ve bunların arasındaki ahenk, düzen, mükemmellik, sağlamlık kısaca varlıklar arasındaki bağ ve ilgiden yola çıkar. Ona göre Allah'ın varlığı bir kez ispat edilip kesinleşince, O'nu ma'nevi sıfatlara sahip olduğu da kolayca ispat edilir. Kainattaki varlıklar arasında ahenk ve mükemmellik ancak bu varlıkları bilen ve şekillendirip aralarında ahengi kuran birisi tarafından yaratılmış olduğuna delalat eder. Hiçbir akıl sahibi, cahillerin, ölülerin, cansız varlıkların ve acizlerin bunu, bu şekilde düzenli yapacağını kabul etmez. Aynı şekilde her akıl sahibi, açıklıkla bilir ki, sağlam ve mükemmel bir fiilin, cahilden suduru imkansızdır. Mükemmel ve düzgün satırların yanyana getirildiğini gördüğümüzde bunların bir cahilden çıkabileceğini uygun görmemize imkan yoktur. Şayet bu uygun görülecek olursa, bu, akim sınırlarını aşmak ve cehaletin karanlığına dalmak demektir. [520]
Cüveyni Allah'ın alim, kadir ve hayy olduğuna dair pek çok deliller nakleder [521] ve şöyle der:
"Allah'ın alim ve kadir olduğu açıkça anlaşıldığına göre, zaruri olarak O'nun diri olması gerekir. Şayet akıl sahibi bir fiile baksa, onun bir yapıcısı olduğuna inanır. Bu durumda yine zaruri olarak da bunu yapanın diri olduğunu bilir." [522]
O'na göre Allah irade sahibidir ve bu irade ezelidir. Eğer irade hadis olsaydı, bu durumda yine hadis olan bir iradeye muhtaç olurdu. [523] Ayrıca alim ve kudret tek başına bir fiilin gerçekleşmesini sağlayamaz. Nitekim bir kişinin iş yapma iradesi olmadan bir iş yapması beklenemez. Bu husus Allah için de doğrudur. Bir fiilin gerçekleşmesi için ilim ve kudret kadar iradeye de ihtiyaç vardır.[524]
Cüveyni Allah'ın görme ve işitme sıfatlarını:
"Allah işitici ve görücüdür" [525] şeklinde formüle eder. Allah'ın gördüğünü ve işittiğini ise şöyle açıklar:
"Hakikatte Allah'ın sem' ve basir olduğuna delil şudur:
Fiiller O'nun diri olduğuna delalet eder. Diri olanın da işitme ve görme ile vasıflanması caizdir." [526]
Cüveyni, "sözünüzden Allah'ın görme ve işitme ile vasıflanacağı anlaşılır. Şayet bunu birisi kabul etmeyip, Allah'ın görmeyi, işitmeyi ve bunların zıtlarını (yani körlük ve sağırlık) kabulünün imkansız olduğunu iddia ederse ne dersiniz?" şeklinde sorulan bir soruya şöyle cevap verir. "Dirinin görme ve işitme ile muttasıf olduğu açıktır. Bu açık olunca biz sebr ve taksim metoduna baş vurduk. Şöyle dedik: "
Cansız varlıklar görme ve işitme ile nitelenemezler. Canlı olduğu zaman, şayet görme ve işitmesini engelleyen herhangi bir şey yoksa, görme ve işitmeyi kabul edecek haldedir. Görme ve işitmenin doğruluğunu ortaya çıkarmak için canlının özelliklerini araştırdığımızda ancak onun canlı olmasıyla doğru olacağı ortaya çıkar. Eğer bunun dışında başka bir doğrulayıcı düşünürsek bu takdir yanlış olur. Canlının, canlı olduğu için işitme ve görmeyi kabul etmede cansızın zıddı olduğu açık olunca aynı hükmü canlı olan Allah hakkında düşünmek gerekir. Görme, işitme ve bunlara bağlı şeylerin kabulünü inkar eden kişi, durum bakımından, Allah'ın ilimle vaşıflanamayacağını iddia edenden pek farklı değildir. [527]
Cüveyni, manevi sıfatlardan saydığı kelam sıfatı üzerinde uzun uzadıya durur. Fakat biz, teferruata kaçmadan Cüveyni'nin kelam sıfatından ne anladığını ve nasıl ortaya koyduğunu açıklamaya çalışacağız.
Cüveyni:
"Allah için vacib olan hususlardan birisi de O'nun kelamla muttasıf olmasıdır." [528]
"Allah mütekellimdir, emredici, nehyedicidir. Haber verici, vadedici ve korkutucudur [529] gibi ifadelerle Allah'ın kelam sıfatıyla muttasıf olduğunu belirttikten sonra, Mu'tezile, Havaric, Zeydiyye ve İmamiyye'nin Allah'ın kelamının hadis olduğu görüşünde olduklarını beyan ederek Mu'tezile'nin Allah'ın kelamının mahluk olduğunu başka bir ifadeyle, Kur’an'ın mahluk olduğunu kabul ettiklerini kaydeder. [530] Daha sonra Mu' tezile'nin, kelamı, düzene sokulmuş harflerden ve gerçek arazlara delalet eden kesik hecelerden meydana gelen söz, şeklinde tarif ettiklerini ve tarifin yanlış olduğunu, zira bir harfin bile tek başına bir kelam ifade ettiğini, mesela (korumak) ve (jurnallemek) fiillerinin emir sigaları olan ki ve şi kelimelerinin birer kelam olduğunu, harf ve hece olmadığını beyan ederek kelamı şöyle tarif eder:
"Kelam zat ile kaim olan sözdür." [531] Cüveyni kelamın zat ile kaim olduğunu da:
"Akıllı birisi kölesine bir iş yapmayı emrettiği zaman, zaruri olarak, kendi nefsinde ondan itaat etmesini ister" [532] şeklinde ispat eder.
Cüveyni Allah'ın kelamının kadim olduğu üzerinde de durur. Bu konuyu da şöyle açıklar:
"Allah'ın sıfatı olan kelam ya hadistir veya kadimdir. Eğer kadim ise zaten Ehl-i Hakk'ın benimsediği de budur. Eğer hadis ise bu da ya Allah'ın zatıyla kaim olur ya da cisimle kaim olur. Allah'ın zatıyla kaim olur sözü bizi, Allah'ın hadiselere mahal teşkil ettiği fikrine götürür ki, bu imkansızdır. Çünkü hadiseleri kabul eden şey hadistir."[533]
Cüveyni kelamı nefsiyi kabul eder ve bu kelamın kadim olduğunu söyleyerek Ahtel (90/708)'in:
"Bil ki asıl söz kalpte olandır, dil ise kalbe kılavuz kılınmıştır" [534] manasındaki beytini delil getirir. Beyit, Eş'ari ve Maturidi mezheblerine ait kelam kitaplarında yer almıştır.[535]
Cüveyni Allah'ın kelamının, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin bir delili olduğuna delalet ettiği fikrinde de durmaktadır. [536]
Görüldüğü gibi Cüveyni, gerek nefsi ve gerekse ma'nevi sıfatları sıralarken ayetlerde geçen vech, yed, ayn, gelmek, istiva etmek, rahmet gibi hususları Allah'ın sıfatlarından saymamaktadır. Halbuki daha önce Eş'ari Ekolü'nün, Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayetlerde geçen bu hususların Allah'ın birer sıfatı olarak kabul ettiklerini ve bunların bizce keyfiyeti bilinmesine imkan olmadığını söylediklerini ve hemen hemen te'vilinden kaçındıklarını görmüştük. Bu tutum ve davranış Cüveynr den itibaren tamamıyla değişmiştir. Cüveyni bu ayetlerin hepsini te'vil etmekle kalmayıp selefi de eleştirir. Şöyle der:
"Bazı arkadaşlar yed, vech ve ayn'ın Allah'ın sabit birer sıfatı olduğunu ve bunun da ancak nakille bilineceğini kabul etmişlerdir. Bize göre doğru olan yed'in kudret, ayn'ın görmek, ve vech'in de vücud manasına olmasıdır." [537]
Cüveyni, eş-Şamil fi Usuli'd-Din isimli eserinde ise şöyle der:
"Üstadımız Ebu'l- Hasan el-Eş'ari, istivanın" Allah'ın fiillerinden bir fiil olduğunu zikretti ve bunu şöyle diyerek tavzih etti:
"Allah'ın vasıflandığı ve zati sıfatlara sarfının imkansız olduğu şeyi fiili sıfatlara sarfetmek gerekir." Her ne kadar üstadımız bunu böyle söylemişse bile, bu, kabule şayan bir görüş değildir. Çünkü bu durumda istivanın ism-i faili olan müstevi kelimesinin Allah'tan başkası hakkında kullanılmaması gerekir. Bu ise lügat kitaplarında belirtilen hususlara aykırıdır."[538]
Bu ifadeler Cüveyni'nin yed, vech, ayn, istiva gibi müteşabih olan hususların Allah'ın sıfatları olarak kabul edilmediğini açıkça göstermektedir. Bu durumda şöyle bir soru akla gelebilir:
Cüveyni'nin bunları sıfat olarak kabul etmemesinin sebepleri ne olabilir? Onun bunları sıfat olarak kabul etmemesi, İsmail hakkı İzmirli'nin söylediği ve naklettiği gibi:
1- Bu hususların kati olarak sıfat olduklarını bildiren bir nassın ve icmanın olmayışı,
2- Kafi akıl ve kat'i nakil bulunmaksızın sıfatlar hakkında herhangi bir şey söylemenin imkansız oluşu,
3- Cüveyni'nin ilim, irade gibi sıfatlarla ilgili nassları kati bulup, rahmet, gadab, yed gibi hususları ilgilendiren nassları ise kat'î bulmayışı,
4- Belki de en önemlisi, Cüveyni'nin haberi sıfatlarla ilgili delilleri kat'î bulmayıp, delil batıl olunca medlul de batıl olur, esasına dayanan in'ikası edille gereğince bunları sıfat olarak kabul etmemiş olabilir. [539]
Şurasını hemen ifade edelim ki, in'ikası edilleyi Cüveyni'den sonra gelen Eş'ari kelamcıları başta Gazzali olmak üzere reddederler. Fakat buna rağmen haberi sıfatları kabul etmeyip Cüveyni ile bu konuda hem fikir olurlar. [540]
Cüveyni'nin bu hususları Allah'ın sıfatlarından kabul etmediği açıkça ortadadır. Dolayısıyla onun bu ayetleri te'vil etmesi de doğal olarak ortaya çıkacaktır. İleride açıklayacağımız gibi, onun yaptığı bu te'viller aslında ilk defa yapılmış değildir. Bu ayetleri kelam ekolleri içerisinde Mu'tezile te'vil etmektedir. Nitekim bunu Mu'tezile'nin görüşlerini kaydederken belirtmiştik. [541] Cueveyni'nin yaptığı te'viller farklılık arzetmezler. Bu nokta da onun ayrı bir özelliği, orijinalliği yoktur. O'nu bu konuda orijinalleştiren husus, Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında ilk defa sistemli bir şekilde bu ayetleri te'vil edip, yukarıda da kaydettiğimiz gibi bunları sıfatlardan saymamasıdır. Nitekim onun hacimli eseri eş-Şarm’de bir bölümü müteşabih kabul edilen ayet ve hadislerin açıklamasına ayırdığını [542] ve bu bölüme "Kitap ve Sünnetin Zavahirinden Bazı Cümlelerin Te'vili” başlığını koyması oldukça dikkat çekicidir. [543] Burada meseleyi biraz daha açıp şöyle bir soru sormak istiyoruz:
Acaba Cüveyni'yi bu tip ayetleri te'vile sürükleyen sebepler neler olabilir? Tespit edebildiğimiz kadarıyla bunlar:
1- İ'tikadi konularda mahzurlu sonuçlardan korkarak te'vilden kaçınmak karışıklığa ve şüpheye götürür. Bu ise avamı günah işlemeye sevkeder, i'tikadi konularda şüphelere yol açar.
2- Tev’il'den kaçınıldığı zaman Kur'an'a bazı art niyetliler tarafından hücum edilebilir ve direkt olarak Kur'an hedef alınabilir.
3- Al-i İmran suresinin yedinci ayetinde ifade edilen "...ve diğerleri müteşabihtir." [544] ifadesi kıyametin vaktinin yakınlığı, sona ermesi, yeri ve neticesi hakkında soru sormaları üzerine nazil olmuş ve ayetinde geçen te'vil kelimesi de tevil bölümünde de belirttiğimiz gibi "bunların sonuçlarını ancak Allah bilir" manasınadır. Nitekim buna şu ayet de delalet eder. "Kitabın verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar?" [545]
Cüveyni ayette geçen te'vil kelimesinin sonuç manasında olduğunu ve hatta kıyametin yeri, zamanı ve sonucu kastedildiğini, aksine olarak ayetlerin te’villerinin bilinip bilinmemesiyle ilgisinin bulunmadığını beyan ederek ayetlerin te'villerinin bilineceği kanaatindedir. [546]
4- Yaşadığı devirde bazı fırkaların özellikle Kerramiyye ve Haşeviyyenin ayetleri istedikleri şekilde te'vil etmeleri [547] ve böylece Allah'ın tahayyüz ve yükseklikle vasıflanacağını ileri sürmeleri sebebiyle te'vil etmiş olabilir.
Şurasını kaydedelim ki, Cüveyni Allah'ın zat ve sıfatları ile ilgili müteşabih ayetleri te'vilde ısrarlıdır. Mesela onun: "Babam kendisi için hiç de doğru olmayan bir yola davet etti. Yani ayeti [548] zahir manasına almamızı istedi" [549] sözü ile "Bazı arkadaşlar bu ayetlerin zahirleri ile bu sıfatları ispat etme yoluna sülük ederlerse, onların, bu ayetlerin zahirlerine tutunarak istivayı, mecii, nüzulü ve cenbi sıfat yaptığını söylemiş olur. Eğer ittifak edilen hususlarda te'vil caiz ise, bizim zikrettiğimiz hususlarda da te'vil yapılır. Biz ayetlerin zahirleri hakkında kelam etmekten vazgeçtik. Şayet mecbur kalırsak bu durumda Kur'an ve Sünnet'in bazı cümlelerini açıklarız."[550]
Cüveyni ayetleri te'vil ederken takip ettiği metodu ise şöyle açıklar:
"Metodumuz Allah'ın kitabında bulunan nassların zahirleriyle işe başlamak ve bu konuda te'villerin şekillerini kaydetmek, bunu yaptıktan sonra, güvenilir ravilere göre sahih senetle gelen hadislerden bir kısmını açıklamaktır. Bundan sonra ise, bu konuda Haşeviyye'nin tutunduğu ayet ve hadislere bakarak te'vil yollarının onların zannettikleri gibi dar olmadığını ortaya koymaktır."[551]
Gerçekten de Cüveyni, ileride görüleceği gibi, ayetler hakkında yapılan yorumlan öncelikle sunar. Sonra tercih ettiği görüşü, şayet varsa, zikreder, tercih ettiği görüş yoksa kendi görüşünü bilahare açıklar. [552]
1- "Ancak yüce ve cömert olan Rabbinin vechi bakidir." [553]
Cüveyni bu ayeti şöyle açıklar:
"Ayette geçen vech kelimesini Allah'ın bir sıfatı olarak kabul etmeye gerek yoktur. Çünkü mahrukat yok olduktan sonra vechin Allah'a ait bir sıfat olarak baki kalması bir hususilik arzetmez. Bilakis Allah vacib sıfatlarıyla bakidir. En uygun olan vechin varlık manasında olmasıdır." [554]
Görüldüğü gibi Cüveyni ayette geçen vech kelimesini varlık (vücud) manasına kabul etmektedir.
2- "İki yedimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir" [555] ayetinde geçen yed kelimesinin kudret manasına olduğunu [556] söyler. Cüveyni aynı zamanda yed'in Allah'ın sıfatlarından olmadığını kabul eder. [557] Cüveyni, aklın, mahrukatın kudretle yaratıldığına hükmettiğini, Hz. Ademin kudretsiz yaratılamayacağını kaydettikten sonra şöyle der:
"Söylediklerimizi açıklığa kavuşturan hususlardan birisi şudur:
Adem ellerle yaratılma özelliğine sahip olduğundan dolayı secde edilmeye hak kazanmamıştır. Bu hususta ittifak vardır. Akıl da bunu gerekli görür. Şüphesiz ki secde etmek, Allah'ın emrini yerine getirmek içindir. O halde her muhakkikin, ayetin zahiri manası secde etmeyi gerektirse bile, ayetin taşıdığı manaya göre Adem hususilik kazandığı için, onun ellerle yaratılması sebebiyle secde edilmemesi gerektiğini kesin olarak söylemesi gerekir. Bu duruma göre ayetin zahiri manası terk edilmiştir. Zaten akıl da Adem'in kudretle yaratıldığına hükmeder." [558]
3- "Gemi aynımız altında yüzüyordu" [559]
"Aynımız altında yetişesin diye" [560] ayetleri ile ilgili olarak Cüveyni:
"İçerisinde aynın zikredildiği ayetlerin zahiri manaları ittifakla giderilmiştir" [561] der.
İslam toplumuna mensup hiçbir kimsenin Allah'a göz isnad edemeyeceğini, yukarıda metin ve manasını verdiğimiz ayetler hakkında tevilcilerin çeşitli görüşleri olduğunu, bunlardan bazılarının birinci ayetteki maksadın geminin akıp gitmesi ve dağlar gibi dalgaların kırılması şeklinde; bazılarının da "bizden bir göz ile" manasına kabul ettiklerini, bunun olabilmesi için de mutlaka Allah'ın bir şeyi koruduğu zaman olacağını kaydeden Cüveyni ayetin gerçek manasını ise:
"Meleklerle kuşatılmış ve muhafaza edilmiş olarak gözetimimiz altında bir mekanda yürütüyoruz" şeklinde olabileceğini söyler. Bunu şöyle açıklar:
"Falan kişi hükümdarın gözleri altında, ona yakındır, denildiğinde, bunun manası, o kişinin hükümdarın himayesi altında bulunması ve onun yardımıyla kuşatılmış olması demektir. Ayetteki mana da budur." [562] Cüveyni aynı ayetteki gözlerin çoğul (cemi) gelmesinin tazim ifade ettiğini ve bunun misallerinin pek çok olduğunu kaydederek "Biz taksim ettik” [563]
"Gökten suyu biz indirdik" [564] ayetlerini zikrederek, bu ayetlerde ifade edilen mananın çoğul olmayıp tekil olduğunu söyler. [565]
Cüveyni" ayeti hakkında da şunu söyler:
"Musa yeryüzünde terbiye edildi ve sonra peygamber oldu. Böylece Allah'ın yardımıyla hususilik kazandı." [566]
Cüveyni'ye göre [567] ayetindeki gözlerin Allah'ın mülkü olarak yerden fışkıran gözeler olması da muhtemeldir. [568]
4- "Rahman arşa istiva etti." ayeti Cüveyni'nin en çok üzerinde durduğu ayetlerden birisidir. Bu ayeti açıklarken Cüveyni, önce ayet hakkında yapılan yorumları kaydeder. Bazılarının ayetin te'vilini uygun görmediklerini ve dolayısıyla ayeti tenziline icra etmek gerektiğini benimsediklerini, bunu yaparken yön, kemiyet ve keyfiyet gibi hususları nefyetmeyi de ihmal etmediklerini; bazıları ayette geçen istiva kelimesinin kastetmek, istemek manalarına gelebileceğini ileri sürdüklerini; kendi ifadesiyle bazı cahil kimselerin ise ayette geçen "ala" kelimesinin "uluv" mastarından türetildiğini ve dolayısıyla istivanın sılasıyla beraber yükseklik ifade edeceğini kaydederek bunların görüşlerini ele alır ve geniş bir şekilde tahlile tabi tutar. [569] Ona göre birinci grubu teşkil edenler, şayet bir yola girer, Allah'ın sonradan yaratılmışlara benzemekten münezzeh olduğuna inanır ve Allah'ın arşa istiva ettiğine kalpten bağlanarak ayetin te'vilinden vazgeçerlerse, bunlara bir itiraz söz konusu değildir. Nitekim bu manada ayetin te'vilinden el çeken Malik b. Enes olup verdiği cevap çok ilginçtir. "İstiva makuldür, keyfiyeti gayri makuldür, ona iman vaciptir onun hakkında soru sormak ise bid'attir." İkinci görüşü benimseyenlerin yani istivanın yönelmek ve istemek manasında olduğunu kabul edenlerin görüşlerinin de hatalı olmadığını söyler. Sonra Süfyan es-Sevri (161/777)'nin ayeti bu manada yorumladığını "... sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi" [570] ayetinin de aynı manada olduğunu söylediğini kaydeder. Ayette geçen "ala" kelimesinin "uluv" mastarından türetildiğini söyleyerek istivanın sılasıyla beraber yükseklik manasına geleceğini iddia edenlerin bu fikirlerinin doğru olmadığını kaydeden Cüveyni "Hiç kimse ayeti bu şekilde anlamamış ve yorumlamamıştır." der.[571]
Cüveyni'ye göre ise ayetin zahirine bakılarak hüküm verilmesi doğru değildir. Bu ayetin yorumunu sağlayacak diğer ayetlerin göz önüne alınması gerekir. "Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir." [572]
"Herkesin yaptığını gözeten" [573] ayetlerinde Allah'ın bizimle olduğunu, bizi kavradığını ve bildiğini anlamamız mümkün ise (ki mümkündür) aynı şekilde istivanın da üstünlük ve galip gelmek anlamlarına gelmesi pekala mümkündür. [574] Nitekim şair şiirinde istivanın bu manada olduğunu şöyle bildirir:
Bişr Irak'a hakim oldu,
Kılıç kullanmadan, kan akıtmadan.[575]
Cüveyni, muhtemelen, herhangi bir şahsın, "istivanın arşla tahsis edilmesinin sebebi nedir, şeklindeki bir soruyu şöyle cevaplandırır:
"Allah kullarından dilediğini şereflendirmek ve yüceltmek için bizzat onu zikrederek hususilik kazandırır. Bu, O'nun, bazı peygamberleri zikrederek hususilik kazandırması gibidir. Aynı şekilde "Ruh (Cebrail) ve meleklerin saf saf durdukları gün" [576] ayetinde Cebrail'i zikrederek, ona diğer meleklerden daha çok hususilik kazandırmıştır. Şöyle de diyebiliriz:
"İnsanların zihninde arş, mahlukatın en büyüğü olduğundan Allah arşı zikrederek hususilik kazandırmış, böylece ondan daha aşağıdaki varlıklarla mukayese ederek dikkatleri arşa çekmiştir. Nitekim öf [577] kelimesini zikrederek, daha ağır azarlama ifade eden hususlara dikkat çekmesi de böyledir. [578]
5- "Gökte olandan emin misiniz?” [579]
Cüveyni bu ayete Allah'ın hükmü, emri ve saltanatı manalarının verilebileceğini söyler. Ayrıca istiva ayeti hakkında yapılan açıklamaların bu ayette de geçerli olacağını kaydeder. Yine aynı şekilde Allah kendi mülkünü ve azabı isteyene istediğini vermesi de kastedilebilir. [580]
6- "Kişinin: Allah'a karşı aşırı gitmemden ötürü bana yazıklar olsun" [581] ayetini Cüveyni iki şekilde ele alır:
Önce ayette geçen "tefrit" kelimesini sonra da "cenb" kelimesini ele alır ve inceler. Ayetteki "tefrit" kelimesini şöyle açıklar:
"Tefrit, Allah'ın emirlerine muhalefet, nehiylerine muvafakat edip O'nun emirlerine uymaktan el çekmek kastedilir." [582]
Cüveyni bu ayette geçen "cenb" kelimesinde oldukça değişik bir metot takip eder. Önce bu kelimenin bir nevi semantik yapısı üzerinde durarak kelimenin bir ayette belirtildiği gibi "Uzak komşu” [583] yani sebep ve neseb yönüyle uzak fakat ev itibariyle yakın komşuya el-Cari'l-Cünüb dendiğini, nispeten büyük bir bölgeye canib denildiğini ve bu ayetteki gerçek mananın da "Allah'ın emirlerinden uzaklaşmak olduğunu, bir kimse bir şeyden uzaklaştırılmak istendiği zaman "Falan falanı bir şeyden uzaklaştırdı." manasında olduğunu kaydeder. Nitekim Hz. İbrahim'den haber veren "Beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut" [584] ayetindeki cenb kelimesinin de aynı manaya geldiğini kaydeder. [585]
Cüveyni cenb ile yan, cihet veya taraf kastedilmediğini belirterek şöyle der:
"Bu ayetin manasını yalnız cahiller karıştırır. Çünkü kelamın nazmında cenbi organlar manasına hamletmeye hiçbir şekilde yol yoktur."[586],
"Doğru olanın, cenb kelimesiyle Allah'ın emirleri, kullarına gösterdiği yolu farz kıldığı hususları kastetmesidir."[587]
7- "Temiz sözler O'na çıkar" [588],
"Melekler ve Ruh O'na yükselir” [589] ayetleri de Cüveyni'nin te'vil ettiği ayetler arasındadır.
