Kur'an-ı Kerim'in Hayata Kültürel Etkisi
Kur'an, Edebi ve Dilsel İlimler
Vahiy Ve Nüzul, Kur'an'ın Cem1 ve Tedvini
Vahyin Başlaması Ve Onun Korunma Ve Yazılması
Emire'l-mü'minin Ali B. Ebi Talib'in Mushafı Konusu
4) Nüzul Sebebi / Esbab-ı Nüzul
7) Kur'an'ın Tahaddi, İ'caz ve Tahrif Kabul Etmezliği
10) Kur'an Fıkhı Veya Ahkamu'l-Kur'an
11) Kur'an'm İ'rabı Ya Da Kur'an'm Nahiv Ve Dilbilgisi
13) Garibu'l-Kur'an İlmi ve Kavram Bilimi
Kur'an-ı Kerim Konusunda 101 Nokta
Kur'an Hakkında Temel Bilgiler
KUR?AN'IN BUGÜNKÜ YAŞAMIMIZDAKİ ETKİ VE NÜFUZU
Toplumsal Hayatta Kur'an'ın Yeri
Kur'an'da Yeralan Belli Başlı İsimler
Nesr, Suva1, Vedd, Yeuk, Yeğus
EN SEÇKİN KUR'AN ARAŞTIRMALARI ESERLERİ
Kur'an Araştırmaları Kitapları
3- Surabadi'nin Tercüme Ve Tefsiri
4- Meybudi Tefsirinin ilk Tercümesi
5- Şah Veliyullah'in Tercümesi
l-İbn-i Abbas'ın Kavramlar Sözlüğü
2- Ebu Ubeyde'nin Mecazu'l- Kur'an'ı
8- Mu'cemu Elfazu'l-Kur'anü'l-Kerim
9- Et-Tahkik Fi Kelimati'l-Kur'ani'I-Kerim
10- Ferhengname-i Kur'anî (Kur'an Kelimeleri Sözlüğü)
4- Kur'an Fihristleri Ve Kitap Bilimleri
2- Ferhang Amari-yi Kur'an-ı Kerim
3- Joul Labom'un Mevzui Sözlüğü
4- Merhum Ramyar'ın Fihristü'I-Metalib'i
5- Ferheng-i Mevzui-yi Kur'an-ı Mecid
8- Rahnuma-yi Gencine-i Kur'an
9- Mütercim Kur'anları Fihristi
10- Kur'an Tercümeleri Kitab Bilimi
5- Kur'anî İlimlerin En Önemli Kaynaklan
10- Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim
ALFABETİK SIRAYA GÖRE SURELERİN FİHRİSTİ
Bahauddin Hurremşahî, bugünkü İran'ın en çalışkan Kur'anbilimcisi ve hafızbilimcilerinden bindir. Onun Kur'an araştırmaları alanında altı kitabı, onlarca makalesi mevcuttur. Yayınlanmış kitaptan şunlardır:
1- Tefsir ve Tefasir-i Cedid (Tefsir ve Yeni Tefsirler)
2- Ferhang-i Mevzuu-yi Kur'an-ı Mecid (Kur'an-ı Mecid'in Konusal Sözlüğü)
3- Kur'anpujuhî (Kur'an Araştırmaları)
4- Tercüme-i Kur'an-ı Mecid ( Kur'an-ı Mecid Meali)
5- Kur'an Tercümesi Üzerine
6- Elinizdeki kitap (Kuranbilim)
Elinizdeki kitap (Kur'anbilim), gerçekten İslamî medeniyet üzerinde en etkili ve enderin bir kültür kaynağı olan ve kıyamete kadar da olacak olan müslümanların ilahi kitabının tanıtılması amacıyla hazırlanmış bir eserdir. Bundan dolayı elinizdeki kitabın temel amacı, Kur'an-ı Kerim'in kültür yaratıcılığı üzerinde durmaktır. Zira bu kitap (Kur'an), hem İslamî ilimlerin büyük bir kısmının temel kaynağı hem de günümüzde revaç bulan bazı sanatlar için (hat, kitabe, güzel yazı... vb.) temel kaynaktır. Elinizdeki kitabın son bölümünde de İslam dünyasında önem arzeden Kur'anî ilimlerde temel kaynak olan elli kadar eserin tanıtımı yapılmaktadır.[1]
Rahman ve Rahim olan Allah'ın Adıyla
Selam ve Salat Hz. Peygamber (s.a.v)’e, ehline ve tüm müminlere olsun.
Kendisiyle amel edinsin diye insanlara gönderilen hayat kitabı olan Kur'an'ı anlamak bütün müminler için önemli bir görevdir.
Kendisinde hiçbir şüphenin olmadığı Kur'an ilk inişinden bugüne kadar herkesin ilgisini çekmeye devam ediyor. Bu ilgi bazıları için bir kültür bazıları için bir epistemoloji ve bazıları için de hayatın ilkelerini belirleyen bir kitap olarak gündemde kalmaya devam ediyor.
Yaşadığımız coğrafyada hakim olan İslamî düşünce hiç şüphesiz Ehl-i Sünnet vel Cemaat ekolünün etkisinde olan bir düşüncedir. Bunun yadırganacak bir tarafı yoktur. Ehl-i Sünnetin dışında kalan ekollerin de İslam düşüncesinde önemli bir yerlerinin olduğunu kabul etmek de müslüman ve muvahhid olmanın gereklerindendir. Bazı görüşlerine katılmasak bile ehl-i şia ekolünün İslamî ilimlerdeki derinliklerini ve hatta görüşlerine hararetle bağlı oluşlarını dikkate almak zorundayız.
Özellikle İslam’ın temel kaynakları konusunda Ehl-i Şia'nın görüşlerini bilmek hem İslam’ın evrensel özelliği ve hem de inandığımız doğruların sıhhati açısından son derece önemlidir. İlmi konularda herhangi bir ekolün içerisinde kalmadan objektif olmak her müminin tasvip edeceği temel ilke olsa gerek.
İranlı çağdaş tefsir alimlerinden Bahauddin Hürremşahi'nin kaleme aldığı Kuran Bilimi kitabını Türkçe'ye çevirmeyi ve yayınlamayı Kur'an'a dönüş ya da Kur'an'ı anlama çabalarına önemli bir katkı sağlayacağını ümit ediyoruz. Bu ve benzeri çalışmalar olaylara hem farklı açılardan bakmamızı hem de dışımızdaki dünyalardan haberdar olmamızı sağlayacaktır.
Bu itibarla elinizdeki çalışmayı başta tefsir konusunda çalışmalar yapan değerli araştırmacılara ve Kur'an konusunda duyarlı olan okuyucuların istifadesine sunmaktan gurur duymaktayız.
Gayret bizden başarı Allah'tandır.
İhtar Yayıncılık [2]
Şayet bir gün dünyadaki iletişim araçları, örneğin Beytü'l-Lahm'deki ya da eski Balbek şehri çevresindeki arkeolojik araştırmalarda sağlam bir küpün keşfolunduğu ve o küpte en az 15 asır öncesine ait bilinmeyen bir hatla yazılmış çok değerli bir kitap bulunduğu haberi verilse acaba kültür dünyasında ve dünyanın kültür merkezlerinde nasıl bir heyecan ve şevk meydana gelecektir? Daha sonra eğer dünyanın her tarafında bulunan en büyük arkeologlar, dilbilimcileri ve kültür bilimcileri tarafından, bu kitabın hattının sırrını keşfetmek için uluslararası bir komite oluşturulsa ve geceli-gündüzlü iki yıllık bir çalışmadan sonra araştırmaların neticesini ve o hattı ve kitabı okuma konusundaki başarılarının niteliği dünyaya duyurulsa yine acaba gönül ehli kimselerin yüreklerinde ne tür bir heyecan ve aşk meydana gelecektir? Ve daha sonra bu değerli ve eşsiz kitabın 600 sayfa civarında olup Allah'ın tüm insanlığa gönderdiği kitap olduğu ilan edilse bu heyecan ve aşk en üst noktaya ulaşacaktır. Bu İlahî mesajın başı şu şekilde başlıyor olabilir:
"Bu kitap, insanları Rabbinin yardımıyla karanlıklardan aydınlığa, o güçlü ve övgüye lâyık Allah'ın dosdoğru olan yoluna çağırman için sana indirdiğimiz bir mesajdır. O Allah ki, göklerde ve yerde her ne varsa hepsi O'nundur. Önlerinde bulunan karşılaşacakları azabdan dolayı vay haline o kafirlerin. Onlar ki dünya hayatını ahirete tercih ederler. Allah'ın yolundan çevirirler ve onun eğri olduğunu sayarlar. İşte onlar, çok uzak bir sapıklık içindedirler. Ve biz gönderdiğimiz her Peygamber'i (s.a.v.) onlara hakları ve hükümleri açıklasın diye ancak içinde bulunduğu kavmin diliyle gönderdik."
Allah'ın insanlığa göndermiş olduğu İlahî mesaj olan bu üstün değere sahip kitabın bir başka yerinde de şöyle yazılsa:
"İnsanların hesap günü yaklaşmıştır. Onlar ise hala sapıklık ve gaflet içinde yüz çevirmektedirler. Kendilerine Rablerinden gelen her yeni ikazı mutlaka alaya alarak dinlerler. Kalbleri lehv ve eğlence içindedir. Ve o zulmedenler (müşrikler) aralarında gizli olarak konuştukları sözleri sakladılar (ve şöyle dediler:) "Bu (Peygamber) de sizin gibi bir insan değil mi? Şimdi siz göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?" Dedi ki: "Rabbim, gökte ve yerde olan her sözü bilir. O, işitendir, bilendir." "Hayır, bunlar (Muhammed'in söyledikleri) karmakarışık rüyalardır." dediler. Ya da "Onu uydurmuş," veya "şairdir”. Eğer, bizim kendisine inanmamızı istiyorsa öncekilere, verildiği gibi o da bize bir mucize getirsin" dediler. Bunlardan önce helak ettiğimiz hiçbir kent halkı da inanmamıştı. Şimdi bunlar mı inanacaklar? Biz, senden önce de kendileriyle vahiy gönderdiğimiz adamlardan başkasını göndermedik. Şayet bilmiyorsanız zikir ehlinden (İlahî kitapları bilen kimselerden) sorun, ve biz o gönderdiklerimizi, yemek yemeyen cesetler yapmadık. Onlar ölümsüz de değillerdi. Sonra onlar hakkında vermiş olduğumuz sözü gerçekleştirdik. Onları ve dilediklerimizi kurtardık. Aşırı gidenleri ve israf edenleri helak ettik. Doğrusu içinde sizin sözünüz (ve şerefiniz) olan bir kitabı gönderdik. Acaba akletmiyor musunuz?"
Ayrıca bu hayretlere düşüren kitabın bir başka yerinde de verilen kesin bilgilere göre şöyle yazılmış olsa:
"Ey insanlar, Rabbinizden sakının, Zira kıyamet saatinin zelzelesi cidden korkunç ve çetin bir şeydir. O günde çocuk emziren her kadın çocuğundan gafil olur ve onu emzirmeği unutur. Her hamile kadın çocuğunu düşürür, erkekleri de sarhoş olmadıkları halde sarhoş görürsün, Fakat İlahî azab çetindir. İnsanlardan kimileri vardır ki Allah hakkında bilgileri olmadan tartışır dururlar ve şeytanlara uyarlar. (Şeytan), kendisini dost edineni yoldan saptırmak ve cehennem azabına çekmek ile görevlendirilmiştir. O halde ey insanlar, eğer diriliş günü konusunda şüphede iseniz biliniz ki biz sizi topraktan sonra nutfeden, daha sonra da pıhtılaşmış kandan ve yaratılışı belli belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık, ta ki hakkı üzerinize açıklayalım. Biz, dilediğimizi belirli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra da sizi bir bebek olarak gün yüzüne çıkarıyoruz. Sonra güç ve kabiliyetlere ermeniz için sizi büyütüyoruz. İçinizden kimi daha çocukken öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına itiliyor ki bilirken bilmez hale gelsin. Yeri de kurumuş, ölmüş görürsün. Fakat biz, onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir, kabarır ve güzel çiftten bitirir."
Beytü'l-Lahm'da ya da Ba'lbek çevresinde bulunan eski kiliselerden birinde bulunmuş olan "semavi kitap "tan alınan bu üç bölümün yayınlanmasıyla çok eski olan ve yeni bulunan kitabın incelenme heyeti üyesi olan İslam bilimciler, bu kitap ile diğer İlahî kitaplar özellikle de müslümanların Kur'an'ı arasındaki benzerliğin çok fazla olduğunu duyururlar.
Bu İlahî kitabın keşfinin ve daha sonra yeniden okunup tercüme edilerek basılıp yayınlanmasının yirminci yüzyılın sonundaki insanoğlunun ruhsal yaşamını, kişisel yapısını ve hatta toplumsal hayatını tamamen değiştireceğini tasavvur edebiliyor musunuz?
Evet insanoğlu maceracı ve garabetsever bir varlıktır. Hz. Peygamber (s.a.v)’e ait bir saç veya sakal telinin sahiplenilmesi ve korunması için ne tür bir aşk ve şevk duyduğunu, bu yolda ne çabalar harcadığını ve hatta ne kadar büyük sıkıntılar içine girdiğini hepimiz biliriz. Hatta eskiye sahip çıkma adına nice kanlar bile dökülebilmektedir. Ve ruhbilimcilerine göre açık ve gizli temayüllerle fetişizmin belirtileri olan bu maceracı, garabetsever ve eskiye tapan insan, onun içinde varolan gafletin neticesinde kendi zihninde ve beyninde, bu hakikatin aydınlatıcı yüzünü ve bu gerçeği zikretmek unutulmuşluğa terkedilmiş ki Bahru'l-Meyit'te, Nec'-i Hammadi'de ve Ba'lbek'te eskibilimin şaşırtıcı, garip ve efsanevari keşfi peşinde dolaşıyor ta ki eski, şaşırtıcı ve garip bir kitap bulsun. Daha sonra da bilim adamları bu kitabın yaklaşık 15 asır öncesine ait olduğunu söylerler ve örneğin yazılmış olduğu hat, şu hatladır ve büyük bir ihtimalle eski ve mukaddes İlahî kitaplara çok benzemektedir. Bundan dolayı da onu üzerinden asırlar geçmesine rağmen toplanmasında, yazılmasında, basılmasında ve dünyanın dört bir yanına dağılmasında hiçbir değişikliğe uğramamış, hatta onun düşmanları bile bu noktada ona bir şey yapamamış olarak yaşamını sürdüren, Allah'ın tüm insanlığa gönderdiği semavi bir kitap olarak görmek mümkündür. Evet, sağlık ve yaşam gibi her bir nimet, gaflet konusu olan ünsiyet neticesinde vukubulur. Evet bir latife ve fantezi olarak Ba'lbek'te bulunan eski bir kitaba nisbet ettiğimiz şey, hakikatte Kur'an-ı Kerim'de İbrahim suresi, Enbiya suresi ve Hacc suresinin başındaki birkaç ayet idi ki gerçekten sarsıcı semavi ve dünyevi bir sese sahiptir.
Şimdi, latife ve fanteziden çıkıp hakikatle uğraşalım. Medeniyetler tarihi boyunca ve insanlığın eski kültürü içinde tarihin en eski dönemlerinden ta günümüze dek doğruluğu, sıhhati, tarihi gerçekliği ve itibarı Kur'an-ı Kerim'in derecesinde olacak hiç bir dindeki hiç bir kitapta bulmamız mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim dışında hiç bir mukaddes kitap yoktur ki, bir harfi bile değişmeksizin, ekleme ve çıkarmalarda bulunmaksızın ve nüzulünden tedvinine kadar uğramış olduğu nice belalara, savaşlara ve tahrif çalışmalarına rağmen kendini koruyabilmiş, vahye dayalı olduğunu ispat edebilmiş olsun. Kur'an'ın nüzul, cem’ ve tedvini tarihi, hatta Resulullah (s.a.v)'ın yapmış olduğu gazalar ve savaşlar tarihinden de daha geniş ve daha sağlamdır. Bu hüküm ve iddianın delilsiz ve araştırmasız olmadığını göstermek için şu sözü zikretmemiz yeterli olsa gerekir: İkisi de nebevi hadislere dayanan siret ve ilk İslam tarihi, onun Hz. Peygamber (s.a.v.)’den sadır olması ile tedvin ve yazılması arasında en az bir buçuk ya da iki asırlık bir zaman geçmiştir. Fakat Kur'an-ı Kerim ise şu anda elimizde bulunduğu şekliyle ilk nazil olduğu andan itibaren yazılmağa, ezberlenmeye ve toplanmaya başlanmış bir kitaptır. Böylece ilk hali günümüze dek aynı şekilde korunmuştur. Yani şu anda o güzel hatlarla, Osman Taha hattıyla ve güzel baskılarla elimizde bulunan Kur'an, hiç bir değişiklik ve eksiklik ve fazlalığa uğramaksızın hatta İslam düşmanlarının bile itiraz edemeyeceği bir şekilde ilk günde var olan Kur'an'ın aynısıdır. Hicretin 28. yılının öncesinde ve Osman bin Affan'ın gözetiminde ve hilafeti döneminde, Zeyd bin Sabit başkanlığında ve Resulullah (s.a.v) döneminde katiplik yapmış meşhur sahabeler ve hafızların oluşturduğu bir heyet tarafından yazılmış fakat tam olarak bir araya toplanmamış Kur'an sayfaları bir araya getirilerek bugünkü resmi Kur'an mushafı meydana getirilmiştir. Hz. Ali'ye ait bir mushaf da vardı ki, bu çalışmalar yapıldıktan ve Hz. Osman'ın gözetiminde hazırlanan bu sözkonusu mushaf ortaya çıktıktan sonra o da bunu kabul etmiş ve kendisine ait olduğu söylenen mushafı yok etmiş veya saklamıştır.
İslâmda Kur'an-ı Kerim derecesinde sağlam delillere sahip olan hiçbir kaynak ve eser yoktur. Bu da medeniyetler tarihinde müslümanlar için övünülecek bir gerçektir. [3]
Haddinden fazla yakın olma ve ünsiyet bağlama neticesinde, Kur'an-ı Kerim'in üstün değerlerinin, itibar ve öneminin biz müslümanlara gizli kaldığını söylememizin tersine, bu bölümde şikayet yerine, şu nimetin şükrünü eda edelim ki mukaddes kitaplara sahip olan milletler ve kavimlerden hiçbiri müslümanlar derecesinde İlahî ve dini mukaddes kitaplarını hayatlarının bir parçası olarak ele alamamışlar, kişisel, toplumsal ve günlük yaşamlarını, ruhsal yapılarını, manevi hayatlarının esaslarını bu vahiy programının temellerine dayandıramamışlar ve bu alanda çaba ve uğraş sergileyememişlerdir. Kur'an-ı Kerim'in önemi sadece bununla da bitmiyor ki, lafzen dahi değiştirilmesi ve tahrife uğraması mümkün olmayan bir vahiy programı olması, şeriat esaslarını ve İslami şer'i ilimleri kapsayan bir vahiy programı olmasıyla aynı zamanda "Kültür oluşturucu" bir yapıya sahip olması açısından da büyük bir öneme sahiptir. [4]
Kur'an'ın tarihsel bir metin olmadığını herkes kabul eder ve bilir. Fakat bununla birlikte en eski bir belge niteliğinede sahiptir. Bundan dolayı tarihi açıdan da üstün bir öneme sahiptir. Kur'an ilimlerinden biri de "nüzul sebebi" ismini taşımaktadır. Bu ilim de şu konuları kapsamaktadır: Peygamber (s.a.v)'in muasırı ye Kur'an vahyinin nüzulü dönemindeki Arap kavminin yaşamında meydana gelen ve gerçekleşmiş olan sorunlar, olaylar, istekler, görüşler, sualler, cevaplar vb. konular, Kur'an-ı Kerim’ de İlahî iradeye göre yankı bulmuştur. Hatta bazen cevabı Kur'an'da verilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, Yüce Peygamber (s.a.v.)'e yetimlerle ilgili, onlara karşı nasıl muamele edileceği, mallarının nasıl korunacağı ile ilgili olarak ve mirasın bir şekliyle (kelâle) ilgili veya nisbeten daha basit gündelik yaşamda karşılaşılan kadınların aybaşı hali gibi konularla ilgili olarak birçok soru sorulduğu ya da ayın neden bazen çok ince, bazen de çok dolgun ve ihtişamlı olduğu türünden sualler tevcih edildiğine şahid oluyoruz. Bu tür normal güncel basit soruların yanında savaşlar, Rasulullah (s.a.v.)'ın Mekke'den Medine'ye hicreti ve önem arzeden benzeri mühim konulara da işaret yapıldığını görüyoruz. Kur'anî örfte bazen istifta olarak (fetva isteme) nitelendirilen bu tür soru ve görüş isteklerinden bazıları Kur'an'da cevaplar bulmuştur. O halde bu da Kur'an ayetlerinin sadr-ı İslam asrı ve tarihiyle bir bağlantısının ve rabıtasının olduğunun bir şeklidir. Veya bir başka, şekilde Peygamber (s.a.v.)'in yaşantısıyla ilgili, hatta O'nun kendi hanımları ile ilgili ve hatta örneğin Peygamber (s.a.v)'in bir gün çok sevdiği bir yemeği kendine haram etmesi, eşlerinden birisiyle konuşmayı yasaklaması ve Kur'an ayetinin Hz. Peygamber (s,a.v.)'i irşad etmesi ve sakındırması gibi güncel basit konular ile ilgili ayetlere bile rastlanmaktadır. Ya da Uhud, Bedir, Huneyn, Beni Nudayr (Haşer) gazveleri gibi gazvelere çokça işaret edilmesi gibi, veya Hudeybiye sulhu (Allah evini ziyaret etmek isteyen Hz. Peygamber (s.a.v) ve dostları ile Hz, Peygamber (s.a.v)'in Mekke'ye girmesine ve Allah'ın evini tavaf edip hac farizalarını eda etmeye izin vermeyen ve hac farizasını ertesi yıla erteleyen İslamı kabul etmeyen Araplar arasındaki sulh andlaşması) ve Resulullah (s.a.v)'in hayatının sonlarına doğru gerçekleşen Mekke'nin barışçıl bir şekilde fethi gibi konuların tümü Kur'an'da yankı bulmuştur. Veya Ad, Semud, Zülkarneyn, Ashab-ı Kehf, Ashab-ı Uhdud vb. gibi geçmiş kavim ve milletlerle ilgili birçok olaya işaretler yapılmıştır. Bu kıssaların bir kısmı tarihseldir, bir kısmı kıssalar niteliğindedir. Hiçbir tarih araştırmacısı Kur'an-ı Kerim'in bu tarihi işaretlerinden gafil olamaz. [5]
Kur'an-ı Kerim'de coğrafi mekanlar ve yerler ile ilgili kavram ya da özel isimler sık sık kullanılmıştır. Mekke/Bekke, Yesrib/Medine, Ümmü'1-Kura, Lut kavmi kasabaları, Vadi-yi Eymen, Vadi-yi mukaddes-i Tuy, Medyen, Mısır, Beytü'l-Mükaddes, Ardu'l-Mükaddes, Mescidü'l-Haram, Mescidü'1-Aksa, Edne'1-Ard (Şamar), bazı denizler ve benzeri yerler Kur'an'da zikri geçen bazı coğrafi yerlerdir. Bu durum, bir taraftan sözkonusu coğrafyaya ve Kur'an'ın işaret konusu olan coğrafyaya teveccühü müslüman veya İslam bilimci araştırmalarının arasına sokmuştur. Bir diğer tarafından da birbirine hiç karışmayan tatlı ve tuzlu iki deniz suyu, gece ve gündüzün dönüşü, güneş, ay ve yıldızların seyri, ayın değişik şekillere girmesi, rüzgar, yağmur, dolu ve yeryüzünün sarsılması, batması, büyük Arim seli, Zülkarneyn'in Ye'cuc ve Me'cuc karşısında yaptırmış olduğu sed, yeryüzünde gezip görmeyi sık sık tavsiye etmesi ve geçmiş kavimlerin geçirmiş oldukları yaşam ve hadiseler Kur'an-ı Kerim'de çok fazla zikredilmiştir. Bunlar da bu mukaddes kitabın önemini coğrafya araştırmacıları nazarında göstermektedir. [6]
Kur'an-ı Kerim'in astronomik önemi, coğrafi öneminden daha büyüktür. Hatta eğer Kur'an'da sözkonusu edilen hey'et, zeminin merkezliği ve güneşin hareket halinde olduğunu iddia eden Batlamyus'un hey'eti (güneşmerkezli ve güneşin sabit olduğunu zemin ve gezegenlerin hareket halinde olduğunu iddia eden Koperniki'nin bilimsel heyeti gibi değil) ise yine de Allamu'l-ğuyub, Semi' ve Basîr olan Allah tarafından nazil olmuş bulunan Kur'an'a bir halel getirmez. Zira Kur'anî hükümlerin geneli zamanın kültür ufkuyla uyuşmaktadır. Zira eğer bir başka ilmi kültür açıklanmış olsaydı anlaşılmaz bir halde kalırdı. Bir diğer konu da tefsir ve te’vil kapısının her zaman açık olduğu konusudur. Eğer Kur'an-ı Kerim'de 'yedi gök'ten söz ediliyorsa "bu hüküm, bilime terstir ve gökler ve feleklerin sayısı sonsuzdur" diyeceğimiz yerde yedi ve yetmişin Arap dil kuralları için "çokluk" ifade ettiklerini gözönünde bulundurabiliriz. Kur'an'ın bilimselliğine inanma konusunda O'nun her bir yıldız ve gezegeni yüzen bir felekte (yörüngede) sayması yeterlidir.[7] Bundan daha önemli olan da şu noktadır: "Gökleri, görülebilecek direkler olmaksızın yarattı."[8] Burada müfessirler iki gruba ayrılmışlardır, Kimisi; "Bir sütun yoktur ki görülsün." demiştir. Kimileri de; "Sütun veya sütunlar var ama görülmezdir." demişlerdir. Kimi yenilikçiler de şunu iddia etmişlerdir: Bundan amaç, cazibe gücüne işaret etmektir. Bu cazibe, görülmez sütunlar gibi semanın ecrarruni ayakta tutmaktadır. Her halükârda zeminin sabitliği Kur'an-ı Kerim'den çıkmıyor. Ve şayet; "Yıldızları semanın ziynet ve süsü yaptık." diye buyurulmuş ise, bu son sebebin açıklanması değildir. Yani, yıldızların yaratılmasından amaç, gece semalarının süslerinin pullarıdır." buyurulmak istenmiyor. Aksine, şiirsel bir ifadedir ve gerçeğe uygun ve beşeri açıdan normal görülmektedir. Kur'an-ı Kerim'de insanın yıldızlar vasıtasıyla gecenin karanlığında ve denizler ortasında bugünkü pusula, klavuz ve yolgösterici gibi araç ve gereçlere gerek duymaksızın yol alabileceği gösteriliyor ve rehberlik ediliyor.[9] Bu bilimsel ve astronomik gerçekler, veriler ilerlemiş teknolojik bilim ve fen çağında da gerçekliğini hala korumaktadır.
Kur'an-ı Kerim'de bunlar dışında daha birçok astronomik olay ve varlıklardan sözedilmektedir. Güneş, ay ve yıldızların yapısı, hareketi, onların burçları, konumları, doğuşları ve batışları, "Meşârık" (çok doğular)’ın varlığı, "Meğarib" (çok batılar)’ın varlığı, Süreyyadan (=Necm, Necm süresindeki 1. ayet), Şi'ra'dan ve buna benzer bir çok olay ve mevcudattan sözedilmektedir. Fakat Kur'an'ın bunları sözkonusu etmekten amacı, yalnızca bilimsel, kuru, ruhsuz ve içi boş ilmi şeylerden boş bir ibare olmak demek değildir. Her bir astronomik olay veya varlık, Kur'an-ı Kerim'de "ayet" (işaret ve delil) sayılıyor ve tüm gök hareketlerinin İlahî kudretin yetkisinde olduğu ifade ediliyor. Gece ve gündüzün peşpeşe gelip geçmesi bir nimet olarak sayılmıştır ve ayrıca gecenin karanlık olması ve istirahat etmek için elverişli olması İlahî ölçü hikmetindendir ve denilmektedir ki; "Şu içtiğiniz suyu bir an düşünün. Acaba onu siz mi meydana getirdiniz? Ya da acaba onu bulutlardan (=müzun) biz mi indirdik?"[10] Ve şöyle buyurulmuştur: "Eğer sizin bu akmakta olan suyunuz (Zira üns ve adetin şiddetinden onu bedihi saymış. Bundan dolayı ganimet ve nimet olarak saymayınız) yerin derinliklerine girerse sizin için arı ve duru suyu çıkaracak olan kimdir?" Aynı şekilde rüzgar ve yağmur da bunun gibi İlahî rahmetin göstergelerindendir. Yine buyurulmuştur: "Eğer Allah üzerinize gündüzü kıyamet gününe kadar sürekli uzun kılsaydı veya bunun tersi olarak geceyi kıyamet gününe kadar sürekli ve ebedi (=sermed) kılsaydı sizler ne yapardınız?"[11] Evet tabiat Kur'an-ı Kerim'de şeffaf İlahî bir olaydır ve adeta düzen, ölçü ve uygunluğu Hekim olan Yüce Allah'ın varlığına şehadet eden bir varlıktır.
Bu arada en önemli bir nokta da şudur: Yüce Allah denizler nimetine ve onun içinde insanların faydası için var olan balık, mercan ve diğer gizli inci vb. gibi nimetlere de işaret etmektedir. Daha sonra dağlar misali gemilerin denizlerde yüzdürüldüğüne işaret etmekte ve onları telvihen veya telmihen İlahî nimetler silsilesinden saymaktadır. Burada, bir kimsenin sertkafalılıktan dolayı çıkıp da eleştiride bulunması ve; "Devenin, İlahî yaratıklardan sayılabilmesi mümkündür. Veya balık ve ay da sayılabilir; Bunlara bir itiraz yok. Fakat doğrudan beşerin elinin bir sanat ürünü olan dağlar misali gemiler nasıl İlahî nimetler silsilesinden sayılır? Buna verilecek cevap şudur: Bu, dünyanın yapısı ve suyun akıcı olması, tahtanın suda batmaması, bir geminin büyük bir kısmı demir veya benzeri şeylerden dahi olsa dağ misali cüssesinin ve yapısının batmadan suyun üzerinde durup ilerleyebilmesi, bunların tümü İlahî nimet ve bağışlardandır. Bundan daha önemliside insanın akıllı olması ve araç ve gereçler icad etmesi ve ilimlerle uğraşması da İlahî bir irade ve istektir. Bir örnek verecek olursak, örneğin eğer insan, bilgisayar üreten bilgisayarları yapmaya, daha akıllı veya diğer bir akıllı makinayı üreten akıllı makinaları yapmaya muvaffak olacak olursa (ki oluyor ve olmaktadır) acaba ikinci akıllı bilgisayar ve makinanın iftiharı birinci akıllı bilgisayar ve makinalara mı döner yoksa araç ve gereç üretme, makina yapabilme yeteneğine sahip olan ve onların da asıl yapımcısı olan insana mı döner? Sözkonusu bu gemi konusunda da aynı hüküm geçerlidir. O halde gemi yapmak pek önemli değildir. Önemli olan o "gemi yapanı yaratan", yani gemi yapma yeteneğine sahip olan insanı yaratmaktır. İşte Yüce Allah, haklı olarak dağ misali gemilerin yüzmesi nimetini kendisine (yaratıcısı olduğu insan aracılığıyla) nisbet etmektedir. Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde buyurulmaktadır ki; "Eğer dilersek rüzgarı durdurur, gemiler denizin sırtında durakalır."[12] Rüzgar, burada sadece rüzgardan ibaret değildir. Gemilerin hareket etmesi ve denizin üzerinde yüzebilmesi için gerekli ve uygun bütün imkan, hal ve hareketler bu kapsama girer.
Nitekim bir başka yerde de, asıl ekip biçenin insan olmadığı, zira basit ve normal bir iş olan zeminin altına tohum serpmek ile tohumu yerden bitirmek arasında fark olduğunu, asıl hünerin onu yerden bitirmek olduğu buyurulmaktadır.[13]
Kur'an-ı Kerim'in kanun-i esasi ya da İslamın kanunsallığının temeli olarak en önemli, en şer 'i ve en bilimsel etkisi onun fıkhi etkisidir. Fıkıh ve fıkıh usulü ıstılahında Kur'an'a sadece "kitap" denir. Fıkıh delillerinin ve fıkhi hükümlerin (yeni olaylar, hadiseler, vakıalar ve oluşumlar hakkında Ehl-i Sünnet arasında üfta/fetva verme için ve Şiiler arasında ictihad için) edille veya kaynaklarının dört şey olduğunu herkes bilir. Bunlar:
1- Kitab (=Kur'an-ı Kerim),
2- Sünnet =Hadis-i Nebevi (ve Şia'da 14 ma'sumun sözleri),
3/a- (Şia açısından:) Akıl, yani mantıki delil kaide ve kurallarından hareketle akıl yürütme ve kullanma,
3/b- (Ehl-i Sünnet açısından:) Kıyas, yani benzer olayları birbiriyle ilişkilendirmek ve temsili istidlal,
4- İcma’, yani büyüklerin, müctehidlerin, ehl-i hal ve'1-akd'ın görüş ve reyleri. Bunlar alanlarında mutahassıs olan, görüş ehli kimseler demektir. Yoksa bilimsel fıkhi konular hakkında ammenin bir değeri olmayan genel halk değildir. Ancak örfü oluşturan yer dışında. Zira bu da başka bir konudur. Geçmişteki fakih ve görüş ehli kimselerin icma'ını eski kaynaklarda bulmak mümkündür. Elbette Şia, icma' konusunda bir şartı gerekli görüyor, o da ma'sum (imam)’un görüş bildirenler arasında hazır veya hazır olma ihtimal/imkanıdır. Bu dört prensibin açıklamasını fıkıh usulü ve hükümleri delillendirme esasları kitaplarında bulmak mümkündür.
Evet Kitab (Kur'an-ı Kerim), değişik İslami mezheblerin fıkıh ve fıkıh usulünün esas maddesidir. Fıkıh usulü, hakikatte bir çeşit uslupbilim ve fıkıh mantığı demektir. Yani hükümleri delillendirme yol ve üslubunu dört edille ve kaynaktan göstermektedir. Şia alimlerinin bu alanda büyük bir etkinliği vardır. Usûlcüler (bütün müctehidler usûlcüdür/ fakat bütün usulcüler müctehid değildir), kendi görüşlerinin en asli kaynak ve prensiplerini Kur'an-ı Kerim'den almışlar ve almaktadırlar.
Kur'an-ı Kerim'e bağlı olarak en şirin usul-i fıkıh konularından biri, "hucciyet-i zevahir-i kitab (=Kur'an)" olarak maruf olan çok önemli bir meseledir ki, o da şudur: Acaba Arap dili ile yazılmış olarak mübin (açık ve anlaşılır) olan dilsel, gramatik ve kavramsal tam bir fesahet, selaset ve selamete sahip olan Kur'an-ı Kerim, Arapça okuma-yazma bilen veya normal bir okuma-yazma seviyesine sahip olan tüm araplar için yani halkın geneli için anlaşılabilir bir yapıda değil mi? Görüş ehli kimseler bu konuda iki kısma ayrılmışlardır. Bir kısmı anlaşılabilirliğini savunmakta ve anlaşılması için şartın tamam olduğunu ister anadili olsun ister sonradan öğrenmiş olsun normal bir arapça bilen bir kişinin Kur'an'ın büyük bir kısmını ya da tamamını anlayacağını ileri sürmüşlerdir. Şayet böyle olmasaydı nasıl olurdu da mübin "tıbyanen likülli şey'i" (=Açık ve her şeyi açıklayan)[14] olarak isimlendirilirdi? Yine aynı şekilde şayet bunun dışında bir şekilde olsaydı onun gönderilme ve nüzulünden büyük bir derecede azalma olurdu. İkinci kısım ise onlar da kendi aralarında iki gruba ayrılmaktadırlar:
a- Bir grup, Kur'an'ın anlaşılmasının normal insanların idrak ve anlama haddini aştığını iddia edenler,
b- Diğer grubun iddiası ise şudur: Kur'an'ın büyük bir kısmı Arab dilli veya arapçayı bilen insanların idrak ve anlama kabiliyetleri çerçevesindedir. Arapçayı bilen bir kişi bunları anlar. Fakat bazı ayetler de vardır ki onların anlaşılabilmesi ilmi mertebeye ve maarife, ilerlemiş fazilet ve kültüre ihtiyaç hisseder. Zira Kur'an'ın kendisi de kendi ayetlerinin iki önemli kısma, muhkemât ve müteşabihata ayrıldığını açıklamaktadır: "Ve kâne arşuhu ale'1-mai" (=O(Allah)'nun arşı su üzerinde idi.)[15] benzeri müteşabihâtları ilimde râsıh (derinleşmiş) olanlar ve ileri seviyeye ulaşmış alimler anlarlar. Ya da fıkhı ayetler ve ahkam ayetleri olarak bilinen bir kısım muhkemâtları da herkes anlayamaz. Yani ondan anlaşılması gereken ve değişik mezhep fakihlerinin ondan anladıkları anlamların tümünü anlamak gibi.
Örneğin, usûl ilmini bilmeyen, fakih olmayan bir kimse; "İn câekum fâsikun binebein fetebeyyenû" (=Fasık bir adam size bir haber getirdiğinde (onu) araştırınız.)[16] ayetinden şunu anlar: "Bu habere hemen çabucak inanmamak gerekir ve özellikle eğer sadık olmayan bir kişi şüpheli bir haberi size getirdiyse sadece duydunuz diye ondan kabul etmeyin, aksine onun temelini araştırın ve etraflıca inceleyiniz." Fakat fıkhi prensip ve usûlleri bilen bir kimse şöyle bir sonuç çıkarır: "Vahid haber, hüccettir". Vahid haberden maksat, mütevatir olmayan, yani az sayıdaki bir grup veya en kötü ihtimalle yalnızca bir tek kişi tarafından nakledilmiş olan haber demektir. Fakihler ve usûlcüler arasında Vahid haber ve hucciyeti hakkında, yani onun ilmi itibarı ve ameli ilzamı hakkında değerlendirmeler yapılmıştır. Kimileri, faydalı olan ilimdir demiş, kimileri faydalı olan zandır demiş, kimileri de kesin bir fayda olmasa da onunla amel etmek Resulullah (s.a.v)'tan veya temiz imamlardan rivayet edilmesi şartıyla vaciptir / müekked müstehabdır / sadece müstehabdır / ya da amel etme sebebi olamaz demiştir. Bu ayetten vahid haberin hücciyete sahip olduğu sonucunu çıkaran bu gruptaki fakihlerin delil şekli şudur ki, şöyle demektedirler: Yüce Allah'ın "Eğer bir fasık (adil olmayan, doğru olmayan ve ahlak ve dindarlık noktasında güvenirliliği olmayan kişi) size bir haber getirirse körükörüne ve onu araştırmadan kabul etmeyin." diye buyurmuş olmasının anlamı muhalif mefhumu yoluyla şu demektir: Eğer âdil, dosdoğru (fasık olmayan) bir kişi size bir haber getirirse (=vahid hayır) o haberi hiçbir şek ve şüphe duymaksızın ve araştırmaksızın ondan kabul ediniz. Fakat yine de bu gruba muhalif olanlar şöyle demektedir: Siz apaçık bir hataya düşmüşsünüz ve bir tefsir kaidesini yoketmişsiniz. Bu kaide de şudur:
Kur'an-ı Kerim'de mefhum'u muhalife dayanmak caiz değildir. Onların bundan ne kastettiklerini daha iyi anlamak için daha geniş bir açıklamaya ihtiyaç vardır. Zira eğer muhalif mefhumuna dayanmak caiz ise, peşpeşe fâsıd ve mugalatalara ulaşırız: Buna örnek olarak Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "La takrebu's-salâte ve entum sukara." (=(Ey mü'minler,) sarhoşken namaza yaklaşmayın).[17] Bir kimsenin muhalif mefhumuna dayanarak, "Allah'ın muradı, namazda olma hali dışındaki durumlarda sarhoş olmanın caiz olmasıdır" demesi mümkündür. Şimdi o da kendi deliline, hatta Kur'anî delile göre, haram ve nehiy konusudur. Bu kitapta, temeli fenni ince konuları getirmeme üzerine kurmamızla birlikte yine de bu konuyu örneklendirdik, ta ki Kur'anbilim ve Kur'an araştırmalarının sadece arapça bilmekle veya Kur'an'ı ezbere okumakla elde edilemeyecek derecede derin, geniş ve dakik ilimler arasında olduğu açıkça anlaşılsın.
Kur'an'ın yaklaşık onda biri, yani muhkemat kısmını da ihtiva eden altı binden fazla Kur'an ayeti içinden yaklaşık beşyüz ayet fıkhidir. Yani, "ahkâm-ı hamse-i teklifiyye" (Farzlar, haramlar, müstehablar, mekruhlar ve mubahlar) hakkındadır ve bunlara "Ayâtu'l-ahkam" ya da "fıkhu'l-Kur'an" denir. Tüm İslami mezheblerin fakihleri ve müfessirleri, özellikle de fıkhi yönleri daha ağır basan ve fıkıhta söz sahibi olan müfessirler bu ayetleri ahkam istinbaı kaynağından olan diğer üç kaynağa (sünnet / hadis / akıl ve icma') dayanarak şerhedip açıklamışlar ve ibareler ve muamelatları kapsayan büyük bir İslami fıkhi-hukuki tezgah meydana getirmişlerdir.
Kur'an fıkhı konusunda sonraki bölümlerde, Kur'anî ilimlerin tek tek ele alındığı yerlerde daha çok söz söyleyeceğiz. Burada yalnızca çok önemli bir noktaya dikkat çekeceğiz. O da şudur: Kur'an ayetlerinin sahip olduğu tüm fesahat ve kolaylığa rağmen yine de kendi ibadet ve muamelatlarımız için Kur'an-ı Kerim'e müracaat edilmemeli ve kendi basit, örfi ve gayr-i fenni istinbatlarını kaynak ve temel olarak almamalı. Nitekim örneğin, öğrenim gören hiç kimse de kendi hukuki-cezai sorunlarının çözümü için birkaç cilt kanun kitabını alıp; "Ben tek başıma kanunu anlarım ve bir hukukçuya, avukata veya mahkeme vekiline, hukuk müşavirine ihtiyacım yoktur." diyemez. Yine şayet bir kimse tıp kitaplarını okumakla doktorluk yapmaya kalkışırsa hem kendisi için hem de başkaları için büyük bir sorun çıkaracaktır.
Kur'an fıkhı konusunda diğer bir önemli nokta da şudur: Kur'an-ı Kerim, hüküm noktasında kanun-i esasidir. Daha çok külliyyat ve usûlü açıklar. O da işaret ve telmihatları kapsayan ve içeren beyanlarla şerh ve açılıma muhtaçtır. Bunun için yalnızca namaz, oruç, zekat, cihad, humus ve muamelatla ilgili külliyat Kur'an'da mevcuttur. Onun şerh ve tafsilini birinci derecede Sünnet-i Resulullah (s.a.v)'ta aramak gerekir. Örneğin Kur'an-ı Kerim'de mutlak şekilde belirlenmiş olan zina haddi hükmü gerçekte mukayyeddir ve zani ile zaniyeye yüz değnek vurulması her ikisinin de bekar olması konusundadır. Yoksa evli olanların hükmü ile ilgili olarak bütün İslam fakihlerinin kabul ettiği taşlanmadır. Fakat bu taşlanma (=recm) Kur'an'dan değil sünnet / hadisten çıkıyor ya da fukahanın genelinin görüşüne göre, seksen deynek hadle cezalandırılan (elbette seksenden başka bir sayı ileri sürenler veya deynek dışında başka görüşler de ileri sürenler olmuştur) içki içenin haddi sünnetten çıkmaktadır ve Kur'an-ı Kerim'de onunla ilgili herhangi bir açıklama yapılmamıştır.
Evet, fıkhi prensipler, fıkhi usuller o da en ileri düzeyde olmaksızın Kur'an'ın fıkhi ayetlerinden hükümler çıkarılamaz. Zira Örneğin, her vacip olan şey emir lafzıyla gelmemiştir. Ve her emir sığası ve lafzı vacip anlamında değildir sözünü ettiğimiz bu konu ve sorunlar gibi. [18]
Kelamdan maksat, akaid ve usul-i din ilmi ve onların inkarcılar ve onların ileri sürdükleri veya tabii olarak meydana gelen şüpheler karşısında akli, bazen de felsefi ye mantıki yollarla savunmak demektir. İslami kelam ilminin ilk ve en önemli kaynağı ve menşei Kur'an-i Kerim'dir. Zira hem Hazreti Peygamber (s.a.v) ve hem Kur'an'ı iyi anlayan sahabeler, bunların başında da Hz. Ali, İbni Abbas, İbni Mes'ud, daha sonraları kelami i'tizal ya da mu'tezile mektebinin (=ekol) esas ve ilk kurucusu sayılan Hasan-i Basri (sahabeden sonra gelenlerden-Tabiun) gjbilerin tümü Kur'an ayetlerine müracaat ve istinad ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim'e ilk itikadi istinadlar Haricilerin sözleridir. Zira Hz. Ali'nin hakem olayını kabulü -ki o da bizzat haricilerin kendi ısrarıyla olmuştu- hareketine muhalefet etme ve hakem olayını red etme konusunda şunları ileri sürmekteydiler: "İnni'l-hükmu illâ lillâhi." (=Hüküm vermek yalnız Allah'a aittir).[19] Hz. Ali ise, onların münafıkça hareketleri karşısında iki meşhur cevap vermişlerdir: Birisi; "Ben kendim, konuşan Kur'an'ım." sözüdür. Diğeri de onların garazkarane "inni'l-hukmu" veya "La-hukmu illallah" istinadları konusunda buyurdukları; "Kelimetün hakkun yuradu biha'1-batü." (=Bu söz haktır, fakat onunla haksızlık kasdedilmiştir.) sözüdür. Aynı şekilde Hz. Ali, kendisinden sonra sahabe arasında, Kur'an hafızları ve katipleri arasında en iyi Kur'an bilimcisi olan en büyük yardımcısı ve talebesi İbni Mes'ud, Haricilerle mukabele ve münazara etmek istediğinde Hazret ona şunu söyledi: Onlarla Kur'an'a istinad ederek tartışmaya girme, Zira Kur'an, birçok yönlü ihtimaller ve vecihler taşır ve kapsar te'vil ve' tefsir edilmesi mümkündür. Sen bir söz söylüyorsun ve bir ayete dayandırıyorsun, onlar da bir söz söylüyorlar ve bir ayet veya ayetlere istinad ve istişhad ediyorlar. Fakat onlarla mukabele ederken sadece Resulullah (s.a.v)'ın sünnetine ve hadislerine istinad ve istişhad et. Zira ondan kaçamazlar ve kaçmaya imkanları da yoktur."[20]
Bir-iki asır sonra; "Büyük günah işleyen kimse mü'mindir veya bu günahtan dolayı iman ve dinden çıkar." konusunda bir grup insan şu ayete dayandı: "Ve ahirune murcevne li-emrillah." (=Başka bir takımları da vardır ki Allah'ın emrine bırakılmışlardır.)[21] Bunu iddia edenler, İslami kelam akaidi ve mezhebleri tarihinde önemli bir kelam mezheb ve ekolü olan Mürcie diye adlandırılır. Mutezilenin de asıl ilham kaynakları Hasan-ı Basri ve ondan sonra da Vasıl bin Ata'dır. Ve şayet en önemli demesek bile en azından hicri ikinci ve üçüncü asrın önemli felsefi-akli kelam ekollerinin önemlilerinden biri olarak yapılandılar ve altıncı asra kadar devam ettiler ve yakın asırlara kadar Ehl-i sünnetin resmi ve asli kelam mezhebinin temelini atan ve günümüze kadar da devam eden Ebu'l-Hasan Eş'ari'nin takipçileri olan Eş'arilerin güçlü rakibi olarak tarihte yer aldılar.
Mutezile'nin Kur'an araştırmaları alanındaki eserlerinden "Tenziyei'l-Kur'an ani'l-Metam" ve "Mü-teşabihi'l-Kur'an" eserleri İ'tizal ekolünün en büyük sözcülerinden Kadı Abdülcabbar Hemedani'nin iki eseridir. Diğer bir eser de Kur'an tefsirleri arasında önemli sayılan Zemahşeri'nin "Keşşaf”ıdır. Bir defa Mu'tezile, kelami meselelerinin genelinde bu cümleden olarak, Kur'an'ın mahluk mu hadis mi olduğunun ispatı, Allah'ın dünyada ve ahirette Kur'anî ayetlere göre görülememesinin reddi ve inkarı konusu ve özellikle; "La tudrikuhu'l-Ebsaru ve huve yudriku'l-ebsar." (=Gözler O'nu görmez, O gözleri görür).[22] ayetine dayanmışlardır. Eş'ariler veya Eşaera de, kendi akaid usullerinin ispatı konusunda bu cümleden olarak, Allah'ın kelamının (Kur'an-ı Mecid) kadim olarak kabul edilmesini ve ayrıca Allah'ın görüntüsünün ahirette görülmesinin mümkün olduğunu; "Vücuhun yevmeizin nazıretun ila Rabbiha naziretun." (=Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parlar. Rabbına bakar).[23] ayetine dayandırırlar. Şia ise, ister İsmailiyye veya Batıniyye (Yedi imamiyeler) ister Zeydiyye (beş imamiye) ve Şiayı imamiye veya isna aşariye (12 imam) da kelami konularda, bu cümleden olarak imametin gerekliliğin ispatı konusunu İlahî iradenin Emirü'1-mü'minin Ali bin Ebi Talib'i Resulullah (s.a.v)'ın fasılasız veliahdi, halifesi ve müslümanların rehberi unvanıyla tayin olunmasını; "El-yevme ekmeltu lekum dinikum." (Bugün size dininizi tamamladım ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve din olarak size İslam'ı beğendim).[24] ayetlerine dayandırıyorlardı. Hatta Sahibü'z-zaman Mehdi (a.c.) konusunda Kur'an'da işaretler buluyorlardı. Örneğin şu ayette geçen "Bakiyetullah"[25] sözünü o hazrete bir işaret olarak kabul ediyorlar. Veya; "Biz de istiyoruz ki o yerde zayıflatılanlara lütfedelim, onları önderler yapalım, onları mirasçı kılalım."[26] ayetini o hazretin kesin olarak ineceğine işaret ettiğini ileri sürmekte idiler.
Sadece önemli ve asıl İslam mezhepleri değil aksine hatta çok acayip, sapık ve garip mezhepler bile kendi inançlarını ispatlamak için Kur'an-ı Kerim'e sarılmakta idiler. Nitekim garib ve batini ekol olan "Hu-rufiyye" ekolünün kurucusu Fazlullah Esterabadi, Kur'an'da geçen her "Fazlullah" sözcüğünün kendişine işaret ettiği inancını taşıyordu.
Sonraki asırlarda Gulam Ahmed Kadiyani'nin takipçileri olan "Ahmediye" veya "Kadiyani" diye adlandırılan bid'atçı fırkalardan birisi de çıkmış, İlahî vahyin devam ettiğini ve nübüvvetin sonunun gelmediğini ispat etmek için ve Gulam Ahmed'in iddialarına yer bulmak için Kur'an ayetlerine dayanıyorlardı ve; "Benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir Peygamberi müjdeleyici olarak geldim."[27] ayetini -ki tarihi kaynaklar bu ayetin Hz. Muhammed (s.a.v)'e işaret ettiğini ispat ediyor- Ğulam Ahmed'e teşmil ediyorlardı. Böylece görüyoruz ki Kur'an-ı Kerim, tüm İslami ve hatta İslamiyyet iddiasında bulunan ve İslam'ın dışına taşmış olan (yukarıda sözü edilen Ahmediye ve kendilerince Kur'anî delilleri olan Bahaiye gibi fırkalar) birçok fırkanın itikadi ve kelami konulardaki temel kaynağı haline getirilmiştir. [28]
Hadis, Ehl-i Sünnete göre Resulullah (s.a.v)'ın söz, fiil ve takrirleri, Şia'ya göre, Resulullah (s.a.v) ve 14 masumun söz, fiil ve takrirleri demektir. Söz, o hazret'in konuşmaları ve nakilleri demektir. Fiil, O'nun davranış ve hareketleri. Örneğin namazı nasıl kıldığı, Haccı nasıl eda ettiği gibi hal ve hareketlerdir. Zira Peygamber (s.a.v), İslam aleminin en büyük mürşidi, müktedası ve üsve-i hasenesi olduğu için O'nun tüm fiilleri tüm müslümanlar için ve fakihler için birinci derecede delildir. Eğer hadis kitaplarında, örneğin Hz. Peygamber (s.a.v)'in Ehl-i Kitab'ın zebihesinden -yani hristiyanların veya yahudilerin kestikleri inek ve koyunların etinden- yemiş olduğu ve bunda herhangi bir beis görmediği şeklinde nakiller yapan hadis veya hadisler var ise, bu amelin yapılması tıpkı O'nun sözleri gibi müslümanlar için bir hüccettir. Takrir, sünnet veya hadisin oluşmasının üçüncü şekli olup; Hazret-i Resul (s.a.v)'ün bir ameli görüp de sükût etmesi ve onu reddedecek veya kaldıracak herhangi bir tavır sergilememesi demektir. Nitekim eğer Resulullah (s.a.v)'tan örneğin, sahabelerinden birinin eşini bir mecliste üç talak boşadığı ve hazret (s.a.v) onu menetmediği şeklinde muteber bir nakil yapılmışsa bu, artık İslam camiası için bir hüccettir.
Evet hadis, fıkıh ve ictihaddaki hükümlerin dayanaklarından dört delil, kaynak, veya merci ve menbaından biridir (ki daha önce bu dört kaynağa işaret etmiştik: Kitab (Kur'an), Sünnet (Hadis), akıl veya kıyas, sonuncusu da icma'). Hadis bilimi, İslami ilimlerin en kapsamlı dallarından biridir ve "Rivayetü'l-hadis" (Hadislerin nakil ve rivayeti) ve "dirayetü'l-hadis" (hadis rivayet edenlerin sadakat ve vesakatının niteliğinin tanınması, tahlili ve tenkidi, raviler silsilesinin yapısı, naklettikleri rivayetlerin dayanakları, hadis metninin itikadi ve akli usullere uygunluğu açısından tenkid ve tahlili) olmak üzere iki kola ayrılır. Ulûmu'r-rical, yani hadis ravilerinin eleştirel bilimi de onların bir alt birimi olarak yer almaktadır.
Sünnet/Hadis yalnızca görünüş itibariyle kitap/Kur'an'dan bağımsızdır fakat onunla çok derin ve geniş bir bağa sahiptir.
1- Hadis, genel olarak Kur'an'ın ve bazen de müteşabih ayetlerin müfessir, sarih ve beyan edicisidir. Kur'an-ı Kerim; "Peygamber (s.a.v) size neyi verdiyse onu kabul edin ve sizi neden nehyettiyse ondan sakının."[29] ve "Sizin için Allah Resulünde güzel örnekler vardır."[30] ayetlerinde açık bir şekilde Resulullah (s.a.v)'ı takip etmeği te'yid ve tasrih ediyor.
2- Hadis ve Kur'an arasında iki taraflı (tek taraflı değil) bir ilişki vardır. Değil sadece Kur'an ayetlerinin, bazı hadis/sünnetlerin neshi konusunda söz konusu olmaktadır. Bunun tersi de mümkündür ki bu konu biraz hayret uyandıracak bir konumdadır. Yani Kur'an'ın hadis ile neshedilme imkanı konusu usulcülerin ve hadis araştırmacılarının tartışmalarına konu olmuştur. Bu konu çok nazik ve hassas bir konu olduğu için bunu daha geniş bir şekilde öğrenmek isteyenlere, bu ilmin kitaplarına müracaat etmelerini salık veririz.
