HAYATI DOĞRU YAŞAMAK.. 7

ÖNSÖZ.. 7

1- DOĞRU DİN.. 7

Kur’an 'da Din Kavramı 7

Doğru Dinin Genel Özellikleri 8

Doğru Dinin Önerdiği Sosyal Yapı 9

Doğru Dini Doğru Öğrenmek. 9

DOĞRU İNANÇ.. 9

İSLAM'DAN BAŞKA DİN ARAMAK.. 11

İhtilafı Doğru Anlamak. 11

İslam ve Modernizm.. 12

DİNE DAVET.. 12

Dine Davetin Merhaleleri 13

Dine Davetin Başarısını Hazırlayan Etkenler 13

Dine Davet Sosyal Bir Görevdir 13

2-KUR’AN ve İSLAM... 13

Kur’an İslam'ı 14

İSLAM'IN HAYATIMIZDAKİ YERİ ve ÖNEMİ 15

Kur’an 'da Bulduğumuz ve Peygamber(as) 'den Aldığımız, İslam.. 15

İSLAM'I YAŞANILIR KILMAK.. 16

Tespitler 16

Yapılması Gerekenler 17

HAYATI İSLAM'LA BÜTÜNLEŞTİRMEK.. 17

İSLAM'I ANLAMAK ve YAŞAMAK.. 19

Temel Yanlışlar 19

İSLAM'DA BİRLEŞMEK.. 20

Teklifin Temel Unsurları 21

İSLAM'I DOĞRU UYGULAMAK.. 22

İSLAM'IN DENGELİ YAPISI 24

İSLAM'IN İSTEDİĞİ DÜZEYE ULAŞMAK.. 25

İSLAM HUZUR ve GÜVENDİR.. 26

3-GÜNLÜK HAYATIMIZDA KUR’AN.. 28

DÜŞÜNMEK KUR’AN'IN EMRİ 29

KALBİ KUR’AN'LA DİRİ TUTMAK.. 30

KUR’AN EĞİTİMİ 32

KUR’AN'I ANLAMAYA YÖNELİK ÖNCELİKLER.. 33

KUR’AN ve MUHATAPLARI 35

KUR’AN'I HAYATA TAŞIMAK.. 36

"Bu Kur’an 'ı Dinlemeyin, Okunmasını Engelleyin " Diyenler 36

Önce Kur’an Bilgisine Sahip Olmak. 37

KURTULUŞ MESAJI 37

ALLAH ELÇİSİ'NİN ÖRNEKLİĞİ 38

İmandaki Örnekliği 38

İbadetteki Örnekliği 39

Davetteki Örnekliği 39

Siyasi Liderlikteki Örnekliği 39

Ahlaktaki Örnekliği 39

AYETLER ve TESPİTLER.. 40

Ayetlerle İlgili Genel Tespitler 40

BİR AYET ÜÇ TESPİT.. 41

Zanla Hüküm Vermek. 41

Başkalarının Gizli Yönlerini Araştırmak. 41

Gıybet Etmek. 42

"ASR SURESİ" ve TOPLUMSAL SAADETİN TEMEL İLKELERİ 42

Zaman Bilinci 42

Saadetin Temel İlkeleri 43

KUR’AN'LA BAĞLANTI İÇİNDE OLMAK.. 44

4- RABB.. 45

Rabb Kelimesinin Anlamlan ve Tanımı 45

Kur’an Sisteminde Rabb. 46

DİN GÜNÜ.. 46

Din Gününün Anlamları ve Tanımı 46

İBADET.. 47

Kelimenin Aslı, Anlamları ve Tanımı 47

Kime ve Niçin İbadet Edilir?. 48

Hangi İbadet Daha Makbuldür?. 49

İslam 'da İbadetlerin Gayesi 49

İbadetin Sorumluluk ve Geçerlilik Şartları 49

İTAAT.. 50

Kelimenin Manaları ve Tanımı 50

İHLAS. 51

Kelimenin Aslı, Anlamları ve Tanımı 51

İhlası Yok Eden Afetler 52

SIDK.. 52

Kelimenin Aslı, Manaları ve Tanımı 52

Doğruluğun Mertebeleri 53

Doğruluğun önemi 53

TAKVA.. 54

Kelimenin Aslı, Anlamları ve Tanımı 54

Takvanın Dereceleri 55

Takva Sahipleri Kimlerdir?. 55

Kurtuluş Vesilesi ve Üstünlük Ölçüsü. 55

ZİKİR.. 56

Kelimenin Aslı, Manaları ve Tanımı 56

Zikrin Çeşitleri 57

Zikrin Fazileti 57

İnsanları Zikirden Alıkoyan Sebepler 57

En Üstün Zikir, "Lâ İlahe İllallah". 57

TEBLİĞ.. 58

Kelimenin Manaları ve Tanımı 58

Tebliğin Konusu. 58

Tebliğin Önemi 59

Tebliğ Metodu. 59

Kur’an 'la Davet 59

HAYIR.. 60

Kelimenin Aslı, Manaları ve Tanımı 60

Hayrın Fazileti ve Önemi 60

Hayır Yapmanın Anlamı ve Şekli 61

Hayır Yarışının Öncüleri 61

Hayra Davet Müslümanların Görevidir 61

Hayır Yolundaki Engeller 62

KARYE. 62

(Şehir ve Medeniyet) 62

KURBAN.. 64

Kelimenin Anlamları ve Tanımı 64

İslam ve Kurban. 64

Hz. İbrahim ve İsmail Sevgisi 65

Kurbandaki Anlamlı Ders. 65

Kurbanın Kişi ve Toplum Açısından Önemi 65

TÖVBE. 65

Kelimenin Anlamları ve Tanımı 66

Tövbe Geciktirilmemelidir 67

TEZKİYE. 67

Kelimenin Anlamları ve Tanımı 68

5- İNSAN ve AİLE. 68

Ailenin Tanımı ve Görevi 69

Koruyucu Kale: Aile. 69

Aileye Yönelik Saldırılar 69

İNSAN ve EĞİTİM... 70

Eğitimin Tanımı ve Gayesi 70

Din Eğitimi Sorunu. 70

İnsanı Kur’an 'la Eğitmek. 70

İlim ve Eğitim.. 71

İyi Bir Eğitim İçin. 71

SEVGİ ve DEĞERİ 72

Allah Kimleri Sever?. 72

Allah Kimleri Sevmez?. 73

Allah Sevgisi 73

Sevgisiz Hayat 74

FITRAT GERÇEĞİ ve İNSANDAKİ AŞINMA.. 74

Fıtrat Nedir?. 74

Işık Kaynağı 74

Fıtrat Kaybının ve İnsandaki Aşınmanın Nedenleri 75

MÜSLÜMANIN TEMEL ÖZELLİKLERİ 75

Allah'ı Tanımak ve O'na İnanmak. 75

Allah'a İbadet (Kulluk) Etmek. 76

Kur’an'a Uymak. 76

Ahirete İnanmak. 76

Peygamber(as) i Sevmek. 76

İslam'a Bağlı Kalmak. 76

İslam'ı Tebliğ Etmek. 77

Kur’an Ahlakı İle Ahlaklanmak. 77

Olumlu ve Onurlu Tavır 77

NİYET ve GAYRET.. 77

İMAN ve ÜMİT.. 78

KURTULUŞ, DOĞRULUKTADIR.. 79

ZOR ZAMANDA İNANMAK.. 80

İman İmtihanı 81

Şimdi İmtihan Sırası Bizde. 81

ZOR GÜNDE SABIRLI OLMAK.. 81

Sabır Nedir, Ne Değildir?. 82

Sabır Kavramının Verdiği Mesaj 82

ZULME KARŞI ÇIKMAK.. 83

Düşman Hedef: Zulüm.. 83

Onurlu Savaş. 83

ALLAH YOLUNDA HİCRET.. 84

Hicret Nedir?. 84

Kutlu Yolculuğun İlk Adımı 85

Hicretle İlgili Genel Tespitler 85

ALLAH BİZİMLEDİR.. 86

Allah İnsanlara Çok Yakındır 86

En Güzel Amel En İyi Hâl 86

Allah'ı Unutanlar 87

HAYATI DOĞRU YAŞAMAK.. 87

EKSİK ŞAHSİYETLERİN BELİRGİN NİTELİKLERİ 88

EN SEVAPLI İŞLER.. 89

ÖMÜR UZAR MI?. 91

İNSANIN ALDANIŞI 93

6- AHLAK TOPLUMU.. 94

Peygamber Kıssalarının Ahlaki Mesajı 95

Ahlak ve Siyaset 95

EKONOMİ ve TEVHİT.. 96

Sosyal Adalet ve Refah Tedbirleri 97

Öldürücü Rekabet Yerine Hayırlı ve Faydalı Hizmet 97

EKONOMİ ve AHLAK.. 97

İMKAN ve İNSAN İSRAFI 98

İmkân, Zaman ve İnsan İsrafı 99

DÜNYA ve AHİRET İFLASINDAN KURTULMAK.. 100

Ömür Sermayesini Boşa Harcayanlar 101

Kur’an Ahiret İnancına Neden Çok Yer Verir?. 101

İNSAN ALLAH'A MUHTAÇTIR.. 101

KUR’AN AÇISINDAN SÖMÜRÜ ve SÖMÜRGECİLER.. 103

Sömürgecilerin Belirgin Vasıfları ve Tavırları 103

Sömürü Sistemlerinin Genel Özellikleri 104

HELAL KAZANÇ ve ÖNEMİ 104

Helal ve Haram Kavramları 105

En Temiz Kazanç. 105

7- DEĞİŞİM ve SÜREKLİLİK.. 106

İslam 'a İlişkin Sorular ve Yargılar 106

"Değişim" Kavramının Soy Kütüğü. 107

Çıkış Yolu. 107

İmha Değil, İhya. 108

SOSYAL BARIŞ ve ANTLAŞMA.. 108

İSLAM, İNSAN ve SİSTEM... 109

İnsan. 110

Sistem.. 110

Hakimiyet Meselesi 110

DİN ve SİYASET.. 111

Kur’an'ın Bütün Hayatı Kuşatıcı Rehberliği 112

Hz Muhammed'in Siyasi Liderliği 112

Bugün Gelinen Nokta. 112

İSLAM ve YÖNETİM... 113

Cumhuriyet İdeolojisi ve Devlet-Toplum İlişkisi 113

EMANETİ EHLİNE VERMEK.. 115

Emanet Ehlinin Vasıfları 116

HAK ve HÜRRİYETLERİN GÜVENCESİ 116

En Büyük Günah ve En Temel Sapma. 117

Emek Saygın İnsan Özgür Olmalıdır 117

Yapılması Gerekenler 117

FİTNE KAVRAMI ve İSLAM DÜNYASININ GERÇEKLERİ 118

HEP O'NUN YOLUNDA OLMAK.. 120

DUANIZ OLMASA.. 121

BİBLİYOGRAFYA.. 123


HAYATI DOĞRU YAŞAMAK

 

ÖNSÖZ

 

Bu çalışma din, İslam, Kur’an, insan, ekonomi ve sosyal ha­yatla ilgili kaleme alınan yazılarla bazı Kur’an kavramlarının açıklamasından oluşmaktadır. Eserin temel amacı, okuyucunun hayatı doğru yaşamasına katkıda bulunmaktır. Kitapta yer alan konulara ağırlıklı olarak Kur’an kaynaklık etmektedir. Hayatın da İslam’i bir bakışla değerlendirilmesi hedeflendiğinden, kita­bın Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak olarak isimlendirilmesi uygun görülmüştür. Kitaptaki dipnotlar, büyük öl­çüde ayetlerden oluşmuştur. Bununla birlikte, yararlanılan bazı temel kaynaklar da dipnotlarda yer almıştır. Ancak çok az kul­lanılan kaynaklar, sadece dipnotta belirtilmiş ayrıca bibliyog­rafyada gösterilmemiştir.

Bu çalışma, ülkemizde ve dünyada yaşananları doğru olarak kavramak isteyenler için yararlı bir malzeme niteliğinde olmak­la birlikte o, bilinen anlamda "akademik" bir eser değildir. Bu yüzden kitapta bazen duygu ve heyecan yüklü ifadeler yer al­maktadır. Zira İslam, Kur’an, din ve ahlak gibi evrensel değerle­rin ve ideallerin söz konusu edildiği yerde, insanın duygusuz, heyecansız ve donuk kalması imkânsızdır. Biz müellif olarak, anılan gerçeklerin doğru ve değerli olduğuna inandığımız için konuları yazarken duygularımızı yok etme ve heyecanımızı zaptetme gibi bir gayretin içine girmedik. Çünkü kitapta yer alan konuları, olaylardan uzak "fildişi kalemden değil, ülkemizde ve dünyamızda olup bitenlere kayıtsız kalmayan bir "mümin" duyarlılığı ile kaleme aldık. Bu nedenle, kitabı oluşturan konu­larda sadece teorik anlatımlarla yetinmedik. Ayrıca güncel konu ve sorunları, belli bir bakış açısıyla değerlendirmeyi, hayati so­runların kaçınılmaz sonuçlarına işaret etmeyi de gerekli gördük. "Hayatı doğru yaşamanın pratik değerinin" herkes tarafından anlaşılmasına ve bunu sağlayacak "bilinç yenilenmesinin" oluş­masına katkıda bulunmak istedik.

Bu kitabın oluşmasında desteklerini esirgemeyen değerli dostlarıma müteşekkirim. Özellikle kitabın tashihinde titizlik gösteren ve emeği geçen Edebiyat Öğretmeni Kadir Durgun'a; kitabın dizgi ve tasarımında büyük katkısı bulunan Bekir Ertem'e teşekkürü bir borç bilirim.

Bu çalışmamızı faydalı kılmasını Allah'tan niyaz ederim.

Fahrettin Yıldız Üsküdar Mart 2001 [1]

 

1- DOĞRU DİN

 

De ki! "Beni dosdoğru yola Rabb 'im iletmiştir. Doğru dine... " [2]

Din, insanla yaşıttır. Dinin mahiyeti her zaman merak konu­su olmuştur. Ancak kesin olan şu ki, dini kabul edenler kadar reddedenlerin de, onun insanlıkla beraber var olduğunu, insanlık var oldukça da varlığını sürdüreceğini kabul etmeleridir. Din gerçeği inkâr edilmez bir nitelik taşır. Dine karşı takınılan tavır ne olursa olsun onu yok saymak imkânsızdır. Bu durumda, ön­celikli olarak "Din nedir?" sorusu cevaplandırılmalıdır. Bu so­ruyu doğru cevaplandırabilmek için, ilk olarak din kelimesinin lügat anlamlarını tespit etmek, sonra da Kur’an vahyinin bu ke­limeye yüklediği mana ve muhtevayı ortaya koymak gerekir.

Arapça lügatlarda ve kaynaklarda din kelimesinin, "hüküm­ranlık, itaat, ibadet, ceza, hesap, âdet, inanç ve yol" gibi an­lamlara geldiği bildirilir. [3] Görüldüğü gibi din kelimesi, çok ge­niş kapsamlı ve çift yönlü bir kavramdır. Bu özelliğinden dolayı din kelimesi, hangi bağlamda kullanıldığına bakılarak manalandırılmalıdır. Çünkü o, bir yandan Yüce Yaratıcının kudret, yet­ki ve hakimiyetini diğer taraftan da yaratıkların Yüce Varlığa, mutlak teslimiyetlerini ifade etmektedir. Allah'ın varlık ve olu­şa hakim kıldığı ilkeler, O'nun iradesi yönünde bir seyir izle­mektedir. İşte bu ilkelerin insan hayatı ile ilgili olanlarına ve vahiy tarafından tespit edilenlerine din denilmektedir. Din, Al­lah'ın koyduğu yasaları, bu yasaların muhtevasını, inancın aslı­nı, onun pratik hayata yansımasını ve insanın ibadet ettiği obje­ye karşı yaklaşımını ifade eder. Demek ki din, hayatın yalnız bir parçasını değil, tamamını dolduran bir kurumdur. Diğer bir ifa­deyle din, insanın bütün hayatıdır. Bunun içindir ki İslam alimleri dini, "akıl sahibi insanları, kendi hür iradeleriyle peygam­berlerin tebligatını kabule çağıran, onları dünyada doğruluğa ve iyiliğe, ahirette de kurtuluşa götüren ilahi buyruklar manzume­si" diye tanımlamışlardır. [4]

Doğru din, ilk olarak insan düşüncesini Allah'a yöneltir. Sonra da sunduğu hakikat bilgisiyle insan hayatının vazgeçil­mez bir değeri haline gelir. Kur’an bu gerçeği fıtrat kelimesiyle ortaya koyar. Çünkü fıtrat, insanı Allah'a ve O'nunla ilgi kur­maya yönelten asli bir duygudur. [5]

 

Kur’an 'da Din Kavramı

 

Kur’an'da çeşitli kullanım şekilleriyle 93 kez geçen din kav­ramı, [6] Allah ve İslam'la irtibatlandınlır. Kur’an'ın tertip sırala­masına göre birinci surenin ilk ayetlerinde, Allah'ın "Din Gü­nünün sahibi ve yargıcı olduğundan"; [7] nüzul sıralamasına göre ise, en son inen [8] surede de "Allah'ın dininden" söz edilerek din gerçeği ile Allah arasındaki ilişkiye dikkat çekilir.

Kur’an'ın beyanına göre, Allah katında makbul din İs­lam'dır. [9] İslam, vahiy kaynaklı din olduğundan ve bu din son olarak Kur’an’la insanlığa sunulduğundan, diğer din olgularının geçerliliği yoktur. [10] O halde doğru din tektir, yaratılış kanunları gibi esas ve değişmezdir. Çünkü bu dinin sahibi Allah'tır. [11] O, diğer konularda olduğu gibi din konusunda da hiçbir varlığın kendisine ortak edilmesine müsaade etmemiştir. [12] Allah, razı ol­duğu dinin adını İslam koymak suretiyle, [13] dinin amaçladığı he­deflere ve insan hayatına katmak istediği değerlere işaret etmiş­tir.

Kur’an’a göre din, sadece kişisel inancı değil, aynı zamanda toplum tarafından paylaşılan inanç ve eylemler bütününü de ifa­de eder. [14] Kişisel inanç ve itaatle başlayan din gerçeği, gelişip şekillenince millet halini alır. İşte bu noktada dîn ile milletin öz­deşleştiği görülür. [15]

Din kavramının bu çok yönlü özelliğinden dolayı Kur’an, ba­tıl ve yanlış din olgularına karşı, Dinü'l Kayyım [16] ve Dinü'I Hak [17] tabirlerini kullanarak "doğru dinin" ne olduğunu bildirmiş; ayrı­ca onun, diğer bütün batıl din olgularına üstün kılınacağı müj­desini vermiştir. [18] Çünkü Kur’n’da. İslam dışı inanç ve yaşayış biçimlerine de, "din" denilmiştir. [19]

İslam, Allah tarafından gönderilen ve insanları O'na ulaştı­ran tek doğru din olduğundan Kur’an, insanları bu dine girmeye çağırır. [20] Hak din. Allah'ın bütün tasarruflara tam kudretle sahip olduğu; insanın da O'nun dinine göre bir hayat sürdürmesi ge­rektiği mesajını verir. Nitekim doğru dinin tanımını veren bir ayette şöyle buyurulur: “Allah'ı bırakıp taptığınız her şey, ger­çekte, sizin ve alalarınızın uydurduğu anlamsız isimlerden öteye geçmemektedir: çünkü Allah, bunlar hakkında hiçbir delil in­dirmemiştir. (Neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda) hü­küm yalnızca Allah 'a aittir. O da kendisinden başkasına kulluk etmemenizi buyuruyor. İşte dosdoğru olan din budur; ama in­sanların çoğu bunu bilmez.” [21]

Din kavramının muhtevasını belirleyen ayet ve hadislerde, "iman, İslam, ihlas ve ihsan" gibi temel kavramlara yer verilir. Nitekim, "Cibril Hadisi" diye nitelendirilen meşhur hadiste de, kâmil bir dinin, "iman, İslam ve ihsan" kavramlarıyla tanımlan­dığı görülür. Peygamber(as), bu üç kavramın, dinin temel pren­sipleri ve telkinleri arasında yer aldığını vurgulamak amacıyla, hadisin sonunda:

"İşte bu Cibril'dir. İnsanlara dinlerini öğret­mek için gelmiştir. " [22] buyurarak doğru (hak) dinin muhtevasına açıklık getirmiştir. [23]

 

Doğru Dinin Genel Özellikleri

 

Hak din, vahiy eseridir, beşer kaynaklı değildir. Muhatabı da, akıl ve irade sahibi olan insandır. O, akıl üstüdür, akıl dışı değildir. [24]

Din, özgür iradeye yönelik olduğu için, onda zorlama da yoktur. Kur’an, hak dinde, bir işi istek ve irade dışı yaptırmanın (ikrahın); insanı zora sürmenin (harecin) olmadığını açıkça be­lirtir. [25] Demek ki zorla din seçmek veya değiştirmek, hem temel­siz hem de geçersizdir.

Burada, bir gerçeği hatırlatmak gerekir. İslam'ın kişiye tanı­dığı din seçme özgürlüğü ile, yine İslam'da yer alan cihad ilkesi arasında bir çelişki yoktur. İslam'a göre cihad, dini zor kullana­rak benimsetme yolu değil, bilakis İslam'ın din olarak varlığının kabul edilmesini ve yayılmasını engelleyen şartların ortadan kaldırılması için sarf edilen çabadır. [26] Demek ki doğru din, insa­na vahiyle bildirilmekte, insan onu aklıyla anlayıp hür iradesiyle seçmekte ve hayatına geçirmektedir. Böylece dinin, bir bilgi ve tercih konusu olduğu ortaya çıkmış oluyor. Hemen belirtelim ki din, sadece inançtan ibaret değildir. O, aynı zamanda insanın dünya hayatını düzenleyecek ahlaki, hukuki ve sosyal kuralları da ihtiva etmektedir. Bu sebeple, dinin sadece kişi ile Allah ara­sında bir vicdan konusu olduğunu söylemek yanlıştır. Çünkü dinin getirdiği kuralların, h'em bağlayıcılık özelliği hem de yap­tırım gücü vardır.

Doğru dinin başka bir özelliği de, aynı inanç ve değerleri paylaşan kişilerden meydana gelen bir sosyal birlik oluşturma­sıdır. [27] Görüldüğü gibi dinin, ferdi yaşayışı aşan sosyal yönü ol­duğu gibi, manevi boyutu aşan dünyevi yönü de vardır. [28]

 

Doğru Dinin Önerdiği Sosyal Yapı

 

Kurtuluşun, huzur ve güvenin tükenmez kaynağı olan İslam, iman, doğruluk, adalet ve ahlak gibi yüksek değerlere dayalı toplumsal bir yapı önerir. [29] Zaten ancak böyle bir yapıda kişi, insanca ve Müslümanca yaşama imkânı bulur. Şu halde doğru bir hayat tarzı oluşturma görevini üstlenen müminler, Peygamber(as)'in Allah'tan getirdiği dini ve onun bizzat kendi hayatı ile sunduğu örneği izlemek durumundadırlar. Çünkü Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği din, sadece manevi bir aydınlanma de­ğil, aynı zamanda hayatın bütün alanları için de sağlam bir çatı oluşturmuş; böylece insan hayatı ile ilgili hiçbir alan dinin dı­şında bırakılmamıştır.[30]

 

Doğru Dini Doğru Öğrenmek

 

Allah, insanı yarattı ve ona Kur’an'ı öğretti. [31] Kur’an, baştan sona insanı bilgilendirici ve hidayete erdirici emir ve önerilerle doludur. İnsan, doğruya ve doğru bilgiye Kur’an'la ve aklını kul­lanarak ulaşacaktır. Ancak, İslam'ı doğru öğrenmek ve yaşamak için, Kur’an'ın yaşayan insana anlaşılır kılınması şarttır. Çünkü Allah, insana her çağda yeterli olacak doğru yol bilgisini, Kur’an'la ulaştırmıştır. İslam'ın üstün bilgi kaynağı ve tek doğruluk

Kur’andır. Kur’an, tam ve tutarlı bir kitaptır; onun yala­nı, yanlışı ve noksanı yoktur. [32]

Dini en doğru biçimde anlamış olan Peygamber(as)"ın ve sa­habe neslinin hayatında Kur’an ve onun aydınlığında yürüyen akıl, tek doğruluk ölçüsü kabul edildiği için din, onlar tarafından doğru anlaşılmış ve yaşanmıştır.

Ne var ki. saadet asrından kısa bir süre sonra Kur’an, sünnet, akıl ve ilim büyük ölçüde terk edildiği için; mesnetsiz görüşler ve yanlış hükümler dinin yerine, İslam dışı geleneğin kabulleri de Kur’an'ın önüne geçti. Böylece, önceki ve sonraki yanlışlar, din sanıldı. Kur’an ve sünnet bir tarafa bırakıldı, herkes kendine göre bir doğruluk ölçüsü ihdas etti. Neticede, Kur’an ve sahih sünnetin doğru dediği pek çok şeyi yapmayan, yanlış dediği bir çok şeyi yapan topluluklar ortaya çıktı. Dini, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde hayatlarına taşıyamayan toplumların onu doğru anlamaları ve doğru bir tavır geliştirmeleri beklenemez. [33]

 

DOĞRU İNANÇ

 

Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır. O halde, şeytani güçlere ve düzenlere (uymayı) reddedip Allah'a inancılar hiç bir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır. Zira Allah, her şeyi işiten ve bi­lendir.” [34]

Kur’an, İslam'ı tarifeden son ilahi mesajdır. Bu mesajın özü tevhiddir. Tevhid, Allah tarafından peygamberler aracılığı ile her topluma önerilen doğru inançtır. Bu yüzden dinde hiçbir emir, tevhidsiz sabit olmaz. Yapılan işler, tevhidden sapıldığı an geçerliliğini yitirir. [35] Kur’an, dinin tevhidsiz olamayacağını be­lirtmek için onun ikamesini yüceltir ve bu eylemi en büyük ödülün nedeni sayar. [36] O, pratiği olmayan din anlayışını onayla­maz. Dini, bilgi, iman ve ahlak eksenli bir yaşayış biçimi olarak kabul eder. Güvenli ve huzurlu bir ortamın, tevhid liyakatine ve bilincine sahip olan müminlerin onurlu gayretleriyle sağlanabi­leceğini bildirir. [37]

İslam'ın özüyle ilgili olan tevhid, İslam coğrafyasında yaşa­yan insanların çokça duydukları ve kullandıkları temel kavram­lardan biridir. Ancak bu kavramın gerçek anlamı ve hayata iliş­kin yanı, pek çok insan tarafından yeterince kavranabilmiş de­ğildir.

Kuraıvın çağrı odağını oluşturan tevhid, Allah'ın varlığına ve birliğine, vahiyle bildirilen gerçeklerin bütününe inanmak demektir. [38] Allah'ı zatında, isim ve fiillerinde birlemek, O'na hiçbir yönden eş ve ortak tanımamak, İslam'ı Kur’an bağlamında kabul edip bunda sadakat göstermektir. Şu halde tevhid, inanç ve yaşayışta kabul edilmesi gereken ilk temel prensiptir.

Tevhidin zıddı, "Allah'a zatında, isim ve fiillerinde ortak tut­mak, Uluhiyetin özelliklerinden birini ya da bir kısmını O'ndan başkasına vermek" anlamına gelen "şirk'tir. [39] Şirk, Allah'a iman adı altında O'ndan başkasına veya şahsi arzulara tapınmaktır. Tevhidin zıddı olan şirk, kesin bir yasak [40] ve tevbesiz affı müm­kün olmayan büyük bir günahtır. [41]

Doğru inanç, "Kur’an ayetlerinin en büyüğü" unvanına haiz olan [42] ve Ayetü'l-Kürsi diye adlandırılan ilahi sözde [43] özgün bi­çimde hülasa edilir. Değinilen ayet, insanların benimsedikleri tevhide aykırı inançları düzeltecek bir içeriğe ve yüceliğe sahip olmasından dolayı bu unvanla anılmıştır. Kur’an, Uluhiyetin te­mel niteliklerini bildirirken, insan zihninde ve hayatında tevhid bilincini diri tutmayı amaç edinir. Bunun için doğru dini ve inancı, insan idrakinin kolayca anlayıp kavrayabileceği şekilde anlatır.

Tevhidin ilk şartı, Allah'tan başka ilah tanımamak, suretiyle inkâra ve şirke düşmemektir. [44] Doğru inanca, Kur’an bilgisiyle ulaşılır. İnsanın insanca ve Müslümanca yaşayabilmesi için, Kur’an mesajına doğrudan uyması gerekir. [45] Kur’an'ın hiçbir şeyi noksan bırakmayan [46] ve insan hayatına rehberlik eden prensiple­rine uymadıkça doğru inanmak ve doğru yaşamak mümkün de­ğildir.

Çeşitli nedenlerle İslam i kavramlarda meydana getirilen tah­rifat, pek çok insanın İslam'ı sadece lafız olarak kabul edip ma­na ve muhteva olarak reddetme sapkınlığına düşmesine neden olmuştur. Çünkü insanların çoğunda, tevhid kelimesinin lafzı malum olsa da mana ve maksadı meçhuldür. Oysa muvahhid mümin, tevhid kelimesini, lafız, mana ve maksadıyla tasdik ve ikrar ederek gereğini yerine getiren kişidir.

Kur’an'a aykırı düşen yaşam tarzı nedeniyle İslami değerler yitirildi. Bunların en acısı, Kur’an'ın neredeyse çok sayıda insan tarafından anlaşılamayan bir kitap haline gelmiş olmasıdır. Kur’an'dan uzaklaşanlar, hakkı bırakıp batıla inanacak kadar bü­yülendiler. Sonuçta, çağdaş putperestlik yeniden doğdu. Pek çok insan, bildiği basit şeylerin gururu ve benimsediği yanlış yorumların aldanışıyla kendini avutur hale geldi.

İslam'a ilişkin kültür ve birikimler, doğru bir anlayışla yeni­den yorumlanarak hayatımıza girmelidir. Müslümanların bugün en çok buna ihtiyacı vardır. Çünkü İslam, insanlardan isteyeni Allah'a götürecek güce sahip olan tek dindir. Bu dinin esasları, Kuraırdadır. Kur’an'ın, Peygamber(as)'e indiği andan ölümüne kadar geçen zaman içinde, İslam'ın nasıl anlaşıldığını ve uygu­landığını görebilmek için, vahyin indiği asra bakmalı, onu ken­dine özgü dünyasında anlayıp hayatımıza yeniden katmalıyız. Bu da tevhidin ikamesiyle gerçekleşir.

Zira tevhid, İslam'ı bütünüyle kabul edip ona sadakat gös­termeyi ifade eder. [47] Kur’an da, Allah'ın dinine uymayı, çözülüp dağılmamak için her zaman birlik ve beraberlik içinde olmayı emreder. [48] Kâmil manada bir sistem bütünlüğüne sahip olan İs­lam'ı [49] düzenleme getirdiği alanlardan uzaklaştırmanın, tevhid inancıyla bağdaşmayacağını belirtir. [50] Öyleyse tevhidin ikamesi için Kur’an mesajını, bütün içeriğiyle hayata geçirmek gerekir.

Kur’an'ın putperest fikir ve inançlar üzerindeki kesin zaferine rağmen, zamanla İslami hayatın bütünlüğü bozuldu ve İslam"ı din edinme özgürlüğü de büyük ölçüde yitirilmiş oldu. Bugün kitleler, batılı taklit ve ihya etmeyi din sanan bir aldanış içinde­dir. Halbuki böyle bir ortamda yanlış bir inancı veya davranışı düzeltmek mümkün olmaz. Aksine benimsenen yanlış fikir ve inançlar, geleceğin de yanlış kurulmasına sebep olur.

Bu yüzden Kur’an, şirkin maskesinin, tevhid ilkesinin insan­lığa bahşettiği aktif ve müspet tavırla düşeceğini vurgularken, statükoyu temsil eden Firavun, Azer ve Karun gibilerinin ko­numunu, yıkılması gereken bîr pulculuk olarak bildirir. Bunlara karşı çıkan peygamberlerin eylemlerini de tevhid inancının tabu tanımazlığının bir ikamesi olarak nitelendirir. [51]

İslam'ın insanlık için sunduğu üstün değerlerin hayata geç­mesi, onun insan hayatında hak etliği yeri almasına bağlıdır. Kur’an'a uymayan ve ilmi olma özelliği ise hiç bulunmayan bir­takım zoraki tanım ve dayatmaların, insanlığın hayrına sonuçlar doğurmayacağı artık iyice anlaşılmalıdır. [52]

 

İSLAM'DAN BAŞKA DİN ARAMAK

 

Kim İslam 'dan başka bir din ararsa, bu kendi­sinden asla kabul edilmeyecek ve o, ahiretle kay­bedenlerden olacakın,” [53]

Temel kuralları Allah tarafından belirlenmiş hak din İs­lam'dır. [54] İslam, insan ve hayat gerçeğine en uygun din olduğun­dan. Allah bütün peygamberlere bu dini göndermiş [55] seçtiği ve beğendiği tek dinin İslam olduğunu bildirmiştir. [56]

İslam Allah'a kayıtsız şartsız teslimiyetin adıdır. [57] İman da, insanı Kur’an'ın hükmüne bağlayan ve her işte onu esas almayı sağlayan en yüksek değerdir. [58] Allah'a bağlılık, tevhid inancının özüne uygun biçimde olmalıdır. [59]

İslam'a bağlılık, onu bir bütün olarak kabul edip uygulamak anlamına gelir. [60] Bunun için Allah “Hak dine sağlam bir şekilde sarılın; o konuda bütünlüğünüzü bozmayın.[61] buyurmuştur.

Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi meşru kılmaya kal­kışmak. O'na karşı din üretmek ya da İslam'dan başka bir din arayışına girmek anlamına gelir. [62] Kur’an'da "Allah'ın dininden" [63] ve "dinin sadece Allah'a ait olmasından" söz edilmesi [64] kültür­lerin kendi üretimleri olan öğretilerin, hak dinden ayırt edilmesi gerektiği mesajını verir. Çünkü Kur’an'da din kelimesi, sadece itikat ve diyanet anlamlarına gelmez ayrıca bu kelimeyle ve medeniyet de kastedilir. [65] Nitekim Hz. Musa ile Firavuıvun mücadelesinin dile getirildiği ayetlerden birinde [66] din kelimesi, devlet ve medeniyet anlamında kullanılmıştır. Burada Firavun. Musa(as)'yı hem sistem dini muhalifi, hem de rejim karşıtı biri olarak göstermeye çalışmıştır. Firavunun gerçek amacı, kendi zulüm sistemini yaşatmak için Allah'ın dinini hayatın dışında tutmaktı. Oysa Allah'ın dininden yüz çevirip batıl din olgularını benimseyenler, konumları ne olursa olsun sonunda kesin bir pişmanlık ve hüsranla karşılaşırlar. [67] Nitekim Firavun da böyle bir sonuçla karşılaşmaktan kurtulamamıştır. [68]

 

İhtilafı Doğru Anlamak

 

Burada bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Aslında menfî anlamlı olmadıkları halde genelde makbul karşılanmayan kav­ramlar vardır. Bu kavramlar, söz konusu menfi anlamlarını top­lumda meydana gelen siyasi ve fikri kavgalar içerisinde kazan­mışlardır. İşte bu menfi anlamlı ve sabıkalı kavramlardan biri de ihtilaftır. Sözlükte arkada kalmak, ardı sıra gitmek ve muhalefet etmek gibi anlamlar taşıyan [69] ihtilaf kelimesi, çoğu insana göre menfî anlamlı bir kavramdır. Oysa olumlu manada ihtilaf, ha­yatın doğasında bulunmaktadır. Kur’an, bu türden ihtilafları "ayet" olarak adlandırır.

Mesela, gece ile gündüzün, dillerin ve renklerin ihtilafı, birer ayettir. [70] Bu türden ihtilafları yok saymak, Allah'ın ayetlerini hü­kümsüz kılmakla eş anlamlıdır. Kur’an, aklın önünü tıkamadan insanlara ihtilaf adabını öğretmiş ve onlara müspet yorumların bereketinden faydalanma yolunu açık bırakmıştır. Bu durumda bir insan veya ekol, Kur’an'ın açık bıraktığı kapıyı kapatmaya kalkışır, sadece kendi yorumunu dayatıp ihtilafa son vermeye çalışırsa tefrikaya yol açmış olur. Hemen hatırlatalım ki, dinin sabitlerini topyekün kabul edip akide planında tevhide, sosyal planda da vahdete ters düşmeyen farklılıklar meşrudur, gerekli­dir ve hatta rahmettir.

Ama bu olgular, inanç planında tevhide, sosyal planda da vahdete aykırı bir hale gelirlerse, o zaman buna tefrika denir. Tefrika ne meşrudur ne de gereklidir. Ne var ki modernizmin getirdiği "idrak sefaleti", hem "ihtiyat alanını" ortadan kaldırdı, hem de pek çok insana "ihtilaf adabını" unutturdu. Eskiden telif eserlerde bir ulema geleneği vardı. Bir telif eserde çeşitli görüş ve iddialara yer verilir, fakat eserin sonunda, ihtiyat kabilinden yer alan şu ibareyle söz bağlanırdı:

"Allahu a'lem bissevab/her şeyin doğrusunu en iyi Allah bilir." Oysa bugün "en iyisini ben bilirim." veya "sadece benim bildiğim doğrudur." anlayışı hâ­kimdir. Eğer ihtiyat alanı ve ihtilaf adabı korunabilseydi, on dört asırlık İslami birikimin kıymeti bugün daha iyi takdir edi­lir; ihtilaflar tefrikaya ve düşmanlığa dönüşmezdi. Bu noktaya gelinmesinin temel nedenlerinden biri de, menfi anlamdaki modernist akımlardır. [71]

 

İslam ve Modernizm

 

Genel olarak modernizm, toplumların kültürel ve kurumsal bir değişim sürecine girmelerini, bir de modernleşme politikala­rının ideolojisini ifade eder. [72] Modern olmak, çok sayıda insan tarafından "düne ve dine ait olmayan bir dünyada yaşamak" ola­rak algılanmıştır. Özellikle ülkemizde, "modern insan eşittir, batılı insan" denklemi kurulmuştur. Böyle olunca modernlik kimi zaman, dinin tamamını veya önemli bir kısmını inkâr et­mekle, kimi zaman da dini kendi özüyle ilgisini kaybedecek öl­çüde değiştirmekle, yahut onun bir kısmını alıp geri kalanını zamanın şartlarına uydurmakla özdeş kabul edildi.

Oysa çağdaş bir teoriyi İslam'ın karşısına dikmek veya onunla örtüştürmeye çalışmak çözüm değildir. Yapılması gere­ken, İslami değerlerin yaşanan hayatta var olmasını sağlayacak zemini hazırlayıp İslam'ın hayata yön vermeye kadir bir din ol­duğunu ortaya koymaktır. Hatırlanmalıdır ki gerekli şartlar ye­rine getirilmeden yapılan girişimler, geniş halk kitlelerini müspet yönde etkilemez ve küçük itizal grupları oluşturmaktan da öteye gitmez. Nitekim modern çağda ortaya çıkan çeşitli akım­lar, bu tespiti doğrulamaktadır. Bu akımlardan kimi dini ahlakileştirmekte, kimi de vicdanileştirmekte; onun sosyal ve siya­sal boyutunu ihmal etmektedir. Oysa İslam, çok önemli olmakla birlikte sadece ahlaki kurallardan ve vicdani duygulardan ibaret değildir. O, aynı zamanda fert ve toplum hayatını düzenleyen, hayatın her alanına söylenecek sözü olan ilahi bir sistemdir.

Kur’an’da sabit olanları modernist yorumlarla tahrif etmeye çalışmak: sahih sünnette sabit olanları da tereddütten yola çıka­rak reddetmeye kalkışmak tam bir basiretsizlik örneğidir.

Sonuç olarak, bu problem, çağdaş bir musibettir. Bu musi­betten kurtulabilmek için bilgiyi, inancı ve dürüstlüğü esas alan bir gayretle Allah'a dönmek ve O'nun dinine uymak gerek­mektedir. [73]

 

DİNE DAVET

 

Bu Kur’an, bütün insanlığa bir mesajdır. Öyley­se sağduyu sahipleri artık onunla uyan bulsunlar ve Allah'ın tek ilah olduğunu bilip bunu akılla­rında tutsunlar[74]

Kur’an, Allah katında geçerli dinin İslam olduğunu, [75] Hz. Muhammed'in risaletinin de bütün insanlığı kapsadığını bildirir. [76] Kur’an'ın beyanına göre Peygamber(as), insanlar üzerinde bir zorba değildir. [77] Onun görevi irşat, tebliğ ve davetten ibarettir. [78] Bunun için İslam'da ilke olarak dinde zorlamaya başvurmak yasaklanmış, gerçek olanla sahte olanın birbirinden ayrıldığı be­lirtilerek [79] inanıp inanmamak, insanların kendi özgür iradelerine bırakılmıştır. [80]

Kur’an'da Peygamber (as), "Allah'ın davetçisi" olarak nite­lendirilmiş, [81] ona yüklenen davet görevi de "davet et" emrinin yanı sıra [82] "tebliğ et", [83] "hatırlat" [84] ve "uyar" [85] gibi başka kelime­lerle de dile getirilmiştir. Davet kelimesi genellikle "insanları İslam'a ve İslam'ın ilkelerini uygulamaya çağırmak" anlamında kullanılır. Kur’an'da da insanlar, "imana, İslam'a, Allah yoluna, Allah'ın kitabına, hakka, hayra, kurtuluşa, hayat kaynağına ve esenliğe” [86] çağrılır. Bu yüzden davet, hem İslam'ı kabul etmeyenlere hem de edenlere yönelik olabilir. Davetin amacı, insan­ların doğru inanıp doğru yaşamalarına yardımcı olmak; hedefi de İslami ilkelerin ve değerlerin insanlar tarafından kabul edil­mesini ve uygulanmasını sağlamaktır.

Peygamber (as), cahiliye müşriki iğinin devlet olduğu bir dö­nemde ve toplumda davet görevini üstlendi. O, insanları Allah'ı tanımaya ve O'nun dinine uymaya çağırdı. Onlara şirksiz inan­cı, doğru yaşayışı ve güzel ahlakı öğretti. Tevhide dayalı bir ya­pı oluşturarak insanlığın hayrı ve dünyanın ıslahı için çalıştı. Ayrıca Peygamber (as), dine gönül açıp iman değerine erenleri eğitti. Onun eğitiminden geçen ilk nesil Müslümanları, yeni dinin çelik askerleri oldular. Onlar, tarihte eşine rastlanmamış bir fedakarlık örneği göstererek İslam'ı hem hayatlarına hem de başkalarına taşıdılar. Böylece onlar, beklenen ve özlenen niza­mın yeryüzündeki ilk temsilcileri ve tebliğcileri oldular. [87]

 

Dine Davetin Merhaleleri

 

Peygamber (as), Müslümanlar için örnek ve önder bir şahsi­yettir. Bunun için onun dine davet yöntemini bilmek ve izlemek gerekir. Çünkü o, son derece tutarlı, ilkeli, sistemli ve gerçekçi davrandığı için, davet faaliyetinde büyük başarı sağlamıştır. Onun bu başarılı uygulaması, "hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme" şeklinde dört merhaleden oluşmuştur. Çünkü da­vet sadece çağrıdan ibaret değildir; ayrıca onun idareye ve otoriteye de ihtiyacı vardır. Bu yüzden Muhammed (as), risaletten önce geçirmiş olduğu manevi hazırlıkla peygamberlik için ge­rekli olan kemale ulaşmış; davet faaliyetinin başlangıcında ön­celikle etrafında inançlı ve bilinçli bir kadro oluşturmuş, daha sonra bu kadro elemanlarının da katkısıyla Müslüman bir top­lum meydana getirmiş; son merhalede ise, başlattığı davet faali­yetini başka milletlere taşıyacak ve İslam'ın hükümranlığını ayakta tutacak bir devlet kurmuştur. O, hem Allah'ın Elçisi hem de oluşturduğu İslam devletinin reisi olma sıfatıyla, zamanında­ki komşu Ülkelerin devlet başkanlarına İslam'a çağrı mektupları göndererek sonraki yüzyıllarda hızla gelişecek olan evrensel davet çalışmalarını başlatmıştır. [88]

 

Dine Davetin Başarısını Hazırlayan Etkenler

 

Peygamber (as)'in tebliğ ve davet faaliyetleri dikkatlice in­celenirse, onun davetteki başarısını sağlayan temel etkenlerin neler olduğu rahatlıkla görülür. Bunların başında onun, davet ettiği dine samimiyetle inanması ve bu dinin ilkelerini bütün ay­rıntılarıyla kendi hayatında uygulaması gelir. Ayrıca Peygamber(as)'in muhataplarına değer vermesi, onların fert olarak duy­gularını, isteklerini ve özelliklerini dikkate alması, ortak nokta­larda birleşme esasından hareket etmesi, şefkat ve merhameti, kin, öfke ve düşmanlığa yeğlemesi de davetteki başarısına bü­yük katkı sağlamıştır.

Söz konusu etkenlerden biri de Peygamber(as)'in ümitsizlik ve karamsarlığa kapılmadan davet çalışmalarını ve dine hizmeti sabır, azim, inanç ve büyük bir kararlılıkla sürdürmüş olmasıdır. Peygamber(as)'in tebliğ çalışmalarında değer verdiği bir diğer husus da sosyal faaliyetleri aralıksız olarak gerçekleştirmesi ve bunlardan azami ölçüde faydalanmasıdır. O, davetini sunmak üzere toplantılar düzenlemiş, çarşı, pazar ve panayır gibi insanla­rın toplu olarak bulunduğu her yerde korkmadan ve yılmadan tebliğ faaliyetini sürdürmüştür. Daveti başarılı kılan amillere, Peygamber(as)'in hiçbir zaman şahsi çıkar arzularını katmamış olmasını da eklemek gerekir. Bunun için İslam daveti, müs­temlekecilik ve sömürü gibi siyasi ve ekonomik art niyetler ta­şıyan organize bir hareket olmaktan uzak kalmıştır.

Davetin başarılı olmasında, davetçilerin şahsi çabaları ya­nında İslam'ın yapısından kaynaklanan bazı etkenler de vardır. Bu etkenlerin başında da "İslam inancının akli, mantıki ve kolay kabul edilebilir olması; ibadetlerin zengin bir ahlakilik ve sosyal bir muhteva taşıması, İslam'ın da hoşgörülü bir din olması" gelir. [89]

 

Dine Davet Sosyal Bir Görevdir

 

İslam'ın yayılması ve uygulanması, büyük ölçüde dine davet ve hizmet faaliyetine bağlıdır. Bu yüzden Yüce Allah, “îçinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğruyu buyuran eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk olsun...[90] talimatıyla dine dave­tin sosyal bir görev olduğunu açıkça bildirir. Bu talimata uyan Müslümanlar, saadet asrından itibaren daveti bir yükümlülük kabul etmiş, bu yükümlülüğü sözlü ve fiili olarak yerine getirmeye çalışmışlardır. İslam'ın, yeryüzünün değişik bölgelerine yayılışı da genellikle davet faaliyetleriyle olmuştur.

Görüldüğü gibi dine davet ve hizmet sıradan bir iş değil, çok eski, köklü ve kapsamlı bir çalışmadır. Bu özelliğinden dolayı davet bilgi, inanç, irade, azim, sabır ve ehliyeti gerektirir. İn­sanlığın şirk anlayışıyla kıyasıya savaştığı bir dönemde inen Kur’an'ın, mesajını kuvvetli delillere dayanarak muhataplarına sunması, davetin ne kadar köklü ve ciddi bir faaliyet olduğunu gösterir.

Sonuç olarak İslam insanlığın saadetini tekeffül eden son hak dindir. Bu dinin, asırlarca ayakta durması için her türlü gay­ret ve çaba gösterilmiştir; aynı çaba bugün de gösterilmelidir. Zira İslam'ı yaşamak ve başkalarına taşımak, böyle bir çabayı gerekli kılmaktadır. [91]

 

2- KUR’AN ve İSLAM

 

Bugün dininizi sizin için kemale erdirdim, ni­metlerimin tamamını size bahşettim ve İslam'ı sizin dininiz olarak belirledim.” [92]

Kur’an, Allah'ın mesajı; İslam da O'nun dini ve düzenidir. Bu gerçeğin daha iyi anlaşılması için, Kur’an ve İslam kavram­larının açıklanması gerekir.

Kur’an, Allah katından bütün insanlara gönderilen, öğüt ve uyarı içeren bir hidayet rehberi ve esenlik bildirişidir. [93] Mümin­ler için müjdedir, şifadır, rahmettir. [94] O'nun ayetleri sağlamlaştı­rılmış ve açıklanmıştır. [95] O, doğruyu yanlıştan, helali, haramdan ayıran, [96] kendinden önceki vahiyleri doğrulayan. [97] Arapça ve apaçık olan bir kitaptır. [98] Kendi içinde tutarlı olan Kur’an'da, kuş­ku ve çelişki yoktur. [99] Kur’an, şaka ve şiir değildir. [100] tam aksine hikmetli, şerefli, mübarek, çok değerli bir hitabe ve eşsiz bir kitaptır. [101] Kıyamete kadar okunup korunacak olan tek sağlam kaynaktır. [102] Eksiklik ve fazlalık kabul etmeyen; değişmez ger­çekleri. İdeal bir sistem olarak belirleyen Kur’an, bitip tükenme­yen bir bilgi ve hikmet kaynağıdır. [103] O, hakikate, adalete, barış ve saadete susamış olan insanlığı, bu kaynağından kana kana içmeye çağırmaktadır. Kur’an vahyinin alıcısı, benimseyip yayıcısı da Peygamber (as)'dir. O da Kur’an ahlakının canlı modeli, İslam güzelliğinin kusursuz örneğidir.[104]

Eğer Kur’an indirilip Peygamber (as) gönderilmemiş olsaydı, insanların bu dünyada İslam'ı doğru yaşamaları mümkün ol­mazdı. Öyle ise insan Kur’an'ın sunduğu Allah inancını yüre­ğinde duymalı, O'nun ahlakı ile ahlaklanmalı, Peygamber (as) örneğini izleyerek İslam'ı hayatının belirleyici unsuru haline getirmeli, dünyaya İslam sulhunun hakim olması için çalışmalı­dır.

Silm ve selam kökünden türeyen İslam kelimesi de, lügatta barış, huzur güven, itaat etmek, boyun eğmek ve kurtuluşa er­mek gibi anlamlara gelir. [105] Silm kökü, çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an'da 145 kez geçer.3 Bu kökün el-İslam şekli ise, 6 ayette yer alır. [106]

Kur’an'ın tetkiki bize, İslam'ın genel olarak üç anlamının var olduğunu gösterir:

a) İslam, bütün yaratılmış varlıkların, Allah'a teslim olma­sı ve O'nun yasalarına boyun eğmesidir. [107]

b) İslam, Hz. Adem'den Hz.Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin tebliğ ettikleri vahiy kaynaklı tek Hak dindir. Kur’an'a göre bu Hak dinin evrensel adı, İslam'dır. [108]

c) İslam, Kur’an kapsamında ortaya konulan ve Peygamber (as) tarafından insanlara duyurulan son ilâhi dindir. [109] Bunun için, “Kim İslam 'dan başka bir dine yönelirse, bu kendisinden asla kabul edilmez ve o kimse, ahirette kaybedenlerden ohır.”[110]

Görüldüğü gibi İslam, bir taraftan insanın iradeli ve bilinçli olarak Allah'a bağlanmasıdır; diğer taraftan da, temeli ahlaka dayanan, insanlar arası ilişkileri düzenleyen sosyal ve dinamik bir sistemdir. Kur’an'ın getirdiği bu dinamik ve sosyal yapı ken­dini siyasi, hukuki ve iktisadi süreçlerde gerçekleştirebilir. Ni­tekim Kur’an, yaklaşık yirmi üç yıllık nüzul sürecinde, eğittiği toplulukla kendi mesajının özüne uygun örnek bir toplumsal yapı oluşturmuştur.

Ayrıca İslam, ilk peygambere kadar uzanan bir geçmişe sa­hiptir. Bunun için İslam, insanlık tarihi boyunca, çeşitli çağ ve bölgelerde her nebevi çağrıyla tekrar edilen; tevhid inancı ve ubudiyyet bilinci içinde Allah'a yönelmeyi esas alan tek hak dindir. Bu dinin formatı ise, "Şeriattır". Şeriat sözcüğü, Ku­r’an 'la getirilen ve insanı Allah 'a götüren yol; toplumun sosyal ve manevi refahı için gerekli olan ilahi hukuk sistemi anlamla­rına gelmektedir.[111] Kur’an'ın beyanına göre, hak dinin ortak ve evrensel yolu olan şeriat, her tarihsel ve toplumsal duruma göre farklılık arz etmiştir. [112]

 

Kur’an İslam'ı

 

İslam'ın, yaşayan bir din olarak insan hayatında yer alabil­mesi için, Kur’an bilgisinin yanında onun nasıl uygulanacağını gösteren pratik bir örneğe de ihtiyaç vardır. İşte bu sağlam ör­nek, Peygamber(as) tarafından ortaya konulan sahih sünnettir. Çünkü ona, bilgi ve bilginin doğru uygulanması anlamına gelen hikmet verilmiştir. [113] Zaten Peygamber (as) hayatta olduğu sürece Kur’an, bir metin olma özelliğinden çok, vahiy ve onun kişiliği ile özdeş bir olgu olarak ön plana çıkmıştır. Aynı şekilde saha­be nesli açısından da Kur’an, tamamlanmış bir kitap olmaktan ziyade yaşanan bîr süreç olarak algılanmıştır.

Bu tespitleri yapmamızın sebebi, "Kur’an İslam'ı" diye for­müle edilen yaklaşıma işaret etmektir. Anılan yaklaşıma göre, "genel geçer evrensel doğrular, sadece Kur’an lafzının okunma­sı, kişinin diğer bütün yardımcı kaynakları bir tarafa bırakıp Kur’an'a dönmesiyle bilinebilir."

Kur’an'ın temel ve kesin kaynak oluşu elbette tartışılamaz ve ona dönmek ihmal de edilemez. Ama bu dönüş, İslam'ın dü­şünce, ilim ve irfan geleneğini yok sayarak yapılamaz. Aksi takdirde Kur’an’a dönelim derken, bir nevi pozitivizme kapı aralanmış olur. Savunucularının niyet ve amaçları bu olmasa bi­le, sünneti ve İslam düşünce mirasını tamamen bir tarafa bı­rakmak, insanı kaçınılmaz olarak pozitivizmle bütünleşme nok­tasına götürür. Bu noktaya gelen insan, İslam'ı sadece bireysel inanç seviyesine indirger, onun toplumsal yönünü ve fonksiyo­nunu reddeder. Hemen belirtelim ki İslam’ı aslî yapısından, sosyal ve kamusal alandan uzaklaştırma anlamına gelebilecek hiçbir yaklaşım ve anlayış doğru olamaz, kabul de edilemez.

Kur’an, Allah'ın sözü, İslam O'nun dini, Sünnet de Kur’an'ı en doğru okuma, anlama ve İslam'ı kemal derecesinde yaşama biçimidir;

Kur’an "ın özüne, hükümlerin maksat ve hikmetine ulaşma yöntemidir. Eğer İslam Kur’an ve Sünnet bütünlüğü için­de anlaşılıp yaşanırsa, insanlık için bir kemal ve kurtuluş yolu olur. [114]

 

İSLAM'IN HAYATIMIZDAKİ YERİ ve ÖNEMİ

 

“...İster erkek isler kadın olsun, kim iman edip doğru ve yararlı işler yapmışsa cennete girecek ve orada kendisine hesapsız nimetler verilecek­tir!” [115]

Kur’an'a göre, insan neslinin yeryüzünde var oluş sebebi, la­yıkıyla Allah'a kul olmaktır. [116] Bu yüzden Allah, insanların hida­yeti için kitaplar ve peygamberler göndermiş; son peygamber Hz. Muhammed'e de, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkar­ması için Kur’an’ı vermiştir. [117] Muhammed (as), fıtratın gerçek sesi, hidayetin nefesi, kadını ve erkeği ile bütün insanların pey­gamberidir. [118] O, önündeki gerçekleri ve güçlükleri görerek hare­ket etti, mesajını başkalarına iletmeden önce kendi, inancının bütün sonuçlarını kabullendi ve büyük bir cesaretle hayatını bu inanca adadı. Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçülerini insanlara duyurarak işe başladı. Onları tevhide çağırdı şirkin kesin bir yasak ve tövbe edilmedikçe bağışlanmaz bir günah olduğunu belirtti. İmanı amelin, İslam'ı da hayatın ayrılmaz bir parçası olarak tanıttı. Böylece İslam'ın insan hayatındaki yerini ve değerini ortaya koydu. Yüce Allah da onun getirdiği aydınlıkta dünya hayatını tamamlayan kadın ve erkeğe cennet vaad etti. [119]

İşte Kur’an vahyinin insana yönelik mesajı kısaca budur. Öyleyse insanları huzura ve kurtuluşa götürecek yegâne yol. Kur’an'ın hidayeti ve Hz. Muhammed'in risaletidîr. [120]

 

Kur’an 'da Bulduğumuz ve Peygamber(as) 'den Aldığımız, İslam

 

İslam, içinde hidayet kaynaklarını taşıyan ve her asırda in­sanlara yetecek olan tek doğru dindir. Bu yüzden özgür bir İslami hayatın peşinde koşmak ve hayatı İslam’i ölçüler içinde devam ettirmek, herkesin hakkıdır ve görevidir. [121] Çünkü İslam, koyduğu evrens'el ve değişmez ilkelerle hayatın temel esaslarını ve insan haklarını muhafaza eder. Ayrıca o, ilkelerinin her za­man ve zeminde uygulanabilmesini sağlamak amacıyla akli ve içtihadı faaliyetlere çok yer ve değer verir. İşte bu özelliğinden dolayı İslam, hem din hem de dünyadır. Bunun için o, Peygamber (as) döneminde davetten devlete ulaşmıştır.

Ne var ki geçmişte olduğu gibi günümüzde de Müslümanla­rı, Kitaplarından tanıdıkları ve Peygamberlerinden aldıkları İs­lam'dan uzaklaştırma çabaları devam etmektedir. Bu çaba için­de olanlar, insanların dinden kopuk bir hayat sürmelerini iste­mekte ve dinin toplum hayatına girmemesi gerektiğini savun­maktadırlar. Özellikle şimdilerde irtica ve gericilik gibi heyu­lalarla İslam boğulmaya çalışılmaktadır.

Halbuki İslam, hem mensupları için hayatı anlamlı kılan bi­linçli bir tercihtir, hem de toplumsal ve kültürel hayatın en te­mel unsurudur. Onu hayatta anlamlı ve kılan da budur. Bu yüz­den İslam'ın sosyal ve siyasi hayatta yer alması, doğal ve doğ­rudur, bunda şaşılacak ve korkulacak bir şey de yoktur.

Ancak, İslam'ın toplum hayatında etkili bir konuma gelme­sini hastalıklı bir olgu olarak değerlendirenler de vardır. Bunlar, toplumun İslamlaşmasını sosyal bir felaket ve rejim için bir tehdit olarak görüp güvenlik stratejisi ile devletin İslam'ı bas­tırmasını istemektedirler.

İslami gelişmeleri, normal dışı bir olguymuş gibi kabul eden bu paradigmanın dayandığı yanlış varsayım, İslam'ı, toplumsal ve siyasal hayat bakımından gözardı edilebilir, yabancı ve hari­ci bir unsur gibi görmektir. Halbuki İslam, Türkiye'nin toplum­sal, tarihsel ve kültürel dokusunun en temel olgusudur. Tarihsel ve kültürel olarak da Türkiye bir İslam ülkesidir. İşte en önemli sorun, bazı kimselerin, bu açık gerçeği görmezlikten gelmeleri­dir.

Büyük ölçüde pozitivist görüşün etkisinde kalan kimi ke­simler, dinin siyasetten ayrılmasını yeterli görmemekte, İs­lam'ın toplum içindeki etkisini bütünüyle ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Bunun için anılan kesimler tarafından radikal bir din aleyhtarlığı, siyasi doktrin olarak benimsenmekte ve bu anlayış tekelci bir otorite aracılığı ile de topluma dayatılmak istenmektedir.

Ancak toplumsal gerçekleri, zihinsel kurgulara uydurma gi­rişimleri çoğu zaman başarılı olamaz. Nitekim şer odaklarının ve belirli mihrakların İslam karşıtı hasmane tutum ve davranış­larına rağmen İslam, Türkiye'de hâlâ huzurun, barışın, kardeş­liğin, sosyal dayanışmanın, birlik ve beraberliğin kaynağı ol­maya devam etmektedir. Ne var ki bu gerçek, ülkenin ve mille­tin ilerlemesini istemeyen çevreleri hep rahatsız etmiş ve onları İslam'a karşı tedbir almaya itmiştir. Bu da onları İslam'la kav­gaya sevk etmiş ve Müslüman bir ülkede İslamsız bir hayat kurmanın ham hayali peşinde koşturmuştur.

Sözün özü şudur:

İslam'ın, fert ve toplum hayatının her ala­nında yer almasında şaşılacak ve korkulacak bir durum yoktur. Aksine toplumsal barışın sağlanması ve sürdürülmesi için buna ihtiyaç vardır. Kim İslam'ı bu toplumun yabancı bir unsuru ola­rak görüyor ve onu toplum için bir tehlike gibi gösteriyorsa o, hem bu toplumu hem de İslam'ı tanımıyor demektir. Ayrıca Türkiye'de İslam'ın toplumsal tabanını baskı yoluyla yok et­menin imkânsız olduğunu artık herkes görmüş olmalıdır. Baskı politikası sadece Müslümanlar için değil, bütün insanlar için çok vahim bir tehdittir. Bu yanlış tutum ve yaklaşımlar terk edilmedikçe toplumla ilgili hiçbir proje, olumlu netice vermeyecektir. İnsanın huzur ve güveni, dünyanın dirliği ve düzeni İs­lam'dadır. Öyleyse çıkar yol İslam'la yaşamayı öğrenmektir. [122]

 

İSLAM'I YAŞANILIR KILMAK

 

O, hem ölümü, hem de hayatı yaratmıştır ki sizi sınamaya tâbi tutsun ve davranış yönünden han­giniz daha iyidir (onu göstersin).” [123]

İnsanın, kendisini yeni bir doğuşa hazırlayacağı alan, üze­rinde yaşadığı yeryüzü ve içinde bulunduğu çevredir. Onun, hayat yolunda imtihan edileceği çalışma alanı buralardır. Yer­yüzü, üzerindeki nimetlerden faydalanmamız için yaratılmış ve Allah tarafından bize emanet edilmiştir. [124] Yeryüzünün nimet ve imkânlarına mirasçı olmak, salih amel şartına bağlanmıştır. [125] Bu emanete ihanet edilirse, karada ve denizde huzursuzluk meyda­na gelir; insan, eliyle yaptığı azapları tatma sonucuyla karşıla­şır. [126] Şu halde insan, iyi işleri en güzel biçimde yapmak için ça­lışmalıdır. [127] İyi insan, hayatla ilgisini kesen ve kendini toplum­dan tecrit eden değil, aksine İslam'ı hayatta tutma mücadelesine aktif olarak katılan kişidir.

Kur’an tarafından belirtilmiş bulunan ve imanla ifadeye ko­nulan bütün ameller, dinin pratik anlatımını ifade eder. Burada, içinde bulunduğumuz şartlarla ilgili bazı tespitlerde bulunarak, İslam'ı hayatta tutmak için yapılması gerekenleri genel olarak belirtmek istiyoruz. [128]

 

Tespitler

 

İnsanların yaşadıkları hayatta, bilgi ve amel yönünden derin boşluklar var. Oldukça sınırlı olan ve büyük bir kısmı âdeta fel­ce uğramış bulunan İslami hayat, Kur’an'ın sunduğu dine sada­katle cevap vermekten uzaktır.

İnsanlar, özgürlüklerine yönelik baskı ve tehdit altındadırlar. Dinde ve gerçek dindarlarda sürekli kusur aranıyor.

Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçüleri, yaşanan hayatın dışında tutuluyor. İslami gerçeklerin gözardı edildiği, günaha başarı diye taç giydirildiği, faziletlerin her çeşit rezilliklerle çökertilmeye çalışıl­dığı, haramın bütün  zenginliğiyle yaygın olduğu, helalin ise unutulduğu bir ortamda yaşıyoruz.

Genelde hayatın teorik yönüyle ilgileniliyor. Pratik ihtiyaç­ların karşılanmasında yetersiz kalınıyor. Ütopik teoriler de, in­sanlar tarafından pek ciddiye alınmıyor. Sözde evrensel değer­lere inanılıyor, fakat pratikte gurupçu ve ulusçu tavırlar sergile­niyor. Dünyanın oldukça küçüldüğü çağımızda işler hâlâ ma­halli ve dar çerçevede yürütülüyor.

Öncelikler yanlış sıralanıyor, istikamet kayboluyor. Hakikat asli şekliyle değil de gurup anlayışlarına göre algılanıyor. Bu durum, dışımızdakilerle açık ve sıcak ilişkiler kurmamızı zor­laştırıyor. Başkalarıyla aynı düşünmediğimiz zaman, Peygamber (as) örneğini takip edemiyoruz. İhtilâf adabına uymadığımız için, farklılıklar zenginlik kaynağı olacağı yerde zıtlıklara ve düşmanlıklara dönüşüyor, kalplerdeki birliği bozuyor.

İnsanlar, temel değerlerde "davranış, istikamet ve birlik" ru­hundan yoksun bulunuyorlar. Özellikle dindarlar, kendi alanla­rında çok sıkı çalışmalarına rağmen, zıt yönlere çektikleri için, sarf ettikleri gayretlerin toplam etkisi, istenen sonucu ve kalite­yi veremiyor. Çünkü İslam'ı yaşanılır kılmak için, temel kay­naklarda birleşmek kadar, aynı istikamette ve birlikte hareket etmek de gerekiyor. Olumsuz şartlara sığınarak "bu durumda bir şey yapılamaz" demek doğru olmaz. Bizler, mevcut şartları eldeki en iyi imkânlar olarak kabul edip bu şartlara rağmen İs­lam ve insan için en iyisini yapma gayreti içinde olmak duru­mundayız. [129]

 

Yapılması Gerekenler

 

Çevremizde karşılaştığımız olumsuz durumlar, İslam’i ilke ve değerlerin hayatın dışına itilmesinden kaynaklanıyor. Oysa Kur’an vahyi, İslami hayat pratiğinin programını noksansız olarak sunmuştur. Bize düşen görev, bunu iyi niyet ve basiretli bir gayretle uygulamaya koymaktır.

Çevreyle aktif ve olumlu bir ilişki kurulmalıdır. Sadece ken­dini düşünen, hizmeti kendi gurubuyla sınırlı gören kimse, İslami hedefini yitirmiş demektir. Hizmet, öncelikli olarak en yakın çevreden başlasa da bir Müslüman için bütün dünya, ibadet ve faaliyet alanıdır. [130]

Çevredeki problemlerle yakından ilgilenilmeli, "Bunları ben ortaya koymadım" diyerek insanların sorunlarından uzak ka­lınmamalıdır. Özellikle Müslüman'ın tavrı, hastalıkta hiçbir dahli olmadığı halde hastalarıyla ilgilenen doktor gibi olmalıdır. İnsanların sorunlarına çözüm getirenlerin, onlara etkili ve fay­dalı olacakları gerçeği asla unutulmamalıdır.

Yıkıcı değil, yapıcı olmak; gerçek hayatta işe yarar fikir ve planlar ortaya koymak gerekir. Bugün, faydalanılabilir fikirlerin fakirliği ve uygulanabilir planların yoksulluğu çekiliyor. Oysa İslam'ın en çok önem verdiği konu, iyi işlerde öncülük etmek­tir. Bunun için Müslümanlar, toplumda hayırlı işler görecek hizmet amaçlı kişiler olmalıdırlar.

Kolaycı ve boş sözleri terk edip ihtiyacı karşılayan geçerli çözümler üretilmelidir. Bugün, bağlayıcı, kurumsallaşmış ve yapılanmış bir şûra sistemine ihtiyaç vardır. Çünkü "ictihad şû­raları" oluşturup birlik içinde çalışmanın, daha yüksek düzeyde sonuçlar getireceği açıktır. Bu gerçekleştirilmeden, İslam'ın üstünlüğü duygusal bir inanç olmaya devam edecektir. Oysa İs­lam'ın pratik üstünlüğünü ortaya koymak için, yaşayan aydınlık bir örneğe ihtiyaç duyulmaktadır.

Bütün zorluklara ve aleyhte cereyan eden şartlara rağmen, iki binli yıllara girildiği şu günlerde içi boş olan beşeri sistemle­rin büyük ölçüde iflas etmesiyle İslam yine insanlığın tek umu­du haline gelmiştir. Bizlere düşen görev, çevremizdekilerle iliş­kilerimizi iman, ihsan ve itkan boyutlarıyla sürdürüp [131] hedeflerin en yücesi olan Allah rızasını kazanmak için çalışmaktır. "Bu söylenenler, Rabb'ine karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar içindir.” [132]

 

HAYATI İSLAM'LA BÜTÜNLEŞTİRMEK

 

Ey iman değerine ermiş ulanlar, hep birlikte İslam'ın emrine gir in'kendinizi Allah'a tam ola­rak teslim edin. Şeytanın ardından gitmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.” [133]

Vahiy adına en doğru ve güvenilir bilgi kaynağı olan Kur’an, [134] bütün insanları İslam'ın aydınlığına davet etmekte ve on­lara tam mutluluğa ermenin yollarını göstermektedir. Ayrıca her çeşit kötülüklerden korunmak için, hayatı İslam'la güzel­leştirmek gerektiği mesajını vermektedir. Kaynaklarda belirtil­diğine göre yukarıdaki ayet, Kur’an mesajına inandıklarını söy­ledikleri halde onu, ihtiva ettiği bütün manalarıyla pratiğe dök­mekte ve hayatlarını İslam'la bütünleştirmekte gevşeklik göste­renler hakkında inmiştir. [135] Demek ki ayet, insanları, İslam'ı öz­gün şekliyle, ebedi ilkeleriyle ve yüce prensipleriyle yaşamaya çağırmaktadır.

İslam, Allah'ın iradesini yansıtan, hayatın bütününü kucak­layan tam ve mükemmel bir sistemdir. [136] Çünkü Peygamber (as)'e gelen ve onun tarafından hayata geçirilen Kur’an vahyi, hiçbir konuyu eksik ve kapalı bırakmamıştır. [137] O, hayatın bütün yönle­rini düzenleyen hükümleri içerdiği için, İslami kişiliğin ve kül­türün temelini de oluşturur. İslam'ın en bariz özelliği, hayatın bütün alanlarım kapsayan bir sistem olması, çağdaş dünyanın karşılaştığı çeşitli problemlere çözümler sunması, birtakım kri­terler çerçevesinde aklın ve içtihadın kullanılmasına geniş bir alan bırakmasıdır. Şu halde İslam, insanın taşıması gereken sıradarı bir isim değil, aksine güven, huzur ve hepsinden de öte bir hayat kaynağıdır.

İnsan, Allah'ın yarattığı bir varlıktır. [138] O, Allah'a ibadet etme ve O'nup halifesi olma liyakatini gösterebilmesi için özgür ira­de, akıl ve duygusal değerlerle donatılmış. [139] "yaratılış" gayesini gerçekleştirebilmesi için de kendisine belirli bir süre tanınmış­tır. [140] Ayrıca dünyanın bütün nimetleri, onun emrine verilmiştir. [141] Demek ki her insan, Kur’an'ın mümini olmasa da onun muhata­bıdır. İşte Kur’an'ın muhatap aldığı insan, onun ayetlerini düşü­nerek okursa iman değerine ulaşır. Kur’an'ın hükümlerini bilgi­li, iradeli ve şuurlu olarak uygulayan kimse de sağlam bir kişi­lik kazanır. Müslüman, iradeli ve şuurlu biçimde Allah'a teslim olan, ilahi iradeyi temsilen konulmuş ilkelere uyan ve bunlar karşısında sorumluluk duyan insandır. Peygamber (as)'in tarif ettiği gibi: "Elinden ve dilinden bütün Müslümanların selamette kaldığı/kötülük görmediği kimsedir."[142] Görüldüğü gibi Allah'a teslimiyet, İslam'ı yaşamayanların değil, hayatlarını İslam'la bütünleştirip davranışlarını ibadet haline getirenlerin vasfı ol­maktadır. Çünkü, yaratılış gayesinin Allah'a ibadet olduğunu bilen insan, O'na karşı ilgisiz ve saygısız olmayı kendisine yakıştıramayacaktır. Şu halde, insanı, Müslüman bir şahsiyet, İs­lam'ı da bir hayat sistemi haline getirmek gerekmektedir. Bi­lindiği gibi, İslam’i bir kişilik kazanıp bu kişiliği koruyan kim­seler, İslam'ı yaşanılabilir hale getirebilirler. İşte insan bu amaçla çalışacak, yiyeceklerini üretecek, dünyayı işleyerek kent­ler, kültür ve medeniyetler oluşturacaktır. [143] Yüce Allah bütün bu gerçekleri, dinin bir gereği, insanoğlunun da var oluş nedeni saymaktadır. [144] Bu durum karşısında İslam insanı, hayata pozitif ve aktif olarak katılan, hayırlı yenilikler içeren sosyal değişik­liklere öncülük eden dinamik bir şahsiyet olmalıdır. Hemen be­lirtelim ki, İslam’i hedeflerin gerçekleşmesi, İslam'ı tanı olarak hayata katacak aktif insan ve toplumun bulunmasına bağlıdır. [145] Çünkü İslam insanı, ulaşabildiği her yerde, toplumun bütün hücrelerinde dini, hayata geçirmekle görevlidir. [146] Zayıf insan­larla ve sorumsuz kişilerle sağlıklı bir sistem kurup hayatı İs­lam'la bütünleştirmek ve güzelleştirmek mümkün değildir.

Hz. Muhammed (sa)'in Allah'tan getirdiği dini kendi hayatı ile pratiğe aktarması, hem İslam devletinin, hem de İslam'ın in­sanlık için ortaya koyduğu dünya sisteminin örneğini oluşturur. Onun sunduğu ve savunduğu dünya, bir barış ve huzur dünya­sıdır. Ne var ki barış için savaşın bitmesi, düşmanlıkların da so­na ermesi gerekmektedir. [147] İslam, farklı etnik yapıları kendi sosyal düzeni içinde bir araya getiren evrensel bir dindir. [148] Bu sistemde insanlara dayanışma bilincini veren temel değer ise, her şeyin üstündeki İslam kardeşliğidir. [149] Böyle bir ortamda fertler, yüksek değerlerde özgür, vasıta değerlerde ve temel haklarda eşit olurlar.

Her türlü olumsuzluktan kurtulmanın makul ve meşru yolu, Kur’an ve sünnetin her şeyi aşan otoritesinin, müspet biçimde yeniden ortaya konulmasıdır. İlim, ibadet, gayret ve ciddiyetten yoksun dindarlık ile, günümüzde de gelecekte de İslam'ın ha­yatı yönlendirici ve umut verici rolüne bir katkıda bulunmak mümkün değildir. Müslümanların artık savunmacı ve sığınmacı ruh halinden kurtulup hayatlarına yön verecek olan toplumsal projeleri temellendirmeleri gerekmektedir. Ne var ki İslam'ın bugünkü hayatımıza nasıl taşınacağı, sosyal ve kültürel açıdan İslami hayatı nasıl pratize etmek gerektiği konusu, bu alana yö­nelmiş ilmi mesaileri ve gayretleri beklemektedir.

İslam'ın inancı, ibadetleri, ahlakı ve ahkâmı bir bütündür. Bu bütünlüğü bozan olgu ve uygulamalar, İslami değildir. İn­san, kendisine bahşedilen ömrü, yaratılış gayesini gerçekleştire­cek tarzda kullanmalı ve onu kazançla sona erdirmelidir. Bu da hayatı İslam'la bütünleştirip onu eksiksiz uygulamakla gerçekleşir. Zaten insan, yaşadığı hayatın hesabını Allah'a verecek, Kur’an'ın da belirttiği gibi, Hesap Günü de her sorumlu cana, kendi kitabı okutulacak, yeryüzündeki öz benliği gösterilecek­tir. O gün insana:

Şimdi oku kitabını, hayat tutanağını! Çünkü bu gün, kendi hesabını kendin çıkaracak durumdasın.” [150] dene­cek.

Müminler için bir şifa ve rahmet kaynağı olan Kur’an, [151] dava­sından emin olanlara saadet yolunu gösterir [152] Kur’an, bir teoloji kitabı değildir. O, Allah'ın, insan hayatındaki, bütün varlık ve oluştaki icraatını açıklayan değişmez vahyidir. Muhatap alıp seslendiği her benliği harekete geçiren Allah kelamıdır. Kur’an, çağrısını duymamakta ısrarlı olanlar için, uzakta kalan bir ses­tir. [153]

Hz. Muhammed (as), Kur’an'ın ihtiva ettiği ilahi sistem ve bizzat yaşadığı hayatla âlemlere rahmet; [154] İslami bir hayata talip olanlar için de örnek olarak gönderilmiş son peygamberdir.[155] Akli ve irade sahibi her insan, Kur’an’ı anlamak ve hayatını onun ışığında yürütmekle mükelleftir. Bu yükümlülük, Allah'ın teşri buyurduğu sistemi, Resulünün duyurduğu ve uyguladığı şekil­de yaşamakla yerine getirilebilir. [156]

İslam, ona gönülden bağlananların dünya ve ahiret saadetini temin edecek tek kurtarıcı yoldur. O, sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. İnsanca yaşamak Kuran'ca yaşamakla eş anlamlıdır.

İslam'ı bir bütün olarak benimseyip yaşamadan, gerçek Müslüman olunamaz. Bunun için, hayatı yaşanabilir ve anlamlı kılan İslam'ın, sosyal hayattan tecrit edilmesi doğru olmaz.

Yanlışı tespit etmekten daha önemli olan şey, onun düzel­tilmesidir. İslam toplumlarında yaşanan krizin temel sebebi, Müslümanların pratik hayatlarını yanlış esaslara dayandırmaları; Kur’an ve Sünnetin genel prensiplerini büyük ölçüde ihmal etmeleridir. Hemen belirtelim ki, yaşanan olumsuzlukların de­ğinilen hatadan kaynaklandığını düşünemeyen toplumların, yanlışı düzeltme imkânı yoktur. Şu halde yanlışı düzeltmenin ilk şartı, onun İslam'dan değil, insan hatasından kaynaklandığı­nın bilinmesidir. Ayrıca toplumsal sorumluluk, dünya hayatı için geçerli olduğundan, toplumda işlenen kötülükler sadece ya­panları değil, toplumun tümünü ilgilendirir; bedelleri de çoğu kez dünya hayatında ödenir. Kur’an, bu konuda müminleri şöyle uyarır:

İçinizden sadece zulmedenlere çatmakla kalmayacak kötülük yönündeki bir ayartıya karşı uyanık ve duyarlı olun. Bilin ki Allah'ın gazabı çok çetindir. ”[157] Demek ki Müslümanla­rın sıkıntıları, İslam'ı yaşamaktan değil, İslam dışı bir hayat tarzı benimsemiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Müslümanların sağlıklı bir toplum oluşturabilmeleri için, ha­yatın gerçekleri karşısında hedeflerini belirleyip bu hedefleri gerçekleştirecek yöntemleri geliştirmeleri; Kur’an ve Sünnet'in genel prensipleri doğrultusunda fikir ve çözüm üretmeleri gere­kir. Hayatın dinamik akışına gerektiği gibi cevap veremeyen toplumlar, krize girerler. Eğer bu kriz döneminde doğru fikirler ve bunları hayata taşıyacak sağlıklı çözümler üretilemezse, çö­küşü yaşamak kaçınılmaz olur.

Kur’an açısından, İslam'ı hayattan ayırmak mümkün değil­dir. İslam'ın, Hz. Peygamber'in önderliğinde bütün hayatı kuşa­tıcı nitelikte tecelli etmesi de bunu kanıtlamaktadır. [158]

 

İSLAM'I ANLAMAK ve YAŞAMAK

 

“...Biz bu mesajları hakikati kavrayabilecek insanlar için açık ve anlaşılır kılmaktayız.” [159]

Kur’an, ilahi iradeyi insana taşıyan eşsiz bir kitaptır. O, Al­lah'tan gelmedir. [160] Allah'ın bildirisi ve İslam dininin kavramlaşmış biçimidir. [161] İslam'ın asıl şekli ve ideal resmi, Kur’an'dadır.

Apaçık bir Kitap olan Kur’an'ın muhatabı, insandır. O, insa­nın kendisini okumasını ve âyetleri üzerinde düşünmesini ister. [162] Kur’an'ı anlayarak okuyan ve düşünen insan, iman değerine ula­şır. Onun hükümlerini iradeli, bilgili ve şuurlu biçimde uygula­yarak da İslami bir kişilik kazanır. İnsanın yapması gereken ön­celikli iş, Allah'ın kitabını anlamak ve Kur’an'a göre yaşama farzını yerine getirmektir. Bu gayreti göstermemek, İslam'ı ciddiye almamak anlamına gelir. Kur’an'ı anlamayan, İslam'ı ciddiye almayan kişi ise, onun hükmünden hayatına bir şey katamaz. Böyle olunca da hükmünü çiğnediği Kur’an'dan sevap, hayatının dışında tuttuğu İslam'dan da feyz alamaz.

İslam çok dinamik bir dindir. O, insanoğlu için vazgeçilmez ve yeri doldurulamaz bir değerler sistemidir. Gerçek imana sa­hip olanlar, ona büyük değer verir, hayatlarını onun ilkeleri doğrultusunda sürdürürler. Kur’an ve sünnetle bildirilen hayat şeklinin en güzel örneği, sahabe neslinin yaşantısında görülür. Sahabe nesli, Kur’an'ın indirilişine şahit olmuş, Peygamber (as)'ın eğitim ve gözetiminde İslam'ı öğrenip yaşamış bir nesil­dir. Onlar, hayatlarını Kur’an'a göre şekillendirmiş, onu yaşan­tılarının biricik ölçüsü yapmışlardı. Sahabe nesli, İslam'ı ciddi­ye almış, ona inanıp yaşamanın büyük risk taşıdığı bir dönemde dine sahip çıkmış, bu uğurda canlarını ve mallarını feda ede­bilmiş bir nesildir. İslam'ı anlama, yaşama ve ciddiye alma ko­nusunda sonraki kuşaklara örnek olan bu neslin tavrı, İslam'ı yaşadığımız asra taşıma gayreti içinde olanlar açısından büyük önem taşımaktadır. Çünkü onlar, İslam'ı ciddiye alıp yaşadıkla­rı için, iftihar edilecek bir medeniyet oluşturdular. Şu halde, Kur’an'ın ilke ve ideallerini hayata yeniden katabilmenin yolu, İslam'a aynı ciddiyetle sarılmaktan geçmektedir. [163]

 

Temel Yanlışlar

 

Müslümanlar, Kur’an'ı anlama konusunda yeterli ciddiyeti göstermedikleri için, zamanla birçok sorunla yüz yüze geldiler. Bu sorunların, genelde şu temel yanlışlardan kaynaklandığı söylenebilir:

a) Bilgisiz inanç: Kendini "Müslüman" olarak tanımla­yanların büyük bir kısmı, Kur’an'dan çok, kişisel görüşleri kabul etmenin iman olduğunu sanmaktadır. Kur’an ve hadisten, ilim ve irfandan yüz çevirmiş, sadece mevki, servet ve şöhret peşin­de koşan çok sayıda insan, yanlış inanç, kısır bilgi ve cahilce ictihadlarla hayatını sürdürmektedir. Bu temel yanlıştan dolayı, çağımızda saadet devri Müslümanlığından çok, cehalet devri anlayışı sergilenmektedir. Gerçekten de çok sayıda insan, din ve inanç konusunda acınacak durumda ve şaşılacak kadar geri seviyede bulunuyor. Bu yanlıştan kurtulabilmek için, hakikat bilgisine dayanan sahih inanca sahip olmak ve iman yönünden reşid hâle gelmek şarttır.

b) Gönülsüz teslimiyet: İnanç dünyası ile pratik hayat ara­sında ayırım yapan pek çok insan, sahte değerler içinde dejenere olmuş bir hayatın aldanışı içinde, İslami hayat tarzına bağlı kalmaktan rahatsızlık duyuyor. Şeklen inanmış görünen bu in­sanlar, dünya çıkarlarını ve konumlarını korumak için İslam'ı benimsemiş görünürler. Ama onlar günlük hayatta dini ciddiye alınacak bir değer olarak görmezler. Hatta hayata müdahalenin, dini işi olmadığını iddia ederler. Kur’an, böyle kimselerin durumunu, şu çarpıcı sözlerle dile getirir:

“Dine gönülden teslim olmuyan bedeviler:

 "Biz iman değerine erdik. " derler. Ey Muhammed onlara şöyle de:

"Siz daha imana ermediniz; biz zahiren teslim olduk." demeniz daha doğrudur. Çünkü gerçek iman, henüz kalplerinize girmiş değil...”[164]

c) Çarpık zihniyet: Toplumsal dokudaki yıkıma ve kişilik çözülmesine neden olan yanlışlardan biri de pek çok insanın, İslami şuurdan yoksun çarpık bir zihniyete sahip olmasıdır. Müslümanlar, büyük ölçüde İslam birliğini ve şuurunu yitirdi­ler. İslam dışı sistemlerin yol açtığı yıkım sonucu, İslami öğreti ve idealler çarpıtıldı. İslam, sadece törensel örflere dayanan ve kaba kuvveti savunan ürkütücü bir "imajla" zihinlere sokuldu. İslam nesillere böyle sunulunca ona yüzeysel bağlanan, ama di­nin öngördüğü ilkeleri ayakta tutmak için hiç bir çaba göstermeyen bilinçsiz yığınlar ortaya çıktı. İslam toplumunun amaç ve umutlarını paylaşan her insan, bu çarpık zihniyet neticesinde ortaya çıkan felaketleri, görmezlikten gelemez.

d) Ahlaki zafiyet: İslam'ı ciddiye almanın en bariz belirtisi, Kur’an ahlakını, hayatın ekseni haline getirmektir. Gerçek mü­min, Kur’an mesajının insana teklif ve telkin ettiği her şeyi, dav­ranış boyutunda yaşayan insandır. Çünkü İslam ahlakı, inanma­ya ve inandığını uygulamaya dayanır. Kur’anı anlayan insan, nefsini kötülüklerden arındırır, iman cephesini sürekli inşa eder ve ahlaki donanımını tamamlayıp kötülüklerle savaşır. Kur’an, İslam'ın ilkelerini hayata geçirmekte iddialı olduklarını söyle­yip sonra bu sözlerinde zaaf gösteren kimseleri şöyle uyarır:

Ey iman değerine ermiş olanlar, yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz/neden söylediğiniz sözle yaptığınız iş birbirine uy­muyor. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük günahtır.” [165] Bu uyarı bize, ahlaki zaaf ve çöküşün, boş sözlerle değil, samimi davranış ve ciddi tavırlarla düzeltilebileceği me­sajını vermektedir.

İslam’ın ciddiye alınması, onun hayata taşınması için kararlı ve isabetli çabaların ortaya konulması anlamına gelir. Şu halde yapılması gereken şey, Kur’an'ın ilke ve ideallerini hayata yeni­den katmak olmalıdır. Kuşkusuz, insanlığın kurtuluşu, Kur’an’ın bireysel ve toplumsal faaliyetlerin belirleyicisi kılabilme bece­risinde ve başarısında yatmaktadır. Şunu unutmayalım ki, inan­cımız, yaşadığımız hayatla ne kadar bütünleşirse Rabb'imiz bi­ze o kadar yakın olur. [166]

 

İSLAM'DA BİRLEŞMEK

 

Hak dine sağlam bir şekilde sarılın; o konuda bütünlüğünüzü bozmayın...” [167]

Kur’an, İslam gerçeğini açıklar.[168] İmanın bölünmez bütünlü­ğünü, İslam'ın da tek makbul din olduğunu bildirir. [169] İslam'ın sahibi Allah'tır. O, hoşnut olduğu dini, insanlara Kur’an'la sun­muş; Peygamber (as) de bu dini onlara duyurmuş, her bakımdan örnek olma özelliğine sahip bir uygulama ortaya koymuştur. [170] İşte bunun için İslam, Kur’an'dan ibarettir ve bu tartışılmaz bir gerçektir.

Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim.” [171] mealindeki ayet indiği gün, din adına inanılıp uygulanacak ne varsa eksiksiz olarak ortaya konulmuş; Allah'ın sözü, hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmış, O'nun temel ilkelerinin de­ğişmezliği açık bir dille ifade edilmiştir. [172] Şu halde, Müslüman olmanın ilk esası, Kur’an'a inanmak ve onun prensiplerini bir bütün olarak kabul etmektir. Şuurlu ve iradeli biçimde Allah'a teslim olup hak dinin gereklerine uyan kimse de Müslü­man'dır. [173]

Tevhid inancına dayanan İslam, insan fıtratına ve hayat ger­çeğine en uygun dindir. Kur’an, bütün peygamberlerin tevhid di­nini getirdiklerini, tek ve bölünmez bir cemaat oluşturdukları­nı, [174] aynı zamanda bu birliğin başlangıçta bütün insanlığın birli­ği olduğunu, ancak insanların zamanla ilahi emirlerin bir kısmını unuttuklarını, [175] bunları kusurlu biçimde takdim ettiklerini [176] yahut hırs ve menfaatleri peşinde koştukları için ayrılığa düşüp bölündüklerini kesin bir üslupla belirtir. [177] Şu halde insanlar ara­sında görülen ayrılıklar, dinin kendisinden değil, onların batıl inançlara saplanıp aşırılıklara düşmüş olmalarından kaynaklan­maktadır. Oysa vahiy kaynaklı hak din, her dönemde tektir ve her insanın kendi iradesiyle bu dine uyması gerekir. Çünkü bü­tün insanlar, yaratılış itibariyle İslam gerçeğini ve onun temel ilkelerini kavrayabilecek yapıdadırlar. İnsanı bu temel kavra­yıştan uzaklaştıran bütün olumsuzluklar, onun kendine yaban­cılaşmasından ve hak dinden uzaklaşmasından kaynaklanır. [178]

Tevhid ilkesini ve onun doğru anlaşılmasını engelleyen tüm çemberleri kıran Kur’an, Peygamber (as)'i vesile kılarak, geçmiş vahyin izleyicilerine şu çağrıda bulunur:

De ki: "Ey Ehl-i ki­tap, sizinle bizim aramızda âdil olan şu söze/ilkeye geliniz: Al­lah 'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi ortak tutmaya­lım; Allah'ı bırakıp da birbirimizi rabler edinmeyelim." Eğer onlar yine yüz çevirirlerse şöyle söyleyiniz: "Şahit olun, biz Müslümanlarız.” [179]

Bu ayet, insanlık tarihinin en geniş kapsamlı birlik teklifini sunmaktadır. Bu teklif, dinlerin birleştirilmesini değil; iman, adalet, ahlak ve doğruluk gibi yüksek değerlere dayanan bir dün­ya düzeninin kurulabilmesini sağlayacak ortak bir zemin (plat­form) oluşturma çağrısını içermektedir. Diğer bir ifade ile, barı­şı öne alan bir dünyayı öngörmekte, birlikte yaşamanın müm­kün olan formülünü sunmaktadır. Çünkü ne Kur’an ne de başka bir kitap, insan ve toplumla olumlu bîr alaka kurmadan onlara etkili olabilir.

Geniş kapsamlı birlik çağrısını dile getiren bu ayette yer alan Ehl-i kitap kavramı, dilde:

"'Okuma yazma bilenler, kitap sahibi olanlar, peygamberler aracılığı ile gönderilmiş kitaplar­dan birine inananlar" gibi anlamlar taşır. Genelde, vahye muharap olan toplumları, peygamberli dinlerin Kur’an'dan önceki temsilcilerini ifade eden Ehl-i kitap kavramının, özel çerçevede Kur’an ve Sünnetin ortak kullanımlarıyla Yahudi ve Hıristiyanları belirttiği anlaşılır. [180]

Kur’an, aslında Ehl-i kitap kavramı ile bir insan ve toplum tipi çizer. Bunların vahiy karşısındaki tutumlarını belirtir. İstis­nalar dışında Ehl-i kitabın, genelde vahye ters bir tavır içine gi­rip dini yozlaştırmada hiçbir sakınca görmediklerini, Allah'a şirk koşmaya ve peygamberleri öldürmeye kadar varan günah­lar işlediklerini, ilahî sözleri değiştirip gerçeği gizlediklerini ve dinde aşırı gittiklerini bildirir. [181] İşte vahiy geleneğindeki birliği bozan temel sebep, onların bu olumsuz davranışlarıdır. Bundan dolayı Kur’an, onları tevhide çağırmış, Ehl-i kitabı düşman he­def olarak değil, tevhid gerçeğinin egemenliğini sağlamada iş­birliğine çağrılması gerekenler olarak değerlendirilmelerini is­temiştir. [182]

Ayet, öncelikli olarak vahye dayalı Hak Dinin temel ilkele­rinden uzaklaşıp inanç ve değer sistemi olarak farklı yollara sapmış bulunan Yahudi ve Hıristiyanlara yönelik olmakla bir­likte, onun mesajı sadece anılan kitlelerle sınırlı değildir. Kur’an öğretisinin tek temsilcisi olduklarını iddia edip onun sunduğu İslam dinini, hayatın dışında tutan her kişi ve topluma da şa­mildir. [183]

Ayetteki kelime kavramı ise lügatta:

Söz Kur’an, buyruk, teklif, ilke, hüküm ve güçlü delil gibi anlamlara gelir. [184] Ayrıca, "'mahiyeti itibariyle doğru, iyi ve güzel olana çağıran söz, ya­rarlı ve kalıcı olan teklif, doğru ve tutarlı öğreti" gibi anlamlar da taşır. [185] Buradaki "Sizinle bizim aramızda (adil) olan bir keli­meden" maksadın, "Tevhid kelimesi, La İlahe İllallah, doğruluk, adalet ve eşitlik ilkesi" olduğu söylenmiştir. [186] Demek ki Kur’an hidayetine ve İslam vahdetinin gerçekleşmesine temel teşkil eden ilkelerin tümü, ayetteki kelime kavramının anlam sahasına girmektedir. [187]

 

Teklifin Temel Unsurları

 

Allah'tan başkasına ibadet etmemek:

Tevhide dayalı işlerin başında, insanın Allah'a ibadet etmesi gelir. "Allah'ın emirleri­ne uymak, yasaklarından kaçınmak ve O'nun hoşnutluğunu ka­zanmak gayesiyle yapılan her iyi iş" diye tanımlayabileceğimiz ibadet, hem iman insanının ahlaki ve özgür bir tercihi, [188] hem de ömür boyu yapması gereken vazifesidir. [189] Her türlü sapıklığın başlangıcı, Allah'tan başkasına kulluk etmektir. Bunun için Kur’an, insanın Allah'tan başkasıyla ibadet ilişkisine girmesini ya­saklar. [190]

Allah'a hiçbir şeyi ortak tutmamak:

Tevhid inancının tartı­şılmaz gereği, soyut ve somut tüm nesrieleri, kurum ve kav­ramları putlaştırmamak, ya da onları hiçbir anlamda Allah'a denk bir konuma getirmemektir. Şirk bütün çeşit ve boyutla­rıyla terk edilmedikçe Allah'a ibadet edilmiş olmaz. [191] Kur’an mesajını, içerdiği tüm manalarıyla pratiğe dökerken, onun dü­zenleme getirdiği alanlarda hiçbir beşeri ve şeytani güce yetki tanımamak gerekmektedir. İslami pratiğin tam ve doğru olarak hayata katılması, ancak tevhidin ikamesiyle mümkün olur.