Cüveyni, ikinci ayete bakarak Haşeviyyenin Allah'a yön isnat ettikleri belirterek, durumun onların takdir ettikleri gibi olmadığını, "Kim evinden Allah ve Rasulün'e hicret ederek çıkarsa..." [590]
Ayetinde kastedilen mananın zatların birbirine yaklaşması olmadığını, Allah'a hicretten maksadın, bütün kötü işleri terk edip, O'na yönelmek, itaat etmek ve böylece bu yolla O'na yaklaşılabileceği gibi yukarıdaki ayetin aynı manaya hamledilebileceğini kaydeder.[591]
Cüveyni, sözler kelimesinde değişme, intikal, semaya yükselme gibi mefhumların olamayacağı hususunda Haşeviyye ile ittifak ettiklerini ve dolayısıyla ayeti tevil ettiklerini belirterek şöyle der:
"Şu halde temiz sözlerin yükselmesiyle kastedilen, rıza makamında Allah'tan vukuudur." [592]
8- "Melekler sıra sıra olduğu halde Rabbin geldi." [593]
"Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın gelmesini bekliyorlar, değil mi?" [594] ayetleri hakkında ise Cüveyni şöyle der; "Gelmekten kasıt intikal ve zeval değildir. Allah bunlardan münezzehtir. Bilakis gelmekten kastedilen Allah'ın gelmesi değil, O'nun emrinin, hükmünün ve adaletinin gelmesidir." [595]
Cüveyni bu görüşünü şöyle izah eder:
"Bir kişi, sultan geldi ve onun dışındakiler gölgede kaldı, dese, bununla bizzat sultanın gelmesi kastedilmez. Buradaki maksat onun emrinin ulaşmasıdır.. Bunu şu ayet açıklar:
"Allah onların binalarına temellerinden geldi."[596]
Haşeviyye ile biz, bu ayette, maksadın bizzat Allah'ın gelmesi olmayıp Allah'ın emrinin onların binalarına temellerinden gelmesi olduğu hususunda müttefikiz."[597]
9- "Allah göklerin ve yerin nurudur." [598]
Cüveyni'ye göre Haşeviyyenin en çok üzerinde durduğu ayetlerden birisi bu ayettir. Bu ayetin zahiriyle delil getirip, Allah'ın yerin ve göğün nuru olduğunu söyleyenlere Cüveyni şöyle cevap verir:
"Bütün ehl-i kıblenin inancına muhalefet ediyorsunuz. İslam toplumuna mensup olan hiçbir şahıs, göklerin ve yerin nurunun, onların ziyasının ve aydınlığının mabutları olduğu görüşüne sahip olmamıştır." [599]
Cüveyni, ayetin tevilinde müfessirlerin iki görüş beyan ettiklerini; bunların da:
1. Allah, gökleri ve yeri nurlandıran ve onların ışıklarını yaratandır,
2. Allah, göklerde ve yerde bulunanları hidayete erdirendir, şeklinde olduğunu beyan ettikten sonra şöyle der: "Ayetin sibakı da buna delalet eder. Çünkü ayetin devamındaki "Allah dilediğini nuruna kavuşturur" [600] ibaresi bunu gösterir. Burada görüldüğü gibi nur hidayetle beraber zikredilmiştir. Nitekim "Biz onu kendisiyle hidayete götüren bir nur kıldık." [601] Ayetinde de kastedilen budur." [602]
Cüveyni, bu ayetin sonunda Allah'ın "Allah insanlara misaller verir" [603] buyurduğunu hatırlatarak, bu ayetin de buna yani misaller grubuna dahil edilebileceğini kaydeder. [604]
O'na göre, tevilciler yukarıda takdim edilen iki şekil üzerinde ittifak etmişlerdir. Kim bu iki şeklin dışında üçüncü bir yola tabi olursa tevilcilerin ve aynı zamanda tefsircilerin ittifakından çıkmış olur. [605]
Görüldüğü gibi Cüveyni bu ayetin tevilini yaparken daha ziyade, gökler ve yer kelimelerinin başına "ehl" kelimesini takdir etmektedir. Bunu yaparken Cüveyni, şu ayetleri de misal verir. [606] "yani " [607] yani " ve şöyle der: "Eğer gökler ve yer kelimelerinin başına "ehl" kelimesinin takdir edilmesi uzak görülürse, bu durumda uzaklaşılmaması gereken bir yerden uzaklaşılmış olur. Zira kelam muzafa delalet ettiği zaman yalnız muzafun ileyhle iktifa edilir. [608]
10- "O gün işin dehşetinden bacaklar açılır." [609] Ayeti de el- Cüveyni'nin tevil ettiği ayetler arasındadır. O'na göre bu ayet, kıyamet gününün dehşet verici olduğunu, onun zorluğunu, isyankarların inkarlarından dolayı kapılacakları dehşetten haber verir. Nitekim harp kızıştığı düşmanlar birbirlerine kin ve nefretle baktıkları bir zamanda Araplar şöyle derler:
"Harp kızıştı, şiddetlendi, zorlaştı." O halde akıl sahibi hiçbir insan sak kelimesini organa hamletmez.[610]
Cüveyni gerek es-Şamil ve gerekse el-İrşad isimli eserlerinde, Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih kabul edilen ayet ve hadislerin mutlaka te'villerinin yapılması gerektiği kanaatindedir ve bu kanaatini çeşitli şekillerde izah etmektedir. [611]
Fakat Cüveyni, el-Akidetü'n- Nizamiye [612] isimli eserinde ise, daha önceki eserlerinde mütemadiyen savunduğu te'vil fikrinden vazgeçip agnostik bir tutum içerisine girerek Selefin tuttuğu yolu benimser. [613] Hatta "ninemin dini olmak üzere" düsturunu benimsediği kaydedilir. [614]
Cüveyni: "Kur'an ve Sünnet'te varid olan ayet ve hadislerin zahiri manalarında alimler çeşitli yollara sülük ettiler. Bunların manalarını anlamak ve dilcilerin kullandıkları şekilde gereği gibi kullanmak Ehl-i Hakka göre imkansızdır. Bazı alimlerce bu ayetler tevil edilir. Hatta bu gereklidir. Selef alimlerine göre ise bu ayetlerin tevilinden el çekmek ve zahir manalarını Allah'a havale etmek en uygun yoldur. Biz bu görüşü tercih ediyoruz. Bununla da Allah'a akden boyun eğdik ve Selefe tabi olduk. Nitekim en uygun olan da selefe tabi olmak ve bid'atları terketmekdir"' [615] diyerek tevil fikrinden vazgeçtiğini beyan etmektedir.
Cüveyni te'vil fikrinden vazgeçtiğini şu sebeplere bağlamaktadır:
1. Ashabın ayetlerin zahiri manalarının peşine düşmeyerek onları olduğu gibi kabul etmesi,
2. İster vacip ister caiz olsun, şayet bu ayetlerin te'vil edilmesi gerekseydi, Askb, bu ayetlerin te'viline göstereceği ihtimam dinin fer'i meselelerine göstereceği ihtimamdan daha fazla olurdu.
3. Sahabe ve Tabiun devri te'vilden vazgeçmek üzere kapandı. Bu ise Hakk'a tabi olmakla gerçekleşti.
4. Dinine bağlı bir insana, Allah'ı sonradan yaratılmışların vasıflarından münezzeh olduğunu, müşkil ayetlerin te'vilini ve manasını, Allah'a havale etmesi gerekir.
5. Kıraat imamlarına göre Al-i İmran suresinin yedinci ayetinde vakf Allah kelimesi üzerindedir. Bundan sonra gelen ibtida cümlesidir.
6. Malik b. Enes'e istiva sorulduğunuda: "İstiva malumdur.
Keyfiyet el meçhuldür. Onun hakkında soru sormak bid'attir" şeklindeki cevabı güzedir.
7. Müteşabih olan ayet ve hadisler zahirlerine göre muamele edilmelidirler. [616]
Görüldüğü gibi Cüveyni, daha önceki ifadelerine göre taban tabana zıt görüşler serdetmektedir. Biz daha önce Cüveyni'nin müteşabih kabul edilen ayetlerde belirtilen hususların Allah'ın sıfatları olamayacağını ve bunların mutlaka te'vil edilmeleri gerektiği fikrini benimsediğini kaydetmiştik. Kevseri'nin neşrettiği el-Akidetü'n-Nizamiyye'nin Cüveyni'nin son eseri olması elbetteki önemlidir. Fakat direkt olarak onun kaleminden çıkmamış olması doğrusu bazı kuşkular uyandırmaktadır. Buna rağmen Cüveyni'nin bu konuda Eş'ari ekolünde, hatta müteahhirin ehli sünnet kelamında yeni bir çığır açtığı muhakkkaktir. Nitekim onun gözde talebesi, olan Gazali ve dolaylı yoldan talebesi sayılan Fahruddin er-Razi bu hususlar üzerinde dururlar ve bunları te'vil ederler. [617]
Hatta Cüveyni'de gördüğümüz te'villerin aynısını Gazali'nin el-İktisad fi'I-İ'tikad isimli eserinde bulmak mümkündür. Nitekim Gazali'nin:
"Yüce Allah'ın Arş üzerinde kurulmuş olmakla vasıflandırılmaktan münezzeh olduğunu iddia ediyoruz" [618] şeklindeki beyanı Allah'ın istiva ile vasıfları anlayacağını belirtmektedir ki, Cüveyni de aynı şeyi söylemektedir. [619] Şu kadar var ki, Gazali'yi hocası Cüveyni'den şu özellik ayırır. Gazali bu tip ayet ve hadisleri anlamada insanları iki grubta mütala eder:
Avam ve havas. İnsanların avam tabakasını bu işe hiç karıştırmayıp hudusa delalet eden herşeyden onların inançlarını korumak, şayet ayet ve hadislerin manalarını sorarlarsa bunlardan şiddetle menedilip:
"Bu sizin anlayabileceğiniz bir mesele değildir. Sizler bu gibi konulardan uzak durun ve her ilmin bir mütehassısı olduğnu bilin" dememiz gerekir. Hatta istiva ile ilgili sorulan soruya verilen cevaba benzer bir cevap da verebilir. Alimlerin ise bunu bilmeleri ve araştırmaları gerekir. [620]
Bu konuda Fahrettin er-Razi müstakil bir eser kaleme almıştır. Gerçi onun bu konuyla ilgili görüşleri gerek tefsirinde ve gerekse kelamla ilgili eserlerinde yer almaktadır. Konuyla ilgili eseri Kitabu Esasi't-Takdis olup oldukça dikkat çekicidir. Razi bu eserini dört bölümden oluşturmuş ve 112 sahifeden oluşan ikinci bölüme "Ayet ve Hadislerin Müteşabihlerinin Te'vili" başlığını koyarak gerek Cüveyni ve gerekse Gazali'nin te'vil ettiği ayetleri de ihtiva eden bir bölüm meydana getirmiştir. [621] Aslında eserin dört bölümü de aynı konuyu ilgilendirdiği söylenebilir.
Cüveyni'nin aynı konuda Matüridi Mezhebi'ne mensup alimlere te'sir ettiği de söylenebilir. Zira bu mezhebin imamları daha önce te'vil etmekten kaçınılan ayetleri, Cüveyni'den itibaren te'vil etmeye başlamışlardır. Mesela Sabuni (580/1184) el-Bidaye fi Usuli'd-Din isimli eserinde ayetlerde belirtilen hususları te'vil etmektedir. [622]
Allah'ın zat ev sıfatlarıyla ilgili müteşabih ayetlerin anlaşılmasında ilk devirlerden itibaren ilmi tartışmalar yapılmış ve bu tartışmalar İslam düşünce sisteminin gelişmesinde etkili olmuştur. Bu konudaki tartışmaların insani kesin sonuçlara vardıracağı kanaatinde değiliz. Çünkü ayetlerde belirtilen hususlar Allah'ın zat ve sıfatlarını doğrudan ilgilendirmektedir. Kişinin Allah'ı tam manasıyla idrak etmsi ise imkansızdır. Zira O tasvvurların ötesindedir. Bu münasebtle bu tür ayetlerin zahirlerine göre manalandırılması ve bunların Allah'a izafe edilmesi bir takım problemler doğuracağı, şayet bu ayetler te'vil edilirse, yine neticede, problemlerle karşılaşılacağı söz konusudur. Çünkü te'vil zanni bir iştir. Böyle bir konuda zan ile hareket edip "Allah ve Rasulü'nün muradı budur" deyip kestirip atarak, kesin hüküm vermek isabetli bir hareket olmasa gerek. Başlangıçtan beri böyle hassas bir konuda "bu ayeteler te'vil edilir" veya "bu ayetler te'vil edilmez" şeklinde kesin hükümler verildiği için ayrılıklara sebebiyet verilmiş ve dolayısıyla itikadı mezheplerin çıkışma dolaylı yoldan tesir etmiştir. Zira görüşlerini tebit etmeye çalıştığınız mezhepler bu konuda oldukça farklı kanaatlara sahiptirler. Bazı mezhepler arasında görüş birliği olduğu görülürse de bunlarda zaman zaman nüanslarla birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bütün bunlara rağmen farklı kanaatlara sahip olan mezhepler, zamanla birbirlerinden etkilenmişler, bazı farlılıklar arzetse bile, bir görüş, bir mezhepten diğerine geçmiştir. Ve bu görüş bir yenilik olarak kabul görmüştür. Nitekim Allah'ın zat ve sıfatlarıyla ilgili müteşabih ayetlerin te'vili ve bu aytelerde belirtilen hususların Allah'ın sıfatlarından sayılmaması fikri Mutezile'nin başlangıçtan beri kabul ettiği bir fikirdir. Bu görüşler Cüveyni ile Eş'ari Ekolüne ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet kelamına girerek bir yenilik arzetmiştir. Bu durumda Cüveyni'nin Mu'tezile'nin etkisinde kaldığı açıkça görülür. O, Mutezile'nin daima ön planda tuttuğu aklı kulanma metodunu benimsemiş ve buna göre hareket etmiştir. Bu tutum ve davranışını onun es-Şamü, el-İrşad gibi eserlerinde görmek mümkündür. Müteşabih ayetlerin mutlaka te'vil edilmeleri gerektiği fikrinde ısrarlı olan Cüveyni, el-Akidetü'n-Nizamiyye isimli eserinde ise bu fikirlerinden tamamıyla vazgeçmiş ve daha önceki düşüncelerine tamamen zıt görüşler ileri sürmüştür. Ama şurasını belirtelim ki, Cüveyni, her ne kadar bu fikirlerinden vazgeçtiğini beyan etse bile bu tür ayetlerin te'vil edilmeleri gereketiği fikri onunla hem Eş'ari ve hem de Matüridi Ekollerine girmiştir. Çünkü ondan sonra gelen alimlerde bunun izleri devam etmektedir. Şu halde Allah'ın zat ve sıfatlarını ilgilendiren ve mana bakımından müteşabih kabul edilen ayetlerin kesin olarak te'vil edildiğini, fakat kasdedilen mananın bu olduğunu söylememekle beraber, bu tür ayetleri bir bütün olarak ele almak gerektiği kanaatindayiz. Belki bu gün önemini yitirmiş gibi görünse bile bu konu, müteşabih kavramının bir bölümünü oluşturmaktadır. [623]
Kur'an'ın yorumunda sahabe döneminin sonlarından itibaren farklı anlayışlar ve yönelişler hemen her dönemde görülmektedir. Bu yönelişlerin içinde art niyetliler de bulunabilir. Bu durum hariç herkesin Kur'an'ı doğru anlamak ve yorumlamak için elinden gelen bütün gayretleri sarfettikleri de bir gerçektir.
Öncelikle yorumdan kaynaklanan problemlerin nedenleri üzerinde durmak gerekmektedir. Bu nedenler kişilere göre elbette farklılık arzetse de, bazıları vardır ki, bunlar hemen hemen herkesin hemfikir olacağı ve kabul edeceği nedenlerdir. Zira bazı nedenler aslında bir problemden ziyade bir çeşitlilik, zenginlik olarak da değerlendirilebilir. Örneğin akımların tefsir anlayışları kimilerine göre bir zenginlik ve kimilerine göre de ilk dönemlerde bir zenginlik kaynağı olmakla beraber, bilahare bir problemin kaynağını teşkil etmiş olarak da kabul edilebilir.
Bunun yanında özellikle son zamanlarda yapılan bazı tartışmaların varlığı da dikkat çekmektedir. Tartışmanın odak noktasını Kur'an'ın uygulanıp uygulanamayacağı meselesi oluşturmaktadır. Bu konu günümüzün en çok tartışılan konuları arasında yer almaktadır. Şimdi bu konu etrafındaki tartışmalara kısaca değinmek istiyorum.
Bu mesele etrafında klasik anlamda üç temel görüş vardır ve bu görüşleri ele alan iki önemli makale kaleme alınmıştır. Makalelerden biri "İslam'ın Aktüel Değeri Üzerine" dir ve konu şöyle özetlenir:
''Allah nazarında İslam'dan başka din olmadığını, İslam'dan başka din arayanın kabul görmeyeceğini bildiren ayetlerin ışığında değerlendirme yapan pek çok alim, zaruri olarak her iki kaynağın, hiçbir değişikliğe uğratılmadan, bütün zamanlar ve mekanlar için geçerli ve yeterli olacağı kanaatına vardılar ve usul kitaplarına bu şekilde yazdılar. Fakat nesiller ve bölgeler değiştikçe nasslardaki ameli ve hukuki ahkamı yaşadıkları devrin değişen şartları karşısında artık kabil-i tatbik görmeyenlerin çıkması mukadderdi. Böyle bir durumda başlıca üç istikamette fikri cereyan vücut bulacaktı:
Ya zamanın getirdiği zaruretler dikkate alınmayarak mezkur nasların mutlak değişmezliği üzerinde ısrar edilecek;
Yahut, dünyevi vasıfta nasların "din olmadığı görüşünden hareketle laik düşünceye gidilecek,
Son olarak da, dünyevi naslarda değişebilmenin İslam'a uygunluğu kabul edilerek İslam hukukuna devamlılık kazandırılacak, İslam'ın dünya-ahiret birliği korunacak dinin içtimai geçerliliği yitirilmemiş olacaktı" [624]
Bu ayrım bir başka araştırmacı tarafından şöyle sıralanır:
"Genel olarak İslam'ın, özele indirgersek Kur'an'ın aktüalize edilmesinin problemleri diye özetlenebilecek bu konuda, günümüzde gelişen temayüller şöyle sıralanabilir:
İfrat görüş sahipleri
a) Kur'an'da, inanç esasları dışında hiçbir evrensel kabul etmeyip ahkamın değişebileceğine inanırlar. Bu görüşü savunanlardan biri olan Celal Nuri İleri şöyle der:
"Dünyada her kaide-i hükmiyye değişir. Bunun bir istisnası vardır. O da zamanın tağayyürü ile ahkamın tağayyürü inkar olunamazı hükmüdür".
b) Bu alanda en ileri giden biri olarak gördüğümüz Mısırlı çağdaş alim Hasan Hanefi ise, bu değişme gereğini Kur'an'ın inanç esaslarına da teşmil eder.
c) Laik yönetimleri benimsedikleri ve İslam adına endişeleri olmadığı halde, resmi ideolojileri ve statükoları İslam adına meşrulaştırmaya çalışanlar.
Tefrit görüş sahipleri
Klasik taklidi temayülleri aynen sürdürenler:
Bunlara göre; İslam'ın ilk döneminin (Asr-ı Saadet'in) bütün uygulama ve değer ölçüleri evrensel niteliğinde olup yerel veya tarihsel olanı yoktur. Hz. Ömer'in tasarrufları da bize, nasslar üzerinde içtihad etme konusunda delil olamazlar. "Mevrid-i nassda içtihada mesağ yoktur" kuralı en kapsamlı bir şekilde geçerlidir. Bidatlardan sakınmak, Sünnet'e sarılmak şiar edinilmelidir.
Mutediller
Bunlar, Kur'an'ın, adete ve örfe bina edilen ahkam ve muamelata dair bütün hükümlerin, özellikle zaman ve coğrafya farkları söz konusu ise, değişebileceğini, çünkü bu konulardaki Kur'an ayetlerinin bir kısmının tarihsel veya yerel özellikte olduklarını kabul etmişlerdir. Bunlar da "zamanın tağayyürü ile ahkam tağayyür eder" prensibini kabul ederler, ancak bu kuralın illeti, değişmiş olan ahkam için söz konusu olacağı görüşündedirler. Aralarında bazı düşünce farklılıklarına rağmen, eski alimlerden et-Tufi, çağdaşlardan Mehmed Akif Ersoy, Hüseyin Kazım Kadri ve Fazlur Rahman bu gruba örnek verilebilir. [625]
Aslında iyi niyetle diyelim ki, hemen herkes Kur'an-ı anlamak ve tatbik etmek noktasında bir çabanın içindedir. Ancak bu çabada gerçekten uç noktalarda dolaşan insanlar bulunmaktadır. Şu kadarını söyleyelim ki, Kur'an'ın yöresel özellik taşıdığı fikri üzerinde ısrar edilmesinden kasıt şayet ilk muhatapları kastediliyor, Kur'an'ın Arapça olduğu fikri üzerinde duruluyor, hatta hitap şekilleri ileri sürülerek böyle bir anlayışa gidiliyorsa buna katılmak mümkün değildir. Öte yandan Kur'an'ın bazı ayetlerinde örneğin Kureyş suresinin bir bölümünde ve Mesed suresinde anlatılanlar dikkate alınarak böyle bir sonuca varılıyorsa bu durum Kur'an'da gayet açık olarak bilinmektedir. Dolayısıyla burada önemli bir konu aklımıza takılmaktadır:
Kur'an'ın tarihselliği. Bu konuda da bazı çalışmalar bulunmaktadır. [626] Bilindiği gibi Kur'an tarihi olaylardan bahsetmektedir. Bunu yaparken bir üslup olarak Kuran, yer ve zaman belirtmez. Kur'an'ın böyle bir tarihi yönü vardır. Bir de Kur'an'dâ bazı ayetlerin indiği dönem itibariyle tarih olmayıp bugün bizim için tarih olan olaylar vardır. Örneğin Bedir, Uhud ve benzeri olayları anlatan ayetler. Ama Kur'an gerek geçmişte ve gerekse indiği dönemdeki bütün bu olayları aktarırken daima insana ibret alma, uyarıda bulunma noktasını asla ihmal etmemiştir. İşte tarihselliği tartışırken bu altını çizmeye çalıştığım noktaya dikkat etmek gerekmektedir. [627]
Öncelikle objektiflik ne demektir, kısaca bunun üzerinde duralım. Objektif kavramı çok çeşitli anlamlara gelmektedir. Objektif, sıfat olarak kullanılır ve daha ziyade fotoğraf makinasi, mikroskop, dürbün, kamera gibi aletlerle, cisimlerden gelen ışınları alıp ekran üzerine yansıtan mercek veya mercek sistemi, nesnel, yansız, yan tutmayan, hedef ve amaç gibi manalara gelir, isim olarak objektivizm, nesnelcilik ve yine aynı kökten başka bir isim de objektivite, nesnellik, yansızlık ve yan tutmama demektir.
