KUR’AN BİLİMİ 8

Müellif Hakkında Birkaç Söz. 8

Sunuş. 8

KUR'AN'IN KÜLTÜR YARATICILIĞI 8

Mukaddime yerine. 8

Kur'an-ı Kerim'in Hayata Kültürel Etkisi 10

Kur'an Ve Tarih. 10

Kur'an Ve Coğrafya. 11

Kur'an Ve Astronomi 11

Kur'an Ve Fıkıh. 12

Kur'an Ve Kelam.. 13

Kur'an Ve Hadis. 15

Kur'an Ve İrfan. 15

Kur'an ve Ahlâk. 16

Kur'an, Edebi ve Dilsel İlimler 16

Kur'an Ve Felsefe. 17

Kur'an ve İslami Sanatlar 17

Kur'an ve Toplum Kültürü. 17

Vahiy Ve Nüzul, Kur'an'ın Cem1 ve Tedvini 18

Kur'an'm Yeryüzüne İnişi 18

Vahyin Başlaması Ve Onun Korunma Ve Yazılması 21

Kur'an'ın Cem' ve Tedvini 23

Osman Dönemindeki Cem1. 24

Emire'l-mü'minin Ali B. Ebi Talib'in Mushafı Konusu. 24

KUR'ANÎ İLİM VE FENLER.. 25

Ulumul Kur'an. 25

1- Kur'an Tarihi 26

2) Osman Resmi İlmi 27

3) Mekki Ve Medeni Bilgi İlmi 27

4) Nüzul Sebebi / Esbab-ı Nüzul 28

5- Nasih ve Mensuh İlmi 29

6) Muhkem Ve Müteşabih İlmi 30

7) Kur'an'ın Tahaddi, İ'caz ve Tahrif Kabul Etmezliği 30

8)TefsirVeTeVil 32

9) Kıraat Tecvid Ve Tertil 34

10) Kur'an Fıkhı Veya Ahkamu'l-Kur'an. 37

11) Kur'an'm İ'rabı Ya Da Kur'an'm Nahiv Ve Dilbilgisi 37

12) Kur'an Kıssaları 38

13) Garibu'l-Kur'an İlmi ve Kavram Bilimi 39

14) Kur'an Tercümesi İlmi 39

Kur'an-ı Kerim Konusunda 101 Nokta. 40

Kur'an Hakkında Temel Bilgiler 40

KUR?AN'IN BUGÜNKÜ YAŞAMIMIZDAKİ ETKİ VE NÜFUZU.. 49

Toplumsal Hayatta Kur'an'ın Yeri 49

Avam (Halk) Kültürü. 49

Havas (Üst Sınıf) Kültürü. 52

KUR'AN İSİMLERİ SÖZLÜĞÜ.. 58

Kur'an'da Yeralan Belli Başlı İsimler 58

Adem (a.s.) 58

Azer 58

İbrahim (a.s.) 58

İblis. 59

Ebu Leheb. 59

Ahkaf 59

Ahmed. 59

İdris. 59

İrem.. 60

İshak. 60

İsrail 60

İslam.. 60

İsmail 60

Ashab-ı Uhdud. 61

Ashab-ı A'raf 61

Ashab-ı Eyke. 61

Ashabu'I-Cenne. 61

Ashab-ı Res. 61

Ashab-ı Sebt 62

Ashab-ı Fil 62

Ashab-ı Karye. 62

Ashab-ı Kehf 62

Allah. 63

İlyas (a.s) 63

İncil 63

Eyyub. 63

Babil 64

Bedr 64

Ba'l 64

Ben-i İsrail 64

Cennet 64

Tubba' 65

Tevrat 65

Semud. 65

Calut 65

Cebrail 65

Cudi 66

Cehennem.. 66

Hicr 66

Hanif 66

Huneyn. 66

Davud. 66

Zulkarneyn. 67

Zülkifl 67

Ramazan. 67

Rum.. 67

Zebur 67

Zekeriyya. 68

Zeyd. 68

Samiri 68

Sebe1. 68

Selsebil 68

Süleyman. 69

Şuva1. 69

Sina. 69

Şi'ra. 69

Şuayb. 69

Sabin. 69

Salih. 70

Safa Ve Merve. 70

Tağut 70

Talût 70

Ad. 71

Adn. 71

Arab. 71

Uzza. 71

Uzeyr 71

İmran. 72

İsa. 72

Firavun. 72

Karun. 72

Kurfan-ı Mecîd. 72

Kureyş. 73

Ka'be. 73

Lat 73

Lokman. 73

Lut 73

Malik. 74

Mecus. 74

Muhammed (s) 74

Meyden. 74

Medine. 74

Meryem.. 75

Mescidü'l- Aksa. 75

Mescidü'l-Haram.. 75

Mısır 75

Mekke. 75

Melekü'1-mevt 76

Menat 76

Musa (a.s) 76

Mikail 76

Nesr, Suva1, Vedd, Yeuk, Yeğus. 76

Nesari 77

Nuh. 77

Vadî-i Eymen. 77

Harut ve Marut 77

Harun. 77

Haman. 78

Hud. 78

Ye'cuc Ve Me'cuc. 78

Yahya. 78

Yakub. 78

Yusuf 78

Yunus. 79

Yehud. 79

KUR'AN SURELERİ SÖZLÜĞÜ.. 79

Sure İsimleri Hakkında Bilgi 79

1- Fatiha Suresi 79

2-Bakara Suresi 80

3- AI-i İmran Suresi 80

4- Nisa Suresi 80

5- Maide Suresi 80

6- En'am Suresi 80

7- A'raf Suresi 81

8- Enfal Suresi 81

9- Tevbe Suresi 81

10- Yunus Suresi 81

11- Hud Suresi 81

12- Yusuf Suresi 81

13- Ra'd Suresi 81

14- İbrahim Suresi 82

15- Hicr Suresi 82

16- Nahl Suresi 82

17- İsra Suresi 82

18- Kehf Suresi 82

19- Meryem Suresi 82

20- Taha Suresi 82

21- Enbiya Suresi 83

22- Hacc Suresi 83

23- Mü'minun Suresi 83

24- Nur Suresi 83

25- Furkan Suresi 83

26- Şuara Suresi 83

27- Nemi Suresi 84

28- Kasas Suresi 84

29- Ankebut Suresi 84

30. Rum Suresi 84

31- Lokman Suresi 84

32- Secde Suresi 84

33- Ahzab Suresi 85

34- Sebe Suresi 85

35- Fatır Suresi 85

36- Yasin Suresi 85

37- Saffat Suresi 85

38- Sad Suresi 85

39- Zümer Suresi 86

40- Ğafir Suresi 86

41- Fussilat Suresi 86

42- Şura Suresi 86

43-Zuhruf Suresi 86

44- Duhan Suresi 87

45- Casiye Suresi 87

46- Ahkaf Suresi 87

47- Muhammed Suresi 87

48- Feth Suresi 87

49- Hucurat Suresi 88

50- Kaf Suresi 88

51- Zariyat Suresi 88

52- Tur Suresi 88

53- Necm Suresi 88

54- Kamer Suresi 88

55- Rahman Suresi 89

56- Vakia Suresi 89

57- Hadid Suresi 89

58- Mücadele Suresi 89

59- Haşr Suresi 89

60- Mümtehine Suresi 90

61- Saff Suresi 90

62- Cuma Suresi 90

63- Münafikun Suresi 90

64- Teğabun Suresi 90

65-Talak Suresi 90

66- Tahrim Suresi 90

67- Mülk Suresi 91

68-Kalem Suresi 91

69- Hakka Suresi 91

70- Mearic Suresi 91

71- Nuh Suresi 91

72- Cin Suresi 91

73- Müzemmil Suresi 92

74- Müddessir Suresi 92

75- Kıyamet Suresi 92

76- İnsan Suresi 92

77- Mürselat Suresi 92

78- Nebe Suresi 93

79- Naziat Suresi 93

80- Abese Suresi 93

81- Tekvir Suresi 93

82- İnfitar Suresi 93

83- Mutaffifirt Suresi 93

84- İnşikak Suresi 94

85- Buruc Suresi 94

86- Târik Suresi 94

87-A'la Suresi 94

88- Gaşiye Suresi 94

89- Fecr Suresi 94

90- Beled Suresi 94

91- Şems Suresi 95

92- Leyi Suresi 95

93- Duha Suresi 95

94- Şerh Suresi 95

95- Tin Suresi 95

96- Alak Suresi 95

97- Kadr Suresi 96

98- Beyyine Suresi 96

99- Zelzele Suresi 96

100- Adiyat Suresi 96

101- Karia Suresi 96

102- Tekasur Suresi 96

103- Asr Suresi 97

104- Hümeze Suresi 97

105- Fil Suresi 97

106- Kureyş Suresi 97

107- Maun Suresi 97

108- Kevser Suresi 97

109- Kafinin Suresi 98

110- Nasr Suresi 98

111- Mesed Suresi 98

112- İhlas Suresi 98

113- Felak Suresi 98

114- Nas Suresi 99

Hatırlatma. 99

EN SEÇKİN KUR'AN ARAŞTIRMALARI ESERLERİ 99

Kur'an Araştırmaları Kitapları 99

1- On Kur'an Tefsiri 100

1- Resulullah (S)'ın Tefsiri 100

2- İbn-i Abbas'ın Tefsiri 100

3- Tefsir-i Taberi 100

4- Tıbyan Tefsiri 101

5- Keşfü'l-Esrar Tefsiri 101

6- Tefsir-i Keşşaf 101

7- Mecmeu'l-Beyan Tefsiri 101

8- Ebu'1-Futuh-i Razi Tefsiri 101

9- Tefsir-i Kebir 102

10- Tefsirü'l-Mizan. 102

2- On Kur'an Tercümesi 103

l-Kurfan-ı Kuds Tercümesi 103

2- Tefsir-i Taberi Tercümesi 103

3- Surabadi'nin Tercüme Ve Tefsiri 103

4- Meybudi Tefsirinin ilk Tercümesi 103

5- Şah Veliyullah'in Tercümesi 104

6- Kumşei'nin Tercümesi 104

7- Ayeti'nin Tercümesi 104

8- Müctebevi'nin Tercümesi 104

9- Fuladvend'in Tercümesi 104

10- Hurremşahi'nin Tercümesi 104

3- On Kur'an Sözlüğü. 105

l-İbn-i Abbas'ın Kavramlar Sözlüğü. 105

2- Ebu Ubeyde'nin Mecazu'l- Kur'an'ı 105

3- Ğaribu'l-Kur'an Tefsirleri 105

4- Rağib'in Müfredat'ı 105

5- Lisanü't- Tenzil 105

6- Lisanu'l- Arab. 106

7- Mecmeu'l-Bahrejn. 106

8- Mu'cemu Elfazu'l-Kur'anü'l-Kerim.. 106

9- Et-Tahkik Fi Kelimati'l-Kur'ani'I-Kerim.. 106

10- Ferhengname-i Kur'anî (Kur'an Kelimeleri Sözlüğü) 106

4- Kur'an Fihristleri Ve Kitap Bilimleri 106

1- Muhammed Fuad Abdulbâki 106

2- Ferhang Amari-yi Kur'an-ı Kerim.. 107

3- Joul Labom'un Mevzui Sözlüğü. 107

4- Merhum Ramyar'ın Fihristü'I-Metalib'i 107

5- Ferheng-i Mevzui-yi Kur'an-ı Mecid. 107

6- Kur'an Kitab Bilimi (I) 108

7- Kur'an Kitab Bilimi (II) 108

8- Rahnuma-yi Gencine-i Kur'an. 108

9- Mütercim Kur'anları Fihristi 108

10- Kur'an Tercümeleri Kitab Bilimi 108

5- Kur'anî İlimlerin En Önemli Kaynaklan. 108

1- Burhan. 109

2- itkan. 109

3- Menahilü'l-İrfan. 109

4- Mebahis Fi Ulumi'l-Kur'an. 110

5-Et-Temhid. 110

6- Noldeke'nin Kur'an Tarihi 110

7- Tarih-i Kur'an-ı Şahin. 111

8- Ramyar'm Kur'an Tarihi 111

10- Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim.. 111

ALFABETİK SIRAYA GÖRE SURELERİN FİHRİSTİ 112


KUR’AN BİLİMİ

 

Müellif Hakkında Birkaç Söz

 

Bahauddin Hurremşahî, bugünkü İran'ın en ça­lışkan Kur'anbilimcisi ve hafızbilimcilerinden bindir. Onun Kur'an araştırmaları alanında altı kitabı, onlarca makalesi mevcuttur. Yayınlanmış kitaptan şunlardır:

1- Tefsir ve Tefasir-i Cedid (Tefsir ve Yeni Tefsirler)

2- Ferhang-i Mevzuu-yi Kur'an-ı Mecid (Kur'an-ı Mecid'in Konusal Sözlüğü)

3- Kur'anpujuhî (Kur'an Araştırmaları)

4- Tercüme-i Kur'an-ı Mecid ( Kur'an-ı Mecid Meali)

5- Kur'an Tercümesi Üzerine

6- Elinizdeki kitap (Kuranbilim)

Elinizdeki kitap (Kur'anbilim), gerçekten İslamî me­deniyet üzerinde en etkili ve enderin bir kültür kaynağı olan ve kıyamete kadar da olacak olan müslümanların ilahi kitabının tanıtılması amacıyla hazırlanmış bir eserdir. Bundan dolayı elinizdeki kitabın temel amacı, Kur'an-ı Kerim'in kültür yaratıcılığı üzerinde durmaktır. Zira bu kitap (Kur'an), hem İslamî ilimlerin büyük bir kısmının temel kaynağı hem de günümüzde revaç bulan bazı sa­natlar için (hat, kitabe, güzel yazı... vb.) temel kaynaktır. Elinizdeki kitabın son bölümünde de İslam dünyasında önem arzeden Kur'anî ilimlerde temel kaynak olan elli kadar eserin tanıtımı yapılmaktadır.[1]

 

Sunuş

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla

Selam ve Salat Hz. Peygamber (s.a.v)’e, ehline ve tüm müminlere olsun.

Kendisiyle amel edinsin diye insanlara gön­derilen hayat kitabı olan Kur'an'ı anlamak bütün mü­minler için önemli bir görevdir.

Kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı Kur'an ilk inişinden bugüne kadar herkesin ilgisini çekmeye devam ediyor. Bu ilgi bazıları için bir kültür bazıları için bir epistemoloji ve bazıları için de hayatın il­kelerini belirleyen bir kitap olarak gündemde kal­maya devam ediyor.

Yaşadığımız coğrafyada hakim olan İslamî dü­şünce hiç şüphesiz Ehl-i Sünnet vel Cemaat ekolünün etkisinde olan bir düşüncedir. Bunun yadırganacak bir tarafı yoktur. Ehl-i Sünnetin dışında kalan ekol­lerin de İslam düşüncesinde önemli bir yerlerinin ol­duğunu kabul etmek de müslüman ve muvahhid ol­manın gereklerindendir. Bazı görüşlerine katılmasak bile ehl-i şia ekolünün İslamî ilimlerdeki derinliklerini ve hatta görüşlerine hararetle bağlı oluşlarını dikkate almak zorundayız.

Özellikle İslam’ın temel kaynakları konusunda Ehl-i Şia'nın görüşlerini bilmek hem İslam’ın evrensel özelliği ve hem de inandığımız doğruların sıhhati açı­sından son derece önemlidir. İlmi konularda herhangi bir ekolün içerisinde kalmadan objektif olmak her müminin tasvip edeceği temel ilke olsa gerek.

İranlı çağdaş tefsir alimlerinden Bahauddin Hürremşahi'nin kaleme aldığı Kuran Bilimi kitabını Türkçe'ye çevirmeyi ve yayınlamayı Kur'an'a dönüş ya da Kur'an'ı anlama çabalarına önemli bir katkı sağlayacağını ümit ediyoruz. Bu ve benzeri çalışmalar olaylara hem farklı açılardan bakmamızı hem de dı­şımızdaki dünyalardan haberdar olmamızı sağ­layacaktır.

Bu itibarla elinizdeki çalışmayı başta tefsir ko­nusunda çalışmalar yapan değerli araştırmacılara ve Kur'an konusunda duyarlı olan okuyucuların is­tifadesine sunmaktan gurur duymaktayız.

Gayret bizden başarı Allah'tandır.

İhtar Yayıncılık [2]

 

KUR'AN'IN KÜLTÜR YARATICILIĞI

 

Mukaddime yerine

 

Şayet bir gün dünyadaki iletişim araçları, ör­neğin Beytü'l-Lahm'deki ya da eski Balbek şehri çev­resindeki arkeolojik araştırmalarda sağlam bir küpün keşfolunduğu ve o küpte en az 15 asır öncesine ait bi­linmeyen bir hatla yazılmış çok değerli bir kitap bu­lunduğu haberi verilse acaba kültür dünyasında ve dünyanın kültür merkezlerinde nasıl bir heyecan ve şevk meydana gelecektir? Daha sonra eğer dünyanın her tarafında bulunan en büyük arkeologlar, dil­bilimcileri ve kültür bilimcileri tarafından, bu kitabın hattının sırrını keşfetmek için uluslararası bir komite oluşturulsa ve geceli-gündüzlü iki yıllık bir ça­lışmadan sonra araştırmaların neticesini ve o hattı ve kitabı okuma konusundaki başarılarının niteliği dün­yaya duyurulsa yine acaba gönül ehli kimselerin yü­reklerinde ne tür bir heyecan ve aşk meydana ge­lecektir? Ve daha sonra bu değerli ve eşsiz kitabın 600 sayfa civarında olup Allah'ın tüm insanlığa gön­derdiği kitap olduğu ilan edilse bu heyecan ve aşk en üst noktaya ulaşacaktır. Bu İlahî mesajın başı şu şe­kilde başlıyor olabilir:

"Bu kitap, insanları Rabbinin yardımıyla ka­ranlıklardan aydınlığa, o güçlü ve övgüye lâyık Allah'ın dosdoğru olan yoluna çağırman için sana indirdiğimiz bir mesajdır. O Allah ki, göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur. Önlerinde bulunan kar­şılaşacakları azabdan dolayı vay haline o kafirlerin. Onlar ki dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah'ın yolundan çevirirler ve onun eğri olduğunu sayarlar. İşte onlar, çok uzak bir sapıklık içindedirler. Ve biz gönderdiğimiz her Peygamber'i (s.a.v.) onlara hakları ve hükümleri açıklasın diye ancak içinde bu­lunduğu kavmin diliyle gönderdik."

Allah'ın insanlığa göndermiş olduğu İlahî mesaj olan bu üstün değere sahip kitabın bir başka yerinde de şöyle yazılsa:

"İnsanların hesap günü yaklaşmıştır. Onlar ise hala sapıklık ve gaflet içinde yüz çevirmektedirler. Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ikazı mutlaka alaya alarak dinlerler. Kalbleri lehv ve eğlence için­dedir. Ve o zulmedenler (müşrikler) aralarında gizli olarak konuştukları sözleri sakladılar (ve şöyle de­diler:) "Bu (Peygamber) de sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göz göre göre büyüye mi ka­pılacaksınız?" Dedi ki: "Rabbim, gökte ve yerde olan her sözü bilir. O, işitendir, bilendir." "Hayır, bunlar (Muhammed'in söyledikleri) karmakarışık rüyalardır." dediler. Ya da "Onu uydurmuş," veya "şa­irdir”. Eğer, bizim kendisine inanmamızı istiyorsa ön­cekilere, verildiği gibi o da bize bir mucize getirsin" dediler. Bunlardan önce helak ettiğimiz hiçbir kent halkı da inanmamıştı. Şimdi bunlar mı inanacaklar? Biz, senden önce de kendileriyle vahiy gönderdiğimiz adamlardan başkasını göndermedik. Şayet bil­miyorsanız zikir ehlinden (İlahî kitapları bilen kim­selerden) sorun, ve biz o gönderdiklerimizi, yemek yemeyen cesetler yapmadık. Onlar ölümsüz de de­ğillerdi. Sonra onlar hakkında vermiş olduğumuz sözü gerçekleştirdik. Onları ve dilediklerimizi kur­tardık. Aşırı gidenleri ve israf edenleri helak ettik. Doğrusu içinde sizin sözünüz (ve şerefiniz) olan bir kitabı gönderdik. Acaba akletmiyor musunuz?"

Ayrıca bu hayretlere düşüren kitabın bir başka yerinde de verilen kesin bilgilere göre şöyle yazılmış olsa:

"Ey insanlar, Rabbinizden sakının, Zira kıyamet saatinin zelzelesi cidden korkunç ve çetin bir şeydir. O günde çocuk emziren her kadın çocuğundan gafil olur ve onu emzirmeği unutur. Her hamile kadın ço­cuğunu düşürür, erkekleri de sarhoş olmadıkları halde sarhoş görürsün, Fakat İlahî azab çetindir. İn­sanlardan kimileri vardır ki Allah hakkında bilgileri olmadan tartışır dururlar ve şeytanlara uyarlar. (Şey­tan), kendisini dost edineni yoldan saptırmak ve ce­hennem azabına çekmek ile görevlendirilmiştir. O halde ey insanlar, eğer diriliş günü konusunda şüp­hede iseniz biliniz ki biz sizi topraktan sonra nutfeden, daha sonra da pıhtılaşmış kandan ve yaratılışı belli belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık, ta ki hakkı üzerinize açıklayalım. Biz, dilediğimizi be­lirli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra da sizi bir bebek olarak gün yüzüne çıkarıyoruz. Sonra güç ve kabiliyetlere ermeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi daha çocukken öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına itiliyor ki bilirken bilmez hale gelsin. Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz, onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve güzel çiftten bitirir."

Beytü'l-Lahm'da ya da Ba'lbek çevresinde bu­lunan eski kiliselerden birinde bulunmuş olan "se­mavi kitap "tan alınan bu üç bölümün yayınlanmasıyla çok eski olan ve yeni bulunan kitabın incelenme heyeti üyesi olan İslam bilimciler, bu kitap ile diğer İlahî kitaplar özellikle de müslümanların Kur'an'ı arasındaki benzerliğin çok fazla olduğunu duyururlar.

Bu İlahî kitabın keşfinin ve daha sonra yeniden okunup tercüme edilerek basılıp yayınlanmasının yir­minci yüzyılın sonundaki insanoğlunun ruhsal ya­şamını, kişisel yapısını ve hatta toplumsal hayatını ta­mamen değiştireceğini tasavvur edebiliyor musunuz?

Evet insanoğlu maceracı ve garabetsever bir var­lıktır. Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait bir saç veya sakal telinin sahiplenilmesi ve korunması için ne tür bir aşk ve şevk duyduğunu, bu yolda ne çabalar harcadığını ve hatta ne kadar büyük sıkıntılar içine girdiğini he­pimiz biliriz. Hatta eskiye sahip çıkma adına nice kanlar bile dökülebilmektedir. Ve ruhbilimcilerine göre açık ve gizli temayüllerle fetişizmin belirtileri olan bu maceracı, garabetsever ve eskiye tapan insan, onun içinde varolan gafletin neticesinde kendi zih­ninde ve beyninde, bu hakikatin aydınlatıcı yüzünü ve bu gerçeği zikretmek unutulmuşluğa terkedilmiş ki Bahru'l-Meyit'te, Nec'-i Hammadi'de ve Ba'lbek'te eskibilimin şaşırtıcı, garip ve efsanevari keşfi peşinde dolaşıyor ta ki eski, şaşırtıcı ve garip bir kitap bulsun. Daha sonra da bilim adamları bu kitabın yaklaşık 15 asır öncesine ait olduğunu söylerler ve örneğin ya­zılmış olduğu hat, şu hatladır ve büyük bir ihtimalle eski ve mukaddes İlahî kitaplara çok benzemektedir. Bundan dolayı da onu üzerinden asırlar geçmesine rağmen toplanmasında, yazılmasında, basılmasında ve dünyanın dört bir yanına dağılmasında hiçbir de­ğişikliğe uğramamış, hatta onun düşmanları bile bu noktada ona bir şey yapamamış olarak yaşamını sür­düren, Allah'ın tüm insanlığa gönderdiği semavi bir kitap olarak görmek mümkündür. Evet, sağlık ve yaşam gibi her bir nimet, gaflet konusu olan ünsiyet neticesinde vukubulur. Evet bir latife ve fantezi ola­rak Ba'lbek'te bulunan eski bir kitaba nisbet ettiğimiz şey, hakikatte Kur'an-ı Kerim'de İbrahim suresi, En­biya suresi ve Hacc suresinin başındaki birkaç ayet idi ki gerçekten sarsıcı semavi ve dünyevi bir sese sahiptir.

Şimdi, latife ve fanteziden çıkıp hakikatle uğ­raşalım. Medeniyetler tarihi boyunca ve insanlığın eski kültürü içinde tarihin en eski dönemlerinden ta günümüze dek doğruluğu, sıhhati, tarihi gerçekliği ve itibarı Kur'an-ı Kerim'in derecesinde olacak hiç bir dindeki hiç bir kitapta bulmamız mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim dışında hiç bir mukaddes kitap yok­tur ki, bir harfi bile değişmeksizin, ekleme ve çı­karmalarda bulunmaksızın ve nüzulünden tedvinine kadar uğramış olduğu nice belalara, savaşlara ve tah­rif çalışmalarına rağmen kendini koruyabilmiş, vahye dayalı olduğunu ispat edebilmiş olsun. Kur'an'ın nüzul, cem’ ve tedvini tarihi, hatta Resulullah (s.a.v)'ın yapmış olduğu gazalar ve savaşlar tarihinden de daha geniş ve daha sağlamdır. Bu hüküm ve iddianın delilsiz ve araştırmasız olmadığını göstermek için şu sözü zikretmemiz yeterli olsa gerekir: İkisi de nebevi hadislere dayanan siret ve ilk İslam tarihi, onun Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sadır olması ile tedvin ve ya­zılması arasında en az bir buçuk ya da iki asırlık bir zaman geçmiştir. Fakat Kur'an-ı Kerim ise şu anda elimizde bulunduğu şekliyle ilk nazil olduğu andan itibaren yazılmağa, ezberlenmeye ve toplanmaya başlanmış bir kitaptır. Böylece ilk hali günümüze dek aynı şekilde korunmuştur. Yani şu anda o güzel hat­larla, Osman Taha hattıyla ve güzel baskılarla eli­mizde bulunan Kur'an, hiç bir değişiklik ve eksiklik ve fazlalığa uğramaksızın hatta İslam düşmanlarının bile itiraz edemeyeceği bir şekilde ilk günde var olan Kur'an'ın aynısıdır. Hicretin 28. yılının öncesinde ve Osman bin Affan'ın gözetiminde ve hilafeti dö­neminde, Zeyd bin Sabit başkanlığında ve Resulullah (s.a.v) döneminde katiplik yapmış meşhur sahabeler ve hafızların oluşturduğu bir heyet tarafından yazılmış fakat tam olarak bir araya toplanmamış Kur'an say­faları bir araya getirilerek bugünkü resmi Kur'an mushafı meydana getirilmiştir. Hz. Ali'ye ait bir mushaf da vardı ki, bu çalışmalar yapıldıktan ve Hz. Osman'ın gözetiminde hazırlanan bu sözkonusu mushaf ortaya çıktıktan sonra o da bunu kabul etmiş ve kendisine ait olduğu söylenen mushafı yok etmiş veya saklamıştır.

İslâmda Kur'an-ı Kerim derecesinde sağlam de­lillere sahip olan hiçbir kaynak ve eser yoktur. Bu da medeniyetler tarihinde müslümanlar için övünülecek bir gerçektir. [3]

 

Kur'an-ı Kerim'in Hayata Kültürel Etkisi

 

Haddinden fazla yakın olma ve ünsiyet bağlama neticesinde, Kur'an-ı Kerim'in üstün değerlerinin, iti­bar ve öneminin biz müslümanlara gizli kaldığını söylememizin tersine, bu bölümde şikayet yerine, şu nimetin şükrünü eda edelim ki mukaddes kitaplara sahip olan milletler ve kavimlerden hiçbiri müslümanlar derecesinde İlahî ve dini mukaddes ki­taplarını hayatlarının bir parçası olarak ele ala­mamışlar, kişisel, toplumsal ve günlük yaşamlarını, ruhsal yapılarını, manevi hayatlarının esaslarını bu vahiy programının temellerine dayandıramamışlar ve bu alanda çaba ve uğraş sergileyememişlerdir. Kur'an-ı Kerim'in önemi sadece bununla da bitmiyor ki, lafzen dahi değiştirilmesi ve tahrife uğraması mümkün olmayan bir vahiy programı olması, şeriat esaslarını ve İslami şer'i ilimleri kapsayan bir vahiy programı olmasıyla aynı zamanda "Kültür oluş­turucu" bir yapıya sahip olması açısından da büyük bir öneme sahiptir. [4]

 

Kur'an Ve Tarih

 

Kur'an'ın tarihsel bir metin olmadığını herkes kabul eder ve bilir. Fakat bununla birlikte en eski bir belge niteliğinede sahiptir. Bundan dolayı tarihi açı­dan da üstün bir öneme sahiptir. Kur'an ilimlerinden biri de "nüzul sebebi" ismini taşımaktadır. Bu ilim de şu konuları kapsamaktadır: Peygamber (s.a.v)'in muasırı ye Kur'an vahyinin nüzulü dönemindeki Arap kav­minin yaşamında meydana gelen ve gerçekleşmiş olan sorunlar, olaylar, istekler, görüşler, sualler, ce­vaplar vb. konular, Kur'an-ı Kerim’ de İlahî iradeye göre yankı bulmuştur. Hatta bazen cevabı Kur'an'da verilmiştir.   Kur'an-ı   Kerim'de,   Yüce   Peygamber (s.a.v.)'e yetimlerle ilgili, onlara karşı nasıl muamele edileceği, mallarının nasıl korunacağı ile ilgili olarak ve mirasın bir şekliyle (kelâle) ilgili veya nisbeten daha basit gündelik yaşamda karşılaşılan kadınların aybaşı hali gibi konularla ilgili olarak birçok soru so­rulduğu ya da ayın neden bazen çok ince, bazen de çok dolgun ve ihtişamlı olduğu türünden sualler tev­cih edildiğine şahid oluyoruz. Bu tür normal güncel basit soruların yanında savaşlar, Rasulullah (s.a.v.)'ın Mekke'den Medine'ye hicreti ve  önem arzeden ben­zeri mühim konulara da işaret yapıldığını görüyoruz. Kur'anî örfte bazen istifta olarak (fetva isteme) ni­telendirilen bu tür soru ve görüş isteklerinden ba­zıları Kur'an'da cevaplar bulmuştur. O halde bu da Kur'an ayetlerinin sadr-ı İslam asrı ve tarihiyle bir bağlantısının ve rabıtasının olduğunun bir şeklidir. Veya bir başka, şekilde Peygamber (s.a.v.)'in ya­şantısıyla ilgili, hatta O'nun kendi hanımları ile ilgili ve hatta örneğin Peygamber (s.a.v)'in bir gün çok sevdiği bir yemeği kendine haram etmesi, eşlerinden birisiyle konuşmayı yasaklaması ve Kur'an ayetinin Hz. Peygamber (s,a.v.)'i irşad etmesi ve sakındırması gibi güncel basit konular ile ilgili ayetlere bile rast­lanmaktadır. Ya da Uhud, Bedir, Huneyn, Beni Nudayr (Haşer) gazveleri gibi gazvelere çokça işaret edilmesi gibi, veya Hudeybiye sulhu (Allah evini zi­yaret etmek isteyen Hz. Peygamber (s.a.v) ve dostları ile Hz, Peygamber (s.a.v)'in Mekke'ye girmesine ve Allah'ın evini tavaf edip hac farizalarını eda etmeye izin ver­meyen ve hac farizasını ertesi yıla erteleyen İslamı kabul etmeyen Araplar arasındaki sulh andlaşması) ve Resulullah (s.a.v)'in hayatının sonlarına doğru ger­çekleşen Mekke'nin barışçıl bir şekilde fethi gibi ko­nuların tümü Kur'an'da yankı bulmuştur. Veya Ad, Semud, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud vb. gibi geçmiş kavim ve milletlerle ilgili birçok olaya işaretler yapılmıştır. Bu kıssaların bir kısmı ta­rihseldir, bir kısmı kıssalar niteliğindedir. Hiçbir tarih araştırmacısı Kur'an-ı Kerim'in bu tarihi işa­retlerinden gafil olamaz. [5]

 

Kur'an Ve Coğrafya

 

Kur'an-ı Kerim'de coğrafi mekanlar ve yerler ile ilgili kavram ya da özel isimler sık sık kullanılmıştır. Mekke/Bekke, Yesrib/Medine, Ümmü'1-Kura, Lut kavmi kasabaları, Vadi-yi Eymen, Vadi-yi mukaddes-i Tuy, Medyen, Mısır, Beytü'l-Mükaddes, Ardu'l-Mükaddes, Mescidü'l-Haram, Mescidü'1-Aksa, Edne'1-Ard (Şamar), bazı denizler ve benzeri yerler Kur'an'da zikri geçen bazı coğrafi yerlerdir. Bu durum, bir taraftan sözkonusu coğrafyaya ve Kur'an'ın işaret konusu olan coğrafyaya teveccühü müslüman veya İslam bilimci araştırmalarının ara­sına sokmuştur. Bir diğer tarafından da birbirine hiç karışmayan tatlı ve tuzlu iki deniz suyu, gece ve gün­düzün dönüşü, güneş, ay ve yıldızların seyri, ayın değişik şekillere girmesi, rüzgar, yağmur, dolu ve yer­yüzünün sarsılması, batması, büyük Arim seli, Zülkarneyn'in Ye'cuc ve Me'cuc karşısında yaptırmış ol­duğu sed, yeryüzünde gezip görmeyi sık sık tavsiye etmesi ve geçmiş kavimlerin geçirmiş oldukları yaşam ve hadiseler Kur'an-ı Kerim'de çok fazla zik­redilmiştir. Bunlar da bu mukaddes kitabın önemini coğrafya araştırmacıları nazarında göstermektedir. [6]

 

Kur'an Ve Astronomi

 

Kur'an-ı Kerim'in astronomik önemi, coğrafi öne­minden daha büyüktür. Hatta eğer Kur'an'da söz­konusu edilen hey'et, zeminin merkezliği ve güneşin hareket halinde olduğunu iddia eden Batlamyus'un hey'eti (güneşmerkezli ve güneşin sabit olduğunu zemin ve  gezegenlerin hareket halinde  olduğunu iddia eden Koperniki'nin bilimsel heyeti gibi değil) ise yine de Allamu'l-ğuyub, Semi' ve Basîr olan Allah tarafından nazil olmuş bulunan Kur'an'a bir halel ge­tirmez. Zira Kur'anî hükümlerin geneli zamanın kül­tür ufkuyla uyuşmaktadır. Zira eğer bir başka ilmi kültür açıklanmış olsaydı anlaşılmaz bir halde kalırdı. Bir diğer konu da tefsir ve te’vil kapısının her zaman açık olduğu konusudur. Eğer Kur'an-ı Kerim'de 'yedi gök'ten söz ediliyorsa "bu hüküm, bilime terstir ve gökler ve feleklerin sayısı sonsuzdur" diyeceğimiz yerde yedi ve yetmişin Arap dil kuralları için "çok­luk" ifade ettiklerini gözönünde  bulundurabiliriz. Kur'an'ın bilimselliğine inanma konusunda O'nun her bir yıldız ve gezegeni yüzen bir felekte (yörüngede) sayması yeterlidir.[7] Bundan daha önemli olan da şu noktadır: "Gökleri, görülebilecek direkler olmaksızın yarattı."[8] Burada müfessirler iki gruba ayrılmışlardır, Kimisi; "Bir sütun yoktur ki görülsün." demiştir. Kimileri de; "Sütun veya sütunlar var ama görülmezdir." demişlerdir. Kimi yenilikçiler de şunu iddia etmişlerdir: Bundan amaç, cazibe gü­cüne işaret etmektir. Bu cazibe, görülmez sütunlar gibi semanın ecrarruni ayakta tutmaktadır. Her halükârda zeminin sabitliği Kur'an-ı Kerim'den çık­mıyor. Ve şayet; "Yıldızları semanın ziynet ve süsü yaptık." diye buyurulmuş ise, bu son sebebin açık­lanması değildir. Yani, yıldızların yaratılmasından amaç, gece semalarının süslerinin pullarıdır."  buyurulmak istenmiyor. Aksine, şiirsel bir ifadedir ve gerçeğe uygun ve beşeri açıdan normal gö­rülmektedir. Kur'an-ı Kerim'de insanın yıldızlar va­sıtasıyla gecenin karanlığında ve denizler ortasında bugünkü pusula, klavuz ve yolgösterici gibi araç ve gereçlere gerek duymaksızın yol alabileceği gös­teriliyor ve rehberlik ediliyor.[9] Bu bilimsel ve astronomik gerçekler, veriler ilerlemiş teknolojik bilim ve fen çağında da gerçekliğini hala ko­rumaktadır.

Kur'an-ı Kerim'de bunlar dışında daha birçok astronomik olay ve varlıklardan sözedilmektedir. Güneş, ay ve yıldızların yapısı, hareketi, onların burç­ları, konumları, doğuşları ve batışları, "Meşârık" (çok doğular)’ın varlığı, "Meğarib" (çok batılar)’ın varlığı, Süreyyadan (=Necm, Necm süresindeki 1. ayet), Şi'ra'dan ve buna benzer bir çok olay ve mevcudattan sözedilmektedir. Fakat Kur'an'ın bunları sözkonusu etmekten amacı, yalnızca bilimsel, kuru, ruhsuz ve içi boş ilmi şeylerden boş bir ibare olmak demek de­ğildir. Her bir astronomik olay veya varlık, Kur'an-ı Kerim'de "ayet" (işaret ve delil) sayılıyor ve tüm gök hareketlerinin İlahî kudretin yetkisinde olduğu ifade ediliyor. Gece ve gündüzün peşpeşe gelip geçmesi bir nimet olarak sayılmıştır ve ayrıca gecenin karanlık ol­ması ve istirahat etmek için elverişli olması İlahî ölçü hikmetindendir ve denilmektedir ki; "Şu içtiğiniz suyu bir an düşünün. Acaba onu siz mi meydana ge­tirdiniz? Ya da acaba onu bulutlardan (=müzun) biz mi indirdik?"[10] Ve şöyle buyurulmuştur: "Eğer sizin bu akmakta olan suyunuz (Zira üns ve adetin şiddetinden onu bedihi saymış. Bundan dolayı ganimet ve nimet olarak saymayınız) yerin de­rinliklerine girerse sizin için arı ve duru suyu çıkaracak olan kimdir?" Aynı şekilde rüzgar ve yağmur da bunun gibi İlahî rahmetin göstergelerindendir. Yine buyurulmuştur: "Eğer Allah üzerinize gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli uzun kılsaydı veya bunun tersi olarak geceyi kıyamet gününe kadar sü­rekli ve ebedi (=sermed) kılsaydı sizler ne yapardınız?"[11] Evet tabiat Kur'an-ı Kerim'de şeffaf İlahî bir olaydır ve adeta düzen, ölçü ve uygunluğu Hekim olan Yüce Allah'ın varlığına şehadet eden bir varlıktır.

Bu arada en önemli bir nokta da şudur: Yüce Allah denizler nimetine ve onun içinde insanların fay­dası için var olan balık, mercan ve diğer gizli inci vb. gibi nimetlere de işaret etmektedir. Daha sonra dağlar misali gemilerin denizlerde yüzdürüldüğüne işaret etmekte ve onları telvihen veya telmihen İlahî ni­metler silsilesinden saymaktadır. Burada, bir kim­senin sertkafalılıktan dolayı çıkıp da eleştiride bu­lunması ve; "Devenin, İlahî yaratıklardan sayılabilmesi mümkündür. Veya balık ve ay da sa­yılabilir; Bunlara bir itiraz yok. Fakat doğrudan be­şerin elinin bir sanat ürünü olan dağlar misali gemiler nasıl İlahî nimetler silsilesinden sayılır? Buna ve­rilecek cevap şudur: Bu, dünyanın yapısı ve suyun akıcı olması, tahtanın suda batmaması, bir geminin büyük bir kısmı demir veya benzeri şeylerden dahi olsa dağ misali cüssesinin ve yapısının batmadan suyun üzerinde durup ilerleyebilmesi, bunların tümü İlahî nimet ve bağışlardandır. Bundan daha önemliside insanın akıllı olması ve araç ve gereçler icad etmesi ve ilimlerle uğraşması da İlahî bir irade ve istektir. Bir örnek verecek olursak, örneğin eğer insan, bilgisayar üreten bilgisayarları yapmaya, daha akıllı veya diğer bir akıllı makinayı üreten akıllı makinaları yapmaya muvaffak olacak olursa (ki oluyor ve olmaktadır) acaba ikinci akıllı bilgisayar ve makinanın iftiharı bi­rinci akıllı bilgisayar ve makinalara mı döner yoksa araç ve gereç üretme, makina yapabilme yeteneğine sahip olan ve onların da asıl yapımcısı olan insana mı döner? Sözkonusu bu gemi konusunda da aynı hüküm geçerlidir. O halde gemi yapmak pek önemli değildir. Önemli olan o "gemi yapanı yaratan", yani gemi yapma yeteneğine sahip olan insanı yaratmaktır. İşte Yüce Allah, haklı olarak dağ misali ge­milerin yüzmesi nimetini kendisine (yaratıcısı olduğu insan aracılığıyla) nisbet etmektedir.  Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde buyurulmaktadır ki; "Eğer dilersek rüzgarı durdurur, gemiler denizin sırtında durakalır."[12] Rüzgar, burada sadece rüzgardan ibaret değildir. Gemilerin hareket etmesi ve denizin üzerinde yüzebilmesi için gerekli ve uygun bütün imkan, hal ve hareketler bu kapsama girer.

Nitekim bir başka yerde de, asıl ekip biçenin insan olmadığı, zira basit ve normal bir iş olan ze­minin altına tohum serpmek ile tohumu yerden bi­tirmek arasında fark olduğunu, asıl hünerin onu yer­den bitirmek olduğu buyurulmaktadır.[13]

 

Kur'an Ve Fıkıh

 

Kur'an-ı Kerim'in kanun-i esasi ya da İslamın kanunsallığının temeli olarak en önemli, en şer 'i ve en bilimsel etkisi onun fıkhi etkisidir. Fıkıh ve fıkıh usulü ıstılahında Kur'an'a sadece "kitap" denir. Fıkıh delillerinin ve fıkhi hükümlerin (yeni olaylar, hadiseler, vakıalar ve oluşumlar hakkında Ehl-i Sünnet arasında üfta/fetva verme için ve Şiiler arasında ictihad için)  edille veya kaynaklarının dört şey ol­duğunu herkes bilir. Bunlar: 

1- Kitab (=Kur'an-ı Kerim),

2- Sünnet =Hadis-i Nebevi  (ve Şia'da  14 ma'sumun sözleri),

3/a- (Şia açısından:) Akıl, yani mantıki delil kaide ve kurallarından hareketle akıl yü­rütme ve kullanma,

3/b- (Ehl-i Sünnet açısından:) Kıyas, yani benzer olayları birbiriyle ilişkilendirmek ve temsili istidlal,

4- İcma’, yani büyüklerin, müctehidlerin, ehl-i hal ve'1-akd'ın görüş ve reyleri. Bun­lar alanlarında mutahassıs olan, görüş ehli kimseler demektir. Yoksa bilimsel fıkhi konular hakkında ammenin bir değeri olmayan genel halk değildir. Ancak örfü oluşturan yer dışında. Zira bu da başka bir ko­nudur. Geçmişteki fakih ve görüş ehli kimselerin icma'ını eski kaynaklarda bulmak mümkündür. El­bette Şia, icma' konusunda bir şartı gerekli görüyor, o da ma'sum (imam)’un görüş bildirenler arasında hazır veya hazır olma ihtimal/imkanıdır. Bu dört prensibin açıklamasını fıkıh usulü ve hükümleri delillendirme esasları kitaplarında bulmak mümkündür.

Evet Kitab (Kur'an-ı Kerim), değişik İslami mezheblerin fıkıh ve fıkıh usulünün esas maddesidir. Fıkıh usulü, hakikatte bir çeşit uslupbilim ve fıkıh mantığı demektir. Yani hükümleri delillendirme yol ve üslubunu dört edille ve kaynaktan göstermektedir. Şia alimlerinin bu alanda büyük bir etkinliği vardır. Usûlcüler (bütün müctehidler usûlcüdür/ fakat bütün usulcüler müctehid değildir), kendi görüşlerinin en asli kaynak ve prensiplerini Kur'an-ı Kerim'den al­mışlar ve almaktadırlar.

Kur'an-ı Kerim'e bağlı olarak en şirin usul-i fıkıh konularından biri, "hucciyet-i zevahir-i kitab (=Kur'an)" olarak maruf olan çok önemli bir me­seledir ki, o da şudur: Acaba Arap dili ile yazılmış olarak mübin (açık ve anlaşılır) olan dilsel, gramatik ve kavramsal tam bir fesahet, selaset ve selamete sahip olan Kur'an-ı Kerim, Arapça okuma-yazma bilen veya normal bir okuma-yazma seviyesine sahip olan tüm araplar için yani halkın geneli için an­laşılabilir bir yapıda değil mi? Görüş ehli kimseler bu konuda iki kısma ayrılmışlardır. Bir kısmı anlaşılabilirliğini savunmakta ve anlaşılması için şartın tamam olduğunu ister anadili olsun ister sonradan öğrenmiş olsun normal bir arapça bilen bir kişinin Kur'an'ın büyük bir kısmını ya  da tamamını an­layacağını ileri sürmüşlerdir. Şayet böyle olmasaydı nasıl olurdu da mübin "tıbyanen likülli şey'i" (=Açık ve her şeyi açıklayan)[14] olarak isimlendirilirdi? Yine aynı şekilde şayet bunun dışında bir şekilde olsaydı onun  gönderilme  ve  nüzulünden büyük bir derecede azalma olurdu. İkinci kısım ise onlar da kendi aralarında iki gruba ayrılmaktadırlar:

a- Bir grup, Kur'an'ın anlaşılmasının normal in­sanların idrak ve anlama haddini aştığını iddia eden­ler,

b- Diğer grubun iddiası ise şudur: Kur'an'ın büyük bir kısmı Arab dilli veya arapçayı bilen in­sanların idrak ve anlama kabiliyetleri çer­çevesindedir. Arapçayı bilen bir kişi bunları anlar. Fakat bazı ayetler de vardır ki onların anlaşılabilmesi ilmi mertebeye ve maarife, ilerlemiş fazilet ve kültüre ihtiyaç hisseder. Zira Kur'an'ın kendisi de kendi ayet­lerinin iki önemli kısma, muhkemât ve müteşabihata ayrıldığını açıklamaktadır: "Ve kâne arşuhu ale'1-mai" (=O(Allah)'nun arşı su üzerinde idi.)[15] benzeri müteşabihâtları ilimde râsıh (derinleşmiş) olanlar ve ileri seviyeye ulaşmış alimler anlarlar. Ya da fıkhı ayetler ve ahkam ayetleri olarak bilinen bir kısım muhkemâtları da herkes anlayamaz. Yani ondan an­laşılması gereken ve değişik mezhep fakihlerinin ondan anladıkları anlamların tümünü anlamak gibi.

Örneğin, usûl ilmini bilmeyen, fakih olmayan bir kimse; "İn câekum fâsikun binebein fetebeyyenû" (=Fasık bir adam size bir haber getirdiğinde (onu) araştırınız.)[16] ayetinden şunu anlar: "Bu habere hemen çabucak inanmamak gerekir ve özel­likle eğer sadık olmayan bir kişi şüpheli bir haberi size getirdiyse sadece duydunuz diye ondan kabul et­meyin, aksine onun temelini araştırın ve etraflıca in­celeyiniz." Fakat fıkhi prensip ve usûlleri bilen bir kimse şöyle bir sonuç çıkarır: "Vahid haber, hüc­cettir". Vahid haberden maksat, mütevatir olmayan, yani az sayıdaki bir grup veya en kötü ihtimalle yal­nızca bir tek kişi tarafından nakledilmiş olan haber demektir. Fakihler ve usûlcüler arasında Vahid haber ve hucciyeti hakkında, yani onun ilmi itibarı ve ameli ilzamı hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Ki­mileri, faydalı olan ilimdir demiş, kimileri faydalı olan zandır demiş, kimileri de kesin bir fayda olmasa da onunla amel etmek Resulullah (s.a.v)'tan veya temiz imamlardan rivayet edilmesi şartıyla vaciptir / müekked müstehabdır / sadece müstehabdır / ya da amel etme sebebi olamaz demiştir. Bu ayetten vahid haberin hücciyete sahip olduğu sonucunu çıkaran bu gruptaki fakihlerin delil şekli şudur ki, şöyle demektedirler: Yüce Allah'ın "Eğer bir fasık (adil ol­mayan, doğru olmayan ve ahlak ve dindarlık nok­tasında güvenirliliği olmayan kişi) size bir haber getirirse körükörüne ve onu araştırmadan kabul et­meyin." diye buyurmuş olmasının anlamı muhalif mefhumu yoluyla şu demektir: Eğer âdil, dosdoğru (fasık olmayan) bir kişi size bir haber getirirse (=vahid hayır) o haberi hiçbir şek ve şüphe duy­maksızın ve araştırmaksızın ondan kabul ediniz. Fakat yine de bu gruba muhalif olanlar şöyle de­mektedir: Siz apaçık bir hataya düşmüşsünüz ve bir tefsir kaidesini yoketmişsiniz. Bu kaide de şudur:

Kur'an-ı Kerim'de mefhum'u muhalife dayanmak caiz değildir. Onların bundan ne kastettiklerini daha iyi anlamak için daha geniş bir açıklamaya ihtiyaç vardır. Zira eğer muhalif mefhumuna dayanmak caiz ise, peşpeşe fâsıd ve mugalatalara ulaşırız: Buna örnek olarak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "La takrebu's-salâte ve entum sukara." (=(Ey mü'minler,) sarhoşken namaza yaklaşmayın).[17] Bir kimsenin muhalif mefhumuna dayanarak, "Allah'ın muradı, namazda olma hali dışındaki du­rumlarda sarhoş olmanın caiz olmasıdır" demesi mümkündür. Şimdi o da kendi deliline, hatta Kur'anî delile göre, haram ve nehiy konusudur. Bu kitapta, te­meli fenni ince konuları getirmeme üzerine kur­mamızla birlikte yine de bu konuyu örneklendirdik, ta ki Kur'anbilim ve Kur'an araştırmalarının sadece arapça bilmekle veya Kur'an'ı ezbere okumakla elde edilemeyecek derecede derin, geniş ve dakik ilimler arasında olduğu açıkça anlaşılsın.

Kur'an'ın yaklaşık onda biri, yani muhkemat kıs­mını da ihtiva eden altı binden fazla Kur'an ayeti için­den yaklaşık beşyüz ayet fıkhidir. Yani, "ahkâm-ı hamse-i teklifiyye" (Farzlar, haramlar, müstehablar, mekruhlar ve mubahlar) hakkındadır ve bunlara "Ayâtu'l-ahkam" ya da "fıkhu'l-Kur'an" denir. Tüm İslami mezheblerin fakihleri ve müfessirleri, özellikle de fıkhi yönleri daha ağır basan ve fıkıhta söz sahibi olan müfessirler bu ayetleri ahkam istinbaı kay­nağından olan diğer üç kaynağa (sünnet / hadis / akıl ve icma') dayanarak şerhedip açıklamışlar ve ibareler ve muamelatları kapsayan büyük bir İslami fıkhi-hukuki tezgah meydana getirmişlerdir.

Kur'an fıkhı konusunda sonraki bölümlerde, Kur'anî ilimlerin tek tek ele alındığı yerlerde daha çok söz söyleyeceğiz. Burada yalnızca çok önemli bir nok­taya dikkat çekeceğiz. O da şudur: Kur'an ayetlerinin sahip olduğu tüm fesahat ve kolaylığa rağmen yine de kendi ibadet ve muamelatlarımız için Kur'an-ı Kerim'e müracaat edilmemeli ve kendi basit, örfi ve gayr-i fenni istinbatlarını kaynak ve temel olarak al­mamalı. Nitekim örneğin, öğrenim gören hiç kimse de kendi hukuki-cezai sorunlarının çözümü için bir­kaç cilt kanun kitabını alıp; "Ben tek başıma kanunu anlarım ve bir hukukçuya, avukata veya mahkeme vekiline, hukuk müşavirine ihtiyacım yoktur." di­yemez. Yine şayet bir kimse tıp kitaplarını okumakla doktorluk yapmaya kalkışırsa hem kendisi için hem de başkaları için büyük bir sorun çıkaracaktır.

Kur'an fıkhı konusunda diğer bir önemli nokta da şudur: Kur'an-ı Kerim, hüküm noktasında kanun-i esasidir. Daha çok külliyyat ve usûlü açıklar. O da işaret ve telmihatları kapsayan ve içeren beyanlarla şerh ve açılıma muhtaçtır. Bunun için yalnızca namaz, oruç, zekat, cihad, humus ve muamelatla ilgili külliyat Kur'an'da mevcuttur. Onun şerh ve tafsilini birinci derecede Sünnet-i Resulullah (s.a.v)'ta aramak ge­rekir. Örneğin Kur'an-ı Kerim'de mutlak şekilde be­lirlenmiş olan zina haddi hükmü gerçekte mukayyeddir ve zani ile zaniyeye yüz değnek vurulması her ikisinin de bekar olması konusundadır. Yoksa evli olanların hükmü ile ilgili olarak bütün İslam fakihlerinin kabul ettiği taşlanmadır. Fakat bu taşlanma (=recm) Kur'an'dan değil sünnet / hadisten çıkıyor ya da fukahanın genelinin görüşüne göre, seksen deynek hadle cezalandırılan (elbette seksenden başka bir sayı ileri sürenler veya deynek dışında başka görüşler de ileri sürenler olmuştur) içki içenin haddi sünnetten çıkmaktadır ve Kur'an-ı Kerim'de onunla ilgili her­hangi bir açıklama yapılmamıştır.

Evet, fıkhi prensipler, fıkhi usuller o da en ileri düzeyde olmaksızın Kur'an'ın fıkhi ayetlerinden hü­kümler çıkarılamaz. Zira Örneğin, her vacip olan şey emir lafzıyla gelmemiştir. Ve her emir sığası ve lafzı vacip anlamında değildir sözünü ettiğimiz bu konu ve sorunlar gibi. [18]

 

Kur'an Ve Kelam

 

Kelamdan maksat, akaid ve usul-i din ilmi ve on­ların inkarcılar ve onların ileri sürdükleri veya tabii olarak meydana gelen şüpheler karşısında akli, bazen de felsefi ye mantıki yollarla savunmak demektir. İslami kelam ilminin ilk ve en önemli kaynağı ve men­şei Kur'an-i Kerim'dir. Zira hem Hazreti Peygamber (s.a.v) ve hem Kur'an'ı iyi anlayan sahabeler, bunların ba­şında da Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Mes'ud, daha son­raları kelami i'tizal ya da mu'tezile mektebinin (=ekol) esas ve ilk kurucusu sayılan Hasan-i Basri (sahabeden sonra gelenlerden-Tabiun) gjbilerin tümü Kur'an ayetlerine müracaat ve istinad ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim'e ilk itikadi istinadlar Haricilerin söz­leridir. Zira Hz. Ali'nin hakem olayını kabulü -ki o da bizzat haricilerin kendi ısrarıyla olmuştu- hareketine muhalefet etme ve hakem olayını red etme ko­nusunda şunları ileri sürmekteydiler: "İnni'l-hükmu illâ lillâhi." (=Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir).[19] Hz. Ali ise, onların münafıkça hareketleri karşısında iki meşhur cevap vermişlerdir: Birisi; "Ben kendim, konuşan Kur'an'ım." sözüdür. Diğeri de on­ların garazkarane "inni'l-hukmu" veya "La-hukmu il­lallah" istinadları konusunda buyurdukları; "Kelimetün hakkun yuradu biha'1-batü." (=Bu söz haktır, fakat onunla haksızlık kasdedilmiştir.) sözüdür. Aynı şekilde Hz. Ali, kendisinden sonra sahabe arasında, Kur'an hafızları ve katipleri arasında en iyi Kur'an bi­limcisi olan en büyük yardımcısı ve talebesi İbni Mes'ud, Haricilerle mukabele ve münazara etmek istediğinde Hazret ona şunu söyledi: Onlarla Kur'an'a istinad ederek tartışmaya girme, Zira Kur'an, birçok yönlü ihtimaller ve vecihler taşır ve kapsar te'vil ve' tefsir edilmesi mümkündür. Sen bir söz söylüyorsun ve bir ayete dayandırıyorsun, onlar da bir söz söylüyorlar ve bir ayet veya ayetlere istinad ve istişhad ediyorlar. Fakat onlarla mukabele ederken sadece Resulullah (s.a.v)'ın sünnetine ve hadislerine istinad ve is­tişhad et. Zira ondan kaçamazlar ve kaçmaya im­kanları da yoktur."[20]

Bir-iki asır sonra; "Büyük günah işleyen kimse mü'mindir veya bu günahtan dolayı iman ve dinden çıkar." konusunda bir grup insan şu ayete dayandı: "Ve ahirune murcevne li-emrillah." (=Başka bir ta­kımları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır.)[21] Bunu iddia edenler, İslami kelam akaidi ve mezhebleri tarihinde önemli bir kelam mezheb ve ekolü olan Mürcie diye adlandırılır. Mutezilenin de asıl ilham kaynakları Hasan-ı Basri ve ondan sonra da Vasıl bin Ata'dır. Ve şayet en önemli demesek bile en azından hicri ikinci ve üçüncü asrın önemli felsefi-akli kelam ekollerinin önemlilerinden biri olarak ya­pılandılar ve altıncı asra kadar devam ettiler ve yakın asırlara kadar Ehl-i sünnetin resmi ve asli kelam mez­hebinin temelini atan ve günümüze kadar da devam eden Ebu'l-Hasan Eş'ari'nin takipçileri olan Eş'arilerin güçlü rakibi olarak tarihte yer aldılar.

Mutezile'nin Kur'an araştırmaları alanındaki eserlerinden "Tenziyei'l-Kur'an ani'l-Metam" ve "Mü-teşabihi'l-Kur'an" eserleri İ'tizal ekolünün en büyük sözcülerinden Kadı Abdülcabbar Hemedani'nin iki eseridir. Diğer bir eser de Kur'an tefsirleri arasında önemli sayılan Zemahşeri'nin "Keşşaf”ıdır. Bir defa Mu'tezile, kelami meselelerinin genelinde bu cüm­leden olarak, Kur'an'ın mahluk mu hadis mi ol­duğunun ispatı, Allah'ın dünyada ve ahirette Kur'anî ayetlere göre görülememesinin reddi ve inkarı ko­nusu ve özellikle; "La tudrikuhu'l-Ebsaru ve huve yudriku'l-ebsar." (=Gözler O'nu görmez, O gözleri görür).[22] ayetine dayanmışlardır. Eş'ariler veya Eşaera de, kendi akaid usullerinin ispatı ko­nusunda bu cümleden olarak, Allah'ın kelamının (Kur'an-ı Mecid) kadim olarak kabul edilmesini ve ayrıca Allah'ın görüntüsünün ahirette görülmesinin mümkün olduğunu; "Vücuhun yevmeizin nazıretun ila Rabbiha naziretun." (=Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbına bakar).[23] ayetine da­yandırırlar. Şia ise, ister İsmailiyye veya Batıniyye (Yedi imamiyeler) ister Zeydiyye (beş imamiye) ve Şiayı imamiye veya isna aşariye (12 imam) da kelami konularda, bu cümleden olarak imametin gerekliliğin ispatı konusunu İlahî iradenin Emirü'1-mü'minin Ali bin Ebi Talib'i Resulullah (s.a.v)'ın fasılasız veliahdi, ha­lifesi ve müslümanların rehberi unvanıyla tayin olun­masını; "El-yevme ekmeltu lekum dinikum." (Bugün size dininizi tamamladım ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam'ı beğendim).[24] ayetlerine dayandırıyorlardı. Hatta Sahibü'z-zaman Mehdi (a.c.) konusunda Kur'an'da işaretler buluyorlardı. Örneğin şu ayette  geçen  "Bakiyetullah"[25] sözünü o hazrete bir işaret olarak kabul ediyorlar. Veya; "Biz de istiyoruz ki o yerde zayıflatılanlara lüt­fedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı kı­lalım."[26] ayetini o hazretin kesin olarak ine­ceğine işaret ettiğini ileri sürmekte idiler.

Sadece önemli ve asıl İslam mezhepleri değil aksine hatta çok acayip, sapık ve garip mezhepler bile kendi inançlarını ispatlamak için Kur'an-ı Kerim'e sa­rılmakta idiler. Nitekim garib ve batini ekol olan "Hu-rufiyye" ekolünün kurucusu Fazlullah Esterabadi, Kur'an'da  geçen her  "Fazlullah"   sözcüğünün  kendişine işaret ettiği inancını taşıyordu.

Sonraki asırlarda Gulam Ahmed Kadiyani'nin takipçileri olan "Ahmediye" veya "Kadiyani" diye ad­landırılan bid'atçı fırkalardan birisi de çıkmış, İlahî vahyin devam ettiğini ve nübüvvetin sonunun gel­mediğini ispat etmek için ve Gulam Ahmed'in id­dialarına yer bulmak için Kur'an ayetlerine da­yanıyorlardı ve; "Benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir Peygamberi müjdeleyici olarak geldim."[27] ayetini -ki tarihi kaynaklar bu ayetin Hz. Muhammed (s.a.v)'e işaret ettiğini ispat ediyor- Ğulam Ahmed'e teşmil ediyorlardı. Böylece görüyoruz ki Kur'an-ı Kerim, tüm İslami ve hatta İslamiyyet id­diasında bulunan ve İslam'ın dışına taşmış olan (yu­karıda sözü edilen Ahmediye ve kendilerince Kur'anî delilleri olan Bahaiye gibi fırkalar) birçok fırkanın itikadi ve kelami konulardaki temel kaynağı haline ge­tirilmiştir. [28]

 

Kur'an Ve Hadis

 

Hadis, Ehl-i Sünnete göre Resulullah (s.a.v)'ın söz, fiil ve takrirleri, Şia'ya göre, Resulullah (s.a.v) ve 14 ma­sumun söz, fiil ve takrirleri demektir. Söz, o hazret'in konuşmaları ve nakilleri demektir. Fiil, O'nun dav­ranış ve hareketleri. Örneğin namazı nasıl kıldığı, Haccı nasıl eda ettiği gibi hal ve hareketlerdir. Zira Peygamber (s.a.v), İslam aleminin en büyük mürşidi, müktedası ve üsve-i hasenesi olduğu için O'nun tüm fiilleri tüm müslümanlar için ve fakihler için birinci derecede delildir. Eğer hadis kitaplarında, örneğin Hz. Peygamber (s.a.v)'in Ehl-i Kitab'ın zebihesinden -yani hristiyanların veya yahudilerin kestikleri inek ve koyunların etinden- yemiş olduğu ve bunda her­hangi bir beis görmediği şeklinde nakiller yapan hadis veya hadisler var ise, bu amelin yapılması tıpkı O'nun sözleri gibi müslümanlar için bir hüccettir. Takrir, sünnet veya hadisin oluşmasının üçüncü şekli olup; Hazret-i Resul (s.a.v)'ün bir ameli görüp de sükût etmesi ve onu reddedecek veya kaldıracak herhangi bir tavır sergilememesi demektir. Nitekim eğer Resulullah (s.a.v)'tan örneğin, sahabelerinden birinin eşini bir mecliste üç talak boşadığı ve hazret (s.a.v) onu me­netmediği şeklinde muteber bir nakil yapılmışsa bu, artık İslam camiası için bir hüccettir.

Evet hadis, fıkıh ve ictihaddaki hükümlerin da­yanaklarından dört delil, kaynak, veya merci ve menbaından biridir (ki daha önce bu dört kaynağa işaret etmiştik: Kitab (Kur'an), Sünnet (Hadis), akıl veya kıyas, sonuncusu da icma'). Hadis bilimi, İslami ilim­lerin en kapsamlı dallarından biridir ve "Rivayetü'l-hadis" (Hadislerin nakil ve rivayeti) ve "dirayetü'l-hadis" (hadis rivayet edenlerin sadakat ve vesakatının niteliğinin tanınması, tahlili ve tenkidi, raviler sil­silesinin yapısı, naklettikleri rivayetlerin dayanakları, hadis metninin itikadi ve akli usullere uygunluğu açısından tenkid ve tahlili) olmak üzere iki kola ayrılır. Ulûmu'r-rical, yani hadis ravilerinin eleştirel bilimi de onların bir alt birimi olarak yer almaktadır.

Sünnet/Hadis yalnızca görünüş itibariyle kitap/Kur'an'dan bağımsızdır fakat onunla çok derin ve geniş bir bağa sahiptir.

1- Hadis, genel olarak Kur'an'ın ve bazen de müteşabih ayetlerin müfessir, sarih ve beyan edicisidir. Kur'an-ı Kerim; "Peygamber (s.a.v) size neyi verdiyse onu kabul edin ve sizi neden nehyettiyse ondan sakının."[29] ve "Sizin için Allah Resulünde güzel örnekler vardır."[30] ayetlerinde açık bir şe­kilde Resulullah (s.a.v)'ı takip etmeği te'yid ve tasrih edi­yor.

2- Hadis ve Kur'an arasında iki taraflı (tek taraflı değil) bir ilişki vardır. Değil sadece Kur'an ayetlerinin, bazı hadis/sünnetlerin neshi konusunda söz konusu olmaktadır. Bunun tersi de mümkündür ki bu konu biraz hayret uyandıracak bir konumdadır. Yani Kur'an'ın hadis ile neshedilme imkanı konusu usulcülerin ve hadis araştırmacılarının tartışmalarına konu olmuştur. Bu konu çok nazik ve hassas bir konu olduğu için bunu daha geniş bir şekilde öğrenmek is­teyenlere, bu ilmin kitaplarına müracaat etmelerini salık veririz.

Kur'an ve hadisin bağlılığı konusunda yol gösterici, aydınlatıcı, şüphe kabul etmez ve temel bir esas da şudur ki Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle bu­yurmuştur: "Kur'an'la uyuşan hadisi kabul ediniz, ve eğer Kur'an'la uyuşmuyorsa onu duvara çarpınız." Yani ona önem vermeyiniz. Zira Kur'an'dan çıkan her ayet ve ibare kat'i's-sudurdur (yani onun vahiy oluşu kesindir). Fakat Hadis-i Nebevi'den çıkan her söz ve ibare zanni's-sudurdur (Yani acaba Hz. Peygamber (s.a.v)'den mi değil mi konusunda kesinlik sözkonusu değildir, niçin ve nasıl gibi sorulara konudur. Aslında ilmü'l-Hadis de bu konu için kurulmuştur). Böylece açıkça anlaşılıyor ki kitab ve sünnet arasındaki rabıta belirlenmiş oldu ve Kur'an'ın hadis ilmi üzerindeki etkisi ve nüfuzu temel ve eşsiz bir etki olduğu an­laşılmış oldu.[31]

 

Kur'an Ve İrfan

 

İrfan, marifet, yani İlahî marifet demektir. Arifin, salikin veya sufinin nefsini tehzib konusunda, Ahlakullah ile ahlaklanma (Allah'ın ahlakıyla ahlaklanma) konusunda ve nihayette İlahî okyanusta bir damla gibi yer alma konusunda aşıkane sülük de­mektir irfan. Tasavvuf ve irfanı bu anlamda ve bu noktada  aynı  anlamda  ele  almamız mümkündür. Fakat bununla birlikte aralarında ince bir fark mev­cuttur. Tasavvuf daha çok adab ile aynı anlamdaki sülük, tarikatın pir veya mürşidine ulaşma, hırka ve hankaha kabul edilme konularıyla İlgilidir. İrfan ise daha çok nazaridir. Fakat her halükarda Hallaç, Bayezid-i Bestami, Senai, Attar, Mevlana, İbn-i Arabi, İbn-i Fariz, Hafız ve Cami gibi arif zatlar ile Cüneyd, Ebu Talib-i Mekki, Şah Nimetullah Veli ve günümüze ulaşıncaya kadar Sultan Ali Şah ve Şefi Ali Şah gibi sufiler arasında çok belirgin bir farklılık sözkonusu değildir. Hatta bizim bu satırlarda kimilerini arif ki­milerini de sufi olarak zikretmemiz daha çok gö­relidir. Arifler ve sufiler arasındaki en belirgin ve ciddi fark şuradadır: Arifler, daha çok görüş ehlidir. Sufiler ise daha çok amel ve ameli sülük ehlidir. Hatta sanki bu fark bile nihai bir fark ve ayrılık değil gibi görünmektedir. Zira örneğin Mevlana gibi birisini arif mi yoksa sufi mi saymak mümkün değildir. Şayet hırka ve hankah uğraşını gözönünde bulunduracak olursak Mevlana ona yönelmiş ve uğraşmıştır ve ta­rikatın resmi sülukunu uygulamıştır. Mevlevi tarikatı da ondan sonra ta günümüze dek devam itmektedir. Şayet nazari marifeti göz önünde bulunduracak olur­sak Mevlana son noktasına kadar buna sahip ol­muştur. Fakat Hafız konusunda yapmış olduğumuz bu ayırım açıktır ve Hafız, kendisi bir ariftir. Fakat sufilerle arası pek iyi değildir. Ancak burada şunu ifade edelim ki Hafız sadece kendi dönemindekilerini sufi görünüşlü ve sarhoş olarak kabul etmiştir. Yoksa Bayezid ve Hallaç gibilerini övmüştür. Kesin olan şey, İlahî ve irfani aşkın ilk ve temel kaynağı açık bir şe­kilde Allah'ın insanları sevmesine, insanların Allah'a duyduğu aşk ve muhabbete işaret eden Kur'an-ı Kerim'dir.[32] Zühd, takva, dün­yayı değersiz görme, daha çok ahirete önem verme ve nefsin temizliğine önem verme anlamındaki ilk İslami irfan veya tasavvufun temeli tamamıyla Kur'an-ı Kerim'dedir. Diğer yandan kimileri irfanın tarifi ko­nusunda şöyle demişlerdir: İrfan, esmaü'l-hüsna'yı ta­nımaktan ibarettir ve Esmaü'l-Hüsna konusundaki en önemli kaynak Kur'an-ı Kerim'dir. İslami tasavvuf ve irfan tarihinde ilk önce ameli tasavvufun ve hankaha özgü bir sülukun meydana geldiğini ve daha sonraları doruk noktası, İbn-i Arabi (ö:k.638) mektebinde olan nazari irfanın meydana geldiğini görüyoruz. İbn-i Arabi'nin nazari irfan mektebi kendi dö­neminden ta günümüze dek en etkin irfani mektebdir. Bugün bile bu mektebin takibçisi ve belki de açıklayıcısı niteliğinde birçok arif ve irfanbilimcisi mevcuttur. İmam Humeyni (r.a) gibi, üstad Seyyid Celaleddin Aştiyani, Ayetullah Hasanzade-i Amuli ve Ayetullah Abdullah Cevadiyi Amuli gibileri bun­lardan birkaçıdır. Şunu da söylemeden ge­çemeyeceğiz ki, asırlardaki felsefi mektebinin en önemlisi olan Molla Sadra'nın hikmet-i mütealiyesi bile İbn-i Arabi'nin nazari irfanının kilit noktası mef­humları ve maarifine özellikle de onun iki şaheseri olan "Fususu'l-Hikem" ve "el-Futuhatu'1-Mekkiyye" adlı eserlerine dayanmaktadır. İbn-i Arabi'nin, Kur'an ayetlerini irfani açıdan te'vil etme konusunda özel bir lezzet ve zevki vardır. İki ciltlik bir Kur'an tefsiri ona nisbet edilmektedir (ki araştırmacılar onu İbn-i Arabi mektebinin ünlü şakirdlerinden birinin yani, Abdurrezzak Kaşani'ye nisbet etmektedirler). [33]

 

Kur'an ve Ahlâk

 

Din ve ahlak esasta müşterektir. Zira beşerin her iki gidişinin sonu da saadet ve kurtuluştur. Bundan dolayı da ahlaki usul ve hükümlerin açıklanmasında ve genişletilmesinde İlahî kitaplardaki ahlak-i hamide'ye (övülen ahlaka) davet, ahlak-ı rezile'den (kötülenen ahlaktan) nehyetme konusundaki temel kay­naklardan biridir. Kur'an-ı Kerim'de, ahlak-i hamidenin birçok yönüne işaret edilmiştir. Örneğin, takva, ittika, ihsan, ihlas, uhuvvet, istihya (haya), is­tikamet, İslam/teslim, emanet, ma'rufu emir, tazarru', meclislerde tefessüh (yeni gelen kimseye saygı gösterme ve ona yer açma), taaffuf, tevazu, tevekkül, sabit ayak, hilm, huşu, haşiyyet, huzu', hafaz, cenah, rahm, silm, şükr, sabr, sıdk, sadaka, ziyafet, af, kist, kanaat, müeddet, vaaz, nasihat, münkerden nehiy, ahde vefa vb. birçok özellik tavsiye edilmiştir. Ahlak-i rezilenin de birçok yönüne işaret edilmiş ve on­lardan nehiy etmiştir. Örneğin, istikbar, tekebbür, is­tihza, israf, kin besleme, gıybet, iftira, malı sevme, cimrilik, şükürsüzlük, (şükürsüzlükten doğan sar­hoşluk ve nankörlük), serkeşlik, bağiy (imam kar­şısında isyankarlık), bühtan, tebzir, teberrüc (bazı cahil kadınların ziynetlerini göstermesi), tecessüs (başkalarının işlerine burnunu sokma ve onları araş­tırma), teteyyur (kötüye fal yorumlamak), taassub ve cahili kahramanlık, tefahur, tekasur, tematti ( naz ve cilve yapmak), tenabuz (başkalarına kötü ad takmak), isimlerle alay etme, tenazu' (çatışmacılık), inkarcılık, cehalet, hırs, hased, yalan yere yemin, hiyanet, rüşvet, riya, zina, zorbalık, kötü niyetli, saht, şuh, şirk, şek, şe'n (düşmanlık), şehvet, tama', ucb, adavet, isyan, gurur, gasb, gaflet, gayz, fahşa, fesad, fısk, kazf (temiz inşalara zina isnadı), kasavet, kezb, küfr, küfran, mal biriktirme, leccac, la'b, lağv, lemz, livat, lehv, mikr, minnet, nifak, neks (söz bozma), komik, İlahî rahmetten ümitsiz olma...vb. [34]

 

Kur'an, Edebi ve Dilsel İlimler

 

Kur'an-ı Kerim, İlahî ve vahye dayalı olmasıyla birlikte, şekilsel, yapısal ve dilsel açıdan da edebi-dilsel şaheserlerden sayılmıştır. Bu konu, itikadi ko­nudan ayrıdır. Yani müslüman olmayanlar ve hatta belki de İslama muhalif olanlar da ister-istemez gizli açık Kur'an'ın İlahî mucize olarak kabul edilmese dahi, edebi ve dilsel açıdan benzeri bulunmayan bir şaheser mucize eser olduğunu itiraf etmişlerdir. Bun­dan dolayıdır ki başlangıçta dilbilimcisi yazarlar Sibeveyh'ten tutun da "Müğniyü'l-Lebib"in sahibi îbn-i Hişam'a kadar ve ondan sonra alfabetik sıraya göre düzenlenen nahiv ve dilbilgisi kuralları sözlükleri ha­zırlayan günümüze kadar kaleme alınan arab dilinin en eski ve en öncelikli dilbilgisi eserleri Kur'an-ı Kerim üzerine dayandırılmaktadır. Diğer yandan lügat yazanlar, baştan beri hatta Halil bin Ahmed'in eseri "el-iyyin"den önce ta bugüne dek ki "el-mu'cemü'l-Vesit"nin "mecmeü'l-lüğeti'l-arabiye"nin (Mısır sözlük çalışmaları kurulu) sipariş ve ısrarıyla ve onun İbrahim Enis gibi değerli üyelerinin him­metiyle düzenlemiş olan arapça sözlüklerin büyük bir kısmı ve özellikle de sözünü ettiğimiz sözlük ve gü­nümüz çalışmalarından Reşid Rıza'ın düzenlediği "Mü'cemü metnü'1-lüğa" adlı eser ve eski dönemden en önemli ve en mufassal "Lisanü'1-Arab" (İbn-i Manzur Afriki'nin eseri) ve Firuzabadi'nin "Kamus"unun şerhi konusunda kaleme alınan Murteza Zebidi'nin eseri "Tacu'1-Arüs" gibi Arapça kavramlar sözlüklerinin hepsi Kur'anî misal ve delillerle donatılmış eserlerdir.

Aynı şekilde belagat ilmi kitapları da ekseriyetle Kur'anî misal ve delillerle donatılmıştır. Özellikle iki değerli eser olan "Delailu'l-i'caz" (mana ilminde) ve "Esraru'l-belağe" (beyan ilmi konusunda) eserleri Abdulkadir Cürcani'nin eserleri olup dayanak ve se­netlerin çoğunu Kur'anî kullanımlarla doludurlar. Edebiyat dünyasında ve edebi-dilsel sanat eserlerinde de Kur'an-ı Kerim'in etkisi tartışılmaz ve vasfedilmez bir durumdadır. Hatta arapça kavramları kul­lanmamak için çaba sarfeden Şehname'de bile Kur'an ayetlerinin etkisi açıkça görülmektedir. Bu eser bile bu durumda iken nerde kaldı ki Senai, Atar, Mevlana, Hafız ve Sa'di'nin eserlerinde olmadığından söz edil­sin. Arap edebiyatında da Kur'anî ayet ve ibarelere fazla yer vermeyen Cahız, Mütenebbi ve Ebu Temam zamanından tutun da zamanımıza dek ve Taha Hü­seyin gibi yazarların eserlerine kadar yazar, edip, şair, makale yazarı daha az kimseler de mevcuttur, Mevlana'nın Mesnevisi, Hafız'ın gazelleri gibi bazı eserler de vardır ki sadece muhteva açısından değil yapı ve şekil açısından da Kur'an süreleri yapısında ve ayetlerle süslenmişlerdir. Örneğin Üstad Mutahhari gibi görüş ehli kimselerin 'Arap dili, bir kav­min (Arap kavminin) dili değildir. Aksine bir kitabın (Kur'an-ı Kerim'in) dilidir." demeleri bundan kay­naklanmaktadır. [35]

 

Kur'an Ve Felsefe

 

Mukaddes dini metinler ile felsefe arasındaki görüş, meşreb ve fasıla farklılığı çok fazla idi ve İslam medeniyetinin ilk asırlarında felsefe ehli ile diyanet ehli arasında çok uzunboylu fikirsel tartışmalar mev­cuttu ve felsefeye muhalefet hareketinin kahraman bayraktarı, İmam Muhammed Gazzali; hicri beşinci asırdaki din bilimcisi İslam bilimcisi ve İslam kül­türünün müceddidi idi ve bu alanda ünlü "Tehafütü'l-felasife" isimli eseri kaleme almıştır. Fakat bununla birlikte mütedeyyin ve müslüman filozoflar, Yunan felsefesinden iktibaslar ve alıntılarla başlayan İslami felsefenin şekil bulması ve olgunlaşması dö­neminden Kindi, Farabi ve özellikle de İbn-i Sina gi­bileri, Kur'anî açık ayetler daima onların görüş mer­kezi ve onlar için en önemli me'nus ve melmus fikri kaynak olmuştur. İbn-i Sina, Allah'ın varlığını ispat delillerinden bazılarını örneğin varlıkbilimi/vücudi delilini Kur'an-ı Kerim'den getirmiştir: "Rabbinin her şeye şahit olması (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?"[36] Ya da Molla Sadra, kendi önemli tez ve nazariyesi "Cevheriye Hareketi"ni Kur'an ayet­lerinin bazılarından ilham alarak temellendirmiştir: "Dağları görürsün de onları (yerlerinde) donmuş sa­nırsın. Oysa onlar, bulutun yürümesi gibi yürümektedirler."[37]

Ayrıca eski dönemden Üstad Allame Seyyid Mu­hammed Hüseyin Tabatabai'nin zamanına kadar kimi filozoflar, mahiyetin asaleti karşısında vücudun asa­leti konusunda birçok Kur'an ayetini dayanak olarak getirmişlerdir.[38] İbn-i Sina ve Molla Sadra gibi birkaç filozof da Kur'an sureleri ve ayetleri üzerine hikemi ve hikmetamiz tefsirler yazmışlardır. İbn-i Sina'nın tefsiri bir ciltlik, Molla Sadra'nın tefsiri ise yedi cilt (arapça) olarak basılmıştır.

Evet üzerinde düşünülmesi ve dikkat edilmesi gerekir ki felsefi düşünce, görüş ve fikirleri ile dini düşünce, görüş ve fikirleri arasında prensip ih­tilafının varlığına rağmen müslüman filozoflar Kur'an ayetlerine bu derece itina etmişlerdir. [39]

 

Kur'an ve İslami Sanatlar

 

İster Arap dili camiasında olsun ister Fars, Türk, Urdu dilleri camiasında olsun en önemli İslami sanat sayılan edebiyat konusunda Kur'an-ı Kerim'in kendisi üzerindeki etkisinden daha önce söz etmiştik. Mimari sanatta süslemelerden birisi de kitabe yazımı idi ki genellikle sülüs hattıyla bazen de nesh hattıyla yazılmışlardır. Bu kitabelerin de gösterdiği gibi bun­ların çoğu Kur'an ayetleridir. İslami sanatların gelini olarak tanımlanan güzelyazı (hat) sanatında Kur'an'ın nüfuzu eşsiz ve vasfedilemeyecek bir derecededir. Mantıki olarak söylenebilir ki Kur'an müzelerinde 20.000'den fazla güzel yazılmış Kur'an nüshası bu­lunmaktadır ki, bunların büyük bir kısmı da tezhib, teş'ir, kitab süslemeciliği, ciltçilik açısından son de­rece güzel bir sanata sahiptir ve büyük bir titizlikle korunmaktadır.

Musiki de, ya Şer'i sorun taşıyor ya da ehl-i şeriat tarafından destek bulmamış ve korunmamış olmakla birlikte İslam medeniyetinde hatta ilk asırlardan beri geniş bir halk topluluğunun arasında önemli bir yer tutmuştur. Zira Ebu'l-Ferec el-İsfehani'nin yirmi cilt­lik büyük müzik ansiklopedisi "Eğani" isimli eseri bunlardan biridir. Kur'an-ı Kerim'in tertil, teğenni ve tevaşihi (güzel okuma ve uygun okuma) sanatı nok­tasında Kur'an ve musiki ilişkisi eskiden beri ehl-i şe­riatın desteğinde ve gözünün önünde bir konu ol­muştur. Bu konuda Kur'an'ın güzel okunmasını teşvik etme konusunda masumlar tarafından hadisler de nakledilmiştir. Asrımız, Allah'a hamdolsun ki Kur'an'ı güzel okumanın revaç bulduğu ve ilerlediği bir asırdır ve devamlı Kur'an okuyan radyolarımız, özel toplantılarımız ve Kur'an sempozyumu ve kon­feranslarımız düzenlenmektedir. Dünyanın her ya­nında bu tür oluşumlar gün geçtikçe artmaktadır.

Kur'an'ı güzel okuyan üstadlarımız musiki anlayan sanatçılarımız ve makamları güzel kullanan oku­yucularımızın sesinden müteşekkil toplu kasetlerimiz herkesin rahatlıkla bulabileceği bir konumdadır...[40]

 

Kur'an ve Toplum Kültürü

 

Kur'an-ı Kerim'in başka yönlerinden biri de onun toplumun kültürü üzerindeki büyük nüfuz ve te­siridir. Günlük yaşamımızın her anında "Bismillahirrahmanirrahim"i söylemekten tutun da yeni eve ilk önce ayna ve Kur'an'ın götürülmesine, nikah, sözleşme ve önemli toplantıların yapıldığı mec­lislerde Kur'an'ın bulundurulmasına, çocuğa isim koymak için Mushaf-ı şerifin teberrükünden yardım dilemeğe kadar, çocuklarımızın isimlerini, önemli günlerimizin tarihini Kur'an'ın cildine yazmaktan tutun da misafiri Kur'an'ın altından geçirerek yolcu etmeğe, şampiyonların kollarına Kur'an bazumendini bağlamağa, Kur'an'la istihare yapmaya, hatta fal bak­mağa kadar büsbütün müslüman halkların ve mil­letlerinin yaşamında büyük bir yer tutar. Müs­lümanlar, hayatlarının her anında her yönüyle ve bütün varlığıyla Kur'an'ın yüceliğine ittika edip da­yanmaktadırlar. Müslümanlar günlük namazlarında günde beş kez Kur'an'dan sureler, özellikle de Fa­tihayı okumaktan başka, okullarda çocuklarına Kur'an alfabesini öğretmekte, Kur'an kursalarına büyük ilgi duyup çocuklarını oralara büyük bir zevk­le göndermektedirler. Bunun dışında Kur'an ile ilgili daha ilmi, daha ağırlıklı ve ölçülü programlar dü­zenlenmekte ve eğitim ve öğretimi yapılmaktadır. Müslümanlar genellikle Kur'an'dan en az bir sure, bir ayet veya bir duayı zihinlerinde ve dillerinde ezbere bilmektedirler. Edeb ve zerafet ehli olan kimseler de daha hassas oturumlarda Kur'an ayetleri,  ibareleri üzerine güzel ve zarif yorumlar yapmış ve yap­maktadırlar. Ayrıca günlük konuşmalarda, soh­betlerde bile Kur'anî ıstılahlar sık sık kullanılmakta veya ona işaret edilmekte/örneğin, Kur'an çarpsın, Kur'an yanılır mı? Cin bismillahtan kaçar, inşaallah, maşallah ve bunlara benzer daha birçok Kur'anî kav­ram ve ıstılah günlük yaşamımızda sık sık kul­lanılmaktadır. [41]

 

Vahiy Ve Nüzul, Kur'an'ın Cem1 ve Tedvini

 

Kur'an'm Yeryüzüne İnişi

 

Tevhidi dinler tarihinde, özellikle İbrahimi (Yahudilik, Hrıstiyanlık ve İslam) dinler tarihinde Allah'ın mukaddes isminden sonra güzel ve geniş "vahiy" kelimesi derecesinde bir öneme sahip hiçbir kelime yoktur.