Kur'an ve hadisin bağlılığı konusunda yol gösterici, aydınlatıcı, şüphe kabul etmez ve temel bir esas da şudur ki Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'la uyuşan hadisi kabul ediniz, ve eğer Kur'an'la uyuşmuyorsa onu duvara çarpınız." Yani ona önem vermeyiniz. Zira Kur'an'dan çıkan her ayet ve ibare kat'i's-sudurdur (yani onun vahiy oluşu kesindir). Fakat Hadis-i Nebevi'den çıkan her söz ve ibare zanni's-sudurdur (Yani acaba Hz. Peygamber (s.a.v)'den mi değil mi konusunda kesinlik sözkonusu değildir, niçin ve nasıl gibi sorulara konudur. Aslında ilmü'l-Hadis de bu konu için kurulmuştur). Böylece açıkça anlaşılıyor ki kitab ve sünnet arasındaki rabıta belirlenmiş oldu ve Kur'an'ın hadis ilmi üzerindeki etkisi ve nüfuzu temel ve eşsiz bir etki olduğu anlaşılmış oldu.[31]
İrfan, marifet, yani İlahî marifet demektir. Arifin, salikin veya sufinin nefsini tehzib konusunda, Ahlakullah ile ahlaklanma (Allah'ın ahlakıyla ahlaklanma) konusunda ve nihayette İlahî okyanusta bir damla gibi yer alma konusunda aşıkane sülük demektir irfan. Tasavvuf ve irfanı bu anlamda ve bu noktada aynı anlamda ele almamız mümkündür. Fakat bununla birlikte aralarında ince bir fark mevcuttur. Tasavvuf daha çok adab ile aynı anlamdaki sülük, tarikatın pir veya mürşidine ulaşma, hırka ve hankaha kabul edilme konularıyla İlgilidir. İrfan ise daha çok nazaridir. Fakat her halükarda Hallaç, Bayezid-i Bestami, Senai, Attar, Mevlana, İbn-i Arabi, İbn-i Fariz, Hafız ve Cami gibi arif zatlar ile Cüneyd, Ebu Talib-i Mekki, Şah Nimetullah Veli ve günümüze ulaşıncaya kadar Sultan Ali Şah ve Şefi Ali Şah gibi sufiler arasında çok belirgin bir farklılık sözkonusu değildir. Hatta bizim bu satırlarda kimilerini arif kimilerini de sufi olarak zikretmemiz daha çok görelidir. Arifler ve sufiler arasındaki en belirgin ve ciddi fark şuradadır: Arifler, daha çok görüş ehlidir. Sufiler ise daha çok amel ve ameli sülük ehlidir. Hatta sanki bu fark bile nihai bir fark ve ayrılık değil gibi görünmektedir. Zira örneğin Mevlana gibi birisini arif mi yoksa sufi mi saymak mümkün değildir. Şayet hırka ve hankah uğraşını gözönünde bulunduracak olursak Mevlana ona yönelmiş ve uğraşmıştır ve tarikatın resmi sülukunu uygulamıştır. Mevlevi tarikatı da ondan sonra ta günümüze dek devam itmektedir. Şayet nazari marifeti göz önünde bulunduracak olursak Mevlana son noktasına kadar buna sahip olmuştur. Fakat Hafız konusunda yapmış olduğumuz bu ayırım açıktır ve Hafız, kendisi bir ariftir. Fakat sufilerle arası pek iyi değildir. Ancak burada şunu ifade edelim ki Hafız sadece kendi dönemindekilerini sufi görünüşlü ve sarhoş olarak kabul etmiştir. Yoksa Bayezid ve Hallaç gibilerini övmüştür. Kesin olan şey, İlahî ve irfani aşkın ilk ve temel kaynağı açık bir şekilde Allah'ın insanları sevmesine, insanların Allah'a duyduğu aşk ve muhabbete işaret eden Kur'an-ı Kerim'dir.[32] Zühd, takva, dünyayı değersiz görme, daha çok ahirete önem verme ve nefsin temizliğine önem verme anlamındaki ilk İslami irfan veya tasavvufun temeli tamamıyla Kur'an-ı Kerim'dedir. Diğer yandan kimileri irfanın tarifi konusunda şöyle demişlerdir: İrfan, esmaü'l-hüsna'yı tanımaktan ibarettir ve Esmaü'l-Hüsna konusundaki en önemli kaynak Kur'an-ı Kerim'dir. İslami tasavvuf ve irfan tarihinde ilk önce ameli tasavvufun ve hankaha özgü bir sülukun meydana geldiğini ve daha sonraları doruk noktası, İbn-i Arabi (ö:k.638) mektebinde olan nazari irfanın meydana geldiğini görüyoruz. İbn-i Arabi'nin nazari irfan mektebi kendi döneminden ta günümüze dek en etkin irfani mektebdir. Bugün bile bu mektebin takibçisi ve belki de açıklayıcısı niteliğinde birçok arif ve irfanbilimcisi mevcuttur. İmam Humeyni (r.a) gibi, üstad Seyyid Celaleddin Aştiyani, Ayetullah Hasanzade-i Amuli ve Ayetullah Abdullah Cevadiyi Amuli gibileri bunlardan birkaçıdır. Şunu da söylemeden geçemeyeceğiz ki, asırlardaki felsefi mektebinin en önemlisi olan Molla Sadra'nın hikmet-i mütealiyesi bile İbn-i Arabi'nin nazari irfanının kilit noktası mefhumları ve maarifine özellikle de onun iki şaheseri olan "Fususu'l-Hikem" ve "el-Futuhatu'1-Mekkiyye" adlı eserlerine dayanmaktadır. İbn-i Arabi'nin, Kur'an ayetlerini irfani açıdan te'vil etme konusunda özel bir lezzet ve zevki vardır. İki ciltlik bir Kur'an tefsiri ona nisbet edilmektedir (ki araştırmacılar onu İbn-i Arabi mektebinin ünlü şakirdlerinden birinin yani, Abdurrezzak Kaşani'ye nisbet etmektedirler). [33]
Din ve ahlak esasta müşterektir. Zira beşerin her iki gidişinin sonu da saadet ve kurtuluştur. Bundan dolayı da ahlaki usul ve hükümlerin açıklanmasında ve genişletilmesinde İlahî kitaplardaki ahlak-i hamide'ye (övülen ahlaka) davet, ahlak-ı rezile'den (kötülenen ahlaktan) nehyetme konusundaki temel kaynaklardan biridir. Kur'an-ı Kerim'de, ahlak-i hamidenin birçok yönüne işaret edilmiştir. Örneğin, takva, ittika, ihsan, ihlas, uhuvvet, istihya (haya), istikamet, İslam/teslim, emanet, ma'rufu emir, tazarru', meclislerde tefessüh (yeni gelen kimseye saygı gösterme ve ona yer açma), taaffuf, tevazu, tevekkül, sabit ayak, hilm, huşu, haşiyyet, huzu', hafaz, cenah, rahm, silm, şükr, sabr, sıdk, sadaka, ziyafet, af, kist, kanaat, müeddet, vaaz, nasihat, münkerden nehiy, ahde vefa vb. birçok özellik tavsiye edilmiştir. Ahlak-i rezilenin de birçok yönüne işaret edilmiş ve onlardan nehiy etmiştir. Örneğin, istikbar, tekebbür, istihza, israf, kin besleme, gıybet, iftira, malı sevme, cimrilik, şükürsüzlük, (şükürsüzlükten doğan sarhoşluk ve nankörlük), serkeşlik, bağiy (imam karşısında isyankarlık), bühtan, tebzir, teberrüc (bazı cahil kadınların ziynetlerini göstermesi), tecessüs (başkalarının işlerine burnunu sokma ve onları araştırma), teteyyur (kötüye fal yorumlamak), taassub ve cahili kahramanlık, tefahur, tekasur, tematti ( naz ve cilve yapmak), tenabuz (başkalarına kötü ad takmak), isimlerle alay etme, tenazu' (çatışmacılık), inkarcılık, cehalet, hırs, hased, yalan yere yemin, hiyanet, rüşvet, riya, zina, zorbalık, kötü niyetli, saht, şuh, şirk, şek, şe'n (düşmanlık), şehvet, tama', ucb, adavet, isyan, gurur, gasb, gaflet, gayz, fahşa, fesad, fısk, kazf (temiz inşalara zina isnadı), kasavet, kezb, küfr, küfran, mal biriktirme, leccac, la'b, lağv, lemz, livat, lehv, mikr, minnet, nifak, neks (söz bozma), komik, İlahî rahmetten ümitsiz olma...vb. [34]
Kur'an-ı Kerim, İlahî ve vahye dayalı olmasıyla birlikte, şekilsel, yapısal ve dilsel açıdan da edebi-dilsel şaheserlerden sayılmıştır. Bu konu, itikadi konudan ayrıdır. Yani müslüman olmayanlar ve hatta belki de İslama muhalif olanlar da ister-istemez gizli açık Kur'an'ın İlahî mucize olarak kabul edilmese dahi, edebi ve dilsel açıdan benzeri bulunmayan bir şaheser mucize eser olduğunu itiraf etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki başlangıçta dilbilimcisi yazarlar Sibeveyh'ten tutun da "Müğniyü'l-Lebib"in sahibi îbn-i Hişam'a kadar ve ondan sonra alfabetik sıraya göre düzenlenen nahiv ve dilbilgisi kuralları sözlükleri hazırlayan günümüze kadar kaleme alınan arab dilinin en eski ve en öncelikli dilbilgisi eserleri Kur'an-ı Kerim üzerine dayandırılmaktadır. Diğer yandan lügat yazanlar, baştan beri hatta Halil bin Ahmed'in eseri "el-iyyin"den önce ta bugüne dek ki "el-mu'cemü'l-Vesit"nin "mecmeü'l-lüğeti'l-arabiye"nin (Mısır sözlük çalışmaları kurulu) sipariş ve ısrarıyla ve onun İbrahim Enis gibi değerli üyelerinin himmetiyle düzenlemiş olan arapça sözlüklerin büyük bir kısmı ve özellikle de sözünü ettiğimiz sözlük ve günümüz çalışmalarından Reşid Rıza'ın düzenlediği "Mü'cemü metnü'1-lüğa" adlı eser ve eski dönemden en önemli ve en mufassal "Lisanü'1-Arab" (İbn-i Manzur Afriki'nin eseri) ve Firuzabadi'nin "Kamus"unun şerhi konusunda kaleme alınan Murteza Zebidi'nin eseri "Tacu'1-Arüs" gibi Arapça kavramlar sözlüklerinin hepsi Kur'anî misal ve delillerle donatılmış eserlerdir.
Aynı şekilde belagat ilmi kitapları da ekseriyetle Kur'anî misal ve delillerle donatılmıştır. Özellikle iki değerli eser olan "Delailu'l-i'caz" (mana ilminde) ve "Esraru'l-belağe" (beyan ilmi konusunda) eserleri Abdulkadir Cürcani'nin eserleri olup dayanak ve senetlerin çoğunu Kur'anî kullanımlarla doludurlar. Edebiyat dünyasında ve edebi-dilsel sanat eserlerinde de Kur'an-ı Kerim'in etkisi tartışılmaz ve vasfedilmez bir durumdadır. Hatta arapça kavramları kullanmamak için çaba sarfeden Şehname'de bile Kur'an ayetlerinin etkisi açıkça görülmektedir. Bu eser bile bu durumda iken nerde kaldı ki Senai, Atar, Mevlana, Hafız ve Sa'di'nin eserlerinde olmadığından söz edilsin. Arap edebiyatında da Kur'anî ayet ve ibarelere fazla yer vermeyen Cahız, Mütenebbi ve Ebu Temam zamanından tutun da zamanımıza dek ve Taha Hüseyin gibi yazarların eserlerine kadar yazar, edip, şair, makale yazarı daha az kimseler de mevcuttur, Mevlana'nın Mesnevisi, Hafız'ın gazelleri gibi bazı eserler de vardır ki sadece muhteva açısından değil yapı ve şekil açısından da Kur'an süreleri yapısında ve ayetlerle süslenmişlerdir. Örneğin Üstad Mutahhari gibi görüş ehli kimselerin 'Arap dili, bir kavmin (Arap kavminin) dili değildir. Aksine bir kitabın (Kur'an-ı Kerim'in) dilidir." demeleri bundan kaynaklanmaktadır. [35]
Mukaddes dini metinler ile felsefe arasındaki görüş, meşreb ve fasıla farklılığı çok fazla idi ve İslam medeniyetinin ilk asırlarında felsefe ehli ile diyanet ehli arasında çok uzunboylu fikirsel tartışmalar mevcuttu ve felsefeye muhalefet hareketinin kahraman bayraktarı, İmam Muhammed Gazzali; hicri beşinci asırdaki din bilimcisi İslam bilimcisi ve İslam kültürünün müceddidi idi ve bu alanda ünlü "Tehafütü'l-felasife" isimli eseri kaleme almıştır. Fakat bununla birlikte mütedeyyin ve müslüman filozoflar, Yunan felsefesinden iktibaslar ve alıntılarla başlayan İslami felsefenin şekil bulması ve olgunlaşması döneminden Kindi, Farabi ve özellikle de İbn-i Sina gibileri, Kur'anî açık ayetler daima onların görüş merkezi ve onlar için en önemli me'nus ve melmus fikri kaynak olmuştur. İbn-i Sina, Allah'ın varlığını ispat delillerinden bazılarını örneğin varlıkbilimi/vücudi delilini Kur'an-ı Kerim'den getirmiştir: "Rabbinin her şeye şahit olması (her şeyi görmesi sana) yetmez mi?"[36] Ya da Molla Sadra, kendi önemli tez ve nazariyesi "Cevheriye Hareketi"ni Kur'an ayetlerinin bazılarından ilham alarak temellendirmiştir: "Dağları görürsün de onları (yerlerinde) donmuş sanırsın. Oysa onlar, bulutun yürümesi gibi yürümektedirler."[37]
Ayrıca eski dönemden Üstad Allame Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai'nin zamanına kadar kimi filozoflar, mahiyetin asaleti karşısında vücudun asaleti konusunda birçok Kur'an ayetini dayanak olarak getirmişlerdir.[38] İbn-i Sina ve Molla Sadra gibi birkaç filozof da Kur'an sureleri ve ayetleri üzerine hikemi ve hikmetamiz tefsirler yazmışlardır. İbn-i Sina'nın tefsiri bir ciltlik, Molla Sadra'nın tefsiri ise yedi cilt (arapça) olarak basılmıştır.
Evet üzerinde düşünülmesi ve dikkat edilmesi gerekir ki felsefi düşünce, görüş ve fikirleri ile dini düşünce, görüş ve fikirleri arasında prensip ihtilafının varlığına rağmen müslüman filozoflar Kur'an ayetlerine bu derece itina etmişlerdir. [39]
İster Arap dili camiasında olsun ister Fars, Türk, Urdu dilleri camiasında olsun en önemli İslami sanat sayılan edebiyat konusunda Kur'an-ı Kerim'in kendisi üzerindeki etkisinden daha önce söz etmiştik. Mimari sanatta süslemelerden birisi de kitabe yazımı idi ki genellikle sülüs hattıyla bazen de nesh hattıyla yazılmışlardır. Bu kitabelerin de gösterdiği gibi bunların çoğu Kur'an ayetleridir. İslami sanatların gelini olarak tanımlanan güzelyazı (hat) sanatında Kur'an'ın nüfuzu eşsiz ve vasfedilemeyecek bir derecededir. Mantıki olarak söylenebilir ki Kur'an müzelerinde 20.000'den fazla güzel yazılmış Kur'an nüshası bulunmaktadır ki, bunların büyük bir kısmı da tezhib, teş'ir, kitab süslemeciliği, ciltçilik açısından son derece güzel bir sanata sahiptir ve büyük bir titizlikle korunmaktadır.
Musiki de, ya Şer'i sorun taşıyor ya da ehl-i şeriat tarafından destek bulmamış ve korunmamış olmakla birlikte İslam medeniyetinde hatta ilk asırlardan beri geniş bir halk topluluğunun arasında önemli bir yer tutmuştur. Zira Ebu'l-Ferec el-İsfehani'nin yirmi ciltlik büyük müzik ansiklopedisi "Eğani" isimli eseri bunlardan biridir. Kur'an-ı Kerim'in tertil, teğenni ve tevaşihi (güzel okuma ve uygun okuma) sanatı noktasında Kur'an ve musiki ilişkisi eskiden beri ehl-i şeriatın desteğinde ve gözünün önünde bir konu olmuştur. Bu konuda Kur'an'ın güzel okunmasını teşvik etme konusunda masumlar tarafından hadisler de nakledilmiştir. Asrımız, Allah'a hamdolsun ki Kur'an'ı güzel okumanın revaç bulduğu ve ilerlediği bir asırdır ve devamlı Kur'an okuyan radyolarımız, özel toplantılarımız ve Kur'an sempozyumu ve konferanslarımız düzenlenmektedir. Dünyanın her yanında bu tür oluşumlar gün geçtikçe artmaktadır.
Kur'an'ı güzel okuyan üstadlarımız musiki anlayan sanatçılarımız ve makamları güzel kullanan okuyucularımızın sesinden müteşekkil toplu kasetlerimiz herkesin rahatlıkla bulabileceği bir konumdadır...[40]
Kur'an-ı Kerim'in başka yönlerinden biri de onun toplumun kültürü üzerindeki büyük nüfuz ve tesiridir. Günlük yaşamımızın her anında "Bismillahirrahmanirrahim"i söylemekten tutun da yeni eve ilk önce ayna ve Kur'an'ın götürülmesine, nikah, sözleşme ve önemli toplantıların yapıldığı meclislerde Kur'an'ın bulundurulmasına, çocuğa isim koymak için Mushaf-ı şerifin teberrükünden yardım dilemeğe kadar, çocuklarımızın isimlerini, önemli günlerimizin tarihini Kur'an'ın cildine yazmaktan tutun da misafiri Kur'an'ın altından geçirerek yolcu etmeğe, şampiyonların kollarına Kur'an bazumendini bağlamağa, Kur'an'la istihare yapmaya, hatta fal bakmağa kadar büsbütün müslüman halkların ve milletlerinin yaşamında büyük bir yer tutar. Müslümanlar, hayatlarının her anında her yönüyle ve bütün varlığıyla Kur'an'ın yüceliğine ittika edip dayanmaktadırlar. Müslümanlar günlük namazlarında günde beş kez Kur'an'dan sureler, özellikle de Fatihayı okumaktan başka, okullarda çocuklarına Kur'an alfabesini öğretmekte, Kur'an kursalarına büyük ilgi duyup çocuklarını oralara büyük bir zevkle göndermektedirler. Bunun dışında Kur'an ile ilgili daha ilmi, daha ağırlıklı ve ölçülü programlar düzenlenmekte ve eğitim ve öğretimi yapılmaktadır. Müslümanlar genellikle Kur'an'dan en az bir sure, bir ayet veya bir duayı zihinlerinde ve dillerinde ezbere bilmektedirler. Edeb ve zerafet ehli olan kimseler de daha hassas oturumlarda Kur'an ayetleri, ibareleri üzerine güzel ve zarif yorumlar yapmış ve yapmaktadırlar. Ayrıca günlük konuşmalarda, sohbetlerde bile Kur'anî ıstılahlar sık sık kullanılmakta veya ona işaret edilmekte/örneğin, Kur'an çarpsın, Kur'an yanılır mı? Cin bismillahtan kaçar, inşaallah, maşallah ve bunlara benzer daha birçok Kur'anî kavram ve ıstılah günlük yaşamımızda sık sık kullanılmaktadır. [41]
Tevhidi dinler tarihinde, özellikle İbrahimi (Yahudilik, Hrıstiyanlık ve İslam) dinler tarihinde Allah'ın mukaddes isminden sonra güzel ve geniş "vahiy" kelimesi derecesinde bir öneme sahip hiçbir kelime yoktur.
Yüce Allah, yaradılışın tümünden Zeyd ve Amr'ın iman ve küfrüne varıncaya dek zat ve zatiliğinin ğena ve istiğna-yi kamil sıfatlarına sahip olması nedeniyle herhangi bir fayda sağlamadığı gibi gayb-ı ammada ve gaybu'l-guyub perdesinde baki kalma imkanına da sahipti. O zaman, böyle bir durumda insanın işi, inleme ve sızlama olup alan ona dar bir yapıda olurdu. Böyle bir durumda beşeriyetin tamamı bir kırık-kapalı silah eliyle, yani sayı düşünen aklıyla yalnız ve başbaşa kalırdı. Ve bugün sahip olduğu şekli dinlere sahip olmayacaktı. Tabii olarak ne Peygamberler gelirdi, ne semavi kitaplar nazil olurdu, böylece de gayb ile şuhud arasında, tabiatötesi ile tabiat arasında doldurulamayacak bir fasıla düşerdi. Akli ve mantıki Şia kelamı, burada bu sırrı en iyi bir şekilde aydınlatıyor. Yani bu zor ve gizemli "Gayb perdesinde oturan Allah, niçin gaybta şuhudla temas kurdu ve beşer ile konuştu?" sorusunun cevabını akli ve mantıki usullerle veriyor. Bunun cevabı Allah'ın lütuf sıfatı kaidesi gereğincedir. Hekimin fiili hekimane olduğu için hikmetten hali değildir. Mevlana'nın;
Men ne kerdem halk ta sovdi konem / Belki ta ber bendegan covdi konem.
“(Ben bir fayda almak için yaratmadım / aksine kullara bağışta bulunmak için yarattım).” demesi de bu amelin lütuf anlamında olması demektir.
İnsanın, mahlukatın en şereflisi olduğu bir gerçektir. Fakat eğer Allah kendisini vahiy yoluyla ona aşikar (görünür) kılmasaydı Allah'ın varlığı konusunda insanın yalnızca konuşacağı kaçınılmazdı. Ve en azından insanlar safi bir yapıya, haksever ve hakperest olduklarından; "Kalbimiz perdenin arkasında perdede oturan birisi olduğuna şehadet ediyor" ve "maksad menzilgahının neresi olduğunu kimse bilmez. / Şu kadarı vardır ki bir zil sesi geliyor." (Hafız) diyeceklerdi.
Evet, dört unsur, beş his, altı cihet ve yedi gezegenin boyunduruğu ve esareti altında olan insan, iki kısma ayrılıyordu. Bir kısmı "Allah vardır veya bir mebde' vardır, hem cihan-i gaybi hem de gayb-i cihaniye sahiptir." diye konuşuyordu. Bir kısmı da "Her ne varsa bu dünyadadır. Ne yaratmazdan önce hareket halindeydi ne de tabii dünyanın sonundan sonra tabiatötesi bir ahiret dünyası vardır." demekteydiler. Daha sonra taraflar konuşmanın ötesine gittiler. Öyleki, fikir ve felsefe tarihine gittiler ve mebde'in varlığına -ya da iyazu billah- yokluğuna deliller getirmeğe koyuldular. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi tabii olarak bir din de tutunamıyordu. Zira ne bir Peygamber vardı ve ne de bir mesaj (vahiy) geliyordu. İnsan kendi haline bırakılmıştı ve bu üstünlükte bir ses zemin ve zamanın dört bir yanındaki yarıklardan; "İnsan başıboş bırakılacağını mı sanıyor?"[42] benzeri sözler de yankılanmıyordu.
Şimdi bu kısa mukaddimeden sonra Allah'ın mukaddes isminden sonra dinler tarihinde, hatta fikir ve kültür tarihinde küçücük vahiy kelimesinden daha büyük hiçbir kelimenin neden bulunmadığını anlamış bulunuyoruz.
Vahiy, gizli işaret, ilham, fıtrata yerleştirmek, teshir etmek gibi bütün lügat manalarını kapsar. Asli ve temel manası ise, Allah'ın insanla temas kurması ve bir çokları Peygamber olarak adlandırılan seçkin insanlara mesaj göndermesi demektir.
Eski anlamları yeni görüşler muvacehesinde görmek gerekir. Sohrab-ı Sipehri'nin deyimiyle;
"Gözleri yıkamak gerek / başka şekilde görmek gerek."
Bu kitabın birinci bölümünün başında, "Eğer bugünkü insanoğlu onbeş-yirmi asır önceyle ilgili olan eski bir belge bulsa onun sır ve okunmasının keşfi konusunda çaba sarfettikten sonra bu belgenin Allah'ın tüm insanlığa hitab ettiği kapsamlı bir belge (mektup) ve arştan ferşe bir mesaj olduğu anlaşılsa insanlık aleminde ne tür bir sarsılma ve velvele kopacaktı?" demiştik. Daha sonra yine demiştik ki fesahat, tatlılık ve açıklığın doruğunda olan böyle bir belge ve mesaj gerçek olarak beşerin elinde mevcuttur o yüce ve üstün kitap Kur'an'dır. Niçin bu manadan sarsılıyoruz? Bu ne ağır bir uykudur ki ondan uyanmak bu ölçüde zordur? Evet, Ruhu'1-Kuds veya Cebrail olarak isimlendirilen en üstün melek, bu İlahî mesajı, gayb alemi olan Allah'ın huzurundan "Levh-i Mahfuz" olarak adlandırılan asıl metninden 23 yıl boyunca pak, takva sahibi, emin, sıddik (ve mazeret arzıyla) ve okuması olmayan, ümmî; edebi, ilmi veya felsefi kültürden yoksun -ki gençliğinde yetim bir çobandan başka bir şey değildi- bir insanın kalbine nazil etmiştir. O da, hiçbir teklif ve tasarrufta bulunmaksızın onu okuma-yazması olanların yani vahiy katiplerinin yardımıyla yazdırmıştır. O da en iyi yazı araçlarıyla değil, aksine çok az sayıdaki bir avuç kadar kağıdın veya bir tek kalemin veya divitin dahi zor bulunduğu bir dönemde.
Evet, üns ve adet (=gelenek), ilim ve bilginin; özellikle de gönül bilgiliğinin en büyük örtü ve engelidir. Yoksa Yüce Allah'ın 600 sayfalık bir mektubu (=yazılı metni) insan için göndermesinin önem ve ehemmiyeti, her gönül sahibinden uyku ve huzuru alır ve onu bir ömür boyunca vecd ve cezbe içinde her türlü tasarruftan, tahriften korunmuş ve tarihinde onun korunmuşluğuna şahitlik ettiği bu İlahî mesajı okumaya ve tekrar okumaya, çok okumaya ve onun emrine boyun eğmeye, onun nehyettiklerinden sakınmaya sürüklemiş olurdu. Şimdi de yine bu kötü üns ve adet (=Gelenek ve görenekler) tozu ve dumanı, hakikat güneşini birçoklarımızın gözünden gizlemiş ve şeyh-i ecelin değimiyle;
Afitabi-yi bedan bozorgi ra / Pare-i ebr na-pedid koned.
(O büyüklükteki bir güneşi / bir bulut parçası, görünmez kılar.)
Evet, bizim varlığımızın temelini altüst etmesi gereken bu üstün ve yüce hakikatten ne yazık ki artık sarsılmıyoruz. Zira insan kültüründe büyük bir hakikat vardır ve o da Allah'ın insanla temas kurmasıdır ve vahiy olarak adlandırılır.
Bilinçli olarak böyle ifadeler kullanıyorum. Yeni bir beyanın yeni bir bilgiyi ve bilgiden daha üstününü ve yeni bir bakışaçısını meydana getirebileceği için bu şekilde konuşuyorum. Yoksa lügat yazanların ve müfessirlerin vahiy anlamı konusundaki sözlerinin nakli daha kolaydır ve vahiy kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de birkaç yerde geçtiği için su içmekten bile daha kolaydır.
Evet, Yüce Allah, hakikati duyan temiz kalpli ve takva sahibi yüzden fazla kişiyi seçmiş ve onlara; "Ben var olduğum için varım."[43] diye buyurmuş ve kendi vücudunun bilgisini beşeri sözler, deliller, iptaller, istidlaller çemberinden -ki gelip-gelmemeğe sahiptir ve her delil kendi zıddı bir delile sahiptir- kurtarıyor ve kendisini kudret eliyle ve kendi suretinde yarattığı[44] en üstün ve en sevgili yaratığıyla konuşuyor.
Yüce Allah, insanların gafletini gidermek ve ölümcül gaflet uykusundan uyandırıp uykusunu kaçırmak için hiçbir lütuf ve inayetten sakınmamıştır. İnsanları normal işlerinin cereyanının mutluluğundan ve suyun huzur veren ayak sesinden uykusunu kaçırmamak için ansızın adetleri yıkıp kırıyor, mucizeler gösteriyor, çakıl taşlarını konuşturuyor ya da ayı ikiye bölüyor. Oysa gerçek müminler mucize şartıyla iman etmemişler, ve imanın mucize yarattığı kadar mucize, iman yaratmamıştır. Nitekim Kur'an'ın deyimiyle inkarcılar, her mucizeyi gördüklerinde onların inkar ve imansızlıkları daha da artıyor ve; "Bu, süregelen bir büyüdür."[45] diyorlardı. Evet, mesihiyet (Hristiyanlık) tarihinin en büyük alimlerinden, söz sahiplerinden ve en büyük Allahbilimcilerinden ve kelamcılarından birisinin deyimiyle: "İşlerin normal akışı, daha hayret vericidir." Eğer bir güvercin, bir elmas tanesini gagasına alır da kanat çırparak odanızın penceresinden içeri dalarsa ve o elmas tanesini sizin çalışma masanızın üzerine bırakıverirse sonra da yüzünüze anlamlı bir gülücük kondurarak geldiği yoldan çıkıp giderse bu, o kadar mucize, üstün ve yüce bir şey değildir. Zira Sfdece onun o güvercinliği, ve Sohrab-i Sipehri'nin devirliyle onun aurodinamik "güzel hacmi", onun küçük ve güzel renkli masum gözleri, süslü-püslü kol ve kanatları, sırbilirliliğinden az olmayan kanat çırpma bilgisi, herhalde daha mucize olsa gerektir. Acaba bir de hava dalgalarının uçuş kabul ediciliği ne derece daha üstün ve yücedir? Tarih gösteriyor ki insanlar ekseriyete yakın bir ittifakla vahiy mesajını kabul etmişler ve Yüce Allah'ın kendi mesajını Peygamber olarak adlandırılan bir elçiye teslim ettiği gerçeğini kabul etmişlerdir ve insana hisler dünyası perdesinin dışında veya arakasındaki sırların bir kısmından haberdar olacak bir yardımcı ulaştırmıştır. Elbette imanın olduğu her yerde şüphe ve inkar da vardır. Peygamberler genellikle kendi toplumlarından, kendi kavimlerinden eziyet, işkence, azar ve sıkıntıyı görmüşlerdir. Nuh Peygamber (a.s.)'dan tutun da Peygamberlerin sonuncusuna kadar. Ne kadar ilginçtir ki Peygamberler, beşeriyete en büyük hizmeti yapıyorlardı ve onlar için Allah'ın mesajını getiriyorlardı. Buna karşılık olarak da hiçbir hediye, karşılık ve ücret de talep etmiyorlardı. Fakat bazı kültürsüz insanlar, sanki kendilerini ya da insanı, Allah'ın kendilerine şifahi ve kitabi (yazılı) bir mesajı vermesine ve onların dünya ve ahiret yaşamları için bir belge ve program vermesine layık ve değer görmüyorlardı.
Aslında din ve bilim önderlerinin yeni söylemleri ve yeni arayışları halkın genelini sarsıtıcı bir özellik taşır. Zira onların uyku ve huzurlarını özellikle onların sessiz, rahat ve haz verici tatlı uykularını kaçırır. Bundan dolayı da cahiller topluluğu ve genel cahiller, sertlik ve kinle Peygamberlerin temiz ve İlahî mesajlarını karşılıyorlardı. Nuh (a.s)'u alaya alıyorlardı, İbrahim (a.s)'i ateşe atıyorlardı, Musa (a)'yı yalnız bırakıyorlardı, İsa (a)'yı çarmıha geriyorlardı, ve Hatemü'l-Enbiya (s.a.v)'ya en can yakıcı onlarca savaşlar açıyorlardı. İşte Peygamber (s.a.v)'in bir hadisinde; "İnsanların en fazla bela çekeni Peygamberlerdir, sonra daha iyiler ve iyiler..." diye buyurması da budur.
Ne kadar ilginçtir ki Peygamberler insanları kurtuluş yoluna davet ediyorlardı. İnkarcılar ise Peygamberleri helaketle tehdit ediyorlardı. Kur'an-ı Kerim de bu anlamı ifadelendiriyor: "Bana ne olmuş ki siz beni ateşe çağırdığınız halde ben sizi kurtuluşa davet ediyorum?"[46]
Doğrusu bu, insanoğlunu seven bir grup insanın, 50 en son ilmi ve teknolojik araç ve gereçleri alıp da vahşi kavimler arasına gidip onları bu araç ve gereçlerle tanıştırmak ve yararlandırmak istemelerine benziyor. Bu medeniyet temsilcileri ile vahşet temsilcilerinin karşılaşmalarının sonucu traji-komik bir film olacaktır. Nitekim gerçekler aleminde de bu vuku bulmuştur ve onun şerhi kitaplarda ya da sinema perdelerine de konu olmuştur.
Peygamberler de genellikle eski dünyanın geri kalmış muhitlerinde davetle emrolunup görevlendirilmişler ve sonuçta muzaffer olmuşlardır. Günümüzde altı milyara yakın bir nüfusa sahip olan bir dünyada dört milyardan fazlası Peygamberlerin davetini kabul etmişlerdir. Ve Peygamberlerin her söylediğine; "Amenna ve saddakna." demişlerdir.
Evet, dört milyardan fazla insan, Hazreti İbrahim (a.s)'ın kendi imanında samimi olduğunu ispat etme yolunda kendi tek ciğerparesi oğlunun boynuna bıçağı dayayıp kurban etmeye hazır olduğunu kabul etmiştir. İbrahim, İlahî imtihandan başı dik bir şekilde çıktı. Onun pak neslinden insanları sarhoşluk ve başıboşluk karanlığından aydınlığa ve kurtuluşa davet ve hidayet eden ne kadar da çok Peygamber çıkmıştır. Büyük Meryem'in bekar olduğuna ve insandan bir eşinin olmadığına, onun kalbine ruhu'l-kuds olarak bilinen ruhtan ve İlahî bir nefhadan üflendiğine ve İsa (a.s)'ya hamile kaldığına inanmışlardır. Ve Yüce Allah'ın mukaddes Tur ve Tuy vadisinde hiçbir aracı ve perde, örtü olmaksızın Musa (a.s) ile konuştuğunu kabul etmiş ve bundan dolayı da onu Kelimullah yani "Allah ile konuşan." diye isimlendirmişlerdir. Sonuçta Yüce Allah'ın İslam sünnetinde Cebrail olarak adlandırılan aynı ruhu'l-kudus aracılığıyla en son İlahî vahiy mektubunu başlangıçta Hira mağarasında, daha sonra da 23 yıl boyunca seferde ve hazarda, şehirde ve çölde, gece ile gündüzün her saat ve anında İbrahim (a.s)'in pak sülalesinden olan İslam Peygamberi (s.a.v)'ne gönderdiğini kabul etmişlerdir.
Eğer Peygamberlerin daveti, efsane ve eskilerin uydurmaları türünden olsaydı seyrinin kesilmesi gerekirdi. Yani kendi asırlarında bazı takipçiler bulurdu ve daha sonra gitgide az renkli en sonunda da tamamen renksiz olması gerekirdi. Nitekim insanoğlunun değişik rablere, tanrılara ve tabiat güçlerine inandıkları ilk inançları böyle bir seyir çizmiştir, gün geçtikçe az renkli olmuş en sonunda da renksiz bir hal almış ve ortadan kalkmıştır.
Bugünkü dindar görünümlü insanın hareket ve davranışlarında varolan müşkil, onun genellikle doğru ve dürüst olan itikadında değildir. Aksine temel problem, onun itikadının nasıllığında, niteliğinde ve onun imanının uykuya dalmasında yatmaktadır.
Tarih, iman ateşinin Hz. İbrahim (a.s)'ın ruhuna neler ettiğini tesbit etmiştir. İbrahim'in ateşte olacağı yerde ateş İbrahim'in içindeydi. Aynı şekilde Muhammed (s.a.v)'in, Ali'nin ruhuna, Mevlana'nın, Gazali'nin ruhuna; Paskal'ın, Kadis Augustin'in, K. Yerkegör'ün, Unamuno (İspanyalı yazar) ve daha birçoklarının ruhlarına neler yaptığını tarih bilgisine azıcık sahip olanlar çok iyi bilir.
Bizlerin imanı soğuk ve adetleşmiş bir yapıya gelmiş. Şayet öyle olmasaydı bugünkü insandaki bu hedefsizlik, eskimişlik, duygusuzluk, köhnemişlik ve... görülmeyecekti. Dünküler, iman ateşinin sıcaklığından gürleşiyorlardı:
Ya Rabb, in ateş ki der can-i men est / Serd kon zi-ansan ki kerdi ber Halil.
(Ya Rabb, içimdeki bu ateşi / tıpkı Halil'e serin yaptığın gibi serin yap.) Bugünküler ise soğuk mühr imanına sahiptirler.
Zira bunlar, sanki vahiy ahdinden uzak düşmüş gibiler ve yavaş yavaş unutmuşlar. Evet, Allah'ın zamanın allameleriyle değil insanlarla, normal ve sıddık insanlarla temas kurduğunu ve aracılı veya aracısız onlarla konuşmuş olduğunu; Onları, yolunu şaşırmışlar ve sarhoş, başıboşların elinden tutmak, onlara yol göstermek için göndermiş olduğunu günümüz insanı unutmuş gibi görünüyor.
İmanın sözkonusu olduğu yerde şüphenin de sözkonusu olduğunu söylemiştik. İman, bazen şüpheyi uzaklaştırmaktan veya onunla arayı açmaktan başka bir anlama gelmez. Şüpheyi denememiş iman, şüpheyi denemiş iman kadar asil ve insani değildir. Evet, eskiden beri Peygamberlerin muasırları ve daha sonra gelen sonraki asırların insanları, ya Peygamberlerin doğruluk ve sadakatlarinden ya da onların mesajlarının doğruluk ve sıhhatinden ve bir kelimeyle vahyin asaleti konusunda şüphe etmişlerdir. Ve Vahyin İlahî/semavi olmadığını aksine insani olduğunu söylemişlerdir. Freud'un dünkü ve bugünkü takipçilerinin deyimiyle, Peygamberlerin kendinden habersiz iç davranışlarının sonucudur. Yani hatta birlikte hareket ediyorlar ve; "Peygamberler doğru söylüyorlar, fakat vahiy Allah'ın sözü değildir, onların kendi sözleridir ki bunu kendileri bile bilmiyor ki onların iç alemlerinin ve nefislerinin gayb yapıtlarıdır.
Kendinden habersiz şair ve sanatkarların hayret verici bir yaratma yeteneğine sahip oldukları doğrudur. Fakat sanatkarların durumunu incelediğimizde göreceğiz ki açık veya gizli talim ve terbiye şekliyle, bir sanat veya ilme sahip olmuşlardır. "Akşam okuma-yazma bilmez olarak yattım, sabah arapça şiir söylüyordum!" Her ne varsa bir ölçü ve haddi vardır. Baba Tahir Üryan ve Şatır Abbas Sabuhi tıpkı bir efsane idiler ki ne hiç okumaları vardı ve nede bilgileri vardı. Bunlar, gizli ve açık hal ve geçmişin kültüründen haberdar ve yararlanmışlardı.
Hafız'ı örnek verelim: O, bilinçli bilinçsiz yapısında çok güçlü bir hünere sahiptir ki, hatta şair sessiz ve suskun olduğu zamanda bile kavga ve figan içindedir. Doğrusu eğer Hafız, okuma yazma yeteneğine sahip olmasaydı (Hz. Muhammed (s.a.v) gibi) ve kitap, kültürden habersiz ve Şiraz'ın pazarlarının birinde fırıncı veya çöllerinde çoban bir adam olsaydı şöyle söyleyebilir miydi:
"Ezelde senin güzellik ışığın tecelladan konuştu / Aşk göründü ve ateş bütün alemi sardı."
Veya şöyle söyleyebilir miydi:
"Kevn ve mekan tezgahının ürünü sadece bu değil / Şarap getir. Zira dünyanın esbabı sadece bu değil."
Evet, insafen bunlara imkanı yoktu. Ve şayet beşeri alemin en yaratıcı kendinden habersiz zamirine sahip olsaydı yine de basit ve normal sözlerden başka bir şey nakledemezdi.
Düşünce, kültür, sanat, edebiyat, ilim ve fen tarihinin tümü boyunca hiçbir talim ve terbiye almaksızın bilimsel-sanatsal büyük bir eser meydana getirmiş olan kültürlü, kültür yaratıcısı bir insan, büyük bir şair, veya büyük bir edip ya da büyük bir tarihçi, büyük bir hikayeci/romancı, veya icatçı, matematikçi veya büyük bir müzikçiyi bulamazdık.
Eğitim ve öğretim almamış, kültürsüz ve ilimsiz, okuma-yazması olmayan, okuma ve yazmaktan güç almayan bir Arab, sıkıntılar çekmiş ve yetimlik mihnetini tatmış, bir ömrü çobanlıkla geçirmiş, çölün tozundan, koyun, inek ve deve sürüsünden, miladi yedinci asrın Arabistan'ın ilkel yaşamından başka bir şey görmemiş bir Arabdan şu sözlerin çıkması acaba hiç mümkün olur muydu:
"Ve yer, Rabbinin nuru ile parlamıştır."[47], "Eğer yerde ve gökte Allah'dan başka ilahlar olmuş olsaydı ikisi de bozulmuş gitmişti."[48], "Ey arz (yer), suyunu yut, ve ey gök tut, denildi. Su azaldı, iş bitirildi. (Gemi) Cudi'ye oturdu."[49], "Doğrusu insan kendi nefsini görür, ortaya bir takım mazeretler atsa da."[50], "Ey insan, muhakkak ki sen, Rabbine doğru çabalayıp durmaktasın, nihayet O'na varacaksın."[51], "Rabbinin her şeye şahit olması sana yetmez mi?"[52], "İnananlar için hala vakit gelmedi mi ki, kalbleri Allah'ın zikrine saygı duysun..."[53], "İnsanların hesapları yaklaştı, fakat onlar hala gaflet içinde yüz çevirmektedirler."[54]... Ve buna benzer daha yüzlerce yüce ve hayret verici ayet ki, İbn-i Sina'dan tutun da Molla Sadra'ya kadar, İmam Fahreddin-i Razi ve İmam Gazali'den tutun da Molla Muhsin Feyz-i Kaşaneye ve Ebu'1-Ala Muarri'den Taha Hüseyin'e kadar kültür dünyasının ve dünya kültürünün önde gelen en büyük edipleri ve fasihlerini nihayetsiz bir hayret ve şaşkınlığa sürüklemiştir. Ve söylediklerinin neticesi, en büyük beşeri medeniyetlerinden birini dünyanın büyük ve geniş bir kısmında meydana getirecek kültür yaratan bir kitap olabilir miydi acaba? Evet, kendinden haberdar olan zamiri sade, basit, okuma yazması olmayan ve kültürsüz olan bir kişi hiçbir mucizeyle kendisinden haberi olmayan zamiri ilim, edep, kültür ve sanatın gizli hazinesi olamaz. Yani kendinde bir şey olmayan bir insan, bir başkasına bir şey veremez. Bu soğuk demiri bükemeyeceklerini gören bir grup insanın, bir başka görüşü ileri sürmeye başlaması ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in eğitim-öğretim görmüş, kitap okumuş, okuma-yazması olan ve önceki mukaddes kitapları mutaaladan özellikle de Tevrat, indiler ve eski İran kültürünü mütaala ederek bu bilgileri elde eden bir kişi olduğunu ileri sürmeye başlamaları da bundan dolayı idi..
Buna verilecek cevap şudur: Tarihin de şahitliğiyle, Hz. Muhammed (s.a.v)'in, böyle bilgileri toplamaya ve bu tür bir kültür meydana getirmeye ve onlara sahip olmaya imkanı ve gücü yoktur ve miladi yedinci asır Arabistan'ında hiçbir ilim ve kültür kanunu söz konusu olmamıştır. Eğer Peygamber (s.a.v), okuma yazması olan ve kültürlü bir kişi olsaydı ve, örneğin Vahiy öncesi zamanların Arap nazım ve nesrinden haberdar olsaydı ister istemez sözleri, yani iddia ettiği onunla igili olurdu. Cahili asrın söz, nazım ve nesrinin rengini alırdı. Kur'an'da yer alan bütün bu söz ve hikmet, o zamanın kültürünün sermaye ve gücüne sığmaz.
Bir başka konu da eğer bu gayr-i ciddi tevcihatların bir anlamı olsaydı ve buna tevessül ve teşebbüs edilseydi ister istemez kaçınılmaz olurdu ki fiili şekil, yani Kur'an'ın vahiysel olduğu ve emirleri Allah'ın gönderdiği emirler olduğu şekli, insani akıl ve mantık açısından kabul edilemeyecek bir yapıda olurdu. Şimdi ise dünün ve bugünün dünyasının insanlarının üçte ikisinden çoğu Peygamberlerin ve dinlerin davetini, davetlerinin doğruluk ve sıhhatini kabul etmişler ve onda bir gariplik ve akla zıtlık görmemişlerdir.
Bir diğeri de şudur: Vahyin aslını inkar eden bir kimse, sadece vahyi inkar ediyor değil, aksine Peygamberlerin doğruluğunu, hatta nübüvvetin doğruluk imkanını da inkar etmiş olur. Bundan da öte sadece vahyi alanı inkar da değil belki vahyi göndereni de inkar demektir. İnsanlık tarihinin ve tecrübesinin şehadetiyle dinlerin, imanın ve resullerin gönderilmesi ve kitapların nüzulünün inkarı asla onların ispat ve kabulünden daha akli ve mantıksal değildir. Şayet böyle olsaydı dünyada varolan tüm bu akıllılar (insanlığın üçte ikisinden fazlası) onu inkar ederdi.
Şimdi dünyanın ve insanın varlık muamması için peygamberlerin ve dinlerin cevaplarından daha iyi bir cevap bugüne kadar verilmiş değil. İnsanların çoğunluğuna yakın bir kesiminin ittifakıyla hayatın anlamını mebde', mead, Peygamberlerin davet ve iddiasının varlığını kabul etmekte bulmuşlardır. [55]
Hz. Peygamber (s.a.v.), Peygamberlikle görevlendirilmezden önce, dedesi İbrahim'in tevhid dininden ve sünnetinden baki kalmış olan temiz hanif inancını taşıyor ve ona göre yaşamını sürdürüyor ve kesinlikle cahiliye dönemi inançlarına, yani cahiliyet asrına inanmıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v), teemmül, murakabe, oruç tutma ve "tehannüs" (murakabe ve niyazla inzivaya çekilme) olarak tabir edilen her ay birkaç gün uzlete çekilme gibi davranışları adet edinmişti. Mekke yakınlarındaki Hira dağında zikir, teemmül, düşünce ve murakabe ile meşgul olduğu bir günde, ansızın Cebrail, büyük bir heybetle O'na görünür ve ipeğe sarılmış bir kitabı, Hazret (s.a.v)'e arzedip "Oku" der. Hazret, korkuya kapılır ve; "Ben okuyamam." der. Cebrail, tekrar; "İkra' (=Oku)" der. Peygamber (s.a.v) tekrar; "Ma ena bikari (=Ben okumağa kadir değilim)." der. Nihayet Cebrail, O'nu kucaklar ve sıkarak üçüncü defa; "Oku" der. Bu kez Hz. Peygamber (s.a.v) teslim olur ve; "Ne okuyayım?" der. Cebrail, bunun üzerine; “Bismillahirrahmanirrahim. Yaratan Rabbinin adıyla oku, O, insanı alaktan yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O, (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti."[56] diye buyurur. Hz. Peygamber (s.a.v), bu olaydan sarsılmış, hayrete düşmüş, şaşırmış ve titremiş bir halde henüz bunun vahyin başlangıcı olduğunu ve Yüce Allah tarafından Peygamberlikle görevlendirilmiş olduğunu bilmiyordu. Yüce Allah, O'na vahiy göndermiş, vahyin emin meleği olan Cebrail aracılığıyla O'nunla konuşmuş ve böylece bu şekilde İlahî kitabın (Kur'an-ı Kerim) gönderilmesine başlanmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in şaşkın ve heyecanlı bir şekilde evine, eşi Hz. Hatice'nin yanına geri döndüğü yolda bir daha ufuğa kurulmuş bir halde Cebrail'i tekrar görür. Cebrail, burada Hz. Peygamber (s.a.v)’e şöyle buyurur: "Sen Allah'ın Peygamberisin, ben de Cebrail'im."
Hz. Peygamber (s.a.v), büyük bir heyecan ve titremeyle kendisini evine ulaştırır. Ter ve titreme vücudunun her tarafını sarmıştır. O'nun bilinçli ve vefalı eşi Hatice, hızla ayağa fırlar ve zamanın gereklerine göre, Peygamber (s.a.v)in başını soğuk suyla yıkar. (Ateşin düşürülmesi için yapılmış olabilir). Daha sonra başını kurular ve O'nu sıcak ve yumuşak yatağına yatırır ve ilk fırsatta bilge kişi -ki bu günkü deyimle dinbilimcisi demektir- olan ve dinler tarihinde büyük bir ilme sahip olan amcasının oğlu Varaka bin Nevfel'i görmek için yola çıkar. Onun yanına vardığında olayı tüm açıklığıyla anlatır. Bunun üzerine Varaka heyecanlanır ve; "Kuddusun, kuddusun... Varaka'nın ruhu yed-i kudretinde olan zata yemin olsun ki ey Hatice, eğer bu söylediklerin doğru ise bir zamanlar Musa'ya gelmiş olan "Namus-i Ekber" O'na da gelmiştir ve O, bu halkın Peygamberidir."
Daha sonra fetret, yani vahyin nüzulünde bir durgunluk ve ara meydana geldi ki, bunun süresi üç günden üç yıla kadar çıkarılmıştır. Sonra Cebrail, yeniden Hz. Peygamber (s.a.v)'e görünür. O, bazen asıl şekliyle görünür, bazen Hz. Peygamber (s.a.v)’in dostlarından Dıhye-yi Kelbi adındaki güzel bir genç şeklinde görünüyordu. Zira belki de Hz. Peygamber (s.a.v)in Cebraili asıl şekliyle görmeye güç yetirememiş olması nedeniyle Cebrail bu şekilde görünmüş olabilir. Vahiy mesajının inen ikinci kısmının; "Ya eyyühel müdessir" (müdessir suresi) olduğu söylenmiştir.
Vahyin Hz. Resul (s.a.v)'e nazil olduğu esnada titreme, sıçrama, soğuk havada terleme, kısa bir an kendinden geçme, hayret etme gibi değişik ağır durumlar vukubulmuştur. Bazen de vahyin nüzulünden önce zil (çan) sesine benzer bir ses gelirdi. Vahyin nasıl başladığı konusunda en iyi, en kamil ve belki de en eski tavsif, "siret-i İbn-i Hişam"da yer almaktadır.
Vahiy inmeğe başladıktan sonra her vahyin inişi esnasında Hz. Resul (s.a.v), kendi isteği ve iradesi olmaksızın açık bir şekilde kendisinin zihnine yerleştirilen Kur'an lafızlarını hatırına getiriyor ve "vahiy katipleri" olarak bilinen bazı dostlarına yazdırıyordu. Gitgide fazlalaşan vahiy katiplerinin sayısı kırka kadar çıkarılmıştır. Bunlar arasında şunlar vardı: Dört halife, Ubey biri Ka'b, Zeyd bin Sabit, Talha, Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas... Bu katipler (yazarlar), Hz. Peygamber (s.a.v)in buyurduğunu aynen, hiçbir kısma ve ekleme yapmaksızın çok ilkel araçlarla yazıyorlardı (ince ve temiz taşların üzerine, koyun kemiği üzerine, ağaçların gövdelerinin kabukları üzerine, deri ve benzerleri üzerine yazıyorlardı). Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’in nazaretinde halka okunuyor, hafızlar onu hıfzediyordu. Tabii olarak şifahi bir kültüre sahip olan arap kavmi, çok güçlü bir hafızaya sahip idiler. Ezberleme güçleri çok yüksek bir derecede idi. Altmış-yetmiş beyitlik bir kasideyi bir defa ve en fazla iki defa duymakla ezberleyebiliyorlardı. Ve bu hafızlar günden güne artıyordu. Kur'an'ın toplanması, yazılması ve tedvini esnasında yardım ettiler ve sayıları yüzleri bulmuştu. Bundan dolayı bugünkü deyimle, her biri bir diğerinin hıfzını teyid, tekmil ve tashih ediyordu. Kesinlikle hiçbir tarihçi, Kur'an hafızlarının bazı kelimelerin telafuzu dışında hiçbir temel ve külli bir ihtilaf gösterdiklerini söylememiştir.
Önemli olan şudur ki, bu hıfz (=ezber), papağanvari değildi ve "ikra" (Okuma öğretimi) diye tabir edilen ders veya tedrislerle bütünleşmiş bir haldeydi. Kur'an ayetleri farz ve nafile namazlarda okunuyordu, sahabe, hıfz ve kıraatlerini Resulullah (s.a.v)'a arzediyorlardı. Peygamber (s.a.v), onların ilk ve en önemli kıraat ve hıfzetme öğretmenleriydi. Medine'ye hicretin vukubulduğu sonraki yıllarda, yeni bir muhacir geldiğinde ona bir yer bulunduktan sonra ilk yaptıkları iş, onu, Kur'an'ı iyi öğrenmesi için bir öğrenci gibi hafız Kur'an veya vahiy katibi olan bir sahabenin yanına göndermekti. Resulullah (s.a.v)'ın mescidinde Kur'an okuma, kıraat ve hıfzetme grupları oluşmuştu. Kur'an okuma zemzemesi her taraftan yükseliyordu. Hatta öyle bir yükseliyordu ki Resulullah (s.a.v), yavaşça onların kulağına diğerlerini yanıltmamak için yavaş okumalarını buyuruyordu. Sahabe arasında Kur'an araştırmasında ve öğretiminde şunlar ünlüydü: Ali b. Ebi Talib, Osman b. Affan, Ubey b. Ka'b, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit, Ebu Derda, Ebu Musa el-Eş'ari.
Kur'an-ı Mecid'in nüzulü, vahyin farklı farklı (tek tek, cüz cüz, yavaş yavaş ve zamansal aralıklarla) vahiy masdarından vahiy nüzulüne (Hz. Resulün kalbine) yirmi üç yıl zarfında Peygamber (s.a.v)’in bi'setinin başlarında ramazanın son on günü içinde olan leyl-letü'l- kadr'den, Resul (s.a.v)’ün vefatına yakın bir zamana kadar geçen bir süre içinde peyderpey inmesinden ibarettir. Kur'an-ı Mecid'de vahyin nüzulü Allah'a nisbet edilmiş olduğundan "inzal" ve "tenzil" olarak isimlendirilmiştir.
Kur'an-ı Kerim, iki nüzul şekline sahiptir. Birisi, Kur'an’ın bütün olarak, bir defada ve bir gecede –ki; "Biz o (Kur'an)nu kadir gecesinde indirdik."[57] ayeti ona işaret etmektedir- ve bu gecede Kur'an'ın bütünü "cümleten vahideten" (bütün olarak) şeklinde levh-i mahfuz'dan Beytü'l-İzze'ye veya Beytü'l-Ma'mur'a (dördüncü semada) nazil olmuştur. Bir diğer nüzul şekli de, 23 yıl boyunca devam eden tarihi ve tedrici nüzul şeklidir. Kur'an'ın tedrici nüzulü, birkaç illet veya hikmete işaret eder:
1- Vahiysel ve İlahî düsturları gerektiren olayların vukubulması,
2- Kimilerinin cevaplandırılması gereken sorular sorması,
3- Uygun ve belirli yer ve zamanda hükümsel kanunların gerekli görülmesi,
4- Peygamber (s.a.v)’i sağlamlaştırmak,[58]
5- Mü'minlerde sabit kadem yapısını oluşturmak, kafirlere veya yeni iman etmişlere batıl inançlarını ve uygunsuz adetlerini terketmek ve onların yerine doğru dürüst inanç, amel, ibadet ve ibadetleri icad etmek için fırsat vermek. Aynı şekilde kafirlerle yumuşak geçinmekten, onlarla cihad etmeye kadarki seyir. Kur'an-ı Mecid'in nüzulü, birkaç ayet, birkaç ayet şeklinde olmuştur ki bu ayetlerin sayısını 3'ten 5'e kadar söylemişlerdir. [59]
Kur'an'ın cem’ ve tedvini, 23 yıllık bir süre içinde üçten beşe kadar olan parçalar halinde peyderpey nazil olan tedrici ve parça parça olan vahyin sonuçta nasıl mushaf ya da kitap (bugün elimizde bulunan kitap) şekline gelmesi demektir.