Arapça'da mevzuî kelimesi, nesnel, objektif, tarafsız, konu, mevzu ile ilgili demektir. Bir de bu kelimenin sonuna nispet yası eklenmekte ve mevzuiyye kavramı elde edilmektedir ki, bunun lügat anlamı ise, nesnelcilik, objektivizm demektir.
Objektivizm, daha ziyade'bireyin kişisel görüşünden bağımsız olan (nesnel objektif)', öznenin kendi duygu, görüş ve önyargılarından uzakta kalarak ve herhangi bir etki altında da kalmaksızın bir nesneyi kavrama niteliği (nesnelcilik, objektivite)', gerçeğe varmak amacıyla, taraf tutmadan inceleme yapma, hüküm verme, bireyin kişisel görüşünden bağımsız olan, herkes için geçer, öznenin değil nesnenin geçerliliğine dayanan bilgileri arayan akıllı diye tanımlar yapılabilir. [628]
Arapça mevzuiyye kelimesi izah edilirken, objektif yönelme ve mevzuiyye tabirleri üzerinde durulur.
Objektif yönelme Filozof Kant'ın felsefesinden sonra, bu ifade ile bir ferdin değil bütün akılların nazarında değeri olanın alınması şeklinde tarif edilir. Mevzui akıl, ferdi yorumla çirkinleştirmeden eşyayı tasavvur eden akıl demektir. Şüphesiz bu manada objektivizm nispi bir fikirdir. Zira herhangi bir ferd için şahsi düşüncelerle, renklerle doldurmaksızın eşyayı tasavvur etmesi oluşmaz. Üstelik, eşya hakkında hüküm vermede de bir icmanın olması da imkansızdır. Netice olarak objektivizm fertlerden pek çok hükmü ve uzun zamandan beri insanların üzerinde hemfikir oldukları şeyi almaya yönelmektir diye açıklanmaktadır. [629]
Mevzuiyye objektivizm) özel manada da dar görüşle veya özel taraf tutulan görüşlerle çirkinleştirilmeyen eşyayı olduğu gibi gören zihni bir meslek diye tarif edilir" [630]
Tefsirde objektif olmaktan uzaklaşmak elbette ki Kur'an yorumlamalarında önemli sorunlar ortaya çıkarabilir ve bunun da pek çok nedeni olabilir. Ama en önemli gördüklerim şunlardır:
1. Kur'an'da bütünlük meselesi.
2. Dini akımların etkileri.
3. Batı medeniyet ve kültürünün etkileri. [631]
Burada tefsirde objektiflikten ayrılmanın önemli bir problemi de beraberinde getireceğini belirtmek gerekir.
Objektif kelimesinin lügat anlamları içerisinde fotoğraf makinası, mikroskop, dürbün, kamera gibi aletlerle, cisimlerden gelen ışınları alıp ekran üzerine yansıtan mercek şeklinde söz edilmektedir. Aslında burada bizi ilgilendiren çok önemli bir nokta vardır. O da, Kur'an yorumlarında özellikle yorumcunun Kur'an'ın bütünlüğünü bozmayacak şekilde bir fotoğraf makinası, bir kamera görevi görüp, Kur'an’î doğruları olduğu gibi aktarmasıdır. Yani yorumlarda Kur'an bütünlüğünü zedelememek gerekir. Bu çok da kolay değildir. Ama yapılmayacak ve başanlamayacak bir iş de değildir.
O halde gerekmektedir: objektif davranmak için şubara dikkat etmek
1- Duyulanlara değil, araştırma sonucunda elde edilenlere inanılmalıdır. Zira bugün çok çeşitli haberler dinliyoruz, ama bazen bu haberlerin çoğu asılsız çıkabilmektedir. Burada Kur'an'ın "Ey iman edenler, size herhangi bir fasık bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza ebediyen pişman olursunuz" [633] ayeti bu konuyu bize hatırlatmakta ve uyarmaktadır.
2- Buna bağlı olarak gerek ayetlere bakışta ve gerekse yorumlarda adalet ve hakkaniyet çerçevesinde olunmalıdır. Zira Kur'an'ın üzerinde durduğu en önemli noktalardan birisi adil davranmaktır. Kendisi, anne-babası, akrabası zengin, fakir [634] ve hatta bir topluluğa karşı duyulan kin, nefret bile kişi/kişileri adaletten ayırmama! [635]
3- İkinci madde ile iliştirilebilecek bir husus da Kur'an'da yahudi ve hırıstiyan meselesi hakkında objektif olunmalıdır. Kur'an-ı Kerim'in ayetleri yahudilerin bizim düşmanlarımız olduğunu haber verir. Tarihi olaylar da bu ayetleri doğrular. Ama genelde biz çevremizden etkilenerek daha ziyade yahudilere hücum ederiz. Hnıstıyanlara daha iyimser bakarız. Buna neden olarak da "İnsanlar içinde inananlara düşman olarak daha çok yahudilcri ve müşrikleri bulursun. İnananlara sevgice en yakınları da 'biz hıristiyanlarız' diyenleri bulursun" [636] anlamındaki ayeti gösteririz.
Halbuki gerek Yahudi ve gerekse Hıristiyanların müminlere karşı tutum ve davranışlarında fark yoktur. Hatta Hz. Peygamberce hitaben şu ayeti dikkatle okumak gerekir:
"Onların dinine uy san bile ne yahudiler ve ne de hıristiyanlar senden hoşnut olmayacaklardır, gerçek hidayet Allah'ın hidayetidir. Şayet, sana bilgi geldikten sonra onların arzusuna uyarsan Allah'tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olmayacaktır" [637]
Yine bütün müminlere hitap eden şu ayeti de titizlikle okumalıyız:
"Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz. Çünkü önlar birbirlerindendir. Sizden kim onları dost tutarsa, onlardandır. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Kalplerinde hastalık olanların 'bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz' diyerek onların arasına koştuklarını görürüsün. Belki AsIan fetih ya da kendi katından bir iş getirir de onlar, içlerinde gizlediklerine pişman olurları" [638]
Görüldüğü gibi ayetlerde Yahudi ve Hıristiyanların gerek Hz. Peygamber'e ve gerekse müminlere asla dost olamayacakları belirtilmektedir. Bu konudaki ayetlerin sayısı arttırılabilir. [639]
Hıristiyanlara bir ayrıcalık tanınması ise Kur'an'da yine açıklanmaktadır
"Resul'e indirileni dinledikleri zaman tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki, 'Rabbinıiz inandık, bizi şahitlerle beraber yaz’. Biz, Rabbimizin bizi iyiler arasına katmamızı umarken neden Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?'. Bu sözlerinden dolayı Allah onlara altlarından ırmaklar akan içinde ebedi kalacakları cennetler verdi. Güzel hareket edenlerin mükafatı işte budur. İnkar edip ayetlerimizi yalanlayanlar da cehennem halkıdır." [640]
Bu ayetlerde belirtilenlere ek olarak belki kişisel ilişkilerde Hıristiyanların Yahudilere göre daha munis oldukları, hatta İslam'la ilgili kaleme alınan eserlerde zaman zaman Hıristiyan müsteşriklerin Yahudilere göre daha insaflı davrandıkları da eklenebilir.
Çoğu zaman, sözü edilen ayetlere bakılmakta, fakat onların devamına bakılmamakta, surenin bütünlüğü göz önünde bulundurulmamakta, Kur'an'ın genel hükümleri düşünülmemekte ve tarihi gerçekler dikkate alınmamaktadır. Sonunda kin besleyen, tuzak kurma peşinde olan düşman bloklarından sakınma konusunda müslümanların duyguları gevşetilmiş olmakta, ayetlerde buna araç olmaktadır. [641]
Hz. Peygamberin vefatından sonra özellikle Hz. Ali döneminde, ondan ayrılan ve siyasi bir amaç güden harici hareketi ile başlayan dini akımlar, kimi zaman siyasi, kimi zaman da fikri alanda bir hayli gruplar oluşmaya başlamış ve mezhepler tarihi açısından da bu gruplar sayı olarak oldukça kabarık bir rakama da ulaşmıştır. Bu gruplar kısmen siyasî boyutlu olanların yanında hem itikadı ve hem de ameli yönde kendilerini göstermişlerdir. Özellikle dini akımlar içinde itikadi olanlar ayetleri yorumlamada farklı sonuçlara varabilmişler, bu yorumlamalarını dinin temel görüşü olarak sunmaya çalışmışlar ve bu esaslara uymayanlara karşı da zecri tedbirler uygulamışlardır.
Burada şunu belirtelim ki, Kur'an'ı anlamk ve yorumlamak için büyük gayretler sarfedilmiş ve sarfedilecektir de. Ancak unutulmaması gereken bir nokta vardır. O da Kur’an’ın yorumlamasında kişilerin yaptığı yorumların doğruluğunun tartışılacağını unutmamak fikridir. Dikkat edilmesi gereken nokta Gazali'nin de ifade ettiği gibi [642] zan ve tahmine dayanan yorumlarda (te'vil) "Allah ve Resulü'nün muradı budur" deyip kestirip atmamaktır.
Dini akımların Kur'an'ı anlamada yanlı davrandıklarına bir örnek vermek istiyorum. Kur'an'da maruf ve münker kavramları vardır ve bu bir prensip olarak Kur'an'da el-Emru bi'1-Ma'ruf ve'n-Nehy ani'l-Münker diye formüle edilmiştir. Ancak Hz. Peygamber'den sonra bu görevin nasıl ve kimler tarafından yerine getirileceği konusu dini akımlar tarafından çok farklı bir biçimde algılanmış ve yorumlanmıştır. Burada ilk önce bu kavramın Kur'an'da sunuluşunu ortaya koymak istiyorum.
Kur'anda el-Emru bi'1-Ma'ruf ve'n-Nehy ani'l-Münker kavramının geçtiği ayetlerin sayısı 8'dir. Bir ayette de bu kavram münafıkların bir özelliği olarak "münkeri emrederler, marufu yasaklarlar" şeklindedir. Öncelikle maruf ve münker kavramlarını kapsamlı bir şekilde tanımlamak gerekir:
"Dinen ve aklen iyi ve güzel olan, yerine getirildiğinde ferdin ve toplumun huzurunu sağlayan, ayrıca bütün insanların ve insanlığın hayrına olacak hususları, onların faydaları doğrultusunda uygulayarak, dünya ve ahiret saadetini kazandıracak tüm şeyler maruf; aksi davranışlar ise münkerdir" [643] el-Emru bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehy ani'l-Münker kavramında yer alan maruf ve münkeri bu bağlamda ele almak gerekir.
Kur'an-ı Kerim'de bu kavram bir bütünlük içerisinde ele alındığında adeta bu görev mümin erkek ve kadın, büyük ve küçük bütün fertlere verilmesinin yanında [644] hem topluma " [645] ve hem de o toplumu idare eden kişi veya kişilere de verildiği görülür [646]'. Ancak Kur'an'ın bu görevi böyle taksim ederken, herkesin kendi görev bilinci ve sorumluluğu içinde hareket edilmesi gerekliliği de unutulmamalıdır. Burada bu görevin nasıl yerine getirileceği konusunu tartışabiliriz.
Öncelikle şunu belirtelim ki, Kur'an-ı Kerim, ahenkli, tutarlı ve sorumluluğunun bilincinde olan fertler ve dolayısıyla böyle insanlardan oluşan bir toplumun oluşmasını istemektedir. İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama meselesini, Kur'an’î bağlamda ele aldığımızda bunun mümin erkek ve kadınların birer vazifeleri olduğunu anlamada bir sıkıntı olmasa gerek. Zira ayette mümin erkek ve kadınların, birbirlerinin velisi, kontrolcüsü olduğu ve yine birbirlerine iyiliği emretme, kötülükten nehyetme vazifesi ile yükümlü oldukları zikredilmektedir. [647] Yine aynı surede müminlerin özellikleri anlatılırken, onların belirli vasıfları arasında, iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama konusu vurgulanmaktadır [648] ki, bu ayette geçen biçim, tip olarak insana delalet etmektedir. Yani davranış olarak değil, tip olarak onların bu görevi üstlendikleri belirtilmektedir. Bu ayette müminlerin bu davranışları ile aynı surede [649]bir mukayesesi yapılan münafıklardan ayrıldıkları da hatırlatılmaktadır. Zira münafıkların önemli özelliklerinden birisinin de bu görevin tam aksini yapmaları, yani münkeri emredip, marufu yasaklamalarıdır.
Kur'an-ı Kerim'de bu göreve adeta toplumun her katmanının iştirak etmesi gerektiği fikri yatmaktadır. Lokman'ın oğluna tavsiyeleri arasında yer alan bu görevin, ilk bakışta babanın oğluna hitabı göz önüne alınırsa, çocukların da bu görevde payları bulunduğu akla gelebilir. Bu durum dikkate alındığında akla iki husus gelebilir.
1. Baba, çocuğunu küçük yaşta eğitmekte ve ona büyüdüğünde, yani mükellef olduğunda yapması gereken işleri öğretmekte ve bunun için ona başta namaz kılma olmak üzere bazı görev ve sorumluluklarını telkin etmektedir.
2. Babanın gözünde çocuk daima öğüt verilmesi gereken bir konumda olduğu için, ona mükellef olmasına rağmen bazı görevleri hatırlatılmış olabilir. Fakat her iki durumda da iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama görevinin tavsiye edilmesi bu görevin önemini ihsas ettirir.
Burada başka bir noktaya dikkat çekmek istiyoruz. Kur'an'ın muhatabı, ister onun Allah kelamı olduğuna inansın ister inanmasın insandır ve Kur'an'ın temel hedefi de insanları doğruya yönlendirme, tevhid inancını onlara bildirme, onların iyi ahlak sahibi olmalarını temin etme ve dolayısıyla onların da Allah'ın birer kulları olmaları gerektiğinin bilinç ve şuuru içerisinde hareket etmelerini ihsas ettirmedir. İşte bu temel hedef göz önüne alınırsa, Kur'an, Hz. Muhammed’in getirdiğine inananların "...insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet oldukları..." [650] fikri üzerinde durmakta ve onların genel özelliklerinin marufu emretme, münkeri yasaklama ve Allah'a inanmak olduğu vurgulanmaktadır. [651] Bu ayetin Medine döneminde indiği nazarı dikkate alınırsa, Kur'an, artık bundan böyle müminlerin bir toplum oluşturduklarını ve onların bilinçli bir şekilde yaşamaya başladıklarını da belirtmiş olmaktadır. İşte böyle bir toplumun fertlerinin ayrı ayrı görev ve sorumluluklarının olacağı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla toplumda bulunan insanların kabiliyetleri gereği görev ve sorumlulukları da farklı olacaktır. Bunun içinde toplumda farklı görevler üslenilecektir. İşte bundan dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim, bu görevi yerine getirecek özel bir grubun yetiştirilmesi gerektiğini beyan ederken [652], adeta bunların farklı donanımlarla donatılmış olmaları gerektiğini de vurgulamaktadır ki, biz böylesi insanlara bugün uluslararası platformlarda ihtiyaç olduğunu belirtebiliriz. Nitekim ayette şöyle buyurulmaktadır:
"Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten yasaklayan bir grup bulunsun...” [653] . Kanaatımca, ayette geçen (mm) harfi çerinin anlamı, bu görevin farzı kifaye anlamına alınabileceğini ihsas ettirmekle birlikte, aynı zamanda daha üst düzeyde bu görevin ümmet-i Muhammed'in bütün fertlerinin yapamayacaği gerçeğine işaret etmesidir. Zira dün olduğu gibi, bugün de, toplumda her ferdin görev ve sorumluluğu farklıdır. O halde bu ayetten belli bir grubun yukarıda da kaydettiğimiz gibi özel bir işle görevlendirilebileceği, fakat toplumun içinde bu vazifeye herkesin kendi imkanları nispetinde iştirak edebileceklerini anlaşılmalıdır. Zaten ayette geçen (min) harfi çerinin anlamı üzerinde ihtilaf edilmektedir ve bu ihtilaflar iki noktada toplanmaktadır.
Bu görevin farzı kifaye olduğunu kabul eden alimler, ayette geçen (min) harfi çerinin teb'iziyyet (kısım, parça, cüz, bölüm) için olduğunu söylemektedirler. [654] Bu duruma göre buradaki (min) harfi çerinin bulunması, bir toplumun içinde bu görevi yerine getirmeyecek kimselerin de bulunacağına işaret etmektedir. Mesela bu anlayışa göre bunlar kadınlar, hastalar ve acizlerdir. [655] Ayrıca bu işin sadece maruf ve münkerin ne olduğunu bilip, yapılacağını, insanlara nasıl hitap edileceğini yani nasıl diyalog kurulacağını ve onlarla nasıl içli dışlı olunacağını bilenlere ait olduğu ve dolayısıyla bu ayetteki (min) harfi çerinin buna da işaret ettiği kaydedilir. [656] Ayette geçen (min) harfi çerinin, ayrıca bu görevin ulemaya ait olduğuna delalet ettiği de belirtilmekte ve üç önemli noktaya dikkat çekilmektedir. Bunlar, hayra davet, iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamadır. Dolayısıyla bunları ancak ilim sahiplen yapabilir. Çünkü cahil çoğu zaman batıla çağırır, kötülüğü emreder, iyiliği yasaklar. O halde bu teklif, bu ümmetin bir bölümünü oluşturan alimleredir. [657]
Buradaki düşüncelerin bir kısmına katılmak mümkün değildir. Zira cahil diye nitelenen insan mümin olduğuna göre, bu durumda, mümin ile münafık birbirine karıştırılmış gibi gözükmektedir. Zira yukarıda da kaydettiğimiz gibi mümin ile münafığı birbirinden ayıran en önemli özellik, ayetlerde belirtildiği gibi [658], müminin iyiliği emredip kötülüğü yasaklaması, münafığın ise bunun tam tersini yapma özelliğine sahip olmasıdır. İkinci olarak bu görevin ifasında kadınların devre dışı bırakılmak istenmesidir. Bugün yaşadığımız toplumda kadınların bu görevi fevkalade bir şekilde yerine getirebildikleri göz önünde dururken, böyle bir düşüncenin doğruluğunu savunmak hem Kur'anî ve hem de toplum içinde yaşanan gerçeklere aykırıdır. Bunun böyle anlaşılması aslında Kur'an-ı Kerim’e bir bütün olarak bakılmamasından kaynaklanmaktadır.
2. Bu görevin bütün ümmete vacip olduğunu söyleyenler, ayette eçen (min) harfi çerinin beyan anlamında olduğunu ve "Sizler insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz...” [659] Anlamındaki ayeti buna delil olarak getirirler [660]. Bu düşünceye göre her mükellefin eli veya dili veyahut da kalbi ile bu görevi ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde her şahıs, kendi nefsinde bir kötülük görürse, mutlaka onu gidermesi gerekir. [661]
Öncelikle şunu belirtelim ki, bu görev hakkında İslam tarihi boyunca çeşitli ihtilaflar çıkmış olmasına rağmen, Kur’an’ın bir emri olarak bunun yapılması gerektiğinde ihtilafın olmaması önem arzetmektedir. Nitekim buna işaret eden Kadı Abdülcebbar:
"Ümmet arasında emr bi'1-maruf ve nehy ani'l-münkerin vücubunda ihtilaf yoktur. Ancak İmamiyye'nin pek azının muhalefet ettikleri anlatılır.
Ama onların da bir dayanağı yoktur" [662] demektedir.
Bu görevin yapılması gerektiği konusunda görüş beyan edenler, başka bir ifade ile, bu vazifenin farz olduğunu söyleyenler ayet ve hadislerden delil getirirler.” [663] Ancak tarzı ayın veya farzı kifaye oluşunda ihtilaf olduğu gibi, bunun akılla mı, yoksa nakille mi bilineceği konusunda da ihtilaf edilmiştir. Yaygın olan kanaata göre, bu vazifeyi yerine aetirmek farzı kifayedir [664]. Bu görevin farzı ayın olduğunu beyan edenler olduğu gibi [665], bazen farzı ayın olabileceğini söyleyenler de vardır [666]. Ayrıca bunun vacip ve mendup olduğunu ifade edenler de bulunmaktadır. [667]
Bir başka görüşte dini hükümlerin ikiye ayrılacağı zikredilerek, umum-husus herkesin içtihada gerek olmadan yapacağı işlerle, içtihadı gerektiren hükümlerin bulunduğu kaydedilerek, hakkında içtihat gerekmeyen hususlarda ister alim olsun, ister olmasın herkesin bu görevi yerine getireceği, ancak hakkında ictihad edilmesi gereken hususlarda ise alimlerin bu görevi ifa edebilecekleri beyan edilmektedir. [668]
Bütün bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, emr bi'1-maruf ve nehy ani'l-münker terkibi, genel anlam taşıyan bir ifadedir. Bunu kimin yerine getireceği konusunda çeşitli görüşlerin beyan edilmesinin sebepleri arasında, genellikle ayetleri tek tek ele alıp, Kur'an’î bütünlükten uzaklaşılması ve kendi mezhep ve görüşlerinin etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim İzzet Derveze'nin;
"İlk olarak emr bi'1-maruf ve nehy ani'l-münker müslümanlara her şart ve mekanda farz kılınmış Kur’an’ın muhkem prensiplerindendir" [669] şeklindeki açıklaması, kanaatimizce, Kur'an’î espriyi yansıtmaktadır. Abdullah Draz'ın şu açıklamaları da Kur'an’î gerçeği ortaya koymaktadır:
"İyiliği ve doğruyu emretmek, kötü olan şeylerden de nehyetmek, büyük-küçük her müslüman için sadece bir hak değil, aynı zamanda bir görevdir. Din kardeşlerimizin maddi saadetlerine olduğu kadar, manevi kurtuluşlarına da lakayt kalmamalıyız" [670]. Aslında Draz'ın vurguladığı lakayt kalmama fikrini Kur'an-ı Kerim'de bulmamız mümkündür. Zira ayette:
"Mümin erkek ve kadınlar, birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler, kötülükten men ederler, namazı kılarlar, zekatı verirler. Allah'a ve Resul'üne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir." [671] Duyurularak, mümin erkek ve kadınların birbirlerinin velisi olduğu [672] ve böylece birbirlerine karşı sorumlu oldukları zikredilmektedir.