Allah'tan başkasını rabb edinmemek:

Kur’an'a göre Allah, sadece yaratıcı değil, aynı zamanda bütün varlıklarla ilgisini sürdüren tek Rabb'dır. [192] İnsanların hayatında görülen ve özde İslam gerçeğine uymayan bütün yanlış inançlar ve eylemler, Allah'ı Kur’an kıstasına göre "rabb" kabul etmemekten doğmuştur. Kur’an, İslam dışı değerleri ve yaşayış biçimini mubah sayanları önder edinmenin, onları rabb tanımak anlamına geldi­ğini bildiriyor. [193] Görüldüğü gibi, etkili kişilerin veya güçlerin, İslam'a ters düşen sözlerini ve fikirlerini benimsemek, onları rabb kabul etmek anlamına gelmektedir. Uluhiyyetin en başta gelen Rububiyyet sıfatını, Allah'tan başkasına verme yanlışlığı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de tekrarlanarak devam et­mektedir. Dünya saltanatlarını çağdaşlık maskesi altında sürdürmek isteyen iblis yandaşları, hayatı büyük ölçüde felce uğ­ratmakta, ortaya koydukları zalim tavırlarla da kendilerini fiilen rabb ilan etmektedirler. Dünyanın pek çok yerinde insanların, çıkarcı, ve sömürücü sistemlere yenik düşmeleri, onlara nelerin ve kimlerin rabblık ettiğini göstermeye yetmez mi?

Kur’an bu mesajı ile, insana geçmişi okumayı ve geleceği keşfetme yolunu öğretiyor. İlahi kelâmı, geleneğin dar kalıpla­rından kurtarmayı; farklılıkları zıtlığa dönüştürmeden, gerçek­ten öne çıkarılması gereken ortak paydaları bulmayı; insan ha­yatını, İslam'ın müspet gerçeklerine dayandırmayı öğütlüyor, Akla ve bilgiye kilit vuran, insan ve İslam gerçeğine ters düşen, doğrulara tamamen kapalı olan şirk ilkeleriyle dünyayı insanlı­ğın hayrına geliştirmenin ve istikbali görmenin imkânsız oldu­ğunu bildiriyor. Şayet dinin özüne uyulursa, İslam'ın hayata geçmesinin önü de açılmış olur.

İnsanların İslam gerçeğinde birleşmelerini, kendi çıkarları açısından tehlikeli görenler, İslam'ı yeni nesillere uygarlık ve özgürlük kemiren bir olgu olarak takdim ediyorlar.

Kişisel doğruların öncelik kazandığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu durumda dışımızdaki insanlara ulaşmak, onları anlamak ve aramızdaki ortak paydaları bulmak zorundayız. Bunu da ancak islam sağlayabilir. Bu söz, temelsiz bir iddia değil, aksine asırları aşan gözlemlere dayanan bir gerçektir. İnsanların, Kur’an'a ve onları İslam'da birleştirecek yapılanmalara ihtiyacı var. İs­lam gerçeğinde birleşmek, binlerce ayrılığı giderir ve insanlığı, Çıkar, cehalet ve sömürüye yenik düşmekten kurtarır. İslam'ın dışında çıkış yolu aramak ise, her zaman kayıpla sonuçlanır. “Kim İslam 'dan başka bir din ararsa, bu, hiçbir zaman kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır.”[194]

 

İSLAM'I DOĞRU UYGULAMAK

 

Ey iman değerine erenler, Allah'a ve Elçi'sine, bir de sizden olan iş ve yönelim sahibine itaat edin...” [195]

İslam çağrısının fikri ve fiili esaslarını belirten Kur’an, Al­lah'ın kelamıdır. [196] O, insanlığın yegâne rehberidir. [197] Allah'ın ira­desini, insanların anlayabileceği bir dille ortaya koyan temel kaynaktır. [198]

Kur’an bağlamında belirlenip Peygamber (as) aracılığı ile in­sanlara duyurulan ve örneklenen İslam, başlangıcından itibaren, yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlara ulaşmış, bu topluluklarca iyice anlaşılıp kabul gördükten sonra da onların hayatını düzenleyen sosyal ve ahlaki bir sistem haline gelmiştir. Bu gelişmede hiç kuşkusuz Kur’an'ın, müminleri aktif mücade­leye çağırması, [199] İslam'ın diğer din olgularına üstünlük sağlama­sını açık bir hedef olarak ortaya koyması [200] büyük rol oynamıştır. Kur’an'ın beyanına göre Allah, "müşrikler hoşlanmasa da dinini bütün düzmece dinlere karşı üstün kılacaktır. O doğru dini in­sanlara duyurması için Elçi'sini Kur’an hidayetiyle göndermiş­tir." [201] Bu ilahi beyan Allah'ın, Elçi'sini insanlığa ne ile ve niçin gönderdiğini açıkça ortaya koymaktadır. İslam'ın bütün düz­mece dinlerin üstünde olması, onun sahih uygulamalarla haya­tın belirleyicisi haline gelmesiyle mümkündür.

İnsanlar, karmaşa ve sorunlarla dolu bir çağda yaşıyor, karşı karşıya bulundukları sorunları ortadan kaldıracak somut ve ke­sin çözümler bekliyor. İnsanların hayatına egemen olan ideolojik sistemler ise beklenen çözümleri üretemiyor. Çünkü kişi ve toplum hayatı hukukla değil, kuvvete dayalı ceberrut devlet il­keleriyle yönetilmeye çalışılıyor. Be tespitten sonra, insanların iyi bir hayat sürmelerini sağlayacak esasların açık biçimde be­lirtilmesi gerekiyor:

a) Her insan, farklı bir kişiliğe sahiptir. Bu yüzden insanla­rın düşünceleri, inançları ve olaylara bakışları diğerlerine ben­zememektedir. Ancak yaratılışları gereği sosyal bir varlık olan insanlar, [202] bir arada yaşamak durumundadır. Ayrıca insanların ırkları, renkleri, dinleri ve içinde yaşadıkları sınırlar ne olursa olsun onlar, kendi grupları dişındakilerle ferdi veya sosyal iliş­kilere girmek zorundadır. İşte bu zaruretten dolayı öncelikle insanların birbirlerine kötülük etmeden, zarar vermeden, kendi temel haklarını ve meşru menfaatlerini koruyarak birlikte ya­şamaları sağlanmalıdır. Bu da ancak evrensel bir hukuk siste­miyle gerçekleşebilir. Çünkü Kur’an, her insanın farklı bir kişi­liğe sahip olduğunu belirtip, [203] insanın farklı kişiliğine dokunul­madan diğer insanlarla ilişkilerinin çatışmasız, ahlaklı ve ada­letli biçimde düzenlenmesini ister. [204] O, müminlerle din uğrunda savaşmayan, onları yurtlarından çıkarmaya kalkışımayanlara iyilik yapılmasını ve adil davranılmasını önerir. [205]

b) Her insanın varlığını sürdürmesi, dilediği yerde yaşama­sı, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler kurması en temel hakkı­dır. Bunun için, insanların dünya nimetlerinden meşru şekilde faydalanmalarına engel olunmamalıdır. Yüce Allah insanı ya­ratıp güzelce donatmış, yeryüzünü onun için durulacak yer yapmış ve insanları güzel nimetlerle rızıklandırmıştır. [206] O, in­sanların birbirlerinin kanını dökmelerini ve birbirlerini yurtla­rından çıkarmalarını yasaklamıştır. [207]

c) İnsan, Allah'a ve Elçi'sine mutlak, ulü'l emre ve uyması gereken diğerlerine de şartlı olarak itaal etmekle yükümlüdür.

Bu ilke, Kur’an'da şöyle dile getirilir:

Ey iman değerine eren­ler Allah'a ve Elçi'sine, bir de sizden olan iş ve yönetim sahi­bine itaat edin...” [208]

Biz insana, anne-bahasına en güzel biçimde davranmasını şu şartla önerdik: Eğer onlar seni, hakkında bil­gin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için zor­larlarsa o takdirde onlara itaat etme...” [209]

d) Bütün inançların dokunulmazlığı esastır. İnsanların inanç ve düşünce özgürlükleri, dinlerini yaşamaları, hiçbir şe­kilde engellenmemelidir. Kur’an'da açıkça belirtildiği gibi, “Dinde ikrah zorlama ve baskı yoktur. Doğru ve güzel olan, çirkinlik ve sapıklıktan net bir biçimde ayrılmıştır.” [210]

Hem Allah dileseydi, yeryüzündeki insanların tamamı iman ederdi.

e) Dinde zorlama ve baskının olmaması, bir dini, özellikle de İslam'ı seçmiş birinin sorumsuz davranması ve istediğini yapmakta özgür olduğu anlamına gelmez. Çünkü seçim yapıl­dıktan sonra uyulması gereken bağlayıcı kurallar vardır. Bunun için Kur’an, ''Allah ve Elçi'si bir işe hüküm verdiklerinde, inanmış bir erkekle inanmış bir kadının işlerini kendi isteklerine göre belirleme hakkının olmadığını" [211] bildirmiştir.

f) Hiç kimse soyu, cinsiyeti, ırkı, serveti ve benzeri özel­liklerinden dolayı diğer insanlardan üstün olamaz, kimseye de­ğinilen sebeplerden dolayı ayrıcalık tanınmaz. Kur’an, insanın değerini belirlemede geçerli olan temel ölçünün, nesep ve ser­vet gibi şeyler değil, iman ve takva olduğunu şu anlamlı ifade­lerle dile getirir. “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışmanız için de sizi kavimlere ve kabi­lelere ayırdık. Hiç kuşkusuz Allah katında en değerli olanınız, O 'na en çok saygı duyanmızdır...” [212]

g) Gücünü ve servetini üstünlük nedeni görüp bunları kö­tüye kullanmak isteyenlere karşı, her sorumlu insanın engel ol­ma'hakkı ve yükümlülüğü vardır. Çünkü Yüce Allah, iman de­ğerine erenleri savunma tedbirlerini almaya, gerektiğinde den bölükler halinde harekete geçmeye yahut toplu halde zalimlere karşı savaşmaya çağırmaktadır. [213]

h) Örgütlü veya örgütsüz olarak siyaset yapıp yönetime katılmak, her yükümlü ve ehil insanın hem hakkı hem de görevidir. Allah, "hayra çağıran, doğruyu buyuran, kötü ve çirkin işlerden alıkoyan bir topluluğun olmasını istemekte." [214] "İyilik ve takva üzere yardımlaşmayı emredip kötülük, düşmanlık ve sal­dırganlık üzere yardımlaşmayı" ise yasaklamaktadır. [215]

i) Hiçbir tüzel kişilik, gerçek kişilerin temel haklarının ih­laline yahut herhangi biçimde mağduriyetine yol açmamalıdır. Bu da, yöneticilerin adaletle hükmetmeleri, adil davranmaları ve toplumu ilgilendiren konularda verilecek bir karardan önce ilgililerin görüşlerini almakla olur. Kur’an, "insanlar arasında hakla hükmedilmesini", [216] "onlara adaletli davranılmasını", [217] "iş ve yönetim konusunda şûraya gidilmesini", [218] "işlerin danışma, istişare ve şûra ile yapılmasını", [219] bunun için ister.

İslam'ın, insanların hayatını düzenleyen ve her asra cevap veren daha pek çok ilkesi vardır. Tabiî ki bunların hepsini bu­rada belirtmeye imkân da yoktur. Ancak dile getirilen ilkeler­den hareketle şunu söylemek mümkündür:

Hayata ve olaylara, şartlanmışlıktan kurtularak bakılırsa, İslam'ın insan ve hayat gerçeğine cevap veren sağlam ve sürekli ilkeler içerdiği, buna karşılık beşeri ideolojilerin sağlam temellere dayanmadıkları, yanlı davrandıkları ve bu yüzden de insanların temel haklarını ve meşru menfaatlerini koruyamadıkları açıkça görülür. [220]

 

İSLAM'IN DENGELİ YAPISI

 

O, göklerde ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah'ın yoludur.” [221]

İnsanların dünya ve ahiret mutluluğunu gerçekleştirmeyi he­defleyen İslam, dosdoğru bir dindir. [222] O, hayatın bütün alanla­rında dengeyi sağlayan ilahi bir sistemdir. [223] Allah'ın yolunu iz­leyen İslam toplumu da, her türlü aşırılıklardan arınmış örnek ve mutedil bir toplumdur. [224] İlk nesil Müslümanları ise bu doğru ve dengeli yolun örnek izleyicileri olmuşlardır. [225] Çünkü onlar, İslam düzenine hayat verip sonraki nesillere güzel ve kalıcı örnekler bırakmışlardır.

Kur’an, İslam'ın mutedil yapısının ve sahih uygulamasının korunmasını sağlamak için, insanda bulunan maddi ve manevi eğilimleri dengede tutan kesin ölçüler ve açık hükümler koyar. [226] Bunların başında da, 'heva ve hevesle hareket edilmemesi" ge­lir. [227] O, vahyin açık beyanları ve Peygamber (as)'in örnek uygu­lamaları dururken, insanların heva ve hevesleriyle hareket et­melerini doğru bulmaz. [228]

Kur’an, muhatap kabul ettiği insana çok yer ve değer verir. [229] Onu, sahip olduğu özellikler ve konumu gereği [230] İslami hayatın temel taşı sayar. Çünkü insan, kul olarak Allah'a inanma, İs­lam'a bağlanma ve halife olarak da dünyada aktif olup görevle­rini yapmakla yükümlü bir varlıktır. [231] Şu halde, insanın atıl kalmasıyla bir bakıma hayat da durur; müspet gelişme ve iler­leme adına ne varsa yok olur. İnsanın yapısı dikkate alındığında onun, "hidayete" muhtaç olduğu görülür. Bu ihtiyaç ancak İs­lam'ın dengeli yapısını, Kur’an’ın rehberliğinde hayata geçir­mekle karşılanabilir. Hemen belirtmeliyiz ki insandaki temel zaaf Allah'ı yok saymasından çok O'nun yanına veya yerine başkalarını koyma; ya da kendi nevasını ilah edinme noktasında odaklaşmaktadır. Bunun için ateizm, tarihinin hiçbir döneminde ciddi düzeyde bir gündem oluşturamamıştır. Fakat örtülü şirk, insanlık hayatını karartan bir sorun olarak her zaman var ola­gelmiştir. Nitekim Kuraır in indiği dönemde, Mekke'deki müş­rik toplumun yapısı dikkate alınırsa, onların da Allah inancına sahip oldukları, gökleri ve yeri yaratan Allah'a inandıkları gö­rülür. [232] Bununla birlikte Kur’an, böyle bir toplumun din anlayışı­nı değiştirmek ve düzeltmek için vahyedilmiştir. Demek ki Kur’an, öncelikle tevhid inancını yerleştirmeyi, zihinlerdeki ve pratik hayattaki şirk şekillenmelerini gidermeyi hedeflemiştir. Doğru ve dengeli bir İslami hayat sürmek isteyen her insan, dikkatini Kur’an'ın bu hedefine çevirmeli ve onun amacına uy­gun bir yol izlemelidir.

Fert ve toplumun ıslahını hedefleyen Kur’an'ın amaçlarından biri de, insana Allah'ın kendinden razı olacağı davranış şekilleri kazandırmaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için Kur’an, insana ilahi ölçüler sunar. Hayata bizatihi bu ölçülerle bakılmasını ve vahyin kaynaklık etmesini ister. İnsanların kendi nevalarını öl­çü edinip bunları sistemleştirmeleri halinde, nefislerde başlayan bozulmanın, kısa sürede toplumsal tehlikeye dönüşebileceği uyarısında bulunur. [233] Gerçekten de insanoğlu, aklını ve iradesini vahyin rehberliğinde kullanmadığı sürece yanılmakta; hak dinin sunduğu doğru yoldan uzaklaştığı nispette de yeryüzünde kö­tülükler artmaktadır.

Özellikle insanların hayatına egemen olan ayartıcı ve saptı­rıcı güçler. Kur’an ve sahih sünnetin öngördüğü şekilde dengeli ve kapsamlı bir İslami hayata imkân tanımamaktadır. Bunun neticesinde de, insanların hayat, birtakım şer unsurlarla kuşa­tılmış, inanç ve ahlak alanındaki sapmalar da alabildiğine bü­yümüştür.

Kur’an ve sünnet eğitiminden yeterince nasibini alamamış insanların, İslam'ın mutedil ve muhtevalı yapısından uzaklaş­maya başlamaları, asırlara uzanıyor. Çünkü onlar, helal ve ha­ramın gözetildiği, Kur’an ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru olarak verildiği, İslam'ın özgür biçimde yaşandığı bir ortama kavuşmak için gereken gayreti gösteremiyorlar. Kitlelerin İs­lam'a bağlılıkları, onun ismine duyulan sözde tazimden öteye geçemiyor. Toplumda ortaya çıkan bütün eğilim ve oluşumlar, Kur’an'ın kılavuzluğuna muhtaç bir halde iken bunlar, İslam dı­şı değerlerle kuşatılıyor. Böyle olunca da İslami şuur ve bağım­sız bir kimlik oluşmuyor. Bu olumsuz gelişmeler nedeniyle, sosyal hayatımız tevhid ve adaletin hakim olduğu bir yapıya kavuşamıyor. Nitekim bugünkü Müslüman kitlelerin izledikleri yolu, Kur’an ve İslam'ın ilk uygulamaları ışığında incelediği­mizde, pek çok İslam dışı unsurları içerdiği açıkça görülmekte­dir.

Halbuki, insanlar Kur’an'ın hidayetine uydukları ve onun gösterdiği yolda yürüdükleri sürece mümin ve mutlu olurlar. “Bu dosdoğru bana yönelen bir yoldur, öyleyse bunu izleyin ve diğer yollardan gitmeyin ki sizi O 'nun yolundan saptırmasınlar. Sakınıp korunasımz diye Allah bunu önermiştir size.” [234] mealin­deki ayet, mümin kalıp mutlu olmanın yolunu göstermektedir. [235]

 

İSLAM'IN İSTEDİĞİ DÜZEYE ULAŞMAK

 

İçinizden iyi ve yararlı olana davet eden, doğru olanı emreden, eğri ve yanlıştan alıkoyan bir topluluk olsun; nihai kurtuluşa erişecek kimseler işte bunlardır.” [236]

Kur’an, kendini insana en doğru olanı gösteren, onu aydın­latan bir kitap olarak tanıtır. [237] Allah, Kur’an'ı insanlığa hediye etmiş, Resulünü Hak ve hidayetle göndermiştir. [238] Bundan mak­sat, insanların, Kur’an'ın ve Peygamber (as)'in istediği seviyeye ulaşmalarını sağlamaktır.

Kur’an, yirmi üç yıl gibi, kısa bir sürede her bakımdan örnek bir İslam toplumu oluşturmuş, bağlıları için, devamlılık arz eden bir iman ve hayat çizgisi belirlemiştir.

İslam çağrısı, amaçladığı yapılanmayı tarihin ilk dönemle­rinde parlak bir biçimde gerçekleştirmiştir. Bu yapı, insanların bir erdem yarışı içinde Allah'a ulaşmak için çaba gösterdikleri tevhidi bir yapıldı. Onun temelinde gerçek bir toplumsal söz­leşme yatıyordu. Bu sözleşme, İslam'ın özünü yansıtan ve va­hiyle tutanak altına alınan sahici bir sözleşmeydi. Peki, bu sahi­ci sözleşmeden neden uzaklaşildı? Bize göre bu sorunun ceva­bı, peygamberlerin verdikleri uzun ve çetin bir süreci içeren tevhid mücadelesinde aranmalıdır.

İslam, ortaya çıktığında, dile getirdiği ilah anlayışı ve sun­duğu dünya görüşü ile Mekke toplumunun şirk değerleriyle ça­tışmıştır. O, Mekke aristokrasisinin yanında değil, karşısında yer alıyordu. Onlar Kur’an çağrısını ilk işittiklerinde, bu çağrıyı katı kalplilikle geri çevirdiler. Çünkü onlar, insani ve manevi kaygılardan yoksun, sadece maddi ve çıkarcı amaçları önemse­yen bir anlayışa sahiptiler. [239] Bu insanlar için manevi ve ahlaki bir amaca bağlanmak, tavizsiz biçimde Allah'a teslim olmak, hiç de katlanılabilir bir durum değildi.

Ayrıca Hz. Muhammed'in öğretisi, şirk ilkelerine dayalı ku­rulu düzeni tehdit ediyordu. Bu durum, Kur’an mesajının, şirk değerlen üzerine kurulmuş olan toplumsal düzeni çökertecek bir devrim soluğu içermesinden kaynaklanıyordu. Onların gö­zünde, iktisat, siyaset ve adalet gibi konular, dinin dışında de­ğerlendirilmesi gereken salt dünyevi konulardı. İslam'ın bu tür­den sorunlara çözüm öneren tavrı, onlar açısından kabul edile­bilir bir durum değildi. Onlara göre dîn, kişisel bir vicdan meselesiydi. Onun toplumsal davranış örgüsüyle bir ilgisi olamaz­dı. İşte Mekke müşriklerini hoşnutsuz kılan ve çileden çıkaran şey, Kur’an mesajının ve Peygamber tavrının, toplumsal prob­lemlere karşı kayıtsız kal mayısıydı.

Peygamber (as), aksiyonu, İmanın ayrılmaz bir parçası olarak ortaya koydu. Allah'ın kendisine bahşettiği etkileyici dil ve zi­hin gücüyle, ilk olarak güçlünün zayıf üzerindeki zulüm ve baskısına karşı çıktı. İnsanın insan tarafından ezilmesine, faize, tefeciliğe, tekelciliğe ve insanların tabii ihtiyaçları üzerine ha­kimiyet kurup onları sömürmeye yönelik oyunları bozdu. İnsan sevgisinin, hak ve adalet ilkelerinin çıkar duygularına kurban edilmesine fırsat vermedi. Böylece o insanların ortak ahlaki de­ğerler etrafında özgürce, şuurlu ve onurlu biçimde bütünleşme­lerini sağladı. O güne kadar şirk değerlerini benimseyenlerin değişmez gördükleri bütün toplumsal kavram ve kurumlan topyekün gözden geçirip yeniden yapılandırdı. Bugünkü zihniye­tin, dinin siyasete sokulması şeklinde yorumlayıp kınadıkları köklü bir tavrı ortaya koyarak yerleşik şirk düzenini altüst eden bir yeniliği gerçekleştirdi. Tevhid inancını, toplumsal değişimin odağı haline getirip İslam'ı toplum hayatına katan Peygamber (as)'in onurlu mücadelesine, küfrün önderleri işte bu nedenle şiddetle karşı çıkmışlardı. Onlar, tevhidin ikamesi için verilen bu şanlı mücadeleyi, kurulu düzene karşı girişilmiş bir başkal­dırı olarak damgalamışlardı.

Tevhidin muzaffer kahramanlarının imanları güçlü, hedefleri de büyüktü. İslam'a gönülsüz bağlanan kitleler, kendilerine olan güveni yitirdikleri için başka medeniyetlerin düşünce ve yaşam tarzına kolayca teslim olabiliyorlar. Birçok İslam ülkesi yabancı kültürlerin dümen suyunda seyreden kurtarıcılardan medet ummaktadır. Bugün, İslam'a karşı olanları korkutan, ta­bii ki bu ülkelerin zaafla yüklü tavırları değil, İslam inancının bünyesinde taşıdığı dinamizmdir. İşte bu hakikat, ilk nesil Müs­lümanlarının gerçekleştirdikleri başarıya bir gün yeniden ulaşı­labileceği yolunda beslenen umutlarımızın yegane güvencesi­dir.

İslam dünyası, Kur’an'ın tasvip, Peygamber (as)'in de arzu etmediği bir seviye düşüklüğü içindedir. Bunun temel sebebi, Müslümanların- İslami ölçüleri uygulamada başarısız olmaları­dır. Bilindiği gîbi, Hz. Peygamberin vefatından kısa bir süre sonra İslam'ın özüne bağlı siyasi yapı çözülmeye ve yıpranma­ya başladı. Sonraki yüzyıllarda da bu orijinal ve örnek model, tefrikanın karanlık dünyasına terk edildi. İslam'ın inanç dünya­sına şirk sızmaları, siyasi bünyesine de tefrika unsurları musal­lat olunca din, siyasi iktidarların gölgesinde âdeta bir hizmetçi, inananlar da mefluç kitleler durumuna düşürüldü.

Halbuki İslam sadece bir teori değil, bir tatbikat dinidir. Ay­nı zamanda tatbik edilmiş bir dindir. Kur’an, insanlık tarihinde yeni bir dönem başlatmış, yepyeni bir zihniyet getirmiştir. O, insanları hem inanç hem de sosyal ve ekonomik bakımdan sağ­lıklı ve kalıcı bir yapıya kavuşturmuştur. Günümüzde maddeci­lik ve açgözlülük, ciğer sökücü bir hırs haline geldiğinden in­sanlık, daha çok maddi değerlere sahip olmanın hırsına kapıl­mıştır. Bunun için, politikalar hep maddi çıkarlar üzerine kuru­luyor.

Oysa her yanıltıcı hedefin başında daha tüketici bir hiçlik bekliyor insanları. Bu tutku, dinmez bir susuzluk halinde insan ruhunu kemire kemire tâ mezara kadar uzayıp gidiyor. [240] Ne var ki İslam'dan uzaklaşanlar, bu amaçsız koşunun farkında bile değiller. Çıkarcılığın ve sömürgeciliğin hakimiyeti altına giren insanlığın kurtuluşu, Kur’an'a ve onun sunmuş olduğu İslam'a yönelmekten geçmektedir. [241]

 

İSLAM HUZUR ve GÜVENDİR

 

Eğer onlar barıştan yana eğilim gosterirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah 'a güven. Çünkü O, her şeyi işiten, her şeyin aslını bilendir.” [242]

İslam, inanç ve yaşayışın, huzur ve barışın, kimlik ve men­subiyetin, kültür ve medeniyetin esasıdır. Mükemmel ve canlı bir hayat nizamı olan İslam, hakkı ve hikmeti içeren evrensel yasalar bütünüdür. [243] İslam, temel dinamiklerinden aldığı güçle, kendi doğal gelişimini sürdürmüştür, bundan sonra da sürdür­meye devam edecektir.

Böylesine özelliklere ve güzelliklere sahip olmasına rağmen, İslam'la ilgili yanlış değerlendirmeler sürüp gidiyor. Kimileri onu tehlike ve tehdit olarak görüyor. İslam'a karşı olan sistem­ler ve onun karşısında yer alan çevreler, düşmansız bir hayat sürdüremediklerinden olacak ki her zaman kendilerine yeni bir düşman aramışlardır. Şimdilerin deyeni düşman olarak İslam'ı seçtiler. İslam'ın özgün ve etkin biçimde hayata katılmasını tehlike ve tehdit olarak gösterip onun gerçek çehresini karart­maya kalkıştılar.

İslam'a yönelik bu haksız ithamları onaylamak mümkün de­ğildir. Çünkü bunların hiçbiri, ilmi gerçeklere ve haklı gerek­çelere dayanmamaktadır. Eğer İslam bir bütün olarak incelenir­se, onun barış ve huzuru gaye edindiği, insan onurunu ve eme­ğini koruduğu, özgürce düşünüp inanmayı ve yaşamayı sağla­dığı, baskı ve zulmü, insana saygısızlık olarak gördüğü, fert ve toplum hayatının hiçbir alanını dışlamadığı görülür.

Kur’an'da, İslam'a yönelik kaba itirazlara ve düşmanca ba­kışlara cevap niteliği taşıyan çok sayıda ayet vardır. Bu ayetler­den birinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

İyilik ile kötülük bir değildir. Sen kötülüğü, daha güzel olan bir şeyle sav. O za­man seninle arasında düşmanlık olan kimsenin sana sımsıcak bir dost gibi davrandığını/senin dostun olduğunu görürsün.” [244]

Görüldüğü gibi, İslam nazarında ideal ve başarılı yöntem, şiddeti içeren değil, şefkati önceleyen; düşmanlıkları dostluğa dönüştürebilen yöntemdir. Ancak insan hayatına son verecek, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak tehlikelerle karşı­laşılırsa, bir savunma yöntemi olarak şiddet de uygulanabilir. Çünkü hayatın doğası, böyle bir mücadeleyi zorunlu ve meşru kılar. Bu doğal tepkinin, tehlike değil, tabii ve meşru bir eylem olduğunu da herkes bilir. Bunun için İslam, gerektiğinde savaş gerçeğinden kaçışı ve hayallere sığınışı doğru bulmaz. Aksine, barış kavramının arkasına sığınıp pratikte insanları savaşla yok etme veya köle edinme idealini besleyen sömürgeci güçlerin al­datıcı planlarına karşı, etkili ve örgütlü biçimde mücadele edil­mesi gerektiğini vurgular. [245] Şiddet, elbette devamı istenen bir olgu değildir; o, sadece gerekli ve zorunlu hal olan saldırmazlık örfünün ihlal edildiği durumlarda başvurulabilecek en son yoldur.

İslanra karşı olanların, şeytan misyonuna soyunan kimseleri "çağdaş" veya "aydın" diye nitelendirmeleri, dikkat çekicidir. Bunlar toplumda sürekli olarak İslam tehlikesi üretip çağı ya­kalamak için İslam'dan kurtulmak gerektiğini söylerler; toplu­mun geri kalmışlığının sebebi olarak da İslam'ı gösterirler. İs­lam'la irticayı birleştirip çeşitli maskeler altında İslam düşman­lığı yaparlar.

Bu noksan şahsiyetler, İslam'ı özgün şekliyle yaşamak ve yaşatmak isteyenleri, gericilik ve bölücülükle itham edip ülke­nin aşırı bağnaz bir dinciliğe itildiğini iddia ederler. Bunu da, İslami kaynaklara başvurarak değil de, dışarıdan alınan birta­kım değer ve kavramlarla yaparlar. İşte, "siyasal İslam", "radi­kal İslam", "militan İslam" gibi nitelemeler, bu şekilde ortaya atılmış karalayıcı kavramlardan sadece birkaçıdır.

Bunların gerçek amacı, insanları İslam'dan, İslam'ı da ha­yattan uzaklaştırmaktır. İşte bize göre asıl tehlike, İslam'ı her cepheden vurmak için siperde bekleyen şer odaklarını görme­mek, daha da acısı bunların oyununa gelmektir. Eğer Müslü­manlar basacakları zemini, hareket edecekleri çevreyi ve vara­cakları hedefi yitirirlerse, kendi varlık ve kimliklerini de yitir­miş olurlar.

İslam, bütün insanlık için gönderilmiş olan barış, şefkat ve rahmet dinidir, birlik ve dayanışma aracıdır. O, hayatı geliştiri­ci, insanları birleştirici güç ve imkânlara sahiptir.

İnsanlara evrensel doğruları sunan ve dinamik bir hayat tarzı olan İslam, yeryüzünden her türlü kötülüğü kaldırıp iyiliği ha­kim kılmak; insanlar arasında barış, güven ve huzuru temin edip bütün insanlığın kurtuluşunu sağlamak için gönderilmiş son hak dindir. [246] İslam'ın hedeflediği huzurlu ve güvenli bir hayatın gerçekleşmesi, onun insan benliğinde ve hayalin içinde bütün canlılığı ile yer alıp yeni bir diriliş olgusunu ortaya çıkarmasına bağlıdır. [247] İşte Kur’an'da, "İslam'ı din edinen, Allah'ın dininden yana olup onu yüceltme amacı etrafında birleşen müminler top­luluğunu" belirtmek için kullanılan tabirlerden biri de hizbullahtır. [248] Şimdi bu terkibin Kur’an'da hangi anlamlara geldiğini belirtmeye çalışalım:

Hizbullah terkibinin başında yer alan hizb kelimesi, [249] söz­lükte parça, kısım, bölük, parti ve belli bir amaç için bir araya gelmiş insan grubu [250] gibi anlamlara gelir. Ayrıca Kur’an cüzleri­nin dörtte birini veya belli zamanlarda okunmak üzere düzen­lenmiş duaları belirtmek için de hizb kelimesi kullanılır.

Hizbullah ise, "Allah'ın dinine uyan ve İslam'ı yüceltme gayesi etrafında birleşen müminler topluluğunu" ifade eden bir Kur’an terimidir. [251] Kur’an'da üç kez geçen hizbullah terkibi [252] müfessirler tarafından, "Allah'ın dostları, Allah'ın ordusu, Allah taraftarları ve Allah'ın dininin yardımcıları" şeklinde yorum­lanmıştır. [253]

Hizbullah teriminin Kur’an'dakî karşıtı, "şeytanın taraftarları veya askerleri" anlamına gelen hizbu'ş-şeytandır. [254] Bunlar, şey­tanın kuşatması altında olan, onun oyuncağı haline gelen, Al­lah'ı unutan, insanları saptıran ve dine düşmanlık eden kimse­lerdir. İnsanlık ailesinin düşmanı olan şeytanı ve taraftarlarını, büyük bir hüsran beklemektedir. [255]

Kur’an'da hizbullah terimi, "İslam'a bağlı kalan, Allah'ı, Peygamber (as)'i ve birbirlerini sevip dost edinen müminler gru­bu" anlamına gelir. Çünkü yukarıda belirtilen özellikleri taşıyan müminler, konuyla ilgili şu ayetlerde hizbullah olarak nitelendi­rilir. “Ey iman değerine ermiş olanlar! Eğer inancınızı yitirip dininizden dönerseniz Allah, zaman içinde sizin yerinize Onun sevdiği ve Onu seven insanlar getirir. Onlar, müminlere karşı alçak gönüllü inkarcılara karşı onurlu, Allah yolunda üstün ça­ba gösteren ve kendilerini kınayanların kınamasından korkma­yan kişilerdir. Bu, Allah'ın dilediğine bağışladığı bir lütfudur Allah lütfunda sınırsız ve her şeyi bilendir. Hem unutmayın ki sizin yardımcılarınız sadece Allah, Elçi'si ve inanıp namazları­nı kılan, zekâtlarını veren bir de Allah 'a tam olarak saygı du­yan müminlerdir. Kim(ler) Allah'la, Elçi'siyle ve inananlarla dost olursa, işte o(nlar) Allah'ın taraftar(lar)ıdır; hiç kuşkusuz zafere ulaşacak olanlar da onlardır,” [256]

Hizbullah kavramına açıklık getiren  başka bir ayette de şöyle buyrulur:

Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiçbir milletin, Allah ve Elçi'sinin karşısına çıkan kimseleri -isterse o kimseler babaları, evlatları, kardeşleri veya sülaleleri olsun-sevip dost edindiklerini göremezsin. İşte Allah'ın kalplerine imam nakşettiği ve ilhamı ile güçlendirdiği gerçek müminler on­lardır. Allah onları zamanı gelince içinden ırmaklar akan bah­çelere koyacak ve orada ebedi olarak barındıracaktır. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razıdırlar. İşte onlar, Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki, Allah 'tan yana olanlar mutluluğa ulaşacaklardır.” [257]

Görüldüğü gibi Kur’an'da hizbullah terkibi, "kendilerini Al­lah'a teslim eden, Peygamber (as)'e hakkıyla uymaya çalışan, müminleri candan sevip onlarla birlikte hareket eden, dini duy­guları kuvvetli ve gayretleri çok olan samimi Müslümanları" ifade etmektedir. [258]

Mutlu bir hayat ve huzurlu bir toplum için, herkes üzerine düşen görevi hakkıyla yapmalıdır. Önce İslam'ı kendi ulviyeti ve kutsiyeti içerisinde değerlendirip onu hiçbir şeye alet etme­den anlamaya ve uygulamaya çalışmak gerekir. Bu da dinde ye­ri olmayan uygulamaları bir tarafa bırakıp İslami bilgiyi esas almak, insanımızı din konusunda yeterince bilgilendirmekle mümkündür. Çünkü din alanı, herkesin sorumsuzca davranabi­leceği bir alan değildir. Bunun için öncelikle bilgi boşluğu ve edep eksikliği giderilmelidir.

Hizipleşme genellikle, Kur’an'ın ifade ettiği mana ve maksa­dı anlamadan çeşitli İsimler altında gruplaşmaktan kaynaklanı­yor. Bu tür oluşumlar, hem Müslümanlar arasındaki birliği bo­zuyor hem de hüsranla sonuçlanıyor. [259] Bunun için Kur’an, genellikle insanlar, özellikle de Müslümanlar arasındaki birliği bozan hizipleşmeyi, her hizbin kendi benimsediği görüşün dar ve katı kalıpları içinde kalıp bununla övünmeyi, sadece kendini kur­tulmuş, diğerlerini de batmış gibi görmeyi şiddetle kınıyor. [260]

İslam'a göre bir şeyi elde etmeyi istemeden önce onu bize kazandıracak vesilelere başvurmamız gerekmektedir. [261] Bunun aksini yapmak Allah'ın değişmez yasalarına (Sünnetullalra) ters düşeceğinden sonuç, kayıptan başka bir şey olmayacaktır.

Dünyadaki yeni yapılanmalar karşısında öncelikle Müslü­man olmanın hakkı vermeli; böylece İslam isminin gâsıbı değil, sahibi olunmalıdır.

Kişisel çıkarlar veya tutkular uğruna İslam'a ters düşülmemeli, İslam'ın "vahiy kaynaklı Hak din olduğu" gerçeği, açıkça anlatılmalı, "Tevhid dininin" yanlış anlaşılmasına fırsat veril­memelidir.

Allah'ın yardım vaad ettiği toplumlardan olma liyakati kazanılmalıdır. Bu özelliğe sahip olunduğu zaman İslam'ın şafağı yeniden sökecek, İslam, kendi insanının eliyle ve gerçek şek­liyle diğer insanlarla buluşma imkânına kavuşacaktır. Arzu edilen sonucu, hiç kuşkusuz düşmanların hilelerinden çok iman değerine ulaşan insanların gayreti ve ihlaslı çalışmaları belirle­yecektir. İlave edelim ki, Allah'ın yardımına mazhar olan her iş mutlaka hedefine ulaşır. [262]

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Türkiye Müslüman bir ülkedir; böyle olması da Allah'ın bu ülkeye bir lütfudur. Çünkü İslam, bu toplumun mayasında bin yıldır var olan bir değerdir. Uzun bir geçmişe dayanan bu gerçek, Müslüman Türk milletinin Al­lah'ın dininden yana olduğunu, onu yaşama ve yüceltme gayesi etrafında birleştiğini açıkça ortaya koymaktadır. Öyleyse hiç kimsenin, İslam'ı gözardı etmeye ve imajını bozarak onu değiştirmeye hakkı yoktur. [263]

 

3-GÜNLÜK HAYATIMIZDA KUR’AN

 

Ey Rabb'im! Kavmimden (bazıları) bu Kur’an'ı büsbütün terk eltiler.” [264]

Kur’an, Yüce Allah'ın Hz.Muhammed'e gönderdiği vahiyle­rin yazılmış ve derlenmiş şeklinden oluşur. O, bütün insanların Kitabı olduğunu, onlara en doğru yolu gösterdiğini belirtir. [265] Her şeyi genel olarak açıklayıp aydınlatan Kur’an vahiy adına [266] en üstün, en doğru ve en güvenilir bilgi kaynağıdır. [267]

Kur’an vahyi, Hz. Muhammed'e ilk kez, 610 yılının Ramazan ayında “Yaratan Rabb'inin adıyla oku!” [268] mealindeki ayetle ulaştı. İnsan zihnine ve şuuruna bir uyarı olarak vahyedilmeye başlanan Kur’an, Peygamber (as)'in Medine'de vefat etmesine kadar geçen yirmi üç yıllık süre içerisinde de tamamlanmış ol­du. Hz. Muhammed insanları tevhide çağırıp putlara tapmanın bağışlanmaz bir günah olduğunu belirterek tebligatına başladı. İmanı, eylemin ayrılmaz bir parçası olarak tanıttı, inananları ak­siyona yöneltti. Kur’an'ı yorumlayıp uyguladı. Sonunda, her ba­kımdan örnek olma özelliğine sahip bir iman ve ahlak toplumu oluşturdu.

Kur’an'ın aydınlık mesajının üzerinden çok zaman geçmeden onun dinamik yapısına aykırı yorum ve uygulamalar ortaya çık­tı. Bunlar, Kur’an'ın önüne geçirilince onun ruhuna giden yollar da adeta tıkandı.

Müslüman'ın Kur’an'a önem vermesi, imanın gereğidir. Kur’an'ı okuyup anlamak ise en başta gelen görevidir. Ancak bu­gün değinilen görevin, istenilen şekilde yerine getirildiğini söy­lemek mümkün değildir. Bunun temel nedeni, Kur’an okumayı engellemek, okuyanların da anlamalarını önlemektir. Oysa Kur’an, kendisinin okunup anlaşılması gerektiğini önemle vurgular. “And olsun biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. O hal­de düşünüp öğüt alan yok mu?” diye sorar. [269]

Kur’an okumaya, istiaze ve Besmele ile başlanması, insanın zihnen onu anlamaya hazır olması gerektiğine işaret eder. Kur’an okunurken, onu anlama gayesi güdülmelidir. O okunurken, akıl devre dışı bırakılır, kalp vesveselere bağlanırsa Kur’an'dan bir şey anlaşılmaz. Kur’an'ı aklına ve kalbine yaklaştıramayan kimse, onu hayatına da taşıyamaz.

Kur’an'ın ilk inen ayetleri, insanın aklına ve bilincine hitap eder. O, bilgiye ve bilince çok önem verir. Okurlarını akletmeye ve düşünmeye çağıran Kur’an'ı dinamik kılan da budur. Çün­kü Allah'a inanıp İslam'a bağlanmanın makul sebepleri de var­dır. Şu halde din adına aklın gücü ve fonksiyonu dışta tutulma­malıdır. Zaten Kur’an, aklını kullanıp düşünenleri, kendilerini hakikat bilgisi ile donatanları doğru yola ileteceğini belirtir. [270] Hatırlanacağı gibi, düşüncesiz, bilinçsiz ve maksatsız okuyuş­tan hiçbir bilgi ve değer üretilemez. Bilgi üretilemeyince ilim olmaz. İlim olmayınca da din doğru anlaşılıp uygulanamaz.

İlk nesil Müslümanları, Kur’an'ı anlayarak okudular, düşüne­rek kavradılar ve inanarak uyguladılar. Onların hayatında, Kur’an ve onun aydınlığındaki akıl tek otorite idi. Onları bu yola sevk eden, Kur’an'ın ilim ve' akıldan yana koyduğu tavırdı. Bundan dolayı, o devirde dine vahiy ve akıl dışı bir şey sokul­madı. Fakat günümüz insanının hayatında durumun böyle ol­madığını görüyoruz. Bugün Kur’an, akıl ve ilim terk edilmiş gö­rünüyor. Bunun sonucu mesnetsiz görüşler, yanlış hükümler ve hurafeler dinin yerine; İslam dışı gelenekler de Kur’an'ın önüne geçmiş bulunuyor. Ayrıca Kur’an'a uymanın gereği çokça yazı­lıp söylenmesine rağmen bu gerçek bir türlü hayata geçirilemiyor.

Kur’an'ın kılıfına ve kapağına gösterilen saygı, onun mana, maksat ve ruhuna gösterilmiyor. Kur’an bir yandan yüksekçe bir yere konulmaya çalışılırken diğer yandan onun buyruk ve hükümleri çiğnenebiliyor. Böylece Kur’an yeterince saygı görme­yen bir kitap halini alıyor. Kur’an'ı anlamadan okumak en bü­yük ibadet ve en iyi dindarlık sayılıyor. Diriler için inen Kur’an, bugün sadece ölülere okunan bir mezar kitabı muamelesi görü­yor.

Şu halde geri kalışımızın temelinde yatan sebepleri iyi tespit etmeliyiz. Bunları saklamanın bir yararı yoktur. Müslümanlar, Kur’an bilinci ve bilgisi bakımından gelişir, vahyin ilke ve he­deflerinde birleşirlerse, şeytanın ve dostlarının hakimiyetinden kurtulurlar. Gayesine uygun olarak okunan, anlaşılan ve uygu­lanan Kur’an, yağan yağmurun ölü toprağı dirilttiği gibi, duyar­lılıklarını yitirmiş fert ve toplumları her çağda diriltmenin tek vesilesi olacaktır. Yeter ki insanlık. Kur’an mesajının diriltici soluğu ile yüz yüze gelebilsin. [271]

 

DÜŞÜNMEK KUR’AN'IN EMRİ

 

Ey Muhammed, sana bu mübarek kitabı insan­lar onun ayetleri üzerinde iyice düşünsünler ve akıl sahipleri ondan ders alsınlar diye indirdik.” [272]

Kur’an, insanı düşünmeye çağıran ve ona düşünme eğitimi veren bir kitaptır. Kur’an'ın önerdiği ve yücelttiği düşünce, "tefekkür"dür. Tefekkür, "insanın aklını kullanarak varlık, vahiy ve oluş üzerinde' derinlemesine düşünmesi, bunlardan mana ve sonuç çıkarması" demektir. [273] Çünkü alemdeki ve Kur’an'daki hiçbir şey anlamsız değildir. İşte bu yüzden varlığın ve vahyin tetkiki çok önemlidir. Tefekkür kelimesinin aslı olan f k r kökünün, çeşitli kullanım biç imleriyle Kur’an'da 18 kez geçmesi; [274] ayrıca onunla eş anlamlı diğer kelimelerin çok sayıda ayette yer alması [275] düşünmenin önemine yeterince dikkat çekmektedir.

Allah, insanı yarattı, ona hem Kur’an'ı hem de berrak bir şe­kilde düşünmeyi ve konuşmayı öğretti. [276] Aklı da, Kainat ve Kur’an ayetlerini anlama aracı kıldı. [277] Bundan maksat, insan ruhun­da Allah şuurunu uyandırmak ve bu şuuru diri tutmaktır. Bu da tefekkürle mümkündür. Tefekkür, insanı taklitten tahkik dere­cesine yükseltir ve onu Allah'a teslimiyete götürür. Tefekkürün bir çeşit ibadet sayılması da bundandır. Bu işlevinden dolayı tefekkür, insanın iman ve onur burcudur. Çünkü Allah'ın büyük­lüğünü iyice düşünen bir insan, O'na hemen ve kolayca isyan edemez.

Kur’an, düşünceye hakim olmadan insanı hidayete yönelt­mez. Öyleyse Kur’an, insanın aklına ve kalbine iyice yaklaştırılmalı; düşünüp anlamayı hedef alan bir yöntemle okunmalıdır. Bu da tefekkürle olur. İşte bunun için, İslam'da ibadetin özü te­fekkür kabul edilmiş, "Bir saat düşünmek bir gece nafile namaz kılmaktan hayırlıdır" denmiştir. [278] Gerçekten de doğru ve derin bir tefekkür, kalpteki kilitleri açar; insanı, Kur’an'ın davetine sahih inanç ve salih amelle cevap veren bir kişi haline getirir. Bu gerçek Kur’an'da şu şekilde dile getirilir:

“Hiç kuşkusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini iz­lemesinde, derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır. Onlar ki, ayakta dururken, otururken ve uyumak için uzandıkla­rında Allah'ı anar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler:

"Ey Rabb'imizi Sen bunların hiçbirini an­lamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sınırsızsın! Bizi ateşin azabından koru." [279] diyerek O'na yalvarırlar. İnsanın gö­revi, Kainat ta ve Kur’an'da yer alan hakikatin işaretlerini görüp bunlar üzerinde düşünmektir. Dünya hayatında hakikatin işa­retlerini görmek istemeyenler, gelecek hayatın gerçeklerine de kör kalırlar. [280]

Peygamber(as)'in ilk ibadeti, tefekkür şeklinde başlamış ve bu ibadet onun hayatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. O, Kur’an'ın tefekkür çağrısına uymanın, onu düşünüp anlamanın ve hayata taşımanın en güzel örneğini ortaya koymuştur. Abdullah İbn Ömer'in, Hz. Aişe'den naklettiği şu olay, değinilen bu güzel örnekten bir kesit sunmaktadır:

Abdullah İbn Ömer, Hz. Aişe'ye Peygamber (as) den gördüğü en beğenilir şeyin ne olduğunu so­rar. Hz. Aişe bu soruya ağlayarak şu cevabı verir "Onun bütün davranışları beğenilen işlerdendi. Bir gece benim yanıma geldi. Bir süre beraber kaldık. Sonra:

"Aişe, bana müsaade et, Rabb'ime ibadet edeyim" dedi. Ben de dedim ki:

"Vallahi ya­nımda kalmanı isterim, ama senin Allah'a kulluk edip O'na ya­kınlaşmanı da arzu ederim." Kalktı, evdeki kırbada bulunan su ile abdest aldı, sonra da namaza başladı. Namazda ağladı, dökülen göz yaşlarından mübarek sakalı ve secde ettiği yer ıslan­dı. Bir süre sonra yanına Bilal geldi, kendisine sabah namazı vaktinin girdiğini bildirdi. O, Allah Elçisi'nin bu durumunu gö­rünce:

"Ey Allah'ın Elçisi, Allah senin geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamışken sen neden ağlıyorsun?" dedi. Al­lah'ın Elçisi:

"Ey Bilal, nasıl ağlamam, bu gece bana: “Hiç kuş­kusuz, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbirini izlemesinde, derin kavrayış sahipleri için alınacak dersler vardır...” [281] mealindeki ayetler indi.

Bu ayetleri okuyup da bunlar üzerinde düşünmeyene yazıklar olsun." buyurdu.[282] Peygamber (as)'in bu uyarısı, Kur’an'ın tilavetiyle onu düşünüp anlamayı ve uygulamayı bir bütün olarak ortaya koyamayan kimselere yöneliktir.

Kur’an, İslami bir hayat sürmeleri için insanlarla; ihtiyaçları­nı karşılamaları ve hayata daha aktif ve doğrudan katılabilmele­ri için dirilerle; anlayışlarını doğru yönlendirmek için de akıl sahipleriyle konuşur. Böylece o, mesajını okuyan, düşünen, an­layan ve uygulayan bir toplumu varlık alanına çıkarmayı, bu toplum vasıtasıyla da bir medeniyet kurmayı amaçlar. [283] Bu Kur’an'ın gücüdür ve bu güç onda her zaman vardır. Çözüm, Kur’an' ı düşünerek okuyan, anlayan ve inanarak onu uygulayan in­san olabilmekte veya bu vasıfları taşıyan insanlar yetiştirebil­mektedir. Aksi takdirde, hem yaşanan hayat hem de gelecek yi­tirilmiş olur. “Onlar bu Kur’an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri mi kilitli?” [284]

 

KALBİ KUR’AN'LA DİRİ TUTMAK

 

“Peki yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı kî, çı­rada olup biteni kalbleri kavrasın ve kulakları işitsin? Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan, göğüslerdeki kalplerdir!” [285]

Allah, yarattığı insanı, Kur’an'la eğitmiş ve ona maksadını anlatmayı öğretmiştir. [286] İnsan, yeryüzündeki varlığı ile hem fizi­ki hem de ruhi yapıya sahip bir varlıktır. [287] Ancak insanın yapı­sındaki temel ve belirleyici unsur, fiziki yapısından ziyade ruh­sal yönüdür. [288] Zira ruh, nefs, kalp ve akıl gibi adlarla anılan ye­teneklere- sahiptir. [289] Ruhun kavrama ve düşünme boyutu akıl; bedeni yönetme hali nefs; sezgisel aydınlanma boyutu da kalp kavramıyla ifade edilir.

Lügatta, bir şeyi bir yönden öteki yöne çevirmek anlamına gelen kalb kelimesi, [290] çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an'da 132 kez geçer. [291] Türkçede gönül anlamında kullanılan bu kelime, genelde iki mana taşır. Birincisi, bedendeki yeri ve işlevi belli olan, tıp ilminin alanına giren kalptir. İkincisi de, gözle görül­meyen, insanın manevi âleminin merkezini oluşturan ve onun anlama kaynağı olan ruhi yetenek anlamına gelen kalptir. Bu kalp, insanın bütün azalarını, maddi-manevi varlığını sevk ve idare eden öz benliğidir. İnsanı, ilahi ayetleri ve diğer hakikatle­ri anlamaya muktedir kılan bu yetenektir. Bundan dolayı gözün bakışma basar, kalbin bakışına da basiret denmiştir.

Kur’an'da kalp kelimesiyle eş anlamda kullanılan iki sözcük daha vardır:

Bunlar, sadr ve fuâd kelimeleridir. Sadr kelimesi lügatla, bir şeyin ön ve baş tarafı anlamına gelir. [292] Kalbin mahalli olan ve onunla eş anlama gelen bu kelime, Kur’an'da çe­şitli kullanım biçimleriyle 46 defa geçer. [293] Kur’an bu kelimeyi daha çok İslam'la bağlantılı olarak kullanır. Onun İslam'a açılmasıyla huzura kavuşacağını, sıkıntılardan kurtulup sevinç duyacağım; [294] gerçek dışı sözlerden ve olumsuz durumlardan dolayı da sıkılacağını bildirir. [295] Kalble eş anlamlı olan fuâd ke­limesi ise, yürek manasına gelir. Bu kelime daha çok, kalbin maddi ve manevi elemden dolayı yenip-yakındığı durumu ifade eder. Bunun için Arapçada, "ateşte kızartılmış ete", aynı kökten gelen feid adı verilmiştir. [296] Allah'ın tutuşturulmuş ateşinin, yü­reklere işleyişinin haber verildiği âyetlerde de, fuâd kelimesinin çoğul şeklinin kullanılması, [297] bu gerçeğe işaret eder. Yürek an­lamına gelen fuâd kelimesi, çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an'da 16 kez geçer. [298]

Kur’an'da kalp, insanın öz benliği, hakikati yakalayan eriş ve seziş kudreti olarak tanımlanır. [299] O, kavrayıcı ve geliştirici bir şuur, varlık ve oluşun düğümlendiği bir sırdır. Kur’an, bu kud­reti yitirenlerin hakikati anlayamayacaklarını, gerçeği görmeyi engelleyen körlüğün, gözlerin körlüğü değil, kalplerin körlüğü olduğunu şu çarpıcı ifadelerle dile getirir:

Peki yeryüzünde ge­zip dolaşmıyorlar mı ki, orada olup biteni kalbleri kavrasın ve kulakları işitsin? Ne var ki, onlarda kör olan gözler değil; kör olan, göğüslerdeki kalplerdir!” [300]

İnsanın kavrama yeteneği diyebileceğimiz kalbin görevini tam olarak yapabilmesi, onun her bakımdan sağlıklı olmasına bağlıdır. Hasta kalp gerçek görevini tam ve doğru olarak yapamaz. Kur’an'ın belirttiğine göre kalbe musallat olan en önemli hastalıklar, nifak ve riyakârlık; [301] rics (iğrençlik, pislik, sefîhlik ve şeytan fitnesine yataklık); [302] zeyğ (denge noktasından sapmak ve kaosa maruz kalmak); [303] inkâr ve kibir [304] gibi durumlardır.

Kur’an, kalp hastalığının, kalp katılığını getirdiğine, bu du­rumun, insanın hakkı görmesine engel olduğuna dikkat çeker. “Allah 'in zikrine karşı kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar ol­sun.” [305] mealindeki ayet, bu durumun vahametini dile getirir. Kalp katılığı, kalbin paslanmasına sebep olur. Bu tabir, onun gerçeği algılama yeteneğinin son noktasına geldiğini ifade eder. Bu derece paslanan kalp, artık işlevini göremez hale gelir. İşte insan için esas körlük bu noktada başlar. [306] Çünkü insan, kalbinin körelmesîyle basiretini yitirir, kendi varlığını ve diğer haki­katleri idrak edemez hale gelir. [307]

Kalp körlüğünü, kalbin perdelenmesi, damgalanması, kilit­lenmesi ve mühürlenmesi izler. [308] Bu tabirlerin hepsi, artık insa­nın hakikati algılama ve kabul etme yeteneğini tamamen yitir­miş olduğu anlamına gelir. İnsanın bu duruma düşmesine, hak­sız arzuları ilah edinmesi, inkâr edip nankör davranması, zul­metmesi, bilgisizliği ve benzeri olumsuz davranışları sebep ol­maktadır. [309]

Kur’an, insanın ilahi huzura selim bir kalple gelmesini ister. [310] Tabii ki kalbe bu vasfı kazandıran temel değer, doğru imandır. Kalbi selim, inkâr, şirk ve isyandan uzak kalan, evlat ve mal fitnesinden arınan, imani ve ahlaki noksanlarını gideren, kendisinde hiçbir kötülük bulunmayan kalp demektir. [311] Selim kalbe geçişin basamağını ise münib kalp oluşturur. Münib kalp, Al­lah'a yönelen, O'nu her zaman hatırda tutan ve her durumda Allah'a saygı duyan kalptir. [312] Kur’an'ın gayesi, insana selim bir kalp kazandırmaktır. Çünkü böyle bir kalbin olmadığı benlikte İslam, sadece sözde kalan kuru bir iddia olur. İşte bunun için Yüce Allah Kitab'ının gafletle değil, dikkatle, açık bir zihinle okunması ve kalbin Kur’an'la diri tutulması gerektiğine, şu söz­leriyle dikkatimizi çekmektedir. “Bunda şüphesiz açık bir kalbe sahip olanlar/ona uyanık bir zihinle kulak verenler için bir uya­rı vardır.” [313] İnsan, Kur’an'a şuurla yöneldiği ve aktif bir amelle ona uyum sağladığı zaman, gerçek bir mümin haline gelir. Ay­rıca Kur’an, Allah'ı şuurlu biçimde anlamayı, o'na saygı duy­mayı ve İslam'a uymayı, zikir kavramıyla dile getirir; [314] böylesi bir zikrin kalbi yumuşatıp katılığı gidereceğini, ona güven ve huzur kazandıracağını bildirir. [315]

Ey Rabb'imiz! Bizi hak ve doğru dine ilettikten sonra kalplerimizi bozup eğrilme. Bize katından bir rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin.” [316]

 

KUR’AN EĞİTİMİ

 

Yaratan Rabb 'inin adıyla oku.” [317]

İslahı, Hz. Muhammed'e sağlığında gelen vahiylerle tamam­lanmış son hak dindir. [318] O, evrensel nitelikli ilke ve değerleriyle, gerçekliğini ve geçerliliğini ispatlamıştır. Peygamber (as) de, Allah katından vahiy alan son elçidir. [319] İslam'ın evrensel nite­likli değerleri, onun sağlığında son şekline kavuşmuştur. Hz. Peygamber, vahyi ve aklı birlikte etkin kılmış, İslam'ın anla­şılması ve doğru biçimde hayata geçirilmesi konusunda sağlam bir örnek ortaya koymuştur. Bundan sonrası için, dinin anlaşıl­ma biçimleri söz konusudur. Bu aşamada Müslümanlara düşen öncelikli görev, Kur’an'ı ve Peygamber (as)'in ortaya koyduğu örneği esas alarak sağlıklı bir dinî anlayışa ulaşmaktır. Çünkü Kur’an'ın ve Hz. Peygamberin ortaya koyduğu modelin eksen alınması, zaman içinde sosyal değişmelere paralel olarak gelişe­cek anlayış biçimlerinin yönünü belirleyecektir.

Kur’an'ı kendi vahyediliş düzeni içinde ele alıp incelersek, onun nelere öncelik verdiğini kolayca görebiliriz. Kur’an'ın in­sandan istediği ilk iş, okumaktır. “Yaratan Rabb 'inin adıyla oku.” [320] mealindeki ilâhi emir, hem teklifi hem de ta'limi bir muhtevaya sahiptir. O, insanın, öncelikle okumasını ve aydın­lanmasını istemektedir. Çünkü doğru bilgi, hakikati gösteren bir ışıktır. Bilinmeyen şey, yok mesabesindedir.

Yine, Kur’an'ın iniş sırası itibariyle ikinci suresinde, kalem­den ve yazıdan söz edilir. “And olsun kaleme ve yazdıklarına.” [321] diyerek yemin edilir. Gerçekten de okumadan yazılmaz, oku­yup yazmadan da bilgiye ulaşılamaz.

Bilgi, düşünce ve İman gibi değerlerle donanımını tamamla­yan insana “Ey örtüsüne bürünen, geceleyin kalk!” [322] mealindeki sözcüklerle "bireysel kıyam emri" verilir. Daha sonra da bu kı­yam emrinin, kişisel boyuttan toplumsal boyuta yöneldiği gö­rülür:

Ey örtüsüne bürünen, kalk ve uyar, Rabb'inin yüceliğini duyur'.” [323] Bu ilâhi buyruklar, kendi öz benliğinde gerekli geliş­meyi gerçekleştiremeyen kimselerin, başkalarına olumlu yönde etki edemeyecekleri mesajını verir.

Kur’an'a baktığımızda, Onun, hitap ettiği insanların durum­larını dikkate aldığını da görürüz. Meselâ, Mekke müşrikleri, ilansız olmayan; ama ilah fikrinin hiçbir fonksiyon icra etmedi­ği bir dünya görüşüne sahiptiler. Bundan dolayı Kur’an, İslam'ın sunduğu Allah anlayışını çok yoğun bir biçimde işlemiş, bütün varlığın ve oluşların gerisinde mutlak irade ve güç sahibi Al­lah'ın bulunduğunu vurgulamıştır. Kısaca Kur’an, Allah'ı tek fail güç olarak tanıtmıştır. [324] Bütün bunlar bize, Kur’an'ın temel amaçlarını gerçekleştirmek için, nasıl bir yol izlediğini gösterir. O, insanın zihnine, her şeyin merkezinde Allah düşüncesinin yer aldığı İslami bir anlayışı yerleştirir. Çünkü onun temel ga­yesi, insanların düşünce ve davranışlarını vahye uygun hale ge­tirip onların hayatlarını tevhid esasına göre şekillendirmektir.

Kur’an'ın yaşanan bir gerçek olarak hayatımıza girebilmesi için, tevhid bilgisinin yanında onun nasıl uygulanacağını göste­ren pratik bir modele de ihtiyaç vardır. Bu model, Peygamber (as) tarafından ortaya konmuştur. Çünkü ona, bilgi ve bilginin doğru uygulanması anlamına gelen hikmet verilmiştir. [325]

Sahabe nesli, Kur’an'ın indirilişine şahit olmuş, Peygamber (as)'in eğitimi ile İslam'ı öğrenip yaşamış bir nesildir. Daha sonra gelecek nesillere dini yaşama açısından model olan bu neslin, Kur’an karşısındaki örnek tavrı bizler için büyük bir önem taşımaktadır. Çünkü bu neslin eğitimine kaynaklık eden Kur’an'dır. Sahabe nesli, Kur’an'ı okumak ve ezberlemekle yetinmeyip onu anlamaya, ayetleri üzerinde düşünmeye ve emir­lerine uygun hareket etmeye de büyük özen gösterdiler. Onlar, Kur’an'ı anlayarak okumanın ve ayetleri üzerinde düşünmenin, Allah tarafından istendiğini çok iyi biliyorlardı. Ayrıca onlar, Allah'ın:

Kutsal, bereketli bir Kitap bu; onu sana indirdik ki ayetlerini derin derin düşünsünler ve temiz özlüler öğüt alabil­sinler.” [326] mealindeki buyruğuna ilk muhatap olan Hz. Muhammed'in, Kur’an okuduğunda onunla doğrudan bir iletişim kur­duğunu görüyorlardı. İşte bundan dolayı bazı alimler, Kur’an'ı anlamadan ve üzerinde düşünmeden okumayı doğru bulmamış­lardır. [327] Tâbün'in ileri gelen alimlerinden es-Sülemi ise, "sahabe neslinin, Kur’an'ı ilim ve amelle birlikte öğrendiklerini" belirt­miştir. [328] Görüldüğü gibi sahabe neslinin eğitimi, Kur’an merkezli idi. Onlar, Kur’an'ı Hz. Peygamberin rehberliğinde anlamışlar ve anladıklarını da hayatlarında uygulamışlardır.

Ancak, Peygamber (as)'in ve sahabe neslinin ortaya koyduğu güzel örnek, ne yazık ki bir süre sonra giderek yerini statik bir yapıya ve tutucu bir anlayışa bırakmıştır. İslam dışı ideolojile­rin dayatmasıyla bu anlayış, Kur’an'ın dinamizmini hayata yansıtamamıştır. Bu yanlış anlayışlar, İslam dışı sistemler tarafın­dan destek görünce İslam dünyası, özellikle yirminci yüzyılın başlarında son siyasi otoritesini de yitirdi. Bu aşamadan sonra, İslam coğrafyasında birtakım küçük siyasi kabilevî yönetimler oluşturuldu. Söz konusu yönetimler, kendilerine galip gelen ba­tı medeniyeti karşısında süratle İslami kimliklerinden uzaklaş­tılar. Dini, sadece kişisel inançlar seviyesine indirgeyerek İs­lam'ın toplumsal yönünü ve işlevini reddettiler. Bütün bu olumsuzluklar, İslam dünyasında kimlik bunalımı doğurdu. Par­çalanmış İslam âlemi, sonunda batının sömürge alanı haline getirildi. Tabii ki İslam dünyasının bu duruma düşmesine, batının acımasızlığı kadar Müslümanların gafleti ve ataleti de sebep ol­muştur.

Bu yanlışların temel kaynağı, insanların Kur’an'dan uzaklaş­malarıdır. Oysa Kur’an, insanların hidayeti için gerekli olan herşeyi getirmiştir. [329] Bu durumda, insanın, Kur’an'ın hidayetine tes­lim olmaktan başka kurtuluş yolu bulunmamaktadır. Yapılması gereken en önemli iş, anlaşılmak ve kendisine uyulmak için gönderilmiş olan Kur’an'a yönelmektir. Çünkü, sahih bir İslam anlayışına ve yaşayışına ulaşmak, ancak Kur’an eğitimiyle mümkün olacaktır. [330]

 

KUR’AN'I ANLAMAYA YÖNELİK ÖNCELİKLER

 

“Biz bu Kur’an 'ı akılda kolay tutulur kıldık; öy­leyse yok mudur ondan ders almak isteyen?” [331]

İslam, Allah'a teslim olmanın adıdır. Ancak, Allah'a teslim olmak O'nun her zaman insandan ne istediğini iyi bilmeyi ve anlamayı gerektirir. İşte bu yüzden, daha vahyin inmeye başla­dığı andan itibaren hayatlarını Kur’an'la şekillendirmek isteyen Müslümanlar, onu doğru anlamak ve uygulamak için çalışmış­lardır. Çünkü Kur’an, İlahi iradeyi insanın anlayabileceği bir dille açıklayan Allah kelamıdır. Bunun için Kur’an'ın hiçbir ayeti, mesaj ve maksat bakımından insandan soyutlanamaz. Aksi takdirde onun hayat damarları kesilmiş, Kur’an sessiz ve soluk­suz (mehcâr) olarak tarihin derinliklerine terk edilmiş olur. Öyleyse Kur’an, kasıtlı ve kısır görüşlerle dondurulmamalı; onun mesajının etkinliği, çağın kaprisleri uğruna feda edilmemelidir.

Kur’an, sonuçta bir metindir. Onun anlaşılması, manasının insan zihnine iyice yerleşmesi ve mesajının insana tesir etmesi için, bir yönteme ihtiyaç vardır. Olur olmaz yerde ve ölçüsüz biçimde Kur’an'a gitme iddiası, amiyane tabirle kaçak güreş­mekten başka bir şey değildir. Kur’an, kendi bütünlüğü içinde ve düşünülerek okunması halinde doğru anlaşılabilir. Bu gerçe­ğe, Kur’an'da yer alan üç temel kavramla işaret edilir. Bunlar, kıraat, tilavet ve tertildir. [332]

Kıraat, "okumak" anlamına gelir. Bunun için "dış kaynaktan alınan sesleri anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihne nakşetme­ye; hafızada bulunan kelimeleri veya bir yerde yazılı olan harf­ten sese çevirip dile getirme(telaffuz etme)ye" kıraat denir. [333]

Tilavet de, "okumak, okunan şeye bilgili ve şuurlu biçimde uymak" demektir. Her tilavet kıraattir, fakat her kıraat tilavet değildir. [334] Çünkü tilavet, hem kelimeyi söylenmesi gerektiği şe­kilde seslendirmeyi, hem de kelamın anlamını kavrayıp onun gereğini yerine getirmeyi ifade etmektedir. [335]

Tertil ise, "bir şeyin parçalarını, bütününü meydana getire­cek şekilde bir araya toplayıp onlara uygun bir düzen vermek" anlamına gelir. [336] Bu sözcük Kur’an'ın okunuşuyla ilgili olarak kullanıldığında, onun düşünce süzgecinden geçirilerek sakin, ölçülü ve bütüncül biçimde okunması gerektiğini ifade eder. [337] Demek ki Kur’an'ı okumak, bir bakıma onu anlamaya denk bir söz olmaktadır. Asıl önemli olan da, Kur’an'ın içindekini anla­yıp ona uygun bir hayat tarzı belirlemektir.

Kur’an, Peygamber (as) re tutarlı bir bütün oluşturacak şekilde ve belli bir düzen içinde vahyedilmiştir. Bu durum, onun bir lafzı, bir anlamı ve maksadı olduğunu gösterir. İşte kıraat, tila­vet ve tertil kavramları, Kur’an'ın lafız, mana ve maksat bütün­lüğü içinde okunup anlaşılması gerektiği mesajını verir. Şu hal­de Kur’an'ı okuma ve öğrenmede tertil metodu takip edilmeli, o düşünüp anlamayı hedef alan bir yöntemle okunmalıdır. Zira Kur’an'ın gösterdiği hedefe ulaşmanın en doğru ve sağlam yolu budur.

Kur’an'ı tam ve doğru olarak anlayabilmek için aceleci yak­laşımlardan, ayetleri ait oldukları anlam örgüsünden çıkarıp yanlış sonuçlara varmaktan sakınmak gerekir. Kur’an vahyi bir bütün olarak ele alınmalı, münferit meseleler de bu bütün içinde sonuca bağlanmalıdır. Demek ki Kur’an'ı tertil ile okumak, ke­limelerinin hakkını vererek ve anlamını duyarak okuyup mânâ­yı nameye boğdurmamaktır.

Öyleyse Kur’an'ı öncelikle anlamak için okumalıyız. Sonra da anladıklarımızı tutarlı bir yöntemle hayata taşımalıyız. Üzü­lerek belirtelim ki günümüzde Kur’an'ı, Kur’an'ın işaret ettiği yöntemlerle okuma ve okutma; İslam'ı bu yolla öğrenme ve öğretme konusunda istenilen başarı sağlanamamıştır. Çünkü ge­nelde insanımız, Kur’an'ı anlamaksızın yalnız yüzünden oku­mayı yeterli görmüştür. Kur’an'a sadece bir mezar veya tören kitabı gözüyle bakanlar, hafızın sesine kapılıp bazen kendile­rinden geçebilirler. Fakat bugün insanları kendinden geçiren değil, onları kendilerine getiren ve Allah'a yönelten okumalara ihtiyaç vardır. Çünkü biz sadece Kur’an'ın lafzını okumakla yü­kümlü olmayıp, ayrıca onun manasını anlamakla da mükellefiz. Zaten manasını anlayıp inandığımız zaman. Kur’an'ın hükmüyle amel edebiliriz.

Kur’an'ın ilahi kaynaklı olması, onun insan düşüncesini ta­mamen dışladığı ve ona hiç yer vermediği anlamına gelmez. Aksine Kur’an, kendine ait özel üslubundan ötürü bakmasını ve okumasını bilenler için yoruma açık bir metindir. Bu yüzden onda, insanın müspet çabalarını engelleyici hiçbir hüküm yer almaz. Ancak insanın Kur’an'dakileri anlayabilmesi için, zihnini eğitmesi ve ön yargılardan arınarak duyarlı biçimde Kur’an okuması gerekir.

Bu aşamada, Kur’an'ı anlamaya yönelik öneriler, şu şekilde özetlenebilir:

Kur’an, Allah sözüdür. Ancak o, insanlığa Arapça bir metin olarak indirilmiştir. [338] Bu yüzden onu öncelikle nüzul dönemi Arapçasının verileriyle anlamak gerekir.

Kur’an, evrensel bir niteliğe sahiptir. Fakat anlama ve yo­rumlama faaliyetinde, nüzul sebeplerinin ve o dönemin kültür dokusunun iyi bilinmesi de şarttır. Çünkü Kur’an'ı tarihi bağla­mından kopartarak salt metin olarak anlamaya imkân yoktur. Sözgelimi “Üstlerinde (egemen) bulunan Rablerinden korkuyor ve kendilerine ne buyurmuşsa onu yapıyorlar. [339] anlamındaki ayet, Arapların Allah telakkileri doğrultusunda inmiştir. O, me­kan ve yer olarak değil, güç ve kudretiyle her şeyin üstündedir. Ayetin asıl maksadı, bütün yaratıklar Allah'ın buyruklarına uyarken inkarcı insanın Allah'a baş kaldırmasının doğru olmadını anlatmaktır.

Kur’an, eşsiz bir kitaptır. Onun mucizilği sadece bir ayette, surede veya üslup tarzında değil, bizatihi kendinde aranmalıdır. Anlama ve yorumlama faaliyetinde esas amaç, hitaptaki mana ve maksadı ortaya koymaktır. Bunun için, Kur’an'ın muhatapla­rına iletmek istediği everensel mesajlar, temelsiz görüş ve yak­laşımlarla perdelenmemelidir.

Kur’an, parçacı bir çözümleme yoluyla değil, lafız, mana ve maksat bütünlüğü içinde okunmalıdır. Çünkü tablet çözümleme yöntemi. Kur’an'ın kendi bütünlüğü içinde ve doğru biçimde an­laşılmasına imkân vermemektedir.

Kur’an okunurken, fikir ve akılla bulunabilecek manalar ih­mal edilmemeli, onun hükümlerinin insan hayatındaki önemine itina gösterilmelidir.

Kur’an'ın, hayatımızın neresinde yer aldığı veya alması ge­rektiği üzerinde yoğunlaşmak zorundayız. Dinin etkinliğinin mabet yahut mezar işleriyle sınırlı tutulması, son derece yanlış bir anlayıştır. Çünkü bugün, İslam'a ve Kur’an'a camiden ziya­de dışarıda ihtiyaç vardır.

Allah, insanlardan bu dünya hayatında kendisine kulluk et­melerini istemiştir. Öyleyse kadın erkek herkesin bu görevi, yeryüzünün her yerinde yapması gerekmektedir. Bu da Kur’an'ın okunan, anlaşılan ve hayatta uygulanan bir kitap olarak gündemde kalmasıyla gerçekleşebilir. Zira dünyada yaşarken elde edilmemiş bir değeri, ahirette kazanma imkânı yoktur. [340]

Kur’an açısından, dünya hayatında İslam dairesi dışında ka­lan hiçbir alan yoktur. Ayrıca Kur’an'ın temel amaçlarından biri de yeryüzünde en güzel iş yapan insanlar vücuda getirmektir. [341]

Kur’an, insanlara sadece nasıl inanacaklarını değil, aynı za­manda nasıl yaşayacaklarını da öğretir. Bunun için Müslüman­lar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kur’an'dan ve Kur’an eğitiminden uzak kalamazlar; Kur’an'ı da hayatlarının dışına itemezler.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, gerçek mutluluk ancak Kur’an ve sünnetin ruhunu anlamış, onları iradeli ve şuurlu olarak hayatlarina taşıyabilmiş nesillerin nasibi olacaktır. İşte o zaman bütün insanlık “Onlar Allah'ın nurunu boş laflarıyla söndürmek is­ter er; ama hakikati inkâr edenler ne kadar öfkelenseler de Al­lah nurunu bütün parlaklığı ile yaymaya devam edecektir[342] ayetıyle müjdelenen hedefin, bütün netliğiyle gerçekleştiğini görecektir. [343]                                                                     

 

KUR’AN ve MUHATAPLARI

 

Ey iman değerine erenler, Allah'a ve Elçi's ine itaat edin işitip durduğunuz halde ondan yüzü­nüzü çevirmeyin. Hiç işitmedikleri halde "işit­tik" diyenler gibi olmayın.” [344]

Kur’an, Peygamber (as)'e vahiy yoluyla indirilen, eşi ve ben­zeri bulunmayan ilahi bir mesajdır. [345] Onun her bir parçası da tümü de Kur’anadır. [346] O, genelde bütün insanlara, özellikle de inananlara her zaman gerekli olan bir Kitaptır. [347] Ancak Kur’an'ı anlamak ve içindekileri yaşamak için gereken gayreti göster­meyenler, okudukları Kur’an'dan beklenen faydayı göremezler. İnsan, Kur’an'ı anlayarak okuduğu, inanarak ve aktif bir amelle ona uyum sağladığı zaman, onun yararını görür ve gerçek an­lamda ona uymuş olur. [348] Müslüman, Kur’an'ı Allah'ın adıyla, açık bir zihin ve kalple okur. Şeytandan ve şirkten uzaklaşıp te­fekküre dalarak ona yaklaşır; böylece onu anlamaya ve uygu­lamaya çalışır.

Kur’an, insanları uyarmak, [349] Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde davrananlara yol göstermek, [350] onları doğru yola sevk edip iman değerine erenleri müjdelemek, [351] kişilerin hayatlarında kar­şılaştıkları sorunları çözmek, [352] tüm insanlığı karanlıklardan ay­dınlığa çıkarıp Allah'ın yoluna iletmek için gönderilmiştir. [353] Kur’an, muhataplarına zahmet versin diye değil; kötülüklerden sa­kınsınlar ve iyi bir hayat sürsünler diye insanlara merhameten gönderilmiştir. [354] Çünkü Allah, insanların, Kur’an'ın irşadı ile ha­reket edip onunla hidayet bulmalarını istemiştir. Bunun için, Kur’an'ın muhatapları öncelikle onu anlar ve uygular duruma gelmelidir. Zira Kur’an, kendini anlayarak okuyanları ve hü­kümlerini uygulayanları gerçek mümin olarak tanımlar. [355]

Bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz acı duru­mun temel sebebi, Kur’an'ı anlar ve uygular durumda olmayışımızdır. Bu- durum hem insanları onun gönderiliş maksadın­dan, hem de İslami değerlerden uzaklaştırmaktadır.

Kur’an kendini, gönderiliş amacına uygun olarak okumayan, mana ve maksadını kavramak için çalışmayanları, müşriklere benzetir. Müminleri, onların durumuna düşmemeleri için şöyle uyarır:

“Ey iman değerine erenler, Allah'a ve Elçi'sine itaat edin. İşitip durduğunuz halde ondan yüzünüzü çevirmeyin. Hiç işitmedikleri halde "işittik" diyenler gibi olmayın.” [356]

İşitmedik­leri halde "işittik" diyenlerden maksadın, müşrikler olduğu söy­lenir. [357]

Bir kınayıcı benzetme de, Kitabı okuyup anladıkları halde ona uymayanlar hakkında yapılır:

İçindekilerini uygulamak üzere kendilerine Tevrat yüklenip/verilip de sonra onu gerektiği gibi taşımayanlar/uygulamayanlar, tıpkı kutsal kitap taşıyan merkep gibidirler. Allah'ın ayetlerim yalanlayanların oluştur­duğu örnek ne kötüdür.” [358] Hem müşriklerin, hem de kitap ehli­nin ve münafıkların durumunu eleştiren bu ayetlerdeki uyarının, Müslüman olduğu belirtildiği halde Kur’an'ı anlamaya ve ha­yatlarında ona uymaya ihtiyaç duymayan kişi ve kitlelere de yönelik olduğu unutulmamalıdır. [359]

Bugün Müslümanlar ve diğer insanlar, İslam'ı hayatın dışın­da tuttukları için mutlu değiller. Belki de bu durum, yaptıkları yanlış tercihe uygun bir cezadır onlar için. Allah birçoğunu af­fediyor olsa da, insanların başına gelen her musibet, kendi yaptıkları yüzündendir. [360] Bu yüzden Allah'ın hükmü lehte veya aleyhte değil "adil'dir.

Şimdi yapılması gereken, geçmişin tecrübesinden yararlanıp gelecek asrın ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurarak Kur’an'ın sunduğu güzellikleri hayata geçirmektir. Bu, sadece Müslümanlar için değil bütün insanlık için hayırlı olacaktır. Çünkü bugüne kadar İslam'ın dışında, hiçbir beşeri sistemin in­sanlara hak ettikleri değeri vermediği ve onlara mutluluk geti­remediği açıkça görülmüştür.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur’an mesajını bir tarafa bırakıp keyfî bir hayat sürmekle Müslümanca yaşamış olamayız. Her şeyden önce önümüzde anlayıp yaşamak için okumakla mü­kellef olduğumuz Kur’an var, Onun muhatapları olarak temel vazifelerimizi Kur’an'dan öğrenmek, sonra da öğrendiklerimiz­den hayır görebilmek için Kur’an'a uymak zorundayız. [361]

 

KUR’AN'I HAYATA TAŞIMAK

 

Hakikati inkâra şartlanmış olanlar: "Bu Kur’an 'ı dinlemeyin, okunmasını engelleyin; ancak böylece üstün gelirsiniz." derler.” [362]

Kur’an, kendini "insana en doğru yolu gösteren" ve "hakikat bilgisini öğreten” bir kitap olarak tanıtır. [363] Kur’an'da "Allah'ın insana öğretmesinden" [364] ve "ona yol göstermesinden" [365] söz edi­lir. Demek ki Kur’an, insanların her çağda ihtiyaç duyacakları ve hakikati öğrenmek için kendisine başvuracakları eşsiz bir kitaptır. İnsan Kur’an'ı öğrenirse, Kur’an ona nerede, ne zaman ve nasıl davranacağını öğretir. Kur’an'ın doğruluk ve değer öl­çülerine uygun davranan kişi de, iyi ve kâmil bir insan olur.

Kur’an, kâinatın insana hizmet vermesi, [366] insanın da Allah'a ibadet etmesi için [367] yaratıldığını belirtir. Şu halde kâinat insan için çalışacak, insan da Allah'a kul olarak kâinatta iş yapacaktır. Çünkü akıl ve irade sahibi olan her insan, Allah'a kulluk göre­viyle yükümlüdür. Bu yükümlülük, Allah'ın Kur’an'la sunduğu hak dini, Peygamber (as)'in duyurduğu ve uyguladığı gibi yaşa­yarak yerine getirilebilir. [368]

 

"Bu Kur’an 'ı Dinlemeyin, Okunmasını Engelleyin " Diyenler

 

Kur’an; getirdiği üstün inanç ilkeleri ve ortaya koyduğu dün­ya görüşüyle insanlık tarihinde yeni bir dönem başlatmıştır.

Ancak, Kur’an'ın aydınlık dünyasından hoşlanmayanlar, her fır­satta onun karşısında yer almışlardır.

Kur’an, kendisinin bütün etkinliğiyle hayatta yer almasına, fert ve toplumlar arası ilişkilerde düzenleyici rol oynamasına rı­za göstermeyenlerin olumsuz tavırlarını, şu anlamlı ifadelerle dile getirir:

Hakikati inkâra şartlanmış olanlar: "Bu Kur’an'ı dinlemeyin, okunmasını engelleyin; ancak böylece üstün gelirsiniz. " derler.” [369]

Bu ayet, Kur’an'ın her geçen gün gönüllere işlediğini, özel­likle inanmış gençlerin basiretli gayretleriyle hayata taşındığını gören ve bu yüzden öfke krizine giren müşrik liderlerin, Kur’an'a karşı çetin bir direnişi nasıl örgütlediklerine dikkat çeki­yor. Onların Kur’an'ı etkisiz kılmayı amaçlayan bu direnişleri­nin ardındaki esas neden ise, Kur’an mesajının şirk değerleriyle çatışmasıydı. Çünkü Kur’an, insani ve manevi değerlerden yok­sun, sadece maddi ve çıkarcı amaçları önemseyen Mekke aris­tokrasisinin yanında değil, karşısında yer alıyordu. Bu yüzden Kur’an mesajı şirk ilkelerine dayalı kurulu düzeni tehdit ediyor­du. İşte müşrikleri çileden çıkaran şey, Kur’an'ın onların oyun­larını bozmasıydı. Peygamber (as) de, yüksek değerlerin, hak ve adalet ilkelerinin çıkar saltanatı uğruna feda edilmelerine fırsat vermiyordu. Allah'ın Elçisi, tevhid inancını, toplumsal değişi­min esası haline getiren soylu mücadelesiyle, Kur’an'ı insan ha­yatına taşımanın en güzel örneğini vermiş oldu. Şirk önderleri de işte bundan dolayı Kur’an'ın karşısına çetin bir direnişle çık­tılar.

İnsanımızı olumsuz ortamdan kurtarmanın tek çaresi, Ku­r’an’ın hayata nüfuz etmesinin yolunu açmaktır. Çünkü yeryü­zünde şeytanın kölesi ve gölgesi olmamak için, İslam'ın insanı olmak gerekiyor. İşte bunun için Kur’an, Allah'a tam olarak inanan mümini övüyor; mümin de Kur’an'ı hayatına taşıyıp İs­lam'ı benimsiyor. [370]

On dört asrı aşkın bîr süreden beri insanların başlıca ilgi odağını Kur’an oluşturmaktadır. Dünya durdukça da insanların. Kur’an'a olan ilgi ve ihtiyacı devam edecektir. İnsanla Kur’an arasındaki bu vazgeçilmez ilgiyi kesmeye hiç kimsenin gücü yetmeyecektir:

Onlar Allah'ın nurunun yayılmasına öfkelenip onu boş laflarıyla söndürmek isteseler de, Allah nurunu bütün parlaklığıyla yaymaya devam edecektir.” [371]

Zira Kur’an, âlemlerin Rabb'i tarafından indirilen, [372] insanlara en doğru yolu gösteren, [373] hayatın ideal ve evrensel boyutlarını belirtip her şeyin örneğini veren [374] ve okunup anlaşılması gere­ken apaçık bir kitaptır. [375] O, Yüce Allah'ın, bütün insanlara sun­duğu mesajıdır. [376] Müslümanların ruhu ve hayat kaynağıdır. [377]

 

Önce Kur’an Bilgisine Sahip Olmak

 

İlme çok yer ve değer veren Kur’an, [378] insana günlük hayatı, bir ibadet bilinci ve aşkı içinde yaşamayı öğretir. [379] Bunun için, öncelikle onun sunduğu gerçek ve derin bilgiye sahip olmak ge­rekir.

Ancak günümüz insanının hayatını bu açıdan Kur’an ölçüsü­ne vurursak, durumun istenen seviyede olmadığını görürüz. Çünkü Kur’an'ı anlama ve yaşama maksadıyla okuma şekli, bü­yük ölçüde yitirildi. Bu yüzden Kur’an anlaşılmadan okunan an­cak yeterince saygı duyulmayan ve hayatta kendisine pek fazla yer verilmeyen bir kitap haline getirildi.

Kur’an, hayatta kendisine gereken yeri ve değeri vermeyenle­ri, Peygamber (as)'i vesile kılarak Allah'a şöyle şikâyet eder:

O gün Peygamber der ki: "Ey Rabb 'im! Kavmim(den bazıları) bu Kur’an'ı büsbütün terk ettiler/Onu gözden ve hayattan çıkar­dılar.” [380]

Şunu kesin olarak biliyoruz ki Kur’an, indiği ve yaşandığı devirde anlaşılmak, hükümleri doğrultusunda bir hayat sürmek için okunuyordu. Sahabe nesli, Peygamber (as)'in önderliğinde, nazil olan her ayeti, Yüce Allah'tan gelen bir mesaj anlayışıyla karşılıyor, hükmünü hayatta icra etmek için okuyor, öğrendikle­rini de vazgeçemeyecekleri bir ilke olarak yaşıyorlardı.

Bu durumda, ayetteki "benim kavmim" ifadesiyle, ismen İslam toplumundan olmasına rağmen gerçek hayatta Kur’an'a hak ettiği yeri ve değeri vermemiş kitlelere işaret edilmiş olma­lıdır. Kur’an'ı, dünyacı istek ve çıkarlarına aykırı bulanların, ya­hut onun, zamanın değişen şartları karşısında geçerliliğini yi­tirmiş bir kitap olduğunu sananların, ona hayatlarında yer vermeyişlerinin nedeni bellidir. Ama Kur’an'ı ilahi bir vahiy olarak kabul ettikleri, onun her çağda geçerli ve yeterli olduğuna inan­dıklarını söyledikleri halde, gerçekte Kur’an'ı hayatlarının kitabı yapamayanların ve ona aktif bir amelle uyum sağlayamayanla­rın, hangi nedenlerle Kur’an'ı terk ettikleri sorgulanması gerek­ken bir durumdur. Nitekim, bugün yeryüzünde yaşanan İslam, Kur’an'la sunulmuş ve genel çerçevesi sünnetle ortaya konul­muş İslam değildir.

Çünkü saadet asrından kısa bir süre sonra Kur’an'ın ilmi, fik­ri ve ameli yönü atıl bırakıldı. Hayati meseleler, Müslüman'ın ilgi alanı dışına çıktı. Marjinal konularla daha çok ilgilenildi. Allah'a inandığını söylediği halde O'nun dinine karşı çıkan, Allah'la dîninin arasını ayıran kimseler türedi. Kur’an ve sün­netten elde edilen ilim, erken devirde yönetimden ayrılınca ilk bozulma yöneticilerde oldu. Daha sonra bu yozlaşma ve bo­zulma toplumlara sirayet etti. Bütün bu olumsuzluklar günümü­ze kadar sürüp geldi. Kur’an on dört asrı aşkın bir süre önce in­sanlık hayatına indi; ama Müslüman olduğunu söyleyen kitle­ler, onu hâlâ istenen ölçüde hayatlarına geçiremediler. Oysa in­sandan istenen, Kur’an'ı ilim ve amelle birlikte öğrenip onu uy­gulama kabiliyeti kazanması ve Kur’an merkezli bir hayatın iz­leyicisi olmasıdır.

Kur’an'ı anlayarak okuyan insan, ilim sahibi olur, kalbi yu­muşar, Allah'ı tanıyıp O'na saygı ve sevgiyle bağlanır. Sonun­da o insan, İslam'ı uygulama kabiliyeti kazanır. “Bu Kur’an yü­celerden indirdiğimiz bereketli bir kitaptır. Öyleyse ona uyun ve Allah 'a saygı duyun ki O 'nun rahmetine lâyık olabilesiniz.” [381]

 

KURTULUŞ MESAJI

 

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı tutunun ve birbirinizden kopmayin...” [382]

İlahî vahyin son aşaması olan Kur’an, insanlığa nihai teklifler bütünü olarak sunulmuştur. Aşkın ufuktan gelen Kur’an insana, hayata ve topluma yönelik bir mesajdır. O, kendine özgü dün­yasından hayata yön vermek ve insanlığı kurtuluşa erdirmek ar­zusuyla kopup gelmiştir. İnsanın kurtuluşu, Allah'ın birliğini kavrayıp O'nun iradesine teslim olması ve dürüst bîr şekilde yaşayıp imana pratik bir anlam kazandırmasıyla mümkün olur.

Dünyada artık her türden ilişkileri, galip Batı medeniyetinin belirlediği günümüzde, insanlığın pek çok sorunlar içinde çırpı­nıp durduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Bunun temel nedeni, insanların Kur’an kapsamında sunulan İslam'dan büyük ölçüde uzaklaşmış olmaları; Müslümanların da çeşitli nedenlerden do­layı mensubu oldukları İslam'ı bugüne hakkıyla taşıyamamalarıdır.

Bu açık gerçeğe rağmen, toplum düzenine ilişkin iddia taşı­mayı, İslam'ın özünden değil de harici bir meseleymiş gibi al­alamak; İslam'ı, sistemi olmayan kuru bir inanç, bir tasavvur ve hayatta uygulanması imkânsız olan yalın bir iman olarak görmek anlamına gelir. Halbuki İslam, toplumun tüm katmanla­rına seslenen kapsamlı bir dindir ve İslam'a göre sosyal düzen, ünden bağımsız değildir. Bunun en açık delili, Kur’an'ın temel tezi olan tevhiddir. Tevhid, yalnızca Allah'ın birliği ve tenzihle sınırlı değildir. O, aynı zamanda hayatın bütün organlarının or­ganik birliğini ifade eden bir eylem ilkesidir. Tevhidin böyle bir aksiyon ilkesi olduğunu gösteren en güzel örnek ise, bütün pey­gamberlerin hayatın organik birliğini bozan zulüm düzenlerine muhalefetle baş kaldırmış olmalarıdır. [383]

Kur’an'ın temel gayelerinden biri de, yeryüzünde adaletli bir sosyal düzen oluşturup insanlığın temel haklarını ve değerlerini korumaktır. Bunun için iyiliği buyurup ayakta tutmak, kötülüğü de gerekirse güç kullanarak ortadan kaldırmak Müslüman top­lumun görevidir. [384]

Kur’an'ın sunduğu toplumsal düzen hukuki, siyasi ve iktisadi unsurlardan oluşur. Yasama faaliyeti, toplumsal hayatı oluştu­ran bütün süreçleri kapsar. Bunun için Kur’an'daki hukuki dü­zenlemeler, kişi ve toplum hayatını veri olarak alır. [385] Bu bağ­lamda Kur’an, yasama yetkisine, [386] özel ve kamu hukukuna, [387] bir de muhakeme usulüne dair ilkeler getirmiştir. [388] Kur’an'ın indiği dönemde, yasama yetkisi bütünüyle Allah'a ve Elçisine aitti. [389] Vahyin tamamlanıp Peygamber (as)'in vefat etmesinden sonra bu iş, Kur’an ve Sünnete ters düşmemek şartıyla toplumun so­rumluluğuna ait görülmüştür. Bunun tabii sonucu olarak İslam toplumunun sonraki dönemlerdeki ihtiyaçları, İslam alimleri ta­rafından oluşturulan fıkıh disiplinleriyle karşılanmaya çalışıl­mıştır. Onlar, Kur’an ve sünnetteki yasamayı kaynak ve örnek alarak bu işi başarmışlardır. Kur’an'ın toplumsal projesini anla­yıp uygulamak için bugün de beyin gücüne ihtiyaç vardır.

Kur’an'ın insanlığa bildirdiği kesin ve doğru ilkeler, İslam'ın evrensel mesajının taşıyıcısı olmaya devam edecektir. Müslü­manların yapması gereken iş, Kur’an'ın rehberliğini ve Peygamber(as) örneğini izleyerek bu ilkeler doğrultusunda yeni bir me­deniyet oluşturmaktır.