Kur'an'ın vahiy ve nüzulü ve Kur'an'ın cem' ve tedvini süreci "Kur'an Tarihi" olarak nitelenmiştir. Bu kavram nisbeten yeni bir kavramdır ve büyük bir ihtimalle ilk defa îslambilimci olan gayri müslim Kur'an araştırmacıları tarafından kullanılmıştır. Daha sonra arap dünyasındaki İran ve diğer ülkelerdeki müslümanlar, bu kavramı onlardan iktibas etmişlerdir. Kur'an Tarihi isminde birçok eserler vardır. Bu eserlerin en eski ve belki de en araştırıcı özelliğe sahip olanlarından birisi, ünlü Alman İslambilimcisi Noldeke'nin "Kur'an Tarihi" eseridir. Elinizdeki kitapta "Kur'an Araştırmaları eserlerinin tanıtımı" bölümünde bu tarihlerle ilgili olarak daha geniş bir bilgi vereceğiz.
Kur'an Tarihi tabiri isimlendirme açısından yenidir fakat mefhum ve misdak açısından eskidir. Kur'an'ın cem', tedvin ve kitaplaşmasıyla ilgili cüz'iyatları ihtiva eden en önemli ve ilk kaynak Nebevi hadislerdir. Hepsinden daha önemlisi de Müslim ve Buhari'nin Sahihayn'ında ve Hakim-i Nisaburi'nin Müstedrek'inde gelmiş olan hadisler olsa gerek. Bu tür hadis ve haberler Şia yoluyla da rivayet edilmiştir. Bunların en mufassal ve en muteber (en eski değil) kaynaklarından birisi, Allame Meclisi'nin Biharu'l-Envar'ıdır.[60]
Hakim-i Nisaburi Müstedrek'inde şöyle söylemiştir: Kur'an'ın cem' ve tedvini üç merhaleye sahiptir:
a- Hz. Resul dönemi,
b- Ebubekir dönemi,
c- Osman dönemi.
Vahyin nüzulü ve Peygamber (s.a.v)’in hayatı zamanı boyunca Kur'an, yazılı fakat gayri kitabi bir şekilde idi, yani sayfa sayfa halindeydi. Daha önce de işaret edildiği gibi son derece ilkel yazı araçlarıyla, deri parçaları, hurma ağacı kabukları, hayvan kemikleri, temiz ve düzgün taş parçaları, ipek ve kumaş parçaları gibi ve bazen de birazcık kağıt parçaları üzerine yazılmıştı. Bu konumda önemli olan nokta ise sahabeden birçoğunun Kur'an'ı hıfzetmiş olmalarıydı ve hatta onlardan bazısının kendine has ve kendi yazdıkları mushafları vardı. Ubey b. Ka'b, Abdullah b. Mes'ud, Zeyd b. Sabit gibilerinin kendilerine has mushafları vardı. Bu merhalede, Kur'an sureleri tamdı ve hatta isimleri vardı. Fakat Resulullah (s.a.v)’ın hayatının sonuna dek, kitap şeklinde bir mecmua ve ıstılahı olarak "Mecmu'u beynu deffeteyn" değildi.
Peygamber (s.a.v)’i, Kur'anı son şekliyle toplamaktan ve kitap haline getirmekten alıkoyan sebebler vardı. Bu sebeplerin en önemlilerinden ikisi şuydu:
1- Vahiy kapısı henüz açıktı ve vahyin her tarafından ayetler nazil oluyordu ki, Resulullah (s.a.v) vahiy katiplerine "Bu ayet veya ayetleri falan sureye, falan ayet ile falan ayetin arasına yerleştiriniz." dediği oluyordu. Bu da kendi irade ve isteği ile değil, aksine vahyin yol göstericiliği ve Cebrail'in işareti ile oluyordu. Onlar da Allah'ın huzurundan bu işaretleri ve yolları Kur'an'ın son şeklini alması için nazil ediyorlardı.
2- Diğeri de, Peygamber (s.a.v), her zaman Kur'an hükümlerinden bazılarının neshedilme veya onlardan bir kısmının tilavetinin neshedilme ihtimalini taşıyordu. Bundan dolayı vahiy sona ermedikçe tedvin ve mushaflaştırma imkanı yoktu. Kimileri de Kur'an'ın Resulullah (s.a.v) döneminde cem'inden maksad onun hıfzının gönüllerde olması inancındaydılar. Şu önemli noktayı da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Resulullah (s.a.v) dönemindeki cem'e ıstılahi olarak te'lif denilmektedir.
Vahyin nüzulü süresi ve Kur'an'ın kitabeti süresince Peygamber-i Ekrem (s.a.v) katiplerin kitabetinde ve nüshalaştırmasında, hafızların hıfzetmesinde, karilerin kıraatinde her yönüyle nezaret ediyordu ve hiçbir talim ve teşvikten geri kalmıyordu. Kur'an hafızlarının ve katiplerinin sayısı çoktu. Böyle büyük bir himmet ve hareketin sonucu şu idi ki, Kur'an Resulün rıhleti esnasında (Hicri onbirinci yılda) tamamen te'lif edilmiş, toplanmış ve kitab haline getirilmişti ve Kur'an mecmuundan ve mecmu-i Kur'an'dan birden fazla nüsha mevcuttu.
Ebubekir döneminde Ridde, yani irtidat savaşları meydana geldi ve arab kabilelerinden bazıları İslamdan döndüler. Ebubekir, yumuşak ve kolaylaştırıcı bir şahsiyet olmasına rağmen bu isyanların tehlikesini ve önemini tehlikeli ve istılahı anlamda zıdd-i inkılabi olarak algıladı ve onları bastırmak için çok sert bir şekilde ihtimam gösterdi ve Ridde ehline ilave olarak nübüvvet iddiasında bulunanları, yani Müseylemetü'l-Kezzab gibi yalancı Peygamberleri de altetti. Bu savaşlardan Yemame vakıası olarak maruf olan bir savaşta, Kur'an hafızlarının büyük bir kısmı (rivayetlere göre yetmiş hatta daha fazla kişi) şehid edildi. Bu olay, yeni olan İslam toplumunun rükünlerine büyük bir darbe indirdi ve müslümanları derinden sarstı. Kur'an'ın geleceğinden endişe duyan bazı kimseler, Ömer'e gittiler ve acilen bir çare bulmak için onu kendilerine temsilci olarak seçtiler. Ömer, Ebubekir'e gitti ve dönemin halifesi olan Ebubekir, Ömer'in önerisiyle Kur'an'ın bir an evvel cem' ve tedvin edilmesi gerektiğini kabul etti. Bu iş için de en çalışkan, en genç vahiy katibi, Kur'an hafızı olan kendine has bir mushafa sahip olan Zeyd b. Sabiti görevlendirdiler. Zeyd'in seçilmesinin sebebi, genç olmakla beraber şu nokta olsa gerekir: En son arzda -yani Peygamber (s.a.v)’in Cebrail'le birlikte son defa Kur'an'ı okudukları ve karşılaştırdıkları zaman- katiplik yapmıştı. Zeyd, tüm yazılmış bulunan Kur'an parçalarını topladı ve her bir Kur'an ayetini, onlarca hafız, onlarca yazı ona uygun ve doğrulayıcı da olsa en az iki şahidin (birisi katip, birisi de hafız) kabul etmesi şartıyla kabul ediyordu.
Zeyd'in cem' ve tedvin ettiği Kur'an, daha önce olduğu gibi sahifelerden müteşekkildi ve mushaf şeklinde değildi. Sonunda onu bir heybeye koyup birini onu korumak ve muhafaza etmekle görevlendirdiler. Bu toplama, 14 ay ve en az Ebubekir'in hicri 13. yılda vefatına kadar sürdü. Bu nüsha, Ebubekir'in vasiyeti üzerine Ömer'e teslim edildi. Ömer'den sonra da O'nun vasiyeti üzerine kızı Hafsa'ya -Resulullah (s.a.v)'ın eşi- teslim edildi. [61]
Osman, K. 24. yılda Ömer'in veliahtı olarak ve ondan sonra hilafet makamına geldi. Onun zamanında müslümanların eşsiz güzel fetihleri ve Kur'an'ın -henüz son şeklini bulmamış ve mushaf haline getirilmemiş Kur'an- yeni kazanılmış topraklara gitmesi, Kur'an'ın kıraatında ve kelimelerinin telaffuzunda bir çok sorunlar meydana getiriyordu. Bu, Osman için yeni tehlike çanlarının sesiydi. Resulullah (s.a.v)'ın ve kendinden önceki iki halifenin yarım kalmış işini tamamlaması, Kur'an ve İslam toplumunu parçalanmışlık tehlikesinden bir an evvel kurtarması gerekiyordu. O, derhal Zeyd b. Sabit, Said b. As, Abdullah b. Zübeyr ve Abdurrahman b. Haris'ten oluşan bir kurul oluşturdu. Bu kurul, Kureyş ve Ensardan oluşan oniki kişilik bir heyetin (Zira Hz. Ali, onların işine nezaret ve gözcülük etti, onları açık ve güzel bir şekilde yazmağa teşvik etti) yardımıyla nihai nüshayı oluşturmayı başlattı. İlk yaptıkları iş, Peygamber (s.a.v) zamanındaki tüm yazmaları toplamak oldu. Daha sonra da Hafsa'nın yanında muhafaza edilen Zeyd b. Sabit'in Ebubekir döneminde yazdığı nüshayı da emanet aldılar. Karâr şu yöndeydi ki, Zeyd ile birlikte yazmış olanlanlardan üç kişi, bir kelimenin yazılmasında ihtilaf ederlerse bu takdirde onu Kureyş lehçesiyle yazacaklardı. Bu düzenle nihai metnin tedvin işi Resulullah (s.a.v)'dan geriye kalmış sahifeler ve özel nüshalar, bu cümleden olmak üzere, Hafsa'nın yanında muhafaza edilen ve Zeyd'in kendi nüshası gibi kaynaklara uygun olarak ayrıca hafızların hıfzına ve şahidlerin şehadetinin de desteğiyle hız kazandı ve böylece "İmam Mushafı" yani "Osman Mushafı" olarak bilinen örnek, resmi ve nihai mushaf, dört-beş yıl zarfında Hk. 24. yıldan Hk. 30. yılın ilk dönemlerine kadar tamamlanmış oldu ve onun üzerinden beş veya altı nüsha daha çoğaltıldı. İki nüsha Mekke ve Medine'de bırakıldı ve diğer üç veya dört nüsha da her biri Kur'an'ı güzel okuyacak ve güzel öğretecek özelliğe sahip bir Kur'an hafızı eşliğinde İslam dünyasının önemli merkezlerine, yani Basra, Küfe, Şam ve Bahreyn'e gönderildi. Daha sonra Osman, üzerlerinde Kur'an ayetleri yazılmış olan her türlü malzeme, kağıt, deri parçası, ağaç kabuğu, kumaş, ipek parçası, taş, kemik vb. yazılı belgenin ayrıca sahabenin nihai nüshayı oluşturmak, cem' ve tedvinde kullanmak için verdikleri tüm belgelerin her ne varsa su ve sirkeyle yıkayıp yokedilmesini emretti. Bu noktada bazı araştırmacılar demişlerdir ki, tartışma ve ihtilaf konularının tamamen ortadan kalkması için ve ıstılahı olarak "Tevhid-i Nas" (Mushafın tekleştirilmesi/imam mushafı/Osman mushafı)’nın ortaya çıkması için bu parekende bir halde bulunan eserleri yaktılar veya başka bir şekilde yokettiler. Bu mushaf, Kufi hattıyla ve noktasız bir şekildeydi. Nerde kaldı ki i'rab, hareke ve harflerin yapısı olsun. Bundan bir-iki asır sonraki dönem süresince o mushaftan çoğaltılan mushaflarda nokta ve işaretler (hareke) ortaya çıktı. [62]
Hz. Ali'nin kendisi için ve bir rivayete göre, Resulullah (s.a.v)'in imlası ve Ali'nin kendi el yazısıyla yazmış olduğu bir Kur'an mushafının olduğu konusunda Ehl-i sünnet ve Şia tarihçileri ve Kur'an araştırmacıları arasında görüşbirliği olduğu kesindir. İbn-i Sa'd'ın "Tabakaf'ı, Tarih-i Yakubi ve İbn-i Nedim'in "el-Fihrist"i bu konuda geniş açıklamalarda bulunmaktadırlar. İbn-i Nedim, o nüshayı gördüğüne şehadet etmektedir.[63] Bu son dönemlerde de "Milel ve Nihel" eserinin sahibi Abdulkerim Şehristani'nin "Mefatihu'l-Esrar ve Mesabihu'l-Ebrar" isimli önemli tefsiri, bu mushafa yönelik çok önemli bilgiler içermektedir. Bu eserde, "O'nun mushafının metin ve haşiyeye sahip olduğu söyleniyor." diye yazılmaktadır. Hz. Ali'nin mushafının özelliklerinden birisi de Şeyh Müfid'in ve başka araştırmacıların da deyimiyle, içinde Kur'an ayetlerinin anlamının te'vilinin de var olmasıdır. Bir diğer özellik de onda mensuhun nasıhın önünde olmasıdır. Büyük bir ihtimalle imam mushafını cem' ve tedvin kurulunun Osman döneminde Hz. Ali mushafı nüshasını kabul etmemelerinin sebebi, onun taşımış olduğu tedvini farklılıklar ve tefsiri eklerdir. Nitekim kimi araştırmacılara göre, hatta münafıklardan birçok kimsenin ismi de onun haşiyelerinde zikredilmiştir. Bundan dolayı bu mushaf diğer mushaflardan ve ayrıca dağınık kaynaklardan veya onların tümünden farklı olduğu ve surelerin tertibi de nüzul sırasına göre olduğu için sonuçta çoğunluğun tarafı tutulmuş ve bu eşsiz mushaf kabul edilmemiştir. Hz. Ali, başlangıçta bu gayri samimi davranıştan rahatsız olmuş ve "Bundan böyle kesinlikle onu görmeyeceksiniz." demişlerdir. Her biri Kufi hattıyla yazılmış ve "Kütübühu Ali b. Ebi Talib" imzalı mushafından bir nüshanın İran ve dünyanın muhtelif kütüphanelerinde bulunduğuna işaret eden efsanelerin tersine, bu mushafın kaderine yönelik açık tarihi bir bilgi elde mevcut değildir. Bazı haberler de bu mushafın Hz. Mehdi'nin yanında korunduğunu göstermektedir. Önemli olan nokta şudur: Hz Ali, kesinlikle İslam maslahatı hilafına tek başına hareket etmeği kesinlikle caiz görmemiştir ve genellikle kendi hakkını alma noktasında direnmemişlerdir. Kendileri, İmam Mushafı (Osman Mushafı)'nı cem' ve tedvin kurulunun işinin doğru, dikkatli ve iyi gittiğini görünce kendi mushafmı gizlemiş ve Osman mushafını tamamen şaibesiz olduğu en doğru ve en sarih olduğu şeklinde te'yid etmiş ve şöyle demişlerdir: "Şayet ben de (resmi bir tek mushafın tehiyye ve tedvini için) görevlendirilmiş olsaydım Mushaf konusunda Osman'ın yaptığının aynısı yapardım."
Bizim Şia mezhebimize mensub olan hızlılardan birinin ne yazık ki Kur'an'ın tahrif edildiğini iddia etmesi, yani Merhum Mirza Hüseyin Muhaddis Nuri'nin "Faslu'l-Hitab"ın dördüncü delilin dipnotunda; "...ve o Hz. Mehdi'nin yanındadır, zuhurundan sonra onu insanlara gösterecek ve kendilerine onu okumayı emredecek ve o, bu Kur'an'a muhaliftir. Hem te'lif açısından, hem surelerin ve ayetlerin tertibi açısından ve hem de kelimeler, fazlalık ve eksiklik açısından bu Kur'an'dan farklıdır..." demesi araştırmaktan çok taassuptan ileri gelmektedir. Merhum Ayetullah Hoy, bu şüpheye karşılık şu cevabı vermektedir: "Böyle bir mushaf mevcuttu. Ve mevcud Kur'an'a (Osman Mushafı) nisbetle bazı fazlalıklara sahipti. Fakat o fazlalığın Kur'an'ın bir cüz'ü (parçası) olduğunu gösterecek bir delil elde mevcut değildir. Gerçek şudur ki o fazlalık, tefsire dairdir."[64]
Bu bölümde, Kur'an ilimlerinden farklı ve yeni bir bakış açısıyla sözedilecektir. Zira "ilimler"e (tefsir, Mekki ve Medeni bilimi gibi) ilave olarak Kur'anî "fenler" (tecvid ve Kur'an mealleri gibi)’den de söz edilecek ve sayılacak olan ilimler ve fenlerin sayısının toplamı, eski (klasik) ve yeni (çağdaş) kaynaklarda zikredilmiş olan kaynaklardan daha çoktur. Kur'ani ilimler kavramı, ilk İslami asırlarda ele alınmamış ve açıklanmamış bir kavramdır. Ancak beşinci ve altıncı asırlardan sonra bu tür bir konu ele alınmış ve incelenmiştir.
Kur'anî ilimler ve fenler, Kur'an-ı Kerim'i daha iyi, daha doğru ve daha detaylı tanıma ve tanıtma, anlama ve anlatma için meydana gelmiş olan ve hedefi, tek kelimeyle "Kur'anbilim" ve "Kur'an İncelemeleri" olarak ifade edilebilecek olan bir kısım maarif, bilgi ve beceriler (tecvid, tertil ve kıraat gibi beceriler) toplamıdır.
Burada ele alınıp incelenecek ve tahkik edilecek şekliyle Kur'an ilimleri ve fenleri şu başlıklardan ibarettir:
1- Kur'an Tarihi: Vahyi ve Kur'an'ın nüzulünü tanıma, ilk kitabet, Kur'an'ın cem’ ve tedvininden başlayıp sonunda, Kur'an-ı Kerim'in basılması ve hatta Kur'an'ın basılma tarihiyle nihayete erer.
2- Osmani tarz ilmi: Yani Kur'an'ın hatbilim tarzı demektir. Zira Kur'an'ın ilk, sabit ve mukaddes bir hat tarzı vardır ki, şer'i açıdan onun değiştirilmesi caiz değildir. Daha geniş açıklaması gelecek.
3- Mekki ve Medeni bilim: Kur'an araştırmacılarının ıstılahına göre, Kur'an-ı Kerim'in nüzulü iki bölümü içerir: Mekki vahiy ve Medeni vahiy. Yeri geldiğinde göreceğimiz gibi Mekki ve Medeni, mekansal zarflar olacakları yerde zamansal zarflardır. Bu iki kavram, daha çok zaman itibariyle değerlendirilirler.
4- Nüzul sebebi /Esbab-ı nüzul: Vaziyet, durum ve zeminin beyanına yönelik olan ve bazen hatta Kur'an-ı Kerim'in bazı bölümlerinin nüzul sebebinin beyanına yöneliktir ki özel bir olayın nazırıdır veya Hz. Resul'den sorulan ve fetva istemeğe yönelik olaylara işaret eder.
5- Nasıh ve mensuhu bilme ilmi; Tabii olarak İslam alimlerinin görüşlerinin savaş alanı olan neshin tanınmasıdır.
6- Muhkem ve müteşabih ilmi: Kur'an-ı Kerim'in kendisi de Kur'an ayetlerinin çoğunun Muhkem (kesin ve açık hükümler taşıyan) bir kısmının da müteşabih (iki yönlü tevil ve tefsir edilmeğe müsait) olduğuna işaret etmektedir. Bu da önemli bir noktadır.
7- Kur'an'ın tahaddiliği, i'cazı ve tahrif kabul etmezliği: Tahaddi, benzerini aramak ve benzerini söylemek demektir ve münkirlerden Kur'an-ı Kerim'in vahiysel, gaybi, îlahî ve semavi oluş aslını inkar eden iddiacılardan güçleri yetiyorsa bir sure veya birkaç ayetin benzerini getirmelerini istemek demektir. İ'caz ise, Kur'an'ın dilsel-edebi açıdan mucize sayılması demektir. Zira Kur'an-ı Kerim, İslam Peygamber (s.a.v)’inin en temel ve en katışıksız mucizelerinden biridir. Kur'an'ın tahrif kabul etmezliği de, Müslümanların, "Kur'an-ı Kerim, tağyir, tebdil ve tahriften korunmuştur ve her yönüyle ayet ayet İlahî vahiydir, doğru bir şekilde yazılmış ve her türlü yalnışlık ve müdahaleden korunmuştur." inancının tarihi, tahkiki ve akli-nakli ispatı demektir.
8- Tefsir ve Te'vil: Eskiler, te'vil ve tefsir arasında o kadar fazla bir fark görmezler. Fakat tefsirin, lafzi müşkilatların şerhi ve muhkematın "beyanı ile uğraştığını, tevilin ise anlamsal müşkilatların ve müteşabihatın şerhi ile uğraştığını söyleyebiliriz. Zira bu konuyu da yeri geldiğinde genişçe açıklayacağız.
9- Kıraat, tecvid ve tertil: Kıraat ilmi, Kur'an kelimelerinin telaffuzunun niteliğini ve nasıl olduğunu inceler ve telaffuzlar arsındaki farklılıkların (Kıraat farklılıkları) beyanı ile uğraşır. Örneğin Kıraat-i Seb'a ve kıraat-ı aşar (yedili ve onlu kıraatler ve kıraatbilimler) gibi herkes tarafından kabul görmüş okuma tarzlarının incelenmesiyle uğraşır. Asırlardan sonra İslam dünyasında yeni asırda bir kıraat, resmi, önemli ve muteber olan en az on kıraat arasından bir kıraat, yani Hafs'ın Asım'dan rivayet ettiği kıraat, en son ve kesin resmiyet kazanmıştır. Tecvid, Kur'an kelimelerinin ve harflerinin düzgün okunması ve doğru çıkmalarının ilim ve sanatıdır. Tertil de tecvid gibi Kur'an-ı Kerim'in açık ve tane tane okunması demektir. Bu konulara, yeri geldiğinde ayrı ayrı değineceğiz.
10- Kur'an fıkhı veya Ahkamu'l-Kur'an: İlk bölümde işaret ettiğimiz gibi kitap yani Kur'an, İslami hükümlerin, hukuk ve fıkıh kurallarının ilk ve en önemli kaynağıdır. Bu ilim, sayıları Kur'an-ı Kerim’de beşyüzü aşan fıkhi çıkarımlar, fıkhi usul, fıkhi ayetler veya ahkam ayetleri konusunu ele alır.
11- Kur'an i'rabı ya da Kur'an dilinin sarf ve nahvi: Arap Dili tarihinde dilbilgisi, belagat ve dil ilimleri kaynağı ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'den daha eski, daha muteber hiçbir senet ve belge yoktur. Bundan dolayı Arab dili sentaksı, Kur'an-ı Kerim üzerinde hakim olacağı yerde, Kur'an-ı Kerim, Arab dili sentaksı üzerinde hakimdir. Ve eskiden beri bütün dil kuralları Kur'anî kullanımlara dayandırılmış ve Kur'an nahvi veya i'rabı alanında bağımsız kitaplar kaleme alınmıştır.
12- Kur'an kıssaları: Kur'an-ı Kerim'de Tevhidi konular ve mebahisların arasında dünya ve ahirerin yaratılışıyla bağlantılı, ahiret, cennet ve cehennemin tavsifi, fıkhi hükümler, ve bunun gibi daha birçok değişik konular ve anlamlar hakkında önceki kavimlerin ve Peygamberlerin yaşamları da ele alınmış Hz. Yusuf kıssasından başka hiçbir kıssa veya hikaye baştan sona kadar tam bir düzen ve tertib üzere gelmemiştir. Tersine genellikle her kıssaya, kısa ve az telmihat ve işaretler yapılmıştır. Bundan dolayı kıssalar, bazen mükerrerdir (elbette aynı anlam birliği içinde bazen çeşitlilik, tabir ve ibare vardır) bazen de birbirini tamamlayıcıdır. Kur'an kıssaları hem müsbet (Lokman ve Al-i Fir'avn mü'minleri gibi) hem de menfi (Samiri, Fir'avn ve Karun gibi) olarak gelmiştir. Ayrıca Kur'an-ı Kerim hikayeleri konusunda her zaman kıssa /kısas kelimesinden istifade etmek gerektiğine ve bu konuda esatir / efsane / (hatta hikaye) kelimelerini karşılık olarak kullanmanın caiz olmadığına dikkat etmek lazım.
13- Garibü'l-Kur'an ilmi: (Yani zor lağvi kullanımları tanımak, nadir, garip ve az bulunur lügat ve tabirleri tanımak demektir.) Kur'an kavrambilimi demektir. Birçok Kur'an ilminin nakli olduğuna dikkat etmek gerekir. Kıssalar, nasıh ve mensuh, nüzul sebebi ve bu bölüm yani Kur'an kavram bilimi gibi ilimler hep nakli ilimlerdir ve herhalde eskilerin nakillerini (her ne kadar daha eski ise o kadar daha iyidir) araştırmanın temeli olarak almak gerekir.
14- Kur'an Tercümesi ilmi veya fenni: Eskiler, Kur'an'ın tercümesinin caiz olduğu veya caiz olmadığı konusunda çok uzun konulara sahiptirler. Bu konular ve tartışmalar uzun süre devam etmiştir. Kur'an'ın diğer dillere tercüme edilmesinin gerekliliğinin tartışılmadığı ve uygun görüldüğü tek dönem sadece içinde bulunduğumuz günümüz asrıdır. En eski Kur'an tercümesi Farsçadır. Hicri üçüncü asırdan sonra yazılmış epey Farsça meal vardır.
Günümüzde Kur'an-ı Kerim, yaklaşık yüz dünya diline tercüme edilmiştir.
Şimdi de özet olarak zikrettiğimiz bu ondört Kur'an ilimlerini veya fenlerini daha geniş bir şekilde açıklamaya çalışalım: [65]
"Kur'an Tarihi" kavramı nisbeten yeni bir kavramdır ve ilk kez olarak doğubilimcileri ve İslambilimcileri bu kavramı kullanmışlardır. Daha sonra da müslüman Kur'an araştırmacıları, bu kavramı onlardan iktibas etmişlerdir. Burada tarihi, Kur'an-ı Kerim'in nakli dayanaklar yoluyla aktarılan nüzul, kitabet, cem’, tedvin hareketinin gelişim süreci, değişim aşamalarının beyan ve hal şerhi anlamında kullanmak mümkündür. Kur'an Tarihinin ilk ve en önemli kaynağı Nebevi hadislerdir. Evet Kur'an Tarihi, ilk dönemlerde İslam dünyasında toplumsal bir şekilde kullanılmamakla birlikte onun konu ve mesadikleri mevcut bir durumdaydı.
Bu kitabın ikinci bölümünde vahyin niteliği ve Kur'an'ın ister bir defada isterse peyderpey bir şekilde nüzulü, ayet ve surelerin kitabet ve hıfzı, daha sonra Kur'an'ın Ebubekir ve Ömer döneminden ta Osman'ın dönemine dek yapılan cem' ve tedvini çalışmaları, Kur'an-ı Kerim'in Mushaf veya İmam mushafı adıyla nihai mushafı oluşturma ve tedvin çalışmalarına dair anlattıklarımızın tümü Kur'an Tarihi ile ilgilidir. Bunun devamı da diğer iki ilimle de bağlantılıdır. Birisi, kıraat, tecvid ve tertil. Diğeri de Kur'an basımıdır ki bu iki ilimle ilgili olarak yeri geldiğinde bilgi verilecektir. Ayrıca bir diğer ilim de Kur'an'ın tahaddi, i'caz ve tahrif kabul etmezliği de içice bir şekilde (bir kısım parçaları üst üste gelmiş iki çember gibi) Kur'an tarihi ilmiyle bağlantılıdır ve tüm bu ilimlerin mütalaası, Kur'an tarihinden elde edilen tasvirlere ve belgelere bağlı ve onlarla içice bir şekildedir.
Dilbilimi ve fikhu'1-luğa (dil incelemesi) tahkikatlarının görülüp ilerleme ve yaygınlık bulduğu günümüzde Kur'an tarihi de daha fazla bir değişim ve tekamül bulmuştur. Kur'an tarihi alanında ve bu isimle bir çok önemli eser kaleme alınmıştır. Kur'an tarihlerinden en önemli birisi meşhur Alman ortadoğu bilimcisi ve İslambilimcisi Theodor Noldeke (M.1836-1930)'nin eseridir. O, "Kur'an Tarihi’ni M. 1860 yılında neşretti. Bu eserin sonraki baskıları, yayın ve dağıtımı Şevali, Bergştrası ve Pertsıl'ın yardım ve desteğiyle 1909 ile 1938 yıllarında aralıklarla Leipzig'te neşredildi. Müslümanların Kur'an Tarihi konusunda yazmış oldukları ilk yeni kitap, Abdullah Zencani'nin "Tarihu'l-Kur'an"ıdır (K. 1309-1360). Bu eser, ilk defa Ahmed Emin'in mukaddimesiyle m. 1935 yılında Kahire'de neşredildi. Abdussabur Şahin'in "Tarihu'l-Kur'an"ı da Arapça kaleme alınmış çok değerli bir eserdir. İran'da bu alanda yazılmış olan diğer eserlerden daha önde olan üç eser vardır
1- Mahmud Ramyar'ın eseri "Tarih-i Kur'an",
2- Doktor Muhammed Bakır Hucceti'nin "Pujuhi der Tarih-i Kur'an",
3- Muhammed Rıza Celali-yi Naini'nin eseri "Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim". [66]
Resm-i Osmani ilmi, daha çok kutsal bir mahiyet kazanmış olan tarihi bir antikadır ve o da, Hicri 30. senesinden birkaç yıl içinde kufi hattıyla ve arapça nokta ve işaretler olmaksızın kullanılmış olan Kur'an-ı Kerim'in ilk kitaplaşması için uygulanan Resmü'l-Hattır. Bu hatta, tek ellilik ve tek çeşitlilik yoktur. Yani Osman mushaflarında İbrahim'i hem "İbrahîym" şeklinde ve hemde "he"nin altındaki küçük bir "ye" ile "İbrahim" şeklinde yazmışlardır. Veya "Kitab" hem bu şekilde, hem de " kıtab" şeklinde yazılmıştır. Osmani hat ya da Resmü'l-Hat'ta, bugün arap hattında ve bizim İran ve Fars hattımızda görülen birçok 'elif’ görülmemiştir. Örneğin "Sultan" kelimesi "sulten" şeklinde, "ya Nuh" kelimesi "ye Nuh" şeklinde yazılmıştır. Hatta bazen kesin imlai yalnışlıklar onda görülebilmektedir. Örneğin, doğrusu "Museytir" (s, arapçadaki sin harfidir) olan "Musaytir" (s, arapçadaki sad harfidir) kelimesi gibi. "sad" harfinin altına veya üstüne küçük bir "sin" harfi yazılmıştır. Ya da "besit" (sin harfi ile) kelimesi birkaç konuda böyle yazılmışken diğer birkaç konuda da "basit" (sad harfi ile) şeklinde yazılmış ve "sad"ın altına veya üstüne küçük bir "sin" harfi konulmuştur. Ve buna benzer birkaç konu daha. Sonuçta ilk asır alim ve fakihleri bugüne dek Resm-i Osmani'ye dokunulmasına cevaz vermemişlerdir. Haklı olanlar da bu resmü'1-hattın ve onun standartlığının ve tesbitinin taraftarlarıdır. Zira imlai, resmül-hatti kavramlarının meşrebler, dil ekolleri, dilbilimciler veya kişisel zevk, ictihad ve görüşlerle son ve nihayeti olmayan bir şeydir. Aslında her ne yaparsak ve her ne tedbir düşünürsek doğru Kur'an okumanın kendine özgü bir eğitime ihtiyacı vardır. Sadece okuma-yazma bilmek ve eğitim-öğretime ve kültüre sahip olmak, Kur'an'ı doğru okumaya yetmez.
Söylenmelidir ki, Osmani resm veya resmü'l-hattinin kaide ve kuralları alanında kitaplar yazılmıştır ve bugüne dek İslam dünyasında özellikle Ehl-i Sünnet ortamında Kur'an-ı Kerim’i bu resmü'l-hat temelleri üzerine ya da bir başka ifadeyle, bu resmü'l-hattı muhafaza etmekle yazmışlar ve basmışlardır. Bu alandaki en önemli çalışma, Melik Fuad'ın nezaretiyle Kahire mushafı tedvini ve basımında ve daha sonra Medine mushafı (Osman Taha kitabı) tedvini ve basımı olsa gerek ki, Mushaf-ı Şerif resmü'l-hattını hem sünnetin kitabetine ve gönülden gönüle, yaza yaza bir cereyana sahip kitabet sünnetine dikkat etmekle tedvin etmişler ve hem de resmü'1-hatti Osmani alanında Ebu Amr Dani ve Ebu Davud Süleyman b. Neccah'ın eserleri gibi en kapsamlı olan eserlerle karşılaşmışlardır. Ve bu mushafların yeni baskılarının bir kısmında tanıtım sayfasında veya tanıtım sayfasından önce "Bi'r-resmi'l-Osmani" diye tasrihlerde bulunmuşlardır, (yani "Bu Mushaf, Osman mushafının hattı tarzına göredir." notu düşülmüştür).
İslam İnkılabı öncesi İran'da ve ayrıca Hint yarımadası ve Türkiye'de Ehl-i sünnet ve Arab dilli ülkeler derecesinde Yüce mushafların yazılmasında Osman Mushafı tarzına riayet edilmemiş ve edilmemektedir. Fakat yaklaşık onbeş-yirmi yıldır Kahire Mushafına dayanılarak Suriyeli büyük sanatkar hattat Osman Taha'nın kitabetiyle tedvin ve tabedilmekte ve az-çok tüm İslam dünyasının resmi Kur'an'ı sıfatını kazanmış bulunmaktadır. Yılda yaklaşık olarak iki binden fazla baskı yapan ve neşredilen bu mushaf, kesinlikle Osmani tarzdadır. Ve bu resmü'l-hattı kabul etmek, ona bağlanmak ve büyük fakihlerin de nehyettikleri gibi her türlü değiştirilmesini caiz görmemek her müslümana farzdır. [67]
İslam Peygamber (s.a.v)’i, başlangıçta gizli davetle yükümlü olduğu için ve daha sonra Rabbani vahyin emriyle, İslama daveti açıktan yaptılar ve yaklaşık on yıl yapmış oldukları davet Mekke'de geçti ve bu bölümdeki Kur'anî vahye Mekki vahiy deniliyordu. Daha sonra da Medine'ye hicret hadisesi meydana geldi. Yaklaşık 12-13 yıl da Medine'de bu vahiy dönemi devam etti. Bu dönemde gerçekleşen vahye de Medeni vahiy denilmektedir. Elbette bazen bu vahiy, iki şehir arasında veya bu iki şehirden her biri çevresinde bulunan mekanlarda ya da örneğin Nebi (s.a.v)'nin İsra ve Miraç hadisesinde olduğu gibi semada nazil olmuştur. İster Ehl-i sünnet isterse Şia alimleri olsun Kur'an araştırmacıları, Mekki ve Medeni sure ve ayetlerin (Zira Mekki surelerde Medeni ayetler, Medeni surelerdede Mekki ayetler bulunmaktadır) tanınabilmesi için üç kaide belirlemişlerdir:
1- Mekansal kaide: Yani Mekke'de (ve çevresinde) nazil olmuş olan ayetler Hicret'ten sonra dahi olsa Mekki'dir. Medine'de (ve çevresinde) nazil olmuş olan ayetler ise Medeni'dir.
2- İnsana yönelik olan kaide: Medine ehline hitab eden ayetler (Genellikle "Ya eyyuhellezine Amenû" hitabıyla olanlar) Medenidir.
3- Zamansal kaideler: Bu kaide, araştırmacıların onu daha kapsamlı ve daha anlamlı saymış oldukları kaidedir. Bu kaide de şudur: Hicret'ten önce nazil olmuş olan ayetler veya sureler Mekki'dir, Hicret'ten sonra nazil olmuş olan ayet ve sureler de Medeni'dir. Bu ayet ve sureler ister Mekke'de isterse Medine'de veya isterse savaşta ve gazvelerde inmiş olsun farketmez. Önemli olan zamandır.
Kimi Kur'an araştırmacıları, Medeni ve Mekki arasına fark koymak için başka kaideler de belirlemişlerdir. Bunları şu şekilde zikretmek mumkündür: Mekki vahiy: Şu özelliklere sahiptir:
1- "Kella" sözcüğüne sahip olan sureler. Bu kelime yalnızca Kur'an'ın ikinci yarısında kullanılmıştır.
2- Secde ayeti taşıyan sureler.
3- Başlarında "Huruf-i mukattaa" ( elif, lam, mim, Elif, Lam, Ra) olan süreler. Bakara ve Al-i İmran sureleri bunun dışındadır, Ra'd suresi konusunda da ihtilaf vardır.
4- Peygamber kıssalarının ve önceki ümmetlerin kıssalarının olduğu sureler (Bakara hariç).
5- Adem ve İblis'in kıssasının olduğu sureler (Bakara hariç).
6- "Ya eyyuhennâs" sözcüğüne sahip olan veya "ya eyyuhellezine" sözcüğüne sahip olmayan sureler (Hacc suresi hariç).
7- Mufassal sureler. Yani kısa ve Kur'an'ın sonunda yer alan sureler.
Medeni vahiy ise şu özelliklere sahiptir:
1- İçinde hükümler (ahkam ayetleri), toplumsal ve medeni farzlar ve kanunlar ihtiva eden sureler.
2- İçinde cihad izni ve ona dair hükümler gelmiş olan sureler.
3- İçinde münafıklardan sözedilen her sure (Ankebut hariç).
Yine meşhur olan sözlerden biri de şudur: Istılahi olarak daha şiirsel, şairlik yönü ağır basan, sert ve sıcak tabirli, sessel uyumluluk, daha musikili olan ve arap usullerine uygun olarak birçok yeminler taşıyan sureler ve ayetler Mekkidir.
Mekki ve Medeni bilimi duyumsal ve naklidir. Yani usulleri, Peygamber (s.a.v)’den, imamlardan, sahabeden ve tabiinden bize ulaşmıştır. Resmi ve muteber mushafların çoğunda surelerin fihristinde onların Mekki mi yoksa Medeni mi olduğu belirtilmiştir. Fuad Abdulbaki'nin "el-Mu'cemü'l-Müfehres"i ve "Kur'an-ı Kerim kelimeleri sözlüğü" gibi Kur'an kelimeleri fihristlerinde "Kaf" harfi Mekki için, "mim" harfi de Medeni için kullanılmıştır.[68]
Kur'anî ayetler, iki genel kısma ayrılmaktadır. Kur'an'ın büyük bir bölümünü oluşturan birinci kısım, İlahî iradeyle, bir olaya bağlı olmayan, Peygamber (s.a.v)’in Allah'tan isteğini konu almayan veya sahabenin Resulullah (s.a.v)'tan soru sorduğu konularla ilgisi olmayan ve bu tür özellikler taşımaksızın nazil olan ayetlerdir. Diğer kısmı da –ki bu birincisine nisbetle daha az ve daha küçüktür- ayetin nüzulünün sebebi olmuş olan ayetlerdir. Burada şu şüpheye cevap vermek gerekir ki İlahî irade başka hiçbir iradenin altında olamaz. O halde niye özel bir sebeb özel vahiy nüzulünün sebebi olmaktadır? Bunun cevabı şudur: Yüce Allah, duaları işiten ve her istediğinde ve hikmetini gördüğünde kullarının ihtiyaçlarını giderir dua ve isteklerine cevap verir. Bundan dolayı özel bir olayın esas tayin edicisi, yani örneğin, bir kadının kocasının elinden şikayeti değildir. Aksine İlahî hikmet ve iradedir ki beşerin ferdi ve toplumsal hayatının cüz'iyatını bilen ve ihata eden semi' ve alim olan Allah, o kadın ve kocasının macerasını biliyor. Daha sonra ona ve ondan sonra gelecek olana ve ondan ortam oluşturarak teşrii hükmü sadır etmektedir. Veya bir başka konu ki şöyle buyurmaktadır: "Seele sail bi azabi vaki'" Evet, "yes'eluneke" (sana soruyorlar, bu ve buna benzer siğalar) "yesteftuneke" (senden istifta', ayani görüş bildirmeni istiyorlar) gibi kelimelerle Peygamber (s.a.v)’den bir hüküm veya İlahî hikmet sorulmuş olan ne kadar çok ayet vardır. Şayet nüzul sebebi bilinmezse okuyucunun Kur'an ayet veya ayetlerinin zahiriyle onun gerçek anlamını bilemeyeceği birçok konular vardır. Örneğin; "Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır."[69] ayeti şu şekilde anlaşılabilir: Namazda istikbal, yani Kıble'ye yönelmek, veya kıble'yi araştırmak ve bulmak vacip değildir. Her tarafa doğru namaz kılınabilir. Bir başka örnek verecek olunursa yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Safa ile Merve Allah'ın nişanlarındandır. Kim Ev'i (Kabe'yi) hacceder ya da umre yaparsa onları tavaf etmesinde (o ikisi arasında koşmasında) kendisine bir günah yoktur."[70] Bundan şu şekilde bir sonuç çıkarılabilir: Safa ile Merve arasında Sa'y, mekruhtur. Yani onun terkedilmesi yapılmasından daha üstün, daha evladır. Oysa bu hareket, Hacc'ın menasik ve şiarlarından olup onu yapmak vaciptir. Allah'ın "neryi cunah" tabiriyle, yani "kendisine bir günah yoktur" demekle kendisinden sözetmesinin sebebi ve illeti şudur: Cahiliyet devrinde, Safa ve Merve tepelerinde birer put bulunuyordu ve cahiliye asrı arapları onlara tapıyorlardı. Müslümanlar da bu Safa ile Merve arasında sa'y yapmanın, bu eski cahiliye adetini zihinlere getireceğinden endişe ediyor ve bundan dolayı da bunun caiz olmayacağını düşünüyorlardı. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti, bu sebep ve illete dikkat çekiyor ve onu nefi olarak ve bu nefi aracılığıyla da onlar arasında sa'y yapılmasını Hacc farziyetinin şiar ve menasikinden sayıyor. Söylemek gerekir ki, nüzul sebebi, her ne kadar zahiren özel ve bir tek konu ile ilgili olarak görünüyor ise de amelde umumi ve geneldir. Usulcülerin; "Husus-i sebeb (=Konuya özgü olmak ve nüzul sebebi), lafız veya mananın umumuna (=genel olmak ve genelleştirilebilir olmak) mani değildir." demeleri de bundandır ve bu bir kaidedir.
İşaret edildiği gibi, nüzul sebebi veya esbab-ı nüzul, yüzde yüz sem'i ve nakli bir ilimdir ve onun keşfi noktasında akıl ve istidlalin yeri yoktur. Nüzullerin sebebi konuları ve gerçekte onların kısa veya üstün kapsamları, tefsiri hadislerin (Kur'an'ın tefsiriyle bağlantılı olan hadis türleri) içinde gizlidir ve buradan Kur'an tefsirlerine yol bulunmuştur. Özellikle Kur'an'ın zor anlaşılır şerhi için genel olarak hadislerden yararlanılan nakli ve me'sur tefsirler. Aynı şekilde, bu alanda geçmişte ve şimdi özel kitaplar da kaleme alınmıştır. Bunların en önemlilerinden biri Vahid-i Nişaburi'nin "Esbab-ı Nüzu"üdür. Bir diğeri de ''İtkan"ın sahibi Suyuti'nin "Lübabü'n-Nükul" eseridir. Çağdaş eserler arasında da iki tanesi çok önemlidir:
1- Doktor Muhammed Bakır Muhakki'nin eseri "Numune-i Beyyinat der Şe'n-i Nüzul-i Ayat."
2- Dr. Muhammed Bakır Hucceti'nin "Esbab-ı Nüzul" adlı eseri. İşaret edildiği gibi esbab-ı nüzulün incelenmesinin nedeni Kur'an tefsirleridir. [71]
Nesh, lügatte, bertaraf etmek ve yok etmektir. Kur'anî ilimler ıstılahında ise, şu anlama gelir: "Bir Şer'i hükmün şer'i delille kaldırılması" demektir. Önemli olan şudur: Kur'an-ı Mecid'in kendisi de neshe ve onun Kur'an'da vuku bulmasına değinmiştir: "Biz, bir ayeti neshettiğimizde veya hükmünü kaldırdığımızda onun daha iyisini veya benzerini getiririz."[72] Yine: "Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne getirdiğini daha iyi bilirken- "Sen iftira ediyorsun." diyorlar. Hayır böyle değildir, ama çokları bilmiyorlar."[73] Ayrıca; "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Kitab'ın anası O'nun yanındadır."[74] İster Ehli sünnet isterse Şia'dan olsun birçok müslüman kelama, müfessir ve Kur'an araştırmacılarına göre nesh türleri şunlardır:
1- Kur'an'ın Kur'an'la neshi,
2- Kur'an'ın sünnetle neshi,
3- Sünnetin Kur'an'la neshi,
4- Sünnetin sünnetle neshi. (Sünnetten maksat Peygamber (s.a.v)’in -ve Şia'ya göre masumların- hadis ve hareketleri demektir).
Kimi müslüman araştırmacılar da yahudiler gibi neshin vuku' ve tahakkukunu inkar etmekte ve onu aklen reva görmemektedirler. Bunlar diyorlar ki Allah, Allamu'l-Guyub'dur ve her şeyi ezelden ebede kadar bilmektedir. Bundan dolayı nasıl olur da ilk önce bir hükmü verir ve daha sonra onu bir maslahata binaen değiştirir? Yoksa Allah, o maslahatı daha önceden ne olduğunu bilmemiş midir? Ve niçin o ilk hükümde ona riayet edilmesini emir buyurmamıştır? Bu şüphenin cevabı şu şekildedir: Yüce Allah, alimen ve amiden ilk hükmü gönderiyor ve onun muvakkat ve zamanlı olduğunu biliyor. Onun bu zamanlı oluşu kullara ve hatta Peygamber (s.a.v)’e bile gizli ise de Allah, bunun geçici ve belirli bir zaman için olduğunu biliyor. Daha sonra onun zamanı ulaştığında tebdili içeren ikinci hükmü gönderiyor. Bu nokta, bir misalle daha iyi anlaşılır: Allah, sadık rüya yoluyla İbrahim (a.s)'e sevgili oğlu İsmail'i (veya daha az bir rivayetle: İshak'ı) kurban etmesini emrediyor. Hem baba hem de oğul, bu hükmü kabul ediyor ve ona boyun eğiyorlar. İbrahim'in, bıçağı evladının boğazına dayayacağı ve onu kurban edeceği esnada Cebrail, Allah tarafından birinci hükmün neshedildiği emrini getirir ve; "Siz İlahî imtihanı başı dik olarak çıktınız ve kurban hareketinin vukubulması gerekmez. Elbette Yüce Allah, insan açısından gelecekte zaman taşıyan olarak telakki edilen cüz'iyat ve vakıaları bilmektedir. Fakat O'nun hikmet-i baliğası kendi ilmini beşer için hüccet yapması iktiza etmemiştir. Bundan dolayı insanın kendi amelinin kendisi (insan) için hüccet olmasını meydana getirir. Şayet Allah, bir iradeyi bir başka iradenin yerine veya bir hükmü bir başka hükmün yerine koyamazsa -el ıyazubillah- biçare ve mecbur bir fail olacaktı. O halde Kur'an-ı Kerim şöyle açıklıyor: "Allah dilediğini siler dilediğini bırakır. Kitabın anası O'nun yanındadır."[75]
Kur'an-ı Kerim'deki nesh konuları değişik değişiktir. Örneğin kocası ölmüş olan kadının iddetinin (bekleme süresinin) bir yıldan[76] dört ay on güne[77] tebdili. Veya Kıble'nin Beytü'l-Mukaddes'ten Ka'be'ye dönüşmesi ve değişmesi meselesi gibi.[78] Veya hükmü Mücadele suresinin onikinci ayetinde gelmiş neshi de hiç ara verilmeden aynı surenin ondan hemen sonraki ayetinde gelen Peygamber (s.a.v)’le necvadan (gizli konuşma, sır söyleme, özel ve gizli konuşma) önce bir sadaka verme konusu gibi. Ya da hükmü Müzemmil suresinin başlarında, neshi de aynı surenin sonlarında gelmiş olan gece namazının vücubunun müstehaba çevrilmesi gibi. Suyuti Kur'an'da açık olarak belirlenen 19 nesh konusunun olduğu görüşündedir. Zerkani, mensuh olmakla meşhur olmuş 22 ayeti meşruhen zikretmiş ve geniş olarak açıklamıştır. Nesh, kıssalar, haber ve müteşabihatlarda değil yalnızca emir ve nehye konu olan ve tümü muhkemat ayetlerinden olan hükümler konusunda vukubulur. Nesh de nüzul sebebi gibi Kur'anî nakli ilimlerdendir ve akli olarak kendi kendine ayetlerin zahirini göz önünde bulundurmakla falan ayetin nasıh falan ayetin de mensuh olduğuna hükmedilemez. Nasıh ve mensuhu tefsirlerde (akli veya nakli tefsirler) yer alan tefsiri hadisler yoluyla bulmak gerekir. Aksi takdirde şeriatın edebini ve Kur'an'ın saygısını korumak her müfessire farzdır. Ve şayet kendi kendine bir ictihadda bulunacaksa nasıh ve mensuh hakkında bir istinbatta bulunacaksa da bunu kendi kişisel bir istinbatı (görüş) olduğunu zikretmelidir. Nasıh ve mensuh ile ilgili olarak eski ve yeni dönemde kitaplar yazılmıştır. En eski eserlerden birisi Ebu Kasım b. Sellam'ın (Ö:k. 224) "en-Nasıh ve'1-Mensuh" isimli eseridir. Bir diğeri de Hicri dokuzuncu asır İmamiye alimlerinden olan İbn-i Mütevvic-i Buhrani'nin "en-Nasıh ve'l-Mensuh"udur.[79]
Muhkem, "ihkam" kökündendir sağlamlık ve itkan anlamına gelir. Muhkem ayet, anlamı elfazının zahirinden belli olan birkaç yönü ve iki yönü ve mübhem olmayan ayet demektir. Birçok teşri' (ahkam), adab, ahlak ve nasihat ayetler gibi. Meşabih ise teşabihten gelip benzerlik ve şüphe ve yanlışlık ihtimali olma demektir. Yani iki yönlü, iki veya daha çok anlamlı ve yanlış anlaşılabilen söz demektir. Müteşabih ibare veya ayet, amaçlanan anlamı verecek harici bir karine olmaksızın zahiri batınını açıklamayan ve göstermeyen ayet demektir. Muhkematı zahir anlamı dışında ele almamak gerekir. Yoksa taş taş üstüne binmez ve iş öyle bir noktaya varır ki, örneğin "Te'vilat-ı Necmiye" ve İbn-i Arabi'ye mensub edilen (ki hakikatte Abdurrezzak Kaşani'nin eseridir) "Tefsir"i gibi galiz (çok katı) irfani tefsirlede ne gusül gusül anlamında olur ne de teyemmüm teyemmüm anlamında olur, ne infak infak anlamında ne de yiyip uyuma, yiyip uyumak anlamındadır. Ve tüm mühkemat ayetlerini kendi sade ve açık anlamlarının dışına çıkarır. Nitekim örneğin vuzu'u (abdesti) Allah'tan başka her şeyden el yıkamak (el çekmek), namaz için kalkmayı ise kulun dünyevi, hatta hissi ve hayali işlerin kökünü söküp yoketmek için kıyam etmesi ve daha buna benzer yüzlerce görüş. Tevilin müteşabihatlara özgü olduğunu ve muhkematın te'vile sahip olmadığından ve ondan te'vilin çıkmayacağını bilmekten gafildir. Eğer Kur'an-ı Kerim, bu tertible bir sır, çift yönlü ve müteşabihat parçası olsaydı nasıl olurdu da arapça apaçık bir kitap ve bütün halk için açıklayıcı bir şey olurdu?
Kur'an-ı Kerim'in kendisi en açık bir şekilde Kur'an'daki muhkemat ve müteşabihatın varlığını açıklamaktadır. Her biri hakkında açıklama yapmaktadır: "Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı ayetleri muhkemdir (açık anlamlıdır), bunlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihattır (birbirine benzer). Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için müteşabihat (onun benzer) ayetlerininin ardına düşerler. Oysa onun te'vilini Allah'dan ve ilimde rasih olan -ki "Ona inandık ve hepsi rabbimiz katındandır." derler- kimselerden başkası bilemez."[80]
Burada şunu söylememiz gerekir ki bu ayet, muhkemat ve müteşabihatın durumunu açıklıyor olmasına rağmen bizzat kendisi müteşabihatın ilginç bir örneğidir. Zira bu açıklıkta çift yönlü bir söz Kur'an-ı Kerim'in başka hiçbir yerinde mevcut değildir ve şu manada bir ihtilaf mevcuttur: Acaba ilimde rasıh olanlar Yüce Allah'ın kendisi gibi Kur'an'ın müteşabihatının te'vili ilmine sahip midirler yoksa onlar da tıpkı diğer ilimde rasıh olmayan normal insanlar gibi boyun eğiyorlar ve müteşabihatı anlama salahiyetine ve yeteneğine sahip değil midirler? Bu noktada elbette daha geniş bir açıklama yapmamız kaçınılmazdır. Şu Kur'anî ibarelere dikkat ediniz: "Ve ma ya'lemu te'vilehu illallahu () ve'r-rasihune fi'1-ilmi yequluna amenna bihi." Ehl-i Sünnet'in büyük bir çoğunluğu bu ibarede "Allah" kelimesinden sonra vakf (duraklama) yapmaktadır. Bundan dolayı Kur'an'ın te'vilini bilen sadece Allah olmaktadır. Fakat, Nehhas, Zemahşeri, Beyzavi, Ukberi, Kadı Abdulcebbar Hemedani, İbn-i Ebi'l-Hadid, Zerkeşi, Ebu's-Suud Ammadi, Alusi, Şeyh Muhammed Abduh ve Mahmud Safi (Nahvi) gibi bazı Ehl-i Sünnet alimleri Şia'nın çoğunluğuna yakınının ittifakı gibi "Allah"ı "er-Rasihun"a atfediyorlar. Bu takdirde de şu anlam ortaya çıkar: "İlimde rasıh olanlar da Kur'an'ın te'vilini bilirler." Gramer ve Arapça açısından her iki kıraat da mümkündür. İbarenin siyakından belli olmaktadır ki ilimde rasıh olanlar övülme konumundadırlar. Bundan dolayıda onlar Kur'an'ın Te'vilini bilmelidirler. Şayet bundan başka türlü olursa rasıhların yerine Allah, sadece müminler veya imanda rasıh olanları getirirdi. Bundan da öte, bu asıl maksadın zıddına olacaktı ki Kur'an-ı Kerim'in en önemli ve en itinalı kısmını yani müteşabihatı Peygamber (s.a.v) ve temiz imamlar ve büyük Kur'an bilimcileri bile anlayamayacaklardı. Doğrusu şunun gibidir: Edipler ve şiirbilimcileri medhi ve ayrıca Hafız’ın şiirinin inceliklerini gösterme konumunda olan bir kimse; "Hafız'ın şiirinde anlamlarını yalnızca ilim ve edeb alimlerinin bilebileceği beyitler vardır." der. Fakat eğer; "Hafız'ın şiirinde anlamını ilim ve edeb imamlarının da bilemeyeceği beyitler vardır." derse bu, hem Hafız'ın şiirini kötülemek olur hem de ilim ve edeb imamlarını kötülemek olacaktır. Ayrıca Masum imamlardan şu rivayet de yapılmıştır: "Biz ilimde rasıhlarız. Bundan dolayıda O'nun (Kur'an'ın) te'vilini biliriz."[81]
Mucize, olağanüstü olan şey demektir. İlahî kudretin iradesiyle gerçekleşen enbiyanın mucizesinin tahaddiye yakın olduğu söylenmektedir. İlahî kudretin izniyle Hz. İsa'nın kuş şeklinde yapmış olduğu çamura üfler, canlanır ve kuş olup uçuyordu ya da ölüyü diriltiyordu. İ'cazı buradaydı ki bu iş insanın normal gücünün aşamayacağı birşeydi ve eğer bir kimse onun benzerini getirebilirse İsa'nın iddiasının iptal ve etkisiz olması için getirir.