Yüce Allah, yaradılışın tümünden Zeyd ve Amr'ın iman ve küfrüne varıncaya dek zat ve zatiliğinin ğena ve istiğna-yi kamil sıfatlarına sahip ol­ması nedeniyle herhangi bir fayda sağlamadığı gibi gayb-ı ammada ve gaybu'l-guyub perdesinde baki kalma imkanına da sahipti. O zaman, böyle bir du­rumda insanın işi, inleme ve sızlama olup alan ona dar bir yapıda olurdu. Böyle bir durumda beşeriyetin tamamı bir kırık-kapalı silah eliyle, yani sayı düşünen aklıyla yalnız ve başbaşa kalırdı. Ve bugün sahip ol­duğu şekli dinlere sahip olmayacaktı. Tabii olarak ne Peygamberler gelirdi, ne semavi kitaplar nazil olur­du, böylece de gayb ile şuhud arasında, tabiatötesi ile tabiat arasında doldurulamayacak bir fasıla düşerdi. Akli ve mantıki Şia kelamı, burada bu sırrı en iyi bir şekilde aydınlatıyor. Yani bu zor ve gizemli "Gayb perdesinde oturan Allah, niçin gaybta şuhudla temas kurdu ve beşer ile konuştu?" sorusunun cevabını akli ve mantıki usullerle veriyor. Bunun cevabı Allah'ın lütuf sıfatı kaidesi gereğincedir. Hekimin fiili hekimane olduğu için hikmetten hali değildir. Mevlana'nın;

Men ne kerdem halk ta sovdi konem / Belki ta ber bendegan covdi konem.

“(Ben bir fayda almak için yaratmadım / aksine kullara bağışta bulunmak için yarattım).” demesi de bu amelin lütuf anlamında olması demektir.

İnsanın, mahlukatın en şereflisi olduğu bir gerçektir. Fakat eğer Allah kendisini vahiy yoluyla ona aşikar (görünür) kılmasaydı Allah'ın varlığı ko­nusunda insanın yalnızca konuşacağı kaçınılmazdı. Ve en azından insanlar safi bir yapıya, haksever ve hakperest olduklarından; "Kalbimiz perdenin ar­kasında perdede oturan birisi olduğuna şehadet edi­yor" ve "maksad menzilgahının neresi olduğunu kimse bilmez. / Şu kadarı vardır ki bir zil sesi ge­liyor." (Hafız) diyeceklerdi.

Evet, dört unsur, beş his, altı cihet ve yedi ge­zegenin boyunduruğu ve esareti altında olan insan, iki kısma ayrılıyordu. Bir kısmı "Allah vardır veya bir mebde' vardır, hem cihan-i gaybi hem de gayb-i cihaniye sahiptir." diye konuşuyordu. Bir kısmı da "Her ne varsa bu dünyadadır. Ne yaratmazdan önce ha­reket halindeydi ne de tabii dünyanın sonundan sonra tabiatötesi bir ahiret dünyası vardır." de­mekteydiler. Daha sonra taraflar konuşmanın ötesine gittiler. Öyleki, fikir ve felsefe tarihine gittiler ve mebde'in varlığına -ya da iyazu billah- yokluğuna de­liller getirmeğe koyuldular. Daha önce de işaret et­tiğimiz gibi tabii olarak bir din de tutunamıyordu. Zira ne bir Peygamber vardı ve ne de bir mesaj (vahiy) geliyordu. İnsan kendi haline bırakılmıştı ve bu üstünlükte bir ses zemin ve zamanın dört bir ya­nındaki yarıklardan; "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"[42] benzeri sözler de yan­kılanmıyordu.

Şimdi bu kısa mukaddimeden sonra Allah'ın mu­kaddes isminden sonra dinler tarihinde, hatta fikir ve kültür tarihinde küçücük vahiy kelimesinden daha büyük hiçbir kelimenin neden bulunmadığını an­lamış bulunuyoruz.

Vahiy, gizli işaret, ilham, fıtrata yerleştirmek, tes­hir etmek gibi bütün lügat manalarını kapsar. Asli ve temel manası ise, Allah'ın insanla temas kurması ve bir çokları Peygamber olarak adlandırılan seçkin in­sanlara mesaj göndermesi demektir.

Eski anlamları yeni görüşler muvacehesinde gör­mek gerekir. Sohrab-ı Sipehri'nin deyimiyle;

"Gözleri yıkamak gerek / başka şekilde görmek gerek."

Bu kitabın birinci bölümünün başında, "Eğer bu­günkü insanoğlu onbeş-yirmi asır önceyle ilgili olan eski bir belge bulsa onun sır ve okunmasının keşfi ko­nusunda çaba sarfettikten sonra bu belgenin Allah'ın tüm insanlığa hitab ettiği kapsamlı bir belge (mektup) ve arştan ferşe bir mesaj olduğu anlaşılsa insanlık ale­minde ne tür bir sarsılma ve velvele kopacaktı?" de­miştik. Daha sonra yine demiştik ki fesahat, tatlılık ve açıklığın doruğunda olan böyle bir belge ve mesaj gerçek olarak beşerin elinde mevcuttur o yüce ve üstün kitap Kur'an'dır. Niçin bu manadan sarsılıyoruz? Bu ne ağır bir uykudur ki ondan uyanmak bu ölçüde zordur? Evet, Ruhu'1-Kuds veya Cebrail olarak isimlendirilen en üstün melek, bu İlahî mesajı, gayb alemi olan Allah'ın huzurundan "Levh-i Mah­fuz" olarak adlandırılan asıl metninden 23 yıl bo­yunca pak, takva sahibi, emin, sıddik (ve mazeret arzıyla) ve okuması olmayan, ümmî; edebi, ilmi veya felsefi kültürden yoksun -ki gençliğinde yetim bir ço­bandan başka bir şey değildi- bir insanın kalbine nazil etmiştir. O da, hiçbir teklif ve tasarrufta bu­lunmaksızın onu okuma-yazması olanların yani vahiy katiplerinin yardımıyla yazdırmıştır. O da en iyi yazı araçlarıyla değil, aksine çok az sayıdaki bir avuç kadar kağıdın veya bir tek kalemin veya divitin dahi zor bulunduğu bir dönemde.

Evet, üns ve adet (=gelenek), ilim ve bilginin; özellikle de gönül bilgiliğinin en büyük örtü ve en­gelidir. Yoksa Yüce Allah'ın 600 sayfalık bir mektubu (=yazılı metni) insan için göndermesinin önem ve ehemmiyeti, her gönül sahibinden uyku ve huzuru alır ve onu bir ömür boyunca vecd ve cezbe içinde her türlü tasarruftan, tahriften korunmuş ve tarihinde onun korunmuşluğuna şahitlik ettiği bu İlahî mesajı okumaya ve tekrar okumaya, çok okumaya ve onun emrine boyun eğmeye, onun nehyettiklerinden sa­kınmaya sürüklemiş olurdu. Şimdi de yine bu kötü üns ve adet (=Gelenek ve görenekler) tozu ve du­manı, hakikat güneşini birçoklarımızın gözünden giz­lemiş ve şeyh-i ecelin değimiyle;

Afitabi-yi bedan bozorgi ra / Pare-i ebr na-pedid koned.

(O büyüklükteki bir güneşi / bir bulut parçası, görünmez kılar.)

Evet, bizim varlığımızın temelini altüst etmesi gereken bu üstün ve yüce hakikatten ne yazık ki artık sarsılmıyoruz. Zira insan kültüründe büyük bir ha­kikat vardır ve o da Allah'ın insanla temas kur­masıdır ve vahiy olarak adlandırılır.

Bilinçli olarak böyle ifadeler kullanıyorum. Yeni bir beyanın yeni bir bilgiyi ve bilgiden daha üs­tününü ve yeni bir bakışaçısını meydana ge­tirebileceği için bu şekilde konuşuyorum. Yoksa lügat yazanların ve müfessirlerin vahiy anlamı ko­nusundaki sözlerinin nakli daha kolaydır ve vahiy ke­limesi, Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde geçtiği için su içmekten bile daha kolaydır.

Evet, Yüce Allah, hakikati duyan temiz kalpli ve takva sahibi yüzden fazla kişiyi seçmiş ve onlara; "Ben var olduğum için varım."[43] diye buyurmuş ve kendi vücudunun bilgisini beşeri sözler, deliller, iptaller, istidlaller çemberinden -ki gelip-gelmemeğe sahiptir ve her delil kendi zıddı bir delile sahiptir- kurtarıyor ve kendisini kudret eliy­le ve kendi suretinde yarattığı[44] en üstün ve en sevgili yaratığıyla konuşuyor.

Yüce Allah, insanların gafletini gidermek ve ölümcül gaflet uykusundan uyandırıp uykusunu ka­çırmak için hiçbir lütuf ve inayetten sakınmamıştır. İnsanları normal işlerinin cereyanının mut­luluğundan ve suyun huzur veren ayak sesinden uy­kusunu kaçırmamak için ansızın adetleri yıkıp kı­rıyor, mucizeler gösteriyor, çakıl taşlarını konuşturuyor ya da ayı ikiye bölüyor. Oysa gerçek müminler mucize şartıyla iman etmemişler, ve ima­nın mucize yarattığı kadar mucize, iman ya­ratmamıştır. Nitekim Kur'an'ın deyimiyle inkarcılar, her mucizeyi gördüklerinde onların inkar ve iman­sızlıkları daha da artıyor ve; "Bu, süregelen bir bü­yüdür."[45] diyorlardı. Evet, mesihiyet (Hristiyanlık) tarihinin en büyük alimlerinden, söz sahiplerinden ve en büyük Allahbilimcilerinden ve kelamcılarından birisinin deyimiyle: "İşlerin normal akışı, daha hayret vericidir." Eğer bir güvercin, bir elmas tanesini gagasına alır da kanat çırparak oda­nızın penceresinden içeri dalarsa ve o elmas tanesini sizin çalışma masanızın üzerine bırakıverirse sonra da yüzünüze anlamlı bir gülücük kondurarak geldiği yoldan çıkıp giderse bu, o kadar mucize, üstün ve yüce bir şey değildir. Zira Sfdece onun o güvercinliği, ve Sohrab-i Sipehri'nin devirliyle onun aurodinamik "güzel hacmi", onun küçük ve güzel renkli masum gözleri, süslü-püslü kol ve kanatları, sırbilirliliğinden az olmayan kanat çırpma bilgisi, herhalde daha mu­cize olsa gerektir. Acaba bir de hava dalgalarının uçuş kabul ediciliği ne derece daha üstün ve yücedir? Tarih gösteriyor ki insanlar ekseriyete yakın bir ittifakla vahiy mesajını kabul etmişler ve Yüce Allah'ın kendi mesajını Peygamber olarak ad­landırılan bir elçiye teslim ettiği gerçeğini kabul et­mişlerdir ve insana hisler dünyası perdesinin dışında veya  arakasındaki sırların bir kısmından haberdar olacak bir yardımcı ulaştırmıştır. Elbette imanın olduğu her yerde şüphe ve inkar da vardır. Pey­gamberler genellikle kendi toplumlarından, kendi ka­vimlerinden eziyet, işkence, azar ve sıkıntıyı görmüşlerdir.  Nuh Peygamber (a.s.)'dan tutun da Peygamberlerin sonuncusuna kadar. Ne kadar il­ginçtir ki Peygamberler, beşeriyete en büyük hizmeti yapıyorlardı ve onlar için Allah'ın mesajını ge­tiriyorlardı. Buna karşılık olarak da hiçbir hediye, karşılık ve ücret de talep etmiyorlardı. Fakat bazı kül­türsüz insanlar, sanki kendilerini ya da insanı, Allah'ın kendilerine şifahi ve kitabi (yazılı) bir mesajı vermesine ve onların dünya ve ahiret yaşamları için bir belge ve program vermesine layık ve değer gör­müyorlardı.

Aslında din ve bilim önderlerinin yeni söylemleri ve yeni arayışları halkın genelini sarsıtıcı bir özellik taşır. Zira onların uyku ve huzurlarını özellikle on­ların sessiz, rahat ve haz verici tatlı uykularını kaçırır. Bundan dolayı da cahiller topluluğu ve genel cahiller, sertlik ve kinle Peygamberlerin temiz ve İlahî me­sajlarını karşılıyorlardı. Nuh (a.s)'u alaya alıyorlardı, İbrahim (a.s)'i ateşe atıyorlardı, Musa (a)'yı yalnız bı­rakıyorlardı, İsa (a)'yı çarmıha geriyorlardı, ve Hatemü'l-Enbiya (s.a.v)'ya en can yakıcı onlarca savaşlar açıyorlardı. İşte Peygamber (s.a.v)'in bir hadisinde; "İn­sanların en fazla bela çekeni Peygamberlerdir, sonra daha iyiler ve iyiler..." diye buyurması da budur.

Ne kadar ilginçtir ki Peygamberler insanları kur­tuluş yoluna davet ediyorlardı. İnkarcılar ise Pey­gamberleri helaketle tehdit ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim de bu anlamı ifadelendiriyor: "Bana ne olmuş ki siz beni ateşe çağırdığınız halde ben sizi kur­tuluşa davet ediyorum?"[46]

Doğrusu bu, insanoğlunu seven bir grup insanın, 50 en son ilmi ve teknolojik araç ve gereçleri alıp da vahşi kavimler arasına gidip onları bu araç ve ge­reçlerle tanıştırmak ve yararlandırmak istemelerine benziyor. Bu medeniyet temsilcileri ile vahşet tem­silcilerinin karşılaşmalarının sonucu traji-komik bir film olacaktır. Nitekim gerçekler aleminde de bu vuku bulmuştur ve onun şerhi kitaplarda ya da si­nema perdelerine de konu olmuştur.

Peygamberler de genellikle eski dünyanın geri kalmış muhitlerinde davetle emrolunup gö­revlendirilmişler ve sonuçta muzaffer olmuşlardır. Günümüzde altı milyara yakın bir nüfusa sahip olan bir dünyada dört milyardan fazlası Peygamberlerin davetini kabul etmişlerdir. Ve Peygamberlerin her söylediğine; "Amenna ve saddakna." demişlerdir.

Evet, dört milyardan fazla insan, Hazreti İbrahim (a.s)'ın kendi imanında samimi olduğunu ispat etme yolunda kendi tek ciğerparesi oğlunun boynuna bı­çağı dayayıp kurban etmeye hazır olduğunu kabul et­miştir. İbrahim, İlahî imtihandan başı dik bir şekilde çıktı. Onun pak neslinden insanları sarhoşluk ve ba­şıboşluk karanlığından aydınlığa ve kurtuluşa davet ve hidayet eden ne kadar da çok Peygamber çık­mıştır. Büyük Meryem'in bekar olduğuna ve in­sandan bir eşinin olmadığına, onun kalbine ruhu'l-kuds olarak bilinen ruhtan ve İlahî bir nefhadan üf­lendiğine ve İsa (a.s)'ya hamile kaldığına inanmışlardır. Ve Yüce Allah'ın mukaddes Tur ve Tuy vadisinde hiçbir aracı ve perde, örtü olmaksızın Musa (a.s) ile ko­nuştuğunu kabul etmiş ve bundan dolayı da onu Kelimullah yani "Allah ile konuşan." diye isim­lendirmişlerdir. Sonuçta Yüce Allah'ın İslam sünnetinde Cebrail olarak adlandırılan aynı ruhu'l-kudus aracılığıyla en son İlahî vahiy mektubunu baş­langıçta Hira mağarasında, daha sonra da 23 yıl boyunca seferde ve hazarda, şehirde ve çölde, gece ile gündüzün her saat ve anında İbrahim (a.s)'in pak sülalesinden olan İslam Peygamberi (s.a.v)'ne gönderdiğini kabul etmişlerdir.

Eğer Peygamberlerin daveti, efsane ve eskilerin uydurmaları türünden olsaydı seyrinin kesilmesi ge­rekirdi. Yani kendi asırlarında bazı takipçiler bulurdu ve daha sonra gitgide az renkli en sonunda da ta­mamen renksiz olması gerekirdi. Nitekim in­sanoğlunun değişik rablere, tanrılara ve tabiat güç­lerine inandıkları ilk inançları böyle bir seyir çizmiştir, gün geçtikçe az renkli olmuş en sonunda da renksiz bir hal almış ve ortadan kalkmıştır.

Bugünkü dindar görünümlü insanın hareket ve davranışlarında varolan müşkil, onun genellikle doğru ve dürüst olan itikadında değildir. Aksine temel problem, onun itikadının nasıllığında, niteliğinde ve onun imanının uykuya dalmasında yat­maktadır.

Tarih, iman ateşinin Hz. İbrahim (a.s)'ın ruhuna neler ettiğini tesbit etmiştir. İbrahim'in ateşte olacağı yerde ateş İbrahim'in içindeydi. Aynı şekilde Muhammed (s.a.v)'in, Ali'nin ruhuna, Mevlana'nın, Ga­zali'nin ruhuna; Paskal'ın, Kadis Augustin'in, K. Yerkegör'ün, Unamuno (İspanyalı yazar) ve daha birçoklarının ruhlarına neler yaptığını tarih bilgisine azıcık sahip olanlar çok iyi bilir.

Bizlerin imanı soğuk ve adetleşmiş bir yapıya gelmiş. Şayet öyle olmasaydı bugünkü insandaki bu hedefsizlik, eskimişlik, duygusuzluk, köhnemişlik ve... görülmeyecekti. Dünküler, iman ateşinin sı­caklığından gürleşiyorlardı:

Ya Rabb, in ateş ki der can-i men est / Serd kon zi-ansan ki kerdi ber Halil.

(Ya Rabb, içimdeki bu ateşi / tıpkı Halil'e serin yaptığın gibi serin yap.) Bugünküler ise soğuk mühr imanına sahiptirler.

Zira bunlar, sanki vahiy ahdinden uzak düşmüş gi­biler ve yavaş yavaş unutmuşlar. Evet, Allah'ın za­manın allameleriyle değil insanlarla, normal ve sıddık insanlarla temas kurduğunu ve aracılı veya aracısız onlarla konuşmuş olduğunu; Onları, yolunu şaşırmışlar ve sarhoş, başıboşların elinden tutmak, on­lara yol göstermek için göndermiş olduğunu gü­nümüz insanı unutmuş gibi görünüyor.

İmanın sözkonusu olduğu yerde şüphenin de sözkonusu olduğunu söylemiştik. İman, bazen şüp­heyi uzaklaştırmaktan veya onunla arayı açmaktan başka bir anlama gelmez. Şüpheyi denememiş iman, şüpheyi denemiş iman kadar asil ve insani değildir. Evet, eskiden beri Peygamberlerin muasırları ve daha sonra gelen sonraki asırların insanları, ya Pey­gamberlerin doğruluk ve sadakatlarinden ya da on­ların mesajlarının doğruluk ve sıhhatinden ve bir ke­limeyle vahyin asaleti konusunda şüphe etmişlerdir. Ve Vahyin İlahî/semavi olmadığını aksine insani ol­duğunu söylemişlerdir. Freud'un dünkü ve bugünkü takipçilerinin deyimiyle, Peygamberlerin kendinden habersiz iç davranışlarının sonucudur. Yani hatta bir­likte hareket ediyorlar ve; "Peygamberler doğru söy­lüyorlar, fakat vahiy Allah'ın sözü değildir, onların kendi sözleridir ki bunu kendileri bile bilmiyor ki on­ların iç alemlerinin ve nefislerinin gayb yapıtlarıdır.

Kendinden habersiz şair ve sanatkarların hayret verici bir yaratma yeteneğine sahip oldukları doğ­rudur. Fakat sanatkarların durumunu in­celediğimizde göreceğiz ki açık veya gizli talim ve terbiye şekliyle, bir sanat veya ilme sahip ol­muşlardır. "Akşam okuma-yazma bilmez olarak yat­tım, sabah arapça şiir söylüyordum!" Her ne varsa bir ölçü ve haddi vardır. Baba Tahir Üryan ve Şatır Abbas Sabuhi tıpkı bir efsane idiler ki ne hiç oku­maları vardı ve nede bilgileri vardı. Bunlar, gizli ve açık hal ve geçmişin kültüründen haberdar ve ya­rarlanmışlardı.

Hafız'ı örnek verelim: O, bilinçli bilinçsiz ya­pısında çok güçlü bir hünere sahiptir ki, hatta şair sessiz ve suskun olduğu zamanda bile kavga ve figan içindedir. Doğrusu eğer Hafız, okuma yazma ye­teneğine sahip olmasaydı (Hz. Muhammed (s.a.v) gibi) ve kitap, kültürden habersiz ve Şiraz'ın pazarlarının birinde fırıncı veya çöllerinde çoban bir adam olsaydı şöyle söyleyebilir miydi:

"Ezelde senin güzellik ışığın tecelladan konuştu / Aşk göründü ve ateş bütün alemi sardı."

Veya şöyle söyleyebilir miydi:

"Kevn ve mekan tezgahının ürünü sadece bu değil / Şarap getir. Zira dünyanın esbabı sadece bu değil."

Evet, insafen bunlara imkanı yoktu. Ve şayet be­şeri alemin en yaratıcı kendinden habersiz zamirine sahip olsaydı yine de basit ve normal sözlerden başka bir şey nakledemezdi.

Düşünce, kültür, sanat, edebiyat, ilim ve fen ta­rihinin tümü boyunca hiçbir talim ve terbiye al­maksızın bilimsel-sanatsal büyük bir eser meydana getirmiş olan kültürlü, kültür yaratıcısı bir insan, büyük bir şair, veya büyük bir edip ya da büyük bir tarihçi, büyük bir hikayeci/romancı, veya icatçı, ma­tematikçi veya büyük bir müzikçiyi bulamazdık.

Eğitim ve öğretim almamış, kültürsüz ve ilimsiz, okuma-yazması olmayan, okuma ve yazmaktan güç almayan bir Arab, sıkıntılar çekmiş ve yetimlik mih­netini tatmış, bir ömrü çobanlıkla geçirmiş, çölün to­zundan, koyun, inek ve deve sürüsünden, miladi ye­dinci asrın Arabistan'ın ilkel yaşamından başka bir şey görmemiş bir Arabdan şu sözlerin çıkması acaba hiç mümkün olur muydu:

"Ve yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır."[47], "Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olmuş olsaydı ikisi de bozulmuş gitmişti."[48], "Ey arz (yer), suyunu yut, ve ey gök tut, denildi. Su azaldı, iş bitirildi. (Gemi) Cudi'ye oturdu."[49], "Doğrusu insan kendi nefsini görür, ortaya bir takım mazeretler atsa da."[50], "Ey insan, muhakkak ki  sen, Rabbine doğru çabalayıp dur­maktasın, nihayet O'na varacaksın."[51], "Rab­binin her şeye şahit olması sana yetmez mi?"[52], "İnananlar için hala vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın  zikrine  saygı duysun..."[53], "İn­sanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hala gaflet için­de yüz çevirmektedirler."[54]... Ve buna ben­zer daha yüzlerce yüce ve hayret verici ayet ki, İbn-i Sina'dan tutun da Molla Sadra'ya kadar, İmam Fahreddin-i Razi ve İmam Gazali'den tutun da Molla Muhsin Feyz-i Kaşaneye ve Ebu'1-Ala Muarri'den Taha Hüseyin'e kadar kültür dünyasının ve dünya kültürünün önde gelen en büyük edipleri ve fa­sihlerini nihayetsiz bir hayret ve şaşkınlığa sü­rüklemiştir. Ve söylediklerinin neticesi, en büyük be­şeri medeniyetlerinden birini dünyanın büyük  ve geniş bir kısmında meydana getirecek kültür yaratan bir kitap olabilir miydi acaba? Evet, kendinden ha­berdar olan zamiri sade, basit, okuma yazması ol­mayan ve kültürsüz olan bir kişi hiçbir mucizeyle kendisinden haberi olmayan zamiri ilim, edep, kültür ve sanatın gizli hazinesi olamaz. Yani kendinde bir şey olmayan bir insan, bir başkasına bir şey veremez. Bu soğuk demiri bükemeyeceklerini gören bir grup insanın, bir başka görüşü ileri sürmeye baş­laması ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in eğitim-öğretim gör­müş, kitap okumuş, okuma-yazması olan ve önceki mukaddes kitapları mutaaladan özellikle de Tevrat, indiler ve eski İran kültürünü mütaala ederek bu bil­gileri elde eden bir kişi olduğunu ileri sürmeye başlamaları da bundan dolayı idi..

Buna verilecek cevap şudur: Tarihin de şa­hitliğiyle, Hz. Muhammed (s.a.v)'in, böyle bilgileri toplamaya ve bu tür bir kültür meydana getirmeye ve onlara sahip olmaya imkanı ve gücü yoktur ve miladi yedinci asır Arabistan'ında hiçbir ilim ve kültür kanunu söz konusu olmamıştır. Eğer Peygamber (s.a.v), okuma yazması olan ve kültürlü bir kişi olsaydı ve, örneğin Vahiy öncesi zamanların Arap nazım ve nesrinden haberdar olsaydı ister istemez sözleri, yani iddia ettiği onunla igili olurdu. Cahili asrın söz, nazım ve nesrinin rengini alırdı. Kur'an'da yer alan bütün bu söz ve hikmet, o zamanın kültürünün ser­maye ve gücüne sığmaz.

Bir başka konu da eğer bu gayr-i ciddi tevcihatların bir anlamı olsaydı ve buna tevessül ve te­şebbüs edilseydi ister istemez kaçınılmaz olurdu ki fiili şekil, yani Kur'an'ın vahiysel olduğu ve emirleri Allah'ın gönderdiği emirler olduğu şekli, insani akıl ve mantık açısından kabul edilemeyecek bir yapıda olurdu. Şimdi ise dünün ve bugünün dünyasının in­sanlarının üçte ikisinden çoğu Peygamberlerin ve din­lerin davetini, davetlerinin doğruluk ve sıhhatini kabul etmişler ve onda bir gariplik ve akla zıtlık gör­memişlerdir.

Bir diğeri de şudur: Vahyin aslını inkar eden bir kimse, sadece vahyi inkar ediyor değil, aksine Pey­gamberlerin doğruluğunu, hatta nübüvvetin doğ­ruluk imkanını da inkar etmiş olur. Bundan da öte sa­dece vahyi alanı inkar da değil belki vahyi göndereni de inkar demektir. İnsanlık tarihinin ve tecrübesinin şehadetiyle dinlerin, imanın ve resullerin gön­derilmesi ve kitapların nüzulünün inkarı asla onların ispat ve kabulünden daha akli ve mantıksal değildir. Şayet böyle olsaydı dünyada varolan tüm bu akıllılar (insanlığın üçte ikisinden fazlası) onu inkar ederdi.

Şimdi dünyanın ve insanın varlık muamması için peygamberlerin ve dinlerin cevaplarından daha iyi bir cevap bugüne kadar verilmiş değil. İnsanların ço­ğunluğuna yakın bir kesiminin ittifakıyla hayatın an­lamını mebde', mead, Peygamberlerin davet ve id­diasının varlığını kabul etmekte bulmuşlardır. [55]

 

Vahyin Başlaması Ve Onun Korunma Ve Yazılması

 

Hz. Peygamber (s.a.v.), Peygamberlikle görevlendirilmezden önce, dedesi İbrahim'in tevhid di­ninden ve sünnetinden baki kalmış olan temiz hanif inancını taşıyor ve ona göre yaşamını sürdürüyor ve kesinlikle cahiliye dönemi inançlarına, yani cahiliyet asrına inanmıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v), teemmül, murakabe, oruç tutma ve "tehannüs" (murakabe ve niyazla inzivaya çekilme) olarak tabir edilen her ay birkaç gün uzlete çekilme gibi davranışları adet edin­mişti. Mekke yakınlarındaki Hira dağında zikir, te­emmül, düşünce ve murakabe ile meşgul olduğu bir günde, ansızın Cebrail, büyük bir heybetle O'na gö­rünür ve ipeğe sarılmış bir kitabı, Hazret (s.a.v)'e arzedip "Oku" der. Hazret, korkuya kapılır ve; "Ben oku­yamam." der. Cebrail, tekrar; "İkra' (=Oku)" der. Peygamber (s.a.v) tekrar; "Ma ena bikari (=Ben okumağa kadir değilim)." der. Nihayet Cebrail, O'nu kucaklar ve sıkarak üçüncü defa; "Oku" der. Bu kez Hz. Pey­gamber (s.a.v) teslim olur ve; "Ne okuyayım?" der. Ceb­rail, bunun üzerine; “Bismillahirrahmanirrahim. Ya­ratan Rabbinin adıyla oku, O, insanı alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."[56] diye buyurur. Hz. Peygamber (s.a.v), bu olay­dan sarsılmış, hayrete düşmüş, şaşırmış ve titremiş bir halde henüz bunun vahyin başlangıcı olduğunu ve Yüce Allah tarafından Peygamberlikle gö­revlendirilmiş olduğunu bilmiyordu. Yüce Allah, O'na vahiy göndermiş, vahyin emin meleği olan Ceb­rail aracılığıyla O'nunla konuşmuş ve böylece bu şe­kilde İlahî kitabın (Kur'an-ı Kerim) gönderilmesine başlanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in şaşkın ve he­yecanlı bir şekilde evine, eşi Hz. Hatice'nin yanına geri döndüğü yolda bir daha ufuğa kurulmuş bir halde Cebrail'i tekrar görür. Cebrail, burada Hz. Pey­gamber (s.a.v)’e şöyle buyurur: "Sen Allah'ın Pey­gamberisin, ben de Cebrail'im."

Hz. Peygamber (s.a.v), büyük bir heyecan ve tit­remeyle kendisini evine ulaştırır. Ter ve titreme vü­cudunun her tarafını sarmıştır. O'nun bilinçli ve ve­falı eşi Hatice, hızla ayağa fırlar ve zamanın gereklerine göre, Peygamber (s.a.v)in başını soğuk suyla yıkar. (Ateşin  düşürülmesi  için  yapılmış  olabilir). Daha sonra başını kurular ve O'nu sıcak ve yumuşak yatağına yatırır ve ilk fırsatta bilge kişi -ki bu günkü deyimle dinbilimcisi demektir- olan ve dinler ta­rihinde büyük bir ilme sahip olan amcasının oğlu Va­raka bin Nevfel'i görmek için yola çıkar. Onun yanına vardığında olayı tüm açıklığıyla anlatır. Bunun üze­rine Varaka heyecanlanır ve; "Kuddusun, kuddusun... Varaka'nın ruhu yed-i kudretinde olan zata yemin olsun ki ey Hatice, eğer bu söylediklerin doğru ise bir zamanlar Musa'ya gelmiş olan "Namus-i Ekber" O'na da gelmiştir ve O, bu halkın Peygamberidir."

Daha sonra fetret, yani vahyin nüzulünde bir durgunluk ve ara meydana geldi ki, bunun süresi üç günden üç yıla kadar çıkarılmıştır. Sonra Cebrail, ye­niden Hz. Peygamber (s.a.v)'e görünür. O, bazen asıl şek­liyle görünür, bazen Hz. Peygamber (s.a.v)’in dostlarından Dıhye-yi Kelbi adındaki güzel bir genç şeklinde gö­rünüyordu. Zira belki de Hz. Peygamber (s.a.v)in Cebraili asıl şekliyle görmeye güç yetirememiş olması nedeniyle Cebrail bu şekilde görünmüş olabilir. Vahiy mesajının inen ikinci kısmının; "Ya eyyühel müdessir" (müdessir suresi) olduğu söylenmiştir.

Vahyin Hz. Resul (s.a.v)'e nazil olduğu esnada titreme, sıçrama, soğuk havada terleme, kısa bir an kendinden geçme, hayret etme gibi değişik ağır du­rumlar vukubulmuştur. Bazen de vahyin nüzulünden önce zil (çan) sesine benzer bir ses gelirdi. Vahyin nasıl başladığı konusunda en iyi, en kamil ve belki de en eski tavsif, "siret-i İbn-i Hişam"da yer almaktadır.

Vahiy inmeğe başladıktan sonra her vahyin inişi esnasında Hz. Resul (s.a.v), kendi isteği ve iradesi ol­maksızın açık bir şekilde kendisinin zihnine yer­leştirilen Kur'an lafızlarını hatırına getiriyor ve "vahiy katipleri" olarak bilinen bazı dostlarına yazdırıyordu. Gitgide fazlalaşan vahiy katiplerinin sayısı kırka kadar çıkarılmıştır. Bunlar arasında şunlar vardı: Dört halife, Ubey biri Ka'b, Zeyd bin Sabit, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas... Bu katipler (yazarlar), Hz. Pey­gamber (s.a.v)in buyurduğunu aynen, hiçbir kısma ve ek­leme yapmaksızın çok ilkel araçlarla yazıyorlardı (ince ve temiz taşların üzerine, koyun kemiği üzerine, ağaçların gövdelerinin kabukları üzerine, deri ve ben­zerleri üzerine yazıyorlardı). Daha sonra Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in nazaretinde halka okunuyor, hafızlar onu hıfzediyordu. Tabii olarak şifahi bir kültüre sahip olan arap kavmi, çok güçlü bir hafızaya sahip idiler. Ezberleme güçleri çok yüksek bir derecede idi. Altmış-yetmiş beyitlik bir kasideyi bir defa ve en fazla iki defa duymakla ezberleyebiliyorlardı. Ve bu hafızlar günden güne artıyordu. Kur'an'ın toplanması, ya­zılması ve tedvini esnasında yardım ettiler ve sayıları yüzleri bulmuştu. Bundan dolayı bugünkü deyimle, her biri bir diğerinin hıfzını teyid, tekmil ve tashih ediyordu. Kesinlikle hiçbir tarihçi, Kur'an hafızlarının bazı kelimelerin telafuzu dışında hiçbir temel ve külli bir ihtilaf gösterdiklerini söylememiştir.

Önemli olan şudur ki, bu hıfz (=ezber), papağanvari değildi ve "ikra" (Okuma öğretimi) diye tabir edilen ders veya tedrislerle bütünleşmiş bir hal­deydi. Kur'an ayetleri farz ve nafile namazlarda oku­nuyordu, sahabe, hıfz ve kıraatlerini Resulullah (s.a.v)'a arzediyorlardı. Peygamber (s.a.v), onların ilk ve en önem­li kıraat ve hıfzetme öğretmenleriydi. Medine'ye hic­retin vukubulduğu sonraki yıllarda, yeni bir muhacir geldiğinde ona bir yer bulunduktan sonra ilk yap­tıkları iş, onu, Kur'an'ı iyi öğrenmesi için bir öğrenci gibi hafız Kur'an veya vahiy katibi olan bir sahabenin yanına  göndermekti. Resulullah (s.a.v)'ın mescidinde Kur'an okuma, kıraat ve hıfzetme grupları oluş­muştu. Kur'an okuma zemzemesi her taraftan yük­seliyordu. Hatta öyle bir yükseliyordu ki Resulullah (s.a.v), yavaşça onların kulağına diğerlerini yanıltmamak için yavaş okumalarını buyuruyordu. Sahabe ara­sında Kur'an araştırmasında ve öğretiminde şunlar ünlüydü: Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Ubey b. Ka'b, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit, Ebu Derda, Ebu Musa el-Eş'ari.

Kur'an-ı Mecid'in nüzulü, vahyin farklı farklı (tek tek, cüz cüz, yavaş yavaş ve zamansal aralıklarla) vahiy masdarından vahiy nüzulüne (Hz. Resulün kal­bine) yirmi üç yıl zarfında Peygamber (s.a.v)’in bi'setinin başlarında ramazanın son on günü içinde olan leyl-letü'l- kadr'den, Resul (s.a.v)’ün vefatına yakın bir za­mana kadar geçen bir süre içinde peyderpey in­mesinden ibarettir. Kur'an-ı Mecid'de vahyin nüzulü Allah'a nisbet edilmiş olduğundan "inzal" ve "tenzil" olarak isimlendirilmiştir.

Kur'an-ı Kerim, iki nüzul şekline sahiptir. Birisi, Kur'an’ın bütün olarak, bir defada ve bir gecede –ki; "Biz o (Kur'an)nu kadir gecesinde indirdik."[57] ayeti ona işaret etmektedir- ve bu gecede Kur'an'ın bütünü "cümleten vahideten" (bütün olarak) şeklinde levh-i mahfuz'dan Beytü'l-İzze'ye veya Beytü'l-Ma'mur'a (dördüncü semada) nazil olmuştur. Bir diğer nüzul şekli de, 23 yıl boyunca devam eden ta­rihi ve tedrici nüzul şeklidir. Kur'an'ın tedrici nüzulü, birkaç illet veya hikmete işaret eder:

1- Vahiysel ve İlahî düsturları gerektiren olayların vukubulması,

2- Kimilerinin cevaplandırılması gereken sorular sor­ması,

3- Uygun ve belirli yer ve zamanda hükümsel kanunların gerekli görülmesi,

4- Peygamber (s.a.v)’i sağ­lamlaştırmak,[58]

5- Mü'minlerde sabit kadem yapısını oluşturmak, kafirlere veya yeni iman etmişlere batıl inançlarını ve uygunsuz adetlerini terketmek ve onların yerine doğru dürüst inanç, amel, ibadet ve ibadetleri icad etmek için fırsat vermek. Aynı şekilde kafirlerle yumuşak geçinmekten, onlarla cihad etmeye kadarki seyir. Kur'an-ı Mecid'in nüzulü, birkaç ayet, birkaç ayet şeklinde olmuştur ki bu ayet­lerin sayısını 3'ten 5'e kadar söylemişlerdir. [59]

 

Kur'an'ın Cem' ve Tedvini

 

Kur'an'ın cem’ ve tedvini, 23 yıllık bir süre içinde üçten beşe kadar olan parçalar halinde peyderpey nazil olan tedrici ve parça parça olan vahyin sonuçta nasıl mushaf ya da kitap (bugün elimizde bulunan kitap) şekline gelmesi demektir.

Kur'an'ın vahiy ve nüzulü ve Kur'an'ın cem' ve tedvini süreci "Kur'an Tarihi" olarak nitelenmiştir. Bu kavram nisbeten yeni bir kavramdır ve büyük bir ih­timalle ilk defa îslambilimci olan gayri müslim Kur'an araştırmacıları tarafından kullanılmıştır. Daha sonra arap dünyasındaki İran ve diğer ülkelerdeki müslümanlar, bu kavramı onlardan iktibas et­mişlerdir. Kur'an Tarihi isminde birçok eserler vardır. Bu eserlerin en eski ve belki de en araştırıcı özelliğe sahip olanlarından birisi, ünlü Alman İslambilimcisi Noldeke'nin "Kur'an Tarihi" eseridir. Elinizdeki kitapta "Kur'an Araştırmaları eserlerinin tanıtımı" bö­lümünde bu tarihlerle ilgili olarak daha geniş bir bilgi vereceğiz.

Kur'an Tarihi tabiri isimlendirme açısından ye­nidir fakat mefhum ve misdak açısından eskidir. Kur'an'ın cem', tedvin ve kitaplaşmasıyla ilgili cüz'iyatları ihtiva eden en önemli ve ilk kaynak Ne­bevi hadislerdir. Hepsinden daha önemlisi de Müslim ve Buhari'nin Sahihayn'ında ve Hakim-i Nisaburi'nin Müstedrek'inde gelmiş olan hadisler olsa gerek. Bu tür hadis ve haberler Şia yoluyla da rivayet edilmiştir. Bunların en mufassal ve en muteber (en eski değil) kaynaklarından birisi, Allame Meclisi'nin Biharu'l-Envar'ıdır.[60]

Hakim-i Nisaburi Müstedrek'inde şöyle söy­lemiştir: Kur'an'ın cem' ve tedvini üç merhaleye sa­hiptir:

a- Hz. Resul dönemi,

b- Ebubekir dönemi,

c- Osman dönemi.

Vahyin nüzulü ve Peygamber (s.a.v)’in hayatı za­manı boyunca Kur'an, yazılı fakat gayri kitabi bir şe­kilde idi, yani sayfa sayfa halindeydi. Daha önce de işaret edildiği gibi son derece ilkel yazı araçlarıyla, deri parçaları, hurma ağacı kabukları, hayvan ke­mikleri, temiz ve düzgün taş parçaları, ipek ve kumaş parçaları gibi ve bazen de birazcık kağıt parçaları üze­rine yazılmıştı. Bu konumda önemli olan nokta ise sa­habeden birçoğunun Kur'an'ı hıfzetmiş olmalarıydı ve hatta onlardan bazısının kendine has ve kendi yaz­dıkları mushafları vardı. Ubey b. Ka'b, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit gibilerinin kendilerine has mushafları vardı. Bu merhalede, Kur'an sureleri tamdı ve hatta isimleri vardı. Fakat Resulullah (s.a.v)’ın hayatının sonuna dek, kitap şeklinde bir mecmua ve ıstılahı olarak "Mecmu'u beynu deffeteyn" değildi.

Peygamber (s.a.v)’i, Kur'anı son şekliyle toplamaktan ve kitap haline getirmekten alıkoyan sebebler vardı. Bu sebeplerin en önemlilerinden ikisi şuydu:

 1- Vahiy ka­pısı henüz açıktı ve vahyin her tarafından ayetler nazil oluyordu ki, Resulullah (s.a.v) vahiy katiplerine "Bu ayet veya ayetleri falan sureye, falan ayet ile falan ayetin arasına yerleştiriniz." dediği oluyordu. Bu da kendi irade ve isteği ile değil, aksine vahyin yol göstericiliği ve Cebrail'in işareti ile oluyordu. Onlar da Allah'ın huzurundan bu işaretleri ve yolları Kur'an'ın son şeklini alması için nazil ediyorlardı.

2- Diğeri de, Peygamber (s.a.v), her zaman Kur'an hü­kümlerinden bazılarının neshedilme veya onlardan bir kısmının tilavetinin neshedilme ihtimalini ta­şıyordu. Bundan dolayı vahiy sona ermedikçe tedvin ve mushaflaştırma imkanı yoktu. Kimileri de Kur'an'ın Resulullah (s.a.v) döneminde cem'inden maksad onun hıfzının gönüllerde olması inancındaydılar. Şu önemli noktayı da göz önünde bulundurmak ge­rekir ki, Resulullah (s.a.v) dönemindeki cem'e ıstılahi ola­rak te'lif denilmektedir.

Vahyin nüzulü süresi ve Kur'an'ın kitabeti sü­resince Peygamber-i Ekrem (s.a.v) katiplerin kitabetinde ve nüshalaştırmasında, hafızların hıfzetmesinde, ka­rilerin kıraatinde her yönüyle nezaret ediyordu ve hiçbir talim ve teşvikten geri kalmıyordu. Kur'an ha­fızlarının ve katiplerinin sayısı çoktu. Böyle büyük bir himmet ve hareketin sonucu şu idi ki, Kur'an Resulün rıhleti esnasında (Hicri onbirinci yılda) tamamen te'lif edilmiş, toplanmış ve kitab haline getirilmişti ve Kur'an mecmuundan ve mecmu-i Kur'an'dan birden fazla nüsha mevcuttu.

Ebubekir döneminde Ridde, yani irtidat savaşları meydana geldi ve arab kabilelerinden bazıları İslamdan döndüler. Ebubekir, yumuşak ve ko­laylaştırıcı bir şahsiyet olmasına rağmen bu isyanların tehlikesini ve önemini tehlikeli ve istılahı anlamda zıdd-i inkılabi olarak algıladı ve onları bastırmak için çok sert bir şekilde ihtimam gösterdi ve Ridde ehline ilave olarak nübüvvet iddiasında bulunanları, yani Müseylemetü'l-Kezzab gibi yalancı Peygamberleri de altetti. Bu savaşlardan Yemame vakıası olarak maruf olan bir savaşta, Kur'an hafızlarının büyük bir kısmı (rivayetlere göre yetmiş hatta daha fazla kişi) şehid edildi. Bu olay, yeni olan İslam toplumunun rükünlerine büyük bir darbe indirdi ve müslümanları derinden sarstı. Kur'an'ın geleceğinden endişe duyan bazı kimseler, Ömer'e gittiler ve acilen bir çare bul­mak için onu kendilerine temsilci olarak seçtiler. Ömer, Ebubekir'e gitti ve dönemin halifesi olan Ebubekir, Ömer'in önerisiyle Kur'an'ın bir an evvel cem' ve tedvin edilmesi gerektiğini kabul etti. Bu iş için de en çalışkan, en genç vahiy katibi, Kur'an hafızı olan kendine has bir mushafa sahip olan Zeyd b. Sabiti görevlendirdiler. Zeyd'in seçilmesinin sebebi, genç ol­makla beraber şu nokta olsa gerekir: En son arzda -yani   Peygamber (s.a.v)’in Cebrail'le birlikte son defa Kur'an'ı okudukları ve karşılaştırdıkları zaman- ka­tiplik yapmıştı. Zeyd, tüm yazılmış bulunan Kur'an parçalarını topladı ve her bir Kur'an ayetini, onlarca hafız, onlarca yazı ona uygun ve doğrulayıcı da olsa en az iki şahidin (birisi katip, birisi de hafız) kabul et­mesi şartıyla kabul ediyordu.

Zeyd'in cem' ve tedvin ettiği Kur'an, daha önce olduğu gibi sahifelerden müteşekkildi ve mushaf şek­linde değildi. Sonunda onu bir heybeye koyup birini onu korumak ve muhafaza etmekle görevlendirdiler. Bu toplama, 14 ay ve en az Ebubekir'in hicri 13. yılda vefatına kadar sürdü. Bu nüsha, Ebubekir'in vasiyeti üzerine Ömer'e teslim edildi. Ömer'den sonra da O'nun vasiyeti üzerine kızı Hafsa'ya -Resulullah (s.a.v)'ın eşi- teslim edildi. [61]

 

Osman Dönemindeki Cem

 

Osman, K. 24. yılda Ömer'in veliahtı olarak ve ondan sonra hilafet makamına geldi. Onun za­manında müslümanların eşsiz güzel fetihleri ve Kur'an'ın -henüz son şeklini bulmamış ve mushaf ha­line getirilmemiş Kur'an- yeni kazanılmış topraklara gitmesi, Kur'an'ın kıraatında ve kelimelerinin te­laffuzunda bir çok sorunlar meydana getiriyordu. Bu, Osman için yeni tehlike çanlarının sesiydi. Resulullah (s.a.v)'ın ve kendinden önceki iki halifenin yarım kalmış işini tamamlaması, Kur'an ve İslam toplumunu par­çalanmışlık tehlikesinden bir an evvel kurtarması ge­rekiyordu. O, derhal Zeyd b. Sabit, Said b. As, Ab­dullah b. Zübeyr ve Abdurrahman b. Haris'ten oluşan bir kurul oluşturdu. Bu kurul, Kureyş ve Ensardan oluşan oniki kişilik bir heyetin (Zira Hz. Ali, onların işine nezaret ve gözcülük etti, onları açık ve güzel bir şekilde yazmağa teşvik etti) yardımıyla nihai nüshayı oluşturmayı başlattı. İlk yaptıkları iş, Peygamber (s.a.v) zamanındaki tüm yazmaları toplamak oldu. Daha sonra da Hafsa'nın yanında muhafaza edilen Zeyd b. Sabit'in Ebubekir döneminde yazdığı nüshayı da emanet aldılar. Karâr şu yöndeydi ki, Zeyd ile birlikte yazmış olanlanlardan üç kişi, bir kelimenin ya­zılmasında ihtilaf ederlerse bu takdirde onu Kureyş lehçesiyle yazacaklardı. Bu düzenle nihai metnin ted­vin işi Resulullah (s.a.v)'dan geriye kalmış sahifeler ve özel nüshalar, bu cümleden olmak üzere, Hafsa'nın yanında muhafaza edilen ve Zeyd'in kendi nüshası gibi kaynaklara uygun olarak ayrıca hafızların hıfzına ve şahidlerin şehadetinin de desteğiyle hız kazandı ve böylece "İmam Mushafı" yani "Osman Mushafı" olarak bilinen örnek, resmi ve nihai mushaf, dört-beş yıl  zarfında Hk. 24. yıldan Hk. 30. yılın ilk dönemlerine kadar tamamlanmış oldu ve onun üze­rinden beş veya altı nüsha daha çoğaltıldı. İki nüsha Mekke ve Medine'de bırakıldı ve diğer üç veya dört nüsha da her biri Kur'an'ı güzel okuyacak ve güzel öğretecek özelliğe sahip bir Kur'an hafızı eşliğinde İslam dünyasının önemli merkezlerine, yani Basra, Küfe, Şam ve Bahreyn'e gönderildi. Daha sonra Osman, üzerlerinde Kur'an ayetleri yazılmış olan her türlü malzeme, kağıt, deri parçası, ağaç kabuğu, kumaş, ipek parçası, taş, kemik vb. yazılı belgenin ay­rıca sahabenin nihai nüshayı oluşturmak, cem' ve ted­vinde kullanmak için verdikleri tüm belgelerin her ne varsa su ve sirkeyle yıkayıp yokedilmesini emretti. Bu noktada bazı araştırmacılar demişlerdir ki, tar­tışma ve ihtilaf konularının tamamen ortadan kalk­ması için ve ıstılahı olarak "Tevhid-i Nas" (Mushafın tekleştirilmesi/imam mushafı/Osman mushafı)’nın ortaya çıkması için bu parekende bir halde bulunan eserleri yaktılar veya başka bir şekilde yokettiler. Bu mushaf, Kufi hattıyla ve noktasız bir şekildeydi. Nerde kaldı ki i'rab, hareke ve harflerin yapısı olsun. Bundan bir-iki asır sonraki dönem süresince o mushaftan çoğaltılan mushaflarda nokta ve işaretler (ha­reke) ortaya çıktı. [62]

 

Emire'l-mü'minin Ali B. Ebi Talib'in Mushafı Konusu

 

Hz. Ali'nin kendisi için ve bir rivayete göre, Resulullah (s.a.v)'in imlası ve Ali'nin kendi el yazısıyla yaz­mış olduğu bir Kur'an mushafının olduğu konusunda Ehl-i sünnet ve Şia tarihçileri ve Kur'an araş­tırmacıları arasında görüşbirliği olduğu kesindir. İbn-i Sa'd'ın "Tabakaf'ı, Tarih-i Yakubi ve İbn-i Nedim'in "el-Fihrist"i bu konuda geniş açıklamalarda bu­lunmaktadırlar. İbn-i Nedim, o nüshayı gördüğüne şehadet etmektedir.[63] Bu son dönemlerde de "Milel ve Nihel" eserinin sahibi Abdulkerim Şehristani'nin "Mefatihu'l-Esrar ve Mesabihu'l-Ebrar" isimli önemli tefsiri, bu mushafa yönelik çok önemli bilgiler içermektedir. Bu eserde, "O'nun mushafının metin ve haşiyeye sahip olduğu söyleniyor." diye yazılmaktadır. Hz. Ali'nin mus­hafının özelliklerinden birisi de Şeyh Müfid'in ve başka araştırmacıların da deyimiyle, içinde Kur'an ayetlerinin anlamının te'vilinin de var olmasıdır. Bir diğer özellik de onda mensuhun nasıhın önünde ol­masıdır. Büyük bir ihtimalle imam mushafını cem' ve tedvin kurulunun Osman döneminde Hz. Ali mus­hafı nüshasını kabul etmemelerinin sebebi, onun ta­şımış olduğu tedvini farklılıklar ve tefsiri eklerdir. Ni­tekim kimi araştırmacılara göre, hatta münafıklardan birçok kimsenin ismi de onun haşiyelerinde zik­redilmiştir. Bundan dolayı bu mushaf diğer mushaflardan ve ayrıca dağınık kaynaklardan veya on­ların tümünden farklı olduğu ve surelerin tertibi de nüzul sırasına göre olduğu için sonuçta çoğunluğun tarafı tutulmuş ve bu eşsiz mushaf kabul edil­memiştir. Hz. Ali, başlangıçta bu gayri samimi dav­ranıştan rahatsız olmuş ve "Bundan böyle kesinlikle onu görmeyeceksiniz." demişlerdir. Her biri Kufi hat­tıyla yazılmış ve "Kütübühu Ali b. Ebi Talib" imzalı mushafından bir nüshanın İran ve dünyanın muhtelif kütüphanelerinde bulunduğuna işaret eden ef­sanelerin tersine, bu mushafın kaderine yönelik açık tarihi bir bilgi elde mevcut değildir. Bazı haberler de bu mushafın Hz. Mehdi'nin yanında korunduğunu göstermektedir. Önemli olan nokta şudur: Hz Ali, ke­sinlikle İslam maslahatı hilafına tek başına hareket et­meği kesinlikle caiz görmemiştir ve genellikle kendi hakkını alma noktasında direnmemişlerdir. Kendileri, İmam Mushafı (Osman Mushafı)'nı cem' ve tedvin kurulunun işinin doğru, dikkatli ve iyi gittiğini gö­rünce kendi mushafmı gizlemiş ve Osman mushafını tamamen şaibesiz olduğu en doğru ve en sarih ol­duğu şeklinde te'yid etmiş ve şöyle demişlerdir: "Şayet ben de (resmi bir tek mushafın tehiyye ve ted­vini için) görevlendirilmiş olsaydım Mushaf ko­nusunda Osman'ın yaptığının aynısı yapardım."

Bizim Şia mezhebimize mensub olan hızlılardan birinin ne yazık ki Kur'an'ın tahrif edildiğini iddia et­mesi, yani Merhum Mirza Hüseyin Muhaddis Nuri'nin "Faslu'l-Hitab"ın dördüncü delilin dip­notunda; "...ve o Hz. Mehdi'nin yanındadır, zu­hurundan sonra onu insanlara gösterecek ve ken­dilerine onu okumayı emredecek ve o, bu Kur'an'a muhaliftir. Hem te'lif açısından, hem surelerin ve ayetlerin tertibi açısından ve hem de kelimeler, faz­lalık ve eksiklik açısından bu Kur'an'dan farklıdır..." demesi araştırmaktan çok taassuptan ileri gel­mektedir. Merhum Ayetullah Hoy, bu şüpheye kar­şılık şu cevabı vermektedir: "Böyle bir mushaf mev­cuttu. Ve mevcud Kur'an'a (Osman Mushafı) nisbetle bazı fazlalıklara sahipti. Fakat o fazlalığın Kur'an'ın bir cüz'ü (parçası) olduğunu gösterecek bir delil elde mevcut değildir. Gerçek şudur ki o fazlalık, tefsire da­irdir."[64]

 

KUR'ANÎ İLİM VE FENLER

 

Ulumul Kur'an

 

Bu bölümde, Kur'an ilimlerinden farklı ve yeni bir bakış açısıyla sözedilecektir. Zira "ilimler"e (tefsir, Mekki ve Medeni bilimi gibi) ilave olarak Kur'anî "fenler" (tecvid ve Kur'an mealleri gibi)’den de söz edilecek ve sayılacak olan ilimler ve fenlerin sayısının toplamı, eski (klasik) ve yeni (çağdaş) kaynaklarda zikredilmiş olan kaynaklardan daha çoktur. Kur'ani ilimler kavramı, ilk İslami asırlarda ele alınmamış ve açıklanmamış bir kavramdır. Ancak beşinci ve altıncı asırlardan sonra bu tür bir konu ele alınmış ve in­celenmiştir.

Kur'anî ilimler ve fenler, Kur'an-ı Kerim'i daha iyi, daha doğru ve daha detaylı tanıma ve tanıtma, anlama ve anlatma için meydana gelmiş olan ve he­defi, tek kelimeyle "Kur'anbilim" ve "Kur'an İn­celemeleri" olarak ifade edilebilecek olan bir kısım maarif, bilgi ve beceriler (tecvid, tertil ve kıraat gibi beceriler) toplamıdır.

Burada ele alınıp incelenecek ve tahkik edilecek şekliyle Kur'an ilimleri ve fenleri şu başlıklardan iba­rettir:

1- Kur'an Tarihi: Vahyi ve Kur'an'ın nüzulünü ta­nıma, ilk kitabet, Kur'an'ın cem’ ve tedvininden baş­layıp sonunda, Kur'an-ı Kerim'in basılması ve hatta Kur'an'ın basılma tarihiyle nihayete erer.

2- Osmani tarz ilmi: Yani Kur'an'ın hatbilim tarzı demektir. Zira Kur'an'ın ilk, sabit ve mukaddes bir hat tarzı vardır ki, şer'i açıdan onun değiştirilmesi caiz değildir. Daha geniş açıklaması gelecek.

3- Mekki ve Medeni bilim: Kur'an araş­tırmacılarının ıstılahına göre, Kur'an-ı Kerim'in nü­zulü iki bölümü içerir: Mekki vahiy ve Medeni vahiy. Yeri geldiğinde göreceğimiz gibi Mekki ve Medeni, mekansal zarflar olacakları yerde zamansal zarflardır. Bu iki kavram, daha çok zaman itibariyle de­ğerlendirilirler.

4- Nüzul sebebi /Esbab-ı nüzul: Vaziyet, durum ve zeminin beyanına yönelik olan ve bazen hatta Kur'an-ı Kerim'in bazı bölümlerinin nüzul sebebinin beyanına yöneliktir ki özel bir olayın nazırıdır veya Hz. Resul'den sorulan ve fetva istemeğe yönelik olay­lara işaret eder.

5- Nasıh ve mensuhu bilme ilmi; Tabii olarak İslam alimlerinin görüşlerinin savaş alanı olan neshin tanınmasıdır.

6- Muhkem ve müteşabih ilmi: Kur'an-ı Kerim'in kendisi de Kur'an ayetlerinin çoğunun Muhkem (kesin ve açık hükümler taşıyan) bir kısmının da mü­teşabih (iki yönlü tevil ve tefsir edilmeğe müsait) ol­duğuna işaret etmektedir. Bu da önemli bir noktadır.

7- Kur'an'ın tahaddiliği, i'cazı ve tahrif kabul etmezliği: Tahaddi, benzerini aramak ve benzerini söy­lemek demektir ve münkirlerden Kur'an-ı Kerim'in vahiysel, gaybi, îlahî ve semavi oluş aslını inkar eden iddiacılardan güçleri yetiyorsa bir sure veya birkaç ayetin benzerini getirmelerini istemek demektir. İ'caz ise, Kur'an'ın dilsel-edebi açıdan mucize sayılması de­mektir. Zira Kur'an-ı Kerim, İslam Peygamber (s.a.v)’inin en temel ve en katışıksız mucizelerinden biridir. Kur'an'ın tahrif kabul etmezliği de, Müslümanların, "Kur'an-ı Kerim, tağyir, tebdil ve tahriften ko­runmuştur ve her yönüyle ayet ayet İlahî vahiydir, doğru bir şekilde yazılmış ve her türlü yalnışlık ve müdahaleden korunmuştur." inancının tarihi, tahkiki ve akli-nakli ispatı demektir.

8- Tefsir ve Te'vil: Eskiler, te'vil ve tefsir arasında o kadar fazla bir fark görmezler. Fakat tefsirin, lafzi müşkilatların şerhi ve muhkematın "beyanı ile uğ­raştığını, tevilin ise anlamsal müşkilatların ve müteşabihatın şerhi ile uğraştığını söyleyebiliriz. Zira bu konuyu da yeri geldiğinde genişçe açıklayacağız.

9- Kıraat, tecvid ve tertil: Kıraat ilmi, Kur'an ke­limelerinin telaffuzunun niteliğini ve nasıl olduğunu inceler ve telaffuzlar arsındaki farklılıkların (Kıraat farklılıkları) beyanı ile uğraşır. Örneğin Kıraat-i Seb'a ve kıraat-ı aşar (yedili ve onlu kıraatler ve kıraatbilimler) gibi herkes tarafından kabul görmüş okuma tarzlarının incelenmesiyle uğraşır. Asırlardan sonra İslam dünyasında yeni asırda bir kıraat, resmi, önemli ve muteber olan en az on kıraat arasından bir kıraat, yani Hafs'ın Asım'dan rivayet ettiği kıraat, en son ve kesin resmiyet kazanmıştır. Tecvid, Kur'an ke­limelerinin ve harflerinin düzgün okunması ve doğru çıkmalarının ilim ve sanatıdır. Tertil de tecvid gibi Kur'an-ı Kerim'in açık ve tane tane okunması de­mektir. Bu konulara, yeri geldiğinde ayrı ayrı de­ğineceğiz.

10- Kur'an fıkhı veya Ahkamu'l-Kur'an: İlk bö­lümde işaret ettiğimiz gibi kitap yani Kur'an, İslami hükümlerin, hukuk ve fıkıh kurallarının ilk ve en önemli kaynağıdır. Bu ilim, sayıları Kur'an-ı Kerim’de beşyüzü aşan fıkhi çıkarımlar, fıkhi usul, fıkhi ayetler veya ahkam ayetleri konusunu ele alır.

11- Kur'an i'rabı ya da Kur'an dilinin sarf ve nahvi: Arap Dili tarihinde dilbilgisi, belagat ve dil ilimleri kaynağı ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'den daha eski, daha muteber hiçbir senet ve belge yoktur. Bundan dolayı Arab dili sentaksı, Kur'an-ı Kerim üze­rinde hakim olacağı yerde, Kur'an-ı Kerim, Arab dili sentaksı üzerinde hakimdir. Ve eskiden beri bütün dil kuralları Kur'anî kullanımlara dayandırılmış ve Kur'an nahvi veya i'rabı alanında bağımsız kitaplar kaleme alınmıştır.

12- Kur'an kıssaları: Kur'an-ı Kerim'de Tevhidi konular ve mebahisların arasında dünya ve ahirerin yaratılışıyla bağlantılı, ahiret, cennet ve cehennemin tavsifi, fıkhi hükümler, ve bunun gibi daha birçok de­ğişik konular ve anlamlar hakkında önceki ka­vimlerin ve Peygamberlerin yaşamları da ele alınmış Hz. Yusuf kıssasından başka hiçbir kıssa veya hikaye baştan sona kadar tam bir düzen ve tertib üzere gel­memiştir. Tersine genellikle her kıssaya, kısa ve az telmihat ve işaretler yapılmıştır. Bundan dolayı kıs­salar, bazen mükerrerdir (elbette aynı anlam birliği içinde bazen çeşitlilik, tabir ve ibare vardır) bazen de birbirini tamamlayıcıdır. Kur'an kıssaları hem müsbet (Lokman ve Al-i Fir'avn mü'minleri gibi) hem de menfi (Samiri, Fir'avn ve Karun gibi) olarak gelmiştir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim hikayeleri konusunda her zaman kıssa /kısas kelimesinden istifade etmek ge­rektiğine ve bu konuda esatir / efsane / (hatta hi­kaye) kelimelerini karşılık olarak kullanmanın caiz ol­madığına dikkat etmek lazım.

13- Garibü'l-Kur'an ilmi: (Yani zor lağvi kul­lanımları tanımak, nadir, garip ve az bulunur lügat ve tabirleri tanımak demektir.) Kur'an kavrambilimi de­mektir. Birçok Kur'an ilminin nakli olduğuna dikkat etmek gerekir. Kıssalar, nasıh ve mensuh, nüzul se­bebi ve bu bölüm yani Kur'an kavram bilimi gibi ilim­ler hep nakli  ilimlerdir ve herhalde eskilerin na­killerini (her ne kadar daha eski ise o kadar daha iyidir) araştırmanın temeli olarak almak gerekir.

14- Kur'an Tercümesi ilmi veya fenni: Eskiler, Kur'an'ın tercümesinin caiz olduğu veya caiz ol­madığı konusunda çok uzun konulara sahiptirler. Bu konular ve tartışmalar uzun süre devam etmiştir. Kur'an'ın diğer dillere tercüme edilmesinin ge­rekliliğinin tartışılmadığı ve uygun görüldüğü tek dönem sadece içinde bulunduğumuz günümüz asrıdır. En eski Kur'an tercümesi Farsçadır. Hicri üçün­cü asırdan sonra yazılmış epey Farsça meal vardır.

Günümüzde Kur'an-ı Kerim, yaklaşık yüz dünya di­line tercüme edilmiştir.

Şimdi de özet olarak zikrettiğimiz bu ondört Kur'an ilimlerini veya fenlerini daha geniş bir şekilde açıklamaya çalışalım: [65]

 

1- Kur'an Tarihi

 

"Kur'an Tarihi" kavramı nisbeten yeni bir kav­ramdır ve ilk kez olarak doğubilimcileri ve İslambilimcileri bu kavramı kullanmışlardır. Daha sonra da müslüman Kur'an araştırmacıları, bu kav­ramı onlardan iktibas etmişlerdir. Burada tarihi, Kur'an-ı Kerim'in nakli dayanaklar yoluyla aktarılan nüzul, kitabet, cem’, tedvin hareketinin gelişim süreci, değişim aşamalarının beyan ve hal şerhi anlamında kullanmak mümkündür. Kur'an Tarihinin ilk ve en önemli kaynağı Nebevi hadislerdir. Evet Kur'an Ta­rihi, ilk dönemlerde İslam dünyasında toplumsal bir şekilde kullanılmamakla birlikte onun konu ve mesadikleri mevcut bir durumdaydı.

Bu kitabın ikinci bölümünde vahyin niteliği ve Kur'an'ın ister bir defada isterse peyderpey bir şe­kilde nüzulü, ayet ve surelerin kitabet ve hıfzı, daha sonra Kur'an'ın Ebubekir ve Ömer döneminden ta Osman'ın dönemine dek yapılan cem' ve tedvini ça­lışmaları, Kur'an-ı Kerim'in Mushaf veya İmam mushafı adıyla nihai mushafı oluşturma ve tedvin ça­lışmalarına dair anlattıklarımızın tümü Kur'an Tarihi ile ilgilidir. Bunun devamı da diğer iki ilimle de bağ­lantılıdır. Birisi, kıraat, tecvid ve tertil. Diğeri de Kur'an basımıdır ki bu iki ilimle ilgili olarak yeri gel­diğinde bilgi verilecektir. Ayrıca bir diğer ilim de Kur'an'ın tahaddi, i'caz ve tahrif kabul etmezliği de içice bir şekilde (bir kısım parçaları üst üste gelmiş iki çember gibi) Kur'an tarihi ilmiyle bağlantılıdır ve tüm bu ilimlerin mütalaası, Kur'an tarihinden elde edilen tasvirlere ve belgelere bağlı ve onlarla içice bir şe­kildedir.

Dilbilimi ve fikhu'1-luğa (dil incelemesi) tah­kikatlarının görülüp ilerleme ve yaygınlık bulduğu günümüzde Kur'an tarihi de daha fazla bir değişim ve tekamül bulmuştur. Kur'an tarihi alanında ve bu isimle bir çok önemli eser kaleme alınmıştır. Kur'an tarihlerinden en önemli birisi meşhur Alman ortadoğu bilimcisi ve İslambilimcisi Theodor Noldeke (M.1836-1930)'nin eseridir. O, "Kur'an Tarihi’ni M. 1860 yılında neşretti. Bu eserin sonraki baskıları, yayın ve dağıtımı Şevali, Bergştrası ve Pertsıl'ın yar­dım ve desteğiyle 1909 ile 1938 yıllarında aralıklarla Leipzig'te neşredildi. Müslümanların Kur'an Tarihi konusunda yazmış oldukları ilk yeni kitap, Abdullah Zencani'nin "Tarihu'l-Kur'an"ıdır (K. 1309-1360). Bu eser, ilk defa Ahmed Emin'in mukaddimesiyle m. 1935 yılında Kahire'de neşredildi. Abdussabur Şahin'in "Tarihu'l-Kur'an"ı da Arapça kaleme alınmış çok değerli bir eserdir. İran'da bu alanda yazılmış olan diğer eserlerden daha önde olan üç eser vardır

1-  Mahmud Ramyar'ın eseri "Tarih-i Kur'an",

2-  Dok­tor Muhammed Bakır Hucceti'nin "Pujuhi der Tarih-i Kur'an",

3-  Muhammed Rıza Celali-yi Naini'nin eseri "Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim". [66]

 

2- Osman Resmi İlmi

 

Resm-i Osmani ilmi, daha çok kutsal bir mahiyet kazanmış olan tarihi bir antikadır ve o da, Hicri 30. senesinden birkaç yıl içinde kufi hattıyla ve arapça nokta ve işaretler olmaksızın kullanılmış olan Kur'an-ı Kerim'in ilk kitaplaşması için uygulanan Resmü'l-Hattır. Bu hatta, tek ellilik ve tek çeşitlilik yoktur. Yani Osman mushaflarında İbrahim'i hem "İbrahîym" şeklinde ve hemde "he"nin altındaki küçük bir "ye" ile "İbrahim" şeklinde yazmışlardır. Veya "Kitab" hem bu şekilde, hem de " kıtab" şeklinde yazılmıştır. Osmani hat ya da Resmü'l-Hat'ta, bugün arap hattında ve bizim İran ve Fars hattımızda görülen birçok 'elif’ gö­rülmemiştir. Örneğin "Sultan" kelimesi "sulten" şek­linde, "ya Nuh" kelimesi "ye Nuh" şeklinde ya­zılmıştır. Hatta bazen kesin imlai yalnışlıklar onda görülebilmektedir. Örneğin, doğrusu "Museytir" (s, arapçadaki sin harfidir) olan "Musaytir" (s, arapçadaki sad harfidir) kelimesi gibi. "sad" harfinin altına veya üstüne küçük bir "sin" harfi yazılmıştır. Ya da "besit" (sin harfi ile) kelimesi birkaç konuda böyle ya­zılmışken diğer birkaç konuda da "basit" (sad harfi ile) şeklinde yazılmış ve "sad"ın altına veya üstüne küçük bir "sin" harfi konulmuştur. Ve buna benzer birkaç konu daha. Sonuçta ilk asır alim ve fakihleri bugüne dek Resm-i Osmani'ye dokunulmasına cevaz vermemişlerdir. Haklı olanlar da bu resmü'1-hattın ve onun standartlığının ve tesbitinin taraftarlarıdır. Zira imlai, resmül-hatti kavramlarının meşrebler, dil ekol­leri, dilbilimciler veya kişisel zevk, ictihad ve gö­rüşlerle son ve nihayeti olmayan bir şeydir. Aslında her ne yaparsak ve her ne tedbir düşünürsek doğru Kur'an okumanın kendine özgü bir eğitime ihtiyacı vardır. Sadece okuma-yazma bilmek ve eğitim-öğretime ve kültüre sahip olmak, Kur'an'ı doğru okumaya yetmez.

Söylenmelidir ki, Osmani resm veya resmü'l-hattinin kaide ve kuralları alanında kitaplar ya­zılmıştır ve bugüne dek İslam dünyasında özellikle Ehl-i Sünnet ortamında Kur'an-ı Kerim’i bu resmü'l-hat temelleri üzerine ya da bir başka ifadeyle, bu resmü'l-hattı muhafaza etmekle yazmışlar ve bas­mışlardır. Bu alandaki en önemli çalışma, Melik Fuad'ın nezaretiyle Kahire mushafı tedvini ve basımında ve daha sonra Medine mushafı (Osman Taha kitabı) tedvini ve basımı olsa gerek ki, Mushaf-ı Şerif resmü'l-hattını hem sünnetin kitabetine ve gönülden gönüle, yaza yaza bir cereyana sahip kitabet sün­netine dikkat etmekle tedvin etmişler ve hem de resmü'1-hatti Osmani alanında Ebu Amr Dani ve Ebu Davud Süleyman b. Neccah'ın eserleri gibi en kap­samlı olan eserlerle karşılaşmışlardır. Ve bu mushafların yeni baskılarının bir kısmında tanıtım say­fasında veya tanıtım sayfasından önce "Bi'r-resmi'l-Osmani" diye tasrihlerde bulunmuşlardır, (yani "Bu Mushaf, Osman mushafının hattı tarzına göredir." notu düşülmüştür).

İslam İnkılabı öncesi İran'da ve ayrıca Hint ya­rımadası ve Türkiye'de Ehl-i sünnet ve Arab dilli ül­keler derecesinde Yüce mushafların yazılmasında Osman Mushafı tarzına riayet edilmemiş ve edil­memektedir. Fakat yaklaşık onbeş-yirmi yıldır Ka­hire Mushafına dayanılarak Suriyeli büyük sanatkar hattat Osman Taha'nın kitabetiyle tedvin ve tabedilmekte ve az-çok tüm İslam dünyasının resmi Kur'an'ı sıfatını kazanmış bulunmaktadır. Yılda yak­laşık olarak iki binden fazla baskı yapan ve neş­redilen bu mushaf, kesinlikle Osmani tarzdadır. Ve bu resmü'l-hattı kabul etmek, ona bağlanmak ve büyük fakihlerin de nehyettikleri gibi her türlü de­ğiştirilmesini caiz görmemek her müslümana farzdır. [67]

 

3- Mekki Ve Medeni Bilgi İlmi

 

İslam Peygamber (s.a.v)’i, başlangıçta gizli davetle yükümlü olduğu için ve daha sonra Rabbani vahyin emriyle, İslama daveti açıktan yaptılar ve yaklaşık on yıl yapmış oldukları davet Mekke'de geçti ve bu bö­lümdeki Kur'anî vahye Mekki vahiy deniliyordu. Daha sonra da Medine'ye hicret hadisesi meydana geldi. Yaklaşık 12-13 yıl da Medine'de bu vahiy dö­nemi devam etti. Bu dönemde gerçekleşen vahye de Medeni vahiy denilmektedir. Elbette bazen bu vahiy, iki şehir arasında veya bu iki şehirden her biri çev­resinde bulunan mekanlarda ya da örneğin Nebi (s.a.v)'nin İsra ve Miraç hadisesinde olduğu gibi semada nazil olmuştur. İster Ehl-i sünnet isterse Şia alimleri olsun Kur'an araştırmacıları, Mekki ve Medeni sure ve ayetlerin (Zira Mekki surelerde Medeni ayetler, Medeni surelerdede Mekki ayetler bulunmaktadır) tanınabilmesi için üç kaide belirlemişlerdir:

1- Me­kansal kaide: Yani Mekke'de (ve çevresinde) nazil olmuş olan ayetler Hicret'ten sonra dahi olsa Mekki'dir. Medine'de (ve çevresinde) nazil olmuş olan ayetler ise Medeni'dir.

2- İnsana yönelik olan kaide: Medine ehline hitab eden ayetler (Genellikle "Ya eyyuhellezine Amenû" hitabıyla olanlar) Me­denidir.

3- Zamansal kaideler: Bu kaide, araş­tırmacıların onu daha kapsamlı ve daha anlamlı say­mış oldukları kaidedir. Bu kaide de şudur: Hicret'ten önce nazil olmuş olan ayetler veya sureler Mekki'dir, Hicret'ten sonra nazil olmuş olan ayet ve sureler de Medeni'dir. Bu ayet ve sureler ister Mekke'de isterse Medine'de veya isterse savaşta ve gazvelerde inmiş olsun farketmez. Önemli olan zamandır.

Kimi Kur'an araştırmacıları, Medeni ve Mekki arasına fark koymak için başka kaideler de be­lirlemişlerdir.  Bunları  şu  şekilde  zikretmek  mumkündür: Mekki vahiy: Şu özelliklere sahiptir:

1- "Kella" sözcüğüne sahip olan sureler. Bu kelime yal­nızca Kur'an'ın ikinci yarısında kullanılmıştır.

2-  Secde ayeti taşıyan sureler.

3- Başlarında "Huruf-i mukattaa" ( elif, lam, mim, Elif, Lam, Ra) olan süreler. Bakara ve Al-i İmran sureleri bunun dışındadır, Ra'd suresi konusunda da ihtilaf vardır.

4- Peygamber kıs­salarının ve önceki ümmetlerin kıssalarının olduğu sureler (Bakara hariç).

5- Adem ve İblis'in kıssasının olduğu sureler (Bakara hariç).

6- "Ya eyyuhennâs" sözcüğüne sahip olan veya "ya eyyuhellezine" söz­cüğüne sahip olmayan sureler (Hacc suresi hariç).

7- Mufassal sureler. Yani kısa ve Kur'an'ın sonunda yer alan sureler.

Medeni vahiy ise şu özelliklere sahiptir:

1- İçinde hükümler (ahkam ayetleri), toplumsal ve medeni farzlar ve kanunlar ihtiva eden sureler.

2- İçinde cihad izni ve ona dair hükümler gelmiş olan sureler.

3- İçinde münafıklardan sözedilen her sure (Ankebut hariç).

Yine meşhur olan sözlerden biri de şudur: Istılahi olarak daha şiirsel, şairlik yönü ağır basan, sert ve sıcak tabirli, sessel uyumluluk, daha musikili olan ve arap usullerine uygun olarak birçok yeminler ta­şıyan sureler ve ayetler Mekkidir.

Mekki ve Medeni bilimi duyumsal ve naklidir. Yani usulleri, Peygamber (s.a.v)’den, imamlardan, sa­habeden ve tabiinden bize ulaşmıştır. Resmi ve mu­teber mushafların çoğunda surelerin fihristinde on­ların Mekki mi yoksa Medeni mi olduğu belirtilmiştir. Fuad Abdulbaki'nin "el-Mu'cemü'l-Müfehres"i ve "Kur'an-ı Kerim kelimeleri sözlüğü" gibi Kur'an kelimeleri fihristlerinde "Kaf" harfi Mekki için, "mim" harfi de Medeni için kullanılmıştır.[68]

 

4- Nüzul Sebebi / Esbab-ı Nüzul

 

Kur'anî ayetler, iki genel kısma ayrılmaktadır. Kur'an'ın büyük bir bölümünü oluşturan birinci kısım, İlahî iradeyle, bir olaya bağlı olmayan, Pey­gamber (s.a.v)’in Allah'tan isteğini konu almayan veya sa­habenin Resulullah (s.a.v)'tan soru sorduğu konularla il­gisi olmayan ve bu tür özellikler taşımaksızın nazil olan ayetlerdir. Diğer kısmı da –ki bu birincisine nisbetle daha az ve daha küçüktür- ayetin nüzulünün se­bebi olmuş olan ayetlerdir. Burada şu şüpheye cevap vermek gerekir ki İlahî irade başka hiçbir iradenin al­tında olamaz. O halde niye özel bir sebeb özel vahiy nüzulünün sebebi olmaktadır? Bunun cevabı şudur: Yüce Allah, duaları işiten ve her istediğinde ve hikmetini gördüğünde kullarının ihtiyaçlarını giderir dua ve isteklerine cevap verir. Bundan dolayı özel bir olayın esas tayin edicisi, yani örneğin, bir kadının ko­casının elinden şikayeti değildir. Aksine İlahî hikmet ve iradedir ki beşerin ferdi ve toplumsal hayatının cüz'iyatını bilen ve ihata eden semi' ve alim olan Allah, o kadın ve kocasının macerasını biliyor. Daha sonra ona ve ondan sonra gelecek olana ve ondan ortam oluşturarak teşrii hükmü sadır  etmektedir. Veya bir başka konu ki şöyle buyurmaktadır: "Seele sail bi azabi vaki'" Evet, "yes'eluneke" (sana soruyorlar, bu ve buna benzer siğalar) "yesteftuneke" (senden istifta', ayani görüş bildirmeni istiyorlar) gibi kelimelerle Peygamber (s.a.v)’den bir hüküm veya İlahî hikmet sorulmuş olan ne kadar çok ayet vardır. Şayet nüzul sebebi bilinmezse okuyucunun Kur'an ayet veya ayetlerinin zahiriyle onun gerçek anlamını bi­lemeyeceği birçok konular vardır. Örneğin; "Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır."[69] ayeti şu şekilde an­laşılabilir: Namazda istikbal, yani Kıble'ye yönelmek, veya kıble'yi araştırmak ve bulmak vacip değildir. Her tarafa doğru namaz kılınabilir. Bir başka örnek verecek olunursa yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Safa ile Merve Allah'ın nişanlarındandır. Kim Ev'i (Kabe'yi) hacceder ya da umre yaparsa onları tavaf etmesinde (o ikisi arasında koşmasında) kendisine bir günah yoktur."[70] Bundan şu şekilde bir sonuç çıkarılabilir: Safa ile Merve  arasında  Sa'y,  mekruhtur. Yani onun terkedilmesi yapılmasından daha üstün, daha evladır. Oysa bu hareket, Hacc'ın menasik ve şiarlarından olup onu yapmak vaciptir. Allah'ın "neryi cunah" tabiriyle, yani "kendisine bir günah yoktur" demekle kendisinden sözetmesinin sebebi ve illeti şudur: Cahiliyet devrinde, Safa ve Merve tepelerinde birer put bulunuyordu ve cahiliye asrı arapları onlara tapıyorlardı. Müslümanlar da bu Safa ile Merve ara­sında sa'y yapmanın, bu eski cahiliye adetini zihinlere getireceğinden endişe ediyor ve bundan dolayı da bunun caiz olmayacağını düşünüyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti, bu sebep ve illete dikkat çekiyor ve onu nefi olarak ve bu nefi aracılığıyla da onlar arasında sa'y yapılmasını Hacc farziyetinin şiar ve menasikinden sayıyor. Söylemek gerekir ki, nüzul sebebi, her ne kadar zahiren özel ve bir tek konu ile il­gili olarak görünüyor ise de amelde umumi ve ge­neldir. Usulcülerin; "Husus-i sebeb (=Konuya özgü olmak ve nüzul sebebi), lafız veya mananın umu­muna (=genel olmak ve genelleştirilebilir olmak) mani değildir." demeleri de bundandır ve bu bir ka­idedir.

İşaret edildiği gibi, nüzul sebebi veya esbab-ı nüzul, yüzde yüz sem'i ve nakli bir ilimdir ve onun keşfi noktasında akıl ve istidlalin yeri yoktur. Nü­zullerin sebebi konuları ve gerçekte onların kısa veya üstün kapsamları, tefsiri hadislerin (Kur'an'ın tefsiriyle bağlantılı olan hadis türleri) içinde gizlidir ve buradan Kur'an tefsirlerine yol bulunmuştur. Özel­likle Kur'an'ın zor anlaşılır şerhi için genel olarak ha­dislerden yararlanılan nakli ve me'sur tefsirler. Aynı şekilde, bu alanda geçmişte ve şimdi özel kitaplar da kaleme alınmıştır. Bunların en önemlilerinden biri Vahid-i Nişaburi'nin "Esbab-ı Nüzu"üdür. Bir diğeri de ''İtkan"ın sahibi Suyuti'nin "Lübabü'n-Nükul" ese­ridir. Çağdaş eserler arasında da iki tanesi çok önem­lidir:

1- Doktor Muhammed Bakır Muhakki'nin eseri "Numune-i Beyyinat der Şe'n-i Nüzul-i Ayat."

2- Dr. Muhammed Bakır Hucceti'nin "Esbab-ı Nüzul" adlı eseri. İşaret edildiği gibi esbab-ı nüzulün incelenmesinin nedeni Kur'an tefsirleridir. [71]

 

5- Nasih ve Mensuh İlmi

 

Nesh, lügatte, bertaraf etmek ve yok etmektir. Kur'anî ilimler ıstılahında ise, şu anlama gelir: "Bir Şer'i hükmün şer'i  delille kaldırılması" demektir. Önemli olan şudur: Kur'an-ı Mecid'in kendisi de neshe ve onun Kur'an'da vuku bulmasına değinmiştir: "Biz, bir ayeti neshettiğimizde veya hükmünü kal­dırdığımızda onun daha iyisini veya benzerini ge­tiririz."[72] Yine: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne getirdiğini daha iyi bilirken- "Sen iftira ediyorsun." diyorlar. Hayır böyle değildir, ama çokları bilmiyorlar."[73] Ayrıca; "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitab'ın anası O'nun yanındadır."[74] İster Ehli sünnet isterse Şia'dan olsun birçok müslüman ke­lama, müfessir ve Kur'an araştırmacılarına göre nesh türleri şunlardır: 

1- Kur'an'ın Kur'an'la neshi,  

2- Kur'an'ın sünnetle neshi,

3- Sünnetin Kur'an'la neshi,

4- Sünnetin sünnetle neshi. (Sünnetten maksat Pey­gamber (s.a.v)’in -ve Şia'ya göre masumların- hadis ve hareketleri demektir).