Burada şunu da belirtelim ki, bu görevi yerine getirecek olanlarla ilgili olarak bazı ayrıntılara da gidilmiştir. Mesela emr bi'l-maruf ve nehy ani'l-münker, devlet başkanının ve bütün insanların yapacakları olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. Devlet başkanının yapacağı görevler arasında İslam birliğini koruma, orduyu donatma, harp işlerini yürütme ile ilgili hususlar zikredilirken; diğer insanlarla ilgili olarak da, kısaca belirtirsek birbirleri ile ilgilenme kaydedilir. [673]
Bu görev sultana ve ulemaya aittir. Zira insanlar devlet başkanına ve alimlere emredemezler [674] denilmektedir. Bunun sadece sultana ait olduğu görüşü de ileri sürülerek şöyle açıklanır:
"Çünkü hadleri ikame etmek, tazir cezası ve hapsetme onu ilgilendirir" .[675] Bu görüşlerin yanında, bunun herkese vacip olduğu fikri de bulunmaktadır. [676]
Bütün bu açıklamalardan sonra, diyebiliriz ki, emr bi'1-maruf ve nehy ani'l-münkerîn yerine getirilmesi konusunda dün olduğu gibi bugün de çeşitli fikirler ileri sürülmekte ve bu sahada tartışmalar devam etmektedir. Ancak bu görevin yapılması hususunda başta da belirttiğimiz gibi, Kur'an’î çerçevede hareket etmek gerekmektedir. Nitekim Kur'an’î çerçevede meseleye baktığımızda, sağlıklı bir toplum oluşması için, tedrici bir metotla ve görevi toplumun her katmanına yayarak meselenin halline gidilmelidir. Dolayısıyla Kur'an'da bir yönden ferdi mükellefiyet ön planda tutulurken, diğer yönden toplumsal meselelere de deyinilmekte ve bunun için de toplumdaki her ferde mesuliyet yüklenmektedir. Ayrıca diyebiliriz ki, Kur'an, bunun yerine getirilme ve yürütülme meselesini hem fert ve hem de devlet planında sunmaktadır. Ama unutulmamalıdır ki, devletin bu görevi yerine getirmesi çeşitli düzenlemeleri yapması demektir. Fakat toplumda her ferdin aynı seviyede bilgi, beceri, kabiliyet ve mahareti sahip olmadığı da bilinmektedir. Her şahıs farklı görevdedir. Makam ve mevki sahibi olanların yanında, resmi bir görevi olmayan ve fakat bilgi ve kabiliyetli olan insanlar da vardır. Toplum bunların toplamından meydana gelmiştir. Kur'an ise toplumun tamamını muhatap kabul etmekte ve mükellef tutmaktadır. Ama Cuveyni'nin de dediği gibi [677], bunu yerine getirmeye çalışan her fert, kendi zannı ile hareket edemez. Zira toplumun idare edilebilmesi için elbette bazı kaide ve kurallar olacaktır. İzzet Derveze'nin de belirttiği gibi [678] , bu görev yapılırken anarşi ve bozukluk meydana gelmemelidir. Bunun için de toplumu oluşturan fertlerin kendi konumlarının bilinci ile hareket etmeleri gerekir. Elbette devletin yapacağı işle ferdin yapacağı iş farklı olacaktır.[679]
Çağımızda maddi kültürün bize saldırması ve öğretim metotlarımızı bina kıldığımız batı kültürü ile materyalist felsefeden etkilenmemiz, gayba iman konusunda, genel olarak milletin evlatlarını sarsmasının yanında, kültürlü pek çok insanın düşüncelerini de etkilemektedir. Bunun için çağdaş bazı müfessirlerin ürettiklerine de tesir etmektedir.
Bu etki, açık bir biçimde çağdaş tefsir ekollerinde ortaya çıkmıştır. Bunların en önemli şahsiyetleri arasında Muhammed Abduh, Reşit Rıza, Ahmet Mustafa el-Meraği gelir. Bunlar mütedeyyin ve kültürlü insanlardır. Hele bir de durum, mütedeyyin olmayan kültürlü insanlar hakkında daha çetindir.
Halkın çoğu gaybla ilgili meseleleri inkar eden materyalist fikirlerin etkisindedir. Onların bazılarının isimlerini zikretmem fayda vermez. Zira onlar cahil insanlardır. Onlar, ziraatçı, işçi, bakkal, ticaret ve benzeri iş erbabı gibi ciddi bir kültürü talep etmeyen fakat amellerini (vazifelerini) yerine getiren kimselerdendirler. İlmi meselelerden hiçbir şeyi bilmeyen böyle birisini tanıyorum. Allah'ın kitabında gaypla ilgili ayetlerden hiç birine uğramamıştır. Ancak buna rağmen o, basit bir insanı bile güldürecek biçimde bu ayetleri tevile girişir ki, bu tevil hakikatten uzaktır O zat aynı zamanda vacipleri yerine getirmeğe özen gösterir, namaz ve diğer farzları terketmez, Kur'an okur ve pek çok da ayet ve sure ezberlemiştir.
İşte bu durum bir fitnedir. Zira bu durum, Allah'a, meleklere, kitaplara, ahiret gününe ve gayba iman ile maddiyat ve onunla ilgili hususlara iman arasında var olan bu vahşi savaşın etkilerindendir.
Öteden beri devam eden bu savaş, asıl kaynağında, eski asırlara dayanır. Fakat bu savaşın son dönemlerde, ateşi arttı, alevlendi ve ısısı yükseldi. Çünkü dünyanın ömrü boyunca bu güne kadar benzeri görülmemiş bir şekilde maddi çekişme vehametini korumaktadır. Üzülerek ifade edelim ki, bu çekişme, bir de, az sayılmayacak kazanç ve başarı elde etti. İşte bu durum, insanlık için hiç şüphesiz büyük bir hüsrandır.
Bu ürkütücü olay, kötü bir durum, hakikat için büyük bir zulüm ve insanlık için çok hayırları zayi eden bir ortam oluşturdu. Fakat (bunlardan daha) kötü ve büyük bir felaket olanı, bu maddi çekişmenin izlerinin Allah'ın kitabına kadar uzatılmasıdır ve tefsir kitaplarına kadar ulaşmasıdır...
Çağdaş müslüman alimlerden pek çoğunda maddi medeniyetin etkilerinin en önemli iki görüntüsü vardır:
1. Pozitif bilimlerden hoşlanmak ve onun alet, edevat ve buluşlarla temsil edilen teknikten etkilenmektir. (Bu da, alimleri) hayranlık uyandıracak biçimde dehşete ve endişeye götürecek derecede kuşatmasıdır.
2. Akla gerektiğinden fazla kıymet ve (önem) vermek ve onun alanına girmeyen işlerdeki hüküm vermede ona dayanmaktır. Halbuki (bunlar), onun sahası içinde değildir.
Bu iki durum, gaybi işler için bir sarsıntı oluşturur. Şüphesiz bu durum mulhidlerde (inkarcı) inkar olarak ortaya çıkar. Müminlerde de akla dayalı ve ilmi tefsirden istifade ederek te'vil ve tefsir biçiminde ortaya çıkar...
Muhammed Mahmud Şakir Avrupa medeniyetinin İslamî hayat ve İslamî aklın yıkılmasında nasıl pay sahibi olduğunu tasvir eder ve şöyle der:
"İslam'ın başlangıcından beri, İslam orduları dünyanın bütün bölgelerinde harp meydanlarına daldılar. Bununla beraber İslamî akıl da daha şiddetli bir şekilde müslüman insanın girdiği her yerde bu savaşa daldı ve devletlerin temel prensipleri muzaffer ordunun pençelerinde yıkıldı, böylece mansur olan müslüman aklın nuru altında birbirine zıt kültürler de yıkıldı. Uzun yıllar savaşlar, harp meydanlarında ve hatta son yıllara kadar kültür alanlarında psikolojik çerçevede devam etti. Bu arada Avrupa medeniyeti canlandı. Bizim ve onların tarihlerinde çok büyük savaşlar şeklinde bütün silahlarını İslam aleminin kalbine saplamak için konuşturdu. Bu öyle bir savaş ki, henüz hiç kimse onun üsluplarını ve meydanlarını ihata edememiştir... İçimizden hiç bir kimse onun izlerini takıp edememiştir. Araştırmaya gücü yeten kimseler bütün yönleri ile onu araştırmayı üstlenememiştir... Hıristiyan avrupasıyla İslam alemi arasında olan bu yeni savaş, bir alanda olmuş değildir. Bilakis, iki sahada meydana gelmiştir: Harp meydanlarında ve kültür sahasında. Harp meydanında bilinen sebeplerden dolayı İslam alemi silahlarını derhal bırakmışlardır. Fakat kültür sahasında bu savaş, nesilden nesile, yıldan yıla ve günden güne devam etmiştir" [681]
Hiçbir araştırıcının cahil kalmadığı, sadece inatçıların inkar ettiği bu olay, Kur'an'ı tefsir etmek isteyen pek çok kimseyi büyük oranda etkilemiştir. Böylece onların gaybî konulara teslimiyetleri zorlaşmıştır.
Çağımızda müslümanlar Avrupa medeniyeti tarafına meylettiler. Bu meylediş iki yönlüdür:
Askeri ve kültürel. Üstad Mahmud Muhammed Şakir şöyle der:
"Kültürel savaş, bu iki savaşın en tehlikeli olanıdır ve onlara en çok etki edenidir. Onları İslamî hayattan ve İslami akıldan uzaklaştırandır... Onlar bu savaşın bizimle kendilerinin arasını açan bir savaş olduğunu biliyorlar... Savaşın esrarından ve vasıtalarından bizim anlamadığımız şeyleri anlıyorlardı. Savaş alanlarından bizim tanımadığımız şeyleri tanıyorlardı. Savaş için bizim yapmaya güç yetiremediğimiz silahları yapıyorlardı. Savaş için bizim akıl edemediğimiz ve araştırıp yapamadığımız şeyleri bizim helakimize götürecek sebepleri araştırıyorlardı. Harp alanlarında İslam devletlerinin hezimete uğraması onlara yardım ediyor ve onları güçlendiriyordu. Böylece hayatın her alanında cereyan eden bütün işlere hakim oldular...
Kültürel ve akli savaş sayılamayacak kadar bir alanı kapsar. Bu, toplumun hayat, terbiye, yaşantı, fikir, inanç, edep, bilim ve siyasi alanlarındaki her sahayı kapsar. Bununla da kalmayıp, bu hayat yeryüzü kurulduğundan beri insanın tanıdığı, bildiği insanlığın hayatını da içerir.
Kültür mücadelesinde savaş için düşmanın edindiği yollar, sayılamayacak kadar çok yönlüdür. Çünkü bunlar değişir, tebeddülata uğrar ve her sahada farklı bir biçimde yenilenir.
Kültür alanındaki savaş silahları, en gizli silahlardır. Çünkü kültürlü insanın aklı gün be gün, hatta saat be saat oluşur. Düşman, elde etmek istediği ve arzuladığı gibi, enkazı üzerine bina ederek güçlendiği için, terbiye, talim ve içtima yoluyla bazı şeyleri uzun yıllar dostluk kurarak, sürekli arzederek, gizli tuzaklarla, saptırıcı cedelle, çeşitli şekilde konuşarak, galip bir eda takınarak ve ayakta duran binanın yıkılması konusunda faaliyet göstererek çeşitli hileli yollarla kabul ettirir...
Allah'ın takdiri oldu ve İslam aleminin savaş alanındaki yenilgileri nesilden nesile peş peşe devam etti... Aynı şekilde kültür mücadelesi de gizli olarak uzun yıllar devam etti ve bunu da İslamî kültürle meşgul olanlar anlamadılar...
Düşmanın maksadı, kültürü kültürle dövüştürmek veya dalaletle, hidayetle mücadele ettirmek veyahut batılı hakla güreştirmek veyahut da zayıflığın sebeplerini kuvvetlinin sebepleri ile ortadan kaldırmak değildir. Bununla beraber ilk ve son gayeleri İslam alemindeki kültür alanlarında onları bir daha ayağa kalkamayacak derecede yıkmak ve yaralamaktır. Onun yanına da senin idrak etmeni istediği şey hariç anlamayan akıl, görmeni istediği şey hariç görmeyen göz, anlamanı istediği şey hariç anlamayan akıllar getirir. Onun insanlığa ait büyük bir kültürü yıkmasındaki günahı, devletleri yıkma, aynen onları aciz bırakmadaki günahı gibi bugüne kadar bilinir..." [682]
Kültürün bazı yönlerini yıkmada düşmanın en tesirli silahı, hatta bu silahın en önemli yönü oryantalizm silahıdır. Bu öyle bir silah ki 'müslümanlar henüz bunu incelememişler ve tarihini araştırmamışlar, hilelerini ve saptırıcı özelliklerini keşfedememişler, “gizli tuzaklarının gizemlerine hükmedememişler, kültür hayatlarının her yönünde hatta insanlığa ait hayatın pek çoğunda onun izlerini iyice araştırmadılar... Bilakis durum, olması gerekenin aksine oldu. Onlar Müslümanlara ilka edecekleri şeyi araştırdılar ve bunu öğrenmesi gereken bir ilim, nefislerin içeceği bir kültür ve akılların gerekli göreceği bir görüş olarak sundular' . [683] Hatta Malik b. Nebi şöyle dedi:
"İşte bu müsteşrikler tarafından yapılan edebi çalışmalar, düşünemeyeceğimiz radyasyonlar saçan tehlikeli ve ciddi bir dereceye ulaştı".
'Bu radyasyonların izlerinin çağdaş tarihimizde, siyasetimizde, inancımızda, kitaplarımızda, ahlakımızda, eğitimimizde, medyamızda ve her söz ve davranışımızdaki detayları hiç kimsenin ihata edemeyeceği bir dereceye ulaşmıştır'.
Malik b. Nebi'nin de isimlendirdiği gibi, bu radyasyonlar, çağdaş akılda en büyük ve en geniş tehlikelerin sebeplerindendir.' [684] Hatta bu akıl, istediğinde, Kur'an'daki gaybdan bahseden ayetleri tefsir eder, mutmain ve razı olacağı bir biçimde anlar, düşünür, tefekkür eder, gaybdan bahseden bu ayetleri kendine göre kabul edilen ve fakat maddi ve hissi alanın dışına çıkmayan derecede te'vile ait her vasıtayı araştırır...
Çünkü bu akıl, üzülerek ifade edelim ki, zikrettiğimiz gibi biçimlenmiştir...
İncelik, dikkat ve zor olan hususlardan birisi de, durumların birbirine karışması ve kültürün bol verilerinden ve onun olumlu yönlerinden istifade ederek Kur'an'ı anlamada doğru metot sahibi olan bir grup alimin de bir şey yapamamasıdır. Bu asrın başında iki türlü anlayış ortaya çıktı.
1. Eski anlayış: Bu doğru bir şekilde gaybiyyatı kabul eder. Fakat aynı anlayış, hurafeleri de kabul eder ve ölülerden yardım istemek, onlardan talepte bulunmak, bid'atlerin sahih olduğuna inanmak ve onları kabul edip onlarla amel etmek gibi batıl inançları da ikrar ederler.
2. Çağdaş anlayış: Bu, bu konuşmamızda zikrettiğimiz gibi, düşmanın silahları ile faaliyet gösterirler ve görülmeyen şeyler hususunda her türlü şüpheyi atarlar.
O halde netice olarak müfessirin iki hususa dikkat etmesi gerekir:
1. Bundan dolayı asrımızda müfessire gereken, bu ince, düğümlü konuya dikkat çekmesi, nefsini şüpheden arındırması ve bu her iki gurupta bulunan tehlikeli vasıflardan nefsini arındırması gerekir. Zira o, alemlerin Rabbının kelamını tefsir etmektedir.
2. İlim ve güç, kudret sahibi olan hamiyet ve gayretli insanlara, Allah'ın kitabını anlamada sağlam bir metoda yapışacak bir gurup ortaya çıkarmaları, onlara destek olmaları ve onların sayılarının artması yönünde davranmaları gerekir. [685]
Burada öncelikle ilmi tefsir hakkında kısaca bilgi vermek istiyoruz. İlmi tefsir:
"Kur'an-ı Kerim ibarelerindeki ilmi ıstılahları açıklamak ve o ibarelerden çeşitli ilim ve felsefi görüşleri istihraç eden bir tefsir çeşididir" [686]' veya "Kur'an'dan tüm bilimleri ve felsefi görüşleri çıkarmaya çalışan ve Kur'an ifadelerinde bilimsel teknik terimleri okuyan bir yorumlama türü" [687] veyahut "Kur'an ayetleriyle müspet ilmin keşifleri arasında ilgi kuran, ayetleri bu keşiflerin ışığında yorumlayan tefsir çeşididir"[688] şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımlardan özellikle üçüncüsü, kanaatımca savunmacı bir tutumu ihsas ettirmektedir. Yani Kur'an'dan bir şeyi bulup çıkarmak, icat edip insanlığa sunmak yerine bulunan, keşfedilen ve insanlara sunulan hususların Kur'an'da da var olduğunu söyleyenlerin bakış açısını yansıtmaktadır.
Bu alanda araştırma yapanlar daha ziyade iki şeye dikkat çekerler ve aslında içine düştükleri iki hataya da dikkat çekmiş olurlar. Bunlar: müspet ilimler dahil bütün ilimleri ihtiva
1. Kur'an-ı Kerim'in, ettiğini,
2. Kur'an'ın kimi ayetlerinin, ancak müspet ilimlerin inkişafından sonra anlaşılabileceğini ileri sürerler [689]
Bunlara zemin hazırlamak ve bir noktada bu tefsir çeşidinin meşruluğunu ispat sadedinde Kur'an'dan bazı ayetler zikredilir. Bunlar içerisinde "Yeryüzünde yaş ve kuru istisnasız her şey apaçık bir kitaptadır" [690]
"Biz kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik" [691]
"Her şeyi açıklaman için sana kitabi Biz indirdik" [692]. Bu ayetlerde geçen kitap kelimesi ile ilgili değişik yorumlar yapılmaktadır. Mesela Zemahşeri özellikle En'am sueresinin 38. ayetinde geçen kitap kelimesini levh-i mahfuz olarak anlarken [693] aynı surenin 59. ayetinde geçen kitabı da Allah'ın ilmi veya lvh-i mahfuz diye yorumlar. [694] Razi ise En'am suresinin 38. ayeti ile ilgili olarak iki görüşten bahseder ve buradaki kitap kelimesinin Arş'da mahfuz kitap veya bütün mahlukatın durumlarını tafsilatlı olarak içeren semavat ilmî veyahut da Kur'an olacağını zikrettikten sonra, bu görüşün daha uygun olduğunu kaydeder. [695]
İlmi tefsirin meşruluğu sadedinde bazı hadisler de zikredilir. Bunlar içinde en çok üzerinde durulanı şudur:
Hz. Peygamber:
"İleride bir çok fitne zuhur edecek" der. Bunun üzerine bu fitneden nasıl korunulacağı, kurtulacağı sorulunca da şöyle cevap verir:
"Allah'ın kitabıyla, zira onda evvelkilerin ve sonrakilerin haberi vardır, aranızda çıkacak meselelerin çözümü vardır. [696] Önce bu hadisle ilgili bazı açıklamalar yapmak gerekmektedir. Tirmizi bu hadisi rivayet ettikten sonra şu değerlendirmeyi yapar:
“Bu hadisi sadece bu şekli ile biliyoruz. (Hadisin) isnadı meçhuldür ve senedde yer alan Haris hakkında ise dedikodular vardır" [697] . Burada şu söylenebilir. Nasıl olur da böyle bir hadis çok önemli bir konu olan ilmi tefsir hakkında delil olarak kullanılabilir?
Sahabenin sözlerinden de ilmi tefsirin meşruluğu konusuna delil getirilir. Bunlar içinden sadece İbn Abbas'la ilgili olanını kaydetmek istiyoruz. Ona atfedilen bir sözde şöyle demektedir:
"Devemin ipini kaybetsem bile onu Allah'ın kitabında arardım".
“Gerçekten de hayranlarda sizler için bir ibret vardır. Pislik ve kan karışımı karınlarından, içenlere içimi tatlı süt içiliyoruz..." [698]
Ayeti hakkında onun şöyle dediği nakledilmektedir:
"İnekler besin aldıklarında yedikleri sindirilir. Bunun en düşük olanı dışkı, orta kısmı süt ve en üst kısmı da kan olur" [699]
Daha sonraki dönemlerde bazı alimler tarafından bu ilmi tefsir hareketi canlandırıldı. Bunlar içerisinde Gazali, Fahmddin er-Razi, İbn Ebi'1-Fadl (v. 655/1257), Suyuti ve Ferit Veidi zikre değer şahsiyetlerdir. Hatta İbn Ebi'1-Fadl denizden inci çıkarmanın bile Kur'an'da var olduğunu zikretmektedir. [700]
Gazali ilmi tefsir sadedinde her bir ayetin altmış bin anlamı içerdiği fikrini benimsemekte ve "her ayetin bir zahiri ve bir de batını, bir haddi ve bir de matlaı vardır" rivayetini göz önüne alarak bir ayeti değerlendirmede bunun dörde katlanabileceğim belirtir. [701] Aslında bu Gazali adına talihsizlik olarak değerlendirilmekte ve 'esasen böyle bir anlayış, Kur’an’ın ortaya koyduğu kuralları yok sayan, onları her istedikleri tarafa çekmek isteyen Batınîlerin yöntemidir' diye haklı olarak eleştirilmektedir. [702]
Bu alanda en çok çalışma yapan ve aynı oranda da tenkit edilen Tantavi Cevheri (1870-1940)'dir. O bu konuda el-Cevahir fi Tefsiri'l-Kur'ani'l-Kerimi'l-Müştemil ala Acaib adlı meşhur eserini telif etmiştir. Ama Cevheri'nin bundan başka önemli bir eseri daha vardır. Bu eser el-Kur'an ve'I-Ulumu'l-Asriyye'dir. O, bu eserinde öncelikle İslam dünyası için çok önemli sayılacak şu hususlar yer vermektedir;
1. Allah'ın Müslümanlara dünya egemenliği hakkındaki sözleri,
2. Müslümanlar iki şeyi ihmal etmişlerdir, bunlar birlik ve bilimdir.
3. Cihadın anlamı,
4. Müslümanların dünyadaki nüfusları ve
5. Müslümanlar arasında bilim nasıl yayılacak.
Bu gönişleri değerlendiren Jansen şöyle der:
"Bütün bu söylenenlerin özü açıktır:
Müslümanlar siyasi olarak birleşir ve ilmi bakımdan gelişirlerse kendilerini yabancıların sultasından kurtarmayı başarabileceklerdir" [703] Cevherinin bu görüşlerine daha sonraları elbette katılanlar olmuştur. [704] Şunu belirtmeliyiz ki, bu görüşlerin kaydedildiği tarihlerden itibaren İslam dünyası kendine gelememiştir ve hatta hala bunların eksikliği oldukça açık bir biçimde görülmektedir. Nitekim İslam dünyasının pek çok yerinde gelişmemişlik, kalkınmamışlık açık bir biçimde göitilmektedir.
Bilimsel tefsiri kabul etmeyenler de bulunmaktadır. Bunların başında Şatibi gelmektedir. O, Muvafakat isimli eserinde biraz da aşırı diyebileceğimiz bir şekilde ilmi tefsiri tenkit etmektedir. Şatıbi şöyle der:
"Bu şeriat, ümmi olan Araplara hitap ettiği halde, birçok kimse öncekilere ve sonrakilere ait tabiat, riyazat, geometri, mantık ve benzeri bütün ilimleri Kur'an'a izafe etmekle haddi aşmaktadırlar. Oysa önceki anlattıklarımız dikkate alındığında bunun doğru olmadığı görülür. Çünkü Kur'an'ı ve içerdiği ilimleri herkesten iyi bilen sahabe, tabiin ve tebeu't-tabiin dünya ve ahiret ahkamı dışında Kur'an'ın bütün ilimleri ihtiva ettiğine dair bize hiçbir görüş nakletmemişlerdir. Şayet bu konuda herhangi bir görüşleri olsaydı, onları bize bildirir, meseleyi açıklığa kavuştururlardı. Onlardan bu konuda herhangi bir şey ulaşmamıştır. [705]
İlmi tefsiri eleştiren Emin el-Huli eleştirilerini şu başlıklarda sunmaktadır:
1. Bilimsel yorumlamanın dilsel sıhhatsizliği: Kur'an kelimelerinin anlamları, herhangi bir değişikliği modern bilim alanına taşımaz.