Müslümanlar fiilen içinde bulundukları zamanı yaşanmamış kabul edemezler. Sömürü sistemleri olanca gücüyle yayılıp ge­lişirken, Müslümanların onlara seyirci kalma gibi bir lüksleri de olamaz. Şu halde İslam, Kur’an'ın tarif ettiği şekilde insanlığın hayatında yeniden uygulama zemini bulmalıdır. Bunun en güzel şekli, Allah Elçisi tarafından ortaya konulmuştur.[390]

 

ALLAH ELÇİSİ'NİN ÖRNEKLİĞİ

 

Gerçek şu ki,Allah 'ı ve Ahiret Günü 'nü arzu eden, O 'nu daima anan kimseler için, Allah Elçisi en güzel örnektir.” [391]

Yüce Allah, Kur’an'ı her şeyin açıklayıcısı kılmış. Kur’an da bilinmesi gereken her şeyi insanlara açıklamıştır. [392] Kur’an'ın bil­dirdiği temel ilkeler ve ahlaki değerler mutlak ve süreklidir.

Kur’an, her şeyin aslını bildirmiş, Allah'ın Elçisi de bunları beyan etmiştir. Yüce Allah kelamıyla, Peygamber (as) de beya­nıyla insanlara hakikati bildirmiştir. Bunlara uyan kimse, hem Allah'a hem de Peygamber (as)'e itaat etmiş olur. [393]

Kur’an'ın ihtiva ettiği manaya sünnet tarafından getirilen be­yan, bağlayıcıdır. Bunun için sünnet, İslam'ın ikinci kaynağı­dır. [394] Sünnete uymak, Allah Elçisinin Kur’an'ı herkesten daha iyi bildiğini ve uyguladığını kabul etmek manasına gelir. Peygamber (as), vahiy konusunda nevasından konuşmayan, [395] siyaset ve diğer önemli işlerde de istişare ve ictihad yapıp şûraya önem veren örnek bir liderdir. [396] İşte bunun için onun siret ve sünneti, her zaman örnek alınacak niteliktedir. Çünkü azim ve irade, sa­dakat ve cesaret, en üstün ve en güzel ahlak hep ondadır. O, herkese örnek olabilecek yüksek bir ahlak timsalidir. [397] Bilindiği gibi, Kur’an'ın doğru anlaşılıp İslam'ın en güzel biçimde ya­şanması, prensip ve pratik olarak sünnette ifadesini bulmuştur. Bu durumda Peygamber (as) örneğini izlemek, Müslümanlar için hem bir ideal hem de en önemli görev olmaktadır. [398]

 

İmandaki Örnekliği

 

Kur’an. Hz. Muhammede sorumluluğu ağır bir mesajın tevdi edildiğini bildirir [399] ve onu, bu sorumluluğun bilincinde olan bir peygamber olarak tanıtır. [400] Hz. Muhammed, vahiy almadan önce kendi halinde bir muvahhiddî. Vahiy geldikten sonra, bütün in­sanlığa gönderilen son peygamber oldu. O, İslam'a önce kendi­si iman etti. Mesajı başkalarına iletmeden önce, İslam inancının tüm sonuçlarını kabullendi ve hayatını bu inanca adadı. Yolunu şaşırmış insanlığa Allah'ı tanıttı ve O'nun insanlar için seçip hoşnut olduğu İslam'ı anlattı.

Allah'ın Elçisi, en çok tevhid inancına önem verdi. Allah'ın birliğini ve O'na giden yolun tekliğini ifade eden tevhidin, te­miz, arı-duru kalmasına büyük özen gösterdi. En yakınları tara­fından bile olsa, bu inanca gölge düşürülmesine izin vermedi. Bir gün huzuruna gelip "Allah'ın dilediği ve senin dilediğin olur" sözcüğünü telaffuz eden bir sahabiye hemen müdahale edip "Beni Allah'a denk (ortak) mı yaptın? Sadece Allah'ın dilediği olur de." [401] buyurarak hiçbir beşeri iradenin, ilahî irade ile denk tutulamayacağını belirtti. O, insanları tevhid terbiyesiyle yetişti­rip İslami hayatı, bu temel ilke üzerine ikâme etti. [402]

 

İbadetteki Örnekliği

 

Hz. Muhammed, Allah'a yapılan bütün ibadet şekillerinde İslam'ın belirlediği ölçülere uymak gerektiğini anlattı. Hayatını ölçülü bir ibadet biçimiyle düzenledi. Bu alanda hiçbir kimse­nin ilave veya değişiklik yapmasına izin vermedi. İslam'ın iba­det şekillerinin, aşırılığın her çeşidine kapalı ve karşı olduğunu beyan etti. Onun hayatı, Kur’an'a göre yaşama ve dünyayı ilahi örneğe göre şekillendirmekle geçti. O, nerede olursa olsun gönlünü Allah'a verip hep O'nu dinlerdi. Allah'a yakalaşmak için sadece ve sadece O'nun teşri buyurduğu yolun izlenmesi gerektiğini vurgulardı. Kur’an ve sünnetin dışına çıkmanın ise, bid'at ve sapıklık olacağı uyarısında bulunurdu. [403] Kısacası o, "Ölüm sana gelinceye kadar Rabb'ine ibadet et." [404] buyruğunun en güzel uygulayıcısı olmuştu.[405]

 

Davetteki Örnekliği

 

Kur’an, Hz. Muhammed'i, insanları Allah'a çağıran bir davetçi, uyarıcı ve müjdeci olarak tanıtır. [406] Çünkü onun en başta gelen görevi, Kur’an mesajını insanlara ulaştırmak," [407] insanları da İslam'a ve Kur’an esaslarına uymaya çağırmaktı. [408] Hz. Muhammed, peygamberlik süresince isabetli ve sistemli bir yöntem uygulamış, bunda da çok başarı sağlamıştır. Tabii ki, bu başarıda en önemli etken, onun örnek şahsiyeti olmuştur. Çün­kü o, insanları davet ettiği Allah'ın dînine tam ve samimiyetle inanmış, İslam'ın ilkelerini önce kendi hayatında bütün ayrın­tılarıyla uygulamıştır. Ayrıca o, dine çağırma yöntemini, baskı ve zorlamaya değil, insanlığı hikmetle ve güzel öğütle Allah'ın yoluna çağırmaya dayandırmıştır. Şu halde her İslam davetçisinin, Hz. Peygamber'in bu yöntemini ve örneğini izlemesi gere­kir. [409]

 

Siyasi Liderlikteki Örnekliği

 

İslam, Mekke döneminde devlet olarak değil, din olarak mevcuttu. Hz. Muhammed de bu dönemde dinin hükümlerini tebliğ eden bir Elçi'ydi. Bağımsız bir siyasi toplumun devlet yöneticisi değildi. Mekke'den Medine'ye hicret edildikten son­ra, İslam'ın devlet olmasının yolu açıldı. Bundan sonra Hz. Muhammed, hem dini tebliğ noktasında kendisine vahiy gelen bir peygamber, hem de devlet yönetiminde bulunan ve önemli işlerde istişare yapan siyasi bir liderdi. Onun önderliğin­de oluşan İslam devleti de, değişmez İslami değerlerle değişken

sivil değerleri taşıyan bir devletti. Devlet, dinin temel rüknü olmasa da İslam'ın ilkelerinin hayatta tam olarak uygulanabil­mesi için gerekliydi. [410]

 

Ahlaktaki Örnekliği

 

Hz. Muhammed'in örnekliği, onun hayat tarzının, Kur’an'a dayanmış olmasından kaynaklanır. Kur’an ahlakı, Allah'ın söz­lerinden oluşan Kur’an'ı yaşama ahlakıdır. Hz. Peygamber de, Kur’an ahlakının yaşayan modelidir. Onun kişiliği ise, imanın ve insanın kemalidir. Çünkü o, inancının gereğini yapıp davasını yaşatmanın bedelini ödemekten çekinmeyen, her fazileti ve üs­tün meziyeti kendinde toplayan bir kişiliğin örneğidir.

Hz. Muhammed, Kur’an’ın bir sembolü ve İslami hayat tarzı­nın bir uygulayıcısı olarak, hayırlı yenilikleri içeren daha pek çok işler yaptı. O, Kur’an'ın insan hayatına katmak istediği tüm değerleri, örnek uygulamarıyla insanlığın önüne koydu. Ger­çekten de dünya, Hz. Muhammed'in peygamberliğinde ve siyasi liderliğinde, köklü bir değişikliğe uğradı. İslam idealinin pratik örneği sünnetle ortaya konulunca, İslam dünyayı teslim aldı ve cihan ufuklarını aydınlattı. Hz. Muhammed'in peygamberlik yıllarını içeren bu örnek hayatı, onun vefatından sonra da tüm müminlere hem rehber hem de mektep oldu.

Peygamber (as) örneğini izleyen müminler, eğer Kur’an'a dikkatlice bakarlarsa kendilerine ağır sorumluluk içeren köklü bir vazifenin tevdi edildiğini görürler. Bu vazife, dünyanın İs­lam'a göre yeniden şekillendirilmesi vazifesidir. [411] Çünkü Al­lah'ın iradesi, İslam'ın insan hayatında asli şekliyle ve uygula­nır biçimde yer almasıdır. [412] Bu da, Kur’an mesajını, peygamber örneğini izleyerek yeniden hayata taşımakla mümkün olur. [413]

 

AYETLER ve TESPİTLER

 

İşte bazı insanları bu dünyada denemek için verdiğimiz azap böyledir; ama ahiret azabı daha şiddetli olacak, keşke bunu bilselerdi.” [414]

Kur’an, insanlara Allah tarafından bahşedilen nimetlerin sa­dece bir lütuf değil, aynı zamanda bir sınama aracı olduğunu da belirtir. Bu yüzden insanlara yönelik müjde ve uyanlar, onların ahlaki davranışlarıyla bağlantılı verilerdir. Bunlarda, cezanın terbiye edici, mükâfatın da teşvik edici rolü vardır. Değinilen bu gerçekler, Kur’an'da "afetli bahçe" örneği ile şu şekilde dile getirilir:

“O bahçe sahipleri yemin etmişlerdi; sabah olunca ağaçtaki meyveleri toplayacaklardı. Onlar bunu söylerken, Allah'ın ira­desiyle ilgili hiçbir istisnai kayıt da koymamışlardı. Bunun üze­rine onlar uykudayken Rabb'inden gelen bir salgın, o bahçeyi sarıverdi ve ertesi gün o bahçedeki bütün bitkiler sararıp kuruyuverdi. Sabah erken kalktılar, birbirlerine seslendiler:

"Haydi meyve toplamak istiyorsanız erkenden tarlanıza gidin." dediler. Hemen fırlayıp yola koyuldular; giderken de aralarında şöyle fısıldaştılar: "Bugün hiçbir yoksul, bahçeye girip yanınıza so­kulmayacak." Ve amaçlarına ulaşmaya kararlı bir şekilde erkenden kalkıp gittiler. Ama bahçeye bakıp onu tanınmaz halde görünce: "Biz herhalde yanlış gelmişiz." diye bağrıştılar. Son­ra da: "Hayır, galiba biz nimetlerden mahrum edilmişiz. " de­diler. Aralarında aklıselim sahibi olanı: "Ben size Allah'ın sı­nırsız şanını yüceltmelisiniz demedim mi? " diye sordu. Onlar: "Rabb'imizin şanı yücedir, doğrusu bizler zalimlermişiz. " de­diler. Sonra dönüp birbirlerini kınamaya başladılar. Sonunda: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz küstahça davranmışız, ola ki Rabb 'imiz bize daha hayırlısını bağışlar, biz de bu ümitle Ona yöneleceğiz. " dediler. İşte bazı insanları bu dünyada denemek için verdiğimiz azap böyledir; ama ahiref azabı daha şiddefli olacak, keşke bunu bilselerdi.” [415]

 

Ayetlerle İlgili Genel Tespitler

 

Bu ayetler, Allah'ın verdiği nimetlere nankörlük eden in­sanların, bir gün o nimetlerden nasıl mahrum kalabileceklerini, "afetli bahçe" örneği ile açıklıyor. Kur’an, nankör ve azgın kim­seyi, haksız ve ahlaksız davranışların odak tipi olarak gösterir. [416] Nankör insanın yapısındaki temel öğeler, "Allah'ı hesaba kat­madan hareket etmek, haktan sapmak, haddi aşmak ve başkala­rına tepeden bakmaktır". Bu davranışların ardında, Yaratıcı'yı hiçe sayma veya O'nu hiç tanımama tavrı vardır.

Yaşamak, insana Allah tarafından bahşedilmiş bir haktır. Hayatın acı ve tatlı yanlan, bolluk ve darlık anları vardır; ama onun yerilecek tarafı yoktur. İnsanın görevi elinden geldiği ka­dar hayatı doğru yaşamak, onu daha ahlaklı ve anlamlı hale ge­tirmektir.

Burada "bahçe sahiplenenden maksat, servete sahip olup onu kullanmaktan görevli ve sorumlu olanlardır. Demek ki bu örnekle hem bireysel mülkün idaresine hem de toplumsal bir göreve işaret edilmektedir. Eğer toplumdaki varlıklı kimseler, yoksulları gözetip onların haklarını vermezlerse sosyal bir gü­nah işlemiş olurlar. Yoksulluk ve günah genelleşirse, helak ka­çınılmaz olur. Günahkârlar da cezalarını her zaman mallarıyla değil, bazen de canlarıyla öderler.

Yüce Allah'ın, nankörce davrananları musibete uğratması­nın hikmeti, bilmeye ve anlamaya yatkın olan insanları dünyada uyarmak, ahirette de daha büyük tehlikelerden korumaktır.

Her insanın yaratılışında keyfine göre ve özgürce yaşama arzusu vardır. Fakat insan, hayatını bazı kurallara uyarak sür­dürmek zorundadır. Şu halde insan, hayatını kuralsız ve sorum­suz biçimde sürdüremeyeceğini çok iyi bilmelidir. [417]

İnsan hayatında manevi ve sosyal huzursuzluğun hastalık derecesine ulaşmasının temel nedeni, insanın iman ve bilgiden doğan sorumluluklarını unutmasıdır. Şayet toplum hayatında huzuru sağlayan değerlerle çatışmaya girilirse, kişi ve toplum hayatına kaos hakim olur ve hayatın düzeni bozulur. [418]

Kamusal alanda İslam’i ve ilmi kurallara yeterince uyulmaz­sa, insanlar maddi çıkar ve sömürüyü esas alan sistemlere yö­nelirler. Nitekim bu sistemlerin sözcülüğüne soyunmuş bazı kimseler, bugün eşi görülmemiş bir iki yüzlülük tavrı sergili­yorlar. Onlar bir yandan özgürlük ve mutluluğun İslami değer­lerden kurtulmakla gerçekleşeceğini söylerken diğer taraftan sömürü sistemlerinin kurallarına ve değerlerine tavizsiz biçim­de bağlı kalmayı, bütün insanların mutluluğunun ve özgürlüğü­nün şartıymış gibi göstermeye çalışıyorlar.

İnsan haklarının yanında insan ihtiyaçları da vardır. Başarı ve mutluluk için, hakların korunması kadar ihtiyaçların meşru şekilde karşılanması da şarttır. Hak ne kadar değerliyse ihtiya­cın giderilmesi de o kadar önemlidir. Aksi takdirde insanlık ve uygarlık mahvolur.

Hayatı doğru anlamayı sağlayan değerler ilim, idrak, iman ve ahlaktır. Onu doğru yaşamanın ilk şartı da Kur’an mesajına kulak vermektir.

Sonuç olarak denebilir ki, Kur’an'ın rehberliği ve Hz. Peygamber'in örnekliği olmadan insanın sadece aklıyla hayatı doğ­ru yaşaması mümkün değildir. Tarih bunun örnekleriyle dolu­dur. Bunun için yapılması gereken en doğru iş Kur’an'ın aydın­lık hidayetine uymaktır. [419]

 

BİR AYET ÜÇ TESPİT

 

“Kötü zanda bulundunuz, böylece helaki hak eden bir toplum oldunuz.” [420]

İslam ahlakının ağırlıklı biçimde işlendiği "Hucurat Sure­sinin 12'nci ayetinde Yüce Allah şöyle buyurur:

“Siz ey iman değerine ermiş olan müminler! Birbiriniz hakkında yersiz zan­da bulunmaktan kaçının; çünkü bu şekildeki zannın bir kısmı da günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini de araştırmayın, bir de ar­kanızdan birbirinizi çekiştirmeye kalkışmayın. Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, sîz ondan iğrenirsiniz! O halde Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Şüphesiz, Allah tevbeleri kabul edendir, rahmet kaynağıdır.” Görüldüğü gibi bu ayet, insanları "zanla hüküm vermekten", "başkalarının gizli taraflarını araştırmaktan" ve "gıybet"ten sakındırmakta; kötü işlerden vazgeçip tevbe edenle­rin bağışlanacakları müjdesini vermektedir. [421]

 

Zanla Hüküm Vermek

 

Yüce Allah, müminlere:

“Birbirleri hakkında yersiz, temel­siz, tahmine dayanan ve kuşkulara yol açabilecek olan bir zan­da bulunmayı” yasaklıyor ve böyle bir zanda bulunmanın gü­nah olduğunu bildiriyor. Ayetteki zan kelimesi, bilgisiz ve bel­gesiz olarak hüküm vermek, bir insanın kötü bir iş yaptığını sa­narak onu sebepsiz yere suçlamak demektir.

"Zannın bir kısmı da günahtır." anlamına gelen ibare, zannın hepsinin günah olmadığına işaret eder. Şu halde bu ayette ya­saklanan zan, olaylar veya insanlar hakkında ileri sürülen mes­netsiz iddialara, iftiralara itibar ederek insanlar hakkında kötü düşünce beslemek şeklindeki zandır. Bir de dinde, zanna daya­nan hükümler vardır. Yani, kafi delil olmayan hususlarda, zanni delil ile amel edilir. Ayrıca, Allah'a ve müminlere karşı gü­zel (hüsn) zanda bulunmak da gerekir. [422] Demek ki günah olan zan, başkası hakkında kötü düşünce beslemek, başkasını kötü sanıp bilgisiz ve belgesiz olarak onun kötülüğüne hükmetmek­tir. İşte, kaçınılması gereken kötü zan da budur. Nitekim, “Kötü zanda bulundunuz, böylece helaki hak eden bir toplum oldu­nuz.” [423] mealindeki ayette de, kaçınılması istenen zannın kötü zan olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Peygamber (as), Müslüman hakkında kötü zanda bulunmanın haram olduğunu şu sözleriyle beyan etmiştir:

"Allah Müslüman'ın kanını, ırzını ve kendisine kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." [424] Şu halde, durumu açıkça bilinmeyen bir kimse hakkında, iyi (hüsn) zan vacip ol­masa bile, o kimse hakkında kötü zanda bulunulması da caiz değildir. [425]

 

Başkalarının Gizli Yönlerini Araştırmak

 

Ayetteki tecessüs kelimesi, dikkat ve gayretle gizli şeyleri araştırmak demektir. Bundan dolayı, bazı gizli şeyleri araştıran kimseye casus denir. Yüce Allah bu ayetle, insanların eksik ve ayıplarının araştırılmasını yasaklamıştır. Peygamber (as) de, bu yasaktan sakınılması gerektiğini, şu uyarıcı sözlerle dile getir­miştir:

"Ey diliyle inanıp iman değeri tam olarak kalplerine girmemiş olan kimseler, Müslümanlar hakkında gıybet etmeyin, onların eksik ve ayıplarını araştırmaya kalkışmayın. Kim Müs­lümanların ayıplarını araştırır, onlarda eksik bulmaya çalışırsa, Allah da onun ayıbını araştırır. O, kimin ayıbını araştırırsa o kimse evinin içinde de olsa onu rezil ve rüsvay eder." [426] Hemen hatırlatalım ki, eksik şahsiyetler, üzerlerine düşmeyen gereksiz şeylerle meşgul olurlar. Akıllı ve olgun kişiler de, kendi kusur ve eksikliklerini gidermeye çalıştıkları için, başkalarının ayıbını araştırmaya vakit bulamazlar. [427]

 

Gıybet Etmek

 

Açıklamasını yaptığımız ayette, yasaklanan kötülüklerden biri de gıybettir. Gıybet, bir kimsenin arkasından, onun hoş­lanmadığı ve sevmediği bir şey söylemektir. Gıybet kavramına, Peygamber (as)'le ashabı arasında geçen şu karşılıklı konuşma daha da bir açıklık getirmektedir. Peygamber (as), ashabına:

"Gıybet nedir, bilir misiniz?" diye sorar. Onlar:

"Allah ve Elçisi daha iyi bilir" derler. Peygamber(as) gıybeti, "Müslüman kar­deşini, sevmediği bir şeyle anmandır" diye tanımlar. Bu tanım­lamadan sonra kendisine şöyle bir soru yöneltilir:

"Ya söyledi­ğim şey kardeşimde varsa." Bu soruya verilen cevap:

"Söyledi­ğin şey gerçekten onda varsa onun gıybetini yapmış olursun; ama onda yoksa o vakit ona iftira atmış olursun. [428] şeklinde ol­muştur.

Ayette, gıybet etmenin çirkinliği, ölü eti yemeye benzetile­rek dile getirilmeye çalışılmıştır. Aslında bu benzetmede, iki inceliğe dikkat çekilmiştir. Birincisi, ölen kişi etinin yenildiği­nin farkında olmadığı gibi, gıybeti yapılan kimse de, o anda gıybet edenin sözlerini bilmez. İkincisi de, insanın eti ve bedeni gibi, şeref ve namusuna saldınlnıası, ona dil uzatılıp iftira atıl­ması da haramdır.

Gıybet öyle tatlı bir hastalıktır ki, alışan onu asla bırakamaz. O, öyle aldatıcı ve cazip bir kapandır ki, şikâyet edeni bile az sonra kendisine esir eder. Herkes onu yerer, fakat onu kötüler­ken bile pek çok insan onun tuzağına düşer.

Gıybet, çok masum görünümlü bir günahtır. Bu yüzden o kavga gürültü etmeden bütün âlemi, kendi sahasına çekiverir. Söyleyeni ve dinleyeni aynı anda sevindirir. Evet, onun yüzsüz bir tavrı ve sahte bir masumluğu vardır. O, en gizli köşelere ve en temiz meclislere bu sayede sokulur. Şu halde, bu sahte yüzlü kötülükten sakınıp gıybet tiryakisi olmaktan uzak durmak gere­kir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, ahlakî zaaflarımızı ve çöküş at­mosferini, boş sözlerle ve zoraki iyimserliklerle değil, İslam'a uygun olan samimi davranış ve ciddi tavırlarla düzeltebiliriz. Ne var ki, günümüzde kendilerini Müslüman olarak tanımlayan kitlelerin büyük bir kısmı, Kur’an’ın ve Sünnetin buyruklarından çok, tiryakisi oldukları günahların gereğini yapar hale gelmiştir. [429]

 

"ASR SURESİ" ve TOPLUMSAL SAADETİN TEMEL İLKELERİ

 

Asr 'a (akıp giden zamana) and olsun ki, insan mutlaka ziyandadır. Ancak iman edenler, doğru ve faydalı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tel­kin ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.)” [430]

Yeni bir bin yılın başında, Asr suresinin ışığı altında, hem geçmişi genel olarak tahlil etmek hem de gelecekte fert ve top­lum saadetini temin edecek temel ilkeleri hatırlatmak istedik.

Kur’an, tarihin akışına giren, insan hayatına müdahale eden ve onu olumlu yönde değiştirip geliştiren, sonuç itibariyle de insanın Müslüman olmasını ve İslam çizgisinde kalmasını iste­yen son vahiydir. [431] O, hızlı ve derin değişim sürecine rağmen yüzyıllarca insanlığa ışık olmuş ve bundan sonra da olmaya de­vam edecektir. Çünkü Kur’an, her asırda insanlara en doğru yolu gösteren tek kitaptır. [432] Zamanı Kur’an vahyi aracılığı ile değerlendiren insan, hem onu yenilemiş hem de hayatını bereketlen­dirmiş olur. [433]

 

Zaman Bilinci

 

İnsan, dünyada belli bir süre yaşamak ve bu süre içerisinde Allah'a kulluk görevini yerine getirmek için yaratılmıştır. [434] Şu halde, her sorumlu can, bu zaman dilimi içinde kendisine yük­lenen görevleri yapmakla yükümlüdür. Zaman, âlemin, varlığı­nın başlangıcından sona ermesine kadar olan süreçtir. [435] O, insani eylemlerin tamamını kendinde barındıran hayat içerisindeki harekettir. Acı tatlı, kârlı zararlı her türlü hareket ve olay onda vaki olur. İnsana hayatta sadece bir kere verilen ömür ise, za­manın bir parçası olup onunla birlikte akıp gitmektedir.

İnsan ömrünün esası, zamandır. Çünkü insanın işleri, zaman içinde olur. Geçen her an, insanın ömrünü eksiltir ve ecelini yaklaştırır. Ne var ki insan çoğu kez, geçen zamanı kazanç zan­neder. Kur’an, insanın bu aldanışına şu çarpıcı ifadelerle dikkat çeker:

İnsanların hesaba çekilecekleri gün yaklaşıyor; ama onlar bu yaklaşan şeye karşı hâlâ gaflet içinde umursamazlık gösteriyorlar.” [436]

İşte Kur’an, insanı gafletten uyandırmak için ona zaman bilinci aşılamak ister. Bundan maksat, hem insanın zihni yapısını doğru şekillendirmek, hem de onun amel dünya­sını iyiliklerle zenginleştirmektir. Gökler ve yer yaratılalı beri, ayların sayısı on iki, [437] günler de hep yirmi dört saat. Bizden önce geçen ve vakitlerinin kıymetini bilen tüm insanlar, yükümlü­lüklerini hep bu zaman içinde yerine getirdiler. Eğer bizler de, boşa harcamaktan vazgeçersek, eldeki zaman bize de yetecek­tir. Ne var ki günümüzde pek çok insan zamanı iyi değerlendirememekte, anlamsız bir yığın meşguliyetlerle vakit öldürmek­tedir. Aslında hiçbir insanın, dünya işlerini tamamen bitirecek kadar zamanı yoktur. Burada önemli olan, zamanı, elden ka­çırmadan doğru ve iyi değerlendirebilmek; düzenli ve devamlı ibadetlerle iman akülerini doldurup son nefese kadar iyi işler yapmaya devam etmektir. [438]

 

Saadetin Temel İlkeleri

 

Kişi ve toplum saadetini her asırda sağlayacak olan temel il­keler, en özlü biçimde Asr suresinde yer alır. Mekke dönemin­de ve peygamberliğin ilk yıllarında inen bu sure, kısa olmakla beraber Kur’an çağrısının hedefini ve ondaki bütün hakikâtlerin özetini içerir; kapsamlı ve kısa sözün de benzersiz bir örneğini oluşturur. Bunun için İmamı Şafii:

 "Başka bir şey inmeseydi Kur’an'da bu sure insanlara yeterdi." demiştir. [439]

Surenin ilk ayetinde, asra, zamanın akıp gidişine yemin edilmiştir. Buradaki "asr" kelimesi, ölçülebilir olan ve birbirini izleyen devrelerden oluşan zaman dilimini gösterir. [440] Bununla zamanın değerine, insan ömrünün akıp gittiğine ve onun bitmek üzere olduğuna dikkat çekilir. Çünkü insanlar, genellikle var olanın değerini onu kaybettikten sonra anlarlar.

İkinci ayette de, zaman bilincinden yoksun insanın, evrensel yanılgısına, hüsran ve kaybına vurgu yapılır. Hüsran, "dünya ve ahiret saadetinden mahrum kalıp ziyana uğramak" demektir. [441] Bu kavram hem maddi hem de manevi kaybı belirtmek, insanın dünya ve ahiret başarısızlığını ifade etmek için kullanılır. [442] De­mek ki hüsran, ömrün boşa gitmesi, nefsin helak, malın da telef olmasıdır. Ömür sermayesi her an azaldığından, insanın hüs­randan kurtulması oldukça zordur. Zira insanın istikbali, ömrün kullanılmasından hasıl olacak manevi kâra (sevaba) bağlıdır. İnsan ne kazanacaksa onda kazanacak, kazançsız geçen her an da o kıymetli sermayeden yitirilen bir ziyan olacaktır. Şu halde insan, hesap günü elde ettiği manevi kâra göre kendini kurtara­cak ya da verdiği açığa göre iflas edip hüsrana uğrayacaktır. Bunun için ayette, ömrünü keyif ve eğlence ile geçirme arzusu içinde olan insanın, hayallerine daha az ulaşacağı; sonunda hüs­rana uğrayıp pişmanlık hissine duçar olacağı mesajı verilmiştir. Üçüncü ayette ise, hüsrandan kurtulmanın yolu gösterilir ve toplum saadetinin temel ilkeleri belirtilir. Ayetin beyanına göre hüsrandan kurtulmanın ilk şartı, imandır. Bundan maksat, Al­lah'a ve O'nun vahyettiklerinin doğruluğuna inanıp hayatı tev­hide ayarlamaktır. Kur’an'ın temel tezi, İslam'ın özü olan tevhid ilkesidir. Bu ilke, dinin tamamına inanmayı ve onu bölmeden yaşamayı ifade eder. Bu yüzden tevhid inancı, insan davranışla­rının kesin belirleyicisidir ve onlara anlam kazandıran en üstün değerdir. Sağlam karakterin ve temiz bir hayatın temeli iman­dır. Makbul ve muteber iman da amel ile ispat edilen imandır. İmanı ispat eden eylemisen salih amelin. Bunun için ayette, hüsrandan kurtulmanın ikinci şartı olarak salih amel zikredilmistir. İslam'ın iyi, doğru ve faydalı gördüğü, yapılmasını iste­diği ve sevap kazanmaya vesile saydığı bütün işlere salih amel denir. Bu terkip, İslam'ın, yapılmasını istediği, insanın da Allah rızası için yaptığı bütün iyi işleri ifade eder. Bu yüzden insanın Allah'a bağlı kalmasını, İslam'ın da hayata hakim olmasını sağ­layan bütün verimli ve hayırlı işler bu terkibin anlam sahasına girer. Bundan dolayı Kur’an'da çoğunlukla imandan sonra salih amel zikredilmiş, imanla salih amelin birlikte bulunmalarının gereğine işaret edilmiştir. [443]

Hüsrandan kurtuluşun üçüncü şartı hakkı telkin etmektir. Bu ayette yer alan ve çeşitli anlamlarda kullanılan "hak" kelimesi, "gerçek, sabit, doğru ve varlığı kesin olan şey" anlamına gelir ve batılın zıddı olarak kabul edilir. [444] Hak kelimesinin Kur’an'da geçen ve dikkat çeken belli başlı anlamları şunlardır:

"Allah, [445] Kur’an ve İslam; [446] adalet, [447] gerçeğe uygun söz, [448] aslına uygun bilgi ve inanç, [449] kesin delil, [450] vukuu kesin olan ölüm, [451] ahiret, [452] korun­ması, gözetilmesi ve sahibine ödenmesi gereken maddi manevi değer. [453]"

Görüldüğü gibi "'hak" kavramı, hem gerçek varlığı, hem hak dini hem de doğru sözü, bilgiyi ve uygulamayı ifade etmekte­dir. Tabii ki ilk hak, bizatihi Allah'tır. Çünkü varlık içinde hak adına en lâyık olan O'dur. Sözlerin en doğrusu da Allah'ın tek hak mabut olduğunu ifade eden "Lâ İlahe İllallah" tır. öyleyse insanın bilgi faaliyetindeki amacı hakkı bulmak, ameli faaliyetindeki amacı da hakka uygun davranmak olmalıdır. Ayrıca her mümin hakkı telkin ve ona riayet etmekle yükümlüdür.

Hüsrandan kurtulmanın dördüncü şartı da sabrı tavsiye et­mektir. Nefsin, bir iş yapmak veya fenalıklardan sakınmak için zorluğa ve acıya dayanma gücüne sabr denir. [454] Sabr imanın, hak ve hayır yolunda yürümenin, yiğitlik, doğruluk ve mertliğin şia­rıdır. İslami hayat pratiği ile ilgili iddialarda azimli ve kararlı olmaktır. Kur’an'da emredilen ve öğütlenen sabır da budur. İşte insanın bütün fırtınalardan imanı sağlam, ahlakı sarsılmaz ve uyalnı ak olarak çıkması, surenin belirlediği bu temel ilkelere uy­masına ve ahlaki olgunluğa erişmesine bağlıdır. Çeşitli neden­lerle İslam'ı hayatlarının dışında tutan kişi ve toplumlar ise, hangi asırda olurlarsa olsunlar kesinlikle hüsrandadırlar. [455]

 

KUR’AN'LA BAĞLANTI İÇİNDE OLMAK

 

“Onlar: "Şayet biz uyarılan dinlemiş olsaydık veya en azından aklımızı kullansaydık şimdi ya­kıcı ateşe müstehak olanlar arasında bulunmaz­dık." derler.” [456]

Allah'ın kendini insana en çok tanıttığı ve açtığı alan, hiç kuşkusuz kelamdır. Tarih boyunca yüce Allah'ın varlıkla ilişki­si kelamla kurulmuş, O'nun birliği, sıfatları ve insanlara yöne­lik buyruklarının anlatılması, sözün imkânları içinde insanlara sunulmuştur. Bu yüzden Kelamullah hem yaratıcı, hem buyuru­cu, hem de ahlaki olanı belirleyicidir. [457]

Allah, evreni yaratmak suretiyle gerçeği insanın gözleri önüne sermiş, kelamı ile de hakikati arama kılavuzunu insana vermiştir. Kelamullah, Peygamber (as)le Allah arasındaki ilk diyalog ortamından çıkıp kitaplaşmış, Kur’an olarak yazılı bir metin haline geldikten sonra da hiç değişmeden bize kadar ulaşmıştır.[458] Öyleyse insana düşen görev, kendisini ilahi kelama teslim edip Kur’an'la canlı bir bağlantı içine girmektir. Çünkü insanın kendi türü içinde gelişip olgunlaşması ve hidayete er­mesi, İlahi kelamla sürekli ve canlı bir ilişki içine girmesine bağlıdır. Böyle bir ilişki, insanın zihnini, bilincini ve kalbini Kur’an'a açık tutması; onu anlayıp tatbik etmesiyle sağlanabilir.

Kur’an'la canlı ve doğrudan ilişki içinde olmanın en güzel örneğini Peygamber (as) ortaya koymuştur. Onun Kur’an'la bağlantısı, Cebrail'in kendisine getirdiği vahiylerle başladı. Bu vahiyler daha sonra onda bir meleke haline geldi; göğsünü fe­rahlattı ve belini kıran yükten onu kurtardı. [459] Peygamber (as)'in üstün ahlakı temsil etmesi, onun Kur’an'la son derece canlı ve kapsamlı bir bağlantı içine girmesinden ve hayat tarzının Kur’an'a dayanmış olmasından kaynaklanır. İşte bu yüzden Peygamber (as) Kur’an'ın yaşayan modelidir; onun kişiliği de insa­nın ve imanın kemalidir. [460]

Kur’an, birilerinin oturup yazdığı bir kitap değil, Allah'tan insana yönelik canlı bir hitaptır. Onun bu özelliği asla gözden uzak tutulmamalıdır. Eğer Kur’an'ın bu özelliği göz ardı edilir­se, insanlara yol göstermek ve onlara bir hayat görüşü sunmak için gönderilmiş olan Kur’an, asli işlevinden uzaklaştırılıp anla­şılmaz bir kitap haline getirilmiş olur. Halbuki Kur’an'ın, insan hayatına ve davranışlarına yönelik bir kastı vardır. Öyleyse onun, günlük hayatımızla ve davranışlarımızla irtibatının sağ­lanması kaçınılmazdır. Çünkü Kur’an'ın hedefi, yüksek değerle­ri insan hayatına katmak ve insanları o değerlere yöneltmektir.

Kur’an'ın ilgi merkezi, insan ve davranışlarıdır. Kur’an'a göre Allah, sadece en kudretli ve en yüce değil, aynı zamanda çok merhametli ve çok şefkatlidir. Evrendeki olaylar, O'nun aşkınlığı kadar içkinliğini de gözler önüne sermektedir. Özellikle in­san söz konusu olduğunda, "Allah ona şah damarından daha yakın" olmakta; [461] ne zaman başı dara düşse "yakarışını duy­makta ve ona mukabelede bulunmaktadır." [462] Görüldüğü gibi Kur’an'dan salt aşkınlık çıkarılamaz ve Allah göklere kapatılamaz. Kur’an'a göre Allah sadece aşkın değil, aynı zamanda yetkin ve içkindir. Nerede olursak olalım O bizimle beraberdir. [463] İnsanın kendini ahlaki helakten kurtarması, bu idrake sahip olmasına bağlıdır. Bunun için Kur’an, çağrısına kulak tıkayanları azap ve helakle uyarır. [464] Bundan maksat, insanın içinde bulunduğu du­rumun vahametine dikkat çekmek; insan aklını ve kalbini haki­kati kabullenecek hale getirip ona üstlendiği şerefli görev ve so­rumluluğu hatırlatmaktır.

İnsanları, İslam dışı arayışlara iten tüm ideolojiler ve düşün­celer, sahte bilinçlenmenin ve toplumsal felcin bir sonucudur. Onları bu durumdan kurtarmak ve Kur’an'la canlı bir bağlantı icine girmelerini sağlamak için yapılması gerekenleri şu şekilde özetlemek mümkündür:

Kur’an'ın, insana ve insanın ürettiklerine verdiği anlam ve değeri, insana iade etmek. Çünkü Kur’an'a göre insan, hem hazır değerler alma, hem de kendi adına değerler üretme potan­siyeline sahip olan bir varlıktır. [465]

Her insana, Kur’an'la doğrudan muhatap olma, onun üzerinde düşünme ve fikir üretme hakkını vermek; yani aklı fonksiyonel kılmak. Dünyada Kur’an’la canlı bağlantı kurama­yıp ölüme inkâr günahıyla yakalananların ahiretteki şu itirafları, yapılan bu tespiti doğrulamaktadır.

Onlar: "Şayet biz uyanları dinlemiş olsaydık veya en azından aklımızı kullansaydık şimdi yakıcı ateşe müstehak olanlar arasında bulunmazdık. " derler.[466]

Bilgide tek kişinin otoritesini veya bilgiçlik taslamayı reddetmek. İlim, Allah'tan ödünç değerler almak, hikmet de on­dan yeni değerler üretmektir. Bu konuda herkes, aynı hakka sa­hiptir. Çünkü "Allah, dilediği kimseyi bilgice yüksek düzeylere çıkarır; fakat her bilgi sahibinin üstünde her şeyi bilen (Allah) vardır." [467]

Din kisvesine bürünen ancak Kur’an'a göre yanlışlığı a-şikar olan batıl inanışlarla ve İslam dışı anlayışlarla irtibatı kes­mek. Kur’an, kendi çağrısına kulak tıkayanların durumlarını şöyle sorgular:

Onlara: ''Allah'ın indirdiğine ve Elçi'sine ge­lin!" denildiğinde, "Atalarımızdan gördüğümüz inançlar ve fi­iller bizim için kâfidir. " diye cevap verirler. Ya ataları hiçbir şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler de mî?” [468] Görüldüğü gibi Kur’an’la irtibat kurmak için sahte bilinçlenme­den kurtulmak, alışkanlık yoluyla benimsenen değerleri Kur’an'la test edip yeniden iman etmek gerekiyor.

Allah'ı bilme ışıklarının tamamen sönmeye yüz tuttuğu ve cehalet karanlıklarının bütün dünyayı kapladığı bir zamanda, yani 610 yılının Ramazan ayında Kur’an güneşinin yeryüzüne doğmasıyla karanlık bir asır sona erdi, yeni ve aydınlık bir asır başladı. Hz. Peygamber, insanları hüsrandan Kur’anla kurtardı-cehaleti ve tüm olumsuzluklar, da İslam'la ortadan kaldırdı! Böylece Kur’an'ın nüzul anı, insanları hüsrandan kurtaran onla­rı karanlık çağdan aydınlık bir çağa taşıyan, bütün hayırlı deği­şimlerin başlangıç anı oldu. Kur’an, o günden bu güne insanlığa ışık olmaya devam etti. Fakat çok sayıda insan onun sönmeyen ışığından yeterince faydalanamadı. Dileyelim önümüzdeki yüz­yıl, insanlığın geçen yüzyılda istenen seviyede gerçekleştire­mediği, ama her zaman ihtiyaç duyduğu "Kur’an ışığından daha çok faydalanacağı ve İslam'ın kendisiyle yaşama imkânın, bu­lacağı bir asır olsun. [469]

 

4- RABB

 

“İşte her şeyin Yaratıcı 'sı olan Rabb'iniz Allah budur! O 'ndan başka ilah yoktur. Nasıl olur da zihinleriniz hâlâ bu gerçekten sapıp durmakta­dır[470]

Rabb, İslam inanç, ibadet, ahlak ve yaşayış biçiminin temel terimidir. Kapsamının genişliği ve insan hayatındaki etkisi ba­kımından büyük önem taşır. Allah, tüm varlıkların ve oluşların yaratıcısıdır. Varlık ise Allah'ın insana en büyük lütfudur. Eşya ve insan, ancak Allah'la var olabilir.

Kur’an, tevhid mesajını ve Allah'ın bütün varlıkla olan ilişki­sini Rabb kelimesiyle ifade eder. İslam inancında Allah'tan başka hiçbir varlığın Rabblık hakkına sahip olmadığını açıklar. [471] Ayetlerde, Allah'ın kâinatı yarattığı ve onunla birlikte orada var olanları buyruğu altında tuttuğu belirtilir. [472] Böylece varlık dün­yasında görülen sürekli ve ölçülü hayat ile Allah'ın Rabblığına işaret edilmiş olur. İnsanlar tarafından tabiat olayı diye nitelendirilen oluşların da Kur’an sisteminde Allah'ın varlığını ya da sıfatlarını gösteren bir ayet olduğu bildirilir. Kur’an'a göre bü­tün oluşlar, gerçekte Allah'ın ayetleridir. Ancak düşünen akıl sahipleri, bunların mahiyetini anlayabilir. [473] Şu halde varlık dün­yasındaki oluşlar ve hayatın aslı, rububiyyet esası üzerine otur­maktadır. [474]

 

Rabb Kelimesinin Anlamlan ve Tanımı

 

Sözlükte "terbiye edip yetiştirmek, büyütmek, beslemek, ıs­lah edip düzeltmek, sahip ve malik olmak" [475] gibi anlamlar taşıyan Rabb, başka bir dilde tek kelimeyle kolayca ifade edileme­yecek kadar geniş kapsamlı ve zengin anlamlı bir kelimedir. [476] Bu özelliğinden dolayı Rabb kelimesi, hangi bağlamda kulla­nıldığına bakılarak manalandırılmalıdır.

Kuraıvda Rabb ismi, "bütün varlıklar âlemini yaratan, onları terbiye ederek geliştiren ve her türlü otoritenin nihai kaynağı olan Allah" için kullanılır. [477]

 

Kur’an Sisteminde Rabb

 

İslam inanç sisteminde Allah, sadece kendi ihtişamı içinde insanlardan uzak duran, onların hayatıyla ilgilenmeyen bir ya­ratıcı değil, aksine bütün varlıklarla ilgisini sürdüren ve ortağı bulunmayan tek Rabb'tır. İnsanlık tarihinde görülen ve özde ilahi mesaj ile bağdaşmayan yanlış inançlar, uygulamalar ve ga­rip âdetler, Allah'ı Kur’an kıstasına göre Rabb kabul etmemek­ten doğmuştur.

İslami kıstasların temeli Kur’an ve sahih sünnettir. Demek ki herhangi bir görüşün veya yaşayışın İslami olduğunu söyleye­bilmek, ona Kur’an ve sahih sünnette bir yer bulabilmeyi gerekli kılmaktadır. Çünkü Kur’an dışında furkan (hakkı bâtıldan, ha­ramı helalden ayıran kesin delil) yoktur. Vahiy ise, Müslü­man'ın hem bilgi hem de İman kaynağıdır.

Kur’an, İslam dışı değerleri ve yaşayış şekillerini mubah sa­yanları rehber edinmenin, onları Rabb edinmek anlamına gele­ceğini haber vermektedir. [478] Çünkü Kur’an dışı bir hayatı mubah saymak, oradan kural ve kurum aktarmayı da beraberinde geti­rir. Çağ, birtakım ideolojilerin putlaştırıldığı bir çağ. Putlaşmış kavramlar zihinleri şartlandırıyor, put edinilenler de insanları köleleştiriyor. Örnek insan olarak başarısına tapınılanlara bak­tığımızda insanlara kimlerin ve nelerin tanrılık ettiğini daha iyi görebiliriz.

Günümüzde pek çok insanın hayatında İslam, bireysel bir eğilim veya cami duvarları arasında kalıp hayatiyeti olmayan bir din muamelesi görmektedir. Bunun sebebi, yönü ve mesafesi belirsiz birçok insana, iblis yandaşlarının rehberlik etmesidir. Bu rehberlerin etkisiyle İslam dışı yaşam şekilleri hayata geçi­rilmiştir. Sonuç ise açık; İslam'a ters düşmenin çıkmazına sap­lanıp kalmak... Varılan netice, hem İslam'a ihanet hem de insa­na zulümdür. Çünkü kavrayış ve yaşayışlar İslam dışı ise, ya­pılanlar şeytanlıktan başka bir şey değildir.

Allah'ı Rabb kabul etmek, Kur’an'ı hayata taşımayı gerekti­rir. Çünkü hakiki kurtuluş, İslam'ın kendine özgü uygulamşındadır. Din, tevhitle diridir; insanlar bu inancı yitimi işlerse din onların hayatında ölü demektir. Kur’an'a göre Allah'tan başka­sını Rabb kabul etmeyenler, doğruya ermişlerdir; zira onlar kendi varlıklarını Onun varlığıyla var bilmişlerdir.

Menfaat putları ve ideoloji tabuları aşılmadan, İslam gerçe­ğine varılamaz. İman şerefinin burcuna oturmak, İslami yaşayı­şı büyük bir aşk özlemi haline getirip bu aşkın bedelini öde­mekle mümkün olur. “Rabb'imiz Allah 'tır deyip sonra dosdoğ­ru olanların üzerlerine melekler iner, onlara: "Korkmayın, üzülmeyin size müjdelenen cennetle sevinin. " derler.” [479]

 

DİN GÜNÜ

 

“...O Gün hakimiyet yalnız Allah'a aittir.” [480]

Kaynağı itibariyle ilahi, mahiyeti itibariyle de mükemmel bir din olan İslam'a göre hayatın manası, ömür ile sınırlı kısa zaman diliminden ibaret değildir. O, bu dünya hayatını olduğu gibi ahiret hayatını da kapsamaktadır.

Dünya ve ahiret hayatının, hatta bütün varlıkların ilmini özlü biçimde içeren Kur’an, bütünüyle bu varlık âleminin bir gün son bulacağını ve şu hayat dünyası üzerine ölümün çökeceğini bil­dirmiştir. [481] Daha sonra Allah, yeni bir âlem yaratacak, bu hayat insanların ve diğer varlıkların ikinci hayatı olacaktır. Tabii se­bepler ne olursa olsun, bu olayın kesinliği Kur’an'da şöyle bildi­rilir. “Yerin başka bir yere, göğün başka bir göğe dönüştürüle­ceği ve bütün insanların her şeyin üstünde hükümran olan O Tek İlahın, Allah'ın huzuruna çıkacakları gün, O 'nun sözü ger­çekleşecektir.” [482] Kur’an'da, kıyametle anlam yakınlığı olan bir­çok kelime yer almaktadır. Bunlardan en önemlisi ve önde ge­leni, Din günü kavramıdır. [483]

 

Din Gününün Anlamları ve Tanımı

 

Din günü, gün anlamına gelen yevm kelimesiyle, itaat, inanç, hesap, ceza ve yol gibi anlamlar taşıyan din kelimesinden oluşmuş bir terkiptir. Bu terkip, "yapılan işlerin bütün karşılık­larının verilip görüleceği hesap günü" anlamına gelir. [484] İslami bir terim olarak din günü, "gelecekte bütün iyi ve kötü işlerin hak ölçüsünden geçerek tam karşılıklarının adalet esasına göre verileceği gün" demektir. Şu halde din günü, dinin malum olan mühim günüdür.

Kur’an ayetlerinde din günü genel olarak şöyle tanımlanır:

"Gerçekleşeceğinde hiç kuşku olmayan, [485] Sur'a üflendiğinde vuku bulması kesin olan din günü, [486] yer ve gök nizamının bo­zulmaya başlamasıyla, [487] insanların kabirlerinden çıkarılıp [488] âlemlerin Rabb'inin huzuruna varacakları [489] her milletten fırkala­rın orada toplanacakları, [490] ellerin, dillerin ve ayakların yaptıkları işlere şahitlik edecekleri, [491] dostun dosta, [492] mal ve avladın da şahsa fayda vermeyeceği, [493] insanın kardeşinden, ana babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı, [494] sadece doğruların doğruluklarının kendilerine yarar sağlayacağı. [495] Allah'a inanmış yüzlerin parlayıp Rabb'ini göreceği, inkarcı yüzlerin ise asık olacağı, [496] her nefsin yaptıklarının hesabını verip karşılığını bu­lacağı [497] ve nihayet, iyilerin cennete kötülerin ise alevli ateşe girecekleri [498] bir gündür." İşte ayetlerde, dünyanın ve insanın so­nunun ne olacağı bu şekilde bildirilmiştir. Ahiret gerçeğine ina­nanların, Allah'a kavuşma neşesiyle gülümsediklerî o gün, ahi­ret inancından yoksun ve dünya sevgisine sargın olanlar için, acıklı bir ayrılığın, sonsuz hicranın ve ebedi hüsranın başlangıcı olacaktır. Çünkü dünyada ahireti inkâr edenler, o gün yok say­dıklarının var olduğunu görünce tam bir hüsrana uğrayacaklar­dır.

Fert ve toplum hayatında yaşanan olumsuzlukların temel se­beplerinden biri de, insanların ahiret inancından ve din günü bikimliği bütün netliği ile ortaya çıkacaktır. Öyleyse insan, Allah'a döneceği, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı o günü aklından çıkarmaksızın yaşamalıdır. Çünkü Kur’an, akli özgür­lüklerini hissi körlüğe mahkum edip İslam'dan uzak bir hayat sürmüş olanların ahirette karşılaşacakları vahim sonucu şöyle belirtir:

Bazı inançsızlar. "Bu dünyadaki hayatımızın ötesinde başka bir şey yoktur ve öldükten sonra dirilmey eceğiz. " derler. Ama sen onları Rablerinin huzuruna çıkarılacaklar! ve Onun "Bu hakikât değil mi? " diye soracağı zaman bir görsen! Onlar, "Evet Rabb'imiz hakkı için öyle!" diye cevap verecekler. Bu­nun üzerine Allah, "Tadın öyleyse hakikâti reddetmenizden do­ğan bu azabı!" diyecek.” [499]

Dünya hayatından sonra ahirete dönüşün haberini alan insan, kendi geleceğini bu dünyada yaptığı işlerle belirleyecek, hayatı Kur’an’ın doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşayan kimse de ebedi saadete ve gerçek kurtuluşa erecektir. "Rabb'im’ Herke­sin diriltileceği, mal ve oğulların fayda vermeyeceği, yalnız Allah'ın huzuruna kötülükten korunmuş bir kalple çıkanların kurtulacakları o Gün, beni utandırma! [500]"

 

İBADET

 

Ölüm sana erişinceye kadar Rabb'ine ibadet et.” [501]

İslam'ın esasını, Allah'a iman ve iman değeri çerçevesinde şekillenen inanç sistemi oluşturur. Ancak yalın ve teorik bir inanç, insan için gerekli olmakla birlikte yeterli değildir; ayrıca inancın pratik olarak gösterilmesi ve sergilenmesi de gerekir. Bu da Allah'a itaatin göstergesi ve dinin ikinci unsuru olan "ibadet'le gerçekleşir. Çünkü ibadet kökü imana dayanan İslam ağacının meyvesi ve kâmil imanın salih amel şeklinde uygu­lanmasıdır. [502]

 

Kelimenin Aslı, Anlamları ve Tanımı

 

Sözlükte "boyun eğmek, alçakgönüllülük, itaat ve kulluk [503] gibi anlamlara gelen ibadet kelimesi, [504] genelde "insanın Allah'a bağlılığını gösteren duygu, düşünce ve davranışları" ifade et­mek için kullanılır.

İbadet, insandan Allah'a doğru yönelen akli, ahlaki, özgür ve gönüllü bir ilişkidir. Bu yüzden, "insanın Allah'a sevgi, say­gı ve itaatini göstermek, O'nun buyruklarına uymak, yasakla­rından sakınmak ve rızasını kazanmak niyetiyle yaptığı her işe" ibadet denir. Demek ki İbadet, İslam'ın doğruluk ve değer öl­çülerine Kur’an'ın da belirleyici ve birleştirici ilkelerine göre yaşamaktır. Bunun içindir ki, "Allah'ın belirlediği ve razı oldu­ğu şeyleri yapmaya ibadet; O'nun yaptığına razı olmaya da ubudiyyet" denmiştir. [505]

İbadet, dinin temel esaslarından bindir ve Allah'a saygının en ileri derecesidir. [506] Öyleyse Allah'a inanan ve İslam'ı benim­seyen herkesin, bu görevi yerine getirmesi gerekir. Çünkü iba­det, akıl ve irade sahibi olan her insanın yapması gereken, mü­kâfat ve cezaya konu olan bir kulluk şeklidir.

İbadet mefhumunda üç önemli özellik dikkat çekmektedir:

Bunlardan ilki, ''yapılması sevap olan fiili yapmak" anlamına gelen "taat"; ikincisi, "yapılması sevap olan işi kime yaptığını bilerek ona yakınlaşmak" manasındaki "kurbet"; üçüncüsü de, "yapılan işteki irade ve maksat" diyebileceğimiz "niyet'tir. Bu özellikleri taşımayan bir iş veya davranışın, ibadet mefhumu­nun muhtevasına girmeyeceği belirtilmiştir. [507]

İbadet imanın uygulaması, hak ve doğru kabul edilen esasla­rın günlük hayata taşınması olduğundan, Allah katında sevap kabul edilen her işin yapılmış olması gerekir. Çünkü yalnız is­tek halinde kalıp davranış alanına çıkmayan duygu ve düşün­celer taat olsalar da ibadet değillerdir. Bunun içindir ki ibadetle­rin başı olan imanda bile sadece kalbin tasdiki ile yetinilmemiş, ayrıca dil ile ikrar da gerekli görülmüştür. Bunun yanında ni­yetsiz yapılan işler de ne olursa olsun ibadet sayılmaz. Bu du­rumda niyetsiz yatıp kalkmak namaz olmadığı gibi, niyet etme­den aç durmak da oruç değildir. [508]

Kur’an'da ibadet kavramı, Allah'a imandan O'nun iradesine uygun olan her türlü doğru ve ahlaki davranışa kadar bütün ira­deli eylemleri ifade eder. [509] öyleyse ibadet, sadece belli zaman ve mekâna bağlı, nasıl yapılacağı kesinleşmiş ritüellerden ibaret değildir. Bu doğru davranış günlük hayatın bütün atanlarında gerçekleşebilir. [510] Bu yüzden, îslami literatürde ibadetin biri ge­nel, diğeri de özel olmak üzere iki anlamı vardır. Genel anlam­da ibadet, "mükellef insanın, Allah'a duyduğu saygı ve sevgisi­nin sonucu olarak ortaya koyduğu tüm iradeli davranışlarını" ifade eder. Özel anlamda ise ibadet, "Allah ve Elçi'si tarafından yapılması istenen, insanın da Rabb'ine saygı ve boyun eğmesini simgeleyen belirli davranış biçimleridir."

Kur’an’da ilke olarak belirtilen, genel bir ifadeyle emredilip ana çatısı oluşturulan ibadetler, Peygamber (as) tarafından ay­rıntılı şekilde açıklanıp uygulanmış ve onun öğrettiği tarzda ifa edilmiştir. Bunun için, Kur’an'da emredilip Peygamber (as) tara­fından açıkça gösterilen şeklin dışında kalan ibadet tarzları, bid'at olarak nitelendirilmiştir. [511] Çünkü, Kur’an'da bütün insan­lara farz olduğu belirtilen namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetlerin nasıl yerine getirileceği, uygulama şartları ve hükümle­ri, Peygamber (as)'in söz ve davranışlarıyla netleştirilmiştir. [512]

 

Kime ve Niçin İbadet Edilir?

 

Hürmet, sevgi ve saygının en yüksek ifadesi olan ibadet, Allah'ın hakkı olduğundan O'ndan başkasına ibadet edilmez. [513] Çünkü insana dünya ve ahiretle ilgili bütün nimetleri ihsan eden, sadece Allah'tır. Bu yüzden O'ndan başkası ibadete layık değildir, öyleyse sadece Allah'a ibadet edilmeli, O'na özgü olması gereken ibadette, hiçbir varlık Allah'a ortak koşulmamalıdır. [514] Hem, Allah'ın yüceliği karşısında sadece insanoğlu değil, kâinatta bulunan her şey, lisanı hal ile O'na ibadet et­mektedir." [515]

Kur’an'da, cinlerin ve insanların yaratılış gayesi, "Allah'a kulluk" olarak belirtilir. [516] İşte öncelikle bu gayeyi gerçekleştire­bilmek için ibadet edilmelidir.

Ayrıca, Allah'ın sayısız nimetlerine şükretmek ve O'nun rı­zasını kazanmak için de [517] ibadet edilmelidir. Daha da önemlisi, ibadet insanın ömür boyu yapması gereken bir vazife olduğu için [518] ibadet etmek gerekir. İlave edelim ki ibadet, insanın Al­lah'a duyduğu saygı ve ta'zimi simgeleyen bir davranış biçimi olmanın yanı sıra, kişilik eğitiminin, insan ilişkilerinin ve top­lumsal yapının iyileştirilmesini sağlayan bir fonksiyona da sa­hiptir. İşte bu çok yönlü fonksiyonundan dolayı Allah'a ibadet edilmesi gerekir.

Allah'a ibadet etmenin en doğru şeklini ve en güzel örneğini ortaya koyan Peygamber (as) de, kime, nasıl ibadet edileceğine, şu sözleriyle açıklık getirmiştir. Hz. Peygamber, Muaz b. Cebel'e:

"Ey Muaz! Allah'ın kulları üzerindeki ve kulların da Al­lah üzerindeki hakkını biliyor musun?" diye sorar. Muaz: "Al­lah ve Resulü daha iyi bilir." deyince Peygamber (as) bu soruyu:

''Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, onların Allah'a ibadet et­meleri ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamaları dır. Kulların Allah üzerindeki hakkı ise, Allah'ın kendisine ortak koşmadan ibadet eden kimseye azap etmemesidir." şeklinde cevaplar.[519]

 

Hangi İbadet Daha Makbuldür?

 

İbadetler, önem ve faziletlerini işlevlerinden alırlar. Onlar, insan ile Allah arasındaki manevi bağı korudukları, insanın Al­lah'a olan saygısını diri tuttukları, kişiyi kötülüklerden uzaklaş­tırdıkları ve onun ıslah çizgisinde kalmasını sağladıkları oranda anlamlı, önemli ve faziletlidirler. Aksi halde, ibadetin önemi ve fazileti de ortadan kalkar. [520] Nitekim, ibadetlerin en faziletlisi konusunda varid olan hadislerde, soruların sayısı ve sırası itiba­riyle, "vaktinde kılınan namaz", "anaya babaya iyi davranmak" ve "Allah yolunda cihad etmek" [521] şeklinde muhtelif cevaplar ve­rilmesi, değinilen tespiti destekler. Ayrıca bir hadiste, "Allah'a en sevimli gelen ibadetin; az da olsa devamlı olan" ibadet oldu­ğu belirtilmiştir. [522]

İslam'a göre ibadet, hem Allah'ın hem de kulların hakkını eda etmektir. Bu da atıl kalmakla değil, faal olmakla gerçekle­şir. Şu halde maksadına ve manasına uygun biçimde ifa edilen ibadet, en faziletli ibadettir. [523]

 

İslam 'da İbadetlerin Gayesi

 

İslam, getirdiği iman esasları ve ibadet kurallarıyla, fert ve toplumların düzenli ve huzurlu biçimde yaşamalarım gaye e-dinmiştir. Bu yüzden İslam, mensuplarına bir davranış gücü ve güzelliği sağlamayan inançları pek muteber saymamış; hayır getirmeyen inancı, uygulama alanına çıkmayan bir teori olarak kabul etmiştir.[524] İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren ibadetlerin iman esaslarıyla birlikte veya onlardan hemen sonra yer alması, hem onların gayesine hem de dindeki esas yerine İşaret eder. Çünkü imansız ibadet geçersiz, ibadetsiz iman da korumasız ve güçsüzdür.

İslam'da ibadetlerin gayesi, insanın iradesini eğitip kuvvet­lendirmek; onu mümin bîr kul ve güzel ahlaklı bir fert haline getirmektir. Zaten iman İle ahlak arasındaki köprünün ibadet ol­duğu hatırlanırsa, ibadetin terk edilmesi veya noksan yapılması halinde, belirtilen gayenin gerçekleşmeyeceği kolayca anlaşılır.[525]

 

İbadetin Sorumluluk ve Geçerlilik Şartları

 

İslam'da her iş ve ibadetin kendine özgü birtakım şartları varsa da, genelde ibadetler şu iki şarta bağlanmıştır. Bunlardan ilki, yapılan ibadetlerin İslam'ın belirlediği kurallara uygun ol­ması; ikincisi de, bütün iş ve ibadetlerin iman ve ihlasla yalnız Allah rızası için yapılmasıdır.

İslam'da, ibadet sorumluluğunun ilk şartı, insanın ibadetin anlam ve amacını kavrayabilecek bir bilince ve hür iradeye sa­hip olmasıdır. Bunun için İslam'da ibadet mükellefiyeti, kural olarak "akıl ve buluğla" başlar. [526] Şu halde akıl ve irade sahibi olan her insan, öncelikle iman etmekle mükelleftir. İbadet so­rumluluğunun ikinci temel şartı ise, "o ibadete güç yetirebilmektir." [527] Demek ki genel yükümlülük ve sorumluluk şartı, in­sanın akıl baliğ olması ve ibadeti ifaya güç yetirebilmesidir. Çünkü İslam'da ibadet mükellefiyeti, yapılabilir ve üstesinden

gelinebilir niteliktedir. Eğer ibadetlerin ifasında herhangi bir güçlük ve engelle karşılaşılırsa, telafi imkânları veya mazeret­ten dolayı muafiyetler söz konusudur. [528] Zira İslam'da insana gü­cünün üzerinde bir külfet yüklenmemiş, aksine kolaylık ve ko­laylaştırma esas alınmıştır. [529]

İbadetlerin geçerlilik şartlarını genelde "iradeli davranışlar" oluşturduğundan, onların geçerli olmasının en genel ve ortak şartı "niyet'tir. Niyet, Allah'ın rızasını kazanma arzusuyla fiile yönelen irade ve yapılan ibadetin türünü belirlemektir. İbadet­lerde niyetin şart koşulmasının asıl nedenlerinden biri de, farklı derecedeki ibadetleri birbirinden ve ibadet sayılmayan davra­nışlardan (âdetlerden) ayırt etmektir.

İbadetlerin geçerlilik şartlarından biri de "ihlas"tır. İhlas, ibadetin yalnız Allah için yapılmasıdır. Tevhidin özü olan ihlası, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet etmek ve yapılan ibadetlerin karşılığını yalnızca Allah'tan beklemek oluşturur. [530] Demek ki ihlash ibadet, hem insanın Allah'a bağlılığının, hem de O'nun iradesi dışında her türlü eğilim ve otorite karşısında özgür olduğunun simgesidir. Bunun için, Kur’an'da dini yalnız­ca Allah'a has kılarak ibadet etmekle ilgili birçok buyruk yer alır. [531]

Bunlara ilaveten, ibadetlerin geçerlilik şartlarını oluşturan rükün, farz, vacib ve adab gibi şartlar da vardır. Ancak bunlar, ibadetin ruhuyla ilgili olmayıp daha çok onun ifa edilmesine yönelik tedbirlerdir. İbadetlerde "niyet" ve "ihlas" esas alındı­ğından, baskı ile yapılan ibadet Allah katında makbul değildir.

İbadetleri, belirlenen şartlara uygun şekilde yerine getiren kimseden ibadeti ifa yükümlülüğü kalkar. Çünkü Kur’an, iman değerine erip salih amel işleyen(ibadet eden)lerin büyük mükâ­fat alacaklarını; buna karşılık inkâr edip ilâhi emirlere itaat et­meyenlerin ise, elim bir azaba uğrayacaklarını bildirir. [532]

Sonuç olarak ibadetler, yalnızca Allah ile insan arasındaki ilişkileri düzenlemekle kalmaz, aynı zamanda kişinin yakın çev­resiyle ve toplumla olan ilişkilerini de doğrudan veya dolaylı olarak etkiler. Bunun için ibadet kavramı, dinin bütünlük içinde kavranması, Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçülerine göre ya­şanması, İslam'ın da hayatın bütün alanlarında uygulanması ge­rektiği mesajını verir. Eğer bu mesaj, inananlar tarafından ge­rektiği gibi algılanır ve uygulanırsa, İslam, hayatın hakim dini haline gelir. [533]

 

İTAAT

 

Ey iman değerine erenler! Allah'a ve Elçiye itaat edin (iyi ve güzel) işlerinizi heder etmeyin!” [534]

İnsanları, inançlarda hak ve doğruya, davranışlarda da iyili­ğe götüren İslam, uygulandığı her zeminde olumlu neticeleri görülen, kişileri düşünce ve davranışlarda Allah'a yönelten imanı, hayatın temel kaidesi kabul eder, iman değerine dayan­mayan işleri de makbul saymaz. İmanın tezahürünü sağlamak amacıyla Allah 'a itaati vazife sayar ve insanın saadetini de bu vazifenin en iyi şekilde yapılmasına bağlar. Şimdi kalbin derin­liklerine kök salmış olan iman ağacının meyvesi diyebileceği­miz itaat merhumunu açıklamaya çalışalım. [535]

 

Kelimenin Manaları ve Tanımı

 

Sözlükte boyun eğmek, dinlemek ve alınan emre göre dav­ranmak [536] gibi anlamlara gelen itaat kelimesi, [537] İslam'da daha çok "Allah'ın emirlerini yerine getirmek ve İslam'a özgü davranış­ları" belirtmek için kullanılır. Dini bir terim olarak itaat, "neti­cesinde sevap bulunan bir işi Allah'ın iradesi doğrultusunda ve dinin ölçüleri içerisinde yapmak" demektir. Tanımdan da anla­şılacağı gibi itaat tevhid ve İslam anlamına gelen inancı ve bu inancın gereği olarak yapılan iyi davranışları ifade etmektedir. Öyleyse insan, bilinçli ve duyarlı biçimde Allah'a itaat etmeli­dir. Çünkü İslam'a özgü kutlu ve onurlu bir hayatın gerçekleş­mesi, inancın bütün değerleriyle birlikte ve doğru olarak ya­şanmasına bağlıdır.

Kur’an, Allah'a ve Elçi'sine itaati emreder. [538] İslam'ın hü­kümlerini bilip kabul eden ve onları uygulayan ulu’l emre de itaat edilmesini isteyen Kur’an, [539] Allah'ın dinine ve Elçisinin sünnetine ters düşmeyen işlerin yapılmasını itaat kabul etmiş, İslam'a uymayan fiillerin işlenmesini ise yasaklamıştır. İs­lam'da haram oldukları açıklanmış davranış ve tutkularla insa­nın saadet dünyasına ulaşması mümkün değildir. Bunun için Rabb'imiz: “Öyleyse artık Allah'tan yana bilinç ve duyarlılık gösterin ve bana itaat edin. Ölçüyü aşanların sözüne uymayın. Onlar yeryüzünde düzen ve uyum sağlayacaklarına bozguncu­luk yaparlar.” [540] buyurarak itaatin hem şeklini hem de sınırmı belirtmiştir. Ayrıca Peygamber (as)'in:

"Hahk(Allah)'a isyan olan durumlarda hiçbir mahluka itaat yoktur."[541] anlamındaki hadisi de itaat konusuna yeterince açıklık getirmiştir.

İslam'a özgü kutlu bir hayatın sağlanması, öncelikle Kur’an ve sünnete göre yaşamakla mümkündür. Allah'ın “(Ey Mümin­ler!) Hepiniz Allah'ın (hidayet) ipine sarılınız ve ayrılığa düş­meyiniz..." [542] ilahi buyruğunda geçen ve ip anlamına gelen habl kelimesinden maksadın Kur’an ve sünnet olduğu belirtilmiştir. [543] Şu halde insanlığın hidayet ve saadet vesilesi Kur’an ve sünnet­tir. Bu iki kaynakta varit olan emirleri dinleyip onlara göre davranmanın adı da itaattir. Zaten Kur’an ve sünnet bilgisinden maksat, bu iki kaynağa özgü davranışları ortaya koymaktır. Çünkü İslam, eyleme dönüşmeyen düşünceleri teorik bir fantazi, imana dayalı olmayan davranışları da anlamsız bir gösteri kabul eder. Kur’an'ın “Ey iman değerine ermiş olanlar! Allah'a. Peygamber'e ve aranızdan kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah'a ve Peygamber'e götürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız bu sizin için en hayırlısıdır ve sonuç olarak da en iyisidir.” [544] buyruğu, hayatı İslam'a götürmenin güzelliğine; bunun da ancak Allah'a ve Elçi'sine itaatle mümkün olabileceğine işaret eder.

Hz. Peygamber'in bilgi kaynakları, Allah'ın hükümleri oldu­ğundan vahyin en doğru yorum ve uygulanışı onun sünnetiyle ortaya konulmuştur. Dünyanın bu son ve tek öğreticisi, öğretile­rinde kitapla hikmeti bir arada tutmuştur. Onun bütün bir hayatı kapsayan öğretileri, "söylediklerini yapmaya, öğrendiklerine de fiilen bağlı kalmaya" dayanır. O, Allah'a itaatin en güzel örneği olmuştur.

Muhammed (as), sadece insanlara İlahi buyrukları duyuran bir peygamber değil, aynı zamanda onlara kitabı ve hikmeti öğ­reten İlahi hükümleri açıklayan, karanlık gönüllere aydınlık yol­lar açan Allah Elçisiydi...

Ayetleri bizlere açıklayıp onların hayatımızdaki öneminin ne olduğunu bildiren Peygamberimizdir. Hz. Muhammed, Kur’an'a göre yaşayıp bu ilahî kitabın uygulanış şeklini açıkça gösteren ilk insandır. Demek ki dikkatlerimizi onun sünnetine çevirme­den İslam'ı doğru anlamamız ve yaşamamız mümkün olmaya­caktır. İşte kıyamete kadar hep bu gerçekten hareket edilsin di­ye Kur’an sünnetle eksiksiz bir biçimde yorumlanmış ve uygu­lanmıştır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki itaat, imanlı insanın bir nevi tevhid ve ihlas dolu aksiyonudur. İslam'ı Kur’an'ın koyduğu ve sa­hih sünnetin açıkladığı ilkeler doğrultusunda yaşamaktır. [545]

 

İHLAS

 

Halis inancın yalnız Allah'a yönelmesi gerek­mez mi?” [546]

Kur’an, İslam dininin ihtiva ettiği temel kaideleri bildiren Allah kelamıdır. İslam'ın temel kaidelerinden biri de, Allah'a içten inanıp O'na hiçbir şeyi ortak koşmadan kulluk görevini yerine getirmektir. İşte Kur’an'da tevhid inancının en veciz ifa­desi olarak geçen anahtar kavramlardan biri de ihlastır. [547]

 

Kelimenin Aslı, Anlamları ve Tanımı

 

Sözlükte bir şeyi halis kılmak, kurtulup selamete ermek, gösterişi terk etmek ve samimi olmak [548] gibi anlamlar taşıyan ihlas kelimesi, [549] "bir işi tek sebebe bağlı olarak yapıp başka se­bepleri aynı işe karıştırmamak" manasına da gelir. [550] İhlas keli­mesi İslam'da genellikle, "Allah'a içten inanıp bağlanmayı ve O'nun rızasını kazanma niyetiyle yapılan işleri" belirtmek için kullanılmıştır. [551] Bunun için ihlas, "Allah'a ortak koşmadan inanmak, gösterişi terk edip sadece O'nun rızasını kazanmak ni­yetiyle ibadet edip iş yapmaktır." Şeklinde tanımlanmıştır. İhlaslı bir kalple Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışan ve O'na içten bağlanan kimseye de muhlis denir.

İslam dininde yapılan ibadetlerin Allah katında makbul ol­ması, birtakım şartlara bağlanmıştır. Bunlardan ilki, yapılan ibadetlerin zahirde İslam'ın belirlediği kurallara uyması; ikincisi de, ibadetlerin içten gelen bir istek ve samimiyetle yani ihlasla yapılmasıdır.

Bu sonuncu şart, İslam'da ibadetlerin temel rüknünün ihlas olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Kur’an, tam bir îman ve derin bir ihlasla yapılan ibadetlerin, Allah katında mak­bul olabileceğini bildirmiştir. [552] Öyleyse  tevhid inancının gerek­lerinden biri de Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmamak, gönlün meylettiği ve nefsin arzuladığı herhangi bir şeyi yapılan ibadete karıştırmamaktır. İslam, sadece Allah'a tevcih edilmesi gerekli işlere, ne tarzda olursa olsun nefsani garaz ve gayelerin katıl­masını "şirk" olarak nitelemiş, yapılan bütün iş ve ibadetlerin, her türlü şirkten temiz olmasını istemiştir. Nitekim “Hakikati ortaya koyan bu vahyi sana indiren biziz. Öyleyse içten bir inançla Allah'a bağlanarak yalnızca O 'na kulluk et.”,[553]

Kendi­lerine yalnızca Allah'a ibadet etmeleri,  bütün içtenlikleriyle O'na inanarak batıl olan her şeyden uzak durmaları, namazla­rında dikkatli ve devamlı olmaları, karşılıksız harcamada bu­lunmaları emrolunmuştu. İşte bu, doğruluğu kesin ve açık olan bir dindir.” [554] anlamındaki Kur’an’i talimler, gizli ve açık her türlü şirkten arınmış bir kulluğu öngörmektedir. Kur’an'ın çokça üze­rinde durduğu bu konuya Peygamber (as) de özen göstermiş, ihlastan maksadın, iş ve ibadetlerde şirkin her çeşidini yok et­mek oluğunu şu sözleriyle açıklamıştır: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki O, kendisine şirk koşulmuş olan hiçbir iş ve ibadeti kabul etmez." [555] Sonra da “Halis inancın yal­nız Allah'a yönelmesi gerekmez mi?”[556] anlamındaki ayeti oku­muştur. Demek ki ihlastan maksat, şirke ve gösterişe düşmeden Allah'a ibadet etmektir. [557]

 

İhlası Yok Eden Afetler

 

İhlası yok eden afetler genelde üç grupta toplanabilir;

Bun­lar, Allah'a ortak koşmak anlamındaki şirk, yapılan bir işi ger­çekte Allah için yapmayıp gösteriş ve çıkar için yapmak mana­sına gelen riya ve nefsin kendiliğinden meylettiği arzu ve istek diyebileceğimiz nevadır. Bir kimsenin arzularını ilahlaştırarak dini kendi haz ve zevkinden ibaret görmesi, gönlü neyi arzularsa ona tapması samimiyetsizliktir. Çünkü ihlas, yalnız Allah rı­zası için yapılan iş ve ibadetleri ifade ettiğinden, onda nefsin haksız arzularının nasibi yoktur.

İnsanların dünya ve ahirette huzura ermeleri, ancak ibadetle­rinde ihlaslı olmalarıyla mümkündür. Demek ki halas bulmak için ihlas gerekmektedir. Kur’an ihlaslı müminlerin her türlü kötülüklerden korunarak kurtuluşa ereceklerine şöyle şehadet eder:

İblis: "Beni yolun dışına attığın için ben de kuşkusuz yeryüzünde insanlara kötülükleri süsleyip bezeyeceğim ve onla­rın hepsini ayartıp yoldan çıkartacağım. Yalnız senin ihlaslı kulların bunun dışında kalacak" dedi.”[558] Görüldüğü gibi bu ayet, yalnız Allah için arınıp O'ndan başkasına kulluk etmeyen ihlaslı kulların kurtuluşa erebileceklerini müjdelemektedir.

İhlasın devamı ve korunması ise, Kur’an'da emrolunduğu gi­bi dosdoğru olmak, nefsin haksız arzularına kapılmadan hem dünya hem de ahiret için çalışmakla mümkündür. [559]

İhlas, İslam'ın esası olan tevhidi en halis bir şekilde uygu­lamak, Allah'a samimiyetle yönelip O'ndan başka ilah tanıma­maktır. Şu halde ihlas, dini sadece Allah'a has kılmaktır. İhlas, İslam'ın temel rükünlerinden biri olduğu için, İslam'da hiçbir ibadet ihlassız makbul değildir. Çünkü amellerimizin özü olma­sı gereken ihlas, Allah'ı her yönden birlemek [560] ve O'nun rızasını kazanmak için Kur’an ölçülerine göre yaşamaktır. [561]

 

SIDK

 

Ey iman değerine ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluk bilincinden uzaklaşmayın ve hep doğru sözlü kimselerden olun.” [562]

İnsan hayatını bir bütün olarak tanzim etmek için gelmiş olan İslam, insanların doğru yaşamalarını sağlayacak ölçüler koymuştur. Bu ölçülerin tamamını kabul edip içselleştirmek, gerçek anlamda iman etmiş olmanın ilk şartıdır. İslam, gönül­lerde yer eden ilahi değerleri yaşanan hayata da katmak için doğruluk ölçüsünü koymuş, Allah katında insanı üstün kılan vasıflardan birinin de sıdk/doğruluk olduğunu bildirmiştir. [563] Şimdi Kur’an'da övgüye mazhar olanların özellikleri arasında en önemli yeri alan sıdk mefhumunu, manalanyla birlikte belirtmeye çalışalım. [564]

 

Kelimenin Aslı, Manaları ve Tanımı

 

Sözlükte doğru söylemek, doğru haber vermek, sözünü yeri­ne getirmek, doğru ve düzgün iş yapmak [565] gibi anlamlara gelen sıdk kelimesi, [566] ayrıca, "vefalılık ve kalp doğruluğu" manasına da gelir. Bu yüzden, İslami terminolojide sıdk kavramı "niyette, sözde ve davranışta doğru olup doğrulukla iş görmeyi" ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin karşıtı ise “yalan ve yalan­cılık" anlamına gelen kizibdir. [567]

İslarili bir mefhum olarak sıdk "dinde niyet, söz ve amelce doğru olmak" demektir. Tariften de anlaşılacağı gibi sıdk, ni­yetlerde, yapılan işlerde ve hak dinde kalben, kavlen ve fiilen doğru olmaya işaret etmektedir. Kelime belirtilen durumlara işaret ettiği içindir ki dini bütünüyle kabul edip onu doğru bir şekilde yaşayana sıddîk denilmiştir. [568] Görüldüğü gibi özde, söz­de ve işte ilahi ölçülere uygun davranma manasına gelen doğ­ruluk, müminlerin en bariz özelliği, İslam'ın da vazgeçilmez kaidelerinden biridir. [569]

 

Doğruluğun Mertebeleri

 

Yaşamımızda doğruluk denince çoğu zaman aklımıza gelen "doğru konuşmak"tır. Oysa sıdk mefhumu, çok daha geniş kap­samlı olup her türlü doğru inanç, söz ve iyi işi de ihtiva etmek­tedir. Muhtevası oldukça geniş olan doğruluğu mertebeleriyle incelemek konuya daha da açıklık getirecektir. Bu mertebeleri şöylece sıralamak mümkündür:

a) Dilin doğruluğu: Yalan veya gerçeğe aykırı söz söyle­memek, demektir. Bu, genelde bütün insanların düşündüğü doğruluktur. Doğruluğun bu mertebesi, iman ve İslam'ın da en belirgin emaresidir. Çünkü İslam'da dil ile söylenene kalbin iş­tirak etmesi gerekli görülmüş, bunların birbirlerine ters düşme­leri ise münafıklık sayılmıştır. [570] Şu halde sadakat imanın, yalan da nifakın semeresi olmaktadır.

b) Kalbin doğruluğu: Hakkı kabul ve iyiyi arzu etmek de­mektir. Dil kalbe tabi olduğundan insan kalbi ile doğruyu arzu etmedikçe diliyle gerçek manada doğruyu söyleyemez. Doğru­yu söylemeyince de hakiki manada doğru olamaz. Bunun için Kur’an, kalpleriyle dilleri bir olmayanların doğru kişiler olama­yacaklarını bildirmiştir. [571]

c) Amel(iş)in doğruluğu: İyi işlerin hakka mutabık olarak yapılması, ya da zahiri işlerin batini vasıflara uygun olmasıdır. Zahirin batına uymaması maksatlı olursa buna riya denir. Riyada ihlası ve doğruluğu yok eder, yapılan işi de geçersiz kılar. Demek ki ideal anlamda doğruluk, dilin, kalbin ve amelin hak ölçüsünde olması, söze yalan, işe de hile katılmamasıdır. [572]

 

Doğruluğun önemi

 

Doğruluk, Allah'ın sıfatlarının en önemlilerindendir. [573] Ayrıca peygamberlerin de başlıca özelliklerinden biridir. [574] Allah'ın hoş­nutluğunu kazanmış olanların vasıfları arasında da İslam, iman ve Allah'a itaatten sonra en mühim yeri sadakatin alması [575], doğ­ruluğun değerini ve önemini yeterince ortaya koymaktadır. Za­ten din, bir bütün olarak doğruluktur. Bu yüzden Kur’an, doğ­ruluktan maksadın İslam olduğuna işaret eder. [576] Kur’an'da doğ­ruluğun faziletine ve önemine dikkat çeken pek çok ayet vardır. Bunlardan biri de “Ey îman değerine ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluk bilincinden uzaklaşmayın ve hep doğru sözlü kimselerden olun.” [577] anlamındaki ilahi buyruktur. Bu ayet sıdkın faziletinin ve derecesinin üstünlüğüne delildir. [578] Çünkü ayette geçen sadıklardan maksat, "dinde niyet söz ve amelce doğru olan sıdk ve yakin ehlidir." [579]

Her konuda olduğu gibi doğrulukta da tek rehberimiz olan Peygamber (as)'in:

"Doğruluk insanı hayra, hayırlı işler de cen­nete; yalancılık ise insanı şerre, şer de cehenneme götürür." [580] anlamındaki hadisi, doğruluğun önemine yeterince açıklık geti­rirken yalancılığın da ne kötü bir fiil olduğuna dikkat çeker.

Dünya hayatında olduğu gibi ahirette de başarının vesilesi doğruluktur. [581] İslam'da sıdkla ilgili hükümlerin bir hayli çok olması, fert ve toplum hayatında doğruluğun ne kadar önemli olduğunun bir başka ispatıdır. Doğruluk olmazsa kalp her çeşit kötülüğün yuvası haline gelir. Böyle bir kalbe sahip olan kim­seler için de iyilik yolları kapanmış olur.

Kur’an, hakiki doğruluğa ancak tevhid inancına bağlı kalına­rak ulaşılabileceğini belirtmiştir. [582] Davranıştaki kusurların, imanda yakin derecesine ulaşamamaktan kaynaklandığına dik­kat çeken Kur’an, [583] sıdkın ancak kâmil iman ile elde edilebilece­ğini beyan etmiştir. [584] Kur’an'da sadıkların zikredildiği ayetler dikkatlice incelenirse, onların kâmil bir imana sahip oldukları, iyi işler yaptıkları, ilim ve amelde de en yüksek seviyeye ulaş­mış oldukları görülür. [585]

Netice olarak diyebiliriz ki sıdk, İslam'ın vazgeçilmez kai­desi, müminlerin de en bariz özelliklerinden biridir. Şu halde doğru mümin, her şeyden önce hak sözün canlı bir tercümanı, inandığı hak nizamın da müşahhas bir numunesi olmak duru­mundadır. Çünkü gerçek Müslüman, özünde, sözünde, işinde, gidişinde ve her türlü davranışında dosdoğru olan insandır. İn­sanın istikbali de doğruluktaki başarısına ve becerisine bağlıdır. [586]

 

TAKVA

 

Allah'ın rızk olarak size bağışladığı meşru gü­zelliklerden yararlanın ve iman ettiğiniz Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” [587]

Kur’an "da yer alan emir ve yasaklara dikkatlice bakılırsa, on­ların temel amaçlarından birinin de insanları Allah'a saygılı olmaya çağırmak ve her türlü kötülüklerden korumak olduğu görülür. Bu gerçek insana takva kelimesini hatırlatır. Çünkü Kur’an'da ibadetlerin ruhu, yapılan işlerin özü ve bütün İslami hükümlerin tek gayesi olarak geçen kelime takvadır. [588]

 

Kelimenin Aslı, Anlamları ve Tanımı

 

Sözlükte, korkmak, sakınmak, bir tehlikeden veya zarardan bir şey aracılığı ile korunmak [589] gibi anlamlara gelen takva keli­mesi, [590] Kur’an'da, "sıradan bir korkuyu" belirtmek için değil, "insandaki doğru davranma yeteneğini, Allah'a karşı sorumlu­luk bilinci içinde olmayı ve O'na derin bir saygı duymayı" ifa­de etmek için kullanılır. [591]

Peygamberliğin ilk yıllarında inen ayetlerde, takva kelimesi daha çok "müşriklerin, Allah'ın ahiretteki azabından korkmala­rı ve çekinmeleri" anlamında kullanılmış; [592] fakat daha sonra inen ayetlerde takva kelimesinin anlam sahası giderek genişle­tilmiş ve sonunda bu kavrama, "Allah'a saygılı olmak, sahih inanç ve salih amelle O'nun azabından korunmak" anlamı yük­lenmiştir. [593] Bunun için Kur’an'da takva kelimesi, "herhangi bir tehlikeden değil, Allah'ın azabından ve insanı bu azaba sürük­leyecek günahlardan korunma" anlamına gelir. Gerçek korunma da ancak Allah'ın korumasına girmekle mümkün olacağın­dan takva kavramı, "insanın Allah'a saygılı davranıp günahlar­dan sakınması, kendisine zarar ve elem verecek şeylerden iyice korunması, iyilikleri de kendisi için gerekli kabul edip yapma­sı" şeklinde tanımlanmıştır. [594] Öyleyse takvayı, mücerret (soyut) bir perhizkârlıktan ibaret saymak doğru değildir. Çünkü Al­lah'ın mubah saydığı ve insanlara helâl kıldığı şeyleri terk et­menin bir erdem olmadığı, bu tür davranışların takva sayılama­yacağı Kur’an'da şöyle belirtilir:

Ey iman değerine ermiş olanlarl Allah'ın size helal kıldığı hayat güzelliklerinden kendi­nizi yoksun bırakmayın; ama hakkın sınırlarını da aşmayın. Allah sınırları aşanları sevmez. O halde, Allah'ın rızk olarak size bağışladığı meşru güzelliklerden yararlanın ve iman ettiği­niz Allah 'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun.” [595]

Ayrıca Peygamber (as)'in, kendisini ziyarete gelen bir grup sahabeye söylediği şu sözleri de takva kavramının anlamına açıklık getirmektedir. Kaynaklarda belirtildiğine göre ashabtan üç kişi, Peygamber (as)'i evinde ziyaret ederler. Onun ibadetini daha yakından görünce:

"Biz nerede, Peygamber (as) nerede!" diyerek kendi ibadetlerini azımsarlar. İçlerinden birisi, "geceleri daima namaz kılacağını", ötekisi, "aralıksız her gün oruç tuta­cağını" diğeri de, "kadınlardan ayrı yaşayıp hiç evlenmeyeceği­ni" söyler. Bu esnada Peygamber (as) onların yanına gelir, ken­dilerine:

"Şöyle şöyle yapacağız diyenler sizlersiniz değil mi?"diye sorduktan ve onların yukarıda belirtilen sözleri söyledikle­rini anladıktan sonra onlara:

"Bakın, Allah'tan en çok korkanı­nız ve O'na en çok saygı duyanınız benim. Bununla beraber ben, bazı günler oruç tutarım, bazı günler de tutmam; gecenin bir kısmında namaz kılar, bir kısmında da uyurum; kadınlarla da evlenirim. İşte benim dinde takip ettiğim doğru yol budur. Kim benim bu yolumu takip etmez de ondan yüz çevirirse ben­den değildir." [596]

Yine, Hasan Basri ile onu ziyarete gelen bir şahıs arasında geçen şu konuşma da, takva kavramına açıklık getirmesi bakı­mından oldukça dikkat çekicidir. Bir şahıs Hasan Basri'nin ya­nına gelir ve komşusunun tatlı yemediğini söyler. Hasan Basri:

"Niçin yemediğini biliyor musun?" diye sorar. Gelen adam:

"O, tatlı nimetinin şükrünü eda edemeyeceği kanaatinde olduğu için yemiyor." der. Hasan Basri:

"Peki o, soğuk su içiyor mu?" diye sorar. Karşısındaki şahıstan "Evet" cevabını alınca:

"Senin komşun cahil birine benziyor; çünkü o, Allah'ın kendisine lüt­fettiği soğuk su nimetinin, bir tatlı çeşidinden çok daha değerli olduğunu bilmiyor." der. [597]

Görüldüğü gibi takva, helâlden sakınmak değil, bilakis aza­ba uğramamak için haramlardan ve haram şüphesi taşıyan şey­lerden uzak kalmaktır. Şurası da unutulmamalıdır ki bu durum, İslam'ın hakim ve belirleyici bir din olduğu zamanlarda geçer­lidir. İslam'ın doğruluk ve değer ölçülerine uyulmadığı, haram ve helalin düşünülmediği anlarda ise, harama düşmemek için gerektiğinde helaller konusunda bile duyarlı olmak, elbette bir takva ölçüsüdür. [598]

 

Takvanın Dereceleri

 

Kur’an'daki takva ile ilgili ayetler incelendiğinde, takvanın üç mertebesinin olduğu görülür. Birincisi, ebedi azaptan korunmak için Allah'a seksiz şüphesiz inanmak ve şirkten sakın­maktır. Çünkü tevhid inancına sahip olmadan, azaptan korun­cak mümkün değildir. Nitekim, “Allah, Elçi'sine ve müminlere iç huzuru ihsan etti de onlara Allah 'a karsı sorumluluk duygusu aşıladı...” [599] anlamındaki ayette geçen kelimetü't-takvadan mak­sadın, kelime-i tevhid olduğu belirtilmiştir. [600]

İkincisi, büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten sakınıp farzları yerine getirmektir. Takvanın bu mertebesine işaret eden ayetlerden birinde şöyle buyurulur;

Oysa bu toplumların insanları iman edip de bize karşı so­rumluluk bilinci taşıyor olsalardı onlara yerin ve göğün bol­luklarını açardık; ama onlar gerçeği yalanlamaya kalktılar, biz de işledikleri kötülüklerden ötürü onları kıskıvrak yakaladık.)” [601]

Üçüncüsü de, insanın kendini haktan alıkoyacak her şeyden uzaklaşması ve bütün gücüyle Allah'a yönelmesidir. Takvanın bu mertebesinin en veciz ifadesi, “Ey iman değerine ermiş olanlar’ Derin bir duyarlılıkla Allah 'a karşı sorumluluğunuzun tam bilincinde olun ve kendinizi yürekten O'na teslim etmiş olarak can verin.” [602] anlamındaki ayettir.

Takvanın yukarıda belirtilen üç mertebesini şöylece özetle­mek mümkündür; Takva, Allah'a seksiz şüphesiz inanmak, şirksiz ibadet etmek, O'na karşı her çeşit isyandan sakınıp ha­yatın bütün safhalarında İslam'ın doğruluk ve değer ölçülerine uymaktır. [603]

 

Takva Sahipleri Kimlerdir?

 

Bu soruya en güzel cevabı, takva sahiplerini en muhtasar ve anlamlı şekilde belirten şu ayet verir:

Gerçek iyilik, yüzlerinizi doğuya veya batıya çevirmekle ilgili değildir. Ama gerçek er­dem sahib(ler)i, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba (va­hiy eserlerine) ve peygamberlere inanan; servetini -kendisi için çok kıymetli olsa da- akrabasına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine, (yolda kalmış) yolculara, yardım isteyenlere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazında devamlı ve dikkatli olan, arındırıcı mâli yükümlülüğünü ifa eden kişi(ler)dir. Gerçek erdem sahipleri, söz verdiklerinde sözlerini tutan, felaket, zor­luk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte onlar. Allah'a sa­dakatlerini gösteren ve O na karşı sorumluluklarının bilincinde olanlardır.” [604]

 

Kurtuluş Vesilesi ve Üstünlük Ölçüsü

 

Takva, itikadi konularda yanlış ve batıl inançlara kapılmak­tan, ameli ve ahlaki konularda da kötü ve haksız davranışlardan sakınmak; Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde davranıp O'na saygılı olmak ve bu saygıyı hayatın tamamına yansıtmak­tır. Bunun için takva, bütün ahlaki değerlerin temeli, basan ve kurtuluş vesilesi, [605] Allah katında makbul insan olma mazhariye­ti [606] ve İslam'da üstünlük ölçüsüdür. [607] İnsan da takva sahibi oldu­ğu oranda değerlidir. Çünkü takva, cahiliyye gibi saygısızlığı küstahlığı ve barbarlığı değil, aksine ağırbaşlılığı ve uygarlığı ifade eden bir güzellik ve kibarlık erdemidir. [608]

İslam inancını ve bu inançtan kaynaklanan hayat tarzını en çarpıcı biçimde yansıtan takva, insanın doğru ve güzel işler ya­parak kendisini kötülüklerden koruması, dinin de doğruluk ve değer ölçülerine saygılı olmasıdır. O sadece ferdi ve vicdani erdemin değil, aynı zamanda toplumsal düzenin de bir gereği olduğundan, fert ve toplum hayatı için vazgeçilmez bir değer­dir. Bu yüzden Kur’an, takvayı bir insanın giyebileceği en iyi li­bas (elbise) [609] ve gelecek için saklayabileceği en iyi azık [610] olarak tanıtır.

Ayrıca Kur’an, takvanın evrensel boyutlu sosyal fonksiyonu­nu şöyle dile getirir:

Ey insanlar! Bakın biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık; birbirinizi tanıyabilesiniz, diye de sizi kavimler ve kabileler haline getirdik. Şüphesiz Allah katında en üstün (değerli) olanınız O'na en saygılı davranamanızdır...” [611] Burada, insanlık değeri açısından bütün insanların eşit; insanın insan olarak değerini ölçmede geçerli olan temel ölçütün de inanç ve ahlak olduğu belirtilerek evrensel barışın temel ilkeleri ortaya konulmuştur.