Kimi müslüman araştırmacılar da yahudiler gibi neshin vuku' ve tahakkukunu inkar etmekte ve onu aklen reva görmemektedirler. Bunlar diyorlar ki Allah, Allamu'l-Guyub'dur ve her şeyi ezelden ebede kadar bilmektedir. Bundan dolayı nasıl olur da ilk önce bir hükmü verir ve daha sonra onu bir mas­lahata binaen değiştirir? Yoksa Allah, o maslahatı daha önceden ne olduğunu bilmemiş midir? Ve niçin o ilk hükümde ona riayet edilmesini emir buyurmamıştır? Bu şüphenin cevabı şu şekildedir: Yüce Allah, alimen ve amiden ilk hükmü gönderiyor ve onun muvakkat ve zamanlı olduğunu biliyor. Onun bu zamanlı oluşu kullara ve hatta Peygamber (s.a.v)’e bile gizli ise de Allah, bunun geçici ve belirli bir zaman için olduğunu biliyor. Daha sonra onun zamanı ulaş­tığında tebdili içeren ikinci hükmü gönderiyor. Bu nokta, bir misalle daha iyi anlaşılır: Allah, sadık rüya yoluyla İbrahim (a.s)'e sevgili oğlu İsmail'i (veya daha az bir rivayetle: İshak'ı) kurban etmesini emrediyor. Hem baba hem de oğul, bu hükmü kabul ediyor ve ona boyun eğiyorlar. İbrahim'in, bıçağı evladının bo­ğazına dayayacağı ve onu kurban edeceği esnada Cebrail, Allah tarafından birinci hükmün neshedildiği emrini getirir ve; "Siz İlahî imtihanı başı dik olarak çıktınız ve kurban hareketinin vukubulması gerekmez. Elbette Yüce Allah, insan açısından ge­lecekte zaman taşıyan olarak telakki edilen cüz'iyat ve vakıaları bilmektedir. Fakat O'nun hikmet-i baliğası kendi ilmini beşer için hüccet yapması iktiza et­memiştir. Bundan dolayı insanın kendi amelinin ken­disi (insan) için hüccet olmasını meydana getirir. Şayet Allah, bir iradeyi bir başka iradenin yerine veya bir hükmü bir başka hükmün yerine koyamazsa -el ıyazubillah- biçare ve mecbur bir fail olacaktı. O halde Kur'an-ı Kerim şöyle açıklıyor: "Allah dilediğini siler dilediğini bırakır. Kitabın anası O'nun ya­nındadır."[75]

Kur'an-ı Kerim'deki nesh konuları değişik de­ğişiktir. Örneğin kocası ölmüş olan kadının iddetinin (bekleme süresinin) bir yıldan[76] dört ay on güne[77] tebdili. Veya Kıble'nin Beytü'l-Mukaddes'ten Ka'be'ye dönüşmesi ve değişmesi me­selesi gibi.[78] Veya hükmü Mücadele su­resinin onikinci ayetinde gelmiş neshi de hiç ara ve­rilmeden aynı surenin ondan hemen sonraki ayetinde gelen Peygamber (s.a.v)’le necvadan (gizli konuşma, sır söyleme, özel ve gizli konuşma) önce bir sadaka verme konusu gibi. Ya da hükmü Müzemmil su­resinin başlarında, neshi de aynı surenin sonlarında gelmiş olan gece namazının vücubunun müstehaba çevrilmesi gibi. Suyuti Kur'an'da açık olarak be­lirlenen 19 nesh konusunun olduğu görüşündedir. Zerkani, mensuh olmakla meşhur olmuş 22 ayeti meşruhen zikretmiş ve geniş olarak açıklamıştır. Nesh, kıssalar, haber ve müteşabihatlarda değil yal­nızca emir ve nehye konu olan ve tümü muhkemat ayetlerinden olan hükümler konusunda vukubulur. Nesh de nüzul sebebi gibi Kur'anî nakli ilimlerdendir ve akli olarak kendi kendine ayetlerin zahirini göz önünde bulundurmakla falan ayetin nasıh falan aye­tin de mensuh olduğuna hükmedilemez. Nasıh ve mensuhu tefsirlerde (akli veya nakli tefsirler) yer alan tefsiri hadisler yoluyla bulmak gerekir. Aksi takdirde şeriatın edebini ve Kur'an'ın saygısını korumak her müfessire farzdır. Ve şayet kendi kendine bir ictihadda bulunacaksa nasıh ve mensuh hakkında bir istinbatta bulunacaksa da bunu kendi kişisel bir istinbatı (görüş) olduğunu zikretmelidir. Nasıh ve men­suh ile ilgili olarak eski ve yeni dönemde kitaplar ya­zılmıştır. En eski eserlerden birisi Ebu Kasım b. Sellam'ın (Ö:k. 224) "en-Nasıh ve'1-Mensuh"  isimli eseridir. Bir diğeri de Hicri dokuzuncu asır İmamiye alimlerinden olan İbn-i Mütevvic-i Buhrani'nin "en-Nasıh ve'l-Mensuh"udur.[79]

 

6- Muhkem Ve Müteşabih İlmi

 

Muhkem, "ihkam" kökündendir sağlamlık ve itkan anlamına gelir. Muhkem ayet, anlamı elfazının zahirinden belli olan birkaç yönü ve iki yönü ve mübhem olmayan ayet demektir. Birçok teşri' (ahkam), adab, ahlak ve nasihat ayetler gibi. Meşabih ise teşabihten gelip benzerlik ve şüphe ve yanlışlık ihtimali olma demektir. Yani iki yönlü, iki veya daha çok an­lamlı ve yanlış anlaşılabilen söz demektir. Müteşabih ibare veya ayet, amaçlanan anlamı verecek harici bir karine olmaksızın zahiri batınını açıklamayan ve gös­termeyen ayet demektir. Muhkematı zahir anlamı dı­şında ele almamak gerekir. Yoksa taş taş üstüne bin­mez ve iş öyle bir noktaya varır ki, örneğin "Te'vilat-ı Necmiye" ve İbn-i Arabi'ye mensub edilen (ki ha­kikatte Abdurrezzak Kaşani'nin eseridir) "Tefsir"i gibi galiz (çok katı) irfani tefsirlede ne gusül gusül an­lamında olur ne de teyemmüm teyemmüm an­lamında olur, ne infak infak anlamında ne de yiyip uyuma, yiyip uyumak anlamındadır. Ve tüm mühkemat ayetlerini kendi sade ve açık anlamlarının dı­şına çıkarır. Nitekim örneğin vuzu'u (abdesti) Allah'tan başka her şeyden el yıkamak (el çekmek), namaz için kalkmayı ise kulun dünyevi, hatta hissi ve hayali işlerin kökünü söküp yoketmek için kıyam et­mesi ve daha buna benzer yüzlerce görüş. Tevilin müteşabihatlara özgü olduğunu ve muhkematın te'vile sahip olmadığından  ve   ondan   te'vilin  çık­mayacağını bilmekten gafildir. Eğer Kur'an-ı Kerim, bu tertible bir sır, çift yönlü ve müteşabihat parçası ol­saydı nasıl  olurdu da  arapça apaçık bir kitap  ve bütün halk için açıklayıcı bir şey olurdu?

Kur'an-ı Kerim'in kendisi en açık bir şekilde Kur'an'daki muhkemat ve müteşabihatın varlığını açıklamaktadır. Her biri hakkında açıklama yap­maktadır: "Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (açık anlamlıdır), bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihattır (birbirine benzer). Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için müteşabihat (onun benzer) ayetlerininin ardına düşerler. Oysa onun te'vilini Allah'dan ve ilimde rasih olan -ki "Ona inandık ve hepsi rabbimiz katındandır." derler- kimselerden baş­kası bilemez."[80]

Burada şunu söylememiz gerekir ki bu ayet, muhkemat ve müteşabihatın durumunu açıklıyor ol­masına rağmen bizzat kendisi müteşabihatın ilginç bir örneğidir. Zira bu açıklıkta çift yönlü bir söz Kur'an-ı Kerim'in başka hiçbir yerinde mevcut de­ğildir ve şu manada bir ihtilaf mevcuttur: Acaba ilim­de rasıh olanlar Yüce Allah'ın kendisi gibi Kur'an'ın müteşabihatının te'vili ilmine sahip midirler yoksa onlar da tıpkı diğer ilimde rasıh olmayan normal insanlar gibi boyun eğiyorlar ve müteşabihatı anlama salahiyetine ve yeteneğine sahip değil midirler? Bu noktada elbette daha geniş bir açıklama yapmamız kaçınılmazdır. Şu Kur'anî ibarelere dikkat ediniz: "Ve ma ya'lemu te'vilehu illallahu () ve'r-rasihune fi'1-ilmi yequluna amenna bihi." Ehl-i Sünnet'in büyük bir ço­ğunluğu bu ibarede "Allah" kelimesinden sonra vakf (duraklama) yapmaktadır. Bundan dolayı Kur'an'ın te'vilini bilen sadece Allah olmaktadır. Fakat, Nehhas, Zemahşeri, Beyzavi, Ukberi, Kadı Abdulcebbar Hemedani, İbn-i Ebi'l-Hadid, Zerkeşi, Ebu's-Suud Ammadi, Alusi, Şeyh Muhammed Abduh ve Mahmud Safi (Nahvi) gibi bazı Ehl-i Sünnet alimleri Şia'nın ço­ğunluğuna yakınının ittifakı gibi "Allah"ı "er-Rasihun"a atfediyorlar. Bu takdirde de şu anlam ortaya çıkar: "İlimde rasıh olanlar da Kur'an'ın te'vilini bilirler." Gramer ve Arapça açısından her iki kıraat da mümkündür. İbarenin siyakından belli olmaktadır ki ilimde rasıh olanlar övülme konumundadırlar. Bun­dan dolayıda onlar Kur'an'ın Te'vilini bilmelidirler. Şayet bundan başka türlü olursa rasıhların yerine Allah, sadece müminler veya imanda rasıh olanları getirirdi. Bundan da öte, bu asıl maksadın zıddına olacaktı ki Kur'an-ı Kerim'in en önemli ve en itinalı kısmını yani müteşabihatı Peygamber (s.a.v) ve temiz imamlar ve büyük Kur'an bilimcileri bile anlayamayacaklardı. Doğrusu şunun gibidir: Edipler ve şiirbilimcileri medhi ve ayrıca Hafız’ın şiirinin inceliklerini gösterme konumunda olan bir kimse; "Hafız'ın şiirinde anlamlarını yalnızca ilim ve edeb alimlerinin bilebileceği beyitler vardır." der. Fakat eğer; "Hafız'ın şiirinde anlamını ilim ve edeb imam­larının da bilemeyeceği beyitler vardır." derse bu, hem Hafız'ın şiirini kötülemek olur hem de ilim ve edeb imamlarını kötülemek olacaktır. Ayrıca Masum imamlardan şu rivayet de yapılmıştır: "Biz ilimde rasıhlarız. Bundan dolayıda O'nun (Kur'an'ın) te'vilini biliriz."[81]

 

7- Kur'an'ın Tahaddi, İ'caz ve Tahrif Kabul Etmezliği

 

Mucize, olağanüstü olan şey demektir. İlahî kud­retin iradesiyle gerçekleşen enbiyanın mucizesinin tahaddiye yakın olduğu söylenmektedir. İlahî kudretin izniyle Hz. İsa'nın kuş şeklinde yapmış olduğu ça­mura üfler, canlanır ve kuş olup uçuyordu ya da ölüyü diriltiyordu. İ'cazı buradaydı ki bu iş insanın normal gücünün aşamayacağı birşeydi ve eğer bir kimse onun benzerini getirebilirse İsa'nın iddiasının iptal ve etkisiz olması için getirir.

Tahaddi, mubareze isteme, benzerini söyleme veya benzerini yapma iddiasını yürütme demektir. Kendisi için vahiysel kaynağı kabul etmeyen ve tabii olarak Hz. Resul (s.a.v)’ün Peygamberlik iddiasını yanlış kabul eden Kur'an inkarcıları ve muhalifleri; "İstesek, biz de bunun (Kur'an) gibisini söyleriz. Bu, ev­velkilerin masallarından (Esatirü'l-Evvelin) başka bir şey değildir."[82]

Kur'an-ı Kerim'de defalarca tahaddi veya ben­zerini getirmeye davet kullanılmıştır. Bu cümleden olarak, Tur suresi, 23-34, Yunus, 38, Hud, 13-14, ve Kur'an-ı Kerim'in tahaddilerinin doruğu şu ayetleridir: "Eğer kulumuza (parça parça indirdiğimiz) Kur'an'dan şüphede iseniz; haydi onun ayarında bir sure meydana getirin ve Allah'dan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer (da­vanızda) sadık iseniz bunu yapın. Yok yapamazsınız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o halde çırası in­sanlarla taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış olan o ateşten korkun, sakının."[83] Sadr-ı İslam tarihi şahittir ki Kureyş müşrikleri her türlü eziyet, işkence ve baskıyı sadece Peygamber (s.a.v) hakkında ve onun davetinin in­karı cihetinde değil, aksine hatta kendisinin rahat ve huzurunu yok etme, ortadan kaldırma cihetinde el­lerinden geleni yapıyor, Bedir, Uhud ve Hendek gibi en ağır savaşları yapıyorlardı. Fakat Kur'an'ın dilsel-sanatsal tahaddisine cevap verme gücü ve imkanını kendilerinde göremiyorlardı. Yoksa eğer aslında im­kanları olsaydı veya onlar için mümkün olsaydı Kur'an derecesinde veya onunla kıyaslanabilecek ölçüde fasih, açık ve beliğ bir sure ileri sürerlerdi. Ta ki gerçekte kendi muhalefetlerini daha esaslı ve daha te­melli bir yapıya oturtsunlar. Fakat şimdi ise onun aksi vukubulmuştur. Kur'an'ın beşer sözü olmadığı ve, vahiysel bir kaynağa sahip olduğu ortaya çıkıyor.

Nübüvvet iddiacıları, Resulullah (s.a.v)'ın hayatının son­larında iddia ve davette bulunmaya koyuldular. Ebubekir ve Ömer, ünlü Ridde savaşlarında onları alt et­tiler. Peygamberlik iddiacılarından veya yalancı Peygamberlerden (mütenebbi) biri Müseylemetü'l-Kezzab idi. Müseyleme, Kur'an'la muaraza için şöyle demiştir: "el-Fil, ve ma edrake me'l-fil, lehu zenbe ve bil ve hertume tevil." Bunun tam metni ve tercümesi tarih kitaplarında ele alınmıştır. Bunun çok basit, zayıf ve sehif (temelsiz, kıtakıl) olduğu açıkça gö­rülmektedir. Aynı şekilde İbn-i Mukaffa'nın, İbn-i Ra­vendi ve Ebu'1-Ala' Me'ri'nin de gizli veya açık bir şe­kilde her birinin bir yolla ve bir kasıtla Kur'an'a nazire yaptıkları ve bu muaraza ve mübarezede her­hangi bir başarı elde edemedikleri meşhurdur.

Kur'an'ın i'cazı, tahaddi yoluyla ispata ulaşmıştır. Kur'an'ın i'cazı noktasında birkaç vecih ileri sü­rülmüştür:

1- Eşi ve benzeri olmayan şaşırtıcı bir fesahet, benzersiz ve eşsiz bir belagat.

2- Onun musiki ve ahengi (ses uyumu),

3- Kur'an kavramlarının ben­zersizliği,

4- Onun fıtrata ve akl-ı selime uygun olan ve riayet edilmeleriyle iki cihan saadetine vesile ola­cak teşriatı yani kanun koyuculuğu.

5- Onun delilleri, kesin ve faslu'l-hitab'dır.

6- İster geçmişle ilgili ister gelecekle ilgili olsun gaybi haberleri ihtiva eder. Ör­neğin, Rum suresinin baş tarafında zikredilen hadise gibi. Başlangıçta Rumların İranlılar karşısında ye­nilgiye uğramaları ve birkaç yıl sonra Rumların İran­lıları yenilgiye uğratmaları, açık bir şekilde ileri sü­rülmüştür. Veya yine aynı şekilde Mekke'nin fethinin ve İslamın nihai istikrarının önceden bildirilmesi gibi. Veya Kur'an'ın benzerinin getirilmesinin asla müm­kün olmadığının (ki en azından bugüne kadar bu böyledir) bildirilmesi gibi gerçekler, hep gaybi olay­lardır.

7- Sırlar yaratmaya yönelik ilmi işaretlere sahip olması.

8- Birçok hadisenin yaşandığı ve kavga ve kargaşa dolu davet ve hicret asrının inişli-çıkışlı yirmi üç yıllık süre zarfında nazil olduğu halde beyan istikametine sahip olması ve ihtilaf ve zıtlık ta­şımaması.

9- Yüce Allah'ın muhaliflerin kalblerini ve himmetlerini Kur'an'ın benzerini getirmekten munsarıf kılması görüşü (Sarfe nazariyesi). İmamiye alim­lerinden Seyyid Murteza Alemu'1-Huda ve Şeyh Mufid, bu görüştedirler. Fakat bu görüş, zayıf ve biraz da su götürür bir görüştür. Zira zati, edebi-dil­sel, içeriksel ve metodolojik değer Kur'an'ın mucize olması için kafi görmez. Buna göre şayet Kur'an her türlü değersizlik ve ehemmiyetsizliğe sahip de olsa Allah, aynısını onun benzerini getirmekten sa­kındırabilirdi. Çağdaş müfessirlerden merhum Allame Tabatabai, Bakara suresinin 23 ve 24. ayetlerinin zeylinde bu görüşü reddetmiştir. Bu meyanda dilsel ve edebi i'caz görüşüne, hem Ehl-i Sünnet büyükleri arasında (Î'cazul-Kur'an konusunda önemli ve de­ğerli esere sahip olan Bakıllani, Kadı Abdulcebbar Hemedani, Sekkaki, Zemahşeri, Hafız...) hem de İma­miye Şiası ve diğer mezheb büyükleri arasında sahip olan kimseler vardır.

Kur'an'ın tahrif kabul etmezliği de yine aynı şe­kilde tüm İslami mezheb ve fırkalarının itikadı ka­bullerinden ve tarihi gerçekliklerindendir. Fakat be­şinci ve altıncı asırdan sonra ki bazı Ehl-i Sünnet büyükleri ve ayrıca yeni dönemde kimi Şia karşıtları Şia'ya Kur'an'ın tahrif edildiği iddiasını isnad et­mektedirler. Üzülerek belirtmeliyiz ki, bu töhmet ve isnad, kimi ahbarimeşreb, şia-yı gulat muhaddis ve Kur'an araştırmacılarının sorumsuzca sözlerine ve eserlerinden şekil bulmuştur. Hatta Kitabu'l-Hüccet olan Usul-i Kafi'de (1/228), Tefsir-i İyyaşi, Besairu'd-Derecat ve Gaybet-i Nu'mani ve onun tefsirinde Kur'an-ı Mecid'in tahrif olduğu yönünde bazı ha­disler zikredilmiştir. Bu tür söz ve sözde hadislerin tümüne yakınını Allame Meclisi, büyük bir başarıyla Biharu'l-Envar'ın 92.  cildinde  "Macai  fi Keyfiyyeti Cem'u'l-Kur'an" isimli bölümün zeylinde toplamıştır. Aynı şekilde Şeyh Hurr-i Amuli, Molla Muhsin Feyz-i Kaşani, ve Şeyh Ni'merullah Cezayiri gibi kimi büyük ahbari alimleri, çift yönlü olan bazı sözlerinde Kur'an'ın tahrif olunmuşluğu yönünde sözler sarfetmişlerdir. Hepsinden daha garip olanı ve daha felaketvari olanı da şudur ki, İmamiye Şiasının hicri on dördüncü asırdaki en büyük muhaddislerinden olan "Müstedreki'l-Vesail"in sahibi ve "Muhaddis Nuri" olarak bilinen Hac Mirza Hüseyin ("ez-Zeria"nın sa­hibi Ağabozorg-i Tehrani, "Sefinetü'l-Bihar ve Mefatihu'l-Cinan"ın sahibi Hac Şeyh Abbas Kumi gibi büyük alimler onun talebeleridirler) tahrifin ispatı ko­nusunda "Faslu'i-Hitab fi Tahrif-i Kitab-i  Rabbu'l-Erbab" adlı bir eser yazmıştır ve bu eser basılmıştır. Bu kitab, İslam ve Teşeyyul aleminde büyük bir yankı bulmuştur ve bu alanda Şiilerin İran'da, Irak'ta ve Hind yarımadasında kitabın reddi ve hatalı oluşu noktasında ehl-i sünnetten daha fazla çaba sarfettikleri söylenebilir. O, bu kitabında görüşünü des­tekleyecek birçok akli ve nakli delil getirmiş ve güya onun bu kitabı hazırlamaktaki amacı, onun hayal ve iddiasına göre, ehl-i kitabın îlahî kitabında dahi isim­leri zikredilmiş olan temiz imamların Kur'an-ı Kerim'de niçin yer almadığı ve imamet ve velayetleri açıkça belirtilmediği hasret ve üzüntüsüdür. Bu ki­tabın kaleme alındığı yıllarda bile (K. 1292) birçok araştırmacı, delil ve kesin verilere dayanarak bu ki­taba reddiye babında makaleler, kitap ve broşürler yayınlamışlardır. İçinde yaşadığımız şu asırda da çağ­daş Şia Kur'anbilimcisi füzelasından kimileri Şia-yı İmamiye'ye isnad edilen tahrif isnadını ve bu söz konusu kitabın reddi konusunda değerli ve önemli eserler kaleme almışlardır. Bunların bazılarını burada zikretmemizde yarar vardır kanaatindeyiz: Ayetullah Hoy'un "el-Beyan fi't-Tefsiri'l-Kur'an" adlı eserinde ele aldığı "Siyaneti'l-Kur'an mine't-Tahrif" adlı ma­kalesi[84], Üstad Muhammed Hadi Ma'rifet'in "Siyaneti'l-Kur'an mine't-Tahrif" adlı yazısı, bir diğeri, Seyyid Cafer Murteza Amuli'nin "Hakayık-i Hammeh Havli'l-Kur'an-ı Kerim" isimli eseri. Bir başkası Huccetü'l-İslam Seyyid Ali Hüseyni-yi Milani'nin "et-Tahkik fi Nefyi't-Tahrif Ani'l-Kur'an-ı Şerif" adlı eseri. Bir diğeri, Huccetü'l-İslam Resul Ca'feriyan'ın "Ekzubeti Tahrifi’l-Kur'an beyne'ş-Şia ve sünneh" (Kur'an'ın tahrifi efsanesi) adlı eseri.

Şu tarihi gerçek de dikkate şayandır ki, Şeyh Saduk, Şeyh Mufid, Şeyh Tusi, Şeyh Murteza ve Şeyh Tebersi gibi İmamiye Şiasının büyük alimlerinden tutun da ta Ayetullah Burucerdi, Ayetullah Hoy, Aye­tullah Milani, Ayetullah Gülpayegani ve İmam Humeyni (Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun) gibi büyük imamiye Şiası imamları ve merce-i taklidleri, hem kendi yanlarında hem de konuşmalarında Şianın temsilcileri olarak açık ve seçik bir şekilde açıklamış ve ilan etmişlerdir ki Şii ve sünni mezheblerine men­sup değersiz ve kıt düşünceli kimselerin Kur'an'ın tahrif edildiği konusundaki sözleri, tahkiki ve tarihi bir incelemeye tabi tutulacak değerde ve itibarda de­ğildir ve bu inanç, ulemanın icmaı din ve mezhebin zaruriyetindendir. Ve yine bu alimlere göre, Kur'an-ı Mecid, Resulullah (s.a.v)'a nazil olduğu ve O'nun değerli ve dikkatli nazaretleriyle yazıldığı ve daha sonra Osman döneminde cem' ve tedvin edildiği ve nihai nüsha haline getirildiği Hz Ali ve temiz imamlar da aynı mushafı yani Mushaf-ı Osman'ı defalarca ve açıkça te'yid etmiş oldukları gibi ne bir kelimesi eksik ne de fazla o ilk Kur'an'dır. Bu konunun sonunda şu noktayı da açıklamamız yerinde ve önemlidir: Gözönünde bulunduralım ki Kur'an'ın nakli, tarihin de şahitliğiyle; Hz. Osman zamanında toplandığı şek­liyle Hicri 30. yıldan biraz önceki tarihten günümüze kadar -ki o günden bugüne yaklaşık 1400 yıl geç­miştir- olduğu gibi mütevatir, muttasıl ve hiçbir ek­siklik ve fazlalık olmaksızın defalarca basılmış, birçok nüshası olmasına rağmen, olduğu gibi kalmış ve hiç­bir değişikliğe uğramamıştır. Zira devamlı bir surette Kur'an'ın bir milyondan fazla nüshası İslam dün­yasının her köşesinde müslümanların elinde ol­muştur. Bazı imla ve kıraat farklılığı ve ihtilafı dı­şında -ki bu da bir ilimdir ve kaide ve kuralları vardır- asli ve temelli bir farklılık söz konusu de­ğildir. Evet Kur'an-ı Kerim'in tevatürlüğü hadislerin tevatürlüğünden farklıdır. Zira ilk asırlarda (Hicri ikinci asra kadar bile) nebevi hadisler henüz yazılmamıştı. Fakat Kur'an, daha ilk andan itibaren, vahyin nazil olduğu ilk günden bu yana hep yazılagelmiştir. Bu değişmezlik, dünyanın sonuna kadar da devam edecektir. Hatta İslama ve Kur'an'a muhalif olanlar da bunun tersi yönünde herhangi ta­rihi bir delil ve belge iddiasını taşımamışlardır. Ve hiçbir dinin İlahî ve semavi kitabı bu derece açık ve parlak değildir. [85]

 

8- Tefsir Ve Tev’il

 

Tefsir lügatte, şerh, beyan, tevzih ve tebyin, bir kelimeyle bir metnin zor anlaşılır bir ibaresinin ay­dınlığa kavuşması demektir. Buradaki metin Kur'an-ı Kerim'dir. Kimi Kur'an araştırmacıları tefsiri "Kur'an'ı anlama ilmi" olarak tarif etmişlerdir. Ya da "Tefhimi Muradullah" yani Kur'an'ın sahibi olan Allah'ın, Kur'an'daki her bir ibarede muradının ne olduğu de­mektir. Zira elbette bu, dilsel kaidelere ve dilbilgisi, kavram bilgisi ve belaget ilmi gibi kurallara da­yanmalı ve hatta mümkün olduğu kadar hadislere, haberlere dayanmalı, akıl, icma ve sünnete muhalif olmamalıdır.

Hicri onuncu asrın ünlü Kur'anbilimcisi olan Suyuti, bir müfessirin en az on beş ilimde ve fende söz sahibi ve etkili olması gerektiği görüşündedir. Bu onbeş ilim ve fenler şunlardan oluşmaktadır:

1- Lügat ve Kur'an'ın kavramlarını bilme,

2- Nahiv,

3- Sarf,

4- İştikak,

5- Mana,

6- Beyan,

7- Bedi',

8- Kıraat (ve kı­raat ihtilafı) ilmi,

9- Usul-i din (ve daha geniş olarak kelam ilmi),

10- Usul-i fıkh,

11- Esbab-ı Nüzul bilimi,

12- Nasıh ve mensuhu bilme,

13- Fıkıh,

14- Mücmel ve mübhem hadisleri açıklayan ve aydınlatan ha­disler,

15- Mevhibet ilmi. Mevhibet, Allahu Teala'nın bir kimseye bildiği şeyi yapması gereken şeyi miras olarak emanet ettiği ilim demektir. Ayrıca mevhibet şuna da işarettir: "Her kim bildiği ile amel ederse, Allah bilmediği şeyi de ona verir." Ve devamla şunu da ekliyor: "Her kim, bu ilimleri ve fenleri bilmeden Kur'an'ı öğrenmeğe kalkışırsa, kendi görüşüne göre bir tefsir yapmış olur ki, bu da şeriatta ya­saklanmıştır. Kur'an'ı anlamanın ve onu tefsir etmenin ilk ve en önemli menbaı (kaynağı) Kur'an-ı Kerim'in kendisidir. Bu konuda meşhur bir söz (Hadis değil) vardır: "Kur'an’ın bir kısmı, diğer bir kıs­mını açıklar ve aydınlatır." Bu satırların yazarı, yap­mış olduğu Kur'an-ı Kerim mealinde ve onunla ilgili yaptığı açıklamalarda bu tarzdan haddinden fazla ya­rarlanmıştır ve yaklaşık 17-18 konuda Kur'anın Kur'an’la tefsiri ile ilgili olarak "Kur'an’ın Kur'anla an­laşılması" isimli makalede ele almıştır.

Kur'an-ı Kerim'den sonra Kur'an’ın tefsiri için en önemli ikinci kaynak, şüphesiz hadislerdir.

Hz. Resul (s.a.v)'ün kendisinin, ilk Kur'an müfessiri ol­duğu ve kendisinden kısa ve aydınlatıcı tefsirlerin hadislerde yer aldığı söylenir. Suyuti İtkan'ında, onları sure sure düzenlemiş ve ele almıştır. Hadis-i Nebevi türlerinden biri var ki, "Tefsirî hadisler" olarak ni­telenmiştir. Bunların konusu Kur'an ayetleri ve iba­releri hakkında tefsiri açıklamalar ve aydınlatıcı bil­gilerdir. Bundan dolayı birinci derecede bu tür hadisler ve ikinci derecede diğer hadisler ve ayrıca "ahkam hadisleri" (fıkhi hadisler) müfessirin işine yarar. Resulullah (s.a.v)'tan sonra İslam dünyasının en büyük Kur'an bilimcisi Hz. Ali b. Ebi Talib'tir. Zira ondan sonraki en büyük Kur'anbilimcisi yani İbn-i Abbas, tefsir usulünü ve Kur'an te'vilini bir öğrenci gibi Hz. Ali'den aldı. Kimi sahabilerden de geriye tefsirler kalmıştır ve bunların en önemlileri ve gü­nümüzde de mevcud olan tefsirlerden biri İbn-i Abbas'ın tefsiridir. Diğeri de Mücahid'dir ki o da Hz. Ali'nin talebesi idi.

Tefsir iki genel kısma ayrılır:

1- Nakli tefsir ya da Tefsir-i Bi'l-Me'sur veya me'sur ya da eseri veya Rivayi (Rivayete ait) tefsir: Bu tür tefsir genellikle hadise dayalıdır. En eski ve en önemli eski tefsir, Tefsir-i Taberi'dir. (Ö.h. 310). Son­raki asırlarda da nakli tefsirler yazılmıştır. Ehl-i sün­net aleminde en önemlileri İbn-i Kesir'dir. Bir diğeri Suyuti'nin Durru'l-Mensur tefsiridir. Şia aleminde ise, en önemli ve en meşhur nakli tefsirler şunlardır: Fırat Kufi'nin tefsiri, Ali b. İbrahim Kumi'nin tefsiri, İyaşi'nin tefsiri, sonraki asırlarda da Seyyid Haşim Buhrâni'nin Tefsir-i Burhan'ı, ve Huveyzi'nin Nuru's-sakalayn tefsiridir.

2- Tefsirin diğer kısmı da akli veya dirayi (di­rayete ait) tefsirdir. En önemlilerinden birisi,  Zemahşeri'nin tefsiridir. (Mu'tezile'ye göre). Bir diğeri de Taberi'nin Mecmeu'l-Beyan tefsiridir (İmamiye Şiası). Bir diğeri Fahreddin-i Razi'nin Tefsir-i Kebir'idir (Eş'ari mezhebine göre). Yeni asırda da Tef-sirül-Mizan'dır. Bu tefsir, İ'tizali en yüce akli-hikemi tefsir  örneğidir.  Tefsirler,  mevzu ve muhteva açısından da fıkhi, irfani, kelami, nahvi ve başka türlere ayrılırlar. Bu türlerin hepsine de İslam kültürü ta­rihinde örnekler mevcuttur.

Te'vil, lügatte, başa ve asla dönmek demektir ve rucu anlamındadır. Bu kelime Kur'an-ı Mecid'de kul­lanılmıştır.[86] İslamın ilk asırlarında, tefsir ve te'vil arasında pek fazla bir fark görülmüyordu. O dönemlerde te'vilden maksat tefsir demekti. Fakat daha sonra bu iki kav­ram daha fenni oldu ve tefsir, lafız ve ibarelerin zahiri gözönünde bulundurularak lafzi ve luğavi tavzihlere ıtlak olunuyordu. Te'vil ise, batini, mecazi, kinayi ve istiari anlam gözönünde bulundurularak lafzi olan­dan uzaklaşarak anlamsal tavzihlere ıtlak olu­nuyordu. Örneğin "Arş-i İlahî" tefsir açısından, Allah'ın taht ve makamı demekti. Fakat te'vil açı­sından, İlahî saltanat ve sultasının kamil anlamında bütün kainat üzerinde istikrarı demekti. Ya da ör­neğin; "Yedullahi fevqe eydihim." (Allah'ın eli onların elinin üstündedir).[87] Tefsiri açıdan; "O'nun eli onların elinin üstündedir." demekti. Fakat te'vili açıdan, "Allah'ın güç ve kudreti onların güç ve kud­retinin üzerindedir ve ondan üstündür." anlamına gel­mektedir. Ya da örneğin şöyle buyuruluyor: "Fe'l-yenzuri'l-insanu ila taamihi."[88] Bu ayetin tefsiri; "İnsan, tümü İlahî nimetler olan kendi yemeği konusunda düşünsün ve suyun buluttan inmesinin ve onun eline ulaşmasının, tohumun topraktan çıkmasının ve onun istifadesine sunulmasının İlahî dü­zenleme ve tedbirlerle olduğunu bilsin." demektir. Fakat bu ayetin te'vili ise şudur: İnsan, kendi ilmi ve kültürel kısmeti ve nasibi konusunda düşünmeli ve ona teveccüh göstermeli. Hangi ilmi niçin, nasıl, neden ve nereden aldığını düşünsün ve kavrasın. Ve ‘acaba bu ilim onun ruhi gıdası olacak mı olmayacak mı’ üzerinde düşünsün. Bu kuvvet ve gıdanın onun ruhu üzerinde etki yapacağını bilsin. Ve daha buna benzer düşünceler. Ya da Kur'an-ı Kerim'e işareten şurada buyurulduğu gibi: "La yemessuhu illel-mutahherun."[89] Bu Kur'anî ayet ve ibarenin zahiri tefsir ve manası fıkhı bir hükümden ibarettir. Bu fıkhi hüküm de şudur: Kur'an'ın örfünde ve kul­lanılışında olduğu gibi burada da elbise konusundaki nehiy beyan olunmuştur. Yani maksat, şer'i taharete (gusul ve abdest) sahip olmayanların Kur'an'ın ayet ve ibarelerine el değdirmemeleri (Kur'an'a do­kunmamaları) gerekir. Fakat bu ayetin te'vili (büyük Kur'anbilimcilerinin sözlerinden elde ettiğim açık­lamalara göre) şöyledir: Kur'an'ın ince ve gizli an­lamlarını kavramak ve idrak etmek, tevhidi taharete (temizliğe) sahip olanlar ve ilim ve imanda rasıh olan­lardan başka kimse için hasıl olmaz. Yani sırf alim olmak ve tarz sahibi olmak Kur'an’ın eşsiz ve ben­zersizliğini anlamaya kafi gelmez. Araştırmacı muvahhid ve tercihen müslüman olması gerekir ta ki Hazreti Kur'an'ın gelini, onun karşısında namahremlik yapmasın ve örtüyü yüzünden kaldırsın.

Görüldüğü gibi te'vili muteaddid tariflerle beyan edeceğimiz yerde birkaç örnek ve numune göstererek onu tanıtmaya çalıştık. Şu güzel tarif de nakledilmeye değer: Denilmiştir ki tefsir, Kur'an ibareleriyle il­gilidir. Te'vil ise işaretlerle ilgilidir. Kimileri şöyle bir itirazda bulunmuştur: Niçin usulen Kur'anda müteşabihatlar mevcuttur ki daha sonra onların an­laşılması için te'vile ve te'vil de ilimde rasıh olanların yetkili görüşlerine ihtiyaç olsun? Bunun en güzel ce­vabı şudur: Kur'an tabii, beşeri dille gayb aleminden Kur'an’ın sahibi yüce Allah'ın nezdinden nazil ol­muştur. Bundan dolayı da normal ve tabii, beşeri ge­reklere ve tabiiyetlere de sahiptir. Bütün dillerde teşbih, kinaye ve istiarenin kaynağı olan mecaz mevcuttur. Mecazda ise, gerçek mefhumdan daha ileri gitmek ve daha detaylı düşünmek gerekir. Ya­hudilerin, Kur'an’ın nakline göre; "Yedullahi mağluletun." (Allah'ın eli kapalıdır/bağlıdır)[90] demeleri de bundandır. Onların elden kasıtları bi­linen uzuv değildi, kapalı/bağlı olmaktan kasıtları da zahiri kapalı/bağlı olma değildi. Yani örneğin in­sanın elini iple bağlamak anlamında değildi. Bundan maksatları şuydu: Allah ne yeniden yaratıyor ne de geçmişte yaratılmış olanlara el atamaz ve alemin işlerine kapatma ve açmada bulunamaz, bir kimseye bir şey veremez veya bir kimseden bir şey alamaz ve bunun gibi... Evet tabii dil, özellikle eğer sanatsal ve sanatkar olmak istiyorsa ister istemez ilerlemiş dilsel-beyani araç ve imkanlardan yararlanmak zorundadır ki bunun en önemli genişçe bir alana sahip mecaz söylencesidir. Evet işaret edildiği gibi tefsir, muhkemata özgüdür, te'vil ise müteşabihata özgüdür. Şunu da söylemek gerekir ki müteşabihat konusunda te'vilde bulunmak caiz ve belki de vaciptir. Fakat her müfessirin ekol, meram, zevk ve arzu ya da zevksizlik, isteksizlik üzerine yaptığı her te'vil doğru ve caiz değildir. İslam tarihi boyunca değişik millet ve kavimlere mensub kişiler, Kur'anî ayetlere kendi mezhep, meşreb ve arzularına uygun te'villerde bu­lunmuşlardır ve asıl anlamının dışına ta­şırmaktadırlar. Örneğin Batıniler (İsmaililer), "Akımu's-salat" (Namazı ikame edin)’tan maksadın imama itaat olduğunu iddia etmişlerdir. Yine "savm"dan maksadın sırları korumak; cennetin, ilim ve akıldan kinaye; cehennemin, cehaletten kinaye ol­duğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Nasır Husrev'in, Vech-i Din ve diğer eserleri, bu tür te'villerle dopdoludur ya da batini, gulat ve İslami garabetçi bir fırka olan Hurufiye de ifrat derecesindeki te'vil tür­leriyle uğraşmışlar ve Kur'an'da bazı surelerin ba­şında bulunan huruf-i mukattaa'dan çok garip nazari ve ideolojik çıkarımlar meydana getirmiş ve onlarla uğraşmıştır. Kimi hızlı tasavvufçular da (İmam Kuşeyri'in Letayıfu'l-İşarat'ta veya Meybodi'nin Keşfu'l-Esrar'da olduğu gibi değil, aksine Necmüddin Daye'nin Te'vilat-ı Necmiye'de veya İbn-i Arabi'nin Fusus ve Futuhaf'ta ve kendisine nisbet edilen tef­sirde olduğu gibi) hatta muhkematın te'vili ile bile uğraşmışlar (ki uğraşılmaması gerekir). Zira muhkem ve müteşabih ile ilgili bölümde bu konuda daha geniş açıklamada bulunmuştuk. [91]

 

9- Kıraat Tecvid Ve Tertil

 

Beşer dillerine bağlı hatlardan hiçbir hat tam ve kamil anlamda bir telaffuz programına sahip ol­madığından o halde her zaman telaffuz ve kitabet arasında bir ihtilaf ve fasılanın düşmesi ka­çınılmazdır. Nitekim lügat sözlüklerinde, genellikle asli medhalin veya getirilen maddenin zikrinden sonra onun yanında, o kelimenin ses özelliği niteliğinde olan diğer bir takım harf ve işaretlerle o ke­limenin yazılmasından veya yazılı şeklinden çık­mayan talaffuzu da getirilmektedir. Arap dili ve hattı da bu kaideden -yani telafuz ile yazım arasındaki fark ve fasıla- beri değildir. Bundan dolayı örneğin "ktb" kelimesini okumak için hem ibarenin mana ve si­bakına dikkat etmek gerekir, hem de harflerin i'rab ve harekelerine dikkat etmek gerekiyor (elbette Arap hattının hicri ilk asırlarda nokta ve işarete sahip ol­madığını da biliyoruz. Nerde kaldı ki hareke ve i'rab olsun). Evet bu kelime, dört şekilde okunabilir: 1- ketebe,

2- kütibe,

3- kitab,

4- kütub.

Şimdi bile Fars dilinde tam anlamıyla bir telafuz ve yazılım bütünlüğü mevcut değildir. Örneğin Arap­ça kelimelerdeki hemzenin nerede ve nasıl yazılması gerektiği konusu hala tartışma konusudur. Örneğin "mesele" şeklinde mi yazılmalı yoksa "mes'ele" şek­linde mi yazılmalı veya "mesul" mü doğrudur yoksa "mes'ul"mü? Ve buna benzer daha yüzlerce kelime... İmla konusu bütün dünya dillerinde tartışılan bir ko­nudur.

Bu tür sorunları gözönünde bulundurarak ayrıca bazı kelimeler de vardır ki, yazılımda aynı hatla ya­zılırlar. Aralarındaki fark ise sadece üstlerindeki veya altlarındaki nokta veya işaretler olduğunu gö­zönünde bulundurarak (Örneğin be,te,se, / cim,he,ha, / re, ze, / dal,zal, / sin, şin, / sad, dad, / ayn, gayn, gibi) Arab hattında Kur'an’ın yazılması es­nasında ve Osman'm cem' ve tedvininde nokta ol­madığı için yazılım sorunuyla ve daha sonra da Kur'an’ın kıraatıyla ilgilenelim. Bir diğer sorun da Arap lehçeleri ve şiveleri arasındaki ihtilaftır. Zira Osman döneminde Kur'anı ilk toplayanlar, Kur'an'ı, Kureyş kabilesinin lehçe ve şivesine uygun olarak yazma konusunda ittifak etmişlerdi. Kıraat ve telafuzlar arasındaki ihtilafın genel sebepleri birkaç ta­nedir:

1- Lehçelerin ihtilafı. Nitekim örneğin, Temimiler, "hatta hayyın" yerine "ata ayyin" diyorlardı.

2- Arap hattında ve İmam mushafinda (Osman'ın beş-altı mushafı) hareke ve i'rabın olmaması. Nihayet Ebu'l-Esved Düveli, Hz. Ali'nin öncülüğünde bu yolda bazı adımlar attı. Fakat onu tamamlamak ve olgun bir şekle getirmek iki-üç asır sürdü.

3- Harf­lerde i'camın yani nokta ve işaretin bulunmaması. Bu eksikliğin giderilmesi için hicri birinci asrın başlarında Haccac b. Yusuf-i Sakafi döneminde ve onun kendi nazaretinde bazı çalışmalar yapıldı. Fakat onun tamamlanması da az-çok bugünkü şekle gelinceye kadar üçüncü asrın sonuna kadar devam etti.

4- Sa­habe, okuyucular ve Kur'an araştırmacılarının kişisel ictihadları. Zira bunların da her birinin kendine göre Kur'an ayetlerinin dilbiliminden, anlamından ve tefşirinden belirli delilleri vardır.

5- İslamın ilk dö­neminden uzak olmak. Yani nüzul ve vahiy zamanından bereket dolu Nebevi asırdan uzak olmak. Ayrıca İslam’ın ilk beşiğinden yani Mekke ve Medine’den uzak olmak. Ayrıca İslami fetihlerin ya­yılmasıyla birlikte ve eşzamanlı olarak muhtelif dil­lerdeki ve hatlardaki yeni müslüman olmuş kimselerin mukaddes kitab olan Kur'an'ın yazısıyla yeni tanışmaları ve tabii olarak da Kur'an kelimelerini (genel olarak da Arap dilini) doğru telafuz etme ve doğru okuma konusunda sorunla karşılaşmaları.

6- Secavendi alametlerin ve başlama vakfının ve daha sonraları kıraat ve tecvid ilminin yüklenmiş olduğu her türlü ayırma ve birleştirmenin yokluğu.

Üçüncü asrın başlarından itibaren kıraatlerin ted­vini hareketi başladı ve birçok kıraat bilimcisi kıraat türleri içinde en doğrusunu seçme işine koyuldular. Bu hareketin öncülerinden birisi Harun b. Musa'dır (k.201-291). Bir diğeri Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (k.157-224) idi. Bir asır sonra da seçkin Kur'an araş­tırmacılarından ve kıraat bilimcilerinden olan Ebubekir b. Mücahid (k.245-324), birçok kari (okuyucu) arasından Kurra-i seb'a (yedili okuyucu)’yı seçti. Daha sonraları üç büyük kari daha da bu gruba dahil oldu ve toplam olarak kurra-i aşare (onlu okuyucu) ol­dular. Bunlar, kıraat imamları, kıraat bilimcileri ve kıraattaki ihtilafı bilenlerdir. Ve bunlara Mukra (İkra masdarından) denir. Oysa kari, lüzumen Kur'anbilimcisi olması gerekmeyen sadece tecvidin bir usulünü bilmesi ve onunla hareket etmesi yeterli olan Kur'anı doğru okuyan demektir.

Bu bölümün bu kısmında kıraatin / kıraatlerin ih­tilafına tekrar işaret etmemiz şunun içindir: Örneğin Kur'anın hemen başındaki ilk sure olan Fatiha suresindeki "malikiyevmiddin" birkaç değişik şekilde daha okunmuştur, örneğin "melikiyevmiddin", "meleke yevmeddin", "melik yevmiddin", "malik yevmeddin" ve bu arada günümüzde İslam dün­yasındaki standart kıraatle yani Asım kıraatinden Hafs kıraatiyle (yedi okuyucudan biri) onu "maliki yevmiddin" şeklinde okuyoruz. Acaba namazı ke­sinlikle yedi kurranın veya on kurranın kıraatından biriyle mi okumalıyız? Acaba başka bir şekilde de okumak mümkün mü? Yine acaba Kur'an yazımı her türlü kıraatle serbestçe yapılabilir mi yapılamaz mı? Buna benzer daha birçok konu, kıraat ilmi ko­nularının birer parçasıdır. Kur'an kıraati konusunda bir diğer önemli nokta da şudur: Kitabi kıraat, nüzul ve vahyin yazımı zamanından ta bugüne kadar şifahi kıraatin kalpten kalbe, ağızdan ağıza gelen sünnetle aynı ölçüde ve eşzamanlı olmuştur. Bu iddia, temelsiz ve zayıf bir iddia değil aksine tarihi bir gerçektir ve her bir müslümanın üstünlüğünün (başı dik olmanın) kaynağıdır ki, İslam dünyasında güzel yaşantılarına Kur'an’la devam eden bugünün büyük kıraatbilimcileri ve Kur'an okuyucularının (kıraat bi­limci üstadlar) kıraat nesebinin silsilesi Resulullah (s.a.v)’ın şahsına ulaşıyor ve bu arada ihtimalen 40 ne­silden fazla kari ve mukarra üstadı mevcuttur. Yak­laşık olarak kıraatların ihtilaf sayısı en önemli ve en eski kaynaklardan biri olan Ebu Amr Dai'nin eseri "et-Teysir fi’l-Kıraati's-Seb'a"nın tesbitine göre, 1100 konu civarındadır. Bunların önemli veya önemli ol­mayan yaklaşık üçte ikisi idğam ve zamir ya da hazır ve gayıp siğası, örneğin "ya'lemune"nin "ta'lemune" ile olan farkı ve benzeri gibi konularla ilgilidir. Fakat yeni kaynaklar, özellikle de en kapsamlılarından biri olan Ahmed Muhtar Ömer ve Abdu'l-Al Salim Mükerrem'in 8 ciltlik eseri olan ve Kur'an surelerine ve daha sonra da her surenin ayetinin tertibine göre dü­zenlenmiş olan "Mu'cemü'l-Kıraati'l-Kur'anîyye" adlı eser, kıraatte ihtilaf konusu olan 10243 konuyu göstermektedir ki bunların da büyük bir kısmı idğam veya idğamın yokluğu, imale veya imalenin yokluğu ve tecvidi ve secavendî cüz'iyatlarla ilgilidir..

Kıraat-i Seh'a'dan (Yedi okuyuculardan) büyük bir kesim rivayet edilmiştir. Fakat sonraki Kur'an araştırmacıları ve kıraatbilimcileri, her karinin ravilerinden iki kişinin rivayetini -ki senedin sıhhat ve zaptı açısından ve öğrenimi yedili büyük oku­yucuların nazarında daha dikkatli ve daha kabul edi­lir olmuştur- ıstılaha tesbit ve berraklık bağışlamışlar ve standartlaştırmışlar. Bundan dolayı da on dört ri­vayet meydana gelmiştir. Burada on dört rivayete sahip olan yedili karilerin ve onların ondörtlü ravilerinin isimlerini nakledeceğiz:

1--Abdullah b. Amir-i Dımeşki (Ö:k. 118). Birinci ravi: Hişam b. Ammar, İkinci ravi: İbn-i Zekvan.

2- Abdullah b. Kesir-i Mekki (k.45-120). Birinci ravi: Bezzi, Ahmed b. Muhammed (k.170-243). İkinci ravi: Kunbul olarak tanınan Ebu Amr Muhammed b. Abdurrahman (k.195-291).

3- Asım b. Ebi Necved (k.76-128). Birinci ravi: Hafs b. Süleyman (kk.90-180). İkinci ravi: Şu'be b. Ayyaş (k.95-194).

4- Zebban b. Ala -Ebu Amr-ı Basri (k.76-128). Bi­rinci ravi: Hafs b. Amr-i Diveri (k.246). İkinci ravi: Ebu Şuayb b. Musa, Salih b. Ziyad (k.190-261).

5- Hamza b. Habib-i Kufi (k.80-156). Birinci ravi: Hallad b. Halid-i Kufi -Ebu İsa Şeybani (k.142-220). İkinci ravi: Halef b. Hişam (k.150-220).

6- Nafi' b. Abdurrahman Medeni (k.70-169). Bi­rinci ravi: Verş -Osman b. Said-i Mısri (k.110-197). İkinci ravi: Kalun -İsa b. Mina (k.120-220).

7- Kesai, Ali b. Hamza (k.119-189). Birinci ravi: Leys b. Halid (k.240). İkinci ravi: Hafs b. Amr-i Diveri (Ebu Amr-i Basri yani Zebban b. Amri'nin de ra'visidir).

Bugün İslam dünyasının tamamına yakını Hafs (bin Süleyman)'ın Asım (bin Ebi Necved)'den gelen ri­vayeti kararlaştırılmıştır. Yani İslam dünyasının resmi Kur'an'larının kıraati ve gerçekte yazımı, harf­lerin harekeleri ve kelimeleri, o kıraatteki bu rivayete göredir. Örneğin Merakiş ve Libya gibi İslami Afrika ülkelerinde Verş'in Rafı'dan aldığı rivayet kabul edil­mektedir ve oradaki mushaflar, o kıraatten alınan bu rivayete göredir. Bu satırların yazarı, Libya'da bu kı­raatin rivayetine göre basılan bir Kur'an'ı görmüştür ve uzun bir süre onun harflerin harekeleri ve ke­limelerin i'rabı üzerine yani onun kıraat ve kıraat farklılığını elimizdeki mushafla yani Hafs'in Asım'dan yaptığı rivayete göre olan mushafımızla karşılaştırdım üzerinde düşündüm ve bana göre, onlar arasındaki ihtilaflar yaklaşık 600 konudan az değildir.

Şimdi Kur'an araştırmacısı ve incelemecisi oku­yucu için şu soru ortaya çıkabilir: Osman Mushafı'nın yazılmasında yapılan bunca dikkate rağmen ve ayrıca karilerin ve mukarrilerin kalpten kalbe gelen kıraati da onların arkasında olmasına rağmen Mushaf-ı Şerifte niçin en az binden fazla ihtilaf konusu gö­rülmektedir?

Bunun cevabını bir misalle, yani Hafız'ın divanındaki kıraat farklılıklarıyla açıklamak istiyorum: Farsçanın Arapçaya nazaran çok daha az kıraat fark­lılığı olmasına rağmen Hafız'ın divanında dahi kıraat farklılıkları olmuştur. Hatta eğer örneğin Kazvini bas­kısı divanı gibi daha doğru ve hatti bir metni gözönünde bulundursak dahi -ki bu nüsha en muteber nüshadır- yine de Hafız araştırmacıları ve Hafız oku­yucuları bu bir tek divanda bile kıraat ihtilafına düş­mektedirler. Hafız araştırmacılarının bir çoğu bunca bilgilerine rağmen bazı beyitlerini değişik şekillerde okuyabilmektedirler... Kısacası Hafız'ın divanında kıraat farklılığı haddinden fazladır. Bu konu ise şu anki konumuzun dışındadır. Sadece örnek amacıyla bunu zikrettik. Elbette kıraat farklılığı diğer şairlerin divanında da sozkonusudur.

Sonuç olarak, Kur'an-ı Kerimde kıraat fark­lılığının meydana gelmesi, örneğin eğer Osman mushafını oluşturanlar daha büyük bir dikkat gösterselerdi ihtilaf meydana gelmeyecekti türünden bir şey değildir. Arap dilinin o günlerde noktasız, ha­rekesiz, i'rabsız oluşu, bu tür görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına neden olabilmiştir. Önemli olan şudur: Bütün ihtilaflar, ve hatta imlasal gariplikler (ki bugünkü çıkarımla onu imlasal gariplikler olarak ni­telemek mümkün olabilir) tesbit ve teşhis edilmiş ve İslam dünyası görüş sahiplerinin teşhis etmiş oldukları en iyi kıraat, yani Hafs'ın Asım kıraatinden ri­vayeti standart olarak kabul edilmiştir ve Tevhid-i nass (yani mushafın tek ve aynı olması) da bugün müslümanlar için ortadadır. Bu da İslam dün­yasındaki ilmi araştırmaların konu özgürlüğünün en büyük, en ibret verici, ve ders verici bir örneğidir.

Bu konuyu daha güzel bir şekilde tamamlama amacıyla Hafız'ın şu beytini örnek veriyoruz:

"Işket resed be-feryad ver/er hod be-san-ı Hafız / Kur'an zi-ber be-hani der-çarcie rivayet."

(Aşkın feryada gelir eğer kendin de Hafız gibi / Kur'anı ezberden ondört rivayet üzere okursan.)

Bu beyitte, anlaşılması zor olan "çarde rivayet" ıs­tılahı, önceki bölümlere bakıldığında anlaşılır. Hafız, on dört rivayet olarak adlandırılan kıraat-i seb'a'nın on dört ravisinin sahip oldukları kıraat farklılıkları ko­nusundan 1100 konudan fazlasını ezberden bilen bir şahsiyetti. Yani, hem Kur'an'ın kendisini büyük bir ih­timalle Hafs'ın Asım'dan rivayeti şeklinde ezberden biliyordu hem de ihtilaf konusu olan bu bin yüz ko­nuya vakıf bir insandı.

Tecvid: Önemli bir konu olan kıraat, kariler ve mukarriler konusu uzun sürdüğü için tecvid ko­nusunu daha kısa tutmak zorundayız. Tecvid, lügatte cevdet anlamındadır, yani güzelleştirmek veya güzel eda etmek anlamındadır. Kur'anî ilimler Istılahında ise, Kur'an'ı doğru okuma bilimi (fenni) ve sanatı de­mektir. Bu Kur'anî ve şer'i ilim, Kur'anı ve namazı doğru okumaya özgü kılınmıştır. Vacibin mu­kaddimesi olduğu için de onu öğrenmenin de vacip hükmünde olduğunu söyleyebiliriz. Bu ilmin öncesi, nüzul ve vahiy dönemine ulaşmakta ve Resulullah (s.a.v)’ın kendisinin onun ilk öğretmeni (elbetteki sonraki ayrıntı ve ıstılahlar derecesinde değil) oluşudur.

Hz. Aliden, hem tecvid ile ilgili hem de tertille il­gili olan ve burada zikredilmesi zaruri olan bir hadis nakledilmiştir: "Tertil, tecvid ve harfleri güzel eda etmek ve vukufu, yani durakları tanımaktır." Kur'an bilimci alimler, tecvidsiz kıraati "lahn", yani yanlış okuma, yanlış okumayı da lahn olarak isim­lendirmişlerdir. Lahn, celi (aşikar, açık) ve hafi (ör­tülü ve gizli) diye ikiye ayrılır. Lahn-ı celi, "ğayn'ı "kaf" şeklinde telafuz etmeğe benzer. Ya da tabii meddi, açığa çıkarmamaya benzer. Veya idğam ko­nusunda idğamı terk etmek. Lahn-i hafi ise, bir harekenin haddinde med şekillerinin fazla veya noksan olması gibidir.

Tecvid, kıraat ilminin dallarından biridir. Kıraat ilmi şu konu üzerinde durur: Acaba "Talh" mı doğ­rudur yoksa "Tal’" mı doğrudur? "İstitau" mu doğ­rudur yoksa "İstau" mu doğrudur? Daha sonra Kur'anî bir kelimenin doğru olması anlaşıldıktan sonra onun doğru telaffuz ve edası harflerin meharicinden ve aynı tecvidin sessel kaidelerine riayet ile gerçekleşir.

Tertil: Tertil, Kur'an-ı Mecid'i  doğru  okumak, tane tane okumak ve açık okumak demektir... Kur'an'da tertile riayet edilmesine işaret edilmiştir: "Ve Kur'anı tane tane ve açık bir şekilde oku."[92] Ebu Ali Tabersi, İbn-i Abbas'ın sözünden şu nakli yapmıştır: Tertilden murad, açık ve tane tane okumak demektir. Üç ayet üç ayet, dört ayet dört ayet, beş ayet beş ayet şeklinde okumaktır. İbn-i Cezeri de, tertilin tarifi konusunda şunları yazmaktadır: "Acele etmeksizin yavaş ve sürekli okumaktır. Ni­tekim Kur'an’ın kendisi de acelesiz ve teenni ile in­miştir. Zeyd b. Sabit, Resulullah (s.a.v)’tan şöyle nakletmiştir: "Yüce Allah Kur'an'ın indirildiği şekilde okunmasını sever." İbn-i Abbas, tertilin tebyin demek olduğunu, Mücahid ise tertilin teenni demek ol­duğunu, Dahhak ise, onun harf harf (kelimelerdeki harflerin birbirine çarpmayacağı şekilde) okunması demek olduğunu kabul etmişlerdir."

Tecvid ve tertil, ilmî bir yapıya sahip olduğu öl­çüde amelî ve icraî bir yapıya da sahiptir. Zira onun kemali kendisinin başlatılıp harekete geçirilmesidir. Kur'an-ı Kerim'in güzel okunması ve düzgün okun­ması, tecvid ve tertilden başka bir şekilde meydana gelmez. [93]

 

10- Kur'an Fıkhı Veya Ahkamu'l-Kur'an

 

Bu kitapta defalarca değerli okuyucular için zik­rettik ki, Ehl-i sünnet arasında fetvanın, şia arasında ise içtihadın esasını teşkil eden ahkamın dört kay­nağından, delilinden veya istinbat medrekinden olan kitap yani Kur'an, birinci ve en önemlisidir. (Diğer üç kaynak ise; sünnet, icma ve akıl ya da kıyastır. Bun­ları daha önce açıklamıştık).

Fakat Kur'an-ı Mecid'e fıkhi müracaatın da bazı şartları vardır. Bir kimse naklî, dilsel ilimlerin tü­münde ve bazı aklî ilimlerde (mantık ve kelam gibi) yüksek derecedeki ictihad veya içtihada yakın de­recesine ulaşmadıkça Kur'ana doğrudan müracaat et­mesi doğru ve caiz değildir. Bu konuda da bu kitabın birinci bölümünde daha geniş bir şekilde işaretlerde bulunmuştuk. Aynı şekilde fıkıhta ilerlemek için usul-i fıkıhta da ilerlemek lazım gelir. "Kitabın zahiri, hüccettir." yani Kur'an’ın normal ve örfi anlaşılması, hem mümkündür hem de muteberdir denilebilir. Buna cevaben şunu söylemek gerekir: Bu meselenin kendisi bile henüz herkes tarafından makbul ve kesin değildir. Tevhidi konular hakkında, Peygamber kıs­saları ve cennet ve cehennemin vasıf ve tavsifleri hakkında Kur'an’dan normal çıkarımlar belki ilerlemiş fenni anlamaya ihtiyaç olmayabilir. Fakat acaba Kur'an'daki her şey vücub anlamında mıdır? Veya acaba her bir vücub emir sığasında mı eda olunuyor gibi bir konunun çok fazla bir İlmi sermaye ve bi­rikime ihtiyacı vardır. Bir diğer nokta da hükümlerin ve sınırların büyük bir kısmının Kur'an-ı Kerim'de özet şeklinde gelmiş olması ve bunların daha geniş açıklamasını Resulullah (s.a.v)'ın ve  masumların sün­netinde ve diğer medarikte (akıl ve icma') aramak ge­rektiğidir. Bu konu şia kültüründe ictihad ve taklidin lüzumu konusunu meydana getirmiştir. Hukuki ko­nular gibi ki normal insanlar kendi sorunlarının çözümü için ve kendi davalarının sonuca ulaşması için bu ilmin müctehidlerine, yani hukuk müşavirlerine, avukatlara ve adalet mahkemelerine müracaat edi­yorlar. Doğrudan kanunlara müracaat edip ondan doğru ve kesin bir sonuç elde edemezler. Yine bir ki­şinin halkın beğenisini kazanan birkaç tıp kitabını okumakla ve birkaç şifalı bitkinin faydasını ki­taplardan öğrenmekle başkalarını tedavi ede­meyeceği gibi. Zira bu durumda hem kendi başına hem de başkalarının başına bela açabilir.

Fıkhi ayetler veya ayatül-Ahkam 500 ayet civanndadır. Bu ayetler daha çok Medeni surelerde yer almıştır. Onları daha iyi anlamak için her ne kadar normal tefsirlere müracaat etmek faydalı ise de bun­dan daha faydalı olanı, fıkhı tefsirlere ve ayatu'l-Ahkam ya da Ahkamu'l-Kur'an kitaplarına müracaat etmektir. Bu tür kitapların yazılması, hicri ikinci ve üçüncü asırdan başlamıştır ve en önemlileri Şafii'nin Ahkamu'l-Kur'an'ı, Cessas'ın Ahkamu'l-Kur'an'ı, İbnü'l-Arabi'nin Ahkamu'l-Kur'an'ıdır. Tefsir-i Kurtubi de güçlü, bir fıkhı değere (Maliki mezhebi) sa­hiptir. Şii tefsirler arasında da eskilerden Fazıl Mikdad Siveri'nin Kenzu'l-İrfan tefsiri, Mukaddes-i Erdebili'nin Zübdetü'l-Beyan'ı ve Şahi'nin Ayatu'l-Ahkam'ı, büyük bir fıkhı değere sahiptir. Yeni asırda da Merhum Mahmud Şehabi'nin Edvar-ı Fıkh adlı eseri ve Merhum Muğniye'nin Tefsir-i Keşşafı ve merhum Hazaili'nin Ahkamu'l-Kur'an'ı, Fıkhu'l-Kur'an ve Ahkamu'l-Kur'an açısından çok zengin eserlerdir.[94]

 

11- Kur'an'ın İ'rabı Ya Da Kur'an'ın Nahiv Ve Dilbilgisi

 

Daha önce, Kur'an’ın Arap dilinin en eski ve en muteber dayanağı ve hazinesi olduğunu söylemiştik. Ve kat'i görüş olarak, O'nun (Kur'an'ın) kudsi ve vahiysel açıdan da onun dilsel, edebi, lağvı, belaği önemi de birinci sıradadır. Bundan dolayı Arap dil­bilgisi ve nahvi, Kur'an-ı Kerim mutaalası temelleri üzerinde ve onu kullanma teveccühünde şe­killenmiştir. Değerli üstad Murtaza Mutahhari şöyle diyor: "Arap dili sadece Kur'an adında bir kitabın di­lidir. Kur'an sadece bu dilin koruyucusu, muhafızı, hayatta kalmasının birinci derecedeki etkenidir. Son­radan bu dille kaleme alınmış eserlerin tümü, Kur'an'ın ışığında ve Kur'an'ın hatırı için olmuştur..."

Arap dilinin nahiv ve gramer kitapları, örneğin Sibeveyh'in el-Küttab'ından tutun da İbn-i Hişam'ın Muğniyü'l-Lebib'ine kadar ve Abdulğani ed-Dakar'ın Mu'cemu'n-Nahv gibi bugünkü nahiv eserlerine kadar tümü Kur'anî delillere ve kullanımlar esası üze­rine dayandırılmıştır. Yine aynı şekilde Kur'an ke­limelerinin nahvi ve i'rabının şerhine ve genişliğine özgü birçok kitap da yazılmıştır. Örneğin, Ferra'nın eseri Meaniyi'l-Kur'an'ı Ebu Ali Farisi'nin el-Hucce'si, Zeccac'ın eseri İ'rabu'l-Kur'an, Ebu'l-Berekat En-bari'nin eseri el-Beyan, Ebu'l-Beka Ekberi'nin eseri "İmlai ma Minne bihi'r-Rahman", Ebu Muhammed Mekki b. Ebi Talib Kaysi'nin "Müşkil-i İ'rabu'l-Kur'an"ı ve daha buna benzer birçok eser, tamamıyla Kur'anî ibare ve ayetlerinin nahiv ve i'rabının şerhi konusundadır. Ebu Hayyan-ı Nahvi-yi Gırnati'nin "Tefsiru'l-Bahru'l-Muhit" adlı 8 ciltlik eseri Kur'an’ın en önemli nahvî tefsiridir. Zamahşeri'nin Keşşafı da bu açıdan teveccühe şayandır. Günümüz asrında bu alanda çok önemli iki esere sahibiz ki birisi, Muhyeddin ed-Derviş'in "İ'rabu'l-Kur'an-ı Kerim" isimli 10 ciltlik eseridir. Diğeri de Mahmud Safi'nin 33 ciltlik "el-Cedvel fi İ'rabi'l-Kur'an ve Serfehu" isimli eseridir. Kur'an i'rabını veya Kur'an nahvini anlamak her Kur'an araştırmacısı ve özellikle de her müfessir, mü­tercim ve fakih için temel bir öneme sahiptir. Ya da Kur'an ilimleri için en başta gelen bir gerekçedir. Kur'an-ı Kerimin ince sanatlarında ve onun kıraatindeki farklılıklarının üzerinde teemmül ve tah­kik yapmak isteyen bir Kur'an bilimcisi, Arap dili açı­sından ve dilbilgisi, belagat ilimleri açısından sorunlu olmamalıdır.[95] 

 

12- Kur'an Kıssaları

 

Daha evvel, önceki bölümlerde Kur'an-ı Kerim'in büyük anlamsal, içeriksel ve konusal türlerine işaret etmiştik ki, bu açıdan onun hacmi gözönünde bu­lundurularak aynı zamanda üstün sanatsal değerlere de sahip olan diğer semavi veya beşeri hiçbir kitap onunla mukayese edilemez. Hatti olmayan aksine toplu, içeriksel ve hacimsel olan Kur'an-ı Kerim mazmunlarmdaki değişik, şaşırtıcı ve mazmun bağ­lamında sürükleyici güzel görünümlü ahenk, bazen gizli, bazen açık, bazen parça parça bazen de bağ­lantılı olarak tekrar edilmiş ve o da Kur'an kıs­salarıdır. Ayrıca daha önce Kur'an kıssalarının genel olarak Peygamber kıssaları olduğuna da işaret et­miştik. Şu açıklamayıda yapmıştık ki Nuh, Hud veya İbrahim (a.s.) kıssaları gibi her bir Kur'an kıssası, Kur'an kıssalarının bir parçasıdır. Fakat Karun, Lok­man veya Zeyd'in kıssası gibi her Kur'anî kıssa, Pey­gamber kıssalarının bir parçası değildir.

Sadr-ı İslamda, nüzul ve vahiy asrında, Kur'an-ı kerim muhatabları, Kur'anî kıssalara veya peygamberler ve önceki kavimlerin kıssalarına özel bir dikkat göstermişlerdir. Aynı alanda iki olay, bu sadr-ı İslam’da vukubulmuştur. Onlardan birisi, Nadr b. Haris isimli Mekke müşriklerinden birisinin çalışmasıydı ki, bu kişi, dünya görmüş ve bu arada İranbilimcisi idi. Yani İran'a gitmiş ve gerçeğe yakın bir ihtimalle de Farsçayı biliyordu ve İran mitolojisine ait kıssa ve efsaneler konusunda söz sahibi birisiydi. Ve Kur'an-ı Kerim’in üstün cazibesi ve onun dü­şüncesine göre sehirleyici cazibesi karşısında mu­kavemet etmeğe ve onun hikmetini inkar etmeğe ça­lıştı. Kur'an'la cezbolan kimselerin teveccüh ve zihinlerini ondan geri çevirmek için Kur'an-ı Kerimin tabiriyle; "lehvü'l-hadis" (heyecanlandırıcı ve temelsiz ve efsane ve hurafelerle karışık hikayeler) olarak ad­landırılan ve daha sonraları Şehname'de yazılan Rüstem ve İsfendiyar'ın hikayelerine ve ayrıca diğer eski İran destanlarını bu insanlara anlatıyordu. Nadr b. Haris olayı gösteriyor ki Kur'an hikayeleri muhatablarının gönlüne nüfuz etmişti.

Diğer olay da, Ehl-i kitabın nakil ve hikayeleri, özellikle de Peygamber (s.a.v) döneminde müslüman olmuş yahudilerin özellikle de Ka'bu'l-Ahbar, Vehb b. Münebbeh ve Abdullah b. Selam'ın yaptığı nakil ve hikayelerdir. Kur'an kıssalarını açıklamak ve şerhetmek için İsrailiyat (Ben-i israilin ve yahudilerin bilgilerine bağlı olan) olarak bilinen kendi duy­duklarını ve işittikleri sözlerinden tefsir olarak ya­rarlanıyorlardı. Kimi Kur'an araştırmacıları ve muhakkıkları İsrailiyata ve onun benzeri olan Nasraniyata (İslami konuların açıklanması ve şerhi için mesihi söz ve bilgiler) büyük bir önem veriyorlar ve onları tarihi-tahkiki birer değer olarak gö­rüyorlardı. Diğer bir kısmı da bunun tersi bir görüşe sahiptir. Bu tür değerleri tamamen kötü görmekte ve bu tür efsanevi ve gayri tarihi haberlerin müslümanların tefsirlerini karıştırdığı görüşündedirler. Görülmektedir ki, İsrailiyat ve Nasraniyata ihtiyatla ve ilmi intikadla, duygusal olmaksızın yaklaşmak ge­rekir. Bunların aşırı red veya kabulü zarar verici olsa da eleştirel telakkisi yararlı olabilir.

Kur'anî kıssaların normal ve örfi insani kıssalarla hem benzerliği çoktur hem de farklılıkları çoktur. Ör­neğin Kur'anî kıssaların tümü doğru, gerçek ve hak­tır. Hiçbiri hayal ve uydurma mahsulü değildir. Fakat beşeri gerçek ve gerçekçi hikayelerle de bariz farkları vardır. Örneğin Kur'an kıssalarında harici bir varlığa sahip olmamış olan hiçbir şahsiyet yaratılmaz. Ya da Kur'anî kıssalarda hayalin yer almadığından başka zamansal ve mekansal ortamlara ve edebi ve onun benzeri ortamlar ve açılımlara da yer yoktur. Hatta Kur'anî kıssaların zahiri bir teselsül ve devamlılığı da yoktur. Genellikle îlahî Peygamberlerin yaşamının ve karşılaştıkları olayların bir bölümüne yapılan telmihatlar birkaç ayette getirilmiş ve bu tür telmihat ve işaretler, Kur'an-ı Kerim'in tümüne yayılmıştır. Bir kıssanın baştan sona bir surede ele alındığı çok az ol­muştur. Bu konuda sadece bir tek istisna vardır. O is­tisnada Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasıdır. Bu kıssa, tek parça halinde Yusuf suresinde ele alın­mıştır.

Ondan sonra bir dereceye kadar bu konulara işa­ret edilebilir ki, elbette Yusuf kıssası oranında tek parça, mufassal ve müselsel değildirler: Hz. Musa (a.s.) kıssası Taha suresinde, Davut (a.s.) kıssası Sad suresinde, Süleyman'ın hikayesi Neml suresinde. Ya da Nuh destanı Nuh suresinde, Fakat ne ilginçtir ki, Yunus kıssası, Yunus suresinde hatta birkaç ayet ora­nında bile gelmemiştir. İbrahimin kıssası, sadece İb­rahim suresinde değildir. Ve İbrahim suresinde yal­nızca İbrahim kıssası yoktur. Aksine başka konular ve kıssalar da mevcuttur. Onun kıssasının geri kalanını ve belki de daha kapsamlı kısmını Bakara suresinde ve başka surelerde aramak gerekir. Hz. İbrahim'e işaret eden ayetler, Kur'an'ın on beş suresine dağılmıştır. Ya da Musa'nın kıssası, 25 surede sözkonusu edil­miştir.

Kur'anî kıssaların beşeri hikayelerden bir diğer farklılığı da onların hedeflerindedir. Kur'an’ın hedefi heyecan verici ve zevklendirici bir yapıda değildir. Aksine ikaz etme, ibret alma ve ahlaki neticelerin, usullerin ve hükümlerin açıklanmasıdır. Aksine Resulullah (s.a.v)'a teselli vermektir. Ta ki, büyük İlahî Pey­gamberler, halkı irşad ve davet etme yolunda ne sı­kıntılar ve zorluklar çekmiş oldukları ve ne sevgisizlikler görmüş oldukları bilinsin. Ve bütün bunlarla birlikte bükülmez, sarsılmaz, yenilgi kabul etmez, ve hiçbir uzlaşma ve yumuşama göstermeksizin batıl karşısında daima hakkı arayan ve hakkı söyleyen kimseler oldukları anlaşılsın ve kendi gaybi, kuddusi ve insani memuriyet yolunda çalışmış oldukları, hatta şehadeti canları pahasına da olsa satın almış oldukları ve bunun gibi konular olduğu anlaşılsın. Ayrıca şu da söylenebilir: Önceki ümmet ve kavimlerin yaşantıları da İlahî sünnetler türünü ve İlahî tarih felsefesini göstermektedir. Gösteriyor ki itraf ve istikbar, haddi aşma, imansızlık ve ahlaki fesat ne kadar çok kavmi yokluğun içine çekmiş ve buna benzer dersler, hikmetler ve ibretler.

Kur'an kıssalarından veya Peygamber kıs­salarından dersler çıkarılmış ve ayrıca onlar hak­kından kitaplar derlenmiştir. Bu konuda birçok ilgi çekici kitaplar kaleme alınmıştır. Nişaburi'nin Kisesü'l-Enbiya'sı, Peygamber kıssaları hemen hemen her seviyede yazılmış ve insanların istifadesine su­nulmuştur. [96]

 

13- Garibu'l-Kur'an İlmi ve Kavram Bilimi

 

Kur'an-ı Kerim ayetlerinin sayısı 6236 ayettir. Kur'an kelimelerinin sayısı da 77807 kelimedir. Yani Kur'anda kullanılan kelimelerin tamamı Medine mushafında (Osman Taha mushafı, 604 sayfa, her sayfa 15 satır) gelmiş olduğu şekliyle bu kadardır. Bu cüm­leden olarak kelime-i celalenin, yani yüce Allah'ın za­tının ismi olan "Alla", bu mushafta 2699 defa kul­lanılmıştır. Yaklaşık olarak Kur'an’ın tüm kelimelerini yaklaşık seksen bin kelime olarak almak müm­kündür. Murad yani asli kökler ve çoğunlukla Kur'anî sülasi-yi gayr-i mükerrer 1771 kelimedir. Bu köklerin müştakları  (türemişleri)  toplam 11794 kelimedir. Elbette bu rakamlarda zamirler (huve, hiye ve hum gibi) ve edatlar (fi, inde, -inne, innema gibi) sayılmamaktadır. Zira bunlarla birlikte kelimelerin toplam sayısı 12 bin gayr-i mükerrer kelimeyi aşıyor. Daha doğru bir ifadeyle, yaklaşık 12 bin gayr-i mü­kerrer kelime, her biri birkaç kez mukaddes Kur'an metninde tekrar edilmiş olduğunda toplam olarak yaklaşık seksen bin kelimeyi aşmaktadır. Kur'anın 12 bin kelimelik kelime grubunda onun ilk muhatabları için yani Peygamber (s.a.v) dostları için zor ve derin an­lamlı kelimeler mevcuttur. Nitekim Ebubekir "ebb"in anlamında (fakiheten ebben) şüphe etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra Hz. Ali, vahiy kitapları arasında ve Resulullah (s.a.v)'ın yakınları arasında en iyi Kur'an bilimcisiydi. O'ndan sonra da Hz. Ali'nin kendisi üze­rinde irşadda bulunduğu İbn-i Abbas'tır. Kur'an kelimeleri sözlüğünün en eski senedi iki yoldan ken­disinden rivayet edilen İbn-i Abbas'ın cevapları mecmuasıdır. Bu rivayetlerden birisi Nafı' b. Ezrak yoluyla gelmiştir. Diğeri de İbn-i Ebi Talha yoluyla gelmiştir. Nafı' b. Erzakın konuları olarak maruf olan bu kelimeler, Sahih-i Buhari'de ve tam şekliyle Tefsir-i Taberi'de münderictir ve mütaaddid tashihatlarla basılmıştır. Aynı şekilde Suyuti'nin İtkan'ında da münderictir.

Kur'anî lügat-anlamsal sebt ve zabtı açısından önemli kaynak olan Kur'an tefsirlerinden başka Kur'an-ı Kerimin lügat alanında müstakil ve kişisel eserler de mevcuttur ki, bunların bazılarına işaret edelim: Kur'anî kelime lügatları türünün en önemli türlerinden biri Garibu'l-Kur'an veya tefsir-i garibu'l-Kur'an isimli türdür. Baskısı da mevcut olan en es­kilerinden biri İbn-i Kuteybe'nin "Te’vil-i Müşküli'l-Kur'an" isimli eserdir. Bir diğeri de İmam Seccad'ın evladı Zeyd'e ait "Tefsir-i Garibu'l-Kur'an" adlı eser­dir. Sicistani'nin bir diğer ismi de Nezhetü'l-kulub olan Tefsir-i garibu'l-Kur'an'ı, İbn-i Mellikan'ın Tef-sirü'l-Garibu'l-Kur'an'ı ve Mecmeü'l-Bahreyn'in sahibi Terrahi'nin Tefsirü'l-Garibu'l-Kur'an'ı gibi eserlerin tümü basılmıştır. Ragıp İsfehani'nin Müfredatül-Kur'an'ı da en muteber eski Kur'anî kelime lügatidir.

İki dilli, özellikle de Arapça-Farsça kelime lü­gatleri de çok fazladır. En önemlileri, İslami Araş­tırmalar Merkezi tarafından Muhammed Cafer Ya Hakki başkanlığında bir Kur'an bilimci heyet ta­rafından 5 cilt olarak yayınlanan "Ferhengname-i Kur'anî" isimli değerli çalışmadır. Üstad Hasan Mustafavi'nin 12 ciltlik "et-Tahkik fi Kelimati'l-Kur'an" isimli eseri de çok değerli ve geniş bir eserdir. Ayrıca Arapça olarak kaleme alınmış olan bir çok mu'cem de Farsçaya tercüme edilmiş ve araştırmacıların hiz­metine sunulmuştur.  [97]

 

14- Kur'an Tercümesi İlmi

 

Bu kitabın başka yerlerinde işaret ettik ki, Kur'anın tercümesi en az Kur'an tarihi derecesinde bir tarihe sahiptir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in hayatı dö­nemindeki vahyin nüzulü zamanından beri varolan bir gerçektir. Tacu't-Teracim'de de mevcut olan meş­hur ve muteber bir rivayet vardır ki bazı İranlılar, Selman-ı Farisi'den Fatiha suresini kendileri için Farsçaya tercüme etmesini istemişler. O da kendileri için bunu tercüme etmiş ve Peygamber (s.a.v) de bunu haber al­dığında herhangi bir itirazda bulunmamıştır. Ve bu tercümeyi namazda arapça nassın yerine Kur'anla birlikte okuyup okumadıkları konusu uzun ve fakihler arasında tartışılır bir konudur. İslami fıkıh ku­rucularından bazıları, yani Ebu Hanife'nin dı­şındakilerin tümü Kur'an tercümesini caiz gör­memişlerdir. Ebu Hanife'ye göre, dili arapça olmayan bir kimsenin Kur'an tercümesini namazda okumasının caiz olduğu söylenmiştir. Fıkhi açıdan Kur'an tercümesini caiz görmeyen Malik, Şafii ve İbn-i Hanbel’in dışında kalan bazıları da vardı ki, Kur'an'ın dilsel-edebi mucizeviliğine inandıklarından tercümesini, caiz değil de nâmümkün sayıyorlardı. Bunların en eskileri olarak Cahız ve İhvanu's-Safa'yı tanıyoruz. Bunlar tercümesinin caiz olduğunu fakat mümkün olmadığını savunuyorlardı. Fakat top­lumsal ihtiyaç ve kültürel (anlamsal) ağırlık, sonuçta Kur'an-ı Kerim'in bazı bölümlerine dayanılarak ör­neğin; "Allah kimseye gücünün yettiğinden öte so­rumluluk yüklemez."[98], "Hiçbir Pey­gamberi kendi halkının diliyle (bir kitapla) yanında olmaksızın göndermedik."[99] ayetlerine da­yanarak tercümeyi caiz ve gerekli saymışlardır. Eski asırlarda Kur'an-ı Kerim tercümesinin zaruretini sa­vunanlardan birisi Tefsir-i Keşşaf’ın sahibi Zemahşeri'dir. Zemahşeri, bu konuda şunları söylüyor: Kur'an-ı Kerim, ya bütün dillerle nazil olmalıydı, çünkü onun muhatabı bütün insanlardır. Ya da nü­zulün yerini alacak bir dille ve tercümeyle bir başka dile çevrilir. Zamahşeri, naklettiğimiz iki ayet gibi Kur'anî dayanaklarla tercümenin zaruretine rey verir. Fakat Kur'an tercümesinin caiz olup olmadığı ko­nusunun kendisi, bin yıllık bir tarihi geçmişe sahiptir. Sonunda Camiu'l-Ezher alimleri ve şeyhleri ister is­temez Kur'an-ı Kerim'in tercümesine cevaz reyi ver­mişlerdir. Belki de günden güne daha çok yaygınlık bulan, yapılmış bir hareket karşısında kararlaştırılmış olabilir. Şayet onun caiz olmadığı yönünde de bir karar almış olsalardı yine de sert bir taşa çarpmış olurlardı. Nitekim bundan dolayı da toplumsal ihtiyaçlar ve kültürel zorluklar, Kur'an'ın her dile ter­cümesini gerektirmiştir. Fakat Şia alimlerinden daha az mani ve sakınmalar nakledilmiştir. Ve İmamiye Şiasının büyük merce'lerinden Ayetullah Hoy, Kur'an tercümesinin caizliğine ve gerekliliğine hüküm ver­miştir. Pratikte de Kur'an’ın ilk kamil tercümesi Fars diliyle olmuştur, k. 345 yılında kaleme alınmış olan Tefsir-i Taberi'nin tercümesi ilk tercüme değildir. Ak­sine k. 250 ile 350 yılları arasında yapılmış olan "Kur'an-ı Kuds Tercümesi" mevcut ilk Farsça ter­cümedir. [100]

 

KUR'AN-I KERİM KONUSUNDA 101 NOKTA

 

Kur'an Hakkında Temel Bilgiler

 

1- Kur'an-ı Kerim Tevhidi ve İbrahimi dinler ara­sında en son İlahî vahiysel bir programdır ve İslam’ın mukaddes kitabıdır. İlk günde indiği şekliyle vahyin nüzulü, olduğu gibi hiçbir eksiklik ve fazlalığa maruz kalmaksızın semavi dinler tarihinde bir geçmişi olan çok büyük bir dikkatle toplanan ve tedvin edilen bir şekille Hz. Peygamber (s.a.v)’in zamanında yazılmış olan fakat bir kitap ve mushaf halinde olmayan nüshadan yararlanılarak Hz. Osman döneminde kitab (mushaf) haline getirilir. Bu büyük ve eşsiz olay hicri 11. yılı ile henüz Osman'ın hilefette olduğu 30. yıl arasında ger­çekleşti.

2- İmam Mushafı, Osman Mushafı'nın kendisidir. Bunların toplam sayısı beş veya altıdır. Bu nüshalar, Kur'anbilimcisi bir hafızın eşliğinde, o günün büyük İslam merkezlerine gönderilmiştir. (Nüshanın biri Mekke'ye, biri Medine'ye, biri Basra'ya, biri Kufe'ye, bir nüsha Bahreyn'e ve bir nüsha da Şam'a gön­derilmiştir).

3- İmam veya Osman Mushafı asırlarca baki kal­mıştır. Nitekim İslam dünyasının en büyük üç gez­gini yani İbn-i Cübeyr (k. 614), Yakut (k. 626) ve İbn-i Batuta (k. 779) her üçü de kendi asırlarında halkın Şam'da büyük bir özenle koruduğu ve onu koruyup saygıda bulunduğu mushafı gördüklerini söy­lemektedirler. Fakat bu nüsha h. 1310 yılındaki bed­bahtça bir yangınla ortadan kalkmıştır. Ayrıca İmam (Osman) mushaflarından birisinin günümüzde Kahire'deki Daru'l-Kütubu'l-Mısriyye'de hala muhafaza edildiği ve rahle boyutundan (örneğin gazete boyutu büyüklüğünde) olduğu ve günün seçkin alimleri ta­rafından yeniden düzenlendiği söylenmektedir.

4- İmam mushafının geriye kalanlarının elde bulunmaması ve hatta Daru'l-kütub'daki nüshanın dahi o mushaflardan (İmam ve Osman mushafı) olmadığı iddiası doğru bile olsa mevcut olan ve İslam dün­yasının resmi Kur'an'ına herhangi bir eksiklik ve zarar vermez. Zira Kur'an-ı Kerim, mütevatir bir me­tindir. Hicri 30. yılından günümüze kadar hiç ara­lıksız ve gevşeklik gösterilmeksizin milyonlarca nüsha onlardan İslam dünyasının her tarafında ço­ğaltılmıştır.

5- Kur'anın ilk baskısı Paganini'nin aracılığıyla Veniz'de m. 1503 ile 1523 yılları arasında ger­çekleşmiştir. Kur'an-ı Kerim'in diğer önemli baskıları da şunlardır: İbrahim Henkelman'ın m. 1694'teki bas­kısı (Hamburg), Folugal baskısı (m. 1834, Laypzik), Müslümanların m. l787'deki ilk baskısı olan Sen Petespurg baskısı, k. 1242 veya k. l244'teki Tebriz bas­kısı. Kur'an-ı Kerim’in ilk ilmi tashih ve baskısı Kahire mushafıdır. Bu çalışma, k. 1342/m. 1923 yılında el-Ezher'in değerli üstadları aracılığıyla ve Birinci Melik Fuad'ın katkılarıyla yapılmıştır. Bu mushaf, basılı mushafların en muteber olanıydı ve Hafs'ın Asım'dan aldığı rivayete göre düzenlenmiştir. Bugün İslam dünyasında varolan ve resmi mushaf olarak kabul edilen Medine mushafı da bu Kahire mushafı baskı ve düzenltisine dayandırılmıştır. Bu mushaf, meşhur. Suriyeli üstad hattad Osman Taha'nın hattıyla ya­zılmıştır.

6- Kur'an ayetlerinin sayısı, sahih olan rivayete göre 6236 ayettir.

7- Kur'an’ın hacmi yaklaşık olarak Ahd-i Cedid (indiler ve onlara bağlı olan risaleler) veya Hafız di­vanı büyüklüğündedir.

8- Kur'an kelimeleri sayısı 77807 adettir.

9- "Allah" kelime-i celalesi Kur'an-ı Kerimde 2699 kez kullanılmıştır.

10- Kur'an’ın asli kökleri, yani çoğunlukla sülasive gayr-i mükerrer kökleri 1771 adettir.

11- 1771 asli kökten türeyen müştaklar ve sigalar toplam 11794 adettir. Yani Kur'an-ı Kerim 11794 muh­telif sigaya sahiptir ki, şayet her birinin tekrarını da hesaba katacak olursak bu sayı 77807 adete çıkar.