2. Bilimsel yorumlama filolojik olarak sıhhatsizdir: Kur'an Peygamber Muhammed'in Arap çağdaşlarına hitap etti, bundan dolayı onların anlayamayacakları herhangi bir şeyi içermez.
3. Dini bakımdan sıhhatsizdir: Kur'an bir din önerir, dini ve ahlaki bir mesaj getir. O, insanın evrenbilimine ilişkin görüşleriyle değil, insanın yaşamıyla ilgilenir.
4. Kur'an'ın 19 ve 20. y. yıl bilimcilerinin devamlı değişen görüşlerini içermesinin mantıken doğru olmasıdır.[706]
İlmi tefsir hakkında kısaca bilgi verdikten sonra, şu noktanın altını bir kere daha çizmek istiyorum:
Verileri kesinleşmemiş ilmi hareketleri Kur'an ayetlerine bir bakıma uyarlamak zamanla sorunlar doğurabilir. Zaten ilmi tefsirde veya bilimsel yorumlarda buna Kur'an şöyle diyor veya böyle diyor demek son derece sakıncalıdır. Aslında unutulmamalıdır ki, Kur'an ne bir tıp, hukuk, astronomi ve ne de fizik, matematik ve benzeri ilimleri ihtiva eden bir kitap olmadığı gibi bir kelam, tasavvuf ve fıkıh kitabı da değildir. Kur'an bir hidayet, bir rehber ve bir düstur kitabıdır. Onun gayesi insanları hidayete, doğruya ve Allah'a kul olmaya sevketmek, böylece insanlığı içine düştüğü bunalımlardan kurtarmak ve insanların insanca yaşamalarını temin etmektir. Kur'an'ın bu amacı ortada iken bilimsel olarak açıklanan bazı hususların Kur'an'da var diyip, hele kesinleşmemiş bazı bilimsel konularda acelecilik etmek sonuçları bakımından gayet mahzurludur. Kişi veya kişiler elbette yaşadıkları dönemlerin bilimsel, kültürel, teknik, siyasi ve sosyal oluşumlarından etkilenirler. Ama bu etkilenmeye Kur'an'dan deliller bulmak veya bu konuda büyük bir gayretin içine girmek bilmem ne kadar doğru olur. Bu gayret ve çabaların zamanla "Kur'an nasıl bir kitap, her zamana göre özellikle sonuçları değişmeye her an müsait olan bilimsel verilere göre değişebiliyor?" ve benzeri sorulara yol açması her an mümkündür. Onun için bu konuda çok dikkatli olmak gerekir. [707]
Bu konuya değinen çağdaş müfessirlerden ikisinin konu ile ilgili düşüncelerini aktarmak istiyoruz. Merhum Seyyid Kutup Kur'an hakkında şöyle demektedir:
"Kur'an, tıp veya kimya veyahut astronomi kitabı olmak için gelmemiştir. Nitekim bazı aşırı gayretkeşler veya Kur'an'ın bu ilimlere muhalif olduğunu iddia eden aşırı saldırganlar bunları araştırmak isterler. Şüphesiz bu her iki girişim ve çaba, bu kitabın doğasının, görevlerinin ve ilmi alanının yanlış anlaşıldığına delildir. Şüphesiz Kur'an sahası bizzat insan ve onun hayatıdır. Onun vazifesi varlık için ve onun yaratıcısı ile bağlarını kurmak için genel bir tasavvur oluşturma, bu varlık aleminde onun Rabbı ile olan bağlarını koymaktır ki, bu tasavvurun temelleri üzerine insanoğlunun bütün güç ve enerjisini kullanabileceği bir hayat nizamını oluşturmaktır. Mesela bu güçler arasında akıl gücü öyle bir güçtür ki, doğruluk üzerine gelişmesinden sonra insana verilen sınırlar dahilinde ilmi araştırmalar, deney ve tatbikatta çalışma imkanı sağladıktan sonra tabii hali ile kesin olmayan bazı neticelere ulaşır. Şüphesiz Kur'an'ın üzerinde çalıştığı konu, hayalleri, inançları, duyguları ile, anlayışları ile, tabiatı, işleri, bağlantıları, ilişkileri ile insanın bizatihi kendisidir.[708]
Sonra şöyle der:
"Şüphesiz Kur'an, konusunda kamil bir kitaptır. Onun konusu, bu ilimlerin tamamından daha büyük ve geniştir. Çünkü onun konusu, bu bilgileri keşfedip, onlardan faydalanan insanın ta kendisidir... Araştırma, deney ve tatbikat insanda var olan aklın özelliklerindendir. Kur'an, insanın bizzat yapısına değinir, şahsiyetine, iç yapısına (benliğine), aklına ve fikirlerine değinir. Nitekim yalnız akıl, düşünce ve hayalleri ile sağlıklı insanı ve bu çalışmaları sağlayacak toplumu bulduktan sonra insanın içerisinde var olan (ona verilmiş olan) bu güçleri (enerjileri) en güzel şekilde kullanma imkanını sağlayan sosyal toplumun temellerine de değinir ve onları onarır [709]
Mevdudi ise şöyle demektedir:
Linsan Kur'an'ı anlamak için ne kadar gayret sarfederse etsin ve ne kadar bilimsel eserler kullanırsa kullansın Kur'an'ın ahkamı üzere davranmadığı sürece onun Kur’an’ın özünü ve ruhunu istenen biçimde anlaması zordur. Kur'an-ı Kerim bir kısım nazariyeler ve bilimsel düşünceler ihtiva etmiyor ki, sen koltuğuna oturarak onu incelemeye çalışasın ve bütün manalarını anlayasın. Kur'an-ı Kerim bir kelam kitabı da değil ki, sen bir köşeye veya bir kürsüye oturup onun bütün sırlarını ve gizli kalmış bilgilerini çözesin...!
Kur'an-ı Kerim bir davet ve hareket kitabıdır. O iner inmez ağır başlı, yumuşak huylu, yaratılışı temiz, yüce ahlaklı ve konuşmayı seven bir insanı yalnızlık köşesinden çıkarıp, haktan yüz çevirmiş olan düşmanlarının karşısına çıkarmıştır. Bu insan batılla çarpışmaya başlamış, şirkin insanlarına sapıklığın liderlerine ve dalaletin öncülerine savaş açmıştır...
Bu kitap 23 yıl gibi bir süre içinde büyük İslam hareketini yönlendirebilmiş ve tek bir ferdin yüksek sesle haykırışıyla bu hareket başlamıştır. Sonunda yeryüzünde İslam halifeliğinin ikamesiyle son bulmuştur.
Yıkım ve yapım projelerini, merhalenin her birinde hakla batıl arasındaki savaş boyunca atılan her adımda bu kitap ortaya koymuştur.
O halde sen sadece harflerine bakıp kelimelerini hızlıca telaffuz etmekle bu kitabın içinde gizli sırlar ve hakikatleri anlamak nasıl mümkün olacak. Hem de bu kitabın verdiği mücadele merhalelerinden hiç birine uğramadan.
Bu kitabı, hakem kabul etmeden, Allah'a davete başlamadan, tüm adımlarını Kur’an’ın yönlendirip öğrettiği gibi atmadan Kur’an’ın derin manalarını ve isteklerini anlayamayacaksın.
İşte bu açıdan Kur'an-ı Kerim talebelerinin karşılaştığı tüm tecrübe çileleri yaşaman lazım. Mekke, Habeşistan ve Taif’in tarihi hadiselerini görmen lazım. Bedir'den Huneyn'e, oradan Tebük'e uzanan merhaleleri yaşaman lazım. Ebu Cehil ve Ebu Leheb ile atışman gerekir. Münafıklarla, yahudilerle yüz yüze gelmelisin. Yani ilk müminlerle görüşüp müellefe-i kulüple karşılaşarak tüm insanlık örneklerini görüp incelemen şarttır.
İşte bu anlayış hiçbir davranış çeşidine benzemeyen bir davranış şeklidir. Ben buna Kur'an'a ait, Kur'an’i davranış diyorum"[710]
Bilimsel verilerin değişeceğine dair en çarpıcı örneği Fahrettin er-Razi'nin tefsirinde bulabiliriz. Fahrettin er-Razi'nin yaşadığı dönemde bilim, dünyanın bir küre şeklinde olduğunu, ama dönmediğini ortaya koymaktadır. Bundan etkilenen er-Razi konuya şöyle değinir:
"Allah, bu ayette ,[711] yeryüzünü bir döşek kıldığını söylemektedir. Bu ayetin benzeri olan başka ayetlerde de şöyle buyurur:
"Yoksa yeri bir karargah yapan, aralarından ırmaklar akıtan" mı: [712]
“O yeryüzünü sizin için bir beşik (gibi) yaratandır" [713]
Yeryüzünün bir döşek gibi olması bazı şartlara bağlıdır:
Birinci şart, onun sakin olmasıdır. Çünkü, şayet o, hareketli olsaydı, bu hareket ya düz olurdu veya dairevi olurdu. Eğer düz olsaydı mutlak anlamda yeryüzü bizim için bir döşek olmazdı. Çünkü yüksekten atlayan bir kimsenin, bu durumda, yeryüzüne düşmemesi gerekirdi. Zira yeryüzü kayıp gitmektedir. Bu durumda yüksekten düşen insan boşlukta kalır. Yeryüzü de insandan daha ağırdır. İki ağır şey düştükleri esnada daha ağır olan, daha hızlıdır. Daha yavaş olan süratli olana ulaşamaz. Bu sebeple o insanın yere düşmemesi gerekirdi. Böylece yeryüzü düz bir şekilde düşerse, bir döşek olamaz. Şayet dünyanın hareketi dairevi bir biçimde olsaydı, ondan istifademiz tam olmazdı. Örneğin yeryüzünün hareketi doğuya doğru olsaydı, insan da batıya doğru hareket etmek istediğinde yerin hareketi daha hızlı olduğu için insanın bulunduğu yerde kalması gerekirdi ve bu durumda insanın istediği yere ulaşması imkansız olurdu. Eğer bu imkan dahilinde olursa, biliriz ki, yeryüzü ne dairevi ne de düz bir şekilde hareket edemez. O halde yeryüzü sükûn halindedir...[714]
Fahrettin er-Razi, daha sonra o dönemde dünyanın sükun halde olduğunu iddia edenlerin, bu sükun halinin sebepleri konusunda ihtilaflarını ve bunlara karşı verdiği cevapları verir ve eleştirir. [715]
Bu görüşlerin yanlışlığı ortadadır. Ancak bu bilgilerin bir faydası da yok değildir. Zira bu bilgiler bize o günün insanının kainatla ilgili bilgi düzeyini göstermesi bakımından önemlidir. Dünyanın yarım küre biçiminde olduğunu benimseyenlerin görüşlerini ve tenkidini de yapan Fahrettin er-Razi, bir taraftan o gün insanların bilimsel olarak dünyanın bir küre biçiminde olduğunu kabul ettiklerini ve ancak dünyanın dönmediği fikrini de benimsediklerini bize aktarmakta ve kendisinin de dünyanın hareket etmediği fikrinin doğruluğu konusunda ayetlerden deliller getirdiğini gördük. O halde kesin sonuçlanmamış bilimsel faaliyetlere Kur'an'dan deliller getirmek bilmem ne kadar doğal olur?
Konuyu Jansen'in şu değerldirmesi ile bitirmek istiyorum:
"Modern anlamda bilimsel yorumlama, Batı'nın teknolojik, bilimsel ve politik etkisinin Arap aleminde başlangıcından bu yana, İslam dünyasında büyük oranda devam eden tartışmanın bir parçasıdır. Bu tartışma Batı'dan gelen Arap ve İslamî kaynaklı olmayan bilimleri çalışmanın müslümanlar tarafından kabul edilip edilmeyeceği veya Avrupa teknik aletlerinin kullanılmasının İslam hukukuna göre izin verilip verilemeyeceği sorunu çerçevesinde yoğunlaşır..." [716] . Aslında ilmi tefsire tutkun olanlardan pek çoğunun ileri sürdüğü 'Kur'an'ın kimi ayetlerinin ancak müspet ilim alanındaki günümüz keşifleri sayesinde anlaşılabileceği' iddiasına gelince bu da aşırı bir hata ve mesnetsiz bir iddiadır.[717]
1. Abduh- Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru'l-Menar, Kahire 1366/1974.
2. Abdulhamid, İrfan, İslam'da İ'tikadi Mezhepler ve Akaid Esasları (terc. M. Saim Yeprem), İstanbul 1981.
3. Abdullah Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, (Terc. Salih Akdemir), Ankara 1983.
4. Acluni, İsmail Muhammed el-Cerrahi (1162/1748-9), Keşfu'l-Hafa ve Muzilu'I-İIbas, Beyrut 1351.
5. Ahmed b. Hanbel (241.855), er-Redd ale'l-Cehmiyye ve'z-Zenadika, Kahire 1956 es-Sünne, Kahire, 1375/1956. 6. Ahmet Emin, Duhha'l-İslam, Kahire 1956. Bedia Akarsu, Felsefe Terimler Sözlüğü, Ankara 1979.
7. Akdemir, Salih,-"İlmi Tefsir Hareketinin Değerlendirilmesi ve Ondokuz Rakamı Üzerine", (Abdullah Draz'ın Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru eserinin girişinde), Ankara 1983.
8. Akdemir, Salih,"Kur'an'ın Toplanması ve Kıraat Meselesi", 1. Kur'an Sempozyumu, Ankara 1994.
Albayrak, Halis,
9. Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, İstanbul 1992 Alusi, Muhammed Şükrü el-Bağdadi, -Ruhu'I-Maani, Beyrut, thr.
10. Asım Efendi, Seyid Efendi, Kamus Tercemesi, İstanbul 1304/1305.
11. Atay, Hüseyin, "İslam Hukuk Felsefesine Giriş" (Abdulvahhab Hallafin İlmu Usuli'l-Fıkh'ının tercümesiyle beraber), Ankara 1973.
12. Ateş, Süleyman, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, İstanbul 1988.
13. "Bazı Ayetleri Müteşabih Olan Kur'an mıdır?", Tefsirin Dünü Bugünü Sempozyumu, Samsun 1992.
14. Ayni, Bedrüddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed (855/1451), -Umdetu'l-Kari fi Şerhi Sahihi'l-Buhari, İstanbul 1308.
15. Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed et-Temimi, (429/1038), el-Fârk beyne'l-Firak (nşr. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Kahire 1964.
16. Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed et-Temimi, (429/1038), Usulu'd-Din, İst 1346/1928.
17. Bakillani, Ebu Bekr Muhammed b. et-Tayyib b. Muhammed b. Ca'fer, (403/1012), el-İnsaf fi ma Yecibu İ'tikaduhu ve la Yecuzu'l-Cehlu bih (tahk. M. Zahid el-Kevseri), Kahire 1382/1963.
18. Kitabu't-Temhid (nşr. Richard J. McCarthy, S.J.), Beyrut 1957.
19. Brockelman, C. Supplementband, Leiden 1937-42.
20. Buhari, Muhammed b. İsmail (256/869-70), es-Sahih, İsttanbul 1979.
21. Cassas, Ebubekir Ahmed İbn Ali er-Razi, Ahkamu'l-Kur'an, Kahire, thr. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü (İlmu Usuli't-Tefsir), Ankara 1976.
22. Bazı Surelerin Başlangıç Harfleri (el-Hurufu'1-Mukatta'), Diyanet İşleri Bask. Dergisi, yıl, 1971, sayı,104-109.
23. Cevheri, İsmail b. Hammad (393/1003), es-Sıhah, Beyrut, 1399/1979.
24. Cüveyni, İmamü'l-Harameyn Abdülmelik b. Ebi'l-Meali (478/1085), el-Akidetü'n-Nizamiyye (nşr. M. Zahid el-Kevseri), Mısır 1367/1948.
25. el-Ğiyasi (tahk. Dr. Abdulazim ed-Dib), Mısır 1401/1981.
26. Kitabü'l-İrsad ila Kavatili'l-Edille fi Usuli'l-İ'tikad (nşr Muhammed Yusuf Musa, Ali Abdulmun'im Abdulhamid), Mısır 1950.
27. Kitabu'l-Lümai’l-Edille fi Usüli'd-Din, Süleymaniye Ktp. Şehid Ali Paşa B,l. Nr. 4741/4.
28. Muğisu'I-Halkfi Tercihi Kavli'l-Ehakk, Mısır 1954
29. es-Şamil fi Usuli'd-Din (nşr. Prof. Ali Sami en-Neşşar, Faysal Bedir Avn, Süheyr Muhammed Muhtar), İskenderiyye 1969.
30. Cürcani, es-Seyyid es-Şerif Ali b. Muhammed (816/1413), et-Ta'rifat, İstanbul 1300.
31. Dağ, Mehmed, İmamü'l-Harameyn el-Cüveyni'nin Alem ve Allah Görüşü, Ankara 1967, (Doçentlik Tezi, Basılmamış).
32. Dağ, Mehmed, Darimi, el-Hafız Osman b. Said, (280/893-4), Kitabü'r-Redd ale'l-Cehmiyye (nşr Gösta Vitestam), Leiden,1960.
33. Demirci, Muhsin, Kur'an'ın Müteşabihleri Üzerine, İstanbul 1996
34. Doğrul, Ömer Rıza, Kur'an Nedir, İstanbul 1345/1927.
35. Dumlu, Ömer, Kur'an-ı Kerim'de Maruf ve Münker, İstanbul 1994.
36. Dumlu, Ömer, Kur'an-ı Kerim'de Salah Meselesi, Ankara 1992.
37. Ebu Davud, Süleyman b. el-Es'as es-Sicistani el-Ezdi (275/888), es-Sünen, (nşr. Muhammed Ali es-Seyyid), Hıms 1388/1969.
38. Ebu Hanife, en-Nu'man b. Sabit b. en-Nu'man b. Kays b. el-Merzuban (150/767), Kitabu Fıkhı'l-Ekber, İstanbul, trs.
39. Eş'ari, Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail (324/935), el-İbane an Usuli'd-Diyane, el-Medine el-Münevvere 1975.
40. Kitabü'1-Lüma' fi'r-Redd ala Ehlil Zeyğ ve'1-Bid'a (nşr Richard J. Mc Carthy, SJ), Beyrut 1935.
41. Makalatü'l-İslamiyyin va'htilafu'l-Musallin (nşr Muhammed Muhyiddin Abdülhamid), Kahire 1369/1950.
42. Makalatü'l-İslamiyyin va'htilafüm-Musallin (nşr. Helmut Ritter) Wiesbaden 1963.
43. Risale fi İstihsani'1-Havd fi İlmi'l-Kelam (nşr. Richard J. McCarthy, S. J), Beyrut 1952.
44. Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, thr.
45. Ezheri, Ebu Mansur Muhammed b. Ahmed (370/980), Tehzibü'1-Lüga, Kahire 1384.
46. Fığlali, Ethem Ruhi, İmamiyye Şiası, İstanbul 1984.
47. Gazali, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed (505/1111), İhyali Ulumi'd-Din, Beyrut, trs.
48. el-İktisad fi'1-İ'tikad (nşr. Dr. İbrahim Agah Çubukçu, Dr. Hüseyin Atay), Ankara 1962.
49. İlcamü'1-Avam an İlmi'l-Kelam, İstanbul 1387
50. İslam'da Müsamaha (terc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1972.
51. Kanunu' t-Te'vil, Kahire 1945
52. el-Mustasfa, Mısır 1322.
53. Hatip el-Bağdadi, el-Fakih ve't-Mütefekkih, Rıyad 1389.
54. Hatiboğlu, S. Mehmet, "İslam'ın Aktüel Değeri Üzerine", İslami Arştırmalar, sayı 1, yıl 1986.
55. Işık, Kemal, Mırtezüe’nin Doğuşu, Ankara 1967.
56. İbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kur'an, Kahire 1394/1974.
57. İbn Asakir, Ebu'l-Kasim Ali b. el-Hasen b. Hibetillah ed-Dimeski (571/1175),
58. et-Tebyinu Kezibi'l-Müfteri, Beyrut 1399/1979.
59. İbn'ul-Cezeri, en-Neşr fi Kıraati’I-Aşr, Kahire, thr.
60. İbn Haldun, Abdurrahman Ebu Zeyd Veliyyuddin el-Maliki (808/1406), Mukaddimelere. Süleyman Uludağ), İstanbul 1982-3.
61. İbn Hallikan, Ebu'l-Abbas Şemsüddin Ahmed b. Ahmed b. Muhammed b. Ebi Bekr (681.1282), Vefeyatü'l-A'yan ve Enbau Ebnai'z-Zeman, Beyrut 1397/1977.
62. İbnu'1-İmad, Ebu'l-Felah Abdulhayy el-Hanbeli (1089/1678), -Şezeratu'z-Zeheb fi Ahbari Men Zeheb, Beyrut, trs.
63. İbn İshak, Muhammed, es-Sire, Beyrut, thr.
64. İbn Kayyim el-Cevziyye, Şemsüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekr (751/1350), I'iamu'l-Muvakkiin an Rabbim-Alemin (nşr. Taha Abdurrauf), Beyrut 1963.
65. İbn Kesir, Ebu'1-Fida İsmail b. Ömer el-Kureşi (774/1372), -el-Bidaye ve'n-Nihaye, Mısır 1358
66. Tefsiru'1-Kur'ani'l-Azim (Tefsiru İbn Kesir), Mısır, trs.
67. İbn Kudame, Abdullah b. Ahmed (620/1223), Lem'atu'l-İ'tikad (nşr. Bekir Topaloğlu), İzmir 1981.
68. İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim İbn Kuteybe ed-Dineveri (276/889), Te'vilu Müşküli’l-Kur'an (nşr. Es-Seyyid Ahmed Sakra), Kahire 1393/1973.
69. İbn Manzur, Ebu'1-Fadl Cemaluddin Muhammed b. Mukrim el-Efriki, el-Mısri (711/1311), Lisanü'1-Arab, Beyrut, trs.
70. İbnü'n-Nedim, El-Fihrist, Beyrut, thr.
71. İbn Rüşd, Ebu'l-Velid (595/1198), FasIu’l-Makal fi ma beyne’l-Hikmeti ve's-Seriati mine’I-İttisal (tah. Muhammed Amare), Mısır 1972.
72. İbn Teymiyye, Ebu'l-Abbas Takiyüddin Ahmed el-Harrani ed-Dimeşki el-Hanbeli (728/1328),
73. Kitabu Tefsiri Sureti’l-İhlas, Mısır 1323.
74. İzmirli, İsmail Hakki, Ebu Bekr el-Bakillani, D.F.I.F.M, İstanbul 1926, V. 137-172.
75. İmam el-Harameyn Ebü'1-Meaü b. el-Cüveyni, D.F Î.F.M, İst. 1928, IX. 1-33.
76. Yeni İlm-i Kelam, İstanbul 1340.
77. İzzet Derveze, et-Tefsiru'1-Hadis, (Çeviri: Komisyon), İstanbul 1997.
78. Jansen, J.J.G. Kur'an'a Bilimsel-Filolojik-Prati Yaklaşımlar, (Türkçesi Halilrahman Uçar), Ankara 1993.
79. Kadı Abdülcebbar, İbn Ahmed (415/1024), Müteşabihu'l-Kur'an, (tah. Adnan Muhammed Zerzur), Kahire 1969.
80. Şerhu Usuli'l-Hamse (tah. Dr. Abdülkerim Osman), Kahire 1965.