Sonuç olarak takva, dinin canı, dindarlığın ruhu, Kur’an'ın rehberliğinin gayesi ve bütün ahlaki öğretilerin de özüdür. İs­lam'ı Allah'ın istediği, Peygamber (as)'in beyan edip uyguladığı şekilde yaşamaktır. Eğer takvadan maksat bu olmasaydı takva, bir kemal ve kurtuluş yolu sayılmazdı. Çünkü insanın sürekli, Allah'a karşı sorumluluk bilinci içinde hareket etmesi, sahih takva göstergesidir. Allah, hiçbir muttaki eylemi geçersiz kılmayacak, tam aksine onu büyük bir ödülle karşılayacak; gele­cek de Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanların olacaktır. [612]

 

ZİKİR

 

“...Kalpler ancak Allah'ı anarak huzura erişir.” [613]

Kur’an, insanlara yol gösterme ve onları Allah'a kulluğa ça­ğırma gayesiyle gelmiştir. [614] İnsanları, kendi icat ettikleri her türlü sahte ilahlara esir olmaktan kurtarıp Allah'ın nizamına ulaştırmaya yönelik olan bu ulvi gaye, "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. " anlamındaki Lâ ilahe İllallah umdesine dayanır. [615] Bu umdenin gönülde inanç, duygu ve hareketlerde ibadet, günlük yaşayışta da nizam olarak tatbik edilmesi, insanın haya­tında tamamen Allah'a yönelmesiyle mümkündür. Böylece in­san, hayatının her anında Allah'ı hatırlayıp O'na itaat eden bir varlık haline gelir. Öyleyse insanın Allah'a itaat etme ve kul olma yolunda yürüyebilmesi için, atması gereken ilk adım zi­kirdir. [616]

 

Kelimenin Aslı, Manaları ve Tanımı

 

Sözlükte, anma, hatırlama, öğüt, bir şeyi akılda tutma ve bilinç düzeyine çıkarma [617] gibi anlamlar taşıyan zikir kelimesi, [618] ayrıca namaz, Kur’an, onur ve şeref gibi manalara da gelir. [619] Bu kelimenin zıttı, unutmak ve hatırdan çıkarmak anlamına gelen nisyandır. [620]

Dini bir terim olarak zikir, "Allah'ın güzel isimlerini anmak, O'nun ilahi hükümlerini hayatın her anında hatırdan çıkarmamak ve davranışları bu hükümlere göre yapmaktır." Şeklinde ta­rif edilmiştir. Görüldüğü gibi zikir kelimesi, imanın onuruna ve mutluluğuna ermek için, akılda tutulması ve yapılması gereken her şeyi ifade etmektedir. Bu yüzden zikir, yalnızca dille yapı­lan evraddan ibaret değildir; ayrıca o, kalbe inen ve hayata inti­kal eden ihlaslı bir eylemdir. Bu tespitler, bize zikrin çeşitlerini hatırlatmaktadır. [621]

 

Zikrin Çeşitleri

 

Ayet ve hadislerin işaretiyle, zikrin üç çeşidinin var olduğu görülür. Bunların ilki, dil ile zikirdir. Bu, Allah'ı güzel isimle­riyle anıp O'nu teşbih etmek, kitabını okumak ve O'na yalvar­mak şeklinde yapılan zikirdir.

İkincisi de, kalp ile zikirdir. Bu zikir, gönülden Allah'ı an­maktır. Zikrin bu çeşidi, Allah'ın varlığını gösteren delilleri dü­şünmek, O'nun tekliflerini, emir ve yasaklarını tefekkür ederek kalbi her türlü şüphelerden arındırmak ve yaratıkların yaratılış sırlarını temaşa etmekle olur.

Üçüncüsü ise, bedeni zikirdir. Bu, bedenin azalarının her bi­rini memur bulundukları vazifelerle meşgul edip men olunduk­ları şeylerden uzaklaştırmaktır. [622] Görüldüğü gibi zikirden mak­sat, Allah'a itaat ve kulluktur. Hem de bütün itaatleri kapsayıp her türlü isyanı terk etmeyi gerektiren bir kulluk...

Zikrin belirtilen çeşitleri, Allah'a gerçek anlamda kulluğu ifade etmektedir. Çünkü mümin, önce Allah'ı ve O'nun bildirdi­ği hakikatleri kalben tasdik eder, sonra bunları dili ile söyleyip bütün hayatını bu hakikatlere uygun olarak sürdürür. Nitekim, “Onlar ki ayakta dururken, otururken ve uyumak için yanları üzerine uzandıklarında Allah'ı anar, göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde inceden inceye düşünürler. "Ey Rabb'imiz! Sen bunla­rın hiçbirini anlamsız ve amaçsız yaratmadın. Sen yücelikte sı­nırsızsın! Bizi ateşin azabından koru!" derler. [623] anlamındaki ayette Allah'ı zikrederler buyruğu, "dilin"; ayakta, oturarak ve yanları üzerine uzanarak buyruğu, "organların"; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler buyruğu ise, "kalp ve aklın" kulluğuna işaret etmektedir. [624] Dernek ki zikir, Allah'ı sevip an­mak, O'nu hatırdan, dinini de hayattan çıkarmadan yaşamaktır. [625]

 

Zikrin Fazileti

 

Kur’an'daki ayetlerde, insanlara Allah'ı anmaları emredilir. [626]

Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım; bana şükredin ve be­ni inkâr etmeyin.” [627]

Ey iman değerine ermiş olanlar! Allah'ı çokça anın ve sabah akşam O 'nun şanını yüceltin.” [628]

Onlar ki inanmışlar ve Allah 'ı anmakla kalpleri huzur ve doyum bul­muştur; çünkü kalpler ancak Allah'ı anarak huzura erişir.” [629] anlamındaki ilahi buyruklar, zikrin faziletini ve önemini ifade eden ayetlerden sadece birkaçıdır. Ayrıca, Allah'a kullukta in­sanlara en iyi örnek olan Peygamber (as), Allah'ı zikretme ko­nusunda da en iyi rehber olmuştur. Hz. Aişe'nin, "Allah'ın Elçisi, her zaman ve her durumda Allah'ı anardı." [630] demesi, onun hayatında zikrin yerine ve önemine yeterince işaret etmektedir. Peygamber (as) de, "Rabb'ini zikreden kimse ile etmeyen kim­senin misali, diri ile ölü gibidir." [631] buyurarak, zikrin insana ha­yat bahşeden özelliğine; bundan gafil olmanın da olumsuz neti­cesine dikkat çekmiştir. Görüldüğü gibi geçen ayet ve hadisler, sadece sözde kalmayıp davranış olarak Allah'a itaati esas alan zikrin faziletine işaret etmektedir. [632]

 

İnsanları Zikirden Alıkoyan Sebepler

 

Genel olarak iki bölümde ifade edebileceğimiz bu sebeplerin ilki, zikir yolunun açık düşmanı olan şeytandır. Şeytanın hedefi, birtakım kötülüklerle veya değişik taktiklerle müminlere Al­lah'ı unutturmak ve onları Allah yolundan saptırmaktır. [633] Diğeri de insanların mal, evlat ve şöhret gibi kendilerine göre üstün saydıkları pek çok varlıkların cazibesine kapılarak Allah'ı ta­nımaz ve anmaz hale gelmeleridir. İnsan hayatının ana gayesi­nin "Allah'a kulluk" olduğunu mensuplarına öğreten İslam, helal ve temiz olan dünya nimetlerinden faydalanmayı yasak­lamamış, ancak onların insanın ana gayesi olmasını ve Allah'ı unutturacak bir hale getirilmelerini doğru bulmamıştır. [634] Ne var ki, bu gerçeğin unutulması sonucu, dünya hayatının aldatıcı sü­sü ve menfaatleri, günümüzde pek çok insanın gözünü ve gön­lünü kör etmiş, bu insanlar adeta Allah'ı tanımaz hale gelmiş­lerdir. Allah'ın zikrinden yüz çevirmenin neticesi olarak ortaya çıkan bu durum, sahiplerini hızla İslam dışı bir yaşayışa itmek­tedir. [635]

 

En Üstün Zikir, "Lâ İlahe İllallah"

 

Zikrin en faziletlisi olan Lâ İlahe İllallah, İslam'ın hayat ni­zamıdır. Çağlar boyu gelen ilahi dinlerdeki inancın ana kaidesi olan bu ilke, insana hayatla ilgili her çeşit faaliyette Allah'ın hükümlerini hatırlatarak O'na yönelmeyi ifade ettiği için, zikrin en üstünüdür.

İslam'ın esası olan kelimei tevhid, insanı her bakımdan Al­lah'a yönelttiği içindir ki peygamber (as):

"Zikrin en faziletlisi, Lâ İlahe İliallahtır." [636] buyurmuştur. Çünkü, Allah'ın dinine tes­lim olup hayatta O'nun nizamına uyarak kulluk etmek, gerçek anlamda Lâ İlahe İllallah demektir. Bu da, Peygamber (as)'in:

"Şüphesiz ki Allah, kendi rızası için Lâ İlahe İllallah diyen kimseye cehennemi haram etmiştir." [637] hadisinde ifadesini bulan hakiki imandır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki zikir, İslam'ı hayata hakim kıl­manın bariz bir hedef olduğunu unutmamaktır. İman ve ihlas ehlinin ayrılmaz sıfatı olan zikir, mutlak anlamda Allah'a itaat edip O'na isyan etmemektir. Çünkü bir hadiste, "Allah'a itaat eden O'nu zikredendir, Allah'a isyan eden ise, O'nu unutan­dır." buyurulmuştur. [638] Demek ki zikir, Allah'ı saygıyla anmanın ve O'nun rızasını kazanmanın, tek kurtuluş yolu olduğunu unutmamaktır. [639]

 

TEBLİĞ

 

Bütün insanlığı hikmetle ve güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır...” [640]

Sömürü sistemlerinin, geniş çapta insan hayatına hakim ol­duğu günümüzde insan, yaratılışına aykırı ve yabancı dünyalara çağrılmış, pek çok sorunun içinde saplanıp kalmıştır. Bu so­runların temelinde söz konusu sistemlerin tutarsız önerileri ve çelişkileri yatmaktadır.

İslami ölçüleri kaldırma gayesiyle her türlü kötülüğe şeytani bir meşruiyet kazandırma uğraşı içinde bulunan güçler, İslam kültürü yerine sömürü kültürünü ikame etmek istemektedirler. Böylece insanın değerini ve faziletini ortaya koyan İslami öl­çüler, yerini batıl yargılara terk ederken, kişilere huzur ve gü­ven sağlayan İslami değerler, birer birer imha edilmektedir.

Bu durum karşısında müminin en başta gelen görevi, vahyin üstün ve yetkin yorumuna ulaşıp Kur’an'ı kendine rehber edin­mek ve Hakk'ın bildirisini vahyin diri sesiyle bütün insanlığa duyurmaktır. Bu da, tebliğ görevini yerine getirmekle müm­kündür. [641]

 

Kelimenin Manaları ve Tanımı

 

Sözlükte haber ulaştırmak, iyi kabul edilen bir şeyi başkala­rına bildirmek[642] gibi anlamlara gelen tebliğ kavramı, İslami bir terim olarak "Allah'ın emir ve yasaklarını, beyan ettiği bütün hakikatleri, Onun istediği ve bildirdiği şekilde insanlara ulaştı­rıp duyurmak" şeklinde tanımlanmıştır.

Kur’an'da, tebliğle anlam yakınlığı içinde olan üç sözcük da­ha vardır. Bunlardan ilki, "yapılan işin sonunun kötü olacağını haber vermek ve muhatabı uyarmak" manasına gelen imardır.[643]

İkincisi, "insanları Allah'ın gösterdiği yola ve gerçeğe çağır­mak" anlamındaki davettir.[644] Üçüncüsü de, "insana nasihat yo­luyla hakikati hatırlatıp iyiyi kötüden ayırt etmeyi anlatmak" demek olan tezkirdir[645].

 

Tebliğin Konusu

 

Kur’an ayetleri, tebliğin konusunun asli şekliyle Allah'ın dini olduğunu haber vermektedir. “(Ey Muhammedi) Bütün in­sanlığı hikmetle ve güzel öğütle Rabb'hıin yoluna çağır...” [646]

Rabb'inin sana indirdiklerini tebliğ et. Sen onu tam yapmadı­ğın sürece Rahb'inin mesajını hiç yaymamış olursun...”[647] anla­mındaki ilahi buyruklar, tebliğin konusunun İslam olduğunu açıkça ortaya koyar.

Peygamber (as)"in, tebliğinde başarıya ulaşmasının en büyük sırrı, dini tam olarak duyurmuş ve tatbik etmiş olmasıdır. Bu­nun için tebliğin konusunda asla değişiklik yapılmamalıdır. Çünkü tebliğ göreviyle yükümlü bulunan ve Kur’an'a muhatap olan insanın, İslam'a müdahale etmeye hakkı yoktur. Ne varki İslam şimdilerde pek çok fonksiyonlarından tecrit edilmiş ve yalnızca bir kıssalar manzumesi halinde takdim edilir olmuştur. İslam tebliğinin konusunu bilmeden veya onda değişiklik yapı­larak atılan yanlış adımlar, hayırlı neticeler yerine moda cere­yanlar ve ucuz kahramanlar doğurmuştur. [648]

 

Tebliğin Önemi

 

Tebliğ, Hakk'ın buyruğunun insanlığa duyurulması oldu­ğundan yeryüzünde söylenen sözlerin en güzeli, hiç şüphesiz Allah'a davet için söylenen sözdür. [649] Ayrıca Allah Elçisi'ne ge­len emirler arasında tebliğin ilk sıralarda yer alması, [650] onun önemine işaret etmektedir. Tebliğ, hakkı hakir ve küçük görenlere onun yüceliğini söz ve fiille ilan etmek anlamına gelmesi açısından da önem taşır. Cehalet, gaflet ve sapıklık içinde kalıp kendilerini bekleyen tehlikeyi göremeyenlere, bir uyarı ve kur­tuluş çağrısıdır tebliğ...

Tebliğin önemi kadar, tebliğde önem taşıyan bir husus da, "imanın şuuruna ermek, gönülden İslam'a bağlanmak ve güzel bir örnek oluşturmaktır". Zira İslam, her şeyden önce kendisine inanan ve samimiyetle Allah'a bağlanan insanlar ister.

İlahi vahiy, ağır ağır akan suya benzer. Önce en yakınını sular, sonra yavaş yavaş çevresine yayılır. İlahi vahye mazhar olan Allah Elçisi, Kur’an'la bildirilen hakikatleri önce kendi evinde ailesine, sonra yakın çevresine, daha sonra da bütün in­sanlığa duyurmuştur. Bu peygamberi uygulamanın dayanağı hiç kuşkusuz Kur’an'dır. Çünkü Allah, vahyini çizdiği gayeye ulaş­tırmak için Elçisi'ne böyle bir yol göstermiş, “Önce en yakınla­rından başlayarak erişebildiğin herkesi uyar.” [651] buyurarak Peygamber (as)'in ilahi hakikatleri başkalarına da taşımakla yü­kümlü olduğunu bildirmiştir. Allah Elçisi bu emre uyarak önce en yakınlarını uyarmış; onlara sadece yaptıkları salih amelleri­nin fayda vereceğini duyurarak bu konuda yakınlığın bir yarar sağlamayacağını vurgulamıştır.

Daha sonra tebliğin dairesi genişletilerek Mekke şehrine ve civarına ulaşmıştır. Nitekim “işte biz sana Arap dilinde bir hi­tabe gönderdik ki bütün kentlerin anasını ve çevresinde otu­ranları uyarabilesin.” [652] anlamındaki ayet, tebliğin belirtilen bo­yutunu ortaya koymaktadır. Ancak, Kur’an'ın bildirdiği haki­katler, belli bir kesimle sınırlı kalmayıp akıl ve irade sahibi bü­tün insanlara ulaştırılmalıydı. Ayrıca Kur’an diri olan herkesi uyarmalıydı. [653] Bunun için tebliğin dairesi, şu ilahi hitapla son şeklini aldı. “Bu Kur’an, bütün insanlığa bir mesajdır. Öyleyse sağduyu sahipleri artık onunla uyarı bulsunlar ve Allah'ın Tek ilah olduğunu bilip bunu akıllarında tutsunlar!” [654]

 

Tebliğ Metodu

 

Tebliğde mühim konulardan biri de metottur. İnsanlık hak yola nasıl çağrılacak? İslami hakikatler onlara nasıl anlatılacak? Bu sorulara cevap verirken öncelikle şu gerçeği belirtmek gere­kir. "Hakk'ın sözünü duyurma ve üstün kılma gayreti, Hakk'ın meşru saydığı yol ve vasıtalarla olmalıdır." Nitekim, “Bütün in­sanlığı hikmetle ve güzel öğütle Rabb'inin yoluna çağır; onlar­la en güzel, en inandırıcı yöntemlerle tartış...” [655] anlamındaki ilahi buyruk, İslam tebliğ metoduyla ilgili temel prensipleri or­taya koymaktadır. Ayetin beyanına göre tebliğ de en etkili yön­tem, en güzel, en yumuşak, dolayısıyla akla ve sağduyuya en yatkın olan yöntemdir. Bunun için insan tabiatını çok iyi bilen ve gönlü hak sevgisiyle dolu olan Peygamber (as), Kur’an'ın teb­liğ konusundaki metodunu fiili uygulamalarıyla ortaya koymuş­tur. Onun ortaya koyduğu İslam'a çağrı yöntemi zorlamaya de­ğil, ikna ederek inandırmaya dayanıyordu. Çünkü İslam'a göre katledilecek kişiler değil, öncelikle gönülleri fethedilecek in­sanlar vardı.

Buraya kadar ki açıklamalarımız, saygı hudutları içinde ka­lındığı sürece İslam'ın tebliğ metodunun şekliyle ilgilidir. İs­lam'a ve Müslümanlara saldırı söz konusu olunca durum deği­şir. Tecavüz, maddi bir saldın olduğundan aşırılığa kaçmadan ona misliyle mukabele etmek kaçınılmaz otur. Bu tavır, hakkın haysiyetini korumak ve batılın galibiyetini bertaraf etmek için de şarttır. Zira her düşünce ve sistem gibi İslam da ancak özgür bir ortamda yaşar, gelişir ve uygulama imkânına kavuşur. İsla­mi ölçüler içinde tebliği müdafaa etmek, davanın haysiyetini koruma anlamına geldiği içindir ki Peygamber (as), gerektiğinde silahlı tebliğ heyetleri de göndermiştir. Müslümanların şerri de­fedip düşmanların karşısında durabilecek güçte olmaları halinde ise, hoşgörülü ve sabırlı davranmaları tavsiye edilmiştir. Ancak Allah davasını küçük düşürecek bir hoşgörüye İslam müsaade etmez. [656]

 

Kur’an 'la Davet

 

Kur’an, Allah'ın sözlerinden oluşan ilahi vahyin ürünüdür. O, kendini anlayıp dinleyenler üzerinde tesirini hemen gösterir. Allah, Kur’an'la daveti peygamberine talim buyurmuş, [657] ondan kafirlere karşı bütün gücünü ortaya koyarak büyük bir çaba göstermesini istemiştir. Çünkü Kur’an, her türlü araç ve gereçten çok daha etkilidir. Zira Kur’an’i gerçekleri anlayan kalp, asıl kaynağı ile buluşmuş olur. Kur’an'la dile gelen hakikatler, insan ruhunun derinliklerini öylesine etkiler ki, en gelişmiş silahlarla donatılmış bir ordu bile böyle bir etkileme gücüne sahip ola­maz. Çünkü silahlar bedenleri öldürse de ruhları fethedemez. Bunun için, dün olduğu gibi bugün de birikmiş enerjileri, ha­yırlı ve yeni gelişmelere yöneltmek, kirlenmiş kalpleri temizle­yip kararmış ruhları aydınlatmak, Kur’an'la mümkün olacaktır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki tebliğ, insanlığa hakkı bildirmek, kişileri tuğyana kurban olmaktan kurtarmak için çileli ve kutlu bir mücadeleye girişmektir. İnsanın ve toplumun öz yapısına ters düşen bütün uygulamaları, vahiy diliyle kınayıp ortadan kaldırmaktır. Bunu yapabilmek için, İslam toplumları, küfrün aralarına koyduğu ayrılık duvarlarını, sarsılmaz tevhid safları oluşturarak birer birer yıkmalıdır. Çünkü İslam'ı yaşamak ve başkalarına taşımak, bunu gerekli kılmaktadır. Öyleyse vahyin kutlu ilkelerini insanlığa sunmak için çileli bir çabayı üstlenmek gibi bir sorumluluk altında bulunduğumuz asla unutulma­malıdır. [658]

 

HAYIR

 

Ey iman değerine ermiş olanlar! Allah'ın huzu­runda eğilin, yere kapanın ve yalnızca Rabb’nize kulluk edin; iyi işler yapın ki kurtuluşa ve esenliğe ersesiniz.” [659]

İslam, iman esaslarına bağlı, doğruluk ve adalet üzerine ku­rulu bir ahlak toplumu oluşturmayı gaye edinmiştir. İdeal ma­nada bir İslam toplumunun oluşumu, öncelikle İslami esasların ruhlarda yer edip, vicdanlarda kökleşmesi ve insan hayatının yapısına işlemesi ile mümkündür. Bunun için Kur’an, şaşmaz kılavuzluğu ile insanlığa canlı bir hayat iksiri sunmuş, böylece onları hakka ve hayra yöneltmiştir.

Kişilerin kötülüklerden, toplumun da fesat amillerinden ko­runması, Allah'ın dininin hayatta uygulanması ile gerçekleşir. Bu tespit bize. Kur’an'ın üzerinde çokça durduğu hayır mefhu­munu hatırlatır. Şimdi bu mefhumu manalarıyla kavramaya ça­lışalım. [660]

 

Kelimenin Aslı, Manaları ve Tanımı

 

Hayır kelimesi, sözlükte iyi, faydalı ve yararlı olmak, iyi­likte üstün gelmek gibi anlamlar taşır. [661] Üstünlük ismi (ism-i tafdil) olarak, daha iyi ve en iyi anlamına gelen hayır kelimesi [662], aynı zamanda çok mal ve servet [663]. Kur’an ve İslam [664] manasına da gelir. Bu kelimenin zıttı, kötülük anlamındaki şerâk.

"Aklın beğendiği, dinin yapılmasını istediği ve Allah'ın rı­zasını kazanmaya vesile saydığı her türlü güzel şeylere ve iyi işlere" hayır denir. [665] Kelime anlamlarını belirttiğimiz ve tanımını yaptığımız hayır kavramı, genellikle ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi, "akıl, ilim ve cennet gibi her durumda beğenilip, her­kesin rağbet ettiği nesneler" anlamına gelen hayr-ı mutlaktır. İkincisi de "bir kimse tarafından iyi kabul edildiği halde diğerine göre iyi kabul edilmeyen, (çok mal ve servet gibi) şeyler" an­lamına gelen hayr-ı mukayyetidir.

Hayır olan her işin neticesinde bir sevap vardır. Bu sevabın en büyüğü ise Allah maşıdır. Bu yüzden Kur’an, genellikle in­sana faydalı olacak ve Allah'ın rızasını kazandıracak her türlü iyiliği hayır olarak niteler. [666] Çünkü Kur’an'da hayır kelimesi, her türlü iyi tutum ve davranışın ahlaki değerini belirtmek için de kullanılır [667]; böylece ahlaki ve dini ödevler, hayır kelimesinin kapsamına alınır. [668]

 

Hayrın Fazileti ve Önemi

 

Din, Allah'ın insanlara bildirdiği ilahi bir kanun, dindarlık ise insanın kendi arzusu ile bu kanunlara uyması olduğundan gerçek iyilik, hayrı Allah katında iyi olduğu için yapmaktır. Çünkü böylesi bir imanla hayır işlemek, Allah'ın hoşnutluğunu talep etmek demektir.

Kur’an'ın, hayra davet edenleri en hayırlı ümmet [669] olarak ni­telendirmesi hayrın faziletini; insanları iyilikte yarışa teşvik et­mesi [670] de hayrın önemini belirtir. “Ey iman değerine ermiş olanlar” Allah'ın huzurunda eğilin, yere kapanın ve yalnızca Rabb'inize kulluk edin: İyi işler yapın ki kurtuluşa ve esenliğe erimesiniz.” [671] anlamındaki ayet ve benzeri diğer ayetler ise, hayrın ibadetlerin tamamını kapsayıcı özelliğine ve hayır işlemenin gereğine işaret eder.

Hayır işlemenin ve hayra davet etmenin en güzel örneğini ortaya koyan Allah Resulü:

"İnsanların en hayırlısı Allah'ın kitabını en çok okuyan, O'na en çok saygı duyan, iyiliği emre­dip kötülüklerden sakındıran ve akrabayı en çok ziyaret eden­dir.” [672] buyurarak hayrın faziletinin yanında mahiyetine de açık­lık getirmiştir. Ayrıca Peygamber (as)'ın:

"İyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanların ecri gibi ecir verilir." [673] buyurması, hayır yapmanın yanında ona vesile olmanın önemine de dikkat çeker.

Ayet ve hadislerde önemi açıkça vurgulanan hayrı yapmanın ve hayırlı insan olmanın ilk şartı, sağlam bir imanla iyiliği ha­yatta uygulanır bir ilke haline getirmektir. Nitekim, bu şuura eren Müslümanlar, inançlarından kaynaklanan hayır sevgisini hayatlarına da taşımışlar, yaşadıkları her yerde kalıcı hayır eserleri yaparak iyiliği adeta anıtlaştırmıslardır. [674]

 

Hayır Yapmanın Anlamı ve Şekli

 

Faziletini ve önemini belirttiğimiz hayır mefhumunun, gü­nümüzde Kur’an ve sünnet ölçülerine uygun biçimde gerçekleş­tirilemediğini müşahede etmekteyiz. Belirtilen eksikliğin en önemli sebebi, bu mefhumun İslami kıstaslar içersinde kavranamayışıdır. Öyleyse söz konusu eksikliğin giderilmesi için, İs­lam'da hayrın anlam ve mahiyetinin ne olduğunu ortaya koy­mak gerekir. Hz. Peygamber'in:

"Hayır, Kur’an'a ve benim sün­netime uymaktır." [675] şeklindeki açıklaması hayrın anlam ve ma­hiyetini yeterince ortaya koymaktadır. Şu halde Kur’an ve sün­netle aynı çizgide buluşmayan ve bunlarla örtüşmeyen hiçbir görüş ve iş, İslami olamaz. İslami olmayan bir iş de hayır sayı­lamaz.

Hayır yapmanın pek çok şekilleri vardır. Bunun için her in­san, az yada çok iyilik yapabilecek imkânlara sahiptir. Ancak bol imkânlara sahip olan kimse, hayrın en çoğunu yapmakla mükelleftir. En faziletli hayrın, "en çok sevilen şeyleri Allah yolunda Onun rızasını kazanmak için sarf etmek" [676] olduğuna dikkat çeken Kur’an, hayrın sadece maddi imkânlarla değil, ay­rıca konusu maddi olmayan şeylerle de yapılabileceğini; yerine göre bir tatlı sözün ve hoşgörünün bile bir hayır olabileceğini bildirmiştir. [677]

 

Hayır Yarışının Öncüleri

 

Kur’an'ın beyanından, hayır yarışının öncülerinin peygam­berler olduğunu anlamaktayız. [678] Ayrıca Allah'a inanıp tevhid yolunun takipçisi olan samimi müminler de bu yarışın öncülerindendir. [679] Çünkü müminler, dini hayata hakim kılmanın şuu­runda olan ve imanla yücelmenin bizzat hayır olduğunu bilen kimselerdir. Ancak dinde bilmenin yanında bir de irade mesele­sinin bulunduğu hatırlanırsa, hayır yarışına katılıp bu yarışın öncülerinden olabilmek için hayrı bilmenin yeterli olmayacağı, ayrıca hayrı severek yapmanın gerekli olduğu kolayca anlaşılır. [680]

 

Hayra Davet Müslümanların Görevidir

 

İslam dini, kişi ve toplum hayatına iyiliği hakim kılmak için "insanları hayra çağırıp iyiliği emretmeyi ve kötülüklerden sakındırmayı" farz kılmıştır. [681] Şüphesiz ki hayra davetten maksat, insanları tevhid inancına ve hak din olan İslam'a uymaya ça­ğırmaktır. [682] Hayra çağırmanın en önemli boyutu ise iyiliği em­redip kötülüklerden sakındırmaktır. Peygamberlerin insanlığa gönderiliş sebeplerinden birinin de hayrın hakimiyetini sağla­mak olduğu hatırlanırsa, hayra davet vazifesinin Müslüman açı­sından önemi daha iyi kavranmış olur. Eğer Kur’an'ın müminle­re yüklediği bu görev ihmal edilirse, ilim ve iyi işler yok olur, dini hayat geriler, sapıklıklar yayılır, cehalet ve bozgunculuk her tarafı sarar. Şu halde Kur’an'la belirtilip sünnetle ortaya ko­nulan hayat şeklinin gerçekleşmesi, iyiliklerin toplumda yerle­şip kötülüklerin yok edilmesiyle mümkündür. İşte bunun için İslam, insanları hayra davet edip kötülüklerden sakındıran bir toplumun varlığını şart koşmuş, [683] hayır yolundaki sapmalardan hem kişileri hem de toplumu sorumlu tutmuştur. [684] Başta Ashab-ı kiram olmak üzere Allah'ın dinine inanıp onu hayatın hakim unsuru kılmak gayesiyle bu vazifeyi yerine getiren bütün sa­mimi müminler, Kur’an'da en hayırlı ümmet [685] vasfıyla övgüye mazhar olmuşlardır. Kısacası, Kur’an ve sünnette, hayır konuşup hayır işlemek emredilmiş, kötülüklerin de her çeşidi yasaklan­mış, böylece insanlığın iyilik ve hayır içinde yaşaması hedef­lenmiştir. [686]

 

Hayır Yolundaki Engeller

 

Hayır yolunun engellerinden maksat, insanları bu yoldan alıkoyan sebepler ve müsebbipleridir. Bunların başında, hayır yolunun düşmanı olan şeytan gelir. [687] Çünkü şeytan, bütün ha­yırların kaynağı olan imanın ve İslam'ın düşmanıdır. Ayrıca şeytan yolunun takipçisi olup pek çok kötülüğü huy edinmiş olanlar da [688] hayrı engelleyenlerdir. Özellikle günümüzde insanları hayır yolundan uzaklaştırmaya çalışan ve sapık bir düşüncenin ürünü olan ideolojiler, her türlü kötülükleri teşvik edip yay­makla hayra karşı bir savaş açmışlardır. İnsanları yozlaştırmak isteyen bu ideolojilerin savunucuları ise ruhsuz bedenlerden inançsız bir toplum oluşturup kendi "çıkar ve şer saltanatlarını" sürdürmek arzusundadırlar. Böylesine tehlikeli boyutlara ulaş­mış şer güçlerin varlığını bilen ve gören Müslümanlar, artık hayrın Kur’an ve sünnete göre yaşamak olduğunu, dünyalık için dini satmanın da İslam'dan, dolayısıyla hayır yolundan sapmak anlamına geldiğini unutmamalıdırlar.

Sonuç olarak hayır, Hak ölçüsüne göre iyi ve faydalı olan iş­leri yapıp tevhid inancının ve nizamının insanlık hayatında de­vam etmesini sağlamaktır. Hayır, insanları Allah'a yaklaştıran, onları maddi ve manevi yönden en ileri seviyeye ulaştıran ve Allah'ın rızasını kazandıran iyilikleri, içten gelen bir sevgi ile yapabilmektir. Kısacası hayır, dinin ve dindarlığın en güzel semeresidir. [689]

 

KARYE

 

(Şehir ve Medeniyet)

 

Bu, bütün ana kentlileri ve çevresinde oturan herkesi uyarman için indirdiğimiz bir ilâhi ke­lamdır...” [690]

Kur’an, insanlara bildirmek istediği gerçekleri, kendine özgü bir üslupla dile getirir. Hayatın bütün alanlarını kapsayan söy­lemiyle insanı aydınlatır. Onun gücü, anlamının her zaman ge­çerli ve diri olmasında yatar.

Kur’an, medeniyet oluşturan toplumları ve onların yerleşim birimlerini ifadeye koymak için, iki önemli kavram kullanır. Bunlardan ilki, "köy, kasaba, şehir, yurt ve toplum" gibi anlam­lar taşıyan karye [691] diğeri de, "insan hayatına ilişkin her türlü ih­tiyaca cevap veren ve büyük şehir" manasına gelen medine 'dir. [692]

Karye, türevleriyle birlikte Kur’an'da 56, Medine kavramı ise 17 kez kullanılmaktadır. [693] Kur’an’daki kullanımlarından da anla­şıldığına göre her iki isim, "üzerinde medeniyet oluşmuş yerle­şim merkezleri ve buralarda ikâmet etmiş insan toplulukları'' manasına gelmektedir.

Kur’an’a göre, her karyeye bir uyarıcı gönderilmiş, hiçbir kent halkı, kendilerine uyarıcı gönderilmeden helak edilmemiştir. [694] Her yurt ve medeniyetin bir yazgısı vardır. Varlık sürecini tamamlayan her medeniyet kıyametten önce son bulacaktır. [695]

Hakikat diliyle konuşan Kur’an, en büyük uygarlığın temsil­cileri olan Ana Kent’lileri ve çevresindekileri uyarmak için gön­derilmiştir. [696] Mekke, İslam dünyasının manevi merkezidir. Onun çevresi de bütün dünyadır. Bunun için Mekke şehrine, Ümmü'l Kura (Şehirlerin anası veya Ana Kent) denmiştir. Demek ki bütün medeniyet denemelerine şahit olan insanlık, en ileri muhtevaya sahip olan Kur’an'la uyarılmış, böylece onun evren­sel mesajından bütün insanlığın faydalanması hedeflenmiştir.

Allah, tüm yerleşim birimlerinde oturan insanları, göklerden ve yerden gönderilen bereketlerle nimetlendirmek ister. Bunun gereğinin iman ve takva olduğunu söyler. [697] Ancak insanoğlu, söylenenin aksine nankörlük örnekleri sergilediğinden, darlık ve sıkıntılara düşer. [698] Kur’an, değinilen gerçeği bir örnekle şöyle dile getirir: “Allah şu kenti, medeniyeti örnek vermiştir: Güven­li, mutlu ve huzurlu idi; rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler de Allah kendileri­ne sanayi olarak ürettikleri şeyler yüzünden açlık ve korku elbi­sesini tattırdı.” [699]

Kur’an, insan ve toplum hayatıyla ilgili gerçekçi belirleme­lerde bulunur. Yerleşim birimlerinin ve oralarda yaşayan halk kitlelerinin yok oluş sebeplerini bildirir. Biz, çöküşü hazırlayan, toplumların ve medeniyetlerin sonunu getiren bu sebepleri, ayetlerin ışığında özetlemek istiyoruz:

a) Zulüm: Genelde, "hakkı yerine koymamak ve haksızlık etmek" anlamına gelen zulüm, tarihin bütün devirlerinde mede­niyet ve ülkelerin yok olmasına neden olmuştur. Özellikle yö­netici kadroların ve halkın zulme sapmaları, onların yerle bir edilip yok olmaları sonucunu doğurmuştur. [700]

b) İfraf: Teref kökünden türeyen bu kelime, "servet ve re­fahla şımarıp azmak" anlamına gelir. Kur’an'ın beyanına göre, çöküş zamanlarının öncüleri, mal ve nimet bolluğu ile şımarmış suçlu kodamanlar (mütrefin)dir.” [701] Hakikat bilgisinden yoksun olan insan, maddi güce sahip olmakla gerçek kurtuluşa ulaşacağını zanneder. O, zenginlik ve refahın insanın dünyacı tutkula­rını kışkırttığı zaman, kişiyi doğru davranıştan uzaklaştıracağını unutur. Gerek tarihi tecrübeler, gerekse çağdaş dünyanın içinde bulunduğu durum, değinilen gerçeği büyük ölçüde doğrula­maktadır. Bugün insanlık, kendi eliyle oluşturduğu zalim uy­garlık hanesine kendini kapatmış, yozlaşma ve çürümede doruk noktasına ulaşmıştır.

c) Fısk: Bu kelime, "dince çizilen îyi ve güzel sınırların dı­şına çıkmak" anlamına gelir. Kur’an'ın bildirdiğine göre, insan­ların böyle bir davranış içine girmeleri, onların bela ve azap yağmuruna tutulmalarına neden olur. “Şu kent halkı üstüne, yaptıkları kötülüklerden ötürü gökten bir felaket indireceğiz,[702] mealindeki ayet, fasık toplumların acı sonlarını dile getirir.

d) Sanayi (teknoloji): Sun' kökünden türeyen sırtâat, "ori­jinal bir iş yapmaktır." Bunun için anılan kelime, sadece insa­nın yaptığı üretken işleri ifade etmek için kullanılır. [703] Kur’an'da bu kelimenin, insanın eşya üzerindeki üretici işlerini, genelde makbul olmayan, insanı azdıran, toplumsal hayatta tahrip ve bunalımlara yol açan üretim hamlelerini belirtmek için kulla­nıldığını görürüz. [704] Onun olumlu tarafının yanında olumsuz yö­nü, hakim özellik olarak açıklanır. Medeniyetlerin çöküşüne yol açıp insanların huzur ve mutluluğunu bozan yanlış oluşumlar­dan biri de insanı aldanışa sürükleyen teknolojidir. Çünkü onu insani değerlerin üzerinde görüp olumsuz bir gelişmeye dönüş­türmek, toplumları perişan eder. [705]

e) Hak Dine ters düşmek: Yerleşim birimlerinde yaşayan insanların, Hak dine ters düşen bir yaşantı içine girmeleri, onla­rın maddi ve manevi yönden büyük kayıplara uğramalarına se­bep olmuştur. Öyle ki, dejenere olmuş toplumlar, iman insanının benimsediği temiz, dengeli ve onurlu hayattan tiksinir hale gelmişlerdir. Hatta: "Çıkarın şunları kentimizden, çünkü onlar temizlik tutkunu insanlardır." [706] diyecek kadar ileri gidebilmiş­lerdir. İş başına gelen despot yöneticilerin, yaşanan hayattan bütün iyilikleri ve kutsal değerlen çıkarıp atma çabaları, kentle­ri yaşanabilir mekânlar olmaktan çıkarıp, pisliklerin üretildiği ve kötülüklerin yaygınlaştığı bir ortam haline getirmiştir. [707]

Yerleşim birimlerinde ve toplum hayatında, dini temel teşkil eden inanç, ibadet, ahlak ve hukuk gibi alanlar yok sayılır veya görmezlikten gelinirse, İslam'ın sahici yapılanması gerçekleşti­rilemez. Zira temeli Allah inancına ve bu inancın gereği olan iyi ve erdemli işlere dayanmayan bir medeniyet, İslam'a ait olamaz.

Kültürel savaşın çok zorlu bir savaş niteliği kazandığı gü­nümüzde, pek çok İslam şehrinin, İslam dışı yaşantıların sergi­lendiği batı kentlerinin birer kopyası haline getirilmeye çalışıl­dığını görüyoruz. Büyük şehirlerin önemli semtlerine batılı isimlerin verilmesinden, kötü faaliyetlerin sergilenişi ve "helen" gibi yaşamaya kadar varan pek çok olay, bugün kentlerdeki ya­bancılaşma ve yozlaşmanın hangi boyutlara ulaştığını gösteri­yor.

Temiz ve huzurlu bir yerleşim biriminde yaşayabilmek için, fert ve toplum olarak İslami bilinç ve yaşayış düzeyimizi yük­seltmek zorundayız. İnsanlar kötü niyet beslemez, dünyadaki görevlerini küçümsemez ve kendi değerlerini yitirmezlerse, gü­zel bir hayat yaşar, geriye de kalıcı güzel örnekler bırakabilir­ler. İslaha yanaşmayan, gelişim göstermeyen ve gelecekteki ya­şamları için iyileştirme planları olmayan toplumlar, çöküşü ya­şamaya ve zulümle yok olmaya mahkumdurlar. [708]

 

KURBAN

 

Onların etleri de kanları da Allah'a ulaşmaz. Sizden yana Allah'a erişen sizin takvanız (sizi Allah'ın buyruklarını tutmaya sevk eden saygı­nındır.” [709]

İslam, düşünce ve yaşayış açısından insanları geliştirip onla­rın şuurlu Müslüman olmalarını hedeflemiş bir dindir. İslam'ın en önemli rüknü ise Kur’an’da belirtilen tevhid ilkesidir. Bu il­ke, imani değerlerle bu değerlerin yönettiği davranışların ilahi hükümler doğrultusunda birleşmesini gerekli kılar. Bu ilkeye göre yaşamak, Kur’an'ın hayatımızdan dışlanmamasını, onun hayatımızın vazgeçilmez bir rehberi, dirlik ve düzenimizin de temel kaynağı olmasını sağlar.

Kur’an, insanın duygu ve düşüncelerinin tamamını Allah'a yöneltmiş, kulluğun aynı noktada odaklaşmasını istemiştir. Böylece İslam'da düşüncelerle inançlar, inançlarla da davranış­lar bütünleştirilerek yapılan iş ve ibadetler İmanın ifadesi sayıl­mıştır. İşte Kur’an'da Allah'a itaat ve teslimiyet şuuru ile feda­kârca ibadet etmenin ifadesi olarak geçen terimlerden biri de kurbandır. [710]

 

Kelimenin Anlamları ve Tanımı

 

Kurban, sözlükte yakın olmak ve yaklaşmak gibi anlamlara gelen k r b kökünün türemiş şeklidir. [711] Genelde, ''insanları Al­lah'a yaklaştıran ve yapılması sevap olan işler" anlamına gelen kurbet kelimesi de aynı kökten gelir. Bu yüzden, "Allah rızası için, ibadet niyetiyle ve muayyen bir vakitte kesilen belirli hay­vana kurban denir." Ayrıca udhiyye kelimesi de kurban mana­sına gelir.

Kur’an ve sünnetle meşruiyeti sabit olan kurban, hüküm yö­nüyle İslam'da farz olmasa da [712] kesilince Allah için kesilmesinin farz olduğu unutulmamalıdır. Çünkü Kur’an'ın “Rabb'in için namaz kıl ve kurban kesiver[713] buyruğu, kurbanın İslam'daki meşruiyetini ifade etmenin yanında, onun Allah için kesilmesini de gerekli kılmaktadır. Bu ve benzen Kur’an ayetlerinden, Al­lah'tan başkası adına, Onun rızasından başka bir maksatla ya da Allah'ın adı anılmadan kesilen kurbanların, Allah katında mak­bul olmayacağı açıkça anlaşılmaktadır.

Ayrıca Peygamber (as)'in:

"Kurban kesiniz, çünkü o, baba­nız İbrahim'in sünnetidir." [714] buyruğu, kurban kesmenin gereğine işaret eder. "Kurban kesmeye imkân bulup da kurban kesmeyen kimse bizim namazgahımıza yaklaşmasın" [715] ikazı ise bu İbadeti özürsüz terk etmenin vahim sonucuna dikkat çeker. [716]

 

İslam ve Kurban

 

Kurbanın ifade ettiği mana ile İslam arasında yakın bir alaka vardır. Bilindiği gibi İslam, "Allah'a kulluk için boyun eğip tes­lim olmak" manasına gelir. İslam'ın bu manası, Hz. İbrahim ve İsmail'in, Allah'ın emrine teslim olmalarıyla ortaya konulduğu içindir ki Kur’an'da bu teslimiyet, İslam lafzıyla ifade edilmiş­tir. [717] Yine, tevhid önderi Hz. İbrahim'in Allah'a teslimiyeti Kur’an'da onun sözleriyle şöyle dile getirilmiştir:

Bakın, ben batıl olan her şeyden uzak durarak yüzümü gökleri ve yeri var eden Allah'a çevirmekteyim; ben O'ndan başkasına ilahlık yakıştı­ranlardan değilim.”[718] Hz. İbrahim, zulüm düzeninde tevhid pey­gamberi olma görevini üstlenmiş, belirtilen karanlık çağda pek çok işkencelere katlanmış, bunların tamamını Allah'ın yardımıyla başarabilmiş bir tevhid önderidir. Allah'ın böyle bir tevhid önderinden "oğlunu kurban etmesini istemesi", [719] esas büyük savaşın, kişinin kendi nefsiyle yaptığı savaş olduğuna işaret eder. Ayrıca kurban gerçeğinin, haksız arzuların kölesi olmama­yı, dünyevi çıkar ve arzularımız için inanç ve salih amelleri­mizde değişiklik yapmamayı ifade ettiğini açıkça ortaya koyar. Şu halde kurbandan maksat, sadece kan akıtmak değildir. Belki de en değerli saydığımız varlıkların Allah'a adanması, onların sevgilerinin Allah yolunda feda edilebilmeleridir. “Onların et­leri de kanları da Allah'a ulaşmaz. Sizden yana Allah'a erişen sizin takvanız (sizi Allah'ın buyruklarını tutmaya sevk eden saygınız)dır.” [720] anlamındaki ayet, kurbandan maksadın takva olduğunu bildirir. Bunun için Kur’an, kurbanın iman uğruna Allah'a gösterilen itaatin, teslimiyetin ve fedakârlığın en güzel ifadesi olduğunu beyan etmiş, Hz. İbrahim ve İsmail'i de bu tes­limiyetin örnek şahsiyetleri olarak zikretmiştir. [721]

 

Hz. İbrahim ve İsmail Sevgisi

 

Kur’an'ın, "İsmail sevgisinin Hz. İbrahim için bir imtihan ol­duğuna işaret etmesi" [722] bize kurbanın Allah'a giden yoldaki tüm engelleri kaldırıcı özelliğini hatırlatmaya yönelik olsa gerektir. Çünkü Kur’an, "mal ve evlat sevgisinin insan için bir imtihan olduğunu belirtmiş", [723] İslam da mensuplarından, kendilerini Al­lah'ın emrine uymaktan alıkoyan her şeyden kurtarmalarını is­temiştir. Demek ki kurban, asırlar önceki bir hadisenin tarihi anısından çok, bugün Hz. İbrahim ve İsmail gibi olabilmenin, ay­nı teslimiyeti gösterebilmenin bir ifadesidir.[724]

 

Kurbandaki Anlamlı Ders

 

Kur’an'daki kurbanla ilgili ayetlerden, "Allah'ın Hz. İbrahim'den aslında İsmail'i değil, İsmail sevgisini kurban etmesini istediği" anlaşılmaktadır. Allah'ın bu isteği, İbrahim'in ilahi buyruğa teslim olup uymasıyla yerini bulmuş, böylece Allah'a teslimiyetin, sabır ve şükrün en güzel imtihanı verilmiştir. İşte bizden istenen de budur. Yani, en çok sevdiğimiz değerleri Al­lah için feda etmemiz isteniyor bizlerden... Böylesi bir iman ve şuurla bir hayvanın kurban edilmesine gelince, o sadece kalpte­ki iman ve teslimiyetin zahire aksetmesidir. [725]

 

Kurbanın Kişi ve Toplum Açısından Önemi

 

Kur’an'ın hedeflediği örnek bir toplumun oluşmasında kur­banın önemi büyüktür. Bilindiği gibi İslam toplumunun en ba­riz özelliği, temelde tevhid ilkesine bağlı bir kardeşlik toplumu olmasıdır. Böyle bir toplumda insan, insanın kurdu olamayaca­ğından, imani ve insani değerler şer güçlere yaranmak için feda edilmeyecektir. Çünkü kurban, sadece kişilerin ölüm sonrası bağışlanmaları için değil, aynı zamanda dünya hayatında da olgunlaşıp ilerlemeleri için meşru kılınmış mali bir ibadettir. Bu­nun için kurban, kişiye iradesini hayır yolunda kullanmasını, Allah'ın emrini gönül hoşnutluğu ile karşılamasını, Ona tesli­miyetin ve güvenin huzurunu tatmasını sağlarken; iyilik yolun­da yardımlaşan, düşman karşısında kuvvetli ve kendi aralarında merhametli olan hayırlı bir toplumun oluşmasına zemin de ha­zırlar. Ayrıca kurban, kişi ve toplum hayatında imani ve İslami değerleri yaşatmaya yönelik bir ibadettir.

Bayram, tam bir teslimiyetle kesilen kurbanın, Hz. İbrahim gibi şeytanı yenebilmenin ve bizi Allah'tan uzaklaştırıcı engel­leri aşmanın sevincini duymaktır. Bununla beraber şeytanın ye­nildikten sonra da yaşayabileceğini düşünerek salih amellere devam etmenin gereğini idrak etmektir. İnsanlık tarihinde putperestliğe ve zulme karşı büyük bir savaş veren Hz. İbrahim'in yolunda olabilme arzusuyla, zulüm ve cehalet ateşiyle savaş­mak sorumluluğunu hissedebilmektir. Tevhid sorumluluğunu yüklenen her ferdin, kaderinde zulüm ateşinin var olduğuna, ancak İbrahim gibi teslimiyet gösterenlere Allah'ın, Nem­rut'ların ateşini bir gül bahçesine çevirebileceğine inanabilmektir. Dinin küfrün merkezinde doğduğunu, tevhidin şirkin içinde çiçek açtığını hatırlayarak ve Allah'a güven duyarak hu­zura ermektir bayram...

İnsanları Allah'tan ve O'nun dininden uzaklaştıran bütün engelleri aşıp tevhid vadisine erenlerin kurbanları mübarek, bayramları da daim olsun. [726]

 

TÖVBE

 

Haber ver kullanma, hiç kuşkusuz ben evet sa­dece ben çok bağışlayan ve esirgeyenim.” [727]

Kur’an, insanın en güzel biçimde [728] ve inanma ihtiyacı içinde [729] yaratıldığını; ancak inanıp inanmamakta özgür bırakıldığını be­lirtir. [730] Kur’an'ın bu beyanlarından, İslam'ın insan anlayışının "gerçekçi" olduğu görülür. Yani insan ne sadece sürekli iyilik yapan bir melek ne de sürekli kötülük işleyen bir şeytandır. Ak­sine o, iyilik yapmaya da kötülük işlemeye de yatkın bir varlık­tır. Şayet insan inancında ve davranışlarında özgür bırakılmasaydı, o zaman inanmak bir mecburiyet olurdu ve böyle olunca da insanın üstünlüğünden söz edilemezdi.

İslam'a göre insan, doğuştan günahkâr değildir. Fakat o, inanma ihtiyacına kulak vermez de aklını ve iradesini yanlış yö­ne kullanırsa günah işlemiş olur. Bunun için İslam, insan ger­çeğinden hareket ederek ona yaptığı kötülükleri düzeltme ve eksikliklerini tamamlama fırsatı vermiştir. İşte insanın yıkılan yapısını ilim, iman ve salih amelle yeniden inşa etmesiyle ilgili Kur’an kavramlarından biri de "tövbe" dir. [731]

 

Kelimenin Anlamları ve Tanımı

 

Sözlükte, hatadan dönmek, pişman olmak ve affetmek [732] gibi anlamlar taşıyan tövbe kelimesi, [733] insan için kullanılırsa günah­tan dönmek; Allah için kullanıldığında ise tövbeyi kabul etmek anlamına gelir. [734] Bunun için, "insanın günahını ve hatasını terk edip Allah'a dönmesine; Allah'ın da kendisinden af dileyen ku­luna bağışla yönelmesine" tövbe denir. [735]

Günahlardan kurtulma ve bağışlanma yolu olan tövbe, başlı başına bir ibadettir. Günah işleyen kimsenin manevi kişiliği önemli bir darbe alacağından ve hiçbir insan tövbeden müstağni kalamayacağından [736] tövbenin istisnasız herkese farz olduğu be­lirtilmiştir. [737]

İnsanın, dinen yasaklanan bir şeyi veya işi kendi iradesiyle yapmasına günah denir. Günah işleyen bir kimsenin ilk yapma­sı gereken şey, işlediği günahı terk, yani tövbe etmek olmalıdır.

Kur’an, tövbenin iman makamlarının ilki olduğuna işaret eder [738] ve ilâhi müjdeye mazhar olmuş müminlerin vasıflarını be­lirtirken, ilkin "tövbe edenleri" zikreder. [739] Ayrıca Peygamber (as)'ın:

"Ey insanlar! Allah'a tövbe ediniz ve ondan bağışlanma dileyeniz; ben günde yüz kere tövbe ederim." [740] anlamındaki söz­leri, tövbenin hem faziletine, hem de onun hak yolculuğunun başlangıcı ve vuslat kapısının anahtarı olduğuna dikkat çeker.

Kur’an, Allah'ın bağışlayıcı olduğunu, O'nun Elçisine yöne­lik şu buyruğu ile duyurur:

Haber ver kullanma, hiç kuşkusuz ben evet sadece ben çok bağışlayan ve esirgeyenim.”, [741]

Zulme bulaşıp da ondan vazgeçen, bir kötülüğün ardından iyilik yapa­rak onu güzelliğe çeviren herkesi bağışlarım.” [742]

Bu ve benzeri ayetler, [743] tövbenin şekline ve kabul olmasının şartlarına açıklık getirmektedir. Demek ki Kur’an'a göre doğru tövbe etmenin şekli, "günah işledikten sonra hemen pişmanlık duyup günahı terk etmek ve işlenen günahı yok edecek bir iyilikte bulunmaktır. [744] Bunun için İslami kaynaklarda, tövbenin makbul olmasının şartlarına yer verilmiş ve bunlar şu şekilde belirtilmiştir:

a) İşlenen günahtan dolayı tam bir pişmanlık duymak.

b) Günahı tamamen terk etmek.

c) Bir daha günah işlememeye kesin karar vermek.

d) Allah'tan mağfiret(bağış) dilemek.

e) Eğer işlenen günah kul hakkıyla ilgiliyse, tazmin veya telafi yoluyla hak sahibinin hakkından arınmak. [745] İşte bu şartları taşıyan tövbenin, Kur’an'da dile getirilen ve "insanın yaptığı hataları onarıcı" anlamına gelen "tövbei nasuh" [746] olduğu söyle­nir.[747] Şu halde, şartları yerine getirilmeden yapılan ve yanlışı düzeltme özelliğinden  yoksun  olan tövbe  makbul  değildir. [748] Çünkü, gereğini yapmadan Allah'a günah bildiriminde bulun­mak ve suçların bağışlanacağını ummak, tövbeyi günahkârın oyuncağı haline getirir. Ayrıca böyle bir tövbe, Hz. Ali'nin ifade­siyle "yalancılar tövbesi" olur. [749]

Tövbe konusunda üzerinde durulması gereken iki önemli nokta vardır:

Bunlardan ilki, her günahın kendine göre bir töv­besinin olmasıdır. Bu yüzden, bir tövbe, bütün günahların tövbesi olamaz. Nitekim Kur’an'da "ilâhi kelam aracılığı ile insan­lığın önüne konan hakikati gizleyip örtbas edenlerin" günah iş­ledikleri, [750] bu günahın tövbesinin ise, yapılan yanlıştan dönülüp tebliğ edilen hakikati insanlara duyurmak olduğu bildirilmiştir. [751] Şu halde işlenen günah ne ise, tövbe için o günahın terk edilme­si şarttır. İkincisi de, istiğfar (Allah'tan bağış dileme) ile tövbe konusunun birbirine karıştırılmamasıdır. İslama göre insan, hem kendisi hem de başkaları için Allah'tan bağış dileyebilir. [752]

Fakat kimse başkası adına tövbe edemez. Allah, İslam inancına ve yaşayışına ters düşen işleri yapıp sonra içtenlikle tövbe edenlerin, önceki kötü hallerini iyi hale dönüştürür ve onları ba­ğışlar. [753] Bunun için önce günahlardan tövbe edip sonra Allah'tan bağış dilemek gerekir.

Kur’an, Allah'ın affının hangi ölçüde olduğuna da açıklık getirir. Kur’an'ın beyanına göre Allah, bütün günahları affede­cek kadar merhametlidir. Çünkü O, “Ey kendilerine karşı haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin; çünkü Allah, bütün günahları bağışlar.” [754] buyurarak affının ge­nişliğini duyurmuştur. Ancak Allah'ın bu duyurusu, "günah iş­lemeye devam edin" şeklinde algılanmamalıdır. Çünkü ayetin maksadı, günaha teşvik etmek veya prim vermek değil, en gü­nahkâr insanların bile tövbelerinin kabul edileceğini bildirip onları bir an önce günahı terk etmeye çağırmaktır. Zira Allah, tövbe edilmesi kaydıyla bütün günahları bağışlar.[755]

Kur’an'da, "Allah'ın bütün günahları bağışlayıcı olduğunu" bildiren [756] genel nitelikli ibarenin, O'nun şirk ve inkâr günahı ile ölüme yakalananları bağışlamayacağını belirten naslarla tahsis edildiği görülür. [757] Demek ki inkâr ve şirk, kesin bir yasak ve tövbesiz affedilmeyen büyük bir günahtır. Çünkü Kur’an, bu iki günahın bağışlanmayacağını, bunların dışındaki günahların ba­ğışlanmasının ise, Allah'ın dilemesine bağlı olduğunu bildirir. [758] Öyleyse tövbe etmeden, ölüme bu günahlarla yakalananların, affa uğramaları ve azaptan kurtulmaları mümkün değildir.

Ancak bu hüküm, günahından tövbe etmeyenler için geçer­lidir. Konuya tövbe açısından bakılırsa şu sonuca varılır:

Şartla­rı yerine getirilerek yapılan tövbenin, ortadan kaldıramayacağı hiçbir günah yoktur. Bunun için, "şirk ve inkâr dışındaki bütün günahların tövbesi vardır, yalnız bu iki günahın tövbesi yoktur" şeklinde bir sonuca varmak doğru değildir. Çünkü tövbe söz konusu olduğunda, şirk ve inkâr da dahil, affedilmeyecek hiçbir günah yoktur. [759] Görüldüğü gibi bir bağışlanma ve kurtulma yolu olan tövbe, başlı başına bir ibadet şeklidir. Bunun için, Kur’an'ın temel taleplerinden biri de her insanın tövbe faaliyetine katılmasıdır. [760]

 

Tövbe Geciktirilmemelidir

 

İnsan, dünya hayatında var olduğu sürece tövbe edebilir. Ancak günahın affı, tövbelerini hemen veya kısa vadede ya­panlara va'dedilmiştir.[761] Gerçi Peygamber (as) bu vadeyi, ömrün süresi olarak yorumlamışsa da [762] insan için bu süre meçhul oldu­ğundan, o hiç beklenmedik bir anda sona erebilir. Bunun için insan, ölümün eşiğinde olduğunu unutmadan, işlediği günahlar­dan bir an önce tövbe etmelidir.

İnsan, doğduğu andan itibaren ölüm yaşındadır. Bu yüzden o, günahta peşin, tövbede veresiyeci gibi davranmamalıdır. Her türlü günahı işleyip nihayet son nefeste tövbeyi beyan etmek suretiyle bütün günahların silini vereceğini sanmak, tam bir al­danıştır. Çünkü, insanın dünya hayatı ile ilgisinin kesilmesi ka­çınılmaz olduğunda, yapılan tövbe makbul değildir. [763]

Görüldüğü gibi tövbe, yıkılan yapının yeniden inşası, geç­mişi imkân nispetinde onarıp daha iyi bir gelecek kurma çaba­sıdır. Tövbe, olumsuz işlere basiretli bir gayretle müdahale et­meyi gerektiren ahlaki bir yaptırım; kişi ve toplum hayatında gerçekleştirilmesi gereken bir "ıslah cihadındır. [764] Tövbe, insana Allah tarafından sunulan bir umut, kurtulma ve bağışlanma yo­lu olduğuna göre insan, ümitsizliğe düşmeden kişiliğini onarma ve kendini yenileme faaliyetini sürdürmelidir. [765]

 

TEZKİYE

 

Her kim (benliğini) arındırırsa kesinlikle mut­luluğa erişecektir.” [766]

İnsan, hayatını devam ettirmek kadar İslami bir kişiliğe sa­hip olmak, onu koruyup geliştirmek için de mücadele etmelidir. İşte bu mücadelede, benliği arındırma (tezkiye) ayrı bir önem taşımaktadır. [767]

 

Kelimenin Anlamları ve Tanımı

 

Tezkiye, lugatta saf, temiz, lekesiz olmak, artmak ve büyü­mek gibi anlamlara gelen z k y türemiş şeklidir. [768]

Bu kavram, Allah'tan gelen vahyin, insan hayatında aktif olarak uygulanması neticesinde elde edilen arınmayı ifade eder. O, insanın kendisini, hidayete ve sevaba mani olan faktörler­den; dünyevi istiladan ve ekonomik esaretten kurtaran ihtiyari ve ibadi bir uygulamadır. İman ve irade gücüyle, takvanın elde edilmesi olayıdır.

Tezkiye'nin, Risalet programının en önemli maddesi oldu­ğu, Kuraırda şu şekilde belirtilir:

O (Allah) Kitap ile ilgisiz bir topluma kendi içlerinden, kendilerine Allah'ın mesajlarını ile­ten, onları arındırıp tertemiz kılan, ilahi kelamı ve hikmeti öğ­reten bir elçi göndermiştir.....” [769] Görüldüğü gibi tezkiye, kötülüklerden arınmış bir kişiliğe sahip olmak için, en önemli aşa­madır. İnsan her anı, nefsini arındırma, kendini yenileme ve ki­şiliğini geliştirme için bir fırsat bilmelidir. Özellikle mübarek günler ve aylar, arınma için en uygun zamanlardır. Oruç, namaz ve zekât gibi ibadetlerle iyice kökleşen iman, davranışla bü­tünleşir. İman-amel birlikteliği de dinin hayata akışını sağlar. Bu akış, bir nevi manevi kan dolaşımıdır. Bu manevi dolaşımda insan nefsi kötülüklerden arınır, İslami kişilik bununla diri kalır ve adeta yıkılmaz bir kale halini alır. Zaman insanı ölüme doğ­ru götürürken, iman ve ibadetle ihya edilen günler, insan için kendine geliş ve yeni bir diriliş anı olur. Bu dünyada arınmayı başaran, ahirette mutluluğa ulaşır ve bütün yollar sonunda Al­lah'a varır. [770]

Kur’an, insanın Allah tarafından en güzel biçimde yaratıldı­ğını ve değerli kılındığını bildirir. [771] Ancak o, aklını ve iradesini yanlış yönde kullanıp inancının gereğini yerine getirmeyenle­rin, tatminsiz bir karaktere sahip olduklarını, [772] bu yüzden yara­tıkların en aşağı derecesine düşebileceklerine dikkat çeker. [773] Şu halde her şey, insanın yeteneklerini iyi veya kötü yönde kul­lanmasına bağlıdır. Çünkü iyi ve kötünün, erdem ve kusurun yolu, insan tarafından daha önceden bilinmektedir. [774] Eğilim, in­sanı kötülüğe teşvik edebilir; [775] fakat insan eğilimlerine hakim olabilecek güç ve kabiliyete sahiptir. [776] Görüldüğü gibi, insani ve İslami yaşayışın evrensel karakteri Kur’an tarafından tesis edil­miş, vazife de insana imkân ölçüsünde verilmiştir. [777] İnsana, gü­cünün üstünde bir yükümlülük yüklenmemiş, fakat ondan bütün gücüyle "Allah'a kulluk" etmesi istenmiştir. [778] Öyleyse insan bütün gücünü, Allah'a kulluk idealinin hizmetine sunmalıdır. Çünkü şerefli akıbetler, nefsini süfli heveslerden alıkoyup onu ıslah etmesini bilenlere tahsis edilmiştir. Günahlardan arınanın ve sakınanın varacağı yer, cennettir. [779]

 

5- İNSAN ve AİLE

 

Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, on­dan da onun eşini var eden ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb'inize karşı gel­mekten sakının.” [780]

Allah'ın belirlediği, insanlara rahmet ve birlik kurumu ola­rak gönderdiği İslam, fıtrat kanununu temsil eder. [781] Her insan, ancak bu ilahi sistem içinde huzur bulur ve kurtuluşa erer. [782]

İslam'ın ana kaynağı olan Kur’an, Allah'ın, insan hayatını kadın ve erkek esasına göre kurduğunu, aralarına karşılıklı bir ünsiyet koyduğunu, onları birbirlerînde sevgi ve sükûnet bula­cak şekilde hazırladığını şöyle beyan eder:

O'nun ayetlerinden biri de kendi cinsinizden sizi cezbeden eşler yaratması, aranıza sevgi ve şefkat yerleştirmesidir. Bunda, iyice düşünen bir top­lum için mesajlar vardır.” [783] Ayette açıkça belirtildiği gibi, insan hayatı, aile üzerine kaimdir. Tabii ki bu hayat, iman değeri ve İslam prensiplerine göre tanzim edilmelidir. İslami hayat prati­ğinin, gerek ailede gerekse diğer sosyal ünitelerde takva bilin­cinin sürekli canlı tutulmasıyla gerçekleşeceği de şöyle dile ge­tirilir:

Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan da onun eşini var eden ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabb 'inize karşı gelmekten sakının.” [784]

İslam fıkhının "sünnet" kavramıyla ifadeye koyduğu evli­lik, [785] Peygamber (as) tarafından uygulamaya konulmuş bir fıtrat tavrıdır. İslam'a göre evlilik, anlamsız bir fantezi veya imtiyaz değil, tabiî bir ihtiyaç ve meşru bir haktır. [786]

 

Ailenin Tanımı ve Görevi

 

Ana-baba ve çocuklardan oluşan, yakın akrabalar vasıtasıyla da daha geniş bir alana uzanan aile, toplumun bütün katmanla­rına etkili olan temel bir ünitedir. Onun en önemli rolü ise, "neslin devamını ve iyi yetiştirilmesini sağlamaktır." Ancak ailenin bu faaliyetini sürdürebilmesi, onun düzenli ve uyumlu olmasına bağlıdır. Böyle bir aile, duygusal, sosyal, ekonomik ve ahlaki şartlar yerine getirilerek kurulabilir. Sadakat, samimi­yet, şuurlu itaat ve güzel ahlak gibi yüksek değerler üzerine ku­rulmuş aileler, insanlığın tek güvencesidir.

Müslüman bir ailenin öncelikli görevi, "Allah'a seksiz ina­nan ve İslam'ı şirksiz yaşayan kişilikli insanlar yetiştirmektir." Kur’an, değinilen görevin önceliğine şöyle dikkat çeker:

Hani Lokman, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Oğulcuğum, sakın Allah 'a ortak koşma. Çünkü Allah 'a ortak koşmak (şirk), büyük bir zulümdür.” [787]

 

Koruyucu Kale: Aile

 

Aile kurumunun fert ve toplum hayatında icra ettiği başka fonksiyonlar da vardır. Aile, cinsel güdünün denetim ve tanzi­minde, güzel ahlak ve adabın kazanılmasında çok önemli bir misyona sahiptir. Evlilikle oluşan aile, tabii arzuların meşru biçimde giderilmesini ve soyu-sopu belli nesillerin yetiştirilmesi­ni sağlar. Aile, sefahat hayatına karşı koruyucu bir kaledir. Çünkü insan tabiatının kendini en iyi biçimde ifade edebildiği; sevgi, saygı, şefkat ve fedakârlık gibi yüksek değerleri gerçek­leştirerek pratiğe dönüştürdüğü yer ailedir. İnsan kişiliğinin ka­zanılması, geliştirilmesi ve olgunlaşması için en uygun iklimi sağlayan aile, bir nevi yüksek ahlak okuludur. Evlilik sonucu oluşan ailenin, insan açısından ne kadar gerekli olduğu, Kur’an'da şu anlamlı ifadelerle dile getirilir:

“...Onlar (erkekler) kadınlar için giysidir, siz kadınlar da onlar için giysisiniz...” [788]

Bu ayet, kadın ve erkeği birbirlerinin giysileri olarak tanımla­maktadır. Bilindiği gibi elbise vücudu örter, giyeni güzelleştirir.

Elbisesiz insan, kendini eksik ve güvensiz hisseder. Kadın ve erkeğin birbirlerinin giysileri olmaları, evlilik yoluyla gerçekle­şir. Çünkü evlilik, eşleri zina ve benzeri pek çok günahlardan korur, maneviyatı kuvvetlendirir ve ahlakı güzelleştirir.

Aile, toplumsallaşmada da önemli rol oynar. İnsanlar arasın­daki akrabalık bağlarını geliştiren, bu bağları büyük ölçüde sosyo-ekonomik dayanışma ve karşılıklı destek haline dönüştüren kurum, ailedir. Yine, nesillerin İslami değerlerle tanışmasına, sosyal değişimlerin sağlıklı ve istikrarlı biçimde oluşmasına katkıda bulunan kurumların başında aile gelir. Zaten bir kuru­mun varlığı, onun etkinliği ile ölçülür. Etkinliğini yitirmiş ku­rumlar, bir bakıma yok demektir. [789]

 

Aileye Yönelik Saldırılar

 

Günümüzde aile, birtakım saldırılarla karşı karşıyadır. Çün­kü, şer odakları, aileyi temelinden sarsacak tehlikeler üretmek­tedir. Özellikle İslam'a düşmanlık ederek kadın haklarını sa­vunduklarını sanan şehvet tacirleri, her fırsatta evliliği gereksiz göstermekte ve ailenin etkinliğini yok etmek istemektedirler. Kadını zevk aracı olarak kullananların kurdukları iblis tuzağına yakalanan çok sayıda insan, aile ve İslam dışı arayışların peşine düşerek çağdaşlık adına her çeşit günahı işleyebilmektedir. Ay­rıca eğitim kurumları, genç nesillere büyük ölçüde İslam dışı değerleri taşımakta, kitle iletişim araçları da adeta İslam dışı bir hayat tarzı oluşturmak için programlanmış durumdalar. Birta­kım çatlak seslerin, "cinsel özgürlük" sloganları atması, "nikâh­sız beraberliğin" kimilerince çağdaş yaşamın bir gereği sayıl­ması, aileye yönelik saldırıların ve tehlikelerin hangi boyutlara ulaştığını gözler önüne sermektedir. İslam'a ve onun önerdiği evliliğe karşı çıkanlar kadını zevk aracı olarak kullanabilmek için "fesat özgürlüğü" istemektedirler.

Bütün bu olumsuzluklar karşısında Müslümanlar, inandıkla­rı ve söyledikleri doğruları hayata geçirmek; yeni nesillerin Allah sevgisi ve İslami hayatı yaşama arzusu içinde yetiştiril­melerini sağlamak için çalışmalıdırlar. Bu çalışmaya, öncelikle ailede İslami bir hayat modeli ortaya koymakla başlanmalıdır. İyi dindarların geçmişte kaldığını söylemenin artık hiçbir yararı yoktur. Bugün, hayatın her alanında, iyi insanların örnekliğine htiyaç vardır. Çünkü dün hazırlanan, bugün gerçekleşir ve yarını hazırlar. [790]

 

İNSAN ve EĞİTİM

 

Sizi analarınızın karnından, hiçbir şey bilmez bir halde çıkarıp şükredesiniz diye size, işitme ve görme duygusu, duyma-düşünme yeteneği bah­şeden Allah 'tır.” [791]

İnsanı yaratan, [792] ona Kur’an'ı ve bilmediği şeyleri öğretip [793] doğru yolu gösteren, Allah'tır. [794] İnsan, dünyaya hiçbir şey bil­mez halde gelir. O, hayatta kendisi için gerekli olan bilgileri sonradan öğrenir. İnsanın, yaratılıştan sahip olduğu birtakım özellikleri vardır. Onun bu özelliklerinin geliştirilmesi ve ona başkalarıyla ilişkilerini düzenli biçimde sağlayacak değerlerin öğretilmesi gerekir. İşte bunların tamamı, pratik bir ilim olan terbiye (eğitim) ile sağlanabilir. [795]

 

Eğitimin Tanımı ve Gayesi

 

Eğitime konu olan varlık, insandır. İnsanı iyi eğitebilmek ise, en başta onu iyi tanımakla mümkün olur. İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlıktır. İnsan eğitilirken, onun bu özellikleri mutla­ka dikkate alınmalıdır.

Eğitimin çeşitli tarifleri yapılmıştır. En genel anlamda eği­tim:

"İnsanı, din ve dünya ile ilgili vazifelerini hakkıyla yapa­bilecek bir duruma getirmektir." [796] denebilir. Ayrıca eğitim:

"Ge­lişen ve biriken beşer kültürünü, yetişmekte olan nesillere ak­tarma; doğuştan getirilen yetenekleri geliştirme ve şekillendir­me faaliyeti" [797] olarak da tanımlanabilir. Görüldüğü gibi, daha çok ahlaki bir anlam taşıyan eğitim kavramı, insana doğru bilgi ulaştırmayı, iradeyi güçlendirip ona doğru istikâmeti gösterme­yi, kişinin ruhuna ve hayatına şekil vermeyi ihtiva eder. İlave edelim ki öğrenmek aklın ve zekânın, uygulamak ise, iradenin eseri olan ahlakın işidir. Bunun için, insanlara hem ilim zihni­yeti aşılanmalı, hem de ahlaken yükselmeleri sağlanmalıdır.

Eğitimin gayesi, iyi ve olgun insan (insan-ı kâmil) yetiştirip, yeni nesli hayata ve istikbale hazırlamak olmalıdır. Çünkü dün olduğu gibi bugün de, bilgisini ve İmanını kendine rehber edi­nen, İslam'ı tam olarak özümseyip yaşama şevkini Allah sevgi­siyle bütünleştiren bîr nesle ihtiyaç vardır. Tabii ki böyle bir neslin yetişmesinde, din eğitiminin ne kadar önemli olduğu, tartışılmaz bir gerçektir. Hemen herkesin kabul ettiği gibi, top­lumda görülen olumsuzlukların ve davranış bozukluklarının te­melinde, genel olarak eğitimin, özellikle de din eğitiminin eksikliği yatmaktadır. [798]

 

Din Eğitimi Sorunu

 

Günümüzdeki sorunlara sağlıklı çözümler ararken, tarihi gerçekleri göz önünde bulundurmak, onların sebep ve sonuçları üzerinde durmak gerekir. Ancak burada, ülkemizde Cumhuri­yetten sonraki yıllarda ortaya konan "din eğitimi" uygulamaları kısaca özetlenip sonra da bazı genel değerlendirmeler yapmakla yetinilecektir.

1924 yılında çıkarılan Tevhidi Tedrisat Kanunuyla ülkede bütün eğitim ve öğretim, Millî Eğitim Bakanlığına verilir. Medreseler kapatılıp onların ortaöğretim seviyesine denk düşen İmam Hatip Okulları; yüksek kısmı yerine de, Daru'l-Funün'da bir İlahiyat Fakültesi açılır. Diğer Öğretim kurumlarında ise, 1927 yılına kadar Din Dersî, zorunlu ders olarak okutulur. An­cak, 1927-1929 yılları arasında İmam Hatip Okullarının, 1933 yılında da İlahiyat Fakültesinin kapatılmasıyla, din öğretimi resmen okullardan kaldırılır. Ayrıca, insanların özel olarak din eğitimi ve öğretimi almaları da büyük ölçüde yasaklanır. Birta­kım gelişmelerden sonra, 1949 yılında İlahiyat Fakültesi, 1950 yılında da İmam Hatip Okulları yeniden açılır. 1957 yılında ise, orta dereceli okullara isteğe bağlı Din Dersi konulur. Bu uygu­lama, 1982 yılına kadar devam eder. Nihayet, 1982 Anayasası ile bütün orta dereceli okullara zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi getirilir. Yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, yaklaşık olarak, İmam Hatip Okulları 23 yıl, İlahiyat Fa­kültesi de 16 yıl kapalı kalmış; en azından 30 yıl ülke insanına din öğretilmemiş, bu süre içerisinde yaşayan nesil, din eğiti­minden ve öğretiminden mahrum bırakılmıştır. Bu mahrumiyet dönemi, ismen Müslüman olsalar da gönülden dine düşman olan bazı kimselerin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Yıl­lardan beri süregelen yanlışlıkların hâlâ tam olarak terk edile­memiş olması, bugün de benzer olumsuzlukların yaşanmasına sebep olmaktadır. [799]

 

İnsanı Kur’an 'la Eğitmek

 

İnsan, Allah tarafından yaratılmıştır ve kendi varlığını Yaratıcıya borçludur. O, yaratılışı icabı kötü değildir, fakat cehaleti sebebiyle bir biçimde kötülük işleyebilmektedir. Bu yüzden in­sanın bilgi ve eğitime ihtiyacı vardır. İşte bu ihtiyaca binaen in­sana öncelikle "ezeli ve ebedi Rabb'in adıyla oku!" [800] çağrısı ya­pılmıştır.

Dünyaya hiçbir şey bilmez halde gelen insan, [801] hayatta ken­disi için gerekli olan bilgileri sonradan öğrenir. Demek ki insa­na rehberlik edilmesi, başkalarıyla münasebetlerini düzenli biçimde sağlayacak değerlerin ona öğretilmesi gerekmektedir. İş­te bunların tamamı insanın eğitimi ile gerçekleşir. Bunun için yüce Allah, insanı yaratmakla yetinmemiş, ayrıca ona kalemle yazmayı ve bilmediği şeyleri öğretip onu Kur’an'la eğitmiştir. [802]

Öğretmek, insanın bilmediği konularda bilgi sahibi olmasını sağlamak, ona bilgi ve beceri kazandırmaktır. Allah'ın insana öğretmesi ise, onu duyular, akıl ve sezgi gibi yollarla bilgi de­ğerine ulaştırması; beşeri tecrübelerle oluşturulamayan ilahî ve evrensel gerçekleri de vahiy ile insana iletmesidir. Görülüyor ki varlık ve oluşun bilgisini temsil eden ayırt edici ifadeler, insana Allah tarafından öğretilmiştir. [803]

Bütün insanlığa son peygamber olarak gönderilen "Resul-i Ekrem (as) de, Allah'tan başkasından bir şey öğrenmemiş, o her şeyi Allah'tan öğrenmiş ve hiçbir alanda da -haşa- cahil kalma­mıştır." [804] Çünkü ezeli ve ebedi gerçeği, kavranabilecek her şeyi özünde taşıyan Kur’an, bütün netliği ile onun kalbine açılmış, ondan da bu kitabı bütün dünyaya okuması ve duyurması isten­miştir. [805]

 

İlim ve Eğitim

 

Her çağın şaşmaz rehberi olan Kur’an, insanları bilgilendirici ve eğitici ayetlerle doludur. Onun temel amaçlarından biri de, insanı aklen ve ahlaken Allah'a yöneltip onu kötülüklerden ve cahilce davranışlardan alıkoymaktır.

Kur’an'da ilim kelimesi, "vahiy yoluyla verilen kesin ve doğ­ru bilgi" anlamında kullanılır. [806] İlim, bir şeyi veya gerçeği tam olarak bilmektir. [807] Bunun için delili olan bilgiye ilim denir. Bil­ginin pratik alanı ve anlamı ise bilineni uygulamaktır. Kur’an, bilimsel bilgiden ziyade bilginin nasıl bir amaç için kullanıla­cağı üzerinde durur; o aklın doğru kullanılmasına rehberlik ve insanı doğru davranışa ikna eder. Bu da insanı eğitmek demek­tir.

Görüldüğü gibi eğitim, bilginin kazanılmasını, uygulanma­sını ve yaygınlaştırılmasını içermektedir. İşte bu yüzden bilgiyi öğrenmek, öğretmek, yaymak ve örgütlemek de eğitim kavra­mının anlam sahasına girmektedir.

İyi insan, edepli insandır. Bunun da en güzel örneği, Kur’an'ın tanıklığıyla insanı kamil olan Peygamber (as)?dir. [808] Çün­kü onu Rabb'i en güzel terbiye ile eğitmiştir. Demek ki eğiti­min esas amacı, bedenin ve aklın geliştirilmesi, iradenin güç­lendirilmesi, ruha edebin verilmesi ve insanın tedip edilmesidir.

Eğitimin en önemli öğesi, doğru bilgidir. Doğru bilgi insan ruhuna bağışlanan bir gıdadır ve bütün erdemlerin aslıdır. İdeal bir eğitimin önündeki en büyük engel ise, bilginin yozlaştırılmasıdır. Bunun temel nedeni de eğitici ve yönetici konumunda bulunan bazı kadroların edepten yoksun olmalarıdır. Dünya ça­pında bütün insanların karşı karşıya kaldıkları sorunlar genelde yozlaştırılmış bilgiden ve edep yoksulu kimselerden kaynak­lanmaktadır. Bu durum iyi bir eğitimin kişi ve toplum açısından ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. [809]

 

İyi Bir Eğitim İçin

 

Nesiller, ailede ve okullarda eğitilerek yetiştirilirler. İyi bir eğitim için, gerekli ilgi, yeterli bilgi ve iyi örnek çok büyük önem taşımaktadır. Temelinde sevgi, ilgi ve bilgi olmayan hiç­bir eğitim faaliyetinin başarılı olduğu söylenemez.

Eğitimciler, yalnız uzman oldukları sahalarla sınırlı kal­mayıp ayrıca bireyin şahsiyetini işleyen manevi birer mimar; en doğru ve en güzel hayat şeklini sunabilen örnek birer insan ol­malıdırlar.

Öğrenci-öğretmen ilişkisi, sevgi, saygı ve samimiyet esasına dayanmalı, öğretmen ve öğrenci açısından dersin manası ve takvası yitirilmemelidir. Ayrıca öğrencilere kültür dersleri, eşya dersleri gibi okutulmamalıdır. Aksi halde gençler, iyi ye­tiştirilmiş birer fert olacakları yerde zararlı birer alet haline ge­lirler.

öğrenci ve öğretmenlerin politize edilmesine, disiplinin bozulmasına ve eğitim standartlarının düşmesine engel olun­malıdır. Eğitim her türlü baskıdan, sansürden ve bilhassa ya­bancı değerleri toplum hayatına taşımak için kullanılan bir araç olmaktan kurtarılmalıdır.

Toplumun her kesiminde huzursuzluklara yol açan ve adeta sosyal bir illet haline gelen edep yoksunluğu mutlaka orta­dan kaldırılmalıdır.

Öğrencilik, ilim yolculuğu olmaktan çıkarılıp diploma ve not avcılığına dönüştürülmemeli; çok şerefli bir meslek olan öğretmenlik de küçük bir memuriyet konumuna düşürülmemelidir. Ne var ki bugün öğretmen boynu bükük ve salahiyetsiz bir konuma düşürülmüştür.

Genel eğitim ile birlikte özellikle din eğitimine gereken önem verilmelidir. Hemen herkesin kabul ettiği gibi toplumda görülen davranış bozukluklarının temelinde eğitimin, özellikle de din eğitiminin yetersizliği yatmaktadır. Hal böyle iken bazı yöneticilerin ve çevrelerin din eğitimine engel olmaya çalış­maları düşündürücüdür. Özellikle yakın geçmişte irtica ile mü­cadele bahanesiyle ortaya konan ve din eğitiminin önünü kes­meyi amaçlayan haksız ve hukuksuz uygulamalar, toplumda yöneticilerine karşı bir güvensizlik meydana getirmiştir.

Eğitim kurumlarının dışında barınan, hatta zaman zaman içine kadar giren yıkıcı güç odaklarının gençler üzerindeki olumsuz etkisi tesirsiz hale getirilmelidir. Mektepte erdem diye okutulan gerçekler pratik hayatta efsane imiş gibi algılanırken çağdaş soygun yöntemleriyle köşe dönenler, adeta yüceltiliyor; aldatmak da zekâ hakkı kabul ediliyor. Mektep insani ve mane­vi değerlerin kazanıldığı yer olmaktan çok örnek şahsiyetlerin karalandığı veya katledildiği bir mekân haline dönüşüyor. So­nunda genç insanın insanlıktan çıkması kaçınılmaz oluyor.

Sonuç olarak diyebiliriz ki eğitim kurumları değinilen olum­suzluklardan kurtarılmadıkça ne öğrencilerin akli, ahlaki ve ru­hi gelişmeleri sağlanabilir ne de akademik gayelere ulaşılabilir. Şu halde eğitimin her kademesindeki aksaklıklar giderilmeli, müfredat programları çağın ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda yeniden düzenlenmeli, neslin iyi yetişmesi için eğitimin kalitesi yükseltilmelidir. Gerçeği söylemek ve itiraf etmek gerekirse bu­güne kadar eğitimle ilgili uygulamalar ya lafta kalmış ya da ha­talı olmuştur. Yapılması gereken en önemli iş, kişi ve toplum yapısının en hayati besleyicisi olan eğitim kurumlarını yeniden gözden geçirip onları iyi insan yetiştiren müesseseler haline ge­tirmek olmalıdır. [810]

 

SEVGİ ve DEĞERİ

 

“De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağıştasın. Allah çok affedici, çok merhametlidir.” [811]

İnsandan şuurlu ve dikkatli iş yapmasını isteyen Kur’an [812] inançsız ve isteksiz işlerin kabul edilmeyeceğini, iman ve sevgi değerinden yoksun insanların da müminlerden sayılamayacak­larını bildirir. [813] Kur’an'a göre imanın kesin şartı, vahiy kaynaklı hak dini severek kabul etmek, ona şeksiz-şüphesiz teslim ol­maktır. [814]

Kur’an'ın, var oluş ve ebedi kurtuluş konusunda yer verdiği üstün değerlerin başında sevgi gelir. Sevgi, Arapçadaki "hubb" kelimesinin Türkçe karşılığıdır. Hubb kelimesi, Kur’an'da çeşitli kullanım şekilleriyle 83 kez geçer. [815] Bu kelime "insanın hayırlı gördüğü veya iyi sandığı şeyi isteyip ona yönelmesidir" diye tanımlanır. [816] Bir fıtrat olgusu ve kişilik cevheri olan sevgi, te­kâmülün özü, imanın da geliştirici ve erdirici gücüdür. Ancak bu gücün hayra hizmet etmesi, vahyin rehberliğinde eğitilmesi­ne bağlıdır. [817]

Kur’an, sevgiyi Allah ve insandan başkasına izafe etmez. [818] İn­sanla Allah arasındaki sevgi ilişkisinden söz ederken “Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler[819] der. Allah'ın sevgisi­nin, bütün mahlûkat üzerindeki işleyişini de rahmet kelimesi ile ifadeye koyar. [820] Ayrıca Allah'ın kimleri sevip sevmediğini de açıkça bildirir.[821]

 

Allah Kimleri Sever?

 

Kur’an'ın beyanına göre Allah, "doğru düşünüp güzel davra­nan ve iyi iş yapanları"; [822] "çok tövbe eden, temizlikte titizlik gösteren ve iyice temizlenenleri''; [823] "takvaya sarılıp günahlardan sakınanları"; [824] "sabredenleri"; [825] "Allah'a güvenenleri"; [826] "adil davranıp adaleti ayakta tutanları"; [827] "Allah yolunda kenetlenip saf bağlayarak savaşanları"; [828] sever. [829]

 

Allah Kimleri Sevmez?

 

Yüce kitabımız Kur’an, Allah'ın, "israf edenleri"; [830] "haddi aşanları"; [831] "şımaranları"; [832] "fesadı ve fesat peşinde koşanları"; [833] "kurula kurula kendini övenleri"; [834] "zalimleri" [835] "büyüklük taslayanları"; [836] "nankörleri"; [837] "hainlik edenleri"; [838] "haktan sapan kafirleri"; [839] "bozguncuları"; [840] ve "çirkin sözün açıklanması­nı" [841] sevmediğini belirtir.

Sevgi değerinin insan açısından durumu da şöyle açıklanabi­lir: İnsan yaratılışı gereği pek çok şeyi sever. Onun olumlu ve olumsuz tavırlarının temelinde sevgi bulunur. [842] İnsan sevgi ol­maksızın hiçbir şeyin peşine düşmez, sevmediği şeyi de gönlü­ne koyup onun için zahmete girmez. Kur’an, insanın genelde dünyacı değerlere yöneldiğini, [843] bu eğiliminin bir gereği olarak maddeye aşırı düşkünlük gösterip ahireti unuttuğunu bildirir. [844] Şehvet ve servet sevgisinin ona süslü kılındığını, bu yüzden onun çoğu zaman körlüğü aydınlığa tercih ettiğini ve yapmadığı şeylerle övündüğüne dikkat çeker. [845] Her sevdiğinin onun hayrı­na, her hoşlanmadığının da zararına olmadığı gerçeğini hatırla­tarak insanı uyarır. [846]

Kur’an'ın insana teklif ettiği hayat, bütün yönleriyle bir sevgi hayatıdır. O, insandan yaptığı işleri sevgi değerine dayandırma­sını ve sevgi ürünü olarak ortaya koymasını ister. [847] Ancak alda­tıcı sevgilerle, erdirici ve geliştirici sevgiyi birbirinden ayırmak gerekir. Aldatıcı sevgi, Allah yerine başka değerleri gönül dün­yamızda sevgi objesi yapmakla oluşur. Erdirici sevgi ise Al­lah'a yönelen ve insanı O'na yönelten sevgidir. [848]

 

Allah Sevgisi

 

Kur’an, insandaki sevgi değerinin yok edilmesini değil, Allah sevgisinin, diğer sevgilerden üstün tutulmasını İster. Allah'ın en çok sevilmesi gerektiğini, sevginin hükmünün ve açık belirtisi­nin de Allah'a itaat olduğunu bildirir. [849] Allah'ı sevmenin kesin kanıtının, Peygamber (as)'e uymak olduğunu şöyle dile getirir:

De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici, çok mer­hametlidir.” [850]

Allah'ı sevmek, şirke, küfre ve şehvete dayalı haksız arzula­ra karşı tevhidi seçmek, dini Allah'a özgü kılmaktır. Allah sev­gisinin temeli, O'na ibadet etmektir. İbadetsiz sevgi olmadığı gibi, sevgisiz ibadet de olmaz. Bundan dolayı Allah'ı sevmek, gönüllü itaati ve günahlardan sakınmayı gerektirir. Sevgiye da­yalı iman, sadece duygu planında kalan soyut bir kavram değil; bilakis duygudan şuura ve eyleme dönüşen, insana vahiy çizgi­sinde yürüme yeteneği kazandıran en üstün değerdir. İlave ede­lim ki Peygamber (as)'e uymak, onu Allah gibi sevmek değil, Allah için sevmektir. Onu Uluhiyyete ortak etmenin, Resule itaat ile bir ilgisi yoktur. Çünkü Peygamber (as)'e bir ilâh olarak değil, bir elçi olarak uymak gerekir. Demek ki imanın da, sevgi ve amelin de tek meşru ölçüsü, "vahy"dir. Bunun için bütün iş­lerimizde Kur’an tek kıstas olarak alınmalı, onun belirlediği sı­nırlar aşılmamalıdır. Peygamberleri Allah için sevmek imanın bir gereği ise de onları ve diğer varlıkları Allah gibi sevmek şirktir, küfürdür. [851]

 

Sevgisiz Hayat

 

İman, sevgi ve bilgi gibi yüksek değerlerin yeterince takdir edilemediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu ortamda çok sayıda in­san, manasız bir madde, ruhsuz bir kalıp haline getirilmiştir.

İman gücünü ve Allah sevgisini kaybeden kimseler, kâbus içinde yaşamaya mahkûmdurlar. Çünkü onlar kendilerini saadet dünyasına götürecek üstün değerleri yitirip zulüm ortamında kalmışlardır. Oysa sevgisiz bir hayat tatsız, üstün değerleri yiti­ren kimse de mutsuzdur. Bunun için bizlere "imanı sevdiren, onu gönüllerimize sindiren; küfrü, fışkı ve isyanı da çirkin göste­ren Allah'a" [852] ne kadar hamd etsek azdır. [853]

 

FITRAT GERÇEĞİ ve İNSANDAKİ AŞINMA

 

“Sen batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak olan dine çevir ve Al­lah'ın insan benliğine nakşettiği fıtrata uygun davran ki, Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin...” [854]

Her şeyi yaratan, yaratıklarına uygun şekiller verip onları yaratılış amacına göre planlayan Allah'tır. [855] Allah, insanları, İs­lam fıtratı üzere yaratmıştır. İslam, fıtrat ve insanlık dinidir; onun insan yaratılışına ve hayatına aykırı düşen bir yanı yoktur. Sahih inanç ve sağlıklı gidişat da, bu dine hanif olarak bağlan­maktır. [856] İslam, fıtratı geliştiren ve insandaki aşınmayı gideren tek doğru dindir. İnsanların darda kalıp fıtratlarındaki aşınmayı fark edince Allah'a yönelmeleri, kurtuluşu sadece O'ndan iste­meleri, [857] batıl din olgularının insanın ihtiyacına cevap vereme­diklerini gösterir. Bundan da anlaşılıyor ki insanların fıtri dini İslam'dır; onların başka dinlere yönelmeleri ise, fıtrattan ve İs­lam'dan sapmadır. [858]

 

Fıtrat Nedir?

 

Fıtrat, sözlükte yarmak, yaratmak ve icad etmek gibi anlam­lara gelen f t r kökünden türemiş bir isimdir. Bu kavram, varlık türlerinin temel yapısını, karakterini ve henüz dış tesirlerden et­kilenmemiş olan ilk durumlarını belirtir. [859] Her insanda bulunan Allah'ı tanıma yeteneği ve hakkı benimseme eğilimi fıtrattır. [860]

Ayrıca bu kelime "İslam, iman ikrarı ve misak" olarak da yo­rumlanmıştır. [861]

 

Işık Kaynağı

 

Fıtrat gerçeğini iyi tespit etmek için, bu kavrama açıklık ge­tiren ayet ve hadislere bakmak gerekir. F t r kökü, çeşitli kulla­nım bîçimleriyle Kur’an'da 20 kez geçer. [862] Ancak anılan kökün "fıtrat" şekli sadece bir ayette yer alır. [863] Bu ayette Yüce Allah şöyle buyurur:

“Sen batıl olan her şeyden uzaklaşarak yüzünü kararlı bir şekilde hak olan dine çevir ve Allah'ın insan bünye­sine nakşettiği fıtrata uygun davran ki, Allah'ın yarattığında bir bozulma ve çürümeye meydan verilmesin; bu sahih bir dinin gayesidir, ama insan onu bilmez. [864] Bu ayet, fıtrat olumsuz et­kenlerden korunduğu sürece, her ferdin tevhid liyakati üzere gelişeceği; ancak fıtratullaha karşıt ve onunla çatışan bir ortam­da, fıtratın bozulmaya ve aşınmaya maruz kalacağı mesajını vermektedir. [865]

Hz. Peygamber de, fıtratla ilgili bir hadisinde şöyle buyur­muştur:

"Her doğan çocuk, fıtrat üzere doğar. Sonra annesi ile babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusiyapar.” [866] Allah Elçi­si bu sözleriyle, fıtri eğilimin çeşitli etkenlere göre değişebile­ceğini belirtmiş; döneminin en iyi bilinen üç dini sistemini, fıt­rata karşıt bir konumda göstererek İslam dışı değerlerden uzak durulması gerektiğine dikkat çekmiştir.