12- Kur'an, Mekki ve Medeni olarak ayrılan 114 sureye sahiptir.

13- Mekki ve Medeni coğrafi olmaktan çok ta­rihidirler. Mekki vahiy, bi'set asrına ve hicret ön­cesine aittir. Medeni vahiy ise, hicret asrına ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mekke'ye dönüşüne aittir.

14- Kur'an nüzul sırasına ve hesabına göre der­lenip tedvin edilmemiştir. Aksine Hz. Resul (s.a.v)’ün ön­cülüğünde -ki o da cebrail-i emin'den getirmiş ol­duğu vahyin öncülüğüyle- her ayetin her suredeki yeri ya da her surenin Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde tam ve kamil olan fakat kitap şeklinde olmayan mushaftaki yeri belirlenmiştir. Kur'an’ın düzenlenmesinin surelerin uzunluğu esasına göre olduğu söylenebilir. Yani Fatiha’nın (ya da hamd, Ku'ran'daki ilk sure) dı­şında Bakara, Kur'an'ın en uzun süresidir ve muvazeteyn sureleri ise (yani Kur'an'ın sonunda yer alan Felak ve Nas sureleri) ve onlardan önceki birkaç sure Kur'an'ın en kısa sureleridir. Fakat bazı sureler de vardır ki bu ölçü dahiline pek alınmamıştır.

15- Kur'an-ı Kerim 30 cüz'e (otuz parça) sa­hiptir. Her cüz, bir diğer cüzle aynı uzunluktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in veya ondan sonrakilerin bu tür bir taksimi, Kur'an'ın günlük okunmasının daha kolay bir hale gelmesi için yapmış olmaları ihtimali vardır. İslam dünyasının bugünkü resmi mushafında, yani Medine Mushaf’ında Osman Taha'nın hattıyla, her cüz 20 sayfadan, her sayfa 15 satırdan oluşmaktadır.

16- Kur'an’ın 30 cüz'ünden her bir cüz dört veya iki hizbe, Kur'an’ın tümü de 120 veya 60 hizbe ayrılır. Bu tür bir taksim de Kur'an'ın meclislerde daha düzenli bir şekilde kullanılması için düzenlenmiş ola­bilir.

17- Her beş ayet hems (=h) ve her on ayet Aşir (=a) olarak da taksim edilmiştir. Ve bu taksim tahmis ve ta'şir olarak isimlerdirilmiştir. Bu tür taksimlere Kur'an’ların haşiyelerinde işaret edilmiştir.

18- Kur'an’ın bir diğer içsel ve tafsili taksimi de rukuat şeklindedir. Rukuatlar, diğer Kur'an tak­simlerinin aksine belirli ve eşit bir ölçü ve uzunluğa sahip değildir. Tersine seçkin Kur'anbilimcileri na­mazda Fatiha’dan sonra okunmaya hem mevzu olarak hem de anlam ve okuması açısından uygun olan ve namaz kılan kişinin bunu okuduktan sonra rukua varması açısından birkaç ayetten müteşekkil bu par­çalara rüku'/rukuat diye isimlendirmişlerdir. Kur'an’ın rukuatının sayısı meşhur rivayete göre 540 adettir.

19- Kur'an-ı Kerim, değişik şekillerde ve türlerde yazılmış ve basılmıştır. Kur'an-ı Kerim'in eski asır­lardaki güzel yazanlarından en önemlisi İbn-i Mekle (sülüs hattında), İbn-i Bevvab ve Yakut-i Musta'sımi, yeni asırlarda ise en önemlileri, Ahmed Nirizi'dir. İslam dünyasının son dönemdeki en iyi güzel ya­zıcılarından birisi de Türk sanatçı hattat Hamid Amedi'dir. Bir diğeri de Suriyeli hattat Osman Taha'dır. Aynı şekilde Kur'an değişik ebatlarda da yazılıp basılmıştır. Örneğin Kur'an'ın tümü tek sayfa ha­linde (hatta bir gazete sayfasından daha küçük bir ebatta) basılmıştır ki baskı olarak çok küçüktür ve ancak büyüteç vasıtasıyla okunabilir. Ayrıca örneğin iki santimetrelik çok ince kağıtlara da yazılmış ve ba­sılmıştır.

20- "Amme cüzü" Kur'an’ın en son, yani otuzuncu cüzüdür ve ihtiva ettiği surelerin çoğu kısa ve ge­nellikle Mekki ahenkli surelerdir. 37 sureden mü­teşekkil olup sadece 3 tanesi Medenidir. Geriye kalanın tümü Mekkidir. Amme cüzün ilk suresi Nebe' süresidir. Bu sure "Amme" sözcüğüyle başladığı için bu ismi almıştır ve eskiden beri genellikle Kur'an öğ­renimi için derslerde, okullarda ve Kur'an kurs­larında bu cüz okutulmuştur.

21- Kur’an-ı Kerim'in daha derin, daha dikkatli bir şekilde tanınması, anlaşılması ve üzerinde araş­tırma yapılması için meydana gelen ve İslam tarihi ve İslambilim tarihi boyunca daima artış kaydeden bu ilimlerin tümü "Kur'anî ilimler" olarak ad­landırılmıştır. Aynı şekilde tecvid, tertil ve tercüme gibi bazı fenler de onun bir parçasıdır ve bu Kur'anî ferilerin ve ilimlerin daha önce bu kitabın üçüncü bö­lümünde genişçe ele alındığı şekliyle şu kısımlara ayrılır:

a- Kur'an tarihi,

b- Osman tarzı ilmi,

c- Mekki ve Medeni ilim,

d- Nüzul sebebi ilmi,

e- Nasıh ve mensuh ilmi,

f- Muhkem ve müteşabih ilmi,

g- Kur'an’ın tahaddi, i'caz ve tahrif kabul etmezliği,

h- Tefsir ve te'vil,

i- Kıraat, tecvid ve tertil,

j- Kur'an fıkhı veya ahkamu'l-Kur'an,

k- Kur'anın i'rabı veya Kur'an di­linin nahiv ve dilbilgisi,

l- Kur'an kıssaları,

m- Garibu'l-Kur'an veya Kur'an’ın kelimebilim ilmi,

n- Kur'an tercümeleri ilmi.

22- Kur'an kıssalarının geneli (yani daha geniş ve daha genel bir şekilde) Peygamber kıssalarıdır. Kimi Kur'an kıssaları vardır ki örneğin Ashab-ı Kehf kıs­sası veya Lokman ve Firavun kıssaları, Kur'an'm bir parçası oldukları halde Peygamber kıssaları de­ğildirler.

23- Peygamber kıssaları daha çok Mekki su­relerde zikredilmiştir. Fıkıh ve Ahkamu'l-Kur'an ise daha çok Medeni surelerde beyan edilmiştir.

24- Kur'an-ı  Kerim'de  25 büyük Peygamberin ismi zikredilmiştir, ve onların kavimlerini tevhide ve iyiliğe davet eden davetleri kısa veya geniş bir şekilde açıklanmıştır. Bu Peygamberler şunlardır:

 

1- Adem,

2. İbrahim,

3. İdris

4. İshak,

5. İsrail (=Yakub),

6. İsmail,

7. İlyas,

8. Elyesa',

9. Eyyub,

10. Davud,

11. Zülküfl,

12. Zekeriyya,

13. Süleyman,

14. Şuayb,

15. Salih,

16. İsa,

17. Lut,

18. Muhammed,

19. Musa,

20. Nuh,

21. Harun,

22. Hud,

23. Yahya,

24. Yusuf,

25. Yunus.

 

25- Kur'an'ın i'lamı yani Kur'an-ı Kerim'de geçen özel kişilerin, yerlerin isimleri şunlardır:

 

1- Bazen er­kekleri kapsar. Örneğin Zülkarneyn, Şuayb veya İb­rahim gibi.

2- Bazen kadınları içerir. Öreğin, Meryem, bazı peygammber eşleri veya Mısır azizinin karısı ola­rak kendisiden sözedilen Züleyha gibi.

3- Bazen coğ­rafi yerleri içerir: Mısır, Medyen, Mekke ve Medine gibi,

4-  Bazen savaş ve gazvelerin isimlerine şamil olur: Bedir, Uhud (Uhud'dan açıkça sözedilmemiştir) veya Huneyn gibi.

5-  Bazen kavimlerin isimleridir: Arap, Ad, Semud, Ye'cuc ve Me'cuc gibi.

6-  Bazen me­leklerin isimlerini şamildir: Cebrail, Mekail, Melikü'l-mevt, Cehennem meleği, Harut ve Marut gibi. 

7-  Bazen küfür putları ve sanemlerini şamildir:  Lat, Menat, Uzza, Seva', Yaku' gibi.

8- Bazen küfrün elebaşlarıdır: Firavn, Samiri, Karun gibi,

9- Bazen uhrevi gayb alemi isimlerini kapsar: Cennet, Cehennem, selsebil, kevser gibi.

10- Bazen semavi kitapları kapsar: Zebur, Tevrat, İncil, Kur'an gibi. Bu şıkların tümü ayrı ayrı "Kur'an kavramları ilmi" bölümünde geniş bir şekilde ele alındı.

 

26- Kur'an-ı Kerim'in tüm surelerinin başında (Tevbe veya Beraet olarak adlandırılan surenin dı­şında) mukaddes "Bismillahirrahmanirrahim" sözü gelmiştir. Tevbe veya Beraet suresinin kendisi Allah ve Peygamber (s.a.v)'inin müşriklerden kesin olarak beraetini içeriyor. Bundan dolayı beraet, istihlal olarak yani metnin mesajının güçlü başlangıcı ve içeriği "Bis­millahirrahmanirrahim” sözcüğünü getirmemiştir. Fakat bunun yerine Kur'an’ın bir başka suresinde "Bis­millahirrahmanirrahim" sözcüğü iki kez kullanılmıştır. Bu sure Kur'an'ın yirmi yedinci suresi olan Neml süresidir. Bir kez surenin başında gelmiş, diğer kez de surenin otuzuncu ayetinde gelmiştir. Sadece Fatiha suresinde bu sözcük, surenin bir ayeti ola­rak sayılmıştır. Diğer surelerin tümünde "Bismillahirrahmanirrahim" sözcüğü, surenin bir ayeti olarak sayılmamıştır.

27- "Besmele", Bismillahirrahmanirrahim de­mektir. Aynı şekilde tesmiye de "Bismillahirrahmanirrahim"i söylemek demektir ve Bis­millahirrahmanirrahim'e tesmiye ayeti denilmiştir.

28- İstiaze, Avez kökünden gelir ve şeytanın şer­rinden Allah'a sığınmak demektir. Istılahta ise, "Euzu billahimineşşeytanirracim"i söylemek demektir. Bunu söylemek, Nahl suresinin 98. ayetinin de bildirdiği gibi, Kur'an’ın okunmasından önce ve hatta bazı fakihlere göre, namaza başlandığında ve Bismillahirrahmanirrahim'den önce söylemek vaciptir.

29- Huruf-i mukattaa arasında Kur'an’ın en kısa ayeti, yirminci sure olan Taha suresinin başındaki "taha" kelimesidir. Yine 36. sure olan Yasin suresinin başındaki "Yasin" kelimesidir. Dikkat etmek gerekir ki Kaf suresinin başındaki "kaf" ve Kalem suresinin başındaki "nun" müstakil ayet değildirler. Yani bir ayet sayılmamışlardır. Huruf-i mukattaadan ya da fevatıh-ı suver (surelerin başlatıcısı)’den başka Kur'an-ı Mecid'in en kısa ayeti "mudhammetan"dır.[101] Bu ayetin anlamı, "iki yaprak veya koyu yeşillik" demektir. En uzun ayet ise tedayin ayeti (=Deyn, medayene) (borçların yazılması ile ilgili olan ayet)’dir.[102] Zira Medine mushafında, Osman Taha'nın hattıyla 15 satırlık bir sayfanın tümünü kap­sar.[103] Aynı şekilde Kur'an'ın en uzun suresi Bakara süresidir. Mushafta Osman Taha'nın hattıyla 48 sayfadır. En kısa sure ise Kevser süresidir. Mushaftaki uzunluğu sadece bir buçuk satırdır.

30- Kur'an-ı Kerim, birçok vecize ile dopdoludur. Kısa sözcükler şeklinde ve bir ayette hatta bir cümle ile ifade edilmiş olan bu vecizeler, İslam tarihi bo­yunca atasözleri şeklinde veya darbu'l-mesel olarak kullanılmıştır.

Kur'anî vecizelerin beş tanesine işaret edeceğiz:

a- "Nice az bir topluluk çok bir topluluğa Allahın izniyle üstün gelmiştir."[104]

b- "Fakat kalbim iyice yatışsın diye."[105]

c- "Dişe diş ve yaralar birbirine kısastır."[106]

d- "Bu bize geri verilmiş olan sermayemizdir."[107]

e- "Herkes kendine uygun olan yolda hareket eder."[108]

31- Ahkamu'l-Kur'an veya fıkhu'l-Kur'an, Kur'anî ilimlerden biridir ve Kur'an'ın fıkhi hü­kümlerinin tanıtılmasına yöneliktir. Kur'an’da 500 ayete yakın fıkhi hüküm bildiren ayetin mevcut ol­duğunu daha önce de ifade ermiştik.

32-  Müteşabihat, Kur'an’da da açıkça belirtildiği gibi[109] Kur'an’da mevcuttur. Müteşabihat, yani zahiri anlamda tutulmaması gereken ve tu­tulamayacak olan Kur'an ayetleri ve ibareleri de­mektir. "İlahî arş, su üzerinde idi." gibi. Müteşabihatın karşısında ise muhkematlar yer alır. Muhkematlar, Kur'an’ın büyük bir kısmını teşkil ederler ve anlamları zahirlerinden anlaşılır. "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirmelidirler." gibi.[110] Kur'an-ı Kerim'deki müteşabihatlar, 6236 ayet içinde yaklaşık 200 ayettir. Müteşabihatın te'vili caiz, hatta belki ge­reklidir de. Bu görev de ilimde ve imanda rasıh olan­ların yetkisindedir. Bunun tersi, yani muhkematı te'vil etmek ise gerekli değil ve yasaklanmıştır.

33- Peygamber kıssaları, parça parça bir şekilde Kur'an-ı Kerim'in her tarafında gelmiştir. Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssası (Kur'an’ın onikinci suresi olan Yusuf suresinde bir bütün olarak zikredilmiş) dışında hiçbir Peygamberin kıssası bütün olarak tek bir sure içinde anlatılmamıştır.

34- Kur'an-ı Kerim'de iki ayet vardır ki alfabenin tüm harfleri bu ayetlerde kullanılmıştır. Bu iki ayet­ten biri Al-i İmran suresinin 154. ayeti ve diğeri de Feth suresinin 29. ayeti (son ayeti)’dir.

35- Yine Kur'an’da iki ayet de vardır ki her iki ta­raftan da aynı şekilde okunurlar:

a- "Kullun fi felek.[111]

b- "Rabbeke fe kebbir."[112]

36- Kur'an-ı Kerim'in ortası, yani Kur'an’ın tam ortadan iki kısma ayrıldığı yer, Kehf suresinin 19. ayetindeki   "Ve'1-yetelettaf" (ve çok dikkatli dav­ransın) kelimesinin olduğu yerdir.

37- Dört Kur'anî ibare vardır ki onların da her bi­rinde dört mütevali şedde vardır.

a- "Nesiyyenne'r-Rabbu's-Semavat."[113]

b- "Fi Bahrinni'l-Lüceyyi'y-Yahşahu mevcun."[114]

c- Yasin suresi 58. ayeti.

d- Mülk suresi 5. ayeti.

38- Kimi Kur'an surelerinin iki (veya daha fazla) ismi vardır. Aşağıda bunların 25 tanesine işaret ede­ceğiz. Surenin asıl ismi sonradan gelendir:

Alâ                           Rahman

Ebrar                         İnsan

Ahsenu'l-kıses          Yusuf

Ashab-ı Kehf            Kehf

A'ma                         Abese

İkra                           Alak

Elem neşreh              Şerh

Ümmü’l-kitap           Fatiha

İnne enzelna              Kadr

İnşirah                       Şerh

Bedr

Enfal

Beraet

Tevbe

Ben-i İsrail

İsra

Tebarek

Mülk

Hamd

Fatiha

Havariyyin

Sad

Dehr

İnsan

Süleyman

Neml

Arusu'l-Kur'an

Rahman

Amme

Nebe

Kıtal

Muhammed

Kalbü'l-Kur'an

Yasin

Melaike

Fatır

 

39- Huruf-i mukattaa veya fevatıh-i Suver, "elif, lam,mim", "ta, sin, mim", "kaf, ha, ya, ayn, sad" gibi harflere denir. Bu harfler peşpeşe kullanılmış ve 29 harften ya da harflerin toplamından müteşekkildirler ve Kur'an’daki 28 surenin -ki Bakara ve Al-i İmran suresi dışında hepsi Mekkidir- başında yer al­maktadır.

40- Şia araştırmacılarından bazıları demişlerdir ki Huruf-i mukattaadan şayet tekrarlanmış harfleri bir kenara bırakırsak; "Sırate ala hakki nemsekehu." (Yol hak üzeredir. Onu takip ediyoruz) ibaresi çık­maktadır. Ehl-i Sünnet araştırmacılarının bazıları da belki de bu görüşe karşılık olarak bütün bu harf­lerden; "Sıhhe tariqeke me'a's-sünneh" (Senin yolun ancak Ehl-i sünnet ile doğrudur) ibaresini çı­karmışlardır.

41- Eski ve siret-i Nebi veya Kur'an-ı Kerim'e bağlı kaynaklar arasında vahyin başlangıcı ve vahyin nüzulü esnasında Peygamber (s.a.v)'de beliren değişik haller açısından en iyi ve en kamil tavsiflerden biri de Siret-i İbn-i Hişam'dan gelmiştir.

42- Vahiy katipleri, sahabeden okuma-yazması olan sahabelerden 40 kişiye kadar çıkarılmıştır. Bunların en meşhur on kişisi şunlardır:

 

1- Ebubekir,

2- Ömer,

3- Osman,

4- Ali,

5- Ebi b. Ka'b,

6- Zeyd b. Sabit,

7- Talha,

8- Zübeyr,

9- Sa'd b. Ebi Vakkas,

10- Salim Mevlâ Ebi Huzeyfe.

 

43-  Peygamber (s.a.v) ashabı arasında Kur'an-ı Ke­rim’in ilk on hafızı şunlardır:

 

1- Ali b. Ebi Talib,

2- Osman,

3- İbn-i Mes'ud,

4- Ebi b. Ka'b,

5- Zeyd b. Sabit,

6- Ebu Derda,

7- Salim Mevali Ebi Huzeyfe,

8- Muaz b. Cebel,

9- Ebu Zeyd,

10- Temim ed-Dari.

 

44- Kur'an'ın yaklaşık üçte ikisi, Mekke'de nazil olmuştur, üçte bire yakını da Medine'de nazil ol­muştur.[115] Mekki ayet­lerin sayısı, 4468 ayettir, Medeni ayetlerin sayısı ise 1768 ayettir.[116]

45- Hz. Peygamber (s.a.v)’e ilk nazil olan sure Alak (İkra) süresidir, son sure de Nasr süresidir.

46- Kur'an-ı Kerim'in nüzulü, iki şekilde ol­muştur. Bir şekli, bir kezde ve tek parça halinde. Bir diğer şekli de tedrici ve yirmi üç yıllık bir süre zar­fında. Birincisinde, Kur'an, bir defada ve tamamen "leyletü'l-kadr"de "cümleten vahideten" (bir anda) şeklinde Levh-i Mahfuz'dan Beytü'l-İzze'ye ya da Beytü'l-Ma'mur'a (dördüncü gökte) nazil olmuştur. Ve daha sonra müneccemen yani parça parça ve 23 yıllık bir sürede aralıklarla tafsil şeklinde nazil ol­muştur.[117] Molla Muhsin Feyzi Kaşani'nin Kur'an-ı Kerim'in iki şekilde nazil ol­duğu konusundaki görüşü şudur: "Birinci nüzul, Kur'an’ın manasının Peygamber (s.a.v)’in kalbine inmesi anlamındadır. İkincisi, daha sonra yirmi üç yıl zar­fında Cebrail'in ona görünmesi ve vahyi getirmesi ve onun lafızlarını Hz. Peygamber (s.a.v)'e okumuş olması parça parça Hz. Peygamber (s.a.v)'in kalbinden onun di­line gelmesi demektir.[118]

47- Kur'an-ı Kerim'in Resul-i Ekrem (s.a.v) za­manındaki toplanmasına "Te'lif", Hz. Ebubekir dönemindeki toplanma işine de "Cem' "denmektedir.

48- İslam toplumun sadr-ı İslam’da sarsılmasına ve Ömer gibi birçok sahabenin Kur'an'ın -ki o zaman Kur'an yazılmıştı fakat mushaf veya kitap haline ge­tirilmemişti- geleceği konusunda endişeye ka­pılmasına yolaçan iki olaydan biri, birçok Kur'an oku­yucusunun ve hafızın canını kaybettiği Yemame savaşıydı. Bir diğeri de, yine Kur'an hafızı olarak bi­linen 70 civarında sahabenin canını kaybettiği Birr-i Mauna gazvesi idi.

49- Osman döneminde Kur'an’ı cem' ve tedvin etme ve Kur'an'ın son şeklini verme ve Osman mushafını teşkil etme komisyonu başında bulunan Zeyd b. Sabit hem vahiy katibi idi, hem de Kur'an hafızı idi. Hem de Ebubekir döneminde ve onun emriyle vahye dayalı olarak Resulullah (s.a.v)’tan geriye kalan ya­zılı fakat dağınık olan bir mushafı toplamıştı ki, önce Ömerin yanındaydı ve ondan sonra da kızkardeşi Hafsa'nın yanında emanet duran nüsha daha sonra Osman döneminde yaptıklarının temel kaynağı ol­muştur.

50- Zehravan veya Zehravin Kur'an'ın iki su­resine ıtlak olunur: Bakara ve Al-i İmran.

51- Karineteyn, Kur'an’ın iki suresine ıtlak olu­nur: Enfal ve Tevbe.

52- Muavezeteyn, Kur'an’ın son iki suresine, yani Felak ve Nas surelerine verilen addır ki, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v), onları okumakla torunları Hasan ve Hü­seyin'i Allah'a teslim ettiği için bu isimle ni­telendirilmiştir.

53- "Dört kul" ibaresi Kur'an-ı Kerim’in sonunda yer alan ve "kul" sözcüğüyle başlayan dört sure de­mektir:

 

1- Kafirun suresi. Kur'an’ın 109. süresidir.

2- İhlas suresi, Kur'an’ın 112. süresidir.

3- Felak suresi, Kur'an’ın 113. süresidir.

4- Nas suresi, Kur'an’ın 114. süresidir. Müslümanlar bu sureyi belalardan korunmak için sık sık okurlar. Hafız şöyle der: "Pe­şinden İhlas suresini okudum ve gitti."

 

54-"ve in yekadu", Kalem suresinin sondan ikin­ci ayetinin başlangıcıdır. Ayetin tümü (sonraki ayetle birlikte) şöyledir: "O inkar edenler, zikri (Kur'an’ı) işit­tiklerinde, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi, ‘o delidir’  diyorlardı. Halbuki o, bütün alemlere (gönderilmiş) bir uyarıdan başka bir şey değildir."[119] Müfessirler bu ayetin şerhi ko­nusunda şöyle demişlerdir: Bir grup kafir, göz değdirmeleriyle, nazar değmeleriyle çok meşhur olan Ben-i Esed kabilesinin bu özelliklere sahip adamlarını getirip Resulullah (s.a.v)'a nazar etmelerini ve onu alt et­meyi düşündüler. Fakat Yüce Allah onu, İlahî bir lütufla korudu ve bu ayet o münasebetle nazil oldu. Hasan-ı Basri ve diğerleri ise demişlerdir ki, bu ayeti okumak ve onu beraberinde taşımak göz değmesinde ve nazarda çok etkindir. Bu ayetlerden oluşan nazar muskalarının yapılması ve çocukların boyunlarına asılması da bundan ileri gelmektedir. Hafız şöyle der: "Ünsiyet mahfili kurulmuş ve dostlar da toplanmış / Ve in yekadu'yu okuyun ve kapıyı kapayın (yani na­mahremlerin bizim meclisimize girmemeleri için ka­pılan kapatın)."

55- Ayete'1-Kürsi: Kur'an-ı Kerim’de iki ayet var­dır ki, özel bir değer ve öneme sahiptirler. Bunlardan birisi, Nur ayeti (Nur suresi 35. ayet). Diğeri de Ba­kara suresinin 255. ayeti olan Ayete'l-kursi'dir. Ki­mileri bundan sonra gelen iki ayetin yani 256 ve 257. ayetlerin de buna dahil olduğunu ve Ayete'1-kursi'nin bir parçası olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v)'den ve Masum imamlardan ve din öncülerinden bu ayetlerin önemi ve kaza ve belalardan korunmak için okunması noktasında birçok rivayetler ya­pılmıştır, İmamiye Şiasına bağlı olan biz müslümanlar arasında, her namazdan sonra ve gece yatmazdan önce bu ayetin okunması sünnettir.

56- Hamidat, Elhamdülillah ile başlayan beş su­redir. Bu sureler;

 

1- Fatiha,

2- En'am,

3- Kehf,

4- Sebe',

5- Fatır sureleridir.

 

57- Müsebbihat; İsra, Hadid, Haşr, Saf, Cuma, Tegabun ve A’la surelerinden ibarettir.

58- Secde ayetleri vacib ve mustehab olarak top­lam 15 ayettir. Bunlardan dördü vacip secdedir. Bun­lar okunduğunda veya duyulduğunda secde etmek gereklidir. Bu dört secdenin yer aldığı sureler, Azayim olarak adlandırılırlar. Bu sureler, Secde, Fussilet, Necm ve Alak sureleridir.

59- Mufassilat, Kur'an’ın 66 küçük suresinden iba­rettir. Hucurat, yani Kaf suresinden başlar ta Kur'an’ın sonuna dek devam eder. Ayrıca Kur'an’ın başında yer alan Fatiha suresi de buna dahildir.[120]

60- Seb'e tuvel veya tival: Bakara suresinden Tevbe suresine kadar olan yani Enfal suresinin so­nuna kadar olan yedi sure demektir.

61- Mesani, Kur'anî ilimler ıstılahında Şuara su­resinden sonra Hucurat suresine kadar geçen ve ayet sayıları, yüz adedin altında olan surelerin tümü de­mektir. Bu sureler, 27. sureden (Neml) başlar ve 49. sureye (Hucurat) kadar devam eder. 182 ayetten olu­şan Saffat suresi bundan istisnadır. Ayrıca 100 ayet­ten az olan yani Enfal, Ra'd, İbrahim, Hicr, Meryem, Hacc, Nur ve Furkan sureleri de buna dahildir.[121]

62- Meun / Mein , yüz ayetten fazla ayete sahip olan ve Yunus suresinden Şuara suresine kadar yüzden az olan İbrahim, Ra'd, Hicr, Meryem, Nur ve Fur­kan sureleri dışında kalan surelerden ibarettir. Ayrıca Saffat suresi de bunlara dahildir. Bu sureler, toplam olarak 11 sure olup şunlardan müteşekkildir: Yunus, Hud, Yusuf, Nahl, İsra, Kehf, Taha, Enbiya, Mü'minun, Şuara ve Saffat sureleri.[122]

63- Yedi okuyucu veya Kurra-i Seb'a, hakikatte kıraat imamlarıdır, kıraatbilimci ve mukarra (Kıraatbilimini bilen ve kıraat araştırmacıları) olan üstadlardır. Bunlar şunlardan oluşmaktadır:

 

1- Ab­dullah b. Amir-i Dımeşqi (k. 1-18),

2- Abdullah b. Kesir-i Mekki (k. 45-120),

3- Asım b. Ebi Necved (k. 76-128),

4- Zebban b. Ala' (=Ebu Amr Basri),

5- Hamza b. Habib-i Kufi (k. 80-156),

6- Nafi' b. Abdullah Medeni (k. 70-169),

7- Ali b. Hamza Kesai (k. 119-189).

 

64- Kur'an’ın hadis ve kadim oluşu: Hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda bu konu İslam toplumunun en önemli kelami ve itikadı konusuydu. Hatta Kur'an'ı, kadim olarak kabul eden Ahmed b. Hanbel gibi bü­yüklerden bir grup, zamanın halifesi Me'mun ta­rafından istihza (savundukları iddianın delilini ge­tirme) konusu oldular ve kamçı yediler. Zira İslam kültüründeki bu garib inanç arayışı macerasına Mihne (mihnet) denir. Eş'ariye (Ehl-i sünnet), şu id­diayı ileri sürerler: Kur'an nefsi bir kelamdır. İlahî zat ile kaim ve onun kademi ile kadim ve onun zati sıfatındandır. Fakat Mutezile ve Şia ise, şu iddiayı ileri sürerler: İlahî tekellüm O'nun sıfat-ı fiiliyyesindendir ve Kur'an, lafzi bir kelam ve hadistir.

65-  Mısırlı meşhur Kur'an bilimcisi ve Kur'an ilimlerinde en önemli eser olan İtkan'ın sahibi Suyuti, aynı kitabında şunu yazar: Kur'an müfessirinin, en az onbeş ilim ve fen dalında yetkin olması gerekir. Bu onbeş ilim ve fen şunlardan ibarettir:

 

1- Lügat,

2- Nahiv,

3- Sarf,

4- İştikak,

5- Mana,

6- Beyan

7- Bedi',

8- Kıraat ilmi (ve kıraat ihtilafı ilmi),

9- Usul-i din,

10- Usul-i Fıkıh,

11- Esbab-ı Nüzul,

12- Nasıh ve mensuh ilmi,

13- Fıkıh,

14- Mücmel ve mübhemi açıklayan ha­disler,

15- Mevhibet ilmi.[123]

 

66- Acaba Kur'an’ın te'vilini sadece Allah mı bilir?

Bu konu, Ehl-i sünnet ve Şia müfessirlerinin ve Kur'an bilimcilerinin görüşlerinin tartışma alanıdır ve onun Kur'anî dayanağı Al-i İmran suresinin yedinci ayetidir. Yüce Allah, bu surede Kur'an'ın, hem kitabın esasını oluşturan muhkemata sahip olduğunu hem de müteşabihata sahip olduğunu bildirdikten ve kalblerinde yamukluk bulunanların heva ve heveslerine uygun bir şekilde te'vil etme peşinde dolaştıklarını bildirdikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Ve ma ya'lemu te'vilehü illallahu ve'r-rasihune fi'l-ilm." Zira bu Kur'anî ibare, hem nahiv açısından hem de kıraat açısından iki türlü okunabilir:

 a- "Allah" lafze-i ce­lalinden sonra vakf kıraati. Zira bu tür kıraat, birçok Ehl-i sünnetin kıraatidir. Ehl-i sünnetin Zamahşeri, Kadı Abdulcebbar Hemedani, Ebu's-Suud Ammadi, Alusi, Kadı Beydavi gibi ileri gelen alimlerinin bir kısmı ve hatta Nehhas, Ukberi ve Muhammed Safi gibi ileri gelen büyük nahivcileri bu görüşte değiller.

 b- Atıf kıraati. Yani; "Rasihun fi’l-ilm"in "Allah" lafze-i celaline atfedilmesi. Bu tür kıraat, İmamiye Şiasının büyük ekseriyetinin görüşüdür. Ayrıca biraz önce isimlerini zikrettiğimiz kimi Ehî-i sünnet büyükleri de bu görüştedirler. Evet bu ayette, "Rasihun fi'l-ilm" medih konumunda olduklarından ve Kur'an'ın te'vilini bilmemek medih olmadığından ve şayet Allah dışında hiç kimse Kur'an’daki müteşabihatın te'vilini bilmeyecekse -eliyazubillah- bu takdirde Kur'an, muammaya benzer ve sonuçta Kur'an sa­hibinin amacını zedeleceyinden ve hatta Resul (s.a.v) ve imamların dahi Kur'an'ın te'vilini bileyeceğini söy­leneceğinden dolayı paragrafın başında getirdiğimiz bu soruya cevaben şöyle deriz: Evet ilimde Rasih olanlar (derinleşenler) -ki birinci derecede Resulullah (s.a.v) ve masum imamlar gelir (Zira imamlar; "Biz ilim­de rasih olanlarız ve bundan dolayı da Kur'an’ın te'vilini biliriz." demişlerdir). Onlardan sonra da Kur'anbilimcileri ve ilim ve edeb erbabı gelir- mü­teşabihatın te'vilini bilirler ve bu tevili yapabilecek yeterliliktedirler.

67- Farsça tercüme: Yani en eski Kur'an ter­cümesi Resulullah (s.a.v) döneminde başlamıştır. Zira Peygamber (s.a.v)’in Necaşi, Mukavkıs ve Husrev-i Perviz gibi devlet adamlarına göndermiş olduğu davet mektuplarında, Kur'an ayetleri de yer almaktaydı. Tabii olarak bu davet mektuplarındaki ibareler ve Kur'an ayetleri kendisine gönderilen padişahın diline tercüme ediliyordu. Peygamber (s.a.v) de bunu biliyor ve herhangi bir itirazda bulunmuyordu. Bir diğer olay da, bazı İran’lıların İslam’ı seçtikten sonra Selman'dan kendileri için Fatiha suresini tercüme etmesini is­temeleriydi. O da bu işi yapmış ve Hz. Peygamber (s.a.v) de bu olaydan haberdar olmuş ve herhangi bir iti­razda bulunmamıştır. Sonraki asırlarda da İranlılar, Kur'an'ı kendi resmi ve ana dillerine tercüme eden ilk kavim olmuşlardır. İlk ve en eski Farsça Kur'an ter­cümesi yaklaşık h.k. 250-350 yıllarında yapılmış olan "Kur'an-ı Kuds Tercümesi" isimli tercümedir.

68- Türkçe Kur'an tercümesi: Kur'an’ın k.734 ta­rihli Türkçe tercümesi olan bir nüsha İstanbul sanat müzesinde   saklıdır. Bu tercüme en eski Türkçe Kur'an tercümesidir.

69- Urduca Tercüme: Urdu diline tercüme edilen ilk Urduca Kur'an tercümesi Mevlana Şah Refiuddin Dihlevi'nin tercümesidir, (k. 1190). Bundan sonraki yıllarda  birçok Urduca tercüme yapılmış ve ba­sılmıştır.

70- Latince tercümesi: Kur'an’ın ilk Latince ter­cümesi Robert Kotoni (Robertos Kotonensis) ta­rafından miladi 1143 yılında yapılmıştır. Bu tercüme asırlar sonra Martin Luter'in izniyle bastırıldı.

71- İngilizce Kur'an tercümesi: Kur'an-ı Kerim'in İngilizceye tercümesi diğer Avrupa dillerinin tümünden daha fazla yapılmıştır. Günümüzde kırktan fazla tam ve yüzden fazla da seçme türünde İngilizce Kur'an tercümesi mevcuttur. İlk İngilizce tam Kur'an tercümesi Aleksandre Ras'ın kalemiyle miladi 1648 yılında yapılmış. Bu tercüme, Kur'an'ın Fransızca ter­cümesinden yapılmıştır. Gayrı Müslimlerden Arthur Arberi'nin tercümesi güzel bir tercümedir. Müs­lümanların yaptıkları tercümeler içerisinde ise en iyi tercüme Pıkthal ve Abdullah Yusuf Ali'nin ter­cümeleridir.

72- Fransızca Kur'an tercümesi: Fransızca en iyi Kur'an tercümeleri, Biberstein Kasimirsky'nin ter­cümesi ve Belaşir'in tercümesidir.

73- Almanca Kur'an tercümesi: Almanca en güzel Kur'an tercümesi, Ulman tercümesi, Hening ter­cümesi ve son dönemlerde Rudi Parit'in açıklamalar ve kavramlar ekiyle yaptığı tercümedir.[124]

74- Rusça Kur'an tercümesi: En güzel Rusça Kur'an tercümelerinden birisi Kraçofski'nin ter­cümesidir. Bir diğeri de içinde bulunduğumuz yılda basılan (m. 1996) prof. Osmanof'un tercümesidir.

75- Günümüzde Kur'an yaklaşık yüz dünya di­line tercüme edilmiştir. Özellikle İslam İnkılâbının gerçekleşmesinden sonra bu artış daha fazla ol­muştur. Yapılan tercümeler defalarca basılmıştır.

76- Kur'an-ı Kerim'in yaklaşık üç bin tefsiri ol­duğu söylenmektedir. Bu tefsirler, değişik dünya dil­lerinde yazılmıştır. Bunlar (baskısı olmayanların dı­şında) el yazması nüshaları şeklinde dünya ve İslam dünyasının önemli müzelerinde koruma altındadır. Ya da taş baskı, ofset veya benzeri şekillerde ba­sılmışlardır. Bugün Şii aleminde yaklaşık bin tefsir vardır ki, bunların tümü mevcuttur.

77- Acaba Kur'an "ğes" ve "semin"e (zıt kav­ramlar =doğru ve yanlış) sahip midir? Bu konu eskiden beri müslüman Kur'anbilimcileri ve Kur'an araştırmacıları arasında tartışma konusudur. Es­kilerden tam anlamıyla bu soruya açık bir şekilde cevap veren kişi, İmam Muhammed Gazali'dir. Zira İmam Gazali, kendi inancına uygun olarak Kur'an-ı Kerim'in ğes ve semine sahip olduğunu, Cevahirü'l-Kur'an isimli eserinde dile getirmiş ve Kur'an’ın daha üstün ayetlerini burada zikretmiştir. Bu ayetlerin sa­yısı yaklaşık 1400 ayettir (Kur'an’ın yaklaşık dörtte bi­rini teşkil etmektedir).

78- Kur'an’ın en mufassal terci-i bendi Rahman suresindedir ki 31 defa; "Febi eyyi alai rabbikuma tukezziban?"  (Şimdi Rabbinizin hangi  nimetlerini ya­lanlarsınız?) ayeti tekrarlanmıştır. "Rabbikuma", iki kişinin yaratıcısı, yani ins ve cinin yaratıcısı demektir. Bu ayetin okunması esnasında "La bi şey'in mine'l-aike rebbena nukezzibu" ya da "ve la bi şey'in min niemike Rabbena nukezzibu, feleke'l-hamd" (Rabbimiz seni ve senin nimetlerinden hiçbirini yalanlamıyoruz. Ancak sana hamdederiz.) demek gerekir.

79- Kur'an-ı Mecid'deki diğer iki terci-i bend de Kamer suresindedir. "Fekeyfe kane azabı ve nuzuri." (Benim azabım ve uyarılarım nasılmış görün.) ayeti üç kez tekrarlanıyor. Aynı şekilde; "Ve lekad yesserne'l-Kur'aneli'z-zikri fehel min müdekkirin." (Andolsun biz, Kur'anı öğüt almak için kolaylaştırdık, öğüt alan yok  mudur?)ayeti  de  dört  kez  aynı  surede  tek­rarlanmıştır.

80- Bir diğer terci-i bend de, Murselat suresinde mevcuttur. "Veylun yevmeizin lil mükezzibin!" (Böyle bir günde inkarcıların vay haline!) ayeti on kez tek­rarlanmıştır bu surede.

81- Vakf (durma) işaretlerinden bazıları şun­lardır: Mim: vakf-ı lazım (gerekli durak), Lam: adem-i vakf (burada durulmaz). Sella: durmak caiz ise de durmadan devam etmek daha evladır. qella: Durmak evladır. Cim: durmak caizdir.

82- Kur'an’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber (s.a.v)'dir ve O'nun tefsirlerinden bazı örnekler sure sure şek­linde   Suyuti'nin İtkan'ında nakledilmiştir. Ayrıca Kur'an ayetlerini açıklayan ve tefsiri hadisler olarak isimlendirilen birçok hadis de kendilerinden nak­ledilmiştir.

83- Resulullah (s.a.v)'dan sonra ilk İslam toplumunun en büyük Kur'anbilimcisi ve müfessiri, Ali b. Ebi Talib'dir.  Zira İmam Ali yemin ederek şöyle bu­yurmuştur: Şayet istersem Hamd suresinin tefsirini yetmiş deve yükü miktarı olacak bir bilgiye sahibim. Aynı şekilde kendileri, vahiy katiplerinden ve Kur'an hafızlarındandı ve mushafını Peygamber (s.a.v)'in ve­fatından yaklaşık bir hafta sonra topladı. Fakat bu mushaf, tefsiri açıklamalara ve ayrıntılara sahip ol­duğundan ve örneğin Kur'an'da kendilerine işaret edilen fakat isimleri zikredilmeyen münafıkların isimlerini zikretme gibi konuları içerdiğinden dolayı nüzul sırasına göre tertiplenmiş olan bu mushafı ken­disinden kabul etmediler. İmam, başta buna kırıldı fakat daha sonra Osman döneminde Zeyd b. Sabit'in başkanlığında îmam mushafını (Osman Mushafı) cem' ve tedvin etme noktasında yapılan itinalı ve titiz çalışmaları görünce onu kabul etti ve kendi mushafını kimseye göstermedi. Ve şöyle buyurdu: "Eğer Osman'a verilen görev, bana verilse idi ben de Kur'an’ın cem' ve tedvini konusunda ancak onun gi­bisini yapardım."

84- Hz. Peygamber (s.a.v) ve Hz. Ali'den sonra ilk İslam toplumunun en büyük Kur'anbilimcisi, Hz. Ali'nin talebesi olan İbn-i Abbas (Abdullah b. Abbas)'tır. İbn-i Abbas'ın Tefsir-i Taberi'de zikredilen tefsiri sözleri daha sonra ayrı bir şekilde ve toplu ola­rak basılıp yayınlanmıştır.

85- İbn-i Abbas'dan sonra onun talebesi olan Mücahid, büyük bir müfessirdir ve rivayete göre, Kur'an’ı otuz kez İbn-i Abbas'ın yanında ders ve tefsir şek­linde devir etmiştir. Mücahid'in aynı zamanda Hz. Ali'nin de talebesi olduğu rivayet edilmektedir. Onun tefsiri iki cilt halinde basılmış olup baskısı mevcuttur.

86- İslam dünyasının eski tefsirlerinin en önem­lisi Tefsir-i Taberi'dir. Büyük İranlı tarihçi ve mühaddisinin bu tefsiri 30 cilt halinde basılmış olup çok yaygındır. Bu tefsir, İslam dünyasının en eski ve en önemli naklî veya me'sur tefsiri olarak da sa­yılmaktadır.

87- Şia'nın en eski tefsirlerinden bir tanesi, iki cilt halinde basılmış olan Ali b. İbrahim Kumi'nin tef­siridir. Bir diğeri de Fırat Kufi'nin tefsiridir. Bu tefsir de basılmıştır. Kumi ve Kufi hicri üçüncü asrın sonu ve dördüncü asrın başlarının müfessirlerindendir.

88- İmamiye Şiasının en eski Farsça tefsiri, Ebu'l-Futuh Razi (hicri  altıncı asrın ortalarında)'nin "Revzi'l-Cinan ve revhi'l-Cenan" isimli tefsiridir. Bu tefsir 20 cilttir ve daha önceleri Allame Kazvini, Mer­hum Kumşei, merhum Şi'rani'nin katkılarıyla ve son­radan Dr. Muhammed Cafer Yahaki ve Dr. Mehdi Nasıh'ın çabalarıyla basılmıştır.

89- En eski Farsça irfani tefsir, Reşidüddin Ebu'l-Fazl Meybudi'nin (k. 520) "Keşfü'l-Esrar ve Uddetü'l-Ebrar" isimli tefsiridir. Bu tefsir, Hace Abdullah Ensari'nin İmalî tefsirine dayanmaktadır.

90- Mutezile mezhebinin veya fırkasının en önemli tefsiri Zemahşeri'nin (k. 538) "el-Keşşaf" isimli tefsiridir.

91- İslam dünyasının en önemli kelamı tefsiri, Eş'ari mezhebine uygun olarak, İmam Fahr-i Razi'nin (k. 606) Tefsir-i Kebir'idir. Bu tefsir, 30 ciltten fazladır.

92- İmamiye Şiasının en toplu eski tefsiri, Ebu Ali Eminü'l-İslam Fazl b. Hasan Tabersi'nin (k. 548) 10 ciltlik Mecmeü'l-Beyan isimli tefsiridir. Bu tefsirin aslı Arapça olup Farsçaya tercüme edilmiştir.

93- Şia'nın hicri ondördüncü asırdaki en önemli tefsiri, Allame Tabatabai'nin (k. 1361) 20 ciltlik Tefsirü'l-Mizan'ıdır. Bu eserin aslı Arapça olup Farsçaya da tercüme edilmiştir.

94- İslam dünyasının (-Ehli Sünnet) en yeni ve en önemli tefsiri, Üstad Vehbe Zuheyli'nin Arapça 32 ciltlik "Tefsirü'l-Münir" isimli eseridir (k. 1411/m. 1991 yılında basılmıştır). Dr. Zuheyli, Suriye'nin ve İslam dünyasının birçok üniversitelerinde fıkıh us­tadır. Bu tefsir İran İslam Cumhuriyetinde İslam dünyasının yılın kitabı ödülünü almıştır.

95- "Kur'an-ı Kerim'in sayısal mucizeliği" konusu Kur'an bilimlerinin yeni dallarından biridir. Bu ilim dalının amacı Kur'an-ı Kerim'in matematiksel olarak mucizevi bir yapıya sahip olduğunu göstermektir. Bu konuyu ilk olarak ortaya atan ve onun ispatı ile uğ­raşan ve dünyanın büyük ilgisini ve hayretini çeken kişi, Amerika üniversitelerinde bilgisiyar hocası olan Mısır asıllı Reşat Halife'dir. Reşat Halife, 19 sayısı id­diasını öne sürdü ve Bismillahirrahmanirrahim'in 19 harften oluştuğunu, "isim" kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de 19 kez geçtiğini, "Allah" lafz-ı celalinin 2698 (bu sayı 19 sayısının katıdır, 19x142= 2698) kez geç­tiğini, "er-Rahman" sözcüğünün 57 kez (3x19), "er-Rahim" sözcüğünün 114 kez (6x19) Kur'an-ı Kerim'de geçtiğini iddia etmiştir. Fakat onun bu iddiası iki yön­den tartışmalara yol açtı. Birisi, 19 sayısının Kur'an'da cehennemin koruyucuları olan meleklerin sayısıyla da aynı olduğuydu. Fakat bu, bir sorun çı­karmamaktaydı. Fakat 19 sayısı, Bahailerin de kutsal sayısıdır. Bundan dolayı müslümanlar; bu na­zariyeden rahatsızlık duydular ve her taraftan iti­razlarda bulundular. Bu itirazlar ve rahatsızlıklar, so­nunda Reşad Halifenin öldürülmesiyle neticelendi. Onun nazariyesinin diğer bir sorunu da şuydu: Bir dereceye kadar bu "hesaplama" işi görülebiliyordu. Örneğin İranlı büyük Kur'anbilimcilerinden biri olan Dr. Mahmud Ruhani (Kur'an-ı Kerim' kelimeleri söz­lüğü sahibi), Kur'an-ı Kerim'deki "Allah" lafz-ı celali ile ilgili yeni ve dikkatli bir inceleme yapmış ve Reşad Halife'nin görüşünden de çok haberdardı. Bu lafzın Kur'an’daki sayısının kesin olarak 2699 olduğunu tesbit etmiştir. Bu da Reşad Halife'nin sayısıyla bir adet fazladır. Muhammed Fuad Abdulbaki'nin Mü'cemü'l-Müfehres isimli ünlü eserindeki tesbitle de iki fark­lılığı vardır.

96- Fakat Reşad Halife'nin açmış olduğu yolu Ehl-i Sünnet dünyasından Kur'an bilimcilerinden Abdurrezzak Nevfel ve Şii Kur'an bilimcilerinden Ebu Zehra Necdi gibi insanlar sürdürdüler ve ma­tematiksel açıdan dikkate alınacak sonuçlara ulaştılar. Abdurrezzak Nevfel'in bu alanda kaleme aldığı kitap, "Kur'an-ı Kerim'deki sayısal mucizeler" ismini taşır. Aşağıda Abdurrezzak Nevfel'in ele aldığı ilgi çekici sayılardan birkaçına işaret edelim:

a- Dünya sözcüğü, Kur'an-ı Kerim'de 115 kez kul­lanılmıştır. Ahiret sözcüğü de aynı sayıdadır.

b- Şeytanlar 68 defa, melekler de aynı sayıda tek­rarlanmıştır.

c- Hayat 71 kez, ölüm de aynı sayıda kul­lanılmıştır.

d- İlim, marifet ve onun türevleri 811 kez, iman ve onun türevleri de aynı sayıda gelmiştir.

e- İblis 11 kez, ondan sakınma da aynı sayıda kul­lanılmıştır.

f- Gün anlamındaki "yevm" kelimesi (müfred ola­rak) şemsi yılın gün sayısına eşit olarak 365 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır. Tesniye ve cem' şek­liyle de ayın günlerine eşit olarak 30 kez kul­lanılmıştır.

g- Ay anlamındaki "şehr" kelimesi 12 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır ki bu da yıl içindeki ayların sayısına eşittir.

97- Şii Kur'an bilimcisi Dr. Ebu Zehra en-Necdi'nin eseri Mine'l-Î'cazi'l-Belaği ve'l-Adedi li'l-Kur'anî'l-Kerim" ismini taşır ve isminden de an­laşılacağı üzere Arapçadır ve henüz Farsçaya tercüme edilmemiştir. Matematiksel ilginçlikler noktasında Reşad Halife'nin ve Abdurrezzak Nevfel'in yap­tıklarına ulaşmaz. Şimdi de onun elde ettiği bazı sa­yıları aşağıda zikredelim:

a- Saat / es-saate sözcüğü Kur'an-ı Kerim'de gece ile gündüzün toplam saatlerine eşit olarak 24 kez kul­lanılmıştır.

b- Semavati's-Seb’ ya da Seb'e's-Semavat (yedi gökler) sözcüğü, 7 kez kullanılmıştır.

c- "Secde" sözcüğü ve onun türevleri 34 kez kul­lanılmıştır ki bu sayı, günlük beş vakit namazın 17 rekatlık her rekatı iki secdeden ibaret olan ve toplam 34 secdeyi ihtiva eden sayıya eşittir.

d- Salat, qıyam, eqimu ve onun türevleri, 51 kez kullanılmıştır. Ki, bu da günlük 17 rekatlı vacip na­mazlar ve 34 rekatlı müstehab namazların sayısına eşittir.

e- Şia lafzı ve onun türevleri Kur'an'da 12 kez kul­lanılmıştır.

f- Fırka sözcüğü türevleriyle birlikte 72 kez kul­lanılmıştır ki, bu da 72 İslami fırkanın sayısıdır.

Sonuç olarak şu noktayı da gözönünde bu­lundurmak gerekir ki, bu tür araştırma ve in­celemeler, değişik ve farklı bir yapıdadır ve kesin bir ilmi tarafı yoktur.

98- Vahyin emin meleği olan ve Kur'an'ı, Yüce Allah'ın huzurundan ve levh-i Mahfuz'dan Resulullah (s.a.v)'ın kalbine (idrak gücüyle) indiren Cebrail, İbrahimî dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'da) dört büyük ve mukarreb meleklerden biridir. (diğer üç melek; Mikail, İsrafil ve Azrail'dir). H­ristiyan kültüründe Ruhu'l-Kuds olarak adlandırılan da Cebrail'dir. Ruhu'l-Kuds'un Cebrail olduğunun Kur'anî delili, Tevbe suresinin 97. ayeti ve Nahl su­resinin 102. ayetidir.

99- Cin, hayat sahibi olan fakat maddi bir cisme sahip olmayan görülmez bir varlıktır. İslam dü­şüncesi açısından varolan ve gerçek bir varlıktır. Kur'an-ı Kerim'de onların bazılarının iman ettiği (veya etmediği) konusuna işaret edilmiştir. Ayrıca Kur'an'ın 72. suresi Cin suresi olarak adlandırılmıştır ve surede bu varlığa işaret edilmiştir.

100- Hızır, İslami kıssalarda evliyadan sayılmış ve bazı müfessirlerin iddiasına göre de Enbiyadan sa­yılmıştır. Kur'an-ı Mecid'de Musa'nın mürşidi olarak kendisine işaret edilmiş ve Musa'ya daha sonra te'villerini söylediği sırlı hareketine Kehf suresinde işaret edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de kendisinden "Kul­larımızdan bir kul" olarak[125] sözedilmiş. Kıs­saya göre, o Zülkarneyn ile birlikte karanlıklar için­deki Ab-ı Hayat (ölümsüzlük suyu) çeşmesine gitmiş ve Zülkarneyn'in aksine o sudan içip ebedî hayatı bulmuştur.

101- Kur'anî ilimler ve marifet konusunda en toplu eser Suyuti'nin (k. 749-911) İtkan adlı eseridir. Bu eser, Hüccetü'l-İslam Seyyid Mehdi Hairi'nin ka­lemiyle iki cilt olarak Farsçaya tercüme edilmiştir.[126]

 

KUR?AN'IN BUGÜNKÜ YAŞAMIMIZDAKİ ETKİ VE NÜFUZU

 

Toplumsal Hayatta Kur'an'ın Yeri

 

Kur'an, bizim kanunî temelimiz ve kanun-i esasimizdir. Beşerî en büyük ve en payidar me­deniyetlerin ve kültürlerin temel taşlarından biridir. Elinizdeki kitabın birinci bölümünde, bu yüce İlahî kitabın kültür yaratıcılığından geniş bir şekilde sözetmiştik. Şu anki bolüm bir tekrar değil, aksine o bö­lümün bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Yani Kur'an’ın dünkü tarihî ve kültürel etkinliğinin müslüman kavimlerin hayatındaki tesirinden değil, aksine onun bugünkü etki ve nüfuzunun ve onun bu­günkü müslümanların dilindeki, yaşamındaki ve dü­şüncesindeki hakimiyetinden söz ediyoruz. Kur'an'ın, bugünkü yaşamımız üzerinde etki ve nüfuzundan ha­berdar olmamız için kütüphanelere gidip inceleme ve araştırmalarda bulunmamız gerekmez. Bunun için Kur'an'ın bugünkü yaşamımızdaki anlamının ve ha­yatımıza anlam katmasının ne tür olduğunu kendi hayatımız üzerinde doğru ve samimi bir şekilde dü­şünmemiz ve daha sonra bilgi sahibi olmamız ye­terlidir. [127]

 

Avam (Halk) Kültürü

 

1- Konuyu avamın (halkın) gündelik yaşamından ve kültüründen başlatıyoruz. Kur'an, beşik ön­cesinden mezardan da öteye kadar müslüman ferdin yaşamıyla hamurlaşmış ve yakınlaşmıştır. Henüz yeni doğan müslüman çocuğun kulağına ezan oku­ruz, Kur'an’dan ayetler okuruz, ona isim vermek için Kur'an'a bakar ve onunla istiareye yatıp isim seçeriz. Örneğin bazı isimleri yazar ve her birini Kur'an yap­rakları arasına yerleştirip Kur'an'ı kapattıktan sonra çucuğa isim bulmak için Kur'an'ı açar ve hangisi çıkarsa o ismi çocuğumuza veririz. Yine aynı şekilde çocuklarımızın ismini, doğum tarihlerini ve saatlerini aile Kur'an'ımızın ilk veya son sayfasına yazarız. Müslüman çocuk on yaşına basmazdan önce köy­lerde, şehirlerde ve benzeri yerlerde onları Kur'an kurslarına, mescidlere veya benzeri yerlere gön­deririz. Kur'an kıraatini öğrenmenin özel bir mahareti gerektirdiğini ve kesinlikle eğitime muhtaç olduğunu söylemek gerekir. Yoksa sırf okuma-yazma bilmek, hatta lisans seviyesinde olmak bile Kur'an'ı doğru bir şekilde öğrenmek için yeterli değildir. Bir başka ifa­deyle, Kur'an kıraati, kıyas kabul etmez bir özelliğe sahiptir. Kur'an'ı okumak için her ne kadar okuma-yazma gerekli ise de yeterli değildir. Kur'an kıraati ilmi ve onu doğru okuma (tecvid) ve güzel okuma (tertil) ilmi, İslam’ın ilk dönem tarihi kadar eskidir. Günümüzde sahip olduğumuz kıraat senedi etbau't-Tabiin'e, onlardan da tabiine, onlardan sahabeye, sa­habeden de sonunda Resulullah (s.a.v)'a kalbden kalbe ve ağızdan ağıza giden bir ilimdir.

Kur'an birkaç türlü okunur. Teşrifati ve toplu olarak ve gayr-i teşrifati ve tek başına olmak üzere iki türe ayrılır. Kur'an’ın teşrifati olarak okunması da kendi arasında birkaç türe ayrılır. Biri, bir surenin veya beş-altı ayetin bir oturumun veya meclisin açı­lışında okunan türdür ki bu adet, İslam dünyasında geçerlidir. İran İslam cumhuriyetinde de bu adete, resmi bir sünnet olarak her zaman başvurulmaktadır. Nitekim bugün İslami Şura Meclisinde, devlet yet­kililerinin oturumlarında, bakanlar kurulunun baş­langıcında veya dilbilimi kuruluşlarında ve buna ben­zer daha binlerce kurulda güzel bir kari (Kur'an’ı güzel okuyan) ya da onun olmaması halinde orada hazır bulunanlar arasında Kur'an'a vakıf bir kişi Kur'an okur. Teşrifati kıraatin bir diğer türü de güzel okuyan hünerli kariler, Kur'an'ı uslub ve sesli (tertil ve teğenni ile) okurlar ki, genelde iletişim araçlarında yayınlanırlar.

Sonradan tefsirin de eklenmiş olduğu Kur'an'ı hıfzetme ve okuma yarışmaları da İslami sanatların en temel ve en mufassal sanatlarından biridir. Biz İranlılar bazı Arap ses uyumunu zor çıkarmamızla birlikte bunları en güzel bir şekilde öğreniyoruz ve ya­rışmalarda rakiplerimizi geçmekteyiz.

Kur'an-ı Kerim'in bir diğer teşrifati kıraati ve hünerliliğinden biri de birlikte yani koro halinde oku­maktır. Bu tür okuma da diğer İslam ülkelerinin bir­çoğunda olduğu gibi ülkemizde de dini bayramlarda ve benzeri günlerde okunup radyo ve televizyonlarda yayınlanmaktadır.

2- Namazda Kur'an’ın ferdi olarak kıraati de şer'i bir farzdır. Farz olan günlük beş vakit namazda Kur'an-ı Kerim'den sureler okunmaksızın, namaz tam ve sıhhat bulmaz. Kur'an’ın ilk suresini yani Fatiha su­resini beş vakit farz olan namazlarda okumak farzdır ve bu sure okunmadan namaz kabul olunmaz. Bu kural, Resulullah (s.a.v)'tan mütevatir olarak gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "Hiçbir namaz Fatiha okunmaksızın makbul değildir." Şii müslümanlar beş günlük farz namazlarının ilk iki re­katlarında en az on kez Ehl-i sünnet müslümanlar ise beş günlük farz namazlarda en az onyedi kez fatihayı okurlar. Fukahaya göre, Fatiha ve bir sureyi namazda okumak farzdır. Yani Fatihayla birlikte üç-beş ayetlik bir başka sure de okumak farzdır. Haftada bir kez cuma gününde kılınan cuma namazında cuma su­resini[128] okumak müekked müstehabdır.

Kur'an'ı ferdi olarak okumanın bir diğer türü de Yüce Allah'a daha yakın olmak ve O'nun rızasını ka­zanmak için Kur'an'ın okunmasıdır. Bu tür okuma da müekked müstehab ibadetlerdendir. Müslümanlar bu tür okumayı günlük yaşamlarının her anında dinler ve okurlar. Günümüzde müslümanların Kur'an oku­ması eskilerin yaptığı gibi bir defada Kur'an'ı hat­metme şeklinde değildir artık. Eskiler, bir oturuşta Kur'an’ın tümünü okuyabiliyorlardı. Her ne kadar bu, bir hayal gibi görünüyorsa da gayet mümkündür. Kur'an-ı Kerim bölümlere ayrılır. Bu bölümlerin en geneli cüzdür. Kur'an otuz cüze ayrılır. Her cüz dört hizbe ayrılır. Çok eski olan bu bölümlerin Kur'an’ın okunmasını kolaylaştırma amacıyla yapıldığı an­laşılıyor. Zira kimi insanlar günde bir cüz, bir hizb veya iki hizb okumaktadırlar. Bu adet, bugün de müslümanların evlerinde okudukları tarzdır. Mü­barek Ramazan ayında Kur'an okuma faaliyeti daha fazla gerçekleşmektedir. Birçok müslüman oruçlu ol­dukları günlerde bir cüz Kur'an okur ve böylece Ra­mazanın sonuna kadar Kur’an’ı bir defa hatmektedirler.

3- Kur'an'ın halkın kültüründe büyük bir yer tut­tuğundan söz ediyorduk. Kur'an günümüzde de nikah törenlerinde masada hazır bulundurulur. Hatta ülkemizin birçok yerinde nikah törenleri yapılırken sofrada hazır bulunan Kur'an'dan gelin ve damat ayetler okur ve nikahları ondan sonra kıyılır. Böylece gelin ve damat müşterek hayatlarına ilahî kelamın teberrükü ile başlamış oluyorlar. Ülkemizde hiçbir ev yoktur ki, en azından bir Kur'an nüshası bulunmasın. Birçok aile bir veya birkaç Kur'an nüshasına sahiptir. Bir nüsha, nikah esnasında hazır bulundurulan Kur'an’dır ki, bu nüsha hatıra olarak saklanır. Bir nüsha, özel günlerin, çocukların isim ve doğum gün­lerinin yazıldığı Kur'andır. Birisi gündelik okumalar içindir. Birisi meal içerdiği içindir ve arapça bilmeyen insanların onun anlamını öğrenmeleri için bu­lundurulur. Biri güzel hatla yazıldığı için bu­lundurulur. Biz müslümanlar, Kur'an’a vasfedilemeyecek derecede saygı gösteririz. Onu raftan indirip kılıfından çıkardığımızda ve araştırma ya da herhangi bir amaçla elimize aldığımızda açmazdan önce ve kapattıktan sonra onu öper başımıza koyarız. Kur'an'ı kesinlikle acele bir şekilde ve alelade bir du­rumda veya saygısızca ele alıp normal bir kitap gibi hareket etmeyiz. Eskilerden nakledildiğine göre, Mushaf-ı Şerif önlerinden geçtiğinde saygı amacıyla ayağa kalkılırdı. Günümüzde Kur'an'ı, diğer herhangi bir kitap derecesinde görmeyiz. Kur'an'ı bütün kitapların üstünde tutan ve bir başka kitabın onun üze­rine bırakılmasından şiddetle kaçınan birçok kimse tanıyoruz.

4- Kur'an'ın, halkın kültürü ve günlük yaşamı üzerindeki bir diğer etki ve nüfuzu da şudur: Doğru ve temiz inançlı dua yazıcıları, kendi hastaları için Kur'an ayetlerini zaferandan elde edilmiş bir mad­deyle yazarlar, onu dua suyu ile, yani üzerine dua okunup üflenmiş su ile yıkayıp temiz ve içilebilen bu suyu hastaya, özellikle ruhsal ve bedensel hastaya onun iyileşmesi için içirirler. Kimi zaman da in­sanlarımız, Kur'an'ın tümünü veya Yasin suresini temiz, beyaz bir bez veya kağıt parçası üzerine yazıp çok güzel bir şekilde muska veya bazubend haline ge­tirip boyunlarına veya kollarına asarlar.

Hamd suresi, günlük farz namazlarda okun­masından başka bir hastanın iyileşmesi amacıyla da okunur. Bu da eskiden beri halk arasında yaygın bir adettir. Hafız şöyle der:

"Fatihai çu amedi ber ser-i heste-i be-han / Leb be, güşa ki mi-dehed lal-i lebet be murde can."          

(Bir hastanın yanına vardığında onun üzerine bir fatiha oku / Dudağını aç, zira senin dudağının la'li ölüye can verir.)

Bunun yanında ölmüş kimseler için de Fatiha okumak toplumumuzda ister tek ister toplu bir halde revaçtadır. Ölünün arkasından Fatiha okumanın amacı da ölünün bağışlanması, ruhunun şad olması ümidi taşındığı içindir. Mescidlerimizde Kur'an 120 bölüm halinde, yani cüzün dörtte biri veya 30 cüz ha­linde bulundurulur. Ölülerin mescide getirilmesi es­nasında ölüye Kur'an okumak için hazırlanmış olan bu tür Kur'an nüshaları da tüm mescidlerimizde bu­lundurulmaktadır. Değişik İslam mezheblerinin fakihleri, bu konuda görüşler ileri sürmüşlerdir. Acaba hayırlı bir işin sevabı, örneğin Kur'an okumanın se­vabını başkalarına, örneğin ölülere adamak mümkün müdür? Acaba yüce Allah, aslında işi yapanla alakalı olan ve onun kendi fiili olan bir haseneyi bir başka kimseye verir mi vermez mi? Bu konunun fıkhi cüziyatıyla ve onun gerçekleşeceğini kabul eden veya inkar edenlerin delilleriyle herhangi bir işimiz yoktur. Şii fakihlerimizin bu tür bir inancı vardır. Ve oku­dukları her bir ayet veya surenin Allah'a, ölülere adanması için dilekte bulunduktan sonra ölülere fay­dası olacağına inanırlar. Bizim kültürümüzde bu tür bir adet mevcuttur ve hatta bir kişinin öldükten sonra mirasının bir kısmını kendine Kur'an okunması için ayırması adeti de bizde mevcuttur ve hatimler in­dirilmektedir. Elbette biz bu uygun mu değil mi gibi bir konuya girecek değiliz. Fakat bu bizde va­rolan bir gerçektir.

5- Kur'an-ı Kerim'in bir başka kıraat türüne de sahibiz ki, onun garipliği söylenmiş olandan daha çoktur. O da "Kur'anı okuyup da anlamamak" ko­nusudur. Bu satırların yazarı, bu konuda çok geniş bir makale yazmış ve "Kur'an Pujuhi=Kur'an Araş­tırmaları" isimli kitabımızda yayınlanmıştır. O ma­kalede geniş olarak ele aldığımız konuyu özet olarak burada zikredelim: Birçok insanımızın ömürleri bo­yunca sürekli Kur'an'ın zahiri ibarelerini oku­duklarını, defalarca hatmettiklerini ve fakat bununla birlikte onun anlamının dörtte birini, hatta normal bir tercümesini bile anlayamadıklarını ve hiç oku­madıklarını biliyoruz. Bunun birkaç nedeni vardır:

 1- İlahî kelamın manevi cazibesi, gaybiliği, sihirleyici bir özelliğe sahip olması ve kutsal bir yapıyı taşıyor ol­ması. Nitekim Kur'an okumanın, ruhu dinlendirdiği inkar edilmez bir gerçektir. İnsan onu okumaktan büyük bir haz duyar ve kalb, ibadet yaptığı amacıyla büyük bir huzura erer, gönlü okşar. İlahî kelamın kut­sal cazibesi öyle bir şeydir ki, Kur'an'ın anlamını, iba­relerinin derin anlamlarını hiç anlamayan bir kimse bile onun sır dolu, gönül okşayıcı ve rahatlatıcı ca­zibesini gönlünün derinliklerinde hisseder. Hafız'ın değimiyle;

"Yar ba mast çi hacet ki ziyadet talabim / Devlet-i sohbet-i an me'nus can-ı ma-ra bes."

(Yarimiz bizimle birliktedir, daha fazlasını is­temeğe ne hacet / O sevgilinin sohbetinde bulunma devleti ruhumuz için yeterlidir.) inancında olan bir inanca sahiptir insanımız.

2- Sırf sevap amacıyla Kur'an okumak. Sanki Kur'anî ibareleri anlamak azaltıyormuş gibi.

3- Araştırma ve inceleme ruhuna sahip olamama. Kur'an’ın sure ve ayetlerinin neler demek istediğini anlama kabiliyetini kendinde görememe.

4- Güzel meal ve Kur'an tercümelerinin elde bu­lunmaması. Bulunan, meal ve tercümelerinde gerekli itinayı göstermemesi ve Kur'an'ın sahip olduğu ca­zibeyi ve musiki ahengini kaybetmesi. Evet nice in­sanımız vardır ki otuz-kırk-elli yıl hatta daha fazla bir ömrü boyunca namaz kıldığı halde günlük na­mazlarında okuduğu ayetlerin ne anlama geldiğini bilmemekte ve niçin okuduğunun farkında ol­mamaktadır. Fakat abdest aldıktan, kıbleye doğru durduktan, namaza durmaya niyet ettikten ve tekbiretü'l-ihramı (Allahu Ekber) getirdikten sonra bir anda günlük yaşamından sıyrılır, dünyevi ve gayr-i mukaddes olan fezadan ayrılır ve mukaddes bir or­tama girer. Bu kalb huzuru ve rahat, namazın sonuna kadar devam eder. Dilin dışında bir misal verelim. Örneğin Peygamber (s.a.v)'in, imamların, evliyanın veya değerli insanlarımızın kabirlerini ziyaret ettiğimiz es­nada o mekanın sahip olduğu huzur ve rahatı kal­bimizin ta derinliklerinde hissediyoruz. Hatta ken­dimizi kuş gibi hafif hissediyoruz. Evet, bu tür huzur ve gönül hafiflikleri birçok müslümanın sahip olduğu bir özelliktir.

6- Biz müslümanların yaşamında, dilinde ve zih­ninde yer eden Kur'anî lafızların ve ayetlerin sağ­lamlığından doğan olgulardan biri de Kur'anî ibare ve tabirlerin çokluğu veya Kur'an’la bağlantılı olarak halk kültüründe ve özellikle de günlük halk dilinde ve örfünde varolan Kur'anî sözcüklerdir. Fars kül­türünde günlük halk dilinde yer etmiş birçok Kur'anî tabir mevcuttur. Bunların bir kısmı şunlardır: Yedi Kur'an ortada, Kur'an hiç yanılır mı, Kur'an çarpsın, iki elimi Kur'ana basarım, Kur'an düşmanı / düş­manın olsun, Kur'an üzerine yapılan yeminler; ör­neğin, Kur'an’a yemin olsun, Kur'an’ın otuz cüzüne yemin ederim, Allah’ın kelamı adına, ve buna benzer daha birçok tabir mevcuttur günlük ko­nuşmalarımızda. Müslümanlığın büyük şiarı olan ve her müslümanın her işinin başında hatta yemek yeme, yazma, okuma, uyuma, uyanma vb. gibi ha­reketlerinde mukaddes "Bismillahirrahmanirrahim" sözcüğünü kullanma, her alanda görülmektedir. Onun kısaltılmışı olan "Bismillah" sözcüğü her müs­lümanın ağzından düşmeyen bir sözcüktür.

Ayrıca hayvan kesiminde "Bismillah" söz­cüğünün vacip olması, bu sözcük söylenmeden ke­silen hayvanın etinin helal olmaması onun ha­yatımızda ne derece etkili olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun yanında "Bismillah" söz­cüğüyle birçok atasözünün halk dilinde varolması şi­irlere konu olması da bir diğer özelliktir. Bu söz­cüğün dışında buna benzer sıkça kullanılan başka sözcükler de vardır. Bu cümleden olmak üzere, Allahu alem, inşaallah, maşallah, Beni İsraili bahaneler, Esfelessafiline kadar, Fiha haliduna kadar, hesiru'dünya ve'l-ahire, Fatiha, ahsenü'l-haliqin, fi'n-nar, kün feyekun, nurun ala nur, ye'cuc ve me'cuc, ve bun­lara benzer sözcüklerin dilimizdeki yeri sa­yılamayacak kadar çoktur. Elbette bu sözcükler, sa­dece halk dilinde değil her türlü insanın dilinde yer almıştır.

7- Şii müslümanların halk kültüründe etkin olan bir diğer Kur'anî olgu da Kur'an'la istiareye girmektir. İstiare lügatte, hayır istemek anlamına gelir. Şer'i ıs­tılahta ise, yüce Allah’tan namazla ve duayla hayırlı olanı dilemektir. Yani kişinin yapacağı veya yap­mayacağı bir şeyi ya da neyi yapacağı veya yap­mayacağı konusunda Kur'an’a müracaat etmekle namaz kılmakla ve dua etmekle Allah'a dilekte bu­lunması demektir. İstiarenin eski kültür ıstılahımızda bir başka anlamı daha vardır. Kişinin yapacağı veya yapmayacağı işi, Kur'an'a bakmakla (bir bakıma fal bakmak gibi) belirlemesi. Elbette bu konu İslam fakihleri arasında ihtilaf konusu olmuştur. Kimi fakihler böyle bir şeyi caiz görmemişlerdir. Böyle bir şeyin yapılmaması konusunda masum imamlardan rivayetler de getirilmiştir. Bu tür bir adetin hicri bi­rinci asırda İslam kültürüne girdiği görülüyor. İs­tiharenin yapılışı şu şekildedir: Gaybı ve işlerin ger­çek içeriğini bilenin Allah olduğu bilincinde olarak Kur'an-ı Kerim'den ayetler okunduktan ve istihare duası okunduktan sonra istihareye yatan kişi niyet eder ve tam bir samimiyet ve içtenlikle elinde kapalı halde bulunan Kur'an-ı Kerim'i açar. Şayet bir ayetin kelimelerinden bazıları önceki sayfada var ise o say­faya döner, o ayeti başından sonuna kadar okur. Eğer okuduğu ayette iyiliğe, hayra çağıran veya İlahî rahmetten ya da ibadetten söz ediliyorsa bu, onun ya­pacağı işin "iyi" olduğunu gösterir. (İstihare sa­hibinin, sözkonusu işi yapacağı anlamına gelir). Yok eğer okuduğu ayet kötülükten, şerden veya gazaptan, şerden nehyetmeden söz ediyorsa yapacağı işin "iyi" olmadığını gösterir. Şayet bu iki anlamın dışında bir şey ise, yani hayır veya şerri içermiyorsa bu takdirde istihareye giren kişi istiharesini yeniler. Elbette is­tiharenin iyi veya kötüsüne itaat etmek şer'i edeb ve takva ahlakı açısından "vacib"dir.  Zira tavsiye et­mektedirler ki, ilk önce istişare etmek gerekir. Sonra eğer bu istişare ile tereddüt bertaraf olmayacaksa o zaman istihareye başvurulur. İstiharenin belirli ve özel bir zaman ve adabı vardır. İstiharenin sadece çok önemli işlerde yapılması daha iyidir. Nitekim birçok aileler, bir isteklerinin veya bir hareketlerinin nihai cevabını istiharenin iyi veya kötü gelmesine bağlamaktadırlar. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Şimdi gönülden bağlanmış bir aşık, gelecekteki gelin ha­nımın cevabını bekliyor, rüyalarının ve hayallerinin sarayını A'la-yi İlliyine kadar çıkarmış ve daha sonra korka korka, titreye titreye ve Kur'an’ın tabiriyle "Haiqan yetereqqebu" bir halde gelinin ailesine gidiyor, bu vasıtaya başvuruyor ve sonunda nihai cevabı alı­yor ve istiharenin sonucu iyi gelmiyor...

Diğer taraftan çok şüphe etmekten dolayı te­reddüt etme hastalığına duçar olan bazı kimseler çok basit işlerde bile istihareye başvurmaktadırlar. Hatta örneğin ‘falan yemeği bir diğer yemekten daha önce yemek daha mı iyidir’ gibi konular bile istihare ko­nusu olabilmektedir. Şer'i edeb bu tür konularda is­tihareyi alet etmekten alıkoymalıdır. İstihare, her türlü konuya alet edilmemelidir. İstihareye her zaman başvurma hastalığına kapılmış olan insanların kelamullah'ı daha güzel bir şekilde hayatlarına ge­çirmeleri daha güzel bir şey olsa gerekir.

Bu münkerden nehiy yaptığımız bu konudan sonra bir başka konuyu da zikretmemizin yeri olsa gerekir. Kur'an tilaveti sesinin radyodan veya te­levizyondan yükselip kulaklarımıza ulaştığında Kur'an’ın da çok açık bir şekilde belirttiği gibi bu ti­laveti can kulağıyla dinlemek, dikkattimizi ta­mamıyla ona yönlendirmemiz ve sessizliğe riayet et­memiz üzerimize farzdır. Ayrıca Kur'an tilavetini dinlerken bir başka işle uğraşmamız caiz ve uygun değildir. Yine kendimiz Kur'an okurken zihnimizin en ufak bir şekilde dahi dış dünya ile ilgilenmesine yol açmamız da uygun değildir. Kur'an’ı okurken dış dünya ile ilişkimizi tamamen kesmek zorundayız. Ayrıca kıraati kesip onun arasında konuşmamız ve tekrar okumaya başlamamız da Kur'an okuma ada­bına uygun düşmez. Eskilerimiz, Kur'an okuma adabı ile ilgili ciltlerce kitap yazmışlardır.

8- Biz Şii müslüman halkımızın kültüründe Kur'an’ın etki ve nüfuzu çok fazladır. Bu noktada bir başka konuya işaret edelim. İster satın alınmış olsun ister kira olsun yeni bir eve taşındığında ilk önce o eve bir Kur'an ve bir aynanın götürülmesi. Yani bir evden bir başka eve taşınırken eşyalar taşınmazdan önce eski evden yeni eve bir Kur'an ve bir ayna götürülür. Bir diğer adet de bir misafiri veya önemli bir iş gör­mek için evden ayrılan bir yolcuyu uğurlarken onun Kur'an'ın altından geçirilmesi adetidir. Örneğin evin genç erkeği sınava giderken, özellikle üniversite sı­navına giderken anne veya baba ya da evin büyüğü Kur'an'ı alır, odanın ya da evin kapısına götürür, öper alnına koyar ve daha sonra Kur'an'ı elleriyle yukarıda tutarak aslan avına çıkacak genç altından geçirilir. Evin genci, Kur'an'ın altında birinci defa veya ikinci defa hatta bazen üçüncü defa geçtikten sonra Kur'an'a yüzünü çevirir, onu öper ve saygı gereği al­nını onun kenarına dokundurur ve böylece amacına ulaşmak arzusuyla evden ayrılır.

Kur'an'ın kimi evlerdeki bir diğer etki ve nüfuzu da şudur: Genellikle birkaç kağıt para olan sadaka veya adağı insanlar ahdettikten ve kararlaştırdıktan sonra bu parayı Kur'an'ın yaprakları arasına koyarlar ki, teberrük olsun ve ilk fırsatta ihtiyaç sahiplerine ve­rilsin. Şer'i adab açısından Kur'an'ın yüce hürmeti ne­deniyle bu adetin terkedilmesi daha evla olsa gerek.

9- Kur'an'ın halk kültürü üzerindeki bir diğer et­kisi ve nüfuzu da ister ferd, ister aile ve ister top­lumsal olarak Kur'an'a yemin etme konusudur. Ya bir kimsenin doğru söylemesi için veya bir şeye inanması için onun üzerine yemin edilir. Kur'an üzerine yemin etmenin tarihi eskiye dayanır. Devlet yönetimine gelen bir çok lider, örneğin bir sultan halkına bir söz verdiğinde, bir şah, bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir bakan, bir milletvekili, hatta bir memur, verdiği sözü sağlamlaştırmak, veya sağlamlığını beyan etmek istediğinde elini, Kur'an'a basardı. Yani Kur'an'a da­yalı bir sözleşme yazılır ve daha sonra o sözleşme bel­gesi imzalanırdı. Günümüzde de bu tür yeminler söz-konusudur. Kur'an'la yemin etme konusunda bunun fıkhı açıdan caiz olmadığını söylemek gerekir. Yani bir siğaya sahip olan ve özel lafızlara dayanan "qasem" (yemin) sözcüğü, ancak qasem-i celale (Allah'ın adı üzerine, örneğin vallah, billah, tallah gibi lafızlar üzerine yemin etmek) ile gerçekleşir. Bu konuda birçok şer'i eser yazılmıştır. Bundan dolayı da diğer qasemler (yeminler) hatta Peygamber (s.a.v) adına, Ka'be evi adına, masum imamlar adına, Kur'an adına bile olsa fıkhı açıdan doğru değildir. Örfî açıdan bu yeminler çok revaçta bile olsa fıkhî açıdan bunun bir geçerliliği ve doğruluğu yoktur. [129]

 

Havas (Üst Sınıf) Kültürü

 

Bu ibareyi "Avamın kültürü"ne karşılık olsun diye kullanıyoruz ta ki, o konunun bir tamamlayıcısı olsun. Değerli okuyucuların gözönünde bu­lunduracaklarını umduğumuz önemli nokta şudur: Bu konu, elinizdeki kitabın birinci bölümünün yani, Kur'an'ın kültür yaratıcılığının bir devamı ve ta­mamlayıcısı niteliğindedir. Ki İslam tarihi boyunca özellikle de onun altın döneminde (birinci asırdan dördüncü ve beşinci asırlara kadar) yükseliş tirendinin doruğunda idi ve tefsir, fıkıh, kelam, hadis benzeri şer'i ilimlerin tüm dallarında ayrıca belagat ilmi (mana, beyan, bedi’), dilsel ilim (sarf ve nahiv, lügat yazımı) ve benzeri birçok ilim dallarının yük­selişinde büyük ve belirleyici bir etki ve nüfuza sahip idi, elbette bu etki ve nüfuz aynı şekilde devam et­mektedir. Yani müfessirler, fakihler, kelamcılar, din araştırıcıları, edebiyat araştırıcıları (özellikle Arap ve Fars edebiyatında) ayrıca lügat yazarları (özellikle Arapça-Arapça, Arapça-Farsça, Farsça-Farsça) Kur'an bilimine ve Kur'an araştırmalarına muhtaçtırlar. Kur'anı doğru bir şekilde okuma ve yüzünden okuma faaliyetleri eskiden beri gerek okullarda olsun ge­rekse Kur'an kurslarında olsun isterse de köy ve ben­zeri küçük yerlerde camilerde olsun devam edegelmektedir. Üniversitelerde İslami ilimler bölümlerinde ve Edebiyat bölümlerinde özellikle de fıkıh, hukuk dallarında Kur'an'ın tedris edilmesi ve incelenmesi konusuna daha fazla ihtiyaç vardır. Hep­sinden de daha önemlisi Kur'an ilimleri dallarında daha fazla gereksinim duymaktadır. Son yıllarda bir­çok ülkede özellikle de İran'da birçok Kur'an Fa­kültesi açılmıştır.

10- Gözönünde bulundurulması gereken nokta, içinde bulunduğumuz asırda İslam dünyasının her tarafında ıslahat hareketlerinde Kur'an-ı Mecid'e yö­nelme ve Kur'an’ı yeniden sahneye sokma hareketinin en ön safta yer almasıdır. Bu satırların yazarı bu ko­nuyla ilgili olarak "Tefsir ve Yeni Tefsirler" adı altında bir kitap kaleme almış ve bu konuyu detaylı bir şe­kilde sözkonusu kitapta ele almıştır: "Yazarın bu ki­tabı yazmaktaki birinci amacı, ondördüncü asırdaki tefsir yazımının İslam tarihinde diğer asırlardan farklı ve üstün olduğu noktasının tesbit edilmesidir. Bu üs­tünlük, sırf her grup, ekol ve meşrebdeki tefsir tür­lerinin çokluğu değil, aksine tefsir yazımı anlayışının da değişmesidir. Ferdî ve uhrevî anlayışın yerini örfî ve toplumsal anlayışa dönüşmesi. Öyle görülüyor ki ondördüncü asırda Kur'an'a dönüş ve tefsir yazımı hareketi, kapsayıcı ıslahat inkılabının en belirgin özelliklerinden ve müşahhaslarından veya İslami rönesanslardan biridir.  İslam alemindeki ıslahat ha­reketlerindeki daima duyulan tek feryad, Kur'an'ın gönül okşayan sesi olmuştur. Daha değişik ve özet bir ifadeyle, İslami rönesansta Kur'an'a dönüş ha­reketinden ve Kur'an'ın yeniden keşfedilmesinden ve ıslahatçı ve inkılapçı değerlerinin ortaya çı­karılmasından daha belirgin hiç bir hareket yoktur. Bu dönemdeki yeni tefsir yazımının ilki, Hind asıllı müslüman ıslahatçı Seyyid Ahmed Han'ın "Tefsirü'l-Kur'an ve huve'l-huda ve'l-Furkan" isimli eseridir. Bu tefsir, Kur'an'ın ilk 16 suresini ihtiva eder ve 15 yıl bo­yunca yani hicri kameri 1297 ile 1312 yılına kadar devam eder."