81. Kadı Abdulfettah, Sahabe ve Muhaddislere Göre Esbab-ı Nüzul, (Tercüme, Salih Akdemir), Ankara 1995.
82. el-Kadı el-Beydavi, Envaru't-Tenzil ve Esrara't-Te'vil, Mısır, thr. Katade b. Diame, Kitabu'n-Nasih ve'1-Mensuh fi Kitabillah, (tahk. ve nşr. Dr. Hatim Salih ed-Damin), Beyrut 1985.
83. Katip Çelebi, Haci Halife (1067/1657), -Keşfü'z-Zünun, İstanbul 1971.
84. Kettani, Abdulhay, et-Teratibu'l-İdariyye, (terc. Ahmet Özel), İstanbul 1990.
85. Kırca, Celal, Kur'an-ı Kerim ve Modern İlimler, İstanbul 1982.
86. Küçükkalay, Hüseyin, Abdullah İbn Mes'ud ve Tefsir İlmindeki Yeri, Konya 1971.
87. Mahmut Muhammed Şakir, Mukaddime (Mukaddimetu'z-Zahireti'l-Kur'aniyye), Kahire, thr.
88. Makrizi, Takiyyüddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ali (845/1441-2), Kitabü'l-Mevaiz ve'1-İ'tibar bi Zikri'l-Hitat ve'1-Asar, Beyrut, trs.
89. Matüridi, Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b.Mahmud es-Semerkandi (333/944), Kitabü't-Tevhid, (nşr. Dr. Fethullah Huleyf), İstanbul 1979.
90. Te'vilatü Ehli's-Sünne (tah. Dr. İbrahim Avad) Kahire 1391/1971.
91. Mevdudi, Ebu'1-Ala, el-Mebadiü'1-Esasiyye li Fehmi'l-Kur'an, Kuveyt 1391
92. Muhammed Abdurrahim Muhammed, et-Tefsiru'n-Nebevi, Kahire 1423/1992.
93. Muhammed b. Lütfı es-Sabbağ, Buhus fi Usuli't-Tefsir, Beyrut 1408/1988.
94. Muhammed Hamdullah İslam Peygamberi, (Çeviren: Salih Tuğ), İstanbul 1400/1980.
95. Kur'an-ı Kerim Tarihi, (Çev.Dr. Macit Yaşaroğlu), İstanbul 1965.
96. Muhammed Hudari Bek, Usulü'1-Fıkh, Mısır 1389/1969.
97. Mustafa Zeyd, Drasat fi't-Tefsir, Kahire, thr.
98. Müslim, Ebu’l-Hüseyn Müslim b. el-Hallac el-Kureyşi en-Nisaburi ( 261/847).
99. es-Sahih, Mısır 1374.1955
100. Mütercim Asım Efendi, Seyyid Ahmed, Kamus Tercemesi, İstanbul, 1305.
101. Mehmet Paçacı, "Kur'an ve Ben Ne Kadar Tarihseliz?", İslami Araştırmalar, sayı 9, yıl 1996.
102. Pezdevi, Ebu Yüsr Muhammed, Usuli'd-Din (tah. Dr. Hans Peter Linss), Kahire 1383/1963.
103. Ragib el-İsfahani, Ebu'l-Kasim el-Hüseyni b. Muhammed (502/1089), el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'an, Beyrut, trs Razi, Ebubekir,
104. Tefsiru Garibi'l-Kur'an, (tahk: Hüseyin Elmalı), Ankara 1997.
105. Razi, Fahruddin Muhammed b. Ömer (606/1209), -Esasü't-Takdis, Mısır 1328
106. İ'tikadatü Firaki'I-Müslimin ve'I-Müsrikin, Kahire 1398/1978.
107. Kelam'a Giriş (trc. Prof. Hüseyin Atay), Ankara 1978.
108. et-Tefsirü'1-Kebir (Mefatihu'l-Gayb), Tahran, trs. Sabuni, Nuruddin Ahmed b. Muhammed b. Ebi Bekr (580/1184), Matüridiyye Akaidi (terc. Bekir Topaloğlu), Ankara 1979.
109. Saraç, Tahsin, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, Ankara 1976.
110. Semhudi, Nurettin Ali b. Ahmet (911/1505), Vefau'I-Vefa bi Ahbari Dari'l-Mustafa, (Tahk Muhammed Muhyiddin Abdulhamit), Beyrut 1971.
111. Sicistani, (İbn Ebi Davud), Kitabu'l-Mesahif, Beyrut 1405/1985.
112. Subki, Tacüddin Ebu Nasr Abdulvahhab b. Ali b. Abdilkerim (771/1369), Tabakatu'l-Safi'yyeti'l-Kübra (nşr. 113. Mahmud Muhammed et-Tanahi, Abdulfettah Muhammed el-Halu), Mısır, 1383/1964.
114. Suyuti, Celaluddin Abdurrahman b. Ebi Bekr (911/1505), -el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an, Mısır 1368.
115. Mu'tereku'l-Akran fi İ'cazi'l-Kur'an, Mısır, 1969-73
116. Şahinoğlu, M. Nazif, "Te'vir, İA. M,. 1215-7 Şah Veliyyullah ed-Dehlevi, el-Fevzu'1-Kebir, (Mütercim Mehmed Sofuoğlu), İstanbul 1980.
117. Şatıbi, Ebu İshak el-Muvafakat, Kahire 1969.
118. Şehristani, Muhammed b. Abdilkerim (458/1153), el-Milel ve'n-Nihal (nşr. Muhammed Seyyid Geylani), Beyrut 1395/1975.
119. Şevkani, Muhammed b. Ali b. Muhammed, -Fethu'l-Kadir, Beyrut 1413/1993.
120. Es-Saidi, Abdulmüteal, En Edebi Mesaj Kur'an, (Çev: Doç. Dr. Hüseyin Elmalı), İzmir 1997.
121. Sait Şimşek, "İlmi Tefsir Üzerine", Kur'an'ın Anlaşılmasında İki Mesele, İstanbul 1991
122. Taberi, Ebu Ca'fer Muhammed b. Cerir (310/922), Camiü'l-Beyan an Te'vli Ayi'l-Kur'an, Mısır 1373/1954. 123. Taftazani, Saduddin Mes'ud b. Ömer (791/1388-9), Şerhu'l-Akaid, İstanbul 1973.
124. Tahanevi, Muhammed Ali el-Faruki (1158/1745), Keşşafu Istilahati'l-Fünun, Kahire 1382/1963.
125. Tahavi, Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selame b.Seleme b. Abdilmelik el-Ezdi (321/933), el-Akideti’t-Tahaviyye, Beyrut 1398.
126. Taşköprüzade, Ahmed b. Mustafa (962/1457), Miftahu's-Saade ve Misbhu's-Siyade fi Mevzuati'1-Ulum (nşr. Kamil Kamil Bekri, Abdulvahhab Ebu'n-Nur), Kahire 1968.
127. Necati Tetik, Kıraat İlminin Talimi, İstanbul, thr.
128. Tirmizi, Ebu İsa Muhammed b. İsa (279/892), es-Sünen, Mısır 1398/1978.
129. Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi (Giriş), İstanbul 1981.
130. Tufi, Süleyman b. Abdulkura el-Bağdadi, el-İksir fi İlmi't-Tefsir, Kahire 1977
131. Yaltkaya, Mehmet Şerafettin, Selçuklular Devrinde Mezahib, Türkiyat Mecmuasi, İstanbul 1925.
132. Yakut el-Hamevi, Ebu Abdillah Yakut b. Abdillah er-Rumi (626/1228), Mu'cemu'l-Buldan, Beyrut 1374/195. 133. Zerkani, Muhammed Abdulazim, Menahiu'l-İrfan fi Ulumi'l-Kur'an, Mısır 1362/1943
134. Zerkeşi, Bedrüddin Muhammed b. Abdillah (794/1391), -el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an, Mısır (1376/1957)
135. Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, trs
136. Zemahşeri, Ebu’l-Kasım Muhammed İbn Ömer, el-Keşşaf an Hakaiki't-Tenzil, Beyrut, thr.
137. ez-Zencani, Ebu Abdillah, Tarihu'l-Kur'an, Kahire, thr.
138. ez-Zehebi, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve'1-Müfessirun, Beyrut, thr.
139. Zeydan, Abdulkerim, el-Veciz fi Usuli'1-Fıkh, İstanbul 1979
140. Zeyveli, Hikmet, "Kur'an'ın Aktüel Değeri Üzerine", 1. Kur'an Sempozyumu Tebliğler ve Müzakereler, Ankara 3 Nisan 1994.
141. Yıldırım, Suat, Peygamberimizin Kur'an'ı Tefsiri, İstanbul 1983
142. Wahba, Magdi, A Dictionary of Literary Terms -English-French-Arabic, Beyrut 1974. [718]
[1] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 1-2.
[2] el-İksir, s. 1.
[3] Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir. s.275.
[4] Konuyla ilgili olarak bkz.. Suat Yıldırım. Peygamberimizin Kur'an'i Tefsiri. İstanbul A983; Muhammed Abdurrahim Muhammed. et-Tefsiru'n-Nebevi. Kahire 1423/1992.
[5] Hüseyin Küçükkalay. Abdullah İbn Mes'ud ve Tefsir İlmîndeki Yeri, s. 139-140.
[6] Geniş bilgi için bkz. Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir. s. 15.
[7] Ahkam tefsirleri, işari tefsirler bunlara örnek olarak gösterilebilir.
[8] Konuyla ilgili olarak bkz., el-Eş'ari. Ebu'l-Hasan Ali İbn İsmail. Makalatu'l-İslamiyyin ve'h-tilafi'I-Musallin (nşr. Helmul Ritter). Wiesbaden 1963.
[9] Şehristani. Muhammed İbn Abdilmelik. el-Milel ve'n-Nihal (nşr. Muhammed Seyyid Geylani), Beyrut, thr. I, 22-27.
[10] Bkz., Taşköprüzade, Ahmet b. Mustafa. Miftahu's-Saade ve Misbahu's-Siyade fi Mevzu ati '1-UIum (nşr. Kami) Kamil Bekri. Abdulvahhab Ebu'n-Nur). Kahire 1968, II, 162.
[11] İbn Kayyım el-Cevziyye, Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed b. Ebi Bekr. İ'lamu'l-Muvakkiîn an Rabbi'l-AIemin (nşr. Taha Abdurrauf). Beyrut 1973,1; 49.
[12] Bkz.. ed-Darimi. Osman İbn Said. Kitabu'r-Redd ala'I-Cehmiyye (nşr. Gösta Vilcstam), Leiden 1960, s. 5.
[13] Bkz., Muhammed Reşid Rıza, Tefsiru'l-Menar, Kahire 1366/1974, III, 176.
[14] Hariciler gibi.
[15] Selef ekolü gibi.
[16] Fahruddin er-Razi, Muhammed b Ömer b. Hüseyin. Esasu't-Takdis. Mısır 1328. s. 88-89.
[17] Bkz.. Ragıp el-İsfehani, el-Müfredat, asi maddesi.
[18] Bkz., el-Curcani. et-Tarifat ilgili madde.
[19] Bkz.. İbn Manzur. Lisanu'1-Arap. asl mad.
[20] Saffat: 37/64.
[21] İbrahim: 14/24.
[22] Bkz.. er-Razi. Tefsir, XIX, 117.
[23] Bkz.. Wahba, Magdi. A Dictionary of Literary Terms -English-French-Arabıc-s.318.
[24] Hak Dini ve Kur'an Dili Fihrist ve Lügati, s. 695.
[25] Bkz.. el-Curcani, et-Tarifat, ilgili madde.
[26] Hasr: 59/5.
[27] Bkz.. Wahba, Magdi. A Dictionary of Literary Terms -English-French-Arabic-.s.318.
[28] Bkz.. Wahba. Magdi. A Dictionary of Literary Terms -English-French-Arabic-,s.318.
[29] Maide: 5/48.
[30] Süleyman Ateş. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri. III. 7.
[31] Geniş bilgi için bkz.. Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ, Buhusfi Usuli't-Tefsir. s. 10.
[32] Geniş bilgi için bkz.., Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ, Buhus fi Usuli't-Tefsir, s. 10. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 3-12.
[33] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 13.
[34] Müslim. Zühd 72; ed-Darimi, Mukaddime. 42: Ahmed İbn Hanbel. III. 12. 21. 39: es-SicistanU(İbnEbi Davud). Kitabu’l-Mesabih. s. 9.
[35] el-Buhari. Kitabu'I-Fezaili'l-Kur'an. 4.
[36] Bk/. İbn İshak. Sire. s. 161-162. Ayrıca bkz.. Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 41.
[37] Bkz, es-Semhudi. Vefatu'1-Vefa bi Ahbari Dari'l-Mustafa. III. 857: Muhammed HamidulIah. İslam Peygamberi. 1.165-166 ve Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 43-44.
[38] Bkz., Kettani. et-Teratibu'l-İdariyye (terc. Ahmel Özel). 1. 199 ve devam
[39] Bkz.. es-Sicistani. (İbn Ebi Davud), Kitabu'l-Mesabih. s. 60-83,
[40] Bkz.. es-Suyuti. el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an. 1185: Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 49.
[41] Bkz.. es-Suyuti, el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an, I, 185.
[42] Bkz.. ez-Zerkesi el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an, I. 234.
[43] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 13-17.
[44] Bkz, Müslim, es-Sahih. Zekat 39. Ayrıca bkz. Şevkani. Fethu'l-Kadir. I. 140; Alusi. Ruhu'l-Maani. I. 553.
[45] Bkz., Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 47: ez-Zencani. Tarihu'l-Kur'an. s. 44.
[46] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 17-18.
[47] Bkz.. Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 50.
[48] Bkz.. es-Suyuti. el-İtkan. I. 189 ve devamı; Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s 50.
[49] Bkz.. ez-Zencani. Tarihu'l-Kur'an. 34: Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 49. ez-Zencani. bu nüshaların Medine. Basra. Küfe ve Şam; 6 nüsha görüşünde ise biri kendisine, değerleri Medine. Mekke. Küfe. Basra ve Şama olduğunu kaydeder.
[50] es-Sicistani, (İbn Ebi Davud). Kitabu'l-Mesabih, s. 43; Muhammed Hamidullah. Kur'an-ı Kerim Tarihi, s. 49.
[51] ez-Zerkeşi- el-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an. I. 240.
[52] es-Suyuti, el-İtkan, I. 189. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 18-20.
[53] Muhammed b. Lütfı es-Sabbağ- Lemehat fi Ulumi'l-Kur'an: s. 119-123.
[54] Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ: Lemehat fi Ulumi'l-Kur'an. s. 124.
[55] Ömer Rıza Doğrul, Kur'an Nedir, s. 79. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 20-21.
[56] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 21.
[57] Müzzemmil: 73/4.
[58] Furkan: 25/32.
[59] Bkz., el-Buhari, es-Sahih. K.Fezail. 26. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 21-22.
[60] Bkz.. Müslim. Müsafirin. No: 247-248.
[61] Buhari. es-Sahih. Husumat. 4.
[62] İbn'ul-Cezeri, en-Neşr, I. 26.
[63] Salih Akdemir, "Kur'an'ın Toplanması ve Kıraat Meselesi", 1. Kur'an Sempozyumu, .s. 28-29.
[64] İbnul-Cezeri. en-Neşr, I, 26-27. Konu ile ilgili olarak Zerkeşi'nin el-Burhan isimli eserine bakılabilir. I, 213-227.
[65] Burada onun maksadı farklı rivayet edilen ve aslında Kur'an'dan olmadığı halde Kur'an'mış gibi kabul ettiği hususları dile getirmesidir.
[66] İbn Kuteybe. Te'vilü Müşkili'l-Kur'an. s. 38-39.
[67] Bkz.. Süleyman Ateş. VIIl. 9. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 22-25.
[68] ed-Dimyati. İthaf. 2.
[69] Muhaysin, el-Mühezzeb. s. 6.
[70] ed-Dimyati. İthaf. 2.
[71] Bkz.. es-Suyuti. İtkan, I. 99.
[72] Bkz.. İbn Mace, Sıvam 58 (I. 562).
[73] ed-Dimvati. İthaf, 3.
[74] es-Suyuti, İtkan, I. 99.
[75] Bkz.. İbn Manzur, Lisanu'1-Arap. rtl mad; er-Razi. Mefatihu'1-Gayb. XXXr 173.
[76] Bkz. Elmalılı, Hamdi Yazir, Hak Dini Kur'an Dili. VIII. 5427.
[77] Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır. Hak Dini Kur'an Dili. VIII. 5426-5427.
[78] Bkz.. Necati Tetik. Kıraat İlminin Talimi, s. 21.
[79] Bkz.. Tacu'1-Arus, VII, 355.
[80] Bkz., Necati Tetik. Kıraat İlminin Talimi, s. 22.
[81] İbnu'l-Cezeri, en-Neşr, I. 205.
[82] Asım Efendi, Kamus Tercemcsi, II. 245.
[83] Asım Efendi. Kamus Tercemesi. H. 334.
[84] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 25-29.
[85] Taberi, Tefsir VI, 126.
[86] Taberi Tefsir. VI. 128.
[87] Taberi. Tefsir, VL 130.
[88] Bakara: 2/51.
[89] Fahruddin er-Razi. Mefatihu'1-Gavb. III. 73.
[90] Bkz., el-Cassas. Ahkamu'l-Kur'an. III. 350; et-Tusi. et-Tıbyan. III. 453; er-Razi. XI. 164-165; el-Kurtubi. VI. 64; İbn Teymiye. et-Tefsiru'l-Kebir. IV. 49.
[91] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 29-31.
[92] Eser 1983 yılında Kayıhan Yayınları tarafından neşredilmiş olup 352 sayfadır. Eserin sonunda Hz. Peygamber'in hakkında açıklamalarda bulunduğu ayetlerin bir indeksi verilmektedir. Ayetlerin sayısı 442'dir. Bu rakam bize Hz. Peygamber'in tefsir ettiği ayetler hakkında bir ipucu vermektedir.
[93] Bu eser l413/I992 yılında Kahire'de neşredilmiştir. Tamamı 152 sayfa olan bu çalışmanın da sonunda bir indeks bulun maktadır. 52 sayfadan oluşan indekste müellif önce surenin Kur"an "dairi sırasına göre isimlerini vermekte. Hz. Peygamber'in hangi ayet hakkında açıklaması varsa ayetlerin karşısına bu izahların geçtiği kaynaklanrı vermektedir. Örneğin Fatiha suresinde "Hamd alemlerin Rabbı olan Allah'adır" ayetinin tefsiri ile ilgili Tirmizi, Tefsir. Suretu'l-Fatiha, IV. 271-272 bilgisi verilmektedir. Burada da Hz. Peygamber'in hakkında tefsiri bulunan ayetlerin sayısı 417'dir. Bu iki sayı arasında fark olsa bile bu çok fazla değildir ve Hz. Peygamber'in yaklaşık olarak hakkında izahatta bulunduğu ayetler 500 civarında olduğu anlaşılmaktadır.
[94] Maide: 5/67.
[95] Nahl: 16/44.
[96] Bkz.. Draz. En Mühim Mesaj Kur'an. (Terc. Suat Yıldırım), s. 13.
[97] Nisa: 4/123.
[98] Ahmed b. Hanbel, Müsned. I. 11
[99] Yunus: 10/64.
[100] Yunus: 10/64
[101] Tirmizi, Sünen, Kitabu't-Tefsir. Yunus Suresi.
[102] Bakara: 2/187.
[103] Buhari. el-Canu’s-Sahih. Tefsiru’I-Kur'an. Bakara Suresi III. 74-75; Tirmizi. a.g.e.. Tefsiru'I-Kur'an Bakara Suresi IV. 278.
[104] İbn Teymiyye, Mukaddime fi Usuli’t-Tefsir. 9.
[105] Bu grubun başında da Gazali gelmektedir. Çevirenin notu.
[106] Zerkeşi. el-Burhari Ulumi’l-Kur’an. I. 16. Hayalı için bkz. Şezeralü'z-Zeheb. V. 183.
[107] Suyuti, el-İtkan fi Ulumil-Kur’an. II. 228.
[108] Mukaddimetan fi Ulumi’1-Kur'an. Mukaddimetü Kitabil-Mebani fi Nazmi'l-Kur'an. 191.
[109] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 31-35.
[110] Şaravi el-İslam, Akide ve Şeria, 19-20.
[111] Bu deliller için bkz. İtkan. II, 264; Zehebi. et-Tefsir ve'1-Müfessirun. I, 52-53. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 35-36.
[112] İbn Teymiyye, a.g.e. 9-11; Zehebi. a.g.e.. I, 51-52.
[113] Nahl: 16/44
[114] Sad: 38/29
[115] Muhammed: 47/24
[116] Mü'minün: 23/68
[117] Yusuf: 12, 2
[118] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 36-38.
[119] Şaravi, a.g.e., 19-20.
[120] İbn Kesir, Tefsir, I, 6.
[121] Taberi, Tefsir. I, 89.
[122] Buhari, a.g.e., I, 84.
[123] Ebu Sayvan. el-Bahru'1-Muhit, I, 13.
[124] Taberi. a.g.e., I, 87-88.
[125] Mukaddimetan fi Ulumi’l 'Kur'an, 191.
[126] Taberi, a.g.e., I, 80.
[127] İbn Kayyim, İ'lamu'l-Muvakkiîn, II, 238.
[128] Zehebi,a.g.e., I, 53.
[129] Haşr: 59/7
[130] İbn Teymiyye, a.g.e.: 10.
[131] Suyuti, a.g.e.,II. 32.
[132] Tabersi, Mecmeu'l-Beyan, s. I, 13
[133] Bakara: 2/11-12
[134] Taberi, Tefsir, I, 90.
[135] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 38-42.
[136] Zerkeşi, el-Burhan fi Ulumi'1-Kur’an, I, H.
[137] et-Teshil, I, 7.
[138] Zehebi, a.g.e., I, 55.
[139] Ulumu't-Tefsir, 11. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 42-43.
[140] Bu makale, er-Risaletu'1-İslamiyye Dergisinin (Bağdad, 1983) 162-163. sayısında yayınlanmıştır. Makalenin yazarı Doç. Dr. Abdusettar Hamit'tir. Burada biz makaleyi kısmen kısaltarak kitabımıza almayı uygun bulduk.
[141] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 43-44.
[142] Kelale lafzı: " Eğer bir erkek ve bir kadına kelale yollu varis olunuyor...” anlamındaki ayette geçmektedir. Nisa: 4/12.
[143] İbn Kayyim el-Cevziyye, İ'lainu'I-Muvakkıin. I. 82.
[144] Muhammed ez-Zefzaf, et-Ta'rif bi'1-Kur'an ve'1-Hadis, s. 176.
[145] Gazzali, İhyau Ulumi'd-DinX 289
[146] Bakara: 2/69.
[147] Gazzali, a.g.e., I, 290.
[148] Gazzali, a.g.e., l, 290.
[149] Bkz.? Mustafa Savi el-Cuveyni, Menhecu'z-Zemahşeri. s. 11-12: Ahmed el-Arabasi Kıssatu't-Tefsir. s.65. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 44-45.
[150] Nahl: 16/47.
[151] Şatıbi, el-Muvafakat, n, 88.
[152] Muhammed Yusuf Musa, Tarihu'l-Fıkhi'l -İslam, s. 104.
[153] İbni’l-İmad, Şezeratu'z-Zeheb, L 33.
[154] İbn Kayyım el-Cevziyye,a.g.e., I, 86.
[155] Bakara: 2/228.
[156] Kurtubi el-Cami' li Ahkami'l-Kur'an. I. 921.
[157] Bakara: 2/266.
[158] Buhari, es-Sahih, VI, 39
[159] Taberi, Camu’l-Beyan An Te'vili Ayi'I-Kur'an, III, 47.