Tahaddi, mubareze isteme, benzerini söyleme veya benzerini yapma iddiasını yürütme demektir. Kendisi için vahiysel kaynağı kabul etmeyen ve tabii olarak Hz. Resul (s.a.v)’ün Peygamberlik iddiasını yanlış kabul eden Kur'an inkarcıları ve muhalifleri; "İstesek, biz de bunun (Kur'an) gibisini söyleriz. Bu, evvelkilerin masallarından (Esatirü'l-Evvelin) başka bir şey değildir."[82]
Kur'an-ı Kerim'de defalarca tahaddi veya benzerini getirmeye davet kullanılmıştır. Bu cümleden olarak, Tur suresi, 23-34, Yunus, 38, Hud, 13-14, ve Kur'an-ı Kerim'in tahaddilerinin doruğu şu ayetleridir: "Eğer kulumuza (parça parça indirdiğimiz) Kur'an'dan şüphede iseniz; haydi onun ayarında bir sure meydana getirin ve Allah'dan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer (davanızda) sadık iseniz bunu yapın. Yok yapamazsınız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- o halde çırası insanlarla taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış olan o ateşten korkun, sakının."[83] Sadr-ı İslam tarihi şahittir ki Kureyş müşrikleri her türlü eziyet, işkence ve baskıyı sadece Peygamber (s.a.v) hakkında ve onun davetinin inkarı cihetinde değil, aksine hatta kendisinin rahat ve huzurunu yok etme, ortadan kaldırma cihetinde ellerinden geleni yapıyor, Bedir, Uhud ve Hendek gibi en ağır savaşları yapıyorlardı. Fakat Kur'an'ın dilsel-sanatsal tahaddisine cevap verme gücü ve imkanını kendilerinde göremiyorlardı. Yoksa eğer aslında imkanları olsaydı veya onlar için mümkün olsaydı Kur'an derecesinde veya onunla kıyaslanabilecek ölçüde fasih, açık ve beliğ bir sure ileri sürerlerdi. Ta ki gerçekte kendi muhalefetlerini daha esaslı ve daha temelli bir yapıya oturtsunlar. Fakat şimdi ise onun aksi vukubulmuştur. Kur'an'ın beşer sözü olmadığı ve, vahiysel bir kaynağa sahip olduğu ortaya çıkıyor.
Nübüvvet iddiacıları, Resulullah (s.a.v)'ın hayatının sonlarında iddia ve davette bulunmaya koyuldular. Ebubekir ve Ömer, ünlü Ridde savaşlarında onları alt ettiler. Peygamberlik iddiacılarından veya yalancı Peygamberlerden (mütenebbi) biri Müseylemetü'l-Kezzab idi. Müseyleme, Kur'an'la muaraza için şöyle demiştir: "el-Fil, ve ma edrake me'l-fil, lehu zenbe ve bil ve hertume tevil." Bunun tam metni ve tercümesi tarih kitaplarında ele alınmıştır. Bunun çok basit, zayıf ve sehif (temelsiz, kıtakıl) olduğu açıkça görülmektedir. Aynı şekilde İbn-i Mukaffa'nın, İbn-i Ravendi ve Ebu'1-Ala' Me'ri'nin de gizli veya açık bir şekilde her birinin bir yolla ve bir kasıtla Kur'an'a nazire yaptıkları ve bu muaraza ve mübarezede herhangi bir başarı elde edemedikleri meşhurdur.
Kur'an'ın i'cazı, tahaddi yoluyla ispata ulaşmıştır. Kur'an'ın i'cazı noktasında birkaç vecih ileri sürülmüştür:
1- Eşi ve benzeri olmayan şaşırtıcı bir fesahet, benzersiz ve eşsiz bir belagat.
2- Onun musiki ve ahengi (ses uyumu),
3- Kur'an kavramlarının benzersizliği,
4- Onun fıtrata ve akl-ı selime uygun olan ve riayet edilmeleriyle iki cihan saadetine vesile olacak teşriatı yani kanun koyuculuğu.
5- Onun delilleri, kesin ve faslu'l-hitab'dır.
6- İster geçmişle ilgili ister gelecekle ilgili olsun gaybi haberleri ihtiva eder. Örneğin, Rum suresinin baş tarafında zikredilen hadise gibi. Başlangıçta Rumların İranlılar karşısında yenilgiye uğramaları ve birkaç yıl sonra Rumların İranlıları yenilgiye uğratmaları, açık bir şekilde ileri sürülmüştür. Veya yine aynı şekilde Mekke'nin fethinin ve İslamın nihai istikrarının önceden bildirilmesi gibi. Veya Kur'an'ın benzerinin getirilmesinin asla mümkün olmadığının (ki en azından bugüne kadar bu böyledir) bildirilmesi gibi gerçekler, hep gaybi olaylardır.
7- Sırlar yaratmaya yönelik ilmi işaretlere sahip olması.
8- Birçok hadisenin yaşandığı ve kavga ve kargaşa dolu davet ve hicret asrının inişli-çıkışlı yirmi üç yıllık süre zarfında nazil olduğu halde beyan istikametine sahip olması ve ihtilaf ve zıtlık taşımaması.
9- Yüce Allah'ın muhaliflerin kalblerini ve himmetlerini Kur'an'ın benzerini getirmekten munsarıf kılması görüşü (Sarfe nazariyesi). İmamiye alimlerinden Seyyid Murteza Alemu'1-Huda ve Şeyh Mufid, bu görüştedirler. Fakat bu görüş, zayıf ve biraz da su götürür bir görüştür. Zira zati, edebi-dilsel, içeriksel ve metodolojik değer Kur'an'ın mucize olması için kafi görmez. Buna göre şayet Kur'an her türlü değersizlik ve ehemmiyetsizliğe sahip de olsa Allah, aynısını onun benzerini getirmekten sakındırabilirdi. Çağdaş müfessirlerden merhum Allame Tabatabai, Bakara suresinin 23 ve 24. ayetlerinin zeylinde bu görüşü reddetmiştir. Bu meyanda dilsel ve edebi i'caz görüşüne, hem Ehl-i Sünnet büyükleri arasında (Î'cazul-Kur'an konusunda önemli ve değerli esere sahip olan Bakıllani, Kadı Abdulcebbar Hemedani, Sekkaki, Zemahşeri, Hafız...) hem de İmamiye Şiası ve diğer mezheb büyükleri arasında sahip olan kimseler vardır.
Kur'an'ın tahrif kabul etmezliği de yine aynı şekilde tüm İslami mezheb ve fırkalarının itikadı kabullerinden ve tarihi gerçekliklerindendir. Fakat beşinci ve altıncı asırdan sonra ki bazı Ehl-i Sünnet büyükleri ve ayrıca yeni dönemde kimi Şia karşıtları Şia'ya Kur'an'ın tahrif edildiği iddiasını isnad etmektedirler. Üzülerek belirtmeliyiz ki, bu töhmet ve isnad, kimi ahbarimeşreb, şia-yı gulat muhaddis ve Kur'an araştırmacılarının sorumsuzca sözlerine ve eserlerinden şekil bulmuştur. Hatta Kitabu'l-Hüccet olan Usul-i Kafi'de (1/228), Tefsir-i İyyaşi, Besairu'd-Derecat ve Gaybet-i Nu'mani ve onun tefsirinde Kur'an-ı Mecid'in tahrif olduğu yönünde bazı hadisler zikredilmiştir. Bu tür söz ve sözde hadislerin tümüne yakınını Allame Meclisi, büyük bir başarıyla Biharu'l-Envar'ın 92. cildinde "Macai fi Keyfiyyeti Cem'u'l-Kur'an" isimli bölümün zeylinde toplamıştır. Aynı şekilde Şeyh Hurr-i Amuli, Molla Muhsin Feyz-i Kaşani, ve Şeyh Ni'merullah Cezayiri gibi kimi büyük ahbari alimleri, çift yönlü olan bazı sözlerinde Kur'an'ın tahrif olunmuşluğu yönünde sözler sarfetmişlerdir. Hepsinden daha garip olanı ve daha felaketvari olanı da şudur ki, İmamiye Şiasının hicri on dördüncü asırdaki en büyük muhaddislerinden olan "Müstedreki'l-Vesail"in sahibi ve "Muhaddis Nuri" olarak bilinen Hac Mirza Hüseyin ("ez-Zeria"nın sahibi Ağabozorg-i Tehrani, "Sefinetü'l-Bihar ve Mefatihu'l-Cinan"ın sahibi Hac Şeyh Abbas Kumi gibi büyük alimler onun talebeleridirler) tahrifin ispatı konusunda "Faslu'i-Hitab fi Tahrif-i Kitab-i Rabbu'l-Erbab" adlı bir eser yazmıştır ve bu eser basılmıştır. Bu kitab, İslam ve Teşeyyul aleminde büyük bir yankı bulmuştur ve bu alanda Şiilerin İran'da, Irak'ta ve Hind yarımadasında kitabın reddi ve hatalı oluşu noktasında ehl-i sünnetten daha fazla çaba sarfettikleri söylenebilir. O, bu kitabında görüşünü destekleyecek birçok akli ve nakli delil getirmiş ve güya onun bu kitabı hazırlamaktaki amacı, onun hayal ve iddiasına göre, ehl-i kitabın îlahî kitabında dahi isimleri zikredilmiş olan temiz imamların Kur'an-ı Kerim'de niçin yer almadığı ve imamet ve velayetleri açıkça belirtilmediği hasret ve üzüntüsüdür. Bu kitabın kaleme alındığı yıllarda bile (K. 1292) birçok araştırmacı, delil ve kesin verilere dayanarak bu kitaba reddiye babında makaleler, kitap ve broşürler yayınlamışlardır. İçinde yaşadığımız şu asırda da çağdaş Şia Kur'anbilimcisi füzelasından kimileri Şia-yı İmamiye'ye isnad edilen tahrif isnadını ve bu söz konusu kitabın reddi konusunda değerli ve önemli eserler kaleme almışlardır. Bunların bazılarını burada zikretmemizde yarar vardır kanaatindeyiz: Ayetullah Hoy'un "el-Beyan fi't-Tefsiri'l-Kur'an" adlı eserinde ele aldığı "Siyaneti'l-Kur'an mine't-Tahrif" adlı makalesi[84], Üstad Muhammed Hadi Ma'rifet'in "Siyaneti'l-Kur'an mine't-Tahrif" adlı yazısı, bir diğeri, Seyyid Cafer Murteza Amuli'nin "Hakayık-i Hammeh Havli'l-Kur'an-ı Kerim" isimli eseri. Bir başkası Huccetü'l-İslam Seyyid Ali Hüseyni-yi Milani'nin "et-Tahkik fi Nefyi't-Tahrif Ani'l-Kur'an-ı Şerif" adlı eseri. Bir diğeri, Huccetü'l-İslam Resul Ca'feriyan'ın "Ekzubeti Tahrifi’l-Kur'an beyne'ş-Şia ve sünneh" (Kur'an'ın tahrifi efsanesi) adlı eseri.
Şu tarihi gerçek de dikkate şayandır ki, Şeyh Saduk, Şeyh Mufid, Şeyh Tusi, Şeyh Murteza ve Şeyh Tebersi gibi İmamiye Şiasının büyük alimlerinden tutun da ta Ayetullah Burucerdi, Ayetullah Hoy, Ayetullah Milani, Ayetullah Gülpayegani ve İmam Humeyni (Allah'ın rahmeti hepsinin üzerine olsun) gibi büyük imamiye Şiası imamları ve merce-i taklidleri, hem kendi yanlarında hem de konuşmalarında Şianın temsilcileri olarak açık ve seçik bir şekilde açıklamış ve ilan etmişlerdir ki Şii ve sünni mezheblerine mensup değersiz ve kıt düşünceli kimselerin Kur'an'ın tahrif edildiği konusundaki sözleri, tahkiki ve tarihi bir incelemeye tabi tutulacak değerde ve itibarda değildir ve bu inanç, ulemanın icmaı din ve mezhebin zaruriyetindendir. Ve yine bu alimlere göre, Kur'an-ı Mecid, Resulullah (s.a.v)'a nazil olduğu ve O'nun değerli ve dikkatli nazaretleriyle yazıldığı ve daha sonra Osman döneminde cem' ve tedvin edildiği ve nihai nüsha haline getirildiği Hz Ali ve temiz imamlar da aynı mushafı yani Mushaf-ı Osman'ı defalarca ve açıkça te'yid etmiş oldukları gibi ne bir kelimesi eksik ne de fazla o ilk Kur'an'dır. Bu konunun sonunda şu noktayı da açıklamamız yerinde ve önemlidir: Gözönünde bulunduralım ki Kur'an'ın nakli, tarihin de şahitliğiyle; Hz. Osman zamanında toplandığı şekliyle Hicri 30. yıldan biraz önceki tarihten günümüze kadar -ki o günden bugüne yaklaşık 1400 yıl geçmiştir- olduğu gibi mütevatir, muttasıl ve hiçbir eksiklik ve fazlalık olmaksızın defalarca basılmış, birçok nüshası olmasına rağmen, olduğu gibi kalmış ve hiçbir değişikliğe uğramamıştır. Zira devamlı bir surette Kur'an'ın bir milyondan fazla nüshası İslam dünyasının her köşesinde müslümanların elinde olmuştur. Bazı imla ve kıraat farklılığı ve ihtilafı dışında -ki bu da bir ilimdir ve kaide ve kuralları vardır- asli ve temelli bir farklılık söz konusu değildir. Evet Kur'an-ı Kerim'in tevatürlüğü hadislerin tevatürlüğünden farklıdır. Zira ilk asırlarda (Hicri ikinci asra kadar bile) nebevi hadisler henüz yazılmamıştı. Fakat Kur'an, daha ilk andan itibaren, vahyin nazil olduğu ilk günden bu yana hep yazılagelmiştir. Bu değişmezlik, dünyanın sonuna kadar da devam edecektir. Hatta İslama ve Kur'an'a muhalif olanlar da bunun tersi yönünde herhangi tarihi bir delil ve belge iddiasını taşımamışlardır. Ve hiçbir dinin İlahî ve semavi kitabı bu derece açık ve parlak değildir. [85]
Tefsir lügatte, şerh, beyan, tevzih ve tebyin, bir kelimeyle bir metnin zor anlaşılır bir ibaresinin aydınlığa kavuşması demektir. Buradaki metin Kur'an-ı Kerim'dir. Kimi Kur'an araştırmacıları tefsiri "Kur'an'ı anlama ilmi" olarak tarif etmişlerdir. Ya da "Tefhimi Muradullah" yani Kur'an'ın sahibi olan Allah'ın, Kur'an'daki her bir ibarede muradının ne olduğu demektir. Zira elbette bu, dilsel kaidelere ve dilbilgisi, kavram bilgisi ve belaget ilmi gibi kurallara dayanmalı ve hatta mümkün olduğu kadar hadislere, haberlere dayanmalı, akıl, icma ve sünnete muhalif olmamalıdır.
Hicri onuncu asrın ünlü Kur'anbilimcisi olan Suyuti, bir müfessirin en az on beş ilimde ve fende söz sahibi ve etkili olması gerektiği görüşündedir. Bu onbeş ilim ve fenler şunlardan oluşmaktadır:
1- Lügat ve Kur'an'ın kavramlarını bilme,
2- Nahiv,
3- Sarf,
4- İştikak,
5- Mana,
6- Beyan,
7- Bedi',
8- Kıraat (ve kıraat ihtilafı) ilmi,
9- Usul-i din (ve daha geniş olarak kelam ilmi),
10- Usul-i fıkh,
11- Esbab-ı Nüzul bilimi,
12- Nasıh ve mensuhu bilme,
13- Fıkıh,
14- Mücmel ve mübhem hadisleri açıklayan ve aydınlatan hadisler,
15- Mevhibet ilmi. Mevhibet, Allahu Teala'nın bir kimseye bildiği şeyi yapması gereken şeyi miras olarak emanet ettiği ilim demektir. Ayrıca mevhibet şuna da işarettir: "Her kim bildiği ile amel ederse, Allah bilmediği şeyi de ona verir." Ve devamla şunu da ekliyor: "Her kim, bu ilimleri ve fenleri bilmeden Kur'an'ı öğrenmeğe kalkışırsa, kendi görüşüne göre bir tefsir yapmış olur ki, bu da şeriatta yasaklanmıştır. Kur'an'ı anlamanın ve onu tefsir etmenin ilk ve en önemli menbaı (kaynağı) Kur'an-ı Kerim'in kendisidir. Bu konuda meşhur bir söz (Hadis değil) vardır: "Kur'an’ın bir kısmı, diğer bir kısmını açıklar ve aydınlatır." Bu satırların yazarı, yapmış olduğu Kur'an-ı Kerim mealinde ve onunla ilgili yaptığı açıklamalarda bu tarzdan haddinden fazla yararlanmıştır ve yaklaşık 17-18 konuda Kur'anın Kur'an’la tefsiri ile ilgili olarak "Kur'an’ın Kur'anla anlaşılması" isimli makalede ele almıştır.
Kur'an-ı Kerim'den sonra Kur'an’ın tefsiri için en önemli ikinci kaynak, şüphesiz hadislerdir.
Hz. Resul (s.a.v)'ün kendisinin, ilk Kur'an müfessiri olduğu ve kendisinden kısa ve aydınlatıcı tefsirlerin hadislerde yer aldığı söylenir. Suyuti İtkan'ında, onları sure sure düzenlemiş ve ele almıştır. Hadis-i Nebevi türlerinden biri var ki, "Tefsirî hadisler" olarak nitelenmiştir. Bunların konusu Kur'an ayetleri ve ibareleri hakkında tefsiri açıklamalar ve aydınlatıcı bilgilerdir. Bundan dolayı birinci derecede bu tür hadisler ve ikinci derecede diğer hadisler ve ayrıca "ahkam hadisleri" (fıkhi hadisler) müfessirin işine yarar. Resulullah (s.a.v)'tan sonra İslam dünyasının en büyük Kur'an bilimcisi Hz. Ali b. Ebi Talib'tir. Zira ondan sonraki en büyük Kur'anbilimcisi yani İbn-i Abbas, tefsir usulünü ve Kur'an te'vilini bir öğrenci gibi Hz. Ali'den aldı. Kimi sahabilerden de geriye tefsirler kalmıştır ve bunların en önemlileri ve günümüzde de mevcud olan tefsirlerden biri İbn-i Abbas'ın tefsiridir. Diğeri de Mücahid'dir ki o da Hz. Ali'nin talebesi idi.
Tefsir iki genel kısma ayrılır:
1- Nakli tefsir ya da Tefsir-i Bi'l-Me'sur veya me'sur ya da eseri veya Rivayi (Rivayete ait) tefsir: Bu tür tefsir genellikle hadise dayalıdır. En eski ve en önemli eski tefsir, Tefsir-i Taberi'dir. (Ö.h. 310). Sonraki asırlarda da nakli tefsirler yazılmıştır. Ehl-i sünnet aleminde en önemlileri İbn-i Kesir'dir. Bir diğeri Suyuti'nin Durru'l-Mensur tefsiridir. Şia aleminde ise, en önemli ve en meşhur nakli tefsirler şunlardır: Fırat Kufi'nin tefsiri, Ali b. İbrahim Kumi'nin tefsiri, İyaşi'nin tefsiri, sonraki asırlarda da Seyyid Haşim Buhrâni'nin Tefsir-i Burhan'ı, ve Huveyzi'nin Nuru's-sakalayn tefsiridir.
2- Tefsirin diğer kısmı da akli veya dirayi (dirayete ait) tefsirdir. En önemlilerinden birisi, Zemahşeri'nin tefsiridir. (Mu'tezile'ye göre). Bir diğeri de Taberi'nin Mecmeu'l-Beyan tefsiridir (İmamiye Şiası). Bir diğeri Fahreddin-i Razi'nin Tefsir-i Kebir'idir (Eş'ari mezhebine göre). Yeni asırda da Tef-sirül-Mizan'dır. Bu tefsir, İ'tizali en yüce akli-hikemi tefsir örneğidir. Tefsirler, mevzu ve muhteva açısından da fıkhi, irfani, kelami, nahvi ve başka türlere ayrılırlar. Bu türlerin hepsine de İslam kültürü tarihinde örnekler mevcuttur.
Te'vil, lügatte, başa ve asla dönmek demektir ve rucu anlamındadır. Bu kelime Kur'an-ı Mecid'de kullanılmıştır.[86] İslamın ilk asırlarında, tefsir ve te'vil arasında pek fazla bir fark görülmüyordu. O dönemlerde te'vilden maksat tefsir demekti. Fakat daha sonra bu iki kavram daha fenni oldu ve tefsir, lafız ve ibarelerin zahiri gözönünde bulundurularak lafzi ve luğavi tavzihlere ıtlak olunuyordu. Te'vil ise, batini, mecazi, kinayi ve istiari anlam gözönünde bulundurularak lafzi olandan uzaklaşarak anlamsal tavzihlere ıtlak olunuyordu. Örneğin "Arş-i İlahî" tefsir açısından, Allah'ın taht ve makamı demekti. Fakat te'vil açısından, İlahî saltanat ve sultasının kamil anlamında bütün kainat üzerinde istikrarı demekti. Ya da örneğin; "Yedullahi fevqe eydihim." (Allah'ın eli onların elinin üstündedir).[87] Tefsiri açıdan; "O'nun eli onların elinin üstündedir." demekti. Fakat te'vili açıdan, "Allah'ın güç ve kudreti onların güç ve kudretinin üzerindedir ve ondan üstündür." anlamına gelmektedir. Ya da örneğin şöyle buyuruluyor: "Fe'l-yenzuri'l-insanu ila taamihi."[88] Bu ayetin tefsiri; "İnsan, tümü İlahî nimetler olan kendi yemeği konusunda düşünsün ve suyun buluttan inmesinin ve onun eline ulaşmasının, tohumun topraktan çıkmasının ve onun istifadesine sunulmasının İlahî düzenleme ve tedbirlerle olduğunu bilsin." demektir. Fakat bu ayetin te'vili ise şudur: İnsan, kendi ilmi ve kültürel kısmeti ve nasibi konusunda düşünmeli ve ona teveccüh göstermeli. Hangi ilmi niçin, nasıl, neden ve nereden aldığını düşünsün ve kavrasın. Ve ‘acaba bu ilim onun ruhi gıdası olacak mı olmayacak mı’ üzerinde düşünsün. Bu kuvvet ve gıdanın onun ruhu üzerinde etki yapacağını bilsin. Ve daha buna benzer düşünceler. Ya da Kur'an-ı Kerim'e işareten şurada buyurulduğu gibi: "La yemessuhu illel-mutahherun."[89] Bu Kur'anî ayet ve ibarenin zahiri tefsir ve manası fıkhı bir hükümden ibarettir. Bu fıkhi hüküm de şudur: Kur'an'ın örfünde ve kullanılışında olduğu gibi burada da elbise konusundaki nehiy beyan olunmuştur. Yani maksat, şer'i taharete (gusul ve abdest) sahip olmayanların Kur'an'ın ayet ve ibarelerine el değdirmemeleri (Kur'an'a dokunmamaları) gerekir. Fakat bu ayetin te'vili (büyük Kur'anbilimcilerinin sözlerinden elde ettiğim açıklamalara göre) şöyledir: Kur'an'ın ince ve gizli anlamlarını kavramak ve idrak etmek, tevhidi taharete (temizliğe) sahip olanlar ve ilim ve imanda rasıh olanlardan başka kimse için hasıl olmaz. Yani sırf alim olmak ve tarz sahibi olmak Kur'an’ın eşsiz ve benzersizliğini anlamaya kafi gelmez. Araştırmacı muvahhid ve tercihen müslüman olması gerekir ta ki Hazreti Kur'an'ın gelini, onun karşısında namahremlik yapmasın ve örtüyü yüzünden kaldırsın.
Görüldüğü gibi te'vili muteaddid tariflerle beyan edeceğimiz yerde birkaç örnek ve numune göstererek onu tanıtmaya çalıştık. Şu güzel tarif de nakledilmeye değer: Denilmiştir ki tefsir, Kur'an ibareleriyle ilgilidir. Te'vil ise işaretlerle ilgilidir. Kimileri şöyle bir itirazda bulunmuştur: Niçin usulen Kur'anda müteşabihatlar mevcuttur ki daha sonra onların anlaşılması için te'vile ve te'vil de ilimde rasıh olanların yetkili görüşlerine ihtiyaç olsun? Bunun en güzel cevabı şudur: Kur'an tabii, beşeri dille gayb aleminden Kur'an’ın sahibi yüce Allah'ın nezdinden nazil olmuştur. Bundan dolayı da normal ve tabii, beşeri gereklere ve tabiiyetlere de sahiptir. Bütün dillerde teşbih, kinaye ve istiarenin kaynağı olan mecaz mevcuttur. Mecazda ise, gerçek mefhumdan daha ileri gitmek ve daha detaylı düşünmek gerekir. Yahudilerin, Kur'an’ın nakline göre; "Yedullahi mağluletun." (Allah'ın eli kapalıdır/bağlıdır)[90] demeleri de bundandır. Onların elden kasıtları bilinen uzuv değildi, kapalı/bağlı olmaktan kasıtları da zahiri kapalı/bağlı olma değildi. Yani örneğin insanın elini iple bağlamak anlamında değildi. Bundan maksatları şuydu: Allah ne yeniden yaratıyor ne de geçmişte yaratılmış olanlara el atamaz ve alemin işlerine kapatma ve açmada bulunamaz, bir kimseye bir şey veremez veya bir kimseden bir şey alamaz ve bunun gibi... Evet tabii dil, özellikle eğer sanatsal ve sanatkar olmak istiyorsa ister istemez ilerlemiş dilsel-beyani araç ve imkanlardan yararlanmak zorundadır ki bunun en önemli genişçe bir alana sahip mecaz söylencesidir. Evet işaret edildiği gibi tefsir, muhkemata özgüdür, te'vil ise müteşabihata özgüdür. Şunu da söylemek gerekir ki müteşabihat konusunda te'vilde bulunmak caiz ve belki de vaciptir. Fakat her müfessirin ekol, meram, zevk ve arzu ya da zevksizlik, isteksizlik üzerine yaptığı her te'vil doğru ve caiz değildir. İslam tarihi boyunca değişik millet ve kavimlere mensub kişiler, Kur'anî ayetlere kendi mezhep, meşreb ve arzularına uygun te'villerde bulunmuşlardır ve asıl anlamının dışına taşırmaktadırlar. Örneğin Batıniler (İsmaililer), "Akımu's-salat" (Namazı ikame edin)’tan maksadın imama itaat olduğunu iddia etmişlerdir. Yine "savm"dan maksadın sırları korumak; cennetin, ilim ve akıldan kinaye; cehennemin, cehaletten kinaye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Nitekim Nasır Husrev'in, Vech-i Din ve diğer eserleri, bu tür te'villerle dopdoludur ya da batini, gulat ve İslami garabetçi bir fırka olan Hurufiye de ifrat derecesindeki te'vil türleriyle uğraşmışlar ve Kur'an'da bazı surelerin başında bulunan huruf-i mukattaa'dan çok garip nazari ve ideolojik çıkarımlar meydana getirmiş ve onlarla uğraşmıştır. Kimi hızlı tasavvufçular da (İmam Kuşeyri'in Letayıfu'l-İşarat'ta veya Meybodi'nin Keşfu'l-Esrar'da olduğu gibi değil, aksine Necmüddin Daye'nin Te'vilat-ı Necmiye'de veya İbn-i Arabi'nin Fusus ve Futuhaf'ta ve kendisine nisbet edilen tefsirde olduğu gibi) hatta muhkematın te'vili ile bile uğraşmışlar (ki uğraşılmaması gerekir). Zira muhkem ve müteşabih ile ilgili bölümde bu konuda daha geniş açıklamada bulunmuştuk. [91]
Beşer dillerine bağlı hatlardan hiçbir hat tam ve kamil anlamda bir telaffuz programına sahip olmadığından o halde her zaman telaffuz ve kitabet arasında bir ihtilaf ve fasılanın düşmesi kaçınılmazdır. Nitekim lügat sözlüklerinde, genellikle asli medhalin veya getirilen maddenin zikrinden sonra onun yanında, o kelimenin ses özelliği niteliğinde olan diğer bir takım harf ve işaretlerle o kelimenin yazılmasından veya yazılı şeklinden çıkmayan talaffuzu da getirilmektedir. Arap dili ve hattı da bu kaideden -yani telafuz ile yazım arasındaki fark ve fasıla- beri değildir. Bundan dolayı örneğin "ktb" kelimesini okumak için hem ibarenin mana ve sibakına dikkat etmek gerekir, hem de harflerin i'rab ve harekelerine dikkat etmek gerekiyor (elbette Arap hattının hicri ilk asırlarda nokta ve işarete sahip olmadığını da biliyoruz. Nerde kaldı ki hareke ve i'rab olsun). Evet bu kelime, dört şekilde okunabilir: 1- ketebe,
2- kütibe,
3- kitab,
4- kütub.
Şimdi bile Fars dilinde tam anlamıyla bir telafuz ve yazılım bütünlüğü mevcut değildir. Örneğin Arapça kelimelerdeki hemzenin nerede ve nasıl yazılması gerektiği konusu hala tartışma konusudur. Örneğin "mesele" şeklinde mi yazılmalı yoksa "mes'ele" şeklinde mi yazılmalı veya "mesul" mü doğrudur yoksa "mes'ul"mü? Ve buna benzer daha yüzlerce kelime... İmla konusu bütün dünya dillerinde tartışılan bir konudur.
Bu tür sorunları gözönünde bulundurarak ayrıca bazı kelimeler de vardır ki, yazılımda aynı hatla yazılırlar. Aralarındaki fark ise sadece üstlerindeki veya altlarındaki nokta veya işaretler olduğunu gözönünde bulundurarak (Örneğin be,te,se, / cim,he,ha, / re, ze, / dal,zal, / sin, şin, / sad, dad, / ayn, gayn, gibi) Arab hattında Kur'an’ın yazılması esnasında ve Osman'm cem' ve tedvininde nokta olmadığı için yazılım sorunuyla ve daha sonra da Kur'an’ın kıraatıyla ilgilenelim. Bir diğer sorun da Arap lehçeleri ve şiveleri arasındaki ihtilaftır. Zira Osman döneminde Kur'anı ilk toplayanlar, Kur'an'ı, Kureyş kabilesinin lehçe ve şivesine uygun olarak yazma konusunda ittifak etmişlerdi. Kıraat ve telafuzlar arasındaki ihtilafın genel sebepleri birkaç tanedir:
1- Lehçelerin ihtilafı. Nitekim örneğin, Temimiler, "hatta hayyın" yerine "ata ayyin" diyorlardı.
2- Arap hattında ve İmam mushafinda (Osman'ın beş-altı mushafı) hareke ve i'rabın olmaması. Nihayet Ebu'l-Esved Düveli, Hz. Ali'nin öncülüğünde bu yolda bazı adımlar attı. Fakat onu tamamlamak ve olgun bir şekle getirmek iki-üç asır sürdü.
3- Harflerde i'camın yani nokta ve işaretin bulunmaması. Bu eksikliğin giderilmesi için hicri birinci asrın başlarında Haccac b. Yusuf-i Sakafi döneminde ve onun kendi nazaretinde bazı çalışmalar yapıldı. Fakat onun tamamlanması da az-çok bugünkü şekle gelinceye kadar üçüncü asrın sonuna kadar devam etti.
4- Sahabe, okuyucular ve Kur'an araştırmacılarının kişisel ictihadları. Zira bunların da her birinin kendine göre Kur'an ayetlerinin dilbiliminden, anlamından ve tefşirinden belirli delilleri vardır.
5- İslamın ilk döneminden uzak olmak. Yani nüzul ve vahiy zamanından bereket dolu Nebevi asırdan uzak olmak. Ayrıca İslam’ın ilk beşiğinden yani Mekke ve Medine’den uzak olmak. Ayrıca İslami fetihlerin yayılmasıyla birlikte ve eşzamanlı olarak muhtelif dillerdeki ve hatlardaki yeni müslüman olmuş kimselerin mukaddes kitab olan Kur'an'ın yazısıyla yeni tanışmaları ve tabii olarak da Kur'an kelimelerini (genel olarak da Arap dilini) doğru telafuz etme ve doğru okuma konusunda sorunla karşılaşmaları.
6- Secavendi alametlerin ve başlama vakfının ve daha sonraları kıraat ve tecvid ilminin yüklenmiş olduğu her türlü ayırma ve birleştirmenin yokluğu.
Üçüncü asrın başlarından itibaren kıraatlerin tedvini hareketi başladı ve birçok kıraat bilimcisi kıraat türleri içinde en doğrusunu seçme işine koyuldular. Bu hareketin öncülerinden birisi Harun b. Musa'dır (k.201-291). Bir diğeri Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (k.157-224) idi. Bir asır sonra da seçkin Kur'an araştırmacılarından ve kıraat bilimcilerinden olan Ebubekir b. Mücahid (k.245-324), birçok kari (okuyucu) arasından Kurra-i seb'a (yedili okuyucu)’yı seçti. Daha sonraları üç büyük kari daha da bu gruba dahil oldu ve toplam olarak kurra-i aşare (onlu okuyucu) oldular. Bunlar, kıraat imamları, kıraat bilimcileri ve kıraattaki ihtilafı bilenlerdir. Ve bunlara Mukra (İkra masdarından) denir. Oysa kari, lüzumen Kur'anbilimcisi olması gerekmeyen sadece tecvidin bir usulünü bilmesi ve onunla hareket etmesi yeterli olan Kur'anı doğru okuyan demektir.
Bu bölümün bu kısmında kıraatin / kıraatlerin ihtilafına tekrar işaret etmemiz şunun içindir: Örneğin Kur'anın hemen başındaki ilk sure olan Fatiha suresindeki "malikiyevmiddin" birkaç değişik şekilde daha okunmuştur, örneğin "melikiyevmiddin", "meleke yevmeddin", "melik yevmiddin", "malik yevmeddin" ve bu arada günümüzde İslam dünyasındaki standart kıraatle yani Asım kıraatinden Hafs kıraatiyle (yedi okuyucudan biri) onu "maliki yevmiddin" şeklinde okuyoruz. Acaba namazı kesinlikle yedi kurranın veya on kurranın kıraatından biriyle mi okumalıyız? Acaba başka bir şekilde de okumak mümkün mü? Yine acaba Kur'an yazımı her türlü kıraatle serbestçe yapılabilir mi yapılamaz mı? Buna benzer daha birçok konu, kıraat ilmi konularının birer parçasıdır. Kur'an kıraati konusunda bir diğer önemli nokta da şudur: Kitabi kıraat, nüzul ve vahyin yazımı zamanından ta bugüne kadar şifahi kıraatin kalpten kalbe, ağızdan ağıza gelen sünnetle aynı ölçüde ve eşzamanlı olmuştur. Bu iddia, temelsiz ve zayıf bir iddia değil aksine tarihi bir gerçektir ve her bir müslümanın üstünlüğünün (başı dik olmanın) kaynağıdır ki, İslam dünyasında güzel yaşantılarına Kur'an’la devam eden bugünün büyük kıraatbilimcileri ve Kur'an okuyucularının (kıraat bilimci üstadlar) kıraat nesebinin silsilesi Resulullah (s.a.v)’ın şahsına ulaşıyor ve bu arada ihtimalen 40 nesilden fazla kari ve mukarra üstadı mevcuttur. Yaklaşık olarak kıraatların ihtilaf sayısı en önemli ve en eski kaynaklardan biri olan Ebu Amr Dai'nin eseri "et-Teysir fi’l-Kıraati's-Seb'a"nın tesbitine göre, 1100 konu civarındadır. Bunların önemli veya önemli olmayan yaklaşık üçte ikisi idğam ve zamir ya da hazır ve gayıp siğası, örneğin "ya'lemune"nin "ta'lemune" ile olan farkı ve benzeri gibi konularla ilgilidir. Fakat yeni kaynaklar, özellikle de en kapsamlılarından biri olan Ahmed Muhtar Ömer ve Abdu'l-Al Salim Mükerrem'in 8 ciltlik eseri olan ve Kur'an surelerine ve daha sonra da her surenin ayetinin tertibine göre düzenlenmiş olan "Mu'cemü'l-Kıraati'l-Kur'anîyye" adlı eser, kıraatte ihtilaf konusu olan 10243 konuyu göstermektedir ki bunların da büyük bir kısmı idğam veya idğamın yokluğu, imale veya imalenin yokluğu ve tecvidi ve secavendî cüz'iyatlarla ilgilidir..
Kıraat-i Seh'a'dan (Yedi okuyuculardan) büyük bir kesim rivayet edilmiştir. Fakat sonraki Kur'an araştırmacıları ve kıraatbilimcileri, her karinin ravilerinden iki kişinin rivayetini -ki senedin sıhhat ve zaptı açısından ve öğrenimi yedili büyük okuyucuların nazarında daha dikkatli ve daha kabul edilir olmuştur- ıstılaha tesbit ve berraklık bağışlamışlar ve standartlaştırmışlar. Bundan dolayı da on dört rivayet meydana gelmiştir. Burada on dört rivayete sahip olan yedili karilerin ve onların ondörtlü ravilerinin isimlerini nakledeceğiz:
1--Abdullah b. Amir-i Dımeşki (Ö:k. 118). Birinci ravi: Hişam b. Ammar, İkinci ravi: İbn-i Zekvan.
2- Abdullah b. Kesir-i Mekki (k.45-120). Birinci ravi: Bezzi, Ahmed b. Muhammed (k.170-243). İkinci ravi: Kunbul olarak tanınan Ebu Amr Muhammed b. Abdurrahman (k.195-291).
3- Asım b. Ebi Necved (k.76-128). Birinci ravi: Hafs b. Süleyman (kk.90-180). İkinci ravi: Şu'be b. Ayyaş (k.95-194).
4- Zebban b. Ala -Ebu Amr-ı Basri (k.76-128). Birinci ravi: Hafs b. Amr-i Diveri (k.246). İkinci ravi: Ebu Şuayb b. Musa, Salih b. Ziyad (k.190-261).
5- Hamza b. Habib-i Kufi (k.80-156). Birinci ravi: Hallad b. Halid-i Kufi -Ebu İsa Şeybani (k.142-220). İkinci ravi: Halef b. Hişam (k.150-220).
6- Nafi' b. Abdurrahman Medeni (k.70-169). Birinci ravi: Verş -Osman b. Said-i Mısri (k.110-197). İkinci ravi: Kalun -İsa b. Mina (k.120-220).
7- Kesai, Ali b. Hamza (k.119-189). Birinci ravi: Leys b. Halid (k.240). İkinci ravi: Hafs b. Amr-i Diveri (Ebu Amr-i Basri yani Zebban b. Amri'nin de ra'visidir).
Bugün İslam dünyasının tamamına yakını Hafs (bin Süleyman)'ın Asım (bin Ebi Necved)'den gelen rivayeti kararlaştırılmıştır. Yani İslam dünyasının resmi Kur'an'larının kıraati ve gerçekte yazımı, harflerin harekeleri ve kelimeleri, o kıraatteki bu rivayete göredir. Örneğin Merakiş ve Libya gibi İslami Afrika ülkelerinde Verş'in Rafı'dan aldığı rivayet kabul edilmektedir ve oradaki mushaflar, o kıraatten alınan bu rivayete göredir. Bu satırların yazarı, Libya'da bu kıraatin rivayetine göre basılan bir Kur'an'ı görmüştür ve uzun bir süre onun harflerin harekeleri ve kelimelerin i'rabı üzerine yani onun kıraat ve kıraat farklılığını elimizdeki mushafla yani Hafs'in Asım'dan yaptığı rivayete göre olan mushafımızla karşılaştırdım üzerinde düşündüm ve bana göre, onlar arasındaki ihtilaflar yaklaşık 600 konudan az değildir.
Şimdi Kur'an araştırmacısı ve incelemecisi okuyucu için şu soru ortaya çıkabilir: Osman Mushafı'nın yazılmasında yapılan bunca dikkate rağmen ve ayrıca karilerin ve mukarrilerin kalpten kalbe gelen kıraati da onların arkasında olmasına rağmen Mushaf-ı Şerifte niçin en az binden fazla ihtilaf konusu görülmektedir?
Bunun cevabını bir misalle, yani Hafız'ın divanındaki kıraat farklılıklarıyla açıklamak istiyorum: Farsçanın Arapçaya nazaran çok daha az kıraat farklılığı olmasına rağmen Hafız'ın divanında dahi kıraat farklılıkları olmuştur. Hatta eğer örneğin Kazvini baskısı divanı gibi daha doğru ve hatti bir metni gözönünde bulundursak dahi -ki bu nüsha en muteber nüshadır- yine de Hafız araştırmacıları ve Hafız okuyucuları bu bir tek divanda bile kıraat ihtilafına düşmektedirler. Hafız araştırmacılarının bir çoğu bunca bilgilerine rağmen bazı beyitlerini değişik şekillerde okuyabilmektedirler... Kısacası Hafız'ın divanında kıraat farklılığı haddinden fazladır. Bu konu ise şu anki konumuzun dışındadır. Sadece örnek amacıyla bunu zikrettik. Elbette kıraat farklılığı diğer şairlerin divanında da sozkonusudur.
Sonuç olarak, Kur'an-ı Kerimde kıraat farklılığının meydana gelmesi, örneğin eğer Osman mushafını oluşturanlar daha büyük bir dikkat gösterselerdi ihtilaf meydana gelmeyecekti türünden bir şey değildir. Arap dilinin o günlerde noktasız, harekesiz, i'rabsız oluşu, bu tür görüş farklılıklarının ortaya çıkmasına neden olabilmiştir. Önemli olan şudur: Bütün ihtilaflar, ve hatta imlasal gariplikler (ki bugünkü çıkarımla onu imlasal gariplikler olarak nitelemek mümkün olabilir) tesbit ve teşhis edilmiş ve İslam dünyası görüş sahiplerinin teşhis etmiş oldukları en iyi kıraat, yani Hafs'ın Asım kıraatinden rivayeti standart olarak kabul edilmiştir ve Tevhid-i nass (yani mushafın tek ve aynı olması) da bugün müslümanlar için ortadadır. Bu da İslam dünyasındaki ilmi araştırmaların konu özgürlüğünün en büyük, en ibret verici, ve ders verici bir örneğidir.
Bu konuyu daha güzel bir şekilde tamamlama amacıyla Hafız'ın şu beytini örnek veriyoruz:
"Işket resed be-feryad ver/er hod be-san-ı Hafız / Kur'an zi-ber be-hani der-çarcie rivayet."
(Aşkın feryada gelir eğer kendin de Hafız gibi / Kur'anı ezberden ondört rivayet üzere okursan.)
Bu beyitte, anlaşılması zor olan "çarde rivayet" ıstılahı, önceki bölümlere bakıldığında anlaşılır. Hafız, on dört rivayet olarak adlandırılan kıraat-i seb'a'nın on dört ravisinin sahip oldukları kıraat farklılıkları konusundan 1100 konudan fazlasını ezberden bilen bir şahsiyetti. Yani, hem Kur'an'ın kendisini büyük bir ihtimalle Hafs'ın Asım'dan rivayeti şeklinde ezberden biliyordu hem de ihtilaf konusu olan bu bin yüz konuya vakıf bir insandı.
Tecvid: Önemli bir konu olan kıraat, kariler ve mukarriler konusu uzun sürdüğü için tecvid konusunu daha kısa tutmak zorundayız. Tecvid, lügatte cevdet anlamındadır, yani güzelleştirmek veya güzel eda etmek anlamındadır. Kur'anî ilimler Istılahında ise, Kur'an'ı doğru okuma bilimi (fenni) ve sanatı demektir. Bu Kur'anî ve şer'i ilim, Kur'anı ve namazı doğru okumaya özgü kılınmıştır. Vacibin mukaddimesi olduğu için de onu öğrenmenin de vacip hükmünde olduğunu söyleyebiliriz. Bu ilmin öncesi, nüzul ve vahiy dönemine ulaşmakta ve Resulullah (s.a.v)’ın kendisinin onun ilk öğretmeni (elbetteki sonraki ayrıntı ve ıstılahlar derecesinde değil) oluşudur.
Hz. Aliden, hem tecvid ile ilgili hem de tertille ilgili olan ve burada zikredilmesi zaruri olan bir hadis nakledilmiştir: "Tertil, tecvid ve harfleri güzel eda etmek ve vukufu, yani durakları tanımaktır." Kur'an bilimci alimler, tecvidsiz kıraati "lahn", yani yanlış okuma, yanlış okumayı da lahn olarak isimlendirmişlerdir. Lahn, celi (aşikar, açık) ve hafi (örtülü ve gizli) diye ikiye ayrılır. Lahn-ı celi, "ğayn'ı "kaf" şeklinde telafuz etmeğe benzer. Ya da tabii meddi, açığa çıkarmamaya benzer. Veya idğam konusunda idğamı terk etmek. Lahn-i hafi ise, bir harekenin haddinde med şekillerinin fazla veya noksan olması gibidir.
Tecvid, kıraat ilminin dallarından biridir. Kıraat ilmi şu konu üzerinde durur: Acaba "Talh" mı doğrudur yoksa "Tal’" mı doğrudur? "İstitau" mu doğrudur yoksa "İstau" mu doğrudur? Daha sonra Kur'anî bir kelimenin doğru olması anlaşıldıktan sonra onun doğru telaffuz ve edası harflerin meharicinden ve aynı tecvidin sessel kaidelerine riayet ile gerçekleşir.
Tertil: Tertil, Kur'an-ı Mecid'i doğru okumak, tane tane okumak ve açık okumak demektir... Kur'an'da tertile riayet edilmesine işaret edilmiştir: "Ve Kur'anı tane tane ve açık bir şekilde oku."[92] Ebu Ali Tabersi, İbn-i Abbas'ın sözünden şu nakli yapmıştır: Tertilden murad, açık ve tane tane okumak demektir. Üç ayet üç ayet, dört ayet dört ayet, beş ayet beş ayet şeklinde okumaktır. İbn-i Cezeri de, tertilin tarifi konusunda şunları yazmaktadır: "Acele etmeksizin yavaş ve sürekli okumaktır. Nitekim Kur'an’ın kendisi de acelesiz ve teenni ile inmiştir. Zeyd b. Sabit, Resulullah (s.a.v)’tan şöyle nakletmiştir: "Yüce Allah Kur'an'ın indirildiği şekilde okunmasını sever." İbn-i Abbas, tertilin tebyin demek olduğunu, Mücahid ise tertilin teenni demek olduğunu, Dahhak ise, onun harf harf (kelimelerdeki harflerin birbirine çarpmayacağı şekilde) okunması demek olduğunu kabul etmişlerdir."
Tecvid ve tertil, ilmî bir yapıya sahip olduğu ölçüde amelî ve icraî bir yapıya da sahiptir. Zira onun kemali kendisinin başlatılıp harekete geçirilmesidir. Kur'an-ı Kerim'in güzel okunması ve düzgün okunması, tecvid ve tertilden başka bir şekilde meydana gelmez. [93]
Bu kitapta defalarca değerli okuyucular için zikrettik ki, Ehl-i sünnet arasında fetvanın, şia arasında ise içtihadın esasını teşkil eden ahkamın dört kaynağından, delilinden veya istinbat medrekinden olan kitap yani Kur'an, birinci ve en önemlisidir. (Diğer üç kaynak ise; sünnet, icma ve akıl ya da kıyastır. Bunları daha önce açıklamıştık).
Fakat Kur'an-ı Mecid'e fıkhi müracaatın da bazı şartları vardır. Bir kimse naklî, dilsel ilimlerin tümünde ve bazı aklî ilimlerde (mantık ve kelam gibi) yüksek derecedeki ictihad veya içtihada yakın derecesine ulaşmadıkça Kur'ana doğrudan müracaat etmesi doğru ve caiz değildir. Bu konuda da bu kitabın birinci bölümünde daha geniş bir şekilde işaretlerde bulunmuştuk. Aynı şekilde fıkıhta ilerlemek için usul-i fıkıhta da ilerlemek lazım gelir. "Kitabın zahiri, hüccettir." yani Kur'an’ın normal ve örfi anlaşılması, hem mümkündür hem de muteberdir denilebilir. Buna cevaben şunu söylemek gerekir: Bu meselenin kendisi bile henüz herkes tarafından makbul ve kesin değildir. Tevhidi konular hakkında, Peygamber kıssaları ve cennet ve cehennemin vasıf ve tavsifleri hakkında Kur'an’dan normal çıkarımlar belki ilerlemiş fenni anlamaya ihtiyaç olmayabilir. Fakat acaba Kur'an'daki her şey vücub anlamında mıdır? Veya acaba her bir vücub emir sığasında mı eda olunuyor gibi bir konunun çok fazla bir İlmi sermaye ve birikime ihtiyacı vardır. Bir diğer nokta da hükümlerin ve sınırların büyük bir kısmının Kur'an-ı Kerim'de özet şeklinde gelmiş olması ve bunların daha geniş açıklamasını Resulullah (s.a.v)'ın ve masumların sünnetinde ve diğer medarikte (akıl ve icma') aramak gerektiğidir. Bu konu şia kültüründe ictihad ve taklidin lüzumu konusunu meydana getirmiştir. Hukuki konular gibi ki normal insanlar kendi sorunlarının çözümü için ve kendi davalarının sonuca ulaşması için bu ilmin müctehidlerine, yani hukuk müşavirlerine, avukatlara ve adalet mahkemelerine müracaat ediyorlar. Doğrudan kanunlara müracaat edip ondan doğru ve kesin bir sonuç elde edemezler. Yine bir kişinin halkın beğenisini kazanan birkaç tıp kitabını okumakla ve birkaç şifalı bitkinin faydasını kitaplardan öğrenmekle başkalarını tedavi edemeyeceği gibi. Zira bu durumda hem kendi başına hem de başkalarının başına bela açabilir.
Fıkhi ayetler veya ayatül-Ahkam 500 ayet civanndadır. Bu ayetler daha çok Medeni surelerde yer almıştır. Onları daha iyi anlamak için her ne kadar normal tefsirlere müracaat etmek faydalı ise de bundan daha faydalı olanı, fıkhı tefsirlere ve ayatu'l-Ahkam ya da Ahkamu'l-Kur'an kitaplarına müracaat etmektir. Bu tür kitapların yazılması, hicri ikinci ve üçüncü asırdan başlamıştır ve en önemlileri Şafii'nin Ahkamu'l-Kur'an'ı, Cessas'ın Ahkamu'l-Kur'an'ı, İbnü'l-Arabi'nin Ahkamu'l-Kur'an'ıdır. Tefsir-i Kurtubi de güçlü, bir fıkhı değere (Maliki mezhebi) sahiptir. Şii tefsirler arasında da eskilerden Fazıl Mikdad Siveri'nin Kenzu'l-İrfan tefsiri, Mukaddes-i Erdebili'nin Zübdetü'l-Beyan'ı ve Şahi'nin Ayatu'l-Ahkam'ı, büyük bir fıkhı değere sahiptir. Yeni asırda da Merhum Mahmud Şehabi'nin Edvar-ı Fıkh adlı eseri ve Merhum Muğniye'nin Tefsir-i Keşşafı ve merhum Hazaili'nin Ahkamu'l-Kur'an'ı, Fıkhu'l-Kur'an ve Ahkamu'l-Kur'an açısından çok zengin eserlerdir.[94]
Daha önce, Kur'an’ın Arap dilinin en eski ve en muteber dayanağı ve hazinesi olduğunu söylemiştik. Ve kat'i görüş olarak, O'nun (Kur'an'ın) kudsi ve vahiysel açıdan da onun dilsel, edebi, lağvı, belaği önemi de birinci sıradadır. Bundan dolayı Arap dilbilgisi ve nahvi, Kur'an-ı Kerim mutaalası temelleri üzerinde ve onu kullanma teveccühünde şekillenmiştir. Değerli üstad Murtaza Mutahhari şöyle diyor: "Arap dili sadece Kur'an adında bir kitabın dilidir. Kur'an sadece bu dilin koruyucusu, muhafızı, hayatta kalmasının birinci derecedeki etkenidir. Sonradan bu dille kaleme alınmış eserlerin tümü, Kur'an'ın ışığında ve Kur'an'ın hatırı için olmuştur..."
Arap dilinin nahiv ve gramer kitapları, örneğin Sibeveyh'in el-Küttab'ından tutun da İbn-i Hişam'ın Muğniyü'l-Lebib'ine kadar ve Abdulğani ed-Dakar'ın Mu'cemu'n-Nahv gibi bugünkü nahiv eserlerine kadar tümü Kur'anî delillere ve kullanımlar esası üzerine dayandırılmıştır. Yine aynı şekilde Kur'an kelimelerinin nahvi ve i'rabının şerhine ve genişliğine özgü birçok kitap da yazılmıştır. Örneğin, Ferra'nın eseri Meaniyi'l-Kur'an'ı Ebu Ali Farisi'nin el-Hucce'si, Zeccac'ın eseri İ'rabu'l-Kur'an, Ebu'l-Berekat En-bari'nin eseri el-Beyan, Ebu'l-Beka Ekberi'nin eseri "İmlai ma Minne bihi'r-Rahman", Ebu Muhammed Mekki b. Ebi Talib Kaysi'nin "Müşkil-i İ'rabu'l-Kur'an"ı ve daha buna benzer birçok eser, tamamıyla Kur'anî ibare ve ayetlerinin nahiv ve i'rabının şerhi konusundadır. Ebu Hayyan-ı Nahvi-yi Gırnati'nin "Tefsiru'l-Bahru'l-Muhit" adlı 8 ciltlik eseri Kur'an’ın en önemli nahvî tefsiridir. Zamahşeri'nin Keşşafı da bu açıdan teveccühe şayandır. Günümüz asrında bu alanda çok önemli iki esere sahibiz ki birisi, Muhyeddin ed-Derviş'in "İ'rabu'l-Kur'an-ı Kerim" isimli 10 ciltlik eseridir. Diğeri de Mahmud Safi'nin 33 ciltlik "el-Cedvel fi İ'rabi'l-Kur'an ve Serfehu" isimli eseridir. Kur'an i'rabını veya Kur'an nahvini anlamak her Kur'an araştırmacısı ve özellikle de her müfessir, mütercim ve fakih için temel bir öneme sahiptir. Ya da Kur'an ilimleri için en başta gelen bir gerekçedir. Kur'an-ı Kerimin ince sanatlarında ve onun kıraatindeki farklılıklarının üzerinde teemmül ve tahkik yapmak isteyen bir Kur'an bilimcisi, Arap dili açısından ve dilbilgisi, belagat ilimleri açısından sorunlu olmamalıdır.[95]
Daha evvel, önceki bölümlerde Kur'an-ı Kerim'in büyük anlamsal, içeriksel ve konusal türlerine işaret etmiştik ki, bu açıdan onun hacmi gözönünde bulundurularak aynı zamanda üstün sanatsal değerlere de sahip olan diğer semavi veya beşeri hiçbir kitap onunla mukayese edilemez. Hatti olmayan aksine toplu, içeriksel ve hacimsel olan Kur'an-ı Kerim mazmunlarmdaki değişik, şaşırtıcı ve mazmun bağlamında sürükleyici güzel görünümlü ahenk, bazen gizli, bazen açık, bazen parça parça bazen de bağlantılı olarak tekrar edilmiş ve o da Kur'an kıssalarıdır. Ayrıca daha önce Kur'an kıssalarının genel olarak Peygamber kıssaları olduğuna da işaret etmiştik. Şu açıklamayıda yapmıştık ki Nuh, Hud veya İbrahim (a.s.) kıssaları gibi her bir Kur'an kıssası, Kur'an kıssalarının bir parçasıdır. Fakat Karun, Lokman veya Zeyd'in kıssası gibi her Kur'anî kıssa, Peygamber kıssalarının bir parçası değildir.