Demek ki fıtrat, yaratılış anında Allah'ın insana bahşettiği Yaratan'ını tanıma eğilimi ve ruh temizliğidir. Kişinin özgün yaratılışı ve insani kıvamıdır. O, insanı ilahi yaratılış çizgisinde tutan yönlendirici bir fonksiyona sahip olduğundan, insanlık te­razisinin ayarı ve mihenk taşıdır; yaratılıştan içimizde taşıdığı­mız bir "ışık kaynağı "dır. İşte bu özelliğinden dolayı fıtrat, engelleyici olumsuz faktörlerin bulunmadığı hallerde, yolumuzu aydınlatan bir iman ışığı olur. İnsan bu emsalsiz ışık kaynağı ile Allah'ı bulur, O'na yönelir ve en umulmadık anlarda yüce duyguların iklimine ulaşır. Şu halde insan, yeryüzünde gerçek mis­yonunu icra edebilmek için, muhtaç olduğu gücü fıtratından alabilecektir. Çünkü o, içinde doğduğu çevreden önce, evrensel ölçekli bir fıtrata sahiptir. Kur’an'da, çevresine rağmen fıtratına dönebilen insanların varlığından söz edilmesi, [867] bu tespiti doğrulamaktadır. [868]

 

Fıtrat Kaybının ve İnsandaki Aşınmanın Nedenleri

 

Fıtratın kendi yolunu bulmasını engelleyen ve insan şahsiye­tinde aşınma meydana getiren etkenlerin en önemlileri şunlar­dır:

a) Allah'a ortak (şirk) koşmak: Fıtratın doğru çizgide iler­lemesini engelleyen en tehlikeli etken şirktir. Şirk, fıtratı bozan öldürücü bir illettir. Bu yüzden Yüce Allah, fıtratın şirkle kirle­tilip yitirilmesini yasaklamıştır.[869] Gerçekten de şirk, fıtrat ve tevhidle çelişen bir sapıklıktır.

b)"Heva"ya uymak: Heva, insan benliğinin keyfiliği ter­cih edişi ve haksız arzulara olan aşırı düşkünlüğüdür. Hevaya uymak da, şeytanın düzenine bağlanıp onun arzusuna uygun bir hayatın izleyicisi olmaktır. Hevaya uyan kimse, İslam'ın ilke ve değerlerinden uzaklaştığı için fıtratını yozlaştırmış olur. Çünkü, Allah katında en büyük günah sayılan şirk ve inkâr tapınışının objesini, hevaya uymak oluşturur. [870]

c) Allah'ı unutmak: Fıtrat kaybının bir nedeni de Allah'ı unutmaktır. İnsandaki bozulma ve yozlaşma, Allah'ı unutmakla başlar. Bu durum insanı inanç alanının dışına iter ve kendi öz benliğinden uzaklaştırır. Kur’an'ın bildirilerinde, bu konuda ol­dukça dikkat çekici uyarılar vardır. “Allah'ı unuttukları için, Allah'ın da onlara öz benliklerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar, yoldan çıkmış olanların ta kendileridir.” [871] mealindeki ayet, bu uyarılardan sadece biridir. Allah'ı unutup gü­nahkâr bîr kul haline düşmenin odak noktasında, kalbin katılığı yer almaktadır. Bilindiği gibi kâinatın ekseni insan, insanın varlık ekseni de kalptir. O, bireysel ve toplumsal değişimlerin başlangıç noktasıdır. Bu yüzden her türlü sapma ve yabancı­laşma da ilk gelişimini kalpte gösterir. Kalp, kendi kendine bir kötülük kaynağı değildir; ama kötü davranış ve saplantılar, onu insanın kurtuluşunu tehdit eden bir merkez haline getirebilir. [872]

d) Yakın ve hakim çevrenin etkisinde kalmak: İnsan, Al­lah'a inanma eğilimi ile doğar. Ancak yakın ve hakim çevrenin olumsuz etkisi ile bu eğilim başka yönlere çevrilir. Bunun için Müslümanlar, hem İslami şahsiyetlerini, hem de kendi nesille­rini yakın ve hakim çevrenin olumsuz etkisinden korumalıdır­lar. Kur’an, insanı yozlaştıran etkenlerin ortadan kaldırılmasını hedefler ve fıtratı yeniden ihya etmek ister. [873]

 

MÜSLÜMANIN TEMEL ÖZELLİKLERİ

 

Kesin olan şudur ki inananlar kurtuluşa erecek­lerdir.[874]

Kur’an'da, inanan insanın temel niteliklerini ve hayat özellik­lerini yansıtan; müminlerin inanç esaslarını, ahlaki davranışla­rını ve bu davranışlarının uhrevi sonuçlarını konu edinen çok sayıda ayet vardır. [875] Mesela, Mü'minûn suresinin ilk bölümünü oluşturan ayetlerde, iman olgusunun en üst derecesinde yer alan mümin şahsiyetlerin temel nitelikleri, hayat tarzları ve uhrevi sonuçları şu şekilde dile getirilir:

Kesin olan şudur ki inananlar kurtuluşa ereceklerdir: On­lar, namazlarında duyarlılık içindedirler. Boş ve anlamsız şey­lerden yüz çevirirler. Arınmak için yapılması gerekeni yapar­lar. İffetlerini korurlar. Evlilik yoluyla meşru olarak sahip ol­dukları eşleri dışında kimsede arzularına doyum aramazlar; onlar, eşleriyle olan meşru ilişkilerinden dolayı da kınanmaz­lar. Emanetlerine ve ahitlerine sadakat gösterirler. Salatlarını (Allah'a kulluk azimlerini) tüm dünyevi kaygılardan uzak tu­tarlar. İşte Firdevs cennetine varis olacak ve orada sonsuza kadar kalacak olanlar bunlardır.” [876]

 

Allah'ı Tanımak ve O'na İnanmak

 

Kur’an'a göre insanın en temel görevi, Allah'ı tanımak ve O'na inanmaktır. [877] İnanmak, hem bilgi ve ahlak temelli bir tas­dik, hem de Allah'a duyulan bir saygı ve O'nun emirlerine göre yaşamaktır. İslam (Müslüman) olmak ise, sadece sosyal bir ai­diyetin değil, insanın Allah'a gönüllü teslimiyetinin ifadesidir. Şu halde Müslüman kişinin en bariz ve öncelikli vasfı, "Allah'ı tanımak ve O'na tam olarak inanmak"tır. Çünkü, insanların ço­ğu, Allah'a ortak koşmadan O'na inanmazlar. [878] Demek ki tevhi­di ikrar etmek önemlidir, ancak yeterli değildir; ayrıca onu ihlal etmemek de gerekir. [879] İslam'ı özgün şekliyle değil de kendi işine geldiği biçimde kabul eden kimse, mümin değil, müşriktir. [880]

 

Allah'a İbadet (Kulluk) Etmek

 

Müslüman kişi, Allah'a imanla yetinmez, O'na gönülden bağlanıp ibadet de eder. [881] Müslüman, bir hayat imtihanı içinde olduğunun bilincindedir. [882] O, yaratılış gayesini [883] ve en büyük özlemini gerçekleştirmek için [884] ömür boyu ibadet etmek gerek­tiğini bilir. [885] Çünkü, Kur’an'a göre İman ve amel birbirlerine et­kileri kaçınılmaz iki unsurdur. Öyleyse, imanla ibadet arasında­ki bağı koparıp ibadet kaçkınlığı yapan bir kimsenin, Hakk'a vasıl oldum ve hidayeti buldum demesi doğru değildir. Zira bir insan, hidayet bulmadıkça Hakk'a vasıl olamaz; hidayet bulun­ca da İslam'ı icra etmekten geri duramaz. [886]

 

Kur’an'a Uymak

 

Kur’an, Allah kelamıdır. O, bütün insanlar için bir hidayet rehberi, müminler için de yaşantılarını tanzim eden bir hayat kitabı, şifa ve rahmet kaynağıdır. [887] Bunun için mümin kişinin Kur’an'a imanı tamdır. O, Kur’an'ın tamamına inanır; onun be­lirleyici ve birleştirici ilkelerine, doğruluk ve değer ölçülerine göre yaşamaya çalışır. [888]

 

Ahirete İnanmak

 

Müslüman kişi, ahiret gerçeğine yakinen inanır. Bu iman onu, dünyada yaptıklarının hesabını vereceği ve karşılığını göre­ceği bir güne hazırlar. O, İslam'a uygun biçimde yaşayarak Al­lah'ın en güzel biçimde yarattığı benliğini yine aynı güzellik içinde Allah'a teslim etmeye çalışır; [889]Ey göklerin ve yerin ya­ratıcısı! Dünyada ve ahirette beni koruyup destekleyen sensin. Camım, bütün varlığıyla kendim sana adamış biri olarak al ve beni dürüst insanların arasına kat.[890] diyerek Allah'a yalvarır. [891]

 

Peygamber(as) i Sevmek

 

Müslüman'ın temel niteliklerinden biri de, Peygamber sevgisidir. Kur’an, bu sevginin çerçevesini çizer, mümin de bu öl­çüler içinde Peygamber (as)'i sever. O, kendi arzu ve özlemle­rinin, Allah'ın ve Elçisi'nin emrettiği şeyin önüne geçmesine asla izin vermez. Yine, birinin kişisel görüşlerini ve tercihlerini, Peygamber (as) tarafından duyuruları kesin buyrukların ve ahla­ki kayıtların üstüne de çıkarmaz. Kısaca ifade etmek gerekirse, mümin Allah'a ibadet, Peygamber (as)'e de ittiba ve itaat eder. [892]

 

İslam'a Bağlı Kalmak

 

Müslüman, Allah'a inandıktan sonra başka varlıklara bağ­lanmaz. [893] O, İslam inanç ve yaşam tarzını bir bütün olarak kabul eder; Kur’an'a, sünnete ve aklıselime ters düşen hiçbir görüş ve davranışa da hayatında yer vermez.

Çünkü Peygamber (as), sadece bireysel yaşamın değil, bütün toplumsal hayatın, ancak İslam'la olumlu ve anlamlı yapılan­malara ulaşabileceğini bildirmiş; İslam'ın, toplumsal hayat örgüsüyle de ilgili olduğunu ortaya koymuştur. Peygamber (as) iman, ahlak ve adalet gibi yüce değerleri öne çıkararak güçlü­nün zayıf üzerindeki baskı ve zulmüne karşı çıkmış; hiçbir güç onu, İslam'a bağlı kalmaktan koparamamıştır. [894]

 

İslam'ı Tebliğ Etmek

 

Müslüman şahsiyet, dini tebliğ ve davet görevinde korkaklık ve gevşeklik göstermez; İslam uğruna yaptığı mücadelede, in­sanlardan hiçbir ücret ve karşılık beklemez. [895] O, sabırla, cesa­retle, isabetli ve sistemli bir yöntemle insanları İslam'a ve Kur’an'a uymaya çağırır. [896]

 

Kur’an Ahlakı İle Ahlaklanmak

 

Mümin, Kur’an ahlakı ile ahlaklanan insandır. Çünkü mümi­nin inanç dünyası ve hayat tarzı Kur’an'a dayanır. Bunun en gü­zel örneğini, Peygamber (as) ortaya koymuştur. Bilindiği gibi O, Kur’an ahlakının yaşayan örneğidir; onun kişiliği de insanın ve imanın kemalidir. [897]

Müslüman kişi, insan olma potansiyelini Kur’an'la pratize edip dünyayı İslam'a göre şekillendiren, Müslüman olarak ha­yatta ve ayakta kalabilen insandır. Şu halde, insanın İslam'a, İslam'ın da kendisini hayata taşıyacak Müslüman şahsiyetlere ihtiyacı vardır. Çünkü kişi ve toplum kimliğinin en önemli bile­şeni İslam'dır. Ne var ki, İslam ve onun toplumsal tezahürleri, günümüzde bazı karanlık güçler tarafından "irtica" yaftasıyla yaftalanımakta, İslam ve Müslümanlar, sosyal hayattan tecrit edilmek istenmekte; buna karşılık sömürü düzenini yerleştirme ve sistemleştirme çabaları, çağdaş bir aymazlık olarak gündem­deki yerini korumaktadır. [898]

 

Olumlu ve Onurlu Tavır

 

Toplum olarak ne kadar şabloncu olduğumuz, olumsuzlukla­ra karşı onurlu tavır almaktan ziyade pasif kalmayı ve olanları seyretmeyi tercih ettiğimiz ortada. Oysa insanlar, kişisel hayat­larında ve toplumsal organizasyonlarda, doğruya uyma ve doğ­ru olanı yapma gayreti içinde olmalıdır. Özellikle inananların işleri, Allah'a olan inancın bir gereği değilse Allah onlara niçin değer versin? [899] Unutulmasın ki Allah, İslam'ı din edinip Müslü­man olarak hayatta ve ayakta kalanlardan razı olacak; razı ol­duklarını da bu dünyada üstün, ahirette de cennetine varis kıla­caktır. İsmen Müslüman olup da fiilen İslam düşmanlığı yapan­lar ise, yakalarını Allah'ın azabından kurtaramayacaklardır. [900]

 

NİYET ve GAYRET

 

“Erkek veya kadın, her kim iman değerine ermiş olarak iyi iş yaparsa, ona tertemiz ve hoş bir ha­yat tattıracağız; ve yine şüphesiz böylelerini yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre ödül­lendireceğiz.” [901]

Allah'ın istediği ve razı olduğu biçimde yaşamak isteyen her insan, Kur’an'ı rehber edinmelidir. Kur’an, insanın, davranışla­rında bilgili, istekli ve niyetli olmasını ister. [902] İslami vecibeleri, isteksiz, niyetsiz ve samimiyetsiz bir şekilde yapanların, amel­lerinin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceğini bildirir. [903] Çünkü ameller değerini, sahih imanı yansıtmaktan, iyi niyeti ve sami­miyeti ispatlamaktan alırlar. [904] Kur’an bünyesinde yer alan bu gerçekler, Peygamber (as) tarafından en özlü biçimde şöyle ifa­de edilmiştir: 

"Ameller(in değeri), niyetlere göredir.” [905]

"Bu ha­dis, niyeti, her iradeli işin, ayrılmaz parçası olarak ilan etmekte ve niyetin önemine dikkat çekmektedir. Şu halde niyet, sadece amelin mevcudiyeti için değil, aynı zamanda onun kemali ve değerlendirilmesi için de bir şart olmaktadır. Daha genel bir ifadeyle söylemek gerekirse niyet, davranışın hem değer hem de geçerlilik şartlarından biridir. "Buyruğumuza uymayan her amel, reddedilmiştir." [906] anlamındaki hadis ise, hem iyi niyeti hem de doğru davranışı birlikte bulunduran amelin geçerli olabile­ceği mesajını verir. Niyet, bir şeyi yapmak veya elde etmek için iradenin yöneldiği harekettir. Bunun için yapılan işteki irade ve maksada niyet denir. Etkin iradenin, uygulamaya teşebbüs ettiği faaliyet de ameldir. Niyet, amelde bulunan psikolojik şuurdur.

O, ifa edilen bir işte, hazır olan aklın davranışıdır. Niyeti amel seviyesine yükseltme faaliyetine de gayret denir. Kur’an, amelin her çeşidinin ilahi adalet terazisinde inceden inceye tartılacağını şöyle dile getirir:

Arlık kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onu görür. Ve kim zerre miktarı kötülük yapmışsa onu da görür.” [907]

Yüce Allah insandan, ilahi emre hürmetkar olmasını ister. [908] Allah'ın bu isteği, Kur’an vahyini, içerdiği mana ve maksadıyla kavrayıp, ona iyi niyetle uymakla yerine getirilebilir. Kur’an ayetlerinin taşıdığı bir mana ve bir de maksat vardır. Kur’an, kötü niyetli insanların, ayetlerin Arap dili açısından taşıdığı manayı anladıkları halde, onlarda Allah'ın gözettiği maksadı anlamaya yanaşmadıklarına dikkatimizi çeker: [909]

Verdiğinin kat kat fazla­sını kendine ödemesi için Allah'a güzel bir borç verecek yok mu?” [910] mealindeki ayet indiği zaman, Ebu'd-Dahdah, "Allah ke­rem sahibidir, O zengindir, hiçbir şeye muhtaç değildir, bize verdiği şeyi bizden ödünç istemesinde elbette bir hikmet olma­lıdır." demiştir. Onun bu sözlerini işiten Peygamber (as):

"Evet, Allah sizi cennete sokmak için, sizden muhtaç olanlara karşılık­sız yardım etmenizi istiyor." diye cevap vermiştir. [911] Ebu'd-Dahdah'ın, bu söz üzerine büyük bir hurma bahçesini, Allah yolunda infak ettiği bildirilir. Ancak, Yahudiler aynı ayeti, "Allah fakir, biz zenginiz." [912] şeklinde anladılar. Onlar, ayete iyi niyetle yaklaşmadılar, lafzın zahiri manasının ötesinde yatan maksadı kavrayamadılar. Bunun sonucunda da, her şeyden müstağni olan Allah'ın borç istemesini, fakir bir insanın borç istemesi şeklînde yorumladılar. Bu örnekten çıkarılabilecek so­nuç şudur:

Allah yolundan sapan kimse, anlayış ve amel açısın­dan, Kur’an’ın mana ve maksadından kaybı oranında sapmış; Hakka ulaşıp doğru yaşayan kimse de, onun ruhuna, mana ve maksadına vakıf olduğu ölçüde başarılı olabilmiştir.

Kur’an, Müslümanların 'yaşama tarzlarını oluşturmada ve yönlendirmede tartışılmaz önceliğe sahip olan birinci kaynaktır. İslami amaçların gerçekleştiği bir sosyal yapıyı, Kur’an’ın reh­berliğine uyan Müslümanlar oluşturacaktır. Bilindiği gibi Allah, inanıp iyi işler yapanları, imanlarıyla hidayetine ulaştırır, [913] kö­tülüklerden sakınmanın mükafatını onlara verir [914] ve müminleri gayretin zaferine erdirir. [915]

Gerçekten size, Allah'tan bir ışık, apaçık bir kitap geldi. Onunla Allah, kendi rızasını arayan herkese kurtuluşa götüren yolları gösterir ve onları karanlığın derinliklerinden aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola yöneltir.” [916] mealindeki ayetler, hayat yolculuğunda karşılaşılan engellerin, Kur’an'a uymak ve onun aydınlık yolunda yürümekle aşılabileceği mesajını verir. [917]

 

İMAN ve ÜMİT

 

“...Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin; iyi bilin ki inkarcılardan başkası Allah'ın hayat bahşe­den rahmetinden ümit kesmez.” [918]

İnsan, hayat yolculuğuna inanma ihtiyacı ve amacıyla baş­lar. [919] O, kendi varlığının şuuruna erer ermez Allah'ı arar. İman değerine ulaşınca da, hep Allah inancı ve bilinciyle yaşar. [920] Bu­nun için iman, dünya zorluklarına karşı, insanın tek güvencesi, umudu ve sevincidir. İman, insanı sadakat ile Allah'a bağlayan ve yaşanan hayatı İslam'a ayarlayan en üstün değerdir. [921]

İnsana bahşedilen manevi zenginliklerden biri de ümittir. Li­mit, insanın inancını hiçbir zaman yitirmemesi ve geleceğe gü­venle bakabilmesidir. Ümitsizlik de, inancın zayıflaması ve ek­silmesi demektir. Ümitsiz bir dünya hayatı, mümkün değildir.

Ümit etmek, sadece kendimiz için gelecek hayali beslemek değil, aksine bütün olumsuzlukların kararlı, bilgili ve sabırlı ça­balarla aşılabileceğine inanmaktır. Bunun için ümit eden kimse, eksik şahsiyetlerin hatalarını merhametle karşılar, noksanın acı­sını içinde duyar ve bir gün daha iyiye erilebileceği inancını ta­şır. İnsan ümitle yaşar, eksikliğin, olumsuzluğun ve yetmezliğin azabından, iman ve ümitle kurtulabilir. İşte bu yüzden Kur’an, insanlara, hiçbir zaman ümit ve cesaretlerini yitirmemelerini; gerçekten inandıkları takdirde, mutlaka en üstün duruma gele­bileceklerini belirterek, [922] onlara İman ve umut aşılar. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyi ve karamsarlığa düşmeyi de, inkâr alametlerinden biri sayar. [923] Ayrıca ümitsizlik, zamanla insanın bunalıma girmesine de yol açar. Ümit, hem bir inanış prensibi hem de bir yaşayış biçimidir. Bu yüzden o, korunması gereken manevi bir değerdir. Ümitsizlik geleceği, umursamazlık da geç­mişi unutturduğundan bu olumsuz olguların, insanın manevi ha­yatında yer almaması gerekir.

İnsanı Allah'a götüren yolda pek çok engeller, zorluklar ve tuzaklar bulunmaktadır. Bu yüzden, başlangıç kadar sonuç da önem taşımaktadır.

İslam'ı yaşama ve yaşatma mücadelesi verilirken karşılaşı­lan engeller iman, sabır ve ümitle beslenen eylemlerle aşılmalı­dır. Tıpkı Hz. İbrahim’in, imanın yakıcılığında kavrulmuş bir ruhla ateş engelini aşması, Hz.Yusuf un da Allah'a tam İman ve güvenden doğan bir umutla zindan çilesini tamamlaması gibi. Onların Allah'a iman ve güvenleri; O'nu bilişleri ve anışları böyleydi. Böyle bir iman temiz, berrak ve coşkulu bir su gibi­dir. İnsanın gönlünü yıkayıp onu passız bir ayna haline getirir. Acımasız ve katı yönetimlerin neden olduğu karamsarlıklar da, ancak iman ve umut dolu bir yürekle aşılabilir.

İşte bunca engel ve aldatmacaları aşıp Allah'a ulaşmak, el­bette hayatın en büyük başarısı ve en değerli kazancı olacaktır. Demek ki insanlar, İslam'ın kadrini bilip onu doğru uyguladık­ları ölçüde, umutlu ve mutlu bir dünyanın sahibi olabilecekler­dir.

İnsan, manevi örslerde dövüle dövüle gerçek mümin olma şuuruna erer. Bu şuura eren bîr müminin ruhu, hiçbir kuvvete esir olmaz ve hiçbir zaman Allah'tan ümidini kesmez. O, ateşte de, zindanda da hürdür ve Allah'la beraberdir. Öyleyse zorluk­ların ve zorbaların varlığı, ümitlerin yitirilmesine neden olma­malıdır. Çünkü insanları karamsarlığa iten ve mutlak bir güçmüş gibi algılanan kişiler veya sistemler, çoğu zaman içlerinde birçok zaaflar taşır. Onlar, yenilmez bir güç oldukları vehmine kapılıp haksız uygulamalarını belli bir süre uygulasalar da sonunda çöküşü yaşamaktan ve hak ettikleri azaba uğramaktan kurtulamazlar. [924] Şu halde insan, en çaresiz kaldığı durumlarda bile inancını ve umudunu yitirmemeli, Allah'ın yardımından da hiçbir zaman ümit kesmemelidir. Bu da, İslami düşünceyi, sezişi ve yaşayışı canlı tutup Allah'a güvenmekle gerçekleşebilir. Eğer güneşin doğmasından ümit kesilmemişse, onun yeniden doğacağına inanılıyorsa, o takdirde umutla yaşanabilecek ve mutlu olunabilecek günler bitmemiş demektir.

İnancını ve umudunu yitirip İslam'dan uzaklaşan toplumlar, tekrar ona dönünceye kadar çile çekerler. Allah'ın yardımına mazhar olma liyakatini kazanınca da gerçek kurtuluşa ve zafere ererler. Bunun için, hayat yolculuğuna iman ve umutla devam etmek isteyen kişi ve toplumlar, yüce Allah'ın şu bildirisine kulak vermelidirler:

Sizden önce gelip geçen müminler gibi sı­kıntı çekmeden cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz? Onla­rın başına öyle ezici sıkıntılar ve kımıldatmaz darlıklar geldi ki ve öylesine sarsıldılar ki müminlerle birlikte Elçi de "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek? " diye feryat ediyordu. Gözünüzü açın, Allah'ın yardımı daima yakındır!” [925]

 

KURTULUŞ, DOĞRULUKTADIR

 

Sana buyrulduğu gibi dosdoğru ol.” [926]

İslam inancının ve dünya görüşünün genel adı tevhittir. Bu yüzden İslam, gücünü imandan alan, bütün hayatı ve insanları kuşatan mükemmel bir ahlak sistemi getirmiştir. Ana çizgileri Kur’an ve sünnet tarafından belirlenen bu sistemin iki temel şar­tı vardır. Bunlardan ilki, yüksek değerlere tam olarak inanmak, ikincisi de, inanılan değerleri doğru biçimde uygulamaktır. [927] Gö­rüldüğü gibi hayatın bütün alanlarında aranan ve uygulanması gereken yüksek değerlerden biri de doğruluktur. Din ve dünya işlerinin tamamında doğru olmak ise, İslam'a bağlı kalmakla mümkündür.

İslamî kaynaklarda, doğruluğu ifade etmek için çeşitli keli­meler kullanılır. Ancak bunlardan en yaygın ve meşhur olanları sıdk ve istikâmet kavramlarıdır. Bu iki kavram, "doğru, düzgün ve güzel davranıp kıvama ermek, dürüst ve temiz kalpli olmak, dinin doğruluk ve değer ölçülerine uygun şekilde davranmak" [928] gibi anlamlara gelmektedir Bunun için, düşünce, söz ve davra­nışlarda hak ölçüsünü aşmamaya, söylenen söze yalan, yapılan işe de hile katmamaya doğruluk denir. Ayrıca doğruluk, hem Allah'ın sıfatlarının en büyüklerinden [929] hem de peygamberlerin ve müminlerin en önemli özelliklerinden biridir. [930] Bunun için, İslami ve insani hayatın tek ölçüsü ve güvencesi doğruluktur. O, hayatı İslam'a uygun şekilde yaşamak, kulluk yolunda Kur’an'ın irşadı ile yürümektir.

Doğruluğun zıddı yalancılıktır. Yalancılığın dayandığı temel ilke ise, zulümdür. Zulüm, haktan ve doğruluktan sapmak, adalete aykırı davranıp haksızlık yapmaktır. O, dünyada mazlu­mu, ahirette de zalimi yakan bir ateştir. Zalimden adalet ve dü­rüstlük beklemek de, zulmün devamını istemek demektir. Şu halde mümin, Allah'ın buyurduğu gibi dosdoğru olmalı, Al­lah'la ve diğer insanlarla olan ilişkilerinde doğruluktan ayrıl­mamalı, yalancılara da iltifat etmemelidir. Sadece fikrin ve inancın doğru olması yetmez; ayrıca doğru inanç ve düşüncenin pratiğe yansıması ve yürürlüğe konulması da gerekir. İşte doğ­ruluk, inancın kişiliğe mal edilip edilmediğinin ve ruhun gıdası haline gelip gelmediğinin en iyi mihenk taşıdır.

İnsan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez değerlerinden biri olan doğruluk, hedefe ulaşmanın en kısa ve en emin yoludur. Bunun için Kur’an, insanı gerçek hedefe götü­rücü ve erdirici olarak gördüğü yola sırat-ı müstakim -dosdoğru yol- ismini vermiştir. [931] Bu yol, vahye muhatap olup onun reh­berliğinden yararlanmış, hayatı doğru yaşayıp Allah'ın rızasını kazanmış önder ve örnek kişilerin yoludur. [932] Demek ki doğru yaşayışı, açık bir hayat gerçeği olarak ortaya koyacak örnek ve önder şahsiyetlere ihtiyaç vardır. Çünkü insanlar, bu örnek kişi­lerin şahsında mesajın pratiğini görüp bilinçlenirler ve ufuk darlığından kurtulurlar.

Hedefe ulaşmak önemlidir. Fakat istenen hedefe ulaştıktan sonra doğruluk üzere sebat etmek daha da önemli ve zordur. Çünkü zorlu görevi yüklenmiş olan insanın en çileli işi, istika­meti sürdürmektir. Bunun için Peygamber (as), “Sana buyurulduğu gibi dosdoğru ol[933] anlamındaki ayetin kendisini ihti­yarlattığından söz etmiştir. [934] Yine o, kendisinden insanı hedefe ulaştıran en kısa ve emin yolun hangi yol olduğunu soran bir kişiye, "Allah'a inandım de sonra da doğru ol(maya devam et)." buyurmuştur. [935]

Allah, Kur’an'daki İslami hayatı görüp gerçekleştirenlere cennete gireceklerini ve orada ikram göreceklerini şöyle müjdeler:

Rabb'imiz Allah'tır diyen ve sebatla doğru yolu izle­yenlere gelince, onların üzerlerine sık sık melekler iner ve şöyle derler: Korkmayın ve üzülmeyin, işte alın size vaat edilmiş cen­net müjdesini! Biz bu dünya hayatında sizin dostunuzuz, öteki dünyada da dostunuz olacağız; orada canınızın çektiği her şeye sahip olacak ve istediğiniz her şeye kavuşacaksınız.” [936]

Burada konunun daha iyi kavranmasına katkı sağlayacağı düşüncesiyle Allah'ı Rabb bilip doğru hareket etmenin hangi anlama geldiğine açıklık getiren bazı önemli görüşlere de yer vermek istiyoruz. Hz. Ebubekir'e göre cennete girecekleri ve ik­rama erecekleri belirtilen kişiler, "Allah'ın varlığını, birliğini ve Rablığını kabul edip şirke düşmeyenler, O'ndan başka bir ilaha kulluk etmeyenlerdir." Hz. Ömer'e göre, "Doğruluktan şaşma­dan Allah'a itaat yolunda ilerleyenler, tilkiler gibi hilekârlığa sapmayanlardır." Hz.Osman'a göre, "İman değerine erip ihlasla amel edenlerdir." Hz. Ali'ye göre de, "Farzları yerine getiren­lerdir." İkrim'e ve Mücahid'e göre ise bunlar, "Ölünceye kadar lâ ilahe illallah ilkesine bağlı kalanlardır." [937]

Sonuç olarak doğruluk, İslam'ın vazgeçilmez kaidelerinden, müminlerin de en bariz özelliklerinden biridir. O, dini sıcak bir ruh ve yaşanarak müdafaa edilen bir itikat haline getirmektir. Sadık mümin de, tevhidi ikrar eden ama onu asla ihlal etmeyen, kalbi ile inandıklarını doğru olarak dile getiren, diliyle söyle­diklerini de icra eden kişidir. Öyleyse Müslüman, İslam'ın pra­tik hayattaki örnek kişisi; İslam toplumu da ortaya koyacağı doğru ve pratik uygulamalarla Kur’an mesajının realitedeki tem­silcisi olmalıdır. Çünkü gerçek kurtuluşun ve dünya barışının yegâne teminatı İslam'dır. Onun yaşanan hayatı belirlemesi ise, büyük ölçüde Kur’an'daki İslami hayatı görüp gerçekleştirmeye bağlıdır. [938]

 

ZOR ZAMANDA İNANMAK

 

Ey Rabh'imiz, zor zamanda bize sabır ihsan et ve sana yürekten bağlanan kimseler olarak ca­nımızı al.” [939]

İslam, Allah'a iman ve teslimiyettir. İman, Allah'a güven ve emniyetin, İslam da O'na teslimiyetin ifadesidir. İman, sadece aklın bir aksiyonu değil, ayrıca iradenin kesin karan ve kalbin kuşkusuz ikrarıdır.

Bu nedenle iman ve İslam'da şüphe, bahane ve taviz yoktur. Bir insanın, Kur’an ve sünnetle ortaya konan İslami hayat tar­zından uzaklaşarak iman insanı olabileceğini ve Müslüman ka­labileceğini söylemek, çelişki içeren şeytani bir yargıdır. Ya­şanmayan bir dinin, sözde kalacağı da herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Bu yüzden Yüce Allah, iman insanına şu uyarıyı yapmaktadır:

Ey iman değerine erenler, derin bir duyarlılıkla Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; Müslüman olmanın dışında bir hal üzere sakın can vermeyin.” [940] Gerçek iman, kendini zor zamanda bile salih amel şeklinde gösterebilen imandır. Tam iman sahibi olabilmenin gereği ise, her durumda Allah'a bağlı kalabilmektir.

İnsanın yaşadığı günlerin ve geçirdiği yılların kendi içinde bir anlamı veya her birinin kendine özgü bir kazancı vardır. Eğer yaşanan hayat İslami değilse, sonuç hüsran olur. Kur’an, bu­nun için insanı ömür boyu sürecek bir vazifeye, yani Allah'a imana ve ibadete çağırır. [941] Çünkü ömür, tek başına hayırlı değil­dir. İslam'a uygun olarak geçirilen ve Allah'ın rızasını kazandı­racak emek üreten ömür, hayırlı ve verimlidir. Şu halde insan, zorda kalınca yılmadan, rahata kavuşunca da gevşemeden ger­çek bir Müslüman olarak yaşamalı; her zaman Allah'ın rızasına

muvafık bir noktada bulunmaya özen göstermelidir. Bu da, Al­lah'a tam inanıp O'nun gösterdiği yolda dosdoğru yürümekle mümkündür. [942]

 

İman İmtihanı

 

Kur’an, İslam'ı ciddiye alan ve Allah'a imanla dönmeye ke­sin karar veren müminlerin onurlu mücadelelerini dile getiren örneklerle doludur. Bu örneklerle Müslümanlara, şartlar ne olursa olsun imanınızdan ve İslam'dan vazgeçmeyin mesajı ve­rilir. Burada, değinilen örneklerden ikisine yer verilecektir:

Bunlardan ilki, siyasal zulmün tipik örneğini simgeleyen Firavun'un, inananlara yönelik tehdidini dile getiren örnektir. Olay Kur’an'da şu şekilde ifade edilir:

“Firavun: "Ben size izin vermeden ona inandınız öyle mi? " der ve ilave eder: "Bakın bu sizin yaptığınız şehir halkını çekip götürmek için bu şehirde tezgâhladığınız sinsice bir tuzak; ama bekleyin, yakında göre­ceksiniz. Bu dönekliğiniz yüzünden mutlaka içinizden pek çoğu­nun ellerini ayaklarını keseceğim, pek çoğunuzu da asaca­ğım.” [943] diyerek inananları asıp kesmekle tehdit eder. İman im­tihanını verme vaktinin geldiğini anlayan müminler, kendilerine yönelik bu tehdit karşısında hiç tereddüt etmeden ve korkmadan şöyle haykırırlar. “Bundan ne çıkar, biz de Rabb'imize döneriz. Çünkü sen sadece Rabb'imizin ayetlerine inandık diye bize hınç duyuyorsun[944] Sonra onlar:

Ey Rabb'imiz, zor zamanda bize sabır ihsan et ve sana yürekten bağlanan kimseler olarak canı­mızı al.” [945] diyerek Allah'a yalvarırlar. Zor zamanda inanıp Al­lah'a güvenmek, O'na teslim olup Müslüman kalmak işte budur.

İkinci örnek de, şirk düzeninin en güçlü ve acımasız olduğu, müminlerin baskı ve zulüm gördüğü bir dönemde inen şu ayet­lerdir:

Yoksa o inkarcılar: "Biz tek vücut olmuş yenilmez bir topluluğuz, bundan dolayı üstünlük bizim hakkımız" mı diyorlor? Ama o topluluk çok yakında bozguna uğratılacak ve arka­larını dönüp kaçacaklar.” [946]

Bu ayetler, bütün olumsuz ve zor şartlara rağmen, şirk sis­teminin yakın ve mutlak yıkımından söz ediyordu. Gerçekten de bu ayetlerin inişinden yaklaşık yedi sene sonra vuku bulan Bedir Savaşı, Mekke merkezli şirk sistemi için, kaçınılmaz so­nun başlangıcı olmuştu. İşte bu yüzden Peygamber (as), savaş için zırhını giyerken daha önce inmiş olan bu ayetleri okuyordu. [947] Bu savaştan yedi yıl sonra Kabe'deki putlar, Allah Elçisi'nin eliyle birer birer yıkıldı. O günden bu güne Müslümanlar, de­ğişmez sanılan nice zor dönemlerin değiştiğine; yıkılmaz gö­züyle bakılan nice zulüm sistemlerinin de yıkılışına şahit oldu­lar. Demek ki Müslümanların, içinde bulundukları zor şartlara bakıp ümitsizliğe kapılmaları doğru değildir. Zor şartlar da, ra­hat ortamlar da gelip geçicidir. Bunlar birer imtihandır. İyi ve kötü günlerin insanlara sırayla paylaştırılması, Allah'ın zor za­manlarda inanıp hakikate hayatlarıyla şahitlik edenleri seçip ayırması içindir. [948]

 

Şimdi İmtihan Sırası Bizde

 

Bizden önceki kuşaklar gelip geçtiler. Onlardan kimi güle­rek, kimi de ağlayarak göçtü bu dünyadan. Şimdi imtihan sırası bizde. Ya zorda kalınca yılmadan, rahata erince de gevşemeden Allah'a iman ve güven içinde Müslümanca yaşama mücadele­sini sürdüreceğiz, ya da zelil ve hakir bir gidişe mahkûm olaca­ğız.

Şartlar bütün umutları kıracak olsa da, Allah'a tam inanan insan, asla umudunu yitirmez. Çünkü inananlar için her çağda bir kurtuluş umudu mutlaka vardır. Eğer Müslümanlar çağı ve geleceği iman' ve umutla mayalamayı başarabilirlerse, içine düştükleri zor durumdan kurtulup İslami hayatın yeniden dirili­şine şahit olabilirler.

Doğduğu andan itibaren ölüme doğru yol alan insan, heran ölebilir. Bunun için insan iyi ve kötü günde, yani her durumda Allah'a inanıp Müslümanca yaşamalıda ki, ölüm onu bir ut Müslüman olarak yakalasın. “Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dün­yada ve ahrette benim yanımda olan, beni koruyup gözeten sensin, canımı, bütün varlığıyla sana adamış biri olarak al ve beni durust insanlar arsına kat.” [949]

 

ZOR GÜNDE SABIRLI OLMAK

                            

Zor durumlarda sabır gösterin; çünkü Allah, zorluğa göğüs gerenlerle beraberdir.” [950]

Kur’an'da, Yüce Allah'ın insanı çeşitli sıkıntılarla imtihan edeceği bildirilir [951] ve mümin benliğe:

"Sabırla Rabb'ine yönel!" [952] talimatı verilir. Kur’an'ın bu buyruğu, insan ve hayat gerçeğini yansıtır. Çünkü yaşanan hayat, sıkıntılarla doludur ve her insa­nın hayatında çoklukla sıkıntılı anlar olur ve sıkıntı, insan hayatında vazgeçilmez bir gerçektir; bu yüzden onu tabii karşıla­mak gerekir. Burada önemli olan, beklenmedik bir anda kapı­mızı çalacak olan sıkıntıları, tam bir mümin tavrı ile ve sabırla karşılayabilmektir. Bu da insanın Kur’an'ı şuurlu olarak okuma­sı ve ona sabırla uymasıyla gerçekleşir. [953]

 

Sabır Nedir, Ne Değildir?

 

Sabır kelimesi, tutmak, tahammül etmek, beklemek, zorluk ve sıkıntılara katlanmak gibi anlamlar taşıyan s b r kökünün tü­remiş şeklidir. [954]

Sabır, insanın girişilen doğru, haklı ve hayırlı işlerde karşı­sına çıkan zorluk ve sıkıntıları, inanç, azim ve metanetle aşa­bilme eylemidir. [955] Ayrıca, insanın dine ve salim akla uymayan işlerden sakınıp nefsine hakim olmasına da sabır denir. [956] Kur’an'da v b r köküyle ilgili lafızların tümü, küçük farklarla da ol­sa genelde azim ve sebat manasında kullanılır. [957]

Sabır, Allah'ın rızasını kazanabilmek için bütün sıkıntılara sebatla katlanma, nefse hakim olma, her türlü zorluğa göğüs ge­rip ilahî buyrukları yerine getirmektir. Haramlara ve nefsin nevasına kapılmadan, Allah'a kul olmanın zevkini tatmaktır. Dünyanın aldatıcılığına, servete ve şöhrete tapanların çokluğu­na rağmen hak yoldan ayrılmamak, iman ve ihlasla iflas geçitle­rini aşmaktır.

Sabır, nefsin bazlarına yenmenin, iman yolunda azimle yü­rümenin, fesat ve zulme karşı cihad etmenin külfetine katlanma gücüdür. Bunun için sabır, sıfatların en güzeli, ahlakın en yük­sek derecesi ve hepsinden öte müminin, imanını ihlas terazisin­de tartma eylemidir. Öyleyse insan, sabrı itiyat edinmeli ve nef­sini sabırla terbiye etmelidir. Başarının ve yenilmezliğin en baş­ta gelen şartının sabır olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır. [958]

Sevabı en çok olan sabır, musibet ateşinin insana hücum et­tiği zamanda gösterilen sabırdır. Bu gerçeği Peygamber (as):

"En makbul sabır, ilk sadme anındaki sabırdır." [959] buyurarak açıkça dile getirmiştir. Çünkü bu durumda gösterilen sabır, kalpteki iman gücünü ve sabır makamındaki sebatı gösterir. Musibetin ateşi sönüp olayın şoku geçtikten sonra genelde her­kes sabreder. Önemli ve makbul olan sabır, Allah'ın takdirine itiraz etmeden O'nun tasarrufuna razı olmaktır.

Sabrın ölçüsü Kur’an'dır. Başkası tarafından kendisine veya dinine zarar verilmek istendiğinde, insanın hiçbir şey yapma­ması sabır değil, haramdır. Demek ki sabır imanın yarısıdır di­yerek her yerde suskun ve pasif kalmak doğru değildir. Çünkü Kur’an'da emredilen ve övülen sabır, hak ve hayır yolunda, iman ve salih amelle gösterilen sabırdır. [960] Yoksa her kötülüğe katlanmak, her zillete boyun eğip zulme rıza göstermek sabır değildir.

Ne var ki zaman içersinde yanlış anlaşılan ve Kur’ani anla­mını büyük ölçüde yitirmiş olan temel kavramlardan biri de sa­bırdır. Bu kavram, çok sayıda insan tarafından baskıya ve zulme boyun eğmenin, İslami hayat pratiği ile ilgili iddialardan vazgeçmenin ve İslam'ı hayata taşıma çabalarını terk etmenin ifadesi olarak algılanmaktadır. Halbuki Kur’an'daki sabır kavra­mının böyle bir anlayışla ilgisi yoktur.

Kur’an'a göre sabır, insanın haklı ve hayırlı çabalarını inanç ve azimle sürdürmesi, karşısına çıkan zorluk ve olumsuzlukları cesaret ve metanetle aşabilmesidir. Allah'ın dini doğrultusunda yaşama gayretini sürdürüp O'nun ileride vereceği yürütme hük­münü acele etmeden beklemesidir. [961] Şu halde her mümin, tam bir kararlılıkla bugünkü görevini yerine getirmeli, Rabb'inin yarınki hükmünü de sabırla beklemelidir. [962]

 

Sabır Kavramının Verdiği Mesaj

 

Günümüzde insani değerleri çürüten, İslami kişiliği büyük ölçüde yok eden bir düzen hakimdir. Bu düzende yalan ahlakın, baskı ve zulüm de adaletin yerini almıştır. Hilenin, paranın ve politikanın insani ve İslami değerleri yok etmesine adeta seyirci kalınmaktadır.

Bu olumsuzluklar ve sıkıntılar, İslami hayatı terk etmekle değil, aksine Müslümanca yaşayabilmek için yeterli gayreti göstermekle aşılabilecektir. Ne var ki bugün Müslümanlar, anılan yoklukların sıkıntısını çekmektedir. Oysa bu sıkıntılar da­ha büyük fedakârlıklarla giderilebilecektir.

İşte sabır kavramı bize bütün zorluk ve baskılara rağmen doğru bir hayat sürmek için yapılması gerekenleri vaktinde yap­mamız; ısrarlı, kararlı ve sistemli biçimde yılmadan çalışmamız gerektiği mesajını vermektedir. “Rabb 'imiz, dar zamanda bi­ze sabır ihsan et ve yürekten sana bağlanan kimseler olarak canımız al!” [963]

 

ZULME KARŞI ÇIKMAK

 

“Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edil­mez.” [964]

Kur’an, insanın Allah'la ve diğer varlıklarla olan ilişkisini düzenleyen, kavranabilecek her şeyi insana açıklayan eşsiz bir mesajdır. [965] Kur’an mesajı, Peygamber (as) tarafından insanlara duyurulmuş yine onun uygulamalarıyla pratik bir sistem olarak hayata taşınmıştır.

Öncelikle şu gerçeği tespit edelim:

İslam ve insan düşmanlı­ğının nedeni kin, kinin varacağı son durak da zulümdür. Zulüm karanlık, zalim de kara fikirlidir. Çünkü zalim, heva ve hevesi­ne göre hareket eder, sadece egosunu tatmin etmek için hakka ve hakikate öfkeyle saldırır. Nitekim Allah'ın insanlara bir lütuf olarak sunduğu nimetlerin büyük bir kısmının, öfkeli teknoloji­ye dönüştürülüp bir kin ve kan aracı yapılmasının temelinde, zalim kadroların egoizmi ve sefil hesapları yatmaktadır. [966]

 

Düşman Hedef: Zulüm

 

Karanlık anlamındaki zulmet kökünden gelen zulüm keli­mesi, lügatte:

Haksızlık, şirk, küfür, kötülük, baskı ve işkence" gibi anlamlar taşır. [967] Zulüm, "bir şeyi ait olduğu yerin dışında başka bir yere koymak" diye tanımlanır. [968] Adaletin zıddı (karşı­tı) olan bu kelime Kur’an'da, üç yüz elliye yakın yerde geçer. [969]

Kur’an, “Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.” [970] anlamındaki bildirisiyle, zulmü, düşman hedef olarak belirler.

“Sizinle çarpışmaya girenlerle Allah yolunda siz de çarpısın; ama haksız yere saldırmayın/çarpışmada zulme sapmayın. Çün­kü Allah, sınır tanımaz azgınları sevmez” [971] talimatıyla da zulmü, savaş gerekçesi olarak görür. Demek ki İslam'da fiziki bir sava­şı meşru kılan temel sebep, İslam'ın korunması, iman özgürlü­ğünün savunulması ve zulmün ortadan kaldırılması gerçeğidir. [972] Eğer şer güçler, insanların kişisel, sosyal ve siyasi özgürlükleri­ni ellerinden almaya kalkışır, inançlarının gereği doğrultusunda yaşamalarına engel olmaya çalışırlarsa, artık adil bir savaş hem caiz hem de kaçınılmaz olur. Hemen belirtelim ki, haklı ve adil bir savaşa girip zalimlere karşı mücadele verenlere, Allah yar­dım eder ve onları başarıya ulaştırır. “Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere, zalimlerle savaşma izni verilmiştir. Şüphe­siz Allah, onlara yardım ulaştıracak güçtedir. Onlar sadece:

"Rabb'imiz Allah'tır. " dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah imanları birbirlerine karşı savunmasız bıraksaydı/insanlardan bir kısmını diğerleriyle savmasaydı o zaman içlerinde Allah’ın isminin çokça anıldığı manastırlar, ki­liseler, havralar ve mescidler çoktan yıkılıp gitmiş olurdu. Ama Allah, O'nun davasına arka çıkanlara yardım edecektir. Çünkü Allah, her şeyi hükmü altında tutan en yüce iktidar sahibidir.” [973] mealindeki ayetler, Allah'ın zulme karşı savaşanlara yardım edeceği müjdesini verir. Kur’an'a göre, en büyük zulüm şirktir ve bütün zulümler insan elinin ürünüdür. [974] Zulmün sonu ise, çöküş ve batıştır. [975] Gerçekten de tarihin tüm devirlerinde, medeniyet ve toplumların helak nedeni hep zulüm olmuştur. [976] Bu yıkıcı zu­lüm, daima servet ve nimet şımarıklığı, azgınlık ve tasallut illetiyle yan yana bulunmuştur. [977]

 

Onurlu Savaş

 

Her çeşit günaha fazilet, zulme de adalet gözüyle bakıldığı bir çağda yaşıyoruz. Kaba ve karanlık güçler, insanları İslami değerlerden uzaklaştırıp onları sahte bir hayatın izleyicisi haline getirmek; insan da dahil her şeyi fesat aleti gibi kullanmak is­temektedirler. Bu durumda, İslam'ın yeniden ihyası ve mazlum insanların kurtuluşu için etkili ve onurlu bir mücadeleye girme­nin gerekli olduğu aşikârdır. Çünkü İslam, sonsuza kadar yürü­necek bir yoldur. Böyle olmasaydı, tevhidin tarihi, zulme karşı verilmiş mücadelelerle dolu olmazdı. Bu gerçek bize, hangi çağda olursa olsun, zulme karşı çıkıp haksızlığı ortadan kaldır­mak için verilen mücadelenin ne kadar anlamlı olduğu mesajını veriyor. Bu mesajı, İslam'ı bir isim olarak taşıyanlar değil, onu bir hayat yolu olarak benimseyenler alabilir. İlk nesil Müslü­manlarının kendi dönemlerinde zulme karşı verdikleri mücade­leyle, bugün dünyanın değişik bölgelerindeki mazlum milletle­rin çağdaş zulme karşı verdikleri mücadele, aynı gaye içindir. Bu gaye, İslam yolunda sonsuza kadar yürümektir.

Dünyanın dört bir yanında, çekildikleri son siperlerde zulme karşı direnip ayakta kalma mücadelesi veren mazlum insanların onurlu tavırları iman şuuruyla değerlendirilirse, bu çetin ve zor dönemde mazlum milletlerin yanında yer almanın, bir mümin için terk edilemez bir vazife olduğu görülür. Çünkü zulme karşı savaşmak, sadece zulme uğrayanların değil, onur sahibi her in­sanın vazgeçemeyeceği bir görevdir. Kur’an, zulme uğrayanların yanında yer alıp zalimlere karşı savaşmanın bir insanlık borcu olduğunu şöyle hatırlatır:

Size ne oluyor da Allah yolunda ve "Ey Rabb'imiz, bizi halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katın­dan bize bir sahip gönder, bir yardımcı yolla, "diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar ve yavrular için savaşmıyorsunuz!” [978] Ayet, böyle bir görevden kaçmak için, hiçbir ahlaki gerekçenin bulunmadığına dikkat çekmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, dünyanın çeşitli bölgelerinde in­sanlığa yönelik saldırıların sürdüğü bir gerçek. Ancak, insanlara saldıranlar, kötü emellerini gerçekleştiremeyeceklerdir. Onlar, insanların bir kısmını şehit edebilirler, ama inançlarını asla yok edemezler. Bazı insanların zaaf yüklü tavırları onlara ümit ver­se de zalimler, İlahi iradeye yenik düşmekten kurtulamazlar. Nitekim, inançlarını aktif bir amel haline getiren mazlum milletlerin samîmi gayretleri, yıkılası zulüm sistemlerinin yakın gelecekte yerle bir olacakları gerçeğini gözler önüne sermekte­dir. [979]

 

ALLAH YOLUNDA HİCRET

 

“İman değerine erip kötülüğün hüküm sürdüğü diyardan göç edenler, Allah yolunda her türlü çabayı gösterenler, onlara kol kanat gerip yar­dım edenler var ya, gerçek müminler işte onlar­dır. Onlar için tam bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” [980]

Barış öğretisinin kitabı olan Kur’an, öncelikle dünya düzeni­ne İslam sulhunun hakim olmasını ister. [981] Bu sulhun sağlanması ve insanlar arası barışın korunması için, gerektiğinde zulümle, fitneyle ve her türlü şer güçlerle savaşmayı emreder. [982] Kur’an, Müslümanları adaletli ve ahlaklı bir sosyal düzen kurmaya yö­neltmek için, "Allah yolunda" anlamına gelen "fısebilillah" kavramına yer verir. [983] Bu terkibin geçtiği ayetlerde genel olarak, "Allah yolunda hicret, infak ve cihaddan" söz edilir. [984] Burada, sadece "Allah yolunda hicret" konusu kısaca açıklanacaktır. [985]

 

Hicret Nedir?

 

Hicret, lügatte, bir şeyi, yeri veya kişiyi terk edip ondan ay­rılmak anlamlarına gelen hecr veya hicran kökünden türemiş bir kelimedir. Bu kavram, "insanın başkalarından kalben uzak­laşmasını ve bedenen ayrılmasını, küfür diyarından çıkıp iman diyarına göç etmesini" ifade eder. [986] Hicret kavramının genelde iki anlam taşıdığı görülür. Birincisi, Peygamber (as)'in ve ilk nesil Müslümanlarının, Mekke'den Medine'ye göç etmelerini ifade eden tarihsel anlamı. İkincisi de, insanın, kötülüğün ayartı­sından ve şeytanın egemenlik alnından, Allah'a yönelmesini dile getiren ahlaki anlamı.

Hecr kökü, çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an'da on yedi surede ve otuzu aşkın ayette geçer. [987] Bu ayetlerde, hicret keli­mesinin belirtilen anlamlarda kullanıldığı görülür. [988]

 

Kutlu Yolculuğun İlk Adımı

 

Kur’an'ın iniş sırası itibariyle her kökünün ilk geçtiği ayet­lerden, insanın Allah tarafından fikren, kalben ve fiilen hicrete hazırlandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Yüce Allah, Elçisine ve onun şahsında bütün insanlara şöyle buyurmaktadır:

Onların söylediklerine sabret ve onlardan güzelce ayrıl.” [989] Bu ilahi söz­deki hecri cemil terkibi, "insanın kalben ve fikren kötülerden, kötülüklerden uzak durması, iyi ahlakla donanıp kötülüklere karşı güzel ve etkili bir muhalefet ortaya koyması" anlamına gelmektedir. [990] Görüldüğü gibi kutlu yolculuğun ilk adımını, Kur’an'ın doğruluğundan ve dinamizminden güç alabilen iman sa­hipleri atabilmektedir. Bunun ilk ve en güzel örneğini ise, Peygamber (as)'in bizzat kendisi ve onu izleyen sahabe nesli ortaya koymuştur.

Hicret kavramı, öncelikle Hz. Muhammed'in ve müminlerin, şirk sisteminin baskıları yüzünden Mekke'den Medine'ye göç etmelerini ifade eder. Medine'ye hicretten önce Müslümanlar, büyük baskı ve işkencelere maruz kalmışlar, bu yüzden de bü­yük acılar tadıp sıkıntılar çekmişlerdi. Nihayet miladi 622 yılı­nın Muharrem ayında, Peygamber (as) ve ashabı Mekke'den Medine'ye hicret edip orada yepyeni bir toplum ve devlet oluşturdular. İşte bu andan itibaren, küfür ve şirkin hakim olduğu diyardan Medine'ye hicret farz oldu. Çünkü putperest zulüm­den kurtulmak için yapılan bu soylu atılım, müminleri öyle bir olgunluğa erdirdi ki, artık Allah yolunda yerlerini yurtlarını bı­rakıp canlarını feda etmek ve şehit olmak onlar için kutlu bir eylem haline geldi... İlahi kaynaktan gelen hicret emri, onlara yücelerden inen bir gök azığı oldu. İşte bu kutlu azıkla beslenen erdemli müminler, kurtuluşun ilk adımını atan kişiler olmuşlar­dı. [991]

 

Hicretle İlgili Genel Tespitler

 

Hicretle ilgili ayetlerin ışığında şu genel tespitler yapılabilir:

a) Enfal suresinin 72'nci ayetiyle farz kılınan hicret, müş­riklerin elinde bulunan Mekke'den Medine'ye hicrettir.

b) Mekke fethedilip İslam yurdu olduktan sonra, Mek­ke'den Medine'ye göç anlamındaki hicret kalkmıştır. Peygam­berimiz:

"Fetihten sonra hicret yoktur; ancak cihad ve niyet vardır." Buyurarak [992] değinilen gerçeği açıklamıştır.

c) Tarihsel anlamda hicret son bulmuş olmakla birlikte, ahlaki anlamda hicret devam etmektedir. Çünkü Müslümanlar, her zaman günah ortamından ve şeytanın egemenlik alanından İslam'ın egemenlik alanına göç etmekle yükümlüdürler. Bunun için kötülük yurdundan iyilik yurduna hicret, kıyamete kadar geçerlidir. [993]

d) Hicret gerekli, imkanlar da yeterli iken kötülük yurdun­da oturmak, hem büyük bir günah, hem de nefse zulümdür. Çünkü mazeretsiz olarak hicreti terk edenlerin varacağı yer, ce­hennem olacaktır. [994]

e) Allah yolunda hicret edenler, dünyada güzel mekân ve bol imkanlara kavuşur, ahirette de en yüksek onur payesini ve Allah'ın rızasını kazanırlar. [995]

f) Gerçekten aciz olup hicret etmeye güç yet iremeyenler bağışlanır, hicrete teşebbüs edip de yolda ölenler ise, Allah ta­rafından ödüllendirilir. [996]

g) Hicret, insanın dindeki samimiyetinin ve sadakatinin göstergesidir. [997] Bunun için, iman ile inkâr arasında bocalayıp şeytanın egemenlik alanını terk edememiş olanlar, Kur’an tara­fından iman dostluğuna ehil görülmemişlerdir. [998]

h) Hicret, bir takvim başı olmaktan öte bir inanç ve dava göçüdür. İslam'ın kendine özgü dünyasına ulaşmak için atılmış kararlı bir adımdır. Diğer bir ifadeyle hicret, insanın Allah'a götüren yolu, iman bilinciyle kat etmesidir. [999]

i) Hicret, hedefine ulaşan onurlu hareketin en önemli adı­mı ve atılımıdır. İslam'ı yaşamak ve yaşatmak için dahildeki bütün çarelere başvurduktan sonra mücadeleyi dışarıda devam ettirmek amacıyla oturulan yeri terk etmektir. O, İslam'ı boğ­maya azmetmiş zulüm ve baskıya rağmen dini asli şekliyle ya­şama gayretidir. [1000]

j) Muhacirler, kavramı, Peygamber (as)'in teklifi üzerine, özgürlük içinde ve İslam'ın gereklerine uygun biçimde yaşaya­bilmek için Medine'ye hicret etmiş olan Mekkeli Müslümanla­rı; Ensar kavramı ise, zulmün ve kötülüğün egemen olduğu yerden göçenlere yardım edip dine ve Müslümanlara sahip çı­kan Medineli müminleri ifade eder. Ancak Kur’an ve Sünnet, bu kavramlara tarihi çağrışımlarını aşan daha genel ve kuşatıcı bir anlam yüklemiştir. Nitekim Peygamberimiz, gerçek muhaciri:

''Allah'ın yasakladığı şeyleri terk eden kimse. " diye tanımla­mıştır. [1001]

Sonuç olarak diyebiliriz ki hicret, zulüm sistemlerinin her türlü baskısına rağmen inancına şirk karıştırmayan tevhid men­suplarının şanlı eylemidir. Kur’an, insanın bilinç ve ruh dünya­sına sunduğu hicret kavramıyla, şirke bağlı değerlerin ve sistemlerin çağlar süren saltanatın, yıkmış, onun yerine yeni bir adalet anlayışı ve kardeşlik idealini getirmiştir. Kur’an İslam'ın sunduğu kardeşlik idealini gerçekleştirmek için çalışanları geerçek mümin tanımının içine yerleştirir ve onlar için tam bir ba­ğışlanma ve bol bir rızık olduğu müjdesini verir. [1002]

 

ALLAH BİZİMLEDİR

 

Eğer kullarım sana Benim hakkımda sorular sorarlarsa (bilsinler ki) Ben (onlara) çok yakı­nım; dua edenin yakarışına her zaman karşılık veririm...” [1003]

İnsanın en temel görevi, Allah'ı tanımak ve O'na inanmak­tır. [1004] İslam'ın inanç esasları, körü körüne kabul edilmesi gereken gerçekler değil, bilakis insanın mantığında ve vicdanında teme­lini bulan bilgi kaynaklı değerlerdir. İnsan, iman edilecek ger­çekleri akıl ile kavrar kalbiyle onaylar. Böyle bir iman da insa­na özgüven sağlar. Görüldüğü gibi iman, bilgi ve ahlak temelli bir kabulü; Allah'a karşı duyulan sevgi ve saygı halini ifade etmektedir. Bu yüzden Kur’an, iman ile ameli, farklı fakat birbi­rine etkileri kaçınılmaz iki değer olarak ele alır. [1005] İmanı amel boyutuna taşıyan ve kemâl noktasına yükselten keyfiyet ise, "Allah'la beraberlik şuurudur." [1006]

 

Allah İnsanlara Çok Yakındır

 

Müşrik bir ortamda nazil olan Kur’an'ın, o günkü muhatapla­rına yönelik temel eleştirilerden birisi de, onların "Allah'ı gere­ği gibi takdir edemeyişleriydi." [1007] Onlar, Allah'ın varlığını kabul etmelerine rağmen, o'nu uzaklarda görüyor, yanlarında hissedemiyorlardı. Bunun için Kur’an, Allah'ı sadece aşkınlık ve yet­kinlik ifade eden kavramlarla değil, [1008] aynı zamanda O'na yakın­lık (içkinlik) ifade eden kavramlarla da tanıtmıştır. [1009]

Kur’an'ın beyanına göre Allah, göklerde de yerde de tek İlah'tır. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki her şeyin sahibi olan Allah, yüceler yücesidir. [1010] Ama O, aynı zamanda insana çok ya­kındır. Öyle ki, aralarında gizli konuşan her üç kişinin dördün­cüsü; her beş kişinin altıncısı O'dur. İster daha az ister daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah onlarladır. [1011] Çünkü Allah, insana şah damarından daha yakındır.[1012]

Kur’an, insan da dahil bütün varlıkların Allah'a bağlılığını, "teşbih, secde ve hamd" gibi kavramları kullanarak anlatır. [1013] An­cak O, "zikir" kavramını sadece insan için kullanır. [1014] Bu da, zikrin insana özgü bir yaşayış ve Allah'ı anış biçimi olduğunu gösterir.

Allah insana, çağrısını duyma ve mesajına uyma yetkinliği vermiştir. Bu yüzden Kur’an'ın bir adı da "zikir"dir. [1015] O, Al­lah'ın zikri mahsusu ve en beliğ bildirişidir. Bütün kulların maslahatlarına uygun tecellilerle dolu olan Kur’an, en feyizli zi­kirdir.

Allah, yüceler yücesidir; ondan ötesi ve yücesi yoktur. Bu­nun için Allah deyince bütün fikirler gayesine erer, bütün ümitler ve korkular da son merciini bulur. İnsan, Allah'la bera­berlik şuuruna erince kalbi huzura kavuşur. Çünkü, "Kalpler ancak Allah'ı anarak huzura ve doyuma erişir." [1016] Gerçekten de insan, kendini Allah'a teslim eder de O'nunla beraberlik bilinci içinde yaşarsa, huzurlu ve mutlu olur. Hemen belirtelim ki zi­kir, mümin benlikler için bir anma, arınma ve huzur vesilesi olurken, [1017] inkarcı benlikler açısından tam bir nefret konusu ol­maktadır. [1018]

 

En Güzel Amel En İyi Hâl

 

Zikirde esas gaye, Allah bilincini sürekli canlı tutabilme noktasına ulaşmak, her hal ve mekânda Allah'ı unutmadan ya­şamaktır. [1019] Aslında bütün mükellefiyetler, birer zikir konusudur. Zikri en ideal biçimde uygulamış bulunan Peygamber (as)'in, Allah'ı her an yakınında hissederek yaşaması ve İslam'ı hayata taşıması, değinilen tespiti doğrulamaktadır. Şu halde insanın kemale erebilmesi, onun her anını Allah'la beraberlik şuuru içinde geçirmesine bağlıdır. Çünkü zamanı yitiren, onu bir daha elde edemez. Bunun için Kur’an, vakte (asra) yemin eder ve onu iyi kullanamayanların, hüsran içinde kalacakları uyarısında bu­lunur. [1020] Öyleyse vakti Allah bilinciyle yaşayanlar kârlı çıkacak ve başarıya ulaşacaklardır.

Anlaşılan odur ki insan, yaşadığı her anın ve halin en güzel olması için çalışmalıdır. Amel, zaman içinde icra edilen fiildir. En güzel amel, Allah'ı hatırdan çıkarmadan hayatı doğru yaşa­maktır; Allah'la beraberlik hali de en iyi andır. [1021]

 

Allah'ı Unutanlar

 

Günümüzde çok sayıda insan, Allah'ı unutmuş; bu durum kitleleri felaket sayılabilecek bir duruma düşürmüştür. Bunun temel nedeni ise, dünyaya aşırı biçimde bağlanma, yani sekülerleşmedir. Dünyevileşme, Batı medeniyetinin karakteristik özel­liklerinden biridir. Kur’an'ın sık sık vurguladığı ve insanı uyar­maya çalıştığı tehlike budur. Çünkü, insanın azmasının ve haddi aşmasının, Allah'ı unutup dünyayı tercih etmesiyle çok yakın bir ilgisi vardır. [1022]

Gerçekten de Allah'ı unutma ve O'ndan uzaklaşma, insan benliğinin giderek yozlaşmasına, kabalaşmasına ve katılaşma­sına yol açmıştır. Kur’an'ın insanı korumaya çalıştığı bu tehlike, ne yazık ki bugün yaşanan bütün felaketlerin kaynağını oluş­turmaktadır. Çünkü modern dünyada en temel sapmalar, önce batıda çıkmış, daha sonra da bütün dünyaya yayılmıştır Karun Firavun ve benzerlerinin savunduğu, buna karşın bütün peygamberlerin savaştığı bu anlayış, o günlerde nasıl acılara sebebiyet verdiyse bu günlerde de benzer bir yığın felaketlere sebep olmaktadır. Bu durum, Kur’an'ın en doğru ve doyurucu ifade­siyle, "Allah'ı unuttukları için Allah'ın da kendilerine kendile­rini unutturduğu" kitlelerin vahim halidir. [1023]

 

HAYATI DOĞRU YAŞAMAK

 

Sizi boş yere yarattığımızı ve bize dönmek zo­runda olmadığınızı mı sanıyorsunuz?” [1024]

İnsan, iyi işleri en güzel biçimde yapmak ve hayatı doğru yaşamak için çalışmalıdır. [1025] Bu da düşünce, söz ve davranışta doğru olup, Kur’an'ın sunduğu dine sadakatle uymakla müm­kündür. Çünkü hayatın tek ölçüsü ve güvencesi doğruluktur.

Günümüz insanının yaşantısına İslam'ın doğruluk ve değer ölçüleriyle bakılırsa, insanlar arasındaki ilişkilerin, Kur’an'ın sunduğu dine sadakatle uymadığı görülür. Bu durumda yapıl­ması gereken en önemli iş, yaşantımızı Kur’an'ın değer yargıla­rıyla yeniden test etmek; yanlış tercih ve uygulamaları, affedil­mez bir günaha dönüşmeden terk etmek olmalıdır.

Bu aşamada, İslami değerlerin günümüz insanının hayatına ne ölçüde yansıyıp yansımadığını değerlendirmenin faydalı ola­cağını düşünüyoruz. Hemen belirtelim ki burada amacımız, in­sanların yaşantılarını yargılamak değil, Kur’an'ı ölçü alıp hayatı doğru yaşamak isleyenlere bir muhasebe imkanı sağlamaktır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Sizi boş yere yarattı­ğımızı ve bize dönmek zorunda olmadığınızı mı sanıyorsunuz?” [1026]

Hayatı yanlış yaşamanın en önemli sebebi, yanlış düşünce­dir. Çok sayıda insan:

"Din, akıl ve mantık işidir, bunun için aklıma yatmayana inanmam." diyerek bu yanlışlık içine düş­mekte, dini kendi dar mantığıyla tartmaya çalışmaktadır. İslam, elbette akıl dinidir; ama o, aynı zamanda akıl üstüdür. İnsan vasıtaları sahasında ve kapasitesi oranında kullanırsa doğru ne­ticeye ulaşabilir. Akıl sahibi bir insanın, aklı Allah'a inanmak ve Kur’an'ı anlamak için değil de, inkâr ve inat aracı olarak kullanması, ne kötü bir talihsizliktir!

Doğru yaşamayı sağlayan değerlerin başında, Allah'a tam iman gelir. İman, bilgi ve ahlak temelli bir tasdik olduğundan, tüm doğru işlerin önünde yer alır. [1027] Allah'a tam ve doğru iman, tevhid inancı ile dile getirilir ve hayata geçirilir. Bu inancı yiti­renlerin nezdinde Allah ismi, faaliyetleri sona ermiş, insanlar­dan uzak bir anıya dönüşür. Kur’an'a göre Allah, insanlardan uzak değildir. O'nun yaratması devam etmekte, O, tüm varlık ve insanlarla sürekli ilgilenmektedir. [1028] Müslüman olmak, Allah'ı doğru tanımayı ve O'nun dinine şartsız bağlanmayı gerektirdi­ğinden inanmış bir insanın, Allah'ın mutlak otoritesi karşısında keyfi biçimde sorumsuzca davranması veya diktatörce bir eda­ya bürünmesi doğru olmaz. [1029]

Kur’an, bir iman unsuru olarak nasıl bir peygamber tasavvu­runa sahip olmamız gerektiği üzerinde çok durur. Çünkü hayatı doğru yaşamanın en güzel örneğini, Peygamber (as)'in üstün ahlakı temsil eder. Bugün çok sayıda insan, bu güzel örneğe ters düşen tavırlar sergilemektedir. Bir yandan halk muhayyile­si, Peygamber (as)'i insanlığından soyutlayarak adeta onu insanüstü bir imaja dönüştürmekte; diğer taraftan da onun buyurduğu kesin buyruk ve ahlaki kayıtların üstüne çıkılmaktadır. İşte bu yüzden Kur’an, Hz. Muhammed'in beşeri yönünü, peygamberli­ğini, yetki ve sorumluluklarını ayrıntılı biçimde açıklar.[1030]

Hz. Peygamber de bütün insanlar gibi bir beşerdir: ancak o, beşer niteliğine sahip olduğu halde "üstün ahlakı" temsil etmiş ve hayatı doğru yaşamanın en güzel örneğini ortaya koymuştur. Onun büyüklüğü de, insanlara örnekliği de işte burada yatmak­tadır.

Kur’an, "Hayırda yarışın." [1031] "İyilikte yardımlasın." [1032] diyor. Ne güzel bir ilke. Ancak Kur’an'a inandığını söyleyenlerin bir çoğu, bu ilkeye ters düşüyor. Başkalarına iyilik yapılmak şöyle dur­sun, küçücük çıkarlar uğruna insanlara büyük zararlar veriliyor.

Bütün bunlar, İslami değerlerden uzaklaşıldığını, bunun ye­rine servet ve şöhret gibi değerlere tapıldığını gösteriyor. "Para kimde akıl onda." saçmalığının dillerden düşmemesi de, bu du­rumu doğruluyor. Görüldüğü gibi, hayatın doğru yaşanmadığı yerde insan değer kaybetmekte; o, İslamsız bir hayatta eşya ko­numuna düşmektedir. Tabii ki böyle bir ortamda insanın değeri, takva ile değil de maddi imkanla ölçülmektedir.

Tefrikanın kaynağı, gruba mensubiyet gururudur. Bu, in­sanları birbirinden soğutan, içten düşmanlıklar doğuran, sevgi ve saygı bağlarını koparan bir illettir. Bu illetin tehlikesi ve olumsuz etkisi, bütün acı sonuçlarıyla ortadadır. "Bu bizden de­ğildir." söylemiyle insanlar arasındaki birliği bozmak, şeytan­dan ve şer güçlerden başkasının işine yaramaz. Bir topluma ha­kim olan tefrika, o toplumun hezimetine ve gücünün tükenme­sine yol açar. [1033] Öyleyse, tüm kutsal bağlarımızı yeniden sağlamlaştırıp mayasını İslam'ın oluşturduğu sağlıklı birliğe mut­laka kavuşmalıyız. [1034]

Bunun için, vakit kaybetmeden fert ve toplum olarak kalple­rimizi temiz kılacak, [1035] ruhumuzun gücünü artıracak, [1036] şüpheleri giderip ahlaksızlığı uzaklaştıracak, [1037] ve bizi yeniden Allah'a bağlayacak, [1038] doğru bir yaşayış seviyesine ulaşmamız gerek­mektedir.[1039]

 

EKSİK ŞAHSİYETLERİN BELİRGİN NİTELİKLERİ

 

“Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma).” [1040]

Burada Kalem (Nun) suresi 8-16'ncı ayetlerinin ışığı altında "eksik şahsiyetlerin belirgin nitelikleri" tespit edilmeye çalışıla­caktır. Söz konusu ayetlerde şöyle buyurulmaktadır:

Hakikati yalanlayanlara uyma (onların arzu ve özlemlerine alet olma.) Onlar isterler ki sen (kendilerine) yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. Uyma, çok ye­min edip duran alçağa. Daima insanları çekiştiren, durmadan laf getirip götüren kovucuya. İyiliğe engel olan günahkâr zor­baya. Kaba ve zalimce davranan, bütün bunların ötesinde kim­seye faydası olmayan(soysuz)a. O mal ve oğullara sahip oldu­ğu için(mîdir nedir), ne zaman ayetlerimiz kendisine Hetilse, "Bunlar öncekilerin masalları " der. Bu yüzden biz, onun hor­tumu üzerine damga vuracağız; onu, yakasını kurtaramayacağı bir zillet ile damgalayacağız.” [1041]

Bu ayetler, Hz. Muhammed'in kavmiyle ihtilafa düştüğü hic­ret öncesi dönemde ve peygamberliğin ilk yıllarında, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden Velid b. Muğire hakkında na­zil olmuştur. [1042] Hemen belirtelim ki söz konusu ayetler, adı geçen şahısla sınırlı değildir. Kur’an'ın çağrısına karşı çıkan ve ona savaş açan herkese şamildir.

Kur’an, öncelikle Mekke ve çevresinde, o tarihte var olan di­ni gruplarla diyaloga girmeyi hedeflemiş, ancak bu diyalog, zamanla siyasi mücadeleye dönüşmüştür. İşte bu yüzden ayet­ler, Kur’an'ın nazil olduğu o bölgede mevcut olan dini gruplara özellikle de müşriklere karşı yürütülmesi gereken mücadelenin bir boyutunu yansıtmaktadır.

Müşrik ve eksik şahsiyetlerin belirgin niteliklerinin ortaya konulduğu bu ayetlerde, şu gerçeklerin altı çizilir:

8'inci ayet, mümin şahsiyete, hakkı tanımayan yalancılara uymamayı, onların arzu ve özlemlerine alet olmamayı öğütlüyor. Şu halde mümin, uyanık ve samimi olmalı, hakkı yalanla­yan inkarcıları tanımalı, onların yalanlarına kanmamalıdır. Düş­manlık güderek İslam'a muhalefet edenlere karşı da tavizsiz davranmalıdır.

9'uncu ayet, batıla yağcılık yaparak hakkın adamı ve İs­lam'ın insanı olunamayacağı mesajını veriyor. İnkarcılar, mü­min şahsiyetin İslami prensiplerden ve ahlaki değerlerden taviz vermesini isterler. Ancak şuurlu mümin, İslam'ın ilkelerinden taviz vermez ve inkarcıların özlemlerine yağ sürmez. Bu ayet, müşrik liderlerin, Peygamber (as)'den bazı ödünler istediklerine işaret etmekte, diğer ayetlerde de müşriklerin Peygamber (as)'e bazı önerilerde bulundukları belirtilmektedir.[1043] Pek tabii ki, Peygamber (as) onların önerilerini reddetmiştir. Eğer Allah Elçisi, onların haksız arzularına ve kötü maksatlarına olur verseydi, ona deli değil, ne büyük insan, ne akıllı adam derlerdi ve hemen onu kendilerine dost edinirlerdi. [1044]

10'uncu ayet, ahlaki zaaf türlerinden birine dikkat çekiyor ve yemin edip duran alçağa uymamayı öğütlüyor. Çünkü bu ka­rakterdeki insan, yüzeysel düşünen, eğriye doğruya yemin eden, her kalıba dökülen ve her kötülüğe sürüklenebil en bayağı biri­dir.

11'inci ayet, düşük karakter tipinin örneklerinden birini gözler önüne seriyor ve iğrenç dedikodular yapan iftiracıya uymamak gerektiğini belirtiyor. Davranışlarında hiçbir ahlaki kural tanımayan ve gıybet tiryakisi olan bu hasta tipler, hafiye­lik ve boşboğazlıkla ömürlerini tüketirler.

12'nci ayet iyiliğe mani olan günahkâr ve zorba tipe işaret ediyor. Bu tipin en bariz vasıfları, iyilik yapmamak, İslam'a engel olmak, saldırganca davranıp günaha batmaktır. Bu karakterdeki kimse hiç hayra yanaşmaz, kendisi iyilik yapmadıgı gibi başkasının iyilik yapmasına razı da olmaz. Günah ve ve­balden çekinmeyen, hak ve haram yemekten sakınmayan, iyilik düşmanı ve günah yüklü bir hamaldır o...

13'üncü ayet de zalim, ihtirasına esir olmuş, hayata aktif ve olumlu biçimde katılmayan insan tipini ortaya koyuyor. Bu ka­rakterdeki bir insan, sosyal anlamda tamamen faydasız olan bir kimseyi temsil etmektedir. Bu yüzden, tefsir bilim dalında uz­manlaşmış bilginler (müfessirler) den bir çoğu bu kimseyi, "kötülükle tanınmış, nesebi başkasının nesebine karışmış soy­suz biri" olarak da tanımlamışlardır.[1045]

14'üncü ayet, güç ve servete güvenip kişisel çıkar kaygısıyla doğruluktan sapmanın yanlışlığına değiniyor. İnsan çoğu kez, yaptığı yanlışı haklı bir gerekçeye dayandırmak ister. Bu yüz­den de "şu adam kötü ama onun serveti ve kuvveti var, belki faydası dokunur; yahut kötülük yapması belli bir süre önlenebi­lir" şeklinde bir kanaate varabilir. İşte bu ayetler, fayda ümidi veya zarar görme korkusuyla kötülük sembolü kişilere yarenlik etmenin, doğru bir davranış olmadığını bildirir. Çünkü böyleleri, kendilerine çıkar sağlamayan hiçbir şeyi ve değeri kabul etmezler; onlara yarenlik edenler de kendilerini daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar.

15'inci ayet, zenginliğine ve etkinliğine güvenip Allah'ın mesajlarını, "eskilerin masalları" olarak niteleyen insan tipine dikkat çekiyor. Burada, Allah'ın ayetlerini küçümseyen belli bir zihniyetin fotoğrafı ortaya konulur. Bu zihniyete göre, dünyada güç ve servete sahip olmak, ilerici ve erdemli olmanın göster­gesidir; Kur’an'ın dile getirdiği ilke ve değerler ise, eski za­manların hikâyesidir.

Tabii ki bu sözü söyleyenler, geçmişte kalanlarla sınırlı de­ğildir. Çağdaş düşünce ve çağdaş yaşam saplantısı içinde Allah inancını veya İslami yaşayış biçimini kendilerine yakıştıramayanlar da bugün benzer söylemleri sürdürmektedir. Bunların ortak yanları, düşüncesiz bir rahatlığın ve küstahlığın aldanışı içinde olmalarıdır.

İşte bu yüzden 16'ncı ayette, günaha yenik düşüp dünya ha­yatında İslami bir kişilik kazanamamış kimsenin azap göreceği belirtilmiş; günahkâr kimseye, yakasını kurtaramayacağı bir zilletle damgalanacağı uyarısında bulunulmuştur. Zaten, kendi­ni haksız arzuların hevesine ve aklın acemice denemesine tes­lim eden kimse, yanlış iş yapmış olur; o kimse, sonunda kendini zilletin veya azabın içinde bulur.

Bu ayetler, bir fertten ziyade belli bir sınıfın fotoğrafını or­taya koymaktadır. Ayetlerin üslup ve içeriğinden bu sınıfın, Mekkeli müşrik ve zengin liderlerden oluşan aristokrat bir sınıf olduğu anlaşılmaktadır. Anılan sınıf, Kur’an'ın çağrısında kendi çıkarlarını ve konumlarını tehdit eden bir ima bulduklarından, peygamberliğin başlangıcından itibaren İslam'a karşı düşmanca bir tavır içine girdiler; bu yüzden de pek çok kez uyarıldılar.

Kur’an'da uyarı içeren ifadeler, genellikle ilk muhatapların geleneklerinden alınmıştır. Bundan maksat, Kur’an'ın muhatap­ları üzerindeki etkisini artırmak ve insan davranışlarının İslam’i ilkeler doğrultusunda şekillenmesini sağlamaktır. Bunun için Kur’an'ı, tarihi akışından ve toplumsal ufkundan soyutlamak mümkün değildir. [1046]

 

EN SEVAPLI İŞLER

 

Mal ve oğullar, şu dünya hayatının süsleridir. Ama ürünü kalıcı olan iyi işler, Rabb'inin katın­da karşılık bakımından daha sevaplı, ümit kay­nağı açısından da daha iyi (verimli)dir.” [1047]

İnsanı mükemmel biçimde eğiten Kur’an, [1048] İslami hayatın tek kaynak kitabıdır. [1049] Bütün özgün bilgiler Kur’an'ın sinesinde bu­lunduğu ve ondan çıktığı için, [1050] ona Ümmül-Kitap Kitapların Anası unvanı verilmiştir. [1051] İslam'da insanın bütün işleri, Kur’an vahyinden kaynaklanan hükümlerle ve Peygamber (as) tarafın­dan açıklanıp ortaya konulmuş bulunan ilkelerle uyumlu olmak zorundadır. Çünkü Allah katında makbul ve en sevaplı olan iş­ler, Kur’an'ın insana teklif ve tarif ettiği hayat tarzına uyan iş­lerdir.

İnsan, mutlu olmak için ömür boyu çalışır. Çoğu insan, mut­luluğu parada, malda, evlatta, eğlencede ve benzeri şeylerde arar. Fakat bu arayışların hiçbiri, onu tam olarak mutluluğa gö­türmez. Çünkü mutluluğun kaynağı servette ve şöhrette değil, ruhu tatmin eden İmanda ve onun gereği olan iyi işler(salih amel) dedir.

Kur’an'ın dile getirdiği her hakikat, eşyanın doğası ve insa­nın tabiatıyla uyum içindedir. O, yanlış düşünceleri ikna edici bir yöntemle düzeltir, taşkın tutkuları da etkileyici üslubu ile mutedil hale getirir. Dünyanın zevale mahkum olduğunu, bu nedenle üstünlüğü servette ve nesepte aramanın yanlışlığını, şu düşündürücü ifadelerle belirtir:

Mal ve oğullar, şu dünya ha­yatının süsleridir. Ama ürünü kalıcı olan iyi işler, Rabb'inin katında karşılık bakımından daha sevaptı, ümit kaynağı açısın­dan da daha iyi (verimli)dir,” [1052] Bu ayet, zamanı Kur’an vahyi aracılığı ile değerlendirip yenilemek, hayatı onunla yönetip be­reketlendirmek gerektiği mesajını vermektedir. Herkesin görüp bildiği gibi dünyanın yenisi eskir, çokluğu da yokluğa dönüşür. Ne var ki dünya, aldatıcı süslerîyle gönülleri kendine çeker. Ayetin amacı, insanı dünyadan el etek çekmeye sevk etmek değil, onu dünya malı yüzünden haksızlık ve ahlaksızlık yapmaktan sakındırmak; serveti, şeytanlaşan nefis aracılığı ile insanın aleyhine kullanacağı bir silah haline getirtmemektir. Çünkü iyi ahlak sahibi bir mümin için, dünya malı da Allah'ın rızasını ka­zanma vesilelerinden biridir.

"Sevap ve sonucu daha iyi olan kalıcı güzel işler" anlamın­daki "el-Bâkiyâtü's Sâlîhât" terkibinin taşıdığı anlamlarla ilgili, çeşitli yorumlar yapılmıştır. Kaynaklarda, "kalıcı iyi işlerin", "beş vakit namaz, teşbih, tevhid kelimesi ve benzeri zikirler" olduğunu belirten rivayetler yer almaktadır. [1053] Bu ibadet ve teş­bihler, elbette kalıcı işlerdendir. Ancak "kalıcı iyi işler" bunlar­dan ibaret değildir. İslam'ın yapılmasını emrettiği, insanın da Allah rızası için yaptığı bütün meşru ve güzel işler, bu kav­ramla ifadeye konulmuştur. [1054] Çünkü, Kur’an'da imanla birlikte zikredilen "salih işler" kavramı, faydalı ilim, güzel ahlak, doğru uygulama ve olumlu gelişmeler gibi mümini iman egemenliği­ne ehil kılan bütün iyi işleri içermektedir. [1055] Bu durumda, insanın Allah'a bağlı kalmasını, İslam'ın da hayata hakim olmasını sağlayan yüksek değerlerin; insanda İslami şahsiyet, ailede sa­dakat ve saadet, mahkemede adalet, siyasette doğruluk ve cid­diyet, iktisadi hayatta hilesiz ve dürüst ticaret, toplumda huzur ve barış, yarışta başarılı sonuç ve savaşta zafer sağlayan bütün verimli ve hayırlı işlerin, bu terkibin anlam sahasına girdiği söylenebilir. Şu halde ölümün yok ettiği her şey dünya, onun yok edemediği yüksek değerler, dürüst ve erdemli davranışlar­dan geriye kalanlar ise, "kalıcı iyi işlerdir."

İnsan, Allah'a olan bağlılığını iman ve ibadetle, insanlarla ilişkilerini de iyilik yaparak sürdürmelidir. İyilik hayatın en tatlı, en verimli ve sevimli işidir. Genel anlamda iyi, her varlığın var oluş gayesini gerçekleştiren değer ve iştir. İnsanın yaratılış ga­yesi Allah'a ibadet (ubudiyyet) olduğuna göre, [1056] bu gayeyi ger­çekleştiren her meşru iş, iyiliktir. İnsanlar iyilikte mutluluk bu­lur, iyilik kişiler arasında dostluğun, sevgi ve saygının kurulmasına sebep olur. Dostluklar sevgiyle pekişir, İslam iyiliklerle gelişir. Hem iyilik, sevgi, hoşgörü ve kardeşlik, bize Kur’an'ın emridir. [1057] Allah, emrine uyup dinine samimiyetle bağlanan mü­minleri, cömertçe mükafatlandırır. [1058]

Çevremizde ve dünyamızda olanlara dikkatlice bakılırsa, in­sanların bir biçimde iyilik yapmaktan uzaklaştırıldıkları ve al­datıldıkları görülür. Bu olumsuz durumun, genelde "yetersiz eğitim" ve "kötü yönetim"den kaynaklandığını söylemek müm­kündür.

Müslüman'ın hayatı İslami eğitimden tecrid edilemez. Çün­kü Müslüman'ın aklını ve ruhunu, hayatının tamamını Kur’an ve Sünnet şekillendirir. Kur’an, eğitmeye çalıştığı insanın bütün varlığı ile ilgilenir. Onun amacı sadece aklı geliştirmekten ve bilgi aktarmaktan (talimden) ibaret olmayıp aynı zamanda in­san kişiliğinin iyi geliştirilmesini, onu bütün yönleriyle eğitip doğru istikâmeti göstermeyi (terbiyeyi) de kapsamaktadır. Bu­nun için İslam'da ahlaki ilkeler olmaksızın sadece bilginin elde edilmesi yeterli değildir. [1059] Görüldüğü gibi hayatın en önemli ve devamlı işi eğitimdir. İyi ve yeterli bir eğitimle insan kazanılır­ken kötü bir eğitimle o en değerli varlık kaybedilir. Eğitim, be­şikten mezara kadardır. Nefisler eğitimle ıslah olur, faydalı bil­gi, güzel ahlak, kuvvetli irade, sağlam kişilik, insanın mutlulu­ğu ve kurtuluşu eğitimle kazanılır.

Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek isteyen ha­kini güçler; Allah'ı işe karıştırmadan iyiliğe dayalı düzenler ku­racaklarını iddia ederek insanları kalıcı iyiliklerden mahrum bı­rakmış, böylece onların hayatlarında ölümcül yaralar açmışlar­dır. Sömürü kültürünün değer yargıları içinde yetişen ve "çağ­daş" diye nitelenen insan tipi, pratik olarak İslami kimliğini kaybetmiş bir varlık olarak tanımlanabilir. Çünkü onun hayatı ve düşüncesi, İslam'dan gafil olmanın boşluğu ve yanlışlığı içindedir. Oysa İslam'a göre insan, sahip olduğu yeteneklerini Allah'a isyan ederek değil, O'na kulluk vasfıyla kullanan kişi­dir. Gerçek Müslüman da Kur’an'ın gösterdiği mümin modelini örnek alarak yaşayan insandır.

İslam'a karşı olan sömürgeci sistemlerin etkisinden kurtul­mak, sadece onları kötülemekle ve İslam'ın doğru olduğunu söylemekle değil, hayatın tamamını bu sistemlerin İslami haya­tımıza karıştırdığı kötülüklerden arınmakla mümkündür.

İnsanı insan yapan temel değer imandır. Dünyanın dirliği, düzeni ve bereketi de İslam'dadır. Yaratılmışların en hayırlısı ise, yaptığı kalıcı ve iyi işlerle iman egemenliğine ehil olan in­sandır. [1060]

 

ÖMÜR UZAR MI?

 

“...(Allah'ın) kitab(ın) da öngörülmedikçe hiçbir canlının ömrü uzatılmaz ve hiçbir kimse de onu kısaltamaz...” [1061]

 Son günlerde en çok konuşulan konu bilim oldu. Önce ışık hızı 300 misli aşıldı, hemen ardından da insan haritası çıkarıldı, DNA şifresi çözüldü haberleri gündeme geldi. Özellikle genetik şifrenin çözülmesi, bilim tarihinin en önemli olaylarından biri sayıldı.

Bilimsel verilere göre, DNA (Deoksiribonükleik asit) sarmal biçimde bir kimyasal bileşim. Bazlardan, deoksiribor adlı beş karbonlu şeker ve fosfattan oluşan bir şifre. Genler de bu DNA'da yer alıyor. İnsan vücudunda 75 trilyon hücre, bir hüc­redeki DNA kodu içinde de 3 milyar gen harfi bulunuyor. Bilim adamları, bu harflerin dizilişini keşfetmek için uzun yıllar ça­lışmışlar ve dev bilgisayarlarda yaptıkları pek çok işlemden sonra bu sonuca ulaşmışlar.

Peki bu akıl almaz dizilişi ve oluşu yapan kim? İşte bu soru­nun cevabı bilgisayarda değil, vahiy kaynaklı dinde ve ona ina­nan insanın ferasetindedir. İnsan, sadece dini bilimleri öğrene­rek genetik şifreyi çözemeyeceği gibi, bilim de genetik şifreyi çözmekle her şeyi halletmiş sayılmaz. Ne var ki bazı pozitivistler, insanlık için bilim ve felsefenin yeterli, dinin ise gereksiz ve zararlı olduğunu söyleyerek onu reddederler. Halbuki bu to­taliter bilim anlayışı, sadece dine değil, insan gerçeğine ve müs­pet ilime de aykırıdır. Çünkü insan, sadece genden ve tenden oluşmuyor, onun canı ve ruhu da bulunuyor. İnsan zihni ve ruhu, sırf bilimle yetinemeyeceğine göre o, dine her zaman ihtiyaç duyacaktır. Nitekim son yıllardaki bilimsel gelişmelere rağmen insan ömrünün uzayıp uzamayacağı hâlâ merak konusu olmaya devam ediyor. Pek çok insan, dinin bu konuda ne söylediğini bilmek istiyor. Kur’an'da bu konuyla ilgili olarak geçen anahtar kavram eceldir. [1062] Ecel konusu, İslam alimleri arasında kaderle bağlantılı olarak ele alınmış ve işlenmiştir.

Ecel kelimesi, sözlükte belirlenmiş zaman, muayyen bir müddetin veya hayal süresinin sonu gibi anlamlara gelir. [1063] Ayrı­ca kozmik düzenin bozulacağı vakit [1064], ay, güneş ve diğer geze­genlerin düzenli hareketlerinin süresinin belirlenmiş olması [1065] da bu kelimeyle dile getirilir. Ecel kelimesi, insan ömürleri bağla­mında kullanıldığı zaman, ölüm anı ve ömür manasına gelir. Bu yüzden "her canlı varlık için Allah tarafından önceden takdir edilen hayat süresine (tabii ömre) ve bu sürenin sonu olan ölüm vaktine" ecel denir. [1066]

Ecelle ilgili ayetlerde, Allah'ın her insan için bir yaşama sü­resi ve ölüm vakti belirlediği, [1067] kendilerine uzun ömür verilenle­rin de, ömrü kısaltılanların da mutlaka bir kitapta yazılı oldu­ğu, [1068] ilahi buyruklara uyanların, tayin edilmiş ölüm vaktine ka­dar güzel bir şekilde yaşayacakları, [1069] zalimlerin de ecelleri ge­linceye kadar cezalandırılmayacağı, ancak zamanı gelince bir anlık öne alış veya erteleme yapılmayacağı, [1070] bildirilir. Yine bu bağlamda bazı insanların hayatlarının ihtiyarlamadan önce sona erdirildiği, bazılarının ise kendileri için belirlenen süreye kadar yaşatıldığı belirtilir. [1071] Ayrıca fertler gibi toplumların ve mede­niyetlerin de ecelleri bulunduğu, yıkılış zamanı gelince bunun bir anlık gecikme ve ileri alınma olmadan gerçekleşeceği haber verilir. [1072]

Ecel hakkında merak edilen hususlar daha çok insanların ecelini(ömrünü ve ölüm anını) kimin tayin ettiği, iki ecelin bulunup bulunmadığı ve ömrün uzayıp uzamadığı gibi konular üze­rinde yoğunlaşıyor. Bu hususlar kısaca şöyle açıklanabilir:

Îman cinsi için Allah tarafından süre anlamında bir ecel ta­yin edilmiştir. Çünkü ecel, Allah'ın ezeli ilminde ve O'nun mutlak iradesi dahilindedir. Bunun için ölüm süresini, ölüm anını ve nedenlerini Allah tespit, takdir ve tayin etmiştir. [1073]

İki ecelin olup olmadığı hususuna gelince, Kur’an'ın işare­tiyle iki ecelden bahsedilebilir. Zira konuyla ilgili bir ayette:

"O 'dur sizi balçıktan yaratıp sonra sizin için bir ömür tayin eden; belli bir ecel de kendi katındadır. Ama hâlâ şüphe edip du­rursunuz. "[1074] buyurulur. Bu ayetin beyanına göre insan, su ve toprak karışımı bir maddeden yaratıldıktan sonra ona Allah ta­rafından tekvini (ontolojik) bir ecel takdir edilmiştir. İnsan cinsi için konuları bu ecel, tabii eceldir. Demek ki tabii ecel (ecel-i kaza), Allah'ın insan cinsi için tayin ettiği maksimum süreye metabolizmanın yaklaşması ve sonra dağılması, hücrelerin ve sistemlerin işlevlerini yitirmesi(ölmesi)dir. Bir mumun yanıp tamamen tükenmesi gibi. Bu ayette bir de ecel-i müsemma'ya işaret edilmiştir. Bu, metabolizmanın süresini doldurmadan ka­za, afet ve hastalık gibi nedenlerden dolayı sona ermesi veya erdirilmesidir. Mumun yanarken çeşitli nedenlerle sönmesi ve­ya söndürülmesi gibi. [1075]

Alimlerin çoğu, bu ayetteki ecel-i müsemma'yı kıyamet veya ölümden sonraki hayat olarak yorumladıklarından [1076] onlara göre bununla insanın değil, evrenin eceline işaret edilmiştir. Bu ne­denle "canlıların yaşadığı ecel tek olup kesinlikle değişmez; ya­ni ömür uzamaz ve kısalmaz.