İslam dünyasının son asırdaki Kur'an'a dönüş hareketinin en büyük temsilcileri, müfessirler ve Kur'an araştırıcıları şunlardır: İslam birliği (Panislamizm) nazariyesinin öncüsü olan Seyyid Cemaleddin Esedabadî, Seyyid Ahmed Han-ı Hindî (ye­nilikçi ve çok kapsamlı tefsirin sahibi), Şibli-yi Numanî (Seyyid Ahmed Han'ın arkadaşı ve bir başka Kur'an tefsirinin sahibi), Allame İkbal Lahorî (Pa­kistanlı meşhur, büyük şair ve mütefekkir), Ubeydullah b. İslam Sindî (İlhamu'r-Rahman Fi Tefsirü'l-Kur'an tefsirinin sahibi), Ebu'l-Kelam Azad (Hintli müslüman ıslahatçı ve savaşçı müfessir ve Hindistanın bağımsızlık hareketinin öncülerinden ve Tercümanü'l-Kur'an tefsiri sahibi), Ebu'1-A'la Mevdudî (Hint yarımadasının ıslahatçı ve müfessirlerinden ve Tefhimü'l-Kur'an'ın sahibi), Şeyh Muhammed Abduh (Mısırlı ıslahatçı, Seyyid Cemaleddin Esedabadî'nin en yakın arkadaşlarındandı ve Arapça yayınlanan Urvetü'l-Vuska'yı birlikte yayınlıyorlardı, önemli ve ye­nilikçi bir özellik taşıyan el-Menar tefsirinin yazarıdır. Bu tefsiri kendi talebesi ve takipçisi olan Muhammed Reşid Rıza ile birlikte kaleme almıştır. Kur'an tefsirinde yeni bir ekolun çıkmasının temelini at­mışlardır ve onlardan sonra gelen müfessirlerin çoğu onun talebesi ve takipçisi niteliğindedir), Muhammed Reşid Rıza (Muhammed Abduh'un talebesi ve önemli takipçisi, el-Menar tefsirinin yeniden yazıcısı), Tantavi b. Cevheri (Mısır asıllı ve Abduh'un tefsir eko­lünün takipçisi, el-Cevher Fi Tefsiri'1-Kur'an-ı Kerim isimli 26 ciltlik Arapça tefsirin yazarı), Muhammed Mustafa Merağî (Abduh'un talebesi, arkadaşı ve el-Ezher reisi ve Kurban tefsiri sahibi), Abdulaziz Caviş (Mısır asıllı Tunuslu toplumsal mücadeleci, hatip, ga­zeteci, müfessir ve Abduh'un talebesi, onun tefsir ekolunun takipçisi ve Kur'an tefsiri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili birkaç eserin sahibi), Abdulkadir Mağribî (Abduh'un tefsir ve ıslahatçı ekolünün takipçilerinden Kur'an'ın 29 cüzünü kapsayan önemli tefisirin sahibi), Cemaleddin el-Kasimî (Suriyeli büyük alim ve ıslahatçılarından, Abduh'un dostu ve onun ekolünün takipçisi, bununla birlikte sünnete de aşırı derecede bağlı olan ve Arapça 17 ciltlik Mehasinü't-Te'vil isimli tefsirin sahibi), Hasan el-Benna (ünlü dini-siyasi bir hareket olan Îhvanü'l-Müslimin cemaatinin Mısır'daki kurucusu ve İslam devletinin taraftarlarından, Kur'an hafızı, İhvanü'l-Müslimin'in günlük işleri arasında Kur'an okumayı bir adet ha­line getiren Kur'an’la ilgili birkaç eserin yazarı), Seyyid Kutup (Hasan el-Benna'nın dostu, İhvanü'l-Müslimin'in en önemli simalarından, Fizilali'l-Kur'an isimli tefsir ve Kur'an araştırmaları üzerine diğer bir­kaç eserin yazarı, Mısır rejimi onu sahip olduğu in­kılapçı düşüncelerinden dolayı idama mahkum edip şehid etti), Muhammed Ferid Vecdi (Mısırlı müslüman yenilikçi, gazeteci ve yazarlardan, Abduh'un ıslahatçı-fikri ekolünün takipçilerinden ve Mushafu'l-müfessir ve Safvetü'l-İrfan Fi Tefsiri'1-Kur'an isimli tefsirlerin sahibi), Mahmud Şeltut (Mısır'ın baş müf­tüsü ve el-Ezher Üniversitesi reisi, Üstad Mutahhari'nin de deyimiyle; "Bin yıllık bir tılsım bozulmuştur." diye Şii mezhebinin taklid edilmesinin caiz olduğuna dair verilen meşhur ve tarihi fetvanın sahibi ve on ciltlik bir Kur'an tefsiri ve Kur'an araş­tırmaları ile ilgili birkaç eserin sahibi), İbn-i Badis Abdulhamid b. Muhammed Mustafa (Cezayir ıslahatçı hareketinin kurucusu ve Fransa karşısında sö­mürgeciliğe karşı savaşın rehberi. O da Abduh ve Hasan el-Benna gibi Kur'an hafızı idi. Kur'an tefsiri sahibi). Zikretmiş olduğumuz bu şahsiyetler, İslam dünyasının (İran hariç) ünlü ıslahatçı müfessir ve Kur'an araştırmacılarındandır.

Son asırdaki İranlı bazı büyük ve etkili Kur'an müfessirleri ise şunlardır: Tefsir-i Keyvan'ın (Farsça) sahibi Abbas Ali Keyvan Kazvini, Alai'r-Rahman tef­sirinin (tek ciltlik ve tamamlanmamış Arapça bir eser) sahibi Muhammed Cevad Belaği, Huccetü't-Tefasir ve Belağu'l-İksir'in sahibi Abdulhucce-i Belaği, Farsça tefsir Beyanu'l-Furkan'ın sahibi Şeyh Mücteba Kazvini-yi Horasani, Kilid-i Fehm-i Kur'an'ın sahibi Muhammed Hasan Şeriat Sengelci, Tebriz'deki ilmi tefsir mektebinin ve meclisinin ku­rucusu ve Tefsir-i Ayat-i Müşkile isimli tefsirin sahibi Hacı Yusuf Şuar (Hş. 1281-1352) ki, Üstad Cafer Subhani, Üstad Hadi Husrevşahi'nin de yardımıyla sözkonusu bu tefsire Tefsir-i Sahih-i Ayat-i Müşkile adıy­la bir tenkid ve reddiye yazmışlardır. Merhum Hac Yusuf Şuar'ın oğlu çağdaş Kur'an yorumlayıcısı ve ünlü edebiyatçı Dr. Cafer Şuar. O da babası gibi bil­gili ve ilim sahibi bir şahsiyet olup Kur'an araş­tırmaları alanında değerli ve kapsamlı eserlere sa­hiptir (örneğin, Tehzib-i Ahlak der Kur'an, Nigeriş-i der Tefsir-i Ayat-i Kur'an gibi). Islahatçı düşüncelere sahip olan en büyük ve en etkili müfessirler zümresinden ya da Kur'an araştırmaları ve tefsir alanında eserler kaleme almış ıslahatçıların en büyüklerinden Ayetullah Taleqani (Pertov-i ez Kur'an isimli tefsirin sahibi), Üstad Muhammed Taki Şeriati Mezinani (Tef­sir-i Nevin'in sahibi), Üstad Şehid Murteza Mutahhari (Aşina-yi Ba Kur'an adlı eserlerin ve tek tek surelerin tefsirini değişik isimlerle kaleme alan eserlerin sa­hibi), Ayetullah Şehid Seyyid Muhammed Bakır Sadr (mevzui tefsir alanında değişik eserlerin sahibi), Dr. Ali Şeriati (Rum suresinin ve diğer bir kısım ayetlerin müfessiri), Mühendis Mehdi Bazergan (Seyr-i Tahavvul-i Kur'an, Amuziş-i Kur'an, Bad u Baran der Kur'an, Bazgeşt be Kur'an isimli eserlerin sahibi), İslam İnkılabı rehberi ve İslam Cumhuriyetinin ku­rucusu İmam Humeyni (r.a.). Zira İmam (Allah onun makamını yüceltsin) son yüzyılımızın en büyük Kur'an bilimcilerinden olup kaleme aldıkları eser­lerinde ve konuşmalarında her zaman; "Va'tasimu bi Hablillahi vela teferrequ."[130] nidasını haykırmışlardır. Kendilerinin kaleme almış oldukları Hamd ve Alak surelerinin tefsirini içeren eserleri elde mevcuttur. Kendilerinin Kur'an ile ilgili beyanatları ve yol gösterici sözleri ayrı bir kitap halinde ya­yınlanmıştır. İmam'ın değerli oğlu Merhum Ayetullah Hac Seyyid Mustafa Humeyni'nin de Hamd su­resi üzerine çok etkileyici ve muhtevalı, irfanı dört ciltlik Arapça bir eseri mevcuttur.

Merhum Ayetullahu'1-Uzma Hoy'un da el-Beyan isimli Kur'an tefsiri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili çok değerli bir eseri vardır. Fakat İmamiye Şiasının ondördüncü asırdaki en büyük tefsiri hiç şüphesiz Allame Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai'nin eseri Tefsirü'l-Mizan'dır. Aslı Arapça olup 20 cilttir. Mu­hammed Bakır Musevi-yi Hemedani'nin kalemiyle 20 cilt halinde Farsçaya tercüme edilmiş olup defalarca basılmıştır.

11- Burada Kur'an araştırmacısı ve tefsirci va­tandaşlarımızın isimlerini ve eserlerini tamamıyla zikredecek konumda değiliz, zira bunların isimlerini ve eserlerini zikretmek başlı başına bir kitabın ko­nusu olacak düzeydedir. Fakat son yarım asırda Kur'an araştırmaları alanında yazılmış olan birkaç eseri fihrist şeklinde zikredebiliriz. Merhum Ab­dullah Zencani'nin Tarih-i Kur'an'ı (Arapça asıllı ve Farsça tercümeli), Mahmud Ramyar'ın Tarih-i Kur'an'ı, Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur'an ilimleri bölümü başkanı Üstad Dr. Mu­hammed Bakır Hüccetinin Kur'an Tarihi Araş­tırmaları ve Esbab-ı Nüzul ve bunun benzeri Kur'an bilim ile ilgili değerli eserleri, Muhammed Hazaili'nin İ'lam-i Kur'an ve Ahkam-ı Kur'an isimli iki önemli eseri, Üstad Muhammed Rıza  Celali-yi  Naini'nin Tarih-i Cem'-i Kur'an-i Kerim isimli eseri, Ayetullah Muhammed Hadi Ma'rifet'in dört ciltlik et-Temhid fi UIumi'l-Kur'an isimli eseri, Ayetullah Abdullah Cevadi-yi Amuli'nin Tefsir-i Mevzui-yi Kur'an isimli eseri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili birkaç diğer önemli eseri, çok güzel ve açık bir Kur'an mealininde sahibi olan Ayetullah Mekarim-i Şirazi'nin gö­zetiminde kaleme alınan Tefsir-i Numune isimli eser (Farsça 30 ciltlik önemli bir tefsir), Ayetullah Mu­hammed Taki Misbah Yezdi'nin Marif-i Kur'an ve Tarih der Kur'an isimli eseri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili diğer birkaç önemli eseri, Rahmetli Mühendis Mehdi Bazergan'ın oğlu Mühendis Abdul Ala Bazergan'ın 3 ciltlik Nazm-ı Kur'an isimli eseri (Bazergan'ın Kur'an araştırmaları alanında başka eserleri de mevcuttur), Kamus-i Kurban (Arapça-Farsça), Ahsenü'l-Hadis isimli tefsir (Ayetullah Ali Ekber Kurşi'nin eseri), Üstad Hasan Mustafavi'nin et-Tahkik Fi Kelimatü'l-Kur'an isimli eseri, Üstad Dr. Mahmud Ruhani'nin Ferheng-i Amar-i Kur'an-ı Kerim (Kur'an-ı Kerim kelimeleri sözlüğü) isimli eseri, Üstad Dr. Ali Revaki'nin çabalarıyla Kur'an-ı Kuds olarak ünlü olan eski Kur'an nüshasının yeniden tertip edil­mesi ve bunun dışında Kur'an ile ilgili değerli birkaç diğer eseri, Dr. Muhammed Cafer Yahakki'nin gö­zetiminde düzenlenen Kur'an sözlüğü (ayrıca Hk. 556 yılına ait bir Kur'an tercümesinin musahhihi ve Tefsir-i Ebu'l-Futuh-i Razi'nin tashihini de Dr. Mehdi Nasıh ile birlikte yapmıştır). Tacü't-Teracim Tefsirinin yeniden düzenlenmesi (beşinci asıra ait), Huccetü'l-İslam Seyyid Mehdi Hairi-yi Kazvini'nin çabalarıyla kaleme alınan Suyuti'nin İtkan'ının tercümesi, Seyyid Ali Kemali-yi Dezfuli'nin Kanun-i Tefsir, Seqil-i Ekber ve Şinaht-ı Kur'an isimli üç önemli eseri, Huccetü'l-İslam Haşimizade-i Herisi'nin Kur'an surelerini tanıma isimli eseri, Huccetü'l-İslam ve'1-müslimin Ali Ekber Haşimi-yi Rafsancani'nin (eski İran cum­hurbaşkanı) dört ciltlik Tefsir-i Rahnuma isimli eseri. Ve buna benzer daha yüzlerce  eser.  Zira burada Kur'an çalışmaları alanında kaleme alınan eserlerin tümünü zikretmemizin imkanı yoktur. Çünkü yüz­lerce sayfayı bulacak bir yapıdadır. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularımız son yüz­yıldaki Kur'an araştırmaları alanında kaleme alınan eserleri tanıtan ve isimlerini zikreden "Tefsir ve Te-fasir-i Cedid" isimli eserimize başvurabilirler. Ayrıca Ali Şevah İshak'ın dört ciltlik 'Müsennifat-ı Kur'an-ı Kerim' isimli esere de bakılabilir.

Bu alanda anlaşılan şey, İran milletinin Kur'an araştırmaları ve çalışmaları ile ilgili olarak çok detaylı ve çok yönlü bir faaliyet içinde bulunmalarıdır. Kur'anın en güzel bir şekilde daha detaylı bir şekilde anlaşılması için elden gelen her türlü çalışmanın içine girilmiştir. Bu da birkaç yönden görülmektedir:

12- Kur'an tercümelerine yönelme: Bu konuda eski tercümelerle ilgilenecek değiliz ve onlarla her­hangi bir işimizde yoktur. Ayrıca eski tercümelerin büyük bir kısmının anlaşılmadığı ve cazibeli olmadığı inancı da halkımız arasında yaygındır. Eski ter­cümeler arasında en anlaşılır ve makbul olan eser Meybudi'nin tefsiri (Keşfü'l-Esrar ve Uddetü'l-Ebrar) ilk sırayı almaktadır.

İranlılar, müslümanlar arasında Kur'an-ı Kerim tercümesine yönelme noktasında birinci sırada yer alırlar. Önceki bölümlerde Resul-i Ekrem (s.a.v)'in çok değerli sahabesi Selman-ı Farisi'nin Fatiha tercümesi ve diğer birkaç surenin tercümesini yaptığı ko­nusunda açıklamalar yapmıştık. Kur'an'ın Farsçaya ilk tam tercümesi, bugüne kadar anlaşıldığına göre, Kur'an-ı Kuds'dür ki, Dr. Ali Revaki Bey bu eseri ye­niden düzenleyip Asitan-ı Kudüs Yayınevi tarafından basılıp yayınlanmıştır. Seçkin Alimler Topluluğu, bu tercümenin hicri kameri 250-350 yılları arasında ka­leme alındığı görüşündedirler. Bundan sonra Tefsir-i Taberi'nin içinde yer alan Farsça Kur'an tercümesi gelmektedir ki, bu da Hicri 345 yıllarında kaleme alın­mıştır. Bundan sonra birçok farsça Kur'an tercümesi kaleme alınmıştır ki, bugüne kadar en az beş yüz adet tercümenin yapıldığı bilinmektedir. Muhammed Asaf Fikret, 326 eski Kur'an tercümesinin tanıtımını Fihrist-i Nush-i Hatti-yi Kur'anha-yi Mütercim isimli ese­rinde yapmıştır. İran'ın Asitan-i Kuds-i Razavi kü­tüphanesinde ve diğer önemli merkez kütüphanelerinde birçok Kur'an tercümesi mev­cuttur. Biz burada daha çok yeni tercümeler üzerinde durmak istiyoruz.

Kur'an tercümelerine yönelme hareketi, içinde bulunduğumuz yüzyılda hicri şemsi 1320 yılından sonra hız kazanmıştır. Biz bunun başlangıcını Mer­hum Abdu'l-Hüseyin Ayeti'nin (Avare) tercümesi ile başlatıyoruz. Bu eser hicri şemsi 1330 yılında anlaşılır bir Farsça ile Yezd şehrinde 3 cilt halinde basılmıştır. Bundan sonraki tercümeler İslam inkılabının ger­çekleştiği ana kadarki tercümeler şunlardan ibarettir: Merhum Mehdi Muhyeddin İlahî-yi Kumşei'nin ter­cümesi, Merhum Ebu'l-Kasım Payende'nin tercümesi, Merhum Yasiri'nin tercümesi, Merhum Hikmet Ali Ağa'nın tercümesi, Zeynulabidin Rahnuma'nın 4 cilt­lik alt yazılı ve açıklamalı tercümesi, Tefsir-i Mizan, Tefsir-i Numune, Tefsir-i Novin gibi değerli eserlerin içinde yer alan tercümeler zikredilmeğe değer eser­lerdir. Merhum Muizzi'nin, Merhum Ali Naki Feyzu'l-İslam'ın tercümeleri de anılmağa değer tercümelerdir.

Amma İslam inkılabının zafere ermesiyle, Kur'an'a yöneliş hareketi ve hablullah'a yapışma eği­limi bizim kültür yapımızda şanına layık olan en üst ve en değerli bir noktaya ulaşmıştır. Önemli bir nokta da her alanda ve her dalda Kur'an araştırmaları ça­lışmalarının hız kazanmış olması ve hatta Kur'an ile ilgili çalışmaların her alana yayılmasının, ger­çekleşmiş olmasıdır ki, bunlara sırası geldiğinde de­ğineceğiz.

İnkılaptan sonra yapılan Farsça Kur'an tercümeleri şunlardır: Abd el-Muhammed Ayeti'nin ter­cümesi, Celaleddin Farisi'nin tercümesi, Muhammed Hacoyi'nin tercümesi, Abd el-Kasım-i İmami'nin ter­cümesi, Muhammed Bakır Behbudi'nin tercümesi, Kazım Purcevadi'nin tercümesi, Ayetullah Mekarim-i Şirazi'nin tercümesi, Dr. Celaleddin Mucteba'nın ter­cümesi, Muhammed Mehdi Fuladvend'in tercümesi, ve bu satırların yazarının henüz yeni yayınlanmış olan tercüme. Ayrıca tercümemde üzerinde dur­duğum ve yararlandığım üstad Dr. Mustafa Hurremdil'in Tefsir-i Nur isimli değerli tercümesi de zik­redilmeğe değer.

Ayrıca henüz yayın aşamasında olan tercümeler de mevcuttur. Bunlar arasında Ayetullah Gürgani Kur'an Müessesesinin hazırlamış olduğu tercüme, Üstad Ahmed Aram, Dr. Muhammed Hüseyin Ru­hani, Dr. Ali Asğar Halebi, Hüseyin Üstadveli, Mesud Ensari, Mühendis Ali Ekber Tahiri, Huccetü'l-İslam Abdulmecid Miadhah, Hasan Nefisi gibi şah­siyetlerin tercümelerini ve daha kendilerinden ha­berdar olamadığım birçok Kur'an tercümesini de say­mamız mümkündür.

13- Halkımızın Kur'anî konulara ve Kur'an araş­tırmaları alanında yapılan çalışmalara yöneldiğinin bir diğer işareti de değişik adlarla yayınlanan dergi ve ansiklopedi türü yayınlardır. Bu yayınlar şun­lardan ibarettir:

a- Risaletü'l-Kur'an (Arapça), Aye­tullah Gülpayegani Kur'an Müessesesi'nin Kur'an araştırmacılarının çabasıyla Kum'da ya­yınlanmaktadır. Kameri 1411 yılından bugüne dek mevsimlik olarak yayınlanmaktadır.

b- Beyyinat: Kur'an araştırmalarına yönelik yayın yapan mev­simlik dergi, Kum'daki İmam Rıza Maarif-i İslami Müessesesi tarafından yayınlanmaktadır.

İlk sayısı hş. 1371 yılının bahar mevsiminde ya­yınlanmış  düzenli bir şekilde  çıkmaktadır.  Bu satırların yazarı da sözkonusu bu yayında ilk sa­yısından itibaren Kur'an ile ilgili makaleleri ya­yınlama şerefine mazhar olmuştur.

c- Faslname-i püjühişha-yı Kur'anî: Bu derginin imtiyaz sahibi Kum İlimler Havzası İslami Tebligat Bürosudur. (Kur'an kültürü ve maarifi merkezi) Aynı zamanda Meşhed, Kum ve Tahran'da yayınlanmaktadır. İlk sayısı hş.1374 baharında yayınlanmıştır.

d- Mübin: Kur'an Araştırmalarına özgü bir dergidir. İmtiyaz sahibi, Danışgah-ı Azad-ı İslami Üniversitesi'dir, ilk sayısı hş.1374 baharında yayınlanmıştır. Ayrıca bunlar dı­şında Havza, Ayine-i pujuhiş, Vakf-ı Miras-ı Cavidan, Maarif ve buna benzer birkaç diğer dergi de Kur'an araştırmaları konusundaki makalelere yer veren der­gilerdir. İttilaat, Selam, Hemşehri gibi günlük yayın yapan gazeteler de Kur'an ile ilgili haftalık ekler ver­mektedirler.

14- Başka Kur'anî ve Kur'an araştırmaları fa­aliyetleri de bizim Kur'ansever ülkemizde hayli çok­tur. Bu cümleden olarak Kur'an tefsiri, hıfzı ve kıraati müsabakalarının düzenlenmesi gibi faaliyetler, bu fa­aliyetlerin bir kısmıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi İranlıların kelimelerin telaffuzu ve arap he­celerini çıkarma noktasında zorlanmalarına rağmen hamd olsun ki, Kur'an ile ilgili birçok müsabakada bi­rinci ve ikinci dereceyi elde etmektedirler. Kur'an ilimleri ile ilgili faaliyetler hemen hemen yılın her ayında değişik alanlarda sürdürülmekte, farklı me­kanlarda çalışmalar yoğunluk kazanmaktadır. Aynı şekilde yıl boyunca özellikle de mübarek Ramazan ayında Kur'an ve Kur'anî ilimler ile ilgili sergiler, fu­arlar İslami Kültür ve İrşad Bakanlığının önderliğinde Tahran'da ve ülkenin diğer önemli merkezlerinde sü­rekli tertip edilmektedir. Bazen de bu sergi, kon­ferans, sempozyum ve fuarlar ülkenin değişik şe­hirlerindeki yaklaşık 700 büyük mescidlerinde de düzenlenmektedir. Bu sempozyum, konferans ve benzeri oluşumlarda ülkenin çok değerli ilim adam­ları ve alimleri Kur'an araştırmaları ile ilgili değerli görüşlerini beyan etmekte ve faaliyetlerini sür­dürmektedirler. Özellikle son dört yıldır bu faaliyetler düzenli ve sürekli bir şekilde tertip edil­mektedir.

Bir diğer Kur'anî ve sanatsal faaliyet de "Tevaşih" ve Kur'an ayetlerini birlikte (koro halinde) sesli okuma faaliyetidir ki, bu faaliyet de ülkenin değişik şehirlerindeki ilmi-dini merkezlerinde dü­zenlenmektedir. Genelliklede ülkemizin her ta­rafında düzenlenen "Kur'an gecesi" merasimlerinde Tevaşih de icra olunmaktadır. Bunların en seçkin olanları televizyon ve radyolarda yayınlanmaktadır. Bu faaliyet son on yıldır düzenli bir şekilde devam et­mektedir.

Ne yazık ki, İslam inkılabının zafere ermesinden hemen sonra kurulmuş olan "Bünyad-ı Kur'an" isimli kuruluş son yıllarda faaliyetlerine son vermiştir ki bu da biraz üzüntü vericidir. Fakat bununla birlikte Kur'an araştırmaları ile ilgili yayınlar sürekli ya­yınlanmaktadır. Aynı şekilde Kur'an'ın en güzel hat­larla yazım faaliyet ve sanatları da yaygın bir şekilde revaç bulmaktadır. Elbette Osman Taha hattı ve onun güzel bir hatla yazmış olduğu nüsha, Medine-i Mü­nevvere Daru't-Tab'ında veya Daru'l-Kur'an’ında büyük Kur'an bilimci alimlerin alanına girdikten ve onu "Mushaf-ı Medine" adıyla İslam dünyasının stan­dart mushafı olarak baskıya verip yayınladıklarından sonra bu mushaf, İslam dünyasının her tarafında kabul gördü ve bu mushaf yılda yaklaşık olarak iki milyon nüsha basılmaktadır ve bunların bir kısmı da hediye olarak dünyanın değişik yerlerine da­ğıtılmaktadır. Ülkemizde varolan hat da bü resmi hat­tır, yani Osman Taha hattıdır. Bu hattın dışında başka bir hatla yazma sözkonusu değildir. Hatta resmen ya­saktır. İslami İrşad Bakanlığı bu konuda çok titiz dav­ranmakta ve her türlü ebatta yazım söz konusu ol­duğunda Osman Taha'nın hattıyla yazılmaktadır. Hac ve Evkaf merkezi de Kur'an yayını konusunda önemli görevler icra etmektedir. Hem Kur'an basımı ile ilgili olarak hem de Kur'an araştırmaları, hıfz, kı­raat ve benzeri çalışmalar ile ilgili olarak çok değerli faaliyetler sürdürmektedir. Evkaf müessesesinin Kur'an araştırmaları alanında başlattığı önemli adım­lardan bir diğeri de "Kur'an-ı Kerim tercüme mer­kezi" adıyla kurmuş olduğu oluşumla bütün dil­lerdeki Kur'an meallerinin en seçkinlerini tesbit etmek oluşturmak ve yayınını yapmaktır. Merkezi Kum şehrinde bulunan bu kuruluşun temel görevi budur. Bu kuruluşun başında bulunan değerli alim ve Kur'an bilimcisi Huccetü'l-İslam Nakdi Bey de çok yetenekli olup önemli icraatlarda bulunmaktadır. Bu satırların yazarı da değerli üstadla müşaverelerde bu­lunup birlikte hareket etmektedir.

15- İranlıların Kur'an-ı Mecid'e yöneliş ha­reketinin ve Kur'an'a olan aşk ve sevgilerinin bir diğer önemli noktası da "Radyo Kur'an" adıyla bir radyo kurup burada 24 saat Kur'an yayınının ya­pılmasıdır. Aynı şekilde televizyonda da "Sima-yı Kur'an" isimli bir program sürekli olarak ya­yınlanmaktadır. Son onbeş yıldır sürekli bir şekilde haftalık proğlamlar halinde İran İslam Cumhuriyeti televizyonunda Kur'an dersleri ve tefsiri programım sadikane ve aşıkane bir şekilde yapıp sürdüren de­ğerli insan Huccetü'l-İslam Muhsin Kıraati'dir. Yap­mış olduğu Kur'an dersleri çok akıcı, basit ve biraz da latifeli bir tarzda olduğundan dolayı halkın büyük il­gisini çekmektedir. Kimileri Üstadın sahip olduğu la­tifeli ve güldürücü yeteneğiyle anlattığı konuların de­ğersiz olduğu kanaatine varabilir. Fakat tam aksine anlattıkları konuların kafalara ve gönüllere daha güzel ve kalıcı olarak yerleşebilmesinde ve zihinlerde kalmasında bu tür bir anlatım tarzının çok önemli bir yere sahip olduğunda hiç şüphe yoktur. Ben de dahil olmak üzere bu Kur'an derslerini büyük bir beğeniyle izliyor ve çok faydalı bilgiler ediniyorum.

16- Ayrıca Tahran ve diğer birkaç büyük şe­hirlerin telefon merkezlerinde bir telefon hattı da ku­rulmuş olup bilgisayara bağlanarak Kur'an ile ilgili sorulara her zaman cevap vermekte olan ve is­teyenlere değişik okuma tarzlarında çok güzel Kur'an sesi de verilebilmektedir. İstenilen sure veya ayetler seçilebilmektedir.

17- İslam dünyasının en seçkin hafızları ta­rafından okunan Kur'an kasetleri de önemli mer­kezlerde, kitapçılarda  ve kasetçilerde halkın is­tifadesine sunulmaktadır. Hemen hemen İslam dünyasındaki tüm Kur'an okuyucularının kasetleri çok rahat bir şekilde bulunmaktadır. Bu kasetler, çok güzel sanatsal özellikler de taşımaktadırlar.

18- Kur'an'ın İranlı müslümanların hayatı ve zih­nindeki nüfuz ve etkisinin bir diğer noktası da onun sanatsal ve sanat oluşturma yönüdür. Kur'an birkaç açıdan sanatsal ve sanat oluşturma önemine sahiptir. Birinci ve hepsinden en önemlisi şudur: Kur'an'ın kendisi, dilsel-edebi ferde özgü bir olgudur ve Kur'an’ın icazına dikkat noktasında öne sürülmüş olan değişik görüşler arasında Bakallani ve Abdulkadir Cürcani'nin görüşü ve Cahız, Abdu'1-Ala' Muerri gibi büyük Arap edebiyatçılarının ve Keşşaf tefsirinin sahibi Zemahşeri'den onun talebesi ve ta­kipçisi Keşşafın aşığı Hafız'a ve onun çağdaşları Mevakıf'ın sahibi Kadı İzzed İci'ye Mir Seyyid Şerif Cürcani'ye kadarki İranlı büyük edebiyatçı ve alimlere kadar ve İslam dünyasının Abduh, Seyyid Kutup ve İranlı birçok çağdaş edebiyatçı ve alim insanlara varıncaya kadar gelen büyük şahsiyetlerin tümü Kur'an'ın dilsel-edebi i'cazını ileri sürmektedirler. Kur'an'ın etkisi Arap ve Fars edebiyatında ve Fars edebiyatının temelini oluşturan irfanda çok açık bir şekilde görülmektedir. İster Arap olsun ister Araplar dışındaki halklarda olsun Kur'an araştırmacıları ve Kur'an bilimcileri, edipler ve dilbilimcilerinin tümü Kur'an'ın okunmasından büyük bir haz ve sanatsal zevk duymaktadırlar. Kur'an'ın sanat oluşturma özel­liğinin ikinci özelliği de sahip olduğu güzel hat sanatıdır. Kur'an'ın değişik şekillerde yazıldığı binlerce hat sanatı örneği ülkemizin ve diğer İslam ülkelerinin önemli sanat merkezlerinde, müzelerinde mevcuttur. Kur'an hattıyla uğraşan ve bu alanda eşsiz örnekler sunan binlerce hat ustası vardır. Bu hat sanatlarının ilerlemesinde hiç şüphe yok ki Kur'an birinci de­recede etkiye sahiptir.

Kur'an’ın bir diğer sanatsal yönü de güzel oku­nabilir ve musikili bir özelliğe sahip olmasıdır. Öyleki Kur'an en güzel musiki makamlarına sahiptir. Acaba dünyanın hiçbir yerinde bu derece eşsiz bir güzellikte okunabilen mensur bir esere daha rastlamak müm­kün müdür? Kur'an’ı güzel okuma müsabakalarının ne kadar ilgi çekici olduğuna daha önce işaret et­miştik. Bundan dolayı bu kadarla yeriniyoruz.

19- Kur'an'ın bir diğer sanatsal yönü de sinema ve tiyatro alanındadır. Bunun en güzel ve basit örneği Yusuf ve Züleyha filim ve gösterileridir. Bunun bir­kaç değişik ülkelerde gösterildiği bilinmektedir. El­bette bu noktada Kur'an'ın yüceliğine bir halel gelir düşücesiyle bu alanda fazla gösterimlere girmekten kaçınıldığı da bir gerçektir. Yoksa özellikle Pey­gamber kıssaları gibi konularda sanatsal ve gösterisel birçok örnekler verilebilir. Kur'an’daki tasvir ve tav­sifleri, özellikle de kıyamet sahnelerini canlandıran çok hayret verici sanatsal çalışmalara da yeni yeni rastlamaktayız artık. Yeni genç sinema sanatçılarımız bu gibi konuları işlemeğe başlamışlardır.

Kur'an'ın Fars edebiyatı ve irfanındaki etkisi çok derin ve yaygındır. Bunu zikretmek için ayrı bir ki­taba konu olacak yeterliliktedir. Bunun için Hafız’ın Divanını ve Mevlana'nın Mesnevisini örnek olarak vermemiz yeterli olsa gerekir. Bu eşsiz eserlerin bu derece bir öneme sahip olmasının en büyük nedeni Kur'an'dan beslenmiş olmalarıdır.

20- Çağdaş edebiyat hikaye ve şiirde de Kur'an-ı Kerim'in etkisi çok açık bir şekilde görülmektedir. Ör­neğin Celal Al-i Ahmed'in en önemli ve faydalı şiirsel eserlerinden birinin ismi "Nun ve'l-Kalem"dir. Bu ese­rin ismini Kur'an'ın kalem suresinin ilk ayeti olan "Nun ve'1-Kalem ve ma yesterun" ayetine istinaden vermiştir. Ya da kendi deyimiyle, "Garbzedegi" isimli eserin sonunda kalemin temizlenmesi için; "İkterebeti's-saati ve'n-şeqqe'l-kamer."[131] ayetini getirmekte ve kitabını bununla bitirmektedir. Edebiyat alanında büyük bir maharete sahip olan İhvan, şiirlerinde Kur'an ayetlerine ve iba­relerini hayli fazla telmihatlarda bulunmaktadır. Ay­rıca Fe'rruh Temimi'nin "Habil'in zamanından" isimli çok güzel ve etkileyici bir şiiri vardır ki bu şiirinde Kur'an'daki Habil ve Kabil kıssasına telmihatlan içer­mektedir. Edebiyat alanında maharetli bir şahsiyet olan Dr. Şefii Kedkeni'nin de Kur'an'dan ilham alan çok güzel şiirleri vardır. Bu şiirlerinden birisi "Izdırab-ı İbrahim" isimli şiiridir.

Yine aynı şekilde Simin Behbehani Hanım'm şi­irlerinde de Kur'an-ı Kerim'e dayanan ve ona işaret eden örneklere sık sık rastlamak mümkündür.

Fakat bu meydanın kahramanı, değerli dostum sanatçı şair değerli Seyyid Ali Musevi-yi Germarudi Bey'dir. Zira onun şiirinde Kur'an'dan aldığı ilhamlar çağdaşı olan bütün şairlerden daha fazladır. Onun birçok şiirinde Kur'an ayetlerine, kıssalarına ve iba­relerine işaretleri bulmak mümkündür. Bu da onun Kur'an'a ne kadar aşık olduğunu göstermektedir. Ay­rıca Sohrab Sipehri'nin de bu noktada güzel telmihatları vardır.

21- Kur'an'ın zihnimizde, dilimizde ve ya­şantımızda büyük bir etki oluşturduğu bir diğer nokta da asrımızın yüzakı olan bir kısım inkılapçı dü­şünceye sahip, istibdat ve sömürgeciliğe karşı mü­cadele eden kimselerin Kur'an'ın anahtar söz­cüklerine sık sık değinmeleridir. Şüphesiz ki, bu alanda bunların başında gelen en önemli şahsiyet merhum Şehid Ali Şeriati'dir. Zira înkılab-i İslami kavramı, ilk kez onun tarafından dile getirilmiştir. Ayrıca genellikle ahlaki-siyasi kavramların da büyük bir kısmı onun diliyle zihinlerimize yerleşmiştir. Mer­hum Şeriatı, şu ıstılahları doğrudan Kur'an’dan al­mıştır: Müstekbir/istikbar; Müztez'af/istiz'af; Mütref/itraf; Kıst/Kasıtin, muksıtin; Mizan (terazi); Habil ve Kabil (ve onların toplumsal karşılıkları); Mele', şeytan (İnkılab esnasında "Büyük şeytan" ibaresine dönüştü); Cahiliyet (bu tabir Seyyid Kutub ve onun benzeri İslam dünyasının mübariz şahsiyetleri tarafından da kullanılmıştır); İmam/imamet (reh­berlik); Ümmet (ki onun en önemli kavramlarından biriydi) ve son olarak da Hizbullah ve Tağut kav­ramları onun Kur'an'dan alıntıladığı en önemli kav­ramlardandı. O, bu Kur'anî ıstılahları, yeni toplumsal-siyasi konularda kullanıyordu. Bendeniz Merhum Şeriati'nin eserlerinin tümüne vakıf değilim. Şayet tümüne vakıf olsaydım elbette daha çok kav­ramı zikretmem mümkündü.

Bu toplumsal-inkılabi kavramlar İmam Humeyni ve onun inkılapçı takipçileri tarafından ve hakikatte bütün inkılabı İran milleti tarafından da sık sık kul­lanıldı ve hala da büyük bir iştiyakla kulIanılmaktadırlar.

22- Kur'an'ın toplumsal yaşamdaki en önemli et­kilerinden biri de şudur ki Kur'an (=Kitap), Şia'da dört temel ictihad ve ahkam kaynağın birincisidir. (Kitap, sünnet, icma', akıl). Bu konuda daha önceki bölümlerde genişçe açıklamalar yapmıştık. Kur'an bi­rinci derecede bizim kanun-i esasimizdir, sonra Me­deni kanunumuzdur. Ayrıca ceza ve hukuk ka­nunlarımız hep ondan çıkarılmıştır. Yeni asırda da İslam hükümetinin en temel maddesi olan Velayet-i Fakih de Kur'an-ı Kerim’e ve masum imamlara da­yanmaktadır. Cuma namazı, kısas, diyet vb. gibi Kur'anî hükümler ve cezaların tümü Kur'an’dan iç­tihadı olarak çıkarılmış ve bunlar birer kanun hükmü olarak yaşamımızda yerini almıştır. İran'ın siyasi ve idari yapısında temel olarak kabul edilmiş olan şura esası da Kur'an'a dayanmaktadır. Yeni İslam dü­zeninde, Şura-yı Nigehban kurumu da en seçkin müctehidler ve fakihler tarafından oluşturulmuş ve bunun için tesis edilmiş bir kurumdur. Bu kurum, ge­rekli olan yeni kanunların çıkarılmasında Kur'an'a olan uyumlulukları, İslami oluşları kontrol et­mektedir.

Fakat iktisadi-örfi-ictimai yapılanmalar, bazen sorunlar ve engeller çıkarmaktadır. Örneğin, faizsiz ve kâra dayalı banka sistemi vb. birkaç konu henüz tam anlamıyla halledilmiş değildir.

23- Kur'an'ın biz müslümanlar üzerindeki  en önemli ve en büyük bir diğer etkisi de onun ya­şamımız, ahlakımız ve hatta ahlaki yapımız üze­rindeki etkisidir. Bu konuda da daha önceki bö­lümlerde geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Burada sadece bir hatırlatma amacıyla birkaç örnek zik­redelim. Örneğin selam verme, evlere girerken izin is­teme, oturulan mecliste yeni gelene yer verme, ma­rufu emir ve münkerden nehiy, takva sahibi olma, iyilikte bulunma, ihlas, uhuvvet, emaneti ehline verme, tevazu, anne ve babanın hakkını verme ve on­lara saygı gösterme, tevazu, tevekkül, hilm, sabr, şükür, doğruluk, bağışlama, kanaat, şefkat, ahde vefa vb. yüzlerce güzel ahlak örnekleri hep Kur'an’a da­yanmaktadırlar. Ayrıca bunların zıddı olan istikbar, istihza, israf, gıybet, iftira, mala düşkünlük, mal biriktirme, cimrilik, nankörlük, şükürsüzlük, gösteriş yapma, tebzir, ziynetleri gösterme, başkalarının gizli yönlerini araştırma, gurur, tekebbür, tekasür, başkalarına kötü lakab takma, hased, hırs, rüşvet alma, faiz yeme, yalan yere yemin etme, zina, kin besleme, fesad ve fuhuş, yalan, haksız kazanç, küfür ve küfran, nifak, kötü amel, hile, livata, söz tutmama, hayırdân alıkoyma, söz getirip götürme... vb. kötü ahlak ör­nekleri de hep Kur'an’dan çıkarılmıştır. Bunlarla ne derece amel edip etmediğimiz konusu ise başka bir şeydir.

24- Kur'an'ın dilimiz ve zihnimiz özellikle de Kur'an’a ünsiyet bağlamış olan edeb ve ilim ehli şah­siyetler üzerindeki bir diğer önemli dilsel-edebi etkisi de Kur'anî ayetler ışığında atasözü ve vecizeler oluş­turma noktasıdır. Bu alanda da birçok kitap kaleme alınmıştır. Kur'an ayetleri ışığında söylenmiş olan ata-sözlerinin ve güzel sözlerin sayısı hayli çoktur. Eski asırlardan içinde bulunduğumuz asra dek birçok kitap kaleme alınmış ve bu kitaplar elde mevcuttur. Bu sözlere birkaç örnek verecek olursak şunları zik­redebiliriz: "Birkaç kitap yüklenmiş eşek" (Cuma,5), "Evlerin en çürüğü Örümceğin evidir" (Ankebut, 41), "İpliğini kat kat büktükten sonra sökmeğe çalışan kadın gibi olmayın" (Nahl, 92), "Her nefis kazancına karşı bir rehindir" (Müdessir, 38), "Her nefis ölümü tadacaktır" (Al-i İmran, 185), ve buna benzer yüzlerce örnek...Kur'an'ın üstünlüğü, yüceliği ve önemine dair anlatmış olduğumuz bu kısıtlı bilgilerin Kur'an kar­şısında bir hiç mesabesinde olduğu şüphesizdir. Bu­nunla birlikte konuyu burada tamamlıyoruz. Ger­çekten, acaba şii ve sünni müslümanların ferdi ve toplumsal hayatında bu derecede bir etkiye ve nüfuza sahip olan bir başka kitap var mıdır hiç? Kur'an Hab-iullah'tır, İlahî bir kaynak ve çeşmedir, ve İslam top­lumu, ondan daha Önemli, daha yapıcı ve daha ya­şamsal bir Urvetü'l-Vuska'yı bulmamıştır ve asla bulamayacaktır. Hafız şöyle der:

"Geret hevast ki ma'şuk ne-guseled peyman / Nigah dar ser-i rişte ta nigeh dared"

(Eğer maşukun sözünü bozmasını is­temiyorsan / topağın ucunu muhafaza et ta ki, boz­masın.) [132]

 

KUR'AN İSİMLERİ SÖZLÜĞÜ

 

Kur'an'da Yeralan Belli Başlı İsimler

 

İ'lamdan (müfredi alem'dir) maksad, ferde özgü ve münhasır olan şey, varlık ya da olgudur. Örneğin, at bir ism-i 'am'dır (cins isimdir) ve bu cinsteki tüm hayvanlara ıtlak olunur. Fakat Zülcenah, İmam Hü­seyin'e ait olan atın ismidir. Rahş, Rustem'e veya Şebdiz, Husrev Perviz'e özgü olan attır. Ve bunlar özel veya alemdirler. Kitab, ism-i am'dır ve bu şeyin bütün fertlerine ıtlak olunur. Fakat Kur'an, Tevrat, İncil, Zebur, Şehname, Mesnevi-yi Mevlana gibi isim­ler, ism-i has veya alemdirler. Şehir, cins isimdir ve yer küresindeki binlerce şehre ıtlak olunur. Fakat Medyen ve Medine (Yesrib) ve Mekke özel isimlerdir ve bundan dolayı da alemdirler. İnsanlar konusunda da aynı durum sözkonusudur. Adem, beşere ve in­sana ıtlak olunduğunda cins isimdir, bundan dolayı da am'dır. Fakat insanlığın babası veya sefiyullah'a ıtlak olunduğunda özel isimdir ve bundan dolayı da alemdir. O halde alem, bir cinse veya bir türe ıtlak olunan ism-i amın tersine o cins ve türün sadece bir ferdine ıtlak olunan isimdir.

Kur'an i’lamları da bu kaideden müstesna de­ğildirler ve ferde (ister tarihi, ister coğrafi, insani, canlı ve kültürel olsun) özgü eşya ve mevcudat ya da olgulara denir. Bu bölümde Kur'an’ın en önemli i’lam­larının kısa ve alfabetik sıraya göre tanıtımı üzerinde duracağız. Adem'den Yunus'a ve Yehud'a kadar. Sözkonusu edilecek bu isimler alfabe sırasına göre ola­caktır. [133]

 

Adem (a.s.)

 

Adem ya da Ebu'l-Beşer, Halifetullah, Sefiyullah ve Muallimü'1-Esma, Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Mecid nassına göre, Allah'ın topraktan ya­ratmış olduğu ilk insandır. Adem, aslında toprağa ait veya kırmızı renk anlamına gelen İbranice asıllı bir kelimedir. Onun Peygamber oluşu konusunda müfessirler ve din araştırmacıları arasında görüş ayrılığı sözkonusudur. Kur'an'da onun Peygamber olduğuna gayr-i sarih bir işaret vardır.[134] Yüce Allah Adem'i kendi halifesi olarak yaratmıştır.[135] Adem ve eşi Havva mutlu bir şekilde cen­nette hayatlarını sürdürüyorlardı. Ta ki şeytanın aldatmacasıyla İlahî emrin dışına çıkıncaya kadar. Ebedi yaşam arzusuyla yasak olan ağacın mey­vesinden yediler ve İlahî emirle cennetten çıkarıldılar (=Hebut). Hafız şöyle der:

İsyan şimşeğinin Adem-i Safi'ye çarptığı yerde bize günahsızlık iddiası nasıl yakışır. [136]

 

Azer

 

Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu En'am su­resinin 74. ayetine dayanarak Azer'i Hz. İbrahim'in gerçek babası olarak kabul etmişlerdir. Fakat kelamcıların ve müfessirlerin bir kısmı da Kur'anî istinadlara[137], hadislere ve tarihi bilgilere da­yanarak Azer'i Hz. İbrahim'in amcası olarak ve onun babasını tarih olarak kabul etmekte ve İlahî Peygamberlerin babalarının şirk pisliğinden uzak ve temiz oldukları inancındadırlar. Arap örfünde tey­zeye anne olarak, amca veya dayıya da baba olarak hitab etmek adettir. [138]

 

İbrahim (a.s.)

 

Halilullah, Halilu'r-Rahman ve Ebu'l-Enbiya (Peygamberlerin babası) olarak bilinen Hz. İbrahim, Nuh'dan sonra ulu'1-Azm Peygamberlerin (büyük Peygamberlerin) ikincisidir. O, oğlu İsmail yoluyla Arabların atası, diğer oğlu İshak yoluyla da Ben-i İsrailin atasıdır. Kur'an'ın ondördüncü suresi onun adıyla adlandırılmıştır. Kur'an, Hz. Resul (s.a.v) ve İslam dininin Hz. İbrahim'le aralarında manevi ve derin bir bağın olduğunu açıklamıştır.[139] Onun sahip olduğu iman aşkı, başıboşluktan dos­doğru olan tevhid dinini buluncaya kadar geçen ya­şamı, dinler tarihinin en seçkin ve en güzel olay­larındandır. Özellikle Hz. İbrahim, üç tevhid dini olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dininde çok muhterem olarak bilinir ve bundan dolayı da bu üç din, İbrahimî dinler olarak adlandırılırlar. Kendi zamanının çok zalim ve imansız padişahlarından olan Nemrud, O'nunla devamlı mücadele ve mübareze ha­linde idi ve sonunda İbrahim'i ateşe attı. İlahî emirle o ateş, O'nun için serinlik ve esenlik oldu. Istılahi ola­rak o ateş, adeta gülistana dönüştü. O, rüya-yı sadıkaya uyarak oğlu İsmail'i (bir başka rivayete göre de İshak'ı) kurban etmeğe azmetti. Fakat kurban ey­lemini tam gerçekleştireceği esnada, Yüce Allah ta­rafından bir melek gelir ve ona İlahî sınavı başarıyla geçtiği müjdesini ulaştırır ve oğlunu kurban etmekten alıkoyar.[140] Onun yapmış olduğu en önemli işlerin başında, Ka'be evini inşa etmektir. Ay­rıca sünnet olma, tırnak kesmek, bıyıkların kısaltılması, koltuk altı kıllarının tıraş edilmesi, taharet alma vb. gibi temizlik işleri onun sünnetlerindendir. Onun mezarı, bugün el-Halil şehri (Filistin'de) olarak bilinen yerdedir. [141]

 

İblis

 

İblis veya şeytan, en önemli gaybi varlıklardan biridir. İblis, önce cinler zümresindendi, İlahi emir olan Adem'e secde etme emrinden çıkınca Yüce Allah'ın dergahından kovuldu ve İlahi imtihanı kay­bedenlerden oldu. Istılahi olarak "Racim" ve mel'un oldu ve şeytan olarak adlandırıldı. İblis ismi, Kur'an’da 11 yerde geçmektedir. Biri dışında diğer ko­nuların tümünde Adem kıssası ile ilgilidir. İblis, bu olaydan intikam almak için insanları gücü yettiği de­recede saptırmağa, onları hak yoldan çevirmeğe ah­detmiştir. Yüce Allah buyurmuştur ki, Mü'min kullarına hiçbir zarar veremez ve ona kıyamet gününe kadar mühlet vermiştir.[142]

 

Ebu Leheb

 

Ebu Leheb, Abdulmuttalib'in oğlu, Hz. Pey­gamber (s.a.v)'in amcası ve asıl adı Abdu'1-Uzza idi. Küf­rün ileri gelen simalarından, Peygamber (s.a.v), Kur'an ve İslam'ın azılı ve sürekli düşmanlarından biri idi. Hz. Peygamber (s.a.v), "Yakın akrabalarını uyar."[143] ayeti nazil olduktan sonra onu ve Kureyş'in diğer ileri gelenlerini İslama davet ettiği bir seferinde Ebu Leheb, Hz. Peygamber (s.a.v)’e çok kötü hakaretlerde bulunmuş ve Tebbet ya da Mesed suresi[144] onun bu hakaretlerine cevap olarak nazil olmuştur.[145]

 

Ahkaf

 

Ahkaf kelimesi, Kur'an lügatlarında, tefsirlerinde ve tercümelerinde "kum tepeleri" olarak ta­nımlanmıştır. Bu kelime, sadece bir kez Kur'an-ı Mecid'de, Ad kavminin (Hud kavmi) yaşadığı zemin anlamında  kullanılmıştır.  Bu bölge, Arabistan yarımadasının güneyinde bir çöldür. Kur'an-ı Kerim'de bu adla bir de sure vardır.[146]

 

Ahmed

 

Ahmed, İslam Peygamber (s.a.v)'inin isimlerinden biridir. Kur'an-ı Mecid'in sadece bir yerinde Saff su­resinin altıncı ayetinde zikredilmiştir. Bu ayetin meali şudur: "Bir vakit de Meryem oğlu İsa şöyle dedi: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın resulüyüm, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra ge­lecek Ahmed adında bir Peygamberi müjdeleyici ola­rak (geldim)..."[147] Birçok eski ve yeni müslüman ve gayr-i müslim araştırmacı şöyle demiştir ki, Yuhanna İncilinde gelmiş olan ve ondan maksad ruhu'1-kuds olduğu sanılan Yunanlı Paraklitus (Arapça talaffuzu Faraklit), hakikatte Periklutus kavramının tahrif olmuş veya yanlış anlaşılmış şeklidir. Periklutus'un anlamı, çok övülmüş (=Ahmed) demektir. Bu kelime, Arami dilindeki Muhmene kavramının Yunanca tam tercümesidir. Aramı dili, İsa Mesih'in zuhur ettiği za­manda ve ondan sonraki birkaç asırda Filistin'de çok revaçta olan bir dildir. Ve hiç şüphesiz bugün tahrif olmuş olan İncillerin geçek ve asıl dili idi. [148]

 

İdris

 

İlahî Peygamberlerdendir. İsmi sadece iki kez Kur'an-ı Kerim'de anılmıştır.[149] Taberi, onu Nuh'un babasının dedesi olarak ve Tevrat'taki isminin Ehunuh olduğunu zikretmektedir. Kimileri de onun ismini ders kelimesiyle aynı kökten geldiğini kabul etmişlerdir. O, kalemle yazan ve ter­zilik yapan ilk kişidir. Allah'ın ona astronomi, matematik ve yıldızbilim ilmini öğrettiği rivayet edilmektedir. İdris'in de Hz. İsa gibi diri olduğu halde al­tıncı göğe çıkarıldığı da söylenmektedir. Kimileri de bu çıkarılışın mekansal olmadığını, aksine manevi ol­duğunu iddia etmiştir.[150]

 

İrem

 

İrem kelimesi, Kur'an’ın sadece bir yerinde[151] kullanılmıştır. Taberi, Kur'an’ın "ireme zati'1-imad" ibaresini Ad kavminin bir kolu olan bu kavmin çadır ve çadırdaki yaşamlarına işaret olduğunu söy­lemektedir. Sonradan gelen müslüman araştırmacılar, İrem'in sütunlara sahip bir şehir olduğunu ve bu tas­virin Dımaşk'a (Şam) uyduğunu söylemişlerdir. Şerar b. Ad'ın İrem ile ilgili bir hikayesine göre, Aden'e yakın bir yerde cennete benzetilen bir yer olduğu ve oranın halkının içine girdiği gurur, kibir ve tuğ­yandan dolayı bir tufanla yok edildiği söy­lenmektedir. Bu rivayete göre, bu şehir veya kasaba kum tanecikleri arasına gömüldü. İrem ve onu mey­dana getiren insanlarla ilgili birçok hikaye mevcuttur.[152]

 

İshak

 

Ben-i İsrail kavminin Peygamberlerinden ve İb­rahim ve Sara'nın oğludur. Kur'anda 17 kez ken­disinden söz edilmiştir. O, babası İbrahim'in yüz ya­şında, annesi Sara'nın doksan yaşında olduğu bir zamanda dünyaya gelmiştir. İshak, İbranice'de gü­lümseyen anlamına gelir. Saffat suresinde 100. ayet­ten 113. ayete kadar Yüce Allah tarafından oğlunu kurban etmek için görevlendirilen İbrahim'in sadık rüyasından söz edilir. Baba ve oğul büyük bir iç­tenlikle bu emre boyun eğerler. Nihayet bir melek Yüce Allah'dan onun İlahî imtihanı geçtiği ve oğlunu kurban etmemesi gerektiği müjdesini getirir. Kimi müslüman araştırmacı, müfessir ve kelamcılar, kurbandan kasdın İshak olduğunu, kimileri de (özellikle Şiiler) İsmail olduğunu kabul etmişlerdir. İshak, Yusuf'un babası olan Yakub'un babasıdır. .Hepsi de büyük Peygamberlerdendir. [153]

 

İsrail

 

İsrail, Yakub b. İshak'ın lakabıdır ve bu unvanla Al-i İmran suresinin 93. ayetinde tasrih olunmuştur. Yahudi kavminin en büyük ve en asli kolu olan Ben-i İsrail, O’nun evlatlarıdır. Bu konuda daha geniş bilgi için bu bölümdeki "Ben-i İsrail" ve "Yakub" ke­limelerine bakınız. [154]

 

İslam

 

İlahî, tevhidi dinlerin en son ve en kamil olan di­nidir ki, İlahî vahiy temeline dayalı, vahiy programı ve en son semavi kitab, yani Kur'an-ı Kerim'e da­yanan Yüce İslam Peygamberi Hatemu'l-Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) aracılığıyla insanların kur­tuluşu ve onları doğru yola iletmek için tebliğ olun­muştur. Bu dine inanlara Arapçada Müslim (erkekler) ve müslime (kadınlar), Farsçada ise müselman denir. Fıkhi ve resmi olarak İslam ile müşerref olmak şahadeteyn'in (Allah'ın birliğine şehadet ve Hz. Mu­hammed'in nübüvvetine şehadet) edasıyla ger­çekleşmektedir. Elbette İslam’ın esası ehli sünnet açısından üç şekildedir:

1- Tevhid,

2- Nübüvvet,

3- Miad.

Şia'da ise bu üç esasa iki esas daha ek­lenmektedir: Adl ve imamet. İslam dini miladi 622 yılı dolaylarında, Mekke'de, İlahî emirle ve Resulullah (s.a.v)'in aracılığıyla Mekke'de nazil olan ilk Kur'an ayetleriyle ilan edildi. Hz. Peygamber (s.a.v)’in ha­yatı süresince tüm Arap yarımadasına yayıldı. Resulullah (s.a.v)’ın irtihalinden yarım asırdan daha az bir süre sonra fethedilen birçok ülkeye yayıldı. İslam'ın lügat manası, Hakkın hükmüne teslim olmak, İlahî emir ve iradeye rıza göstermek demektir. İranlılar ikinci Raşid halife, Hz. Ömer b. Hattab döneminde İslam ordusuna yenildikten sonra[155] müslüman oldular ve İslam inkılabına ve kültürüne üstünlük ve tekamül sağladılar. [156]

 

İsmail

 

İsmail (İbranice'de Allah işitir anlamına gelir), Hz. İbrahim'in eşi Hacer'den olan büyük oğludur. Büyük Peygamberlerdendir. İbrahim'in ilk eşi Sara, kısır olduğundan (daha sonraları İlahî mucizeyle 90 yaşında kısırlığı gitti ve İshak'ı dünyaya getirdi), çocuk sahibi olsun diye cariyesi Hacer'i İbrahim'e ba­ğışladı. Hacer, Hz. İbrahim'den İsmail'e hamile kal­dıktan sonra Sara ile aralarındaki ilişki bozuldu ve ai­lesinin arasından uzaklaştı ve susuz, bitkisiz olan bir çöle gitti. İlahî iradeyle onun için bir su kaynağı mey­dana geldi o susuz çölde, bir melek, onun doğuracağı çocuğun erkek olacağı ve ismini İsmail koyması müj­desini getirdi. Yıllar sonra İsmail, Babası İbrahim ile birlikte Ka'be evinin temelini Mekke'de inşa etti. İb­rahim, sadık rüyasında oğlunu kurban etmekle gö­revlendirildi. Müfessirler, özellikle de Şii müfessirler bu kurbanın İsmail olduğu görüşündedirler. Ya­hudiler ve Ben-i İsrail, İshak'ın neslinden gelir, Arablar veya Ben-i İsmail de Hz. İsmail'in neslinden ge­lirler. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.v) de Hz. İbrahim'in zürriyetindendir. [157]

 

Ashab-ı Uhdud

 

Uhdud, çukur anlamına gelir. Bu kelimenin ço­ğulu Ahadiddir. Ashab-ı Uhdud kıssası konusunda değişik rivayetler vardır. Tarihi açıdan kabul edil­meğe en uygun olan ve en makbul olan görüş Taberi'nin görüşüdür. Taberi'nin rivayetine göre, Ashab-ı Uhdud, dinlerinde samimi olan ve inanç­larını büyük bir dirençle savunan Necran bölgesi yahudileridir. Dönemin hrıstiyan padişahı ve zorbası olan Zu Nevas, onlara bir elçi gönderdi ve onları hrıstiyanlığı seçip yahudiliği terketmeğe davet etti. Onlar ise, bu daveti kabul etmediler ve iş zora bindi. Zorba padişah tarafından gönderilen elçi öldürüldü. Bunun üzerine Zu Nevas büyük bir orduyla Necran ehli yahudilerini yenilgiye uğrattı ve onların büyük bir kısmını ateş dolu çukurlara attırdı ve diri diri yaktı. Bu kıssaya, Kur'an kıssalarının üslubu gereği Buruc suresinde[158] üstü kapalı bir şekilde işaret edilmiştir. [159]

Ashab-ı A'raf

 

A'raf, urf kelimesinin çoğulu olup üst, üstünlük, tepe anlamına gelir. A'raf, Kur'an’ın yedinci suresinin ismidir. Bu surede A'raf ve Ashab-ı A'raf’a işaret edil­miştir. "İki taraf arasında bir perde ve A'raf üzerinde de herkesi simalarıyla tanıyan bir takım adamlar var­dır; cennet ehline, ‘Selam size!’ diye nida et­mektedirler; ki bunlar ümid etmekle birlikte henüz ona (cennete) girmemişlerdir. Gözleri, cehennem ehli tarafına çevrildiği vakit de; ‘Ey Rabbimiz, bizleri o za­limler topluluğu ile beraber kılma!’ demektedirler. O A'raf halkı simalarıyla tanıdıkları bir takım adamlara da seslenip: ‘Gördünüz mü, ne topluluğunuzun ve ne de kibirlenmenizin size hiçbir faydası olmadı. Allah onları hiç bir rahmete erdirmeyecek, diye yemin et­tiğiniz kimseler bunlar mıydı?’ (Ve cennetliklere dönerek): ‘Girin cennete, artık size ne korku vardır, ne de siz üzüleceksiniz!"[160] Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu, A'rafın cennet ile cehennem arasında var olan bir duvar olduğu inancındadır. Hadid suresinin 13. ayetinde de bir tarafında rahmet diğer tarafında da azab olan duvar diye zikredilmiştir. Kimi müfessirler de A'raf’ın sırat küprüsü olduğunu iddia etmişlerdir. Ashab-ı A'raf'ın kimler olduğu konusunda birkaç görüş vardır:

1- Bir kısım melek,

2- İyilikleri ve kötülükleri eşit olan kimseler,

3- Şehidler ve cihad edenler, özellikle de İlahî hüküm gereği fakat anne-babalarının iznini almaksızın ci­hada çıkan kimseler,

4- Anne-babanın kendilerinden memnun olmadığı kimseler,

5- En önemli görüş, bir çok Şii müfessirin kabul ettiği ve Hz. Ali'den rivayet edilen şu görüştür: "Bizler, A'raf ashabıyız, ve kendi dostlarımızı işaret ve simalarından tanırız..."[161]

 

Ashab-ı Eyke

 

Eyke, çok sık olan ormanlık demektir. Eyke as­habının ismi Kur'an'ın dört yerinde zikredilmiştir. Kimi müfessirler, Eyke ashabının Medyen kavmi ol­duğunu ileri sürmüştür. Kimileri de Şuayb'ın onlara geldiği ve onlara risaletle görevlendirildiği bir başka kavim olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu kavmin ya­şadığı toprakların Sina yarımadası veya onun ya­kınlarında ve Gülzum denizi sahillerinde olduğu zik­redilmiştir.[162]

 

Ashabu'l-Cenne

 

Ashabu'l-Cenne konusunda gözönünde bu­lundurulması ve yanılgıya düşülmemesi gereken bi­rinci nokta şudur: Kur'an-ı Kerim örfünde iki tür ashabu'l-cenne vardır. Birincisi ve en meşhur olanı cennet ehli ve cennetlikler demektir. Fakat bunlar, Kur'an'ın özel isim ve i'lamlarından değildir. Burada kasdolunan Kalem suresinin 17-33. ayetleri arasında bir bütün halinde ve bir kez olarak kıssaları anlatılmış olan bağ sahipleri anlamındaki ashabu'l-cenne de­mektir. Bunlar, dünyaya kapılmış olan ve bağ­larından elde ettikleri meyvelerden ve gelirden ih­tiyaç sahiplerine hiç bir şey vermek istemeyen bağ sahipleridir. Bundan dolayı da sabah erkenden bağ­larına gidip meyve toplamayı kararlaştırmışlar, fakat Allah'a tevekkül etmemişler ve "inşaallah" de­memişlerdir. Bu tür bir tarz Allah'ın rızasına uy­mayan bir tarzdı, ve İlahî kahır, şimşeklerden çakan ateşler şeklinde bahçeyi küle çevirdi. Küle dönmüş bu bağlarına gittiklerinde bir anda yollarını şa­şırdıklarını, gördüklerinin kendi bağları olmadığını zannettikleri bir durum içine girdiler. [163]

 

Ashab-ı Res

 

Ashab-ı Res'den Kur'an'ın iki yerinde[164] sözedilmiştir. Fakat onlar ile ilgili her­hangi bir bilgi verilmemiştir. Eski tefsirler, Res hal­kının Ad ve Semud kavimlerinden geriye kalan veya onların komşuları olduğunu kabul ederler ve Hadramut'ta yer alan Bi'r-i Muattale'yi (etkisi olmayan kuyu veya su arkı) ve Kasr-ı Meşid'i (ucu göğe yük­selmiş saray, Hacc, 45) onlara bağlamaktadırlar. Bun­lar da tıpkı Ad ve Semud kavimleri gibi kendi Pey­gamberlerini inkar etmişlerdir ve sünnetullaha uygun olarak helak olmuşlardır. Kimileri de sadece lafzî benzerlik nedeniyle "Eres" olduğu görüşünü ileri sür­müştür ki bunun bir gerçekliği yoktur. [165]

 

Ashab-ı Sebt

 

Sebt, lafız ve mana itibariyle cumartesi an­lamındadır. Her kültürde ve her medeniyette mu­kaddes ve haftanın tatil günü sayılan bir gün mev­cuttur. Örneğin, Adine, eski İran'da, İslam öncesi eski Arap toplumunda Yevmü'l-Urube olarak da isim­lendirilen ve İslam’ın bunu yücelttiği ve mukaddes o\arak kabul ettiği Cuma günü, Yahudiler nazarında kutsal ve tatil günü cumartesi (=Sebt), hristiyanlarda da mukaddes ve tatil günü pazar olarak kabul gör­müştür. Nasıl ki, biz müslümanlar açısından cuma gününün bir kudsiyeti ve İslam'da bugüne özgü bazı hükümler var ise ve bu günde çalışmanın terkedilip ibadet ile uğraşılan bir gün ise, aynı şekilde sebt (cu­martesi) gününde de aynı veya benzer hükümler var­dır ve dünyevi işlerle uğraşmamak gerekir. Özellikle de yahudilerin mesleği ve ihtiyacı olan balık tutma işi de yapılmaması gereken işlerdendi. Onların kötü bahtlılığından veya İlahî imtihan gereği, balıklar cu­martesi günü suda görülüyorlardı. Cumartesi günü dışında -balık tutmanın helal olduğu diğer günlerde- tutulabilecek bir tek balık bile suyun içinde görülmüyordu.[166] Bundan dolayı da yahudiler bir hile-i şer'iye düşüncesine kapılmışlardı. Havuzlar yaptılar ve cumartesi günü görülen balıkların deniz yolunu bu havuzlara yöneltmişlerdi ve balıkların denize açılan yolunu tıkamışlardı ve cu­martesi günü yasağının olmadığı sonraki günde on­ları sudan çıkarıyorlardı. Ta ki kendi inançlarına göre; "Biz cumartesi günü balık avlama işine çıkmıyoruz." diyebilsinler. Ashab-ı Sebt'ten (Cumartesi ehli), Ba­kara 65, Nisa 47; A'raf, 163; Nahl 124. ayetlerde söz edilmiştir. Yüce Allah, itaatsizliklerinin cezası olarak onları, maymuna (gerçek olarak veya istiari ve ma­nevi olarak) çevirmiştir. [167]

 

Ashab-ı Fil

 

Ebrehe, Habeş kralı Necaşi tarafından Yemen va­lisi olarak tayin edilmişti. Onun valiliği ve hakimiyeti zamanında Ben-i Malik taifesine mensup Arap bir adam, kasten veya gayr-i kasti olarak bir kiliseyi kir­letir. Bu haber, Ebrehe'ye ulaşır. Bundan dolayı intikam almak istedi ve büyük bir orduyla, kendisi ve yakın adamları büyük fillere bindikleri bir halde Mekke'yi ve Ka'be'yi yıkma ve harap etmeye kalkıştılar. İlahî emirle fevc fevc hareket eden kuşlar, onlar üzerine çamurdan sertleşmiş taşları (siccil: Taş-çamur) yağdırdılar. Bu çamur parçaları, tıpkı birer top güllesi gibi onları yere yıkıyordu. Kimi müfessirler, siccilin bulaşıcı bir hastalık olduğu ve Ebrehe'nin ordusu arasında yayıldığı ve onları ayaktan düşürdüğü inancındadır. Bunların hikayesi Fil su­resinde açıklanmıştır. Bu surede zikri geçen "Tayren Ebabil"in hiçbir özel kuşa işaret etmediğine dikkat edilmelidir. Yani müfredi Ebbule olan Ebabil, bir kuş veya uçan şey anlamında değildir. Aksine kuşların toplu halde uçma heyetine (ya da kimi zaman de­velerin hareket haline) ebabil denmektedir. [168]

 

Ashab-ı Karye

 

Ashab-ı Karye, Yasin suresinin 13. ayetinden 30. ayetine kadar kendilerinden söz edilen kimselerdir. Müfessirlerin bir çoğu Karye'nin (Zira Kur'an örfünde karye, köy veya nahiyeye değil daima şehire karşılık olarak kullanılmıştır) Antakya olduğu inancındadır. Antakya, Türkiye ve Suriye sınırında ve Akdeniz kı­yısında bulunan eski bir şehirdir. Ashab-ı Karye, baş­langıçta iki kişiydi. Sonradan onlara bir kişi daha da eklendi ki üçü de İlahî Peygamberlerdendi. Kimileri de bunların İsa Mesih'in Havarilerinden olduğunu iddia etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir ki şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve halkı Ashab-ı Karye'nin davetini kabul etmeğe ça­ğırdı ve onlara nasihat etti. Fakat halk onu öldürdü ve daha sonra ebedi olarak İlahî azab ve intikama duçar oldular ve yok oldular. Bu adamın isminin Habib Neccar olduğu rivayet edilmiştir. [169]

 

Ashab-ı Kehf

 

Kehf suresinde zikredilmiş olan Ashab-ı Kehf’in kıssası, eski yahudi ve hrıstiyan kaynaklarında da anlatılmaktadır. Efesus şehrinin güzel düşünceli ve temiz şahsiyetli gençlerinden yedi kişi zamanın hakim olan putperestlik fikrinden uzak bir yaşam sürdürüyorlardı. Ve Dikyos ya da Dikyanos dö­neminde (hrıstiyanlığın ilk asırlarında) Tevhide ve putperestliği terketmeğe davet ettiler. İmparator ve onun çevresinde bulunan kimselerin bu davetin si­yasi bir anlama bürünebileceğini ve taht ve tacı teh­likeye sokabileceğini sezmeleri mümkündür. Bundan dolayı da gençleri takibe alıp sıkıntı vermeğe baş­ladılar. Bu gençler de uğradıkları bu baskı ve iş­kencelerden kaçıp bir mağaraya sığındılar. Onları takip edenler de mağaranın girişini kalın bir duvarla örüp kapattılar. Gençler ve mağarada bulunan vefalı köpekleri İlahî emir ve mucizeyle 300 yıllık bir uy­kuya daldılar ve muvahhid bir padişah olan Teodosyus'un imparatorluğu zamanında (M. 401-450) uyandılar. İçlerinden birini yanlarında bulunan bir sikkeyle (eski para) açlıklarını giderecek bir şeyler al­ması için şehre gönderdiler. Bu kişi şehre vardığında fırıncı ve bu eski sikkeyi gören diğerleri hayretler içinde kaldılar ve bu gencin bir hazine bulduğu zannına kapıldılar. Onu şehrin kadısına götürdüler. O da kadının huzurunda kendisi ve arkadaşlarının uğ­radığı vakıayı anlattı. Şehrin tüm ileri gelenleri onun­la birlikte mağaraya gittiler. Henüz yeni uyanmış olan ve birkaç yüz yıllık yatak yerlerini gördüler. Kur'an'da onların uyudukları yılların sayısı 309 yıl olarak zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim, bu kıssayı miadın üzerindeki garabeti kaldırmak için nakletmiştir. [170]

 

Allah

 

"Allah", yüce Allah'ın Arap dilindeki zati ismidir ki, İslam öncesi arap toplumunda da bu isim aynı an­lamda kullanılmakta idi. Bu mukaddes kelime, Kur'an-ı Kerimde 2698 kez kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim'de haklı olarak yüce Allah'ın varlığının felsefî-mantıkî olarak ispat edilmesine ihtiyaç yoktur. Semavî kitaplar, yüce Allah'ın varlığını müsellem ola­rak kabul ederler. Fakat filozoflar ve kelamcılar, Allah'ın varlığını ispat etme delillerini inceleme nok­tasında açıklamışlardır ki, doğu ve batı mütefekkirleri arasında bu noktada düşünsel benzerlikler vardır. Kur'an-ı Kerim'in vasfettiğine göre, Allah, dünyanın ve alemde bulunan tüm varlıkların üzerinde tek hakimdir, O, yaradılışın başlatıcısı ve sona erdiricisidir. O, ilim ve bilgi, irade sahibidir, semi' ve basirdir, rah­man ve rahimdir. Esmaü'l-hüsna (güzel isimler) sa­hibidir. O, insanları karanlıklardan aydınlığa çı­karacak, onlara doğru yolu gösterecek, cehalet ve küfür karanlığından ilim ve iman aydınlığına ulaş­tıracak Peygamberlerin göndericisidir. Aynı şekilde semavi İlahî kitapların da göndericisidir. Kıyamet, onun emriyle insanların hesap kitap işini belirlemek ve hayır işleyenlere mükafat, şer işleyenlere de ceza vermek için yaratılacaktır ve insanlar, kendi amel­lerine göre, ya cennete gidecekler ya cehenneme ya da A'rafa gideceklerdir. İnsanların hangisinin daha iyi olduğunun tesbit olunması için ölümü ve dirilişi yaratan O'dur.[171] Allah'ın işi, "Kün feyekün." (Ol deyince hemen oluverir) şeklindedir. Varlık ale­minin tümü O'nun kudreti altındadır ve O, meleklerin ve diğer gaybi varlıkların (cin, ruh vb. gibi) yaratıcısıdır. [172]

 

İlyas (a.s)

 

İlyas, İbranice Elyaye isminden gelmiş olan Arapça ve Kur'anî bir isimdir. O, İlahî Pey­gamberlerden ve Ben-i İsrail kavmi arasında risaletle görevlendirilmiştir.[173] Kur'an-ı Kerim'de, üç kez kendisinden sözedilmiştir.[174] Üçüncü de­fasında onun ismi el-Yasin olarak zikredilmiştir. Onun görevi, Ba'l'e (bir put ismi) tapınmaktan vazgeçirmekti. [175]

 

İncil

 

Bu kelimenin aslı Yunanca müjde anlamındaki Englion'dan gelmektedir. Habeş lehçesi şekliyle Arapçaya geçmiştir. Bugün "dört inciller" olarak bi­linenler, Kur'an'ın incil olarak kabul ettiği şeyden bir­kaç açıdan farklıdır. Birincisi, Kur'an'daki İncil, birkaç veya dört değil, müfreddir. İkincisi Kur'an’daki incil, baştan sona kadar vahiydir ve Hz. İsa'ya nazil ol­muştur.[176] Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim, İslam Peygamber (s.a.v)'inin isminin (en-Nebiyyu'1-Ümmi) ve nübüvvetinin Tevrat ve İncil'de zikredildiğini açıklamaktadır.[177] Kur'an-ı Kerim, Tevrat’ın aksine İncil'in tahrif edildiğine dair bir açıklaması yoktur. Dört inciller, "Ahd-i Cedid" diye adlandırılan birkaç risaleden oluşmuştur. Bu ri­salelerin en eskisi Matta incilidir ki, Hz. İsa'dan 30 yıl sonra ve İbranice olarak kaleme alınmıştır. Bunları yazanların tümü bellidir ve tümü İsa'nın öğretileri ve yazdıklarıdır. [178]

 

Eyyub

 

Çektiği sıkıntı ve bu sıkıntı karşısında göstermiş olduğu sabırla maruf olan İlahî Peygamberdir. İslam kültüründe, Arap ve Fars edebiyatında ve diğer müslüman ülke edebiyatlarının hemen hemen tümünde "Eyyüb sabrı" sözcüğünü ihtiva eden birçok atasözü mevcuttur. Onun ismi İslam öncesi Arabistan’ında da bilinmekte idi. Kur'an-ı Kerim'de, hidayet ve vahy-i İlahîden yararlanmış olan bir kişi olarak kendisinden iki kez sözedilmiştir.[179] Onun kıs­sasına da Enbiya suresinin 83-84. ayetlerinde ve Sad suresinin 41-44. ayetlerinde işaret edilmiştir. Şeytanın kendisini incittiği, dert ve hastalıklara duçar olması, ailesini kaybetmesi gibi işaretlerin tümü birer imtihan olarak zikredilmiştir. Eyyub, sonunda İlahî inayet ve yardımla tüm bu imtihanları, sıkıntı ve musibetleri başarıyla tamamladı. [180]

 

Babil

 

Beynü'n-Nehren'de Fırat nehri kenarında, bu­günkü Irak sınırları içindeki Bağdat'a 88 km. uzak­lıktaki Hille şehrinin kuzeyinde yer alan eski bir yer­leşim birimidir. Bakara suresinin 102. ayetinde Harut ve Marut hikayesine işaret edilirken Babil ismi zik­redilmektedir. Bu şehir, muhtemel olarak milattan önce dört bininci yıllarda varolan bir yerdir. Hamurabi döneminde imparatorluğun başkenti Babil ol­muştur. Miladi 529 yılında Babil, Kuruş'un tasarufuna girmiştir. Rivayete göre cadılık, bu şehirden yahudilerin yerleşik olduğu topraklara gitmiş ve Süleyman (a.s.) zamanında şeytanlar Filistin halkına ca­dılığı öğretmişlerdir. [181]

 

Bedr

 

Bedrü'l-Kital veya el-Bedru’l-Kübra olarak maruf olan Bedr gazvesi, Peygamber (s.a.v) ve müslümanların İslam'ın ilk dönemlerindeki en büyük ve en önemli savaşlarından birisidir. Bu Gazve, Hicretin ikinci yılında Muhacir ve Ensar'dan oluşan müslümanlar ile Ümeyye hanedanı reisi Ebu Süfyan komutanlığındaki Kureyş müşrikleri arasında gerçekleşti ve müslümanlar bu gazvede zafer kazandılar. Bedir, Me­dine'nin güneybatısında, Medine'den Şam'a giden ker­van yolunun üzerinde küçük bir şehirdir. Kader belirleyici bu savaşın cereyanında Peygamber (s.a.v)’in duasıyla melekler (birden beş bine kadar) müslümanların yardımına gelmiş. Bu konuya Kur'an-ı Kerim'de değinilmiştir.[182]

 

Ba'l

 

Eski Sami kavimlerinin özellikle de Suriye ve Fi­listin'de yerleşik olan halkların mahalli putlarının ve Babilî dinin büyük ilahlarından birinin ismidir. Ba'l lafzı, Kur'an-ı Mecid'de bir kez kullanılmıştır.[183] Ba'l kelimesi "Ba'lbek" ve "İzabil" gibi isimlerde etkilidir. [184]

 

Ben-i İsrail

 

Ben-i İsrail, "Beni" (=Benin, yani oğullar) kelimesi ile Yakup Peygamber (a.s)’in (İbrahim Halil'in oğlu İshak'ın oğlu) lakabı olan "İsrail" kelimelerinden oluş­maktadır. İbraniler veya yahudi kavmi olarak tanınan İsrail oğulları "Ben-i İsrail" olarak adlandırılırlar. Ben-i İsrail, Yakub'un oniki oğullarına verilen addır. Kur'an'da İsrail (=Yakub) kelimesi iki kez, "Ben-i İs­rail" kelimesi 41 kez, "el-Yehud" kelimesi de sekiz kez (yahudi kelimesi de bir kez) kullanılmıştır. Anlaşılan Kur'an-ı Kerim örfünde Ben-i İsrailden kasıd eski yahudiler, Yehud'dan kasıd, Hz. Resul (s.a.v) dönemindeki Medine ve onun etrafındaki kale ve kasabalarda yer­leşik bulunan yahudilerdir. Allah'ın onlara bağışladığı nimetlerden bazıları: Firavun'un zulmünden kurtarılmaları, denizin onlar için yarılması, ölümden sonra diriltme (Musa ile birlikte olan ve "onun ken­disinin tersine Allah'ı görmeyi isteyen ve bekleyen kimseler), her gittikleri yerde buluttan bir gölgenin onlar üzerinde gezmesi, Menn ve Selva'nın onlara gönderilmesi, İlahî af ve bağışlama, Tevrat'ın Musa'ya verilmesi ve kendileri için oniki çeşmenin akıtılması. Onların nankörce hareketlerinden bazıları da "seme'na ve Asayna" (işittik ve isyan ettik), buzağıya tapmaları, Allah'ı görmek istemeleri, sözlerini de­ğiştirmeleri, tek bir yemeği yemekten bıkmaları ve daha değişik basit yemekler istemeleri, haksız yere Peygamberleri öldürmeleri, vb. Yüce Allah ta­rafından müstahak oldukları ve uğratıldıkları bazı kötü sonlar da horluk ve zillete duçar olmaları, cizye verme, birbirlerini öldürmeleri, maymuna dö­nüşmeleri, perçemlerinden yakalanmaları, taş kalpli olmaları, kendilerine helal olan bazı yiyeceklerin on­lara haram kılınması gibi sonlardır. [185]

 

Cennet

 

Kur'an-ı Kerim'de el-Cenne olarak zikredilen cennet, mü'minlerin ve ahiret alemindeki dosdoğru salihlerin ebedi ikametgahlarından ibarettir. Mü'minler ve dosdoğru salihler ya da külli şekilde cennetlikler, Kur'an’ın deyimiyle, iyi amel kefeleri kötü amel kefelerine ağır basan kimselerdir.[186] Cennetlikler birkaç şekilde ta­nımlanmışlardır: Ashabu'l-cenneh[187], Ashabu'l-Yemin, Ashabu'l-Meymeneh.[188] Cennet Kur'an-ı Kerim'de mutaaddid isimler ve sıfatlarla Cennetü'l-Ma'va, Cennatu'l-Ma'va, Cennet-i Naim, Cennatu'1-Naim, Cennetü'1-Huld, Daru's-Selam, Daru'l-Karar, Daru'l-Muttaqin, Daru'l-Makame, Adn, el-Gurefat, el-Firdevs şeklinde isim­lendirilmiştir. Cennet tavsifi, Kur'an'ın değişik yer­lerine dağılmış bir haldedir ve bir arada toplu halde değildir. Ancak bir dereceye kadar Rahman, Vakıa ve İnsan (-Dehr) surelerinde diğer surelere nazaran daha fazla cennet bahsi geçmektedir. Cennetin ge­nişliği yer ve göklerin genişliğinden daha fazladır ve oralarda cennet ehli için güzel evler yapılmıştır, ken­dilerini bekleyen huriler vardır, çok güzel bağ ve bah­çeler hazırlanmıştır kendileri için. Orada devamlı akan çeşmeler vardır, pak ve tertemiz suların olduğu nehirler vardır. İçenlere büyük lezzetler veren içe­cekler, baldan oluşmuş akar sular meydana ge­tirilmiştir. Cennetlikler orada tahtlara yaslanmışlar ne bir sıcaklık ne de soğuklukla karşılaşırlar. Ağaç­ların gölgeleri üzerlerinde her türlü meyve onların emrine verilmiştir. [189]

 

Tubba'

 

Tubba' (çoğulu Tebaiyye), Miladi dört ve beşinci asırlarda güney Arabistan'da yaşayan Humeyri pa­dişahlarının lakabıdır. Tubba' kavminden Kur'an-ı Mecid'de iki kez söz edilmiştir.[190] Kur'an'ın işaret ettiği Tubba', ka'be'yi viran etmeye kasdermiş (Ebrehe gibi). Yemen'in güçlü ve ülkeler fetheden padişahlarından biridir. Fakat İlahî azaba duçar oldu ve bunun ilacı olarak da ka'be'yi viran et­mekten vazgeçmekte görüldü. Bu hareketlerinden vazgeçtikleri içinde bu beladan ve hastalıktan kur­tuldular. Bundan dolayı da Ka'be'yi kutsamaya baş­ladı ve onun üzerine ilk olarak o perde örttü. Zemahşeri, Tubba'ın mü'min, kavminin ise kafir olduğunu yazmaktadır. Tefsir-i Safi'de Tubba'ın kendi kavmine risalet göreviyle seçildiği konusunda bir rivayet de mevcuttur. [191]

 

Tevrat

 

Tevrat, İbranice yahudi kitabının ismidir. Ya­hudilikte Esfar-ı Hamse (beş kitap anlamında) olarak adlandırılmış ve bütününe Ahd-i Cedid'e (dört İnciller) karşılık olarak Ahd-i Atik denmiştir. Bu kelime, İbranice olup meşhur anlamının aksine anlamı, namus veya şeriat değildir. Aksine hidayet ve irşad anlamındadır. Tevrat lafzı, Kur'an nazil olmazdan önce Arap şiirinde kullanılmıştır. Kur'an'da bu isme 18 kez değinilmiştir ve "imamen ve rahmeten", ez-Zikr", ez-Ziya", el-Furkan", el-Kitabu'1-mübin" ve "huden ve rahmeten" gibi sıfatlarla  da anılmıştır. Kur'an'da esas Tevrat'ta Hz, Muhammed (s.a.v)’in zuhur edeceği müjdesinin veya onun nübüvvetini tasdik ettiği açık bir şekilde anlatılmıştır.[192] Tevrat, başlangıçta levhalar şeklinde Hz. Musa'ya nazil olmuştur. Hz. İsa, Tevrat’ı tasdik etti. Tevrat ve İncil'i açıklamak ve öğretmek için gö­revlendirilmişti.[193] Tevrat'ın tahrif edildiği konusunda da Kur'an-ı Kerim'de açık ifadeler zikredilmiştir.[194]

 

Semud

 

Semud, eski Arap kavimlerinden birisi idi. Kur'an-ı Mecid'de 26 kez bu kelime zikredilmiştir. Sargon'un miladi 715 yılına dayanan kitabesinde, Semud'un Aşurilerin devamı olan Arabistan’ın mer­kezinde ve doğusunda yaşayan kavimlerin bir bö­lümü olduğu ifade edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Semud'un ismi genellikle Ad (Hud kavmi) ile aynıdır. Semud, kendi Peygamberlerinin, yani Salih Pey­gamber (a.s)’in nasihat ve davetini kabul etmediler ve İlahî mucizeyle ve Salih'in duasıyla taştan oluşan de­veyi kestiler. Daha sonra îlahî azab zelzele şeklinde onları perçeminden yakalayıp yok etti. [195]

 

Calut

 

Asıl adı Culyat'tır. O, Davut tarafından öl­dürülen Filistin’li güçlü ve ünlü bir kahramandı. Ben-i İsrail Peygamberi Şemoil, Şaul'u (Kur'an örfünde=Talut) Ben-i İsrail'in padişahlığına atadı. O, Fi­listin’liler savaşına çıktı. Onlar tarafından Calut de­nilen bir pehlivan, dört gün boyunca peşpeşe savaş meydanına çıktı ve savaş ilan edip karşısına geçen tüm rakiplerini yenerek onlara galip geldi. Henüz bir isme ve üne sahip olmayan genç Davut, onunla karşı karşıya gelmek istedi ve karşı karşıya geldiler ve onu çok eski ve ilkel bir silahla (Felahen) yere serdi. Bu başarının mükafatı olarak da Şaol, kendi kızını Davud'a nikahladı. [196]

 

Cebrail

 

Cebrail ya da Kur'an'ın tabiriyle Cibril (İbranicede Allah'ın adamı anlamında), mukarreb, büyük meleklerden biridir ve Allah ile İlahî Pey­gamberler arasındaki elçidir. İslami ve Kur'anî sün­nette Cebrail, Ruhu'l-Kuddüs'ün kendisidir. Ya­hudilik ve hrıstiyanlıkta da çok üstün bir değere sahiptir. Cebrail'den Kur'an'da üç kez Cibril olarak söz edilmiştir.[197] O, Pey­gambere vahiy getirmekle görevlendirilmişti. Pey­gamber (s.a.v), onu hem asıl şekliyle hem de Dıhyetü'l Kelbî isimli güzel bir genç şeklinde görmüştür. [198]

 

Cudi

 

Nuh'un gemisinin tufandan sonra yere oturduğu ve yerleştiği bir dağın ismidir. Bugün bu Cudi dağı Türkiye'nin Botan bölgesinde yer almaktadır. Cudi ismi Kur'an-ı Kerim'de Hud suresinin 44. ayetinde zikredilmiştir. [199]

 

Cehennem

 

Müşrikler, hakla savaşanlar ve kötü amelleri iyi amellerinden fazla olan kimseler[200], ayrıca münafıklar[201] ve Allah düşmanları[202] için hazırlanmış olan ateş ve ahiret ale­mindeki değişik azaplardan müteşekkil bir ha­pishanedir. Cehennem kelimesi, 77 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır. Aynı şekilde başka isim ve sı­fatlarla da isimlendirilmiştir ki, bunların en çok tekrar edileni Nar (-Ateş)’dır. Bu isimle de Kur'an’da 119 kez kullanılmıştır. Bir diğeri Cehim'dir. Kimi araş­tırmacılar, cehennemin Arapça asıllı olmadığı, İbranice Gehnam kelimesinden geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Cehennemin yedi tabaka ve 19 bekçisi vardır.[203] Sırat köprüsü onun üze­rinden geçmektedir. [204]

 

Hicr

 

Hicr'den ve Ashab-ı Hicr'den Kur'an'ın bir ye­rinde söz edilmiştir.[205] "Hicr, Semud kav­minin içinde yaşamış olduğu şehir veya şehirlerin is­midir. Bu şehirler, Şam ve Medine arasında yer almışlardır." Günümüzde Hicr, Arabistan’ın ku­zeybatısında Medayın şehrine yakın eski virane bir yerdir. Bu bölgede Arami, Semudi, Nebeti, İbrani, Yunani ve Latini dillerde bir çok kitabe ortaya çı­karılmıştır. [206]

 

Hanif

 

Hanif kelimesinin (iki kez Hunefa olarak kul­lanılmak suretiyle) Kur'an-ı Kerim'de 12 kez kul­lanılmasından şu nokta anlaşılıyor ki bundan maksad, fıtri olan tevhid İlahî nebilerin, özellikle de Hz. İbrahim'in gidiş ve bakış tarzlarıdır. Kur'an-ı Kerim'de defalarca İbrahim, hanif olarak sayılmış ve zikredilmiştir.[207] Ayrıca Bakara suresinin 135 ve Al-i İmran suresinin 67. ayetlerinden iki nokta ortaya çıkıyor:

a- Hanifiyet, ne yahudiliktir ne de hristiyanlıktır.

b- Müslim olmakla (İslam öncesi anlamıyla) eşit manaya gelir. [208]

 

Huneyn

 

Huneyn günü Tevbe suresinin 25. ayetinde zik­redilmiştir. Müslümanların Hz. Resulullah (s.a.v) za­manında yapmış oldukları yaklaşık 28 gazve arasında (bu gazvelerin dokuzunda Resulullah (s.a.v) bizzat ka­tılmış ve başkanlık etmiştir) Huneyn gazvesi, 26. gaz­vedir. Yani Mekke'nin fethi gazvesinden sonra ve Taif ve Tebuk gazvesinden önce idi. Huneyn, Mekke'den yaklaşık bir günlük mesafede bulunan ve Taif yolu üzerinde yer alan derin, geniş ve hurmalıklarla dolu bir vadidir. Huneyn gazvesi, Peygamber (s.a.v) reh­berliğindeki müslümanlar ile Malik bin Avf Nasri komutanlığındaki Hevazin ve Sakif kabileleri müşrikleri arasında Hicretin sekizinci yılının başlarında[209] vuku buldu ve müslümanların zaferiyle so­nuçlandı. [210]

 

Davud

 

Büyük İlahî Peygamberlerdendir. İbranicede David olarak telafuz edilen bu kelime, mahbub (sev­gili) anlamındadır. Ben-i İsrail kavminin Peygamber ve padişahlarındandır. M.Ö. 972 yılı civarında vefat etmiştir. Yesa'nın oğlu ve Süleyman'ın babası ve Şaol veya Talut'un yerine geçmiştir. "Yahudiler, onu Pey­gamber olarak kabul etmemişler ve kitap sahibi olarak görmemişlerdir. Aksine onlara göre, Davud ve Süleyman, Ben-i İsrail'in ikinci ve üçüncü pa­dişahlarıdır."[211] “O, Yahudilerin milli ve büyük kahramanlarından sayılmıştır. İncillerin rivayetine göre, İsa Davud'un zürriyetindendir. Zebur'un büyük bir kısmı ona aittir."[212] O, Calut'u öldürmüştür.[213] Allah, kendisine padişahlığı bahsetmiştir.[214] O, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir.[215] Allah, ona Zebur'u vermiştir.[216] O, Zeburu güzel oku­makla meşhurdur. Ayrıca zırh yapımında da maharet sahibi idi. [217]

 

Zulkarneyn

 

Zülkarneyn ismi, Kur'an’da üç kez zikredilmiştir. Onun destanı Kehf suresinin 82 ile 96. ayetleri ara­sında beyan edilmiştir. Kur'an kıssalarının şah­siyetlerinin en tanınmamış ve en karmaşık konulu olanıdır ki, Kehf suresinde onun seyahatleri, dünyayı gezmeleri kıssasına ve Ye'cuc ve Me'cuc karşısında yapmış olduğu şedde işaret edilmiştir. Zülkarneyn'in nasıl bir şahsiyet olduğu konusunda değişik fikirler ileri sürülmüştür:

1- Onun Makedonyalı İskender ol­duğu söylenmiştir,

2- Munzir bin Mau's-Sema olduğu ileri sürülmüştür,

3- Selb bin Hemal Hamiri,

4- Güney Arabistan padişahı Tubbau'l-Eqren,

5- Hamanişilerin büyük padişahı Kuriş,

6-Eski Çin imparatorluğunun büyük padişahlarından Tesun Çi Huvang Ti gibi şah­siyetler olduğu yolunda değişik rivayetler olduğu ileri sürülmüştür. [218]

 

Zülkifl

 

Bazı kaynaklar onu Peygamber olarak saymamış, bazıları da onu bir Peygamber olarak kabul et­mişlerdir. Nitekim Dihhuda'nın Lügatname'sinde "Ben-i İsrail Peygamberlerinin İbrahim soyundan gelen bir Peygamber" olduğu şeklinde bir bilgi ve­rilmiştir. İslam Ansiklopedisinde (İngilizce, ikinci baskı), Müslüman müfessirlerin şüphe ve tereddütle onu Yuşa', İlyas, Zekeriyya veya Hazkil ile aynı kişi olduğunu ileri sürdükleri zikredilir. Kimileri de onu, Allah'ın Şam'daki müşrik kavim üzerine gö­revlendirdiği Bişr bin Eyyub olduğunu iddia etmiştir. Zülkifl'den Kur'an-ıi Kerim'in yalnızca iki yerinde kısa bir şekilde söz edilmiştir.[219]

 

 

Ramazan

 

Ramazan ya da Ramazanu'l-Mübarek, Hicri ka­meri yılın dokuzuncu ve Kur'an'da ismi geçen tek ayın ismidir.[220] Bu ayın birkaç açıdan önemi vardır:

1- Kur'an'ın, içinde nazil olduğu aydır.