Sadr-ı İslamda, nüzul ve vahiy asrında, Kur'an-ı kerim muhatabları, Kur'anî kıssalara veya peygamberler ve önceki kavimlerin kıssalarına özel bir dikkat göstermişlerdir. Aynı alanda iki olay, bu sadr-ı İslam’da vukubulmuştur. Onlardan birisi, Nadr b. Haris isimli Mekke müşriklerinden birisinin çalışmasıydı ki, bu kişi, dünya görmüş ve bu arada İranbilimcisi idi. Yani İran'a gitmiş ve gerçeğe yakın bir ihtimalle de Farsçayı biliyordu ve İran mitolojisine ait kıssa ve efsaneler konusunda söz sahibi birisiydi. Ve Kur'an-ı Kerim’in üstün cazibesi ve onun düşüncesine göre sehirleyici cazibesi karşısında mukavemet etmeğe ve onun hikmetini inkar etmeğe çalıştı. Kur'an'la cezbolan kimselerin teveccüh ve zihinlerini ondan geri çevirmek için Kur'an-ı Kerimin tabiriyle; "lehvü'l-hadis" (heyecanlandırıcı ve temelsiz ve efsane ve hurafelerle karışık hikayeler) olarak adlandırılan ve daha sonraları Şehname'de yazılan Rüstem ve İsfendiyar'ın hikayelerine ve ayrıca diğer eski İran destanlarını bu insanlara anlatıyordu. Nadr b. Haris olayı gösteriyor ki Kur'an hikayeleri muhatablarının gönlüne nüfuz etmişti.
Diğer olay da, Ehl-i kitabın nakil ve hikayeleri, özellikle de Peygamber (s.a.v) döneminde müslüman olmuş yahudilerin özellikle de Ka'bu'l-Ahbar, Vehb b. Münebbeh ve Abdullah b. Selam'ın yaptığı nakil ve hikayelerdir. Kur'an kıssalarını açıklamak ve şerhetmek için İsrailiyat (Ben-i israilin ve yahudilerin bilgilerine bağlı olan) olarak bilinen kendi duyduklarını ve işittikleri sözlerinden tefsir olarak yararlanıyorlardı. Kimi Kur'an araştırmacıları ve muhakkıkları İsrailiyata ve onun benzeri olan Nasraniyata (İslami konuların açıklanması ve şerhi için mesihi söz ve bilgiler) büyük bir önem veriyorlar ve onları tarihi-tahkiki birer değer olarak görüyorlardı. Diğer bir kısmı da bunun tersi bir görüşe sahiptir. Bu tür değerleri tamamen kötü görmekte ve bu tür efsanevi ve gayri tarihi haberlerin müslümanların tefsirlerini karıştırdığı görüşündedirler. Görülmektedir ki, İsrailiyat ve Nasraniyata ihtiyatla ve ilmi intikadla, duygusal olmaksızın yaklaşmak gerekir. Bunların aşırı red veya kabulü zarar verici olsa da eleştirel telakkisi yararlı olabilir.
Kur'anî kıssaların normal ve örfi insani kıssalarla hem benzerliği çoktur hem de farklılıkları çoktur. Örneğin Kur'anî kıssaların tümü doğru, gerçek ve haktır. Hiçbiri hayal ve uydurma mahsulü değildir. Fakat beşeri gerçek ve gerçekçi hikayelerle de bariz farkları vardır. Örneğin Kur'an kıssalarında harici bir varlığa sahip olmamış olan hiçbir şahsiyet yaratılmaz. Ya da Kur'anî kıssalarda hayalin yer almadığından başka zamansal ve mekansal ortamlara ve edebi ve onun benzeri ortamlar ve açılımlara da yer yoktur. Hatta Kur'anî kıssaların zahiri bir teselsül ve devamlılığı da yoktur. Genellikle îlahî Peygamberlerin yaşamının ve karşılaştıkları olayların bir bölümüne yapılan telmihatlar birkaç ayette getirilmiş ve bu tür telmihat ve işaretler, Kur'an-ı Kerim'in tümüne yayılmıştır. Bir kıssanın baştan sona bir surede ele alındığı çok az olmuştur. Bu konuda sadece bir tek istisna vardır. O istisnada Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssasıdır. Bu kıssa, tek parça halinde Yusuf suresinde ele alınmıştır.
Ondan sonra bir dereceye kadar bu konulara işaret edilebilir ki, elbette Yusuf kıssası oranında tek parça, mufassal ve müselsel değildirler: Hz. Musa (a.s.) kıssası Taha suresinde, Davut (a.s.) kıssası Sad suresinde, Süleyman'ın hikayesi Neml suresinde. Ya da Nuh destanı Nuh suresinde, Fakat ne ilginçtir ki, Yunus kıssası, Yunus suresinde hatta birkaç ayet oranında bile gelmemiştir. İbrahimin kıssası, sadece İbrahim suresinde değildir. Ve İbrahim suresinde yalnızca İbrahim kıssası yoktur. Aksine başka konular ve kıssalar da mevcuttur. Onun kıssasının geri kalanını ve belki de daha kapsamlı kısmını Bakara suresinde ve başka surelerde aramak gerekir. Hz. İbrahim'e işaret eden ayetler, Kur'an'ın on beş suresine dağılmıştır. Ya da Musa'nın kıssası, 25 surede sözkonusu edilmiştir.
Kur'anî kıssaların beşeri hikayelerden bir diğer farklılığı da onların hedeflerindedir. Kur'an’ın hedefi heyecan verici ve zevklendirici bir yapıda değildir. Aksine ikaz etme, ibret alma ve ahlaki neticelerin, usullerin ve hükümlerin açıklanmasıdır. Aksine Resulullah (s.a.v)'a teselli vermektir. Ta ki, büyük İlahî Peygamberler, halkı irşad ve davet etme yolunda ne sıkıntılar ve zorluklar çekmiş oldukları ve ne sevgisizlikler görmüş oldukları bilinsin. Ve bütün bunlarla birlikte bükülmez, sarsılmaz, yenilgi kabul etmez, ve hiçbir uzlaşma ve yumuşama göstermeksizin batıl karşısında daima hakkı arayan ve hakkı söyleyen kimseler oldukları anlaşılsın ve kendi gaybi, kuddusi ve insani memuriyet yolunda çalışmış oldukları, hatta şehadeti canları pahasına da olsa satın almış oldukları ve bunun gibi konular olduğu anlaşılsın. Ayrıca şu da söylenebilir: Önceki ümmet ve kavimlerin yaşantıları da İlahî sünnetler türünü ve İlahî tarih felsefesini göstermektedir. Gösteriyor ki itraf ve istikbar, haddi aşma, imansızlık ve ahlaki fesat ne kadar çok kavmi yokluğun içine çekmiş ve buna benzer dersler, hikmetler ve ibretler.
Kur'an kıssalarından veya Peygamber kıssalarından dersler çıkarılmış ve ayrıca onlar hakkından kitaplar derlenmiştir. Bu konuda birçok ilgi çekici kitaplar kaleme alınmıştır. Nişaburi'nin Kisesü'l-Enbiya'sı, Peygamber kıssaları hemen hemen her seviyede yazılmış ve insanların istifadesine sunulmuştur. [96]
Kur'an-ı Kerim ayetlerinin sayısı 6236 ayettir. Kur'an kelimelerinin sayısı da 77807 kelimedir. Yani Kur'anda kullanılan kelimelerin tamamı Medine mushafında (Osman Taha mushafı, 604 sayfa, her sayfa 15 satır) gelmiş olduğu şekliyle bu kadardır. Bu cümleden olarak kelime-i celalenin, yani yüce Allah'ın zatının ismi olan "Alla", bu mushafta 2699 defa kullanılmıştır. Yaklaşık olarak Kur'an’ın tüm kelimelerini yaklaşık seksen bin kelime olarak almak mümkündür. Murad yani asli kökler ve çoğunlukla Kur'anî sülasi-yi gayr-i mükerrer 1771 kelimedir. Bu köklerin müştakları (türemişleri) toplam 11794 kelimedir. Elbette bu rakamlarda zamirler (huve, hiye ve hum gibi) ve edatlar (fi, inde, -inne, innema gibi) sayılmamaktadır. Zira bunlarla birlikte kelimelerin toplam sayısı 12 bin gayr-i mükerrer kelimeyi aşıyor. Daha doğru bir ifadeyle, yaklaşık 12 bin gayr-i mükerrer kelime, her biri birkaç kez mukaddes Kur'an metninde tekrar edilmiş olduğunda toplam olarak yaklaşık seksen bin kelimeyi aşmaktadır. Kur'anın 12 bin kelimelik kelime grubunda onun ilk muhatabları için yani Peygamber (s.a.v) dostları için zor ve derin anlamlı kelimeler mevcuttur. Nitekim Ebubekir "ebb"in anlamında (fakiheten ebben) şüphe etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra Hz. Ali, vahiy kitapları arasında ve Resulullah (s.a.v)'ın yakınları arasında en iyi Kur'an bilimcisiydi. O'ndan sonra da Hz. Ali'nin kendisi üzerinde irşadda bulunduğu İbn-i Abbas'tır. Kur'an kelimeleri sözlüğünün en eski senedi iki yoldan kendisinden rivayet edilen İbn-i Abbas'ın cevapları mecmuasıdır. Bu rivayetlerden birisi Nafı' b. Ezrak yoluyla gelmiştir. Diğeri de İbn-i Ebi Talha yoluyla gelmiştir. Nafı' b. Erzakın konuları olarak maruf olan bu kelimeler, Sahih-i Buhari'de ve tam şekliyle Tefsir-i Taberi'de münderictir ve mütaaddid tashihatlarla basılmıştır. Aynı şekilde Suyuti'nin İtkan'ında da münderictir.
Kur'anî lügat-anlamsal sebt ve zabtı açısından önemli kaynak olan Kur'an tefsirlerinden başka Kur'an-ı Kerimin lügat alanında müstakil ve kişisel eserler de mevcuttur ki, bunların bazılarına işaret edelim: Kur'anî kelime lügatları türünün en önemli türlerinden biri Garibu'l-Kur'an veya tefsir-i garibu'l-Kur'an isimli türdür. Baskısı da mevcut olan en eskilerinden biri İbn-i Kuteybe'nin "Te’vil-i Müşküli'l-Kur'an" isimli eserdir. Bir diğeri de İmam Seccad'ın evladı Zeyd'e ait "Tefsir-i Garibu'l-Kur'an" adlı eserdir. Sicistani'nin bir diğer ismi de Nezhetü'l-kulub olan Tefsir-i garibu'l-Kur'an'ı, İbn-i Mellikan'ın Tef-sirü'l-Garibu'l-Kur'an'ı ve Mecmeü'l-Bahreyn'in sahibi Terrahi'nin Tefsirü'l-Garibu'l-Kur'an'ı gibi eserlerin tümü basılmıştır. Ragıp İsfehani'nin Müfredatül-Kur'an'ı da en muteber eski Kur'anî kelime lügatidir.
İki dilli, özellikle de Arapça-Farsça kelime lügatleri de çok fazladır. En önemlileri, İslami Araştırmalar Merkezi tarafından Muhammed Cafer Ya Hakki başkanlığında bir Kur'an bilimci heyet tarafından 5 cilt olarak yayınlanan "Ferhengname-i Kur'anî" isimli değerli çalışmadır. Üstad Hasan Mustafavi'nin 12 ciltlik "et-Tahkik fi Kelimati'l-Kur'an" isimli eseri de çok değerli ve geniş bir eserdir. Ayrıca Arapça olarak kaleme alınmış olan bir çok mu'cem de Farsçaya tercüme edilmiş ve araştırmacıların hizmetine sunulmuştur. [97]
Bu kitabın başka yerlerinde işaret ettik ki, Kur'anın tercümesi en az Kur'an tarihi derecesinde bir tarihe sahiptir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in hayatı dönemindeki vahyin nüzulü zamanından beri varolan bir gerçektir. Tacu't-Teracim'de de mevcut olan meşhur ve muteber bir rivayet vardır ki bazı İranlılar, Selman-ı Farisi'den Fatiha suresini kendileri için Farsçaya tercüme etmesini istemişler. O da kendileri için bunu tercüme etmiş ve Peygamber (s.a.v) de bunu haber aldığında herhangi bir itirazda bulunmamıştır. Ve bu tercümeyi namazda arapça nassın yerine Kur'anla birlikte okuyup okumadıkları konusu uzun ve fakihler arasında tartışılır bir konudur. İslami fıkıh kurucularından bazıları, yani Ebu Hanife'nin dışındakilerin tümü Kur'an tercümesini caiz görmemişlerdir. Ebu Hanife'ye göre, dili arapça olmayan bir kimsenin Kur'an tercümesini namazda okumasının caiz olduğu söylenmiştir. Fıkhi açıdan Kur'an tercümesini caiz görmeyen Malik, Şafii ve İbn-i Hanbel’in dışında kalan bazıları da vardı ki, Kur'an'ın dilsel-edebi mucizeviliğine inandıklarından tercümesini, caiz değil de nâmümkün sayıyorlardı. Bunların en eskileri olarak Cahız ve İhvanu's-Safa'yı tanıyoruz. Bunlar tercümesinin caiz olduğunu fakat mümkün olmadığını savunuyorlardı. Fakat toplumsal ihtiyaç ve kültürel (anlamsal) ağırlık, sonuçta Kur'an-ı Kerim'in bazı bölümlerine dayanılarak örneğin; "Allah kimseye gücünün yettiğinden öte sorumluluk yüklemez."[98], "Hiçbir Peygamberi kendi halkının diliyle (bir kitapla) yanında olmaksızın göndermedik."[99] ayetlerine dayanarak tercümeyi caiz ve gerekli saymışlardır. Eski asırlarda Kur'an-ı Kerim tercümesinin zaruretini savunanlardan birisi Tefsir-i Keşşaf’ın sahibi Zemahşeri'dir. Zemahşeri, bu konuda şunları söylüyor: Kur'an-ı Kerim, ya bütün dillerle nazil olmalıydı, çünkü onun muhatabı bütün insanlardır. Ya da nüzulün yerini alacak bir dille ve tercümeyle bir başka dile çevrilir. Zamahşeri, naklettiğimiz iki ayet gibi Kur'anî dayanaklarla tercümenin zaruretine rey verir. Fakat Kur'an tercümesinin caiz olup olmadığı konusunun kendisi, bin yıllık bir tarihi geçmişe sahiptir. Sonunda Camiu'l-Ezher alimleri ve şeyhleri ister istemez Kur'an-ı Kerim'in tercümesine cevaz reyi vermişlerdir. Belki de günden güne daha çok yaygınlık bulan, yapılmış bir hareket karşısında kararlaştırılmış olabilir. Şayet onun caiz olmadığı yönünde de bir karar almış olsalardı yine de sert bir taşa çarpmış olurlardı. Nitekim bundan dolayı da toplumsal ihtiyaçlar ve kültürel zorluklar, Kur'an'ın her dile tercümesini gerektirmiştir. Fakat Şia alimlerinden daha az mani ve sakınmalar nakledilmiştir. Ve İmamiye Şiasının büyük merce'lerinden Ayetullah Hoy, Kur'an tercümesinin caizliğine ve gerekliliğine hüküm vermiştir. Pratikte de Kur'an’ın ilk kamil tercümesi Fars diliyle olmuştur, k. 345 yılında kaleme alınmış olan Tefsir-i Taberi'nin tercümesi ilk tercüme değildir. Aksine k. 250 ile 350 yılları arasında yapılmış olan "Kur'an-ı Kuds Tercümesi" mevcut ilk Farsça tercümedir. [100]
1- Kur'an-ı Kerim Tevhidi ve İbrahimi dinler arasında en son İlahî vahiysel bir programdır ve İslam’ın mukaddes kitabıdır. İlk günde indiği şekliyle vahyin nüzulü, olduğu gibi hiçbir eksiklik ve fazlalığa maruz kalmaksızın semavi dinler tarihinde bir geçmişi olan çok büyük bir dikkatle toplanan ve tedvin edilen bir şekille Hz. Peygamber (s.a.v)’in zamanında yazılmış olan fakat bir kitap ve mushaf halinde olmayan nüshadan yararlanılarak Hz. Osman döneminde kitab (mushaf) haline getirilir. Bu büyük ve eşsiz olay hicri 11. yılı ile henüz Osman'ın hilefette olduğu 30. yıl arasında gerçekleşti.
2- İmam Mushafı, Osman Mushafı'nın kendisidir. Bunların toplam sayısı beş veya altıdır. Bu nüshalar, Kur'anbilimcisi bir hafızın eşliğinde, o günün büyük İslam merkezlerine gönderilmiştir. (Nüshanın biri Mekke'ye, biri Medine'ye, biri Basra'ya, biri Kufe'ye, bir nüsha Bahreyn'e ve bir nüsha da Şam'a gönderilmiştir).
3- İmam veya Osman Mushafı asırlarca baki kalmıştır. Nitekim İslam dünyasının en büyük üç gezgini yani İbn-i Cübeyr (k. 614), Yakut (k. 626) ve İbn-i Batuta (k. 779) her üçü de kendi asırlarında halkın Şam'da büyük bir özenle koruduğu ve onu koruyup saygıda bulunduğu mushafı gördüklerini söylemektedirler. Fakat bu nüsha h. 1310 yılındaki bedbahtça bir yangınla ortadan kalkmıştır. Ayrıca İmam (Osman) mushaflarından birisinin günümüzde Kahire'deki Daru'l-Kütubu'l-Mısriyye'de hala muhafaza edildiği ve rahle boyutundan (örneğin gazete boyutu büyüklüğünde) olduğu ve günün seçkin alimleri tarafından yeniden düzenlendiği söylenmektedir.
4- İmam mushafının geriye kalanlarının elde bulunmaması ve hatta Daru'l-kütub'daki nüshanın dahi o mushaflardan (İmam ve Osman mushafı) olmadığı iddiası doğru bile olsa mevcut olan ve İslam dünyasının resmi Kur'an'ına herhangi bir eksiklik ve zarar vermez. Zira Kur'an-ı Kerim, mütevatir bir metindir. Hicri 30. yılından günümüze kadar hiç aralıksız ve gevşeklik gösterilmeksizin milyonlarca nüsha onlardan İslam dünyasının her tarafında çoğaltılmıştır.
5- Kur'anın ilk baskısı Paganini'nin aracılığıyla Veniz'de m. 1503 ile 1523 yılları arasında gerçekleşmiştir. Kur'an-ı Kerim'in diğer önemli baskıları da şunlardır: İbrahim Henkelman'ın m. 1694'teki baskısı (Hamburg), Folugal baskısı (m. 1834, Laypzik), Müslümanların m. l787'deki ilk baskısı olan Sen Petespurg baskısı, k. 1242 veya k. l244'teki Tebriz baskısı. Kur'an-ı Kerim’in ilk ilmi tashih ve baskısı Kahire mushafıdır. Bu çalışma, k. 1342/m. 1923 yılında el-Ezher'in değerli üstadları aracılığıyla ve Birinci Melik Fuad'ın katkılarıyla yapılmıştır. Bu mushaf, basılı mushafların en muteber olanıydı ve Hafs'ın Asım'dan aldığı rivayete göre düzenlenmiştir. Bugün İslam dünyasında varolan ve resmi mushaf olarak kabul edilen Medine mushafı da bu Kahire mushafı baskı ve düzenltisine dayandırılmıştır. Bu mushaf, meşhur. Suriyeli üstad hattad Osman Taha'nın hattıyla yazılmıştır.
6- Kur'an ayetlerinin sayısı, sahih olan rivayete göre 6236 ayettir.
7- Kur'an’ın hacmi yaklaşık olarak Ahd-i Cedid (indiler ve onlara bağlı olan risaleler) veya Hafız divanı büyüklüğündedir.
8- Kur'an kelimeleri sayısı 77807 adettir.
9- "Allah" kelime-i celalesi Kur'an-ı Kerimde 2699 kez kullanılmıştır.
10- Kur'an’ın asli kökleri, yani çoğunlukla sülasive gayr-i mükerrer kökleri 1771 adettir.
11- 1771 asli kökten türeyen müştaklar ve sigalar toplam 11794 adettir. Yani Kur'an-ı Kerim 11794 muhtelif sigaya sahiptir ki, şayet her birinin tekrarını da hesaba katacak olursak bu sayı 77807 adete çıkar.
12- Kur'an, Mekki ve Medeni olarak ayrılan 114 sureye sahiptir.
13- Mekki ve Medeni coğrafi olmaktan çok tarihidirler. Mekki vahiy, bi'set asrına ve hicret öncesine aittir. Medeni vahiy ise, hicret asrına ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mekke'ye dönüşüne aittir.
14- Kur'an nüzul sırasına ve hesabına göre derlenip tedvin edilmemiştir. Aksine Hz. Resul (s.a.v)’ün öncülüğünde -ki o da cebrail-i emin'den getirmiş olduğu vahyin öncülüğüyle- her ayetin her suredeki yeri ya da her surenin Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde tam ve kamil olan fakat kitap şeklinde olmayan mushaftaki yeri belirlenmiştir. Kur'an’ın düzenlenmesinin surelerin uzunluğu esasına göre olduğu söylenebilir. Yani Fatiha’nın (ya da hamd, Ku'ran'daki ilk sure) dışında Bakara, Kur'an'ın en uzun süresidir ve muvazeteyn sureleri ise (yani Kur'an'ın sonunda yer alan Felak ve Nas sureleri) ve onlardan önceki birkaç sure Kur'an'ın en kısa sureleridir. Fakat bazı sureler de vardır ki bu ölçü dahiline pek alınmamıştır.
15- Kur'an-ı Kerim 30 cüz'e (otuz parça) sahiptir. Her cüz, bir diğer cüzle aynı uzunluktadır. Hz. Peygamber (s.a.v)’in veya ondan sonrakilerin bu tür bir taksimi, Kur'an'ın günlük okunmasının daha kolay bir hale gelmesi için yapmış olmaları ihtimali vardır. İslam dünyasının bugünkü resmi mushafında, yani Medine Mushaf’ında Osman Taha'nın hattıyla, her cüz 20 sayfadan, her sayfa 15 satırdan oluşmaktadır.
16- Kur'an’ın 30 cüz'ünden her bir cüz dört veya iki hizbe, Kur'an’ın tümü de 120 veya 60 hizbe ayrılır. Bu tür bir taksim de Kur'an'ın meclislerde daha düzenli bir şekilde kullanılması için düzenlenmiş olabilir.
17- Her beş ayet hems (=h) ve her on ayet Aşir (=a) olarak da taksim edilmiştir. Ve bu taksim tahmis ve ta'şir olarak isimlerdirilmiştir. Bu tür taksimlere Kur'an’ların haşiyelerinde işaret edilmiştir.
18- Kur'an’ın bir diğer içsel ve tafsili taksimi de rukuat şeklindedir. Rukuatlar, diğer Kur'an taksimlerinin aksine belirli ve eşit bir ölçü ve uzunluğa sahip değildir. Tersine seçkin Kur'anbilimcileri namazda Fatiha’dan sonra okunmaya hem mevzu olarak hem de anlam ve okuması açısından uygun olan ve namaz kılan kişinin bunu okuduktan sonra rukua varması açısından birkaç ayetten müteşekkil bu parçalara rüku'/rukuat diye isimlendirmişlerdir. Kur'an’ın rukuatının sayısı meşhur rivayete göre 540 adettir.
19- Kur'an-ı Kerim, değişik şekillerde ve türlerde yazılmış ve basılmıştır. Kur'an-ı Kerim'in eski asırlardaki güzel yazanlarından en önemlisi İbn-i Mekle (sülüs hattında), İbn-i Bevvab ve Yakut-i Musta'sımi, yeni asırlarda ise en önemlileri, Ahmed Nirizi'dir. İslam dünyasının son dönemdeki en iyi güzel yazıcılarından birisi de Türk sanatçı hattat Hamid Amedi'dir. Bir diğeri de Suriyeli hattat Osman Taha'dır. Aynı şekilde Kur'an değişik ebatlarda da yazılıp basılmıştır. Örneğin Kur'an'ın tümü tek sayfa halinde (hatta bir gazete sayfasından daha küçük bir ebatta) basılmıştır ki baskı olarak çok küçüktür ve ancak büyüteç vasıtasıyla okunabilir. Ayrıca örneğin iki santimetrelik çok ince kağıtlara da yazılmış ve basılmıştır.
20- "Amme cüzü" Kur'an’ın en son, yani otuzuncu cüzüdür ve ihtiva ettiği surelerin çoğu kısa ve genellikle Mekki ahenkli surelerdir. 37 sureden müteşekkil olup sadece 3 tanesi Medenidir. Geriye kalanın tümü Mekkidir. Amme cüzün ilk suresi Nebe' süresidir. Bu sure "Amme" sözcüğüyle başladığı için bu ismi almıştır ve eskiden beri genellikle Kur'an öğrenimi için derslerde, okullarda ve Kur'an kurslarında bu cüz okutulmuştur.
21- Kur’an-ı Kerim'in daha derin, daha dikkatli bir şekilde tanınması, anlaşılması ve üzerinde araştırma yapılması için meydana gelen ve İslam tarihi ve İslambilim tarihi boyunca daima artış kaydeden bu ilimlerin tümü "Kur'anî ilimler" olarak adlandırılmıştır. Aynı şekilde tecvid, tertil ve tercüme gibi bazı fenler de onun bir parçasıdır ve bu Kur'anî ferilerin ve ilimlerin daha önce bu kitabın üçüncü bölümünde genişçe ele alındığı şekliyle şu kısımlara ayrılır:
a- Kur'an tarihi,
b- Osman tarzı ilmi,
c- Mekki ve Medeni ilim,
d- Nüzul sebebi ilmi,
e- Nasıh ve mensuh ilmi,
f- Muhkem ve müteşabih ilmi,
g- Kur'an’ın tahaddi, i'caz ve tahrif kabul etmezliği,
h- Tefsir ve te'vil,
i- Kıraat, tecvid ve tertil,
j- Kur'an fıkhı veya ahkamu'l-Kur'an,
k- Kur'anın i'rabı veya Kur'an dilinin nahiv ve dilbilgisi,
l- Kur'an kıssaları,
m- Garibu'l-Kur'an veya Kur'an’ın kelimebilim ilmi,
n- Kur'an tercümeleri ilmi.
22- Kur'an kıssalarının geneli (yani daha geniş ve daha genel bir şekilde) Peygamber kıssalarıdır. Kimi Kur'an kıssaları vardır ki örneğin Ashab-ı Kehf kıssası veya Lokman ve Firavun kıssaları, Kur'an'm bir parçası oldukları halde Peygamber kıssaları değildirler.
23- Peygamber kıssaları daha çok Mekki surelerde zikredilmiştir. Fıkıh ve Ahkamu'l-Kur'an ise daha çok Medeni surelerde beyan edilmiştir.
24- Kur'an-ı Kerim'de 25 büyük Peygamberin ismi zikredilmiştir, ve onların kavimlerini tevhide ve iyiliğe davet eden davetleri kısa veya geniş bir şekilde açıklanmıştır. Bu Peygamberler şunlardır:
1- Adem,
2. İbrahim,
3. İdris
4. İshak,
5. İsrail (=Yakub),
6. İsmail,
7. İlyas,
8. Elyesa',
9. Eyyub,
10. Davud,
11. Zülküfl,
12. Zekeriyya,
13. Süleyman,
14. Şuayb,
15. Salih,
16. İsa,
17. Lut,
18. Muhammed,
19. Musa,
20. Nuh,
21. Harun,
22. Hud,
23. Yahya,
24. Yusuf,
25. Yunus.
25- Kur'an'ın i'lamı yani Kur'an-ı Kerim'de geçen özel kişilerin, yerlerin isimleri şunlardır:
1- Bazen erkekleri kapsar. Örneğin Zülkarneyn, Şuayb veya İbrahim gibi.
2- Bazen kadınları içerir. Öreğin, Meryem, bazı peygammber eşleri veya Mısır azizinin karısı olarak kendisiden sözedilen Züleyha gibi.
3- Bazen coğrafi yerleri içerir: Mısır, Medyen, Mekke ve Medine gibi,
4- Bazen savaş ve gazvelerin isimlerine şamil olur: Bedir, Uhud (Uhud'dan açıkça sözedilmemiştir) veya Huneyn gibi.
5- Bazen kavimlerin isimleridir: Arap, Ad, Semud, Ye'cuc ve Me'cuc gibi.
6- Bazen meleklerin isimlerini şamildir: Cebrail, Mekail, Melikü'l-mevt, Cehennem meleği, Harut ve Marut gibi.
7- Bazen küfür putları ve sanemlerini şamildir: Lat, Menat, Uzza, Seva', Yaku' gibi.
8- Bazen küfrün elebaşlarıdır: Firavn, Samiri, Karun gibi,
9- Bazen uhrevi gayb alemi isimlerini kapsar: Cennet, Cehennem, selsebil, kevser gibi.
10- Bazen semavi kitapları kapsar: Zebur, Tevrat, İncil, Kur'an gibi. Bu şıkların tümü ayrı ayrı "Kur'an kavramları ilmi" bölümünde geniş bir şekilde ele alındı.
26- Kur'an-ı Kerim'in tüm surelerinin başında (Tevbe veya Beraet olarak adlandırılan surenin dışında) mukaddes "Bismillahirrahmanirrahim" sözü gelmiştir. Tevbe veya Beraet suresinin kendisi Allah ve Peygamber (s.a.v)'inin müşriklerden kesin olarak beraetini içeriyor. Bundan dolayı beraet, istihlal olarak yani metnin mesajının güçlü başlangıcı ve içeriği "Bismillahirrahmanirrahim” sözcüğünü getirmemiştir. Fakat bunun yerine Kur'an’ın bir başka suresinde "Bismillahirrahmanirrahim" sözcüğü iki kez kullanılmıştır. Bu sure Kur'an'ın yirmi yedinci suresi olan Neml süresidir. Bir kez surenin başında gelmiş, diğer kez de surenin otuzuncu ayetinde gelmiştir. Sadece Fatiha suresinde bu sözcük, surenin bir ayeti olarak sayılmıştır. Diğer surelerin tümünde "Bismillahirrahmanirrahim" sözcüğü, surenin bir ayeti olarak sayılmamıştır.
27- "Besmele", Bismillahirrahmanirrahim demektir. Aynı şekilde tesmiye de "Bismillahirrahmanirrahim"i söylemek demektir ve Bismillahirrahmanirrahim'e tesmiye ayeti denilmiştir.
28- İstiaze, Avez kökünden gelir ve şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak demektir. Istılahta ise, "Euzu billahimineşşeytanirracim"i söylemek demektir. Bunu söylemek, Nahl suresinin 98. ayetinin de bildirdiği gibi, Kur'an’ın okunmasından önce ve hatta bazı fakihlere göre, namaza başlandığında ve Bismillahirrahmanirrahim'den önce söylemek vaciptir.
29- Huruf-i mukattaa arasında Kur'an’ın en kısa ayeti, yirminci sure olan Taha suresinin başındaki "taha" kelimesidir. Yine 36. sure olan Yasin suresinin başındaki "Yasin" kelimesidir. Dikkat etmek gerekir ki Kaf suresinin başındaki "kaf" ve Kalem suresinin başındaki "nun" müstakil ayet değildirler. Yani bir ayet sayılmamışlardır. Huruf-i mukattaadan ya da fevatıh-ı suver (surelerin başlatıcısı)’den başka Kur'an-ı Mecid'in en kısa ayeti "mudhammetan"dır.[101] Bu ayetin anlamı, "iki yaprak veya koyu yeşillik" demektir. En uzun ayet ise tedayin ayeti (=Deyn, medayene) (borçların yazılması ile ilgili olan ayet)’dir.[102] Zira Medine mushafında, Osman Taha'nın hattıyla 15 satırlık bir sayfanın tümünü kapsar.[103] Aynı şekilde Kur'an'ın en uzun suresi Bakara süresidir. Mushafta Osman Taha'nın hattıyla 48 sayfadır. En kısa sure ise Kevser süresidir. Mushaftaki uzunluğu sadece bir buçuk satırdır.
30- Kur'an-ı Kerim, birçok vecize ile dopdoludur. Kısa sözcükler şeklinde ve bir ayette hatta bir cümle ile ifade edilmiş olan bu vecizeler, İslam tarihi boyunca atasözleri şeklinde veya darbu'l-mesel olarak kullanılmıştır.
Kur'anî vecizelerin beş tanesine işaret edeceğiz:
a- "Nice az bir topluluk çok bir topluluğa Allahın izniyle üstün gelmiştir."[104]
b- "Fakat kalbim iyice yatışsın diye."[105]
c- "Dişe diş ve yaralar birbirine kısastır."[106]
d- "Bu bize geri verilmiş olan sermayemizdir."[107]
e- "Herkes kendine uygun olan yolda hareket eder."[108]
31- Ahkamu'l-Kur'an veya fıkhu'l-Kur'an, Kur'anî ilimlerden biridir ve Kur'an'ın fıkhi hükümlerinin tanıtılmasına yöneliktir. Kur'an’da 500 ayete yakın fıkhi hüküm bildiren ayetin mevcut olduğunu daha önce de ifade ermiştik.
32- Müteşabihat, Kur'an’da da açıkça belirtildiği gibi[109] Kur'an’da mevcuttur. Müteşabihat, yani zahiri anlamda tutulmaması gereken ve tutulamayacak olan Kur'an ayetleri ve ibareleri demektir. "İlahî arş, su üzerinde idi." gibi. Müteşabihatın karşısında ise muhkematlar yer alır. Muhkematlar, Kur'an’ın büyük bir kısmını teşkil ederler ve anlamları zahirlerinden anlaşılır. "Anneler çocuklarını tam iki yıl emzirmelidirler." gibi.[110] Kur'an-ı Kerim'deki müteşabihatlar, 6236 ayet içinde yaklaşık 200 ayettir. Müteşabihatın te'vili caiz, hatta belki gereklidir de. Bu görev de ilimde ve imanda rasıh olanların yetkisindedir. Bunun tersi, yani muhkematı te'vil etmek ise gerekli değil ve yasaklanmıştır.
33- Peygamber kıssaları, parça parça bir şekilde Kur'an-ı Kerim'in her tarafında gelmiştir. Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssası (Kur'an’ın onikinci suresi olan Yusuf suresinde bir bütün olarak zikredilmiş) dışında hiçbir Peygamberin kıssası bütün olarak tek bir sure içinde anlatılmamıştır.
34- Kur'an-ı Kerim'de iki ayet vardır ki alfabenin tüm harfleri bu ayetlerde kullanılmıştır. Bu iki ayetten biri Al-i İmran suresinin 154. ayeti ve diğeri de Feth suresinin 29. ayeti (son ayeti)’dir.
35- Yine Kur'an’da iki ayet de vardır ki her iki taraftan da aynı şekilde okunurlar:
a- "Kullun fi felek.”[111]
b- "Rabbeke fe kebbir."[112]
36- Kur'an-ı Kerim'in ortası, yani Kur'an’ın tam ortadan iki kısma ayrıldığı yer, Kehf suresinin 19. ayetindeki "Ve'1-yetelettaf" (ve çok dikkatli davransın) kelimesinin olduğu yerdir.
37- Dört Kur'anî ibare vardır ki onların da her birinde dört mütevali şedde vardır.
a- "Nesiyyenne'r-Rabbu's-Semavat."[113]
b- "Fi Bahrinni'l-Lüceyyi'y-Yahşahu mevcun."[114]
c- Yasin suresi 58. ayeti.
d- Mülk suresi 5. ayeti.
38- Kimi Kur'an surelerinin iki (veya daha fazla) ismi vardır. Aşağıda bunların 25 tanesine işaret edeceğiz. Surenin asıl ismi sonradan gelendir:
Alâ Rahman
Ebrar İnsan
Ahsenu'l-kıses Yusuf
Ashab-ı Kehf Kehf
A'ma Abese
İkra Alak
Elem neşreh Şerh
Ümmü’l-kitap Fatiha
İnne enzelna Kadr
İnşirah Şerh
Bedr |
Enfal |
Beraet |
Tevbe |
Ben-i İsrail |
İsra |
Tebarek |
Mülk |
Hamd |
Fatiha |
Havariyyin |
Sad |
Dehr |
İnsan |
Süleyman |
Neml |
Arusu'l-Kur'an |
Rahman |
Amme |
Nebe |
Kıtal |
Muhammed |
Kalbü'l-Kur'an |
Yasin |
Melaike |
Fatır |
39- Huruf-i mukattaa veya fevatıh-i Suver, "elif, lam,mim", "ta, sin, mim", "kaf, ha, ya, ayn, sad" gibi harflere denir. Bu harfler peşpeşe kullanılmış ve 29 harften ya da harflerin toplamından müteşekkildirler ve Kur'an’daki 28 surenin -ki Bakara ve Al-i İmran suresi dışında hepsi Mekkidir- başında yer almaktadır.
40- Şia araştırmacılarından bazıları demişlerdir ki Huruf-i mukattaadan şayet tekrarlanmış harfleri bir kenara bırakırsak; "Sırate ala hakki nemsekehu." (Yol hak üzeredir. Onu takip ediyoruz) ibaresi çıkmaktadır. Ehl-i Sünnet araştırmacılarının bazıları da belki de bu görüşe karşılık olarak bütün bu harflerden; "Sıhhe tariqeke me'a's-sünneh" (Senin yolun ancak Ehl-i sünnet ile doğrudur) ibaresini çıkarmışlardır.
41- Eski ve siret-i Nebi veya Kur'an-ı Kerim'e bağlı kaynaklar arasında vahyin başlangıcı ve vahyin nüzulü esnasında Peygamber (s.a.v)'de beliren değişik haller açısından en iyi ve en kamil tavsiflerden biri de Siret-i İbn-i Hişam'dan gelmiştir.
42- Vahiy katipleri, sahabeden okuma-yazması olan sahabelerden 40 kişiye kadar çıkarılmıştır. Bunların en meşhur on kişisi şunlardır:
1- Ebubekir,
2- Ömer,
3- Osman,
4- Ali,
5- Ebi b. Ka'b,
6- Zeyd b. Sabit,
7- Talha,
8- Zübeyr,
9- Sa'd b. Ebi Vakkas,
10- Salim Mevlâ Ebi Huzeyfe.
43- Peygamber (s.a.v) ashabı arasında Kur'an-ı Kerim’in ilk on hafızı şunlardır:
1- Ali b. Ebi Talib,
2- Osman,
3- İbn-i Mes'ud,
4- Ebi b. Ka'b,
5- Zeyd b. Sabit,
6- Ebu Derda,
7- Salim Mevali Ebi Huzeyfe,
8- Muaz b. Cebel,
9- Ebu Zeyd,
10- Temim ed-Dari.
44- Kur'an'ın yaklaşık üçte ikisi, Mekke'de nazil olmuştur, üçte bire yakını da Medine'de nazil olmuştur.[115] Mekki ayetlerin sayısı, 4468 ayettir, Medeni ayetlerin sayısı ise 1768 ayettir.[116]
45- Hz. Peygamber (s.a.v)’e ilk nazil olan sure Alak (İkra) süresidir, son sure de Nasr süresidir.
46- Kur'an-ı Kerim'in nüzulü, iki şekilde olmuştur. Bir şekli, bir kezde ve tek parça halinde. Bir diğer şekli de tedrici ve yirmi üç yıllık bir süre zarfında. Birincisinde, Kur'an, bir defada ve tamamen "leyletü'l-kadr"de "cümleten vahideten" (bir anda) şeklinde Levh-i Mahfuz'dan Beytü'l-İzze'ye ya da Beytü'l-Ma'mur'a (dördüncü gökte) nazil olmuştur. Ve daha sonra müneccemen yani parça parça ve 23 yıllık bir sürede aralıklarla tafsil şeklinde nazil olmuştur.[117] Molla Muhsin Feyzi Kaşani'nin Kur'an-ı Kerim'in iki şekilde nazil olduğu konusundaki görüşü şudur: "Birinci nüzul, Kur'an’ın manasının Peygamber (s.a.v)’in kalbine inmesi anlamındadır. İkincisi, daha sonra yirmi üç yıl zarfında Cebrail'in ona görünmesi ve vahyi getirmesi ve onun lafızlarını Hz. Peygamber (s.a.v)'e okumuş olması parça parça Hz. Peygamber (s.a.v)'in kalbinden onun diline gelmesi demektir.[118]
47- Kur'an-ı Kerim'in Resul-i Ekrem (s.a.v) zamanındaki toplanmasına "Te'lif", Hz. Ebubekir dönemindeki toplanma işine de "Cem' "denmektedir.
48- İslam toplumun sadr-ı İslam’da sarsılmasına ve Ömer gibi birçok sahabenin Kur'an'ın -ki o zaman Kur'an yazılmıştı fakat mushaf veya kitap haline getirilmemişti- geleceği konusunda endişeye kapılmasına yolaçan iki olaydan biri, birçok Kur'an okuyucusunun ve hafızın canını kaybettiği Yemame savaşıydı. Bir diğeri de, yine Kur'an hafızı olarak bilinen 70 civarında sahabenin canını kaybettiği Birr-i Mauna gazvesi idi.
49- Osman döneminde Kur'an’ı cem' ve tedvin etme ve Kur'an'ın son şeklini verme ve Osman mushafını teşkil etme komisyonu başında bulunan Zeyd b. Sabit hem vahiy katibi idi, hem de Kur'an hafızı idi. Hem de Ebubekir döneminde ve onun emriyle vahye dayalı olarak Resulullah (s.a.v)’tan geriye kalan yazılı fakat dağınık olan bir mushafı toplamıştı ki, önce Ömerin yanındaydı ve ondan sonra da kızkardeşi Hafsa'nın yanında emanet duran nüsha daha sonra Osman döneminde yaptıklarının temel kaynağı olmuştur.
50- Zehravan veya Zehravin Kur'an'ın iki suresine ıtlak olunur: Bakara ve Al-i İmran.
51- Karineteyn, Kur'an’ın iki suresine ıtlak olunur: Enfal ve Tevbe.
52- Muavezeteyn, Kur'an’ın son iki suresine, yani Felak ve Nas surelerine verilen addır ki, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v), onları okumakla torunları Hasan ve Hüseyin'i Allah'a teslim ettiği için bu isimle nitelendirilmiştir.
53- "Dört kul" ibaresi Kur'an-ı Kerim’in sonunda yer alan ve "kul" sözcüğüyle başlayan dört sure demektir:
1- Kafirun suresi. Kur'an’ın 109. süresidir.
2- İhlas suresi, Kur'an’ın 112. süresidir.
3- Felak suresi, Kur'an’ın 113. süresidir.
4- Nas suresi, Kur'an’ın 114. süresidir. Müslümanlar bu sureyi belalardan korunmak için sık sık okurlar. Hafız şöyle der: "Peşinden İhlas suresini okudum ve gitti."
54-"ve in yekadu", Kalem suresinin sondan ikinci ayetinin başlangıcıdır. Ayetin tümü (sonraki ayetle birlikte) şöyledir: "O inkar edenler, zikri (Kur'an’ı) işittiklerinde, neredeyse seni gözleriyle devireceklerdi, ‘o delidir’ diyorlardı. Halbuki o, bütün alemlere (gönderilmiş) bir uyarıdan başka bir şey değildir."[119] Müfessirler bu ayetin şerhi konusunda şöyle demişlerdir: Bir grup kafir, göz değdirmeleriyle, nazar değmeleriyle çok meşhur olan Ben-i Esed kabilesinin bu özelliklere sahip adamlarını getirip Resulullah (s.a.v)'a nazar etmelerini ve onu alt etmeyi düşündüler. Fakat Yüce Allah onu, İlahî bir lütufla korudu ve bu ayet o münasebetle nazil oldu. Hasan-ı Basri ve diğerleri ise demişlerdir ki, bu ayeti okumak ve onu beraberinde taşımak göz değmesinde ve nazarda çok etkindir. Bu ayetlerden oluşan nazar muskalarının yapılması ve çocukların boyunlarına asılması da bundan ileri gelmektedir. Hafız şöyle der: "Ünsiyet mahfili kurulmuş ve dostlar da toplanmış / Ve in yekadu'yu okuyun ve kapıyı kapayın (yani namahremlerin bizim meclisimize girmemeleri için kapılan kapatın)."
55- Ayete'1-Kürsi: Kur'an-ı Kerim’de iki ayet vardır ki, özel bir değer ve öneme sahiptirler. Bunlardan birisi, Nur ayeti (Nur suresi 35. ayet). Diğeri de Bakara suresinin 255. ayeti olan Ayete'l-kursi'dir. Kimileri bundan sonra gelen iki ayetin yani 256 ve 257. ayetlerin de buna dahil olduğunu ve Ayete'1-kursi'nin bir parçası olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v)'den ve Masum imamlardan ve din öncülerinden bu ayetlerin önemi ve kaza ve belalardan korunmak için okunması noktasında birçok rivayetler yapılmıştır, İmamiye Şiasına bağlı olan biz müslümanlar arasında, her namazdan sonra ve gece yatmazdan önce bu ayetin okunması sünnettir.
56- Hamidat, Elhamdülillah ile başlayan beş suredir. Bu sureler;
1- Fatiha,
2- En'am,
3- Kehf,
4- Sebe',
5- Fatır sureleridir.
57- Müsebbihat; İsra, Hadid, Haşr, Saf, Cuma, Tegabun ve A’la surelerinden ibarettir.
58- Secde ayetleri vacib ve mustehab olarak toplam 15 ayettir. Bunlardan dördü vacip secdedir. Bunlar okunduğunda veya duyulduğunda secde etmek gereklidir. Bu dört secdenin yer aldığı sureler, Azayim olarak adlandırılırlar. Bu sureler, Secde, Fussilet, Necm ve Alak sureleridir.
59- Mufassilat, Kur'an’ın 66 küçük suresinden ibarettir. Hucurat, yani Kaf suresinden başlar ta Kur'an’ın sonuna dek devam eder. Ayrıca Kur'an’ın başında yer alan Fatiha suresi de buna dahildir.[120]
60- Seb'e tuvel veya tival: Bakara suresinden Tevbe suresine kadar olan yani Enfal suresinin sonuna kadar olan yedi sure demektir.
61- Mesani, Kur'anî ilimler ıstılahında Şuara suresinden sonra Hucurat suresine kadar geçen ve ayet sayıları, yüz adedin altında olan surelerin tümü demektir. Bu sureler, 27. sureden (Neml) başlar ve 49. sureye (Hucurat) kadar devam eder. 182 ayetten oluşan Saffat suresi bundan istisnadır. Ayrıca 100 ayetten az olan yani Enfal, Ra'd, İbrahim, Hicr, Meryem, Hacc, Nur ve Furkan sureleri de buna dahildir.[121]
62- Meun / Mein , yüz ayetten fazla ayete sahip olan ve Yunus suresinden Şuara suresine kadar yüzden az olan İbrahim, Ra'd, Hicr, Meryem, Nur ve Furkan sureleri dışında kalan surelerden ibarettir. Ayrıca Saffat suresi de bunlara dahildir. Bu sureler, toplam olarak 11 sure olup şunlardan müteşekkildir: Yunus, Hud, Yusuf, Nahl, İsra, Kehf, Taha, Enbiya, Mü'minun, Şuara ve Saffat sureleri.[122]
63- Yedi okuyucu veya Kurra-i Seb'a, hakikatte kıraat imamlarıdır, kıraatbilimci ve mukarra (Kıraatbilimini bilen ve kıraat araştırmacıları) olan üstadlardır. Bunlar şunlardan oluşmaktadır:
1- Abdullah b. Amir-i Dımeşqi (k. 1-18),
2- Abdullah b. Kesir-i Mekki (k. 45-120),
3- Asım b. Ebi Necved (k. 76-128),
4- Zebban b. Ala' (=Ebu Amr Basri),
5- Hamza b. Habib-i Kufi (k. 80-156),
6- Nafi' b. Abdullah Medeni (k. 70-169),
7- Ali b. Hamza Kesai (k. 119-189).
64- Kur'an’ın hadis ve kadim oluşu: Hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda bu konu İslam toplumunun en önemli kelami ve itikadı konusuydu. Hatta Kur'an'ı, kadim olarak kabul eden Ahmed b. Hanbel gibi büyüklerden bir grup, zamanın halifesi Me'mun tarafından istihza (savundukları iddianın delilini getirme) konusu oldular ve kamçı yediler. Zira İslam kültüründeki bu garib inanç arayışı macerasına Mihne (mihnet) denir. Eş'ariye (Ehl-i sünnet), şu iddiayı ileri sürerler: Kur'an nefsi bir kelamdır. İlahî zat ile kaim ve onun kademi ile kadim ve onun zati sıfatındandır. Fakat Mutezile ve Şia ise, şu iddiayı ileri sürerler: İlahî tekellüm O'nun sıfat-ı fiiliyyesindendir ve Kur'an, lafzi bir kelam ve hadistir.
65- Mısırlı meşhur Kur'an bilimcisi ve Kur'an ilimlerinde en önemli eser olan İtkan'ın sahibi Suyuti, aynı kitabında şunu yazar: Kur'an müfessirinin, en az onbeş ilim ve fen dalında yetkin olması gerekir. Bu onbeş ilim ve fen şunlardan ibarettir:
1- Lügat,
2- Nahiv,
3- Sarf,
4- İştikak,
5- Mana,
6- Beyan
7- Bedi',
8- Kıraat ilmi (ve kıraat ihtilafı ilmi),
9- Usul-i din,
10- Usul-i Fıkıh,
11- Esbab-ı Nüzul,
12- Nasıh ve mensuh ilmi,
13- Fıkıh,
14- Mücmel ve mübhemi açıklayan hadisler,
15- Mevhibet ilmi.[123]
66- Acaba Kur'an’ın te'vilini sadece Allah mı bilir?
Bu konu, Ehl-i sünnet ve Şia müfessirlerinin ve Kur'an bilimcilerinin görüşlerinin tartışma alanıdır ve onun Kur'anî dayanağı Al-i İmran suresinin yedinci ayetidir. Yüce Allah, bu surede Kur'an'ın, hem kitabın esasını oluşturan muhkemata sahip olduğunu hem de müteşabihata sahip olduğunu bildirdikten ve kalblerinde yamukluk bulunanların heva ve heveslerine uygun bir şekilde te'vil etme peşinde dolaştıklarını bildirdikten sonra şöyle buyurmaktadır: "Ve ma ya'lemu te'vilehü illallahu ve'r-rasihune fi'l-ilm." Zira bu Kur'anî ibare, hem nahiv açısından hem de kıraat açısından iki türlü okunabilir:
a- "Allah" lafze-i celalinden sonra vakf kıraati. Zira bu tür kıraat, birçok Ehl-i sünnetin kıraatidir. Ehl-i sünnetin Zamahşeri, Kadı Abdulcebbar Hemedani, Ebu's-Suud Ammadi, Alusi, Kadı Beydavi gibi ileri gelen alimlerinin bir kısmı ve hatta Nehhas, Ukberi ve Muhammed Safi gibi ileri gelen büyük nahivcileri bu görüşte değiller.
b- Atıf kıraati. Yani; "Rasihun fi’l-ilm"in "Allah" lafze-i celaline atfedilmesi. Bu tür kıraat, İmamiye Şiasının büyük ekseriyetinin görüşüdür. Ayrıca biraz önce isimlerini zikrettiğimiz kimi Ehî-i sünnet büyükleri de bu görüştedirler. Evet bu ayette, "Rasihun fi'l-ilm" medih konumunda olduklarından ve Kur'an'ın te'vilini bilmemek medih olmadığından ve şayet Allah dışında hiç kimse Kur'an’daki müteşabihatın te'vilini bilmeyecekse -eliyazubillah- bu takdirde Kur'an, muammaya benzer ve sonuçta Kur'an sahibinin amacını zedeleceyinden ve hatta Resul (s.a.v) ve imamların dahi Kur'an'ın te'vilini bileyeceğini söyleneceğinden dolayı paragrafın başında getirdiğimiz bu soruya cevaben şöyle deriz: Evet ilimde Rasih olanlar (derinleşenler) -ki birinci derecede Resulullah (s.a.v) ve masum imamlar gelir (Zira imamlar; "Biz ilimde rasih olanlarız ve bundan dolayı da Kur'an’ın te'vilini biliriz." demişlerdir). Onlardan sonra da Kur'anbilimcileri ve ilim ve edeb erbabı gelir- müteşabihatın te'vilini bilirler ve bu tevili yapabilecek yeterliliktedirler.
67- Farsça tercüme: Yani en eski Kur'an tercümesi Resulullah (s.a.v) döneminde başlamıştır. Zira Peygamber (s.a.v)’in Necaşi, Mukavkıs ve Husrev-i Perviz gibi devlet adamlarına göndermiş olduğu davet mektuplarında, Kur'an ayetleri de yer almaktaydı. Tabii olarak bu davet mektuplarındaki ibareler ve Kur'an ayetleri kendisine gönderilen padişahın diline tercüme ediliyordu. Peygamber (s.a.v) de bunu biliyor ve herhangi bir itirazda bulunmuyordu. Bir diğer olay da, bazı İran’lıların İslam’ı seçtikten sonra Selman'dan kendileri için Fatiha suresini tercüme etmesini istemeleriydi. O da bu işi yapmış ve Hz. Peygamber (s.a.v) de bu olaydan haberdar olmuş ve herhangi bir itirazda bulunmamıştır. Sonraki asırlarda da İranlılar, Kur'an'ı kendi resmi ve ana dillerine tercüme eden ilk kavim olmuşlardır. İlk ve en eski Farsça Kur'an tercümesi yaklaşık h.k. 250-350 yıllarında yapılmış olan "Kur'an-ı Kuds Tercümesi" isimli tercümedir.
68- Türkçe Kur'an tercümesi: Kur'an’ın k.734 tarihli Türkçe tercümesi olan bir nüsha İstanbul sanat müzesinde saklıdır. Bu tercüme en eski Türkçe Kur'an tercümesidir.
69- Urduca Tercüme: Urdu diline tercüme edilen ilk Urduca Kur'an tercümesi Mevlana Şah Refiuddin Dihlevi'nin tercümesidir, (k. 1190). Bundan sonraki yıllarda birçok Urduca tercüme yapılmış ve basılmıştır.
70- Latince tercümesi: Kur'an’ın ilk Latince tercümesi Robert Kotoni (Robertos Kotonensis) tarafından miladi 1143 yılında yapılmıştır. Bu tercüme asırlar sonra Martin Luter'in izniyle bastırıldı.
71- İngilizce Kur'an tercümesi: Kur'an-ı Kerim'in İngilizceye tercümesi diğer Avrupa dillerinin tümünden daha fazla yapılmıştır. Günümüzde kırktan fazla tam ve yüzden fazla da seçme türünde İngilizce Kur'an tercümesi mevcuttur. İlk İngilizce tam Kur'an tercümesi Aleksandre Ras'ın kalemiyle miladi 1648 yılında yapılmış. Bu tercüme, Kur'an'ın Fransızca tercümesinden yapılmıştır. Gayrı Müslimlerden Arthur Arberi'nin tercümesi güzel bir tercümedir. Müslümanların yaptıkları tercümeler içerisinde ise en iyi tercüme Pıkthal ve Abdullah Yusuf Ali'nin tercümeleridir.
72- Fransızca Kur'an tercümesi: Fransızca en iyi Kur'an tercümeleri, Biberstein Kasimirsky'nin tercümesi ve Belaşir'in tercümesidir.
73- Almanca Kur'an tercümesi: Almanca en güzel Kur'an tercümesi, Ulman tercümesi, Hening tercümesi ve son dönemlerde Rudi Parit'in açıklamalar ve kavramlar ekiyle yaptığı tercümedir.[124]
74- Rusça Kur'an tercümesi: En güzel Rusça Kur'an tercümelerinden birisi Kraçofski'nin tercümesidir. Bir diğeri de içinde bulunduğumuz yılda basılan (m. 1996) prof. Osmanof'un tercümesidir.
75- Günümüzde Kur'an yaklaşık yüz dünya diline tercüme edilmiştir. Özellikle İslam İnkılâbının gerçekleşmesinden sonra bu artış daha fazla olmuştur. Yapılan tercümeler defalarca basılmıştır.
76- Kur'an-ı Kerim'in yaklaşık üç bin tefsiri olduğu söylenmektedir. Bu tefsirler, değişik dünya dillerinde yazılmıştır. Bunlar (baskısı olmayanların dışında) el yazması nüshaları şeklinde dünya ve İslam dünyasının önemli müzelerinde koruma altındadır. Ya da taş baskı, ofset veya benzeri şekillerde basılmışlardır. Bugün Şii aleminde yaklaşık bin tefsir vardır ki, bunların tümü mevcuttur.