Alimlerin bir kısmı da insanların iki eceli bulunduğunu [1077] ecel-i tabii'nin asıl ve değişmez olduğunu, fakat ecel-i müsemma'nın, yani Allah'ın ve insanların iradesine bağlı olan ecelin uzayıp kısalabileceğini savunmuşlardır. [1078] Onlar, bu gerçeğin Kur’an'da insanın organik gelişme sürecine işaret eden şu ayette açıkça ifade edildiğini söylerler:

“Sizi Allah yarattı, günü gelince de öldürecek; içinizden kimileri ömrün o en düşkün çağına, in­sanın bildiği şeyi de bilemez olduğu yaşa kadar alıkonulur...” [1079] İnsan doğar, gelişir, gücünün bilgi ve tecrübesinin" doruğuna erişir; sonra giderek geriler yaşlanır ve nihayet çaresiz bir hale düşer. Burada Allah'ın üstlendiği şey, doğum ve ölüm konula­rıdır. Çünkü bu ayetteki teveffa ve mevt kelimeleri, ölüm süre­cini ifade eder; bu sonucu doğuran insani nedenleri ve önlen­memiş doğal sebepleri değil. [1080]

Görüldüğü gibi ömrün uzaması ve kısalması, metabolizma­nın tabii süresini doldurmadığı "ecel-i müsemma" alanında ol­maktadır. Kur’an bu alandaki uzama ve kısalmaya işaret ettiği gibi, bunun objektif, ontolojik ve ahlâki kurallara bağlı olduğu­nu da belirtir. [1081] Nitekim Kur’an'da ömrün uzayıp kısalmasının sağlık ve korunma gibi biyoloji kuralları sadece insan iradesine bağlanırken [1082] ahlâki kuralları ise ilahi iradeyle birlikte insani iradeye de bağlanmıştır. Mesela Hz. Yunus'un kavmi, ölümü hak etmişken iradeleri ile son anda Allah'a yöneldikleri için ölüm üzerlerinden kaldırılmıştır. [1083] Demek ki Allah, bireysel ve top­lumsal ihmal neticesinde oluşan nedenlerden gelebilecek ölümleri, kişinin Allah'a karşı sergileyeceği dua ve sadaka gibi ahlâki davranışıyla uzaklaştırabilir. Bunun için Peygamber (as) "Komşulara iyi davranmak ve sadaka vermek" gibi güzel işle­rin, ömrü uzatacağını bildirmiştir. [1084] Bu gerçeğin tespiti belki objektif olarak mümkün olmayabilir. Ama zihni açık ve kalbi diri bir mümin, onu ferasetîyle bilir. Tıpkı, veba hastalığının yaygın olduğu bir kasabaya girmek istemediğinde kendisine:

"Allah'ın kazasından mı kaçıyorsun?" diyenlere "Evet, Allah'ın kazasından onun başka bir kazasına (kaderine) kaçıyorum" di­yen Hz.Ömer gibi...

Şunu da belirtelim ki yanlış ecel ve kader yorumlarından ih­malden kaynaklanan erken insan ölümlerinin "ecel" kavramıyla Allah'ın iradesine bağlanmasından en fazla sorumsuz yönetici­ler ve ahlâksız kimseler memnun olmaktadır. Çünkü bu yolla onların sorumsuzlukları ve insan hayatına değer vermeyişleri kolayca örtülebilmektedir.

Ecelin, ilahi iradeyi ve ilmi ilgilendirdiği dikkate alınırsa in­sanlar için önceden belirlenen değişmez ve tabii bir ecelin tak­dir edildiğini benimsemenin daha isabetli olduğu söylenebilir. Çünkü kişilerin sağlık kurallarına uyup uymayacakları, hayatta ne gibi gelişmelerin yaşanacağı hususu, ilahi bilginin ve irade­nin dışında değildir. İnsan ömrünün bir anlamda uzatıldığı ka­bul edilse bile insanların ecelleri sadece Allah tarafından bilin­diğine göre, ölmeden önce hayatın değerini bilmeleri, hastalan­madan önce sağlıklarını korumaları, hastalanınca da tedavi olmaları onların kulluk görevidir.

Sonuç olarak, insanoğlu Allah'ın hayatı yarattığı dili öğren­dikçe O'nun en kutsal armağanının ne kadar harika, güzel ve bir o kadar da karmaşık olduğunu daha iyi anlıyor. Dileyelim bu çözülen dil, insan hayatında daha hayırlı ve olumlu gelişme­lere vesile olsun. Ama insan ömrü uzatılmaya çalışılırken dün­yanın ömrünün kısalmakta olduğu da unutulmamalı. Zaten "Al­lah'ın her insan ömrü için takdir ettiği vade gelip çatacağına göre" [1085] sonuçta ecel, yine insana en yakın olmaya devam edecek­tir. Çünkü her gelecek yakındır. [1086]

 

İNSANIN ALDANIŞI

 

“Ey insan! Nedir seni lütuf sahibi Rabb'ine karşı aldatan?” [1087]

Her şeyi yaratan ve hayatı bahşeden Allah'tır. Hayat, biza­tihi Allah'ın armağanı ve her türlü nimetin potansiyel kaynağı­dır. Varlık, Allah'ın insana en büyük lütfudur. Her varlık mev­cudiyetini Allah'tan alır; her şey Allah'ın yaratmasıyla meyda­na gelir ve yine O'nun rahmeti ile varlığını sürdürür. Bunun için her varlığın ve yaratığın kendine göre Allah'a inancı, O'nu bilişi ve anışı vardır. [1088]

Yaratılmışların en şereflisi insandır. İnsanın kurtuluşu da Allah'a inanma ve O'na teslim olmadadır. Çünkü İman, ebedi yalnızlıktan kurtuluştur. Ayrıca bütün engelleri aşıp Allah'a ulaşmak, hem hayatın en büyük ve gerçek başarısı hem de en de­ğerli ve kalıcı kazancıdır.

Ne var ki insan, Allah'a inanma ve bağlanma kararlılığını her zaman gösteremez. Bu yüzden o, zaman zaman ifratın ve inkârın kurbanı olur. Halbuki ifrat, bir mantık boşluğudur; inkâr da insan acziyetinin ulaştığı son sınırdır. Allah'ı inkâr etme gu­ruru içinde olanların ıstırabı ise, O'nu kaybedişlerinden kay­naklanmaktadır. Demek ki insan, yaratılışındaki ahlaki nitelik­leri dolayısıyla, Allah'ın emretmiş olduğu şeyleri tam olarak yerine getirememiş, [1089] yani hür irade ve bilgi gücünü, pek de doğru biçimde kullanamamıştır. Çünkü o, bilgi ve irade sahibi olmasına rağmen kendini dünyacı değerlerin aldatıcı cazibesin­den kurtaramamıştır.

İnsanı aldatıp Allah'tan uzaklaştıran ve hedefini gerçekleş­tirmesine engel olan pek çok neden vardır. Ancak burada, anı­lan nedenlerin bir kaçı üzerinde durulacaktır.

İnsanın aldanıp Allah'tan uzaklaşmasının ve bizzat kendi varlığına ihanet etmesinin başlıca nedeni inkârdır. [1090] İnkâr, insa­nın Allah'ı ve kendine ahlaki canlılık veren hayat kaynağını reddetmesidir. O, Allah'a giden yolu tıkayan, insanın ahlaki enerjisinin kaybolmasına yol açan ve hayatın anlamını ortadan kaldıran kötü bir eylemdir. Bu yüzden Allah'ı veya O'nun dini­nin herhangi bir prensibini inkâr eden, dini değerlere saygısızlı­ğı bir hayat tarzı haline getiren kimseye kâfir denir. Çünkü in­karcı kimse, Allah'ı hayatına sokma gereği duymaz, hatta Allah'ın olmadığını sanarak O'nun yokluğunu kanıtlamaya çalışır.

Bazı inkarcılar da, Allah'ın varlığını tam anlamıyla doğrula­yan bir delil bulamadıklarını iddia ederler. Bu iddiaya örnek olması bakımından şu olayı hatırlatmakta yarar var. Bir BBC programında B. Russell'a şöyle bir soru yöneltilir. "Eğer öldük­ten sonra öteki dünya var da bu dünyada inanmadığınız Allah:

'Bana niçin inanmadın?' diye sorarsa ne cevap vereceksiniz? Russell bu soruya,

"Tanrım, bana var olduğuna ilişkin niçin doğru dürüst delil göstermedin? derim" karşılığını vermiştir. [1091] Eğer Allah'ın varlığı, herhangi bir nesnenin varlığı gibi kanıtlanabilseydi o zaman inanmak zorunlu olur, Russell ve onun gibi düşünenler de böyle bir söz söyleme imkanı bulamazlardı. Hal­buki inanma, bir özgür seçim ve karar verme işidir. Allah'a imanın önemi ve değeri de buradan gelmektedir.

Şayet "Allah vardır." cümlesi, delilsiz ve anlamsız bir öner­me ise, "Allah yoktur." sözü de aynı ölçüde kanıtsız ve anlam­sız demektir. Şu halde inkârın hiçbir haklı gerekçesi yoktur. O, Allah'tan uzaklaşma ve haktan kaçıştır. İnanan bir insan, inan­cını destekleyecek bir delil bulamadığı için inancından vazgeç­mez; inanmayan bir kimse de Allah'ın varlığını gösteren kanıt­lar karşısında söyleyecek hiçbir şey bulamasa da inanmayabilir. Bunun için inkarcının, kendi yanlış tercihini ve aldanışını meş­ru gösterecek hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Bu durumda yapılması gereken şey, inkarcılığı bir yana itip yok saymak değil, onu anlamaya ve nedenlerini görüp ortadan kaldırmaya çalışmaktır. Bunlar yapılırsa inanıyoruz ki aldanan insan, kendi ha­yatını er geç bir değerlendirmeye tâbi tutacak ve birtakım bo­calamalar geçirse de sonunda Allah'a varacaktır.

İnsan için tek tehlike "Allah'a inanmamak" değildir. Allah'a karşı ilgisiz ve duyarsız olmak da büyük bir tehlikedir. Bu teh­likenin kaynağı ise gururdur. Gurur, insanı aldatan ve onu Allah’tan uzaklaştıran nedenlerden biridir. Çünkü gurur, "İnsanın manevi ve ahlaki açıdan değersiz sayılan şeylerin cazibesine kapılıp onlarla avunmasıdır." O, bir tür bilgisizlik ve aldanıştır. Bu yüzden aynı kökten gelen ğarurun, "kandıran ve aldatan anlamında şeytanı, dünyacı değerleri veya genel olarak insanı gaflete düşürüp yanıltan şeyleri" ifade ettiği belirtilmiştir. [1092]

Kur’an'da gurur kelimesinin türediği ğ r r kökü, çeşitli kul­lanım biçimleriyle 27 kez geçer. [1093] Bu ayetlerin çoğunda "gurur", dünyaya kapılma ve aldanma anlamında kullanılır. [1094] Demek ki gurur terimi, insanı ahlaki anlamda saptıran herhangi bir saptı­rıcıyı ifade etmektedir. Bu saptırıcı da şeytan, başka bir insan, soyut bir kavram veya boş bir kuruntu olabilir. Çünkü insanla­rın gaflete düşüp sonuçta azaba çarptırılmalarında, belirtilen saptırıcıların büyük etkisi vardır. [1095] Bunun için dini ve ahlaki şu­urun en önemli öğelerini içeren bir ayette insanlar şöyle uyarı­lır:

Ey insanlar! Rabb'inize karşı sorumluluğunuzu unutma­yın; hiçbir anne babanın çocuğuna, hiçbir çocuğun da anne babasına en ufak bir fayda sağlayamayacağı günden korkun! Unutmayın, Allah'ın yeniden diriltme vaadi gerçektir. Öyleyse bu dünyanın sizi ayartmasına izin vermeyin ve Allah hakkındaki müfsitçe düşüncelerinizin sahte cazibesine kapılmayın!” [1096] Söz­gelimi, kasıtlı olarak işlenen günahların, Allah tarafından affe­dileceği şeklindeki avutucu telkinlere kanıp da tövbeyi ve iba­deti terk etmeyin. Çünkü insan belli bir süreklilik içinde bilinçli olarak inanıp kötülüklerden korunmaya çalışmazsa herhangi bir ayartının ve aldanışın kurbanı olabilir.

Gayet açıktır ki insanın gurura düşmesine genelde üç şey sebep olmaktadır. Bunlar "cehalet, affa aldanmak ve şeytanın yanıltıcı vaatlerine kanmaktır." Özellikle şeytan veya şeytan misyonu gören kimseler, saptırmak istedikleri insana, "dilediği­ni yap, Allah kerimdir” affı geniştir, bu dünyada sana yaptığı iyilik ve ihsanı ahirette de yapar." diyerek onu Allah'ın affına güvendirirler ve boş özlemlerle doldururlar. Bu aldatıcı ve ayartıcı telkinlere kanan insan da yanlış yaptığı halde kendini doğru yolda görür, gaflet içinde aldatıcı bir güven hissi duyar ve son haddine kadar dünyevi zevklere dalar. Sonunda şeytanın vaad ettiği her şeyin, sadece akıl çelmekten başka bir şeye ya­ramadığını görüp hüsrana uğrar.[1097]

Sonuç olarak denebilir ki, insan neye yönelirse Allah o yön­de yolu açar. [1098] İnsanın kendi arzularına veya sadece önündeki dış dünyaya kapılıp gidecek şekilde alçalması ve geleceğe önem vermeden davranması, bugüne kadar onun kendine ihaneti ve felaketi olmuştur. Ayartıcı telkinlere kanıp Allah'tan uzak­laşmaya devam ettiği sürece de hep böyle olacaktır. Bu, hem bir uyarı hem de değişmez bir kanundur. Ama gerçek tövbe, bir in­sanı hayata başladığı ilk hale döndürme ve bütün günahları te­mizleme gücüne sahiptir. Yeter ki insan aldanıştan kurtulup bu iradeyi göstersin ve Rabb'ine yönelebilsin. Çünkü hatasından pişmanlık duyup kendine yöneleni Allah her zaman affetmeye hazır ve isteklidir. [1099] Öyleyse insan ne diye aldatıcı telkinlere ka­nıp da Rabb'inden uzaklaşır; neyine güvenip sorumsuzca dav­ranır. “Yoksa o, kendisine kimsenin güç yetiremeyeceğini mi sanır?” [1100]

 

6- AHLAK TOPLUMU

 

Bütün müminler kardeştir...” [1101]

Kur’an'ın temel gayesi, doğruluk ve adalet üzerine kurulmuş olan bir ahlak toplumunu varlık alanına çıkarmaktır. Peygamber (as)'in:

"Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderil­dim.[1102]" sözü, bu gayeyi açık bir şekilde dile getirir.

Kur’an, Müslüman toplumun temel özelliklerini belirtir. İs­lam toplumu, temelde tevhid inancına bağlı bir kardeşlik toplu­mudur. [1103] Doğruyu buyuran, kötülükten alıkoyan ve Allah'a ina­nan en hayırlı toplumdur. [1104] Aşırılıklardan arınan, öteki toplumla­ra örnek olan;[1105] düşman karşısında kuvvetli, kendi aralarında merhametli; [1106] iyilikte yarışan ve yardımlaşan; [1107] işlerini aralarında şura (danışma) ile yapan; [1108] fitne ve fesat çıkarmayı, kargaşaya kapı açmayı en büyük suç sayan; [1109] sosyal adalet dengesinin bo­zulmasına izin vermeyen; [1110] bir toplumdur. Böyle bir toplumda hiçbir haksızlığa ve ahlaksızlığa yer verilmez, kişilerin itibarına ve onuruna gölge düşürülmez.

Kur’an, İslam toplumundan iç düzeninin sağlanmasını iste­miş, sosyal, siyasi ve ekonomik istismarların tamamını yasak­lamıştır. [1111] Bu toplumun vazifesi, yeryüzünü ıslah etmek, oradan bozgunculuğu, haksızlık ve ahlaksızlıkları söküp atmak suretiy­le yaşanabilir ahlaki, sosyal ve siyasi bir düzen kurmaktır. [1112]

Eğer toplumu çekip çeviren bir ahlak düzeni olmazsa orada ada­let gerçekleşmez, güçlü zayıfı ezer, denge bozulur, hiçbir şey doğru olarak yerine oturtulamaz. Her türlü haksızlıkların ve ah­laksızlığın boy gösterdiği bir toplum, sonunda helak kanunu ge­reğince yok olmaya mahkûmdur. [1113] Şu halde Kur’an'ın belirlediği biçimde bir ahlak düzeni kurmak, her inanmış insanın hem ga­yesi hem de görevi olmalıdır. İşte bundan dolayı bütün peygamberler, vahye dayalı sosyal bir düzen kurmak için çalışmış­lar, toplumun örnek nüvesini oluşturup adeta bütüne tesir eden bir maya olmuşlardır. [1114]

 

Peygamber Kıssalarının Ahlaki Mesajı

 

Kur’an'da zikredilen peygamber kıssaları, onların toplumla­rını sadece Allah'a inanıp O'na ibadet etmeleri, dürüst ve ah­laklı yaşamaları yolunda onları ikna için gösterdikleri çabaları ve yaptıkları uyarıları içermektedir. [1115] Kur’an bu kıssaları, hangi çağda ve hangi toplumda olursa olsunlar, bütün insanlar için bir ibret, yaşanmıştan çıkarılmış bir ders olarak takdim eder. De­mek ki Kur’an'daki kıssaların anlatılmasından maksat, belli bir toplumun hayatını hikâye etmek değil, ahlaksız bir hayat sür­müş olan toplumların ortak kaderini ve acı sonlarını hatırlatarak öğüt vermektir. Bunun için Kur’an'daki peygamber kıssaları bir hayat hikâyesi olmaktan çok yaşanan hayatın kendisidir. Hem insanların, boş gurura ve büyüklük duygusuna kapılıp günah­kârca bir hayat sürmeleri, geçmişte kalmış bîr olay değil, her an karşılaşılan bir gerçektir. İşte kendilerine gönderilen peygamberlere karşı çıkan Firavun ve Karun gibi azgınların kıssalarıyla da tarihi bir olayın anlatımı değil, ahlaki bir mesaj amaçlanmış­tır. [1116] Çünkü Firavun'un boğulması, Karun'un yere batırılması, dünya iktidarının ve servetinin şu veya bu sebeple beklenmedik bir biçimde elden çıkıp gideceği mesajını verir. Kur’an bu ger­çeği insanların zihninde sürekli canlı tutmak için, servet ve ikti­darını putlaştırıp ahlaksız ve adaletsiz davrananların ilahi irade tarafından cezalandırmışını, insanlık tarihinin ibret verici olayları arasında zikreder. Çünkü, servet ve iktidar sahibi olanlarla peygamberler arasındaki mücadelenin temel sebebi, zalim kişi ve kadroların hayatın doğru yaşanmasını istemeyişleridir. [1117]

 

Ahlak ve Siyaset

 

Toplumda hayırlı yenilikler içeren köklü değişiklikleri ger­çekleştirebilmek için, siyasi güce ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi Peygamber (as) Mekke toplumu içersinde sosyo-ekonomik yön­den zayıf ve ezilmiş sınıfları güçlendirmek için yeni bir ıslahat planı başlatmış, ancak bu planını, Medine'ye hicret edip siyasi gücü elde ettikten sonra gerçekleştirebilmiştir. Siyaset, toplum hayatının düzenini sağlayan ilke ve değerleri, uygulama alanına aktarma aracıdır. Hemen belirtelim ki, iyi yönetim meşru ve adil güç ile, meşru güç siyasetle, siyaset de güzel ahlakla olur. Ahlaksız siyaset, İslam, insan ve ülke yararı için değil, kitleleri zalim kişi ve kadrolara kul etmek içindir. "Ticarette ahlak aran­maz, siyaset ahlakla olmaz" diyenlerin toplumu ne hale getir­dikleri herkesin malumudur. Şimdi de kötülük dolu akıllarıyla zulüm ve sömürüye dayanan sistemlerini devam ettirmek için, zaman zaman yüksek değerleri kendi çıkarlarına alet etme ah­laksızlığını gösteriyorlar. Sömürü sistemlerinin oluşturduğu ahlaksız ortamda yaşayan kitleler, tam bir çaresizlik içindeler. Bu sistem içinde, hangi insan başvurduğu yerden olumlu sonuç alabiliyor? Tam aksine, olumlu sonuç bekleyen hüsrana uğru­yor. Çünkü insanlar adalet beklediklerinden zulüm, dostluk beklediklerinden hıyanet, iyilik beklediklerinden de kötülük görüyorlar.

Pek çok insan sevmeyi, affetmeyi, dürüstlüğü ve fedakârlığı çoktan unutmuş görünüyor. Yalanın ve isyanın sergilendiği top­lumda, utanılacak şeyler teşhir ediliyor ve bundan da büyük bir haz duyuluyor. Mahremlik vitrin halini almış, aldatmak, çağdaş vurgunlar yapmak zekâ hakkı kabul ediliyor. Bütün bu olum­suzlukların baş aktörleri, sonrada çıkıp temiz ellerden söz edip temiz toplum istiyor.

İnsanlık bu haksız ve ahlaksız durumdan ancak İslam ahlakı ile kurtulabilir. İslam ahlakı, Allah'ın vahiylerinden oluşan Kur’an’ı yaşama ahlakıdır. Peygamber (as) de Kur’an ahlakının ya­şayan örneğidir. Onun kişiliği, insanın ve imanın kemalidir. Çünkü o, imanı eyleme dönüştürerek dünyaya duyuran bir kişiliğin örneğidir. Bu öyle bir kişilik ki, Hak için halk elinde taş­lanmaktan, inancının gereğini yaptığını söylemekten ve davası­nı yaşatmanın bedelini ödemekten asla korkmaz.

Fert ve toplumlar, iman değerini kaybettikleri gün, mutlu bir hayata ve güzel ahlaka veda etmiş olurlar. Fert ve toplumları noksanlıktan mükemmelliğe ancak İslam ulaştırır. Öyleyse ye­tişmeyeni yetiştirmek, noksan olanı tamamlamak gerekir. El­bette yılların yanlışı bir kalemde silinemez. Fakat yetişmeyenin eline yetkiler verilerek yeni yanlışlar yapılmamalıdır. Aksi hal­de iki yüzlü siyasetin hilekâr kadroları, kitlelere ve masum in­sanlara karanlıkta hayal seyrettirmeye devam ederler. İslam, kendi insanından oluşan toplumla öne geçerse, tüm haksızlıklar ve ahlaksızlıklar sona erer. [1118]

 

EKONOMİ ve TEVHİT

 

Birbirinizin mallarını haksız şekilde yiyip tü­ketmeyin ve başkalarına ait meşru mallardan hiçbirini bilerek haksızlıkla tüketmek için hukuki hilelere başvurmayın.” [1119]

İslam dünya görüşünün genel adı tevhittir. Bu ilke, İslam'ın hayata bir bütün olarak baktığı mesajını verir. Çünkü İslam, in­sanın Allah'a olan inancını yitirmemesi ve O'na bağlılığını sür­dürmesi için hayatı bu ilkeye göre ayarlar. İnsan, kişiliğini oluştururken de, onun ruhuna, Allah'ın tek İlah ve her şeyin sa­hibi olduğu psikolojisini yerleştirir. Bundan maksat, insanın Müslümanca yaşamasını gerçekleştirmektir. Bunu sağlayan en önemli manevi fon ise, tevhit inancı ve bu inancın insanda oluşturduğu erdemli ruhtur.

İnsan hayatının en önemli boyutlarından birini de iktisat oluşturmaktadır. Bunun için Kur’an bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da adaletin ayakta tutulmasını, sö­mürünün de ortadan kaldırılmasını öngörmüştür. [1120] Kur’an'ın in­meye başladığı donemde, iktisadi ve ticari hayat, o günün şart­larına göre oldukça canlıydı. Ancak sosyal yapıdaki ayar alabil­diğine bozulmuş, sömürü yaygınlaşmış, özellikle yoksul kesim­ler acı ve sefalet içinde bırakılmışlardı. İşte bu yüzden Kur’an'ın ilk dönemde inen ayetleri, değinilen olumsuz durumu düzelt­meyi amaçlayan, bu kötü tabloyu tasvir ve tenkit eden ifade ve hükümlerle doludur.[1121] Bu da, toplumda pek çok şeyin düzeltil­mesi için, öncelikle iktisadi hayatta ahlak ve adaleti garanti e-decek bir kurallar sisteminin gerekli olduğunu ortaya koymak­tadır.

İslam'a göre her şeyin ve bütün mülkün tek sahibi Allah'tır.[1122] Bunun için Allah'ı dikkate almayan bir mülkiyet anlayışı doğru değildir. İnsanın işlevi ise, bir emanet sahipliğinden ibarettir. [1123] Demek ki mülkiyet, amacına uygun kullanılması için insana su­nulmuş ilahi bir bağıştır. Bu da insana en çok güven duyan di­nin İslam olduğunu göstermektedir. Görüldüğü gibi bu dünya ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının eseridir. [1124] İnsan da böyle bir dünyada anlamlı bir hayat geçirmek ve kendinden bekleneni gerçekleştirmek için yaratılmıştır. [1125] Öyleyse Allah'ın hayrı ve nimetleriyle dolu olan bu dünya kötü değildir. [1126] Kötü olan, insa­nın aşırı bir ihtirasla bu dünyaya bağlanıp ahireti unutmasıdır. Çünkü mal ve mülkün, insanı ölümsüz kılacağı zannına kapıl­mak, büyük bir aldanıştır. [1127] Şu halde insan, kendi istifadesine sunulan dünya nimetlerinden meşru şekilde yararlanmalı ve he­lal rızık peşinde koşmalıdır. [1128] O, kendini malla tanımlamamalı, [1129] mal ve mülk de sadece belli grupların elinde dönüp duran bir güç olmamalıdır. [1130] Aksi halde iktisadi hayatın dengesi bozulur, bunun sonucunda da, hem kendilerini hem de toplumu felakete sürükleyen bir sömürücü sınıfın oluşması kaçınılmaz olur.

İnsanları maddi ve manevi yönden yoksulluğa iten en önem­li neden, ekonomik güç merkezlerini elinde tutan kesimlerin, hukuk düzenini de kendi lehlerine olacak şekilde düzenlemele­ri, sömürüyü alabildiğince yaygınlaştırmaları, kat kat faiz (riba) uygulayarak insanları sefalete mahkum eden bir zulüm düzeni oluşturmalarıdır. Nitekim sömürgeci önderlerin, işi zaman za­man tanrılık iddiasına kadar götürmeleri iktisadi hayatı alt üst etmiş, karada ve denizde fesadın çıkmasına yol açmış [1131], sonunda toplumsal sefalet ve çöküş kaçılmaz olmuştur. [1132] Bu gerçek asgan ahlak kodu ile çevrelenmemiş bir ekonominin hem inşa'nı hem de kendini tahrip edeceği gerçeğini gözler önüne ser­mektedir.

İnsanın fıtratında, mal, mülk ve evlat gibi arzular; bu arzu­lardan kaynaklanan ihtiyaçlar vardır. [1133] Bunun için dünyaya karşı olumsuz bir tavır takınmak, hem insanın tabiatına hem de İs­lam'ın ruhuna aykırıdır. Çünkü dinin istediği, arzuların yok edilmesi değil, onların insan fıtratına ve yaratılış gayesine uygun bir şekilde terbiye edilmesidir. [1134] Şayet arzular iyi terbiye edil­mezse, insan bilinç çarpıklığına uğrayıp pek çok kötü işi, iyi ve yararlı gibi görebilir. İşte önemli olan insanı böylesi bir sapıklı­ğa ve yanlışlığa düşmekten korumaktır.

Şükür, sabır, cömertlik ve yardımlaşma gibi pek çok erdem, mal ve mülkün kazanılıp kullanılmasıyla gerçekleşir. Zekât gibi zorunlu mali ibadetin, infak ve ihsan gibi gönüllü eylemlerin te­mel amacı da, insanı meşru yolla kazanan ve kazandığını israfa kaçmadan harcayan şuurlu bir varlık haline getirmektir. Zaten bilme, inanma ve şükretme arasındaki tevhidin gerçekleşip in­sanın ahlaki yüceliğe ulaşması, ancak böyle sağlanabilir. Dün­yanın ıslah ve imarı ise, ahlaki bilince ulaşmış insanlarla ger­çekleşir. [1135]

 

Sosyal Adalet ve Refah Tedbirleri

 

Ekonomik hayatta karşılaşılan olumsuzlukların giderilmesi için, sosyal adalet ve refahı garanti edecek tedbirlere; hile, sah­tekârlık ve haksız kazanç gibi sapmaları önleyecek yaptırım gü­cü olan kurallar sistemine ihtiyaç vardır. Bunun için İslam, sos­yal adalet ve refah tedbîri olarak zekâtı getirmiş, toplum hayatı­nı çökerten faizi yasaklamış ve sömürüyü ortadan kaldırıp halkı iktisadi yönden dengeli biçimde yükselten yepyeni bir ekono­mik yapıyı temellendirmekle işe başlamıştır. Kur’an'ın buyrukları ve Peygamber (as)'in uygulamaları, olağanüstü durumlarda bu gibi tedbirlerle toplum ekonomisinin yeniden düzenlenebile­ceğini ortaya koymuştur. Şu halde yöneticiler, toplumun zen­ginleşmesine, refahın yayılmasına ve sosyal adaletin köklü bir şekilde kurulmasına çalışmalıdırlar. Bu da kültür ve medeniyet­te yabancıların sömürüsünden ve emirlerinden kurtulup milleti oluşturan fertlere en geniş ölçüde imkânlar sağlamakla gerçek­leşebilir. Zevk ve sefahata dalıp halktan kopan yöneticilerle in­sanları maddi ve manevi sıkıntılardan kurtarmak mümkün deâildir. [1136]

 

Öldürücü Rekabet Yerine Hayırlı ve Faydalı Hizmet

 

Günümüzde ekonomik sefalet, ekonomiye tapıştan kaynak­lanmaktadır. Çünkü mevcut ekonomik sistem, büyük ölçüde rant sağlama yoluyla para kazanma üzerine kurulmuş; temelde insanı ve toplumu değil, kişisel çıkarların korunmasını hedefle­miştir. Bu, ülkemizin görülmeyen veya insanlara gösterilmek istenmeyen yüzüdür. Ama bu gerçek ne kadar gizlenmeye çalı­şılırsa çalışılsın sömürgeci güçlerin toplumu ezdiği, bir kurtarıcı gibi sunulan kurum ve kişilerin, ekonominin Deli Dumrul'u ol­dukları artık herkes tarafından bilinmektedir. Çünkü millet, bunların gerçek yüzünü görmektedir. Yaşanan bu olumsuzluk­lar, öldürücü bir rekabet yerine hayırlı ve faydalı bir hizmetle; sömürülen insanların, sömürenlerin elinden ve dilinden kurtarılmasıyla sona erecektir.

Sonuç olarak denebilir ki, Kur’an bir ekonomi kitabı değildir. Fakat o, her alanda olduğu gibi iktisadi alanda da dertlere şifa olabilecek evrensel ilkeleri ve doğruları içerir. Çünkü Kur’an, emek ve çalışmayı ibadet çerçevesinde ele alıp değerlendirir, dünyanın imarını ve ıslahını da müminin görevleri arasında sa­yar. Öyleyse yoksulluğu övme, dünyayı ıslah ve imarda geri kalma gibi anlayışları Kur’an’la bağdaştırmak mümkün değildir. İslam'ın insandan istediği, mümine yaraşır bir izzetle yaşaması­dır. Bu da büyük ölçüde alan el değil, veren el olmakla ger­çekleşebilir. [1137]

 

EKONOMİ ve AHLAK

 

“Sahip oldukları her şeyden (yardım) isteyenlere ve sıkıntı içinde bulunanlara bir pay (ayırırlar­dı).” [1138]

 Tevhid ilkesine ve evrensel İslam düşüncesine dayalı bir toplum oluşturmayı hedefleyen Kur’an, insanların ayrılığa düş­melerini önleyen, insan emeğinin ve onurunun sömürülmesine yer vermeyen bir sistemi öngörür. O, sağlıklı ve ahlaklı bir top­lum oluşturmak için, adaletin mutlaka gerçekleştirilmesini, [1139] fır­sat eşitliği ilkesinin de işletilmesini ister. [1140]

Ekonomi terimi, bütün fertler için iktisadi, sosyal ve ahlaki davranış modelleri öngören bir sistemi ifade eder. İslam eko­nomisini diğer ekonomilerden ayıran en önemli özellik, onun sosyal denge ve dayanışma için şart olan paylaşım adaletini te­min etmesidir. Kur’an'ın, ekonomik sistemi yeniden yapılan­dırması sürecinde ilk hamleyi faize yapması, İslam ekonomisi­nin değinilen özelliğini yansıtır. Çünkü faiz, adaletsiz paylaşı­mın ve haksız kazancın en önemli vasıtasıdır. Bunun için Kur’an, faizi ve tefeciliği, Allah ve Elçisi'ne karşı savaş açmakla eş günah saymıştır. [1141] Görüldüğü gibi İslam'da, dini, ahlaki ve insa­ni değerleri feda ederek kazanç sağlamak, hiç de makbul bir iş değildir. Şu halde insani ve İslami gayeleri gerçekleştirmek için bir araç olan ekonominin, iman ve ahlak gibi yüksek değerlerle yönlendirilmesi gerekir.

İslam'da, ekonomi ile ahlak değerleri arasında sıkı ve de­vamlılık arzeden bir uyum vardır. Zenginliğe ahlaki bir özellik kazandıran zekât, dile getirilen gerçeğin en güzel örneğidir. Çünkü zekât, İslam iktisat sisteminin ahlaki bir yapısı olduğu­nu; bu yapının, toplumun manevi değerlerini bozmadan insanlar arasında dengeli ve uyumlu bir oluşum sağladığını; insandaki aşırı kazanç tutkusunu da törpülediğini ortaya koyar. Servet, ze­kât yoluyla hem sosyal sefaleti azaltma, hem de toplumda ma­nevi ilerleme sağlama aracı haline gelir. İslam'da ekonomik faaliyetler tevhid, denge, hür irade ve sorumluluk gibi ilkelere da­yalı olduğundan İslam iktisat düzeni, ahlaki bir yapıya sahiptir.

Kur’an, ekonominin çıkış noktasına ihtiyaç motifini koyar. [1142] Yetimi örselemeyi, yoksulu azarlamayı yasaklar. [1143] Servetin bek­letilmesini değil, toplumsal işlevini yapabilmesi için işletilme­sini ister. [1144] Kur’an ilkelerine dayanan İslam iktisadı, insanın in­sanı sömürmesine, servetin sefahate, gösterişe ve ahlak bozuk­luğuna yol açmasına fırsat vermez. İsraftan uzak, gerekli üretim ve ölçülü tüketime açık yapısıyla yoksulluk kâbusunu ortadan kaldırır. İnsanlar arasındaki husumeti giderip toplumda huzur ve güven sağlar.

Kur’an'a göre insan, mükellef olan ve sorumluluk taşıyan ah­laki bir varlıktır. [1145] Müslüman da, sadece inanan kişi değil, aynı zamanda inancının gereklerini yaşayan insandır. [1146] Müslüman, servet kazanmayı, kişisel çıkar değil, Allah'a kulluğunu sürdür­menin bir gereği olarak görür. İnsan hayatını çalışmaya dayan­dıran Kur’an, [1147] doğru ve verimli çalışmayı kutsamış, ibadeti de iş yapmaya engel görmemiştir. [1148] Kur’an'ın çalışmayı ibadet sayma­sı, iman değerine eren müminleri çalışmaya sevk etmiştir. Bu­rada, İslam çalışmayı emrettiği halde "Müslüman ülkelerin bir­çoğu niçin ekonomik açıdan az gelişmiştir?" diye bir soru akla gelebilir. Müslüman ülkelerin pek çoğunun ekonomik açıdan az gelişmişliği bir gerçektir. Ama bu az gelişmişliğin sebebi, ça­lışmayı emreden İslam değildir. Bugünkü Müslüman toplumla­rın durumuna bakıp İslam'ı yanlış yorumlamaya çalışmak, ger­çeği maksatlı olarak saptırmaktır. Unutulmamalıdır ki Avrupa ortaçağın karanlığını yaşarken, dünyanın hakimi, İslam'ın hakını veren Müslümanlardı.

Liberal ekonominin bencil yapısı, iktisadi değerlerle ahlaki değerler arasındaki dengeleri bozmuştur. Bu dengelerin bozul­ması sonucu, madde putlaştırılmış, çok sayıda insan sömürgeci sistemlerin yemi haline gelmiştir. Ahlaki değerlerden tecrit edilen ekonomik sistem, aşırı kâr ve sömürü aracı olmuştur. Bu gerçek, sömürü sistemlerinin zihniyet kimliğini ortaya koyması bakımından oldukça dikkat çekicidir. Türkiye'de uygulanan ekonomik sistem de aynı özelliktedir. Bugün ülkede cari olan ekonomik sistem, iktisadi ve ahlaki değerlerle değil, hakim güç­lerin şablonları tarafından yönlendirilmektedir. Her türlü yük­sek değerden uzak tutulan bu ekonomik model, ülkede sadece sömürgeci ve yoksullaştırıcı bir büyümeyi sağlamıştır. Çünkü ülkede hep işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluklar büyüyor, hayırlı yenilikler içeren verimli ve olumlu gelişmelere bir türlü ulaşı­lamıyor.

Batılı değerler içinde doğan ve İslami yapıyı dışlayan kapi­talist sistem, günümüzde zengin ülkelerin yoksul ülkeleri sömü­ren bir aracı haline gelmiştir. Çünkü Batı, sadece kendine çıkar sağlayan değerleri savunmaktadır. İnsan emeğini ve onurunu sömüren ekonomik modeller karşısında, İslam'ın yeri ve önemi bir kez daha gündeme gelmiş bulunmaktadır. Bu noktada ya­pılması gereken iş, insan toplumlarında İslam’i değerler düzeni­ni devreye sokarak ekonomiyi olumlu biçimde yönlendirmek, faiz ve haksız kazanç gibi helal olmayan, iktisadi hayatı kirleten girişimleri etkili tedbirlerle önlemektir. Ayrıca Müslümanların, kendilerini batı modeli ekonomik sistemlerden kurtarmaları ge­rekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için toplumun bütün fertle­rinde, İslam'a doğru bir tavır değişikliği olmalıdır. İslami de­ğerleri ayakta tutan bütün sosyal kurumlar da İslami çizgilere uygun biçimde yeniden ihya edilmelidir. Daha da önemlisi, Müslümanların, sömürgeci ekonomik sistemlerin kör taklitçisi ve uygulayıcısı olmaktan vazgeçmeleridir.

Yüce Allah Kur’an'da:

Yarışmacılar mutlu son için yarış­sınlar."[1149] buyurarak insanları mutlu sona erme yarışına çağırıyor. Alışverişte bile Allah'ı anan ve Kur’an'ın iyi Müslüman tanımı içinde yer alan Yüce Allah'ın bu çağrısı, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara yöneliktir. Çünkü O:

"İnsan için çalışıp uğraştığından başkası yoktur." [1150] emri ile, değinilen gerçeği bü­tün insanlara duyurmaktadır. [1151]

 

İMKAN ve İNSAN İSRAFI

 

Ey Ademoğulları! Allah'a kulluk olsun diye yaptığımı her işte kendinize çekidüzen verin; serbestçe yiyin için fakat israf etmeyin, zira Al­lah israf edenleri sevmez.” [1152]

Allah, insanı en üstün varlık olarak yaratmış [1153] bütün imkân ve nimetleri de onun hizmetine sunmuştur. [1154] Bütün nimetlerin insan için var edilmesi ve onun emrine verilmesi, ne israftır ne de abartıdır. Bunun hikmeti, insanın niçin yaratıldığında aran­malıdır.

Kur’an’ın beyanına göre insan, Allah'a ibadet (kulluk) için yaratılmıştır. [1155] Allah'a kulluk tabiri, örnek ve temiz insanı ifade etmektedir. Bu yüzden insanın, Allah'a kulluk maksadıyla yap­tığı her işte doğru olması, dürüst davranması, meşru şeylerden yiyip içmesi fakat israf etmemesi gerekir. Görüldüğü gibi insan yapısında ve hayatında yer alan hiçbir değer gereksiz değildir. Kötü olan, insanın, bencilliğini doyurmak için sahip olduğu nitelikleri ve nimetleri heder etmesidir.

İnsan hayatında, bozulma ve sapmalara yol açan etkenlerden biri de israftır. İsraf sözcüğü, yapılar? her iste itidal ölçüsünü ısmak ve aşırı gitmek gibi anlamlar taşıyan s r f kökünün türemiş şeklidir. [1156]

İnsanın, sahip olduğu maddi-manevi bütün imkânları ölçü­süz biçimde kullanmasına, yapılan her işte sınırı aşıp aşırıya saçmasına israf denir. [1157] Olumsuz içerikli bir kavram olan israfın karşıtı ise, "tutumlu ve dengeli olmak" anlamındaki iktisattır.

Kur’an dilinde israf, [1158] "ölçü ve itidal eksikliğini, insanın fıtrat ölçülerini aşarak aşırılığa düşmesini, kendini ve sahip olduğu değerleri boş yere harcamasını" ifade eder. [1159] Ayrıca Kur’an, nü­fuz ve iktidar sahibi bir kişinin, ölçüsüz ve acımasız tutumunu da israf olarak niteler. [1160] Gücünü ve iktidarını ölçüsüz ve acıma­sız biçimde kullananların başını da Firavun çeker. [1161] O, ülkede nüfuz ve iktidar sahibiydi, ölçüsüz ve acımasız biriydi; yani müsrifti. [1162] Müsrif, "israfa sapan ve günahları çok olan kimse" demektir. [1163] Hemen belirtelim ki müsrif, sadece sahip olduğu maddi imkânları ölçüsüz biçimde tüketen değil, aynı zamanda insan olma potansiyelini ve fıtrat yüceliğini de zayi eden kim­sedir.

Kur’an, insan hayatındaki sapma ve yozlaşmaların israftan kaynaklandığına dikkat çeker; israfa dönük bir hayat tarzını be­nimsemenin de kişi ve toplumları çöküşe götüreceği uyarısında bulunur.[1164] Kur’an'ın israfla ilgili genel ve evrensel prensibi şu­dur:

Ey Ademoğulları! Allah 'a kulluk olsun diye yaptığınız her işte kendinize çekidüzen verin; serbestçe yiyin için fakat israf etmeyin, zira Allah israf edenleri sevmez.” [1165] Gerçekten de israf, kişi ve toplumun mutluluğunu yok eden, ancak insana sempatik gelen zehirli bir illettir. İnsanın bu zehirli sempatiden ve sefihçe hoşnutluktan bir an evvel kurtulması gerekir. [1166]

 

İmkân, Zaman ve İnsan İsrafı

 

İsrafın birçok çeşidi vardır. Bunlardan ilki, imkân israfıdır. İmkân israfı, insanın sahip olduğu bütün değerleri ölçüsüz ve faydasız biçimde kullanmasıdır. İnsanın bu verimsiz tutumu, bir savurganlık türüdür. Halbuki insan, çalışıp sahip olduğu imkân­ları en iyi biçimde kullanmakla yükümlüdür. Çalışıp imkânları­nı iyi kullananlar, dünyada daha çok ilerleyecekler ahirette de gerçek kurtuluşa ereceklerdir. İşte bunun için Allah'ın emri, çalışmak ve her türlü aşırılıktan kaçınmaktır. [1167] Eğer insanlık, Al­lah'ın emrinin gereğini yapmış olsaydı, yaşadığı bu acı akıbet­lere maruz kalmazdı.

İnsanın en büyük kayıplarından biri de zaman israfıdır. Za­man israfı, insanın zamanını, gerekli gayreti göstermeden, plan­lı, hayırlı ve düzenli bir çalışma içine girmeden tüketmesidir. Toplumda, gününün yirmi dört saatini en iyi biçimde değerlen­diren az sayıdaki örnek insanlara karşın, faydasız uğraşlarla ömür sermayelerini tüketen insanların sayısının bir hayli kabarık olması, zaman savurganlığında gelinen noktayı gözler önüne sermektedir.

Savurganlığın en kötüsü, insan israfıdır. İnsan israfı, insanın insan olma potansiyelini Kur’an'ın doğruluk ve değer ölçüleriy­le pratize edememesi, fıtrat yüceliğini zayi etmesidir. İnsan is­rafına, en çok zulüm sistemlerinin egemen olduğu ortamlarda rastlanır. Çünkü böyle bir ortamda yaşayan kimseler, iyi bir in­san olmak ve insanca yaşamak için gereken gayreti ortaya ko­yamazlar.

Savurgan tipler, genelde düşüncesiz kimselerdir. Bu yüzden çok geçmeden yoksulluk onların kapılarını çalar. Savurgan tip­lerden kimileri de az emekle ve gayri meşru yollardan çok ka­zanan bencil kişilerdir. Bunlar alınları terlemeden elde ettikleri kazançları, kendi bencil duygularını tatmin etmek için ölçüsüz­ce harcarlar. Başkaları sıkıntı içinde yaşarken onlar kendi rahat yaşamlarını sürdürürler. Müsrif insan, başkaları sıkıntı içindey­ken rahatlığı kendisi için satın alan kimsedir. O, tembel, bencil, kibirli, dengesiz, düşüncesiz ve aşırı tüketici biridir.

İsraf, toplum bünyesinde ve insan benliğinde önemli yaralar açar. Toplumda üretim ve tüketim dengesini bozar, insanı tem­belliğe itip, çalışma hayatını geriletir. İnsanlar arasında kin ve düşmanlıkların yayılmasına yol açar. Daha da kötüsü savurgan­lık, insanı hem başkalarına muhtaç eder hem de Allah sevgisin­den yoksun bırakır.

Birlikte yaşama, insanların karşılıklı eylemleriyle gerçekle­şir. Savurganlığı, bencilliği, zulmü ve diğer kötülükleri besle­yen nedenlerin ağır bastığı bir ortamda, yüksek değerler aşınır; doğru insanların da sayısı azalır. Buna karşılık insanlar arasın­daki anlaşmazlıklar ve çekişmeler artar. Toplumun varlığı, bir­liği ve huzuru tehlikeye girer. Eğer inandığımız hayatı gerçek­leştirecek gayreti gösteremezsek, kendi kendimize yazık etmiş oluruz.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Allah bütün nimetleri insan için yaratmıştır. İnsana düşen görev ise, bunlardan meşru biçimde yararlanmak ve Allah'a şükretmektir. [1168] İsraf, Kur’an ahlakının özündeki denge prensibini bozan bir illettir. Bu illetten kurtula­bilmek için, imkân, zaman ve insan israfından ciddi biçimde kaçınmak gerekir. “Ne ellerini boynuna bağlayıp kilitli tut, ne de sonuna kadar açıp varını yoğunu ortaya dök; böyle yapar­san, yükümlü olduğun kimselerce kınanan, yapayalnız ve yoksul biri olup çıkarsın.[1169]

 

DÜNYA ve AHİRET İFLASINDAN KURTULMAK

 

Her kim Rabb "ine kavuşmayı umuyorsa iyi işler ortaya koysun; Rabb 'ine ibadette hiçbir nesneyi ve kimseyi O'na ortak koşmasın.” [1170]

Tüm varlığın tek sahibi Allah'tır. [1171] O'nun en üstün yaratığı da insandır. [1172] İnsan, eşref-i mahlukatttr. Bu konum, insan için bir onurdur. Yüce Allah, insanı bu onura layık kılmıştır. [1173] İnsan Allah'tan geldi ve yine O'na dönecektir. [1174] Allah'a giden yolun şaşmaz rehberi ise, Kur’an'dır. [1175] O, insana, Allah'a giden yolu göstermek için indirilmiştir. [1176]  Kur’an'ı izleyen kimse, yoldan sapmayacak ve bedbaht olmayacaktır.[1177]

Kur’an, insan da dahil tüm yaratıklara bahşedilen ömrün, bir gün son bulacağını; sadece kudret ve ihtişam sahibi Allah'ın, sonsuza dek kalacağını bildirir. [1178] Ölümün, bir yok oluşu değil, ebedi hayata geçişi; kendinden önceki ve sonraki hayatı ayıran kesin bir çizgiyi ifade ettiğini belirtir. [1179] Böylece o, hem bütün bir var oluşu, bir mevsimlik hayat tecrübesinden ibaret sananların yanılgılarını düzeltir hem de insanın önüne, ölümden sonra açı­lan yeni bir hayat tablosu koyar. Esas amaç insana hayatın ma­na ve maksadını iyice kavratıp Allah'a hesap vereceğini hatır­latmak, onu hayatı yanlış yaşamaktan, dünyada ve ahirette hüs­rana uğramaktan kurtarmaktır.

Kur’an, insana, hem dünyada hem ahirette hayrını göreceği iyi işler yapmasını önerir. [1180] Hüsranın temel sebebinin, Allah'ın nihai yargısına inanmamaktan ve ahîreti ciddiye almamaktan kaynaklandığını şöyle dile getirir. “Bizimle karşılaşacaklarını ummayıp kendilerini bu dünya hayatıyla hoşnut kılmaya çalı­şan/onunla doyuma ulaşan ve ayetlerimizi umursamayanlara gelince, yapageldikleri kötülüklerden dolayı onların varacağı yer ateş olacaktır.”[1181] Müşriklerin, Peygamber (as)'den, Kur’an'da değişiklik yapmasını istediklerini dile getiren bir ayette de şöyle buyurulur:

“Ne zaman ayetlerimiz kendilerine bütün açıklığı ile okunup ulaştırılsa o bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyenler: "Bize bundan başka bir söz getir ya da bunu de­ğiştir" derler[1182] İşte, Allah'ın huzuruna çıkacakları uyarısına yalan gözüyle bakıp doğru yolu tutmaktan geri duranlar, yanıl­mış ve iflas etmiş olanlardır. [1183] Çünkü Allah'ın mesajlarını ve O'nun huzuruna çıkıp hesap vereceklerini inkâr edenlerin bütün yaptıkları boşa gidecektir. [1184] Bu da, Kur’an'ın kendi deyişiyle hüsran-ı mübin (apaçık bir kayıp) tır. [1185] Demek ki Allah'tan ve O'nun Kur’an'la sunduğu İslam dininden yüz çeviren kimse, dünyada da ahirette de kayba uğrar. İşte hiçbir şeyle kıyaslana­mayacak olan en açık kayıp budur. [1186] Zaten, Allah'ı bırakıp şey­tanı kendilerine rehber edinenler, açık bir zarara uğramaya mahkûmdurlar. [1187] Hemen belirtelim ki, Kur’an'a göre; "hakikati inkâra şartlanmış olanlar" [1188] "bu dünyada İslam'dan başka din arayanlar" [1189] "şeytanın egemenliği altına girip Allah'ı anmaktan uzak kalanlar" [1190] "Kur’an mesajına yalan gözüyle bakıp insani özelliklerini yanlış yönde kullananlar [1191]" dünyada da ahirette de zarara uğrayıp iflas edenlerdir. [1192]

 

Ömür Sermayesini Boşa Harcayanlar

 

Kur’an, "hâsirûn" (iflas edenler) olarak nitelendirdiği kim­selerin ahiretteki ortak isteklerinden söz eder. Onlar kısa bir müddet için dahi olsa dünya hayatına geri dönmek isterler:

Ey Rabb'imiz, bize kısa bîr süre daha ver ki senin çağrına icabet edelim; elçilerine uyup peşlerinden gidelim derler.” [1193] Onlar ha­yatın kıymetini öldükten sonra anlarlar. Oysa hakiki mümin, öleceğine ve öldükten sonra dirilip yaptıklarının hesabını Allah'a vereceğine inanan, böylece yüce mahkemeye hazırlıklı gelip Allah'ın lutfuyla ve yüzünün akıyla oradan çıkabilen kimsedir. Ne var ki hayat kavgasının olanca şiddetiyle sürdüğü bu dünya­da, hayatın kıymeti diriler tarafından yeterince bilinmiyor. So­nunda hayatın coşkun nehri insanı, bütün arzu ve ihtiraslarıyla sürükleye sürükleye o zifiri karanlık çukura bırakıveriyor. Ak­şam zevk ve sefalarıyla hayatın tadını çıkaranlar, sabahleyin kendilerini o karanlık çukurda buluveriyorlar. İnsanın uzak gör­düğü ama aslında insana bir nefeslik mesafe kadar yakın olan ölüm, her dakika insana "ömür sermayesini boş yere harcama, ileride pişman ve perişan olursun." mesajını veriyor. Ancak gü­naha batmış insan benliği, bu mesajı bir türlü alamıyor. [1194]

 

Kur’an Ahiret İnancına Neden Çok Yer Verir?

 

İnsana tükenmezlik yolunu gösteren Kur’an, onu dünyacı değerlerin ağında boğulmaktan ve iflasa uğramaktan kurtarmayı hedefler. [1195] Bunun için Kur’an, ahiret inancına çok yer ve değer verir. Kur’an'ın ahiret inancına çok yer vermesinin sebepleri, genel olarak şöyle belirtilebilir:

a) Yapılan her işin, bir karşılığının var olduğu gerçeğini in­san zihnine iyice yerleştirmek. “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onun karşılığını; kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onun karşılığını görecektir.[1196]

b) İnsanı, dünyada yaptıklarının hesabını vereceği bir güne hazırlamak. “Allah 'a döneceğiniz, sonra da herkesin kazancı­nın kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğralamayacağı Gün'ü aklınızdan çıkarmayın.[1197]

c) Ahiretin, dünyadan daha devamlı ve değerli olduğunu vurgulamak. “(Ey insanlar!) siz bu dünya hayalını tercih eder­siniz. Oysa ahiret dünya hayatından daha değerli ve daha devamlı(kalıcı)dır.” [1198]

d) Ahiretin makul ve mümkün olduğunu anlatmak, Kur’an, inkarcı insanın:

Kim çürüyüp toz olmuş kemiklere yeniden ha­yat verebilir?” sorusuna: “Onları ilk önce yoktan var eden ye­niden hayat da verir, çünkü O, her türlü yaratma fiilinin bilgi­sine ve gücüne sahiptir.”[1199] diyerek cevap verir. Böylece öldük­ten sonra dirilmenin ve ahiret gerçeğinin, hem makul hem de mümkün olduğunu bildirir. Bütün bu gerçeklen duyup gördük­ten sonra hâlâ İslam ve insaftan uzaklaşan kâfir benliğe, senin "inadın ve inkârın sana, benim inancım ve dinim bana" demek­ten başka elden ne gelir.

Kur’an mesajına kulak tıkayan toplumlar, her dönemde kayıp ve kriz sürecine girmişlerdir. İslamsız ortamda bulunmayı çağ­daşlık sananların şuuru bulanık, hayatı da günahlardan dolayı kirli ve karanlıktır. Bu kötü durum, Allah'a teslim olmamanın, hatta Onun diniyle gizli ve açık biçimde savaşmanın, zaman tarafından alınan bir intikamıdır. Çünkü İslamsız ortamda boy salan günah ve kötülükler, onları çağdaşlık sayanlara hak ettik­leri acı dersi vermeye devam etmektedir.

İnsanlığın içine düştüğü kötü durum ve geçirdiği kayıp gün­ler. Kur’an'ın feyz ve bereketiyle yeni bir hayata ve tükenmez bir kazanca dönüşmelidir. “Her kim Rabb'ine kavuşmayı umu­yorsa iyi işler ortaya koysun; Rabb’ine ibadette hiçbir nesneyi ve kimseyi O ‘na ortak koşmasın.” [1200]

 

İNSAN ALLAH'A MUHTAÇTIR

 

Ey insanlar, Allah 'a muhtaç olan sizlersiniz; zengin ve övülmeye layık olan ise, ancak Al­lah'tır.” [1201]

Vahiy dilinin en yüksek manalı kelimesi, Allah'tır. O, her şeyin yaratıcısıdır. [1202] Allah'a benzeyecek, [1203] O'na denk olabilecek hiçbir şey yoktur. [1204] Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir; fakat bütün varlıklar O'na muhtaçtır. [1205] Tüm varlığa, oluşa ve sisteme Allah hakimdir. [1206] Kâinatın ve insanın varlığını devam ettiren, özellikle insana hidayet veren Allah'tır. [1207] Bundan dolayı, Allah'ın sözlerinden oluşan Kur’an, kendini "insanlara yol gösterici" ola­rak tanımlar. [1208] O, insanı olumlu ve olumsuz yönleriyle çok iyi anlatır. İnsanın da diğer yaratıklar gibi tabii bir varlık olduğu­nu, [1209] ayrıca onun ahlaki bir kişiliğe ve yükümlülüğe sahip bu­lunduğunu, bu yüzden de kendisine en büyük değerin verildiği­ni belirtir. [1210] İnsanın yapısını gerçekçi bir biçimde tanıtan Kur’an, onun zaaflarına da değinir ve bunları ortadan kaldıran çözümler önerir. [1211]

Kur’an mesajının temel hamlelerinden biri de "Allah'ın birli­ğini, insanın O'na muhtaç ve bağımlı olduğu gerçeğini" birçok yönden ortaya koymaktır. Değinilen gerçek, Kur’an'ın bir aye­tinde şöyle dile getirilir:

Ey insanlar, Allah'a muhtaç olan sizlersiniz; zengin ve övülmeye layık olan ise, ancak Allah 'tır.” [1212]

Bu ayet, Allah'ın zengin ve övgüye lâyık tek İlah ol­duğunu belirterek İslam'ın Muktedir Uluhiyyet anlayışını orta­ya koymaktadır. Ayetteki "gani" kelimesi lügatte, "zengin ol­mak, bir şeye ihtiyacı bulunmamak" anlamlarına gelen "gına'' mastarından türemiş bir sıfattır. Bu kelime Allah'ın sıfatı olarak kullanıldığında, "malik olduğu şeylerle başkalarına ihtiyacı bulunmayan, zenginliği sonsuz ve sınırsız olan, yanında herke­sin yoksul kaldığı Yüce Varlık" anlamına gelir. "Hamid" keli­mesi ise, "hamd" mastarından türemiş bir sıfattır. Bu kelime, "kendisindeki güzel vasıflardan ve yaptığı iyiliklerden dolayı her türlü övgünün sahibi olan Allah" manasına gelmektedir. Hem övgü hem de şükür manasını içeren hamd, Allah'a özgü­dür. [1213] Bunun için insanlar, melekler ve diğer bütün varlıklar O'na hamd etmektedir. [1214]

Kur’an'da 17 kez geçen "gani" sıfatı, [1215] tek başına Allah'ın bü­tün varlıklardan müstağni olduğunu bildirir. [1216] Birçok inanç siste­minde, tanrıların insanlara muhtaç durumda düşünüldüğü hatır­lanırsa, bu İlahi ifadelerin Muktedir Uluhiyyet gerçeğini anlat­mak için ne kadar gerekli olduğu daha iyi anlaşılmış olur.

Kur’an, Allah'ın varlık ve insanla olan ilgisinin başka boyut­larını da insana aynı anda telkin etmek için gani sıfatını, diğer ilahi sıfatlardan bir kısmıyla birlikte zikreder. [1217] Böylece Allah'ın kendi kendine yeterli olmakla beraber O'nun yaratıklara, özel­likle de insanlara karşı ilgisiz kalmadığı ve ihtimamsız olmadığı mesajını verir. Ayrıca Kur’an'da gani sıfatı, Allah'ın insanların yararı için koyduğu ibadet ve hayır buyruklarını takip eder. [1218] Bu durum, buyrukların esas faydasının Allah'a değil, onları uygulayan insanlara döneceğine işaret eder. Çünkü Allah hiç kimse­nin infak ve ibadetine muhtaç değildir. Dine, inanca ve ibadete ihtiyacı olan, insandır.

Gerçekçi gözlemler, yaşadığımız hayatta şahit olduğumuz ürkütücü pek çok olumsuzluğu ortaya koymaktadır. Bunlardan en önemlisi ve en acısı, Kur’an'ın sunduğu inanç ve yaşayış şek­linin, insanların hayatında asli yapısından çok şeyler kaybetmiş olmasıdır. Pek çok insanın, dini, hayatın görülmez alanlarına hapsetmeleri, onu sadece cenaze törenlerinde ortaya çıkarmala­rı, hayatlarında en çok ihtiyaç duydukları bir değeri ne kadar ihmal ettiklerini "gösterir. Dini şekilci unsurlara indirgeyen ki­şilerin tabii ki İslami bir hayat sürmeleri ve ölüm korkusunu yenmeleri mümkün değildir. Allah'ın izniyle her korkudan kur­tulmanın bir yolu vardır. Ama Allah'tan kurtulmak imkânsızdır.

Günümüzde bir nimet olarak insan hayatını zenginleştirmesi beklenen teknoloji, gerçek amacından saptırılarak kendi başına buyruk bir tanrı haline getirilmiştir. Oysa İslam, insanlığa muk­tedir bir Uluhiyyet anlayışı sunar O, yepyeni bir diriliş muştusuyla her alanda kendi insanını yetiştirip onun önüne yeni ufuk­lar açar. Şu halde Allah'ın insanlara sunduğu nimetlerden meş­ru şekilde yararlanıp ahlaken tutarlı bir hayat sürmek için, ma­nevi körlüğün verdiği küstahlıktan kurtulmak gerekir. Bu da ancak İslam'ın insan ve hayat üzerindeki etkisi ile sağlanabilir. Bunun sebebi, Kur’an'ın fert ve toplum hayatını düzenleyici ku­rallarının, diri ve belirleyici bir yapıya sahip olmasıdır. Kur’an'ı bu şekilde anlamaya ve yaşamaya mecburuz. Hatırlanacağı gi­bi, Peygamber (as)'in önderliğinde oluşan ilk İslam toplumu Kur’an'la varlık alanına çıkmıştır. Eğer bu gün de bir İslam top­lumu çıkacaksa yine bu kitapla ortaya çıkacaktır. Çünkü Kuran'a dayalı bir yaşayış, ömür boyu süren değişmez bir ibadet­tir. Ecele bu ibadetle koşanlar, cennete ulaşırlar. Ölümsüzlük insana bu dünyada bir hak olarak verilmiş değildir. Ama insan imana dayalı basiretli bir gayretle onu elde edebilecektir. Öy­leyse “Rabb’ınızın affına ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete doğru koşun. O, Allah 'a karşı sorumluluk bilincinde olanlar için hazırlanmıştır.[1219]

 

KUR’AN AÇISINDAN SÖMÜRÜ ve SÖMÜRGECİLER

 

İşte böylece her ülkenin önde gelenlerini hile ve entrika peşinde koşan suçlular durumuna soka­rız; ama çevirdikleri entrikalar yalnız kendi aleyhlerine olur ve onu da anlamazlar.” [1220]

İslam, vahiy kaynaklı hak dinin genel adıdır. [1221] Bu dinin, in­san hayatına katmak istediği değerler ve amaçladığı hedefler vardır. Bütün ilahi değerlerin tek ölçüsü ve güvencesi olan Ku­r’an, huzurlu ve adil bir toplum düzeni kurmayı hedefler. [1222] Kâmil bir dini hayatın, ancak adaletli ve huzurlu bir toplum düzeni içinde gerçekleşebileceğini bildirir. [1223] Şu halde toplum içinde merkezi bir siyasi gücün belirmesi, bu gücün toplumda adil ilişkilerin kurulmasını sağlaması gerekir. Zaten kolektif takva gücünün amacı, adaleti gerçekleştirip sömürüyü önlemektir.

Kur’an, tevhid dininin insan hayatına getirdiği birlik ve pay­laşım ahengini bozup parçalamayı bağy olarak niteler. [1224] Bağy kelimesi, "başkası aleyhine sınırı aşmayı, insanın kendi hak­kıyla yetinmeyip başkalarının hakkına tecavüz etmeyi" ifade eder. [1225] Bağy'in fert üzerindeki tezahürü duyumsuzluk, sosyo­ekonomik tezahürü ise zulüm ve sömürüdür. Sömürü, fert ve toplumları kemiren, insanlığın saadetini hançerleyen habis bir illettir.

Vahiy sisteminin öncüleri olan peygamberler, nimet ve im­kânların adil ölçülerde paylaşılmasını temin etme, diğer bir ifa­deyle sömürüyü önleme mücadelesi vermişlerdir. [1226] Çünkü nimetleri adil biçimde paylaşabilmek, huzurlu ve güvenli bir dün­yanın başta gelen şartıdır. Allah'tan başkasına kullukı Rab edinmek, sömürünün başlangıcıdır. Bu­nun için Kur’an, insanın Allah'tan başkasıyla ibadet ilişkisine girmesini yasaklamıştır. [1227]

Sömürü zihniyeti, meşruiyyetini genelde dört şeye bağlar. Bunlar kuvvet, çoğunluk, imtiyaz ve menfaattir. [1228] İsraf ekono­milerinin fikir kaynağı olan ve nimetlerin gerektiği kadar kulla­nımını engelleyen zulüm rejimleri, hep bu zihniyetin mahsulü­dür. [1229]

 

Sömürgecilerin Belirgin Vasıfları ve Tavırları

 

Kur’an, sömürücü kişilerin tipik temsilcileri arasında Fira­vun, Karun ve Nemrut gibi azgın ve zorbaları. [1230] bilgisini çıkar vesilesi yapan din adamlarını sayar. [1231] Ayrıca hakka karşı çıkan­ları mütrefin [1232] servet ve refahla şımaran, kamu gücü maskesi altında kaba güç kullanan baskı grubunu ve hakim çıkar toplu­luğunu da mele olarak niteler. [1233] Dinin buyruklarına uymayıp başkalarına haksız ve hukuksuz davranan sömürücülerin belir­gin vasıflarını ve tavırlarını da şöyle açıklar:

Sömürücü kimseler servet, nüfuz ve yetki sahibi olmayı, ila­hi mesaja karşı çıkma gerekçesi sayarlar. [1234] Soyluluk ve zengin­likleri ile şımarıp kendilerini liderlik dışında bir göreve layık görmezler. [1235] İnsan şahsiyetine ve emeğine saygısızlık edip kul hakkı yemekten ve bozgunculuk etmekten sakınmazlar. [1236] Lüks ve sefahat içinde yaşarlar, inatçı ve zorba bir tavır içine girip batıl gelenekleri savunurlar. [1237]

"Heva ve heveslerini ilahlaştırıp hayra giden yolları tıkarlar. Onlar düşünce namuskârlığından mahrum, fikir semaları ters dönmüş bir kişiliğe sahiptirler.” [1238]

Doğruluğu, ahlaki bir değer olarak değil, sadece kendi çıkar­ları için gerekli bir prensip olarak kabul ederler; hak ve haram yemekten sakınmazlar. [1239] Böylelerinin ahlaki değer ve seçim bi­linci, hayvanlık düzeyinde, hatta daha da aşağıdır. [1240] Bunun için onlar, malı putlaştırıp kibir ve gurura yenik düşerek kendilerini ilahlaştırırlar [1241], müminleri aşağı, kendilerini de üstün görürler.[1242] Servet ve mevki ile şımaran bu tipler heva ve heveslerinin peşinde koşarlar. [1243] İlahi mesajı kabule tenezzül etmezler, zayıfa musallat olurlar, yoksula ikramda bulunmazlar, yetimi itip ka­karlar [1244]; üstünlüğü ise kendi kendilerine taktıkları boş unvanlar­da, servet ve şöhrette ararlar. [1245]

 

Sömürü Sistemlerinin Genel Özellikleri

 

Sömürü sistemlerinde, maddi güç tek haklılık sebebi kabul edildiğinden servet, insana hizmetin bir vasıtası değil, çıkar he­saplarının ve kavgalarının bir sonucudur. Bu sonuç, dünya in­sanlarının büyük bir kesiminin sömürülmesi ve ezilmesi paha­sına elde edilir. Kur’an, ekonomiyi değil, insanın kurtuluşunu gaye edinmiştir. Madde, hayatın ve insanın istikametini belirle­yen tek unsur olamaz, insanın değeri de sadece ekonomik gü­cüyle ölçülemez.

Sömürü sistemleri, denge unsurundan yoksundur. Çünkü sö­mürgeciler, bu dengeyi kendi lehlerine bozarlar. Sömürü sis­temlerinin ortak özelliği, aşırılık ve insana zulümdür. Oysa den­genin temeli, servetin belli ellerde birikimini ve bir sulta aracı olmasını önlemektir. [1246] Sömürünün hakim olduğu orda, sermayenin sahip olduğu imtiyaz emeğe saygıyı ortadan kaldırır. Bu durum, emeğin horlanmasına ve ihanete uğramasına, yeryü­zünde sürekli savaşların çıkmasına yol açar. Burada toplumun sosyal ve ekonomik yapısı, hakkını alan emek gücüne değil, hakim sınıfın isteklerine cevap veren sömürüye dayanır. Faiz, zina, fuhuş, içki ve kumar gibi günahlar, sömürü sisteminin ka­çınılmaz gereği kabul edilir; bütün insani ve imani değerleri sömüren bir yapılanmaya gidilir.

Sömürgecilik, mal yuğmayı, onu belli ellerde hapsetmeyi he­deflediğinden, serveti olumsuz bir unsur ve insanı kemiren bir illet haline getirir. Oysa malın insanı yüceltici ve geliştirici bir değer olarak hayata girmesi, onun Allah yolunda harcanmasına bağlıdır. [1247] Çünkü insan, Allah için verdiği şeylerin sahibidir, kendi çıkarları için yığdığı şeylerin değil. [1248]

Sömürü sistemlerince saygınlık burcuna oturtulan madde putu, pek çok insanın gönlüne ve beynine habis bir ur gibi yer­leşmiştir. Bunun sonucu yeryüzü, insanlık suçu işlemeyi hayat kuralı haline getiren, servetin azdırdığı hırs uşaklarıyla doldu. Sömürü sistemlerinde en ucuz değer ise insan emeği ile alın teri oldu.

İslam, sömürü sistemlerinin insan hayatında meydana getir­diği olumsuz etkileri ve toplumların çöküşüne sebep olan tahri­batı önlemek için, genelde iki yaptırıma yer verir. Bunlardan bi­rincisi infak emri, [1249] ikincisi de faiz ve israf yasağıdır. [1250] İnfak, servet sahibinin malındaki yoksul hakkının, ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasını gerçekleştirdiği için emredilmiş; faiz ise fazla malın yoksula gidişini engellediğinden ve servetin zenginlerin ellerinde toplanmasına sebep olduğundan yasaklanmıştır.

Hayatın ve insanın temel gücü amel ve emektir. Bunun için Kur’an insan hayatını çalışmaya dayandırmış [1251], insanı emek ve iş yoluyla rızk aramaya teşvik etmiştir. [1252] Kur’an'ın mesajı açık ve nettir. Olumsuzlukların kaynağı, sömürü sistemlerinin bütün toplumlar üzerinde sürdürdükleri siyasi egemenlikte yatmakta­dır. Çünkü dünyanın hemen her yerinde yönetimler ve rejimler, sömürgecilerin kontrolü altındadır. Dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek isteyen güçler, sömürüyü ortadan kal­dıracak oluşumları önlemeye çalışıyorlar. İnsanların gafleti de bunların ömrünü uzatıyor. [1253]

 

HELAL KAZANÇ ve ÖNEMİ

 

Ey insanlar! Yeryüzünde meşru ve iyi ne varsa ondan nasibinizi alın...” [1254]

İnsanların yeteneklerine göre çalışıp kazanmaları, kazandık­larından da belli ölçüde harcama yapmaları hem tabii bir ihtiyaç hem de meşru bir haktır. Ancak toplumda gerekli iş bölümünü ve birliği sağlayacak, hayatın haksızlık ve suistimallerden uzak olarak düzen ve güven içinde işlemesine katkıda bulunacak bazı temel ölçü ve ilkelere de ihtiyaç vardır.

İşte Allah, fert ve toplumların düzen ve güven İçinde yaşa­yabilmelerini sağlamak amacıyla helal(meşru) ve haram(gayr-i meşru) konusunda birtakım açık hükümler koymuş; bunları çe­şitli dönemlerde gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlara duyurmuş, bu hükümlerin nitelik ve kapsamları, İslam'la son şeklini bulmuştur. [1255]

İslam, fert ve toplum hayatını belli değer yargılarıyla yön­lendirirken, ne çok katı ve yasakçı ne de her şeyi tamamen ser­best gösterecek şekilde ibahacı bir yaklaşım sergilemiş aksine orta bir yol izlemiştir, öyleyse insanın bu yolda ilerlemesi ge­rekir. Ama onun kulluk sınavında başarılı olabilmesi, öncelikle helal ve haramları iyi tanıyıp bu ölçüleri aşmamasına bağlıdır. [1256]

 

Helal ve Haram Kavramları

 

Sözlükte mubah, caiz ve serbest olmak gibi anlamlara gelen helal kelimesi, "yapılması dinen serbest olan şeyleri" ifade eder. [1257] Bu yüzden "yenilmesi, içilmesi dinen yasaklanmayan şey­lere ve dinin yapılmasını serbest bıraktığı fiillere" helal denir. Allah'ın yarattığı nimetlerin tamamına yakını temiz ve helaldir. Eğer haram olduğuna dair bir delil yoksa, eşyada asıl olan ibahedir. Çünkü Kur’an, yeryüzünde her şeyin insanın emrine verildiğini [1258] helal ve mubah olmanın asıl, haramlığın ise istisna ol­duğunu bildirir. [1259] Bu durum, İslam'da helal dairesinin hayli ge­niş, haram dairesinin ise oldukça dar tutulduğunu gösterir. Ah­laka uygun olmak şartıyla helal nimetlerden istenildiği kadarına sahip olunabilir. Bu nimetler, israfa gidilmedikçe ve ihtiyaç sa­hipleri onlardan yararlandıkları sürece helal niteliğini sürdürür.

Haram kelimesi ise sözlükte, yasaklanan, meşru ve serbest olmayan şey anlamına gelir. [1260] "Allah'ın kesin bir ifadeyle ya­sakladığı şeylere ve fiillere" haram denir. [1261] Arapçada çok zengin bir kullanım alanına sahip olan haram kavramı dinde, temel ve evrensel ahlak kurallarına aykırı olan, kişilere zarar veren ve in­san olma onurunu zedeleyen bütün davranışları belirtmek için kullanılır.

İslam dininde kesin olarak yasaklanmış veya serbest bırakıl­mış fiiller, bizzat Allah tarafından belirlenmiş, Kur’an'da da bu belirleme yetkisinin sadece O'na tahsis- edildiği bildirilmiştir. [1262] Bunun için haramı ve helali belirleme yetkisi, yalnızca Allah'a aittir. Bu durumda helalleri helal, haramları da haram kabul et­mek, aynı zamanda bir iman meselesi olmaktadır. Bu yüzden kesin şekilde bilinen helalleri haram veya haramları helal saymak, İslam akaidinde İmanı ortadan kaldırıcı bir hareket olarak kabul edilmiştir. [1263] Öyleyse haramlığı ve helalliği kesin delil ile sabit olan şeylere inanmak, helal olan nimetlerden meşru şekil­de yararlanmak, yasaklanan şeylerden de kaçınmak gerekir.

Bir şeyin veya fiilin haram kılınışının asıl sebebi, onun "ca­nı, malı, aklı, ırzı ve dini koruma" şeklinde formüle edilen te­mel amaçlara açıkça zarar vermesi; ferdin ve toplumun varlığını koruyabilmesi için zaruri olan esaslara da aykırı düşmesidir.

Demek ki helaller ve haramlar, bir dinî diğerinden ayıran te­mel ilkelerdir. Ayrıca bunlar, kulluk sınavı anlamına da gelinektedir. İslam'da yapılan işler, niyetlere göre değerlendirilir. [1264] Ama iyi niyet, haramı meşru kılmaz. Çünkü gayeler gibi vası­taların da meşru olması gerekir. Bunun için İslam'da meşru yol­lardan helal ve temiz kazanç sağlamak teşvik edilmiş, [1265] buna karşılık gayr-i meşru yollarla rızk elde edilmesi yasaklanmıştır. [1266]

 

En Temiz Kazanç

 

Kur’an'da, insanın kimseye muhtaç olmadan hayatını sür­dürmesi, çoluk çocuğunun nafakasını temin etmek için çalışıp kazanması ibadet ölçüsünde kutsal ve değerli bir davranış ola­rak nitelendirilmiştir. [1267] Çalışıp kazanma böylesine teşvik edilmiş ve kutsanmış olmakla birlikte, mal ve mülk edinme konusunda çok önem arz eden meşruiyet prensibi, İslam'da esas alınmış; bu prensibe ters düşen hırsızlık, gasp, ribaffaiz), kumar ve rüş­vet gibi bütün haksız kazanç yolları gayr-i meşru addedilmiştir.[1268]

İslam'da tabii ve meşru kazanç yolu, emektir. Bu yüzden Kur’an, iş ve emek yoluyla rızk aramayı teşvik etmiş, meşru ka­zanç yollarının işletilmesini belli kurallara bağlamıştır. [1269] Peygamber (as) de en hayırlı ve temiz kazancın, kişinin kendi elinin emeği ve dürüst ticaretle elde ettiği kazanç olduğunu bildirmiş­tir. [1270] Demek ki gerek beden gerekse zihin gücüne dayalı olarak bir mesleğin icrası doğrultusunda sarf edilen emek, çalışmaya dayalı meşru bir kazanç yoludur. Buna karşılık haksız kazanç temin etmenin başlıca yolları ise, emeksiz kazanç demek olan sömürü, hırsızlık, riba, gasp ve rüşvet gibi her çeşit yolsuzluk­lardır.

Kur’an ve sünnette meşru kazanç yolları ile ilgili olarak yer alan temel ilkeler, genel olarak her devir ve dönemin ihtiyaçla­rını karşılayacak niteliktedir. İnanmış insanlara düşen görev, bu ölçüler çerçevesinde hareket edip iş ve ticaret hayatının kendi tabii ve meşru seyri içinde gelişmesini sağlamalarıdır. Bu da dinin insan ilişkileri ve iş hayatıyla ilgili olarak koyduğu açık­lık, dürüstlük, güven, sözünde durma ve gayr-i meşru yollara tevessül etmeme gibi temel ilkelere bağlı kalmakla mümkündür.

Günümüzde ticari hayat, genelde ikili ilişkiler şeklinde ve kapalı devrede seyretmekte, hukuki müeyyidelerin nüfuz alanı ise oldukça sınırlı tutulmaktadır. Bu durum karnı tok ama gözü aç olan kimseleri, haksız yollardan kazanç temin etmeye sevk etmektedir. Meşru kazanç, ancak helal ve haram ölçülerini bilip bu ölçüleri aşmamakla elde edilebilir. Aksi halde kazancında dürüst ve duyarlı olmayan, başkalarının hakkını düzenbazca gasp eden, insanları hak ettikleri şeylerden yoksun bırakan zalim kişi ve kadroların, çağdaş soygunları sürüp gider.

Dini bildirimler, edinilen tecrübeler ve yaşanan gerçekler, hak ve adalet sınırını ihlal edip haram lokma ile beslenenlerin ibadet ve faaliyetlerinin faydasız, gayr-i meşru yollarla sağla­nan kazanç ve kârının da bereketsiz olduğunu açıkça ortaya koymuştur. [1271] Öyleyse meşru kazanç, huzurlu hayat ve temiz top­lum için sağlam bir zeminin oluşturulması şarttır. Bunu da an­cak ahlaki olgunluğa eren, hak ve haram yemekten sakınan, kendine, çevresindekilere ve Yaratanına karşı sorumluluk duy­gusuna sahip olan dürüst insanlar gerçekleştirebilir. “O halde Allah'ın rızk olarak size bağışladığı meşru nimetlerden yarar­lanın ve iman elliğiniz Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilin­cinde olun.” [1272]

 

7- DEĞİŞİM ve SÜREKLİLİK

 

“Biz yürürlükten kaldırdığımız veya unutturdu­ğumuz herhangi bir mesajı mutlaka daha iyisi ve benzeri ile değiştiririz.” [1273]

Kur’an, dünyada mevcut olan tek gerçek vahiydir. [1274] Ona hiç­bir yönden batıl karışmamış, indiği andan itibaren hiçbir deği­şikliğe uğramamıştır. O, Allah'ın koruması altındadır. [1275] Kur’an, tek ve her şeye hâkim olan Allah'a imanın gereğini yerine geti­ren, takvanın üstünlüğünü yaşayan, şirk ve ahlaksızlıklardan arınmış bir toplumun oluşmasını istemiştir. [1276] Kur’an'ın bu talebi, Peygamber (as)'in önderliğinde kısa bir sürede, baş döndürücü bir hızla toplumdaki ihtiyaç ve gelişmelere uygun olarak ortaya konmuştur. Neticede, gerçek anlamda örnek olabilecek bir İs­lam toplumu inşa edilmiştir.

Peygamber (as)'in vefatından sonra ve ilk İslam toplumu dö­neminde, Kur’an ve sünnetin yorumları, Kur’an'ın dinamik me­sajına uygun biçimde yapılmış, o günkü toplumda Kur’an ve sünnet, hayatın ve sosyal yapının temeli olarak yer almıştır. On­lar, Kur’an mesajını kendi dönemlerinin şartlarına uygun biçim­de yorumladılar ve bundan dolayı da onun feyiz ve bereketini gördüler. İlk nesil Müslümanları bu yorumları yaparken, ne dini değiştiriyorlar ne de hayırlı yeniliklerin önünü tıkıyorlardı. Çünkü onlar, Kur’an'ın ve sünnetin özüne uygun olarak yapılan işlerin doğru ve meşru olduğunu çok iyi biliyorlardı. [1277]

 

İslam 'a İlişkin Sorular ve Yargılar

 

Resulullah'ın irtihalinin üzerinden çok zaman geçmeden meydana gelen karışıklıklar, Müslümanları esaslı bir kimlik bunalınımın içine itti. Bu bunalım sonucu birtakım tartışmalar or­taya çıktı. Günümüze kadar şu veya bu şekilde biçim değiştire­rek devam eden bu tartışmalar içinde bugün şu sorular gündeme gelmektedir:

"On dört asır önce gönderilen Kur’an, bütün za­manlar ve mekânlar için geçerli midir? Sürekli olarak değişen bir dünyada değişmez ilkelere dayanan İslam'ın yeri nedir?" Yine bugün İslam'a ilişkin şu yargılar ortaya atılmaktadır:

"İs­lam'ın olduğu yerde teokrasi vardır, uygarlık ve özgürlük yok­tur. Çünkü İslam'ın medeni haklar konusunda günümüz insanı­na verebileceği bir şey yoktur."

Bu sorulan ve yargıları cevaplamadan önce değişim kavra­mını açıklamak gerekecektir. [1278]

 

"Değişim" Kavramının Soy Kütüğü

 

Kavramların gerçek anlamlarını bilmeden onlar hakkında yapılan değerlendirmeler, insanı doğru sonuca ulaştırmaz. Bu için değişim kavramının taşıdığı anlamları net bir biçimde ortaya koymak gerekir. Hemen belirtelim ki değişim kavramı hem "olumlu" hem de "olumsuz" anlamda kullanılmaktadır. Kur’an merkezli istikrarlı bir değişim, İslam'ın dikkate aldığı bir konudur. [1279] Değişimin bu olumlu anlamı, İslami literatürde teka­mül, teceddüt, ıslah ve ihya gibi kavramlarla dile getirilmiştir. Tekâmül, dine, akla, ilme, insan ve hayat gerçeğine uygun dü­şen müspet gelişme; teceddüt, yenilenme, müceddit de Kur’an ve sünnet ışığında kendi hayatını yenilemiş insan demektir. Da­ha çok sosyal içerikli olan ıslah kelimesi ise, toplumun pratik işlerini düzenlemeyle ilgili hayırlı yenilikleri ve iyileştirmeleri ifade eder. İslami manada değişmeyi dile getiren en yaygın kav­ram, "canlanma" anlamına gelen "ihya"dır. İhya, bir şeyi yeni­den ortaya koymak anlamına gelmez. Olana bir canlılık kazan­dırmak, onu işler hale getirip güncelleştirmek ve hayata taşımak "anlamına gelir". Demek ki İslami manada değişim, "dini asli şekliyle hayata geçirmektir." Değişim kavramı, "çağdaşlık, re­form, batıcılık, devrim, köksüzlük, yozlaşma ve yabancılaşma" gibi olumsuz anlamda da kullanılır. Merkezsiz değişme istikrarsızdır ve onda bir hayır yoktur. Değişim ve süreklilik, hayatın vazgeçilmez şartıdır. Çünkü yerinde kalmak, bir bakıma ölmek demektir. Tabii ki değişmeyi sağlıklı olarak götürmek gerekir. Ancak, söz konusu değişmeyi sağlıklı olarak gotüremeyen bir dünyada yaşadığımızı söylemek zorundayız.

İslam'a ve Kur’an'a ilişkin sorulara gelince, bunları cevapla­mak zor değil. Kur’an kapsamında sunulan İslam, hayatiyeti olan dinamik bir din olarak doğdu. O, insan ve hayat gerçeğine ters düşmeyen yapısıyla kısa sürede bir medeniyet kurma çaba­sını da başarıyla sonuçlandırdı. Çünkü dinamizm bizzat Kur’an'da, İslam'ın ayakta kalma ve her asra cevap verme gücü de yine Kur’an'la birlikte İslam'ın tarihi tecrübesinde yatmaktadır. İslam, insan hayatına girip ona müdahale eden, onu değiştiren, insanı da "süreklilik arz eden tevhidi inanç ve ahlak çizgisinde" tutmak isteyen bir dindir. Çünkü o, değişmez gerçeğin kendisi­dir. İslam, gerçeğin formunu prensip olarak örfe ve içtihada bı­rakmıştır. [1280] Demek ki, "süreklilik ve ilahi kaynağa bağlı değiş­me", İslam'ın iki büyük hayati özelliğidir. Bu hayati özellikler hem vahyin bildirdiği hakikatlerin değişmezliğini sağlar, hem de dinin asılsız geleneklere boğdurulmasını önler.

"İslam'ın olduğu yerde teokrasi vardır; İslam'ın medeni haklar konusunda günümüz insanına vereceği bir şey yoktur" şeklindeki haksız ve yanlış yargılar, İslam'ı her cephede vur­mak için fırsat kollayan şer güçlerin ortaya attıkları mesnetsiz iddialardır. Modern hayatta dini nereye koyacaklarını bileme­yen, onu hayatın dışına itmek isteyenler, İslam'a Kur’an'ın ka­bul edemeyeceği bir tanım getirip ona kendi keyfî yorumları doğrultusunda bir konum biçtiler. Bunlara göre İslam, toplum­sal hayata giren bir din değil, sadece vicdanlarda kalan ve halk kitlelerinin evinde yer alan anlamsız bir gelenek olmalıdır. Oy­sa, beşeri tanıma ihtiyaç duymayan tek din İslam'dır. O, Kur’an'ın sunduğu dinin hem adı hem de tamamıdır. Kur’an'a uy­mayan ve hiçbir ilmi esasa dayanmayan bu tür yargıların, in­sanlığın hayrına sonuçlar doğurmayacağı açıktır. [1281]

 

Çıkış Yolu

 

Sorunları çözüme kavuşturabilmenin yolu, temel kavramları yeni baştan ele alarak değerlendirmektir. Bunların başında da insana Müslüman kimliğini kazandıran İslam kavramı gelir.

İslam'ın özüne ve maksadına uymayan yanlışların önüne geçmenin tek yolu, gerçeğe ilim, iman ve iyi işle ulaşmaktır. Zaten bilgi ve inancın amacı, işe hükmetmek ve onu doğruya yöneltmektir.

Bir insanın kelimei şahadeti söylemesi, onun Müslüman ol­ması için yeterli olsa da [1282] Müslüman kalması ve Müslüman ola­rak ölmesi için yeterli değildir.[1283] Çünkü Kur’an, şaşmaz bir dü­zenlilikle başından sonuna kadar iman ile iyi amelleri bir arada zikreder.[1284] Gerçek kurtuluş müjdesini de "İmanla salih ameli"' birlikte sergileyen sadık müminlere verir. [1285] İslam'ın sınırını aşan yanlış görüş ve uygulamalara düşmemek için, nasların dikkatli, bilinçli ve ayrıntılı biçimde okunması şarttır. Sözde imanla ak­lanıp amelden uzaklaşan, kurtuluş ve mutluluğu İslamsız bir ha­yatta arayanlar, çağdaşlaşma adı altında İslam'dan sıyrılma sü­recini yaşamaktadırlar. Bu insanlardaki yanlış din anlayışını de­ğiştirmek gerekir. Tabii ki bundan maksat, onları Kur’an'ın sun­duğu dine ve Ulûhiyyet anlayışına götürmektir. Kur’an, Allah'ın sonsuz rahmetini devamlı vurgulayarak O'nun, günahından tövbe edenleri bağışlayacağını bildirir. [1286] Fakat O, hiçbir zaman rahatça zina işleyip hırsızlık ve haksızlık yapanlara cennet vaad etmez. Aksine, böylelerinin kınanmış ve kovulmuş olarak ce­henneme atılacakları uyarısında bulunur. [1287]

 

İmha Değil, İhya

 

Kur’an vahyi, yaşanan hayatta iman insanı vasıtasıyla ideal bir sistem halini alır. Bunun için Kur’an, kamil insan ve aktif toplum gerçeğinin üzerinde çok durur. [1288] Bize göre içinde bulun­duğumuz yüzyılın öncelikli çabası, İslam'ın güzelliklerini top­lumlara yansıtmak olmalıdır. Tıpkı Mekke'den Medine'ye hic­ret eden bir avuç iman insanının, İslami değerleri hayata taşıyıp insanlığın tarihini değiştirmesi gibi.

İslam eleştirisi yapanların ortak yönü, dini, vahiyden soyutlayıcı bir yaklaşım sergilemeleridir. Oysa din dışılığa bağımlı olan akılcılıkla, hayırlı yenilikleri içeren müspet gelişmeleri gerçekleştirmek mümkün değildir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, özü taşımak için bir kalıba ihti­yaç olduğu gerçeğini unutmadan "aslolan süreklilikle köklü de­ğişimin" kucaklaşmasını sağlayacak bir denge noktasının bu­lunmasıdır. Bunu yerine getirmek için iyi niyetli olmak, bilgili ve basiretli bir gayret sergilemek yeterli olacaktır. Tabii ki bun­ları, iman insanı yapacaktır. İslam kendini yeniden hayata taşı­yacak insanını bulduğu gün, İslam âleminin bahtsızlığı da sona erecektir. Geçen asırlar, İslam'ın hayata katılma mücadelesini verdiği asırlar oldu. Dileyelim bu asır, İslam âleminin bahtsızlı­ğının sona erdiği bir asır olsun. [1289]

 

SOSYAL BARIŞ ve ANTLAŞMA

 

Bütün insanlık bir zamanlar bir lek topluluktu. (Sonra ihtilafa düşmeye başladılar.)[1290]

Kur’an'ın insan ve hayat anlayışı gerçekçidir. Her insan fark­lı bir kişiliğe sahiptir. Bu yüzden insanların inançları, düşünce­leri ve hayata bakışları birbirine benzememektedir. Ne var ki yaratılış gereği sosyal bir varlık olan insan, [1291] uyum içinde bir arada yaşamak zorundadır. İnsanların ırkları, renkleri, inançları ve içinde yaşadıkları sınırlar ne olursa olsun, onlar, kendi grup­ları dışındakilerle sosyal ilişkilere girmek durumundadır. İşte bu nedenlerden dolayı insanların birbirlerine kötülük etmeden, zarar vermeden, kendi temel haklarını ve meşru menfaatlerini koruyarak birlikte barış içinde yaşamaları gerekmektedir. An­cak insanın, farklı kişiliğe sahip olan diğer insanlarla ilişkilerini her zaman çatışmasız ve uyum içinde sürdürmesi mümkün ol­mamaktadır.

Hayatın tüm alanlarını kapsayıcı bir dil kullanan Kur’an, baş­langıç dönemlerinde insanların ortak bir inanca ve itaate sahip olduklarını, ancak zamanla farklı görüş ve yanlış inançları be­nimseyerek ayrılıklara düşüp haktan saptıklarını, böylece birlik ve sosyal mutabakatlarını yitirdiklerini haber verir. [1292] İnsanın bu duruma düşmesinin genel sebebi, onun hem iyiye hem de kötü­ye eğilimli bir varlık olarak yaratılmış olmasıdır. [1293] İnsanın için­de, kötülüğün kaynağı "nefis"tir. Çünkü nefis, kötülüğü emre­dicidir. [1294] O, insanın iç dünyasında şeytan hesabına çalışan bir ajan gibidir. Hemen belirtelim ki, nefis ve şeytan, insana mutlak anlamda hükmedecek güçte değildir. Nefsini kötülüklerden arındıran kişi, şeytanın vesveselerinden korunup gerçek kurtulşa erebilir. [1295] Zira iman ve ihlas değerine eren müminler üzerin­de, şeytanın hiçbir hakimiyeti yoktur. [1296] Şu halde insan, tevhidi öğretiyle kendi iç dünyasında, istenen değişikliği gerçekleştir­melidir. Bu arada toplumun probleminin fertten, ferdin proble­minin de nefisten kaynaklandığı gerçeğini unutmamalıdır.

İslam, ilk insanla doğan, ona Allah'ın varlığını duyuran ve bütün insanları tevhid zemininde birleştiren bir dindir. İslam'ın insanlığa karşı takındığı şefkatli ve adaletli tutum, insanlar üze­rinde son derece etkili olmuştur. Hemen herkesin bildiği gibi Kur’an kapsamında sunulan İslam, Ortadoğu'nun çok dinli yapı­sını zorla yok etmeye kalkışmamış, bilakis var olan çoğulcu ya­pıyı esas alarak farklı inanç ve görüşlere sahip olan insanların barış ve antlaşma içinde yan yana, bir arada yaşamalarını sağ­lamıştır.

Peygamber (as) de, Medine'de çeşitli inanç ve dinlere men­sup olan insanları bîr arada tutmak için bir yandan Müslüman­lar arasında kardeşlik tesis ederken, diğer yandan Müslüman olmayanlarla antlaşmalar yapmıştır. Allah Resulü, insanların birliğini bozan, onları bölen illetlerin tümünü etkisiz hale geti­rerek İslam ve toplum birliğini kurmuştur. Toplumun güvenini temin eden siyasi ve içtimai antlaşmalarla temel hak ve hürri­yetleri garanti altına almış, toplum ve şehir emniyetini, can ve mal güvenliğini sağlamıştır. Hemen belirtelim ki Peygamber (as)'in hayatında şirk değerleriyle uzlaşma diye bir olaya rast­lanmaz. O'nun farklı din ve düşünceye sahip olan diğer insan­larla antlaşarak bir arada yaşaması söz konusudur. Bunun için, Medine Antlaşması (vesikası) bir uzlaşma değil, bir antlaşma­dır. Görüldüğü gibi Kur’an ve Sünnet, insanlara doğru yaşayışın yolunu göstermekte ve gündelik hayat için gerekli olan İslami pratikleri vermektedir.

Dünyadaki kutuplaşmaların ve İslam alemindeki sosyal ka­rışıklıkların en önemli nedeni, sömürü sistemlerinin büyük öl­çüde insan hayatına egemen olmalarıdır. Sosyal barışın ve toplumsal antlaşmanın önündeki en büyük engel, bu sistemlerin oluşturdukları siyasal iktidarlardır. Bu iktidarlar özerk bir güç odağı konumunda olduklarından, toplumda sosyal barışı ve uyumu sağlayacak her türlü üstün değerleri politize etmektedir­ler. İnsanların, art niyetli güçler tarafından ikâme edilen bu sis­temlerden mutlaka kurtulmaları gerekir.