2- Önemli ve kader belirleyici bir gece olan ve İlahî rahmet ve bereketin hadsiz bir şekilde nazil olduğu ve insanların kaderinin onda tesbit edildiği bir gece olan Kadir gecesi, bu ayın son on gününün tek sayılı günleri içinde olan bir aydır.

3- Müslümanların oruç­lu oldukları bir aydır ve müslümanların ruhsal yapılanmasında, nefis tezkiyesinde ve Allah'a yakın ol­malarında çok etkili olan bir aydır. [221]

 

Rum

 

Rum suresinin ilk ayetlerinde kendisinden söz edilen Rum'dan kasıt, Doğu Roma devletidir. Yani güçlü şahinşahlık rejimi olan Sasani im­paratorluğunun rakibi olan Bizans İmparatorluğudur. Bu iki süpergüç arasında tarih süreci içerisinde birçok savaşlar vukubulmuş ve kendi dönemlerinin en büyük süpergüçleri olarak sayılmışlardır. Mecusi (Zerdüşti) olan İranlılar, ilk İslam dönemi ve Resulullah (s.a.v) dönemi müslümanları açısından Ehl-i kitap olarak görülmüyorlardı. Bunun aksine hristiyan olan Romalılar ise Ehl-i kitap olarak sayılıyorlardı. Bundan dolayı da müslümanlar ile Mekke ve Kureyş müşrikleri arasında on yıl kadar süren savaşlarda müslümanlar, Ehl-i kitap olan Romalıların galip gelmelerini arzu ediyorlardı; müş­rikler ise, İranlıların galip gelmesini arzu ediyorlardı ve savaşın birinde de İranlılar galip, Romalılar ise mağlup oldular. Fakat Kur'an'ın gaybi mu­cizelerinden sayılan Kur'an'ın ileri görüşlülüğüne göre, birkaç yıl sonra Romalılar, İranlıları mağlup ettiler. Bu müjde, Müslümanların Bedir Gazvesinde müşriklere galip geldikleri gün kendilerine ulaştı. [222]

 

Zebur

 

Hz. Davud'a indirilen semavi kitap demektir. Zebur, Mezamir olarak da adlandırılır (Müfredi mezmur'dur). Cifri bu konuda şunları yazar: "Bu kavram, mezmur anlamını veren hristiyanca veya yahudice bir kavramın türevi şeklinde ortaya çıkmış olmalıdır. Hiç şüphe yok ki onun şekli yapısı, Arapça zeber (yazmak) kavramının etkisi altında gerçekleşmiştir."[223] Henüz Zebur'un Davud'un Mezamir'i üzerine ıtlak olunmasının Kur'an'ın nüzulü gibi olup olmadığı konusu tam an­laşılmış değildir. Fakat her halükarda bugün yahudiler ve hrıstiyanlar için dayanak konusu olan Zebur, beş kitaba ayrılan 150 mezmurdan oluş­maktadır. Bu mezmurların 73 tanesini Davud'a nisbet ederler, mezmurun geriye kalan kısımları da onun bi­linmeyen müellifine nisbet edilir. Zebur'dan ve onun Davud'a bahşedilmesinden Kur'an-ı Kerim'in üç ye­rinde yer verilmiştir.[224]

 

Zekeriyya

 

Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük İlahî Pey­gamberlerden ve Ben-i İsrail'in nebilerindendir. En'am suresinin 85. ayetinde Yahya, İsa, îlyas gibi büyük Peygamberler arasında sayılmıştır. Yine aynı şekilde Kur'an-ı Kerim'de açıkça O'nun Meryem'in kefaletini yüklendiği kaydedilmiştir.[225] O, İlahî nebilerden olan ve İsa bin Meryem'in haklılığına şehadet eden Yahya'nın babasıdır. Yahya, yahudi padişah Hirudis'in emriyle katledildiğinde Zekeriyya, şehrin dışına kaçtı ve bir ağacın kovuğuna sığındı. Fakat abasının bir kısmı dışarıda kaldı ve ta­kipçiler kendisini bulup ağaçla birlikte testere ile ikiye ayırdılar. [226]

 

Zeyd

 

Zeyd bin Haris, Resulullah (s.a.v)'in evlatlığı idi. Hz. Peygamber (s.a.v), onu vahiy nazil olmazdan evvel, daha köle iken Ukaz panayırından satın almıştı. Daha son­raları müslüman oldu. Bundan dolayı da babası onu evlatlığından kovdu. Resulullah (s.a.v) da onu kendi ev­latlığı olarak kabul etti. Bu yüzden kimi zaman ona, Zeyd bin Muhammed de denmiştir. Peygamber (s.a.v), onun oğlu olan Usame'ye büyük bir değer verirdi. Peygamber (s.a.v), güzel ve asilzade bir aileye mensub olan Zeyneb'i onun için istedi. Zeyneb, istekli ol­madığı halde Resulullah (s.a.v)'a olan saygısından dolayı onunla evlenmeyi kabul etti. Daha sonraları ikisi ara­sında anlaşmazlıklar baş gösterdi ve Hz. Resul (s.a.v), on­ların arasını bulmak için defalarca uğraştı. Fakat so­nunda Zeyd, Zeyneb'i boşadı. Hz. Peygamber (s.a.v), öz evlat ile evlatlık arasında fark olduğunu hükme bağ­lamak için Zeyneb ile evlendi. Ahzab suresinde 36-40. ayetler bu olaya işaretle zikredilmiştir. [227]

 

Samiri

 

Samiri ismine Kur'an-ı Kerim'in üç yerinde yer verilmiştir.[228] Fakat onun kıssasına ismi zikredılmeksizin daha fazla yer verilmiştir (ör­neğin, A'raf suresinin 148 ve sonrasında gelen ayet­lerinde). Samiri, Hz. Musa'nın teyzesi oğlu ve talebesidir. Firavun helak olduktan sonra, o Cebrail'in ayak bastığı yerden bir avuç toprak aldı ve bu toprağın mucizeler oluşturacağını biliyordu. Ve Hz. Musa'nın Allah'la buluşmak için Tur dağına çıkması ve kavminden gaybe gitmesi fırsatını gözetiyordu. Sa­miri, Hz. Musa gayb alemine çıktıktan sonra Ben-i İs­rail'in savaşlarda elde ettikleri ganimetler olan altın ve değerli eşyalardan yararlanarak bir altın buzağı yaptı. Bu buzağı tıpkı gerçek bir buzağı gibi ses çı­karıyor ve hareket ediyordu. Samiri, bu buzağıda Allah'ın tecelli ettiğini ileri sürdü. Ben-i İsrail'in 12 ev­ladından dokuzu (sıptiler) onun davetini kabul etti ve buzağıya secde edip ibadette bulunmaya başladılar. Musa, Tevrat'ın yeni vahiy olunmuş levhalarıyla Tur dağından döndü ve kavmini yoldan çıkmış ve sa­pıtmış olmuş bir halde gördü. Bu noktada ihmalkar davrandığını zannettiği kardeşi Harun'a kızdı. Kardeşi Harun'un günahsız olduğunu ve asıl suçlunun Samiri olduğunu anladığında Harun'la barıştı ve Samiri'ye düşman kesildi ve ona lanet etti ki, Samiri çok kötü bir gün ve sonla karşılaşıp Ben-i İsrail'in nef­retini kazandı." Musa, buzağıyı ateşe atıp yaktı ve kül­lerini denize savurdu. [229]

 

Sebe

 

Bu kelime hem Sebe' olarak telaffuz edilir. Kur'an-ı Kerim'in otuz dördüncü suresi de bu isimle adlandırılmıştır. Hem de Seba olarak telaffuz edilir. Seba, Arap yarımadasının güneybatısında yer alan bir ülke ve kavmin ismidir. Kur'an-ı Kerim'de de buna işaret edilmiştir. Seba melikesi olan Belkıs, baş­langıçta Süleyman'ın davetine ve hakimiyetine mu­kavemet edip karşı çıktı. Daha sonra O'nun nübüvvet ve kudretine iman etti. Aynı şekilde Seylü'1-Arim is­minde kökleri yerinden sökücü bir selin o top­raklarda vukubulduğuna ve orada bayındır olan yerleri yerle bir ettiğine de işaret edilmiştir.[230]

 

Selsebil

 

Selsebil, Kur'an-ı Kerim'de bir kez ismi zik­redilen cennetteki bir çeşmenin ismidir.[231] Molla Muhsin Feyz-i Kaşani'nin eseri olan Tefsir-i Safi'de Peygamber (s.a.v)’den bir rivayet nakledilmiştir ki, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah, Kevser'i bana, Selsebili de Ali'ye bağışlamıştır." [232]

 

Süleyman

 

Süleyman, İbranice selamet dolu anlamına gelir. Davud'un oğlu ve yerine geçen kişi ve o da babası gibi büyük İlahî Peygamberlerden olup kendi kavmi Ben-i İsrail arasında risalet ile görevlendirilmişti (ölümü, MÖ. 932 yılı dolaylarında). Kur'an-ı Mecid'de 17 kez Süleyman'dan söz edilmiş ve onun nü­büvvetine (Kitab-ı Mukaddes'in tersine) açık bir şe­kilde işaret edilmiştir.[233] Ayrıca O'nun sahip olduğu ilim ve hikmete de[234] işa­ret edilmiştir. İns ve cinnin, kuşların onun fermanı al­tında olduğu,[235] kendisine Mantıku't-tayr'ın (kuşların dilinden anlayan) verildiği,[236] rüzgarların onun emrinde olduğu[237] açık bir şekilde beyan edil­miştir. Onun sahip olduğu olağanüstülüklerden biri de üzerinde İsm-i A'zam yazılı olan yüzüğüdür. Kur'an-ı Kerim'de ve kitab-ı mukaddes'te buna işaret edilmemiştir. Süleyman'ın hikmet, hüküm ve akilane ilaçları da meşhurdur. [238]

 

Şuva

 

Arapların (özellikle Huzeyl kabilesi) cahiliyet dö­neminde tapmakta oldukları meşhur bir putun is­midir. Bu put, taştan yapılmış ve İslam'ın zafere er­mesinden sonra Amr b. As onu ortadan kaldırmıştır. Nuh suresinin 23. ayetinden Nuh kavminin de Suva' putuna taptıkları anlaşılıyor. Noldeke'nin görüşüne göre, İslam'ın zuhuru döneminde Suva' putu önemli bir put değildi ve o dönemde ona tapma eylemi, Araplar arasında pek revaçta değildi.[239]

 

Sina

 

Sina, Cifri'nin iddiasına göre, kesinlikle Süryanicedir.[240] Tur, dağ de­mektir, Tur-i Sina da Sina Dağı demektir. Bu dağ, Hz. Musa'nın oraya çıkıp Yüce Allah ile münacat ettiği dağdır. Muhyeddin Derviş şöyle yazar: "Sina, kuzey kısmında Akdeniz kıyıları olan, batısında Süveyş ka­nalı ve körfezi olan, doğusunda Filistin ve Akabe Körfezi olan, güneyinde Kızıl Deniz yer alan bir ya­rımadadır. Sina da Sina yarımadasının güneyinde yer alan bir dağdır.[241] Gü­nümüzde bu dağ, Cebel-i Musa olarak bilinmektedir.[242]

 

Şi'ra

 

Şi'ra, Meybudi'nin yazdığına göre, Huzaa ka­bilesinin cahiliyet döneminde taptığı bir yıldızdır. Yüce Allah, Necm suresinin 49. ayetinde Şi'ra'nın onun yaratığı olduğunu ve Rabu'ş-Şi'ra olduğunu beyan buyurmaktadır. İmam Fahr-i Razi, iki Şi'ra'nın olduğunu, birinin Şam'da, birinin de Yemen'de ol­duğunu yazmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan Yemani Şi'ra'dır. Zira ona cahiliyet döneminde tapıyorlardı. Şi'ra çok parlak ve büyük bir yıldızdır. Dünyadan uzaklığı yaklaşık 808 ışık yılıdır. Işığı gü­neşin yaklaşık yirmi sekiz katı ağırlığı da güneşin yaklaşık elli katıdır. [243]

 

Şuayb

 

Kur'an-ı Kerim'de ismine ve risaletine 11 kez işa­ret edilen îlahî Peygamberlerdendir. Hud suresinin 89. ayetine ve A'raf suresinin 59-84. ayetlerine ba­kıldığında O'nun Nuh, Hud ve Lut'tan sonra Pey­gamberliğe seçildiği anlaşılıyor. Örneğin Şuara su­resinin 176. ve 177. ayetleri gibi Kur'an ayetlerine bakıldığında da O'nun Eyke kavminin Peygamberi ol­duğu ortaya çıkmaktadır. Ama bir diğer taraftan A'raf suresinin 85. ayetinden ve Hud suresinin 84. ayetinden Şuayb'ın Medyen ülkesi ve kavminin Pey­gamberi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu bö­lümdeki "Ashab-ı Eyke" ve "Medyen" kavramlarına bakılabilir. [244]

 

Sabin

 

Sabiin kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de üç kez zik­redilmiştir.[245] Kur'anî kullanış açısından bunların ehl-i kitaptan sayıldığı an­laşılıyor. Sabiin konusunda İslam Ansiklopedisi’nde (İngilizce, ikinci baskı) şu bilgilere yer verilmektedir: Bu isim iki belirgin fırkaya ıtlak olunmuştur:

1- Mandailer veya Subbe, ki bunlar yahudi-hristiyan bir fırka idiler ve ta'midi (çocukların vaftiz edilmesi) ye­rine getiriyorlardı.

2- Sabiin-i Harran, ki bunlar da müşrik bir fırka idiler ve İslam döneminde uzun yıl­lar hayat sürdürmüşler. Kur'an-ı Kerim'de anılan Sabiinler Mandailerdir. Mandailer, günümüzde tıpkı ataları gibi, Irak'ın güneyindeki nehirlerin ve su yol­larının kıyılarında ve İran Huzistanında yaşamlarını sürdürmektedirler ve onların çevrelerinde yaşayanlar, kendilerini Subba (vaftizciler, muğtesille) olarak adlandırmaktadırlar. [246]

 

Salih

 

Salih, Semud Kavminin Peygamberi ve eski Arapların beş Peygamberinden biridir. Onun ismi Kur'an-ı Kerim'de dokuz yerde geçmektedir. Kavmi ondan bir mucize göstermesini istediğinde O, Allah'a, dağdaki kayalardan dişi bir deve çıkarmasını diledi. Allah da Onun dua ve dileğine icabet etti ve Naketullah veya Nake-i Salih diye adlandırılan dişi bir deveyi çıkardı. Salih'in kavmine getirdiği şartı, on­ların bu mucizeler oluşturan deveye her zaman saygı göstermeleri ve onun özgür ve serbest bir şekilde ot­lanıp içmesine ve dolaşmasına imkan vermeleri idi. Fakat kavmi, onun nübüvvetini ve doğru davetini inkar ettiklerinden deveyi takibe alıp onu öldürdüler. Bundan dolayı da İlahî azaba duçar oldular. Zelzele onları çepeçevre sardı ve evlerinin içinde oldukları halde diz üstü çökekaldılar.[247]

 

Safa Ve Merve

 

Safa ve Merve'ye Kur'an-ı Kerim'de bir kez yer verilmiştir.[248] Safa lügatte, taş anlamına gelmektedir. Safa ve Merve, Mekke'de yer alan fazla yüksek olmayan iki tepenin ismidir. Safa, Ebu Kubeys tepesinin arkasında bir yerdedir ve Safa te­pesinde duran bir kimse, Hacerü'l-Esved'le karşı kar­şıya gelir. Meş'erü'l-Haramda Safa ve Merve arasındadır (Mu'cemü'l-Büldan). Sa'y, yani Safa ile Merve arasında yavaş adımlarla koşma, Haccın vacip olan menasiğindendir ve cahiliyet dönemindeki Haccda da var olan bir adetti. Sahih-i Buhari'de, ha­cıların, İbrahim'in hanımı ve İsmail'in annesi olan Hacer'in hatırasını yüceltmek ve onların bu bölgede çektiği ızdırabı yaşamak için Safa ile Merve arasında yedi kez gidip gelmeleri gerektiğini nakledilmiştir. Merve, Mekke'nin doğu ve güneydoğu tarafında ve Safa tepesine yaklaşık 420 metre aralıktaki bir yer­dedir. Eskiden burada yer alan pazar, bugün kal­dırılmış ve onun yerine Safa'nın eteklerinden Merve'ye kadar bir duvar örülmüş ve tüneller açıl­mıştır. Bu geçiş tünelleri gidiş-gelişlerin ya da Sa'y’ın (yavaşça ve vakarlı koşma) daha rahat ve düzenli bir şekilde yapılabilmesi için iki katlı yapılmıştır. [249]

 

Tağut

 

Arap lügat yazarları, tağut kelimesini mübaleğa sigasından ve tuğyan kökünden saymaktadırlar. Fakat Arthor Cifri, Kur'an kelimeleri sözlüğünde[250], Suyuti'nin bu kelimeyi Habeş kaynaklı bir ke­lime olarak kabul etmekte haklı olduğunu zik­retmektedir. Çağdaş yazarlardan birisi olan merhum Ahmed Ferid ise, filolojik açıdan pek doğru olmayan bir iddiayla onun kökeninin Zeus'la eşit olduğu inan­cındadır. Tağut, putlara, sanemlere, kahinlere, şeytanlara, sihirbazlara ve Allah karşısında tapınılan her şeye verilen addır. Bu kelime, Kur'an-ı Kerim'de sekiz kez kullanılmıştır.[251] Bazı Kur'anî kul­lanımlarda tağutun Resulullah (s.a.v)'in dönemindeki kimi imansız müstekbir, zalim ve tuğyan etmiş ya da İslam’la savaşan kimselere verildiğine işaret ediyor. Örneğin yahudi liderlerinden olan Hayy b. Ahteb ve Ka'bb Eşref gibi. [252]

 

Talût

 

Talut, Ben-i İsrail'in birinci padişahı Şaol'un la­kabıdır. Beydavi, bu kelimenin İbranice olduğunu söylemektedir. Cifri ve diğer birkaç dilbilimci de Talut'un Tuvel/Taal kökünden olduğu ve Calut ka­lıbına dikkat edildiğinde doğru olduğu inancındadır.

Musa'nın zamanından sonra Ben-i İsrail, baş­sızlıklarından dolayı Peygamber Samuel'e şikayette bulundular ve ondan kendileri için bir baş ve padişah belirlemelerini istediler. O da vahiy ya da İlahî bir il­hamla Talut'u onların başına getirdi. Talut, akıllı ve güçlü bir kahramandı. Fakat herhangi bir şöhret ve servete sahip değildi. Her zaman bahane aramakla meşhur kahramanlar olan yahudiler başlangıçta O'nu kabul etmediler. Ancak meleklerin taşıdığı ve onun doğruluk ve sadakatinin işareti olan eski taburu gö­rünce boyun eğdiler.[253] Talut, Davut, Calut'a galip geldikten sonra kızını ona (Davut'a) ni­kahladı. [254]

 

Ad

 

Ad, Hud kavminin adıdır.[255] Bu isim 24 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır. Ad, eski Arap kavimlerinden olup ıstılahi olarak Baide (yokolmuş) Araplarındandır. Kimi araştırmacılar, Necm suresinin 50. ayetine dayanarak, iki Ad'ın ol­duğunu ileri sürmüşlerdir. Birinci Ad, binden fazla kola ve boya sahiptir. İkinci Ad ise, putperest idiler ve tapmakta oldukları putlarının ismi putlar ile ilgili kitaplarda zikredilmiştir. Ad kavminin yaşadıkları bölge, Ahkaf (Amman ve Hadramavt arasındaki kumluk bir bölge) idi. ("Ahkaf" bu bölümde açıklanmıştır). Bu kavim, isyancı, batıl ve hakka karşı sa­vaşan bir kavim olup İlahî azaba duçar olmuşlardır. Çok ağır, çetin ve sürekli bir rüzgar ve fırtına onları yok etti.[256]

 

Adn

 

Adn, Kur'an-ı Mecid'de geçen cennetin isim ve sıfatlarındandır. Cennat-i Adn şekliyle Kur'anda 11 kez geçmektedir. Adn, kavram olarak ikamet an­lamındadır. Her şeyin merkezi onun ma'dinidir. Cennat-i Adn, (cennet ehlinin) ebedi olarak mukim ola­cakları yer demektir. Keşfu'l-Esrar[257] tef­sirinde Cennat-i Adn, ebedi cennetler anlamında kul­lanılmıştır. Ebu'1-Futuh-i Razi şöyle yazmaktadır: "Resul (s.a.v), Adn'ın İlahî cennetlerden bir cennet ol­duğunu buyurdu. Üç kesim dışında hiç bir göz onun benzerini görmemiştir ve hiç bir kesim için yaratılmamıştır. Burada kalacak bu üç kesim ise, Pey­gamberler, sıddıklar ve şehidlerdir." [258]

 

Arab

 

Arab (ki bunun kendisi çoğul bir isimdir ve Arab kavmine delalet etmektedir) ile A'rab arasında fark vardır. A'rab, arab'ın çoğulu değildir. A'rab'dan kasıt, kültürsüz, cahil ve çadırlarda yaşayan arablar de­mektir. A'rab’ın müfredi yoktur. Aksine ona mensup olana A'rabî denmiştir. Elbette bu durumda A'rabi müfrede de delalet eder ve Araib onun çoğulu olmuş olur. Şayet bir A'rabî'ye ya da A'rab'a (söylediğimiz anlamda) arab denirse bu, bir saygı ve yüceltme ola­rak telakki edilir ve bundan büyük bir sevinç du­yulur. Fakat şayet bir araba A'rabî ya da A'rab de­nirse bu, bir hakaret olarak telakki edilir. A'rab kelimesi Kur'an-ı Kerim'de on kez kullanılmıştır.[259] "Arab" olarak Kur'an’da geçen bir kelime yoktur. Fakat "Arabî" kelimesi, 11 kez Kur'an'ın sıfatı ya da Kur'an dili olan apaçık olan Arabî dili olarak kullanılmıştır. Arablar, Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundandırlar ve bundan dolayı da kimi zaman ken­dilerine Ben-i İsmail de denilmektedir ve Sami ırkının en önemli kollarındandırlar. Yahudiler veya Ben-i İs­rail de, Hz. İbrahim'in oğlu İshak ve torunu Yakub yoluyla evlatlarıdırlar. O halde Arablar ve Yahudiler, aynı soydan ve birbirlerinin amca çocuklarıdırlar. [260]

 

Uzza

 

Uzza, cahiliyet dönemi arabların önemli put­larından birinin ismidir. Özellikle Gatafan kabilesinin putu olarak bilinirdi. Aynı zamanda Kureyş ve Ben-i Kenane de bu putu çok ululamakta idiler. Bu put, Taif'ten Mekke'ye giden yolun başında bulunan Nahle vadisinde bulunmakta idi. Bu "put" üç semure ağacından (akik) oluşmaktaydı. Uzza'nın bu üç ağaç­tan birine tecelli ettiğine inanılıyordu. Uzza diğer iki puta yani, Lat ve Menat'a yakındı. Uzza, hepsinden daha genç kabul edildiği için önemi, diğer ikisinden daha fazla idi. Mekkeliler, cahiliyet döneminde bu üç putu "tanrının kızları" olarak (el-iyazubillah) kabul ediyorlardı. Mekke'nin fethinden sonra Hz. Resulullah (s.a.v), Halid b. Velid'i Uzza'yı kırmak ve yok etmek üzere gönderdi. Halid de gitti ve onu de­virerek bütün parçalarını yok etti. [261]

 

Uzeyr

 

Uzeyr ismi (Zübeyr vezni gibi) sadece bir kez Kur'an-ı Kerim’de[262] kullanılmıştır. Ben-i İs­rail'in ileri gelenlerindendi. İslam müfessirleri ve araştırmacıları Kur'an'ın da açıkladığına göre, yahudilerin kendisinin "Allah'ın oğlu" olduğuna (el-iyazubillah) inandıklarını söylerler. Fakat Tevrat'ta ve yahudilerin genel inancına göre bu tür bir inanca rast­lanmamaktadır. Kimi zaman Uzeyr'in, Kitab-ı mukaddes'te adına bir kitab olduğu zikredilen Azra ile aynı olduğunu kabul etmişlerdir. Denilir ki, kimi ya­hudilerin ona bu isnadda bulunmalarının nedeni şudur: Tevrat'ın tümü (belki de Ahd-i Atik'in tümü de olabilir) ezbere dayalıydı ve Tevrat’tan herhangi bir nüshanın mevcud olmadığı dönemde (Allah, ya­hudilerin günahlarından dolayı Tevrat'ı eski tabutta koruyarak göğe çıkarmıştı) onu hafızadan nakil ve imla etmişti. Tevrat'ın (veya Ahd-i Atik'in) asıl nüs­hasının veya bazı nüshaların elde edildiği sonradan onu Uzeyr"in söyledikleriyle karşılaştırdıklarında Onun söyledikleriyle aynı olduğunu ve hiç bir ih­tilafın olmadığını gördüklerinde bunu O'nun mu­cizelerinden sayıp onu Allah'ın oğlu olarak gördüler. [263]

 

İmran

 

Kur'an-ı Kerim örfünde İmran, Hz. Meryem'in babasının ismidir.[264] Ve Kur'an’ın üçüncü suresi olan Al-i İmran O'na işaret eder: "Allah, Adem'i, Nuh'u, Al-i İbrahim'i ve Al-i İmran'ı (İbrahim ve İmran ailesini) seçip alemlere üstün kıldı. (Bunlar) birbirinden türeyen bir nesildir. Allah işiten, bilendir. İmran'ın karısı demişti ki: "Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin." Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bi­lirken- yine şöyle dedi: "Rabbim, onu kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana ıs­marlıyorum..."[265] İmran, Kitab-ı Mukaddes'te İmram olarak geçer (yani; Allah'ın kavmi ya da Allah'ın seçkin milleti). [266]

 

İsa

 

İsa Mesih veya İsa bin Meryem, Ulu'1-Azm (büyük) Peygamberlerdendir. Onun doğumu, hiç bir eş olmaksızın ve hiç bir insan eli dokunmaksızın Meryem-i Azra'dandır ve İlahî mucizelerden sa­yılmaktadır. İsa, Herodos zamanında, Filistin'in Beyt-i Lahm'ında İslam Peygamber (s.a.v)'inin hicretinden 622 yıl önce dünyaya gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'de 93 ayet­te (15 surede) kendisine işaret edilmiştir. Mesih ve resul'e ilave olarak Kelimetullah[267], O'nun ruhu[268] olarak da zikredilmiştir.

İslam’da onun lakabı Ruhullah'tır. Kur'an'da onun risaletine açık bir şekilde işaret edilmiştir.[269] Hristiyanlar, O'nu üçten biri ya da Allah'ın insanda hululü olarak ve Allah'ın oğlu[270] olarak addetmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de bu tür inanış küfür olarak telakki edilmiş ve ondan nehiy edilmiştir. Tarihi ve zahiri açıdan, Yahudiler kahinlerin yalanlarıyla onu çarmıha gerdiler. Fakat Kur'an, onun çarmıha gerilmediğini ve öl­dürülmediğini, aksine yanıldıklarını ve Allah'ın onu göğe çıkardığını açık bir şekilde beyan etmektedir. [271]

 

Firavun

 

Firavun ismi Kur'an-ı Kerim'de 74 kez kul­lanılmıştır. Firavun (çoğulu Feraane) eski Mısır pa­dişahlarının lakabıdır. Mısır'ın İran padişahı Kembuciye tarafından fethinden önce, Mısır'a toplam 26 padişah hükümdarlık etti. Bu padişahların tümü de Firavun olarak adlandırılıyordu. Bu kelime İbranice olmayıp aksine Süryaniceden İbraniceye geçmiştir.[272] Dinler Tarihinde üç Fi­ravun meşhur olmuştur:

 1- Hz. Yusuf dönemindeki Firavun. İslami tarih ve tefsirlerde Reyan bin Velid olarak adlandırılır.

 2- Hz. Musa'nın doğumu za­manında Mısır'a hakim olan Firavun. İslam tarihinde Kabus bin Mus'ab olarak adlandırılır ki, bu ikinci Ramses'in kendisidir.

 3- Huruç zamanındaki Firavun ki, İslam tarihi kaynaklarında Velid bin Mus'ab ola­rak geçmektedir ki, Mesih'in doğumundan önce 1491 yılında yaşamış ve ikinci Ramses'in oğludur. [273]

 

Karun

 

Ben-i İsrail'in efsanevi zenginlerinden ve imansız isyankarlarındandır. Firavunun müşavirlerinden ve yakınlarından olup Hz. Musa'nın muhalif ve inkarcılarındandır. Onun sahip olduğu hadsiz-hesapsiz servetinin hikayesi Arab ve Fars edebiyatında büyük bir yer tutar. Kitab-ı Mukaddes'te ismi geçen Kurah ile aynı kişidir. Onun adına Kur'an-ı Kerim'in üç ye­rinde yer verilmiştir.[274] Bu konuda Taberi, onun aslında altıncı (kuyumcu) bir kişi olduğunu söyler. Kimileri de onun sayısız servetinin kaynağının kimyagerlik ilmine sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Karun, bu kim­yagerlik mesleğini kendi eşinden öğrenmiştir. Onun eşi de Musa'nın kızkardeşiydi ve bu mesleği Hz. Musa'dan almıştı. Musa'yı inkar etmekle birlikte bu İlahî Peygamber (a.s)'e karşı çok ağır sıkıntılara gi­riştiğinden dolayı sonunda İlahî azapla karşılaşmış ve sahip olduğu tüm mal, hazine ve mülküyle birlikte yerin dibine batmıştır. [275]

 

Kur’an-ı Mecîd

 

İslam dininin, İslami kültür ve medeniyetin temel esası Kur'an vahyidir. İlahî ve tevhidi mu­kaddes dinlerin sonuncusu olarak sayılan bu kitab, Ehl-i sünnet örfünde "Kur'an-ı Kerim'", Şia örfünde ise "Kur'an-ı Mecid" olarak adlandırılmaktadır. Bu her iki isim de Kur'an aslına dayanır ve aynıdır. Kur'an'ın ilmî ve tafsilî tarifi şudur: "Arab diliyle, laf­zının aynısı olarak vahyin emin meleği Cebrail ara­cılığıyla Allah indinden ve Levh-i Mahfuz'dan İslam Peygamber (s.a.v)'inin diline ve kalbine hem bir defada toplu olarak hem de 23 yıl zarfında peyderpey olarak nazil olmuş İlahî mucizevi bir vahiy programıdır. Hz. Peygamber (s.a.v), onu kendi ashabına okumuş, onlara aktarmış ve ashab arasından vahiy katipleri olarak bilinen kişiler, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in gözetiminde ve düzenlemesi altında yazmışlardır. Bir çok hafız, onu ezberlemiş ve tevatür yoluyla onu nakletmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde de bu kitap yazılmış bir halde idi fakat tertib edilmiş bir nüsha şeklinde değildi. Hz. Osman döneminde onun nazaretinde birkaç yıl zarfında sonunda hicretin 28. yılı dolaylarında toplu bir halde Fatiha suresinden Nas suresine, 114 sure olarak düzenlenmiştir. Onun mukaddes metni mütevatir ve kesindir. Onun okun­ması müekked müstehabdır. Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde Kur'an-ı Mecid'e iman etmek ve onun İlahî bir mucize olduğuna ve nübüvvetin senedi ol­duğuna inanmak, hata ve her türlü eksiklik ve faz­lalıktan (tahriften) korunduğuna inanmak İslamın ve Şii mezhebinin farzlarındandır."

Kur'an-ı Kerim 114 sureden oluşmuştur. En küçük suresi, sadece iki satır olan Asr ve İhlas su­releri ve hatta bir buçuk satır olan Kevser süresidir. Kur'an’ın en uzun suresi ise Bakara süresidir. Bu sure 48 sayfadır (Osman Taha mushafında). Kur'an ayet­lerinin sayısı (zira ayetlerin uzunluğu da farklıdır. Kimi ayetler bir tek kelimeden ibaret iken, kimi ayet­ler hatta bir sayfayı bile bulabilmektedir) ekseriyete göre 6236 adettir. Kur'an-ı Kerim kelimelerinin top­lamı da 77807 adettir. Kur'an maddeleri, yani Kur'anî asli kökler ve çoğunlukla sülesiyi gayr-i mükerrer kökleri 1771 adettir. Bu köklerin müştakları (tü­revleri) da toplam olarak 11794 adettir. [276]

 

Kureyş

 

Ünlü Adnanî Arab kavminin ismidir. Zira İslam Peygamber (s.a.v)'i ve ilk İslam döneminin ileri gelen şahsiyetleri, Raşid halifeler, Ben-i Ümeyye ve Ben-i Abbas gibi kabileler de bu Kureyş kavmine mensub idiler. Kureyş, İslam’ın zuhurundan önce Mekke'ye musallat olmuştu. Ka'be evinin velayeti ve so­rumluluğu kendilerine aitti. Genel olarak ticaret yo­luyla yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kureyş ka­bilesinin nesebi, Fehr b. Malik'e ulaşır. Kur'an-ı Kerim, Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, Kureyş suresinde onların kış ve yaz dö­nemi yolculuklarına işaret edilmiştir. [277]

 

Ka'be

 

Ka'be iki kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır.[278] Bu kelimeden maksad Beytü'llah-i Haram'ın içinde bulunan kare biçimindeki binadır. Kur'an-ı Kerim'de "el-Beyt",[279] "el-Beytü'1-Haram"[280] ve "el-Beytü'1-Akik"[281] olarak adlandırılmış ve onun etrafındaki mescid ve alana "el-Mescidü'l-Haram" denmiştir. Ka'be, İslam'ın ibadet mekanlarının en önemli ve kutsal olanıdır. Zira onu zi­yaret etmek, hali vakti ve mali imkanı olan her müslümana ömründe bir kez farzdır. Her müslüman, namaza durduğu esnada (ister farz, ister rnüstehab namazlarda) ona (=kıble) doğru yönelmek zo­rundadır. Kıble, bütün topraklar için bir odaktır. [282]

 

Lat

 

Cahiliye dönemi Arablarının putlarından veya ilahlarından birisinin ismidir. Kur'an'da onun ismi Uzza ile birlikte anılmıştır.[283] Mekke'nin fet­hinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Süfyan ve Muğire bin Şu'be'yi bu putu ve içinde bulunduğu ma­bedi yıkmak ve yok etmekle görevlendirdi. [284]

 

Lokman

 

Cahiliyet döneminde de hikmet ile meşhur olan ve Fars edebiyatında Lokman Hekim olarak bilinen Kur'anî şahsiyetlerden biridir. O, İslam öncesi Arabistan’ın efsanevi kahraman ve hekimlerindendir ve Kur'an'da Allah'ı tanıyan ve oğluna hekimane ve tak­vaya yönelik öğütler veren temiz soylu bir baba ola­rak tanımlanır. Cahiliyet döneminde Lokman, Ad ola­rak bilinmekte idi. Onlarla meşhur olduğu iki sıfat temiz soyluluk ve uzun ömrü idi. Kur'an-ı Kerim'de 31. sure onun adınadır. [285]

 

Lut

 

Büyük İlahî Peygamberlerden. "O, Harun'un ev­latlarından ve İbrahim'in biraderzadelerindendir. Onun yaşamı, Ahd-i Atik'in 11-14. bablarında açık­lanmıştır." Lut'tan Kur'an-ı Mecid'in 27 yerinde söz edilmiştir. Kur'an'da bazen "îhvanu Lut" olarak[286] isimlendirilen Lut kavmi, Semud kavmi ile Medyen ehli dönemleri arasında yaşamıştır. Lut'un Pey­gamberliğine Kur'an'da açık işaret vardır.[287] O, ilim ve hikmetten yararlanmış bir kişiydi.[288] İbrahim, kavmini ikaz ettiğinde Lut, ona inan'dı ve kendisini "Muhaciren ilallah" ola­rak adlandırdı[289] ve kavmini doğru yola ve Allah'a ibadet ve kullukta bulunmaya davet etti.[290] Onun kavmi Livata ile uğraşıyordu (Livata kelimesi Lut'tan türemiştir).[291] İlahî azaba duçar olan Lut şehri ismi Sodom ve Umore'dir. Fakat Kur'an'da bu şehirden karye olarak ya da el-Mu'tefekat (altüst edilmiş) sıfatı olarak söz edilmiştir. [292]

 

Malik

 

İslami sünnette, Rıdvan, cennetin bekçisi; Malik ise, cehennemin bekçisidir. Rıdvan, bu anlamda Kur'an-ı Mecid'de kullanılmamıştır. Malik de sadece bir kez[293] zikredilmiştir. Rivayetlerde an­latılmıştır ki, Hz. Resul (s.a.v), Mi'rac'da Malik'i çok ızdırablı ve yüzü ekşi bir şekilde görmüştür. Ve ondan sonra da hayatta olduğu sürece (yürekten) gül­memiştir. [294]

 

Mecus

 

Mecus lafzı, sadece bir kez Kur'an-ı Kerim'de Hacc suresinin 17. ayetinde kullanılmış ve ehl-i ki­taptan olduklarını gösteren bir şekilde kendilerinden söz edilmiştir. Mecustan maksat, Zerdüştilerdir. [295]

 

Muhammed (s.a.v)

 

Hayreddin  Zerküli, Hz. Muhammed (s.a.v)'i ta­nıtırken şöyle yazar: "Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib bin Haşim, Kureyş taifesinden, Adnan kabilesinden, İbrahim Halil'in oğlu İsmail'in so­yundan Arab (ve İslam) Peygamberi,  İslam  top­lumunun temelini atan, onun kültür altyapısını oluş­turan, Arab kavmini birlik haline getiren ve onların siyasi ve kanuni hayatını düzenleyen şahsiyettir. Kün­yesi, Ebu'l-Kasım, Mekke'de doğmuş ve yetim olarak büyümüştür. Annesi, Amine Bint-i Vehb, onu bü­yüttü. Altı yaşında iken annesini de kaybetti ve dedesi Abdulmuttalib O'nun kefili oldu. Sekiz yaşında iken dedesi Abdulmuttalib de öldü. Bunun üzerine amcası Ebu Talip O'nun sorumluluğunu yüklendi. Yiğit, cesaret sahibi, üstün himmet sahibi, doğru sözlü, güzel huylu ve üstün zeka sahibi idi. Kureyş, O'nu emin olarak adlandırmıştı. Yirmi beş yaşında iken amcası O'nu kendisinden onbeş yaş büyük olan ve zengin kadınlardan olan Hadice ile evlendirdi... Her senenin bir ayını Mekke'nin, yakınındaki Hira da­ğında halvet, ibadet ve murakabe ile geçiriyordu. Kırk üç yaşına geldiğinde Hicretten on üç yıl ön­cesinin Ramazan ayında Yüce Allah (Cebrail ara­cılığıyla), Kur'an'ın ilk suresini göndermekle vahyi gönderdi ve Peygamber olarak görevlendirdi. O, baş­langıçta davetini gizli olarak başlattı, daha sonra da­vetini açıktan yapmağa başladı ve insanları tevhide, putlara tapmaktan vazgeçmeğe ve cahili hurafeleri terketmeğe davet etti. Kureyş, O'nun karşısında mü­cadeleye durdu ve savaş açtı. Amcası Ebu Talib, öm­rünün sonuna kadar O'nu himaye etti. Gitgide İslam, Mekke'den Medine'ye yayıldı. Hz. Muhammed (s.a.v)'in Mekke'den Medine'ye miladi 622 yılındaki hicreti İslam tarihinin başlangıcıdır. Peygamber (s.a.v)'in ilk gaz­vesi, Bedir Gazvesidir, en sonuncusu da Tebuk Gazvesidir. Hicretin onuncu yılında Haccetü'l-Veda'da (Peygamber (s.a.v)'in son haccı) vukubuldu ve Resulullah (s.a.v), Hicretin 11. yılında Rebiyyu'l-Evvel ayı­nın 12. gününde (m. 633) Medine'de vefat etti." [296]

 

Meyden

 

Medyen ya da Medyen-i Şuayb, Akabe Kör­fezinin doğusunda yer alan bir şehirdir. Bu isim, Ahd-i Atik'de zikredilen Medyenlilerle ilgilidir. İbn-i İshak'ın Siretinde Hz. Resul (s.a.v)'ün, Zeyd bin Harise komutanlığında bir heyeti oraya gönderdiği rivayet edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, Medyen'den Musa ve Şuayb kıssasıyla ilgili olarak on kez söz edilmiştir.[297]

 

Medine

 

Bugünkü Suudi Arabistan'ın büyük şehirlerindendir. Büyüklük ve kutsallık açısından İslam şehirlerinin Mekke'den sonraki en büyüklerinin ikinçişidir. Hicaz bölgesinde Mekke'nin kuzeydoğusunda yer almaktadır. Bu şehrin asıl ismi Yesrib idi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v)'in Mekke'den bu şehre hicretinden sonra buranın ismi Medinetü'n-Nebi ya da Medinetü't-Tayyibe veya kısaca Medine olarak ad­landırılmıştır. Bu şehir, Hz. Resul (s.a.v)'ün, O'nun bir kısım ehl-i beytinin ve ilk üç raşid halifenin medfun bulundukları önemli bir şehirdir. Peygamber (s.a.v)’in rıhletinden sonra hicretin 35. yılına kadar hilafetin merkezi idi. Yesrib ismi sadece bir kez Kur'an'da zik­redilmiştir.[298] Medine kelimesi ise, dört kez Kur'an'da kullanılmıştır.[299]

 

Meryem

 

İmran'ın kızı, İsa'nın annesi, hristiyanlık ve İslam'da mukaddes ve çok muhterem şahsiyetlerden biridir. Onun ismine Kur'an-ı Mecid'de 34 kez yer ve­rilmiştir. Kur'an'ın 19. suresi onun adınadır. Meryem, İbranice asıllı bir isim olup hristiyan ve süryani kay­nakları yoluyla Arabçaya girmiştir. Yüce Allah ta­rafından ve Ruhu'1-Kuds  aracılığıyla  Kelimetullah veya İlahî ruh ona ilka edilmiştir[300] ve İsa'ya hamile kalmış ve onu dünyaya getirmiştir. Bundan dolayı onun kavmi ona bühtanda bulunup onu kötü olarak itham ettiler. Ama İlahî emirle İsa, daha be­şikte iken dile geldi ve kendi Peygamberliğine ve an­nesinin tertemiz olduğuna şehadet etti. Meryem, İbrahimî dinlerin dört büyük ve saygın kadınlarından biridir. [301]

 

Mescidü'l- Aksa

 

Camiu'l-Kubbe'nin güney tarafında bulunan Beytü'l-Mukaddes'te ünlü büyük bir mesciddir. Bu lafız, İsra suresinin ilk ayetinde zikredilmiştir. Allah kulunu (Hz. Peygamber (s.a.v)'i) bir gecede Mescidü'l- Haram'dan (Mekke'den) Mescidü'l-Aksa'ya (Fi­listin'de) yürüttü. Daha sonra Mescidül-Aksa'dan se­malara nebevi mi'rac başlamış oldu. Bu bina, baş­langıçta Zeostin'in milattan sonra 550 yılında Meryem-i Azra adına yaptırdığı bir kilise idi. Müs­lümanlar onu mescide dönüştürdüler. Haçlı sa­vaşlarında harap edildi. Sultan Salahaddin Eyyubi, miladi 1187 (h.k. 583) yılında yeniden burayı onarmıştır. [302]

 

Mescidü'l-Haram

 

İçinde Ka'be'nin yer aldığı mesciddir. Resulullah (s.a.v) zamanında ve onun emriyle hicri sekizinci yılda mescid haline getirilmiştir. Ömer ve Osman'ın hi­lafetleri döneminde bu mescidin etrafında bulunan evler kendilerinin emriyle satın alınmış ve Mescidü'l-Haram'ın alanı genişletilmiş onun için revak ya­pılmıştır. İbn-i Zübeyr, Abdulmelik Mervan, onun ge­nişletilmesi ve tamamlanması için çalışmışlardır. Haccac, Ka'be'yi ipek kumaşlarla örttü, Velid bin Abdulmelik, onu değerli ziynet ve cevherlerle süsledi ve Ka'be'nin sakafını ve su borularını altından işledi. Abbasilerden olan Mansur ve Mehdi de onu daha güzel bir şekle sokmak için uğraş vermişlerdir. İçinde bulunduğumuz asırda Arabistan devleti hicri 1375 yı­lından beri Mescidül-Haram'ı genişletmek ve güzelleştirmek noktasında öncekilerden daha fazla uğraş vermektedir. [303]

 

Mısır

 

Mısır ismi (Mısır toprakları ve şehri olarak) Kur'an-ı Mecid'de beş kez kullanılmıştır.[304] Mısır isminin Kur'an’da kullanılmasının iki açıdan önemi vardır. Birisi, Ben-i İsrail kıssasında an­latıldığı şekliyle ki, Musa, onları Mısır'dan kurtarıp Şam'a ulaştırması ile İlahî memuriyetle gö­revlendirilmesi. İkincisi de Firavun kıssasında Mısır, Afrika'nın kuzeydoğusunda bulunan Nil ırmağının ve Kızıl Deniz 'in kuzeyinde bulunan Sina ya­rımadasının verimli topraklarını içine alan önemli bir yerdir. Ayrıca kuzeyden Akdeniz'e sınır, doğudan Kızıl Deniz'e, Batıdan Libya ülkesiyle ve güneyden Sudan ülkesiyle komşudur. Kembuciye döneminde İranlılar tarafından fethedildi ve uzun yıllar Hahamenişlerin bir müstemlekesi olarak kalmıştır. [305]

 

Mekke

 

Suudi Arabistan devletinin Hicaz bölgesindeki ve Kızıl Deniz'e yakın eski ve ünlü şehirlerindendir. Ka'be ve O'nun etrafındaki mescid, yani Mescidü'l-Haram, İslam mabedlerinin en büyüğü ve en mu­kaddes olanıdır. Müslümanların kılmakta oldukları namazlar, Kıble'ye yani, Ka'be'ye doğru (bu şehrin merkezinde) yönelerek kılınır. Her yıl binlerce müslüman hatta son yıllarda iki milyona yakın kişi, ör­fümüzde Allah'ın evi olarak anılan ve bu şehirde bu­lunan Beytullahi'l-Haram'ı (Ka'be'yi) ziyaret eder. Bu şehir, Peygamber-i Ekrem (s.a.v)'in kutsal doğum bel­desi, büyük Kureyş kabilesinin karargahı, vahyin baş­lama mekanı idi. Kureyş ve Mekke müşrikleri, Resulullah (s.a.v)'ı davet ve risaletinin başlangıcında çok merhametsizce işkence ve baskı yaptıklarından Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret etti. Ve İslam orada kuv­vet buldu. Daha sonra Hz. Resul (s.a.v), muzaffer edalı ve bir dereceye kadarda barışçıl bir edayla İslam or­dusunun başında Mekke'yi hicretin sekizinci yılında fethetti ve İslam’ın daveti oradan dünyaya yayıldı. [306]

 

Melekü'1-mevt

 

Sünnet ve örfte, Melekü'1-Mevt yani, insanların ruhunu kabzetmekle görevli olan ölüm meleği, Azrail adını taşır. Fakat bu isim Kur'an-ı Kerim'de geç­memektedir. Ama Melekü'1-Mevt ise, Secde suresinin 11. ayetinde zikredilmiştir. Azrail ya da Melekü'l-Mevt, İbrahimi dinlerde mukarreb olan dört büyük melekten biridir (diğer üç Mukarreb melek: Cebrail, Mikail ve İsrafil'dir). [307]

 

Menat

 

İslam öncesi Arab taifelerinden bazılarının put veya ilahelerinden birinin ismidir. Menat, Latt ve Uzza ile birlikte kutsanmıştır. Necm suresinin 20. aye­tinde onun ismine işaret edilmiştir. Bu put veya ilahe, daha çok Huzeyl ve Huzaa kabilelerine özgüdür. Bi­linmektedir ki kafirlerin bir kısmı Menatı (ki siyah taştan yapılmış bir heykel idi) Mekke ile Medine ara­sındaki Müşellel bölgesindeki bulunduğu yerden çal­mış ve Hindistan'a götürmüşler ve Sumenat isminde önemli bir putkede yaptırmışlardı. Gazneli Sultan Mahmud, Hindistan'a yapmış olduğu saldırıların bi­rinde onu yerle bir etmiştir. [308]

 

Musa (a.s)

 

Ulu'1-Azm Peygamberlerden sayılan İlahî büyük Peygamberlerdendir. Kur'an-ı Mecid'de yirmi surede kendisinden söz edilmiştir. İsmi 136 kez anılmıştır. Onun yaşamının ve Peygamberliğinin büyük bir kısmı zikredilmiştir.[309] Kelimullah (Allah ile konuşan) lakablı İmran'ın oğlu Musa, en büyük Peygamberlerden ve Ben-i İsrail kavminde risalet ile görevlendirilmişti. Onun zuhur zamanı Mesih'in doğumundan önceki 15. asırdan 13. asra kadarki zaman aralığında ol­muştur. Kardeşi Harun, risalet noktasında onun yar­dımcısı ve ıstılahi olarak nübüvvette ortağı idi. Firavun ve firavunileri tevhide davet etti ve Yed-i Beyza (elinden ışıltı saçan büyük aydınlık ve be­yazlık), asasının ejderhaya dönüşmesi gibi mu­cizelerle ve ayrıca Firavun ve firavunilerin is­yankarlıkları ve itaatsizlikleri neticesinde karşılaştıkları azab olaylarıyla onlara nazil oldu. Fakat onun daveti inkarcılara hiç bir etki yapmadı. Fi­ravun’un köle olarak tuttuğu Ben-i İsrail kavmini so­nunda Firavun’un pençesinden kurtardı ve rivayete göre, altıyüz bin kişilik bir orduyla Mısır'dan Ken'an'a doğru yola çıktılar. İlahî bir emirle deniz suyu (Kızıl Deniz) onların önünde ikiye yarıldı ve bu esnada çok süratli bir şekilde buradan geçip amaç­larına ulaşabildiler. Onları takip etmekte olan Firavn ve Firavuniler ise aynı denizde boğuldular. Tevrat, levhalar şeklinde Musa'ya nazil olmuştur. O, Şuayb Peygamber (a.s)'in damadıdır. [310]

 

Mikail

 

Bu kelime, İbranice'den Arapça’ya geçmiştir. Mikal/Mikail, İlahî dergahın dört mukarreb me­leğinden biridir. Onun adına (Mikal şekliyle) Bakara suresinin 98. ayetinde işaret edilmiştir. İslami sün­nette Mikail, Peygamber (s.a.v)'in göğsünü Mi'rac ge­cesinden önce yaran melekler arasındadır. Yine aynı şekilde Bedir savaşında müslümanların yardımına gelen meleklerden biridir. [311]

 

Nesr, Suva1, Vedd, Yeuk, Yeğus

 

Bu beş kelime, Nuh kavminin ve İslam öncesi kimi Arap taifelerinin taptıkları beş putun ismidir. Bu isimlere, Nuh suresinin 23. ayetinde şu sırayla işaret edilmiştir: Vedd, Suva', Yeğus, Yeuk, Nesr. Arap put tapıcılığı konusunda çok eski kaynaklardan bir kitab olan el-Esnam'ın sahibi Hişam bin Muhammed Kelbi, bu putlardan hangisinin hangi kavmin putu olduğu noktasında işaretlerde bulunmuştur. Bu putlar ko­nusunda da şöyle der: Vedd (Kelb kabilesi), Suva' (Huzeyl ve Benu Lehiyan kabilesi), Yeğus (Mezhec Kavmi ve Ehl-i Cüveş), Yeuk (Heyevan kabilesi), Nesr (Humeyr kabilesi). [312]

 

Nesari

 

Nesari kelimesi Nesraninin çoğuludur. Arap söz­lük bilimcilerinin bir çoğu Nesari'nin müfredinin nesran olduğunu iddia etmişlerdir ki doğru olmadığı gö­rülüyor. Nesran kelimesinin malum ve mafassal bir anlamı yoktur. Sadece el-Müncid'de doğru şekliyle açıklanmıştır ki Nesrani, İsa'nın doğum yeri olan Nesare şehrine mensub olmak demektir ve onun çoğulu Nesari'dir. Elbette Nesare'ye mensub olan Nasiri olur. Fakat Nasıri İsa'nın nisbeti olduğu için Nesrani'nin örtülmesinin kaldırılması için yapılmış olması ih­timali vardır. Nesari kelimesi Kur'an-ı Kerim'de mesihiler ya da İseviler anlamında 14 kez kullanılmıştır. [313]

 

Nuh

 

İlahî büyük ve ulu'1-azm Peygamberlerden, ay­rıca her ne kadar yahudi ve Tevrat sünnetinde en­biyadan değil ise de Adem ve İdris'ten sonra en eski Peygamberlerdendir. O, kendi zamanında inkarcı ve müşriklerin üzerine azabın (=Nuh tufanı) indiği ilk Peygamberdir. Vahiy, kendisine indiğinde yüz yedi yaşında idi ve Kur'an'ın açıkladığına göre, dokuz yüz elli yıl kavmine davette bulunmuştur.[314] Onun kavmi putperest idi[315] ve çok az bir topluluk dışında kendisine iman eden olmadı.[316] Nuh, kavmini İlahî azabın geleceği ile tehdit etti fakat onlar daha fazla küstahlaştılar.[317] Nuh, bütün direncine ve mücadelesine rağmen sonunda ümitsiz oldu ve onlardan nefret ederek helaklerini di­ledi.[318] Allah da onun duasını kabul etti ve vahiy yoluyla ona büyük bir gemi yapmasını bu­yurdu. Cebrail, gemi yapımını ona öğretti[319], Onun bu hareketini gören kavmi kendisiyle alay etti.[320] Azab nazil olduğunda ve tufan baş­ladığında ve tandır kaynayıp (iş ciddileşip sular kaynayınca), Nuh her canlıdan birer çifti kendisiyle birlike gemiye aldığında[321] her taraftan yağmurlar yağmaya başladı ve çeşmeler coşmaya başladı.[322] Nuh'un oğlu, babası ve ai­lesiyle birlikte gemiye binmedi ve sonunda o da su­lara gömülüp boğuldu.[323] "Ve denildi ki ey zemin suyunu yut ve ey gök (yağmurunu) tut. Su çe­kildi ve iş bitirildi. (Gemi) Cudi (dağına) oturdu ve "zulüm ve haksızlık yapanlar yok olsun" denildi."[324]

 

Vadî-i Eymen

 

Musa'nın orada bir ağaçta ateş şeklinde görülen İlahî tecelliyi müşahede ettiği ve Kelimullah (Allah ile konuşan) rütbesine ve nübüvvete eriştiği bir vadidir. Vadiyü'l-Eymen sözcüğü, Kassas suresinin 30. aye­tinde zikredilmiştir ve Naziat suresinin 26. ayetinde bu vadi, mukaddes sıfatıyla da vasıflanmıştır. Bu va­dinin Eymen (=sağ taraf) olarak adlandırılmasının se­bebi, Medyen tarafından Mısır'a gelindiğinde bu va­dinin Sina dağının sağ tarafında yer almış olmasıdır. Tevrat'ta, Tuva olarak adlandırılmıştır. Bu isim Taha suresinin 13. ayetinde ve Naziat suresinin 16. aye­tinde zikredilmiştir. [325]

 

Harut ve Marut

 

Harut ve Marut, yüce Allah'ın kendilerini insan şekline soktuğu ve yeryüzüne indirdiği iki meleğin is­midir. Bu iki melek, iki insan şekline gelip yeryüzüne indiklerinde günah ve vesveseye kapılırlar ve yapmış oldukları bu günahlarına karşılık da İlahî azaba duçar olurlar. Ahiretteki azab yerine bu dünyadaki azabı tercih ederler ve Babil'deki bir kuyuda asılırlar. Ri­vayet edilir ki sihirbazlığı öğrenmek isteyenler o ku­yunun başına gider ve bu mesleği onlardan öğrenir.[326] Çağdaş kıssa yazarlarının ve dil­bilimcilerinin bir çoğu, Harut ve Marut isminin Avesta Amoşaspandları (Zerdüştülerin ayları) olan Hordad ve Mordad isimlerinin aynısı olduğu inancındadır. [327]

 

Harun

 

Harun, İmran'ın oğlu ve Musa'nın büyük kardeşi ve İlahî risalet noktasında onun ortak ve yardımcısı ve Ben-i İsrail'in Peygamberlerinden idi. O, açık, fasih dilli ve yiğit bir adamdı. Musa'nın dilinde bir takıntı olduğu için[328] O, Musa'nın sözcüsü ve risaletleri ortak idi. O, Zahiren Musa'nın gaybeti es­nasında -ki kırk gece İlahî huzura çıkmıştı- Ben-i İs­rail kavminin ve kelimesinin vahdeti ortadan kalkmaması[329] ve ayrıca kendi canının teh­likeye gireceği korkusundan[330] buzağı şek­linde bir put yapan ve Ben-i İsrail'in tevhidini, birliğini zedeleyen ve yaralayan Samiri ile birlikte hareket etmişti. Hz. Musa, bu yüzden ona kızmıştı.[331] Daha sonra daha fazla düşünerek onun (kardeşinin) günahsız olduğunu anlayınca yumuşadı ve hem kendisi hem de kardeşi için Allah'dan ba­ğışlanma diledi.[332]

 

Haman

 

Haman, İslami kıssalarda Firavun'un veziri ve danışmanı olarak zikredilir. Kur'an-ı Kerim’de onun ismine altı kez işaret edilmiştir. Onun yaptıklarına en önemli işaret Kassas suresinin 38. ayeti ile Gafir suresinin 36. ayetinde yer verilmiştir. Firavun, Haman'a şöyle der: "Ey Haman, haydi benim için çamurun üzerinde bir ateş yak (tuğla yap) ve onlarla bir kule yap ta ki, göklere çıkayım ve Musa'nın Rabbini ara­yayım."[333] Kimi kaynaklarda Haman'ın, İran padişahı Heşayarşa'nın veziri olduğu ve yahudilerin düşmanı olduğu ve onları katletme iznini padişahtan aldığı, fakat padişahın karısı ve yahudi olan Ester'in padişah üzerinde etkili olduğu için bu fermanı lağvettiği, Merduh'un yerine Haman'ın asıl­dığı, yahudilerin emanda kaldığı, bugünün ve bu ola­yın bayram olarak kutlandığı şeklinde rivayetlere de yer verilmiştir. [334]

 

Hud

 

Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde ve defalarca Hud'un Ad kavmi veya kabilesinin Peygamberi ol­duğu beyan edilmiştir.[335] İslam Ansiklopedisinde (İngilizce) yazıldığına göre, Hud, Kur'an'da ismi zikredilen beş büyük Arap Pey­gamberlerinin ilk kişidir (Diğer dört büyük Pey­gamber; İbrahim, Salih, Şuayb ve Muhammed'dir). A'raf suresinde (65-72. ayetler) O'nun risaletine, kav­minin isyankarlığına ve yaptıklarının sonu ile ilgili olarak kısaca işaret edilmiştir. Kur'an’ın 11. suresi Hud adını taşımaktadır. Hud kavmi İlahî daveti kabul etmediklerinden dolayı İlahî azaba duçar olup yok olmuşlardır. [336]

 

Ye'cuc Ve Me'cuc

 

Ye'cuc ve Me'cuc'a, Kur'an-ı Kerim'de iki kez yer verilmiştir. Birinci kez, Kehf suresinde[337] Zulkarneyn'in kıssası anlatılırken yer ve­rilmiştir. Zulkarneyn'in yanında bulunan bir grup insan, kendi topraklarında yağmalamalarda bulunan Ye'cuc ve Me'cuc'u şikayet ederler ve kendi imkanlarıyla kendileri ile Yec'uc ve Me'cuc arasında bir sed yapmasını ve böylelikle kendilerine bir zarar ve­rilmemesini isterler. Zulkarneyn de bu teklif ve is­teklerini kabul eder ve kendi hazinesinden kar­şılamak üzere bir sed yaptırır. Kimileri bu şeddin Çin Şeddi olduğunu iddia etmiştir. İkinci kez ise, Enbiya suresinin 96. ayetinde Ye'cuc ile Me'cuc'dan söz edilmiştir. Onların yaptıkları hücum ve yağmalamaları "Eşratı's-Saaf'ten (Kıyametin alametlerinden) sayılmıştır. Kimi araştırmacılar, Ye'cuc ile Me'cuc'u Atil­la ve Cengiz'in mensubu oldukları Moğollar olarak kabul etmiştir. Kimisi de onları Sukkalara bağlarlar. [338]

 

Yahya

 

İslami sünnette Zekeriyya Peygamber (a.s)'in oğlu olan Yahya, Hristiyanlıktaki Jan veya Yuhanna ile aynı kişidir. Kur'an'da Musa, Harun, Zekeriyya, İsa, İlyas ve diğer birkaç Peygamber derecesinde salih ve enbiyadan sayılmıştır.[339] Allah, onu babası Zekeriyya'nın duasıyla, babası çok ihtiyar ol­duğu ve annesi doğurmayan olduğu halde dünyaya getirmiştir.[340] O, İsa'nın halasının oğlu ve aynı zamanda O'nun mübeşşir ve nübüvvetinin haklılığını tasdik etmişti.[341] Onun katlinin ve hakikatte şahadetinin sebebi, Celil ve Ürdün bölgesinin padişahı olan Heroud'un şer'i olmayan evliliğine gösterdiği muhalefetidir.[342]

 

Yakub

 

İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu olan Yahya, İlahî büyük Peygamberlerdendir. On iki torun ve külli şek­liyle Ben-i İsrail, O'nun neslidir. O'nun bir diğer adı da İsrail'dir. Bu isim arapça ve "akabe" kökünden de­ğildir. Aksine "İbranice" asıllı bir kelimedir. O'nun ismi Kur'an’da 16 kez zikredilmiştir. Ona yapılan işa­retler ise daha çoktur. Kendisine en çok Yusuf suresinde işaret edilmiştir. Annesi Lut'un kızkardeşi idi. İshak'ın ölümünden sonra Peygamberliğe ulaştı. Teb­liğ ettiği şeriat, İbrahim'in şeriatının aynısıydı ve onun kitabı da İbrahim'in sahifeleri idi.[343]

 

Yusuf

 

Yakub bin İshak bin İbrahim'in oğlu olan Yusuf, Ben-i İsrail'in büyük İlahî Peygamberlerindendir. Ba­bası Yakub'un, Nişaburi'nin Kıssasu'l-Enbiyası'nda da açıklandığı gibi, yedi hanımı vardı ve her birinden iki erkek bir kız evlat dünyaya gelmiştir. Fakat meşhur olan rivayet O, 12 erkek evlada sahip idi. Herhalde Yusuf ve Bünyamin, Yakub'un aşırı derecede sevdiği ve genç yaşta ölen eşi Rahil ismindeki bir kadından doğma idiler. Bundan dolayı Yakub, onun yadigarı olan bu iki çocuğunu diğer çocuklarından daha çok seviyordu. Yusuf'un sahip olduğu bu eşsiz ve ben­zersiz şey ve kemal ve cemal ve güzellik, dolayısıyla da Yakub'un Yusuf'a diğerlerinden daha fazla bes­lediği sevgi, sonunda diğer hanımlardan olan on kar­deşi kıskançlığa ve onunla rekabet ve kızışmaya şev­ketti ve bunun sonucu olarak da O'nu kuyuya attılar. Bir kervan oradan geçerken onu bu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürür. Mısır azizinin karısı Züleyha onu satın aldı. Böylece Mısır azizinin ailesine girdi. Azizin karısı Züleyha, ona aşık oldu ve ondan yararlanmak istedi. Fakat Yusuf, bundan sakındı. Bunun cezası ola­rak da kadının yaptığı hile ve desiseler sonucunda zindana düştü. Sonunda günahsız olduğu anlaşıldı, özgürlüğüne kavuşarak zindandan çıktı ve ülke yö­netiminde önemli makamlar elde etti. Kardeşleriyle de (kendileri kötülük yapmış olmalarına rağmen) iyi geçindi, onlara karşı güzel davrandı. Sonunda da yıl­larca O'nun ayrılık ateşi içinde yanıp kavrulan babası Yakub'a da kavuştu. Babası Yakub'un gözleri Yusuf'un güzellik ve cemalinin aydınlığıyla görür oldu ve körlükten kurtuldu. Sonunda bütün bir aile uzun yıllar barış ve esenlik içinde yaşamlarını sür­dürdüler. [344]

 

Yunus

 

Zünnun lakaplı Metta'nın oğlu büyük İlahî Pey­gamberlerdendir. Onun kıssasının özeti şöyledir: Ge­mide olduğu halde bir yerlere gidiyordu. Bir tufan es­meye başladı ve ağır yüklü gemi batmaya başladı. Geminin batmaması için yükünü hafifletmeye baş­ladılar. Fakat bunun da herhangi bir etkisi olmadı. Daha sonra gemide yaşayanların da kura çekme su­retiyle gemiden atılmasına karar verildi. İlk kura, onun (Yunus'un) adına isabet etti ve kendisini denize attılar. Büyük bir balık onu yuttu ve İlahî bir mu­cizeyle bu balığın karnında ölmeden yaşamağa devam etti. Nihayet balık, onu bir sahile attı. Azıcık rahatladıktan sonra kendi kavmi arasına Neyneva'ya gitti ve onları tevhide davet etti. Başlangıçta kavmi, ona iman etmedi. Yunus, şayet kendisini kabul et­mezlerse İlahî azaba duçar olacaklarını söyledi. İlahî azabın işaretlerini gördüklerinde iman ettiler ve böy­lece İlahî  azab üzerlerinden kalktı.[345] Kur'an'ın onuncu suresi Yunus ismini taşır. Onun ismine ve yaşamına Kur'an-ı Mecid'in dört ye­rinde işaret edilmiştir.[346]

 

Yehud

 

Yehud, Yehuda'ya (bir kabile ve bölge) men­suptur. İbraniler ya da Ben-i İsrail olarak adlandırılan ve dini açıdan Kelimi ya da Musevî olarak isim­lendirilen Samilerin bir koluna ıtlak olunur. Kur'an-ı Kerim'de de Yehud, hem "ellezine hadu" ve hem de Ben-i İsrail olarak isimlendirilmişlerdir. Ayrıntı için Ben-i İsrail’e bakılabilir.[347]

 

KUR'AN SURELERİ SÖZLÜĞÜ

 

Sure İsimleri Hakkında Bilgi

 

Bu lügatçe, Kur'an-ı Mecid'in 114 suresinin kısa bir tanıtımı, onlarla ilgili özet niteliğinde kısa ve temel bir bilgi vermek amacıyla düzenlenmiştir. Bu lügatçenin tertibi, Mushaf-ı Şerif’teki sıralamaya uygun bir şekildedir. Yani Hamd (Fatiha) ve Bakara'dan başlayıp Felak ve Nas ile bitmektedir. Yine müracaatı kolaylaştırmak amacıyla sure adları al­fabetik sıra ile lügatçenin sonunda verilmiştir. Bu fih­rist, bir sureyi arayıp da söz konusu surenin Kur'an'ın kaçıncı suresi olduğunu ve Kur'an'ın hangi say­falarında yer aldığını bilmeyen bir kimse için işi ko­laylaştırıcı bir özellik taşır. Yine aynı şekilde surelerin meşhur fakat gayr-i resmi isimlerini ihtiva eden bir fihrist de düzenledik ki, bunların açıklama ve şerh­lerini onların mukaddimelerinde (bu bölümün so­nunda) getirdik. Bu bölümde, her bir sure konusunda en temel bilgileri aynı tarzda ve her bir surenin muh­telif isimleri, ayetlerinin ve kelimelerinin sayısı, mushaftaki sıralamaya ve nüzul sırasına göre kaçıncı sı­rada olduğu, her birinin Mekki mi Medeni mi ve onun esas içeriğinin ne olduğu noktasında bilgi verilmeğe çalışılmıştır. [348]

 

1- Fatiha Suresi

 

Bu, Fatiha ve Fatihatü'1-Kitab, yani kitabı açan ve başlatan olarak adlandırılmaktadır. Bu surenin diğer adları: Hamd, Ümmü'l-Kur'an, Seb'a'l-Mesani

1- Yedi ayetten müteşekkildir. Farz ve sünnet her namazda okunmaktadır.[349]

2- İki kez nazil olmuştur. Bir kez Mekke'de, bir kez de Medine'de nazil olmuştur. Fakat resmi olarak Mekki sayılmaktadır, Kenz, Esas, Münacat, Şifa, Dua, Kafiye, Vafiye, Raqiye (yani de­ğiştiren). Musaftaki sıralamaya göre ilk, nüzul sı­rasına göre beşinci suredir. Yedi ayetten oluşmuştur ve 29 kelime içermektedir. Bu surenin temel muh­tevası, Tevhid ve Allah'a hamd ve övgüdür. [350]

 

2- Bakara Suresi

 

Bakara'dan (inek/dişi inek) maksad, Ben-i İsrail ineği kıssasına işaret etmesinden dolayıdır.[351] "İsraili bahaneler" de burada ele alınmıştır. Surenin diğer isimleri: Fesetatu'l-Kur'an, Senamu'l-Kur'an, ve bu surenin tümüne ve kendinden sonra gelen Al-i İmran suresinin tümüne birden Zehravan denilmektedir. Bu sure 286 ayet olup 6143 kelime içermektedir. Mushaf-ı Şerif’teki sıralamaya göre, ikinci sure, nüzul sırasına göre ise 87. sure ve Me­denidir. Bu sure, Kur'an'ın en büyük suresidir ve Kur'an'ın 30 cüzünden yaklaşık beşte ikisini kapsar. Aynı şekilde Din/Tedayin/Medayene ayeti olarak adlandırılan Kur'an'ın en üstün ayeti de bu surenin 282. ayetidir (Zira Kur'an'ın bir tam sayfasını kap­lamaktadır). Bu sure Medeni'dir. Surede 130 fıkhi hüküm yer almaktadır. Ayetü'l-Kürsi de bu surenin 255. ayetidir. Bu surenin bazı konuları şunlardır: İnanç esaslarının açıklanması, Tevhidin delillerinin zikri, insanın yaratılışı, meleklerin insan hakkında Allah ile konuşmaları, orucun hükümleri, vasiyet, itikaf, yetimlerin ve diğer insanların mallarında haksız bir şekilde tasarrufta bulunmaktan sakınma. Aynı za­manda bu sure "huruf-u mukattaa" (Elif, Lam, Mim) ile başlayan 29 surenin ilkidir. [352]

 

3- Al-i İmran Suresi

 

Al-i İmran (İmran'ın ailesi) kelimesi, bu surede iki kez kullanılmıştır (33 ve 35. ayetler). İmran, Mer­yem'in babasıdır. Bu surenin bir diğer adı da Tayyibe'dir. Bu sureye Bakara suresi ile birlikte Zehravan ismi verilmektedir. Bu sure 200 ayet ve 3500 kelimeye sahiptir. Mushaf-ı Şerif’teki sıralamaya göre üçüncü sure, nüzul sırasına göre, 89. ve Medeni suredir. Kur'an-ı Mecid'in yaklaşık beşte biri bir yer tutar. Bu surenin bazı konuları: Uhud savaşının tavsifi, şehidlerin sahip olduğu faziletlerin beyanı, Hamrau'l-Esed Gazvesi'nin bir tarafına işaret, insanların sabır ve dirence davet edilmesi, ve bu surenin sonunda çok üstün dualar da gelmiştir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Mim) ile başlayan ikinci suredir. [353]

 

4- Nisa Suresi

 

Nisa (kadın) kelimesi yirmi defadan fazla bu su­rede zikredilmiştir. Kadınlarla ilgili olarak birçok fıkhi hükmü ihtiva etmektedir. Surenin bir diğer ismi, Nisau'l-Kübra'dır. (Çünkü Talak suresi 65. sure Nisau's-Süğra ya da Nisau'l-kasra olarak ad­landırılmıştır). Bu sure 176 ayet ve 3763 kelimeye sa­hiptir. Mushaftaki sıralamaya göre dördüncü, nüzul sırasına göre 92. sure ve Medeni'dir. Kadınlarla, ye­timler ve yetim haklarıyla ve miras kanunlarıyla ilgili hükümlerin birçoğu bu surede yer almaktadır. [354]

 

5- Maide Suresi

 

İsimlendirilme sebebi, İlahî Maideden (sofradan) sözedilmesi ve Hz. İsa'nın Havarileri ve dostlarının istemesi üzerine onun indirilmesidir.[355] Surenin diğer adları, Ukud ve Munqeze'dir. 120 ayet, 2838 kelimeyi kapsar. Mushaf sırasına göre be­şinci, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 112. suresi olup Medeni'dir. Kur'an'ın otuz cüzünden bir cüzden fazla yer kaplar. Bu surede, ihram halindeki (Hacc es­nasında) kişiler ile ilgili olarak av ve diğer amelleri ile ilgili birçok fıkhi hüküm yer almaktadır. Ayrıca müfsidin-i fi'l-Ard (yeryüzünde bozgunculuk yapan) olan savaş ehli kimseler ile ilgili hadler, vasiyetin tekidi, abdest, gusul ve teyemmüm ile ilgili fıkhi hükümler de bu surede yer alır. [356]

 

6- En'am Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme sebebi, En'am'dan (hayvanlardan) ve dört ayaklılardan söz edilmiş olmasıdır.[357] Bu sure, 165 ayet ve 3055 ke­lime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre al­tıncı, nüzul sıralamasına göre de Kur'an'ın 55. suresi ve Mekki'dir. Kur'an'ın bir cüzünden az bir kısmı ihti'va etmektedir. Surenin bazı konuları şunlardır: Allah'a şirk koşmaktan sakındırma, evlada ihsanda bulunma, ev­latları öldürmekten nehiy (fakirlik korkusundan do­layı), adam öldürmekten nehiy, yetim malını ye­mekten nehiy, ölçü ve tartıda insaflı davranma, adalete riayet, ahde vefa, doğru yola uyma... [358]

 

7- A'raf Suresi

 

Bunun isimlendirilme nedeni, A'raf ve A'raf as­habından söz etmiş olmasıdır. Onun bir diğer adı, "Elif, Lam, Mim, Sad" dır (Sure bu mukattaa harfleri ile başlamaktadır). Bu sure, 206 ayet ve 3341 ke­limedir. Mushaftaki sırası yedi, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 39. suresi ve Mekki'dir. Kur'an'ın bir cü­zünden fazla bir yer kapsar. Secde ayetini içeren dört surenin ilkidir. 206. ayeti mustehab secde ayetidir. Bu surenin en temel konuları, Adem'in kıssası, elbise ni­meti, ziynet ve kendini süsleme konusunda itidal ve orta yolu takip etme gibi konulardır. İlk misak ya da elest ahdi alemine işaret de bu surenin 172. ayetinde zikredilmektedir. [359]

 

8- Enfal Suresi

 

Bu surenin bu adla anılmasının nedeni de enfal kelimesinin kullanılması ve savaş ganimetleri ve genel servetlerden ibaret olan hükmün beyanıdır. Su­renin diğer bir ismi de Bedr'dir. Bedir savaşına bu su­rede ayrıntılı bir şekilde işaret edilmiştir. 75 ayet ve 1243 kelime mevcuttur. Mushaftaki sıraya göre ye­dinci, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 88. suresi ve Medeni'dir. Yaklaşık yarım cüz kadardır. [360]

 

9- Tevbe Suresi

 

Bu isimle adlandırılmasının sebebi tevbenin sık sık tekrarlanması (17 kez), tevbenin hükümleri ve Allah'ın tevbeleri kabul etme şartlarının burada zikredilrnesidir. Surenin diğer isimleri Beraet ve Seyf'tir. 129 ayet ve 2505 kelime içerir. Mushaf sıralamasına göre dokuzuncu, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 13. su­resi ve Medeni'dir. Kur'an'ın yaklaşık bir cüzünü oluşturur. Kur'an'daki 114 ayet içinde "Bismillahirrahmanirrahim"siz olarak nazil olan tek su­redir. Zira Allah ve Resulü (s.a.v)’nün müşriklerden ve onların yaptıklarından beraetinin (uzak oluşunun) be­yanın başlangıcıdır. Müşriklerle kesin olarak ilişkiyi kesme hükmü bu surede beyan buyurulmuştur.[361]

 

10- Yunus Suresi

 

Bu şekilde adlandırılmasının nedeni, Hz. Yunus'un hikayesine bu surede işaret edilmesidir. 109 ayet ve 1842 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sırası onuncu, nüzul sırası ise, Kur'an'ın 101. suresi olup Mekki'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile baş­layan 29 surenin dördüncüsüdür. İçerdiği konular, Yüce Allah'ın kudretinin görüntüleri, O'nun var­lığının delilleri, Nuh, Musa ve Yunus gibi Pey­gamberlerin kıssalarıdır. [362]

 

11- Hud Suresi

 

Bu isimle anılması, içinde Ad kavminin Pey­gamberi Hz. Hud'un kıssasına işaret edilmiş ol­masıdır. 123 ayet ve 1947 kelime ihtiva etmektedir. Mushaftaki sıralamaya göre onbirinci, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 52. suresi ve Medeni'dir. Yaklaşık ola­rak bir cüzün üçte ikisini oluşturmaktadır. Huruf-i mukattaa ile başlayan beşinci suredir. Onun en temel konusu, Peygamber kıssalarıdır (Nuh, Hud, Salih -Semud kavminin Peygamberi- Şuayb ve Lut). [363]

 

12- Yusuf Suresi

 

Surenin bu şekilde isimlendirilme sebebi Yakub'un oğlu Hz. Yusuf'un kıssasına burada işaret edilmiş olmasıdır. Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssası, diğer Kur'an kıssalarının parça parça ve ayrı ayrı su­relerde gelmesinin aksine detaylı ve bir bütün halinde bu surenin başından sonuna dek düzenli bir şekilde anlatılmıştır. Bu surenin bir diğer adı da bu kıssaya binaen Ahsenü'l-Kısas'dır. 111 ayet ve 1796 kelime içermektedir. Mushaftaki sıraya göre 12. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 53. suresi ve Mekki'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan altıncı suredir. [364]

 

13- Ra'd Suresi

 

Bu surenin Ra'd adıyla isimlendirilmesi sebebi, ra'd (şimşek) olayına ve onun İlahî bir hadise ol­duğunu ikrar etmek gerektiğine işaret edilmesidir. 43 ayet ve 854 kelimedir. Mushaftaki sırlamaya göre onüçüncü, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 98. suresi olup Medeni'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Mim, Ra) ile başlayan yedinci suredir. Secde ayeti içeren dört müstehab sureden ikincisidir. Bu surenin temel konusu, Tevhid ve Mead (Kıyamet)'dır. [365]

 

14- İbrahim Suresi

 

Bu surenin bu şekilde isim almasının nedeni, Hz. İbrahim'in isim ve kıssasına işaret edilmiş olmasıdır. 52 ayet ve 830 kelime ihtiva eder. Mushaftaki sı­ralamaya göre ondördüncü, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 72. süresidir ve Medeni'dir. Huruf-i mu­kattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan sekizinci suredir. Temel konusu, Hz. İbrahim'in kıssası, kıyamet, hesap ve ceza gününün tavsif ve açıklamasını yapan tas­virlerdir. [366]

 

15- Hicr Suresi

 