77- Acaba Kur'an "ğes" ve "semin"e (zıt kavramlar =doğru ve yanlış) sahip midir? Bu konu eskiden beri müslüman Kur'anbilimcileri ve Kur'an araştırmacıları arasında tartışma konusudur. Eskilerden tam anlamıyla bu soruya açık bir şekilde cevap veren kişi, İmam Muhammed Gazali'dir. Zira İmam Gazali, kendi inancına uygun olarak Kur'an-ı Kerim'in ğes ve semine sahip olduğunu, Cevahirü'l-Kur'an isimli eserinde dile getirmiş ve Kur'an’ın daha üstün ayetlerini burada zikretmiştir. Bu ayetlerin sayısı yaklaşık 1400 ayettir (Kur'an’ın yaklaşık dörtte birini teşkil etmektedir).
78- Kur'an’ın en mufassal terci-i bendi Rahman suresindedir ki 31 defa; "Febi eyyi alai rabbikuma tukezziban?" (Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlarsınız?) ayeti tekrarlanmıştır. "Rabbikuma", iki kişinin yaratıcısı, yani ins ve cinin yaratıcısı demektir. Bu ayetin okunması esnasında "La bi şey'in mine'l-aike rebbena nukezzibu" ya da "ve la bi şey'in min niemike Rabbena nukezzibu, feleke'l-hamd" (Rabbimiz seni ve senin nimetlerinden hiçbirini yalanlamıyoruz. Ancak sana hamdederiz.) demek gerekir.
79- Kur'an-ı Mecid'deki diğer iki terci-i bend de Kamer suresindedir. "Fekeyfe kane azabı ve nuzuri." (Benim azabım ve uyarılarım nasılmış görün.) ayeti üç kez tekrarlanıyor. Aynı şekilde; "Ve lekad yesserne'l-Kur'aneli'z-zikri fehel min müdekkirin." (Andolsun biz, Kur'anı öğüt almak için kolaylaştırdık, öğüt alan yok mudur?)ayeti de dört kez aynı surede tekrarlanmıştır.
80- Bir diğer terci-i bend de, Murselat suresinde mevcuttur. "Veylun yevmeizin lil mükezzibin!" (Böyle bir günde inkarcıların vay haline!) ayeti on kez tekrarlanmıştır bu surede.
81- Vakf (durma) işaretlerinden bazıları şunlardır: Mim: vakf-ı lazım (gerekli durak), Lam: adem-i vakf (burada durulmaz). Sella: durmak caiz ise de durmadan devam etmek daha evladır. qella: Durmak evladır. Cim: durmak caizdir.
82- Kur'an’ın ilk müfessiri Hz. Peygamber (s.a.v)'dir ve O'nun tefsirlerinden bazı örnekler sure sure şeklinde Suyuti'nin İtkan'ında nakledilmiştir. Ayrıca Kur'an ayetlerini açıklayan ve tefsiri hadisler olarak isimlendirilen birçok hadis de kendilerinden nakledilmiştir.
83- Resulullah (s.a.v)'dan sonra ilk İslam toplumunun en büyük Kur'anbilimcisi ve müfessiri, Ali b. Ebi Talib'dir. Zira İmam Ali yemin ederek şöyle buyurmuştur: Şayet istersem Hamd suresinin tefsirini yetmiş deve yükü miktarı olacak bir bilgiye sahibim. Aynı şekilde kendileri, vahiy katiplerinden ve Kur'an hafızlarındandı ve mushafını Peygamber (s.a.v)'in vefatından yaklaşık bir hafta sonra topladı. Fakat bu mushaf, tefsiri açıklamalara ve ayrıntılara sahip olduğundan ve örneğin Kur'an'da kendilerine işaret edilen fakat isimleri zikredilmeyen münafıkların isimlerini zikretme gibi konuları içerdiğinden dolayı nüzul sırasına göre tertiplenmiş olan bu mushafı kendisinden kabul etmediler. İmam, başta buna kırıldı fakat daha sonra Osman döneminde Zeyd b. Sabit'in başkanlığında îmam mushafını (Osman Mushafı) cem' ve tedvin etme noktasında yapılan itinalı ve titiz çalışmaları görünce onu kabul etti ve kendi mushafını kimseye göstermedi. Ve şöyle buyurdu: "Eğer Osman'a verilen görev, bana verilse idi ben de Kur'an’ın cem' ve tedvini konusunda ancak onun gibisini yapardım."
84- Hz. Peygamber (s.a.v) ve Hz. Ali'den sonra ilk İslam toplumunun en büyük Kur'anbilimcisi, Hz. Ali'nin talebesi olan İbn-i Abbas (Abdullah b. Abbas)'tır. İbn-i Abbas'ın Tefsir-i Taberi'de zikredilen tefsiri sözleri daha sonra ayrı bir şekilde ve toplu olarak basılıp yayınlanmıştır.
85- İbn-i Abbas'dan sonra onun talebesi olan Mücahid, büyük bir müfessirdir ve rivayete göre, Kur'an’ı otuz kez İbn-i Abbas'ın yanında ders ve tefsir şeklinde devir etmiştir. Mücahid'in aynı zamanda Hz. Ali'nin de talebesi olduğu rivayet edilmektedir. Onun tefsiri iki cilt halinde basılmış olup baskısı mevcuttur.
86- İslam dünyasının eski tefsirlerinin en önemlisi Tefsir-i Taberi'dir. Büyük İranlı tarihçi ve mühaddisinin bu tefsiri 30 cilt halinde basılmış olup çok yaygındır. Bu tefsir, İslam dünyasının en eski ve en önemli naklî veya me'sur tefsiri olarak da sayılmaktadır.
87- Şia'nın en eski tefsirlerinden bir tanesi, iki cilt halinde basılmış olan Ali b. İbrahim Kumi'nin tefsiridir. Bir diğeri de Fırat Kufi'nin tefsiridir. Bu tefsir de basılmıştır. Kumi ve Kufi hicri üçüncü asrın sonu ve dördüncü asrın başlarının müfessirlerindendir.
88- İmamiye Şiasının en eski Farsça tefsiri, Ebu'l-Futuh Razi (hicri altıncı asrın ortalarında)'nin "Revzi'l-Cinan ve revhi'l-Cenan" isimli tefsiridir. Bu tefsir 20 cilttir ve daha önceleri Allame Kazvini, Merhum Kumşei, merhum Şi'rani'nin katkılarıyla ve sonradan Dr. Muhammed Cafer Yahaki ve Dr. Mehdi Nasıh'ın çabalarıyla basılmıştır.
89- En eski Farsça irfani tefsir, Reşidüddin Ebu'l-Fazl Meybudi'nin (k. 520) "Keşfü'l-Esrar ve Uddetü'l-Ebrar" isimli tefsiridir. Bu tefsir, Hace Abdullah Ensari'nin İmalî tefsirine dayanmaktadır.
90- Mutezile mezhebinin veya fırkasının en önemli tefsiri Zemahşeri'nin (k. 538) "el-Keşşaf" isimli tefsiridir.
91- İslam dünyasının en önemli kelamı tefsiri, Eş'ari mezhebine uygun olarak, İmam Fahr-i Razi'nin (k. 606) Tefsir-i Kebir'idir. Bu tefsir, 30 ciltten fazladır.
92- İmamiye Şiasının en toplu eski tefsiri, Ebu Ali Eminü'l-İslam Fazl b. Hasan Tabersi'nin (k. 548) 10 ciltlik Mecmeü'l-Beyan isimli tefsiridir. Bu tefsirin aslı Arapça olup Farsçaya tercüme edilmiştir.
93- Şia'nın hicri ondördüncü asırdaki en önemli tefsiri, Allame Tabatabai'nin (k. 1361) 20 ciltlik Tefsirü'l-Mizan'ıdır. Bu eserin aslı Arapça olup Farsçaya da tercüme edilmiştir.
94- İslam dünyasının (-Ehli Sünnet) en yeni ve en önemli tefsiri, Üstad Vehbe Zuheyli'nin Arapça 32 ciltlik "Tefsirü'l-Münir" isimli eseridir (k. 1411/m. 1991 yılında basılmıştır). Dr. Zuheyli, Suriye'nin ve İslam dünyasının birçok üniversitelerinde fıkıh ustadır. Bu tefsir İran İslam Cumhuriyetinde İslam dünyasının yılın kitabı ödülünü almıştır.
95- "Kur'an-ı Kerim'in sayısal mucizeliği" konusu Kur'an bilimlerinin yeni dallarından biridir. Bu ilim dalının amacı Kur'an-ı Kerim'in matematiksel olarak mucizevi bir yapıya sahip olduğunu göstermektir. Bu konuyu ilk olarak ortaya atan ve onun ispatı ile uğraşan ve dünyanın büyük ilgisini ve hayretini çeken kişi, Amerika üniversitelerinde bilgisiyar hocası olan Mısır asıllı Reşat Halife'dir. Reşat Halife, 19 sayısı iddiasını öne sürdü ve Bismillahirrahmanirrahim'in 19 harften oluştuğunu, "isim" kelimesinin Kur'an-ı Kerim'de 19 kez geçtiğini, "Allah" lafz-ı celalinin 2698 (bu sayı 19 sayısının katıdır, 19x142= 2698) kez geçtiğini, "er-Rahman" sözcüğünün 57 kez (3x19), "er-Rahim" sözcüğünün 114 kez (6x19) Kur'an-ı Kerim'de geçtiğini iddia etmiştir. Fakat onun bu iddiası iki yönden tartışmalara yol açtı. Birisi, 19 sayısının Kur'an'da cehennemin koruyucuları olan meleklerin sayısıyla da aynı olduğuydu. Fakat bu, bir sorun çıkarmamaktaydı. Fakat 19 sayısı, Bahailerin de kutsal sayısıdır. Bundan dolayı müslümanlar; bu nazariyeden rahatsızlık duydular ve her taraftan itirazlarda bulundular. Bu itirazlar ve rahatsızlıklar, sonunda Reşad Halifenin öldürülmesiyle neticelendi. Onun nazariyesinin diğer bir sorunu da şuydu: Bir dereceye kadar bu "hesaplama" işi görülebiliyordu. Örneğin İranlı büyük Kur'anbilimcilerinden biri olan Dr. Mahmud Ruhani (Kur'an-ı Kerim' kelimeleri sözlüğü sahibi), Kur'an-ı Kerim'deki "Allah" lafz-ı celali ile ilgili yeni ve dikkatli bir inceleme yapmış ve Reşad Halife'nin görüşünden de çok haberdardı. Bu lafzın Kur'an’daki sayısının kesin olarak 2699 olduğunu tesbit etmiştir. Bu da Reşad Halife'nin sayısıyla bir adet fazladır. Muhammed Fuad Abdulbaki'nin Mü'cemü'l-Müfehres isimli ünlü eserindeki tesbitle de iki farklılığı vardır.
96- Fakat Reşad Halife'nin açmış olduğu yolu Ehl-i Sünnet dünyasından Kur'an bilimcilerinden Abdurrezzak Nevfel ve Şii Kur'an bilimcilerinden Ebu Zehra Necdi gibi insanlar sürdürdüler ve matematiksel açıdan dikkate alınacak sonuçlara ulaştılar. Abdurrezzak Nevfel'in bu alanda kaleme aldığı kitap, "Kur'an-ı Kerim'deki sayısal mucizeler" ismini taşır. Aşağıda Abdurrezzak Nevfel'in ele aldığı ilgi çekici sayılardan birkaçına işaret edelim:
a- Dünya sözcüğü, Kur'an-ı Kerim'de 115 kez kullanılmıştır. Ahiret sözcüğü de aynı sayıdadır.
b- Şeytanlar 68 defa, melekler de aynı sayıda tekrarlanmıştır.
c- Hayat 71 kez, ölüm de aynı sayıda kullanılmıştır.
d- İlim, marifet ve onun türevleri 811 kez, iman ve onun türevleri de aynı sayıda gelmiştir.
e- İblis 11 kez, ondan sakınma da aynı sayıda kullanılmıştır.
f- Gün anlamındaki "yevm" kelimesi (müfred olarak) şemsi yılın gün sayısına eşit olarak 365 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır. Tesniye ve cem' şekliyle de ayın günlerine eşit olarak 30 kez kullanılmıştır.
g- Ay anlamındaki "şehr" kelimesi 12 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır ki bu da yıl içindeki ayların sayısına eşittir.
97- Şii Kur'an bilimcisi Dr. Ebu Zehra en-Necdi'nin eseri Mine'l-Î'cazi'l-Belaği ve'l-Adedi li'l-Kur'anî'l-Kerim" ismini taşır ve isminden de anlaşılacağı üzere Arapçadır ve henüz Farsçaya tercüme edilmemiştir. Matematiksel ilginçlikler noktasında Reşad Halife'nin ve Abdurrezzak Nevfel'in yaptıklarına ulaşmaz. Şimdi de onun elde ettiği bazı sayıları aşağıda zikredelim:
a- Saat / es-saate sözcüğü Kur'an-ı Kerim'de gece ile gündüzün toplam saatlerine eşit olarak 24 kez kullanılmıştır.
b- Semavati's-Seb’ ya da Seb'e's-Semavat (yedi gökler) sözcüğü, 7 kez kullanılmıştır.
c- "Secde" sözcüğü ve onun türevleri 34 kez kullanılmıştır ki bu sayı, günlük beş vakit namazın 17 rekatlık her rekatı iki secdeden ibaret olan ve toplam 34 secdeyi ihtiva eden sayıya eşittir.
d- Salat, qıyam, eqimu ve onun türevleri, 51 kez kullanılmıştır. Ki, bu da günlük 17 rekatlı vacip namazlar ve 34 rekatlı müstehab namazların sayısına eşittir.
e- Şia lafzı ve onun türevleri Kur'an'da 12 kez kullanılmıştır.
f- Fırka sözcüğü türevleriyle birlikte 72 kez kullanılmıştır ki, bu da 72 İslami fırkanın sayısıdır.
Sonuç olarak şu noktayı da gözönünde bulundurmak gerekir ki, bu tür araştırma ve incelemeler, değişik ve farklı bir yapıdadır ve kesin bir ilmi tarafı yoktur.
98- Vahyin emin meleği olan ve Kur'an'ı, Yüce Allah'ın huzurundan ve levh-i Mahfuz'dan Resulullah (s.a.v)'ın kalbine (idrak gücüyle) indiren Cebrail, İbrahimî dinlerde (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam'da) dört büyük ve mukarreb meleklerden biridir. (diğer üç melek; Mikail, İsrafil ve Azrail'dir). Hristiyan kültüründe Ruhu'l-Kuds olarak adlandırılan da Cebrail'dir. Ruhu'l-Kuds'un Cebrail olduğunun Kur'anî delili, Tevbe suresinin 97. ayeti ve Nahl suresinin 102. ayetidir.
99- Cin, hayat sahibi olan fakat maddi bir cisme sahip olmayan görülmez bir varlıktır. İslam düşüncesi açısından varolan ve gerçek bir varlıktır. Kur'an-ı Kerim'de onların bazılarının iman ettiği (veya etmediği) konusuna işaret edilmiştir. Ayrıca Kur'an'ın 72. suresi Cin suresi olarak adlandırılmıştır ve surede bu varlığa işaret edilmiştir.
100- Hızır, İslami kıssalarda evliyadan sayılmış ve bazı müfessirlerin iddiasına göre de Enbiyadan sayılmıştır. Kur'an-ı Mecid'de Musa'nın mürşidi olarak kendisine işaret edilmiş ve Musa'ya daha sonra te'villerini söylediği sırlı hareketine Kehf suresinde işaret edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de kendisinden "Kullarımızdan bir kul" olarak[125] sözedilmiş. Kıssaya göre, o Zülkarneyn ile birlikte karanlıklar içindeki Ab-ı Hayat (ölümsüzlük suyu) çeşmesine gitmiş ve Zülkarneyn'in aksine o sudan içip ebedî hayatı bulmuştur.
101- Kur'anî ilimler ve marifet konusunda en toplu eser Suyuti'nin (k. 749-911) İtkan adlı eseridir. Bu eser, Hüccetü'l-İslam Seyyid Mehdi Hairi'nin kalemiyle iki cilt olarak Farsçaya tercüme edilmiştir.[126]
Kur'an, bizim kanunî temelimiz ve kanun-i esasimizdir. Beşerî en büyük ve en payidar medeniyetlerin ve kültürlerin temel taşlarından biridir. Elinizdeki kitabın birinci bölümünde, bu yüce İlahî kitabın kültür yaratıcılığından geniş bir şekilde sözetmiştik. Şu anki bolüm bir tekrar değil, aksine o bölümün bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Yani Kur'an’ın dünkü tarihî ve kültürel etkinliğinin müslüman kavimlerin hayatındaki tesirinden değil, aksine onun bugünkü etki ve nüfuzunun ve onun bugünkü müslümanların dilindeki, yaşamındaki ve düşüncesindeki hakimiyetinden söz ediyoruz. Kur'an'ın, bugünkü yaşamımız üzerinde etki ve nüfuzundan haberdar olmamız için kütüphanelere gidip inceleme ve araştırmalarda bulunmamız gerekmez. Bunun için Kur'an'ın bugünkü yaşamımızdaki anlamının ve hayatımıza anlam katmasının ne tür olduğunu kendi hayatımız üzerinde doğru ve samimi bir şekilde düşünmemiz ve daha sonra bilgi sahibi olmamız yeterlidir. [127]
1- Konuyu avamın (halkın) gündelik yaşamından ve kültüründen başlatıyoruz. Kur'an, beşik öncesinden mezardan da öteye kadar müslüman ferdin yaşamıyla hamurlaşmış ve yakınlaşmıştır. Henüz yeni doğan müslüman çocuğun kulağına ezan okuruz, Kur'an’dan ayetler okuruz, ona isim vermek için Kur'an'a bakar ve onunla istiareye yatıp isim seçeriz. Örneğin bazı isimleri yazar ve her birini Kur'an yaprakları arasına yerleştirip Kur'an'ı kapattıktan sonra çucuğa isim bulmak için Kur'an'ı açar ve hangisi çıkarsa o ismi çocuğumuza veririz. Yine aynı şekilde çocuklarımızın ismini, doğum tarihlerini ve saatlerini aile Kur'an'ımızın ilk veya son sayfasına yazarız. Müslüman çocuk on yaşına basmazdan önce köylerde, şehirlerde ve benzeri yerlerde onları Kur'an kurslarına, mescidlere veya benzeri yerlere göndeririz. Kur'an kıraatini öğrenmenin özel bir mahareti gerektirdiğini ve kesinlikle eğitime muhtaç olduğunu söylemek gerekir. Yoksa sırf okuma-yazma bilmek, hatta lisans seviyesinde olmak bile Kur'an'ı doğru bir şekilde öğrenmek için yeterli değildir. Bir başka ifadeyle, Kur'an kıraati, kıyas kabul etmez bir özelliğe sahiptir. Kur'an'ı okumak için her ne kadar okuma-yazma gerekli ise de yeterli değildir. Kur'an kıraati ilmi ve onu doğru okuma (tecvid) ve güzel okuma (tertil) ilmi, İslam’ın ilk dönem tarihi kadar eskidir. Günümüzde sahip olduğumuz kıraat senedi etbau't-Tabiin'e, onlardan da tabiine, onlardan sahabeye, sahabeden de sonunda Resulullah (s.a.v)'a kalbden kalbe ve ağızdan ağıza giden bir ilimdir.
Kur'an birkaç türlü okunur. Teşrifati ve toplu olarak ve gayr-i teşrifati ve tek başına olmak üzere iki türe ayrılır. Kur'an’ın teşrifati olarak okunması da kendi arasında birkaç türe ayrılır. Biri, bir surenin veya beş-altı ayetin bir oturumun veya meclisin açılışında okunan türdür ki bu adet, İslam dünyasında geçerlidir. İran İslam cumhuriyetinde de bu adete, resmi bir sünnet olarak her zaman başvurulmaktadır. Nitekim bugün İslami Şura Meclisinde, devlet yetkililerinin oturumlarında, bakanlar kurulunun başlangıcında veya dilbilimi kuruluşlarında ve buna benzer daha binlerce kurulda güzel bir kari (Kur'an’ı güzel okuyan) ya da onun olmaması halinde orada hazır bulunanlar arasında Kur'an'a vakıf bir kişi Kur'an okur. Teşrifati kıraatin bir diğer türü de güzel okuyan hünerli kariler, Kur'an'ı uslub ve sesli (tertil ve teğenni ile) okurlar ki, genelde iletişim araçlarında yayınlanırlar.
Sonradan tefsirin de eklenmiş olduğu Kur'an'ı hıfzetme ve okuma yarışmaları da İslami sanatların en temel ve en mufassal sanatlarından biridir. Biz İranlılar bazı Arap ses uyumunu zor çıkarmamızla birlikte bunları en güzel bir şekilde öğreniyoruz ve yarışmalarda rakiplerimizi geçmekteyiz.
Kur'an-ı Kerim'in bir diğer teşrifati kıraati ve hünerliliğinden biri de birlikte yani koro halinde okumaktır. Bu tür okuma da diğer İslam ülkelerinin birçoğunda olduğu gibi ülkemizde de dini bayramlarda ve benzeri günlerde okunup radyo ve televizyonlarda yayınlanmaktadır.
2- Namazda Kur'an’ın ferdi olarak kıraati de şer'i bir farzdır. Farz olan günlük beş vakit namazda Kur'an-ı Kerim'den sureler okunmaksızın, namaz tam ve sıhhat bulmaz. Kur'an’ın ilk suresini yani Fatiha suresini beş vakit farz olan namazlarda okumak farzdır ve bu sure okunmadan namaz kabul olunmaz. Bu kural, Resulullah (s.a.v)'tan mütevatir olarak gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: "Hiçbir namaz Fatiha okunmaksızın makbul değildir." Şii müslümanlar beş günlük farz namazlarının ilk iki rekatlarında en az on kez Ehl-i sünnet müslümanlar ise beş günlük farz namazlarda en az onyedi kez fatihayı okurlar. Fukahaya göre, Fatiha ve bir sureyi namazda okumak farzdır. Yani Fatihayla birlikte üç-beş ayetlik bir başka sure de okumak farzdır. Haftada bir kez cuma gününde kılınan cuma namazında cuma suresini[128] okumak müekked müstehabdır.
Kur'an'ı ferdi olarak okumanın bir diğer türü de Yüce Allah'a daha yakın olmak ve O'nun rızasını kazanmak için Kur'an'ın okunmasıdır. Bu tür okuma da müekked müstehab ibadetlerdendir. Müslümanlar bu tür okumayı günlük yaşamlarının her anında dinler ve okurlar. Günümüzde müslümanların Kur'an okuması eskilerin yaptığı gibi bir defada Kur'an'ı hatmetme şeklinde değildir artık. Eskiler, bir oturuşta Kur'an’ın tümünü okuyabiliyorlardı. Her ne kadar bu, bir hayal gibi görünüyorsa da gayet mümkündür. Kur'an-ı Kerim bölümlere ayrılır. Bu bölümlerin en geneli cüzdür. Kur'an otuz cüze ayrılır. Her cüz dört hizbe ayrılır. Çok eski olan bu bölümlerin Kur'an’ın okunmasını kolaylaştırma amacıyla yapıldığı anlaşılıyor. Zira kimi insanlar günde bir cüz, bir hizb veya iki hizb okumaktadırlar. Bu adet, bugün de müslümanların evlerinde okudukları tarzdır. Mübarek Ramazan ayında Kur'an okuma faaliyeti daha fazla gerçekleşmektedir. Birçok müslüman oruçlu oldukları günlerde bir cüz Kur'an okur ve böylece Ramazanın sonuna kadar Kur’an’ı bir defa hatmektedirler.
3- Kur'an'ın halkın kültüründe büyük bir yer tuttuğundan söz ediyorduk. Kur'an günümüzde de nikah törenlerinde masada hazır bulundurulur. Hatta ülkemizin birçok yerinde nikah törenleri yapılırken sofrada hazır bulunan Kur'an'dan gelin ve damat ayetler okur ve nikahları ondan sonra kıyılır. Böylece gelin ve damat müşterek hayatlarına ilahî kelamın teberrükü ile başlamış oluyorlar. Ülkemizde hiçbir ev yoktur ki, en azından bir Kur'an nüshası bulunmasın. Birçok aile bir veya birkaç Kur'an nüshasına sahiptir. Bir nüsha, nikah esnasında hazır bulundurulan Kur'an’dır ki, bu nüsha hatıra olarak saklanır. Bir nüsha, özel günlerin, çocukların isim ve doğum günlerinin yazıldığı Kur'andır. Birisi gündelik okumalar içindir. Birisi meal içerdiği içindir ve arapça bilmeyen insanların onun anlamını öğrenmeleri için bulundurulur. Biri güzel hatla yazıldığı için bulundurulur. Biz müslümanlar, Kur'an’a vasfedilemeyecek derecede saygı gösteririz. Onu raftan indirip kılıfından çıkardığımızda ve araştırma ya da herhangi bir amaçla elimize aldığımızda açmazdan önce ve kapattıktan sonra onu öper başımıza koyarız. Kur'an'ı kesinlikle acele bir şekilde ve alelade bir durumda veya saygısızca ele alıp normal bir kitap gibi hareket etmeyiz. Eskilerden nakledildiğine göre, Mushaf-ı Şerif önlerinden geçtiğinde saygı amacıyla ayağa kalkılırdı. Günümüzde Kur'an'ı, diğer herhangi bir kitap derecesinde görmeyiz. Kur'an'ı bütün kitapların üstünde tutan ve bir başka kitabın onun üzerine bırakılmasından şiddetle kaçınan birçok kimse tanıyoruz.
4- Kur'an'ın, halkın kültürü ve günlük yaşamı üzerindeki bir diğer etki ve nüfuzu da şudur: Doğru ve temiz inançlı dua yazıcıları, kendi hastaları için Kur'an ayetlerini zaferandan elde edilmiş bir maddeyle yazarlar, onu dua suyu ile, yani üzerine dua okunup üflenmiş su ile yıkayıp temiz ve içilebilen bu suyu hastaya, özellikle ruhsal ve bedensel hastaya onun iyileşmesi için içirirler. Kimi zaman da insanlarımız, Kur'an'ın tümünü veya Yasin suresini temiz, beyaz bir bez veya kağıt parçası üzerine yazıp çok güzel bir şekilde muska veya bazubend haline getirip boyunlarına veya kollarına asarlar.
Hamd suresi, günlük farz namazlarda okunmasından başka bir hastanın iyileşmesi amacıyla da okunur. Bu da eskiden beri halk arasında yaygın bir adettir. Hafız şöyle der:
"Fatihai çu amedi ber ser-i heste-i be-han / Leb be, güşa ki mi-dehed lal-i lebet be murde can."
(Bir hastanın yanına vardığında onun üzerine bir fatiha oku / Dudağını aç, zira senin dudağının la'li ölüye can verir.)
Bunun yanında ölmüş kimseler için de Fatiha okumak toplumumuzda ister tek ister toplu bir halde revaçtadır. Ölünün arkasından Fatiha okumanın amacı da ölünün bağışlanması, ruhunun şad olması ümidi taşındığı içindir. Mescidlerimizde Kur'an 120 bölüm halinde, yani cüzün dörtte biri veya 30 cüz halinde bulundurulur. Ölülerin mescide getirilmesi esnasında ölüye Kur'an okumak için hazırlanmış olan bu tür Kur'an nüshaları da tüm mescidlerimizde bulundurulmaktadır. Değişik İslam mezheblerinin fakihleri, bu konuda görüşler ileri sürmüşlerdir. Acaba hayırlı bir işin sevabı, örneğin Kur'an okumanın sevabını başkalarına, örneğin ölülere adamak mümkün müdür? Acaba yüce Allah, aslında işi yapanla alakalı olan ve onun kendi fiili olan bir haseneyi bir başka kimseye verir mi vermez mi? Bu konunun fıkhi cüziyatıyla ve onun gerçekleşeceğini kabul eden veya inkar edenlerin delilleriyle herhangi bir işimiz yoktur. Şii fakihlerimizin bu tür bir inancı vardır. Ve okudukları her bir ayet veya surenin Allah'a, ölülere adanması için dilekte bulunduktan sonra ölülere faydası olacağına inanırlar. Bizim kültürümüzde bu tür bir adet mevcuttur ve hatta bir kişinin öldükten sonra mirasının bir kısmını kendine Kur'an okunması için ayırması adeti de bizde mevcuttur ve hatimler indirilmektedir. Elbette biz bu uygun mu değil mi gibi bir konuya girecek değiliz. Fakat bu bizde varolan bir gerçektir.
5- Kur'an-ı Kerim'in bir başka kıraat türüne de sahibiz ki, onun garipliği söylenmiş olandan daha çoktur. O da "Kur'anı okuyup da anlamamak" konusudur. Bu satırların yazarı, bu konuda çok geniş bir makale yazmış ve "Kur'an Pujuhi=Kur'an Araştırmaları" isimli kitabımızda yayınlanmıştır. O makalede geniş olarak ele aldığımız konuyu özet olarak burada zikredelim: Birçok insanımızın ömürleri boyunca sürekli Kur'an'ın zahiri ibarelerini okuduklarını, defalarca hatmettiklerini ve fakat bununla birlikte onun anlamının dörtte birini, hatta normal bir tercümesini bile anlayamadıklarını ve hiç okumadıklarını biliyoruz. Bunun birkaç nedeni vardır:
1- İlahî kelamın manevi cazibesi, gaybiliği, sihirleyici bir özelliğe sahip olması ve kutsal bir yapıyı taşıyor olması. Nitekim Kur'an okumanın, ruhu dinlendirdiği inkar edilmez bir gerçektir. İnsan onu okumaktan büyük bir haz duyar ve kalb, ibadet yaptığı amacıyla büyük bir huzura erer, gönlü okşar. İlahî kelamın kutsal cazibesi öyle bir şeydir ki, Kur'an'ın anlamını, ibarelerinin derin anlamlarını hiç anlamayan bir kimse bile onun sır dolu, gönül okşayıcı ve rahatlatıcı cazibesini gönlünün derinliklerinde hisseder. Hafız'ın değimiyle;
"Yar ba mast çi hacet ki ziyadet talabim / Devlet-i sohbet-i an me'nus can-ı ma-ra bes."
(Yarimiz bizimle birliktedir, daha fazlasını istemeğe ne hacet / O sevgilinin sohbetinde bulunma devleti ruhumuz için yeterlidir.) inancında olan bir inanca sahiptir insanımız.
2- Sırf sevap amacıyla Kur'an okumak. Sanki Kur'anî ibareleri anlamak azaltıyormuş gibi.
3- Araştırma ve inceleme ruhuna sahip olamama. Kur'an’ın sure ve ayetlerinin neler demek istediğini anlama kabiliyetini kendinde görememe.
4- Güzel meal ve Kur'an tercümelerinin elde bulunmaması. Bulunan, meal ve tercümelerinde gerekli itinayı göstermemesi ve Kur'an'ın sahip olduğu cazibeyi ve musiki ahengini kaybetmesi. Evet nice insanımız vardır ki otuz-kırk-elli yıl hatta daha fazla bir ömrü boyunca namaz kıldığı halde günlük namazlarında okuduğu ayetlerin ne anlama geldiğini bilmemekte ve niçin okuduğunun farkında olmamaktadır. Fakat abdest aldıktan, kıbleye doğru durduktan, namaza durmaya niyet ettikten ve tekbiretü'l-ihramı (Allahu Ekber) getirdikten sonra bir anda günlük yaşamından sıyrılır, dünyevi ve gayr-i mukaddes olan fezadan ayrılır ve mukaddes bir ortama girer. Bu kalb huzuru ve rahat, namazın sonuna kadar devam eder. Dilin dışında bir misal verelim. Örneğin Peygamber (s.a.v)'in, imamların, evliyanın veya değerli insanlarımızın kabirlerini ziyaret ettiğimiz esnada o mekanın sahip olduğu huzur ve rahatı kalbimizin ta derinliklerinde hissediyoruz. Hatta kendimizi kuş gibi hafif hissediyoruz. Evet, bu tür huzur ve gönül hafiflikleri birçok müslümanın sahip olduğu bir özelliktir.
6- Biz müslümanların yaşamında, dilinde ve zihninde yer eden Kur'anî lafızların ve ayetlerin sağlamlığından doğan olgulardan biri de Kur'anî ibare ve tabirlerin çokluğu veya Kur'an’la bağlantılı olarak halk kültüründe ve özellikle de günlük halk dilinde ve örfünde varolan Kur'anî sözcüklerdir. Fars kültüründe günlük halk dilinde yer etmiş birçok Kur'anî tabir mevcuttur. Bunların bir kısmı şunlardır: Yedi Kur'an ortada, Kur'an hiç yanılır mı, Kur'an çarpsın, iki elimi Kur'ana basarım, Kur'an düşmanı / düşmanın olsun, Kur'an üzerine yapılan yeminler; örneğin, Kur'an’a yemin olsun, Kur'an’ın otuz cüzüne yemin ederim, Allah’ın kelamı adına, ve buna benzer daha birçok tabir mevcuttur günlük konuşmalarımızda. Müslümanlığın büyük şiarı olan ve her müslümanın her işinin başında hatta yemek yeme, yazma, okuma, uyuma, uyanma vb. gibi hareketlerinde mukaddes "Bismillahirrahmanirrahim" sözcüğünü kullanma, her alanda görülmektedir. Onun kısaltılmışı olan "Bismillah" sözcüğü her müslümanın ağzından düşmeyen bir sözcüktür.
Ayrıca hayvan kesiminde "Bismillah" sözcüğünün vacip olması, bu sözcük söylenmeden kesilen hayvanın etinin helal olmaması onun hayatımızda ne derece etkili olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun yanında "Bismillah" sözcüğüyle birçok atasözünün halk dilinde varolması şiirlere konu olması da bir diğer özelliktir. Bu sözcüğün dışında buna benzer sıkça kullanılan başka sözcükler de vardır. Bu cümleden olmak üzere, Allahu alem, inşaallah, maşallah, Beni İsraili bahaneler, Esfelessafiline kadar, Fiha haliduna kadar, hesiru'dünya ve'l-ahire, Fatiha, ahsenü'l-haliqin, fi'n-nar, kün feyekun, nurun ala nur, ye'cuc ve me'cuc, ve bunlara benzer sözcüklerin dilimizdeki yeri sayılamayacak kadar çoktur. Elbette bu sözcükler, sadece halk dilinde değil her türlü insanın dilinde yer almıştır.
7- Şii müslümanların halk kültüründe etkin olan bir diğer Kur'anî olgu da Kur'an'la istiareye girmektir. İstiare lügatte, hayır istemek anlamına gelir. Şer'i ıstılahta ise, yüce Allah’tan namazla ve duayla hayırlı olanı dilemektir. Yani kişinin yapacağı veya yapmayacağı bir şeyi ya da neyi yapacağı veya yapmayacağı konusunda Kur'an’a müracaat etmekle namaz kılmakla ve dua etmekle Allah'a dilekte bulunması demektir. İstiarenin eski kültür ıstılahımızda bir başka anlamı daha vardır. Kişinin yapacağı veya yapmayacağı işi, Kur'an'a bakmakla (bir bakıma fal bakmak gibi) belirlemesi. Elbette bu konu İslam fakihleri arasında ihtilaf konusu olmuştur. Kimi fakihler böyle bir şeyi caiz görmemişlerdir. Böyle bir şeyin yapılmaması konusunda masum imamlardan rivayetler de getirilmiştir. Bu tür bir adetin hicri birinci asırda İslam kültürüne girdiği görülüyor. İstiharenin yapılışı şu şekildedir: Gaybı ve işlerin gerçek içeriğini bilenin Allah olduğu bilincinde olarak Kur'an-ı Kerim'den ayetler okunduktan ve istihare duası okunduktan sonra istihareye yatan kişi niyet eder ve tam bir samimiyet ve içtenlikle elinde kapalı halde bulunan Kur'an-ı Kerim'i açar. Şayet bir ayetin kelimelerinden bazıları önceki sayfada var ise o sayfaya döner, o ayeti başından sonuna kadar okur. Eğer okuduğu ayette iyiliğe, hayra çağıran veya İlahî rahmetten ya da ibadetten söz ediliyorsa bu, onun yapacağı işin "iyi" olduğunu gösterir. (İstihare sahibinin, sözkonusu işi yapacağı anlamına gelir). Yok eğer okuduğu ayet kötülükten, şerden veya gazaptan, şerden nehyetmeden söz ediyorsa yapacağı işin "iyi" olmadığını gösterir. Şayet bu iki anlamın dışında bir şey ise, yani hayır veya şerri içermiyorsa bu takdirde istihareye giren kişi istiharesini yeniler. Elbette istiharenin iyi veya kötüsüne itaat etmek şer'i edeb ve takva ahlakı açısından "vacib"dir. Zira tavsiye etmektedirler ki, ilk önce istişare etmek gerekir. Sonra eğer bu istişare ile tereddüt bertaraf olmayacaksa o zaman istihareye başvurulur. İstiharenin belirli ve özel bir zaman ve adabı vardır. İstiharenin sadece çok önemli işlerde yapılması daha iyidir. Nitekim birçok aileler, bir isteklerinin veya bir hareketlerinin nihai cevabını istiharenin iyi veya kötü gelmesine bağlamaktadırlar. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Şimdi gönülden bağlanmış bir aşık, gelecekteki gelin hanımın cevabını bekliyor, rüyalarının ve hayallerinin sarayını A'la-yi İlliyine kadar çıkarmış ve daha sonra korka korka, titreye titreye ve Kur'an’ın tabiriyle "Haiqan yetereqqebu" bir halde gelinin ailesine gidiyor, bu vasıtaya başvuruyor ve sonunda nihai cevabı alıyor ve istiharenin sonucu iyi gelmiyor...
Diğer taraftan çok şüphe etmekten dolayı tereddüt etme hastalığına duçar olan bazı kimseler çok basit işlerde bile istihareye başvurmaktadırlar. Hatta örneğin ‘falan yemeği bir diğer yemekten daha önce yemek daha mı iyidir’ gibi konular bile istihare konusu olabilmektedir. Şer'i edeb bu tür konularda istihareyi alet etmekten alıkoymalıdır. İstihare, her türlü konuya alet edilmemelidir. İstihareye her zaman başvurma hastalığına kapılmış olan insanların kelamullah'ı daha güzel bir şekilde hayatlarına geçirmeleri daha güzel bir şey olsa gerekir.
Bu münkerden nehiy yaptığımız bu konudan sonra bir başka konuyu da zikretmemizin yeri olsa gerekir. Kur'an tilaveti sesinin radyodan veya televizyondan yükselip kulaklarımıza ulaştığında Kur'an’ın da çok açık bir şekilde belirttiği gibi bu tilaveti can kulağıyla dinlemek, dikkattimizi tamamıyla ona yönlendirmemiz ve sessizliğe riayet etmemiz üzerimize farzdır. Ayrıca Kur'an tilavetini dinlerken bir başka işle uğraşmamız caiz ve uygun değildir. Yine kendimiz Kur'an okurken zihnimizin en ufak bir şekilde dahi dış dünya ile ilgilenmesine yol açmamız da uygun değildir. Kur'an’ı okurken dış dünya ile ilişkimizi tamamen kesmek zorundayız. Ayrıca kıraati kesip onun arasında konuşmamız ve tekrar okumaya başlamamız da Kur'an okuma adabına uygun düşmez. Eskilerimiz, Kur'an okuma adabı ile ilgili ciltlerce kitap yazmışlardır.
8- Biz Şii müslüman halkımızın kültüründe Kur'an’ın etki ve nüfuzu çok fazladır. Bu noktada bir başka konuya işaret edelim. İster satın alınmış olsun ister kira olsun yeni bir eve taşındığında ilk önce o eve bir Kur'an ve bir aynanın götürülmesi. Yani bir evden bir başka eve taşınırken eşyalar taşınmazdan önce eski evden yeni eve bir Kur'an ve bir ayna götürülür. Bir diğer adet de bir misafiri veya önemli bir iş görmek için evden ayrılan bir yolcuyu uğurlarken onun Kur'an'ın altından geçirilmesi adetidir. Örneğin evin genç erkeği sınava giderken, özellikle üniversite sınavına giderken anne veya baba ya da evin büyüğü Kur'an'ı alır, odanın ya da evin kapısına götürür, öper alnına koyar ve daha sonra Kur'an'ı elleriyle yukarıda tutarak aslan avına çıkacak genç altından geçirilir. Evin genci, Kur'an'ın altında birinci defa veya ikinci defa hatta bazen üçüncü defa geçtikten sonra Kur'an'a yüzünü çevirir, onu öper ve saygı gereği alnını onun kenarına dokundurur ve böylece amacına ulaşmak arzusuyla evden ayrılır.
Kur'an'ın kimi evlerdeki bir diğer etki ve nüfuzu da şudur: Genellikle birkaç kağıt para olan sadaka veya adağı insanlar ahdettikten ve kararlaştırdıktan sonra bu parayı Kur'an'ın yaprakları arasına koyarlar ki, teberrük olsun ve ilk fırsatta ihtiyaç sahiplerine verilsin. Şer'i adab açısından Kur'an'ın yüce hürmeti nedeniyle bu adetin terkedilmesi daha evla olsa gerek.
9- Kur'an'ın halk kültürü üzerindeki bir diğer etkisi ve nüfuzu da ister ferd, ister aile ve ister toplumsal olarak Kur'an'a yemin etme konusudur. Ya bir kimsenin doğru söylemesi için veya bir şeye inanması için onun üzerine yemin edilir. Kur'an üzerine yemin etmenin tarihi eskiye dayanır. Devlet yönetimine gelen bir çok lider, örneğin bir sultan halkına bir söz verdiğinde, bir şah, bir cumhurbaşkanı, bir başbakan, bir bakan, bir milletvekili, hatta bir memur, verdiği sözü sağlamlaştırmak, veya sağlamlığını beyan etmek istediğinde elini, Kur'an'a basardı. Yani Kur'an'a dayalı bir sözleşme yazılır ve daha sonra o sözleşme belgesi imzalanırdı. Günümüzde de bu tür yeminler söz-konusudur. Kur'an'la yemin etme konusunda bunun fıkhı açıdan caiz olmadığını söylemek gerekir. Yani bir siğaya sahip olan ve özel lafızlara dayanan "qasem" (yemin) sözcüğü, ancak qasem-i celale (Allah'ın adı üzerine, örneğin vallah, billah, tallah gibi lafızlar üzerine yemin etmek) ile gerçekleşir. Bu konuda birçok şer'i eser yazılmıştır. Bundan dolayı da diğer qasemler (yeminler) hatta Peygamber (s.a.v) adına, Ka'be evi adına, masum imamlar adına, Kur'an adına bile olsa fıkhı açıdan doğru değildir. Örfî açıdan bu yeminler çok revaçta bile olsa fıkhî açıdan bunun bir geçerliliği ve doğruluğu yoktur. [129]
Bu ibareyi "Avamın kültürü"ne karşılık olsun diye kullanıyoruz ta ki, o konunun bir tamamlayıcısı olsun. Değerli okuyucuların gözönünde bulunduracaklarını umduğumuz önemli nokta şudur: Bu konu, elinizdeki kitabın birinci bölümünün yani, Kur'an'ın kültür yaratıcılığının bir devamı ve tamamlayıcısı niteliğindedir. Ki İslam tarihi boyunca özellikle de onun altın döneminde (birinci asırdan dördüncü ve beşinci asırlara kadar) yükseliş tirendinin doruğunda idi ve tefsir, fıkıh, kelam, hadis benzeri şer'i ilimlerin tüm dallarında ayrıca belagat ilmi (mana, beyan, bedi’), dilsel ilim (sarf ve nahiv, lügat yazımı) ve benzeri birçok ilim dallarının yükselişinde büyük ve belirleyici bir etki ve nüfuza sahip idi, elbette bu etki ve nüfuz aynı şekilde devam etmektedir. Yani müfessirler, fakihler, kelamcılar, din araştırıcıları, edebiyat araştırıcıları (özellikle Arap ve Fars edebiyatında) ayrıca lügat yazarları (özellikle Arapça-Arapça, Arapça-Farsça, Farsça-Farsça) Kur'an bilimine ve Kur'an araştırmalarına muhtaçtırlar. Kur'anı doğru bir şekilde okuma ve yüzünden okuma faaliyetleri eskiden beri gerek okullarda olsun gerekse Kur'an kurslarında olsun isterse de köy ve benzeri küçük yerlerde camilerde olsun devam edegelmektedir. Üniversitelerde İslami ilimler bölümlerinde ve Edebiyat bölümlerinde özellikle de fıkıh, hukuk dallarında Kur'an'ın tedris edilmesi ve incelenmesi konusuna daha fazla ihtiyaç vardır. Hepsinden de daha önemlisi Kur'an ilimleri dallarında daha fazla gereksinim duymaktadır. Son yıllarda birçok ülkede özellikle de İran'da birçok Kur'an Fakültesi açılmıştır.
10- Gözönünde bulundurulması gereken nokta, içinde bulunduğumuz asırda İslam dünyasının her tarafında ıslahat hareketlerinde Kur'an-ı Mecid'e yönelme ve Kur'an’ı yeniden sahneye sokma hareketinin en ön safta yer almasıdır. Bu satırların yazarı bu konuyla ilgili olarak "Tefsir ve Yeni Tefsirler" adı altında bir kitap kaleme almış ve bu konuyu detaylı bir şekilde sözkonusu kitapta ele almıştır: "Yazarın bu kitabı yazmaktaki birinci amacı, ondördüncü asırdaki tefsir yazımının İslam tarihinde diğer asırlardan farklı ve üstün olduğu noktasının tesbit edilmesidir. Bu üstünlük, sırf her grup, ekol ve meşrebdeki tefsir türlerinin çokluğu değil, aksine tefsir yazımı anlayışının da değişmesidir. Ferdî ve uhrevî anlayışın yerini örfî ve toplumsal anlayışa dönüşmesi. Öyle görülüyor ki ondördüncü asırda Kur'an'a dönüş ve tefsir yazımı hareketi, kapsayıcı ıslahat inkılabının en belirgin özelliklerinden ve müşahhaslarından veya İslami rönesanslardan biridir. İslam alemindeki ıslahat hareketlerindeki daima duyulan tek feryad, Kur'an'ın gönül okşayan sesi olmuştur. Daha değişik ve özet bir ifadeyle, İslami rönesansta Kur'an'a dönüş hareketinden ve Kur'an'ın yeniden keşfedilmesinden ve ıslahatçı ve inkılapçı değerlerinin ortaya çıkarılmasından daha belirgin hiç bir hareket yoktur. Bu dönemdeki yeni tefsir yazımının ilki, Hind asıllı müslüman ıslahatçı Seyyid Ahmed Han'ın "Tefsirü'l-Kur'an ve huve'l-huda ve'l-Furkan" isimli eseridir. Bu tefsir, Kur'an'ın ilk 16 suresini ihtiva eder ve 15 yıl boyunca yani hicri kameri 1297 ile 1312 yılına kadar devam eder."
İslam dünyasının son asırdaki Kur'an'a dönüş hareketinin en büyük temsilcileri, müfessirler ve Kur'an araştırıcıları şunlardır: İslam birliği (Panislamizm) nazariyesinin öncüsü olan Seyyid Cemaleddin Esedabadî, Seyyid Ahmed Han-ı Hindî (yenilikçi ve çok kapsamlı tefsirin sahibi), Şibli-yi Numanî (Seyyid Ahmed Han'ın arkadaşı ve bir başka Kur'an tefsirinin sahibi), Allame İkbal Lahorî (Pakistanlı meşhur, büyük şair ve mütefekkir), Ubeydullah b. İslam Sindî (İlhamu'r-Rahman Fi Tefsirü'l-Kur'an tefsirinin sahibi), Ebu'l-Kelam Azad (Hintli müslüman ıslahatçı ve savaşçı müfessir ve Hindistanın bağımsızlık hareketinin öncülerinden ve Tercümanü'l-Kur'an tefsiri sahibi), Ebu'1-A'la Mevdudî (Hint yarımadasının ıslahatçı ve müfessirlerinden ve Tefhimü'l-Kur'an'ın sahibi), Şeyh Muhammed Abduh (Mısırlı ıslahatçı, Seyyid Cemaleddin Esedabadî'nin en yakın arkadaşlarındandı ve Arapça yayınlanan Urvetü'l-Vuska'yı birlikte yayınlıyorlardı, önemli ve yenilikçi bir özellik taşıyan el-Menar tefsirinin yazarıdır. Bu tefsiri kendi talebesi ve takipçisi olan Muhammed Reşid Rıza ile birlikte kaleme almıştır. Kur'an tefsirinde yeni bir ekolun çıkmasının temelini atmışlardır ve onlardan sonra gelen müfessirlerin çoğu onun talebesi ve takipçisi niteliğindedir), Muhammed Reşid Rıza (Muhammed Abduh'un talebesi ve önemli takipçisi, el-Menar tefsirinin yeniden yazıcısı), Tantavi b. Cevheri (Mısır asıllı ve Abduh'un tefsir ekolünün takipçisi, el-Cevher Fi Tefsiri'1-Kur'an-ı Kerim isimli 26 ciltlik Arapça tefsirin yazarı), Muhammed Mustafa Merağî (Abduh'un talebesi, arkadaşı ve el-Ezher reisi ve Kurban tefsiri sahibi), Abdulaziz Caviş (Mısır asıllı Tunuslu toplumsal mücadeleci, hatip, gazeteci, müfessir ve Abduh'un talebesi, onun tefsir ekolunun takipçisi ve Kur'an tefsiri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili birkaç eserin sahibi), Abdulkadir Mağribî (Abduh'un tefsir ve ıslahatçı ekolünün takipçilerinden Kur'an'ın 29 cüzünü kapsayan önemli tefisirin sahibi), Cemaleddin el-Kasimî (Suriyeli büyük alim ve ıslahatçılarından, Abduh'un dostu ve onun ekolünün takipçisi, bununla birlikte sünnete de aşırı derecede bağlı olan ve Arapça 17 ciltlik Mehasinü't-Te'vil isimli tefsirin sahibi), Hasan el-Benna (ünlü dini-siyasi bir hareket olan Îhvanü'l-Müslimin cemaatinin Mısır'daki kurucusu ve İslam devletinin taraftarlarından, Kur'an hafızı, İhvanü'l-Müslimin'in günlük işleri arasında Kur'an okumayı bir adet haline getiren Kur'an’la ilgili birkaç eserin yazarı), Seyyid Kutup (Hasan el-Benna'nın dostu, İhvanü'l-Müslimin'in en önemli simalarından, Fizilali'l-Kur'an isimli tefsir ve Kur'an araştırmaları üzerine diğer birkaç eserin yazarı, Mısır rejimi onu sahip olduğu inkılapçı düşüncelerinden dolayı idama mahkum edip şehid etti), Muhammed Ferid Vecdi (Mısırlı müslüman yenilikçi, gazeteci ve yazarlardan, Abduh'un ıslahatçı-fikri ekolünün takipçilerinden ve Mushafu'l-müfessir ve Safvetü'l-İrfan Fi Tefsiri'1-Kur'an isimli tefsirlerin sahibi), Mahmud Şeltut (Mısır'ın baş müftüsü ve el-Ezher Üniversitesi reisi, Üstad Mutahhari'nin de deyimiyle; "Bin yıllık bir tılsım bozulmuştur." diye Şii mezhebinin taklid edilmesinin caiz olduğuna dair verilen meşhur ve tarihi fetvanın sahibi ve on ciltlik bir Kur'an tefsiri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili birkaç eserin sahibi), İbn-i Badis Abdulhamid b. Muhammed Mustafa (Cezayir ıslahatçı hareketinin kurucusu ve Fransa karşısında sömürgeciliğe karşı savaşın rehberi. O da Abduh ve Hasan el-Benna gibi Kur'an hafızı idi. Kur'an tefsiri sahibi). Zikretmiş olduğumuz bu şahsiyetler, İslam dünyasının (İran hariç) ünlü ıslahatçı müfessir ve Kur'an araştırmacılarındandır.
Son asırdaki İranlı bazı büyük ve etkili Kur'an müfessirleri ise şunlardır: Tefsir-i Keyvan'ın (Farsça) sahibi Abbas Ali Keyvan Kazvini, Alai'r-Rahman tefsirinin (tek ciltlik ve tamamlanmamış Arapça bir eser) sahibi Muhammed Cevad Belaği, Huccetü't-Tefasir ve Belağu'l-İksir'in sahibi Abdulhucce-i Belaği, Farsça tefsir Beyanu'l-Furkan'ın sahibi Şeyh Mücteba Kazvini-yi Horasani, Kilid-i Fehm-i Kur'an'ın sahibi Muhammed Hasan Şeriat Sengelci, Tebriz'deki ilmi tefsir mektebinin ve meclisinin kurucusu ve Tefsir-i Ayat-i Müşkile isimli tefsirin sahibi Hacı Yusuf Şuar (Hş. 1281-1352) ki, Üstad Cafer Subhani, Üstad Hadi Husrevşahi'nin de yardımıyla sözkonusu bu tefsire Tefsir-i Sahih-i Ayat-i Müşkile adıyla bir tenkid ve reddiye yazmışlardır. Merhum Hac Yusuf Şuar'ın oğlu çağdaş Kur'an yorumlayıcısı ve ünlü edebiyatçı Dr. Cafer Şuar. O da babası gibi bilgili ve ilim sahibi bir şahsiyet olup Kur'an araştırmaları alanında değerli ve kapsamlı eserlere sahiptir (örneğin, Tehzib-i Ahlak der Kur'an, Nigeriş-i der Tefsir-i Ayat-i Kur'an gibi). Islahatçı düşüncelere sahip olan en büyük ve en etkili müfessirler zümresinden ya da Kur'an araştırmaları ve tefsir alanında eserler kaleme almış ıslahatçıların en büyüklerinden Ayetullah Taleqani (Pertov-i ez Kur'an isimli tefsirin sahibi), Üstad Muhammed Taki Şeriati Mezinani (Tefsir-i Nevin'in sahibi), Üstad Şehid Murteza Mutahhari (Aşina-yi Ba Kur'an adlı eserlerin ve tek tek surelerin tefsirini değişik isimlerle kaleme alan eserlerin sahibi), Ayetullah Şehid Seyyid Muhammed Bakır Sadr (mevzui tefsir alanında değişik eserlerin sahibi), Dr. Ali Şeriati (Rum suresinin ve diğer bir kısım ayetlerin müfessiri), Mühendis Mehdi Bazergan (Seyr-i Tahavvul-i Kur'an, Amuziş-i Kur'an, Bad u Baran der Kur'an, Bazgeşt be Kur'an isimli eserlerin sahibi), İslam İnkılabı rehberi ve İslam Cumhuriyetinin kurucusu İmam Humeyni (r.a.). Zira İmam (Allah onun makamını yüceltsin) son yüzyılımızın en büyük Kur'an bilimcilerinden olup kaleme aldıkları eserlerinde ve konuşmalarında her zaman; "Va'tasimu bi Hablillahi vela teferrequ."[130] nidasını haykırmışlardır. Kendilerinin kaleme almış oldukları Hamd ve Alak surelerinin tefsirini içeren eserleri elde mevcuttur. Kendilerinin Kur'an ile ilgili beyanatları ve yol gösterici sözleri ayrı bir kitap halinde yayınlanmıştır. İmam'ın değerli oğlu Merhum Ayetullah Hac Seyyid Mustafa Humeyni'nin de Hamd suresi üzerine çok etkileyici ve muhtevalı, irfanı dört ciltlik Arapça bir eseri mevcuttur.
Merhum Ayetullahu'1-Uzma Hoy'un da el-Beyan isimli Kur'an tefsiri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili çok değerli bir eseri vardır. Fakat İmamiye Şiasının ondördüncü asırdaki en büyük tefsiri hiç şüphesiz Allame Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai'nin eseri Tefsirü'l-Mizan'dır. Aslı Arapça olup 20 cilttir. Muhammed Bakır Musevi-yi Hemedani'nin kalemiyle 20 cilt halinde Farsçaya tercüme edilmiş olup defalarca basılmıştır.