Bunun için; öncelikle iyi bir toplum düzeni oluşturulmalıdır. Bu da ancak iyi bir siyasal yönetimle gerçekleşir. Bu sağlanırsa insanlar, dünyada krizlere yol açan siyasal iktidarlardan kur­tulmuş olurlar. Siyasal iktidar ile, insanların temel hak ve hürri­yetleri arasındaki ilişki doğru kurulmalıdır. Siyasal iktidarlar halkıyla savaşan, temel hak ve hürriyetleri baskı altında tutan veya tamamen imha eden bir kurum olmaktan çıkarılmalıdır. İnsanlar arasındaki farklılıklar zıtlığa ve düşmanlığa dönüştü­rülmemeli, aksine anılan özellikler bir zenginlik unsuru haline getirilmelidir. İnsanlara sosyal dayanışmanın, birbirleriyle yar­dımlaşmanın yolları açık tutulmalıdır. Teorik bazda ideal bir toplum düzeni ortaya koymakla yetinilmeyip bu düzene işlerlik sağlayacak ahlaki faktörlere yer verilmelidir. Özellikle ben ve başkaları kavramı, birbirini yok etmek üzere sözleşmiş iki ku­tup insanı belirtmek için kullanılmamalıdır. Ne yazık ki çağı­mızda bu iki kavram çoğunlukla, değinilen olumsuzluğu ifade etmek için kullanılır olmuştur. Tabii ki bu tutum, fert ve toplum hayatında sosyal barış açısından çok ciddi sorunların doğması­na sebep olmaktadır. Oysa bîr insan veya bir görüş, mutlaka kendini bir şeye düşman olma kavramıyla tanımlamak zorunda değildir, esasen böyle yapmak doğru da değildir. Yapılması ge­reken iş, başkalarıyla iyi ilişkiler içinde olup onlarla anlaşarak birlikte yaşayabilmektir. İşte Medine Antlaşması  (vesikası), böyle bir birlikteliğin nasıl olabileceğini gösteren yazılı ve ya­şanmış bir örnektir.

Yaşanılabilir bir dünya için kendine özgü programa sahip olan İslam, hem geçmişe hem de geleceğe uzanan mesajını, amaçlar ve idealler üzerine kurar. O, gerçekleşmesini istediği amaçlarını sunarken idealini de ortaya koyar. Kur’an'ın ideali, tüm aşırılıklardan kaçman, dengeli ve sağlıklı bir toplum oluşturmaktır. [1297] Kur’an'ın bu ideali bizi, tüm insanlığın birliği fikrine götürür. Bütün insanlar bir nefisten ve bir çiftten yaratılmışlar­dır. [1298] O halde tüm insanlar, insanlık toplumunun eşit birer üyesi­dir. [1299] Farklılık ise, Allah'a sorumluluk bilinci içinde davranabil­mektedir. [1300]

İnsanın yaratılış amacı ise, Allah'a kulluk (ibadet) etmek, dünyada iyi ve güzel işler yapmaktır.[1301] Bu durumda Kur’an vah­yinin dinamizmini toplumsal çehreye yansıtabilmek için Müs­lüman'ın, herkesin ilahî hukuk önünde eşit muamele gördüğü, [1302] yönetenlerin, istişare ettikten sonra icraatta bulundukları, [1303] barı­şa, sosyal dayanışmaya ve adalete dayanan bir sosyal düzen kurma mücadelesine aktif olarak katılması şarttır. [1304]

İslam, getirdiği dinamik ve adil hükümlerle her alanda ha­yırlı gelişmeler sağlayan bir dindir. Bunun için onu tek yönlü kabul etmek, tarihi gerçeklere de ters düşecektir. İslami hayatın doğuş evrelerindeki sadelik, uzun vadede türlü sosyal şartların zorlayıcı nedeniyle büyük ölçüde kaybedilmiş olsa da bütün sosyal şartların güçlü imaj ve farklılığına rağmen İslam, her anın Müslüman'ını yetiştirebilecek bir dinamizme sahiptir. Çün­kü onun gücü, tarihi bir olayı içermesinde değil, getirdiği ilke ve hükümlerinin her zaman ve her yerde geçerli olmasındadır. Gerçek anlamda bir toplumsal barış ve sosyal mutabakat iste­yen her insan, Kur’an'i ve Onun doğru uygulamasını bize yan­sıtan sünneti hem anlamak, hem de hayatın bizatihi anlamı ha­line getirmek zorundadır. [1305]

 

İSLAM, İNSAN ve SİSTEM

 

Bir toplum kendini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez,” [1306]

İslam, insanları dünyada doğruya ulaştırmak ve mutlu yaşa­malarını sağlamak amacıyla gönderilen en mükemmel bir din; Hz. Muhammed de, onu insanlara tebliğ eden en son peygam­berdir. [1307] İslam, sürekli olarak genel maslahatları gerçekleştirme­yi hedefler koyduğu evrensel ve değişmez ilkelerle de hayatın temel dayanaklarını ve insan haklarını muhafaza eder. Ayrıca o, ilkelerinin her zaman ve zeminde uygulanabilmesini sağlamak amacıyla, akli ve içtihadı faaliyetlere çok yer ve değer verir. İşte bu özelliğinden dolayı İslam, hem din hem de dünyadır. Çünkü o, din işi, dünya işi ayırımını kabul etmemektedir. Bu yüzden İslam, Peygamber (as) döneminde devlet olmuş, o gün­den beri de birçok devletler ortaya koymuştur. Bu durumda onun, sadece bir vicdan ve ahiret işi olarak görülmesi doğru de­ğildir. [1308]

 

İnsan

 

Bütün varlıkları yaratan, onların tabiatını belirleyen ve onla­rı hedefine doğru yönelten. Yüce Allah'tır. [1309] yaratılmışların en şereflisi olan insanı, yerine getirmekle yükümlü olduğu işle­re uygun vasıflarla donatmıştır. [1310] İnsan, ahlakî zaaflarla olduğu kadar, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle de donatılmıştır. [1311] Şu halde benliğini arındıran insan, kesinlikle mutluluğa erişecek; onu karanlığa gömen ise hüsrana uğrayacaktır. [1312] Ayrıca Kur’an,

insanın yaratılış gerekçesinden söz ederken, onun yeryüzünde halife olacağını bildirmiş, böylece insanın hür iradesi ile kendi başına iş yapabilecek bir varlık olduğuna işaret etmiştir. [1313] De­mek ki insan, yeryüzünde kendi adına kendi görevlerini yerine getirmek durumundadır. Ona, Allah tarafından verilen yetkiler ve yüklenen sorumluluklar vardır. O, verimli ve olumlu biçim­de hayata katılıp hayırlı yenilikler içeren sosyal değişikliklere öncülük eden dinamik bir şahsiyet olmalıdır. [1314]

 

Sistem

 

İslam; doğruluk, adalet, ilim ve ahlak gibi temel değerlere dayalı mükemmel bir sistem önerir. Bu sistem insanları, yüksek değerlerde özgür bırakır; vasıta değerlerde de eşit tutar. İnsanın temel haklarını koruyucu ve geliştirici, toplumun maddi, mane­vi ve sosyal refahını sağlayıcı bir nitelik taşır. [1315] Oysa günümüz dünyasına hakim olan sistemler, hem teorik hem de pratik açı­dan batılı siyasal kültüre ve bu kültürün değerlerine dayanmaktadır. Özellikle ülkemizdeki siyasi sistem, çeşitli ideolojile­rin ipoteği altındadır. Bu nedenle söz konusu sistemin ipotek­lerden kurtarılıp yenilenmesi gerekmektedir. [1316]

 

Hakimiyet Meselesi

 

Hakimiyet kelimesi, Arapça asıllı h k m kökünden gelir. "Hüküm, hakim, hikmet, hükümet ve mahkeme" gibi pek çok kelime, bu kökten türeyen ve Arapçada kullanılan kelimelerdir. [1317] Hakimiyet kelimesinin Türkçe karşılığı, "hükümranlık, ege­menlik, bir ülke ve halk üzerindeki devlet iktidarındır. [1318] Terim olarak egemenlik, "bir devletin, millî sınırlar içinde ve dış iliş­kilerde, uluslararası hukuktan doğan kısıtlamalar dışında tam bağımsızlığı, hükümranlığı ve hakimiyeti [1319] diye tanımlanır. Ayrıca bu kavramın devlet, demokrasi ve bağımsızlık gibi kavram­larla yakından ilgili olduğu söylenir. [1320] Fransız ihtilali, egemenlik kavramına millî bir muhteva kazandırmış, "Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir." anlayışına da, bu ihtilalin ortaya koyduğu "millî egemenlik" kavramı kaynaklık etmiştir.

H k m kökü, türevleriyle birlikte Kur’an’da 210 kez geçer. [1321] Konuyla ilgili ayetlerde öncelikle, mutlak manada hükmün ve hakimiyetin Allah'a ait olduğu bildirilir. [1322] Bunun yanı sıra Al­lah'ın insana hükmetme gücü ve yetkisi verdiği de belirtilir. [1323] Allah'ın mutlak hakimiyeti konusunda Müslümanlar arasında bir ihtilaf yoktur. İhtilaf, Allah'ın insana siyasi egemenlik gücü ve yetkisi verip vermediği konusunda olmuştur.

Kur’an’a bakılırsa, siyasi hakimiyet yetkisinin insana Allah tarafından verildiği görülür. Çünkü yönetim konusunda Al­lah'ın emri, topluma ait işlerin, toplumsal irade tarafından dü­zenlenmesi yönündedir. [1324] Ayrıca Allah'ın, insandan adaletle hükmetmesini istemesi, [1325] ona bu gücün ve yetkinin verildiğini gösterir. Eğer insanın böyle bir gücü ve yetkisi bulunmasaydı, kendisinden adaletle hükmetmesi istenmezdi.

Kur’an'da, bir toplumun bulunduğu durumdan memnun ol­maması halinde, gidişatı değiştirmek için, sahip olduğu yetkinin yönünü değiştirmesi gerektiği şöyle belirtilir:

"Bir toplum ken­dini değiştirmedikçe Allah da onların durumunu değiştirmez." [1326] Bu ayette topluma, yetkisini isabetli ve iyi yönde kullanması önerilmektedir. Toplumun, sosyal ve siyasi olayların neticeleriy­le dünya hayatında karşılaşacak olması, siyasi yetki ve gücün topluma ait olmasını gerektirir. Çünkü toplumun her üyesi, sa­hip olduğu siyasi yetkiyi kullanma biçiminden sorumludur. “Kim Allah'ın indirdiği ile hüküm vermezse işte onlar inkârcılardır.” [1327] mealindeki ayete dayanarak insanın siyasi hakimiyet yetkisinin olmadığını söylemek doğru değildir. Söz konusu ayetin siyak ve sibakına ve konu ile ilgili diğer Kur’an ayetlerine bakıldığında, Allah'ın indirdiğinin, "adalet ve hakkaniyet pren­sipleri" olduğu görülür. [1328] Zaten ayetin bizzat kendisi de, insanın böyle bir yetkiye sahip olduğunu ve onu kullandığını kabul et­tiğinden, insandan söz konusu yetkiyi, Allah'ın isteği olan ada­let ilkesi doğrultusunda kullanmasını önermektedir. Hem hük­metme gücü olmadan, insanın adaletle hükmetmesini bekleme­nin makul bir yanı da olamaz.

Özetlemek gerekirse, insanın Allah'tan bağımsız hiçbir hak­kı ve yetkisi yoktur. Fakat hükmetme yetkisi, insana Allah tara­fından verilmiştir. İnsanın siyasi egemenliği, Allah'ın mutlak hakimiyetinin bir alternatifi değildir. Kur’an, insandan, adalet ve hakkaniyetle hükmetmesini isteyerek ona bu yetkiyi nasıl kul­lanması gerektiğini gösterir. İnsan Allah ve O'nun rızası için iş yapar; ama kendini haşa Allah yerine koyarak hiçbir iş yapa­maz. Aslında insanın "Hakimiyet Allah'ındır." diyerek, kendi yetkisini Allah'ın mutlak hakimiyeti ve iradesiymiş gibi sayma­sı, onun kendini ilah yerine koyması anlamına gelir. Böyle bir iddia, Firavunluğa özenmek olur. Çünkü Firavun da siyasi egemenliğin tanrıya ait olduğunu iddia etmiş, bununla da yetin­meyip söz konusu egemenliği kullanan tanrının bizzat kendisi olduğunu söylemiştir. [1329]

Yukarıda belirtilen gerçeklerden sonra şu tespit yapılabilir:

"Kur’an teokratik bir düzen önerir." iddiasının adresi, İslam de­ğildir. İslam'da laikliğe veya demokrasiye yer var mıdır, yok mudur, tartışması da gereksizdir. Aslına bakılırsa, İslam'ın batı türü bir laikliğe ve demokrasiye ihtiyacı da yoktur. Çünkü Kur’an, sosyal ve siyasal ilişkilerin toplumların irade ve davranışla­rının neticesine göre şekilleneceğini belirterek, laikliğin ve de­mokrasinin dayandığı gerekçeyi anlamsız kılmıştır. İslam kilise değil ki onu devletten ve dünyadan ayıralım; teokrasi değil ki demokrasiyle kıyaslamaya ihtiyaç duyalım.

Bir de şu gerçeği unutmayalım. İslam toplumlarındaki ihti­yaç ve sorunlar, Batının üretip piyasaya sürdüğü kapalı ve kar­maşık kavramlarla çözümlenemez. Mesela, Batı, Kur’an'ın bil­dirdiği, "bütün insanların, insanlık değeri açısından eşit olduğu" gerçeğini kabul etme ve içine sindirme hususunda, henüz İs­lam'ın istediği seviyede değildir. "1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirisinin eşitlik ve insanlık yönündeki ifadelerinden Avrupa­lılık yönünde bir sapmanın olması", [1330] değinilen tespiti doğrula­maktadır. Yine kendini Batılı ve çağdaş diye tanımlayan bazı kişi ve çevrelerin, İslam âlemine ve Müslümanlara başka cins­ten yaratıklarmış gibi baktıkları, hemen herkes tarafından bi­linmektedir.

Dün olduğu gibi bugün de bir el, İslam'ı ve Müslümanları bütün olumsuzlukların ve gerginliklerin tek sebebi olarak gös­termeye çalışmaktadır. Ne yazık ki bu şeytani tavır, ülkemizde­ki bazı kişi ve çevrelerin kötü bir alışkanlığı olmuştur. Oysa bu tür düşmanca tavırlar, hayatı ve insanları bölmektedir. Halbuki, insanları bölen ve geren değil, birleştirip kaynaştıran bir yakla­şıma ihtiyaç vardır. İnsanları huzursuz eden İslam değil, aksine onun bütün güzelliği ile hayata taşmamamış olmasıdır. İslam'a karşı peşin fikirleri ve kinleri olanların, bu gerçeği tez zamanda kavramış olmalarını umarız. [1331]

 

DİN ve SİYASET

 

Toplumu ilgilendiren her konuda onlarla müşa­vere et...” [1332]

Mahiyetleri gereği insanları yönlendiren ve toplumları yöne­ten önemli kurumların başında din ve siyaset gelir. Bu iki ku­rum arasındaki ilişki, tarihin her döneminde ve çeşitli toplum­larda değişik biçimlerde kendini göstermiştir. Günümüzde de sosyal ve siyasal bilimlerin temel problem alanını, dinin fert, toplum ve siyasetle olan ilişkisi oluşturmaktadır. Burada din-siyaset ilişkisi, genel olarak ele alınacaktır.

Din-siyaset ilişkisi konusunda günümüze kadar oldukça farklı yorumlar yapılagelmistir. Ancak bu konuda doğru ve sağlıklı değerlendirmelerde bulunabilmek için, önce din ve si­yaset kavramlarına açıklık getirmek, sonra da konuyu Kur’an ve sünnet bağlamında ele alıp tarihi ve pratik tecrübeleri iyi oku­mak gerekir.

Din, insanı Allah'a ulaştıran manevi bir yol; akıl sahibi ki­şileri kendi tercihleriyle iyi olan şeylere götüren ilahi bir ka­nundur. Din, tarihin bütün devirlerinde ve her toplumda var olan evrensel ve köklü bir olgudur. Çünkü din insanın doğuştan beraberinde getirdiği bir duygudur ve insan yapısı itibariyle di­ne muhtaçtır. [1333]

Din, sadece Allah'ın varlığına inanmaktan ibaret değildir. Ayrıca o, Allah'ın değişik biçimlerde tecelli edebileceğine inanmayı da içermektedir. Kur’an, Allah'ın çeşitli tecellilerle kendini göstermesini, genelde halk-yaratma ve emir-huyurma kavramlarıyla dile getirir; yaratma ve buyurmanın da Allah'a ait olduğunu belirtir. [1334] Demek ki din, ilahi iradenin vahiy yoluyla açılımından ibarettir. Bunun için o, bütün beşeri güçlerden ve diğer batıl din olgularından üstündür.

Siyaset ise, en genel anlamda ''insanın insanı yönelmesidir." Siyaset, bir bakıma pratik ahlaktır. Bunun için, yöneten ve yö­netilenlerin bulunduğu her yerde siyaset vardır. Öyleyse yöne­timde bir ülkenin bütün vatandaşlarının iradesinin olması gere­kir. Bu, hem o ülke için bir kazanç hem de irade sahibi vatan­daşlar için bir şereftir. İşte Bu yüzden Kur’an siyasi faaliyeti, kamuyu ilgilendiren işlerin (emanetin) teknik ve ahlaki anlam­da ehline verilmesi olarak ifade etmiştir. [1335]

 

Kur’an'ın Bütün Hayatı Kuşatıcı Rehberliği

 

Kur’an, devlet ve yönetim biçimlerine ilişkin bir belirleme getirmek yerine genel ilke ve amaçlar koymakla yetinir. Böyle­ce insanlara hem bu ilke ve amaçları, hem de zamanın şartlarını dikkate alarak kendi yönetim biçimlerini belirleme hak ve yet­kisi tanır. Kur’an'ın gerek tarihsel süreçte gerekse günümüzde geçerliliğini ve gerekliliğini sürdürmesinin, dünya durdukça da sürdürecek olmasının temel nedenlerinden biri de, insana dini anlama, onun evrensel doğrularını ve değerlerini değişen durum ve şartlara taşıma ve her ortamda dindar kalabilme imkânı bah­şetmiş olmasıdır. Çünkü o, sağlıklı bir toplumsal yapıya kavuş­manın yolunun, kişilerin yetişkinliğinden geçtiğine inanır. Bu yüzden Kur’an'da siyasal düşünce ve faaliyet için hareket nokta­sı sayılabilecek evrensel ve ilkesel hükümler yer alır; dinin si­yasetle ilgisi bu seviyede tutulur.

Akıllı ve yükümlü insanı muhatap alan Kur’an, bu evrensel ve ilkesel değerlerin, insanın genel ve kalıcı yaran için konul­duğunu belirtir. Bu sebeple Kur’an'da, hayatın bütün yönlerini kuşatıcı bir rehberlik bulunur. Ayrıca onda yer alan "adaletten, merhametten ve doğruluktan ayrılmama, emaneti ehline verme, işleri danışarak yürütme" gibi ilkeler [1336] aklın ve insanlığın tecrü­besiyle de örtüşür.  Peygamber (as)'in  uygulamaları ise,  Kuran'daki bu ilkelerin kişi ve toplum hayatına uyarlanmasının en güzel örneğini oluşturur.

Kur’an, insanda siyasi zihniyet oluşturan bir mesaja ve yön­lendirmeye sahip olduğundan onda belirtilmiş bir siyaset teorisi veya devlet modeli aramak; yahut Kur’an'ı böyle bir söylem için ana malzeme yapmak yersizdir. Esasen Kur’an, bütün beşeri davranışlara dini ve ahlaki bir zemin hazırlar, insanın yetişkin­liğini ve sorumluluk bilincini de toplumsal yapının sağlamlığı­nın ön şartı sayar. [1337]

 

Hz Muhammed'in Siyasi Liderliği

 

Hz. Muhammed'in asli görevi, Allah'tan aldığı vahiyleri in­sanlara ulaştırmak, bunları açıklayıp uygulamaktır. Bu konular­da Peygamber (as)'in otoritesinin tanınması şarttır. Zira Allah birçok ayette Elçi'sine inanmayı ona itaat edip uymayı emret­miştir. [1338] Ancak Hz. Muhammed, Medine'de asli görevi olan pey­gamberlik dışında konjoktürel olarak bir toplumun siyasi lideri olmuştur. Böylece, Peygamber (as)'e itaat emri, onun dini otoritesinin yanı sıra siyasi otoritesine tabi olmayı da kapsamıştır. Eğer Medine dönemi dikkatlice incelenirse, Peygamber (as)'in yasama ve yönetme yetkisini elinde tuttuğu, bu yüzden aynı an­da hukuki ve siyasi otorite olduğu kolayca görülür. Hemen be­lirtelim ki Peygamber (as)in Medine toplumuna lider oluşu, di­nin emri olmaktan çok, konjoktüre bağlı siyasal bir liderlikti. Çünkü devlet dinin temel rüknü olmayıp onun gereklerinin ra­hatça yerine getirilmesi için zorunluydu. İşte bu yüzden Peygamber (as). Kur’an'da çerçevesi çizilen siyasi ilkeleri hayata geçirip uygulamıştır. Onun vefatından sonra ve on dört asrı aşan tarihi süreçte İslam toplumları çeşitli devlet ve yönetim biçimleriyle yönetilmişlerdir.

Görüldüğü gibi Kur’an ve sünnette, Müslümanların nasıl bir devlet teşkilatı kuracağı, devlet başkanlarını nasıl ve hangi şart­larda seçeceği, toplumun hangi siyasal yöntemlerle yönetileceği konusunda ayrıntıya girilmemiş, buna karşılık siyasi yapının daima ihtiyaç duyacağı temel esas ve amaçlar üzerinde ısrarla durulmuş, fertlere yönetim biçimlerini sağlıklı ve adaletli şekil­de oluşturabilecekleri bir anlayış ve ufuk kazandırılmaya çalı­şılmıştır. Böylece Müslümanlara, temel amaç ve ilkeleri gözet­mek şartıyla dönemlerine uygun yönetim şekillerini seçip amaçlarını gerçekleştirebilecekleri mesajı verilmiştir. [1339]

 

Bugün Gelinen Nokta

 

Günümüzde, en yetkin yönetim biçiminin demokrasi olduğu kanısı hakimdir. Bu durumda demokrasinin İslam'da olduğu ya da olmadığı tartışmalarıyla vakit geçirmek yerine, İslam'ın in­sana kazandırmaya çalıştığı zihniyet değişimini ve dünya görü­şünü yakalamak, dinin hedef olarak gösterdiği evrensel değerle­ri ve ilkeleri bir an önce hayata katmak için kafa yormak ve ça­ba sarf etmek gerekiyor.

Türkiye'de çok partili siyasi hayata geçildikten sonra din ve dindarlar üzerindeki baskının nispeten azaldığı, sivil özgürlük­lerin ve siyasal katılım yollarının açılması sayesinde dindar va­tandaşların siyasal taleplerini ifade etme imkânına kavuştukları, böylece dînin bireysel alandan çıkıp sosyal alanda da yansıma­lar bulduğu bir gerçektir. Ancak demokratik bir sistemde dinin toplumsal alana yansıması olağan karşılanması gerekirken, bas­kıcı politikaların rakipsiz bir ortamda kolayca uygulanmasından yana olan bazı güçler ve çevreler, bu gelişmeyi bir nevi toplum­sal bozukluk, hatta laik düzene karşı bir başkaldırı olarak algı­ladı. Din, siyasete alet edilmemeli; o siyasilerin elinden kurta­rılmalı dendi. Bu sözler doğruydu, fakat yapılanlar hiç de doğ­ruyu yansıtmıyordu. Çünkü siyasilerin elinden kurtarılmak iste­nen din, bu defa da pozitivist yaklaşımlar ve çeşitli bahanelerle toplum hayatından dışlanmaya çalışıldı. Buna karşılık dinin de­mokratik yollarla toplumsal alana girmesine imkân sağlayan ki­şi veya kurumlar ise, dini istismar etmekle suçlandı. Tabii ki di­ni hayattan dışlamayı hedefleyen bu gibi yaklaşımlar, hiçbir haklı gerekçeye ve ilmî gerçeğe dayanmıyordu.

Sonuç olarak, din ve siyaset ilişkisi konusunda teori ve mo­del belirleme yerine bu ilişkiye doğru yön verecek ve olumlu içerik kazandıracak bir anlayışı geliştirmek gerekiyor. Din ile çatışma ve onu dışlama tezi üzerine kurulan anlayışların da ar­tık büyük ölçüde tarihe karıştığı görülüyor. Çünkü din, bütün dünyada yükselen değerlerin başında geliyor. [1340]

 

İSLAM ve YÖNETİM

 

Siz ey imana ermiş olanlar! Allah 'a, peygambe­re ve aranızdan kendilerine otorite emanet edil­miş olanlara ilaat edin...” [1341]

İslam, sadece itikâdi ve ahlaki değerler içeren bir din değil, aynı zamanda bütün hayatı kuşatan evrensel ve dinamik bir sistemdir. Eğer İslam, Kur’an ve Sünnet bağlamında incelenirse, onun insanın kişisel ve toplumsal pratiği ile ilgili hiçbir alanı dışlamadığı görülür. Evrensel bir dinin varlığı, doğal olarak içinde devlet düşüncesini barındırır. Devlet de, yönetim teorisi­ne dayanır. Şayet bu konuda açık bir nass yoksa, bu teoriyi di­nin mahiyetinden elde etmek mümkündür.

Kur’an'da belirlenmiş bir devlet yapısı ve yönetim biçimi önerilmez; ancak siyasal faaliyetin her zaman uymak zorunda olduğu evrensel kural ve ilkelerden söz edilir. Müslümanlara düşen görev belirtilen bu ilkeler doğrultusunda, içinde yaşadık­ları çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yönetim biçimini bulmaktır. [1342]

Bilindiği gibi hem peygamber hem de belli bir dönemden sonra siyasi bir lider olan Muhammed (as), İslam'ı eksiksiz bi­çimde hayata taşıdı. Onun siyasal otoritesinin meşruiyyet kay­nağı, Kur’an'a dayanıyordu. Çünkü Kur’an, müminleri Allah'a itaatie birlikte sürekli olarak Peygamber (as)'e itaat etmeye de çağırmaktaydı.[1343]

Peygamber (as)'in vefatından sonra siyasi otoritenin, meşru­lyyet kaynağını nereden alacağı konusunda farklı görüşler orta­ya çıktı. Aslında siyasi otoritenin temel ilkelerinin ve ahlaki kaynağının, Kur’an olduğunda bir ihtilaf yoktur. Fakat siyasi otoritenin, icraatta bulunmak için yetki alacağı güç kaynağının tespitinde farklı ölçütler öne sürüldü. Kur’an'daki şura tavsiye­sinin çağrıştırdığı aklın ve vicdanın çok rahatlıkla görebileceği Müslümanların icmaı, icma-i ümmet gibi bir ölçüt, [1344] her ne hik­metse o dönemde bir türlü görülemedi. Üzülerek belirtelim ki Müslüman coğrafyasının büyük bir bölümünde değinilen ölçüt hâlâ görülebilmiş ve hayata geçirilebilmiş değildir. O gün bu gündür siyasi otoritenin yetki kaynağı, istisnalar hariç genelde Kur’an'ın hiç onaylamayacağı biçimde zulme dayalı güç odakla­rı olagelmiştir. En çağdaş ve en iyi yönetim biçimi olarak kabul edilen yönetim biçimlerinde bile, siyasetin, bazı liderlerin ve güç odaklarının keyfi yönetimi olmaktan tam olarak kurtula­mamış olmasını görmek, yukarıdaki tespiti doğrulamaktadır. Bu aşamada cumhuriyet ideolojisinin ve devlet-toplum ilişkisinin genel bir değerlendirmesini yapmak faydalı olacaktır. [1345]

 

Cumhuriyet İdeolojisi ve Devlet-Toplum İlişkisi

 

1920 li yıllardan başlayıp 2000'li yıllara kadar uzanan siyasi sürecin geçirdiği evrelere bir göz atacak olursak genel! olarak şu gerçekleri tespit edebiliriz:

“Cumhuriyet Türkiye'sinde gerçekleştirilmeye çalışılan reformlarla temelde üç şey hedeflenmişti. Bunlar, ulusal bir kimlik, siyasal bir yapı ve bu yapıya uygun kurumsal yapılan­ma. Ulusal kimlik, Anadolu Türklüğü; siyasal yapı cumhuriyet olarak kabul edilmiş; modernleşme yolunda da önemli kurum­sal yapılanmalara gidilmiştir. [1346] Ancak değinilen alanların hiç bi­rinde tam anlamıyla başarı sağlanamamıştır.

“Cumhuriyet arefesinde sultan merkezli olduğu iddia edilen siyasal sistemin, cumhuriyetle demokratikleştiği söylendi; ancak pratikte demokratik değil, bürokratik bir siyasal yapıyla karşılaşıldı. Çünkü siyasal sistemin  iktidar mekanizmalarını, entelektüel bürokrat kesim eline geçirdi.

1940'lı yılların sonuna kadar siyasal kurumların dizgin­lerini elinde tutan devletçi elit, anılan süre içerisinde sivil unsurun gücünü kırmaya ve onların siyasal yaşam içindeki direnç noktalarını zayıflatmaya çalıştı. Sonunda giderek güçlenen bir devlet ve onun karşısında oldukça zayıf kalan bir toplum ortaya çıktı. İmparatorluktan cumhuriyete geçilmiş olmasına rağmen, başlangıçta sadece siyasal isimler ve aktörler değişti. Sivil top­lumun güdük kalmasından dolayı da vatandaş, devlet karşısında hayli etkisiz bırakıldı. Zaten Türk siyasal deneyiminde vatan­daş, haklardan çok sorumluluk taşıyan birey olarak yerini al­mıştır. Mevcut siyasal yapı içinde vatandaş ne gerekli özerk alana ne de devlet karşısında yeterli bir kontrol ve denetim me­kanizmasına sahip olabilmiştir.

Harf devrimi, Türk toplumunu batılı ülkeler arasına so­karken aynı oranda kendi tarihsel birikiminden ve öz değerle­rinden kopardı. Milletin değerlerine ve ülke gerçeklerine göre değil de başkalarının eğitim anlayışlarına göre yetişen vatan evlatlarının bir bölümü, kendi değerlerine ve tarihine karşı çı­kacak kadar yozlaştınldı. Onlar dilde, dinde, sanatta ve millet varlığında büyük olumsuzlukların yaşandığı bir devrin yetimleri olarak yetiştirildiler. Eğitim alanındaki sorunlar bugün de çö­zülebilmiş değildir; tam aksine artarak devam etmektedir. So­rumsuzluk ve asaletsizlikle birleşmiş bir salgın, bu nesli zehir­lemektedir. Okullar, büyük ölçüde genç nesilleri iyi eğiten ve onları faydalı bilgilerle donatan yerler olmaktan çok sadece dip­loma dağıtan bürolar haline getirilmiştir. Okullarda ders, kabus halini almış, diploma arzusu, istikbal endişesiyle çekilmesi ge­reken bir çile kabul edilmektedir. Çünkü eğitim kurumlarını ilim ve fikir dışı uğraşlar meşgul etmektedir. Bugün bilgi ve düşünce üretme kısırlığının temelinde büyük ölçüde bu nedenler yatmaktadır.

Hilafetin kaldırılması da demokrasi açısından beklenen yararı sağlayamamıştır. Bunun nedeni, hilafet ve saltanatın kal­dırılmasıyla egemenliği millete taşıyan somut bir mekanizma­nın geliştirilememiş olmasıdır. Hilafetin lağvedilmesiyle birlik­te demokratik rejim harekete geçirilemediğinden gerçekte ege­menlik hakkı millete değil, bizzat devlete ve onun adına iş gö­ren elit kesime geçmiştir. Benzer sancıların bugün hâlâ yaşanı­yor olması sorunun devam ettiğinin göstergesidir.

Dış düşmanlara karşı milletçe verilen başarılı bir müca­deleden sonra devletçi elit kesim, İslam'la köklü bir hesaplaşma İçine girdi. İslam, sosyal, siyasal ve ekonomik hareketlerin te-mellendiği formdan çıkarılıp kişilerin vicdanına sığdırılmak is­tendi. O, inanç ve ahlakla ilgili işlevini sürdürmeli, sosyal, siya­sal, ekonomik ve toplumsal misyonunu terk etmeliydi. Devlete de dinin milli karakterini oluşturucu bir fonksiyon yüklendi. Böylece, sosyal ve siyasal alanın dinamik nizamı olan İslam, kişisel düzeyde bir yaşayış biçimi olarak bürokrasinin mutlak kontrolü altına alındı. Din yerine ikame edilen laisizm, İslam'ı bizzat kontrol altında tutan bir manifesto şekline getirildi. Zaten Türkiye'de uygulanan laiklik, iddia edildiği gibi din-devlet ay­rımını değil, bürokratların İslam üzerindeki siyasal kontrol me­kanizmasını ifade ediyor. Sivil toplumun en yaygın alanı olan dini yaşayışa tam, uygulanan baskılar sonucu güdük kaldı; bu durum toplumun mayasını oluşturan din bağının zayıflamasına ve toplumla devlet arasındaki uçurumun da giderek derinleşme­sine yol açtı.

Türkiye'nin, 1930'lu yılların başında edindiği yeni kimlik, onu girme ideali taşıdığı Batı ailesi içinde de zor duruma düşürdü. Türkiye anılan dönemde Batılı devletler tarafından anti demokratik bulundu ve bu yüzden şiddetle eleştirildi. Bu tepkiler karşısında 1930 yerel seçiminde çok partili bir sistemle bu imaj silinmek istendi ve Batıya Türkiye'nin demokratik ol­duğu mesajı verilmeye çalışıldı. Ancak İnönü'nün 1936 yılında CHP genel başkan vekili sıfatıyla yayınladığı bir genelgeyle, devletin ve hükümetin parti ile fiilen birleştiğini açıklaması; ay­rıca CHP'nin altı okunun 1937 yılında Anayasa maddesi haline getirilerek devletin temel unsuru olan Anayasa'nın CHP ilkele­riyle bütünleşmesi. [1347] Türkiye Cumhuriyeti'ni adeta tek parti devleti konumuna getirdi. Tek parti zihniyetinin, devletin ve milletin tüm kurumları üzerindeki etkisi bugün de ağırlıklı ola­rak devam etmekte, hatta bazı yönleri sorgulanamaz bir ilke muamelesi görmektedir.

1938 yılında M. Kemal'in ölümüyle baskıcı bir anlayışa sahip olan tek parti zihniyeti. Türk toplumunun üzerinde mutlak bir hakimiyet kurdu ve demokrasiden yana olanların sesini bü­yük ölçüde kıstı. Tabii ki bu yöndeki baskıcı politikalar De­mokrat Parti'nin doğmasına zemin hazırladı. Tek parti zihniyeti 1938'den sonra M. Kemal dönemindeki anlamından sapan bir Atatürkçülük ideolojisi geliştirdi. M. Kemal'in ölümüne kadar Atatürkçülük, batıyı model alan, muasır medeniyetler seviyesi­ne çıkmayı hedefleyen, ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel bir programdı. M. Kemal'in ölümünden sonra bu kavram, tek parti zihniyetinin baskıcı politikalarının ve yaptırımlarının meşrulaştırıcı bir dayanağı haline getirildi.

1940'lı yılların sonuna gelindiğinde, tek partinin baskıcı tavırlarına rağmen Türk siyasal yapısı sivil ve çoğulculuğa da­yalı bir topluma doğru gelişme gösterdi. Bütün baskılara rağ­men direncini kaybetmeyen sivil toplum unsurları 1950 sonra­sına taşınabildi ve siyasi sürece katılarak Türk siyasi hayatını renklendirdi. Ne var ki 2000 yılına girildiği şu günlerde bile, milletin iradesini ve rüştünü yansıtan siyasi gelişmelerin önü­nün hâlâ birileri tarafından kesilmeye çalışılması, sivil ve ço­ğulculuğa dayalı bir yönetimden yana olanları ciddi biçimde en­dişelendirmektedir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, cumhuriyetin kurucu öncüleri, cumhuriyeti ve demokrasiyi Türk toplumunun siyasal yapılan­masında nihai bir hedef olarak tasavvur etmiş olsalar dahi, geçmişteki ve günümüzdeki gelişmelerin pratik sonuçları, ta­savvur edilen hedefe arzulanan biçimde ulaşılamadığını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bugünkü çok partili dönemde bile hortlatılmaya çalışılan tek parti zihniyeti, Türkiye'deki demok­rasinin halka değil belli bir azınlığa ait siyasal bir rejim; Türki­ye Cumhuriyeti'nin de tek parti devletiymiş gibi algılanmasına neden olmaktadır. Bu yanlışlar eyyamcı tavırlarla ömür tüketen aciz kimseler tarafından değil, her zaman dinamik bir ruhla haktan, adaletten ve doğruluktan yana olan milletin sağ duyu­suyla düzeltilebilecektir. Yeter ki baştan beri değinilen konular, her türlü ön yargı, taraf ve karşıt olmanın ötesinde dürüst, cesur ve özgür biçimde tartışılıp yanlışlar düzeltilebilsin. Eğer yan­lışlar bugünden düzeitilmezse yarınların yanlış üzerine kurul­ması kaçınılmaz olur. [1348]

 

EMANETİ EHLİNE VERMEK

 

Allah, size emanet edilen şeyleri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allah'ın size yapılmasını tavsiye elliği şey, mutlaka en güzeldir; Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, görendir.” [1349]

İslam, her yönüyle kemale ermiş son hak dindir. [1350] Onun ana kitabı, ilahi nurun kaynağı olan Kur’an’dır. [1351] Muhammed (as) de Kur’an'i tebliğ eden, onun nuruyla cihan ufuklarını aydınlatan son peygamberdir. [1352]

Kur’an, sunduğu mesajlar ve hedef aldığı kitle itibariyle sa­dece gönderildiği çağın insanına değil, daha sonraki çağların insanlarına da hitap eden evrensel bir kitaptır. [1353] Onun içeriği ise, çok geniş ve çok yönlüdür. [1354] Kur’an'ın muhatabı insan olduğu için, başta insan olmak üzere onun ilişkide bulunduğu bütün varlıklarla ilgili bilgiler, özü itibariyle Kur’an'da mevcuttur. Ancak bunlar, Kur’an'ın gönderiliş amacına uygun olarak Allah tarafından seçilen bilgiler olup genellikle temel ilke ve pren­sipler halinde sunulmuştur. İşte bu temel ilke ve bilgilere daya­narak sistem kurma görevi ve işlevi, insana bırakılmıştır. [1355]

Kur’an'a göre Müslüman toplumun ana görevi, yeryüzünü ıslah etmek; bozulma ve yozlaşmayı ortadan kaldırıp orada sağ­lam bir sosyal düzen kurmaktır. [1356] Bu görev, büyük ölçüde Müs­lümanların siyasi açıdan örgütlenip emaneti ehline vermeleriyle yerine getirilmiş olur. Tabiî olarak burada, siyaset nedir, Müs­lüman siyaset yapmalı mıdır, sorusu gündeme gelir. Hemen herkeste, veya en azından bazılarında "Müslüman siyaset ya­pamaz." diye bir kanaat var. Halbuki siyasetin ne olduğu açıkça anlaşılmadan bu tür sorular sormak veya bu konuda kesin bir kanaate varmak doğru değildir.

En genel anlamıyla siyaset, insana ve hayata iyi hizmet etme mesleğidir; insanların dünya ve ahiretlerini salaha çıkarmak için yapılan hayırlı bir iştir. Siyaset bu ise, o zaman bunun en güzelini Müslüman yapmalıdır. Hemen belirtelim ki insana ve hayata hizmetin en güzel şekli, "Kur’an'ın evrensel ilkelerine" ve "Nebevi modele" uygun olarak yapılanıdır. Öyleyse tam bu aşamada, İslam'ın yönetimle ilgili evrensel ilkelerini ve emanet ehlinin temel niteliklerini hatırlamak gerekir.

Kur’an açısından siyasi faaliyet, kamuyu ilgilendiren işlerin, yani "emanet"in ahlaki ve teknik anlamda ehline verilmesidir. [1357] Demek ki siyasi faaliyetin her zaman uymak zorunda olduğu evrensel ilkelerden birisi, "emaneti ehline vermek"tir. Bu ilke, Kur’an'da şöyle belirtilir:

“Allah, size emanet edilen şeyleri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hü­küm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allah'ın size yapılmasını tavsiye ettiği şey, mutlaka en güzeldir; Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, görendir.” [1358]

Bu ayette yer alan ve Kur’an'ın tamamında altı kez geçen [1359] "emanet" sözcüğü, çok geniş kapsamlı evrensel bîr kavramdır. O, öncelikle insanın dışında kimsenin taşıyamayacağı ağır bir yüktür. [1360] Ayrıca "emanet", "akıl, iyi ile kötü arasında seçim ya­pabilme yeteneği, [1361] teklifi taşıma yeterliliği, vahyin doğruluk ve eğer ölçülerine dayalı sosyal bir düzen kurma yükümlülüğü" anlamlarına da gelmektedir. [1362]

Bu ayetteki "emanet" kavramının, "maddi-manevi değerlen, ilahi hakikatleri, Müslüman toplumun dünyevi gücü ve politik hakimiyeti kullanmasına ilişkin buyrukları" ihtiva ettiği belir­tilmiştir. [1363] Şu halde emanetin ehline verilmesi, insana ve hayata yönelik hayırlı hizmetlerin, eksiksiz bir projeyle hayata taşın­ması ve bu projenin pratikte başarıyla uygulanmasının sağlan­masıdır. Tabii ki bu, siyasi gücü gerektirir. O halde güç de Al­lah'ın bir emanetidir ve o mutlaka ehil olanlara verilmelidir.

Kur’an, emanetlerin ehline verilmesini, adaleti, yönetilenler arasından seçilen yöneticiye şartlı itaati ister. [1364] Yönetimde ve iş­lerin idaresinde getirmiş olduğu "şûra" ve "biat" prensipleriyle" [1365] toplumun iradesine değer verip insanların yönetimde etkin hale getirilmelerini sağlar. Ayrıca Kur’an, toplumlar üzerinde haksız hakimiyet kurup halka zulmedenleri kınar; her türlü baskıcı yö­netimleri reddeder. [1366] Çünkü politik gücün baskıya başvurması, toplumsal acılara ve ahlaki çöküntülere yol açar. [1367]

 

Emanet Ehlinin Vasıfları

 

Emanet ehlinin en önemli vasfı, Kur’an’daki yönetim ilkele­rini başarıyla uygulayabilme yeteneğine sahip olmasıdır. Ema­net ehlinin vasıflarını şahsında taşıyan örnek insan Peygamber (as)'dir. O, İslam'ın yönetim ilkelerini hayata taşımış; Müs­lümanlardan biat almış, siyasi egemenlik gücünü (devlet baş­kanlığını) Allah'ın emri üzerine halka onaylatmıştır. [1368] Yüce Al­lah, ona yönetim işinde halka danışmasını emretmiş, [1369] Peygamber (as) de bu emri yerine getirmiştir.

Emanet ehli, "güvenilir'" olmalıdır. Hz. Muhammed'in en önemli vasfının "emin" olduğu unutulmamalıdır. O, insana ve hayata hizmeti hakka, adalete, ahlaka ve halka dayandırmış; bu örnek uygulamalarıyla dost ve düşman herkesin güvenini ka­zanmıştır.

Siyasetin malzemesi insandır. İnsan ise, hem düşünen hem de inanan bir varlıktır. Yönetici konumunda bulunanlar, insan­ların inanç ve düşüncelerine saygılı olmalı, dinden sapma veya ona karşı çıkma şeklinde algılanabilecek uygulamalardan şid­detle kaçınmalılar. Çünkü yanlı politikalar ve baskıcı uygula­malar, siyasete negatif bir karakter kazandırabilmektedir.

Yöneticiler inançlı, bilgili, iyi ahlaklı, dirayetli, cesaretli, sa­bırlı ve metanetli olmalı; her türlü haksız ve ahlaksız davranış­lardan uzak durmalılar. İnsanlara eşit ve adaletli davranmalılar; canı, malı, aklı, nesli ve dini korumalılar. Özellikle toplumsal talep ve beklentilere süratle cevap vermeliler. Aksi halde ekşiyen beklentiler, merkezi otoriteye karşı tepkilerin doğmasına yol açar.

Merkezi otorite, halka yabancılaşmamalı ve halktan uzaklaşmamalıdır. Halka yabancılaşan otorite yeterince denetlene­mediğinden giderek yozlaşır.

Bilgi ve inanç, siyasetin iki dinamiği olmalı, insan kişiliği­nin bozulup parçalanmasına izin verilmemelidir. Kendine göre bir sistem Kur’an batı, insanları bu sisteme uydurmaya çalışıyor. Halbuki asıl olan insandır ve insana göre bir sistem kurulmalı­dır. İslam'la bağları kesmek ise, bir ideolojidir. Bu ideoloji, "içi dindar dışı laik" bir kişilik ortaya çıkarmış; hem kişi hem de toplum bünyesinde derin yaralar açmıştır.

Bugün için en önemli sorun, insanlığın hakim güçlerin hak­sız siyasi tasallutundan tam olarak kurtulamamış olmasıdır. An­cak, istenen ve beklenen kurtuluş, "görevin ehline verilmesiyle" büyük ölçüde gerçekleşmiş olacaktır. Çünkü insanların huzurlu, dünyanın da düzenli ve güvenli olması, emanetlerin ehline ve­rilmesine bağlıdır. İşin, ehil olmayanların eline geçmesi ise, Peygamber (as)'in ifadesiyle:

"Emanetin zayi edilmesi (yitiril­mesi) dir." [1370]

 

HAK ve HÜRRİYETLERİN GÜVENCESİ

 

“...Adil olun, bu Allah 'a karşı sorumluluk bilinci duymaya en yakın olan (davranış)dır...” [1371]

Defaatle belirtildiği gibi Kur’an'ın temel hedefi, yeryüzünde doğruluk ve adalet üzerine kurulu sağlam ve sosyal bir düzen oluşturmaktır. [1372] Bunun nedeni. İnsan emeğini ve onurunu koru­yup temel hak ve özgürlükleri güvencesiz bırakmamak için böyle bir düzene ihtiyaç duyulmasıdır. [1373]

Hangi asırda olursa olsun, karşılaşılan en önemli beşeri so­runlar, "şirk", "sekülerlik" ve "sosyo-ekonomik eşitsizliktir. İşte bu yüzden Kur’an'ın, esas itibariyle üç ana tema üzerinde yoğunlaştığı görülür:

Bunlar da "tevhid", "ahiret” ve "adalet" tir. [1374] Hayatın doğru yaşanması, hak ve hürriyetlerin güvence al­tına alınması, emeğin saygın, insanın da ekonomik ve sosyal açıdan özgür olması, büyük ölçüde yüksek değerlerin hayata ha­kim kılınmasına bağlıdır.

Kur’an mesajının insanlık dünyasına ulaştığı dönemde ger­çek dini problem, çok tanrıcılıktı. Toplumun büyük bir kesimi, Allah adı ile anılan bir yaratıcı fikrini kabul etmiş olmasına rağ­men ibadetler Allah'a değil, diğer tanrılara yapılıyordu. [1375] Mek­ke'nin lider ve tüccar sınıfı da genelde puta tapmaktan ibaret olan şirk dinini bırakmak istemiyorlardı. Bilakis onlar, kendi yönetimleri altındaki insanlara:

"Pes etmeyin, ilahlarınıza sım­sıkı sarılmaya devam edin; yapılacak tek anlamlı şey budur." diyorlardı. [1376] İşte bunun için Kur’an'ın temel tezi, Allah'ın birliği,yani tevhid ilkesi olmuştur. Çünkü bu ilke, İslam inancının düzenine sürekli sahip çıkmayı ifade eder. İnsan da ancak böyle bir düzenle gerçek özgürlüğe ve güvenli bir hayata kavuşabilir. [1377]

 

En Büyük Günah ve En Temel Sapma

 

Kur’an'a ilk muhatap olan Araplar, genelde dünya görüşle­rinde ve pratik hayatlarında sektiler insanlardı. Onlar, kutsal oIan ile bağını koparan, dünyaya tapan ve ahiret gerçeğini kabul etmeyen kimseler oldukları için. "Bu dünyadaki hayatımızdan başka bir şey yok; dünyaya geldiğimiz gibi ölürüz, bizi ancak zaman yok eder."' derlerdi. [1378]

Dünyevi leşine, insanı Allah'tan uzaklaştıran, hak ve hürri­yetlerin güvencesini büyük ölçüde ortadan kaldıran, insan eme­ğini ve onurunu sömüren en büyük günah ve bütün felaketlerin kaynağını oluşturan en temel sapmadır. Modern dünyada önce Batı'da ortaya çıkıp daha sonra bütün dünyaya yayılmış olan bu sekülerlik, geçmişte nasıl acılara sebebiyet verdiyse bugün de inkarcılık, sömürücülük, saldırganlık, haksızlık ve ahlaksızlık gibi bir yığın felaketlere sebep olmaktadır. Bu yüzden Kur’an, sekülerliği tercih eden kimselerin, hak ve adalet sınırlarını da ihlal edeceğine dikkat çekmiştir. [1379] Gerçekten de bugün, dünya­nın değişik bölgelerinde yaşanan baskı, zulüm, açlık, savaş ve gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi bir yığın olumsuzluğun temel nedeni, karınlan tek fakat gözleri aç olan azgın insanların oluşturdukları sömürü sistemleridir. Bunların en bariz niteliği ise, dünyaya aşırı düşkünlük, yani sekülerliktir. [1380]

 

Emek Saygın İnsan Özgür Olmalıdır

 

Kur’an'ın, indiği günden itibaren en çok üzerinde durduğu ve düzeltmeyi amaçladığı yanlışlardan biri de "sosyo-ekonomik eşitsizlik" olmuştur. Kur’an, bu haksızlığı ortadan kaldırmak için "adalet'" ilkesini getirmiştir. Adalet, kişi ve toplum ilişkisinde dengeli olmak, haklıya hakkını, suçluya da cezasını vermek demektir. Ayrıca adalet, bir yönetim ilkesidir. Toplumda adaleti sağlamak da yönetimlerin işi ve görevidir.

Kur’an’ ın indiği dönemde Mekke zengin bir ticaret şehriydi.

Yönetim, güçlü Kureyş kabilesinin elindeydi. Bu kabile, bölge­deki diğer kabileler üzerinde hatırı sayılır bir etkinliğe de sa­hipti. Bütün bunların yanı sıra, her ticaret toplumunda buluna­bilecek ciddi problemler, Mekke'de de mevcuttu. Çünkü, hileli yollardan kazanılan zenginlik, muhtaç ve mağdurlara harcan­mıyor, sorumsuzca heba ediliyordu. Ayrıca çok sayıda insan, sınırlı haklara sahip olduklarından ve ekonomik özgürlüklerden yoksun bulunduklarından dolayı, toplumsal eşitsizlik ve huzur­suzluk büyük ölçüde yaygınlaşmıştı. İşte belirtilen nedenlerden ve benzeri sebeplerden dolayı Kur’an'ın çağrısı sadece inanç, ibadet ve ahlak konularıyla sınırlı kalmamış; ayrıca onda, insan emeğini ve onurunu koruyan, temel hak ve özgürlükleri güven­ce altına alan ve toplumun mağdur kesimlerinin durumlarım iyileştirmeyi amaçlayan düzenlemeler de yer almıştır. Mesela, sürekli parasal zorluklar içinde olan (kronik borçlu)lar ve diğer muhtaç kimseler için zekât gelirlerinin kullanılır hale getirilme­siyle ilgili düzenleme, bunlardan sadece biridir. [1381] Çünkü günlük yaşamın en önemli boyutlarından biri de ekonomidir. Kur’an, bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi iktisadi hayatta da ada­letin ayakta tutulmasını ve sömürünün ortadan kaldırılmasını is­ter. Demek ki faizin, her çeşit haksız ve hileli kazancın yasakla­nıp zekât ve yardımlaşmanın emredilmesi [1382] zulüm-adalet ilişki­sine bağlı olarak ortaya çıkan gelişmelerdir. Bütün bunlar, doğ­ru ve onurlu bir hayat için, emeğin saygın insanın da ekonomik açıdan özgür olması gerektiği mesajını verir. Öyleyse insanlar ekonomik, sosyal ve siyasal bilinç bakımından gelişip özgürleşmelidirler. Bu da ilkesizliğin ve erdemsizliğin pençesine düş­memiş bir siyasetle başarılabilir. İşte tam bu aşamada, hak ve hürriyetleri güvencesiz bırakmamak için yapılması gerekenlerin kısaca belirtilmesi gerekir: [1383]

 

Yapılması Gerekenler

 

Her ülke insanının, kendilerini yöneten siyasilerden bek­lentileri vardır. Bu beklentilerin başında, temel hak ve özgür­lüklerin güvence altına alınması, emeğin karşılığının tam ve zamanında verilmesi ve insanın insanca yaşamasının sağlanma­sı gelir. Bu beklenti, öncelikle kanunun hukuka tabi kılınma­sıyla gerçekleşebilir. Eğer pozitivist bir yaklaşımla, siyaset ile ahlak uzlaşmaz iki ayrı dünya gibi algılanır da ahlak ve hukuk bir tarafa bırakılırsa, hukuki zorunluluktan ve ahlaki sorumlu­luktan kurtulan erdemsiz siyasilere gün doğmuş olur. Böyle bir ortamda da olan, baskıdan, korkudan ve yokluktan kurtulama­yan halka olur. Öyleyse asli ve fıtri haklar ortadan kaldırılma­dan, insan olarak, eşit ve aynı haklara sahip olunmalı, hukuki eşitlik de en temel hak olarak benimsenmelidir. Aksi halde ülke­miz insanı -şimdilerde olduğu gibi- kendi vatanında maruz bıra­kıldığı baskılardan ve dışlanmışlıktan dolayı üzüntü duyar ve büyük acılar yaşar. Bugün çok sayıda insan, pozitif hukuk normları ve insan hakları açısından izahı güç, insanca yakla­şımdan uzak ve de anlamsız nedenlerle adeta suçlu görülmekte; bu muameleye maruz kalan insanlar, kendilerini büyük bir bas­kı altında ve köşeye sıkıştırılmış olarak hissetmektedirler, öz­gür dünyaya inat, giderek her alana sirayet eden özgün kimlik­lerin imhası, ülkemiz insanını kapalı dünyanın çıkmaz duvarları arasında boğulmaya itmektedir. Halbuki, birlik ve dirliğimizi tehdit eden bütün olumsuzlukları iyileştirip yapay düşmanlıkları ortadan kaldırmak, insanımızın gönlünü kazanmak, yüzünü gül­dürmek ve onları mutlu etmek için yetecektir.

Ülke insanı, her türlü açık ya da örtülü baskılardan kur­tarılmalıdır. Bir ülke insanının karşılaşabileceği en büyük talih­sizlik, hak ve özgürlükleri garanti altına alacak bir yapılanmayı ve değişimi gerçekleştirememiş olmaktır. Diğer bir ifadeyle ke­mikleşmiş statükocu siyasilerin idaresi altında bulunmaktır. Bi­lindiği gibi, insanlarına ve özellikle gençlerine engin ve açılım­cı bir ruhu miras olarak birakabilen ülkeler gerçek anlamda öz­gür ve ileri ülke olabilirler. Çünkü hakların özgürlükler içinde gerçekleştirilmesi, kişinin olduğu kadar toplumunda pek çok yönden gelişmesini sağlar.

Ölçüsüz olan her düşünce ve eylem, asıl anlamını ve ga­yesini yitirip zıddına dönüşür. Bunun için hak ve özgürlük kav­ramları da gerek ahlaki biçimlenme ve gerekse hukuki düzen­lemelerle en iyimser bir düzeyde tutulmalıdır. Çünkü kendi var­lığımızı ve özgürlüğümüzü, başkalarının hak ve özgürlüğünü ortadan kaldırarak geliştirenleyiz. O halde özgürce yaşamak ve bunu barışçı bir çerçevede gerçekleştirmek gerekir. İlave ede­lim ki hak ve özgürlükleri yok saymak veya baskı altına almak, insana saygısızlıktır.

Devletin ilke bazında hak ve özgürlükleri yok etme gibi bir yetkisi yoktur. Onun bu hassas noktadaki işlevi, hakların öz­gür bir ortamda kullanılmasını ve güvence altına alınmasını sağlamaktır. Şu halde devlet, hürriyetlerin sınırını tayin edeyim derken ferdin haklarını ortadan kaldırmamalıdır.

İnsanlara hem hak ve özgürlük bilinci kazandırılmalı hem de bunları koruma ve geliştirme inisiyatifi sağlanmalıdır. Hak ve özgürlüklerin en büyük teminatı, insanların bu seviyeye gelmesidir. Bu seviye yakalanırsa hem vesayetçi odakların he­vesleri kırılmış hem de hak ve hürriyetler büyük ölçüde güven­ce altına alınmış olur.

Siyasi kadrolar, güvenilirliği zedeleyici uygulamalardan uzak durmalı, daima haklının ve hukukun yanında yer almalı­dır. En önemli etik gereklilik, ilkesizliğe asla prim vermemek­tir. Eğer böyle yapılırsa siyaset, dürüstlük örneği kimseler saye­sinde büyük bir prestij kazanır; mazlum ve mağdurların da ümidi olur.

Bir siyasi hareket için en mutlu şey, toplumun kabulüne mazhar olabilmektir. Bu da gönülleri kazanmakla, güzel ve iyi olan şeyleri kendimizden önce başkaları için isteyip gerçekleş­tirmekle mümkün olur.

Esenliğin ve güvenliğin yolu, siyasi egoizme ve oportü­nizme düşmeden herkese adalet ve temel hukuk ilkelerine göre davranıp insanların özgürlük ve güven içinde yaşayabilecekleri bir ortam oluşturmaktır. [1384] Hakça bir paylaşım ve katılım ruhu­nun hakim olduğu bir yönetim modeli, hem temel hak ve hürri­yetlerin güvencesi olacak hem de insanlığın yeniden ihyasına imkân sağlayacaktır. [1385]

 

FİTNE KAVRAMI ve İSLAM DÜNYASININ GERÇEKLERİ

 

“İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiç imtihana çekilmeyecek­lerini mi sanıyorlar.” [1386]

Kur’an, insanın sürekli deneneceğini; onun, özelliklerini ge­liştiren ve bakışlarını netleştiren bir imtihan yolundan geçece­ğini bildirir. [1387] İnsanın tekamülü için gerekli olan bu yolu, fitne kavramıyla dile getirir.

Kur’an'da türevleriyle birlikte altmış kez geçen "fitne" teri­mi, [1388] "altın ve gümüş gibi herhangi bir madeni, tortusundan ayırmak için ateşte yakıp eritmek" manasına gelir. Geniş kav­ramlar kümesini kucaklayan bu kelime ayrıca, "deneme, imti­han, bela, yanmak, yakmak, mihnet, mal, evlat, ayartı, kışkırt­ma, zulüm, baskı, işkence, günah, haktan sapmak ve saptırmak, çıldırmak, kanlı çarpışma, vesvese ve mazeret" gibi anlamlar da taşır. [1389] Bu anlam nüanslarının hepsini birden, tek sözcükle dile getirmek mümkün değildir. Çünkü bu terimin karşılığı, yer al­dığı anlam örgüsüne göre değişir. Ancak fitnenin, "imtihan yo­lu" anlamına geldiği konusunda görüş birliğine varılmıştır. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı seçip ayırmaya da fitne de­nildiğinden, olumlu ve olumsuz değerler fitne konusu olabil­mektedir. [1390] Kur’an, imtihan yolunu insanı eğiten bir araç olarak kabul eder. Bunun için nimetleri bile fitne olarak niteler. [1391] Fakat o, Allah'ın yarattığı tekâmül araçları ile insanların ihdas ettikle­ri olumsuz işleri birbirine karıştırmayı doğru bulmaz. [1392] İnsanla­rın ortaya çıkardığı fitneler olumsuz şeylerdir ve bunlar ölüm­den beterdir. [1393] Bu tür fitneler ortadan kalkmadıkça savaş dur­maz. [1394] Çünkü böylesi fitneler, meşru düzeni ihlal, ifade özgürlü­ğünü de istismar etme sonucunu doğurur. İnsanların, inançları­nın gereğini yaşama hakkını ortadan kaldırır. Görüldüğü gibi, insanları davalarından vazgeçirmek için kaba kuvvet de dahil uygulanan her türlü baskı, fitne kavramının anlam sahasına gir­mektedir. Meşru otoriteye muhalefet, siyasi fitneyi, inkâr, şirk ve bid'atlar da dini fitneyi oluşturur. Fitne, bilgi ve basiret ek­sikliğinden ya da heva ve hevese düşkünlükten kaynaklanır.

Kur’an, müminlerden, fitneci baskıya güçlü bir irade ve etkili bir örgütlenmeyle karşı koymalarını ister. “Zulüm ve baskı kalmayıncaya, insanların yöneliş ve bağlanışları yalnız Allah 'a adaınncaya kadar onlarla savaşın[1395] der. Ancak, onların baskıcı güçlerle etkili biçimde mücadele edebilmeleri, kendi araların­daki birliği bozmamalarına, dinin bütünlüğünü parçalayan ve toplumu bölen görüş ayrılıklarından uzak durmalarına bağlıdır. Müslümanların kendi içlerinde bölünüp fitneye düşmeleri, İs­lam adına endişe verici bir gelişme olduğundan onlar, "her gu­rubun kendi görüşünden memnun olduğu" [1396] bir parçalanmaya karşı sık sık uyarılmışlardır.

Bu aşamada, Kur’an'ın kendi izleyicilerine yönelik mesajla­rından birini hatırlatmanın ve bu mesajın aydınlığında İslam dünyasının bazı gerçeklerini görmeye çalışmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. “Hakkı inkâra şartlanmış olanlar, birbirle­riyle dostturlar/müttefiktirler; siz de birbirinizle öyle olmadıkça yeryüzünde fitne/bunalım ve büyük bir karışıklık baş gösterir”.[1397] Gerçekten bugün İslam dünyası, yaygın bir kargaşa içine düş­müştür. Tabii ki bunun çok çeşitli sebepleri vardır. Biz bu se­beplerden bazılarına değinmekle yetineceğiz:

a) İman zayıflığı: İnsanın yaşantısında ve İslam'ın dünya görüşünde en belirleyici değer, Allah inancıdır. O, sadece bir ikrar değil Kur’an bilgisine ve ahlakına dayanan bir yaşantıdır. İslam coğrafyasında yaşayan çok sayıda insanın taşıdığı inanç, İslam'a sadakati içermiyor ve Kur’an'ın sunduğu dine cevap vermiyor. Hatta Müslüman olduğunu söyleyenler arasından, İs­lam'dan uzak durmak ve onu hayatın dışında tutmak gerektiğini söyleyenler bile çıkıyor. Ayrıca Müslüman olduklarını söyleyen çok sayıda insan, imanıyla bir iyilik yapmamış kişi durumunda kalıyor. [1398]

b) Kur’an 'dan uzak durmak: Kur’an, kendi görüş ve çıkarla­rını ön planda tutan ekollerin aleti durumuna düşürülerek adeta susturulmuştur. O, kendine karşı olan sistemler ve yalancı yo­rumlarla kuşatma altına alınarak, dinamik yapısı ve gerçek maksadıyla hayata rehberlik edemez hale getirilmiştir. Oysa herkese "iman insanı" olma onurunu bahşeden Kur’an, ilahi vahyin evrensel rehberliğini ifade eder. Ne yazık ki, hâlâ Müs­lümanların büyük çoğunluğu, doğrudan Kur’an ile sürekli ve sağlam bir ilişki içine girebilmiş değildir.

c) Düşünce tembelliği: Müslüman kitleler, kendi akıllarıyla değil, başkalarının telkinleriyle hareket ediyorlar. İslam'a yö­nelik yanlış bakış açıları, bağımsız düşünememekten kaynakla­nıyor. İslam dünyasının geri kalmışlığını İslam'a yüklemek, dinden uzak kalmakla çağa uyulmuş olacağını savunmak gibi yanlış yargılar, düşünce ve kavrayış eksikliğinin ürünüdür. Bu­nun için, düşünce tembelliği mutlaka aşılmalıdır. İlmen çürütül­müş olmasına rağmen pek çok yanlış görüşün ve ideolojinin Müslümanların hayatına girmesi, doğrusu çok şaşırtıcıdır. Bu gün İslam dünyasının yaşadığı kültürel şok, batı karşısında du­yulan aşağılık duygusunu ve zihniyet köleliğini yansıtıyor.

d) Sosyal ve siyasi krizler: Dünyayı kendi çıkarları doğ­rultusunda yönlendirmek isteyen şer güçler, Müslümanların ha­yata aktif biçimde katılmalarını istemiyorlar. Kendi çıkar ve ay­rıcalıklarının kaybolmasından korktukları için, Müslümanların ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel etkinlikler gösterip İslam'ı yaşanan hayata taşımalarına karşı çıkıyorlar. Şer sistemlerin, Müslümanlara karşı takındıkları baskıcı ve düşmanca tavır, İs­lam dünyasının büyük ölçüde çökmesine ve problemlerin patlak vermesine neden olmuştur. Bugün, Müslümanların hayatlarının büyük bir bölümü kendi kontrolleri dışında, istikballeri de adeta ipotek altındadır. Böyle giderse, İslam dünyasının geleceği, geçmişin işe yaramaz bir taklidi olacağa benziyor. Çünkü Müslümanların duyarsız tavırları, aktif bir İslami gayrete dö­nüşmedikçe Allah onların durumlarım değiştirmez. [1399] Müslüman­ları yönetenler, genelde İslam'a karşı duyarsız ve hayat gerçek­lerinden habersiz kişilerdir. Bunlar, yabancılardan gelen tavsi­yelere ve onlar tarafından verilen direktiflere uysallıkla rıza gösterirler. İslam toplumlarının sorunlarını çözmek yerine, on­ları sıradan ve yatıştırıcı tedbirlerle geçiştirirler. İnsanlara ön­cülük etme durumunda olan bu kişiler, gittikçe azalan bir güve­nilirliğe sahiptirler. Çünkü bunların pek çoğunun dış ülkelerde mal varlıkları ve gizli banka hesapları bulunmaktadır. Bütün bunlar, içteki siyasetin dışarıdan yönetildiğini gösterir.

Sonuç olarak şöyle diyebiliriz:

Müslümanlar, sorunları bü­yüten yanlışlara düşmek yerine onları aşan etkinliklere ulaşma­lılar; sadece inandık demekle yetinmeyip, inancın tüm etkinlik­lerini canlı tutacak bir yapılanmaya kavuşmalıdırlar. Hayat yo­lunda ilerlerken, Kur’an'ın verdiği şu mesajı hiç unutmamalılar:

İnsanlar, inandık demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiç imtihana çekilmeyeceklerini mi sanıyorlar.[1400]

 

HEP O'NUN YOLUNDA OLMAK

 

Davamız uğrunda üstün gayret gösterenleri, Bi­ze varan yollara mutlaka yöneltiriz...” [1401]

Allah, insanı yaratmış ve ona hayat nimetini bahsetmiştir. [1402] O, seçtiği elçiler aracılığı ile de yarattığı insanla konuşmuştur. [1403] Vahiy, Allah'ın sözlü bildirişidir ve onun hükümleri mutlak doğrudur. [1404] Bu ışık, ilk peygamber Hz. Adem'den son peygam­ber Hz. Muhammed'e kadar bütün insanların yolunu aydınlat­mış, bundan sonra da aydınlatmaya devam edecektir. [1405] Zira, in­sanın hayatı doğru değerlendirip anlamlı kılması, hep Allah yo­lunda yürümesiyle ve O'nun değişmez ilkelerini ihtiva eden vahyine uymasıyla mümkün olacaktır.

Bunun için Kur’an, insanı, Allah'a inanmaya, O'na içten bir sevgiyle yönelmeye ve vahiyle bildirilen gerçeklere uymaya ça­ğırmıştır. [1406] Öyleyse insan, üstlendiği görevin bilincinde olmalı, sorumluluğunu yerine getirmeli, Kur’an-hayat bütünlüğü içinde yaratılış gayesine uygun olarak yaşamaya çalışmalıdır.

İnsanın, yaratılış gayesini gerçekleştirmesinde, onun geliş­mesine ve eğitimine katkı sağlayan faaliyetlerin ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ancak bu faaliyetlerin beklenen faydayı sağlama­sı, şu temel ilkeler doğrultusunda gerçekleştirilmelerine bağlı­dır:

a) Allah'a inanmak: Yapılan işler, mutlaka Allah inancına dayanmalı ve her şeyden önce O'na karşı ahlaklı olunmalıdır. Bu da Allah’a inanıp yolunda yürümek ve rızasına uygun güzel işler yapmakla mümkündür. İman değerinden yoksun olan eylemler, Allah katında geçersiz ve değersizdir. Tarih boyunca peygamberlerin inananlarla birlikte yürüttükleri mücadelelere bakılırsa, bunlarda iki değişmez evrensel hedefin olduğu görü­lür. Bunlardan ilki şirke karşı tevhit; ikincisi de zulme karşı adetlettir. [1407] Demek ki tevhit, Allah'a; adalet de insanlara karşı ah­laklı olmak anlamına gelmektedir. İnsanın Allah'a karşı ahlaklı davranması ise, hep O'nun yolunda olmasıyla gerçekleşir.

b) İnsana saygılı olmak: Bu ilke, insanın varlık şartlarını ta­nımayı, anlamayı ve onun sahip olduğu potansiyeli doğru de­ğerlendirmeyi sağlar. İnsanın, sürekli gelişen ve değişen bir çiz­gisi, biyolojik ve ruhsal yapısı, toplumsal ve tarihi çevresi, geç­mişe ait hatıraları, geleceğe ait umutları ve kaygıları var. Dünya her an, insanın zihninde farklı şekillenmekte; o, korkulan, sev­gileri, istekleri, inançları ve değer yargılarıyla gün geçtikçe ye­niden keşfedilmektedir. İnsana, çocukluğundan itibaren saygı­nın gereğini vurgulamak, saygı duyacağı değerleri ve varlıkları tanıtmak önemlidir. Ama bundan daha önemli olan, ona saygılı bir davranışın ne demek olduğunu öğretmektir. Eğer insana saygının pratik anlamı kavratılmazsa o kimi zaman saldırgan, kimi zaman korkak, kimi zaman da yetersiz ve umursamaz olur.

c) Düşünceye saygı duymak: Düşünmek bir arama, araştır­ma ve eğitim işidir. Düşünebilmek kadar dinlemesini bilmek ve farklılıklara tahammül edebilmek de bir erdemdir. Bunun için insan, karşısındaki insanların fikirlerine katılmasa da onlar üze­rinde düşünmelidir. Çünkü insanlar aynı kelimeleri kullanmala­rına rağmen onlardan aynı anlamları çıkarmazlar. Bunun nede­ni, insanların zihinsel anlam kodlarının farklı olmasıdır. Şu hal­de insanın özgürce düşünmesine engel olan her davranış, dü­şünceye saygısızlık anlamına gelmektedir. İnsanlar, kendi iyiliklerini, doğru bildikleri yolda arama özgürlüğüne sahiptirler. Öyleyse herkes, kendi özgür iradesinin ve tercihinin sahibi ola­bilmelidir.

d) Ahlaki olana saygı: İnsanoğlu, çağımızda teknik açıdan baş döndürücü bir başarıyı yakalamasına ve olağanüstü imkân­lara sahip olmasına rağmen, dünyanın hakkını verecek ahlaki olgunlukta insanlar yetiştirmede aynı başarıyı gösterememiştir. Bunun en açık kanıtı, çok sayıda insanın hayatında zihin huzu­ru, vicdan ile barışık olma ve ruh zenginliği gibi hallerin eksik­liğini hissediyor olmasıdır. Ayrıca pek çok insan, iyinin ne ol­duğunu bilse de her zaman iyi davranışı gerçekleştirememektedir. Çünkü insanın hayatında ağır basan ve onun yönünü tayin eden şey, söylenen sözlerden çok yapılan işlerdir. Bu yüzden, güzel sözler söylemek, öğütlerde ve tavsiyelerde bulunmak, bu insanlara yetmiyor. İşte burada imanın insanı iyiye teşvik edici rolü ortaya çıkıyor. Öyleyse çağın ahlaki yapısına iman, doğ­ruluk, sevgi ve saygı gibi yüksek değerle hakim olmalı; eğer amaç ahlaklı insan yetiştirmekse, ahlak mutlaka dinle temellendirilmelidir. Çünkü herkesin bildiği iyinin yanına sevabı, kötü­nün yanına da günahı koymadan ahlaklı olunamaz. Ahlakı dinle temellendiren insan, kendini yönsüz, desteksiz ve şaşkın bıra­kabilecek her türlü uygulamada, Allah inancını ve sevgisini, ko­ruyucu bir güç olarak yanında bulabilir. İnanç bütünlüğü içinde oluşan ahlaki fikirler, böylece davranışlara kılavuzluk eden bir güç haline gelir.

e) Bilgiyi bilinç haline getirmek: Bilinç haline gelmemiş bilgi, doğru olsa dahi etkisiz bilgidir. Etkisiz bilgi ise bilinci bulandırır, yanılgılara sebep olur ve müspet gelişmeleri engel­leyebilir. Ama güvenilir ve tutarlı bilgiler üzerine kurulu düşün­celer, insanın ahlaklı yaşamasına, iyi ve doğru olanı yapıp bun­ları hayata katmasına vesile olur. Zaten bir inancın ve idealin, insanda halis bir ruh besini haline gelip gelmediği, ancak güzel ahlakta görülür. Ancak bu inancın yaşaması için, doğru ve iyi olması yetmez, ayrıca o inancı yaşatacak ehil insanların bulun­ması da gerekir.

d) Tarihi mirasa saygı: Bu, geçmişin günümüz açısından yerini, önemini ve fonksiyonunu tespit edebilmek anlamına ge­lir. İnsan, kendini inşa ederken tarihin mesajını çözebilmeli, bunun içinde çok yoğun bir ilmi ve fikri çaba içine girmelidir. Tarihi mirasa saygı, ne körü körüne geleneğe sığınmak, ne de gelenekten kaçmaktır; aksine kültürel mirası, yetişmekte olan nesillere bir yardım ve ilham vasıtası olarak sunabilmektir.

Sonuç olarak, insanın her an Allah yolunda olmasını ve ke­male ermesini sağlamak için, onun doğru anlamaya ve uygula­maya yönelik zihinsel çabalarını zenginleştirip beslemek gere­kir. Çünkü doğru düşüncenin doğru kararlara yansıması, doğru kararların da iyi davranışlarla bütünleşip kaynaşması, büyük öl­çüde buna bağlıdır. Bunun için Kur’an, bizlerden Allah yolunda aktif ve üstün gayretler göstermemizi istemiş, bu gayretlerin O'nun tarafından sevapla ödüllendirileceklerini müjdelemiştir. [1408] İnsanın sahip olduğu dünyacı değerler bir gün tükenir; ama ha­yırlı işlerden hasıl olan sevaplar baki kalır. [1409]

 

DUANIZ OLMASA

 

Rabb 'iniz (şöyle) buyurur: Bana dua edin, du­anızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, mutlaka aşağılanmış olarak cehen­neme gireceklerdir.” [1410]

Her şeyi yaratan Allah olduğundan bütün yaratıklarda O'na doğru bir yöneliş vardır. [1411] Yaratılmış varlıkların en üstünü ve değerlisi de insandır. [1412] Allah insanı yaratıp onu kendi varlığın­dan haberdar etmiştir. Bu da insanın özü itibari ile Allah'ı ta­nıma ve O'na inanma yeteneği ile donatıldığını gösterir. [1413] Ayrı­ca Kur’an'da, insana Allah'ı Rab olarak tanıma özelliğinin ve­rildiğinden söz edilir. [1414] Bu özelliğinden dolayı insan, Rabb'inden uzak kalamaz ve O'na her zaman ihtiyaç duyar.

İnsan, bu ihtiyacını ancak Allah'a kulluk ederek karşılayabi­lir. Çünkü onun yaratılış gayesi ve esas görevi Allah'a kulluk­tur. [1415] Kulluk faaliyetlerinin en önemlilerinden biri de duadır. Dua kelimesi, sözlükte "çağırmak, istemek, yalvarmak ve yar­dım talep etmek" gibi anlamlara gelir. [1416] Bu kelime, "büyükten küçüğe, aşağıdan yukarıya vaki olan talep ve niyaz" anlamında bir isim olmuştur. Bunun için, "insanın Allah'ın yüceliği karşı­sında aczini itiraf etmesine, sevgi ve tazimle O'nun lütuf ve ih­sanını istemesine veya bu amaçla icra edilen ibadet şekline" dua denir.

Dua, insanın halini Allah'a arz etmesi, O'na niyazda bulun­ması, Rabb'ine doğru yönelip O'nunla diyalog kurmasıdır. Dua, insanın kibirlenme ve istiğnadan vazgeçip Allah'ın mutlak kudretini, adaletini ve merhametini kavramasından doğan bir boyun eğmedir. O, insanın kendi ihmallerini İkmal eden bir ikbal kapı­sı değildir. Kur’an'daki dua örneklerinin büyük bir bölümünün, dünyevi nimet ve menfaatlerden ziyade bağışlanma, hidayet ve Allah yolunda yardım isteme niteliğinde olması [1417], değinilen ger­çeği desteklemektedir. Şu halde insan, kendi sorumluluğunu bütünüyle yerine getirdikten sonra karşısına çıkabilecek engel­lerin aşılması hususunda Allah'tan yardım isteyebilir. Kişinin duayı, bir sihir tekniği gibi algılamaması ve uygulamaması ge­rekir.

Kur’an'da, insanın çaresizlik içinde ve zor şartlarda duaya başvurması üzerinde ısrarla durulur. Dini yönelişin belirgin ve­ya zayıf hale geldiği durumlar açıklanırken aynı zamanda bu yönelişin, insan tabiatında fıtri ve genel bir motif olarak bulun­duğu ortaya konulur. Ayetlerin beyanına göre insan bir tehlike ve sıkıntıya düşerse, bütün samimiyetiyle Allah'a yönelir; bık­madan usanmadan dua edip iyilik ve başarı ister. Fakat kendisi­ni emniyet içinde ve başarılı gördüğü durumlarda dua isteği za­yıflar, kendi güç ve yeteneğine güvenip Allah'tan yüz çevirir. [1418] Buradan şöyle bir sonuca varılabilir. Din duygusu zayıfladığı zaman insan hayatında olumsuz gelişmeler görülebilir. Bunu önlemek için insan şuurunda dini inanç ve duygunun mümkün olduğu kadar canlı ve etkili bir halde bulunması gerekir. Bu da dua ve ibadetle sağlanır. Bu yüzden Kur’an'da insanların Al­lah'a dua etmeleri istenmiş ve bu dua O'na kulluk etme belirtisi olarak kabui edilmiştir. [1419] Şu halde dua ve ibadette amaçlanan şey, insan şuurunda Allah inancının canlı ve devamlı kalmasını sağlamaktır.

Dua ederken bazı şekli ve ahlaki şartlara uyulması gerekir. Bunlardan en önemlisi, dua eden kimsenin Allah'a huşu içinde yalvarması, aynı zamanda edepli, istekli ve ümitli olmasıdır. [1420] Ayrıca insan, duayı duyarlı bir kalple yapmalı, isteğini sade ve kesin bir dille belirtmeli, Allah'tan beden ve ruh sağlığı, dünya ve ahiret mutluluğu istemeli, bir de duanın kabulü için acele etmemelidir. Dua sözcükleri mümkün olduğunca ayet ve hadislerden seçilmelidir. Özellikle örnek dua metni mahiyetindeki bazı sure ve ayetler [1421], dua olarak okunabilir. Bunların başında da kulun taleplerini ve en içten dileklerini benzersiz bir üslupla di­le getiren Fatiha suresi gelir. Bu özelliğinden dolayı anılan sure, bütün Müslümanların en çok okudukları dua metni haline gel­miştir. Ayrıca Hz. Peygamberin dua ederken en çok:

Ey Rabb'imiz! Bize bu dünyada iyilik ver, ahirette de; bizi ateşin azabından koru.” [1422] anlamındaki ayeti okuduğu ve Müslümanlara da bu ayeti okumalarını tavsiye ettiği belirtilir. [1423] Peygamber uy­gulaması ve tavsiyesi nedeniyle Fatiha suresi gibi bu ayet de, bütün Müslümanların namazda ve namaz dışında her vesileyle okudukları dua ayetleri arasında yer almıştır.

Kur’an'da yer alan dua ayetleri ile Hz. Peygamberin aynı ma­hiyetteki hadisleri, hem Allah ve peygamber sözü olmaları hem de manalarının zengin ve kapsamlı oluşu nedeniyle Asr-ı saa­detten itibaren Müslümanlar tarafından büyük ilgi görmüş ve bu ilgi me'sur duaların derlendiği bir çok kitabın telif edilmesine yol açmıştır. [1424]

Dua konusunun daha iyi anlaşılması için, onun gerçek ma­hiyetinin ve önemli vasıflarının açıklanması şarttır. Kur’an'da dua edene Allah'ın karşılık vereceği bildirilir. [1425] Bunun için prensip olarak duanın fayda verdiğine inanmak gerekir. Ancak buradan Allah her isteneni yerine getirir şeklinde bir sonuç çı­karılmamalıdır. Çünkü Allah, sünnetullaha (varlık ve oluşa egemen kıldığı ilkelere) ters düşmeyen duaları kabul eder. O'nun kendi yasalarına aykırı davranması beklenemez. Bunun için, kimden gelirse gelsin Allah, kendi yasalarına ters düşen taleple­ri reddeder. [1426]

İslam ölçülerine uyan gerçek bir duanın iki önemli vasfı vardır. Bunlardan biri teşebbüs diğeri de tevekküldür. Duanın değerinin olması ve hedefini bulması için, önce gayretin kuldan gelmesi gerekir. Zira insandan istenen, ilahi düzenin gerekleri içinde elinden geleni yapmasıdır. İnsanın kendi güç ve kapasi­tesi oranında sebeplere sarılıp işin gereğini yerine getirmesi, o sebeplerin Yaratıcısına karşı fiili bir duadır. Teşebbüs dediği­miz de budur. Kim yaparsa yapsın böyle bir dua çoğu kez kar­şılıksız kalmaz. Demek ki Allah'ın kainatta koymuş olduğu dü­zenin gereklerine göre davranmak, bir tür fiilî dua olmaktadır. Bu aynı zamanda Allah'ın rahmet kapısını çalmaktır. Fakat ce­vap O'na aittir.

Arzu edilen şeyi elde etmek için teşebbüs gerekli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Bir de işin tevekkül boyutu vardır. Teşebbüsün son sınırına gelince tevekkül alanına girilir. Bu yüzden teşebbüsten sonra güven içinde Allah'a iltica etmeye tevekkül denir. İşte dua, bu iki esası kendinde toplayan bir iba­dettir. O, maddi hayat için gerekli olan teşebbüsle manevi hayat için gerekli olan iman ve tevekkülü dengeli biçimde yürütme işlemidir. Bunun için teşebbüs ve tevekkül, İslam'da duanın iki yönü ve birbirinden ayrılmaz bütünüdür.

Çağımızda Batı âlemi teşebbüse ağırlık verdiği için maddi alanda büyük bir ilerleme sağladı ve tekniğin zirvesine ulaştı. Ancak tevekkül yönünü ihmal ettiğinden bu üstünlük insanlığa gerçek bir mutluluk getiremedi. Doğu alemi de tevekkülü yanlış yorumlayarak teşebbüsü ve gayreti gevşetti, sonunda Batı'nın uydusu haline geldi.

Sonuç olarak dua, insanın Allah'tan bir şey istemesi, O'nu anması ve yardıma çağırmasıdır. O hamd, şükür, zikir, teşbih, istiane ve istiaze gibi eylemleri kapsayan dini duygu ve yöneli­şin ifadesi, kulluk makamlarının da en önemlisidir. Bu yüzden Kur’an'da insanın, ancak Allah'a olan yönelişi ile değer kazana­cağı belirtilmiş, “Duanız olmasa Rabb'iniz size ne diye değer versin.” [1427] denilmiştir. Öyleyse insan, Allah'a yönelmeli, daima O'nun ilgi ve rahmetini çekecek bir başvuru içinde olmalıdır.

Tabii ki dua kadar onun makbul olması da önemlidir. Bunun için Hz. Peygamber: "Allah'ım! Ürpermeyen kalpten, doymayan nefisten, fayda vermeyen ilimden ve kabul olmayacak duadan sana sığınırım." [1428] diyerek Rabb'ine yalvarmıştır.

Ey Rabb'imiz, bu duamı kabul buyur: Hesabın görüleceği Gün, beni, anamı-babamı ve bütün müminleri bağışla.” [1429]

 

BİBLİYOGRAFYA

.

1- Abdullah Draz, Din ve Allah İnancı, (çev. Bekir Karlığa), Bir Yayıncılık, İstanbul, ts.

2- Ahmed b. Hanbel, el-Musned, Beyrut, ts.

3- Aydın, Mehmet. Din Felsefesi, İzmir, 1999

4- Buhari, Muhammed b. İsmail, el-Câmiu's-sahih, Beyrut, ts.

5- Fazlur Rahman, Ana Konularıyla Kur'an, (çev: Alpaslan Açıkgenç), Fecr Yayınları Ankara, 1993

6- Güler, İlhâmi. Allah 'in Ahlâkiliği Sorunu, Ankara Okulu yayın­ları, Ankara, 1998

7- Hatemi, Hüseyin. İnsan Hakları Öğretisi, İşaret yayınları, İs­tanbul, 1988

8- İnsanlık ve Sevgi Dini İslam, Birleşik yayın­cılık, İstanbul, 1997

9- İbn Abidin, Reddu'I Muhtar, Beyrut, ts.

10- İbn Kesir, Ebu'l-Fidâ İsmail, Tefsiru'l Kur'ani'l azim, Beyrut,1970

11- İbn Manzûr, Lisanul Arab, Beyrut, ts. ;

12- İzzet Derveze, et-tefsiru'l-hadis, (çev: S. Karataş, A.Çelen, M. Çelen, E. Demir, M. Önder, V. İnce, M. Altınkaya, M. Baydaş, R.Yıldırım), Ekin yayınları, İstanbul, 1997

13- Kurtubî, Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Câmi liahkâmi’l Kur'an, Beyrut, ts.

14- Muhammed Ali es-Sâbûni, Safvetû't-Tefâsi'r, Beyrut, 1981

15- Muhammed Esed,  Kur'an Mesajı:  meal-tefsir,   (çev:  Cahit Koytak-Ahmet Ertürk) İşaret, İstanbul. 1999

16- Muhammed F.Abduibâki, el-Mu'cemu'l müfehres îi el-fâzi'l Kur'ani’l Kerim, Beyrut, ts.

17- Muhammed İ. İbrahim, Mu'cemu'l elfâzi ve'l a'lami'l Kuraniyye, Kahire, ts.

18- Muhyiddin-i Nevevi, Riyazü's'-Salihin ve Tercemesi, (trc: Kıvamüddin Bursları - Hasan Hüsnü Erdem), Ankara, 1970

19- Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri, el-Câm’us-sahih, Beyrut, 1998

20- Özsoy, Ömer.-Güler, İlhami. Konularına Göre Kur'an (Siste­matik Kur'an Fihristi), Fecr Yayınevi, Ankara, 1996

21- Rağib el-İsfehâni, Müfredattı elfâzi'I Kur'un, Dimaşk, 1992

22- Râzi, Muhammed b. Ömer Fahruddin, et-Tefsiru'l kebir, Tah­ran, ts.

23- Sehârenfuri Halil Ahmed, Bezlu'l mechudfi halli Ebi Davud, Beyrut, ts.

24- Taberi, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir, Câmiu'l beyân fi tefsi­ri’l Kur'an, Beyrut, ts.

25- Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1994

26- Yazır, Elmalılı M. Hamdi. Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, ts.

27- Zebidi, Zeynü'ddin Ahmed b. Ahmed b. Abdi'l-Latif, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi (trc: Ka­mil Miras), Ankara, 1970

28- Zemahşeri Mahmud b Ömer, el-Keşşâf Beyrut, 1977

29- Esâsu’l belâğa, Beyrut, 1992 [1430]

 

 

 

 

 

 



[1] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 9-10.

[2] En'am: 6/161.

[3] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'I Arab, XIII, 169 vd: Rağıb el-İsfehani. el-Müfredât. s. 175

[4] Bkz. Seyyid Şerif Gürcan i. Ta'rifal. "din" md.; M. Abdullah Draz. Din ve Al­lah İnancı, s.40

[5] Bkz. Rûm: 30/30 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 11-12.

[6] Bkz. Mücfessir: 74/46; Fatiha: 1/4; Mâ un: 107/1: Kâfirum: 109/6; Tin: 95/7; Sâd: 38/78: A'râf: 7/29,51; Vâkı'a:  56 /56. 86: Şu'arâ: 26/82: Yûnus: 10/22, 104, 105.  Yûsuf: 12/40, 76; Hicr: 15/35; En'am: 6/70. 137. 159.  161; Sâffât: 37/20. 53; Lokman: 31/32; Zümer: 39/2, 3, 11, 14; Fâfır: 40/14, 26, 65; Şûara: 42/13, 21: Zânyât: 51   6. 12; Nahl: 16/52; Me'âric: 70/26: İnfitâr: 82/9, 15, 17, 18; Rûm: 30/30, 32, 43; Ankebût: 29/65; Mutaffifin: 83/ II; Bakara: 2/132, 193, 217. 256; Enfâl: 8/39, 49. 72; Âl-i İmran: 3/19, 24. 73. 83, 85; Ahzâb: 33/5; Mümtehine:  60 8; Nisa: 4/46. 125. 146, 171; Beyyine: 98/5: Nûr: 24/2. 25. 55: Hac: 22/78; Hucurât: 49/16; Saf: 61/9; Fetih: 48/28: Mâide: 5/3, 54. 57, 77; Teybe: 9/11. 12. 29. 33, 36. 122; Nasr: 110/2

[7] Bkz. Fatiha: 1/1-3

[8] Bkz. Nasr: 110/2

[9] Bkz. Âl-i İmrân: 3/19

[10] Bkz. Âl-i İmrân: 3/85

[11] Bkz. Zümer: 39/3

[12] Bkz. Şûra: 42/21

[13] Bkz. Maide: 5/3

[14] Bkz. Zümer: 39 11; Âl-i İmrân: 3/73

[15] En’am 6/161

[16] Bkz. Yusuf: 12/40: Beyyine: 98/5 vb.

[17] Bkz. Tevbe: 9/29, 33 vb.

[18] Bkz Fetih: 48/28; Saf: 61/9

[19] Bkz. Âl-i İmrân: 3/85; Kâfirun: 109/6

[20] Bkz Bakara: 2/208

[21] Yûsuf: 12/40

[22] Bkz. Ahmed ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi, I. 58

[23] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 12-14.

[24] Bkz. Şûra: 42/13: Mülk: 67/ 10 vb.

[25] Bkz. Bakara: 2/256: Hac: 22/78

[26] Bkz. Enfâl: 8/39 vb.

[27] Bkz. En’am: 6/161: Bakara: 2/213: Âl-i İmrân: 3/104 vb.

[28] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 14-15.

[29] Bkz. Âl-i İmrân: 3/104, 1 10, 114: Hac: 22/41 vb.

[30] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 15.

[31] Bkz, Rahman: 55/1-4

[32] Bzk Bakara: 2/2: Kehf: 18/1-2: İsra: 17/9 vb

[33] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 15-16.

[34] Bakara: 2/ 256.

[35] Bkz. Mâide: 5/5; En 'am: 6/ 88; A 'râf: 7147: Zümer: 39/65 vb

[36] Bkz. En'am: 6/82

[37] Bkz. Hac: 22/41

[38] Bkz. Bakara: 2136, 255, 285; Nisa: 4/136. 150, 151. 152; İhlâs: 112/1-4 vb.

[39] Bkz. M.İsmail İbrahim. Mu'cemu'lelfazi ve'I a'kimi'l Kur'aniyye, s.267

[40] Bzk. Kehf: 18/110:Nisa: 4/36 vb.

[41] Bkz Nisa: 4/48, 116, Lokman: 31/13

[42] Bkz. Sehârenfûri. Bezlü'l mechud, VII. 297-298

[43] Bkz. Bakara: 2/255

[44] Bkz Bakara: 2/256

[45] Bkz. Bakara: 2/285

[46] Bkz. En’am: 6/3

[47] Bkz. Nisa: 4/150-153; Bakara: 2/285

[48] Bkz. Âl-i İmrân: 3/103 

[49] Bkz Mâide: 5/3

[50] Bkz. Nisa: 4/60

[51] Bkz. A 'raf: 103/157. En'am: 6/74-90: Kasas: 28/76-83 vb.

[52] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 17-20.

[53] Al-i İmrân: 3/85.

[54] Bzk Al-i İmran: 3/19; Nahl: 16/52vb.

[55] Bkz. Şûra: 42/3

[56] Bkz. Maide: 5/3

[57] Bkz. Bakara: 2/132

[58] Bkz. Bakara: 2/177; Âl-i İmrân: 3/23

[59] Bkz. En’am: 6/79

[60] Bkz. Bakara: 2/285

[61] Şurâ: 42/13

[62] Bkz. Şûra: 42/21

[63] Bkz  Nasr: 110/1-2

[64] Bkz. Zümer: 39/2-3 vb.

[65] Bkz. Yûsuf: 12/76: Kâfirun: 109/6; Gâfir: 40/ 26 vb.

[66] Bkz. Ğâfır: 40/26

[67] Bkz Furkan: 25/27-29

[68] Bkz. Yûnus: 10/90-91 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 21-22.

[69] Bkz. İbn Manzur. Lisanu’l Arab, II, 123-124

[70] Bkz. Âl-i İmrân: 3/190; Rûm: 30/22 vb.

[71] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 22-23.

[72] Bkz. H. Ziya Ülken. Sosyoloji Sözlüğü, s.209

[73] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 23-24.

[74] İbrahim: 14/52.

[75] Bkz Al-i İmran: 3/19, 85

[76] Bkz, A'raf:  7/158; Sebe: 34/28

[77] Bkz. Ğaşiye: 88/22

[78] Bkz Maide: 5/92.99

[79] Bkz. Bakara: 2/256

[80] Bkz. Kehf: 18/29

[81] Bkz. Ahkâf: 46/31-32

[82] Bkz. Nahl: 16/125

[83] Bkz Maide: 5/67

[84] Bkz, Kaf: 50/45, Ğaşiye: 88/21

[85] Bkz Şuara: 26/214

[86] Bkz Hadid: 57/8; Saf: 61/7: Nahl: 16/125. Al-i İmran: 3/14,104: Ra'd: 13/14 Mû’min: 40/41: Enfal: 8/24: Muhammed: 47/35

[87] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 25-26.

[88] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 26.

[89] Bkz. Buhari. İman, 29 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 27.