[160] Nasr: 110/1-3.
[161] Buharı, a.g.e, VI, 220-221.
[162] Bkz., Dr. Muhammed Receb el-Biyumi. et-Tefsiru'1-Beyan Ii'1-Kur'ani'l-Kerim. s.21.
[163] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 45-51.
[164] İbn Abdilberr, Camiu Beyani'1-İlm ve Fadlih, I, 96.
[165] Bkz., Siretu İbn Hişam, I, 320
[166] Bkz., Taberi, a.g.e., XVII, 121.
[167] Enbiya: 21/30.
[168] Zehebi. et-Tefsir ve'1-Müfessirun. I, 68.
[169] İbrahim: 14/33.
[170] AIusi; Ruhu’l-Meani, III. 224.
[171] Bkz. Abdussettar Hamid. Mebahis fi Ümi't-Tefsir, V 184.
[172] Bkz.. Muhsin Abdulhamid. Dirasat fi Usuli't-Tefsir. s. 120.
[173] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 51-53.
[174] İbn Haldun, Mukaddime, s. 440.
[175] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 53-54.
[176] Abese: 80/31.
[177] İbn Kayim el-Cevziyye, a.g.e. I, 54.
[178] Abese: 80/31.
[179] İbnTeymiye, Mukaddime fi Usuli't-Tefsir, s. 109.
[180] İbn Kayyim el-Cevziyye. a.g.e. I, 58.
[181] Tirmizi. bu hadisi tahric ederek şöyleder ;"Bu, hasen bir hadistir". Tirmizi, es-Sünen. VIIII. 146.
[182] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 54-55.
[183] A'raf: 7/157.
[184] Ankebut: 29/48.
[185] Buhari. a.g.e., VI. 229-230.
[186] Buhari, a.g.e.. VI. 217.
[187] Buhari. a.g.e., V. 34 ,-e 35.
[188] Cezeri, Gayetu'n-Nihaye fi Tabakaü'l-Kurra. L 451.
[189] Buhari. a.g.e., VI. 228.
[190] Buhari, a.g.e., VI. 229.
[191] Ebu Abdirrahman ez-Zencani, Tarihul-Kurban, s. 47-56.
[192] Bkz., Gezeri, en-Nerş. I. 37.
[193] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 56-58.
[194] Bkz, el-Hakim Ma'rifetu’l- İlimi'I-Hadis. s.20: es-Suyuti. et-Tedrib.1. 193.
[195] Kefşu'I-Esrar. III.941.
[196] Bkz.. Abdussettar Hamid Ebu'l-Hasan el-Kerhi ve Eseruh fi Usuli'1-Fıkh ve Furuih, (Mecelletu Kulliyeti'ş-Şeria. sayı.7). s. 71-72.
[197] Muhammed, el-İsrailiyyat ve'I-Mevzuat fi Kulubi'l-Tersir. s. 78.
[198] İbn Teymiye, a.g.c. s.38.
[199] Tevbe: 9/41.
[200] Kurtubi, a.g.e.T JV. 2989.
[201] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 58-60.
[202] Bkz., Ahmet Nedim Seritısu. Kur'an'ıAnlamada Esbab-ı Nüzulün Rolü. s. 334.
[203] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 61.
[204] Katip Çelebi. Keşfu"z-Zunun. I. 76.
[205] Katip Çelebi, Keşfu’z-Zunun. I. 76-77.
[206] . el-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an. I. 28.
[207] Bkz... Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir. s. 122 ve devamı.
[208] Eser. Esbab-ı Nüzul. Sahabe ve Muhaddislere Göre başlığı ile tercüme edilmiş olupAnkara 1995 yılında Fecr yayınları tarafından yayımlanmıştır.
[209] Bu eser İstanbul'da 1994 yılında Şule yayınları tarafından neşredilmiştir. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 61-62.
[210] Esbabu'n-Nüzul, s. 2; el-İtkan. 1/28.
[211] el-İtkan. 1/28.
[212] Mukaddime fi Usuli't-Tefsir, s. 47; el-İtkan. 1/28.
[213] Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir. s. 111
[214] Katip Çelebi. Keşfu'z-Zunun. l. 76.
[215] Bu tanını Adnan Zerzura ait olup. Ahmet Nedim Serinsu'nun Kur'an'ı Anlamada Esbab-ı Nüzulün Rolü (s. 66) isimli eserinden nakledilmiştir.
[216] Ahmet Nedim Srrinsu. Kur'an'ı Anlamada Esbab-ı Nüzulün Rolü. s. 335.
[217] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 63-64.
[218] İbnu’n Nedim el-Fihrist, s. 25 ve devamı; Beyhaki, Delailu'n-Nübtivve, VII, 142 ve devamı.
[219] İzmirli. İsmail Hakkı, Tarih-i Kur'an. s. 14.
[220] Fazlur Rahman. Ana Konularıyla Kur'an. s. 32.
[221] Regis Blachere, Le Coran, s. 18.
[222] Regis Blachere, Le Coran, s. 11-12.
[223] Regis Blachere. Le Coran. s. 13.
[224] Regis Blachere, Le Coran, s. 18.
[225] Regis Blachcre, Le Coran, s. 21.
[226] Regis Blachere, Le Coran. s. 11-18.
[227] Montgomery Watt, Hz. Muhammet! Mekke. (Çev. M. Rami Ayaş. Azmi Yüksel). Ankara 1986. s. 67-68.
[228] Bkz.. Ömer Özsoy. İlhamı Güler. Konularına Göre Kur’an. s. XIX.
[229] Bir hayli hacimli olan bu eser Doç Dr. Hüseyin Elmalı tarafından dilimizi çevrilmiş olup, tercümesi 675 sayfadır. İzmir 1997 de Çağlayan yayınları tarafından En Edebi Mesaj Kur'an ismiyle basılmıştır.
[230] Es-Saidi. En Edebi Mesaj Kur'an. s. 57.
[231] Es-Saidi, En Edebi Mesaj Kur'an. s. 57-58.
[232] Es-Saidi. En Edebi Mesaj Kur'an. s. 58-61.
[233] Es-Saidi. En Edebi Mesaj Kur’an, s. 61-63.
[234] Bu eserin tercümesi Ekin yayınları arasında İstanbul'da 1997 tarihinde 7 cilt olarak çıkmıştır. Dokuz kişilik bir ekip eseri dilimize kazandırmışlardır. Benim okuduğum yerleri göz önüne alarak tercüme hakkındaki kanaatim müspet değildir. Zira yukarıya aldığım alıntıda da görüleceği gibi cümle bozuklukları vardır. Bunun yanında karşılaştırma imkanım olmadı ama bazı yerleri yanlış anlama gibi bir hisse de kapıldığımı belirtmek isterim.
[235] Muhammet İzzet Derveze. et-Tefsiru'1-Hadis, I, 2-4.
[236] Muhammet İzzet Derveze. et-Tefsiru'1-Hadis. I, 4-5
[237] Muhammet İzzet Derveze. et-Tefsirul-Hadis. T. 8.
[238] Muhammet İzzet Derveze. et-Tefsiru'I-Hadis. T. 9-10.
[239] El-Mebadiü’l- Esasivve li Fehmi'l-Kur'an. 23-24.
[240] Muhammed b. Lütfî es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir, s.240 ve dev,
[241] Mevdudi. el-Mebadiü'I-Esasiyye Li Fahmi'l-Kur'an. s. 25 ve devamı.
[242] İbn Mace. es-Sünen. Kitabu't-Ticaret. bab 58. h.n. 2276. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 64-73.
[243] Bkz., Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir. s. 117.
[244] Mücadele: 58/1-4.
[245] İbn Kesir. Tefsir. IV. 319.
[246] İbn Kesir. IV. 318.
[247] Geniş bigi için bkz.. Bkz., Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir, s. 118-122.
[248] Buhari. es-Sahih. Sulh 1.
[249] Taberi, Tefsir. XXVI. 127: Kurtubi. Tefsir, XVl,316; İbn Kesir. a.g.e. XIII. 7408: Elmalılı. VI. 20
[250] Geniş bilgi için bkz.. Süleyman Ateş. Tefsir. VIII. 519,
[251] Kadı Abdulfettah. a.g.e. s. 310. Ayrıca bkz.. Taberi. Tefsir. XX. 13: S. Ateş. Tefsir. VI.500
[252] Kurtubi, Tefsir, XIII, 328-329; İbn Kesir. Tefsir. XI. 6263
[253] Bkz., Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usulit-Tefsir. s. 124.
[254] Bkz.. Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir s. 125.
[255] Hudari, Usulü'l-Fıklı, s. 231-232.
[256] Mukaddime Fi Usulit'Tefsir. s. 48. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 73-80.
[257] Tefsiru'l-Kurtubi. II. 62.
[258] Tevbe: 9/113.
[259] Kitabu'n-Nasih ve'1-Mensuh fi Kitabillab. s. 44.
[260] Bkz., el-İtkan. II, 20: Keşfu'z-Zunun. II. 1920.
[261] Bkz.f Abdulvahhab Hallaf, İslam Hukuk Felsefsi. (Giriş ve notlar ekleyerek çeviren: Doç. Dr. Hüseyin Atay), Ankara 1973. s. 365.
[262] Taberi. XXVIII. 20.
[263] Vahidi. Esbab-ı Nüzul. s. 432.
[264] Bkz., İbnu'l-Arabi. Ahkamu'l-Kur'an IV. 1762.
[265] Bkz.. Taberi XXVIII. 20 ve devamı.
[266] İzzet Derveze, et-Tefsiru’I-Hadis. VI. 407.
[267] Neshi kabul eden ve etmeyenlerin delilleri için bkz., M. Sait Şimşek. Kuran'ın Anlaşılmasında İki Mesele, s. 95-136.
[268] Şalı Veliyyullah ed-Dehlevi. el-Fevzu'l-Kebir, (Mütercim: Mehmet Sofuoğlu). İstanbul 1980. s. 34-49.
[269] Örneğin Mücadele suresinin 12 ve 13. ayetlerine böyle bakılabilir.
[270] Hakka: 69/5.
[271] Geniş bilgi için bkz.. Muhammed b. Lütfî es-Sabbağ. s. 324-32
[272] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 80-86.
[273] Kaf: 50/16
[274] Şura: 42/11.
[275] Îhlas:112/1-4.
[276] Bakara: 2/181.
[277] En'am: 6/102.
[278] İsra: 17/30.
[279] Nisa: 4/K54.
[280] Nahl: 16/77.
[281] A'raf: 7/53.
[282] Yunus: 10/37-38.
[283] Yunus: 10/39.
[284] Bkz., Kurtubi, VIII 345.
[285] Yusuf: 12/6.
[286] Yusuf: 12/3 7.
[287] Yusuf: 12/44.
[288] Yusuf: 12/42.
[289] Yusuf: 12/45.
[290] Yusuf: 12/100.
[291] Yusuf: 12/101.
[292] Mustafa Zevd, Dırasat fi-Tefsir. s. 60.
[293] İsra: 17/35.
[294] Nisa: 4/59.
[295] Mustafa Zevd. Dirasat f'i-Tefsir. s. 60.
[296] İbn Manzur. XT. 23;Tahanevi, Keşşafu İstilahati’l-Fünun. 1. 128: Asım Efendi. Kamus Tercümesi. III. 1166.
[297] Bkz.. M. Nazif Şahinoğlu. "Tevil". İA. Te’vil md
[298] Cürcani, Tarifat. Te'vil md.
[299] İbn Rüşd. Faslu'I-Makal. s. 32.
[300] Cürcani. Tarifat. Te'vil md.
[301] İbn Rüşd. Faslu'I-Makal. s. 32.
[302] Razi. Esasu't-Takdis. s. 98-99.
[303] Gazali İslam'da Müsamaha (terc. Süleyman Uludağ ), s. 48.
[304] Zerkeşi. el-Burhan fi ulumi'I-Kur'an, ll 178-179.
[305] Elmalılı Hamdi Yazır, Tefsir, II, 1045.
[306] Abdulkerim Zeydan Veciz, s, 287-288.
[307]Gazali, Kanunu't-Te'vil. s. 10-11.
[308] Bkz., Muhsin Demirci. Kur'an'ın Müteşabihleri Üzerine, s. 44-54.
[309] Süleyman Ateş. Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri. II. 15 ve "Bazı Ayetleri Müteşabih Olan Kitap Kur'an mıdır", s. 19.
[310] Aslında Gazali'ye göre tevil yapanlar üç kısma ayrılır: Bunlardan birincileri avamdır ve yapacağı tevil batıldır. Bunun durumu yüzme bilmeyen kişinin denize dalmasına benzer. İkinci gurup da bir alimin bir avamla birlikte yapacağı tevildir ve buda batıldır. Bunun durumu da tek başına yüzmeyi bilen, denize dalıp çıkabilen bir kişinin sadece kıyılarından denize girebilen bir/insanla birlikte yüzmesi halinde veya kalbi rahatsız olanla beraber denize dalması halinde yüzme bilenin de hayatı tehlikede olacak demektir. Üçüncüsü ise bir arifin yapacağı tevildir ki bu zat kendi başına denize rahatlıkla dalar ve "marifet deryasına dalabilenler ve deryada dalgıçlık edenler bunlardır. Bkz.. Gazali. İlcamu'1-Avam an İlmi'l-Kelam. s. 19-21.
[311] İbn Rüşd. Faslul-Makal. s. 37-38.
[312] Süleyman Ateş. "Bazı Ayetleri Müteşabih Olan Kitap Kur'an mıdır", s. 18.
[313] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 86-94.
[314] Bkz.. Ezheri. Tehzibu'1-Lüga, IV. 111: Cevheri. es-Sıhah. V. 1902.
[315] Bkz.. İbn Manzur. Lisan. XII. 141.
[316] Zerkeşi, el-Burhan Fi Ulumrl-Kur’an. ll. 68-69.
[317] Zerkani. Menahilu'l-İrfan. II. 273.
[318] Taberi. Tefsir. III. 173.
[319] Suyuti, el-İtkan, II, 2.
[320] İbn Manzur, Li'san. Xll 143.
[321] Muhammed: 47/20.
[322] Bkz. Taberi. XXVI, 54; Kurtubi. XVI. 243.
[323] Al-i İmran: 3/7.
[324] RagipT el-İsfehani el-Müfredat fi Garibi'I-Kur'an. s. 128; Ebubekir er-Razi, Garibu'l-Kur'an. (talik., Hüseyin Elmalı), s. 441.
[325] Bakara: 2/269.
[326] Lokman: 31/12. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 94-97.
[327] Tehanevi, Keşşafu Istılahati'l-Fünün, IV.177; Mütercim Asım Efendi Kamus Tercemesi. IV. 813.
[328] Cevheri. es-Sıhah; VI. 2236.
[329] Bakara: 2/70.
[330] Bakara: 2/118.
[331] En'am: 6/99.
[332] Bkz. Taberi. Tefsir. III. 172-176; Zerkesi. el-Burhan fi ulumi’l-Kura'an, ll 69-70: Zerkani, Menahilul-İrfan. II272-273.
[333] Sabuni. Nuruddin Ahmet b. Muhammed b. Ebi Bekr. Maturidiyye Akaidi (tre. Bekir Topaloglu), Ankara 1979. s. 210.
[334] Taberi. Tefsir. III. 173.
[335] Zerkani, a.g.e,II,273.
[336] Suyuti el-Itkan, II, 3.
[337] Kadi Abdulcebbar İbn Ahmed. Şerhu Uşuli'l- Hamse. Kahire 1965. s. 600.
[338] Kehf: 18/29.
[339] Tekvir: 81/29.
[340] Fahruddin er-Razi, Esasü't- Takdis, s. 221.
[341] Fahruddin er-Razi, Tefsir. VII, 169
[342] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 97-99.
[343] er- Flagib el-İsfahani. Ebu'l-Kasim el- Hüseyin b. Muhammed. el-Müfredat fi Garibi'I-Kur'an, Beyrut, thr. s.254. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 99.
[344] Saffat: 37/93.
[345] Zerkani. Menahilu'l-İrfan, II, 278.
[346] Nisa: 4/3.
[347] Zerkani, a.g.e, II, 278.
[348] Şura: 42/11.
[349] Ragib el-İsfahâni, el-Mü'fredat, s. 254.
[350] Kehf: 18/1-2.
[351] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 100-101.
[352] Ragib el-İsfahani, a.g.e, s. 254.
[353] Zerkani, Menahilu'l-İrfan. n. 279.
[354] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 101.
[355] Bakara: 2/189.
[356] Ragib el-İsfahani el-Müfredat, s.255.
[357] Ragib el-İsfahani, el-Müfredat. s. 255; Suyuti, Mu'teni'1-Akran fi İcazi'I- Kur'an. Mısır 1964 145. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 101-102.
[358] Fahruddin er- Razi. Esasû't-Takdis, s. 99.
[359] İbn Haldun, Abdurrahman Ebu Zeyd Veliy'ddin el-Maliki, Mukaddime (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul 1983, II 1096.
[360] Suyuti, Icazul-Kuran, I, 144.
[361] Zerkesi, Menahilü'I-İrfan, E, 279.
[362] İbn Haldun, a.g.e, II, 1096.
[363] İbn Haldun, Mukaddime. II, 1095.
[364] Geniş bilgi için bkz,. İsmail Cerrhoglu "Bazı Surelerin Baslangç Harfleri". Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, Yıl 1971, Sayı 104-109; Tefsir Usulü, Ankara 1976, s. 134-148.
[365] Kadi Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, I. 16.
[366] İsmail Hakki İzmirli. Yeni İlm-i Kelam. İstanbul 1340, s. 152.
[367] Hud: 11/37.
[368] Taha: 20/^9
[369] Tur: 52/48.
[370] Kamer: 54/14.
[371] A'raf: 7/54.
[372] Yunus: 10/3.
[373] Taha: 20/5.
[374] Bakara: 2/210.
[375] Nahl: 16/26.
[376] Fecr: 89/22.
[377] Maide: 4/64.
[378] Sad: 38/75.
[379] Fetih: 48/10.
[380] Bakara: 2/150.
[381] Kasas: 28/88.
[382] Rahman: 55/27.
[383] Leyl: 92/20.
[384] Zümer: 39/56.
[385] Kalem: 68/42.
[386] Kıyame: 75/67.
[387] Zümer: 39/67. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 102-107.
[388] Müslim Ebu'l-Hüseyin Müslim b. el-Haccac el-Kuşeyri en-Nisaburi. Sahih-i Müslim, Mısır 1374,1, 119
[389] Ebu Davud, Süleyman b. el-Eş'as es-Sicisiani, es-Sünen. (nşr. Muhammed Ali es-Seyyid), Hums 1388, IV. 329
[390] Buhari, Muhammed b. İsmail. Sahihu'l-Buhari. İst. 1979. V. 166.
[391] Acluni, İsmail b. Mulıammed . Kesfu'i-Hafa ve Müzilül-îlbas. Beyrut 1351.1. 311.
[392] Tirmizû Ebu İsa Muhammed b. İsa, es-Sünen. Mısır 1398/1978, IV. 443.
[393] Taşköprüzade, Ahmed b. Mustafa. Mifîahu's-Saade ve Misbalurs-Siyade fi Mevzuat!'1-Ulum (nşr. Kamil Bekri. Abduhehhab Ebu'n-Nur)Kahire 1968. II.162.
[394] İbn Kayyım el-Cevziyye. Semsüddin Ebu Abdillah Muhâmmed b. Ebi Bekr. İ'lamü'l-Muvakkıîn (nşr. Taha Abdurrauf). Beyrut 1973.1. 49.
[395] el-Makrizi, Takiyüddin Ebrl-Abbas Ahmed b. Ali. Kıtabü'l-Mevaiz ve'I-İ'tibar bi-Zikri ve'1-Asar. Beyrut, irs. ll 356 vd.
[396] Bkz. Darimi. Osman b. Said. Kilabür-Redd ale'l-Cehmiyye (nşr. Güsta Vitestam), Leiden 1960, s.5
[397] Bkz. Eş'ari, Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail. Kitabu Makalatri-İslamiyyin ve'htilafi’l-Musallin, (nşr. Hellmut Ritler) Viesbaden 1963.S.1-5; Bağdadi. el-Fark beyne'1-Fırak, s. 14-16: es-Şehrislani. Ebül-Felh Muhammed b. Abdilkerim b.Ebi Bekr Ahmed, el-Milel ve'n-Nihal (nşr. Muhammed Seyyid Giylani). Beyrut 1395/1975. L 22-27; Ethem Ruhi Fığlalı. İmamiyye Şiası. İst. 1984. s. 17-45
[398] Muhammed Reşit Riza, Tefsirü'l-Menar. Kahire 1366/1974. ÜT. 176.
[399] Taşköprüzade, Miftahu's-Saade. II. 162
[400] Şehristani, el-Milel ve'n-Nihal 1.30
[401] Cüveyni imam el-Harameyn Abdülmelik b. Ebi'l-Meali. es-Şamil fi Usuli'd-Din (nşr. Ali Sami en-Neşşar. Faysal Bedir. Süheyr Muhammed Muhtar). İskenderiyye. 1969. naşirlerin önsözü, s.22
[402] Müslim, es-Sahih, I, 36-37
[403] Bkz. Makrizi, el-Hıtat, II. 356
[404] Darimi, KitabüT-Redd ale'l-Cehmiyye, s.4
[405] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 107-111.
[406] İsmail Hakki İzmirli Yeni İlm-i Kelam. II, 153
[407] Şelıristani el-Milel ve'n-Nihal, I.s.86
[408] Bkz. Darimi, Kitabur-Redd ale'l- Cehmiyye. s. 14; Eş'ari Ebul-Hasan Ali b. İsmail, el-İbane an Usuli’d-Diyanet: el-Medine eI-Münevvere. 1975. s.31.
[409] Bkz. Darimi, a.g.e, s.9
[410] Ahmed b. Hanbel. er-Redd ale'l- Cehmiyye ve'z-Zenadika, Kahire. 1956. s.33 Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 111-112.
[411] Şehriftani. el-Milel ve'n-Nihal, I. 45
[412] Taftazani. Saduddin Mes'ud b.Ömer. Serîm' 1-Akaid, İst. 1973. s.77
[413] Kemal Işık, Mu'tezile"nin Doğuşu, Ankara 1976. s.67.
[414] Eş'ari, el-İbane, s.31; Kadi Abdulcebbar. Şerh-u Usuli'l-Hamse. s.226
[415] Sad: 38/75
[416] Maide: 5/64
[417] Bkz. Kadi Abdulcebbar, a.g.e, s.228
[418] Nur: 24/35
[419] Es'ari, Makaletü'l-İslamiyyin. s.534
[420] Zümer: 39/56
[421] Zümer: 39/67
[422] Kadi Abdulcebbar, a.g.e, s. 229.
[423] Taha: 20/39
[424] Kadi Abdulcebbar, a.g.e, s. 227..
[425] Kasas: 28/88.
[426] Kadi Abdulcebbar, a.g.e, s. 227.
[427] Isık. Kemal, a.g.e. s. 67.
[428] Fahruddin, er-Razi. İtikadatu Firaki'l-Müslimin ve'1-Müşrikin. Kahire. 1398/ 1978. s.27.
[429] Bkz. Kadi Abdülcebbar. Şerh-u Usuli'l-Hamse, s.221-230. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 112-114.
[430] İsmail Hakki İzmirli. Yeni İlm-i Kelam. I. s.98
[431] Daritni, Kitabu'r-Redd ala'I-Cehmiyye, s.l; Eş'ari, Makalatü'I-İslamiyyin va'htilafi'I-Musallin, I. s. 217.
[432] Nur: 24/35.
[433] Taha: 20/5.
[434] Sad: 38/75.
[435] Kamer: 54/14.
[436] Fecr: 89/22.