11- Burada Kur'an araştırmacısı ve tefsirci vatandaşlarımızın isimlerini ve eserlerini tamamıyla zikredecek konumda değiliz, zira bunların isimlerini ve eserlerini zikretmek başlı başına bir kitabın konusu olacak düzeydedir. Fakat son yarım asırda Kur'an araştırmaları alanında yazılmış olan birkaç eseri fihrist şeklinde zikredebiliriz. Merhum Abdullah Zencani'nin Tarih-i Kur'an'ı (Arapça asıllı ve Farsça tercümeli), Mahmud Ramyar'ın Tarih-i Kur'an'ı, Tahran Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur'an ilimleri bölümü başkanı Üstad Dr. Muhammed Bakır Hüccetinin Kur'an Tarihi Araştırmaları ve Esbab-ı Nüzul ve bunun benzeri Kur'an bilim ile ilgili değerli eserleri, Muhammed Hazaili'nin İ'lam-i Kur'an ve Ahkam-ı Kur'an isimli iki önemli eseri, Üstad Muhammed Rıza Celali-yi Naini'nin Tarih-i Cem'-i Kur'an-i Kerim isimli eseri, Ayetullah Muhammed Hadi Ma'rifet'in dört ciltlik et-Temhid fi UIumi'l-Kur'an isimli eseri, Ayetullah Abdullah Cevadi-yi Amuli'nin Tefsir-i Mevzui-yi Kur'an isimli eseri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili birkaç diğer önemli eseri, çok güzel ve açık bir Kur'an mealininde sahibi olan Ayetullah Mekarim-i Şirazi'nin gözetiminde kaleme alınan Tefsir-i Numune isimli eser (Farsça 30 ciltlik önemli bir tefsir), Ayetullah Muhammed Taki Misbah Yezdi'nin Marif-i Kur'an ve Tarih der Kur'an isimli eseri ve Kur'an araştırmaları ile ilgili diğer birkaç önemli eseri, Rahmetli Mühendis Mehdi Bazergan'ın oğlu Mühendis Abdul Ala Bazergan'ın 3 ciltlik Nazm-ı Kur'an isimli eseri (Bazergan'ın Kur'an araştırmaları alanında başka eserleri de mevcuttur), Kamus-i Kurban (Arapça-Farsça), Ahsenü'l-Hadis isimli tefsir (Ayetullah Ali Ekber Kurşi'nin eseri), Üstad Hasan Mustafavi'nin et-Tahkik Fi Kelimatü'l-Kur'an isimli eseri, Üstad Dr. Mahmud Ruhani'nin Ferheng-i Amar-i Kur'an-ı Kerim (Kur'an-ı Kerim kelimeleri sözlüğü) isimli eseri, Üstad Dr. Ali Revaki'nin çabalarıyla Kur'an-ı Kuds olarak ünlü olan eski Kur'an nüshasının yeniden tertip edilmesi ve bunun dışında Kur'an ile ilgili değerli birkaç diğer eseri, Dr. Muhammed Cafer Yahakki'nin gözetiminde düzenlenen Kur'an sözlüğü (ayrıca Hk. 556 yılına ait bir Kur'an tercümesinin musahhihi ve Tefsir-i Ebu'l-Futuh-i Razi'nin tashihini de Dr. Mehdi Nasıh ile birlikte yapmıştır). Tacü't-Teracim Tefsirinin yeniden düzenlenmesi (beşinci asıra ait), Huccetü'l-İslam Seyyid Mehdi Hairi-yi Kazvini'nin çabalarıyla kaleme alınan Suyuti'nin İtkan'ının tercümesi, Seyyid Ali Kemali-yi Dezfuli'nin Kanun-i Tefsir, Seqil-i Ekber ve Şinaht-ı Kur'an isimli üç önemli eseri, Huccetü'l-İslam Haşimizade-i Herisi'nin Kur'an surelerini tanıma isimli eseri, Huccetü'l-İslam ve'1-müslimin Ali Ekber Haşimi-yi Rafsancani'nin (eski İran cumhurbaşkanı) dört ciltlik Tefsir-i Rahnuma isimli eseri. Ve buna benzer daha yüzlerce eser. Zira burada Kur'an çalışmaları alanında kaleme alınan eserlerin tümünü zikretmemizin imkanı yoktur. Çünkü yüzlerce sayfayı bulacak bir yapıdadır. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyen okuyucularımız son yüzyıldaki Kur'an araştırmaları alanında kaleme alınan eserleri tanıtan ve isimlerini zikreden "Tefsir ve Te-fasir-i Cedid" isimli eserimize başvurabilirler. Ayrıca Ali Şevah İshak'ın dört ciltlik 'Müsennifat-ı Kur'an-ı Kerim' isimli esere de bakılabilir.
Bu alanda anlaşılan şey, İran milletinin Kur'an araştırmaları ve çalışmaları ile ilgili olarak çok detaylı ve çok yönlü bir faaliyet içinde bulunmalarıdır. Kur'anın en güzel bir şekilde daha detaylı bir şekilde anlaşılması için elden gelen her türlü çalışmanın içine girilmiştir. Bu da birkaç yönden görülmektedir:
12- Kur'an tercümelerine yönelme: Bu konuda eski tercümelerle ilgilenecek değiliz ve onlarla herhangi bir işimizde yoktur. Ayrıca eski tercümelerin büyük bir kısmının anlaşılmadığı ve cazibeli olmadığı inancı da halkımız arasında yaygındır. Eski tercümeler arasında en anlaşılır ve makbul olan eser Meybudi'nin tefsiri (Keşfü'l-Esrar ve Uddetü'l-Ebrar) ilk sırayı almaktadır.
İranlılar, müslümanlar arasında Kur'an-ı Kerim tercümesine yönelme noktasında birinci sırada yer alırlar. Önceki bölümlerde Resul-i Ekrem (s.a.v)'in çok değerli sahabesi Selman-ı Farisi'nin Fatiha tercümesi ve diğer birkaç surenin tercümesini yaptığı konusunda açıklamalar yapmıştık. Kur'an'ın Farsçaya ilk tam tercümesi, bugüne kadar anlaşıldığına göre, Kur'an-ı Kuds'dür ki, Dr. Ali Revaki Bey bu eseri yeniden düzenleyip Asitan-ı Kudüs Yayınevi tarafından basılıp yayınlanmıştır. Seçkin Alimler Topluluğu, bu tercümenin hicri kameri 250-350 yılları arasında kaleme alındığı görüşündedirler. Bundan sonra Tefsir-i Taberi'nin içinde yer alan Farsça Kur'an tercümesi gelmektedir ki, bu da Hicri 345 yıllarında kaleme alınmıştır. Bundan sonra birçok farsça Kur'an tercümesi kaleme alınmıştır ki, bugüne kadar en az beş yüz adet tercümenin yapıldığı bilinmektedir. Muhammed Asaf Fikret, 326 eski Kur'an tercümesinin tanıtımını Fihrist-i Nush-i Hatti-yi Kur'anha-yi Mütercim isimli eserinde yapmıştır. İran'ın Asitan-i Kuds-i Razavi kütüphanesinde ve diğer önemli merkez kütüphanelerinde birçok Kur'an tercümesi mevcuttur. Biz burada daha çok yeni tercümeler üzerinde durmak istiyoruz.
Kur'an tercümelerine yönelme hareketi, içinde bulunduğumuz yüzyılda hicri şemsi 1320 yılından sonra hız kazanmıştır. Biz bunun başlangıcını Merhum Abdu'l-Hüseyin Ayeti'nin (Avare) tercümesi ile başlatıyoruz. Bu eser hicri şemsi 1330 yılında anlaşılır bir Farsça ile Yezd şehrinde 3 cilt halinde basılmıştır. Bundan sonraki tercümeler İslam inkılabının gerçekleştiği ana kadarki tercümeler şunlardan ibarettir: Merhum Mehdi Muhyeddin İlahî-yi Kumşei'nin tercümesi, Merhum Ebu'l-Kasım Payende'nin tercümesi, Merhum Yasiri'nin tercümesi, Merhum Hikmet Ali Ağa'nın tercümesi, Zeynulabidin Rahnuma'nın 4 ciltlik alt yazılı ve açıklamalı tercümesi, Tefsir-i Mizan, Tefsir-i Numune, Tefsir-i Novin gibi değerli eserlerin içinde yer alan tercümeler zikredilmeğe değer eserlerdir. Merhum Muizzi'nin, Merhum Ali Naki Feyzu'l-İslam'ın tercümeleri de anılmağa değer tercümelerdir.
Amma İslam inkılabının zafere ermesiyle, Kur'an'a yöneliş hareketi ve hablullah'a yapışma eğilimi bizim kültür yapımızda şanına layık olan en üst ve en değerli bir noktaya ulaşmıştır. Önemli bir nokta da her alanda ve her dalda Kur'an araştırmaları çalışmalarının hız kazanmış olması ve hatta Kur'an ile ilgili çalışmaların her alana yayılmasının, gerçekleşmiş olmasıdır ki, bunlara sırası geldiğinde değineceğiz.
İnkılaptan sonra yapılan Farsça Kur'an tercümeleri şunlardır: Abd el-Muhammed Ayeti'nin tercümesi, Celaleddin Farisi'nin tercümesi, Muhammed Hacoyi'nin tercümesi, Abd el-Kasım-i İmami'nin tercümesi, Muhammed Bakır Behbudi'nin tercümesi, Kazım Purcevadi'nin tercümesi, Ayetullah Mekarim-i Şirazi'nin tercümesi, Dr. Celaleddin Mucteba'nın tercümesi, Muhammed Mehdi Fuladvend'in tercümesi, ve bu satırların yazarının henüz yeni yayınlanmış olan tercüme. Ayrıca tercümemde üzerinde durduğum ve yararlandığım üstad Dr. Mustafa Hurremdil'in Tefsir-i Nur isimli değerli tercümesi de zikredilmeğe değer.
Ayrıca henüz yayın aşamasında olan tercümeler de mevcuttur. Bunlar arasında Ayetullah Gürgani Kur'an Müessesesinin hazırlamış olduğu tercüme, Üstad Ahmed Aram, Dr. Muhammed Hüseyin Ruhani, Dr. Ali Asğar Halebi, Hüseyin Üstadveli, Mesud Ensari, Mühendis Ali Ekber Tahiri, Huccetü'l-İslam Abdulmecid Miadhah, Hasan Nefisi gibi şahsiyetlerin tercümelerini ve daha kendilerinden haberdar olamadığım birçok Kur'an tercümesini de saymamız mümkündür.
13- Halkımızın Kur'anî konulara ve Kur'an araştırmaları alanında yapılan çalışmalara yöneldiğinin bir diğer işareti de değişik adlarla yayınlanan dergi ve ansiklopedi türü yayınlardır. Bu yayınlar şunlardan ibarettir:
a- Risaletü'l-Kur'an (Arapça), Ayetullah Gülpayegani Kur'an Müessesesi'nin Kur'an araştırmacılarının çabasıyla Kum'da yayınlanmaktadır. Kameri 1411 yılından bugüne dek mevsimlik olarak yayınlanmaktadır.
b- Beyyinat: Kur'an araştırmalarına yönelik yayın yapan mevsimlik dergi, Kum'daki İmam Rıza Maarif-i İslami Müessesesi tarafından yayınlanmaktadır.
İlk sayısı hş. 1371 yılının bahar mevsiminde yayınlanmış düzenli bir şekilde çıkmaktadır. Bu satırların yazarı da sözkonusu bu yayında ilk sayısından itibaren Kur'an ile ilgili makaleleri yayınlama şerefine mazhar olmuştur.
c- Faslname-i püjühişha-yı Kur'anî: Bu derginin imtiyaz sahibi Kum İlimler Havzası İslami Tebligat Bürosudur. (Kur'an kültürü ve maarifi merkezi) Aynı zamanda Meşhed, Kum ve Tahran'da yayınlanmaktadır. İlk sayısı hş.1374 baharında yayınlanmıştır.
d- Mübin: Kur'an Araştırmalarına özgü bir dergidir. İmtiyaz sahibi, Danışgah-ı Azad-ı İslami Üniversitesi'dir, ilk sayısı hş.1374 baharında yayınlanmıştır. Ayrıca bunlar dışında Havza, Ayine-i pujuhiş, Vakf-ı Miras-ı Cavidan, Maarif ve buna benzer birkaç diğer dergi de Kur'an araştırmaları konusundaki makalelere yer veren dergilerdir. İttilaat, Selam, Hemşehri gibi günlük yayın yapan gazeteler de Kur'an ile ilgili haftalık ekler vermektedirler.
14- Başka Kur'anî ve Kur'an araştırmaları faaliyetleri de bizim Kur'ansever ülkemizde hayli çoktur. Bu cümleden olarak Kur'an tefsiri, hıfzı ve kıraati müsabakalarının düzenlenmesi gibi faaliyetler, bu faaliyetlerin bir kısmıdır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi İranlıların kelimelerin telaffuzu ve arap hecelerini çıkarma noktasında zorlanmalarına rağmen hamd olsun ki, Kur'an ile ilgili birçok müsabakada birinci ve ikinci dereceyi elde etmektedirler. Kur'an ilimleri ile ilgili faaliyetler hemen hemen yılın her ayında değişik alanlarda sürdürülmekte, farklı mekanlarda çalışmalar yoğunluk kazanmaktadır. Aynı şekilde yıl boyunca özellikle de mübarek Ramazan ayında Kur'an ve Kur'anî ilimler ile ilgili sergiler, fuarlar İslami Kültür ve İrşad Bakanlığının önderliğinde Tahran'da ve ülkenin diğer önemli merkezlerinde sürekli tertip edilmektedir. Bazen de bu sergi, konferans, sempozyum ve fuarlar ülkenin değişik şehirlerindeki yaklaşık 700 büyük mescidlerinde de düzenlenmektedir. Bu sempozyum, konferans ve benzeri oluşumlarda ülkenin çok değerli ilim adamları ve alimleri Kur'an araştırmaları ile ilgili değerli görüşlerini beyan etmekte ve faaliyetlerini sürdürmektedirler. Özellikle son dört yıldır bu faaliyetler düzenli ve sürekli bir şekilde tertip edilmektedir.
Bir diğer Kur'anî ve sanatsal faaliyet de "Tevaşih" ve Kur'an ayetlerini birlikte (koro halinde) sesli okuma faaliyetidir ki, bu faaliyet de ülkenin değişik şehirlerindeki ilmi-dini merkezlerinde düzenlenmektedir. Genelliklede ülkemizin her tarafında düzenlenen "Kur'an gecesi" merasimlerinde Tevaşih de icra olunmaktadır. Bunların en seçkin olanları televizyon ve radyolarda yayınlanmaktadır. Bu faaliyet son on yıldır düzenli bir şekilde devam etmektedir.
Ne yazık ki, İslam inkılabının zafere ermesinden hemen sonra kurulmuş olan "Bünyad-ı Kur'an" isimli kuruluş son yıllarda faaliyetlerine son vermiştir ki bu da biraz üzüntü vericidir. Fakat bununla birlikte Kur'an araştırmaları ile ilgili yayınlar sürekli yayınlanmaktadır. Aynı şekilde Kur'an'ın en güzel hatlarla yazım faaliyet ve sanatları da yaygın bir şekilde revaç bulmaktadır. Elbette Osman Taha hattı ve onun güzel bir hatla yazmış olduğu nüsha, Medine-i Münevvere Daru't-Tab'ında veya Daru'l-Kur'an’ında büyük Kur'an bilimci alimlerin alanına girdikten ve onu "Mushaf-ı Medine" adıyla İslam dünyasının standart mushafı olarak baskıya verip yayınladıklarından sonra bu mushaf, İslam dünyasının her tarafında kabul gördü ve bu mushaf yılda yaklaşık olarak iki milyon nüsha basılmaktadır ve bunların bir kısmı da hediye olarak dünyanın değişik yerlerine dağıtılmaktadır. Ülkemizde varolan hat da bü resmi hattır, yani Osman Taha hattıdır. Bu hattın dışında başka bir hatla yazma sözkonusu değildir. Hatta resmen yasaktır. İslami İrşad Bakanlığı bu konuda çok titiz davranmakta ve her türlü ebatta yazım söz konusu olduğunda Osman Taha'nın hattıyla yazılmaktadır. Hac ve Evkaf merkezi de Kur'an yayını konusunda önemli görevler icra etmektedir. Hem Kur'an basımı ile ilgili olarak hem de Kur'an araştırmaları, hıfz, kıraat ve benzeri çalışmalar ile ilgili olarak çok değerli faaliyetler sürdürmektedir. Evkaf müessesesinin Kur'an araştırmaları alanında başlattığı önemli adımlardan bir diğeri de "Kur'an-ı Kerim tercüme merkezi" adıyla kurmuş olduğu oluşumla bütün dillerdeki Kur'an meallerinin en seçkinlerini tesbit etmek oluşturmak ve yayınını yapmaktır. Merkezi Kum şehrinde bulunan bu kuruluşun temel görevi budur. Bu kuruluşun başında bulunan değerli alim ve Kur'an bilimcisi Huccetü'l-İslam Nakdi Bey de çok yetenekli olup önemli icraatlarda bulunmaktadır. Bu satırların yazarı da değerli üstadla müşaverelerde bulunup birlikte hareket etmektedir.
15- İranlıların Kur'an-ı Mecid'e yöneliş hareketinin ve Kur'an'a olan aşk ve sevgilerinin bir diğer önemli noktası da "Radyo Kur'an" adıyla bir radyo kurup burada 24 saat Kur'an yayınının yapılmasıdır. Aynı şekilde televizyonda da "Sima-yı Kur'an" isimli bir program sürekli olarak yayınlanmaktadır. Son onbeş yıldır sürekli bir şekilde haftalık proğlamlar halinde İran İslam Cumhuriyeti televizyonunda Kur'an dersleri ve tefsiri programım sadikane ve aşıkane bir şekilde yapıp sürdüren değerli insan Huccetü'l-İslam Muhsin Kıraati'dir. Yapmış olduğu Kur'an dersleri çok akıcı, basit ve biraz da latifeli bir tarzda olduğundan dolayı halkın büyük ilgisini çekmektedir. Kimileri Üstadın sahip olduğu latifeli ve güldürücü yeteneğiyle anlattığı konuların değersiz olduğu kanaatine varabilir. Fakat tam aksine anlattıkları konuların kafalara ve gönüllere daha güzel ve kalıcı olarak yerleşebilmesinde ve zihinlerde kalmasında bu tür bir anlatım tarzının çok önemli bir yere sahip olduğunda hiç şüphe yoktur. Ben de dahil olmak üzere bu Kur'an derslerini büyük bir beğeniyle izliyor ve çok faydalı bilgiler ediniyorum.
16- Ayrıca Tahran ve diğer birkaç büyük şehirlerin telefon merkezlerinde bir telefon hattı da kurulmuş olup bilgisayara bağlanarak Kur'an ile ilgili sorulara her zaman cevap vermekte olan ve isteyenlere değişik okuma tarzlarında çok güzel Kur'an sesi de verilebilmektedir. İstenilen sure veya ayetler seçilebilmektedir.
17- İslam dünyasının en seçkin hafızları tarafından okunan Kur'an kasetleri de önemli merkezlerde, kitapçılarda ve kasetçilerde halkın istifadesine sunulmaktadır. Hemen hemen İslam dünyasındaki tüm Kur'an okuyucularının kasetleri çok rahat bir şekilde bulunmaktadır. Bu kasetler, çok güzel sanatsal özellikler de taşımaktadırlar.
18- Kur'an'ın İranlı müslümanların hayatı ve zihnindeki nüfuz ve etkisinin bir diğer noktası da onun sanatsal ve sanat oluşturma yönüdür. Kur'an birkaç açıdan sanatsal ve sanat oluşturma önemine sahiptir. Birinci ve hepsinden en önemlisi şudur: Kur'an'ın kendisi, dilsel-edebi ferde özgü bir olgudur ve Kur'an’ın icazına dikkat noktasında öne sürülmüş olan değişik görüşler arasında Bakallani ve Abdulkadir Cürcani'nin görüşü ve Cahız, Abdu'1-Ala' Muerri gibi büyük Arap edebiyatçılarının ve Keşşaf tefsirinin sahibi Zemahşeri'den onun talebesi ve takipçisi Keşşafın aşığı Hafız'a ve onun çağdaşları Mevakıf'ın sahibi Kadı İzzed İci'ye Mir Seyyid Şerif Cürcani'ye kadarki İranlı büyük edebiyatçı ve alimlere kadar ve İslam dünyasının Abduh, Seyyid Kutup ve İranlı birçok çağdaş edebiyatçı ve alim insanlara varıncaya kadar gelen büyük şahsiyetlerin tümü Kur'an'ın dilsel-edebi i'cazını ileri sürmektedirler. Kur'an'ın etkisi Arap ve Fars edebiyatında ve Fars edebiyatının temelini oluşturan irfanda çok açık bir şekilde görülmektedir. İster Arap olsun ister Araplar dışındaki halklarda olsun Kur'an araştırmacıları ve Kur'an bilimcileri, edipler ve dilbilimcilerinin tümü Kur'an'ın okunmasından büyük bir haz ve sanatsal zevk duymaktadırlar. Kur'an'ın sanat oluşturma özelliğinin ikinci özelliği de sahip olduğu güzel hat sanatıdır. Kur'an'ın değişik şekillerde yazıldığı binlerce hat sanatı örneği ülkemizin ve diğer İslam ülkelerinin önemli sanat merkezlerinde, müzelerinde mevcuttur. Kur'an hattıyla uğraşan ve bu alanda eşsiz örnekler sunan binlerce hat ustası vardır. Bu hat sanatlarının ilerlemesinde hiç şüphe yok ki Kur'an birinci derecede etkiye sahiptir.
Kur'an’ın bir diğer sanatsal yönü de güzel okunabilir ve musikili bir özelliğe sahip olmasıdır. Öyleki Kur'an en güzel musiki makamlarına sahiptir. Acaba dünyanın hiçbir yerinde bu derece eşsiz bir güzellikte okunabilen mensur bir esere daha rastlamak mümkün müdür? Kur'an’ı güzel okuma müsabakalarının ne kadar ilgi çekici olduğuna daha önce işaret etmiştik. Bundan dolayı bu kadarla yeriniyoruz.
19- Kur'an'ın bir diğer sanatsal yönü de sinema ve tiyatro alanındadır. Bunun en güzel ve basit örneği Yusuf ve Züleyha filim ve gösterileridir. Bunun birkaç değişik ülkelerde gösterildiği bilinmektedir. Elbette bu noktada Kur'an'ın yüceliğine bir halel gelir düşücesiyle bu alanda fazla gösterimlere girmekten kaçınıldığı da bir gerçektir. Yoksa özellikle Peygamber kıssaları gibi konularda sanatsal ve gösterisel birçok örnekler verilebilir. Kur'an’daki tasvir ve tavsifleri, özellikle de kıyamet sahnelerini canlandıran çok hayret verici sanatsal çalışmalara da yeni yeni rastlamaktayız artık. Yeni genç sinema sanatçılarımız bu gibi konuları işlemeğe başlamışlardır.
Kur'an'ın Fars edebiyatı ve irfanındaki etkisi çok derin ve yaygındır. Bunu zikretmek için ayrı bir kitaba konu olacak yeterliliktedir. Bunun için Hafız’ın Divanını ve Mevlana'nın Mesnevisini örnek olarak vermemiz yeterli olsa gerekir. Bu eşsiz eserlerin bu derece bir öneme sahip olmasının en büyük nedeni Kur'an'dan beslenmiş olmalarıdır.
20- Çağdaş edebiyat hikaye ve şiirde de Kur'an-ı Kerim'in etkisi çok açık bir şekilde görülmektedir. Örneğin Celal Al-i Ahmed'in en önemli ve faydalı şiirsel eserlerinden birinin ismi "Nun ve'l-Kalem"dir. Bu eserin ismini Kur'an'ın kalem suresinin ilk ayeti olan "Nun ve'1-Kalem ve ma yesterun" ayetine istinaden vermiştir. Ya da kendi deyimiyle, "Garbzedegi" isimli eserin sonunda kalemin temizlenmesi için; "İkterebeti's-saati ve'n-şeqqe'l-kamer."[131] ayetini getirmekte ve kitabını bununla bitirmektedir. Edebiyat alanında büyük bir maharete sahip olan İhvan, şiirlerinde Kur'an ayetlerine ve ibarelerini hayli fazla telmihatlarda bulunmaktadır. Ayrıca Fe'rruh Temimi'nin "Habil'in zamanından" isimli çok güzel ve etkileyici bir şiiri vardır ki bu şiirinde Kur'an'daki Habil ve Kabil kıssasına telmihatlan içermektedir. Edebiyat alanında maharetli bir şahsiyet olan Dr. Şefii Kedkeni'nin de Kur'an'dan ilham alan çok güzel şiirleri vardır. Bu şiirlerinden birisi "Izdırab-ı İbrahim" isimli şiiridir.
Yine aynı şekilde Simin Behbehani Hanım'm şiirlerinde de Kur'an-ı Kerim'e dayanan ve ona işaret eden örneklere sık sık rastlamak mümkündür.
Fakat bu meydanın kahramanı, değerli dostum sanatçı şair değerli Seyyid Ali Musevi-yi Germarudi Bey'dir. Zira onun şiirinde Kur'an'dan aldığı ilhamlar çağdaşı olan bütün şairlerden daha fazladır. Onun birçok şiirinde Kur'an ayetlerine, kıssalarına ve ibarelerine işaretleri bulmak mümkündür. Bu da onun Kur'an'a ne kadar aşık olduğunu göstermektedir. Ayrıca Sohrab Sipehri'nin de bu noktada güzel telmihatları vardır.
21- Kur'an'ın zihnimizde, dilimizde ve yaşantımızda büyük bir etki oluşturduğu bir diğer nokta da asrımızın yüzakı olan bir kısım inkılapçı düşünceye sahip, istibdat ve sömürgeciliğe karşı mücadele eden kimselerin Kur'an'ın anahtar sözcüklerine sık sık değinmeleridir. Şüphesiz ki, bu alanda bunların başında gelen en önemli şahsiyet merhum Şehid Ali Şeriati'dir. Zira înkılab-i İslami kavramı, ilk kez onun tarafından dile getirilmiştir. Ayrıca genellikle ahlaki-siyasi kavramların da büyük bir kısmı onun diliyle zihinlerimize yerleşmiştir. Merhum Şeriatı, şu ıstılahları doğrudan Kur'an’dan almıştır: Müstekbir/istikbar; Müztez'af/istiz'af; Mütref/itraf; Kıst/Kasıtin, muksıtin; Mizan (terazi); Habil ve Kabil (ve onların toplumsal karşılıkları); Mele', şeytan (İnkılab esnasında "Büyük şeytan" ibaresine dönüştü); Cahiliyet (bu tabir Seyyid Kutub ve onun benzeri İslam dünyasının mübariz şahsiyetleri tarafından da kullanılmıştır); İmam/imamet (rehberlik); Ümmet (ki onun en önemli kavramlarından biriydi) ve son olarak da Hizbullah ve Tağut kavramları onun Kur'an'dan alıntıladığı en önemli kavramlardandı. O, bu Kur'anî ıstılahları, yeni toplumsal-siyasi konularda kullanıyordu. Bendeniz Merhum Şeriati'nin eserlerinin tümüne vakıf değilim. Şayet tümüne vakıf olsaydım elbette daha çok kavramı zikretmem mümkündü.
Bu toplumsal-inkılabi kavramlar İmam Humeyni ve onun inkılapçı takipçileri tarafından ve hakikatte bütün inkılabı İran milleti tarafından da sık sık kullanıldı ve hala da büyük bir iştiyakla kulIanılmaktadırlar.
22- Kur'an'ın toplumsal yaşamdaki en önemli etkilerinden biri de şudur ki Kur'an (=Kitap), Şia'da dört temel ictihad ve ahkam kaynağın birincisidir. (Kitap, sünnet, icma', akıl). Bu konuda daha önceki bölümlerde genişçe açıklamalar yapmıştık. Kur'an birinci derecede bizim kanun-i esasimizdir, sonra Medeni kanunumuzdur. Ayrıca ceza ve hukuk kanunlarımız hep ondan çıkarılmıştır. Yeni asırda da İslam hükümetinin en temel maddesi olan Velayet-i Fakih de Kur'an-ı Kerim’e ve masum imamlara dayanmaktadır. Cuma namazı, kısas, diyet vb. gibi Kur'anî hükümler ve cezaların tümü Kur'an’dan içtihadı olarak çıkarılmış ve bunlar birer kanun hükmü olarak yaşamımızda yerini almıştır. İran'ın siyasi ve idari yapısında temel olarak kabul edilmiş olan şura esası da Kur'an'a dayanmaktadır. Yeni İslam düzeninde, Şura-yı Nigehban kurumu da en seçkin müctehidler ve fakihler tarafından oluşturulmuş ve bunun için tesis edilmiş bir kurumdur. Bu kurum, gerekli olan yeni kanunların çıkarılmasında Kur'an'a olan uyumlulukları, İslami oluşları kontrol etmektedir.
Fakat iktisadi-örfi-ictimai yapılanmalar, bazen sorunlar ve engeller çıkarmaktadır. Örneğin, faizsiz ve kâra dayalı banka sistemi vb. birkaç konu henüz tam anlamıyla halledilmiş değildir.
23- Kur'an'ın biz müslümanlar üzerindeki en önemli ve en büyük bir diğer etkisi de onun yaşamımız, ahlakımız ve hatta ahlaki yapımız üzerindeki etkisidir. Bu konuda da daha önceki bölümlerde geniş açıklamalarda bulunmuştuk. Burada sadece bir hatırlatma amacıyla birkaç örnek zikredelim. Örneğin selam verme, evlere girerken izin isteme, oturulan mecliste yeni gelene yer verme, marufu emir ve münkerden nehiy, takva sahibi olma, iyilikte bulunma, ihlas, uhuvvet, emaneti ehline verme, tevazu, anne ve babanın hakkını verme ve onlara saygı gösterme, tevazu, tevekkül, hilm, sabr, şükür, doğruluk, bağışlama, kanaat, şefkat, ahde vefa vb. yüzlerce güzel ahlak örnekleri hep Kur'an’a dayanmaktadırlar. Ayrıca bunların zıddı olan istikbar, istihza, israf, gıybet, iftira, mala düşkünlük, mal biriktirme, cimrilik, nankörlük, şükürsüzlük, gösteriş yapma, tebzir, ziynetleri gösterme, başkalarının gizli yönlerini araştırma, gurur, tekebbür, tekasür, başkalarına kötü lakab takma, hased, hırs, rüşvet alma, faiz yeme, yalan yere yemin etme, zina, kin besleme, fesad ve fuhuş, yalan, haksız kazanç, küfür ve küfran, nifak, kötü amel, hile, livata, söz tutmama, hayırdân alıkoyma, söz getirip götürme... vb. kötü ahlak örnekleri de hep Kur'an’dan çıkarılmıştır. Bunlarla ne derece amel edip etmediğimiz konusu ise başka bir şeydir.
24- Kur'an'ın dilimiz ve zihnimiz özellikle de Kur'an’a ünsiyet bağlamış olan edeb ve ilim ehli şahsiyetler üzerindeki bir diğer önemli dilsel-edebi etkisi de Kur'anî ayetler ışığında atasözü ve vecizeler oluşturma noktasıdır. Bu alanda da birçok kitap kaleme alınmıştır. Kur'an ayetleri ışığında söylenmiş olan ata-sözlerinin ve güzel sözlerin sayısı hayli çoktur. Eski asırlardan içinde bulunduğumuz asra dek birçok kitap kaleme alınmış ve bu kitaplar elde mevcuttur. Bu sözlere birkaç örnek verecek olursak şunları zikredebiliriz: "Birkaç kitap yüklenmiş eşek" (Cuma,5), "Evlerin en çürüğü Örümceğin evidir" (Ankebut, 41), "İpliğini kat kat büktükten sonra sökmeğe çalışan kadın gibi olmayın" (Nahl, 92), "Her nefis kazancına karşı bir rehindir" (Müdessir, 38), "Her nefis ölümü tadacaktır" (Al-i İmran, 185), ve buna benzer yüzlerce örnek...Kur'an'ın üstünlüğü, yüceliği ve önemine dair anlatmış olduğumuz bu kısıtlı bilgilerin Kur'an karşısında bir hiç mesabesinde olduğu şüphesizdir. Bununla birlikte konuyu burada tamamlıyoruz. Gerçekten, acaba şii ve sünni müslümanların ferdi ve toplumsal hayatında bu derecede bir etkiye ve nüfuza sahip olan bir başka kitap var mıdır hiç? Kur'an Hab-iullah'tır, İlahî bir kaynak ve çeşmedir, ve İslam toplumu, ondan daha Önemli, daha yapıcı ve daha yaşamsal bir Urvetü'l-Vuska'yı bulmamıştır ve asla bulamayacaktır. Hafız şöyle der:
"Geret hevast ki ma'şuk ne-guseled peyman / Nigah dar ser-i rişte ta nigeh dared"
(Eğer maşukun sözünü bozmasını istemiyorsan / topağın ucunu muhafaza et ta ki, bozmasın.) [132]
İ'lamdan (müfredi alem'dir) maksad, ferde özgü ve münhasır olan şey, varlık ya da olgudur. Örneğin, at bir ism-i 'am'dır (cins isimdir) ve bu cinsteki tüm hayvanlara ıtlak olunur. Fakat Zülcenah, İmam Hüseyin'e ait olan atın ismidir. Rahş, Rustem'e veya Şebdiz, Husrev Perviz'e özgü olan attır. Ve bunlar özel veya alemdirler. Kitab, ism-i am'dır ve bu şeyin bütün fertlerine ıtlak olunur. Fakat Kur'an, Tevrat, İncil, Zebur, Şehname, Mesnevi-yi Mevlana gibi isimler, ism-i has veya alemdirler. Şehir, cins isimdir ve yer küresindeki binlerce şehre ıtlak olunur. Fakat Medyen ve Medine (Yesrib) ve Mekke özel isimlerdir ve bundan dolayı da alemdirler. İnsanlar konusunda da aynı durum sözkonusudur. Adem, beşere ve insana ıtlak olunduğunda cins isimdir, bundan dolayı da am'dır. Fakat insanlığın babası veya sefiyullah'a ıtlak olunduğunda özel isimdir ve bundan dolayı da alemdir. O halde alem, bir cinse veya bir türe ıtlak olunan ism-i amın tersine o cins ve türün sadece bir ferdine ıtlak olunan isimdir.
Kur'an i’lamları da bu kaideden müstesna değildirler ve ferde (ister tarihi, ister coğrafi, insani, canlı ve kültürel olsun) özgü eşya ve mevcudat ya da olgulara denir. Bu bölümde Kur'an’ın en önemli i’lamlarının kısa ve alfabetik sıraya göre tanıtımı üzerinde duracağız. Adem'den Yunus'a ve Yehud'a kadar. Sözkonusu edilecek bu isimler alfabe sırasına göre olacaktır. [133]
Adem ya da Ebu'l-Beşer, Halifetullah, Sefiyullah ve Muallimü'1-Esma, Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Mecid nassına göre, Allah'ın topraktan yaratmış olduğu ilk insandır. Adem, aslında toprağa ait veya kırmızı renk anlamına gelen İbranice asıllı bir kelimedir. Onun Peygamber oluşu konusunda müfessirler ve din araştırmacıları arasında görüş ayrılığı sözkonusudur. Kur'an'da onun Peygamber olduğuna gayr-i sarih bir işaret vardır.[134] Yüce Allah Adem'i kendi halifesi olarak yaratmıştır.[135] Adem ve eşi Havva mutlu bir şekilde cennette hayatlarını sürdürüyorlardı. Ta ki şeytanın aldatmacasıyla İlahî emrin dışına çıkıncaya kadar. Ebedi yaşam arzusuyla yasak olan ağacın meyvesinden yediler ve İlahî emirle cennetten çıkarıldılar (=Hebut). Hafız şöyle der:
İsyan şimşeğinin Adem-i Safi'ye çarptığı yerde bize günahsızlık iddiası nasıl yakışır. [136]
Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu En'am suresinin 74. ayetine dayanarak Azer'i Hz. İbrahim'in gerçek babası olarak kabul etmişlerdir. Fakat kelamcıların ve müfessirlerin bir kısmı da Kur'anî istinadlara[137], hadislere ve tarihi bilgilere dayanarak Azer'i Hz. İbrahim'in amcası olarak ve onun babasını tarih olarak kabul etmekte ve İlahî Peygamberlerin babalarının şirk pisliğinden uzak ve temiz oldukları inancındadırlar. Arap örfünde teyzeye anne olarak, amca veya dayıya da baba olarak hitab etmek adettir. [138]
Halilullah, Halilu'r-Rahman ve Ebu'l-Enbiya (Peygamberlerin babası) olarak bilinen Hz. İbrahim, Nuh'dan sonra ulu'1-Azm Peygamberlerin (büyük Peygamberlerin) ikincisidir. O, oğlu İsmail yoluyla Arabların atası, diğer oğlu İshak yoluyla da Ben-i İsrailin atasıdır. Kur'an'ın ondördüncü suresi onun adıyla adlandırılmıştır. Kur'an, Hz. Resul (s.a.v) ve İslam dininin Hz. İbrahim'le aralarında manevi ve derin bir bağın olduğunu açıklamıştır.[139] Onun sahip olduğu iman aşkı, başıboşluktan dosdoğru olan tevhid dinini buluncaya kadar geçen yaşamı, dinler tarihinin en seçkin ve en güzel olaylarındandır. Özellikle Hz. İbrahim, üç tevhid dini olan Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam dininde çok muhterem olarak bilinir ve bundan dolayı da bu üç din, İbrahimî dinler olarak adlandırılırlar. Kendi zamanının çok zalim ve imansız padişahlarından olan Nemrud, O'nunla devamlı mücadele ve mübareze halinde idi ve sonunda İbrahim'i ateşe attı. İlahî emirle o ateş, O'nun için serinlik ve esenlik oldu. Istılahi olarak o ateş, adeta gülistana dönüştü. O, rüya-yı sadıkaya uyarak oğlu İsmail'i (bir başka rivayete göre de İshak'ı) kurban etmeğe azmetti. Fakat kurban eylemini tam gerçekleştireceği esnada, Yüce Allah tarafından bir melek gelir ve ona İlahî sınavı başarıyla geçtiği müjdesini ulaştırır ve oğlunu kurban etmekten alıkoyar.[140] Onun yapmış olduğu en önemli işlerin başında, Ka'be evini inşa etmektir. Ayrıca sünnet olma, tırnak kesmek, bıyıkların kısaltılması, koltuk altı kıllarının tıraş edilmesi, taharet alma vb. gibi temizlik işleri onun sünnetlerindendir. Onun mezarı, bugün el-Halil şehri (Filistin'de) olarak bilinen yerdedir. [141]
İblis veya şeytan, en önemli gaybi varlıklardan biridir. İblis, önce cinler zümresindendi, İlahi emir olan Adem'e secde etme emrinden çıkınca Yüce Allah'ın dergahından kovuldu ve İlahi imtihanı kaybedenlerden oldu. Istılahi olarak "Racim" ve mel'un oldu ve şeytan olarak adlandırıldı. İblis ismi, Kur'an’da 11 yerde geçmektedir. Biri dışında diğer konuların tümünde Adem kıssası ile ilgilidir. İblis, bu olaydan intikam almak için insanları gücü yettiği derecede saptırmağa, onları hak yoldan çevirmeğe ahdetmiştir. Yüce Allah buyurmuştur ki, Mü'min kullarına hiçbir zarar veremez ve ona kıyamet gününe kadar mühlet vermiştir.[142]
Ebu Leheb, Abdulmuttalib'in oğlu, Hz. Peygamber (s.a.v)'in amcası ve asıl adı Abdu'1-Uzza idi. Küfrün ileri gelen simalarından, Peygamber (s.a.v), Kur'an ve İslam'ın azılı ve sürekli düşmanlarından biri idi. Hz. Peygamber (s.a.v), "Yakın akrabalarını uyar."[143] ayeti nazil olduktan sonra onu ve Kureyş'in diğer ileri gelenlerini İslama davet ettiği bir seferinde Ebu Leheb, Hz. Peygamber (s.a.v)’e çok kötü hakaretlerde bulunmuş ve Tebbet ya da Mesed suresi[144] onun bu hakaretlerine cevap olarak nazil olmuştur.[145]
Ahkaf kelimesi, Kur'an lügatlarında, tefsirlerinde ve tercümelerinde "kum tepeleri" olarak tanımlanmıştır. Bu kelime, sadece bir kez Kur'an-ı Mecid'de, Ad kavminin (Hud kavmi) yaşadığı zemin anlamında kullanılmıştır. Bu bölge, Arabistan yarımadasının güneyinde bir çöldür. Kur'an-ı Kerim'de bu adla bir de sure vardır.[146]
Ahmed, İslam Peygamber (s.a.v)'inin isimlerinden biridir. Kur'an-ı Mecid'in sadece bir yerinde Saff suresinin altıncı ayetinde zikredilmiştir. Bu ayetin meali şudur: "Bir vakit de Meryem oğlu İsa şöyle dedi: Ey İsrailoğulları! Ben size Allah'ın resulüyüm, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir Peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)..."[147] Birçok eski ve yeni müslüman ve gayr-i müslim araştırmacı şöyle demiştir ki, Yuhanna İncilinde gelmiş olan ve ondan maksad ruhu'1-kuds olduğu sanılan Yunanlı Paraklitus (Arapça talaffuzu Faraklit), hakikatte Periklutus kavramının tahrif olmuş veya yanlış anlaşılmış şeklidir. Periklutus'un anlamı, çok övülmüş (=Ahmed) demektir. Bu kelime, Arami dilindeki Muhmene kavramının Yunanca tam tercümesidir. Aramı dili, İsa Mesih'in zuhur ettiği zamanda ve ondan sonraki birkaç asırda Filistin'de çok revaçta olan bir dildir. Ve hiç şüphesiz bugün tahrif olmuş olan İncillerin geçek ve asıl dili idi. [148]
İlahî Peygamberlerdendir. İsmi sadece iki kez Kur'an-ı Kerim'de anılmıştır.[149] Taberi, onu Nuh'un babasının dedesi olarak ve Tevrat'taki isminin Ehunuh olduğunu zikretmektedir. Kimileri de onun ismini ders kelimesiyle aynı kökten geldiğini kabul etmişlerdir. O, kalemle yazan ve terzilik yapan ilk kişidir. Allah'ın ona astronomi, matematik ve yıldızbilim ilmini öğrettiği rivayet edilmektedir. İdris'in de Hz. İsa gibi diri olduğu halde altıncı göğe çıkarıldığı da söylenmektedir. Kimileri de bu çıkarılışın mekansal olmadığını, aksine manevi olduğunu iddia etmiştir.[150]
İrem kelimesi, Kur'an’ın sadece bir yerinde[151] kullanılmıştır. Taberi, Kur'an’ın "ireme zati'1-imad" ibaresini Ad kavminin bir kolu olan bu kavmin çadır ve çadırdaki yaşamlarına işaret olduğunu söylemektedir. Sonradan gelen müslüman araştırmacılar, İrem'in sütunlara sahip bir şehir olduğunu ve bu tasvirin Dımaşk'a (Şam) uyduğunu söylemişlerdir. Şerar b. Ad'ın İrem ile ilgili bir hikayesine göre, Aden'e yakın bir yerde cennete benzetilen bir yer olduğu ve oranın halkının içine girdiği gurur, kibir ve tuğyandan dolayı bir tufanla yok edildiği söylenmektedir. Bu rivayete göre, bu şehir veya kasaba kum tanecikleri arasına gömüldü. İrem ve onu meydana getiren insanlarla ilgili birçok hikaye mevcuttur.[152]
Ben-i İsrail kavminin Peygamberlerinden ve İbrahim ve Sara'nın oğludur. Kur'anda 17 kez kendisinden söz edilmiştir. O, babası İbrahim'in yüz yaşında, annesi Sara'nın doksan yaşında olduğu bir zamanda dünyaya gelmiştir. İshak, İbranice'de gülümseyen anlamına gelir. Saffat suresinde 100. ayetten 113. ayete kadar Yüce Allah tarafından oğlunu kurban etmek için görevlendirilen İbrahim'in sadık rüyasından söz edilir. Baba ve oğul büyük bir içtenlikle bu emre boyun eğerler. Nihayet bir melek Yüce Allah'dan onun İlahî imtihanı geçtiği ve oğlunu kurban etmemesi gerektiği müjdesini getirir. Kimi müslüman araştırmacı, müfessir ve kelamcılar, kurbandan kasdın İshak olduğunu, kimileri de (özellikle Şiiler) İsmail olduğunu kabul etmişlerdir. İshak, Yusuf'un babası olan Yakub'un babasıdır. .Hepsi de büyük Peygamberlerdendir. [153]
İsrail, Yakub b. İshak'ın lakabıdır ve bu unvanla Al-i İmran suresinin 93. ayetinde tasrih olunmuştur. Yahudi kavminin en büyük ve en asli kolu olan Ben-i İsrail, O’nun evlatlarıdır. Bu konuda daha geniş bilgi için bu bölümdeki "Ben-i İsrail" ve "Yakub" kelimelerine bakınız. [154]
İlahî, tevhidi dinlerin en son ve en kamil olan dinidir ki, İlahî vahiy temeline dayalı, vahiy programı ve en son semavi kitab, yani Kur'an-ı Kerim'e dayanan Yüce İslam Peygamberi Hatemu'l-Enbiya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) aracılığıyla insanların kurtuluşu ve onları doğru yola iletmek için tebliğ olunmuştur. Bu dine inanlara Arapçada Müslim (erkekler) ve müslime (kadınlar), Farsçada ise müselman denir. Fıkhi ve resmi olarak İslam ile müşerref olmak şahadeteyn'in (Allah'ın birliğine şehadet ve Hz. Muhammed'in nübüvvetine şehadet) edasıyla gerçekleşmektedir. Elbette İslam’ın esası ehli sünnet açısından üç şekildedir:
1- Tevhid,
2- Nübüvvet,
3- Miad.