Bu surenin bu şekilde adlandırılmasının nedeni Hicr Ashabının kıssasının zikredilmiş olmasıdır. Bu sure, 99 ayet, 656 kelimedir. Mushaftaki sıralamaya göre 15. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 54. su­resi olup Mekki'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan dokuzuncu suredir. Bu surenin temel ko­nusu, kafirlerin ve yalanlayıcıların bekleyedurdukları korkunç sonu beyan etmedir. Ayrıca Hz. Adem'in kıs­sasına da işaretlerde bulunur. [367]

 

16- Nahl Suresi

 

Bu surenin bu şekilde adlandırılmasının nedeni nahl'e (bal arısına) ve Yüce Allah'ın ona özellikle va­hiyde bulunmasına işaretlerde bulunmuş olmasıdır. Bu surenin diğer bir adı da Niem'dir. 128 ayet, 1845 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre 16. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 70. suresi olup Me­deni'dir. Bu sure, secdeleri içeren ondört sureden üçüncüsüdür ki, surenin 48. ayeti müstehab secde ayetidir. Onun temel konusu, iman, uluhiyyet, vahiy, ba's ve mead'dır. [368]

 

17- İsra Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme nedeni, Hz. Muhammed (s.a.v))'in isra ve Mi'racının şerhiyle başlamış ol­masıdır. Surenin diğer isimleri, Subhan ve Ben-i İs­rail'dir. 111 ayet ve 1558 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sure sırası onyedi, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın ellinci süresidir. Sure Mekki'dir. Bu surenin en önemli konusu, Ben-i İsrail'in tarihi ve yaşamının bir kısmını açıklıyor olmasıdır. Sure, aynı zamanda insanları güzel ahlaka ve mekarim-i ahlaka davet et­mektedir. [369]

 

18- Kehf Suresi

 

Bu surenin bu adı almasının nedeni, Ashab-ı Kehf'in ismine ve kıssasına işaret etmesidir. Surenin diğer ismi Haile'dir. 110 ayet ve 1584 kelimeye sa­hiptir. Mushaftaki sıralamaya göre onsekizinci, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 69. suresi olup Mekki'dir. Bu sure, Kur'an'ın tam ortasıdır. Bu surede birkaç kıssa mevcuttur:

1- Ashab-ı Kehf kıssası,

2- Hz. Hızır ve Hz. Musa kıssası,

3- Zülkarneyn ve Ye'cuc ile Me'cuc kıssası. [370]

 

19- Meryem Suresi

 

Bu surenin adlandırılma nedeni, Hz. Meryem'in adına ve kıssasına işaret ediyor olmasıdır. Surenin diğer bir adı Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad'dır. Zira bu sure de hurufu mukattaa ile başlayan surelerdendir. 98 ayet ve 970 kelime ihtiva eder. Mushaf sıralamasına göre 19, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 44. suresi olup Medeni'dir. Temel konuları, Zekeriyya Peygamber'in hikayesine, Hz. Meryem kıssasına, Yüce Allah'ın oğul ve ortaktan münezzeh oluşu, Allah'ın vahdaniyeti ve kıyametin yapısından söz etmesidir. [371]

 

20- Taha Suresi

 

Bu surenin bu isimle anılma sebebi, surenin hu­rufu mukattaadan olan Ta ve ha harfleri ile başlamış olmasıdır. Surenin bir diğer ismi de Kelim'dir ki bu, Hz. Musa'nın lakablarından biridir.[372] 125 ayet ve 1353 kelime içerir. Mushaf sıralamasına göre yirminci, nüzul sı­rasına göre ise, Kur'an'ın 55. süresidir ve Mekki'dir. Hurufu mukattaa ile başlayan 11. suredir. Hacmi yak­laşık yarım cüz kadardır. [373]

 

21- Enbiya Suresi

 

Bu surenin bu şekilde adlandırılma sebebi, içinde birçok Peygamberin ismi ve kıssasının geçmesidir. Kur'an'ın tümünde 25 Peygamberin ismi geçmektedir ki, bunların 16 tanesi bu surede yer almaktadır. 112 ayet ve 1173 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre, Kur'an'ın yirmibirinci ve nüzul sırasına göre 45. suredir ve Mekki'dir. Bu surede, tevhidden, nübüvvet ve Peygamberlerden, mead ve onun yapısından, söz edilmiştir. [374]

 

22- Hacc Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli, surenin 12 aye­tinde (25-37. ayetlerde) Hacc'ın hükümlerine işaret et­mesidir. 78 ayet, 1279 kelime içermektedir. Mushaf sı­ralamasına göre 22. sure, nüzul sırasına göre, 103. sure olup Medeni surelerdendir. Ondört secde su­resinden altıncı suredir. 18 ve 77. ayetlerin'de mustahab secde ayetleri vardır. Bu surede birkaç fıkhi hüküm yer almaktadır: Haccın farziyeti, Hacc'da kur­ban kesmenin hükmü, hayvanların etinin haram şe­kilde kesilmesi dışında helal oluşu, Allah evini hacc'da tavaf etmenin farziyeti... [375]

 

23- Mü'minun Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme sebebi, dosdoğru mü'minlere işaretle başlamasıdır. (Kad efleha'l-mu'minun= Doğrusu Mü'minler, felaha (kurtuluşa) erişti). 118 ayet ve 1051 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 23. suresi, nüzul sırasına göre ise 74. sure olup Mekki'dir. Hacmi, bir cüzün ya­rısından daha azdır. Temel konuları: Mü'minlerin va­sıfları, insanin yaratılışı, yağmurun yağması ve onun etki ve faydaları, Hz. Nuh ve kavminin kıssası, Hz. Musa'nın kıssası. [376]

 

24- Nur Suresi

 

Bu surenin adlandırılma sebebi, surede Nur ke­limesinin geçmesi (yedi kez) ve Kur'an'ın en güzel ve en çekici ayetlerinden biri olan Nur ayeti'nin bu su­rede gelmiş olmasıdır. (35. ayet: Allah, göklerin ve yerin nurudur...). 64 ayet ve 1318 kelime içerir. Mus­haftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 24. suresi, nüzul sı­ralamasına göre de 110. sure olup Medeni'dir. Yak­laşık yarım cüz kadardır. Bu surede fıkhi hükümler hayli çoktur: Örneğin, zinanın haddi, zinanın ispatı için dört şahidin getirilme zorunluluğu, kadınlar için hicabın gerekliliği, İfk olayı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ter­temiz eşi Aişe'ye yapılan haksız iftira ve onun ter­temiz olduğuna işaret. [377]

 

25- Furkan Suresi

 

Bu surenin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi, başında Furkan (hak ve batılı /Kur'an/tevrat bir­birinden ayıran) kelimesinin gelmiş olmasıdır. Bu su­renin bir diğer ismi Tebarek'tir. 77 ayet, 896 kelime ih­tiva etmektedir. Mushaftaki tertibe göre Kur'an'ın 25. suresi, nüzul sırasına göre ise, 42. sure olup Mekki'dir. Bu sure de ondört secde suresinden bi­ridir. 60. ayeti müstehab secde ayetidir. Temel konuları, risalet ve enbiyanın daveti konusunda mün­kirlerle iddialaşma ve delil getirme, göklerin ve yerin altı günde yaratılması ve Allah'ın salih kullarının sıfatlarının beyanı konularıdır. [378]

 

26- Şuara Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme sebebi, şairlerin ko­numunun açıklanması ve surenin sonlarına doğru hakkı söyleyen ve batılı söyleyen şairlere işaret edil­mesidir. Surenin diğer adları, Ta, Sin, Mim ve Camia'dır. 227 ayet ve 1319 kelimedir. Mushaftaki sı­ralamaya göre 26. sure, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 47. suresi ve Mekki'dir. Kapsadığı alan tam yarım cüzdür. Hurufu mukattaa ile başlayan su­relerin onikincisidir (başında Ta, Sin, Mim harfleri vardır). Surenin bazı konuları; Hz. İbrahim, Musa, Salih, Lut, Şuayb gibi bazı Peygamberlerin hikayeleri, insanların Resulullah (s.a.v)'a neden çabucak iman et­medikleri konusunda Resulün teselli edilmesi ve ken­disine yakınlarını İslama davet etmesinin emredilmesi vb. konulardır. [379]

 

27- Neml Suresi

 

Bu surenin Neml olarak adlandırılması, içinde neml (karınca) ve Hz. Süleyman'ın kıssasına işaret edilmesinden dolayıdır. Surenin diğer adları Sü­leyman ve Ta Sin'dir. Zira bu mukattaa harfleriyle (Ta Sin) başlamaktadır. 93 ayet ve 1162 kelimedir. Mushaf sırasına göre Kur'an'ın 27. suresi, nüzul sırasına göre, 48. sure ve Mekki'dir. Kapsam alanı yarım cüzden azdır. Bu surenin bir özelliği de içinde iki "Bismillahirrahmanirrahim'ı taşıyor olmasıdır (biri su­renin başında, bir diğeri de 30. ayette). Bu sure, on­dört secde surelerindendir ve 25. ayeti müstehab secde ayetidir. Süleyman ve Belkıs'in -Sebe Melikesi- hikayesine detaylıca değinmektedir. Aynı zamanda Salih ve Lut'un kıssası da bu surede ele alınmıştır. Ayrıca Haşir ve Mead konusu da işlenmiştir. [380]

 

28- Kasas Suresi

 

Bu surenin Kasas olarak isimlendirilmesi şekli, bazı Peygamberlerle ilgili kıssalara ve yaşamlarına -ki Hz. Musa'nın kıssasına en geniş anlamda burada yer verilmiştir (3-46. ayetler)- yer verilmiş olmasıdır. Su­renin diğer ismi, Musa ve Firavun suresi'dir. 88 ayet ve 1439 kelimedir. Mushaftaki sıralamaya göre 28. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 49. suresi ve Mekki'dir. Hacmi yarım cüzden az bir yer tutar. Karun'un hikayesi de bu surede yer almaktadır. [381]

 

29- Ankebut Suresi

 

Bu surenin Ankebut olarak isimlendirilmesi, bu canlı varlığın (örümceğin) bir temsilde verilmiş ol­masından dolayıdır (kendisine Allah'dan başka ve­liler edinip onlara bağlananlar, tıpkı kendisi için bir ev edinen örümceğe benzer. Evlerin en çürüğü örüm­cek evidir. Keşke bilselerdi. 41. ayet). 69 ayet, 978 ke­lime içermektedir. Mushaf sıralamasına göre Kur'an'ın 29. suresi, nüzul sırasına göre de 85. sure olup Mekki'dir. Kur'an'daki kapsam alanı bir hizbden (cüzün dörtte biri) biraz fazladır. Hurufu mukattaa ile başlayan onbeşinci suredir (Elif, Lam, Mim). Bu surede Nuh, Lut, Şuab, Salih ve Hud gibi Pey­gamberlerin kıssalarına işaret edilmiştir. [382]

 

30- Rum Suresi

 

Bu surenin Rum ismiyle anılması, Kur'an'ın Rumların İranlılara galip gelmesine işaret etmesi, hatta belki de gayptan haber vermesinden dolayıdır. 60 ayet, 817 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre 30. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 84. sü­residir ve Mekki'dir. Hurufu mukattaa (Elif, Lam, Mim) ile başlayan onaltıncı suredir. Bu surede her­kesin elinde bulunduğuyla sevinmesi ve insanların yapıp ettiklerinden dolayı deniz ve karada fesad ve bozgunculuğun vuku bulmasına işaret edilmektedir. [383]

 

31- Lokman Suresi

 

Bu surenin isimlendirilmesi şekli de Lokman Hekim'in adına, hikmetine ve onun kıssasına işaret edilmesinden dolayıdır. 34 ayet ve 552 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf sırasına göre 31. sure, nüzul sı­rasına göre, Kur'an'ın 57. suresi ve Mekki'dir. Hurufu mukattaa ile başlayan 29 surenin 17. süresidir (Elif, Lam, Mim harfleriyle başlamaktadır). Birçok ahlaki hüküm bu surede zikredilmiştir, ayrıca kafirlerin nan­körlük ve şükürsüzlüğü konusuda işlenmiştir. Kı­yamet gününde babaların ve evlatların birbirlerinin yardımına koşamayacaklarına, hiç kimsenin kı­yametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman yağacağını ve yarın ne kazanacağını, nerede öleceğini bilemeyeceği gibi konulara da işarette bu­lunulmuştur. [384]

 

32- Secde Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli, okunması ha­linde secde yapılması farz olan bir ayetin burada yer almış olmasıdır (15. ayet). Bu surenin bir diğer adı da Mezacı'dır. 30 ayet ve 372 kelimeyi içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 32. suresi, nüzul sırasına göre ise 75. sure olup Mekki'dir. Mu­kattaa harfleriyle başlayan 18. suredir (Elif, Lam, Mim harfleriyle başlamaktadır). Bu surenin temel konuları, Tevhid, mead hakkındaki bilgiler ve inanmayanları uyarma konularıdır. [385]

 

33- Ahzab Suresi

 

Bu sure, Ahzab (birlikte hareket eden müşrik gruplar) kıssasına ve ayrıca Ahzab savaşına (9-25. ayetler) işaretlerde bulunmasından dolayı Ahzab adıyla anılmıştır. 73 ayet ve 1302 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 33. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 90. suresi olup Medeni'dir. Hacmi, yarım cüzden biraz fazladır. Onun temel konuları ise, miras konuları, toplumsal adabın Peygamber (s.a.v) eşlerine öğretilmesi, eşini boşayan Zeyd'in hikayesi, ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)'in Zeyd'in boşamış olduğu eski eşiyle evlenmesi, ka­dınların hicab meselesi, Peygamber (s.a.v) için evlenilmesi helal olan kadınlar gibi konulardır. Pey­gamber (s.a.v)'in ehl-i beytinin temiz olduğu konusu da bu surede yer almaktadır (33. ayet). Emanetlerle ilgili ayetde bu surenin 72. ayetinde yer almaktadır. [386]

 

34- Sebe Suresi

 

Bu surenin bu şekilde isimlendirilmesi şekli, Sebe kavmi kıssasına işaret edilmiş olmasıdır (15. ayetten sonrası). Bu surenin bir diğer ismi Davud'dur. 54 ayet ve 885 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre 34. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 58. sü­residir ve Mekki'dir. Bir hizbden biraz fazla bir yer tutar. Surede Hz. Davud ve Süleyman'ın kıssalarına ve Arim seline işaretlerde bulunulmuştur. [387]

 

35- Fatır Suresi

 

Bu surenin Fatır olarak adlandırılması, Allah'ın isimlerinden olan Fatır'a işaret edilmesidir. Diğer bir ismi de Melaike'dir. Zira surenin ilk ayetinde me­leklerden, onların risalet ve yaratılışından söz edil­miştir. 45 ayet ve 779 kelimeden oluşmaktadır. Mus­haf sırasına göre Kur'an'ın 35. ayeti, nüzul sırasına göre de 43. suredir. Mekki surelerdendir. Surenin genel konusu, insanı şeytanın fitnesinden sakındırma, yaradılışın ilginç ve hayret verici oluşumu ve bazı kı­yamet sahnelerinin tasviri ve Allah'ın sünnetinin de­ğişikliğe uğrayamaz oluşu konusudur. [388]

 

36- Yasin Suresi

 

Bu sure, başında mukataa harflerinden olan Yasin kelimesi kullanıldığından dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. Yani hurufu mukattaa ile başlayan 29 surenin ondokuzuncusudur. Surenin diğer isim­leri, Habib Neccar (Ona 13-30. ayetlerde işaret edil­miştir ve kendisi hristiyanlığın mü'min ve salih şahsiyetlerindendir), Muammime, Kutbu’l-Kur’an gibi isimlerdir. 83 ayet ve 730 kelime içermektedir. Mus­haf sırasına göre 36. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 41. suresi olup Mekki'dir. Bu surenin temel konuları, Habib Neccar'ın kıssası, Kıyametin yapısı ve ayrıca miad ve insanların Ahiret alemine geri dö­nüşlerinin mümkün olduğu konularıdır. [389]

 

37- Saffat Suresi

 

Sure, bu kelimeye yeminle başladığı (Ve's-saffat-ı Saffen) yani saf saf duran meleklere yemin ile baş­ladığından dolayı bu şekilde adlandırılmıştır. 182 ayet ve 866 kelimedir. Mushaftaki sırası 37, nüzul sı­rası ise 45'tir ve Mekki surelerdendir. Kapsadığı alan, bir hizbden biraz fazladır. Temel konuları, melekler konusundaki açıklamalar, bazı kıyamet sahneleri, ka­firlerin imansızlıklarından dolayı pişmanlık duy­maları, cennetliklerin içinde bulundukları bazı güzel tasvirler. Ayrıca Nuh, İbrahim kıssaları ve onun İs­mail'i ya da İshak'ı kurban etme konusundaki sadık rüyaları ve daha sonra İbrahim'in oğlunun kurban ol­maktan kurtulması ve İbrahim'in İlahî imtihanı ba­şarıyla geçmesi gibi konulara da yer verilmiştir. Bu konular dışında Musa, Harun, İlyas, "Al-i Yasin", Lut ve Yunus 'un kıssaları da ele alınmıştır. [390]

 

38- Sad Suresi

 

Surenin bu şekilde adlandırılması, sad harfiyle başlıyor olmasından dolayıdır. Surenin diğer bir ismi de Davud'dur. 88 ayet, 735 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 38. suresi, nüzul sı­rasına göre de 38. suredir ve Mekki'dir. Yaklaşık bir hizb kadar yer tutmaktadır. On dört secde surelerindendir ki, 24. ayeti müstehab secde ayetidir. Temel konuları, Davud, Süleyman, Eyyüb Pey­gamberlerin kıssalarına işaret, cehennem ehlinin söyleyip-söylemedikleri ve çatışmaları ile ilgili konular, insanın yaratılış süreci, şeytanın insana secde etmesi konusundaki İlahî emirden yüz çevirmesi ve bundan dolayı da lanetlenmiş ve kovulmuş olması ko­nularıdır. [391]

 

39- Zümer Suresi

 

Bu surenin Zümer (gruplar) olarak ad­landırılması, cennetteki grupların cennete gön­derilmesi ve cehennemdeki grupların cehenneme gönderilmesine işaret edilir olmasıdır (70-73. ayetler). Diğer isimlerinden birisi de Ğuref'tir (ki 20. ayette cennetteki odalara işaret edilmiştir). Bir diğer adı, Suretü'l-Arab'dır (zira surenin 28. ayetinde pürüzsüz bir Arapça ile indirilen Kur'an’a işaret edilmektedir). 75 ayet ve  1175  kelime içermektedir.  Mushaftaki  sı­ralamaya göre Kur'an'ın 39. suresi, nüzul sırasına göre ise 59. sure olup Mekki surelerdendir. Yaklaşık yarım cüzlük bir hacme sahiptir. Bu surede Allah'ın oğul sahibi olmaktan münezzeh olduğu, güneş ve ayın İlahî emirle döndüğü, sekiz çeşit nimetin ya­ratıldığı, mü'min ve kafir kimselerin hem bu dünyaları hem de öte dünyalarının tasviri ile ilgili ko­nulara işaret edilmiştir. [392]

 

40- Ğafir Suresi

 

Bu surenin "Gafir" olarak adlandırılması, yüce Allah'ın bu surenin üçüncü ayetinde "Gafirü'z-Zenb" (günahı bağışlayan) olarak isimlendirilmesinden do­layıdır. Bu surenin diğer adlarından biri de Mü'min'dir (çünkü surenin 28 ile 33. ayetleri ara­sında "Al-i Firavn Mü'mini" kıssasına işaretlerde bu­lunmuştur). Bir diğer adı, Tevl'dir (çünkü 3. ayette Yüce Allah "Zi't-tevl=lütuf ve güç sahibi" olarak isim­lendirilmiştir). Dördüncü ismi de (hurufu mukattaadan olan Ha Mim harfleri ile başladığından do­layı) Hamim-i evvel'dir. 85 ayet ve 1225 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre 40. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 50. süresidir ve Mekki'dir. Hacmi tam yarım cüzdür. Bu surede bazı İlahî sıfatlardan, arş-ı İlahî'yi yüklenen meleklerin ibadetleri, Hz. Musa, Firavn ve Haman'ın kıssasının bir bölümü, ayrıca Al-i Firavn'ın mü'mini kıssası ve cehennem ehlinin karşılaşacağı azabtan da söz edil­miştir. [393]

 

41- Fussilat Suresi

 

Bu surenin Fussilat (=açık olarak beyan edilmiş) olarak adlandırılması, üçüncü ayetinde Kur'an’a işa­retle "Kitabun Fussilat ayatuhu" (ayetleri açık olarak beyan edilmiş bir kitab) konusundan dolayıdır. Bir diğer ismi Secde'dir. Zira bu sure de tıpkı daha önce açıklamasını yaptığımız 32. suredeki vacip sec­delerden birini içermektedir. Surenin 37. ayeti vacip olan secde ayetlerindendir, Bir diğer adı Mesabih'tir. 54 Ayet ve 794 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıraya göre, Kur'an'ın 41.  suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 61. suresi olup Mekki'dir. Hacmi bir hizbden biraz fazladır. Hurufu mukatta ile başlayan 22. suredir (Hamim harfleri ile başlamaktadır). Bu su­rede göklerin ve yerin yaratılışından, Ad ve Semud kavmi kıssasının bir bölümü, cehenneme gidecek olanların, et, göz, ve derilerinin onların dünyada yap­mış, oldukları kötülüklere şahitlik etmesi, küfrü mes­lek edinmiş insanların nankörlük ve şükürsüzlüğü, tevhidi konular gibi meselelere işaret edilmiştir. [394]

 

42- Şura Suresi

 

Bu surenin Şura olarak adlandırılması nedeni, 38. ayetinde müslümanlar ve mü'minlerle ilgili olarak; "Onların işleri aralarında şura iledir." söylenmiş ol­masıdır. Surenin bir diğer adı, Ha, Mim, Ayn, Sin, Kaf'tır. Zira bu mukattaa harfleriyle başlamaktadır. 53 ayet ve 860 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıraya göre 42. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 62. suresi olup Mekki'dir. Hacmi bir hizbden biraz fazladır. Bu surede Ümmü'l-Kurra'yı (Mekke'yi) ve onun ta­kipçilerini Kur'an’la ikaz edilmesi, Peygamber (s.a.v)'e sabrın tavsiye edilmesi, tevhid, mead ve Hatemü'l-Enbiyanın risaleti ile ilgili bazı konular ele alınmıştır. [395]

 

43- Zuhruf Suresi

 

Bu surenin Zuhruf (altın ve gümüş süsler) olarak adlandırılmasının nedeni, surenin 33-35. ayetlerinde altın ve gümüş gibi ziynetlerden söz edildiği ve on­ların bir değer ifade etmediği konusunda bilgilerin verilmesidir. 89 ayet ve 836 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 43. suresi, nüzul sırasına göre 63. sure olup Mekki'dir. Hacmi bir hizbden biraz fazladır. Mukattaa harfleriyle baş­layan 24. suredir (Ha, Mim harfleriyle başlamaktadır). Bu surede, her bir Peygamberin kendi kavmi ta­rafından alaya alındığı, Allah'ın yeryüzünü insanın

huzur bulması için yarattığı, yağmurun yağdırılması, bitkilerin, hayvanların ve canlıların yaratılması, ve kafirlerin melekleri -haşa- Allah'ın kızları olduğunu iddia etmesi gibi konular ve ayrıca Hz. İbrahim, İsa ve ahirette mü'minlerin rahatlıkları ve kafirlerin sı­kıntıları gibi konular işlenmiştir. [396]

 

44- Duhan Suresi

 

Surenin Duhan olarak adlandırılması, kafirlerin duhan (duman) azabıyla korkutulmasına işaret edil­mesinden dolayıdır (10-15. ayetler). 59 ayet ve 346 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 44. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 64. süresidir ve Mekki'dir. Bir hizbden daha az bir yer işgal eder. Hurufu mukattaa ile başlayan 25. suredir (Ha, Mim). Bu surede kıyametin bazı sahnelerinden ve ce­hennemdeki azablardan ve Musa ile Firavunun kıs­sasının bir bölümüne işaret edilmiştir. [397]

 

45- Casiye Suresi

 

Bu surenin Casiye diye adlandırılması, surenin 28. ayetinde her ümmetin kıyamet gününde yap­tıkları işlerin bir tutanağı olan amel defterlerini ala­cakları esnada dize geleceklerine işaret edilmesinden dolayıdır. Casiye, diz çökme ve toplanma anlamına gelmektedir. Surenin bir diğer adı Şeriat'tır. 137 ayet, 488 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 45. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 65. süresidir ve Mekki'dir. Bir hizbden daha az bir yer tutar. Mukattaa harfleriyle başlayan su­relerin 26. süresidir (bu sure de Ha, Mim harfleriyle başlamaktadır). Birçok Mekki surede olduğu gibi bu surenin de temel konuları, tevhid, müşriklerin şek ve şüphelerinin yanlışlıkları ve kıyametin yapısı ile ilgili bölümlerdir. [398]

 

46- Ahkaf Suresi

 

Bu surenin Ahkaf olarak adlandırılması, Ad kav­minin, yani Hz. Hud'un kavminin üzerinde yaşadığı topraklara işaret edilmiş olması nedeniyledir. Bu top­raklar, kumluk çöllerden oluştuğu için Ahkaf olarak adlandırılmıştır (21-26. ayetler). 35 ayet ve 646 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre, bu sure Kur'an'ın 46. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 66. suresi ve Mekkidir. Mukattaa harfleriyle başlayan surelerin 27. süresidir (Ha, Mim). Bu sure, Hamimat (Ha, Mim ile başlayan) surelerinin son suresidir ve aynı za­manda yeminle başlayan surelerin de yedincisidir. Bu surede çoğunlukla tevhidi ve imani konuları içer­mektedir. Göklerin ve yerin muayyen bir ecel ve hak üzere yaratıldığı, yeri ve göğü yaratmaktan aciz ol­mayan Allah'ın ölüleri diriltmekten de aciz olmadığı ve onları rahatlıkla yaratacağı konusuna da ayrıca bu surede işaret edilmiştir. Aynı şekilde kafirlerin ta­şıdığı düşünce ve görüşlerinin batıl ve boş olduğu ko­nusuna da işaret edilmiş. Peygamber (s.a.v) ve mü'minleri direnmeğe davet konusu da işlenmiştir. [399]

 

47- Muhammed Suresi

 

Bu surenin adlandırılma şekli, surenin ikinci aye­tinde Hz. Muhammed (s.a.v)'in mübarek ismi zikredilmiş olmasıdır. Surenin diğer bir ismi de Kital'dir (Zira su­renin büyük bir bölümü savaş ve cihad ile ilgilidir). Surenin üçüncü bir ismi de ellezine keferu'dur. Zira sure bu ibareyle başlamaktadır. 38 ayet, 543 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 47. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 95. suresi olup Medeni'dir. Bir hizbden az bir yer işgal eder. Bu surede (örneğin 9 ve 32. ayette), önemli İslami kelam konularından (akaid ilmi) olan Habt yada Ehbat'tan söz ediliyor. Bunun anlamı, kötü amel­lerin, iyi amelleri boşa çıkarması demektir. [400]

 

48- Feth Suresi

 

Bu surenin bu adla anılmasının nedeni, başında feth-i mübin, yani Hudeybiye sulhu ve onun aka­binde Mekke'nin fethi ve Arap yarımadasında İslam’ın şirk ve müşrikler üzerinde gerçekleştirmiş ol­duğu nihai zaferden söz etmiş olmasındandır. 29 ayet ve 560 kelime içermektedir. Mushaftaki sırası 48, nüzul sırası ise, 111. sure olup Medeni'dir. Yaklaşık bir hizb kadardır. Bu surede, geleceğe yönelik bazı olayların gaybdan haber verilmesi açık bir şekilde zikredilmiştir. Ayrıca Müslümanların ve Hz. Pey­gamber (s.a.v)’in dostlarının zaferini güzel ve ruhu okşayıcı bir tarzda anlatan tasvirler, Onların Mekke'ye girişleri ve bir yıldan sonra yeniden Hacc'ı tavaf et­meleri gönül rahatlatan bir üslupla dile getirilmiştir. [401]

 

49- Hucurat Suresi

 

Bu surenin adlandırılması, hucurattan, yani Hz. Peygamber (s.a.v)'in eşlerine ait olan küçük odalardan ve onların haremliğine olan hürmetten ve saygının mu­hafaza edilmesinden söz edilmiş olmasından do­layıdır. Ayrıca Peygamber (s.a.v) dostlarının ister davetli ister davetsiz bir şekilde olsun O'nun evlerine gi­rerken göstermeleri gereken görgü kurallarından söz edilmesi konusu da işlenmiştir. 18 ayet, 353 ke­limedir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 49. su­resi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 106. suresi olup Medeni'dir. Yaklaşık yarım hizb kadar bir yer kapsar. [402]

 

50- Kaf Suresi

 

Sure, Kaf ve'1-Kur'anu'l-Mecid (kaf Kur'anı Mecide andolsun) ibaresiyle başladığı için bu adla anıl­mıştır. Diğer bir adı da Basikat (=yüksek ağaçlar, bundan maksat da yüksek hurma ağaçlarıdır, 10. ayet)'tır. 45 ayet ve 373 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 50. suredir. Nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 34. süresidir ve Mekki'dir. Hacmi yarım hizb kadardır. Aynı zamanda mukattaa harfleriyle başlayan surelerin yirmi sekizincisidir. (sure kaf har­fiyle başlamaktadır). Müşriklerin ve inkarcıların mead ve Yüce Allah'ın insanların en gizli ve saklı düşünce ve hareketlerinden haberdar olduğu, kişiye şah damarından daha yakın olduğu konusundaki şüphe ve itirazlarının reddi ile ilgili bilgilere yer ver­mektedir. Diğer Mekki surelerde de olduğu gibi bu surenin en temel konusu tevhid ve mead'dır. [403]

 

51- Zariyat Suresi

 

Sure, Zariyat (Ve'z-Zariyati Zerven) kelimesiyle başladığından, ayrıca meleklere ve yaradılışın ilk sü­recine işaret edildiğinden bu kelime ona isim ol­muştur. 60 ayet, 360 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre 51. sure, nüzul sıralamasına göre de Kur'an'ın 67. suresi olup Mekki'dir. Yaklaşık yarım cüz kadar bir yer tutar. Yeminle başlayan su­relerin yedincisidir ve peşpeşe gelen beş yeminle baş­lamaktadır. Tevhid ve mead konularına işaret et­mesinin yanında Hz. İbrahim ve Hz. Musa 'nın kıssalarına da işaretlerde bulunmaktadır. [404]

 

52- Tur Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme nedeni de Yüce Allah'ın surenin başında Ve't-Tur ibaresiyle Tur da­ğına (ki bu dağ Hz. Musa'nın miadgah ve Allah ile buluşmağa gittiği dağın ismidir) yeminle baş­lamasıdır. 49 ayet ve 312 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 52. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın 76. suresi olup Mekki'dir. Bundan önceki surede (Zariyyat) olduğu gibi, burada da surenin başında mukaddes beş şeye yeminle başlanıyor. Temel konusu, Cennet ehlinin içinde bulunduğu nimetlerin güzelliğinden ve müşrik ve münkirlerin kötülenmesi ve yalanlanması ile ilgili konulardır. [405]

 

53- Necm Suresi

 

Bu surenin adlandırılma şekli, surenin başında Necm (Süreyya yıldızı veya yıldızları) kelimesine işa­ret edilmiş olmasıdır. (Ve'n-Necmi iza heva). 62 ayet, 360 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sırası 53, nüzul sırası ise 23'tür ve Mekki'dir. Yaklaşık yarım cüzlük bir yer tutar. Yeminle başlayan 23 surenin do­kuzuncu süresidir. Aynı zamanda içinde okun­duğunda veya duyulduğunda yapılması farz olan secde ayetlerinin bulunduğu surelerdendir. Surenin sonundaki 42. ayeti farz olan secde ayetidir. Kur'an-ı Kerim'in en irfanı olan süresidir ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in miraca çıkışının bir bölümüne ve O'nun ya­kınlığından söz eden konulara da işaret edilmektedir. [406]

 

54- Kamer Suresi

 

Sure, ilk ayetinde geçen Kamer kelimesinden is­mini almıştır. Surenin birinci ayetinde Kamere (ay) ve ayın ikiye yarılmasından söz edildiğinden Kamer ismi bu sureye ad olmuştur. "İqterebeti's-Saati ve'n-şaqqal kamer." (Kıyamet saati yaklaştı ve ay ikiye ya­rıldı). Surenin diğer bir ismi de yine birinci ayette geçen "iqterebet" ya da "iqterebeti's-saate"dir. Aynı zamanda Mübeyyide olarak da adlandırılmıştır. 55 ayet 342 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sı­ralamaya göre Kur'an'ın 54. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 37. suresi olup Mekki'dir. Yarım hizb kadar bir yer tutar. Surede kıyamet ve kıyamet sahnelerinden, cehennem ehlinin hiç te hoş olmayan hallerinden, ayrıca Hz. Nuh kıssasına, Semud kav­mine ve Hz. Lut ve O'nun kavmine de işaretlerde bu­lunulmuştur. Ayrıca surenin sonlarında cennet eti­linin içinde bulunduğu güzel hallerden, makam ve mevkileri ile ilgili  tasvirlere de işaretlerde bu­lunulmuştur. [407]

 

55- Rahman Suresi

 

Bu surenin er-Rahman olarak adlandırılması, Esmau'l-Husna'dan olan er-Rahman kelimesiyle baş­lamış olmasından dolayıdır. Surenin diğer bir adı da Ala (nimetler)'dır. Bu surenin lakabı Arusu'l-Kur'an'dır (Kur'an'ın gelini). 78 ayet, 352 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 55. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın 99. suresi olup Mekki'dir. Yarım hizb kadar bir hacme sa­hiptir. Kur'an'ın en küçük ayeti (Mukattaa harfleri dı­şında) bu surenin 64. ayetidir ki, bir kelimeden oluş­maktadır (Müdhammetan= Yemyeşil). Bu surenin önemli dilsel-edebi özelliği, terci-i bend niteliğinde bir ayete sahip olmasıdır. Yani; "Febieyyi alai Rabbikuma tükezziban?" (O halde Rabbinizin hangi nimetlerini inkar edersiniz?) Bu ayet, 31 kez surenin de­ğişik yerlerinde tekrarlanmaktadır. Bu surede ahiret hayatı ve kıyamet ile ilgili tasvirlere de yer verilmiştir. [408]

 

56- Vakia Suresi

 

Bu surenin Vakıa ismiyle anılması, bu kelimenin kıyametin sıfat ve isimlerinden biri olmasından do­layıdır. 96 ayet ve 378 kelimeden oluşmaktadır. Mus­haftaki sıralamaya göre 56. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 48. suresi olup Mekki'dir. Yarım hizb kadar bir yer tutar. Bu surede Kur'an'ın kıyamet sah­nelerine yönelik en kamil bir tasviri ve cennet ehli (ashabu'l-Yemin) ile cehennem ehlinin (Ashabu'ş-Şimal) tasviri yapılmıştır. [409]

 

57- Hadid Suresi

 

Surenin Hadid olarak adlandırılması, bu ke­limenin surenin 25. ayetinde zikredilmiş olmasıdır. "...ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara bir­çok faydalar bulunan hadidi (demiri) indirdik." Hadid, demir anlamına gelmektedir. 29 ayet, 574 ke­limeden müteşekkildir. Mushaftaki tertibe göre 57. sure, nüzul tertibine göre ise Kur'an'ın 94. suresi olup Medeni'dir. Bir hizbden az bir yer tutar. İsra su­resinden sonra, Allah'ı teşbih ve yüceltmeyle baş­layan yedi sureden ikincisidir. (Sebbehe lillahi ma fissemavati ve'l-ard). Taşıdığı temel konu, tevhid ve meaddır. [410]

 

58- Mücadele Suresi

 

Bu surenin Mücadele ismiyle anılması, bir ka­dının kocası hakkında şikayette bulunması ve mü­cadele etmesinden dolayıdır. Kadının kocası, ken­disine ziharda bulunmuştu ve o da bunu Resulullah (s.a.v)'a şikayet etmektedir (Zihar, erkeğin karısını anasına haksız olarak benzetmesi demektir. Buna dair özel bir fıkhi hüküm vardır). Bundan dolayı bu sure, Zihar ismiyle de adlandırılmıştır. Surenin diğer bir ismi de Kad Semia'dır, (çünkü sure, "Kad Semiallah=Doğrusu Allah işitir." cümlesi ile başlamaktadır). 22 ayet ve 474 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre 58. sure, nüzul sırasına göre ise 105. suredir ve Medeni surelerdendir. Hacmi bir hizbden daha azdır. Bu surede, insanların kendi aralarında gizli gizli ko­nuşmaktan nehyetme ve oturulan meclise yeni gelen kişiye yer verme gibi kimi görgü kuralları ve hü­kümleri işlenmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'le konuşmazdan önce sadaka verme hükmü ve daha sonra onun nesh edildiği hükmü de bu surede zik­redilmiştir. [411]

 

59- Haşr Suresi

 

Surenin Haşr ismiyle anılması, surede Haşr'dan, yani İslam’a karşı mücadele eden, savaşan ve ahidlerini bozan Ben-i Nadir yahudilerinin sürülmeleri ve yerlerinden çıkarılmaları ile ilgili söz edildiğinden ileri gelmektedir. 24 ayet ve 446 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 59. suresi, nüzul sırasına göre de 101. Kur'an süresidir ve Medeni'dir. Yaklaşık yarım hizb kadar bir yer tutar. Müsebbihat surelerinin üçüncüsüdür. Bu surenin en önemli konularından birisi, Nadir oğullarıyla yapılan savaş ve bu savaşta onların yenilmesi ve Medine çevresinde bazı kalelerde yaşamakta olan yahudi grup­larından bazılarının yerlerinden sürülmeleri konularıdır. Bu savaşta, münafıklar, yahudilere yardım ulaştırmağa çalıştıkları fakat bu hareketlerinde de nifak tohumları ekmişlerdir. [412]

 

60- Mümtehine Suresi

 

Bu surenin Mümtehine (imtihan olunan kadın) olarak adlandırılmasının sebebi, surenin 10. ayetinde Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacir kadınların akide ve imanlarının imtihan edilmesi zaruretinden söz edilmesidir. Bu konu ile ilgili, yani küfür or­dusundan İslam ordusuna gelen müşriklere mensub kadınların ve bunun tersine müslüman kadınların, İslam ordusundan küfür ordusuna kaçmaları ile ilgili bazı hükümler de bu surede açıklanmıştır. Surenin bir diğer adı da Müveddet'tir (surenin 1. ve 7. ayet­lerinde bu kelime kullanılmıştır). 13 ayet ve 352 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 60. süresidir. Nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 91. suresi olup Medeni'dir. Yaklaşık bir hiz­bin dörtte biri kadar bir yer tutar. [413]

 

61- Saff Suresi

 

Bu surenin Saff ismiyle anılmasının sebebi, su­renin 4. ayetinde bu kelimenin kulanılmış olmasıdır (Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf saf olarak durup çarpışanları sever). Surenin bir diğer ismi de İsa'dır. 14 ayet ve 226 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 61, nüzul sırası ise 109'dur. Kur'an'ın Medeni surelerindendir. Bu su­rede, Hz. İsa'nın Ben-i İsrail'i, kendinden sonra ge­lecek Tevrat ve İncil'in de tasdik ettiği ve ismi Ahmed (Hz. Muhammed (s.a.v)'in isimlerindendir) olan bir Pey­gamberle müjdelediği konusu işlenmiştir (6. ayet). Aynı zamanda Hz. İsa'nın Havarilerine "Allah'ın dini yolunda benim yardımcılarım ve dostlarım kim­lerdir?" diye sorduğu ve onların da "Bizleriz" dediği şeklinde bir konuşma da zikredilmiştir. [414]

 

62- Cuma Suresi

 

Bu surenin Cuma olarak adlandırılmasının ne­deni de cuma namazı hükümlerinin bu surede zik­redilmiş olmasıdır (9-11. ayetler). 11 ayet ve 177 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 62. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 110. suresi olup Medeni'dir. Müsebbihat surelerinin beşinci süresidir. Bu surenin Cuma namazının birinci rekatında okunması tavsiye ve tekid edilmiş müstehablardandır... [415]

 

63- Münafikun Suresi

 

Bu surenin Münafikun ismiyle anılmasının se­bebi, birçok ayetinin münafıkların amelleri, ha­reketleri, halleri ve sıfatları ile ilgili ayetler olmasıdır. 11 ayet, 181 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sı­rası 63, nüzul sırası ise 104'tür. Medeni surelerdendir. Bu sure, Vakıa suresinden sonra iza kelimesi ile baş­layan Zamaniye surelerinin ikincisidir. Rivayetlerde bu surenin Cuma namazının ikinci rekatında okun­masının tekid edildiği ele alınmıştır. [416]

 

64- Teğabun Suresi

 

Bu sure adını 9. ayette geçen yevm-i Teğabun (kı­yamet günü) kelimesinden almıştır. 18 ayet ve 242 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 64. suresi, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 108. suresi olup Medeni'dir. Müsebbihat surelerinin altıncısıdır. Ayetlerinin büyük bir kısmı ahiret alemi ve meadla ilgilidir. Ayrıca Allah'a ve Peygamber (s.a.v)'e uymanın zorunluluğu ve karzu'l-hasene konuları da bu surede ele alınmıştır.[417]

 

65- Talak Suresi

 

Surenin Talak olarak adlandırılması, surenin üçte ikisinin talak hükümleriyle ilgili konulara değinmiş olmasından dolayıdır. Bundan dolayı sureye Nisa-i Suğra (Kur'an'ın dördüncü suresi olan asıl Nisa su­resiyle karıştırılmaması için Küçük Nisa olarak ad­landırılmıştır) adı da verilmiştir. 12 ayet ve 289 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırlamaya göre Kur'an'ın 65. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 99. suresi olup Medeni'dir. Bu sure aynı zamanda muhattibat surelerindendir ki, "Ya eyyuhe'n-Nebi" ibaresi ile başlamaktadır. [418]

 

66- Tahrim Suresi

 

Bu surenin bu isimle adlandırılması, birinci ayet­te geçen "Tuharrim" (=Haram kılmak) kelimesinden dolayıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)'e eşlerinin razı olması için Allah'ın helal kıldığı bazı içecekleri ve yiyecekleri kendine ne diye haram kıldığı konusu anlatıldığı için sureye Tahrim ismi verilmiştir. Bu sureye Lem Tu­harrim adı da verilmiştir. 12 ayet ve 254 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre 66. sure, nüzul sırasına göre ise 107. sure olup Medeni'dir. Hacmi, yarım hizb kadardır. Muhattibat surelerinin sekizincisidir (Ya Eyyuhe'n-Nebi ibaresi ile başlamaktadır). [419]

 

67- Mülk Suresi

 

Sure, adını birinci ayette geçen kelimeden al­mıştır. (Mülk=hükümranlık kendi elinde olan Allah yücedir). Surenin diğer isimleri: Mania, Mennaa, Vakıyye, Müneciyye'dir. 30 ayet ve 333 kelimeye sa­hiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 67. su­resi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 77. süresidir. Mekki surelerdendir. Yaklaşık yarım hizblik bir yer tutar. Bu surede, cehennem bekçilerinin cehennem ehline; "Dünya hayatınızda size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye sorduklarında onlar, üzgün bir şekilde; "Evet, bize geldi. Fakat biz onu yalanladık ve eğer on­ları dinleseydik veya düşünüp anlasaydık bu çetin ateşin halkı içinde olmazdık" cevabını verirler. Ayet­lerinin büyük bir kısmı tevhid ve mead konuları ile il­gilidir. [420]

 

68- Kalem Suresi

 

Sure, adını ilk ayette geçen ve Allah'ın ona ve onunla yazılana yemin ettiği Kalem kelimesinden al­mıştır. "Nun ve'1-kalemi ve ma yesturun." (Nun, Ka­leme ve yazdıklarına yemin olsun). Bundan dolayı su­renin bir diğer adı da Nun ya da Nun ve'1-kalem'dir. 52 ayet ve 301 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 68. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın beşinci ya da ikinci sure olup Mekki'dir. Bir hizbin yarısı kadar bir hacme sahiptir. Mukattaa harfleriyle başlayan 29 surenin 29. sudur (bu sure Nun harfiyle başlamaktadır). Aynı zamanda yeminle başlayan surelerin onuncusudur. Bu surede ilk önce, çok şiddetli eleştirel tabirlerle Mükezzibin'den (din, iman ve Kur'an’ı inkar edenler) söz edilmiş daha sonra da 'Ashabul-Cenne" (burada bağ sahipleri demektir) kıssası nakledilmiştir ve bunun sonunda da sünnette göz değmesi, nazar değmesini defeden ayet olarak bilinen "Ve İn yekadu" ayeti gel­miştir. [421]

 

69- Hakka Suresi

 

Sure, ismini ilk üç ayette üç kez tekrarlanan el-Hakka (=biribirine karıştıran, kıyametin sıfatlarındandır) kelimesinden almıştır: el-Hakka, ma'1-hakka, ve ma edrake ma'1-hakka. Daha sonra Ad ve Semud kavminin başına gelmiş olan belalardan söz edilmektedir. Surenin geriye kalan kısmı da kı­yametin, cehennemliklerin ve onların karşılaştıkları azabların yapısının şerhi konusu işlenmiştir. 52 ayet ve 260 kelime mevcuttur. Mushaftaki sıralamaya göre 69. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 78. suresi ve Mekki'dir. [422]

 

70- Mearic Suresi

 

Bu sure, adını üçüncü ayette geçen Allah'ın Zi'l-Mearic (dereceler sahibi) olarak adlandırılmasından almıştır. Meleklerin ve ruhun elli bin yıla denk olan bir günde Allah'a doğru yükseldiğinden söz edil­miştir. Daha sonra müminlerin bazı hallerinden ve sı­fatlarından söz edilmiş, aynı şekilde inkarcıların gerek dünyadaki gerekse ahiretteki kimi sıfatları ve halleri zikredilmiştir. Bu surenin bir diğer ismi de Seele'dir (zira sure bu kelime ile başlamaktadır). 44 ayet ve 217 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sı­ralamaya göre Kur'an'ın 70. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 79. suresi olup Mekki'dir. [423]

 

71- Nuh Suresi

 

Surenin büyük bir kısmı Hz. Nuh'un kıssasını konu ettiği için bu isimle anılmıştır. 28 ayet ve 227 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 71. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 71. suresi olup Mekki'dir. [424]

 

72- Cin Suresi

 

Sure, başından sonuna dek cinler (meşhur gö­rülmeyen varlıklar) ile ilgili olduğundan, onların Kur'an'ı dinlemeleri neticesinde hayrette kal­malarından, sonra iman etmelerinden ve bir kısmının da inkarcı olmalarından dolayı bu isimle anılmıştır.

Sure, 28 ayet ve 286 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 72. suresi, nüzul sı­rasına göre ise Kur'an'ın 40. suresi olup Mekki'dir. Ayrıca "kul" sözcüğü ile başlayan beş surenin ilkidir. [425]

 

73- Müzemmil Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli, "Ya eyyuhe'l-müzemmil (ey elbisesine bürünen; vahyin baş­lamasından dolayı sarsılan ve üşüdüğü hissine ka­pılan ve hanımına "beni örtün" diyen Hz. Peygamber (s.a.v)’e işarettir)" ibaresindeki müzemmil’den alınmıştır. 20 ayet ve 200 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf'taki sıralamaya göre, Kur'an'ın 73. suresi, nüzul sı­ralamasına göre ise Kur'an'ın üçüncü veya dördüncü suresi olup Mekki'dir. Bu sure 11 muhattibat surelerindendir ki, Resulullah (s.a.v)'a hitabla baş­lamaktadır. Bu surede 1. ayetten 8. ayete kadar gece namazının hem Peygamber (s.a.v)'e hem de ashabına farz olarak ilan edildiği hükümleri içermektedir. Daha sonra Yüce Allah, aynı surenin son ayetinde bu farzı (fakihlerin ve müfessirlerin görüşüne göre, Pey­gamber (s.a.v) dışında) diğerleri üzerinden kaldırmıştır. [426]

 

74- Müddessir Suresi

 

Bu sure de adını ilk ayette geçen ve Hz. Pey­gamber (s.a.v)'e hitabla başlayan "ya eyyuhe'l-müddessir (=Ey elbisesine bürünen)" ibaresinden almıştır. 56 ayet ve 256 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf'taki sırası 74, nüzul sırası ise dördüncüdür ve Mekki su­relerdendir. Aynı zamanda Resulullah (s.a.v)'a hitabla başlayan surelerin onuncusudur. Surenin diğer bir özelliği de içinde üç yeminin olmasıdır (42-44.ayetler). Bu surede, münkir ve muhaliflerden olan bir kişi hakkında şiddetli eleştiriler de mevcuttur.[427] Muğire'ye ait olan Kur'an'ın bir sihir işi olduğu görüşü yalanlanmıştır. Daha sonra da cehennem halkının içinde bulunduğu durumlardan bir bölüm zikredilmiştir. [428]

 

75- Kıyamet Suresi

 

Allah, surenin başında kıyamete yeminle baş­ladığı için sure kıyamet diye adlandırılmıştır (La uksimu biyevmi'l-kıyameti=Yoo, o kıyamet gününe yemin ederim). Bundan dolayı da bu surenin diğer bir ismi de La Uksimu'dur. 14 ayet ve 165 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki tertibe göre 75. sure ve nüzul tertibine göre Kur'an'ın 31. suresi olup Mekki'dir. Temel konusu, kıyametin ve meadın ger­çekleşeceği üzerinde durulmasıdır. İnsanları, ahirette iki kısma ayırmaktadır. Bir kısmı, yüzleri ışıl ışıl par­lar ve rabblerine bakar. Bir kısmı da yüzleri asık, bel kemiklerini kıracak bir işle karşı karşıya bulunduklarını anlayan cehennemliklerdir. [429]

 

76- İnsan Suresi

 

Bu surenin isimlendirilmesi şekli, birinci aye­tinde insanın şu anda bulunduğu durumuna gel­mezden önce geçirmiş olduğu uzun zamanı anlattığı için bu isimle adlandırılmıştır. Diğer isimleri Hel Eta ve Dehr'dir. Bu üç kelime de surenin birinci ayetinde geçmektedir. Surenin bir dördüncü ismi de Ebrar'dır ki, beşinci ayette ona işaret edilmiş ve kafur tadında cennet içeceklerinden biri olduğu söylenmiştir. 31 ayet ve 243 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sı­ralamaya göre 76. Kur'an süresidir, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 96. suresi olup Mekki'dir. Şia ve ehl-i sünnet müfessirleri, bu konuda kendi nezirlerine vefa gösteren ve kendi yiyeceklerini kendilerine sevimli olmasına rağmen üç gün üst üste iftar vaktinde miskin, yetim ve ihtiyaç sahibi esire veren Ebrar'dan maksadın Hz. Ali, Fatıma Zehra, Hasaneyn ve hiz­metçileri Fezze'nin olduğunu söylemişlerdir. Bu su­rede aynı zamanda cennet ehlinin yaşamlarından ve onların ahirette karşılaştıları nimetlerden bir bölümde zikredilmiştir. [430]

 

77- Mürselat Suresi

 

Bu surenin adlandırılma şekli, Ve'1-mürselati urfen (peşpeşe gönderilenlere andolsun) kelimesiyle başlamasındandır. Bu surenin diğer bir adı Urf’tur. 50 ayet ve 181 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sı­rası 77, nüzul sırası ise 33 olup Mekki surelerdendir. Aynı zamanda yeminle başlayan 12. suredir. Bu su­rede Terci-i bend şeklinde tekrarlanan bir ayet mev­cuttur. Bu ayet "Veylün yevmeizin lil mükezzibin." ayeti olup uhrevi ve miad ile ilgili olan surenin içinde 10 kez tekrarlanmıştır. [431]

 

78- Nebe Suresi

 

Sure, ikinci ayette geçen Nebai'1-Azim (kıyamet haberi) kelimesinden ismini almıştır. Surenin diğer isimleri: Tesail, Mu'serat ve Amme'dir. Zira sure Amme yetesâelüne ibaresi ile başlamaktadır. 40 ayet ve 174 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 78. süresidir, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 80. suresi olup Mekki'dir. Bu surenin asli konusu, cehennem ashabının karşılaştığı azab ve cen­net ashabının içinde bulunduğu nimetlerin vasfıdır. [432]

 

79- Naziat Suresi

 

Allah, ilk ayette Naziat (insanların canlarını alan melekler) ile yemin ettiğinden dolayı sure bu ismi al­mıştır. 46 ayet ve 179 kelimeden müteşekkildir. Mus­haftaki sırası 79, nüzul sırası ise 81 olup Mekki su­relerdendir. Yemin ile başlayan surelerin onüçüncüsüdür (peşpeşe gelen beş yeminle baş­lamaktadır). Bu surede Hz. Musa ve Firavun'un kıs­sasına da bir kısım yer verilmiştir. Surenin asıl muh­tevası ise, ahiret alemine ait tasvirler ve cehennemliklerin hal ve ahvalinin zikridir. [433]

 

80- Abese Suresi

 

Sure aynı kelimeyle başladığından Abese olarak adlandırılmıştır. (Abese ve tevella =Yüzünü ekşitti ve döndü). Bir diğer ismi de A'ma'dır. Zira ikinci ayet de "En caehu'l-A'ma -Gözü görmeyen adam yanına gel­diğinde" ibaresi ile başlamaktadır. Üçüncü ismi Sefere'dir (Sefere, sefir'in çoğuludur ve bu surenin 15. ayetinde insanların amellerini yazmakla görevli olan meleklere işaret ederken kullanılmıştır). 42 ayet 133 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 80. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 24. suresi olup Mekki'dir. Surenin başında Hz. Pey­gamber (s.a.v)'in huzuruna gözleri görmeyen bir adamın geldiğinden söz etmekte ve Hz. Peygamber (s.a.v) Kureyş ve müşriklerin ileri gelenlerinden bazı kimselerle müzakere ve onları İslama davet halinde bulunduğu için bu adama gereken teveccühü göstermedi. Elbette, Şia müfessir ve kelamcıları bu tefsiri kabul et­memekte ve bu İlahî uyarıyı Hz. Resulullah (s.a.v)'a yö­nelik görmemektedirler. [434]

 

81- Tekvir Suresi

 

Surenin başında bu kelime zikredildiği için bu şekilde adlandırılmıştır. Tekvir, güneşin kararması demektir. Bundan dolayı da surenin bir diğer adı da Kuvviret'tir. 29 ayet ve 104 kelimeye sahiptir. Mus­haftaki sıralamaya göre 81. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 70. suresidir ve Mekki'dir. İçinde dört yemin ayeti mevcuttur. Asıl konusu kıyametin baş­langıcının tasviridir. Ayrıca Hz. Resul (sa.v)'ün "Resul-i Kerim" (Cebrail) ile görüşmesine de işaret edilmiştir. [435]

 

82- İnfitar Suresi

 

Sure İnfitar (=Gök parçalanıp varıldığı zaman=İze's-Semai'n-Feterat) kelimesi ile baş­ladığından bu ismi almıştır. 19 ayet ve 81 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 82. sure, nüzul sı­rasına göre de 82. Kur'an suresi olup Mekki'dir. İza ile başlayan dördüncü suredir. Temel konuları, kı­yametin zuhurun alametlerine ve meleklerin her in­sanın amelini yazdıklarına yapılan işarettir. [436]

 

83- Mutaffifin Suresi

 

Sure, başında "Veylun lil mutaffifin =Ölçüde ve tartıda eksik satanların vay haline." ibaresi ol­duğundan bu adla anılmıştır. Bundan dolayı sure Tatfif (eksik satma) da denmiştir. 36 ayet, 169 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki tertibe göre Kur'an'ın 83. su­resi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 86. suresi olup Mekki'dir. Temel muhtevası, Resulullah (s.a.v)'ın da­vetine muhalefet eden ve Kur'an'ı, Esatirü'l-Evvelin (Eskilerin masalları) olarak sayan inkarcıların kar­şılaşacakları hallerden sözetmek ve ayrıca iman eh­linin bazı hallerinden işaretlerdir. [437]

 

84- İnşikak Suresi

 

Sure, birinci ayetinde göğün yarılması an­lamındaki înşikak kelimesiyle başladığından bu adla anılmıştır (îza's-Semau'n-şeqqat =Gök yarıldığı zaman). 25 ayet, 108 kelimeden müteşekkildir. Mus­haftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 84. suresi, nüzul sı­rasına göre, Kur'an'ın 83. suresi olup Mekki'dir. İza kelimesi ile başlayan surelerdendir. 21. ayeti, mustahab secde ayetidir. Aynı zamanda üç yemin ayeti de içermektedir. Muhtevası, kıyametin başlangıcının tavsifi ve iki güruhun hal şerhidir. Birinci güruh, amel defterleri sağlarından verilen ve rahat ve refah içinde bulunan kimseler, diğer güruh da amel def­terleri arkalarından ve sol ellerinden verilen ve içinde bulundukları azabdan söz etmektedir. [438]

 

85- Buruc Suresi

 

Sure, adını birinci ayette geçen burçlara sahip olan göğe yeminle başladığı için Buruc (burçlar) ke­limesinden almaktadır. 22 ayet ve 109 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 85, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 27. suresi olup Mekki'dir. Yeminle başlayan 23 surenin 14.’südür. Surenin başında, Ashab-ı Uhdud'un (İmansız imparatorun emriyle ateş çukurlarına atılan mümin hristiyanlar) sıkıntılı ve mihnet dolu kıssalarına işaret edilmiş, sonunda da Fi­ravun ve Semud'un kıssasına işaret edilmiştir. [439]

 

86- Târik Suresi

 

Bu surenin isimlendirilmesi şekli de surenin ba­şında göğe ve Tarık'a (Geceleyin gelen şaşırtıcı bir varlık) yeminle başladığı için bu adla adlandırılmıştır. 17 ayet ve 61 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sı­ralamaya göre Kur'an'ın 86. suresi, nüzul sı­ralamasına göre, Kur'an'ın 36. suresi ve Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan 15. suredir. Bu su­rede Yüce Allah, göğe ve gece gelene (Tarık= Parlak yıldız) yemin ettikten sonra insanı kıyamet gününe döndürmeye ve o günde gizlileri açığa çıkarmağa kadir olduğunu ve Kur'an'ın bir şaka değil hakk ile batılı ayırdedici bir söz olduğunu buyurmaktadır. [440]

 

87- A'la Suresi

 

Sure, Allah'ın A'la ismiyle başladığından bu şe­kilde adlandırılmıştır. Sure şöyle başlamaktadır: "Sebbihisme Rebbike'1-A'la=Rabbinin yüce adını tesbih et." 19 ayet ve 72 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf-ı Şerifteki sıralamaya göre, Kur'an'ın 87. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 80. suresi olup Mekki'dir. Müsebbihat (İlahî tesbihle başlayan) surelerin so­nuncusudur. Bu surede, Peygamber (s.a.v)'e öğ­retilmesinin gereğine ve faydasına işaret edilmiştir. Ayrıca imansız, bahtsız, taş kalbli insanların ahiretteki hallerinden sözetmektedir. [441]

 

88- Gaşiye Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli başında Gaşiye (=kıyamet) kıssasından söz edilmesinden ileri gel­mektedir; "Hel etake hadisü'l-Ğaşiyeti =Acaba her ta­raftan kuşatan haber, her tarafı sarıp kuşattığı zaman sana geldi mi?" 26 ayet ve 82 kelimeden oluş­maktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 88. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 68. suresi olup Mekki'dir. Bu surede imansız inkarcıların kötü sonları ile ilgili bir bölüm ve ayrıca sadık mü'min kulların iyi sonları ile ilgili bölümler aktarılmıştır. [442]

 

89- Fecr Suresi

 

Sure, adını birinci ayette geçen Allah'ın Fecr (tan yerinin ağarması)'e yeminle başlamasından almıştır. 30 ayet ve 139 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 89. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 10. suresi olup Mekki'dir. Yeminle başlayan surelerin 16.’sıdır. Bu surede, Iremezatı'l-İmad'a (sütunlar sahibi cennet misali bağ), ayrıca Semud, Firavun'a yönelik işaretler de zikredilmiştir. Kendi geleceklerini hiç dü­şünmeyen imansızların pişmanlıklarından söz edilmiş, surenin sonunda da Nefs-i mutmainneye (hu­zura eren nefse) razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dönmesini ve O'nun cennetine girmesini bu­yurmaktadır. [443]

 

90- Beled Suresi

 

Sure, Beled'e (Mekke) yeminle başladığından bu adı almıştır. (La uqsimu bi haze'l-Beled=Bu (mukaddes)şehre yemin ederim). 20 ayet ve 82 kelime içermektedir. Mushaftaki sıraya göre 90. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 35. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan surelerin 17.sidir. Bu surede, Peygamber (s.a.v)’i inkar edenlerin kötü ve uy­gunsuz hareketleri eleştirildikten sonra Ashab-ı Meş’eme (cehennemlikler)'nin sıkıntılarından ve Ashab-ı Meymene (Ashabu'l-Yemin=cennetlikler)'nin rahatından söz edilmiştir. [444]

 

91- Şems Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli, Yüce Allah bi­rinci ayette şemse (güneşe) yemin etmesidir; (Ve'ş-Şemsi ve'd-Duhaha=Güneşe ve onun aydınlığına and olsun). Surenin diğer bir adı da Salih'in devesi'dir. 15 ayet, 54 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 91. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 26. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan 18. suredir. Bu surede, Salih'in kıssasına, onun devesine ve imansız ve şekaveti meslek edinen Semud kavmi tarafından öldürülmesine işaret edilmiştir. [445]

 

92- Leyl Suresi

 

Sure, geceye yeminle başladığından bu adla anılmıştır: "Vel-leyli iza yeğşa.=(Dünyayı) örttüğü zaman geceye and olsun." 21 ayet ve 71 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 92. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın dokuzuncu suresi olup Mekki'dir. Yeminle başlayan 119. suredir. Surede üç yemin vardır. Bu surede, imansızların yaptıkları kö­tülüklerin neticesinden şekavetlerinden ve mü­minlerin yaptıkları iyiliklerin neticesinde layık oldukları güzelliklerden söz edilmektedir. [446]

 

93- Duha Suresi

 

Sure, Allah ilk ayetinde Duha'ya (gündüze ve gündüzün aydınlığına) yeminle başladığı için bu adla nitelenmiştir. 11 ayet, 40 kelimeden oluşmuştur. Mus­haftaki sıraya göre 93. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 11. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan 20. suredir. Konusu, Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v)’i teselli etmesi ve onu yetimken bulup koruduğu, O'nu başıboşluktan çıkarıp hidayete er­dirdiği ve fakirlikten kurtardığı gibi konulardır. [447]

 

94- Şerh Suresi

 

Bu sure, İnşirah'tan yani Hz. Peygamber (s.a.v)'in göğsünün açılıp iman nuruyla doldurularak huzur ve güvene kavuşturulmasından söz ettiği için bu adı al­mıştır. Bu surenin diğer bir adı İnşirah'tır. Bir diğer adı da Elem naşreh'tir ki, bu isimlerin tümü ilk ayette geçen kelimelerle bağlantılıdır. (Elem neşrah leke sadrek?=Biz senin göğsünü kendin için açmadık mı?) 8 ayet ve 27 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sı­ralamaya göre Kur'an'ın 94. suresi, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 12. suresi olup Mekki'dir. Temel konusu Hz. Peygamber (s.a.v)'in teselli edilmesidir. [448]

 

95- Tin Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli müfessirlere göre birkaç türlüdür. Yani Tin kelimesi -ki Allah bu surenin ilk ayetinde onu yeminle yad etmiştir- birkaç anlama gelmesi mümkündür:

1- Yenilen incir,

2- Şam Mescidi,

3- Şam'daki kutsal dağ. Zira Süryanicede Tur-i Tina olarak adlandırılmaktadır ve onun etek­lerinde incir ve zeytin yetişmektedir. 8 ayet, 34 ke­limeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 95. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 28. suresi olup Mekki'dir. Bu surede Tin türü olan Zeytine de yemin edilmiştir. Zira zeytin konusunda da üç görüş vardır:

a- Yenilen zeytin,

b- Beytü'l-Mukâddes Mescidi,

c- Tur-i Zita, ki bu da Şam'da bulunan kutsal dağ­lardandır ve eteklerinde zeytin yetişmektedir. Bu su­renin asıl konusu şudur ki, Yüce Allah birkaç mu­kaddes şeye (Tin, Zeytin, ve Mekke şehri) yemin etmektedir ki, hata yapan ve günah işleyen insanoğlu esfeli's-safilin'e (aşağıların aşağısına) tenezzül et­mekte, fakat salih olan kimseler vasfedilemeyecek kadar değerli ve üstün manevi mükafatlar ka­zanmaktadırlar. [449]

 

96- Alak Suresi

 

Bu sure adlandırılma şeklini surenin ikinci aye­tinde geçen ve Yüce Allah'ın insanı Alaktan (pıhtılaşmış kandan) yarattığı kelimeden almıştır. Diğer ismi İkra'dır. 19 ayet ve 72 kelimeden oluşur. Mus­haftaki sırası 96, nüzul sırası ise, Kur'an'ın ilk nazil olan süresidir. İlk Mekki suredir. İçinde okunması veya duyulması halinde secde edilmesi farz olan dört surenin sonuncusudur. Bu surenin temel konusu, Resulullah (s.a.v)'ın vahyi "okuma"ya davet edilmesi ve Allah'ın insana kalemle öğretmesi konusudur. Ken­disini zengin görüp azgınlaşan insanın serkeşliğinden de sözeder. [450]

97- Kadr Suresi

 

Birinci ayette Allah, Kur'an'ı Leyletü'l-Kadr'de nazil buyurduğundan söz edildiğinden sure Kadr su­resi olarak adlandırılmıştır. "İnna enzelnahu fi leyletü'l-kadri". Surenin diğer adı da Inna enzelna'dır. 5 ayet ve 30 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sı­raya göre 97. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 25. suresi olup Mekki'dir. Asıl muhtevası, Kur'an'ın kadir gecesinde (Ramazan ayının son on günlerinden biri) nazil olması ve Kadir gecesinin rahmet dolu bir gece olduğu, meleklerin bu gecede inip insanların ka­derlerini belirlediği konusudur. [451]

 

98- Beyyine Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli, birinci ayetinde Beyyineden İslam ve Kur'anî vahyin şehadeti ve açık delil olarak nitelemesinden söz ettiği için bu adı al­mıştır. Surenin diğer bir adı Ehl-i Kitab'dır. Bazen Kı­yamet olarak da adlandırılmıştır. 8 ayet ve 94 ke­limeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 98. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 100. suresi olup Medeni'dir. Temel konusu, ehl-i kitabın İslam gerçeğini, Kur'anî vahyi ve İslam Peygamber (s.a.v)'inin risaletini kabul etme noktasında göstermiş oldukları inatçılık ve geç inanma konusudur. Kafirlerin Allah'ın Şerrü'l-Beriyyesi (en kötü yaratıkları), iyi amel işleyen mü­minlerin ise Hayru'l-Beriyyesi (en üstün yaratıkları) olduğu buyurulmuştur. [452]

 

99- Zelzele Suresi

 

Sure, kıyametin kopacağı esnada yerin sar­sılmasından ve alemin düzeninin bozulmasından sözettiği için bu adı almıştır. (İza zülzileti'1-ardı zil-zaleha=Yer o büyük sarsıntıyla sarsıldığı zaman). Surenin diğer adı Zilzal'dır. 8 ayet ve 36 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 99. sure, nüzul sı­rasına göre Kur'an'ın 93. suresi olup Medeni'dir. Kısar (kısa) surelerin ilkidir. Bu sureler 17 tane olup bu su­reden sonraki tüm sureler ve Hamd (fatiha) suresini kapsamaktadır. İslam’ın ve Kur'an'ın en önemli me­sajlarından biri bu surede yer almaktadır. Bu mesaj şudur: Artık her kim zerre miktarı hayır işlemişse onu (mükafatını) görür ve her kim zerre miktarı şer işlemişse onu (cezasını) görür. [453]

 

100- Adiyat Suresi

 

Surenin ilk ayetinde Adiyat'tan (savaşçı atlar) söz edildiğinden ve Allah'ın ona yemin etmesinden do­layı bu adla adlandırılmıştır. Onların savaşçı, ayak­larıyla toz çıkaran ve saldırıcı vasıfları dile ge­tirilmesinin yanında kafirlerin nankörlüğünden ve onların malı çok sevdiklerinden de söz edilmiştir. 11 ayet, 40 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıraya göre 100. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 14. suresi olup (her ne kadar Kur'an araştırmacıları ara­sında onun Mekki mi yoksa Medeni mi olduğu ko­nusunda ihtilaf var ise de) Mekki'dir. Yeminle baş­layan surelerin yirmincisidir ve içinde üç yemin vardır. Ayrıca kısa surelerin ikincisidir. [454]

 

101- Karia Suresi

 

Bu sure el-Karia (yürekleri hoplatan) kelimesiyle başladığından bu isimle adlandırılmıştır. 11 ayet, 36 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 101. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 30. suresi olup Mekki'dir. Mead konusunu işleyen surelerdendir ve şayet iyi amel kefeleri daha ağır basarsa güzel ebedi bir hayatla mükafatlandırılacak, yok kötü amel ke­feleri daha ağır basarsa cehennemin sonsuz de­rinlikteki zillet ve ateş çukurunun içine düşecek insanların hallerinin, tasviri konusu da bir nebze an­latılmıştır. [455]

 

102- Tekasur Suresi

 

Bu sure, ilk ayetinde geçen Tekasur kelimesinden ismini almıştır. Tekasur, çokluk ve çoklukla övünmek ve onu istemek anlamına gelmektedir. Kafirler, öyle bir hale geldiler ki, kendi ölülerinin çokluğuyla bile övünür oldular. 8 ayet ve 28 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 102. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 16. suresi olup Mekki'dir. Kısa su­relerdendir. [456]

 

103- Asr Suresi

 

Sure, birinci ayetinde geçen Asr'a yeminle baş­ladığından bu adla anılmıştır. Allah, Asr'a/zamana yeminle başlamıştır. Surenin diğer adı da Ve'1-Asr'dır. 3 ayet, 14 kelimeden meydana gelmiştir. Mushaftaki sıraya göre 103. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 13. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerdendir. Yüce Allah, bu surede Asr'a (nitekim başka yerlerde de sa­baha, geceye ve gündüze yemin etmiştir) yemin ede­rek iman ehli ve salih amel sahibi dışında kalan in­sanların zararda olduğunu bildirmiştir. [457]

 

104- Hümeze Suresi

 

Surenin ilk ayetinde bu kelime zikredildiğinden sureye bu ad verilmiştir; "Veylun li külli hümezetin lümezetin=İnsanları çekiştiren, gammazlayan ve ayıplarını arayan kimselerin vay haline". 9 ayet ve 33 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıraya göre 104. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 32. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kısa sureler arasında yer al­maktadır. Bu surede, mallarının kendilerini ebedi kı­lacağını ve onları cehennemden kurtaracağını zanneden malperest kafirlerin özelliğinden ve yaptıkları kötü hareketlerinden söz edilmektedir. [458]

 

105- Fil Suresi

 

Yüce Allah'ın Ka'be'yi yıkmak isteyen tuğyankar Habeş komutanlarından olan Ebrehe'nin ordusunun başına neler getirdiğini, nasıl belalar yağdırdığını tas­vir eden sure bu olaydan dolayı Fil adını almıştır. Yüce Allah, bu niyet içinde olan Fil Ashabına sürü sürü gelen kuşların (bu kuşların ismi Ebabil'dir. Eba­bil özel bir kuş ismi değildir) onların üzerlerine siccil, yani mermi benzeri balçık yağdırmasını emretti. Bu kimseler surede Ashab-ı Fil (File binenler) olarak ad­landırılmışlardır. Bir diğer adı da Elem Tere'dir. Çünkü sure bu kelimeyle başlamaktadır. 5 ayet ve 23 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 105.  sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 19. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerdendir. [459]

 

106- Kureyş Suresi

 

Sure, Kureyş kabilesinin bağlılığı ve se­yahatinden söz ettiği için bu adla adlandırılmıştır. Yüce Allah bu bağlılıklarının temel nedeninin ve öl­çüsünün kendi açlıklarını gideren, refaha erdiren ve güvenlerini emniyetle sağlayan Ka'be evinin sahibi olan Allah'a ibadet etmek olduğunu tavsiye bu­yurmaktadır. Bu surenin diğer bir adı İlaf'tır. 4 ayet ve 17 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 106. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 29. süresidir ve Mekki'dir. Aynı zamanda kısa süreler içinde yer alır. [460]

 

107- Maun Suresi

 

Sure, son ayetinde "Maun"u engellemeye çalışan kimselerin bu kötü amellerini eleştirdiğinden bu adı almıştır. Müfessirler Maun kelimesini,, zekat veya bazen dost, akraba ve komşunun emanet olarak al­dıkları yaşamın gerekli ihtiyaçları olarak anlamlandırmışlardır. Bu surenin diğer adlarından bi­risi, Ere eyte'1-lezi -ki bu ibareyle başlamaktadır- dir. Bir diğer ismi Din, bir diğeri de Tekzib'dir. 7 ayet ve 25 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 107. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 17. suresi olup Mekki'dir. Bu sure de kısa surelerdendir. [461]

 

108- Kevser Suresi

 

Sure, başında geçen ve Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'e bağışlamış olduğu Kevser'in nimetlerinden söz edildiğinden bu adı almıştır. Müfessirler, Kevser'i bir­kaç değişik anlamda kullanmaktadırlar:

1- Büyük hayır,

2- Cennet'teki mucizeler oluşturan Kevser ha­vuzu,

3- Hz. Peygamber (s.a.v)'in mübarek neslinin ken­disinden türediği Hz. Zehra olduğu rivayet edil­miştir. Surenin bir diğer adı Inna A'teyna'dır. Zira sure şöyle başlamaktadır: Inna A'teyna ke'1-kevser (Biz, sana Kevseri bağışladık). 3 ayet ve 10 kelimedir. Mushaftaki sıraya göre 108. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 15. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kısa sureler arasında yer alır ve Kur'an'ın en kısa sü­residir (en büyük sure ise Bakara süresidir). [462]

 

109- Kafirun Suresi

 

Sure, kafirlere hitap ile başladığından ve Resulullah (s.a.v)'a başlangıçta yumuşak ve aynı zamanda kesin bir konuşma tarzını öğrettiğinden bu adla ad­landırılmıştır. Surenin sonunda şu hüküm yer al­maktadır: "Lekum dinikum veliye din (Sizin dininiz size, benim dinim de banadır)". Müfessirler, bu yu­muşak ve kati emrin İslam Peygamber (s.a.v)'inin da­vetinin başlangıcına müteallik olduğunu ve İslam’ın tekamulî inkılabı doruğa ulaştığında Peygamber (s.a.v)'e ve müslümanlara cihad, kıyam ve barış yapma yetki ve izninin verildiğini ileri sürmektedirler. 6 ayet, 27 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre Kur'an'ın 109. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 18. suresi olup Mekki'dir. Kul (söyle) kelimesi ile baş­layan surelerin ikincisidir. Aynı zamanda muhattibat (Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve mü'mihlere hitap eden) ve kısar (kısa) surelerinin içinde yer alır. Bu sureye ve Kul kelimesi ile başlayan diğer üç sureye[463] toplu olarak Dört Kul ismi de verilmektedir. [464]

 

110- Nasr Suresi

 

Sure Nasr (İslam’ın nihai zaferi ve Mekke'nin fethi noktasında gelen İlahî yardım)'dan söz et­tiğinden dolayı bu ismi almıştır. Surenin diğer isim­lerinden biri bu kelimeyle başlayan İza Cae'dir: (İza Cae Nasrullahi ve'l-Feth=Allah'ın yardımı ve zaferi ulaştığı zaman). Diğer bir ismi Tevdi'dir (Zira bu su­rede gerçekten Allah ve Cebrail'in Hz. Resulullah (s.a.v) ile vedalaşması ve vahiyin sona erdirildiği an­latılmıştır). 3 ayet ve 19 kelimeden oluşmuştur. Mus­haftaki sırası 110. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 114. sure olup Medeni'dir. İza ile başlayan zaman içerikli surelerdendir. Aynı zamanda da kısa surelerdendir. [465]

 

111- Mesed Suresi

 

Bu sure, adını Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'in am­cası olan Ebu Leheb'i eleştirdiğinden dolayı son ayet­teki Mesed kelimesinden almıştır. Ebu Leheb, Küfrün en ileri gelenlerindendi ve Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve onun davetini engelleme noktasında hiçbir eziyetten işkenceden ve kötülüğü yapmaktan geri kalmıyor ve elinden gelen her türlü kötülüğü öz yeğeni olan Resulullah (s.s.v)'a reva görüyordu. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Tebbet yeda Ebi Leheb ve teb= Ebu Leheb'in iki eli kurusun ve kendisi de ku­rudu ya." Aynı zamanda bu buyruk onun (Hammaletü'l-hatab=odun hammalı ve savaşı kızıştıran) karısını da kapsıyordu. Mesed kelimesi de bu surenin son ayetinde zikredilmiştir, anlamı parlak hurma lifi demektir. Surenin diğer adları, Tebbet, Leheb ve Ebu Leheb'dir. 5 ayet ve 22 kelimeden oluşmuştur. Mus­haftaki sıraya göre 111. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 6. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kısa surelerdendir. [466]

 

112- İhlas Suresi

 

Bu sure, kapsamakta olduğu tevhidi konuları ihlas sahibi, temiz kalbli salih ve mümin kullara ilet­tiğinden dolayı bu adla anılmıştır. Surenin diğer ad­ları hep bu konuya binaen şunlardan ibarettirler: Tevhid, Esas, Tecrid, Tefrid, Ma'rifet, Samed, Beraet ve Necat'tir. 4 ayet ve 15 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 112. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın 22. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerden ve kul ile başlayan makulat surelerindendir. Bu kısacık surenin esas ko­nusu, tevhid ve yüce Allah'ın ne doğduğu ne de do­ğurduğu ve ne bir eşe, benzere sahip olduğu konusudur. [467]

 

113- Felak Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli de ilk ayetinde Rabbü'l-Felak'tan (Felak'ın rabbi) söz edildiği ve Pey­gamber (s.a.v)'e, ve ayrıca tüm müslümanlara ve hatta temiz kalpli insanlara O'nun yarattıklarının şerrinden kendisine sığınılması öğretilip tavsiye edildiği için bu adı almıştır. Bu sure ve kendinden önceki ve sonraki sureler ile Kafirun sureleri toplu olarak Dört Kul su­releri olarak tanımlanmaktadırlar. Çünkü bu dört sure de Kul kelimesi ile başlamaktadır. Biz müslümanlar, belalardan korunmak, yaratıkların şer­rinden korunmak için ve İlahî inayete sığınmak için bu sureleri sürekli okuruz. Bu sure 5 ayet ve 23 ke­limeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 113. sure, nüzul sırsına göre ise Kur'an'ın 20. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kul ile başlayan makulat surelerinden ve kısa surelerdendir. [468]

 

114- Nas Suresi

 

Bu surenin isimlendirilme şekli de ilk ayetinde Rabbu'n-Nas ibaresi geçtiğinden ve ayrıca Peygamber (s.a.v)'e ve gönül ehli ve mana ehli olan tüm insanlara şeytanın şerrinden ve her türlü vesvesecinin şeklinşerrinden Allah'a sığınma öğretildiğinden dolayı bu ismi almıştır. Bu ve bundan önceki Felak suresine ikisine birlikte Muvazeteyn suresi (Allah'a sığınmayı öğreten iki sure) de denilmiştir. Ve Hz. Peygamber (s.a.v) onları okumakla torunları İmam Hasan ve İmam Hü­seyin'i Allah'a sığındırmıştır. Bundan dolayı örneğin İbn-i Abbas gibi kimi sahabeler, bu iki surenin Kur'andan olmadığı ve aksine birer dua olduğunu zannetmişler. Sure 6 ayet ve 20 kelimeden meydana gelmiştir. Mushaftaki sıraya göre, Kur'an'ın 114. (en son) suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 21. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kul kelimesi ile baş­layan makulat surelerinden ve kısa surelerdendir.

Konunun güzel bir şekilde tamamlanması için şu da söylenebilir ki Kur'an-ı Kerim'in onunla başladığı ilk harf "B" harfidir. (Bismillahirrahmanirrahim’de). Ve Kur'an-ı Kerim'in onunla tamamlandığı en son ke­lime de "S" harfidir. (en-Nas kelimesinde). Bu kelime de "Bes (Yeter)" kelimesini oluşturmaktadır. Beşinci asrın büyük arif ve şairlerinden olan Senai de bunu şu şekilde dile getirmiştir:

"Evvel u ahir-i Kur'an zi çi Ba amed u Sin / Yani ender reh-i din rehber-i ma Kur'an Bes."

(Kur'an'ın başında ve sonunda ne diye Ba ve Sin geldi / Yani din yolunda bizlere rehber olarak Kur'an yeter.)[469]

 

Hatırlatma

 

Değerli okuyucular, teveccüh buyurmuşlardı ki bu bölümde 114 Kur'an suresinin tanıtımı, Kur'an'ın nazm, tertip ve sürekliliğini takip etmektedir. Yani Fatiha ve Bakara'dan başlayıp Felak ve Nas ile sona ermektedir. O halde değerli okuyucu ya da araştırıcı/ müracaatçı bu gözle ona bakacak ve bu tertib ve dü­zeni göz önünde bulundurarak ona müracaat ede­cektir. Fakat bazen araştırıcının ve müracaat edecek kişinin örneğin "Taha", "Yasin" ya da "Vakıa" su­resinin Kur'an'ın neresinde yer aldığını ve kaçıncı su­resi olduğunu hatırlayamaması da mümkündür. Bun­dan dolayı bu bölümün sayfalarını tek tek çevirmek zorunda kalacaktır. Bu tür araştırmacılara yol gös­termek ve kolaylık sağlamak için kitabın sonunda verdiğimiz fihristlerin ilki, "Alfabe sırasına göre Kur'an fihristi"dir. Fihristin ikinci sütununda söz ko­nusu surenin Kur'an'ın kaçıncı suresi olduğu belirtilmiştir. Örneğin Al-i İmran mushaftaki sıraya göre, Kur'an'ın üçüncü suresi olduğu belirtilmiştir. Bu fihrist yardımıyla Kur'an sureleri çok daha kolay bir şekilde bulunabilmektedir. İkinci fihrist ise şu amaçla düzenlenmiştir: Kur'an'ın birçok suresi iki veya daha fazla isme sahiptir. Örneğin Fatiha su­resinin Hamd, Ümmü'l-Kitab, Seb'a'l-Mesani benzeri birkaç ismi vardır. Veyahut İhlas suresi Tevhid, Ma'rifet, Tefrid, Tecrid gibi isimlerle de ta­nınmaktadır. Bundan dolayı bu tanınan fakat gayri resmi olan isimlerden de asıl isimlere müracaat et­meyi de kolaylaştırmak için bu fihristi düzenledik. Örneğin bir kimse "mü'min" suresini arayıp da bu­lamayabilir. Bu fihrist yardımıyla bunu rahatlıkla bulup "Mü'min" suresinin "Gafir" suresi olduğunu görür. Ya da "Tebbet yeda" ve "Leheb"in "Mesed" su­resi olduğunu görür.[470]

 

EN SEÇKİN KUR'AN ARAŞTIRMALARI ESERLERİ

 

Kur'an Araştırmaları Kitapları

 

Kur'an-ı Kerim ya da Kur'an araştırmaları ala­nında ilk asırlardan günümüze dek yapılmış olan ça­lışmalar ve araştırmalar, ister risale, makale ve kitap, isterse hatsal ya da basım ve son dönemlerde bil­gisayar programları şeklinde olsun hiç bir abartma ol­maksızın yirmi binin üzerindedir. Urduca Kur'an araştırmaları ve tefsirleri konusunda hazırlanmış tek Kur'anbilim kitabı binin üzerinde bir sayı ta­şımaktadır. Urdu dilinin resmi geçmişi hicri onuncu yıla dayanmaktadır. Sözünü ettiğimiz kitab Pakistan’da yayınlanmıştır.

Hiçbiri tam, kamil ve kapsamlı olmayan birkaç Kur'anî kitabbilim eseri yayınlanmıştır. Sadece her dile yapılan Kur'an-ı Kerim tercümesi (yaklaşık 150 dünya diline tercüme edilmiştir) fihristinin kendisi bile birkaç bini bulmaktadır. Zira sadece Farsça Kur'an tercümeleri 500'ün üzerindedir. Asitan-ı Kuds-i Razavi kütüphanesinde bulunan "Fihrist-i Kur'anha-yı Mütercem" (Tercüme Edilmiş Kur'an'lar Fihristi) eserinin birinci cildinde, 326 esere işaret edil­mektedir. Bu eserlerin büyük bir kısmı şu anda özel bir kütüphanede muhafaza edilmektedir. Kur'anî fih­rist ve kitabbilimler hakkında inşaallah onuncu bö­lümde daha geniş bilgi vereceğiz.

Elinizdeki kitabın yazan, ikiyüz-üçyüz Kur'anî ve Kur'an araştırmaları eserini kısaca, her biri birer satır olacak şekilde bu bölümde ele almayı ta­sarlamıştı. Fakat bu tasarı, bugünkü İran'ın en büyük kitabbilimcilerinden olan değerli üstad Kamuran Fani Bey'e sunulduğunda uygun görülmedi ve daha az ki­tabın daha geniş bir şekilde tanıtılması daha uygun görüldü. Bundan dolayı kendilerinin direktifleri ve tavsiyeleri ışığı altında, 50 eseri beş başlık altında, eserlerin her birini birkaç satırda tanıtma sonucuna vardım. Bu beş başlık şunlardır:

1- Kur'an Tefsiri,

2- Kur'an tercümesi,

3- Kur'an lügati,

4- Kur'anî fihrist ve kitabbilim eserleri,

5- Kur'anî ilimlerin (tefsir ve tercüme dışında) en önemli metinleri. Bu beş başlığın her birinde onar eser tanıtılmaktadır. Burada birkaç kurala riayet edilecektir:

1- Her başlık alanında hem en eski eserler hem de en yeni eserler tanıtılmaya çalışılacaktır.