[90] Al-i İmran: 3/104

[91] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 27-28.

[92] Mâide: 5/3.

[93] Bkz. Bakara: 2/185; Enam: 6/114; Â'râf: 7/2; Enbiyâ: 21/10; Zümer: 39/1 Ahkâf: '46/12: İbrahim: 14/52 vb.

[94] Bkz. Nahl: 16/89; Fussitel: 41/44: İsrâ: 17/82 vb

[95] Bkz. Hud: 11/I

[96] Bkz. Bakara: 2/85

[97] Bkz. Al-i İmrân: 3/3

[98] Bkz. Yûsuf: 12/1-2

[99] Bkz. Bakara: 2/2: Nisa: 4/82

[100] Bkz. Tarık: 86/13-14; Yasîn: 36/69

[101] Bkz. Hicr: 15/9; İsrâ: 17/9

[102] Bkz. Hicr: 15/9; İsrâ: 17/9

[103] Bkz. Fussilet: 41/41-42; Keh: 18/109; Lokman: 31/27

[104] Bkz. Kalem: 68/4; Ahzâb: 33/ 21

[105] Bkz. İbn Manzur. Üsamt'l Arab, XIII, 289 vd.; Rağip el-İsfahani. el-Müfredat, s.421 vd.: M. İsmail İbrahim. Mucemu'I elfâzi ve'I a'lami'l Kur'aniyye, s.249-250

[106] Bkz. M.İsmail İbrahim, age, s.249-250

[107] Bkz. Âl-i İmrân: 3/19.85; Mâide: 5/3: En'am: 6/125: Zümer: 39/22; Saf: 61/7

[108] Bkz. Âl-i İmrân: 3/83; En'am: 6/14: Bakara: 2/131; Neml: 27/44 vb.

[109] Bkz. Mâide: 5/3 

[110] Âl-i İmrân: 3/85

[111] Bkz. İbn Manzur. age, VIII, 176; Rağıp el-İsfehani. age, s.450

[112] Bkz. Mâide: 5/ 48: Şûra: 42/13 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 29-31.

[113] Bkz. İsrâ: 17/39

[114] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 31-32.

[115] Ğafir: 40/40.

[116] Bkz. Zâriyât: 51/56

[117] Bkz. İbrahim: 14/1,

[118] Bkz. Enbiya: 21/107; Sebe: 34/28

[119] Bkz. Ğâfir: 40/40

[120] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 33.

[121] Bkz. Bakara: 2/208

[122] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 34-35.

[123] Mülk: 67/2.

[124] Bkz. Bakara: 2/29: Mülk: 67/15

[125] Bkz. Enbiya: 21/105

[126] Bkz. Rûm: 30/41

[127] Bkz. Mülk: 67/2

[128] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 36.

[129] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 36-37.

[130] Bkz. Necm: 53/39-41

[131] Bkz. Hûd: 11/88

[132] Bkz. Beyine: 98/8 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 37-38.

[133] Ba­kara: 2/208.

[134] Bkz. İsra: 17/9

[135] Bkz. Râzi. et-Tefsiru'l kebir, li 207; İzzet Derveze, et-tefsiru'l hadis, VII,  318 vd.

[136] Bkz. Mâide: 5/3

[137] Bkz. Enam: 6/38

[138] Bkz. Hicr: 15- 26. 28, 33; Enam: 6'2 vb.

[139] Bkz. İnsan: 76- 3: Bakara: 2/30; Nahl: 16/78

[140] Bkz Hicr: 15/99

[141] Bkz. Câsiye: 45/13

[142] Bkz. Ahmed ez-Zebidi. Tecrid Terccmesi, I, 29

[143] Bkz. En’am: 6/165

[144] Bkz. Hud: 11/7 vb.

[145] Bkz. Âl-i İmran: 3/104, 110 vb.

[146] Bkz. Hac: 22/41 

[147] Bkz. Enfâl: 8/61 vb.

[148] Bkz. Enbiyâ: 21/92 

[149] Bkz. Hucurât: 49/10

[150] Bkz. İsra: 17/14 2

[151] Bkz. İsrâ: 17/82 1

[152] Bkz. Yûnus: 10/57

[153] Bkz. Fussitet 41/44

[154] Bkz. Enbiyâ: 21/107

[155] Bkz. Ahzâb: 33/21, 24

[156] Bkz. Enfâl: 8/20. 24 vb.

[157] Enfâl: 8/25

[158] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 39-43.

[159] En'am: 6/ 98.

[160] Bkz. Vakıa: 56/ 77-80 2

[161] Bkz. İbrâhîm: 14/52

[162] Bkz. Kamer: 54/17: Muhammed: 47/24; Müzzemmil: 73/20 vb.

[163] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 44-45.

[164] Hucurat: 49/14

[165] Saf: 61/2-3

[166] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 45-46.

[167] Şûra: 42/13.

[168] Bkz. En'am: 5/114, 119, 126; Hûd: 11/1: İsrâ: 17/12 vb.

[169] Bkz. Bakara: 2/137; Âl-i İmrân: 3/19, 84, 85

[170] Bkz. Nisa: 4/105; Nah:16/44, 64 vb.

[171] Mâide: 5/3

[172] Bkz. En'am: 6/115

[173] Bkz. Bakara: 2/131; Âl-i İmrân: 3/20 vb.

[174] Bkz. Enbiyâ: 21/92; Mü 'mimin: 23/52

[175] Bkz-Mâide: 5/13-14vb.

[176] Bkz. Bakara: 2/75; Maide: 5/41

[177] Bkz. Bakara: 2/174 Yûnus: 10/19; En'am: 6/159vb.

[178] Bkz. Yûnus: 10/19

[179] Al-i İmrân: 3/64

[180] Bkz- M İsmail İbrahim. Mu’cemu’l elfazi ve’l alami’l Kur’aniyye s 50

[181] Bkz. Al-i İmrân: 3/69, 71, 98-99, 187; Nisa: 4/153-155. 177 vb

[182] Bkz. Mâide: 5/19

[183] Bkz. En'am: 6/153

[184] Bkz İbn Manzur, Usanu'l Arab- XII, 522 vd- Rağıp el-İsfehani. el-Müfredat, s,439

[185] Bkz. İbrahim: 14/24

[186] Bkz. Râzi. et-Tefsiru'l kebir, l'lll, 86; Taberi. Câmiu'l beyan.III, 214 vd; Kurtubi. el-Câmi li ahkami'l Kur'an, 1V 106; İbn Kesir. Tefsiru'l Kur'ani'l’azim 11,53

[187] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 47-50.

[188] Bkz. Bakara: 2/207

[189] Bkz. Hicr: 15/99

[190] Bkz. İsrâ: 17/22

[191] Bkz. Kehf: 18/110

[192] Bkz. Fatiha: 1/1

[193] Tevbe: 9/31

[194] Al-i İmrân: 3/85 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 50-51.

[195] Nisa: 4/59.

[196] Bkz. Tevbe: 9/6; Bakara: 2/75 vb.

[197] Bkz. Bakara: 2/185 vb.

[198] Bkz. Nahl: 16/103; Şu'ara: 26/195: Ahkâf: 46/12

[199] Bkz. Maide: 5/2 vb.

[200] Bkz. Tevbe: 9/ 33; Fetih: 48/28 vb.

[201] Bkz. Teybe: 9/33

[202] Bkz. Hucurât: 49/13

[203] Bkz. Hûd: 11/118

[204] Bkz. Bakara: 2/83; En'am: 6/108; Şûra: 42/15

[205] Bkz. Mümtehine: 60/8

[206] Bkz. Ğâfır: 40/64; Mülk: 67/15 vb.

[207] Bkz. Bakara: 2/84

[208] Nisa: 4/59

[209] Ankebût: 29/8 vb.

[210] Bakara: 2/256

[211] Bkz. Ahzâb: 33/36

[212] Hucurât: 49/13

[213] Bkz. Nisa: 4/71: Ahzâb: 33/60 vb.

[214] Bkz. Âl-i İmran: 3/104

[215] Bkz. Mâide: 5/2

[216] Bkz. Sâd: 38/26

[217] Bkz. Şûra: 42/15

[218] Bkz. Âl-i İmrân: 3/159

[219] Bkz. Şûra: 42/38

[220] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 52-55.

[221] Şu'arâ: 26/53.

[222] Bkz En'am: 6/153

[223] Bkz Maide: 5/1-3 vh

[224] Bkz Bakara: 2/143

[225] Bkz Al'ilmrân: 3/110

[226] Bkz En’am: 6/145-146: Kasas: 28/77 vb.

[227] Bkz Nisâ: 4/135; Sâd: 38/26; Kehf: 18/28 vb.

[228] Bkz Furkan: 25/43; Câsiye: 45/23: Kasas: 28/50 vb.

[229] Bkz İnsan: 76/1-3 İsrâ: 17/70 vb.

[230] Bkz Mülk: 67/23: Hucurât: 49/13 vb.

[231] Bkz Bakara: 2/21, 30, Enam: 6/165. Yûnus: 10/14: Fatır: 35/39 vb.

[232] Bkz. Anke'bût: 29/61: Lokman: 31/25 vb.

[233] Bkz. Bakara: 2/213: Ra'd: 13/12 vb.

[234] En'am: 6/153

[235] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 56-58.

[236] Âl-i İmrân: 3/104.

[237] Bkz. İsrâ: 17/9; Maide: 5/16 vb.

[238] Bkz. Tevbe: 9/33

[239] Bkz. Yâsîn: 36/47 vb.

[240] Bkz. Tekâsür: 102/1-2

[241] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 59-61.

[242] Enfal: 8/61

[243] Bkz. Mâide: 5/3; Yûnus: 10/5 vb.

[244] Fussilet: 41/34

[245] Bkz. Bakara: 2/190-193; Nisa: 4/79; Mâide: 5/2 vb.

[246] Bkz. Bakara: 2/208; Âl-i İmran: 3/19; Enfal: 8/61: Tevbe: 9/6 vb.

[247] Bkz. Maide: 5/54-57 vb.

[248] Bkz. Mâide: 5/ 56; Mücâdele: 58/22

[249] Hizb kelimesi, çeşitli kullanım biçimleriyie Kuran'ın tamamında 20 kez ge­çer. Hizb kelimesinin geçtiği sure ve ayetler (nüzul sırasına göre) şunlardır: Sad: 38/11.13; Fatır: 35/6; Meryem: 19/ 37; Hud: 11/17: Ğafir: 40/1 5,30, Zuhruf: 43/65; Kehf: 18/12; Mü'minûn: 23/53; Rûm: 30/32; Ahzab: 33/20(2),22; Ra'd: 11- 36; Mücâdele: 58' 19(2),22(2); Mâide: 5/56

[250] Bkz; İbn Manzur. Lisanu’l Arab, l, 308-310

[251] Bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XVIII, 183-184

[252] Bkz. Mâide: 5/56; Mücâdele: 58/22(2)

[253] Bkz. Râzi. et-Tefsiru'l kebir, XII, 32; Yazır. Muhammed Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, III, 1721

[254] Bkz. Mücâdele: 58/19

[255] Bkz. Mücâdele: 58/14-21

[256] Mâide: 5/54-56

[257] Mücadele: 58/22

[258] Bu terkibin "siyasi parti'' manasında bir terim haline gelmesi, XIX. yüzyılın sonlarına rastlar. Günümüz Arap dünyasında siyasi oluşumların büyük bir kısmı da bu isimle anılır. Bunların en meşhuru XX. yüzyılda Lübnan'da yapılanan Hizbullah örgütü olup bölgede İsrail Devletrnin nüfuzunu kır­mak ve kendi anlayışları doğrultusunda bir devlet kurmak için faaliyet göstermekledir (bkz. DİA, I'III, 183-184) Ayrıca bir dönemde ülke gündemine giren ve adeta bir ölüm makinesi görünümü veren sabıkalı vahşet örgütü­nün. Kur’an'daki "hizbullah" kavramıyla örtüşen bir yanı olmadığı gibi İs­lam'la da uzaktan yakından hiçbir alâkası yoktur.

[259] Bks. Sâd: 38/11

[260] Bkz, Mü'minim: 23/53-54

[261] Bkz. Fatiha: 1/4

[262] Bkz. Muhammed: 47/7

[263] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 62-67.

[264] Furkân: 25/30

[265] Bkz. Bakara: 2/185; İsra: 17/9

[266] Bkz. Nahl: 16/89: Mâide: 5/15

[267] Bkz. Hicr: 15/9; İsrâ: 17/9

[268] Alak: 96/1

[269] Bkz. Kamer: 54/17, 22, 32 vb.

[270] Bkz. Zümer: 39/9; Âl-i İmrân: 3/190 vb.

[271] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 69-71.

[272] Sâd: 38/29

[273] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'l Arab, 65: Rağıp el-İsfehani. el-Müfredat, s.

[274] Bkz. M.İsmail İbrahim. Mu'ceınıt’l elfazi ve’l a 'larm'l Kur 'aniyye, s. 404

[275] Bkz. Bakara: 2/44, 73; Nisa: 4/82; Muhammed: 47/24; Enbiyâ: 21/l0 vb.

[276] Bkz. Rahman: 55/1-4

[277] Bkz. Ra'd: 13/4; Nahl: 16/12; Zuhruf: 43/3 vb.

[278] Bkz. İbn Kesir. Tefsiru’l Kur'ani'l 'azim, II, 176

[279] Al-i İmrân: 3/190-191

[280] Bkz Tâhâ: 20/124-127 vb.

[281] Âl-i İmrân: 3/190 vd.

[282] Bkz. İbn Kesir, age, II, 180

[283] Bkz. Hac: 22/41 vb.

[284] Muhammed 47/24 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 72-74.

[285] Hac: 22/46.

[286] Bkz. Rahman: 55/1-4

[287] Bkz. Hicr: 15/26, 28, 33; En'am: 6/2; Mü'minûn: 23/12-14 vb.

[288] Bkz. Secde: 32/ 9; Hicr: 15/29; Sâd: 38/72 vb.

[289] Bkz. Kıyamet: 75/2: Fecr: 89/27: Kâf: 50/33, 37 vb.

[290] Bkz. Rağıp el-İsfehani, el-Müfredat, s. 681: İbn Manzur. Lisanu'l Arab, f,  vd

[291] Bkz. M. Fuad Abdulbaki, Mu'cemu’l müfehres, s. 549-551

[292] Bkz. Rağip el-İsfehani. age, s. 477

[293] Bkz. M. Fuad Abdulbaki. age, s. 403-404

[294] Bkz. En'am 6/125; İnşikâk: 84/1

[295] Bkz. Rağıp el-İsfehani. age, s. 646

[296] Bkz. Rağıp el-İsfehani. age, s. 646

[297] Bkz. Hümeze: 104/6-7

[298] Bkz. M. Fuad Abdulbaki. age. s. 510

[299] Bkz. Kâf: 50/33, 37: Hac: 22/46

[300] Hac: 22/46

[301] Bkz. Bakara: 2/ 10; Mâide: 5/52: Enfâl: 8/49; Nûr: 24/50: Ahzâb: 33/12, 32  vb.

[302] Bkz. Tevbe: 9/125; Hac: 22/53 vb.

[303] Bkz. Âl-i İmrân: 3/7: Saf: 61/5 vb.

[304] Bkz. Mü'mimin: 23/35 vb.

[305] Zümer: 39/22

[306] Bkz. Mutaffifim 83/13-15; Hac: 22/46 vb.

[307] Bkz. A'râf: 7/179

[308] Bkz. Bakara: 2/ 7; Şûra: 42/34; Câsiye: 45/23; Yûnus: 10/74; Muhammed: 47/24;Fusüet: 41/5 vb.

[309] Bkz. Câsiye: 45/23; A 'raf: 7/101: Yûnus: 10/ 74; Tevbe: 9/87. 93 vb,

[310] Bkz Şu'ara: 26/ 89; Sâffât: 37/84

[311] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'ani'l 'azim, V, 191; Zemahşeri. Keşşaf, III, 118

[312] Bkz. Kâf: 50/33

[313] Kâf: 50/37

[314] Bkz. Bakara: 2/152 vb.

[315] Bkz. Ra'd: 13/28: Enfâl: 8/2-4; Hadîd: 57/16 vb.

[316] Âl-i İmrân: 3/8 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 75-78.

[317] Alak: 96/1

[318] Bkz. Mâide: 5/3

[319] Bkz- Ahzâb: 33/40

[320] Alak: 96/1

[321] Kalem: 68/1

[322] Müddessir: 74/1-3

[323] Müddessir: 74/1-3

[324] Bkz. En'am: 6/6; A'râf: 7/54;  Yûnus: 10/3: Ra'd: 13/2; İsrâ:  17/ III: Mü'minim: 23/12-14 vb.

[325] Bkz. Âl-i İmrân: 3/ 58; Yûnus: 10/1; İsrâ: 17/39 vb.

[326] Sâd: 38/29

[327] Bkz. Zerkeşi. el-Burhanfî-ulumi'l Kur'an. I, 455

[328] Bkz.. Taberi. Camiu’l beyan. I, 35 vd.

[329] Bkz. Yûsuf: 12/ II; Nahl: 16/89 vb.

[330] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 79-82.

[331] Kamer: 54/40

[332] Bkz.Alak: 96/1;Bakara: 2/121: Müzzemmil: 73/ 4 vb.

[333] Bkz- Ragıp A s. 1287 El-İsfehani el-Müfredat, s.668; Muhammed Esed. Kur'an Mesajı, s.1287

[334] Bkz. Ragıp el-İsfehani, age, s, 167

[335] Bkz, Bakara: 2/121

[336] Bkz. İbn Manzur. Lisami'l Arab, XI, 265; Ragıp el-İsfehani. age, s.341

[337] Bkz. Müzzemmil: 73/4; Furkan: 25/32

[338] Bkz.Yusuf: 12/2

[339] Nahl: 16/50

[340] Bkz. Mûzzmmil: 73/20; Bakara: 2/110: Necm: 53/39; Karia: 101/6-9 vb.

[341] Bkz. Mülk: 68/ 2; Kehf: l8/7 vb.

[342] Saf: 61/8

[343] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 83-87.

[344] Enfâl: 8/21-22.

[345] Bkz.. Zümer: 39  1-2: İsrâ: 17/88 vb,

[346] Bkz. İsrâ: 17/ 78; Kıyamet: 75/16-18 vb.

[347] Bkz. Bakara: 2/185: A’râf: 7/52 vb.

[348] Bkz. Enfâl: 8/2-4, 74 vb.

[349] Bkz. Yasin: 36/70

[350] Bkz. Bakara: 2/2

[351] Bkz. İsrâ: 17/9

[352] Bkz. Bakara: 2/213; Nisa: 4/59, 105 vb.

[353] Bkz. İbrahim: 14/I

[354] Bkz. Tâhâ: 20/2-4

[355] Bkz, Bakara: 2/121

[356] Enfâl: 8/21-22

[357] Bkz- İbn Kesir. Tefsiru’l Kur 'ani’l 'azim, 111, 298

[358] Cuma: 62/5

[359] Bkz. Razi, et-Tefsiru’l kebir, XXX, 5

[360] Bkz. Şûra: 42/30

[361] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 88-90.

[362] Fussilet: 41/26

[363] Bkz. İsrâ: 17/9; Rahman: 55/1-4; Mâide: 5/16 vb.

[364] Bkz. Alak: 96/4-5

[365] Bkz. A’la 87/3; Tâhâ: 20/50; Enbiyâ: 21/90 vb.

[366] Bkz. A’râf: 7/10, 26; En'am: 6/99; İbrahim: 14/32-34; Bakara: 2/22 vb.

[367] Bkz. Bakara: 2/21; Zâriyât: 51/56 vb.

[368] Bkz, Maide: 5/3: Enfâl: 8/20, 24 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 91.

[369] Fussilel: 41/26

[370] Bkz. Bakara: 2/1-5; Mü'nünün: 23/1-11 vb.

[371] Saf: 61/8

[372] Bkz. Vaki’a: 56/80

[373] Bkz. İsrâ: 17/9

[374] Bkz. Zümer: 39/27

[375] Bkz. Hicr: 15/1: Neml: 27/1 vb.

[376] Bkz. Bakara: 2/185

[377] Bkz. Enfâl 8/24 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 91-93.

[378] Bkz. Alak: 96/1-5: Zümer: 39/9: Nahl: 16/43; Tâhâ: 20/114; Kasas: 28/80 vb.

[379] Bkz. Bakara: 2/21, 172 vb.

[380] Furkân: 25/30

[381] En'am: 6/155 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 93-94.

[382] Âl-i İmrân: 3/103

[383] Bkz. A'râf: 7/59-93

[384] Bkz. Âl-i İmrân: 3/104, 1 10; Hac: 22/ 41 vb.

[385] Bkz. Bakara: 2/219-222; Nisa: 4/105,  128; En'am: 6/151; Nahl: 16/90; Mücâele: 58/1-4 vb.

[386] Bkz. Nahl: 16/116

[387] Bkz. Bakara: 2/221-230; Nisa: 4/ 92-93; Mâide: 5/45; Nûr: 24/2-9 vb

[388] Bkz. Nisa: 4/105-107; Mâide: 5/8; Bakara: 2/282 vb.

[389] Bkz. Yûnus: 10/59; Nahl: 16/116; Nisa: 4/65: Ahzâb: 33/36 vb.

[390] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 95-96.

[391] Ahzâb: 33/21

[392] Bkz. Nahl: 16/89

[393] Bkz. Nahl: 16/44

[394] Bkz. Ahzâb: 33/36

[395] Bkz. Necm: 53/3-4

[396] Bkz. Âl-i İmrân: 3/159

[397] Bkz. Kalem: 68/4

[398] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 96.

[399] Bkz. Müzzeminil: 73

[400] Bkz. Kehf: 18/6

[401] Bkz. İbn Kesir. Tefsiri'l Kur'ani'l 'azim, 1. 100

[402] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 98.

[403] Bkz. Nevevi. Riyazil's Salihin Tercemesı, l. 197; Ahmed ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi. XI, 253

[404] Bkz. Hicr: 15/99

[405] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 98-99.

[406] Bkz. Ahzâb: 33/45-47 vb

[407] Bkz Mâ ide:5/67

[408] Bkz. Ahzâb: 33/46

[409] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 99.

[410] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 99-100.

[411] Bkz. Âl-i İmrân: 3/85/104

[412] Bkz. Bakara: 2/21. 208 vb.

[413] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 100.

[414] Kalem: 68/33

[415] Kalem: 68/17-33 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 101-102.

[416] Bkz. Alak: 96/6-7

[417] Bkz.. Kıyamet: 75/36

[418] Bkz. Rûm: 30/41

[419] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 102-103.

[420] Fetih: 48/12

[421] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 104.

[422] Bkz. Kurtubi. el-Câmi li ahkamı'l Kur'an, XVI, 331

[423] Fetih: 48/12

[424] Bkz.. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 491; Kurtubi. age, XVI, 332

[425] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 104-105.

[426] Bkz. Kurtubi. age, XVI, 333

[427] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 105.

[428] Bkz. Ahmed b, Hanbel. age. III. 384: Kurtubi. age. XI’l, 334-335

[429] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 106.

[430] Asr: 103/1-3

[431] Bkz. Bakara: 2/132, 133, 136, 208: Âl-i İmrân: 3/102

[432] Bkz. İsrâ :17/9

[433] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 107.

[434] Bkz. Enam: 6/2: Bakara: 2/21: Zariyat: 51/56 vb,

[435] Bkz. Rağıp el-İsfehani. el-Müfredat.'s 319-320

[436] Enbiyâ: 21/1

[437] Bkz. Tevbe: 9/36

[438] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 107-108.

[439] Bkz. İbn Kesir. Tefsiru’lKur'ani'l 'azim, VII, 365

[440] Bkz- Muhammed Esed. Kur'an Mesajı, s. 1304

[441] Bkz.. İbn Manzur. Üsanu'l Arab, 1V, 238

[442] Bkz. Ragıp el-İsfehani. age, s.281-282

[443] Bkz. Bakara: 2/25: Teğabün: 64/9

[444] Bkz. Zemahşeri. Esasu'l Belağa, s. 136-137

[445] Bkz. En’am 6/62

[446] Bkz. İsrâ: 17/81: Kehf: 18/29

[447] Bkz. A'raf: 7/89

[448] Bkz, A raf: 7/169: Sâd: 38/84

[449] Bkz. Yûnus: 10/36

[450] Bkz. Yûnus: 10/76. 77

[451] Bkz. Kâf: 50/19

[452] Bkz. Enbiyâ: 21/97

[453] Bkz. Zârivât: 51/19: Rûm: 30/38

[454] Bkz. Ragıp el-İsfehani. age, s.474

[455] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 108-111.

[456] Mülk: 67/10

[457] Bkz. Yasin: 36 82; İsra: 17/22-38 vb,

[458] Bkz. Hicr: 15/9

[459] Bkz. Şerh: 94/1-3

[460] Bkz. Kalem: 68/4

[461] Bkz. Kâf: 50/16

[462] Bkz. Bakara: 2/186

[463] Bkz. Hadid: 57/4

[464] Bkz. Kalem: 68/44-45; İsrâ: 17/58 vb.

[465] Bkz. Bakara: 2/31-33 vb.

[466] Mülk: 67/10 3

[467] Yusuf: 12/76

[468] Maide: 5/104

[469] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 112-115.

[470] Ğafir: 40/62

[471] Bkz. Fatiha: 1/1-2 

[472] Bkz. Zümer: 39/5

[473] Bkz. Al-i İmran: 3/190

[474] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 117.

[475] Bkz İbn Manzur. Usanu'lArab, I. 399-403

[476] Rabb kelimesi" r b b kökünün türemiş şeklidir. Rabb kelimesi. Kuran "ın ta­mamında 969 kez geçmektedir- (bkz.M. Fuad Abdulbaki. Mu'cemu'l müfehres. s. 285-289)

[477] Bkz. Fatiha: 1/2: En'am: 61/164; A'raf: 7/54: Meryem: 19/65 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 117-118.

[478] Bkz. Tevbe: 9/31

[479] Fussilet: 41/30 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 118-119.

[480] İnfitâr: 82/19

[481] Bkz. Rahman: 55/26

[482] İbrahim: 14/48

[483] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 120.

[484] Bkz. İbn Manzur. Usanu'l Arab, XIII 169

[485] Bkz.Al-i İmran: 3/25

[486] Bkz.En'am: 6/73

[487] Bkz. İnşikak: 84/1-4

[488] Bkz.Kamer: 54/7

[489] Bkz.Mutaffifin: 83/6

[490] Bkz. Neml: 27/83

[491] Bkz. Nûr: 24/24

[492] Bkz. Duhan: 44/41

[493] Bkz. Şuara: 26/88

[494] Bkz. Abese: 80/34-36

[495] Bkz. Maide: 5/119

[496] Bkz. Kıyamet: 75/13

[497] Bkz. İnfita: 82/5

[498] Bkz. İnfitar: 82/13-15

[499] En'am: 6/29-30

[500] Bkz.Şuara: 26/87-89 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 120-123.

[501] Hicr: 15/99

[502] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 124.

[503] Bkz. İbn Manzur. Lisanu’l Arab, 111, 271-278

[504] İbadet kelimesi a h d kökünün türemiş şeklidir. A b d kökü çeşitli kullanım bilimleriyle Kuran'ın tamamında 275. (bkz. M.İsmail İbrahim. Mucemu'l elfâzi ve'l a'lami'l Kur'aniyye, s. 326-327); bu kökün "ibadet" şekli ise 9 kez geçer (bkz. A'raf: 7/206; Meryem: 19/65,82: Yunus: 10/29: Ğafir: 40/ 60; Ahkâf: 46 6: Kehf: 18/110; Enbiya:  21/19; Nisa: 4/172)

[505] Bkz. Yazır. Muhammed Hamdi. Hak Dini Kur'an Dili, 1, 97

[506] Bkz. Râzi, et-Tefsiru'I Kebir, XlV,n159

[507] Bkz. İbn Abidin. Reddu’l muhtar, 1, 72

[508] Bkz. Yazır. Muhammed Hamdi, age, 1, 96

[509] Bkz. Zümer: 39/2-3; Meryem: 19/ 65; İsra: 17/22-23 vb.

[510] Bkz. Bakara: 2/21; Hac: 22/78 vb.

[511] Bkz. Türkiye Divyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XIX. 241

[512] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 124-126.

[513] Bkz. Fatiha: I/5: Nahl: l6/36: İsra: 17/23 vb.

[514] Bkz. Kehf: 18/110

[515] Bkz. İsra: 17/44: Hac: 22/18: Nur: 24/41 vb.

[516] Bkz. Zariyat: 51/56

[517] Bkz.. Bakara: 2/172; Ankebut: 29/17

[518] Bkz. Hicr: 19/99

[519] Bkz. Nevevi. Riyazü 's Salibin Tercemesi, 1, 462 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 126-127.

[520] Bkz. Mâün: 107/4-7

[521] Bkz. Nevevi. age, 1, 174

[522] Bkz. Nevevi. age, 1, 174

[523] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 127.

[524] Bkz. Enam: 6/58

[525] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 128.

[526] Bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XIX, 243

[527] Bkz. Bakara: 2/286; Hac: 22/78 vb.

[528] Bkz. Bakara: 2/173; En'am: 6/145: Nahl: 16/115

[529] Bkz. Bakara: 2/285

[530] Bkz. Âl-i İmran: 3/64: Yunus: 10/72; Şuara: 26/109, 127 vb.

[531] Bkz. Zümer: 39/2. 11. 14; Beyine: 98/5 vb

[532] Bkz. Bakara: 2/25; Nisa:  4/172-173: Yunus: 10/27-30; Ğafir: 40/60 vb.

[533] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 129-130.

[534] Muhammed: 47/33

[535] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 131.

[536] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'l Arab, VIII, 240-243

[537] İtaat kelimesi. t v a kökünün türemesi şeklîdir. Bu kök, çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an'ın tamamında 128 kez geçmektedir, (bkz. M. İsmail İbra­him. Mucemu’l elfazi ve’l a 'lami'l Kuraniyye, s.317-318}

[538] Bkz. Al-i İmran: 3/32: Enfal: 8/20

[539] Bkz. Nisa: 4/59

[540] Şuara: 26/150-152

[541] Bkz. Kurtubi. el-Câmi ti ahkâmı’l Kuran, V, 260

[542] Al-i İmran: 3/103

[543] Bkz. Ahmed ez-Zebidi, Tecrid Tercemesi, XII. 401

[544] Nisa: 4/159

[545] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 131-133.

[546] Zümer: 39/3

[547] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 134.

[548] Bkz. İbn Manzur. Lisanu’l Arab,  VII, 26-29

[549] İhlas kelimesi, h l s kökünün türemiş şeklidir. Bu kök çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an’ın tamamında 31 kez geçmektedir, (bkz. M. İsmail İbrahim. Mucemu’l elfâzi ve’l a'lami'l Kuraniyye, s.157)

[550] Bkz. Râzi, et-Tefsiru’l kebir, XXXII, 233

[551] Bkz, Kurtubi. el-Çâmi li ahkâmi’l Kuran, XX, 144

[552] Bkz. Zümer: 39/2-3; Bevvine: 98/ 5 vb.

[553] Zümer: 39/2

[554] Beyyine, 98/5

[555] Bkz.- Kurtubi. age, XV, 233

[556] Zümer 39/3

[557] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 134-135.

[558] Hicr: 19/39-40

[559] Bkz. Sâd: 38/30-40vb.

[560] Bkz. İhlas: 112/1-4

[561] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 135-136.

[562] Tevbe: 9/119

[563] Bkz. Âl-i İmran: 3/17; Ahzab: 33/35

[564] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 137.

[565] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'I Arab, X, 193-196

[566] Sıdık kelimesi, s d k kökünü türemiş şeklidir. Bu kök çeşitli kullanım biçmleriyle Kuratvın tamamında 155. (bkz. M. İsmail İbrahim. Mucemu'l etfâzivel alami'I Kur'aniyye, s.286-287) Sidik şekli ise 14 kez geçer. Sidik kelimesinin yer aldığı sure ve ayetler şunlardır: Kamer: 54/55; Meryem: 19/50; Şuara: 26/84: İsrâ: 17/80 (2); Yunus: 10/2, 93: Enam: 6/115: Zümer: 39, 32,33: Ahkaf: 46/16: Ahzab: 33/8, 24: Maide: 5/119

[567] Bkz. İbn Manzur. age. X. 193

[568] Bkz. Bakara: 2/177; Nisa: 4/62; Hadid: 57/19

[569] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları:137-138.

[570] Bkz. Ahzab: 33/24

[571] Bkz. Manafikun: 63/1

[572] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 138-139.

[573] Bkz. Nisa: 4/87, 122

[574] Bkz. Yasin: 36/52; Meryem: 19/41, 56

[575] Bkz. Ahzab: 33/35

[576] Bkz. Zümer: 39/32

[577] Tövbe: 9/119

[578] Bkz Râzi et-Tefsiru’l kebir, XVI, 221

[579] Bkz. Sâbuni, Safvetü 'l tefasir, 1 567

[580] Bkz. Ahmed ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi, XII, 146

[581] Bkz. Ahzab: 33/24; Maide: 5/119

[582] Bkz. Hadtd 57/19: Hucurat: 49/15

[583] Bkz. Muhammed: 47/20-21

[584] Bkz. Ahzab: 33/23-24

[585] Bkz. Bakara: 2/117

[586] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 139-140.

[587] Ma­ide: 5/88

[588] Bkz. Bakara: 2/21, 183, 187: Maide: 5/93 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 141.

[589] Bkz. İbn Manzur. Lisani'I Arab, XV, 401-402

[590] Takva kelimesi, v iv kökünün türemiş şeklidir, (bkz. İbn Manzur age.v ky md.) Ancak bu sözcüğün kvy kökünden gelen kuvvet sözcüğü ile kökteş olduğu da söylenir, (bkz. Hatemi. Hüseyin. İnsanlık ve Sevgi Dini İslam, s. 14) k y kökü çeşitli kullanım biçinileriyle Kuran'ın tamamında 218. (bkz. M. İsmail İbrahim. Mucemit 7 elfâzi ve 7 a 'lami’1 Kuraniyye; s. 184-185) bu kökün takva şekli ise. 17 kez geçer. Takva kelimesinin geçtiği sure ve ayetler (nüzul sırasına göre) şunlardır: Alak: 96/12; Müddessir: 74/56; Şems: 91/8; A'raf: 7/ 26; Tâhâ: 20/ i32; Bakara: 2/197. 237: Muhammet: 47/17; Hac: 22/ 32, 37; Mücadele: 58/ 9; Hucurat: 49/3; Feth: 48/26; Mâide: 5/2, 8;Tevbe: 9/108, 109

[591] Bkz. Şems: 91/8; Tâhâ: 20/132; Hac: 22/32, 37

[592] Bkz. Alak: 96/12; Leyl: 92/5; Necm: 53/32 vb,

[593] Bkz. Bakara: 2/237;' Maide: 5/93 vb.

[594] Bkz. Yazır. Muhammed Hamdi. Hak Dini Kuran Dili, I, 169

[595] Maide: 5/87-88

[596] Bkz.Buhari. Nikâh, 1

[597] Bkz. Kurtubi, el-Câmi' li ahkami’l Kuran, VI; 262

[598] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 141-143.

[599] Feth: 48/26

[600] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'l Kurani'l 'azim, VI. 346

[601] A'raf: 7/96

[602] Al-i İmran: 3/102

[603] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 143-144.

[604] Bakara: 2/177; Ayrıca bkz. Bakara: 2/3-5: Enfal: 8/34; Zümer: 39/33 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 144-145.

[605] Bkz. A'raf: 7/128: Hud: 11/49 vb.

[606] Bkz. Maide: 5/27; Nahl: 16/128 vb.

[607] Bkz Hucurat: 49/13

[608] Bkz Feth: 48/26; Bakara: 2/189. 206

[609] Bkz.A'raf: 7/26

[610] Bkz Bakara: 2/197

[611] Hucurat: 49/13

[612] Bkz. A'raf: 71/128; Hud: 11/49; Tâhâ: 20/132 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 145-146.

[613] Ra'd: 13/28

[614] Bkz. Bakara: 2/21, 185 vb.

[615] Bkz. Bakara: 2/163

[616] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 147.

[617] Bkz. İbn Manzur, Lisanu'l Arab, V, 144-151

[618] Zikr kelimesi, z k r kökünün türemiş şeklidir. Bu kök çeşitli kullanım biçîmleriyle Kur’an’ın tamamında 292 kez geçer.  (bkz.  M.İsmail İbrahim Mucemu’l elfâzi ve l a 'lami l Kuraniyye, s. 185-186)

[619] Bkz. Ankebut: 29/45: Kalem: 68/51; Enbiya: 21/10

[620] Bkz. Kurtubi. el-Câmi li ahkâmi’l Kuran, 1, 331

[621] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 147-148.

[622] Bkz. Râzi. et-Tefsiru’l Kebir, s.II 143-144

[623] Al-i İmran: 3/191

[624] Bkz. Râzi. age, IX, 135-136

[625] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 148-149.

[626] Bkz. Müzzemmil: 73/8; Kehf: 18- 24: Ahzab: 33/41 vb.

[627] Bakara: 2/152

[628] Ahzab: 33/41-42

[629] Ra'd: 13/28

[630] Bkz. Kurtubi. age. IV, 310

[631] Bkz. Ahmed ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi, XII, 353

[632] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 149-150.

[633] Bkz. Maide: 5/90-91 vb.

[634] Bkz. Münafikûn, 63/ 9: Nûr: 24/3 7 vb.

[635] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 149-150.

[636] Bkz. Nevevi. Riyazu 's Salihin Tercemesi, III, 39

[637] Bkz. Ahmed ez-Zebidi. age, II, 366

[638] Bkz. Kurtubi. age, IV, 171

[639] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 150.

[640] Nahl: 16/125

[641] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 151.

[642] Bkz. İbn Manzur. Lisanu’l Arab, VIII, 419-421

[643] Bkz. Müddessir: 74/2

[644] Bkz. Nahl: 16/125, Şura: 42/15 vb

[645] Bkz. Kaf: 50/ 45; Zariyat: 51/55 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 151-152.

[646] Nahl: 16/125

[647] Maide: 5/67

[648] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 152.

[649] Bkz. Fussilet: 41/33

[650] Bkz Müddessir: 74/1-2

[651] Şuara: 26/214

[652] Şura: 42/7

[653] Bkz. Yasin: 36/69-70

[654] İbrahim: 14/52 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 152-153.

[655] Nahl: 16/125

[656] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 154.

[657] Bkz. Furkan: 25/52

[658] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 155.

[659] Hac: 22/77

[660] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 156.

[661] Bkz İbn Manzur. Lisanu’l Arab, IV, 264 vd.

[662] Hayır kelimesi, h y r kökünün türemiş şeklidir. Hayır kelimesi. Kur’an’ın ta­mamında 176 kez geçmektedir bkz. M.Fuad Abdulbaki. Mu'cemu’l müfehres, s. 249-251)

[663] Bkz. Bakara: 2/180; Adiyat: 100/8

[664] Bkz. Kalem: 68/12: Al-i İmran: 3/104 vb.

[665] Bkz. Ragıb el-İsfehani. el-Müfredat ,s.300

[666] Bkz. Bakara: 2/197

[667] Bkz. Bakara: 2/215

[668] Bkz. Bakara: 2/210 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 156-157.

[669] Bkz. Al-i İmran: 3/110

[670] Bkz. Bakara: 2/148

[671] Hacc: 22/77

[672] Bkz. İbn Kesir. Tefsiru'l Kurani'I 'azim, II, 89

[673] Bkz. Nevevi, Riyazü 's Şalinin Tercemesi, I, 26

[674] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 157-158.

[675] Bkz. İbn Kesir, age, II, 86

[676] Bkz. Al-i İmran: 3/92: İnsan: 76/7-9

[677] Bkz. Bakara: 2/263 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 158-159.

[678] Bkz. Enbiya: 21/90

[679] Bkz. Müminim: 23/61; Fatır: 35/32

[680] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 159.

[681] Bkz. Al-i İmran: 3/104

[682] Bkz, Nahl: 16/125

[683] Bkz. Âl-i İmran: 3/104

[684] Bkz. Hud: 11/16; Ra'd: 13/11

[685] Bkz. Al-i İmram: 3/10

[686] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 159-160.

[687] Bkz. Kasas: 28/15

[688] Bkz. Kalem: 68/10-15

[689] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 160-161.

[690] En'am: 6/92

[691] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'l Arab, XV, 177 vd.:  Rağıp el-İsfehani el-Müfredat, s. 402 vd.

[692] Bkz. İbn Manzur. age, XIII, 402 vd.; Rağıp el-İsfehani, age, s.465

[693] Bkz. A'raf: 7/4. 82, 88, 94, 96, 97, 98, 161, 163; Yâsin: 36/13; Furkan: 25/40, 51; Şuara: 26/208; Neml:27/34, 56; Kasas: 28/58, 59; İsrâ: 171 16, 58; Yunus: 10, 98; Hûd: ll/100. 102, 117, Yûsuf: 12/82, 109; Hicr: 15/4; En'am: 6/92/123, 131; Sebe 34/18, 34; Şûra 42/7; Zuhruf 43: 23, 31; Ahkâf 46/27; Kehf: 18/59. 77; Nahl 16/112; Enbiyâ 21/6, 11.74. 95; Ankebut: 29/31. 34; Hac: 22/45, 48; Bakara: 2/58, 259; Haşr: 59/7, 14; Nisa: 4/75; Muhammed: 47/13; Talâk: 65/8; A'râf: 7/111, 123; Yâsin: 36/20; Şu'arâ: 26/36, 53; Neml: 27/48; Kasas: 28/15. 18, 20; Yûsuf: 12/30; Hicr: 15 67; Kehf: l8/19, 82; Âhzâb: 33/60; Munâfifun: 63/8; Tevbe: 9/101. 120

[694] Bkz. Yâsîn: 36/13; Şuarâ: 26/208; Kasas: 28/59; En'am: 6/131

[695] Bkz. İsrâ: 17/58; Hicr: 15/4; A'râf: 7/4 vb.

[696] Bkz. En’am: 6/92; Şûra: 42/ 7

[697] Bkz. A'râf: 7/96

[698] Bkz. A'raf: 7/94; Nahl: 16/112

[699] Nahl: 16/112

[700] Bkz. İsrâ: 17/16; Kasas: 28/59; Hûd: 11/102, 117; En'am: 6/123; Kehf: 18/59; Enbiyâ: 21/II; Ankebut: 29/31, 34; Hac: 22/ 45, 48

[701] Bkz. En'am: 6/123, Kasas: 28/58

[702] Ankebut: 29/34

[703] Bkz. Rağıb el-İsfehâni. age, s. 286 vd.

[704] Bkz. A'râf: 7/137: Tâhâ: 20/69; Hûd: 11/16; Keh: 18/103, 105 vb.

[705] Bkz. Hûd: 11/15, 16; Şu'ara: 26/129, 130 vb.

[706] Araf: 7/82

[707] Bkz. Neml: 27/34, 56; Enbiyâ: 21/74 vb.

[708] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 162-165.

[709] Hac: 22/37

[710] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 166.

[711] Bkz. İbn Manzur. Lisani'l Arab. I, 662-669

[712] İslamda kurban kesmenin dini hükmünün vacip veya sünnet olduğu belirtilmiştir (bkz. Seharenfuri Bezlu'l mechud, XII, 8)

[713] Kevser 108/2

[714] Bkz.. Seharenfuri. age, XIII 7

[715] Bkz. Seharenfuri. age, XIII, 7

[716] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 166-167.

[717] Bkz Saffat: 37/103

[718] En'am: 6/

[719] Bkz. Saffat: 37/102

[720] Hac: 22/37

[721] Bkz. Saffat: 37/102-103 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 167-168.

[722] Bkz. Saffat: 37/106

[723] Bkz. Enfal: 8/28

[724] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 168.

[725] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 168-169.

[726] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 169.

[727] Hicr: 15/49

[728] Bkz. Tin: 95/4

[729] Bkz. Fâtır: 35/15; Rum: 30/30

[730] Bkz. Kehf: 18/29

[731] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 170.

[732] Bkz, İbn Manzur, Lisanu'l Arab, L 233 vd

[733] Tövbe kelimesi, t v b kökünün türemiş şeklidir. Bu kök çeşitli kullanım biçimleriyle Kur’an’ın tamamında 87  kez geçer. (bkz. M.İsmail İbrahim Mucemu’l elfazi ve 7 a'lami’l Kur'aniyye, s. 88)

[734] Bkz. Bakara: 2/37, 187; Âli İmran: 3/89; Mâide: 5/39 vb.

[735] Bkz, Rağıb el-İsfehâni el-Müfredât, s. 169

[736] Bkz, Tövbe: 9/117-118 vb.

[737] Bkz. Kurtubi. el-CâmiI'i ahkâmİ'I Kur'an, V, 90

[738] Bkz. Tâhâ: 20/82: Furkan: 25/ 70-71

[739] Bkz. Tövbe: 9/112

[740] Bkz. Nevevi. Riyazüs Salihin Tercemesi, I, 19

[741] Hicr: 15/49

[742] Neml: 27/11

[743] Bkz. Nisa: 4/145-146; Kasas: 28/16

[744] Bkz. Bakara: 2/159-160

[745] Bkz. Kurtubi, age, V, 91; Nevevi. age, I, 17

[746] Bkz. Tahrim: 66/8

[747] Bkz. Sâbunî. Safvetü 't Tefâsir, III, 410

[748] Bkz. Furkan: 25/68-71

[749] Bkz. Zemahşeri, Keşşaf, IV, 129

[750] Bkz. Bakara: 2/159

[751] Bkz. Bakara: 2/160

[752] Bkz. İbrâhîm: 14/41

[753] Bkz. Furkan: 25/70-71

[754] Bkz. Zümer: 39/53

[755] Bkz. Zemahşeri. age, III, 403

[756] Bkz. Zümer: 39/53

[757] Bkz. Nisa: 4/48; Muhammed: 47/34

[758] Bkz. Nisa: 4/48, 116, 168; Muhammed: 47/34

[759] Bkz. Enfal: 8/38; Zûmer: 39/53

[760] Bkz. Nur: 24/31 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 170-174.

[761] Bkz, Nisa: 4/17; Âl-i İmran: 3/135

[762] Bkz. Nevevi age, 1,2.2

[763] Bkz. Nisa: 4/18

[764] Bkz. Bakara: 2/160; En'am: 6/54

[765] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 174.

[766] Şems: 91/9

[767] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 175.

[768] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'l Arab, XIV, 358

[769] Cuma: 62/2

[770] Bkz. A’la: 87/14; Fatır: 35/18

[771] Bkz. Rahman: 55/3;Tin: 95/4; İsra: 17/70

[772] Bkz. Mearic. 70/19-21

[773] Bkz. Tin: 95/5; Araf: 7/179

[774] Bkz. Beled: 90/8-10; Şems: 91/8

[775] Bkz.Yusuf: 12/53

[776] Bkz. Naziat: 79/40

[777] Bkz. Bakara: 2/286

[778] Bkz.Teğabun: 64/16

[779] Bkz. Naziat: 79/40-41 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 175-176.

[780] Nisa: 4/1

[781] Bkz. Rum: 30/30

[782] Bkz. Bakara: 2/112; Nisa: 4/125; En'am: 6/125

[783] Rum: 30/21

[784] Nisa: 4/1

[785] Bkz. Fetevâyı kindiyye. I, 267

[786] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 177.

[787] Lokman: 31/13 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 178.

[788] Bkz. Bakara: 2/187

[789] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 178-179.

[790] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 179.

[791] Nahl: 16/78

[792] Bkz. Rahman: 55/3

[793] Bkz. Rahman: 55/2: Alak: 96/5; Bakara: 2/31

[794] Bkz. Tâhâ: 20/50

[795] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 180.

[796] Bkz- M. Fuad. Vezâif-i Aile, s.24

[797] Bkz. Canan. İbrahim. Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, s.30-31

[798] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 180-181.

[799] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 181-182.

[800] Bkz.Alak: 96/l

[801] Bkz. Nahl: 16/78

[802] Bkz. Rahman: 55/1-3; Alak: 96/2, 5, Bakara: 2/31

[803] Bkz. Bakara: 2/ 233, 282; Nisa: 4/113: Nahl: 16/78 vb.

[804] Bkz. Hatemi, Hüseyin, İnsanlık ve Sevgi Dini İslam, s. 37-38

[805] Bkz. Kıyamet: 75/16-19: Tâhâ: 20/113-114; Mâide: 5/67 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 182-183.

[806] Bkz. Bakara: 2/120, 145; Hûd: 11/14; Kehf: 18/65 vb.

[807] Bkz. Rağıp el-İsfehani. el-Müfredat, s.580

[808] Bkz. : 68/4; Ahzâb: 33/21 vb.

[809] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 183-184.

[810] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 184-185.

[811] Al-i İmrân: 3/3l

[812] Bkz. Nisa: 4/43

[813] Bkz. Âl-i İmrân: 3/92; Tevbe: 9/54, 56

[814] Bkz. Nisa: 4/65

[815] Bkz. Fecr :89/20; Âdiyât: 100/8; Kıyamet: 75/20; Sad: 38/32; A’râf: 7/31. 35, 79; Tâhâ: 20/39; Kasas: 28/56. 76- 77; Yûsuf: 12/8, 30. 33; : 6/76, 141; Lokman: 31/18; Fussilet: 41/17; Şûra: 42/40; Nahl: 16/23, 107; İbra­him: 14/3: Rûm: 30/45; Bakara: 2/165. 177, 190, 195. 205, 216, 222, 276; .Enfâl: 8 58; ,Al-i İmrân: 3/14. 31, 32, 57. 76, 92. 119. 134, 140. 146. 148, 152, 159. 188; Mümtehine: 60/8; Nisa: 4/36. 107. 148; Hadîd: 57/23; İnsân: 76/ 8. 27. Haşr: 59/9; Nûr: 24/19. 22; Hac: 22/38; Hucurât: 49/7, 9. 12; Saf: 61/4. 13; Mâide: 5/13. 18, 42. 54. 64. 87. 93; Tevbe: 9/4, 7. 23, 24, 108

[816] Bkz. Rağıp el-İsfehani. el-Müfredat. s. 105; M.İsmail İbrahim. Mu'cemu'l elfâz'ı ve’l a 'lami’l Kur'aniyye, s.

[817] Bkz. Al-i İmrân: 3/31

[818] Bkz-Saf: 61/4, 13 vb.

[819] Mâide: 5/54

[820] Bkz. En’am: 6/12; A'râf: 7/156

[821] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 186-187.

[822] Bkz. Bakara: 2/195; Âl-i İmrân: 3/134, 148; Mâide: 5/13, 93

[823] Bkz. Bakara: 2/ 222; Tevbe: 9/108

[824] Bkz. Âl-i İmrân: 3/76: Tevbe: 9/4, 7

[825] Bkz. Âl-i İmrân: 3/146

[826] Bkz. Âl-i İmrân: 3/159

[827] Bkz. Mümtehine: 60/ 8; Hucurât: 49/ 9; Mâide: 5/42

[828] Bkz. Saf: 61/4

[829] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 187.

[830] Bkz.A'râf: 7/31;En'am 6/14l

[831] Bkz. A 'râf: 7/55; Bakara: 2/190; Mâide: 5/87

[832] Bkz. : 28/76; Nisa: 4/36

[833] Bkz. Kasas: 28/77; Bakara: 2/205

[834] Bkz. Lokman: 31/18; Hadîd: 57/23

[835] Bkz. Şûra: 42/40; ÂI-i İmrân: 3/57, 140

[836] Bkz. Nahl: 16/23

[837] Bkz. Rûm: 30/ 45; Bakara: 2/276; Hac: 22/38

[838] Bkz. Enfâl: 5/59: Nisa: 4/107

[839] Bkz Âli İmrân: 3/32

[840] Bkz Mâide: 5/64

[841] Bkz Nisa: 4/148

[842] Bkz Bakara: 2/165

[843] Bkz Fecr: 89/ 20; Kıyamet: 75/20

[844] Bkz. Nahl: 16/107

[845] Bkz. Âl-i İmrân: 3/14, 188; Fussilet: 41/17 vb.

[846] Bkz Bakara: 2/216

[847] Bkz Bakara: 2/77; Âl-i İmrân: 3 92: İnsan: 76/8 vb.

[848] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 187-188.

[849] Bkz. Bakara: 2/165; Âl-i İmrân: 3/3 vb.

[850] Al-i İmrân: 3/31

[851] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 188-189.

[852] Bkz. Hucurât: 49/7

[853] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 189.

[854] Rûm: 30/30

 [855] Bkz. En'am 6/102: Zümer: 39/ 62; A’la: 87/1-3

[856] Bkz. Rûm: 30/30

[857] Bkz. Yûnus: 10/22 vb.

[858] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 190.

[859] Bkz. İbn Manzur. Lisani'l Arab, V, 55-59; M.İsmail İbrahim. Mu'cemu'l elfâzi ve’l a 'lami’l Kur'aniyye, s-402

[860] Bkz. İbn Manzur. age, V, 57

[861] Bkz. Kurtubi. el-Câmi li ahkâmi’l Kur'an, XII'. 25 vd. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 190-191.

[862] Bkz. M. Fuad Abdulbaki. Mu'cemu’l müfehres. s.522-523

[863] Bkz. Rûm: 30/30

[864] Rûm: 30/30

[865] Bkz. Râzi. et-Tefsiru’l kebir, XXI', 120

[866] Bkz. Ahmet ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi, IV. 529

[867] Bkz. Tahrîm: 66/11; Keh: 18/10-26; Yâsîn: 36/20-27 vb.

[868] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 191-192.

[869] Bkz. Rûm: 30/31

[870] Bkz. Câsiye: 45/23 vb.

[871] Haşr: 59/19

[872] Bkz. Âl-i İmrân: 3/8; Saf: 61/5 vb.

[873] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 192-193.

[874] Mü'minûn: 23/1

[875] Bkz. Asr: 103/1-3; Furkan: 25/63-76; Hac: 22/40-41 vb.

[876] Mü'minûn: 23/I-11 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 194.

[877] Bkz. Bakara: 2/3, 177,218, 277; Nisa: 4/152, 162 vb.

[878] Bkz.Yusuf: 12/106

[879] Bkz. En'am: 6/ 82

[880] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 194-195.

[881] Bkz Bakara: 2/4-5; Neml: 27/2-3; Lokman: 31/4; Enfal: 8/2-4 vb.

[882] Bkz Kıyame: 75/36; Mülk 67/2; Mü'minûn: 23/115 vb.

[883] Bkz. Zariyat: 5156

[884] Bkz. Beyyine: 98/8: Fecr: 89/28-30

[885] Bkz. Hicr: 15/99

[886] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 195.

[887] Bkz.Vâkıa: 56/77-80; Bakara: 2/185; İsra: 17/82; Nisa: 4/105vb.

[888] Bkz. Hûd 11/112; Fussitet: 41/30vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 195.

[889] Bkz.Âl-i İmran: 3/102

[890] Yusuf: 12/101

[891] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 196.

[892] Bkz. Âl-i İmran: 3/31; Enfal: 8/24; Ahzab: 33/36; Hucurat: 49/1,2 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 196.

[893] Bkz. Âl-i İmran: 3/19, 85

[894] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları:196.

[895] Tâhâ: 20/42; Hûd: 11/51 vb.

[896] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 197.

[897] Bkz. Kalem: 68/4

[898] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 197.

[899] Bkz. Furkan: 25/77

[900] Bkz. Âl-i İmran: 3/139; Mâide: 5/3: Mü'minun: 23/10-11; Furkan: 25/77 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 197-198.

[901] Nahl: 16/97

[902] Bkz. Nisa: 4/43

[903] Bkz. Tevbe: 9/54

[904] Bkz. Enfâl: 8/74: Tevbe: 9/ 44; Nûr: 24/62 vb.

[905] Bkz. Ahmet ez-Zebidi, Tecrid Tercemesi.

[906] Bkz. Nevevi, Riyazü's-Salihin Tercemesi, 1, 210

[907] Bkz. Zelzele: 99/7-8 vb.

[908] Bkz. Bakara: 2/62, 218: Kehf:18/100vb.

[909] Bkz. Nisa: 4/78

[910] Bakara: 2/245

[911] Bkz. İbn Kesir. Tefsiru'l Kur'ani'l 'azim, 1, 531; Kurtubi. el-Câmi li ahkâmil Kur'an, III, 236-237

[912] Bkz. Âl-i İmrân: 3/181

[913] Bkz. Yunus: 10/9

[914] Bkz. Muhammed: 47/17

[915] Bkz. Ankebut: 29/69

[916] Bkz. Maide: 5/15-16

[917] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 199-201.

[918] Yûsuf: 12/87

[919] Bkz. Rûm 30/ 30

[920] Bkz. En'am: 6/75-79 vb.

[921] Bkz. Bakara: 2/177; Ahzâb: 33/23 vb.

[922] Bkz. Âl-i İmrân: 3/139 vb.

[923] Bkz, Ankebût: 29/23: Yûsuf: 12/87-88 vb.

[924] Bkz- Kamer: 54/44-45 vb.

[925] Bakara: 2/214 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 202-204.

[926] Hûd: 11/112

[927] Bkz. Saf: 61/2-3

[928] Bkz. Ragıp el-İsfehâni, el-Müfredât, s.478-480, 692

[929] Bkz. Nisa: 4/87, 122

[930] Bkz. Yâsîn: 36/52: Meryem: 19/41: Ahzâb: 33/35

[931] Bkz. Fatiha: 1/5

[932] Bkz. Fatiha: 1/6-7

[933] Hûd: II/112

[934] Bkz. İbn Kesir. Tefsiru'l Kur'ani'l 'azim, III, 534

[935] Bkz. Müslim. İman, 13

[936] Fussilet: 41/30-31

[937] Bkz. Kurtubi. el-Câmi li ahkâmi’l Kur'an, XV, 358

[938] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 205-207.

[939] A'râf: 7/126

[940] Âl-i İmrân: 3/102

[941] Bkz. Hicr: 15/99

[942] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 208-209.

[943] A'râf: 7/123-124

[944] A'râf: 7/125-126

[945] A'râf: 7/126

[946] Kamer: 54/44-45

[947] Bkz. İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'ani'I 'azim, VI, 478

[948] Bkz. Ât-i İmrân: 3/140 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 209-210.

[949] Yusuf: 12/101 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 210-211.

[950] Enfâl: 8/46

[951] Bkz. Mülk: 67/2: Bakara: 2/155; Al-i İman: 3/142 vb.

[952] Bkz. Müddessir: 74/7

[953] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 212.

[954] Bkz- İbu Manzur. Lisanani’l Arab. III, 437-443

[955] Bkz. Müzzemmil: 73/10; Beled: 90/17; Kasas: 28/54 vb.

[956] Bkz. Rağıp el-İsfehani. el-Müfredat, s.474

[957] S b r kökünün, türevleriyle birlikte Kur'an’daki kullanımı için bkz. M.Fuad Abdulbaki. Mu'cemü’l müfehres, s b r md.

[958] Bkz. Al-i İmran: 3/120, 125, 142, 146-148 vb.

[959] Bkz. Kurtub el-Câmi li ahkâmi"l Kur'an, 11, 174

[960] Bkz.. Bakara: 2/177 vb.

[961] Bkz. Kalem: 68/48; Müzzemmil: 73/10: Beled: 90/17; Yunus: 120/109; Nahl: 16/: Al-i İmran: 3/200 vb.

[962] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 212-214.

[963] A'raf: 7/126 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 214.

[964] Bakara: 2/193

[965] Bkz. Nahl: 16/89: Enam: 6/59, 114 vb.

[966] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 215.

[967] Bkz. İbn Manzur, Lisanu'l Arab, XII, 373 vd.; Rağıp el-İsfehani, el-Müfre­dat, s.537 vd.

[968] Bkz. Rağıp el-İsfehani, age, s.537

[969] Bkz. M.Fuad Abdülbaki, Mu'cemu’l 7 müfehres, s.434-439

[970] Bakara: 2/193

[971] Bkz. Bakara: 2/190

[972] Bkz Bakara: 2/191-193

[973] Hac: 22/39-40

[974] Bkz, En'am: 6 135; Nisâ: 4/40: Yûnus: 10/44: Kehf: 18/40 vb.

[975] Bkz, : 6/135; Nisâ: 4/40: Yûnus: 10/44: Kehf: 18/40 vb.

[976] Bkz. Hud11/102, 117; Kehf: l8/59: Neml: 27/51, 85 vb.

[977] Bkz, Hûd: 11/116: En'am: 6/123: Kasas: 28/58 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 215-216.

[978] Nisa: 4/75

[979] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 217-218.

[980] Enfâl: 8/74

[981] Bkz. Bakara: 2/208; Enfâl: 8/61 vb.

[982] Bkz. Bakara: 2/190-193; Nisa: 4/79; Enfâl: 8/39; Tevbe: 9/12, 29, 36, 123 vb.

[983] Bkz. Bakara: 2/154, 261, 273; Enfâl: 8/60 vb.

[984] Bkz. Enfâl: 8/74; Bakara: 2/190, 195, 218 vb.

[985] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 219.

[986] Bkz. M.İsmail İbrahim. Mu'cemu'l elfâzi ve'l a'lami'l Kur'aniyye, s. 550-Ragıp el-İsfahani, el-Müfredat, 833-834

[987] Bkz. Mûzzemmil 73 10; Müddessir: 74/5; Furkân: 25/30; Meryem: 19/46; Nuhl: 16/41, 110; Mü'minün: 23/ 67; Ankebût: 29/26; Bakara: 2/218; Enfâl: 8/72, 74, 75; Âl-i İmrân: 3/195, Ahzâb: 33/6, 50: Müntehine: 60/10; Nisa: 4/34, 89, 97-100; Haşr: 59/8-9; Nur: 24/22; Hac: 22/58; Tevbe: 9/20, 100, 117

[988] Bkz. Nahl: 16/41. 100; Ankebût: 29/26; Enfâl: 8/72; Tevbe: 9/100 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 219-120.

[989] Bkz. Mûzzemmil: 73/

[990] Bkz. Zemahşeri. Keşşaf, fi', 177

[991] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 220-221.

[992] Bkz. Sehârenfûri. Bezlu’l mechud, XI, 374

[993] Bkz. Sehârenfûri. age, XI, 373

[994] Bkz Nisa: 4/97

[995] Bkz, Nisa: 4/100; 22/58; Tevbe: 9/20, 100 vb.

[996] Bkz. Nisa: 4/98-100

[997] Bkz. Enfâl: 8/74

[998] Bkz. Nisa: 4/89: Ahzâb: 33/50: Mümtehine: 60/10 vb.

[999] Bkz. Ankebût: 29/'26

[1000] Bkz. Nahl: 16/110

[1001] Bkz. Ahmet ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi, I, 29

[1002] Enfâl: 8/74 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 221-223.

[1003] Bakara: 2/186

[1004] Bkz. Bakara: 2/177

[1005] Bkz. Bakara: 2/25; Meryem: 19/96 vb.

[1006] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 224.

[1007] Bkz. En’am: 6/92

[1008] Bkz. Zuhruf: 43/84-85

[1009] Bkz. Kâf: 50/16; Bakara: 2/186; Mücâele: 58/7 vb.

[1010] Bkz. Zuhruf: 43/84-85

[1011] Bkz. Mücâele: 58/7

[1012] Bkz. Kaf: /50/16

[1013] Bkz. İsrâ: l7/44; Ra'd: 13/' 13. 15 vb.

[1014] Bkz. Bakara: 2/122, 197; Âl-i İmrân: 3/103 vb

[1015] Bkz. Hicr: 15/9; Kalem: 68/51

[1016] Bkz. Ra’d: 13/28

[1017] Bkz. A'lâ: 87/14-15

[1018] Bkz. İsra: 1/7 46 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 224-225.

[1019] Bkz. Al-i İmrân: 3/190-191

[1020] Bkz. Asr: 103/1-3

[1021] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 226.

[1022] Bkz. Naziât: 79/37-39

[1023] Bkz.Haşr: 59/19 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 226-227.

[1024] Mü'minûn: 23/115

[1025] Bkz. Mülk: 67/2; Hud:  11/112 vb.

[1026] Mü'mimin: 23/115

[1027] Bkz. Bakara: 2/177

[1028] Bkz Fâtır: 35/1: Rahman: 55/29; Fatiha: 1/2; Bakara: 2/186; Kâf: 50/16 vb.

[1029] Bkz. Ahzâb: 33/36

[1030] Bkz. Kehf: l8/110; Ahkaf: 46/9; Fussilet: 41/6; En'am: 6/50; Âl-i İmrân: 3/441 vb.

[1031] Bkz Mâide: 5/48

[1032] Bkz. Mâide: 5/2

[1033] Bkz. Enfal: 8/46

[1034] Bkz. Ra'd: 13/21; Âl-i İmrân: 3/103 vb.

[1035] Bkz. Tevbe: 9/103

[1036] Bkz. Ra'd: 13/28; Zümer: 39/23 vb.

[1037] Bkz. Bakara: 2/282; Ankebut: 29/45 vb.

[1038] Bkz. Furkân: 25/71

[1039] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 228-230.

[1040] Kalem: 68/8

[1041] Kalem 68/8-16

[1042] Bkz. Kurtubi. el-Cami li ahkâmi'l Kur'an, XVIII. 230; Zemahşeri. Keşşaf, IV, 142

[1043] Bkz. En'am: 6/52; Yûnus: 10/15; İsrâ: 17/73-75 vb.

[1044] Bkz. İsrâ: 17/73

[1045] Bkz. Zemahşeri. age, IV, 142-143

[1046] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 231-234.

[1047] Kehf: 18/46

[1048] Bkz. Rahman: 55/1-4 vb.

[1049] Bkz. A'râf: 7/2-3: Ra'd: l3/37vb.

[1050] Bkz. En’am: 6/38, 59 vb,

[1051] Bkz. Âl-i İmrân: 3/7; Zuhruf: 43/4; Ra'd: 13/39 vb.

[1052] Kehf: 18/46

[1053] Bkz. Kurtubi. el-Cami li ahkâmi'I Kur'an, X, 414 vd: İbn Kesir. Tefsiru'l Kur'ani’l 'azim, lV 390 vd; Zemahşeri. Keşşaf, II, 486 vd.

[1054] Bkz. Kurtubi. age, X, 414; Zemahşeri. age, II, 486 vd.

[1055] Bkz. Bakara: 2/277; Maide: 5/93; Hûd: 11/23; Kehf: 18/30, Tâhâ: 20/1 512; Fussilet: 41/8; Beyine: 98/7 vb.

[1056] Bkz. Zâriyât: 5l/56

[1057] Bkz. ÂI-iİ İmran: 3/134; Ra'd: 13/22; Hucurat: 49/10; İnsân: 76/8 vb.

[1058] Bkz. Hadid: 57/ 21; Kâf: 50/31-35: Fecr: 89/27-30 vb.

[1059] Bkz. İsrâ: 17/36-38 vb.

[1060] Bkz. Beyine: 98/7 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 235-238.

[1061] Fâtır: 35/11

[1062] Ecel kelimesi, çeşitli kullanım biçimleriyim Kur’an’ın tamamında 56 kez geçmektedir. (Bkz. M. Fuad Abdulbaki. Mu'cemu'l müfehres, s. 14-15)

[1063] Bkz. İbn Manzur, Lisanu'l Arab, XI, 11-13

[1064] Bkz. En'am: 6/2: Rad: I3/2: Ankebut: 29/53 vb.

[1065] Bkz. Rum: 30/8: Lokman: 31/29

[1066] Bkz, Türkiye Diyanet I V'akfı İslam Ansiklopedisi, X, 380

[1067] Bkz. En'am: 6 2/60

[1068] Bkz. Fatır: 35/11

[1069] Bkz. Hud: 11/3

[1070] Bkz. Ankebut: 29/53

[1071] Bkz. Mü’min: 40/67

[1072] Bkz A raf: 7/34; Yunus: 10/49: Hicr: 15/5

[1073] Bkz. Al-i İmran: 3/145: Fatır: 35/11: Münafikûn: 63/11 vb.

[1074] En'am: 6/ 2

[1075] Bkz. Güler. İlhami, Allah'ın Ahlakiliği Sorunu, s. 116

[1076] Bkz. Zemahşeri. Keşşaf, 11, 4; Kurtubi. et-Cami 'li Ahkâmi’l Kuran, VI, 389

[1077] Bkz. DİA, X,381

[1078] Bkz. Zemahşeri. age.IIl 303

[1079] Nahl: 16/70

[1080] Bkz. Güler. İlhami, age, s, 121

[1081] Bkz. Fatır: 35/11: Münafıkûn: 63/11 vb.

[1082] Bkz. Bakara: 2/195

[1083] Bkz. Yunus: 10/98

[1084] Bkz- Buhari. Da'avât, 26: Zemahşeri. age, III, 303

[1085] Bkz. Ankebut: 29/5

[1086] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 239-243.

[1087] İnfitar: 82/6

[1088] Bkz. İsra: 17/44; Nur: 24/41 vb.

[1089] Bkz. Abese: 80/23

[1090] Bkz. Bakara: 2/161; Enfal: 8/55; Mümin: 40/12 vb.

[1091] Bkz. Mehmet S.Aydın, Din Felsefesi, s.232

[1092] Bkz. Ragıp el-İsfehani, el-Müfredat, s.604

[1093] Bkz. M. Fuat Abdulbaki Mucemu’l Müfehres, s.497

[1094] Bkz. En'am: 6/70, 130; Al-i İmran: 3/185; Hadid: 57/20 vb.

[1095] Bkz. A'raf: 7/51; Casiye: 45/35 vb.

[1096] Lokman: 31/33

[1097] Bkz. Nisa: 4/120; En’am: 6/112; İsra: 17/64 vb.

[1098] Bkz. Leyl: 92/5-10

[1099] Bkz. Nisa: 4/64

[1100] Beled: 90/5 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 244-247.

[1101] Hucurât: 49/10

[1102] Bkz Kurtubi, el-Câmi li ahkâmi’l Kur'an, XVIII, 227

[1103] Bkz. Hucurât: 49/10

[1104] Bkz. Âl-i İmrân: 3/110

[1105] Bkz. Bakara: 2/143

[1106] Bkz. Fetih: 48/29

[1107] Bkz. Âl-i İmrân: 3/114: Mâide: 5/2

[1108] Bkz. Şûra: 42/38

[1109] Bkz Bakara: 2/190-191 vb.

[1110] Bkz. Haşr: 59/ 7

[1111] Bkz. Beled: 90/ 17; Asr: 103/3; Mâide: 5/2; Hucurât: 49/11-13 vb.

[1112] Bkz Âl-i İmrân: 3/104, 110, 114: Hac: 22/41

[1113] Bkz. İsrâ: 17/16; Kehf: 18/59 vb.

[1114] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 249-250.

[1115] Bkz. A'râf: 7/59-93, 103-137 vb.

[1116] Bkz. Kasas: 28/3-44, 76-81 vb.

[1117] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 250-251.

[1118] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 251-252.

[1119] Bakara: 2/188

 

[1120] Bkz. Bakara: 2/188, 275; Nisa: 4/29; Şuara: 26/181-183 vb

[1121] Bkz. Müzzemmil: 73/11-13; Müddessir: 74/11-15: Hümeze: 104/1-4, Maun: 107/1-7 vb

[1122] Bkz. Bakara: 2/107: Ali İmran: 3/26-27 vb.

[1123] Bkz. Bakara: 2/30: Ahzab: 33/ 72

[1124] Bkz.Bakara: 2/29 vb.

[1125] Bkz.Mülk: 67/2

[1126] Bkz Cuma: 62/10: Rum: 30/46: Müzzemmil: 73/20

[1127] Bkz Alak: 96/ 6-7: Şura: 42/27 vb.

[1128] Bkz.Cuma: 62/ 10: Mülk: 67/15

[1129] Bkz. Alak: 96/6-7 vb.

[1130] Bkz. Haşr: 59/ 7

[1131] Bkz. Rum: 30/4!

[1132] Bkz. İsra: 17/ 16: Sebe: 3'1; 34-35 vb,

[1133] Bkz. Al-i İmran: 3/ 14-15: İsra: 17/100 vb.

[1134] Bkz. Şems: 91/ 7-9: Leyl: 92/4-7 vb.

[1135] Bkz. Hud: 11/61 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 253-255.

[1136] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 255-256.

[1137] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 256.

[1138] Zâriyât: 51/19

[1139] Bkz. Nisa: 4/58; Mâide: 5/8 vb.

[1140] Bkz, Hucurât: 49/13

[1141] Bkz. Bakara: 2/278-279

[1142] Bkz. Zâriyât: 51/19: Me'âric: 70/25 vb.

[1143] Bkz. Duhâ: 93/9-10

[1144] Bkz. En'am: 6/141; İsrâ: 17/26: Rûm: 30/38; Tevbe: 9/34vb.

[1145] Bkz. İsra: 17/9, 36 vb.

[1146] Bkz. Zuhruf: 43/69; Fussilet: 41/33 vb.

[1147] Bkz. Nem: 53/39

[1148] Bkz. Cuma: 62/9-10

[1149] Bkz. Mutaffifin: 83/26 

[1150] Bkz. Necm: 53/39

[1151] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 258-260.

[1152] A'raf: 7/31

[1153] Bkz. Tin: 95/4

[1154] Bkz. Zuhruf: 43/10-14; Ğâfir: 40/ 61, 79-80: Nahl:16/5-17 vb.

[1155] Bkz. Zâriyât: 51/56: Bakara: 2/21 vb.

[1156] Bkz. İbn Manzur, Lisami't Arab, IX, 148-150

[1157] Bkz. M. İsmail İbrahim. Mu'cemu'l elfâzi ve'l a'lami'l Kur'aniyye, s.234

[1158] İsraf sözcüğünün türediği s r f kökünün yer aldığı sureler ve geçtiği ayetler şunlardır: Araf: 7/31 (2), 81; Yasin: 36/19; Furkan: 25/67; Taha: 20/127; Şuara: 26/151; İsra: 17/33; Yunus: 10/12, 83; En'am: 6/141 (2); Züıner: 39/53: Ğafır: 40/28, 34, 43; Zuhruf: 43/5; Duhan: 44/31: Zariyat: 51/34; Enbiya: 21/9; Al-i İmran: 3/147: Nisa: 4/6: Maide: 5/32

[1159] Bkz.A'raf: 7/81; İsrâ: 17/33; Tâhâ: 20/127; Furkân: 25/67 vb.

[1160] Bkz. Yûnus: 10/83

[1161] Bkz. Duhân: 44/ 31

[1162] Bkz. Yûnus: 10/83

[1163] Bkz. M. İsmail İbrahim, age, s.234

[1164] Bkz. Şu'ârâ': 26/151-152; Zâriyât: 51/34 vb.

[1165] A'raf: 7/31

[1166] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 261-262.

[1167] Bkz. Necm: 53/39-40; A'raf: 7/31; Tâhâ: 20/81 vb.

[1168] Bkz. A 'raf: 7/31-32; Nahl: 16/10-14 vb.

[1169] İsrâ: 17/29 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 262-264.

[1170] Kehf: 18/110

[1171] Bkz. Âl-i İmran: 3/109. 129; Nisa: 4/126 vb.

[1172] Bkz. Tin: 95/4 vb

[1173] Bkz İsrâ: 17/70

[1174] Bkz. Bakara: 2/28. 156. Kavas: 28/70, Fussilet: 41/21 vb

[1175] Bkz. İsrâ: 17/9

[1176] Bkz. Kasas: 28/85; Rahman: 55/2; Bakara: 2/185 vb.

[1177] Bkz. Tâhâ: 20/123

[1178] Bkz. Bakara: 2/28; Kasas: 28/88; Rahman: 55/26-27 vb.

[1179] Bkz. Âl-i İmrân: 3/185;Enbiyâ: 21/35 vb.

[1180] Bkz. Tevbe: 9/17-18vb.

[1181] Yûnus: 10/7-8

[1182] Yûnus: 10/15

[1183] Bkz. Yûnus: 10/45

[1184] Bkz. Kehf: 18/105

[1185] Bkz. Zümer: 39/ 15; Nisa: 4/119

[1186] Bkz. Hac: 22/ II

[1187] Bkz. Nisa: 4/119

[1188] Bkz. Ankebût: 29/52; Zümer: 39/63

[1189] Bkz. Âl-i İmrân: 3/85

[1190] Bkz. Mücâele: 58/19

[1191] Bkz. Nahl: 16/108-109; Yûnus: 10/95

[1192] Bkz. Tevbe: 9/69; Mâide: 5/5 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 265-267.

[1193] İbrâhîm: 14/44

[1194] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 267.

[1195] Bkz. Cuma: 62/9-11 vb.

[1196] Zelzele: 99/7-8

[1197] Bakara: 2/281

[1198] A 'lâ: 87/16-17

[1199] Yâsin: 36/78-79

[1200] Kehf: 18/110 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 267-268.

[1201] Fâttr: 35/15

[1202] Bkz. En'am: 6/102; Ra'd: 13/ 16; Hicr: 15/28; Zûmer: 39/32 vb.

[1203] Bkz. Şûra: 42/1l

[1204] Bkz. İhlâs: 112/4

[1205] Bkz. İhlâs: 112/2

[1206] Bkz. En'am: 6/3, 18, 73 vb.

[1207] Bkz. Tâhâ: 20/50; Â'Iâ: 87/3; En'am: 6/90 vb.

[1208] Bkz. Bakara: 2/185; İsra: 17/9 vb.

[1209] Bkz. Hicr: 15/26, 28, 33; Mü'mimin: 23/112-14 vb.

[1210] Bkz. İsrâ: 1 7/70; Tin: 95/4; Ahzâb: 33/72

[1211] Bkz, Me'âric: 70/19-21; Nisa: 4/128; Teğâbün: 64/16: Haşr: 59/9 vb.

[1212] Fâtır: 35/15

[1213] Bkz. Fatiha: 1/2

[1214] Bkz. İsrâ: 17/44, 111: Bakara: 2/30: Zümer: 39/ 75 vb.

[1215] Bkz. Fâtır: 35/15: Neml: 27/40: Yûnus: 10/68: En'am: 6/133; Lokman: 31/ 12, 26: Zümer: 39/7: İbrahim: 14/8; Ankebût: 29/6: Bakara: 2/263, 268: Âl-i İmrân: 3/ 97: Mümtehine: 60/6: Hadîd: 57/24; Muhammed: 47/38; Hac: 22/64; Teğâbün: 64/6

[1216] Bkz.Yûnus: 10/68; Ankebût: 29/6

[1217] Bkz. Bakara: 2/263, 267; Ankebût: 29/6; En’am: 6/133; Neml: 27/ 40; Zümer: 39/7 vb.

[1218] Bkz. Âl-i İmrân: 3/97; Bakara: 2/263, 267 vb.

[1219] Al-i İmrân: 3/133 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 269-271.

[1220] En'am: 6/123

[1221] Bkz. Al-i İmran: 3/119; Maide: 5/3

[1222] Bkz. Nahl: 16/90

[1223] Bks. Hac: 22/41

[1224] Bkz. Bakara: 2/213

[1225] Bkz. Şuara: 42/42

[1226] Bkz. Enfal: 8/59-65

[1227] Bkz. İsra: 17/22

[1228] Bkz. Şuara: 26/53-56: Kasas: 28/57-58; Zuhruf: 43/31

[1229] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 272-273.

[1230] Bkz. Şuara: 26/29; Kasas: 28/76-77; Bakara: 2/258

[1231] Bkz. Tevbe: 9/34

[1232] Bkz. Sebe: 34/34

[1233] Bkz. Araf: 7/60

[1234] Bkz. Enam: 6/123; Araf: 7/ 60-75 vb.

[1235] Bkz. Sad: 38/ 8; Zuhruf: 43/31

[1236] Bkz. Hud: 11/87-91; Araf: 7/88

[1237] Bkz. Hud: 11/53; Zuhruf: 43/23

[1238] Bkz. Mutaffifin: 83/2-3 5 Bkz. Araf: 7/179

[1239] Bkz. Mutaffifin: 83/2-3

[1240] Bkz. Araf: 7/179

[1241] Bkz. Alak: 96/6-7; Hümeze: 104/2-3

[1242] Bkz. Fussilet: 41/ 15; Şuara: 26/111

[1243] Bkz. Enam: 6/123

[1244] Bkz. Fecr: 89/17-18; Maun: 107/1-2 vb.

[1245] Bkz. Münafikun: 63/4; Yusuf: 12/40 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 273-274.

[1246] Bkz. Haşr: 59/7

[1247] Bkz. Bakara: 2/261-262

[1248] Bkz. Kehf: 18/46

[1249] Bkz. Bakara: 2/195

[1250] Bkz. Bakara: 2/2 75; Araf: 7/31

[1251] Bkz. Necm: 53/39-40

[1252] Bkz. Kasas: 28/77

[1253] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları:274-276.

[1254] Bakara: 2/168

[1255] Bkz. Maide: 5/3

[1256] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 277.

[1257] Bkz. İbn Manzar. Lisanu’l Arab, XI, 163-174

[1258] Bkz. Bakara: 2/29; İbrahim: 14/32-33 vb.

[1259] Bkz. Bakara: 2/187; Al-i İmran: 3/93; Maide: 5/4 vb.

[1260] Bkz. İbn Manzur. a.g.e., XII, 119-130

[1261] Bkz. Ragıb el-İsfehani, el-Müfredat, s.229

[1262] Bkz. Maide: 5/87; Nahl: 16/115-116 vb.

[1263] Bkz. Mâturidi. Kitabu't-tevhid, s.332-333

[1264] Bkz. Buhari, İman, 41

[1265] Bkz. Nisa: 4/32; Cuma: 62/10; Mülk: 67/15 vb.

[1266] Bkz. Nisa: 4/29; Maide: 5/190; Buhari, Zekat, 29; Müslim, Zekat, 44 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 277-279.

[1267] Bkz. Necm: 53/39-41; Müzzemmil: 73/20 vb.

[1268] Bkz. Bakara: 2/188, 275; Şuara: 26/ 181-183 vb.

[1269] Bkz. Bakara: 2/282; Nisa: 4/32; Necm: 53/39 vb.

[1270] Bkz. Buhari, Buyu, 15; Müsned, IV, 141

[1271] Bkz. Bakara: 2/275-279 vh.

[1272] Maide: 50 /88 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 279-280.

[1273] Bakara: 2/106

[1274] Bkz. Bakara: 2/2: Hac: 22/16; Kehf: 18/1-2 vh.

[1275] Bkz Fussilet: 4l/ 41-42: Hicr: 15/9 vh

[1276] Bkz. Âl-i İmrân: 3/103-104: Hac: 22 41 vh.

[1277] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 281.

[1278] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 281-282.

[1279] Bkz. Bakara: 2/106 vb.

[1280] Bkz. A'râf: 7/199

[1281] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 282-283.

[1282] Bkz. Bakara: 2/285 vb.

[1283] Bkz. Al-i İmran: 3/102; Bakara: 2/285 vb.

[1284] Bkz. Bakara: 2/62; Mâide: 5/9.69; Nahl: 16/97; Hûd: 11/23; Kehf: 18/107 vb.

[1285] Bkz Bakara: 2/25 vb.

[1286] Bkz. Bakara: 2/37; Mâide: 5/39; En’am: 6/54; Furkân: 25/70 vb.

[1287] Bkz. İsrâ: 17/23-39 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 284.

[1288] Bkz. Nahl: 16/120; Bakara: 2/123; Âl-i İmrân: 3/104. 110 vb.

[1289] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 284-285.

[1290] Bakara: 2/213

[1291] Bkz. Hucurât: 49/13

[1292] Bkz. Bakara: 2/213; Yûnus: 10/19 vb.

[1293] Bkz. Şems: 91/8

[1294] Bkz. Yûsuf: 12/53

[1295] Bkz. Şems: 91/9

[1296] Bkz. Hicr: 15/42

[1297] Bkz. Bakara: 2/143

[1298] Bkz. Nisa: 4/1: En'am: 6/ 98: Zümer: 39/ 6: Hucurât: 49/13 vb.

[1299] Bkz. Âl-i İmrân: 3/195

[1300] Bkz. Hucurât: 49/13

[1301] Bkz. Zâriyât: 51/56: Mülk: 67/2 vb.

[1302] Bkz. Âl-i İmrân: 3/195

[1303] Bkz. Şura: 42/38

[1304] Bkz. Âl-i İmrân: 3/104, 1 10: Ra'd: 13/21: Hac: 22/ 41 vb.

[1305] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 286-289.

[1306] Enfâl: 8/53

[1307] Bkz. Maide: 5/3;Al-i İmran: 3/19;Ahzab: 33/40

[1308] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 290.

[1309] Bkz. A’la: 87/1-3

[1310] Bkz. Şems: 91/7

[1311] Bkz. Şems: 91/8

[1312] Bkz. Şems: 91/9-10

[1313] Bkz. Bakara: 2/30; En'am: 6/165

[1314] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 290-291.

[1315] Bkz. Bakara: 2/143: Âl-i İmrân: 3/104, 110, 114: Mâide: 5/2; Hac: 22/ 41;Şûra: 42/38; Haşr: 59/7 vb.

[1316] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 291.

[1317] Bkz. İbn Manzur, Lisani’l Arab, XII, 140 vd

[1318] Bkz. Mehmet Doğan. Büyük Türkçe Sözlük, s. 432

[1319] Bkz. Büyük Kültür Ansiklopedisi, IV, 1620

[1320] Bkz. Ana Britannica, IV, 29

[1321] Bkz. M. İsmail İbrahim, Mucemu'l elfâzi ve'Ia'lami'l Kur'aniyye, s. 132 vd.

[1322] Bkz. Enam: 6/57; Yûsuf: 12/40, 67; Hûd: 11/45; Tin: 95/8 vb.

[1323] Bkz. Bakara: 2/213: Nisa: 4/58, 105; Mâide: 5/42; Sâd: 38/22, 26 vb.

[1324] Bkz, Âl-i İmrân: 3/159; Şûra: 42/38

[1325] Bkz. Nisa: 4/58; Mâide: 5/42 vb.

[1326] Bkz. Enfâl: 8/53: Ra'd: 13/11

[1327] Maide: 5/44

[1328] Bkz. Rahman: 55/ 7-9; Nahl: 16/90 vb.

[1329] Bkz. Nâzi'ât: 79/21-24; Kasas: 28/38; Şu'arâ: 26/29

[1330] Bkz. Hatemi, Hüseyin. İnsan Hakları Öğretisi, s.225 294

[1331] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 291-294.

[1332] Âl-i İmrân: 3/159

[1333] Bkz. Rum: 30/30

[1334] Bkz. A'raf: 7/54

[1335] Bkz. Nisa: 4/58 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 295-296.

[1336] Bkz. Nisa: 4/58, 105, 135; Al-i İmran: 3/159 vb.

[1337] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 296-297.

[1338] Bkz. Nisa: 4/59, 171; Maide: 5/92: Nur: 24/62 vb.

[1339] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 297-298.

[1340] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 298.

[1341] Nisa: 4/59

[1342] Bkz. Muhammed Esed. İslam 'da Yönetim Biçimi, s-45-46

[1343] Bkz. Enfâl: 8/20, 24, 46; Nisa: 4/59 vb.

[1344] Bkz. Âl-i İmram: 3/159: Şûra: 42/ 38

[1345] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 299-300.

[1346] Bkz. Çaha. Ömer. Cumhuriyet Türkiye'sinin İlk Yıllarında Sivil Toplum, İslami araştırmalar, C.8. S.2, s. 101

[1347] Bkz. Tuncay. Mele. Cumhuriyet Halk Partisi, Cumhuriyet Dönemi Türk An­siklopedisi, C.8

[1348] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 300-303.

[1349] Nisa: 4/58

[1350] Bkz. Maide: 5/3

[1351] Bkz. Nisa: 4/174

[1352] Bkz. Ahzab: 33/40, 45. 46 vb.

[1353] Bkz. Sebe: 34/28; İbrahim: 14/1; Zümer: 39/41

[1354] Bkz. En'am: 6/59: İsra: 17/89: Kehf: l8/54vb.

[1355] Bkz. Özdeş. Talip, "İslam" ve Müslüman Kavramları Açısından Din-Bili'" ve Siyaset İlişkilerinin Anlamı. İslami Araştırmalar, c. II, sy. 1-2, s. 120

[1356] Bkz. Hac: 22/41; Şuara: 26 152; Neml: 27/48; Bakara: 2/193, 251 vb.

[1357] Bkz. Özsoy. Ömer-Güler. İlhami. Konularına Göre Kur'an, s.530

[1358] Nisa: 4/58

[1359] Bkz. Muminûn: 23/8; Mearic: 70/32: Bakara: 2/283; Enfâl: 8/27: Ahzâb: 33/72: Nisa: 4/ /58

[1360] Bkz. Ahzâb: 33/72

[1361] Bkz. Ragıp el-İsfehani. el-Müfredat, s.90; Muhammed Esed. Kur'an Mesajı, s.848

[1362] Bkz. Fazlurrahman. Ana Konularıyla Kur'an, s. 79

[1363] Bkz. Zemahşeri. Keşşaf. 1. 553; Kurtubi. el-Câmi li-ahkâmi'l Kur'an, V,256-258: Muhammed Esed. age, s.

[1364] Bkz. Nisa: 4/58-59

[1365] Bkz Âl-i İman: 3/159, Şûra: 42/28; Müntehine: 60/12 vb.

[1366] Bkz. Neml: 27/34 vb.

[1367] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 304-306.

[1368] Bkz. Fetih: 48/10; Müntehine: 60/12

[1369] Bkz. AI-i İmran: 3/159

[1370] Bkz. Ahmed ez-Zebidi. Tecrid Tercemesi, 1, 67-68 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 306-307.

[1371] Mâide: 5/8

[1372] Bkz. Mâide: 5/48, 106; Hac: 22/39-41 vb.

[1373] Bkz. Âl-i İmrân: 3/102-104 vb.

[1374] Bkz. İhlâs: 112/1-4: Tâhâ: 20/98; Hud: 11/103-105; Nisa: 4/58: Mâide: 5 vb.

[1375] Bkz. Ankebût: 29/ 61: Zümer: 39/3 vb.

[1376] Bkz. Sâd: 38/6

[1377] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 308-309.

[1378] Bkz. Câsiye: 45/24

[1379] Bkz. Nazi'ât: 79/37-38

[1380] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 309.

[1381] Bkz. Tevbe: 9/60

[1382] Bkz. Şu'ara': 26/181-182; Nisa: 4/29-30; Bakara: 2/275;  Tevbe: 9/60; Mâide 5/2 vb.

[1383] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 309-310.

[1384] Bkz. Hac: 22/39-41: Haşr: 59/7-9 vb.

[1385] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 311-312.

[1386] Ankebût: 29/2

[1387] Bkz, Ankebût: 29/2-3

[1388] Bkz. Kalem: 68/6; Müddessîr: 74/31: Burûc: 85/10; Kamer: 54/27: Sâd: 38/23-24: A 'râf: 7/2 7, 155: Cin: 72/ 17: Furkân: 25/20; Tâhâ: 20/40. 85. 90, 131: Neml: 27/47; İsrâ: 17/60, 73; Yûnus: 10/83, 85: Enam: 6/23, 53; Sâffât: 37/63, 162; Zümer: 39/49; Duhân: 44/17; Zâriyât: 51/13-14; Nahl: 16/110; Enbiyâ: 21/35, 111; Ankebût: 29/2, 3, 10; Bakara: 2/102, 191, 217; Enfâl: 8/25, 28, 39, 73: Âl-i İmrân: 3/7: Ahzâb: 33/14; Mümtehine: 60/5; Ni­sa: 4/91, 101; Hadîd: 57/14; Nûr: 24/63; Hac: 22/11, 53; Teğâbun: 64/15; Mâide: 5/41, 49, 71; Tevbe: 9/47, 48, 49. 126

[1389] Bkz. İbn Manzur. Lisanu'l Arab, XIII, 317; Rağıp 1-İsfehani. el-Müfredat, s.371; M. İsmail İbrahim. Mu'cemu'l elfâzi ve'l a'lami'l Kur'aniyye, s.387 vd

[1390] Bkz. Enbiyâ: 21/35

[1391] Bkz. Enfâl: 8/28; Teğâbün: 64/15

[1392] Bkz. Ankebût: 29/10

[1393] Bkz. Bakara: 2/193, Enfâl: 8/39 vb.

[1394] Bkz. Bakara: 2/193, Enfâl: 8/39 vb.

[1395] Enfâl: 8/39

[1396] Bkz. Âl-i İmrân: 3/105; En'am: 6/153; Rûm: 30/32 vb.

[1397] Enfâl: 8/73

[1398] Bkz. En'am: 6/158

[1399] Bkz. Râd: 13/11

[1400] Ankebût: 29/2 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 313-316.

[1401] Ankebut: 29/69

[1402] Bkz. A’lak: 96/2; Rahman: 55/3: Nahl: 16/97; Mülk: 67/2vb.

[1403] Bkz. Nisa: 4/164; Kehf: 18/27; İbrahim: 14/13; Necm: 53/10 vb.

[1404] Bkz. Enbiya: 21/73; İsra: 17/9; Nisa: 4/87. 122 vb.

[1405] Bkz. Al-i İmran: 3/33: Nisa: 4/163; Saf: 61/8 vb,

[1406] Bkz. Nisa: 4/136; Ahkaf: 46/31; A'raf: 7/3; Zümer: 39/55 vb.

[1407] Bkz. Lokman: 31/13, Nahl: 16/90 vb. 318

[1408] Bkz. Bakara: 2/25; Yunus: 10/2: Kehf: 18/46

[1409] Bkz. Nahl: 16/ 95-96: Mervem: 19/76 vb. Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 317-320.

[1410] Mü'min: 40/60

[1411] Bkz. Enam: 6/102; İsra: 17/44; Ra'd: 13/13 vb.

[1412] Bkz. Tin: 95/4

[1413] Bkz. Rum: 30/30

[1414] Bkz- A'raf: 7/72-173

[1415] Bkz. Bakara: 2/21; Zariyat: 51/56

[1416] Bkz. İbn Manzur, Lisanu’l Arab IX. 257-262

[1417] Bkz. Fatiha: 1/5-7; A'raf: 7/155-156: Hud: 11/47; Mü'min: 40/7-9 vb.

[1418] Bkz. Yunus: 10/12; İsra: 17/11,67; Lokman: 31/31: Fussilet: 41/49-51 vb.

[1419] Bkz. Mü'min: 40/60

[1420] Bkz. A'raf: 7/55-56, 205-206 vb.

[1421] Bkz. Bakara: 2/285-286; Al-i İmran: 3/8-9, 16; 53,191-194; İbrahim: 14/35-41; Taha: 20/25-35 vb.

[1422] Bakara: 2/201

[1423] Bkz. Buhari. Da'avât, 55; Müslim, Zikir, 23

[1424] Bkz. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, IX, 537-538

[1425] Bkz. Bakara: 2/186 vb.

[1426] Bkz. Hud: 11/45-47, 74-76 vb.

[1427] Furkan: 25/77 324

[1428] Bkz, Tirmizi Da'avât. 69

[1429] İbrahim: 14/40-41 Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 321-325.

[1430] Fahrettin Yıldız, Kur’an Aydınlığında Hayatı Doğru Yaşamak, İşaret Yayınları: 327-328.