[437] Darimi, Kitabü'r-Redd ale'l-Cehmiyye. s.29.
[438] Tahavi. Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selame b. Abdilmelik el-Ezdi, el-Akidetü't-Tahaviyye, Beyrut 1398. s.36-37
[439] Eş'ari, Makalat. I. 265.
[440] Eş'ari Makalat, I, 260.
[441] İmam-ı A'zam, Ebu Hanife en-Nu'man b. Sabit b.en-Nu'man b.Kays b. el-Merzuban, el-Fıkhu'1-Ekber, İstanbul, irs. S.l
[442] Cüveyni, es-Şamil fi Usuli'd-Din naşirlerin önsözü, s.22
[443] İmam-ı A'zam. a.g.e, s.3-4
[444] İ. Azam, a.g.e, s.l
[445] İ. A'zam, s.3
[446] Darimi Kitabü'r-Redd ale'I-Cehmiyye. s.27; İbn Kudame, Muvaffakuddin Abdullah b. Ahmed, Lumayu’l-İtikad. İzmir, 1981, s. 15. İmam Malik'e nisbet edilen bu söz, Ümmü Seleme (20/640)'ye nisbet edilir. Bkz. Zerkesi. el-Burhan. II. 78.
[447] Ahmed b. Hanbel. Kitabu's-Sünne. Kahire 1375/1956, s.39.
[448] İsmail Hakki İzmirli, Yeni İlm-i Kelam. II. 152-153. İsmail Hakki İzmirli., Efau Bekir Bakillani, D.F.I.F.M. İstanbul 1926. şayı. 5. s. 158
[449] Al-i İmran: 3/7.
[450] Al-i İmran: 3/7.
[451] Şehrisîani el-Milel ve'n-Nihal, l, 104.
[452] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 114-117.
[453] Eş'ari, el-İbane. s.8.
[454] Eş'ari, Kitabu'1-Lüma' fi'r-Redd ala Ehli'z-Zeyg ve'1-Bid'a (nşr. Richard J. Mc. Carthy, Sj.), Beyrut, 1953 s.7-8.
[455] Şura: 42/ll.
[456] İhlas: 112/1-4.
[457] Bkz. İsmail Hakki İzmirli, Yeni İlm-i Kelam,!, 112; Cüveyni, es-Şamil fi Usuli'd-Din, naşirlerin önsözü, s.80.
[458] Rahman: 55/27.
[459] Kamer: 54/14.
[460] Bkz. Eş'ari el-İbane, s.8 ve 34
[461] Taha: 20/5.
[462] Sad: 3 8/7 S
[463] Fatır: 35/10.
[464] Mülk: 67/16.
[465] Eş'ari, a.g.e, s.30-31
[466] Eş'ari, burada Zuhruf: 43/3; Nah: 16/103; İbrahim: 14/4. Ayetlerini zikretmektedir. Bkz. Eş'ari, el-İbane, s.35
[467] Bkz. Eş'ari. el-İbane, s.34-38
[468] Eş'ari, el-İbane, s.31
[469] Bkz. İsmail Hakki İzmirli. Ebu Bekr Bakillani, D.F.I.F.M. şayı 5, s. 159
[470] Bakillani. Ebu Bekr Muhammed b. et-Tayyib b. Muhammed b. Ca'fer, Kitabu't-Temhid (nşr. Richrd J. Mc Carlhy. S J). Beyrut. 1957. s.262-263
[471] Sad: 38/75.
[472] Bakillani. a.g.e. s.258-259
[473] Bakillani. el-İnsaf fi ma Yecibu İ'tikaduhu ve la Yecuzu'l- Celtfu bih. 1963, s.24.
[474] Bakillani, a.g.e, s.39.
[475] Taha: 20/5.
[476] Bakillani. el-İnsaf, s.4l.
[477] Bkz. Bakillani. a.g.e, s. 41.
[478] Rahman: 55/27
[479] Kasas: 28/88.
[480] Bakillani, el-İnsaf, s.37-38.
[481] Nahl: 16/128.
[482] Bakillani, et-Temhid. s. 261.
[483] Rahman: 55/27.
[484] Kasas: 28/88.
[485] Kamer: 54/14.
[486] Taha: 20/39.
[487] Sad: 38/75.
[488] Taha: 20/5.
[489] Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkahir b. Tahir et-Temimi. Usulu’d Din, İstanbul 1346/1928.S. 109-114.
[490] Bagdİdi, Usulü'd-Din, s. 110.
[491] Bağdadi, Usulü’d-Din. s. 112-114
[492] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 117-122.
[493] Şura: 42/11.
[494]Bkz. Matüridi, Ebu Muhammed b. Muhammed b. Mahmud es-Semerkandi. Kitabu't-Tevhid, (nşr. Dr. Fethullah Huleyf). İstanbul 1979. s.38-43
[495] Taha: 20/5.
[496] Matüridi, Tevhid, s.74.
[497] Taha: 20/5.
[498] Furkan: 25/2.
[499] Saffat: 37/5,
[500] Fatiha: 1/1-2.
[501] el-Matüridi, Tevhid, s.68 Bakara: 2/29. A'raf: 7/45. Fecr: 89/22. Bakara: 2/210.
[502] el-Matüridi, Te'vilatü Ehli's-Sünne. (tah. Dr. İbrahim Avzin, es-Seyyid Muhammed Avzin), Kahire 1391/1971, 1 83.
[503] Şura: 42/11.
[504] el-Matüridi, Tevhid, s. 23.
[505] Kasas: 28/88.
[506] el-Matüridil Te'vilat, s .256.
[507] Pezdevi, Ebu Yüsr Muhammed Usuli'd-Din. Kahire 1383/1963, s.244.
[508] Pezdevi, a.g.e, s.205-206.
[509] Pezdevi, Usuli'd-Din, s.244.
[510] Pezdevi. a.g.e. s.244.
[511] Pezdevi, a.g.e, s.29.
[512] Fecr: 89/22.
[513] Nahl: 16/26.
[514] Haşr: 59/2.
[515] Pezdevi, ag.e, s.26.
[516] Pezdevi. a.g.e, s.223.
[517] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 123-126.
[518] Zerkesi. el-Burhan fi UIumi'l-Kur'an II. 78.
[519] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 126.
[520] Cüveyni, el-İrşad. s. 61-63.
[521] Bkz. Cüveyni. eş-Şamil. s. 621-624.
[522] Cüveyni. el-İrşad, s. 63.
[523] Cüvevni. el-Akidetü'n-Nizamiyye. s. 17.
[524] Cüveyni, el-İrşad, s. 64.
[525] Cüveyni. a.g.e, s. 72.
[526] Cüveyni, el- İrşad, s. 73-74.
[527] Cüveyni'de gördüğümüz sebr ve taksim metodunu Öğrencisi Gazzali'de de görmekteyiz. O sebr ve taksim metodunu şöyle izah eder: "Bir şey iki kısımdan ibarenin Bu kısımlardan birinin batıl olduğu ortaya konunca, diğerinin sabit olduğunu öğrenmiş oluruz. Mesela, alemin kadim olması imkansızdır. O halde alem hadistir." Bkz. Gazzali. Ebu hamid Muhammed b. Muhammed. el-İktisad fi'l-İ'tikad (nşr. Dr. İbrahim Agah Çubukçu, Dr. Hüseyin Atay), Ankara. 1962, s. 15-16.
[528] Cüveyni, el-Akidetü'n-Nizamiyye. s. 18.
[529] Bkz. Cüveyni. el-İrşad, s. 99.
[530] Bkz. Cüveyni. el-İrşad. s. 100-101.
[531] Cüveyni. a.g.e, s. 104.
[532] Cüvevni a. g.e. s. 105,
[533] Cüveyni eI-Akidetü"n-Nizamiyye, s. 19.
[534] Cüveyni, el-İrşad s. 108.
[535] Bkz. Bakılani, et-Temhid. s. 251; Gazzali el-İktisad. s. 117; Sabuni. s. 86.
[536] Bkz. Cüveyni, el-İrşad s. 112-113. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 127-130.
[537] Cüveyni. el-İrşad. s. 156.
[538] Cüveyni, es-Şamil. s. 555-556.
[539] İsmail Hakkı İzmirli, İmam el-Harameyn Ebu'l- Meali b. El-Cüveyni. D.F.İ.F.M. sayı 9, s. 9 ve 16.
[540] İsmail Hakkı İzmirli, a.g.m. D.F.İ.F.M. s. 17.
[541] Bkz. Cüvevni. s. 24-26
[542] Bkz., Güveyni, eş-Şamil, s. 543.
[543] Bkz. Cüveyni, a.g.e. s. 543.
[544] Al-i İmran: 3/7.
[545] Araf: 7/53.
[546] Bkz. Cüveyni, el-İrşad. s. 42.
[547] Bkz. Cüvevn. a.g.e, s. 39-41.
[548] ' Burada bahsedilen ayet Taha suresinin beşinci ayetidir. Bu konuda Cüveyni'nin babasına ait bir risale vardır. Bu risale Mısır'da tarihsiz olarak basılmıştır. Bu risale Cüveyni'nin babası bu tür ayetlerin zahirlerine göre alınmaları gerektiği fikri üzerinde durur. Selefin metodunu benimser. Bkz. Ebu Muhammed Abdullah b. Yusuf el-Cüveyni Validu İmam el- Harasmeyn. Risale fi İsbati'l-İstiva vel-Fevkiyye, Mısır, Tarihsiz, s. 1-7.
[549] Cüveyni. a.g.e, s. 41.
[550] Cüveyni, el-İrşad. s. 158.
[551] Cüveyni, eş-Şamil, s. 543.
[552] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 130-134.
[553] Rahman: 55/27.
[554] Cüveyni, el-İrşad, s. 157.
[555] Sad: 38/75.
[556] Cüveyni, a.g.e, s. 155.
[557] Bkz. Cüveyni, a.g.e, s. 155.
[558] Cüveyni el-İrşad s. 156.
[559] Kamer: 54/14.
[560] Taha: 20/39.
[561] Bkz. Cüvevni, a.g.e, s. 157.
[562] Bkz. Cüveyni, a.g.e, s. 157.
[563] Zuhruf: 43/32.
[564] Mü'minun: 23/18.
[565] Bkz. Cüveyni, eş-Şamil, s. 556.
[566] Taha: 20/5:
[567] Taha: 20/39.
[568] Kamer: 54/14.
[569] Cüveyni, eş-Şamil, s. 550-554.
[570] Secde: 41/11.
[571] Cüveyni. eş-Şamil, s. 554.
[572] Hadid: 57/4.
[573] Ra'd: 13/33.
[574] Mehmet Dağ, İmam el-Harameyn el-Cüveyninin Alem ve Allah Görüşü, s. 186.
[575] Cüveyni, a.g.e, s. 553.
[576] Nebe: 78/38.
[577] Bkz.. İsra: 17/23.
[578] Cüveyni, a.g.e, s. 553-554.
[579] Mülk: 67/16.
[580] Cüveyni, eş-Şamil, s. 556.
[581] Zümer: 39/6.
[582] Cüveyni, a.g.e. s. 549.
[583] Nisa: 4/36.
[584] İbrahim: 14/35.
[585] Bkz. Cüveyni, a.g.e, s. 549-550.
[586] Cüveyni. el-İrşad. s. 158.
[587] Cüveyni. eş-Şamil, s. 550.
[588] Fatır: 35/10.
[589] Mearic:70/4.
[590] Nisa: 4/100.
[591] Cüveyni. eş-Şamil. s. 546-547.
[592] Cüveyni a.g.e. s. 556.
[593] Fecr: 89/22.
[594] Bakara: 2/210.
[595] Cüveyni, el-İrşad, s. 159-16,0
[596] Nahl: 16/26.
[597] Cüveyni, eş-Şamil, s. 548.
[598] Nur: 24/35.
[599] Cüveyni, a.g.e, s. 548.
[600] Nur: 24/35.
[601] Şura: 42/52.
[602] Cüveyni, a.g.e, s. 544.
[603] Nur: 24/35.
[604] Bkz. Cüveyni. a.g.e. s. 544 ve el-İrşad. s. 158.
[605] Cüveyni. eş-Şamil. s. 544.
[606] Yusuf: 12/82.
[607] Duhan: 44/29.
[608] Cüveyni, a.g.e. s. 544.
[609] Kalem: 68/42.
[610] Cüveyni. el-İrşad. s. 159. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 134-142.
[611] Bkz. Cüveyni. es-Şamil. s.543-570; el-İrsad s. 155-164
[612] el-Akideti’n-Nizamiye'yi neşrden el-Kevseri'nin. İbrahim b. Mustafa el-Halebiye ait el-Lüma" isimli eserinden nakletigine göre bu eser Cüveyril'nin en son kaleme aldigi eseridir. Bkz. Cüveyni. el-Akidetü'n-Nizamiyye. el-Kevseri'nin önsözü, s. 5.
[613] Bkz. Mehmed Dag, İmam el-Haremeyn el-Cüveyni'nin Alem ve Allah Görüşü. s.13 ve 178
[614] Bkz. es-Subki. Tabakal. V. 185: İbnu'l-İmad. Serezatü'z-Zeheb. III. 361: İsmail Hakki İzmirli, İmam el-Harameyn Ebu'l-Mcali b. el-Cüveyni. D.I.F.M. şayi. 9. s.3
[615] Cüveyni. el-Akidetü'n-Nizamiyye. S.23
[616] Bkz. Cüveyni, el-Akidetün-Nizamiyye. s.23-25
[617] Bkz. İsmail Hakki İzmir’li Îmam el-Harameyn Ebu’l-Meali b. el-Cüveyni. D.I.F.M, şayi, 9. s. 16-17
[618] Gazzali, el-İktisad fi İ'tikad s.50.
[619] Bkz. Cüveyni. es-Şamil s.556.
[620] Gazzali, a.g.e, s.51-52.
[621] Bkz. Fahruddin er-Razi, Esasü’t-Takdis. s.98-211.
[622] Bkz.es-Sabuni, Nureddin Ahmed b. Muhammed b. Ebi Bekr. Matüridiyye Akaidi (trc Bekir Topâloglu), s.69-71. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 142-145.
[623] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 145-146.
[624] Mehmet Hatiboğlu. "İslam'ın Aktüel Değeri Üzerine". İslami Arştırmalar. Sayı l, yıl 1986, s. 10.
[625] Hikmet Zeyveli. "Kur’an'ın Aktüel Değeri Üzerine". 1. Kur'an Sempozyumu Tebliğler ve Müzakereler. 3 Nisan 1994. Ankara, s.275-277.
[626] Mehmet Paçacı, "Kuran ve Ben' Ne Kadar Tarihseliz?". İslami Araştırmalar, sayı 9 yıl 1996, s. 110-134.
[627] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 147-150.
[628] Lügat anlamlar ve tanımlar için bkz., Bedia Akarsu, Felsefe Terimler Sözlüğü, nesnelcilik mad; Tahsin Saraç, Fransızca Türkçe Büyük Sözlük, objektif mad.
[629] Bkz.T Wahba. Magdi. A Dictionary of Literary Terms -Englîsh-French-_ Arabic, s.359.
[630] Bkz., Wahba. Magdi. A Dictionary of Literary Terms -English-French-Arahic. s.360.
[631] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 150-152.
[632] Komita ilgili olarak bkz.. Halis Albayrak, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine. İstanbul 1992.
[633] Hucurat: 49/6.
[634] Nisa: 4/135.
[635] Maide: 5/8.
[636] Maide: 5/82.
[637] Bakara: 2/120.
[638] Maide: 5/51-52.
[639] Bakara: 2/87-92; Cuma: 62/5-8. Al-i İmran: 3/199.
[640] Maide: 5/83-86.
[641] Geniş bilgi için bkz.,Muhammed Lütfi es-Sabbağ. Buhus fi Usuli't-Tefsir. s. 306 ve devamı. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 152-155.
[642] Gazali. Kanunu't-Te'vil. s. 10.
[643] Ö.Dumru, Kur'an-ı Kerim'de Maruf ve Münker. s. 41.
[644] Tevbe: 9/71: Lokman: 31/17.
[645] Ali İmran: 3/104 ve 110.
[646] Hac: 22/41.
[647] Bkz., Tevbe: 9/71.
[648] Tevbe: 9/112.
[649] Tevbe: 9/67
[650] Al-i Îmran: 3/110.
[651] Al-i Îmran: 3/110.
[652] Al-i İmran: 3/104.
[653] Al-i İmran: 3/104.
[654] el-Kadı el-Beydavi, Tefsir, I 175; Reşid Rıza Tefsiru'l-Menar, IV, 26; el-AIûsi, Tefsir, IV, 21.
[655] Bkz., er-Razi, Tefsir, VIIL 167.
[656] Bkz., ez-Zemaheri, el-Keşşaf, I, 208.
[657] Bkz., er-Razi, Tefsir, VIIL 167.
[658] Tevbe: 9/67,71, I!2.
[659] Al-i İmran: 3/ll0.
[660] Bkz., ez-Zemahşeri: el-Keşşaf, I, 208; er-Razi, Teftir, VIII, l 66: Kadı el-Beydavi,Tefsir, I, 175; el-Alûsi, Tefsir, IV, 21.
[661] Bkz.. er-Razi; Tefsir, VIII, 166.
[662] Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usuli'l-Hamse, s 741.
[663] Bkz., Kadı Abdülcebbar. Şerhu Usuli'I-Hamse, s. 741; el-Gazzali, İhya, E, 307-308; İbnul-Arabil Ahkamu'l-Kur'an, I, 292: el-Kurtubi, Tefsir, IV, 165; el-Kasimi, Tefsir, IV, 177
[664] Bkz., Kadî Abdülcebbar. Şerhu Usuli'I-Hamse, s.149; İmamu'l-Harameyn el-Cuveyni, el-İrşad, s. 312; el-Gazzali. İhya, İL 307-308; ez-Zemahşerû el-Keşşaf, I, 208: er-Razi, Tefsir lV, 26; Kadı el-Beydavi, Tefsir, I, 175; el-Alûsi, Tefsir, IV, 21; el-Kasimi, Tefsir, IV, 177; S. Ateş, Tefsir, II, 88.
[665] Bkz., Îbnu'l-Arabi, Ahkamu'l-Kur'an, I, 292; el-Kurtubi, Tefsir, VI. 253; Ahmet Emin, Duha'l-İslam, III, 68
[666] Bkz., İmamu'l-Harameyn el-Cuveyni, el-İrşad, s. 311; Îbnu'l-Arabi. Ahkamu'l-Kur'an, I, 292;
[667] Bkz., Kadı el-Beydavi, Tefsir, I, 175.
[668] Bkz.. İmamu'l-Harameyn el-Cuveyni, el-İrşad, s. 311-312.
[669] İzzet Derveze, et-Tefsiru'I-Hadis, V, 13.
[670] Abdullah Draz, Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru, s. 111.
[671] Tevbe: 9/71.
[672] Bkz., Ömer Dumlu, Kur'an-ı Kerim'de Salâh Meselesi, s.43.
[673] Bkz.: Kadı Abdülcebbar, Şerhu Usuli'l-Hamse, s. 148.
[674] Bkz., el-Kurtubi, Tefsir, XII, 73.
[675] Bkz., el-Kurtubi Tefsir, IV. 47.
[676] Bkz., İmamu'l-Harameyn el-Cuveyni, el-İrsail, s. 311; ez-Zemahşeri, el-Keşşaf, I, 208.
[677] Îmamu'l-Harameyn el-Cuveyni, el-İrşad, s. 312.
[678] İzzet Derveze, et-Tefsiru'1-Hadis, V, 14-15.
[679] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 155-163.
[680] Bu bölüm Muhammed b. Lütfi es-Sabbağ'ın Buhus fi Usuli't-Tefsir isimli eserinden özetlenmiştir. Bkz.T s. 292-297
[681] Muksddimetu'z-Zahireti'l-Kur’aniyye. s. 10.
[682] Mukaddimetu'z-Zahireti'l-Kur'aniyye. s.12.
[683] Mukaddimeta'z-Zahireti'l-Kur'aniyye, s. 13.
[684] Mukaddimetu'z-Zahireü'I-Kur'aniyye, s.13.
[685] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 163-169.
[686] ez-Zehebi. el-Tefsir ve'I-Müfessifun, II. 474: Celal Kırca. Kur'an-ı Kerim ve Modern ilimler, s.51.
[687] J.J.G. Jansen, Kur'an'a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, s. 101. Eminel-Huli'den naklen.
[688] Sait Şimşek, "İlmi Tefsir Üzerine', s. 199.
[689] Sait Şimşek, "İlmi Tefsir Üzerine", s. 199.
[690] En'am: 6/59.
[691] En'am: 6/38.
[692] Nahl: 16/89.
[693] Zemahşeri, el-Keşşaf, II. 12.
[694] Zemahşeri. el-Keşşaf. ll 19.
[695] er-Razi, Tefsir. XII. 315.
[696] Tirmizi, Babu. Ma Cae Fi Fezaili’l-Kur'an 14.
[697] Tirmizi, Babu Ma Cae Fi Fezaili'1-Kur'an. 14.
[698] Nahl: 16/66.
[699] Bkz. Beyzavi Envaru't-Tenzil ve Esraru'Tevil. l 560-561.
[700] Bunlar için bkz., J.J.G. .Jansen. Kur'an'a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, s. 74 ve devamı.
[701] Gazali, İhya". Ulumi'd-Dia I. 289.
[702] Sait Şimşek, "İlmi Tefsir Üzerine", s. 200-201.
[703] ' J.J.G. Jarsen, Kur'an'a Bilimsel-Filoiojik-Pratik Yaklaşımlar, s. 87-88.
[704] Taberi tefsirinin Mısır 1954 tarihli baskısının ön sözünde bu ifadenin doğruluğu belirtilmektedir. Ancak bu mukaddimenin kim tararından kaleme alındığı meçhuldür.
[705] Şatibi. el-Muvafakat ll. 79 ve devamı.
[706] J.J.G. Jansen. Kur'an'a Bilimsel-Filolojik-Pratik Yaklaşımlar, s. 102. Emin el-Huli'den naklen.
[707] İlmi tefsirle ilgili geniş bilgi için bkz.. ez-Zehebi. el-Tefsir ve'1-Müfessirun. ll. 474-490; Celal Kırca. Kur'an-ı Kerim ve Modern İlimler; Salih Akdemir. "İlmi Tefsir Hareketinin Değerlendirilmesi ve On dokuz Rakamı Üzerine". (Abdullah Draz'ın Kur'an'ın Anlaşılmasına Doğru eserinin girişinde), s. X-XLVIII; J.J.G. Jansen. Kur'an'a BiIimsel-Fılolojik-Pratik Yaklaşımlar, s. 69-103.
[708] Bkz.. Lemehat fi Ulumi'l-Kur'an. s. 294-295.
[709] Bkz... Lemehat fi Ulumi'l-Kur'an. s. 294-295.
[710] Mevdudi, el-MebadnVl-Esasiyye Li Fahmi'l-Kur'an. s.27 ve devamı.
[711] Bkz.,Bakara: 2/ 22. "Yeri sizin için döşek... kılan (O)'dur".
[712] Neml: 27/61
[713] Zuhruf: 43/10.
[714] Fahruddin er-Razi. Mefatihu'1-Gayb. II. 102.
[715] Fahruddin er-Razi, Mefatihu'l-Gayb. II. 102-104.
[716] J.J.G. Jansen, Kur'an'a Bilimsel-Filo'jük-Prati Yaklaşımlar, s. 80.
[717] Sait Şimşek, "İlmi Tefisir Üzerine", s. 202. Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 169-179.
[718] Doç. Dr. Ömer Dumlu, Kur'an Tefsirinde Yöntem, Anadolu Yayınları, İzmir 1998: 181-194.