2- Eserin mevcut oluşuna, hatta basılı olmasına dikkat edilecek, Hatti  (elle  yazılmış)  olan  eserler önemli dahi olsa tanıtılmayacaktır.

3- Her eserin en önemli özelliği ve yönü ta­nıtılacaktır.

4- Şunu da söylemeden geçemeyeceğiz ki, bu sa­tırların yazarı, tanıtmağa çalışmış olduğu tüm bu eserlere birkaç yıl ve yıllarca ünsiyet bağlamış, in­celemiş ve okumuştur. Bundan dolayı da bunların ta­nıtılması, tecrübe ile ve aracısız bir şekilde olmuştur. Ve bu elli kitaptan hiçbirinin tanıtımı, bir başka kay­naktan ya da kitabbilim eserlerinden alınarak yani aracı yoluyla, tanıtılıp yazılmamıştır. Aksine aynî ve tecrübî yolla tanıtılıp yazılmıştır.

5- Aynı şekilde imkan nisbetinde söz konusu edi­len eserin daha geniş ele alınıp tanıtıldığı kaynaklara da göndermeler yapılmış ve daha geniş bilgi için de­ğişik kaynakların ismi de verilmiştir. [471]

 

1- On Kur'an Tefsiri

 

a- Resulullah (s.a.v)'ın Tefsiri

 

Şu kesindir ki, Kur'an-ı Kerim'in ilk müfessiri, vahyin muhatabı olan Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)'dirler. Kendileri, hem Kur'anî kimi anlaşılması zor olan ke­lime ve kavramları şerhedip beyan etmişler, hem iba­ret tefsiri ve hem de işaret tevili beyan etmişlerdir. Sevindiricidir ki, Resulullah (s.a.v)'in tefsirinden takdire şayan örnekler, hadislerin içinde -ki onlara tefsir ha­disleri denir ve gerek ehl-i sünnet hadisleri olsun ge­rekse ehl-i teşeyyu' hadisleri olsun- mahfuz kalmıştır. Peygamber-i Ekrem (s.a.v)'in en toplu ve en elverişli tef­sir örnekleri Suyuti'nin İtkan isimli eserinde derlenmiş olup tefsirler, sure sure nakledilmiştir.[472]

 

b- İbn-i Abbas'ın Tefsiri

 

Hz. Resul (s.a.v)'den sonra, kendi ashabı arasında Kur'an'ı en iyi bir şekilde tanıyan kişi Hz. Ali bin Ebi Talib'dir. Bu, herkesin kabul ettiği bir sözdür. Fakat kendilerinin tefsirine dair elimizde herhangi bir kitap mevcut değildir. Elde olan tek şey Nehcu'l-Belağe'de geçen hutbeleri, mektupları ve diğer sözlerinde var olan örneklerdir. Hz. Ali'den sonra herkes ittifak et­miştir ki, büyük sahabeler arasında İbn-i Abbas'ın Kur'anbilimciliği derecesine ulaşabilecek hiç kimse ol­mamıştır. Bundan dolayı da Tercümanu'l-Kur'an ve Habrü'1-Ümme olarak isimlendirilmiştir. Kendisi de üstadı Hz. Ali'den Kur'an'ın tefsiri ve anlaşılması noktasında çok fazla derecede bilgi aldığını itiraf et­mektedir. İbn-i Abbas'ın tefsiri ya da daha doğru bir ifadeyle, O'nun tefsiri rivayetleri tamamıyla büyük tefsir Camiü'l-Beyan, yani Tefsir-i Taberi'nin içinde mevcuttur. İranlı büyük lügat yazıcılarından biri olan el-Kamusu'1-Muhid adlı eserin sahibi Mecdüddin Muhammed bin Yakub Firuzabadi, İbn-i Abbas'ın tef­sirini Tenvirü'î-Mikbas Fi Tefsir-i İbn-i Âbbas ismi al­tında toplayıp tashih etmiştir ki, bu asırda birçok kez basılmıştır.[473]

 

c- Tefsir-i Taberi

 

Bu tefsirin tam ismi, Camiu'l-Beyan fi Tefsirü'l-Kur'an'dır. Eserin müellifi Ebu Cafer Muhammed bin Cerir Taberi'dir (Hk. 224/310). Taberistan'da doğmuş, İslami eski asırların en büyük tarihçi ve müfessiridir. Tefsir-i Taberi ya da Camiu'l-Beyan, Arapça yazılmış olan en eski ve en toplu Kur'an-ı Kerim tefsirlerindendir. Sözkonusu bu eser, tefsiri hadislere dayanarak yazılmış ve her hadisin geliş senedi be­lirtilmiştir. Bu.tefsir, Naklî (Rivayi=Hadisle tefsir) tefsirler, yani hadislere dayanan tefsirler noktasında en toplu kaynak olarak kabul edilmiştir. Birinci bas­kısı, Kameri 1322 yılından 1330 yılına kadar Mısır'da 30 cilt halinde Bolak matbaasında basılmıştır. En düz­gün ve temiz baskı ve tashihi Mahmud Muhammed Şakır ve Ahmed Muhammed Şakir'in katkılarıyla Kahire'de Daru'l-Maarif tarafından neşredilmiştir. Fakat ne yazık ki, sadece 15 cildi basılabilmiştir. Geriye kalan ciltlerin tashih ve basımı bilinmeyen ne­denlerden dolayı durmuştur. Bu iki baskı, defalarca Mısır'da ve Lübnan'da ofset a şeklinde yeniden ba­sılmıştır. Tefsir-i  Taberi'nin tercümesi konusunda daha geniş bilgi için bu bölümün tercümeler kısmına bakılabilir. [474]

 

d- Tıbyan Tefsiri

 

Tefsir-i Tıbyan[475] Kur'an'ın en kapsamlı tefsirlerinden ve Şia-imamiye'nin en eski ve en önemli üç-dört tefsirinden biri sayılır. Müellifi, Horasan'ın Tus ehlinden olan ve Şeyhu't-Tayife olarak tanınan Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusi'dir (k. 385-460). O, Şia büyüklerinden ve şeyh Mufid ile Seyyid Murteza Alemül-Huda'nın talebesi ve Şia'nın dört hadis kitabından (Kutub-Erbea) ikisi olan Tehzib ve İstibsar'ın sahibidir. Tıbyan 10 ciltten oluşmaktadır ve Tebersi'nin tefsiri Mecmeu'l-Beyan'ın (yeri geldiğinde tanıtılacaktır) temel kaynağı olmuştur. Tıbyan bu güne dek üç kez ba­sılmıştır:

1- Tahran baskısı, Seyyid Muhammed Hüc­cet Kuhkemeri'nin tashihiyle neşredilmiştir (K. 1364-1367),

2- Necef baskısı, Ahmed Şevki Emin ve Ahmed Kayser Amuli'nin katkılarıyla,

3- Kum baskısı, Ali'l-Beyt müessesinin katkılarıyla. [476]

 

e- Keşfü'l-Esrar Tefsiri

 

Keşfü'l-Esrar ve Uddetü'l-Ebrar tefsiri, en eski ve en büyük farsça irfanı tefsirdir. Hem irfanı açıdan, hem tefsiri açıdan hem de farsça nesri açısından büyük bir önem ve konuma sahiptir. Müellifi olan Ebu'1-Fazl Meybudi, üstadı Hace Abdullah Ensari'nin kısa irfanî tefsirinin etkisi ve kapsayıcılığıyla bu on ciltlik değerli tefsiri vücuda getirmiştir. Bu tefsir, üç merhalelidir, yani üçlü bir sıra ile düzenlenmiştir. Bi­rinci merhalede Kur'an ayetlerinin sade ve sarih ter­cümesi yapılmıştır. İkinci merhale veya sırada, bir-iki (bazen daha az bazen de daha çok) sayfa tutacak kadar normal tefsirdir. Üçüncü merhale ya da sırada ise çok edebî ve şiirsel bir dille yazılmış olan irfanî tefsir yer almaktadır. Bu tefsir ilk kez olarak merhum Ali Asğar Hikmet'in çabalarıyla Tahran Üni­versitesinin büyük hocalarından bir toplulukla birlikte Üniversite yayınevi tarfından basılmıştır (Hş. 1331-1339). Bundan sonra da defalarca Emir Kebir ya­yınevi tarafından yeniden basılmıştır. Bu tefsirin iki de özeti mevcuttur:

1- Merhum Habibullah Amuzgar tarafından hazırlanmış iki ciltlik bir eser,

2- Dr. Mu-hammed Mehdi Rukni'nin çabasıyla Let'ayıfi Ez Kur'an-ı Kerim adı altında düzenlenmiş olan özet. [477]

 

f- Tefsir-i Keşşaf

 

Tefsir-i Keşşaf (el-Keşşaf An Hakaik-i Gevamızı't-Tenzil ve Uyunu'l-Akavil Fi Vechi't-Te'vil), Carullah ismiyle maruf olan (birkaç yıllık bir süre içinde Beytullah'ın civarında yaşadığı için) Ebu'l-Kasım Muhammed bin Ömer Zamahşeri'nin telifidir. Zamahşeri, bu dört ciltlik tefsiri Beytullah'ta bu­lunduğu zaman içinde Arapça olarak yazmıştır. Müfessir, Harezm bölgesinin Zamahşer köyünde doğ­muştur (k. 467-538). Zamahşeri, Arab dili lügatinin ve dilbiliminin, belağet ilminin en büyük alimlerinden ve Kur'an'ın birinci derece müfessirlerindendir. O, Fı­kıhta yani furu'da Hanefi, Akaid esaslarında ise Mu'tezili'dir. Tefsiri de mu'tezile'nin kelamı ve Kur'anbilimi görüşlerini ve bakişaçısını içermesi açı­sından önem arzetmektedir. [478]

 

g- Mecmeu'l-Beyan Tefsiri

 

Mecmeu'l-Beyan fi Tefsiri'1-Kur'an (Arapça) Şia alimlerinden olan ve Keşşaf’ın sahibi Zemahşeri ve Keşfu'l-Esrar'ın sahibi Meybudi'nin çağdaşlarından olan Ebu Ali Eminü'l-İslam Fazl bin Hasan Tebersi'nin telifidir. Müellif, Kum ve Erak şehirleri ara­sında yer alan ve Erak'a bağlı olan Tefriş ehlidir. Bun­dan dolayı da onun ismi tebersi (örneğin Teberistan'a mensub anlamında) değil; aksine Tefrişi veznine ve anlamına uygun olarak Tebrisi olarak telaffuz edil­melidir. Aslen Tefrişli olup büyük bir ihtimalle Meşhed'de doğmuş ve vefat yeri Sebzevar'dır. Mezarı ise Meşhed şehrinde İmam Rıza'nın türbesinin ya­nındadır.[479] Mecmeu'l-Beyan 10 cilttir ve çok açık ve eşsiz bir nazma sahiptir. Her bir ayet grubunun altında o ayetlerle ilgili kıraat, lügat, anlam ve tefsir ayrı ayrı açıklanmıştır.  Mecmeü'l-Beyan tefsiri, İmamiye Şiasının en önemli ve en muteber eski tefsirlerinden sa­yılmıştır. Zamanımızda da el-Ezher hocaları bu tefsire büyük bir önem vermektedirler. Mısır'da yeniden ba­sılmıştır. Bu eser Farsçaya da tercüme edilmiştir. En iyi baskısı, üstad Seyyid Haşim Resuli-yi Mahallati'nin tashih ve dipnotlarıyla yapılmış olan nüs-hasıdır. k.l379/Ş.1339 yılında neşredilmiş ve bundan sonra da defalarca basılmıştır. [480]

 

h- Ebu'1-Futuh-i Razi Tefsiri

 

Asıl adı Ravzu'l-Cinan ve Ruhu'l-Cenan olan bu tefsir, Şeyh Ebu'1-Futuh-i Razi'nin telifidir. Müellifin tam ismi,  Cemaleddin Hüseyin bin Ali bin Mu­hammed bin Ahmed Hezai Nişaburi'dir. Bu tefsir, Şianın en eski farsça tefsiridir. Bu tefsirde de Tefsir-i Taberi, Tıbyan ve Mecmeu'l-Beyan'da olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'in lağvî ve ibarî müşkillerinin gi­derilmesi için üstün bir başarıyla eski arap şiirinden örnekler verilmiştir ve delil olarak getirilmiştir. Müşkillerin giderilmesi açısından kimi zaman Mecmeu'l-Beyan ve Tıbyan'dan daha geniştir. Bugüne dek dört defa basılmıştır.

1- Birinci defasında 5 cilt halinde Muhammed Kazım Tabatabai, Seyyid Nasrullah Takva gibi büyük ve değerli ve fazilet ehli kişilerin tashihiyle basılmıştır.[481]

2- İkinci baskısı, merhum Mehdi İlahî-yi Kumşei'nin ihtimamıyla 10 cilt halinde Hş. 1320 ve 1322 yılları arasında basılmıştır. Hş. 1334 ve 1335 yıllarında ye­niden basılmıştır.

3- Üçüncü kez, Merhum Ayetullah Ebu'l-Hasan Şi'rani'nin mukaddime ve haşiyeleriyle, ayetlerin sayısının belirlenmesi ve anlaşılması zor plan kelimelerin tercüme ve açıklanmasıyla, şiirlerin tam i'rabının verilmesiyle ve farşça tercümeleriyle bir­likte Üstad Ali Gaffari'nin de yardımıyla şemsi 1347 yılında 12 cilt olarak Nesr-i Tuba adı altında bir Kur'an kelimeleri sözlüğüyle birlikte basılmıştır.

4- Dördüncü kez, Ravzu'l-Cinan ve ruhu'l-Cenan adıyla Dr. Muhammed Cafer Yahakki ve Dr. Mehdi Nasıh'ın çaba ve tashihleriyle 20 cilt olarak yayınlanmış fakat bu 20 cildin birkaç cildi henüz basılmamıştır. İnşaallah çok yakın bir zamanda tashih ve basımı ta­mamlanır. Yayıncısı Meşhed îslami Araştırmalar Mer­kezi'dir. [482]

 

ı- Tefsir-i Kebir

 

Tefsir-i Kebir ya da Mefatihu'l-Ğayb, İmam Fahreddin-i Razi'nin (Muhammed bin Ömer, Hk. 543/544-606) eseridir. Eş'ari mezhebi -ehl-i sünnetin resmi kelam mezhebi- inançlarına uygun olarak yazılan ve mü'tezile ve Keramiye gibi değişik mezheblerin görüş ve düşüncelerini eleştiren bu eser, İmam Fahreddin-i Razi'nin en önemli eseri ve Kur'an-ı Kerim'in ilk dönem en önemli üç-dört tefsirinden biridir. Fahreddin Razi'nin fıkhi mezhebi Şafii'dir, hatta fıkhi ko­nular açısından da metanet ve yeterliliğe sahip bir ki­şidir. Keşşaf tefsirine büyük bir önem vermekte ve ondan nakiller yapmaktadır. Ayrıca hemşehrisi Ebu'l-Futuh-i Razi'nin tefsirene de bakmıştır. Kimileri gör­meden ve tanımadan bu tefsirin, faydasız, boş ve ge­reksiz birçok fazlalıklar içermekte olduğunu san­mıştır ve onu kötülemek amacıyla "İçinde tefsirden başka her şey vardır" demişlerdir. Yine alayvari bir üslupla, "Tefsir-i Kebir-i Fahr-i Razi/Efsane-i suhen bedin dırazi (Fahr-i Razi'nin Tefsir-i Kebir'i/Bunca uzun efsanevari bir sözdür)." Oysa gerçek şudur ki, görüş isabeti açısından ve ister muhalif ister muvafık değişik görüşlerin nakledilmesi ve eleştirilmesi açı­sından ve tefsire dair zor konuların çözümü ba­kımından çok üstün bir eserdir. Bugünün Kur'an araştırmacılarından biri olan Dr. Ali Asğar Halebi Bey, bu çok değerli tefsirin tercümesine başlamış ve iki cildini yayınlamıştır. [483]

 

i- Tefsirü'l-Mizan

 

Yer darlığı, bu satırların yazarını altıncı asrın geniş yelpazesinden ondördüncü asra atlamaya mec­bur etmiştir. Aradaki bu sekiz asırda elbette çok de­ğerli paha biçilmez tefsirler, hem ehl-i sünnet ala­nında Ebu Suud İmadi'nin eseri İrşadu'l-Aklu's-Selim tefsiri, Tefsir-i Alusi gibi eserler, hem de Ehl-i Te-şeyyu' alanında da Molla Fethullah Kaşani tefsiri, Tef­sir-i Hüseyni vb. gibi eserler yazılmıştır. Fakat sadece on tefsiri tanıtmamız gerektiğinden ister istemez bun­ları atlıyoruz.

Merhum Allame Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai'nin eseri el-Mizan Fi't-Tefsirü'1-Kur'an, 20 cilt halinde Arapça olarak yazılmıştır. Telif işi Hicri kameri 1370 yılının ortalarında başlanmış ve 1392 Ra­mazanında yani, müellifin vefatından on yıl kadar önce tamamlanmıştır. Şayet el-Mizan'ın İmamiye Şiasının kesinlikle en önemli tefsiri olduğunu söyleme gibi bir hükme varırsak (merhum Tabatabai'nin de­ğerli talebelerinden Merhum Ayetullah Mutahhari'nin de buyurduğu gibi) bu üzerinde dü­şünülmesi gereken bit hüküm olur, zira hakikatte öyledir. Ama yeni asırda ya da onbirinci asırda ya­zılan Molla Sadra'nın tefsirinden günümüze kadar yazılmış olan tefsirler arasında bu derecede geniş, kapsamlı, sorunları çözücü, zeka ve güzelliklerle dolu bir tefsirin yazılmadığı gibi bir hükme varırsak bu üzerinde şüphe edilecek bir şey olmamalıdır. Merhum Allame, çağdaş hekimlerden (filozof) olması ha­sebiyle bu tefsirin felsefi bir tefsir olduğu düşüncesi taşınabilir. Fakat böyle değildir. Bu sadece Filozoflara galebe çalmak değil, belki aksine temel ya da ayrıntı felsefi konulara aslında bu tefsirde hiç denilecek kadar az yer verilmiştir. Onun aklî yapısı gereği ola­rak da felsefî değildir. Hatta naklî ve rivayî konular dahi düzenli bir şekilde her bir ayet grubunun tefsiri zeylinde mebsut (açıklamalı) ve delilli bir şekilde açıklanmıştır. el-Mizan, defalarca Lübnan'da, Tahran'da ve Kum'da basılmıştır. Elimizde iki tercümesi vardır. Birisi, Ayetullah Mekarim-i Şirazi, Huccetülislam Muhammed Cevad Kirmanı, Ayetullah Misbah Yezdi, merhum Muhammed Rıza Salihi-yi Kirmanı, Huccetülislam Seyyid Muhammed Hamenei, Abdulkerim Burucerdi ve Seyyid Muhammed Bakır Musevi-yi Hemedani gibi çok değerli ve Kur'anbilimcisi fazilet ehli üstadlar heyeti tarafından 40 cilt halinde defalarca basılan tercümedir. Daha sonra tercümesi, müellifin takdirini alan Huccetülislam Seyyid Muhammed Bakır Musevi-yi He­medani, bu teşvik ve takdirle, el-Mizan'ın tümünü tercüme etmeye başlamış ve İlahî inayetle bu tefsirin tümünü tercüme etmeğe muvaffak olmuştur. Bu ter­cüme de 20 cilt halinde defalarca basılmıştır. Bu eser, Arap İslam aleminde de çok önemli bir değere sa­hiptir ve dünyanın dört bir yanındaki ilmi mer­kezlerde, İslambilim merkezlerinde ve Kur'anbilim merkezlerinde bulunmaktadır. Arapça el-Mizan için İlyas Kelantri'nin çabasıyla bir ciltlik bir konu fihristi hazırlanmıştır. Dr. Ali Rıza Mirza Muhammed de bazı yetkili araştırmacıların da yardımıyla el-Mizan'ın farsça konu anahtarını, üç cilt olarak düzenlemiş ve yayınlamıştır. el-Mizan ile ilgili olarak birçok Arapça ve Farsça eserler kaleme alınmıştır. Bunlardan ba­zıları, Muhammed Hüseyin Zehebi'nin Arapça "et-Tefsir ve'1-Müfessirun" adlı eseri, Huccetulislam Mu­hammed Ali Mehdevi Rad'ın kalemiyle yazılmış “Silsile-i Makalat-şinasi-yi Tefsirha-yı Amme ve Hasse” adlı eser ve ben acizanenin "Tefsir ve Tefasır-ı Cedid” ve Kur’anpujuhi (Kur'an Araştırmaları)" adlı eserler ebakılabilir. [484]

 

2- On Kur'an Tercümesi

 

Bu kitabın daha önceki bölümlerinde de zik­retmiş olduğumuz gibi Fars dili, diğer bütün dil­lerden daha çok ve daha önce Kur'an tercümesi yapma şerefine nail olmuştur. Farsça Kur'an ter­cümesinin (Fatiha ve muhtemelen diğer birkaç su­renin tercümesi) geçmişi ta Resulullah (s.a.v) dönemine ve Selman-ı Farisi'nin çalışmalarına kadar gitmektedir. Yine daha önce Farsça olarak yazılmış 500'den fazla Kur'an tercümesinin var olduğunu da ifade etmiştik. [485]

 

1- Kur’an-ı Kuds Tercümesi

 

Farsça olarak yazılmış olan ve elimizde mevcut bulunan en eski Kur'an tercümesi Kur'an-ı Kuds is­mindeki tercümedir. Bugün Kuds-i Razavi kü­tüphanesinde muhfaza edilmektedir. Kur'an-ı Kuds'un, görüş ehli kişilerce ve onun kendi verilerine göre, hicri 250 ile 350 yılları arasındaki zaman ara­lığında tercüme edildiği söylenmektedir. Dili çok es­kidir, ve şayet gerekli açıklamalar ve bilgiler ya­pılmamış olsaydı anlaşılması çok zor bir tercüme olurdu. Bu eser iki cilt halinde 1364 yılında basıldı. [486]

 

2- Tefsir-i Taberi Tercümesi

 

Samaniler padişahı Mansur bin Nuh'un saltanatı zamanında Kur'an'ın tercüme edilmesinin caizliği ya da gayri caizliği konusu ortaya çıktı. Bunun üzerine Maveraunnehir'deki Hanefi alimleri, Kur'an'ın Farsçaya tercüme edilebileceğine cevaz verdiler. Bundan sonra da aynı alimler tarafından k. 345 yılında Tefsir-i Taberi Farsçaya tercüme edildi. Bu eser, günümüzde merhum Habib Yağmai'nin üstün çabalarıyla 7 cilt halinde 4 cilt olarak Tahran Üniversitesi tarafından (ş. 1339-1344) yayınlanmıştır. Daha sonra Tus Ya­yınevi tarafından da yeniden basılmıştır. Bu tercüme eseri de Farsçada önemli bir yere sahiptir. [487]

 

3- Surabadi'nin Tercüme Ve Tefsiri

 

Bu eserden ve onun açıklamış olduğu kıs­salardan yola çıkarak Dr. Yahya Mehdevi ve Mehdi Beyani, Tercüme Ve Kur'an Kıssaları adı altında iki ciltlik bir eser kaleme almışlar ve Tahran Üniversitesi tarafından Hş. 1338 yılında basılmıştır. Daha sonra Harezmi Yayınevi bu eseri yeniden basmış ve ya­yınlamıştır. Söz konusu olan bu eser, Surabadi olarak tanınan Ebu Bekir Atik Nişaburi'nin eseridir. Kur'an'ın en eski ve en şirin ve akıcı tercümelerinden birisidir. Bu eserin tümünü değerli alim, merhum Ali Ekber Saidi-yi Sircani dört bin sayfa olarak tashih etmiş ve yayına hazırlamıştı. Fakat ömrü vefa etmedi. Bu satırların yazarı da kendisiyle birlikte onun tashih ettiği bu eserin yarısına kadarki bir kısmını gözden geçirmişti. Şu anda bu değerli eserin tashih ve dü­zenlenmesi bitmek üzere olup yayınlanma aşa­masındadır. [488]

 

4- Meybudi Tefsirinin ilk Tercümesi

 

Meybudi'nin tefsiri[489] konusunda bu bölümde bilgi vermiştik. Bu de­ğerli tefsirin ilk tercümesi olarak yazılan tercüme, Kur'an-ı Kerim'in eski farsça tercümeleri içinde en açık, en tatlı ve en doğru tercümelerdendir. [490]

 

5- Şah Veliyullah'in Tercümesi

 

Bu tercüme, Kur'an-ı Kerim'in son dönem farsça tercümelerinden en açık ve en dakik tercümelerindendir. Mütercimi, Şah Veliyullah Muhaddis-i Dihlevi'dir.[491] Bu tercüme defalarca Pakistan'da ve Hindistan'da bazen Tefsir-i Hüseyni ile birlikte, bazen de müstakil olarak Kur'an'ın aslı ile birlikte basılmıştır. [492]

 

6- Kumşei'nin Tercümesi

 

Yine birkaç asır sıçrayıp içinde bulunduğumuz asra uçmak zorundayız. İçinde bulunduğumuz asrın Kur'an-ı Kerim tercümesini başlatanlar ve yapanlar birkaç kişidir. Bunlardan birisi Basirü'1-Mülk (Muhammed Tahir Şeybani-yi  Kaşani)'tür. Nasiruddin Şah döneminin en iyi alimlerindendir ve yapmış ol­duğu tercüme basılmıştır. Bir diğeri, Abdul-Hüseyn Ayeti'dir. Mahlası Avare idi. Gençliğinde Bahailik mesleği içinde bulmuştu kendisini. Daha sonra onların yanlışlığını ve hilekarlıklarını görünce tevbe etti ve İslam’a ve Teşeyyu'a geri dönüş yaptı ve bu mes­leğin reddi konusunda önemli bir eser olan Keşfü'l-Hiyel'i yazdı. Onun yaptığı Kur'an tercümesinin ismi Nüba'dır. 3 cilt halinde Yezd'de basılmış olup gü­nümüz tercümelerinden sayılır. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bugünkü tercümelerin en başında hiç şüp­hesiz merhum Mehdi Muhyeddin İlahî-yi Kumşei'nin tercümesidir. İlahî-yi Kumşei, hem birçok İslami ilim­de görüş sahibi olan hem Farsça yazımında maharet sahibi olan ve hem de şair ruhlu bir yapıya sahip olan içinde bulunduğumuz asrın son dönem filozof ve hekimlerindendir. Kendilerinin yapmış oldukları ter­cüme Hş. 1320 yılı civarında tamamlanmış ve son yıl­larda çok değerli alim ve fazilet ehli oğlu Dr. Hüseyin İlahî-yi Kumşei'nin tashihine de mazhar olmuştur. Fakat üzülerek belirtelim ki bu tercüme, çok şirin ve akıcı bir dile sahip olmasına rağmen kimi ilmi yan­lışlıklar da taşımaktadır. Elbette bu yanlışlıkları ele al­manın yeri burası değildir. Biz bu konuyu daha geniş bir şekilde ve yaklaşık seksen sayfa olarak bir diğer eserimiz olan Kur'anpujuhi (Kur'an Araştırmaları) adlı eserimizde zikrettik. Sevindiricidir ki, bu ilmi ve dilsel eleştiriler göz önüne alınarak söz konusu ter­cümenin yeni baskılarında bu hatalar düzeltme yo­luna gidilmiştir. [493]

 

7- Ayeti'nin Tercümesi

 

Kur'an-ı Kerim'in gününmüz akıcı, açık ve sağ­lam tercümelerinden biri de Abdul-Muhammed Ayeti'nin tercümesidir. Ayeti, son dönem müellif ve mütercimlerinden biridir. İbn-i Haldun'un Tarihü'l-İber isimli eserinin 6 ciltlik tercümesi ona aittir. Ay­rıca Nehcü'l-Belağa'nın tercümesini de yapmıştır. [494]

 

8- Müctebevi'nin Tercümesi

 

Günümüzün akıcı ve sağlam tercümelerinden bi­risi de Tahran Üniversitesinde felsefe, hocası olan ve birçok telif ve tercüme esere imzasını atmış olan Dr. Seyyid Celaleddin Müctebevi'nin tercümesidir. Bu tercüme, sağlam ve metin bir nesirle yazılmış eleştiri konusu olacak çok az bir konumdadır. Varolan kimi hataları da değerli hoca kendisi bunu zikrederek ge­lecek baskılarda düzeltileceği haberini vermiştir.  [495]

 

9- Fuladvend'in Tercümesi

 

Bu tercüme, Kur'an-ı Kerim'in içinde bu­lunduğumuz dönemdeki en güzel, en önemli ve ba­şarılı farsça tercümelerinden biridir. Mütercimi, Tah­ran Üniversitesinin emekli hocalarından olup, sözbilimci ve Kur'anbilimci bir şahsiyet olan değerli üstad Muhammed Mehdi Fuladvend'dir. Dü­zenlenmesinde, baskısında ve gözden geçirilmesinde çok büyük bir itina gösterilmiştir. Bu satırların yazarı da bu son gözden geçirme işinde yer alma şerefine nail olmuş kişilerden biridir. [496]

 

10- Hurremşahi'nin Tercümesi

 

Son yirmi-otuz yıldır büyük bir aşk, şevk ve vecd ile Kur'an araştırmaları vadisinde dolaşan ve Kur'an çalışmaları ile ilgili beş-altı eser kaleme alan ve ya­yınlama başarısını elde eden bu satırların yazarı da dört yıllık bir çalışmayla[497] Kur'an-ı Kerim'i farsçaya tercüme etmiş ve her sayfanın altında da tefsire yönelik bazı açıklamalar yapmıştır. Aynı zamanda ilk kez olarak tam Kur'anî-Farsça kavramlar (yalaşık 12 bin Kur'anî kavramı kapsayan) sözlüğü düzenlemiş ve tercümenin so­nunda on-oniki ek de zikretmiştir. Bu tercüme baskı aşamasındadır. İnşaallah çok yakın bir zamanda[498] ya­yınlanacaktır. Bu eser 912 sayfadır. Aynı zamanda bu tercümenin Newyork ve Avrupa'nın diğer önemli merkezlerinde de bu ülkelerde ikamet eden İran­lıların hizmetine sunulmak üzere basılma kararına varılmıştır. Ayrıca bilgisayarda (internet aracılığıyla) da kendisine yer ayrılacaktır. Bu tür faaliyetlerde yar­dımı geçen tüm kuruluşlara teşekkürlerimi bildirir, Yüce Allah'dan başarılarının devamını dilerim. [499]

 

3- On Kur'an Sözlüğü

 

1- İbn-i Abbas'ın Kavramlar Sözlüğü

 

Kur'an-ı Kerim'deki kavramlarla ilgili en eski lügat çalışmalarından birisi hiç şüphesiz ki İbn-i Abbas'ın kendi dostlarından Nafi' bin Erzak isminde bir kişiyle yapmış olduğu sorulu-cevaplı bir ça­lışmadır. Bu eserin ismi, "Mesailü Nafi' bin Erzak" olup Allah'a hamd olsun ki, on dört asır boyunca mu­hafaza edilmiş ve basılma şansını elde etmiştir. İbn-i Abbas'ın kavrambiliminin ve kavramlarla il­gilenmesinin en önemli özelliği, O'nun Kur'an'ın terkib ve müfredatının çoğunda açıklamalarda ve tavzihatlarda bulunurken "Divanu'l-Arab"dan yani cahiliye dönemi şiirlerinden deliller getirmiş ol­masıdır. Bu nefis kavramlar, İbn-i Ebi Talha yoluyla da rivayet edilmiş ve birkaç ravi aracılığıyla ek­seriyetle Sahih-i Buhari ve tam olarak Tefsir-i Taberi'de yer almıştır. Bu kavramlar Suyuti'nin İtkan'ında da mevcuttur. Yani İtkan'ın 36. bölümünde ele alınmıştır. [500]

 

2- Ebu Ubeyde'nin Mecazu'l- Kur'an'ı

 

Bu eseri, şekil olarak normal kelime ve kavram sözlüğü türünden saymamız mümkün değildir. Fakat anlam olarak sözlük hükmünde sayılabilir. Zira hem Kur'anî müfredatı açıklamaktadır hem de anlaşılması zor ibare ve terkibleri açıklamaktadır. Bu eserin mü­ellifi, Ebu Ubeyde Ma'mer bin Müsennâ'dır.[501] Görüldüğü üzere bu eserin ömrü yaklaşık 12 asırdır. Bu kitab, Fuad Sezgin'in çabasıyla tashih edil­miş ve basılmıştır. [502]

 

3- Ğaribu'l-Kur'an Tefsirleri

 

Bu da bir tür Kur'anî kavramlar sözlükleridir ki, bunlar örneğin diğer sözlükler ya da Mu'cem'ler gibi değildir ve bundan dolayı da ismine "Ğaribu'l-Kur'an" ya da "Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an" denmiştir. Bu eserlerin taşımış oldukları tefsir isminden dolayı Kur'an tefsirlerinin bir parçası olarak sayılması da doğru ve mümkün değildir. Çünkü lağvi ve lafzî an­lamları dışında hiçbir anlam ve şerhe sahip değiller. Bu tür eserler birkaç gruptur ki, içinde bu­lunduğumuz asırda, tashih edilip basılanlarının en önemlileri şunlardır: İbn-i Kuteybe'nin Te'vili Müş-kilü'l-Kur'an adlı eseri,[503] Yine İbn-i Kuteybe'ye ait Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an adlı bir diğer eseri, Ebubekir Sicistani'nin eseri Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli kitab.[504] Bu eser aynı za­manda Nehzetü'l-Kulub olarak da ad­landırılmaktadır. Zeyd Şehid'in Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli eseri, İbn-i Mulikkan'ın[505] Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli eseri ve meşhur Mecmeu'l-Bahreyn isimli lügatin sahibi olan Fahruddin Tarihi'nin Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli eseri. [506]

 

4- Rağib'in Müfredat'ı

 

Bu eserin tam ismi, Mu'cemu Müfredat-i Elfazu'l-Kur'an'dır ve müellifi ünlü Muhadarat adlı eserin de sahibi olan Rağıb el-İsfehani'dir.[507] Bu eserin en temel özelliği, lügati türevleri ile birlikte açıklıyor olmasıdır. Yani sadece kökü değil kökbilimi ve kökten türemiş olan kelimeleri de açıklamaktadır. Bu eser, son yıllarda Farsça'ya da tercüme edilmiştir. [508]

 

5- Lisanü't-Tenzil

 

Eser, yazarı belli olmayan ve hicri dördüncü ya da beşinci asra ait olan bir eserdir. Eserde Kur'an'ın müfred ve mürekkeb kelimeleri akıcı bir şekilde Fars­ça'ya tercüme edilmiş ve ayrıca kelimelerin türevleri ve onların müfred ve çoğul oluş şekillerine de işaret edilmiş, bunun yanında sarf ve nahivle ilgili bazı ko­nulara da işaret edilmiştir. Bu kitab, resmi tertibin ak­sine, Fatiha ve Nas surelerinden başlayıp Bakara su­resi ile bitiyor. Eser, Üstad Dr. Mehdi Muhakkık'ın çabasıyla tashih edilmiş ve defalarca basılmıştır. Ki­tabın sonuna çok kapsamlı bir fihrist de eklenmiştir. [509]

 

6- Lisanu'l- Arab

 

Lisanu'1-Arab, en toplu ve en geniş bir arab lü­gatidir. Müellifi, Afrikalı Allame İbn-i Manzur'dur.[510] Bu eseri, genel bir lügat olmasına rağmen Kur'anî lügatlerin bir parçası olarak zikrettik. Zira Kur'anî kavramları kapsaması ve onların anlamlarını geniş ve detaylı bir şekilde Kur'an'a özgü olan birçok lügatten daha geniş ve daha kaliteli bir şekilde ele al­dığı için zikrettik. Lisanu'1-Arab, aslında kafiye dü­zenine göre, yani kelimenin son harfine göre tertib edilmiştir. Nitekim eski lügatlar da bu şekildedir. Ör­neğin Firuzabadi'nin Kamus'u bu şekildedir. Fakat son yıllarda bu eser, kelimelerin ilk harfine göre de düzenlenmiş ve gerekli fihrist türleriyle birlikte ba­sılmıştır. [511]

 

7- Mecmeu'l-Bahreyn

 

Bu eser, hem Ğaribu'l-Kur'an'dır ve hem de Ğaribu'l-Hadis'tir. Yani, hem Kur'anî kavramları hem de hadis kavramlarını açıklamaktadır. Müellifi, Fah­ruddin Tarrihi'dir.[512] Bu eser, kafiye ya da kelimelerin son harfi düzenine göre hazırlanmıştır.

Defalarca taş baskı ya da hurufi baskıyla basılmış ve son dönemlerde de Mahmud Adil'in katkılarıyla ke­limenin ilk harfine göre tertib edilmiş ve iki cilt ha­linde Defter-i Neşr-i Ferheng-i İslamî[513] tarafından basılmıştır. Mecmeu'l-Bahreyn de tıpkı Rağıb'ın Müfredat'ı gibi Şia araş­tırmacıları arasında en sevimli ve en resmi eserdir. [514]

 

8- Mu'cemu Elfazu'l-Kur'anü'l-Kerim

 

Günümüz Kur'an sözlüğü çalışmalarının en mu­teber ve en önemli kavrambilim eserlerinden birisidir. Aynı zamanda Kur'anî kavramları bulma noktasında da önemli bir katkı sağlamaktadır. Eser, Arab ede­biyatının ve lügatinin birinci derecede gelen değerli hocaları[515] ta­rafından Kahire'deki Arab Kültürevi tarafından mi­ladi 1940 yılının sonlarından 1950 yılının başlarına kadar düzenlendi. Her kelimenin lügat açıklaması da yapılmıştır. Şayet mücerred fiil olursa onun hangi babdan olduğunu, masdarını ve türevlerini Kur'an'da kullanıldığı şekliyle zikretmişlerdir. Fi'l-i Mezidi de aynı şekilde zikretmişlerdir. Ve şayet kelime isim idiyse onun anlamını zikretmişler ve eğer masdar ise, hem anlamını hem de fiillerini her konudaki surenin adı ve ayet numarasını zikretmişlerdir. Ayrıca birçok konuda her kelime ile ilgili olan Kur'anî ayet ve iba­reyi de tesbit etmişlerdir. Bu eser, iki cilt halinde olup İslam dünyasında ve de İran'da defalarca basılmıştır. [516]

 

9- Et-Tahkik Fi Kelimati'l-Kur'ani'l-Kerim

 

14 ciltlik Arapça bir eserdir. Ülkemizin çağdaş alim Kur'anbilimcilerinden ve çalışkan üstadlarından Hasan Mustafavi'nin eseridir. Her kelime hakkında başlangıçta muteber Arab lügatlerinin en önemli kay­naklarından onunla ilgili bilgileri nakleder daha sonra da kendi bilgilerini ona ekler. Bu eser, asrımızın Kur'anî kavramlar noktasındaki en toplu kaynaklarındandır. [517]

 

10- Ferhengname-i Kur'anî (Kur'an Kelimeleri Sözlüğü)

 

Bu Ferhengname (kelime sözlüğü) normal söz­lüklerinden biri değildir. Aksine bir "tercümename"dir. Zira bu çalışma, eski Kur'an ça­lışmaları ve tercümeleri arasında çoğunluğu, Asitan-ı Kuds-i Razavi'de mahfuz bulunan 142 eserden top­lamadır. Bu sözlükte, kelimelerin madde ve kökleri değil, zahir şekli dercedilmiştir. Her bir kelime ile il­gili olarak ilkönce o kelimenin geçtiği Kur'an ayeti ya da ibaresi zikredilmiş daha sonra da eski Kur'an tercümelerinin ve çalışmalarının dikkate aldığı kar­şılıkları zikredilmiştir. Eser, günümüz Kur'anbilimcisi ve araştırmacılarından olan Dr. Muhammed Cafer Yahakki'nin gözetiminde bir heyet tarafından dü­zenlenmiş ve dört cilt halinde basılmıştır. Bazı önemli fihristleri kapsayacak olan beşinci cildinin de çıkması beklenmektedir. [518]

 

4- Kur'an Fihristleri Ve Kitap Bilimleri

 

1- Muhammed Fuad Abdulbâki

 

Kur'an-ı Kerim'in en önemli Keşfu'1-Ayat (ayet bulma) ya da Keşfu'l-kelimat (kelime bulma) ça­lışmalarından birisi hiç şüphesiz ki Alman İslambilimcisi ve Kur'an araştırmacısı Gustav Filogel'in[519] Nücumu'l-Furkan Fi Etrafı'1-Kur'an adlı eseridir. Zira bu eseri kendi sahih Kur'anı ile bir­likte yayınlamıştır. Fakat İslam aleminde keşfu'l-kelimatı da yapabilen (yaklaşık olarak, yüzde yüz değil) en önemli, en meşhur ve en kolay ve açık Keşfu'l-Ayat eseri, Mısırlı fihristçi, hadisbilimcisi ve Kur'an araştırmacısı Muhammed Fuad Abdulbaki'nin[520] "el-Mu'cemü’l-Müfehres li Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim"[521] isimli eseridir. Bu Mu'cem'de ya da fihristte, Kur'ani kelimelerin tümü, alfabe sırasına göre bazı ayetlerin zikriyle birlikte, Mekki (k) ve Medeni (M) oluşlarıyla birlikte ve surenin isim ve numarası ve ayetin numarası ile birlikte zikredilmiş ve ele alın­mıştır. Bu eser, İslami ilimlerde (hatta insani ilim­lerde) hiçbir araştırmacının ondan bîniyaz ola­mayacağı küçük çaplı ve çok faydalı bir eserdir. Bu Mu'cemde ve bu tarzda yazılmış olan diğer mu'cemlerdeki tek sorun Arapçayı bilmeyen in­sanların kelimelerin kökünü bulmaktaki veya bil­mekteki zorluklarıdır. [522]

 

2- Ferhang Amari-yi Kur'an-ı Kerim

 

Abdulbaki'nin Mu'cem'inin taşımış olduğu söz konusu müşkil ya da zorluğun giderilmesi için ihtisas alanı tıp, sağlık ve tabii ilimler olan fakat çok ileri se­viyede bir Kur'anbilimcisi olan İranlı araştırmacı ve Kur'an araştırmacılarından olan Dr. Mahmud Ruhani, yeni bir sözlük çalışması düzenlemiştir. Bu çalışma, her kelimenin madde ve kök esasına göre değil, her kelimenin harf sırasına göre, görünüşü, okunuşu ve yazılışı şekline göre düzenlenmiş ve kelimeleri bulma işini araştırmacılar hatta bu alanda hiç bir bilgisi ol­mayan kimseler için bile kolaylaştırmıştır. Bu sözlük çalışması, üç cilt halinde kaleme alınmıştır. Birinci cildi, takriben Kur'anî tüm kelimeleri bulma, ayetleri bulma ve hatta konuları bulma konuları ile ilgili bil­gileri tanıtma hakkındadır. Ayrıca Arapça ve Farsça olarak yazılmış olan ve Kur'an-ı Kerim'in fihristinin yazılmasının gereği ve niteliği üzerinde de du­rulmuştur. Eserin diğer iki cildi de sözlük metninden oluşmaktadır. Baskısı da çok orjinal, renkli ve yanlışsızdır. Bu sözlüğün Abdulbaki'nin sözlüğünden farklı olduğu bir diğer özellik de bu eserin gerçekte Kur'an-ı Kerim'in tümünün ve kamil anlamda kelime bulma (tabii olarak ayet bulma) noktasında çok kolay olmasıdır. Kelime bulmadan maksad, Kur'an'ın Konkordansı demektir. Bu kitabın iki ismi vardır. Farsça ismini zikrettik. Arapça ismi ise, "el-Mu'cemu'1-İhsai li Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim"dir. [523]

 

3- Joul Labom'un Mevzui Sözlüğü

 

Bu mevzu bulma çalışması, Fransız müsteşrik ve Kur'an araştırmacısı Joul Labom'un[524] dü­zenlediği bir eserdir. Ayrıca Kur'an'ın yeni ve ciddi konu fihristi çalışmalarının ilkidir. Bu çalışma, ilk kez m. 1877 yılında basılmıştır. Bu fihrist çalışması, 18 bab ya da külli mevzuya ve her mevzu da kendi arasında daha alt mevzulara ayrılmakta ve toplam ola­rak 350 mevzuya ayrılmaktadır. Muhammed Fuad Abdulbaki, miladi 1924 yılında bu fihristi "Tafsilu Ayatu'l-Kur'anu'l-Kerim" adı altında Arapçaya ak­tararak bununla birlikte 100 mevzuyu daha da ona ekleyerek yayınladı. Bu eser, bugüne dek yapılmış olan Kur'anî mevzui fihristlerin tümünün ana kay­nağıdır. Bunun tek eksiği ve sorunu onun sınırlı oluşu ve ele aldığı 450 mevzuun az oluşudur. Zira Kur'an-ı Kerim’in mevzuları ve mefhumları eğer doğru bir şekilde ele alınırsa 8000'den daha fazla ol­duğu ortaya çıkacaktır. [525]

 

4- Merhum Ramyar'ın Fihristü'l-Metalib'i

 

Joul Labom'un fihristi, İran'da ilk kez olarak İ'timadu's-Sultane[526] tarafından farsça tercüme ile düzenlenmiştir. Bu fihrist, 720 maddelik bir alfabatik dibaceye sahiptir ki, bu dibace aracılığıyla birkaç bab ve fasla ayrılmış olan fihrist metnine ulaşılabilir. Mer­hum Mahmud Ramyar'ın Fihristü'l-Metalib isimli eseri hakikatte İ'timadu's-Sultana'nın fihristinin ta­mamlayıcısı ve ilerlemişi niteliğindedir fakat ondan daha kolay bulma özelliğine sahip değildir. Ve o önemli olan alfabatik 720 maddeye de sahip değildir. Bu fihrist, 23 fasılda ve 1500 mevzu kapsamaktadır. Bu fihristin de eksiği ya da zorluğu konularına al­fabatik sıraya göre müracaat etmenin mümkün ol­mamasıdır. Bu zorluk veya eksiklik bir sonraki fih­ristte giderilmiştir. [527]

 

5- Ferheng-i Mevzui-yi Kur'an-ı Mecid

 

Bu kitab, aslı Arapça olup asıl adı "el-Fihrisü'l-Mevzui li'1-Kur'an-i Kerim"dir. Fakat içinde birçok Farsça kelimeler mevcuttur. Bu eserin en güzel yanı, rahatlıkla müracaat edilebilir olmasıdır. Bu eser iki kalem ehli ve kitab bilimcisi yani Kamuran Fani ve Bahauddin Hurremşahi tarafından düzenlenmiştir. Bu esere, tıpkı diğer normal sözlüklere baktığımız gibi bakılmalıdır. Örneğin aklımıza bir konu geldiğinde, mesela sabır, sadakat, sulh, savm (oruç), Uhud, Bedir, ya da tarihi, coğrafi, veya kişilerle ilgili birçok konu ve kelime alfabetik sıraya göre düzenlenmiş ve ra­hatlıkla bulunabilir bir halde kaleme alınmıştır. Yedi bin esas madde ve Kur'an'a bağlı olan bunların alt ko­nuları ele alınmıştır. Bu eser basılmış olup birinci bas­kısı tükenmiş durumdadır. [528]

 

6- Kur'an Kitab Bilimi (I)

 

Kur'an-ı Kerim'in içinde bulunduğumuz asırdaki ilk yarı toplu kitab bilimi Ali Şevvah İshak'ın 4 ciltlik "Mu'cem-i Mesnufat-ı Kur'an-ı Kerim” isimli eserdir. Kur'an-ı Kerim’e yönelik yazılmış olan, yani Kur'anî eserler fihristi türü kitaplar hayli fazladır. Buna örnek olarak ünlü kitapbilimcisi ve İslam bilimcisi olan Türk yazar Fuad Sezgin'in Almanca olarak kaleme almış olduğu ve 10 cilt halinde Arapçaya çevrilen "Tarihu't-Terasu'l-Arabi" adlı eseri verilebilir. Bu ese­rin birinci cildi, başlangıçtan ondördüncü asrın so­nuna kadar Kur'an ve hadis ile ilgili olarak kaleme alınan eserlerin tanıtımına yöneliktir. Bu eserin dı­şında İbn-i Nedim'in bin yıllık önemli eseri "el-Fihrist" adlı kitab birçok Kur'anî eseri zikretmiştir. Ya da Haci Halife (Katib Çelebi)’nin eseri Keşfu'z-Zünun'da birçok eser ismi zikredilmiştir. Bu konuda birçok eser saymak mümkündür. [529]

 

7- Kur'an Kitab Bilimi (II)

 

Yukarıda ismi zikredilen eserler dışında ve on­lardan daha kapsamlı bir eser de çağdaş kitab bi­limcilerinden ve ilim adamlarından olan Abdulcebbar Refai'nin Mu'cemu'd-Dirasati'l-Kur'anîyye adlı eser­dir. Bu eserde yaklaşık yirmi bin eserin ismi zik­redilmiştir. İki cildi yayınlanmış olup Arapça, Farsça ve Urduca 4150 Kur'anî makaleye yer verilmiştir. Diğer ciltleri de yayınlanmaya devam etmektedir. [530]

 

8- Rahnuma-yi Gencine-i Kur'an

 

Bu kitabname, yani Rahnuma-yi Gencine-i Kur'an, çağdaş ediplerden ve kitab bilimcilerinden olan değerli üstad Ahmed Gülçin Meani'nin eseridir. Bu eserin mukaddimesinde de ifade edildiği gibi Asitan-ı Kuds-i Razavi kütübhanesinde muhafaza edilen ve mevcut olan 4500 hattı Kur'an arasından 204 tanesi taşımış oldukları değerden dolayı seçilmiş ve bu ki­tapta tam anlamıyla tanıtılmışlardır. [531]

 

9- Mütercim Kur'anları Fihristi

 

Bu konuda daha önce de Kur'an tercümeleri bö­lümünde gerekli açıklamalar vermiştik. Sadece Farsça olarak yaklaşık 500 tercümenin üstünde bir çalışma mevcuttur. Bunların çoğu Asitan-ı Kuds-i Razavi Kü­tüphanesinde mevcut olup bunlarla ilgili tanıtımları yapan kitaplar da mevcuttur. Bu konuda en önemli çalışma, değerli hoca Muhammed Asef Fikret'in yap­tığı çalışmadır. [532]

 

10- Kur'an Tercümeleri Kitab Bilimi

 

Bu esere, bu bölümün başında işaret etmiştik. Fakat müstakil ve daha geniş bir tanıtıma layık bir ki­taptır. Eserin tam adı şudur: Kitabşinasi-yi Tercümeha ve Tefsirha-yı Çapi-yi Kur'an-ı Mecid’dir.[533] Bu eser, m. 1515 ile 1980 yıllar arasında kaleme alınmış olan eserleri ihtiva edip İsmet Binark ve Haldran (Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun gözetiminde) toplaması ve Muhammed Asef Fikret'in tercüme ve düzenlemesiyle vücuda gelmiştir.[534] Görüldüğü üzere, bu eserin aslı İn­gilizce olup Prof. İnsanoğlu başkanlığında Ankara'daki İslam Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma Merkezi tarafından pek de iyi olmayan bir baskıyla neşredildi. Daha sonra Muhammed Asef Fikret yeniden bu eseri bazı eklemelerle ve daha güzel ve doğru bir baskıyla Farsçaya tercüme edilip yayınladı. [535]

 

5- Kur'anî İlimlerin En Önemli Kaynakla

 

Kur'an Araştırmaları eserleri bu bölümün de de­ğişik yerlerinde ifade edildiği gibi hayli fazladır ve birkaç binlik eser arasında 50 tanesinin seçilip ta­nıtılması bayağı zor bir iştir. Bundan dolayı bizler, özel bir taktik ve düzen izledik ve o da elli eserin beş başlık altında tanıtılması şeklindedir ki şu ana dek bunların kırk tanesini tefsir, tercüme, sözlük ve fih­ristten oluşan dört başlık altında tanıttık. Bu elli eseri, dağınıklığın önlenmesi amacıyla beş başlık altında zikrettik. Beşinci başlık altında ele alınacak eserler de elbette çok geniş ve fazladır. İster istemez, bu eserleri beşerli iki kısma ayırdık:

a- Bütün Kur'anî ilimler ko­nusunda külli eserler: Burhan (Zerkeşi), İtkan (Suyuti), Menahilü'l-İrfan (Zerkani), Mebahis-i Fi Ulumi'l-Kur'an (Subhi Salih) ve et-Temhid (Ayetullah Ma'rifet). Hiç şüphesiz bu beş eser İslam dünyasında tüm Kur'anî ilimler konusunda yazılmış en önemli eserlerdir,

b- Beş "Kur'an tarihi" eserleri de şunlardır: Nouldeke'nin, Abdussabur Şahin, Ramyar, Dr. Hüc­ceti ve Dr. Muhammed Rıza Celali-yi Nayini'nin Kur'an tarihi isimli eserleri. Şayet bu alanda burada bir eseri daha zikretmemiz gerekseydi hiç şüphesiz ki, merhum Ebu Abdullah Zincani'nin Kur'an Ta­rihini zikrederdik. Zira bu eser Noldeke'nin eseri dı­şında kalan diğer dört eserden hem daha eski hem de daha belirleyicidir. Fakat çok kısadır (hatta 100 say­fadan bile daha azdır). [536]

 

1- Burhan

 

El-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an (Arapça aslı dört cilt halindedir), Mısır'ın Hadisbilimci ve Kur'an araş­tırmaları alimi ve fakihlerinden Bedreddin Mu­hammed bin Abdullah Zerkeşi'nin[537] ese­ridir. Bu eserin önemi noktasında şu kadarını söylememiz yeterli olsa gerekir: Suyuti, değerli bir eser olan İtkan'ı yazarken büyük bir oranda bu esere dayanmış ve ondan yararlanmıştır. Anlaşılan o ki, şayet Zerkeşi Burhan'ı yazmamış olsaydı Suyuti de ya İtkan'ı yazmamış olacaktı ya da bu derecede itibar edilebilir ve itkan (sağlam) bir İtkan olmayacaktı. Bu eser, 47 çeşit ya da fasıl halindedir ve Muhammed Ebu'1-Fazl İbrahim'in tashihiyle neşredilmiştir.[538]

 

2- İtkan

 

El-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an (Arapça dört cüz ve iki cilt halinde) nakli ilimlerin özellikle de Kur'anbilim ve hadisbilim alanında en büyük alimlerden olan Celaleddin Abdurrahman Suyuti'nin[539] ese­ridir. Suyuti, kendisi Mısırlı (Asyut/Suyut) olup ata­ları İranlıdır. Hadis konusunda onun el-Camiu's-Sağir ve Cevamiu'1-Cami' isimli eserleri son dönem hadis ile ilgili eserlerin en büyükleri ve en muteber iki kaynak eserdir. Hindistan'dan Muttaki, Kenzü'l-Ummal adlı eserini bunlara dayanarak kaleme al­mıştır. Kur'an araştırmaları alanında da birçok esere sahiptir. Örneğin, Dürrü'l-Mensur tefsiri, Mecmeu'l-Bahreyn ve Matlau'l-Bedreyn tefsiri, Celaleyn tef­sirinin bir kısmı, Tabakatu'l-Müfessirin ve Mu'terekül-Kur'an (Kur'an kelimeleri ile ilgili üç cilt­lik bir eser) gibi eserler kendisine aittir. Eski ve yeni Kur'anbilimcilerinin büyük bir çoğunluğu, İslam ta­rihi boyunca Kur'anî ilimlerin en kapsamlı kitabı ve belki de Ansiklopedi olduğu inancındadır. Bu eser, büyük bir oranda (özellikle de Kur'an araştırmaları belagatı ve dili alanında) Zerkeşi'nin Burhan'ının bir ürünü niteliğindedir. Bu eser dört cüzü ihtiva eden iki cilt halindedir. [540]

 

3- Menahilü'l-İrfan

 

Menahilü'l-İrafan fi Ulumi'l-Kur'an (Arapça iki cilt), Ezher'de Kur'anî ilimler müderrisi olan Muhammed Abdulazim Zerkani'nin kaleminden çıkmış değerli bir eserdir. Derinlemesine tahkiki, tahlilî, iç­tihadı ve eleştirel bir bakış açısıyla yazılmış bir eser­dir. Eserin en önemli ve en seçkin özelliklerinden bi­risi, her alanda inkarcıların ve muhaliflerin şüphelerini de açıklaması ve büyük bir aşk ve gay­retle, aynı zamanda da tümünün delillerini getirerek tümüne cevap vermesidir. Kitap 17 bölümden oluş­muştur. Bu bölümler şunlardır:

1- Kur'anî ilimlerin anlamı hakkında,

2- Kur'anî ilimler tarihi,

3- Kur'an'ın nüzulü,

4- Nazil olan ilk ve son sure,

5- Esbab-ı nüzul hakkında,

6- Kur'an'ın "yedi harf" (Seb'ate uhruf) üzere nüzulü,

7- Mekki ve Medeni hakkında,

8- Kur'an-ı Kerim'in cem' ve tedvini,

9- Kur'an ayetleri ve surelerinin tertibi,

10- Kur'an'ın yazılması ve onun resmü'l-hattı konusunda,

11- Kıraat ve kariler hak­kında,

12- Tefsir ve müfessirler hakkında,

13- Kur'an'ın tercümesi ve hükmü,

14- Nesh hakkında,

15- Muhkem ve müteşabih hakkında,

16- Kur'an'ın uslubü hakkında,

17- Kur'an'ın mucizeliği hakkında. Bu eser, Kur'an araştırmacısı değerli dostum Muhsin Armin tarafından Farsçaya tercüme edilmiş ve ya­yınlanma aşamasındadır. [541]

 

4- Mebahis Fi Ulumi'l-Kur'an

 

Mebahis fi Ulumi'l-Kur'an, Kur'an tarihi ve Kur'anî ilimlerin tanıtımı konusunda kapsamlı ve nisbeten kısa en makbul eserlerden biridir. Müellifi, "Lübnan Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde İslamiyat ve Fıkhu'1-Lüğa" hocası merhum Subhi Salih'tir. Suphi Salih, aynı zamanda son asır Nehcül-Belağa musahhih ve sarihlerinden birisidir. Bu eserin ilk bas­kısı, miladi 1958 yılında, onuncu baskısı da miladi 1977 yılında yapılmıştır. Kitap 21 bölümden oluş­maktadır:

1- Kur'an'ın isimleri,

2- Vahyin başlaması,

3- Kur'an'ın tedriciliği ve sırları,

4- Kur'an'ın top­lanması ve yazılması,

5- Osmanî mushaflar ve onların düzenlenmesi,

6- Ehraf-ı Seb'a (Yedi harf),

7- Kur'anî ilimlere tarihî bakış,

8- Esbab-ı Nüzul ilmi,

9- Mekki ve Medeni tanımı,

10- Huruf-i Mukatta ya da sureleri açanlar hakkında,

11- Kıraat ilmi ve kariler,

12- Nasıh ve mensuh ilmi,

13- Resm-i Osmani ilmi,

14- Muhkem ve müteşabih'in tanınması ilmi,

15- Tefsir,

16- Kur'an kendi açıklayıcısıdır (el-Kur'anu yufessir ba'dehu ba'den),

17- Kur'an'ın mucizeliği,

18- Kur'an'ın teşbih ve istiareleri, 

19- Kur'an’da mecaz ve  kinaye,

20-Kur'an'ın aheng ve musikî mucizeliği,

21- Hatime (sonuç). [542]

 

5- Et-Temhid

 

Et-Temhid fi Ulumi'l-Kur'an, dört ciltlik Arapça bir eserdir (Muhtemelen bu dört cilde başka ciltler de eklenecektir). Çağdaş büyük Kur'an bilimcilerinden ve araştırmacılarından biri olan Ayetullah Muhammed Hadi Ma'rifet'in eseridir. Bu değerli kitabın ciltleri tedrici olarak k. 1396 ile 1415 yılları arasında Kum'da neşredilmiştir. Temel konuları şunlardır:

1- Vahiy olayı,

2- Kur'an'ın nüzulü,

3- Kur'an'ın top­lanması,

4- Mushafların birliği ve tekliği,

5- Kıraat ve kariler,

6- Nasıh ve mensuh,

7- Muhkem ve mü­teşabih (üçüncü cildin tümü bu konuya yöneliktir),

8- Kur'an i'cazı (Dördüncü cildin tümü). [543]

 

6- Noldeke'nin Kur'an Tarihi

 

"Kur'an tarihi" ismi, Noldeke gibi İslambilimci ve Kur'an araştırmacılarının, Kur'an-ı Kerim'in top­lanma, tedvin, kitabet, resmü'l-hatt, nokta, işaret, ha­reke ve i'rab (ve birkaç diğer konu) gibi konuların ge­lişimi noktasındaki Kur'anbilim araştırmaları dalına verdikleri addır. İçinde bulunduğumuz asırda İslam dünyası dışında yazılmış olan en eski Kur'an Tarihi kitabı, meşhur Alman İranbilimcisi ve İslam bilimcisi Teodor Noldeke'nin[544] Kur'an tarihi ese­ridir. O, Almanca yazmış olduğu bu eseri, m. 1860 yı­lında neşretti. Bu eserin daha sonraki ve daha geniş baskıları m. 1909 ile 1938 yılları arasında Laypzik'te yapıldı. Bu önemli eser son yıllarda İngilizceye de ter­cüme edilmiştir. Bilindiği kadarıyla bu eser, Arapça veya diğer dillere henüz tercüme edilmemiştir. El­bette bu eserin henüz Arapça veya Farsça gibi dillere çevrilmemiş olması boşuna değildir. Zira Noldeke, bu kitapta çok cesurca görüşler ileri sürmüştür ki bu gö­rüşler müslümanların kabul edebileceği görüşler de­ğildir. Bu eserin basılması üzerinde yüz otuz beş yıl­lık bir süre geçmesine rağmen hala da bir kısım batılı ve gayri müslim İslam bilimcilerinin de kabulüne söz konusu olamamıştır. [545]

 

7- Tarih-i Kur'an-ı Şahin

 

Kahire Üniversitesi hocalarından Dr. Abdussabur Şahin'in Kur'an Tarihi isimli eseridir.[546] Yedi bölümden oluşan bu eserin konulan şunlardır:

1- Yedi harf sözü hak­kında bir inceleme,

2- Şifahî ve kütbi (yazınsal) zabt arasındaki Kur'anî nass,

3- Hz. Peygamber (s.a.v) za­manındaki hat ile Kur'anî vahyin yazılmış olduğu hattın müşkili,

4- Hetir (anlam ile kıraat) konusu,

5- Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra Kur'anî nassın durumu,

6- Sahabelerden bazılarına ait olan mushaflar,

7- Kıraat hareketi. Söz konusu bu eser, her açıdan öneme haiz değerli bir eserdir.  [547]

 

8- Ramyar'ın Kur'an Tarihi

 

Merhum Mahmud Ramyar'ın Kur'an Tarihi isim­li eseri, ilk defa ş. 1346 yılında yayınlandı. İran'ın için­de bulunduğumuz asrın çalışkan Kur'an bi­limcilerinden olan Ramyar, merhum Allame Seyyid Muhammed Ferzan'ın eleştirel ve irşadî gö­rüşlerinden yararlanarak bu eseri yeniden gözden ge­çirdi, noksan yerlerini tamamladı ve ş. 1362 yılında ilk baskının iki katı bir hacimle yeniden neşretti. Bu eser 17 bölüm olup konuları şunlardır:

1- Kur'an'ın huzurunda titreyen bir adım,

2- Kur'an isimleri,

3-Vahyin başlangıcı,

4- Vahyin niteli,

5- Vahyin çer­çevesinde

6- Kur'an'ın nüzulü,

7- Allah Resulü (s.a.v) za­manında Kur'an'ın te'lifi (kitabet ve hıfz),

8- Ebu-bekir zamanında Kur'an'ın toplanması,

9- Ebubekir zamanında var olan mushaflar,

10- Ömer Za­manındaki cem',

11- Osman zamanındaki cem’ ve ye­niden yazma,

12- Kur'an hattı,

13- Arap olmayanlar ve nokta koyma,

14- Ayetler ve sureler,

15- Kur'an’da Mekki ve Medeni,

16- Nüzul sebebi,

17- Kur'an'ın ter­cümesi. Bu konuların sonunda da kapsamlı bir fihrist yer almaktadır. [548]

 

10- Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim

 

Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim[549] isimli bu eser, günümüz İran'ın en seçkin araştırmacı ve müelliflerinden olan Dr. Sey­yid Muhammed Rıza Celali-yi Nayini'nin eseridir. Bu eserin 21 bölümden oluşan konu başlıkları şunlardır:

1- Kur'an'ın isimleri,

2- Ebubekir'in hilafeti dö­neminde Kur'an-ı Kerim’in toplanmasının keyfiyeti,

3- Kur'an sureleri, ayetleri, kelimeleri ve harflerinin sa­yısı,

4- Kur'an surelerinin tertibi,

5- Kur'an surelerinin nüzul tarihleri tertibi,

6- Kur'an surelerinin, ayet­lerinin meşhur söze göre, nüzul yerleri, ayet, kelime ve harf sayıları,

7- Vahyin anlamı hakkında,

8- Kur'an-i Şerif’in anlamlarının kısımları hakkında,

9- Kur'an'ın grupsal sureleri,

10- Huruf-i mukattaa ve surelerin anahtarları,

11- Kur'anda tahrif ve eksikliğin olmaması,

12- Kur'an'ın önceden ve sonradan olma konusu etrafında,

13- Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'dan nüzulünün keyfiyeti,

14- Kur'an’da nasıh ve mensuh,

15- Kur'an tefsiri ilmi,

16- Kıraat ilmi,

17- Cem’,

18-Mekke ve Medine'de hatt,

19- Kur'an'ı toplayanlar,

20- Kur'an'ın nesh hattı ve basılması,

 21- Kur'an'ın nüzul tarihi.

                                                                                                                                            Ve's-Selam Tahran- 1996

 

Bu kitabın yazılmasına, İlahî yardım ve inayetle, hicri-şemsi 1374 yılının Aban ayında başlandı ve hicri şemsi 1374 yılının Dey ayının sekizi olan cuma gü­nünde (h.k. 1416 yılının şaban ayının altısı, miladi 1995 yılının Aralık ayının 29'unda) Tahran'da ta­mamlandı. Yazılması Ümid Seyyid Kazimi Bey'in yar­dımıyla Dey ayının ortalarında bitti. Düzenleme, tas­hih ve baskı gibi işlemler de h.ş. 1374 Behmen ayının başlarında (Şubat 1996) son buldu. Ben aciz kulu bu konuda muvaffak kılan Yüce Rabbime şükürler olsun, ve kitabın başında da zikrettiğim gibi emeği geçen tüm aziz ve değerli insanlara teşekkürlerimi arzederim.

                                                                                                                                    Bâhauddin HURREMŞAHÎ [550]

 

 



[1] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 4.

[2] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 7-8.

[3] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 9-16.

[4] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 16.

[5] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 17-18.

[6] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 18-19.

[7] Enbiya: 21/33.

[8] Lokman: 31/10.

[9] Nahl: 16/16.

[10] Vakıa: 56/69.

[11] Kasas: 28/71-72.

[12] Şura: 42/33.

[13] Vakıa: 56/64. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:19-22.

[14] Nahl: 16/89.

[15] Hud: 11/7.

[16] Hucurat: 49/6.

[17] Nisa: 4/43.

[18] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:22-28.

[19] En'am: 6/57.

[20] Nehcu'l-Belağe, 77. mektup.

[21] Tevbe: 9/106.

[22] En'am: 6/103.

[23] Kıyamet: 75/22-23.

[24] Maide: 5/3.

[25] Hud: 11/87.

[26] Kasas: 28/5.

[27] Saf: 61/6.

[28] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:28-31.

[29] Haşr: 59/7.

[30] Ahzab: 33/21.

[31] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 31-33.

[32] Bakara: 2/165; Maide: 5/54.

[33] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:34-36.

[34] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:36-37.

[35] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 37-38.

[36] Fussilet: 41/53.

[37] Neml: 27/88.

[38] Ra'd: 13/17.

[39] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:38-39.

[40] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 40-41.

[41] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:41-42.

[42] Kıyamet: 75/36.

[43] Sefer-i huruç, 3.bab, 14. ayet.

[44] "Allah Adem'i kendi suretinden yarattı." (Hadis-i Nebevi).

[45] Kamer: 54/2.

[46] Mü'min: 40/41.

[47] Zumer: 39/69.

[48] Enbiya: 21/22.

[49] Hud: 11/44.

[50] Kıyamet: 75/14-15.

[51] İnşikak: 84/6.

[52] Fussilat: 41/53.

[53] Hadid: 57/16.

[54] Enbiya: 21/1.

[55] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:43-57.

[56] Alak: 96/1-5.

[57] Kadir: 97/1.

[58] Furkan: 25/32.

[59] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 57-61.

[60] (92 v e 93 ciltler).

[61] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 61-64.

[62] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 65-66.

[63] el-Fihrist, s. 30.

[64] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 66-68.

[65] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 69-75.

[66] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 75-76.

[67] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 76-78.

[68] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:79-80.

[69] Bakara: 2/115.

[70] Bakara: 2/158.

[71] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 81-83.

[72] Bakara: 2/106.

[73] Nahl: 16/101.

[74] Ra'd: 13/39.

[75] Ra'd: 13/39.

[76] Bakara: 2/24.

[77] Bakara: 2/234.

[78] Bakara: 2/144.

[79] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:83-86.

[80] Al-i İmran: 3/7.

[81] Tefsir-i İyaşi, Biharu'l-Envar.Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 86-88.

[82] Enfal: 8/31.

[83] Bakara: 2/23-24.

[84] a.g.e., s. 213-254.

[85] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 88-94.

[86] Al-i İmran: 3/7, Nisa: 4/59 ve birkaç ayet daha.

[87] Fetih: 48/10.

[88] Abese: 80/24.

[89] Vakıa: 56/79.

[90] Maide: 5/64.

[91] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 94-100.

[92] Müzemmil: 73/4.

[93] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 100-108.

[94] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 108-110.

[95] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 110-111.

[96] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 112-115.

[97] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:115-117.

[98] Bakarâ: 2/286.

[99] İbrahim: 14/4.

[100] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 117-119.

[101] Rahman: 55/64.

[102] Bakara: 2/282.

[103] s. 48.

[104] Bakara: 2/249.

[105] Bakara: 2/260.

[106] Maide: 5/45.

[107] Yusuf: 12/65.

[108] İsra: 17/84.

[109] Al-i îmra: 3/7.

[110] Bakara: 2/233.

[111] Yasin: 36/40.

[112] Müddessir: 74/3.

[113] Meryem: 19/64, 65.

[114] Nur: 24/40.

[115] Tarih-i Kur'an, Ramyar, s. 263.

[116] Ferheng-i Amar-i Kur'an-ı Kerim, 39/1.

[117] Biharu'l-Envar, 18/253-254.

[118] Tefsir-i Safi.

[119] Kalem: 68/51-52.

[120] Kur'an sureleri bilimi, s. 47.

[121] Kur'an sureleri bilimi, s. 46-47.

[122] Kur'an sureleri bilimi, s. 46.

[123] İtkan, 2/ 570-572.

[124] Konkordanış.

[125] Kehf: 18/65.

[126] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:121-147.

[127] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:149-151.

[128] Kur'an’ın 62. suresi.

[129] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 151-162.

[130] Al-i İmran: 3/103.

[131] Kamer: 54/1.

[132] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 163-182.

[133] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:183-185.

[134] Al-i İmran: 3/33.

[135] Ba­kara: 2/20.

[136] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:186.

[137] Şuara: 26/219.

[138] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:186.

[139] Al-i İmran: 3/68; Hacc: 22/78.

[140] Saffat: 37/101-107.

[141] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:187.

[142] Hicr: 15/42; Sad: 38/71-85). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:188.

[143] Şuara: 26/214.

[144]Ebu Leheb'in elleri yok olsun ve onun kendisi de yok oldu ya.

[145] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:188.

[146] 46. sure, daha geniş bilgi için bu bölümden sonra gelen Kur'an sureleri sözlüğü bölümünde Ahkaf suresi ile ilgili bilgiler açıklanmıştır. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:188-189.

[147] Saff: 61/6.

[148] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:189.

[149] Meryem: 19/56; Enbiya: 21/85.

[150] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:189-190.

[151] Fecr: 89/7.

[152] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:190.

[153] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 190-191.

[154] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 191.

[155] Hicri 14-15. asır.

[156] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 191-192.

[157] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 192.

[158] Kur'an’ın 85. suresi

[159] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 192-193.

[160] A'raf: 7/46-49.

[161] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:193-194.

[162] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:194.

[163] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:194-195.

[164] Furkan: 25/38; Kaf: 50/12.

[165] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:195.

[166] A'raf: 7/163.

[167] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:195-196.

[168] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:196-197.

[169] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:197.

[170] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 198.

[171] Mülk: 67/2.

[172] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 199.

[173] M.Ö. 875 yılları dolaylarında.

[174] En'am: 6/85; Saffat: 37/123, 130.

[175] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 200.

[176] Maide: 5/46, 110; Hadid: 57/ 27.

[177] A'raf: 7/157.

[178] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 200.

[179] Nisa: 4/163; En'am: 6/84.

[180] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 200-201.

[181] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:201.

[182] Al-i İmran, 124; A'raf, 160; Enfal: 8/ 9. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:201-202.

[183] Saffat: 37/125.

[184] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:202.

[185] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:202-203.

[186] A'raf: 7/8; Karia: 101/6-7.

[187] Bakara: 2/82; Hud: 11/23.

[188] Vakıa: 56/8, 27, 38.

[189] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:203-204.

[190] Duhan: 44/37; Kaf: 50/14.

[191] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:204.

[192] Bakara: 2/76; A'raf: 7/157; Fetih: 48/29.

[193] Al-i İmran: 3/50; Maide: 5/46; Saff: 61/6.

[194] Bakara: 2/75; Al-i İmran: 3/78; En'am: 6/9l. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:204-205.

[195] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:205.

[196] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:206.

[197] Bakara: 2/97, 98; Tahrim: 66/4.

[198] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 206.

[199] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:206.

[200] Karia: 101/8, 9.

[201] Nisa: 4/145; Tevbe: 9/68.

[202] Fussilet: 41/28.

[203] Müddessir: 74/30-31.

[204] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:207.

[205] Hicr: 15/80.

[206] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:207.

[207] Bakara: 2/135; Al-i İmran: 3/95; Nisa: 4/125; En'am: 6/161; Nahl: 16/120, 123.

[208] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 207-208.

[209] Miladi 630.

[210] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:208.

[211] İ’lamu’l-Kur’an.

[212] Diretü'1-Maarif-i Farsi.

[213] Bakara: 2/251.

[214] Sad: 38/20.

[215] Sad: 38/26.

[216] Enbiya: 21/78.

[217] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 208-209.

[218] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 209.

[219] Enbiya: 21/85; Sad: 38/48). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 209-210.

[220] Bakara: 2/181. 

[221] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 210.

[222] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 210-211.

[223] Kur'an'daki kavramlar, s. 220-221.

[224] Nisa: 4/163; İsra: 17/55; Enbiya: 21/105). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 211.

[225] Al-i İmran: 3/37, 38.

[226] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 211-212.

[227] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 212.

[228] Ta-ha: 20/85, 87, 95.

[229] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 212-213.

[230] Sebe’: 34//15, 16; Neml: 27//20-44. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 213.

[231] Dehr (İnsan): 6/18.

[232] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 214.

[233] Nisa: 4/163.

[234] Enbiya: 21/79; Neml: 27/15.

[235] Neml: 27/17; Sad: 38/27, 28.

[236] Neml: 27/16.

[237] En­biya: 21/81; Sebe’: 34/12; Sad: 38/26.

[238] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 214.

[239] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 215.

[240] Kur'an kavramları, s. 276.

[241] İ'rabu'l-Kur'an, c. VI, s. 502.

[242] Fars Ansiklopedisi. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 215.

[243] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 215-216.

[244] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:216.

[245] Bakara: 2/62; Maide: 5/69; Hacc: 22/17.

[246] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:216-217.

[247] A'raf: 7/73-78. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:217.

[248] Bakara: 2/158.

[249] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 217-218.

[250] s. 301.

[251] Bakara: 2/256, 257; Nisa: 4/51, 60, 76; Maide: 5/60; Nahl: 16/36; Zümer: 39/17.

[252] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:218.

[253] Bakara: 2/248.

[254] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:218-219.

[255] Hud: 11/60.

[256] Hakka: 69/6. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:219.

[257] Meybudi.

[258] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:219-220.

[259] Tevbe: 9/90, 97, 98, 99, 101, 120; Ahzab: 33/20; Fetih: 48/11, 16; Hucurat: 49/14.

[260] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:220.

[261] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 221.

[262] Tevbe: 9/30.

[263] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:221-222.

[264] Al-i İmran: 3/33 ve sonrası; Tahrim: 66/12.

[265] Al-i İmran: 3/33-36.

[266] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 222.

[267] Al-i İmran: 3/45; Nisa: 4/171.

[268] Nisa: 4/171.

[269] Al-i İmran: 3/49; Nisa: 4/171.

[270] Tevbe: 9/30.

[271] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 222-223.

[272] Kur'an Kelimeleri Sözlüğü.

[273] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 223.

[274] Kassas: 28/76-82; Ankebut: 29/39-40; Ğafir (Mu’min): 40/24-25.

[275] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 224.

[276] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 224-225.

[277] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 225-226.

[278] Maide: 5/95, 97.

[279] Bakara: 2/125; İbrahim: 14/37; Kureyş: 106/3.

[280] Maide: 5/97.

[281] Hacc: 22/29, 33.

[282] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 226.

[283] Necm: 53/19.

[284] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 226.

[285] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 227.

[286] Kaf: 50/13.

[287] Şuara: 26/160-162; Saffat: 37/133.

[288] Enbiya: 21/74.

[289] Ankebut: 29/26.

[290] Şuara: 26/161-164.

[291] Hud: 11/78-79; Hicr: 15/66,72; Enbiya: 21/74; Şuara: 26/165, 166.

[292] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 227-228.

[293] Zuhruf: 43/77.

[294] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 228.

[295] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 228.

[296] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 228-229.

[297] A'raf: 7/85; Hud: 11/84; Kassas: 28/22...gibi). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 229.

[298] Ahzab: 33/13.

[299] Tevbe: 9/101, 102; Ahzab: 9/160; Münafikun: 63/8). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 229-230.

[300] (Nisa: 4/118.

[301] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 230.

[302] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:230-231.

[303] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:231.

[304] Bu cüm­leden olarak, Bakara: 2/61; Yusuf: 12/21, 99. ayetler ve­rilebilir.

[305] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:231-232.

[306] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:232.

[307] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:232-233.

[308] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:233.

[309] A'raf: 7/103-172; Yunus: 10/75-95; Kehf: 18/60-82; Taha: 20/9-101; Şuara: 26/1-68; Kassas:28/3-43; Duhan: 44/17-33; Naziat: 79/15-26.

[310] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:233-234.

[311] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:234.

[312] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:234-235.

[313] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:235.

[314] Ankebut: 29/14.

[315] Nuh: 71/23.

[316] Hud: 11/36.

[317] Hud: 11/33.

[318] Nuh: 71/26, 27.

[319] Hud: 11/37.

[320] Hud: 11/38.

[321] Hud: 11/40.

[322] Kamer: 54/11-12.

[323] Hud: 11/42, 43.

[324] Hud: 11/44. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:235-236.

[325] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:236.

[326] Tefsir-i Taberi.

[327] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:236-237.

[328] Ta-ha: 20/27.

[329] Ta-ha: 20/94.

[330] A'raf: 7/150.

[331] A'raf: 7/150.

[332] A'raf: 7/151. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:237.

[333] Kassas: 28/38.

[334] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:237-238.

[335] A'raf: 7/65, 67; Hud: 11/50.

[336] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:238.

[337] 94-98. ayet­lerde.

[338] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:238-239.

[339] En'am: 6/84, 85.

[340] Al-i İmran: 3/40; Meryem: 19/3-8.

[341] Al-i İmran: 3/39.

[342] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:239.

[343] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:239-240.

[344] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:240-241.

[345] Yunus: 10/98.

[346] Nisa: 4/163; En'am: 6/82; Yunus: 10/98; Saffat: 37/139. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:241.

[347] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 241-242.

[348] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 243-245.

[349] Şia fıkhında her namazda en az iki kez okumak farzdır.

[350] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:245-246.

[351] 67-73. ayetler.

[352] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 246.

[353] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 247.

[354] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 247.

[355] 112 ve 114. ayet­ler.

[356] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 247-248.

[357] 136-150. ayetler.

[358] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 248.

[359] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 248.

[360] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 249.

[361] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 249.

[362] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 249.

[363] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 250.

[364] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 250.

[365] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 250.

[366] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 251.

[367] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:251.

[368] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 251.

[369] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 252.

[370] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 252.

[371] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 252.

[372] Kelimullah=Allah ile konuşan.

[373] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 253.

[374] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 253.

[375] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 253.

[376] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 254.

[377] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 254.

[378] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 254-255.

[379] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 255.

[380] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 255-256.

[381] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 256.

[382] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 256.

[383] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 256-257.

[384] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 257.

[385] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 257.

[386] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 258.

[387] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 258.

[388] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 258-259.

[389] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 259.

[390] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 259-260.

[391] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 260.

[392] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 260-261.

[393] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 261.

[394] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 261-262.

[395] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 262.

[396] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 262-263.

[397] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 263.

[398] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 263.

[399] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 264.

[400] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 264-265.

[401] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 265.

[402] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 265.

[403] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 266.

[404] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 266.

[405] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 267.

[406] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 267.

[407] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 268.

[408] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 268-269.

[409] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 269.

[410] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 269.

[411] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 269-270.

[412] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 270.

[413] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 271.

[414] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 271.

[415] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 272.

[416] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 272.

[417] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 272.

[418] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 273.

[419] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 273.

[420] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 273-274.

[421] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 274.

[422] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 274-275.

[423] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 275.

[424] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 275.

[425] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 275-276.

[426] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 276.

[427] Bu kişi Velid bin Muğire'dir, Kureyş'in ileri ge­lenlerinden ve zındıklarından birisidir, sonuna kadarda İslama iman etmedi. Fakat onun oğlu olan Halid bin Velid, İslamın büyük komutanlarından idi.

[428] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 276-277.

[429] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 277.

[430] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 277-278.

[431] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 278.

[432] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 278.

[433] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 278-279.

[434] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 279.

[435] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 279-280.

[436] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 280.

[437] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 280.

[438] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 280-281.

[439] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 281.

[440] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 281.

[441] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 282.

[442] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 282.

[443] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 282-283.

[444] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 283.

[445] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 283.

[446] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 283-284.

[447] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 284.

[448] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 284.

[449] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 284-285.

[450] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 285.

[451] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 286.

[452] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 286.

[453] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 286-287.

[454] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 287.

[455] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 287-288.

[456] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 288.

[457] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 288.

[458] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 288-289.

[459] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 289.

[460] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 289.

[461] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 290.

[462] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 290.

[463] Ihlas=Kul Huvellahu ahad, Felak=Kul auzu bi Rabbi'l-Felak, Nas=Kul auzu bi Rabbi'n-Nas.

[464] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 290-291.

[465] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 291.

[466] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 291-292.

[467] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 292.

[468] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 293.

[469] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 293-294.

[470] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 294-295.

[471] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 297-300.

[472] Bu ko­nuda daha geniş bilgi elde etmek için Suyuti'nin İtkan'ına bakılabilir.  Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 301.

[473] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 301-302.

[474] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 302.

[475] et-Tıbyan fi Tefsiri'l-Kur'an.

[476] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 303.

[477] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 303-304.

[478] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 304.

[479] Doğumu, k. 469 ya da 468, ölümü ise k. 548'dir.

[480] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 304-305.

[481] Hş. 1313'ten 1315 yılına kadar.

[482] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 305-306.

[483] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 306-307.

[484] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 307-309.

[485] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 310.

[486] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 310.

[487] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 310-311.

[488] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 311.

[489] Keşfu'l-Esrar ve Uddetu'l-Ebrar.

[490] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 311.

[491] Miladi, 1703-1762.

[492] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 312.

[493] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 312-313.

[494] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 313.

[495] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 313.

[496] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 313-314.

[497] Hş.  1370-1374/M.  1992-1996.

[498] 1374 yılının Behmen ayında/miladi 1996 şubat.

[499] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 314.

[500] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 315.

[501] Ölümü, k. 210.

[502] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 315.

[503] k. 213-276.

[504] Ölümü, k. 330.

[505] Ölümü, k. 804.

[506] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 316.

[507] Ölümü k. 503.

[508] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 316.

[509] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 317.

[510] (k. 630-711).

[511] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 317.

[512] Ölümü k. 1087.

[513] İslam Kültürü Eserleri Merkezi.

[514] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 317-318.

[515] Üstad İbrahim Hamruş, İbrahim Mustafa, Abdulvehhab Hilaf, Ali Abdurrezzak, Muhammed Hüseyin Heykel, Muhammed el-Hıdır Hüseyin, Şeyh Mahmud Şeltut ve Abduladir Mağribi gibiler.

[516] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 318.

[517] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 319.

[518] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 319.

[519] m. 1802-1870.

[520] k.1299-1388.

[521] Kur'an-ı Kerim Kelimeleri Fihristi Sözlüğü.

[522] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 320.

[523] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 321.

[524] m.1806-1876.

[525] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 321-322.

[526] Muhammed Hasan Han Saniu'd-Devle, Ölümü, k. 1313.

[527] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 322.

[528] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 322-323.

[529] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 323.

[530] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 323-324.

[531] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 324.

[532] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 324.

[533] Kur'an-i Mecid'in altmş beş dünya dilinde basılmış tercüme ve tefsirleri kitaplarının tanıtımı.

[534] Meşhed, İslami Araştırmalar Mer­kezi, ş.1373.

[535] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:324-325.

[536] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 326.

[537] k.745-794.

[538] Bey­rut, Daru'l-Ma'rife, k,4391. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 327.

[539] k. 849-911.

[540] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 327-328.

[541] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 328.

[542] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 328-329.

[543] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 329.

[544] m. 1836-1930.

[545] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 330.

[546] Ka­hire, Daru'l-Kalem, m. 1966.

[547] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 330-331.

[548] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 331.

[549] Kur'an-ı Kerim'in Toplanması Tarihi

[550] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 331-333.