Şia'da ise bu üç esasa iki esas daha eklenmektedir: Adl ve imamet. İslam dini miladi 622 yılı dolaylarında, Mekke'de, İlahî emirle ve Resulullah (s.a.v)'in aracılığıyla Mekke'de nazil olan ilk Kur'an ayetleriyle ilan edildi. Hz. Peygamber (s.a.v)’in hayatı süresince tüm Arap yarımadasına yayıldı. Resulullah (s.a.v)’ın irtihalinden yarım asırdan daha az bir süre sonra fethedilen birçok ülkeye yayıldı. İslam'ın lügat manası, Hakkın hükmüne teslim olmak, İlahî emir ve iradeye rıza göstermek demektir. İranlılar ikinci Raşid halife, Hz. Ömer b. Hattab döneminde İslam ordusuna yenildikten sonra[155] müslüman oldular ve İslam inkılabına ve kültürüne üstünlük ve tekamül sağladılar. [156]
İsmail (İbranice'de Allah işitir anlamına gelir), Hz. İbrahim'in eşi Hacer'den olan büyük oğludur. Büyük Peygamberlerdendir. İbrahim'in ilk eşi Sara, kısır olduğundan (daha sonraları İlahî mucizeyle 90 yaşında kısırlığı gitti ve İshak'ı dünyaya getirdi), çocuk sahibi olsun diye cariyesi Hacer'i İbrahim'e bağışladı. Hacer, Hz. İbrahim'den İsmail'e hamile kaldıktan sonra Sara ile aralarındaki ilişki bozuldu ve ailesinin arasından uzaklaştı ve susuz, bitkisiz olan bir çöle gitti. İlahî iradeyle onun için bir su kaynağı meydana geldi o susuz çölde, bir melek, onun doğuracağı çocuğun erkek olacağı ve ismini İsmail koyması müjdesini getirdi. Yıllar sonra İsmail, Babası İbrahim ile birlikte Ka'be evinin temelini Mekke'de inşa etti. İbrahim, sadık rüyasında oğlunu kurban etmekle görevlendirildi. Müfessirler, özellikle de Şii müfessirler bu kurbanın İsmail olduğu görüşündedirler. Yahudiler ve Ben-i İsrail, İshak'ın neslinden gelir, Arablar veya Ben-i İsmail de Hz. İsmail'in neslinden gelirler. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.v) de Hz. İbrahim'in zürriyetindendir. [157]
Uhdud, çukur anlamına gelir. Bu kelimenin çoğulu Ahadiddir. Ashab-ı Uhdud kıssası konusunda değişik rivayetler vardır. Tarihi açıdan kabul edilmeğe en uygun olan ve en makbul olan görüş Taberi'nin görüşüdür. Taberi'nin rivayetine göre, Ashab-ı Uhdud, dinlerinde samimi olan ve inançlarını büyük bir dirençle savunan Necran bölgesi yahudileridir. Dönemin hrıstiyan padişahı ve zorbası olan Zu Nevas, onlara bir elçi gönderdi ve onları hrıstiyanlığı seçip yahudiliği terketmeğe davet etti. Onlar ise, bu daveti kabul etmediler ve iş zora bindi. Zorba padişah tarafından gönderilen elçi öldürüldü. Bunun üzerine Zu Nevas büyük bir orduyla Necran ehli yahudilerini yenilgiye uğrattı ve onların büyük bir kısmını ateş dolu çukurlara attırdı ve diri diri yaktı. Bu kıssaya, Kur'an kıssalarının üslubu gereği Buruc suresinde[158] üstü kapalı bir şekilde işaret edilmiştir. [159]
A'raf, urf kelimesinin çoğulu olup üst, üstünlük, tepe anlamına gelir. A'raf, Kur'an’ın yedinci suresinin ismidir. Bu surede A'raf ve Ashab-ı A'raf’a işaret edilmiştir. "İki taraf arasında bir perde ve A'raf üzerinde de herkesi simalarıyla tanıyan bir takım adamlar vardır; cennet ehline, ‘Selam size!’ diye nida etmektedirler; ki bunlar ümid etmekle birlikte henüz ona (cennete) girmemişlerdir. Gözleri, cehennem ehli tarafına çevrildiği vakit de; ‘Ey Rabbimiz, bizleri o zalimler topluluğu ile beraber kılma!’ demektedirler. O A'raf halkı simalarıyla tanıdıkları bir takım adamlara da seslenip: ‘Gördünüz mü, ne topluluğunuzun ve ne de kibirlenmenizin size hiçbir faydası olmadı. Allah onları hiç bir rahmete erdirmeyecek, diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?’ (Ve cennetliklere dönerek): ‘Girin cennete, artık size ne korku vardır, ne de siz üzüleceksiniz!"[160] Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu, A'rafın cennet ile cehennem arasında var olan bir duvar olduğu inancındadır. Hadid suresinin 13. ayetinde de bir tarafında rahmet diğer tarafında da azab olan duvar diye zikredilmiştir. Kimi müfessirler de A'raf’ın sırat küprüsü olduğunu iddia etmişlerdir. Ashab-ı A'raf'ın kimler olduğu konusunda birkaç görüş vardır:
1- Bir kısım melek,
2- İyilikleri ve kötülükleri eşit olan kimseler,
3- Şehidler ve cihad edenler, özellikle de İlahî hüküm gereği fakat anne-babalarının iznini almaksızın cihada çıkan kimseler,
4- Anne-babanın kendilerinden memnun olmadığı kimseler,
5- En önemli görüş, bir çok Şii müfessirin kabul ettiği ve Hz. Ali'den rivayet edilen şu görüştür: "Bizler, A'raf ashabıyız, ve kendi dostlarımızı işaret ve simalarından tanırız..."[161]
Eyke, çok sık olan ormanlık demektir. Eyke ashabının ismi Kur'an'ın dört yerinde zikredilmiştir. Kimi müfessirler, Eyke ashabının Medyen kavmi olduğunu ileri sürmüştür. Kimileri de Şuayb'ın onlara geldiği ve onlara risaletle görevlendirildiği bir başka kavim olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu kavmin yaşadığı toprakların Sina yarımadası veya onun yakınlarında ve Gülzum denizi sahillerinde olduğu zikredilmiştir.[162]
Ashabu'l-Cenne konusunda gözönünde bulundurulması ve yanılgıya düşülmemesi gereken birinci nokta şudur: Kur'an-ı Kerim örfünde iki tür ashabu'l-cenne vardır. Birincisi ve en meşhur olanı cennet ehli ve cennetlikler demektir. Fakat bunlar, Kur'an'ın özel isim ve i'lamlarından değildir. Burada kasdolunan Kalem suresinin 17-33. ayetleri arasında bir bütün halinde ve bir kez olarak kıssaları anlatılmış olan bağ sahipleri anlamındaki ashabu'l-cenne demektir. Bunlar, dünyaya kapılmış olan ve bağlarından elde ettikleri meyvelerden ve gelirden ihtiyaç sahiplerine hiç bir şey vermek istemeyen bağ sahipleridir. Bundan dolayı da sabah erkenden bağlarına gidip meyve toplamayı kararlaştırmışlar, fakat Allah'a tevekkül etmemişler ve "inşaallah" dememişlerdir. Bu tür bir tarz Allah'ın rızasına uymayan bir tarzdı, ve İlahî kahır, şimşeklerden çakan ateşler şeklinde bahçeyi küle çevirdi. Küle dönmüş bu bağlarına gittiklerinde bir anda yollarını şaşırdıklarını, gördüklerinin kendi bağları olmadığını zannettikleri bir durum içine girdiler. [163]
Ashab-ı Res'den Kur'an'ın iki yerinde[164] sözedilmiştir. Fakat onlar ile ilgili herhangi bir bilgi verilmemiştir. Eski tefsirler, Res halkının Ad ve Semud kavimlerinden geriye kalan veya onların komşuları olduğunu kabul ederler ve Hadramut'ta yer alan Bi'r-i Muattale'yi (etkisi olmayan kuyu veya su arkı) ve Kasr-ı Meşid'i (ucu göğe yükselmiş saray, Hacc, 45) onlara bağlamaktadırlar. Bunlar da tıpkı Ad ve Semud kavimleri gibi kendi Peygamberlerini inkar etmişlerdir ve sünnetullaha uygun olarak helak olmuşlardır. Kimileri de sadece lafzî benzerlik nedeniyle "Eres" olduğu görüşünü ileri sürmüştür ki bunun bir gerçekliği yoktur. [165]
Sebt, lafız ve mana itibariyle cumartesi anlamındadır. Her kültürde ve her medeniyette mukaddes ve haftanın tatil günü sayılan bir gün mevcuttur. Örneğin, Adine, eski İran'da, İslam öncesi eski Arap toplumunda Yevmü'l-Urube olarak da isimlendirilen ve İslam’ın bunu yücelttiği ve mukaddes o\arak kabul ettiği Cuma günü, Yahudiler nazarında kutsal ve tatil günü cumartesi (=Sebt), hristiyanlarda da mukaddes ve tatil günü pazar olarak kabul görmüştür. Nasıl ki, biz müslümanlar açısından cuma gününün bir kudsiyeti ve İslam'da bugüne özgü bazı hükümler var ise ve bu günde çalışmanın terkedilip ibadet ile uğraşılan bir gün ise, aynı şekilde sebt (cumartesi) gününde de aynı veya benzer hükümler vardır ve dünyevi işlerle uğraşmamak gerekir. Özellikle de yahudilerin mesleği ve ihtiyacı olan balık tutma işi de yapılmaması gereken işlerdendi. Onların kötü bahtlılığından veya İlahî imtihan gereği, balıklar cumartesi günü suda görülüyorlardı. Cumartesi günü dışında -balık tutmanın helal olduğu diğer günlerde- tutulabilecek bir tek balık bile suyun içinde görülmüyordu.[166] Bundan dolayı da yahudiler bir hile-i şer'iye düşüncesine kapılmışlardı. Havuzlar yaptılar ve cumartesi günü görülen balıkların deniz yolunu bu havuzlara yöneltmişlerdi ve balıkların denize açılan yolunu tıkamışlardı ve cumartesi günü yasağının olmadığı sonraki günde onları sudan çıkarıyorlardı. Ta ki kendi inançlarına göre; "Biz cumartesi günü balık avlama işine çıkmıyoruz." diyebilsinler. Ashab-ı Sebt'ten (Cumartesi ehli), Bakara 65, Nisa 47; A'raf, 163; Nahl 124. ayetlerde söz edilmiştir. Yüce Allah, itaatsizliklerinin cezası olarak onları, maymuna (gerçek olarak veya istiari ve manevi olarak) çevirmiştir. [167]
Ebrehe, Habeş kralı Necaşi tarafından Yemen valisi olarak tayin edilmişti. Onun valiliği ve hakimiyeti zamanında Ben-i Malik taifesine mensup Arap bir adam, kasten veya gayr-i kasti olarak bir kiliseyi kirletir. Bu haber, Ebrehe'ye ulaşır. Bundan dolayı intikam almak istedi ve büyük bir orduyla, kendisi ve yakın adamları büyük fillere bindikleri bir halde Mekke'yi ve Ka'be'yi yıkma ve harap etmeye kalkıştılar. İlahî emirle fevc fevc hareket eden kuşlar, onlar üzerine çamurdan sertleşmiş taşları (siccil: Taş-çamur) yağdırdılar. Bu çamur parçaları, tıpkı birer top güllesi gibi onları yere yıkıyordu. Kimi müfessirler, siccilin bulaşıcı bir hastalık olduğu ve Ebrehe'nin ordusu arasında yayıldığı ve onları ayaktan düşürdüğü inancındadır. Bunların hikayesi Fil suresinde açıklanmıştır. Bu surede zikri geçen "Tayren Ebabil"in hiçbir özel kuşa işaret etmediğine dikkat edilmelidir. Yani müfredi Ebbule olan Ebabil, bir kuş veya uçan şey anlamında değildir. Aksine kuşların toplu halde uçma heyetine (ya da kimi zaman develerin hareket haline) ebabil denmektedir. [168]
Ashab-ı Karye, Yasin suresinin 13. ayetinden 30. ayetine kadar kendilerinden söz edilen kimselerdir. Müfessirlerin bir çoğu Karye'nin (Zira Kur'an örfünde karye, köy veya nahiyeye değil daima şehire karşılık olarak kullanılmıştır) Antakya olduğu inancındadır. Antakya, Türkiye ve Suriye sınırında ve Akdeniz kıyısında bulunan eski bir şehirdir. Ashab-ı Karye, başlangıçta iki kişiydi. Sonradan onlara bir kişi daha da eklendi ki üçü de İlahî Peygamberlerdendi. Kimileri de bunların İsa Mesih'in Havarilerinden olduğunu iddia etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir ki şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi ve halkı Ashab-ı Karye'nin davetini kabul etmeğe çağırdı ve onlara nasihat etti. Fakat halk onu öldürdü ve daha sonra ebedi olarak İlahî azab ve intikama duçar oldular ve yok oldular. Bu adamın isminin Habib Neccar olduğu rivayet edilmiştir. [169]
Kehf suresinde zikredilmiş olan Ashab-ı Kehf’in kıssası, eski yahudi ve hrıstiyan kaynaklarında da anlatılmaktadır. Efesus şehrinin güzel düşünceli ve temiz şahsiyetli gençlerinden yedi kişi zamanın hakim olan putperestlik fikrinden uzak bir yaşam sürdürüyorlardı. Ve Dikyos ya da Dikyanos döneminde (hrıstiyanlığın ilk asırlarında) Tevhide ve putperestliği terketmeğe davet ettiler. İmparator ve onun çevresinde bulunan kimselerin bu davetin siyasi bir anlama bürünebileceğini ve taht ve tacı tehlikeye sokabileceğini sezmeleri mümkündür. Bundan dolayı da gençleri takibe alıp sıkıntı vermeğe başladılar. Bu gençler de uğradıkları bu baskı ve işkencelerden kaçıp bir mağaraya sığındılar. Onları takip edenler de mağaranın girişini kalın bir duvarla örüp kapattılar. Gençler ve mağarada bulunan vefalı köpekleri İlahî emir ve mucizeyle 300 yıllık bir uykuya daldılar ve muvahhid bir padişah olan Teodosyus'un imparatorluğu zamanında (M. 401-450) uyandılar. İçlerinden birini yanlarında bulunan bir sikkeyle (eski para) açlıklarını giderecek bir şeyler alması için şehre gönderdiler. Bu kişi şehre vardığında fırıncı ve bu eski sikkeyi gören diğerleri hayretler içinde kaldılar ve bu gencin bir hazine bulduğu zannına kapıldılar. Onu şehrin kadısına götürdüler. O da kadının huzurunda kendisi ve arkadaşlarının uğradığı vakıayı anlattı. Şehrin tüm ileri gelenleri onunla birlikte mağaraya gittiler. Henüz yeni uyanmış olan ve birkaç yüz yıllık yatak yerlerini gördüler. Kur'an'da onların uyudukları yılların sayısı 309 yıl olarak zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerim, bu kıssayı miadın üzerindeki garabeti kaldırmak için nakletmiştir. [170]
"Allah", yüce Allah'ın Arap dilindeki zati ismidir ki, İslam öncesi arap toplumunda da bu isim aynı anlamda kullanılmakta idi. Bu mukaddes kelime, Kur'an-ı Kerimde 2698 kez kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim'de haklı olarak yüce Allah'ın varlığının felsefî-mantıkî olarak ispat edilmesine ihtiyaç yoktur. Semavî kitaplar, yüce Allah'ın varlığını müsellem olarak kabul ederler. Fakat filozoflar ve kelamcılar, Allah'ın varlığını ispat etme delillerini inceleme noktasında açıklamışlardır ki, doğu ve batı mütefekkirleri arasında bu noktada düşünsel benzerlikler vardır. Kur'an-ı Kerim'in vasfettiğine göre, Allah, dünyanın ve alemde bulunan tüm varlıkların üzerinde tek hakimdir, O, yaradılışın başlatıcısı ve sona erdiricisidir. O, ilim ve bilgi, irade sahibidir, semi' ve basirdir, rahman ve rahimdir. Esmaü'l-hüsna (güzel isimler) sahibidir. O, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, onlara doğru yolu gösterecek, cehalet ve küfür karanlığından ilim ve iman aydınlığına ulaştıracak Peygamberlerin göndericisidir. Aynı şekilde semavi İlahî kitapların da göndericisidir. Kıyamet, onun emriyle insanların hesap kitap işini belirlemek ve hayır işleyenlere mükafat, şer işleyenlere de ceza vermek için yaratılacaktır ve insanlar, kendi amellerine göre, ya cennete gidecekler ya cehenneme ya da A'rafa gideceklerdir. İnsanların hangisinin daha iyi olduğunun tesbit olunması için ölümü ve dirilişi yaratan O'dur.[171] Allah'ın işi, "Kün feyekün." (Ol deyince hemen oluverir) şeklindedir. Varlık aleminin tümü O'nun kudreti altındadır ve O, meleklerin ve diğer gaybi varlıkların (cin, ruh vb. gibi) yaratıcısıdır. [172]
İlyas, İbranice Elyaye isminden gelmiş olan Arapça ve Kur'anî bir isimdir. O, İlahî Peygamberlerden ve Ben-i İsrail kavmi arasında risaletle görevlendirilmiştir.[173] Kur'an-ı Kerim'de, üç kez kendisinden sözedilmiştir.[174] Üçüncü defasında onun ismi el-Yasin olarak zikredilmiştir. Onun görevi, Ba'l'e (bir put ismi) tapınmaktan vazgeçirmekti. [175]
Bu kelimenin aslı Yunanca müjde anlamındaki Englion'dan gelmektedir. Habeş lehçesi şekliyle Arapçaya geçmiştir. Bugün "dört inciller" olarak bilinenler, Kur'an'ın incil olarak kabul ettiği şeyden birkaç açıdan farklıdır. Birincisi, Kur'an'daki İncil, birkaç veya dört değil, müfreddir. İkincisi Kur'an’daki incil, baştan sona kadar vahiydir ve Hz. İsa'ya nazil olmuştur.[176] Aynı şekilde, Kur'an-ı Kerim, İslam Peygamber (s.a.v)'inin isminin (en-Nebiyyu'1-Ümmi) ve nübüvvetinin Tevrat ve İncil'de zikredildiğini açıklamaktadır.[177] Kur'an-ı Kerim, Tevrat’ın aksine İncil'in tahrif edildiğine dair bir açıklaması yoktur. Dört inciller, "Ahd-i Cedid" diye adlandırılan birkaç risaleden oluşmuştur. Bu risalelerin en eskisi Matta incilidir ki, Hz. İsa'dan 30 yıl sonra ve İbranice olarak kaleme alınmıştır. Bunları yazanların tümü bellidir ve tümü İsa'nın öğretileri ve yazdıklarıdır. [178]
Çektiği sıkıntı ve bu sıkıntı karşısında göstermiş olduğu sabırla maruf olan İlahî Peygamberdir. İslam kültüründe, Arap ve Fars edebiyatında ve diğer müslüman ülke edebiyatlarının hemen hemen tümünde "Eyyüb sabrı" sözcüğünü ihtiva eden birçok atasözü mevcuttur. Onun ismi İslam öncesi Arabistan’ında da bilinmekte idi. Kur'an-ı Kerim'de, hidayet ve vahy-i İlahîden yararlanmış olan bir kişi olarak kendisinden iki kez sözedilmiştir.[179] Onun kıssasına da Enbiya suresinin 83-84. ayetlerinde ve Sad suresinin 41-44. ayetlerinde işaret edilmiştir. Şeytanın kendisini incittiği, dert ve hastalıklara duçar olması, ailesini kaybetmesi gibi işaretlerin tümü birer imtihan olarak zikredilmiştir. Eyyub, sonunda İlahî inayet ve yardımla tüm bu imtihanları, sıkıntı ve musibetleri başarıyla tamamladı. [180]
Beynü'n-Nehren'de Fırat nehri kenarında, bugünkü Irak sınırları içindeki Bağdat'a 88 km. uzaklıktaki Hille şehrinin kuzeyinde yer alan eski bir yerleşim birimidir. Bakara suresinin 102. ayetinde Harut ve Marut hikayesine işaret edilirken Babil ismi zikredilmektedir. Bu şehir, muhtemel olarak milattan önce dört bininci yıllarda varolan bir yerdir. Hamurabi döneminde imparatorluğun başkenti Babil olmuştur. Miladi 529 yılında Babil, Kuruş'un tasarufuna girmiştir. Rivayete göre cadılık, bu şehirden yahudilerin yerleşik olduğu topraklara gitmiş ve Süleyman (a.s.) zamanında şeytanlar Filistin halkına cadılığı öğretmişlerdir. [181]
Bedrü'l-Kital veya el-Bedru’l-Kübra olarak maruf olan Bedr gazvesi, Peygamber (s.a.v) ve müslümanların İslam'ın ilk dönemlerindeki en büyük ve en önemli savaşlarından birisidir. Bu Gazve, Hicretin ikinci yılında Muhacir ve Ensar'dan oluşan müslümanlar ile Ümeyye hanedanı reisi Ebu Süfyan komutanlığındaki Kureyş müşrikleri arasında gerçekleşti ve müslümanlar bu gazvede zafer kazandılar. Bedir, Medine'nin güneybatısında, Medine'den Şam'a giden kervan yolunun üzerinde küçük bir şehirdir. Kader belirleyici bu savaşın cereyanında Peygamber (s.a.v)’in duasıyla melekler (birden beş bine kadar) müslümanların yardımına gelmiş. Bu konuya Kur'an-ı Kerim'de değinilmiştir.[182]
Eski Sami kavimlerinin özellikle de Suriye ve Filistin'de yerleşik olan halkların mahalli putlarının ve Babilî dinin büyük ilahlarından birinin ismidir. Ba'l lafzı, Kur'an-ı Mecid'de bir kez kullanılmıştır.[183] Ba'l kelimesi "Ba'lbek" ve "İzabil" gibi isimlerde etkilidir. [184]
Ben-i İsrail, "Beni" (=Benin, yani oğullar) kelimesi ile Yakup Peygamber (a.s)’in (İbrahim Halil'in oğlu İshak'ın oğlu) lakabı olan "İsrail" kelimelerinden oluşmaktadır. İbraniler veya yahudi kavmi olarak tanınan İsrail oğulları "Ben-i İsrail" olarak adlandırılırlar. Ben-i İsrail, Yakub'un oniki oğullarına verilen addır. Kur'an'da İsrail (=Yakub) kelimesi iki kez, "Ben-i İsrail" kelimesi 41 kez, "el-Yehud" kelimesi de sekiz kez (yahudi kelimesi de bir kez) kullanılmıştır. Anlaşılan Kur'an-ı Kerim örfünde Ben-i İsrailden kasıd eski yahudiler, Yehud'dan kasıd, Hz. Resul (s.a.v) dönemindeki Medine ve onun etrafındaki kale ve kasabalarda yerleşik bulunan yahudilerdir. Allah'ın onlara bağışladığı nimetlerden bazıları: Firavun'un zulmünden kurtarılmaları, denizin onlar için yarılması, ölümden sonra diriltme (Musa ile birlikte olan ve "onun kendisinin tersine Allah'ı görmeyi isteyen ve bekleyen kimseler), her gittikleri yerde buluttan bir gölgenin onlar üzerinde gezmesi, Menn ve Selva'nın onlara gönderilmesi, İlahî af ve bağışlama, Tevrat'ın Musa'ya verilmesi ve kendileri için oniki çeşmenin akıtılması. Onların nankörce hareketlerinden bazıları da "seme'na ve Asayna" (işittik ve isyan ettik), buzağıya tapmaları, Allah'ı görmek istemeleri, sözlerini değiştirmeleri, tek bir yemeği yemekten bıkmaları ve daha değişik basit yemekler istemeleri, haksız yere Peygamberleri öldürmeleri, vb. Yüce Allah tarafından müstahak oldukları ve uğratıldıkları bazı kötü sonlar da horluk ve zillete duçar olmaları, cizye verme, birbirlerini öldürmeleri, maymuna dönüşmeleri, perçemlerinden yakalanmaları, taş kalpli olmaları, kendilerine helal olan bazı yiyeceklerin onlara haram kılınması gibi sonlardır. [185]
Kur'an-ı Kerim'de el-Cenne olarak zikredilen cennet, mü'minlerin ve ahiret alemindeki dosdoğru salihlerin ebedi ikametgahlarından ibarettir. Mü'minler ve dosdoğru salihler ya da külli şekilde cennetlikler, Kur'an’ın deyimiyle, iyi amel kefeleri kötü amel kefelerine ağır basan kimselerdir.[186] Cennetlikler birkaç şekilde tanımlanmışlardır: Ashabu'l-cenneh[187], Ashabu'l-Yemin, Ashabu'l-Meymeneh.[188] Cennet Kur'an-ı Kerim'de mutaaddid isimler ve sıfatlarla Cennetü'l-Ma'va, Cennatu'l-Ma'va, Cennet-i Naim, Cennatu'1-Naim, Cennetü'1-Huld, Daru's-Selam, Daru'l-Karar, Daru'l-Muttaqin, Daru'l-Makame, Adn, el-Gurefat, el-Firdevs şeklinde isimlendirilmiştir. Cennet tavsifi, Kur'an'ın değişik yerlerine dağılmış bir haldedir ve bir arada toplu halde değildir. Ancak bir dereceye kadar Rahman, Vakıa ve İnsan (-Dehr) surelerinde diğer surelere nazaran daha fazla cennet bahsi geçmektedir. Cennetin genişliği yer ve göklerin genişliğinden daha fazladır ve oralarda cennet ehli için güzel evler yapılmıştır, kendilerini bekleyen huriler vardır, çok güzel bağ ve bahçeler hazırlanmıştır kendileri için. Orada devamlı akan çeşmeler vardır, pak ve tertemiz suların olduğu nehirler vardır. İçenlere büyük lezzetler veren içecekler, baldan oluşmuş akar sular meydana getirilmiştir. Cennetlikler orada tahtlara yaslanmışlar ne bir sıcaklık ne de soğuklukla karşılaşırlar. Ağaçların gölgeleri üzerlerinde her türlü meyve onların emrine verilmiştir. [189]
Tubba' (çoğulu Tebaiyye), Miladi dört ve beşinci asırlarda güney Arabistan'da yaşayan Humeyri padişahlarının lakabıdır. Tubba' kavminden Kur'an-ı Mecid'de iki kez söz edilmiştir.[190] Kur'an'ın işaret ettiği Tubba', ka'be'yi viran etmeye kasdermiş (Ebrehe gibi). Yemen'in güçlü ve ülkeler fetheden padişahlarından biridir. Fakat İlahî azaba duçar oldu ve bunun ilacı olarak da ka'be'yi viran etmekten vazgeçmekte görüldü. Bu hareketlerinden vazgeçtikleri içinde bu beladan ve hastalıktan kurtuldular. Bundan dolayı da Ka'be'yi kutsamaya başladı ve onun üzerine ilk olarak o perde örttü. Zemahşeri, Tubba'ın mü'min, kavminin ise kafir olduğunu yazmaktadır. Tefsir-i Safi'de Tubba'ın kendi kavmine risalet göreviyle seçildiği konusunda bir rivayet de mevcuttur. [191]
Tevrat, İbranice yahudi kitabının ismidir. Yahudilikte Esfar-ı Hamse (beş kitap anlamında) olarak adlandırılmış ve bütününe Ahd-i Cedid'e (dört İnciller) karşılık olarak Ahd-i Atik denmiştir. Bu kelime, İbranice olup meşhur anlamının aksine anlamı, namus veya şeriat değildir. Aksine hidayet ve irşad anlamındadır. Tevrat lafzı, Kur'an nazil olmazdan önce Arap şiirinde kullanılmıştır. Kur'an'da bu isme 18 kez değinilmiştir ve "imamen ve rahmeten", ez-Zikr", ez-Ziya", el-Furkan", el-Kitabu'1-mübin" ve "huden ve rahmeten" gibi sıfatlarla da anılmıştır. Kur'an'da esas Tevrat'ta Hz, Muhammed (s.a.v)’in zuhur edeceği müjdesinin veya onun nübüvvetini tasdik ettiği açık bir şekilde anlatılmıştır.[192] Tevrat, başlangıçta levhalar şeklinde Hz. Musa'ya nazil olmuştur. Hz. İsa, Tevrat’ı tasdik etti. Tevrat ve İncil'i açıklamak ve öğretmek için görevlendirilmişti.[193] Tevrat'ın tahrif edildiği konusunda da Kur'an-ı Kerim'de açık ifadeler zikredilmiştir.[194]
Semud, eski Arap kavimlerinden birisi idi. Kur'an-ı Mecid'de 26 kez bu kelime zikredilmiştir. Sargon'un miladi 715 yılına dayanan kitabesinde, Semud'un Aşurilerin devamı olan Arabistan’ın merkezinde ve doğusunda yaşayan kavimlerin bir bölümü olduğu ifade edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Semud'un ismi genellikle Ad (Hud kavmi) ile aynıdır. Semud, kendi Peygamberlerinin, yani Salih Peygamber (a.s)’in nasihat ve davetini kabul etmediler ve İlahî mucizeyle ve Salih'in duasıyla taştan oluşan deveyi kestiler. Daha sonra îlahî azab zelzele şeklinde onları perçeminden yakalayıp yok etti. [195]
Asıl adı Culyat'tır. O, Davut tarafından öldürülen Filistin’li güçlü ve ünlü bir kahramandı. Ben-i İsrail Peygamberi Şemoil, Şaul'u (Kur'an örfünde=Talut) Ben-i İsrail'in padişahlığına atadı. O, Filistin’liler savaşına çıktı. Onlar tarafından Calut denilen bir pehlivan, dört gün boyunca peşpeşe savaş meydanına çıktı ve savaş ilan edip karşısına geçen tüm rakiplerini yenerek onlara galip geldi. Henüz bir isme ve üne sahip olmayan genç Davut, onunla karşı karşıya gelmek istedi ve karşı karşıya geldiler ve onu çok eski ve ilkel bir silahla (Felahen) yere serdi. Bu başarının mükafatı olarak da Şaol, kendi kızını Davud'a nikahladı. [196]
Cebrail ya da Kur'an'ın tabiriyle Cibril (İbranicede Allah'ın adamı anlamında), mukarreb, büyük meleklerden biridir ve Allah ile İlahî Peygamberler arasındaki elçidir. İslami ve Kur'anî sünnette Cebrail, Ruhu'l-Kuddüs'ün kendisidir. Yahudilik ve hrıstiyanlıkta da çok üstün bir değere sahiptir. Cebrail'den Kur'an'da üç kez Cibril olarak söz edilmiştir.[197] O, Peygambere vahiy getirmekle görevlendirilmişti. Peygamber (s.a.v), onu hem asıl şekliyle hem de Dıhyetü'l Kelbî isimli güzel bir genç şeklinde görmüştür. [198]
Nuh'un gemisinin tufandan sonra yere oturduğu ve yerleştiği bir dağın ismidir. Bugün bu Cudi dağı Türkiye'nin Botan bölgesinde yer almaktadır. Cudi ismi Kur'an-ı Kerim'de Hud suresinin 44. ayetinde zikredilmiştir. [199]
Müşrikler, hakla savaşanlar ve kötü amelleri iyi amellerinden fazla olan kimseler[200], ayrıca münafıklar[201] ve Allah düşmanları[202] için hazırlanmış olan ateş ve ahiret alemindeki değişik azaplardan müteşekkil bir hapishanedir. Cehennem kelimesi, 77 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır. Aynı şekilde başka isim ve sıfatlarla da isimlendirilmiştir ki, bunların en çok tekrar edileni Nar (-Ateş)’dır. Bu isimle de Kur'an’da 119 kez kullanılmıştır. Bir diğeri Cehim'dir. Kimi araştırmacılar, cehennemin Arapça asıllı olmadığı, İbranice Gehnam kelimesinden geldiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Cehennemin yedi tabaka ve 19 bekçisi vardır.[203] Sırat köprüsü onun üzerinden geçmektedir. [204]
Hicr'den ve Ashab-ı Hicr'den Kur'an'ın bir yerinde söz edilmiştir.[205] "Hicr, Semud kavminin içinde yaşamış olduğu şehir veya şehirlerin ismidir. Bu şehirler, Şam ve Medine arasında yer almışlardır." Günümüzde Hicr, Arabistan’ın kuzeybatısında Medayın şehrine yakın eski virane bir yerdir. Bu bölgede Arami, Semudi, Nebeti, İbrani, Yunani ve Latini dillerde bir çok kitabe ortaya çıkarılmıştır. [206]
Hanif kelimesinin (iki kez Hunefa olarak kullanılmak suretiyle) Kur'an-ı Kerim'de 12 kez kullanılmasından şu nokta anlaşılıyor ki bundan maksad, fıtri olan tevhid İlahî nebilerin, özellikle de Hz. İbrahim'in gidiş ve bakış tarzlarıdır. Kur'an-ı Kerim'de defalarca İbrahim, hanif olarak sayılmış ve zikredilmiştir.[207] Ayrıca Bakara suresinin 135 ve Al-i İmran suresinin 67. ayetlerinden iki nokta ortaya çıkıyor:
a- Hanifiyet, ne yahudiliktir ne de hristiyanlıktır.
b- Müslim olmakla (İslam öncesi anlamıyla) eşit manaya gelir. [208]
Huneyn günü Tevbe suresinin 25. ayetinde zikredilmiştir. Müslümanların Hz. Resulullah (s.a.v) zamanında yapmış oldukları yaklaşık 28 gazve arasında (bu gazvelerin dokuzunda Resulullah (s.a.v) bizzat katılmış ve başkanlık etmiştir) Huneyn gazvesi, 26. gazvedir. Yani Mekke'nin fethi gazvesinden sonra ve Taif ve Tebuk gazvesinden önce idi. Huneyn, Mekke'den yaklaşık bir günlük mesafede bulunan ve Taif yolu üzerinde yer alan derin, geniş ve hurmalıklarla dolu bir vadidir. Huneyn gazvesi, Peygamber (s.a.v) rehberliğindeki müslümanlar ile Malik bin Avf Nasri komutanlığındaki Hevazin ve Sakif kabileleri müşrikleri arasında Hicretin sekizinci yılının başlarında[209] vuku buldu ve müslümanların zaferiyle sonuçlandı. [210]
Büyük İlahî Peygamberlerdendir. İbranicede David olarak telafuz edilen bu kelime, mahbub (sevgili) anlamındadır. Ben-i İsrail kavminin Peygamber ve padişahlarındandır. M.Ö. 972 yılı civarında vefat etmiştir. Yesa'nın oğlu ve Süleyman'ın babası ve Şaol veya Talut'un yerine geçmiştir. "Yahudiler, onu Peygamber olarak kabul etmemişler ve kitap sahibi olarak görmemişlerdir. Aksine onlara göre, Davud ve Süleyman, Ben-i İsrail'in ikinci ve üçüncü padişahlarıdır."[211] “O, Yahudilerin milli ve büyük kahramanlarından sayılmıştır. İncillerin rivayetine göre, İsa Davud'un zürriyetindendir. Zebur'un büyük bir kısmı ona aittir."[212] O, Calut'u öldürmüştür.[213] Allah, kendisine padişahlığı bahsetmiştir.[214] O, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir.[215] Allah, ona Zebur'u vermiştir.[216] O, Zeburu güzel okumakla meşhurdur. Ayrıca zırh yapımında da maharet sahibi idi. [217]
Zülkarneyn ismi, Kur'an’da üç kez zikredilmiştir. Onun destanı Kehf suresinin 82 ile 96. ayetleri arasında beyan edilmiştir. Kur'an kıssalarının şahsiyetlerinin en tanınmamış ve en karmaşık konulu olanıdır ki, Kehf suresinde onun seyahatleri, dünyayı gezmeleri kıssasına ve Ye'cuc ve Me'cuc karşısında yapmış olduğu şedde işaret edilmiştir. Zülkarneyn'in nasıl bir şahsiyet olduğu konusunda değişik fikirler ileri sürülmüştür:
1- Onun Makedonyalı İskender olduğu söylenmiştir,
2- Munzir bin Mau's-Sema olduğu ileri sürülmüştür,
3- Selb bin Hemal Hamiri,
4- Güney Arabistan padişahı Tubbau'l-Eqren,
5- Hamanişilerin büyük padişahı Kuriş,
6-Eski Çin imparatorluğunun büyük padişahlarından Tesun Çi Huvang Ti gibi şahsiyetler olduğu yolunda değişik rivayetler olduğu ileri sürülmüştür. [218]
Bazı kaynaklar onu Peygamber olarak saymamış, bazıları da onu bir Peygamber olarak kabul etmişlerdir. Nitekim Dihhuda'nın Lügatname'sinde "Ben-i İsrail Peygamberlerinin İbrahim soyundan gelen bir Peygamber" olduğu şeklinde bir bilgi verilmiştir. İslam Ansiklopedisinde (İngilizce, ikinci baskı), Müslüman müfessirlerin şüphe ve tereddütle onu Yuşa', İlyas, Zekeriyya veya Hazkil ile aynı kişi olduğunu ileri sürdükleri zikredilir. Kimileri de onu, Allah'ın Şam'daki müşrik kavim üzerine görevlendirdiği Bişr bin Eyyub olduğunu iddia etmiştir. Zülkifl'den Kur'an-ıi Kerim'in yalnızca iki yerinde kısa bir şekilde söz edilmiştir.[219]
Ramazan ya da Ramazanu'l-Mübarek, Hicri kameri yılın dokuzuncu ve Kur'an'da ismi geçen tek ayın ismidir.[220] Bu ayın birkaç açıdan önemi vardır:
1- Kur'an'ın, içinde nazil olduğu aydır.
2- Önemli ve kader belirleyici bir gece olan ve İlahî rahmet ve bereketin hadsiz bir şekilde nazil olduğu ve insanların kaderinin onda tesbit edildiği bir gece olan Kadir gecesi, bu ayın son on gününün tek sayılı günleri içinde olan bir aydır.
3- Müslümanların oruçlu oldukları bir aydır ve müslümanların ruhsal yapılanmasında, nefis tezkiyesinde ve Allah'a yakın olmalarında çok etkili olan bir aydır. [221]
Rum suresinin ilk ayetlerinde kendisinden söz edilen Rum'dan kasıt, Doğu Roma devletidir. Yani güçlü şahinşahlık rejimi olan Sasani imparatorluğunun rakibi olan Bizans İmparatorluğudur. Bu iki süpergüç arasında tarih süreci içerisinde birçok savaşlar vukubulmuş ve kendi dönemlerinin en büyük süpergüçleri olarak sayılmışlardır. Mecusi (Zerdüşti) olan İranlılar, ilk İslam dönemi ve Resulullah (s.a.v) dönemi müslümanları açısından Ehl-i kitap olarak görülmüyorlardı. Bunun aksine hristiyan olan Romalılar ise Ehl-i kitap olarak sayılıyorlardı. Bundan dolayı da müslümanlar ile Mekke ve Kureyş müşrikleri arasında on yıl kadar süren savaşlarda müslümanlar, Ehl-i kitap olan Romalıların galip gelmelerini arzu ediyorlardı; müşrikler ise, İranlıların galip gelmesini arzu ediyorlardı ve savaşın birinde de İranlılar galip, Romalılar ise mağlup oldular. Fakat Kur'an'ın gaybi mucizelerinden sayılan Kur'an'ın ileri görüşlülüğüne göre, birkaç yıl sonra Romalılar, İranlıları mağlup ettiler. Bu müjde, Müslümanların Bedir Gazvesinde müşriklere galip geldikleri gün kendilerine ulaştı. [222]
Hz. Davud'a indirilen semavi kitap demektir. Zebur, Mezamir olarak da adlandırılır (Müfredi mezmur'dur). Cifri bu konuda şunları yazar: "Bu kavram, mezmur anlamını veren hristiyanca veya yahudice bir kavramın türevi şeklinde ortaya çıkmış olmalıdır. Hiç şüphe yok ki onun şekli yapısı, Arapça zeber (yazmak) kavramının etkisi altında gerçekleşmiştir."[223] Henüz Zebur'un Davud'un Mezamir'i üzerine ıtlak olunmasının Kur'an'ın nüzulü gibi olup olmadığı konusu tam anlaşılmış değildir. Fakat her halükarda bugün yahudiler ve hrıstiyanlar için dayanak konusu olan Zebur, beş kitaba ayrılan 150 mezmurdan oluşmaktadır. Bu mezmurların 73 tanesini Davud'a nisbet ederler, mezmurun geriye kalan kısımları da onun bilinmeyen müellifine nisbet edilir. Zebur'dan ve onun Davud'a bahşedilmesinden Kur'an-ı Kerim'in üç yerinde yer verilmiştir.[224]
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük İlahî Peygamberlerden ve Ben-i İsrail'in nebilerindendir. En'am suresinin 85. ayetinde Yahya, İsa, îlyas gibi büyük Peygamberler arasında sayılmıştır. Yine aynı şekilde Kur'an-ı Kerim'de açıkça O'nun Meryem'in kefaletini yüklendiği kaydedilmiştir.[225] O, İlahî nebilerden olan ve İsa bin Meryem'in haklılığına şehadet eden Yahya'nın babasıdır. Yahya, yahudi padişah Hirudis'in emriyle katledildiğinde Zekeriyya, şehrin dışına kaçtı ve bir ağacın kovuğuna sığındı. Fakat abasının bir kısmı dışarıda kaldı ve takipçiler kendisini bulup ağaçla birlikte testere ile ikiye ayırdılar. [226]
Zeyd bin Haris, Resulullah (s.a.v)'in evlatlığı idi. Hz. Peygamber (s.a.v), onu vahiy nazil olmazdan evvel, daha köle iken Ukaz panayırından satın almıştı. Daha sonraları müslüman oldu. Bundan dolayı da babası onu evlatlığından kovdu. Resulullah (s.a.v) da onu kendi evlatlığı olarak kabul etti. Bu yüzden kimi zaman ona, Zeyd bin Muhammed de denmiştir. Peygamber (s.a.v), onun oğlu olan Usame'ye büyük bir değer verirdi. Peygamber (s.a.v), güzel ve asilzade bir aileye mensub olan Zeyneb'i onun için istedi. Zeyneb, istekli olmadığı halde Resulullah (s.a.v)'a olan saygısından dolayı onunla evlenmeyi kabul etti. Daha sonraları ikisi arasında anlaşmazlıklar baş gösterdi ve Hz. Resul (s.a.v), onların arasını bulmak için defalarca uğraştı. Fakat sonunda Zeyd, Zeyneb'i boşadı. Hz. Peygamber (s.a.v), öz evlat ile evlatlık arasında fark olduğunu hükme bağlamak için Zeyneb ile evlendi. Ahzab suresinde 36-40. ayetler bu olaya işaretle zikredilmiştir. [227]
Samiri ismine Kur'an-ı Kerim'in üç yerinde yer verilmiştir.[228] Fakat onun kıssasına ismi zikredılmeksizin daha fazla yer verilmiştir (örneğin, A'raf suresinin 148 ve sonrasında gelen ayetlerinde). Samiri, Hz. Musa'nın teyzesi oğlu ve talebesidir. Firavun helak olduktan sonra, o Cebrail'in ayak bastığı yerden bir avuç toprak aldı ve bu toprağın mucizeler oluşturacağını biliyordu. Ve Hz. Musa'nın Allah'la buluşmak için Tur dağına çıkması ve kavminden gaybe gitmesi fırsatını gözetiyordu. Samiri, Hz. Musa gayb alemine çıktıktan sonra Ben-i İsrail'in savaşlarda elde ettikleri ganimetler olan altın ve değerli eşyalardan yararlanarak bir altın buzağı yaptı. Bu buzağı tıpkı gerçek bir buzağı gibi ses çıkarıyor ve hareket ediyordu. Samiri, bu buzağıda Allah'ın tecelli ettiğini ileri sürdü. Ben-i İsrail'in 12 evladından dokuzu (sıptiler) onun davetini kabul etti ve buzağıya secde edip ibadette bulunmaya başladılar. Musa, Tevrat'ın yeni vahiy olunmuş levhalarıyla Tur dağından döndü ve kavmini yoldan çıkmış ve sapıtmış olmuş bir halde gördü. Bu noktada ihmalkar davrandığını zannettiği kardeşi Harun'a kızdı. Kardeşi Harun'un günahsız olduğunu ve asıl suçlunun Samiri olduğunu anladığında Harun'la barıştı ve Samiri'ye düşman kesildi ve ona lanet etti ki, Samiri çok kötü bir gün ve sonla karşılaşıp Ben-i İsrail'in nefretini kazandı." Musa, buzağıyı ateşe atıp yaktı ve küllerini denize savurdu. [229]
Bu kelime hem Sebe' olarak telaffuz edilir. Kur'an-ı Kerim'in otuz dördüncü suresi de bu isimle adlandırılmıştır. Hem de Seba olarak telaffuz edilir. Seba, Arap yarımadasının güneybatısında yer alan bir ülke ve kavmin ismidir. Kur'an-ı Kerim'de de buna işaret edilmiştir. Seba melikesi olan Belkıs, başlangıçta Süleyman'ın davetine ve hakimiyetine mukavemet edip karşı çıktı. Daha sonra O'nun nübüvvet ve kudretine iman etti. Aynı şekilde Seylü'1-Arim isminde kökleri yerinden sökücü bir selin o topraklarda vukubulduğuna ve orada bayındır olan yerleri yerle bir ettiğine de işaret edilmiştir.[230]
Selsebil, Kur'an-ı Kerim'de bir kez ismi zikredilen cennetteki bir çeşmenin ismidir.[231] Molla Muhsin Feyz-i Kaşani'nin eseri olan Tefsir-i Safi'de Peygamber (s.a.v)’den bir rivayet nakledilmiştir ki, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah, Kevser'i bana, Selsebili de Ali'ye bağışlamıştır." [232]
Süleyman, İbranice selamet dolu anlamına gelir. Davud'un oğlu ve yerine geçen kişi ve o da babası gibi büyük İlahî Peygamberlerden olup kendi kavmi Ben-i İsrail arasında risalet ile görevlendirilmişti (ölümü, MÖ. 932 yılı dolaylarında). Kur'an-ı Mecid'de 17 kez Süleyman'dan söz edilmiş ve onun nübüvvetine (Kitab-ı Mukaddes'in tersine) açık bir şekilde işaret edilmiştir.[233] Ayrıca O'nun sahip olduğu ilim ve hikmete de[234] işaret edilmiştir. İns ve cinnin, kuşların onun fermanı altında olduğu,[235] kendisine Mantıku't-tayr'ın (kuşların dilinden anlayan) verildiği,[236] rüzgarların onun emrinde olduğu[237] açık bir şekilde beyan edilmiştir. Onun sahip olduğu olağanüstülüklerden biri de üzerinde İsm-i A'zam yazılı olan yüzüğüdür. Kur'an-ı Kerim'de ve kitab-ı mukaddes'te buna işaret edilmemiştir. Süleyman'ın hikmet, hüküm ve akilane ilaçları da meşhurdur. [238]
Arapların (özellikle Huzeyl kabilesi) cahiliyet döneminde tapmakta oldukları meşhur bir putun ismidir. Bu put, taştan yapılmış ve İslam'ın zafere ermesinden sonra Amr b. As onu ortadan kaldırmıştır. Nuh suresinin 23. ayetinden Nuh kavminin de Suva' putuna taptıkları anlaşılıyor. Noldeke'nin görüşüne göre, İslam'ın zuhuru döneminde Suva' putu önemli bir put değildi ve o dönemde ona tapma eylemi, Araplar arasında pek revaçta değildi.[239]
Sina, Cifri'nin iddiasına göre, kesinlikle Süryanicedir.[240] Tur, dağ demektir, Tur-i Sina da Sina Dağı demektir. Bu dağ, Hz. Musa'nın oraya çıkıp Yüce Allah ile münacat ettiği dağdır. Muhyeddin Derviş şöyle yazar: "Sina, kuzey kısmında Akdeniz kıyıları olan, batısında Süveyş kanalı ve körfezi olan, doğusunda Filistin ve Akabe Körfezi olan, güneyinde Kızıl Deniz yer alan bir yarımadadır. Sina da Sina yarımadasının güneyinde yer alan bir dağdır.[241] Günümüzde bu dağ, Cebel-i Musa olarak bilinmektedir.[242]
Şi'ra, Meybudi'nin yazdığına göre, Huzaa kabilesinin cahiliyet döneminde taptığı bir yıldızdır. Yüce Allah, Necm suresinin 49. ayetinde Şi'ra'nın onun yaratığı olduğunu ve Rabu'ş-Şi'ra olduğunu beyan buyurmaktadır. İmam Fahr-i Razi, iki Şi'ra'nın olduğunu, birinin Şam'da, birinin de Yemen'de olduğunu yazmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de söz konusu olan Yemani Şi'ra'dır. Zira ona cahiliyet döneminde tapıyorlardı. Şi'ra çok parlak ve büyük bir yıldızdır. Dünyadan uzaklığı yaklaşık 808 ışık yılıdır. Işığı güneşin yaklaşık yirmi sekiz katı ağırlığı da güneşin yaklaşık elli katıdır. [243]
Kur'an-ı Kerim'de ismine ve risaletine 11 kez işaret edilen îlahî Peygamberlerdendir. Hud suresinin 89. ayetine ve A'raf suresinin 59-84. ayetlerine bakıldığında O'nun Nuh, Hud ve Lut'tan sonra Peygamberliğe seçildiği anlaşılıyor. Örneğin Şuara suresinin 176. ve 177. ayetleri gibi Kur'an ayetlerine bakıldığında da O'nun Eyke kavminin Peygamberi olduğu ortaya çıkmaktadır. Ama bir diğer taraftan A'raf suresinin 85. ayetinden ve Hud suresinin 84. ayetinden Şuayb'ın Medyen ülkesi ve kavminin Peygamberi olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu bölümdeki "Ashab-ı Eyke" ve "Medyen" kavramlarına bakılabilir. [244]
Sabiin kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de üç kez zikredilmiştir.[245] Kur'anî kullanış açısından bunların ehl-i kitaptan sayıldığı anlaşılıyor. Sabiin konusunda İslam Ansiklopedisi’nde (İngilizce, ikinci baskı) şu bilgilere yer verilmektedir: Bu isim iki belirgin fırkaya ıtlak olunmuştur:
1- Mandailer veya Subbe, ki bunlar yahudi-hristiyan bir fırka idiler ve ta'midi (çocukların vaftiz edilmesi) yerine getiriyorlardı.
2- Sabiin-i Harran, ki bunlar da müşrik bir fırka idiler ve İslam döneminde uzun yıllar hayat sürdürmüşler. Kur'an-ı Kerim'de anılan Sabiinler Mandailerdir. Mandailer, günümüzde tıpkı ataları gibi, Irak'ın güneyindeki nehirlerin ve su yollarının kıyılarında ve İran Huzistanında yaşamlarını sürdürmektedirler ve onların çevrelerinde yaşayanlar, kendilerini Subba (vaftizciler, muğtesille) olarak adlandırmaktadırlar. [246]
Salih, Semud Kavminin Peygamberi ve eski Arapların beş Peygamberinden biridir. Onun ismi Kur'an-ı Kerim'de dokuz yerde geçmektedir. Kavmi ondan bir mucize göstermesini istediğinde O, Allah'a, dağdaki kayalardan dişi bir deve çıkarmasını diledi. Allah da Onun dua ve dileğine icabet etti ve Naketullah veya Nake-i Salih diye adlandırılan dişi bir deveyi çıkardı. Salih'in kavmine getirdiği şartı, onların bu mucizeler oluşturan deveye her zaman saygı göstermeleri ve onun özgür ve serbest bir şekilde otlanıp içmesine ve dolaşmasına imkan vermeleri idi. Fakat kavmi, onun nübüvvetini ve doğru davetini inkar ettiklerinden deveyi takibe alıp onu öldürdüler. Bundan dolayı da İlahî azaba duçar oldular. Zelzele onları çepeçevre sardı ve evlerinin içinde oldukları halde diz üstü çökekaldılar.[247]
Safa ve Merve'ye Kur'an-ı Kerim'de bir kez yer verilmiştir.[248] Safa lügatte, taş anlamına gelmektedir. Safa ve Merve, Mekke'de yer alan fazla yüksek olmayan iki tepenin ismidir. Safa, Ebu Kubeys tepesinin arkasında bir yerdedir ve Safa tepesinde duran bir kimse, Hacerü'l-Esved'le karşı karşıya gelir. Meş'erü'l-Haramda Safa ve Merve arasındadır (Mu'cemü'l-Büldan). Sa'y, yani Safa ile Merve arasında yavaş adımlarla koşma, Haccın vacip olan menasiğindendir ve cahiliyet dönemindeki Haccda da var olan bir adetti. Sahih-i Buhari'de, hacıların, İbrahim'in hanımı ve İsmail'in annesi olan Hacer'in hatırasını yüceltmek ve onların bu bölgede çektiği ızdırabı yaşamak için Safa ile Merve arasında yedi kez gidip gelmeleri gerektiğini nakledilmiştir. Merve, Mekke'nin doğu ve güneydoğu tarafında ve Safa tepesine yaklaşık 420 metre aralıktaki bir yerdedir. Eskiden burada yer alan pazar, bugün kaldırılmış ve onun yerine Safa'nın eteklerinden Merve'ye kadar bir duvar örülmüş ve tüneller açılmıştır. Bu geçiş tünelleri gidiş-gelişlerin ya da Sa'y’ın (yavaşça ve vakarlı koşma) daha rahat ve düzenli bir şekilde yapılabilmesi için iki katlı yapılmıştır. [249]
Arap lügat yazarları, tağut kelimesini mübaleğa sigasından ve tuğyan kökünden saymaktadırlar. Fakat Arthor Cifri, Kur'an kelimeleri sözlüğünde[250], Suyuti'nin bu kelimeyi Habeş kaynaklı bir kelime olarak kabul etmekte haklı olduğunu zikretmektedir. Çağdaş yazarlardan birisi olan merhum Ahmed Ferid ise, filolojik açıdan pek doğru olmayan bir iddiayla onun kökeninin Zeus'la eşit olduğu inancındadır. Tağut, putlara, sanemlere, kahinlere, şeytanlara, sihirbazlara ve Allah karşısında tapınılan her şeye verilen addır. Bu kelime, Kur'an-ı Kerim'de sekiz kez kullanılmıştır.[251] Bazı Kur'anî kullanımlarda tağutun Resulullah (s.a.v)'in dönemindeki kimi imansız müstekbir, zalim ve tuğyan etmiş ya da İslam’la savaşan kimselere verildiğine işaret ediyor. Örneğin yahudi liderlerinden olan Hayy b. Ahteb ve Ka'bb Eşref gibi. [252]
Talut, Ben-i İsrail'in birinci padişahı Şaol'un lakabıdır. Beydavi, bu kelimenin İbranice olduğunu söylemektedir. Cifri ve diğer birkaç dilbilimci de Talut'un Tuvel/Taal kökünden olduğu ve Calut kalıbına dikkat edildiğinde doğru olduğu inancındadır.
Musa'nın zamanından sonra Ben-i İsrail, başsızlıklarından dolayı Peygamber Samuel'e şikayette bulundular ve ondan kendileri için bir baş ve padişah belirlemelerini istediler. O da vahiy ya da İlahî bir ilhamla Talut'u onların başına getirdi. Talut, akıllı ve güçlü bir kahramandı. Fakat herhangi bir şöhret ve servete sahip değildi. Her zaman bahane aramakla meşhur kahramanlar olan yahudiler başlangıçta O'nu kabul etmediler. Ancak meleklerin taşıdığı ve onun doğruluk ve sadakatinin işareti olan eski taburu görünce boyun eğdiler.[253] Talut, Davut, Calut'a galip geldikten sonra kızını ona (Davut'a) nikahladı. [254]
Ad, Hud kavminin adıdır.[255] Bu isim 24 kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır. Ad, eski Arap kavimlerinden olup ıstılahi olarak Baide (yokolmuş) Araplarındandır. Kimi araştırmacılar, Necm suresinin 50. ayetine dayanarak, iki Ad'ın olduğunu ileri sürmüşlerdir. Birinci Ad, binden fazla kola ve boya sahiptir. İkinci Ad ise, putperest idiler ve tapmakta oldukları putlarının ismi putlar ile ilgili kitaplarda zikredilmiştir. Ad kavminin yaşadıkları bölge, Ahkaf (Amman ve Hadramavt arasındaki kumluk bir bölge) idi. ("Ahkaf" bu bölümde açıklanmıştır). Bu kavim, isyancı, batıl ve hakka karşı savaşan bir kavim olup İlahî azaba duçar olmuşlardır. Çok ağır, çetin ve sürekli bir rüzgar ve fırtına onları yok etti.[256]
Adn, Kur'an-ı Mecid'de geçen cennetin isim ve sıfatlarındandır. Cennat-i Adn şekliyle Kur'anda 11 kez geçmektedir. Adn, kavram olarak ikamet anlamındadır. Her şeyin merkezi onun ma'dinidir. Cennat-i Adn, (cennet ehlinin) ebedi olarak mukim olacakları yer demektir. Keşfu'l-Esrar[257] tefsirinde Cennat-i Adn, ebedi cennetler anlamında kullanılmıştır. Ebu'1-Futuh-i Razi şöyle yazmaktadır: "Resul (s.a.v), Adn'ın İlahî cennetlerden bir cennet olduğunu buyurdu. Üç kesim dışında hiç bir göz onun benzerini görmemiştir ve hiç bir kesim için yaratılmamıştır. Burada kalacak bu üç kesim ise, Peygamberler, sıddıklar ve şehidlerdir." [258]
Arab (ki bunun kendisi çoğul bir isimdir ve Arab kavmine delalet etmektedir) ile A'rab arasında fark vardır. A'rab, arab'ın çoğulu değildir. A'rab'dan kasıt, kültürsüz, cahil ve çadırlarda yaşayan arablar demektir. A'rab’ın müfredi yoktur. Aksine ona mensup olana A'rabî denmiştir. Elbette bu durumda A'rabi müfrede de delalet eder ve Araib onun çoğulu olmuş olur. Şayet bir A'rabî'ye ya da A'rab'a (söylediğimiz anlamda) arab denirse bu, bir saygı ve yüceltme olarak telakki edilir ve bundan büyük bir sevinç duyulur. Fakat şayet bir araba A'rabî ya da A'rab denirse bu, bir hakaret olarak telakki edilir. A'rab kelimesi Kur'an-ı Kerim'de on kez kullanılmıştır.[259] "Arab" olarak Kur'an’da geçen bir kelime yoktur. Fakat "Arabî" kelimesi, 11 kez Kur'an'ın sıfatı ya da Kur'an dili olan apaçık olan Arabî dili olarak kullanılmıştır. Arablar, Hz. İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundandırlar ve bundan dolayı da kimi zaman kendilerine Ben-i İsmail de denilmektedir ve Sami ırkının en önemli kollarındandırlar. Yahudiler veya Ben-i İsrail de, Hz. İbrahim'in oğlu İshak ve torunu Yakub yoluyla evlatlarıdırlar. O halde Arablar ve Yahudiler, aynı soydan ve birbirlerinin amca çocuklarıdırlar. [260]
Uzza, cahiliyet dönemi arabların önemli putlarından birinin ismidir. Özellikle Gatafan kabilesinin putu olarak bilinirdi. Aynı zamanda Kureyş ve Ben-i Kenane de bu putu çok ululamakta idiler. Bu put, Taif'ten Mekke'ye giden yolun başında bulunan Nahle vadisinde bulunmakta idi. Bu "put" üç semure ağacından (akik) oluşmaktaydı. Uzza'nın bu üç ağaçtan birine tecelli ettiğine inanılıyordu. Uzza diğer iki puta yani, Lat ve Menat'a yakındı. Uzza, hepsinden daha genç kabul edildiği için önemi, diğer ikisinden daha fazla idi. Mekkeliler, cahiliyet döneminde bu üç putu "tanrının kızları" olarak (el-iyazubillah) kabul ediyorlardı. Mekke'nin fethinden sonra Hz. Resulullah (s.a.v), Halid b. Velid'i Uzza'yı kırmak ve yok etmek üzere gönderdi. Halid de gitti ve onu devirerek bütün parçalarını yok etti. [261]
Uzeyr ismi (Zübeyr vezni gibi) sadece bir kez Kur'an-ı Kerim’de[262] kullanılmıştır. Ben-i İsrail'in ileri gelenlerindendi. İslam müfessirleri ve araştırmacıları Kur'an'ın da açıkladığına göre, yahudilerin kendisinin "Allah'ın oğlu" olduğuna (el-iyazubillah) inandıklarını söylerler. Fakat Tevrat'ta ve yahudilerin genel inancına göre bu tür bir inanca rastlanmamaktadır. Kimi zaman Uzeyr'in, Kitab-ı mukaddes'te adına bir kitab olduğu zikredilen Azra ile aynı olduğunu kabul etmişlerdir. Denilir ki, kimi yahudilerin ona bu isnadda bulunmalarının nedeni şudur: Tevrat'ın tümü (belki de Ahd-i Atik'in tümü de olabilir) ezbere dayalıydı ve Tevrat’tan herhangi bir nüshanın mevcud olmadığı dönemde (Allah, yahudilerin günahlarından dolayı Tevrat'ı eski tabutta koruyarak göğe çıkarmıştı) onu hafızadan nakil ve imla etmişti. Tevrat'ın (veya Ahd-i Atik'in) asıl nüshasının veya bazı nüshaların elde edildiği sonradan onu Uzeyr"in söyledikleriyle karşılaştırdıklarında Onun söyledikleriyle aynı olduğunu ve hiç bir ihtilafın olmadığını gördüklerinde bunu O'nun mucizelerinden sayıp onu Allah'ın oğlu olarak gördüler. [263]
Kur'an-ı Kerim örfünde İmran, Hz. Meryem'in babasının ismidir.[264] Ve Kur'an’ın üçüncü suresi olan Al-i İmran O'na işaret eder: "Allah, Adem'i, Nuh'u, Al-i İbrahim'i ve Al-i İmran'ı (İbrahim ve İmran ailesini) seçip alemlere üstün kıldı. (Bunlar) birbirinden türeyen bir nesildir. Allah işiten, bilendir. İmran'ın karısı demişti ki: "Rabbim, karnımda olanı tam hür olarak sana adadım, benden kabul buyur; şüphesiz sen işitensin, bilensin." Onu doğurunca -Allah onun ne doğurduğunu bilirken- yine şöyle dedi: "Rabbim, onu kız doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum..."[265] İmran, Kitab-ı Mukaddes'te İmram olarak geçer (yani; Allah'ın kavmi ya da Allah'ın seçkin milleti). [266]
İsa Mesih veya İsa bin Meryem, Ulu'1-Azm (büyük) Peygamberlerdendir. Onun doğumu, hiç bir eş olmaksızın ve hiç bir insan eli dokunmaksızın Meryem-i Azra'dandır ve İlahî mucizelerden sayılmaktadır. İsa, Herodos zamanında, Filistin'in Beyt-i Lahm'ında İslam Peygamber (s.a.v)'inin hicretinden 622 yıl önce dünyaya gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'de 93 ayette (15 surede) kendisine işaret edilmiştir. Mesih ve resul'e ilave olarak Kelimetullah[267], O'nun ruhu[268] olarak da zikredilmiştir.
İslam’da onun lakabı Ruhullah'tır. Kur'an'da onun risaletine açık bir şekilde işaret edilmiştir.[269] Hristiyanlar, O'nu üçten biri ya da Allah'ın insanda hululü olarak ve Allah'ın oğlu[270] olarak addetmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de bu tür inanış küfür olarak telakki edilmiş ve ondan nehiy edilmiştir. Tarihi ve zahiri açıdan, Yahudiler kahinlerin yalanlarıyla onu çarmıha gerdiler. Fakat Kur'an, onun çarmıha gerilmediğini ve öldürülmediğini, aksine yanıldıklarını ve Allah'ın onu göğe çıkardığını açık bir şekilde beyan etmektedir. [271]
Firavun ismi Kur'an-ı Kerim'de 74 kez kullanılmıştır. Firavun (çoğulu Feraane) eski Mısır padişahlarının lakabıdır. Mısır'ın İran padişahı Kembuciye tarafından fethinden önce, Mısır'a toplam 26 padişah hükümdarlık etti. Bu padişahların tümü de Firavun olarak adlandırılıyordu. Bu kelime İbranice olmayıp aksine Süryaniceden İbraniceye geçmiştir.[272] Dinler Tarihinde üç Firavun meşhur olmuştur:
1- Hz. Yusuf dönemindeki Firavun. İslami tarih ve tefsirlerde Reyan bin Velid olarak adlandırılır.
2- Hz. Musa'nın doğumu zamanında Mısır'a hakim olan Firavun. İslam tarihinde Kabus bin Mus'ab olarak adlandırılır ki, bu ikinci Ramses'in kendisidir.
3- Huruç zamanındaki Firavun ki, İslam tarihi kaynaklarında Velid bin Mus'ab olarak geçmektedir ki, Mesih'in doğumundan önce 1491 yılında yaşamış ve ikinci Ramses'in oğludur. [273]
Ben-i İsrail'in efsanevi zenginlerinden ve imansız isyankarlarındandır. Firavunun müşavirlerinden ve yakınlarından olup Hz. Musa'nın muhalif ve inkarcılarındandır. Onun sahip olduğu hadsiz-hesapsiz servetinin hikayesi Arab ve Fars edebiyatında büyük bir yer tutar. Kitab-ı Mukaddes'te ismi geçen Kurah ile aynı kişidir. Onun adına Kur'an-ı Kerim'in üç yerinde yer verilmiştir.[274] Bu konuda Taberi, onun aslında altıncı (kuyumcu) bir kişi olduğunu söyler. Kimileri de onun sayısız servetinin kaynağının kimyagerlik ilmine sahip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Karun, bu kimyagerlik mesleğini kendi eşinden öğrenmiştir. Onun eşi de Musa'nın kızkardeşiydi ve bu mesleği Hz. Musa'dan almıştı. Musa'yı inkar etmekle birlikte bu İlahî Peygamber (a.s)'e karşı çok ağır sıkıntılara giriştiğinden dolayı sonunda İlahî azapla karşılaşmış ve sahip olduğu tüm mal, hazine ve mülküyle birlikte yerin dibine batmıştır. [275]
İslam dininin, İslami kültür ve medeniyetin temel esası Kur'an vahyidir. İlahî ve tevhidi mukaddes dinlerin sonuncusu olarak sayılan bu kitab, Ehl-i sünnet örfünde "Kur'an-ı Kerim'", Şia örfünde ise "Kur'an-ı Mecid" olarak adlandırılmaktadır. Bu her iki isim de Kur'an aslına dayanır ve aynıdır. Kur'an'ın ilmî ve tafsilî tarifi şudur: "Arab diliyle, lafzının aynısı olarak vahyin emin meleği Cebrail aracılığıyla Allah indinden ve Levh-i Mahfuz'dan İslam Peygamber (s.a.v)'inin diline ve kalbine hem bir defada toplu olarak hem de 23 yıl zarfında peyderpey olarak nazil olmuş İlahî mucizevi bir vahiy programıdır. Hz. Peygamber (s.a.v), onu kendi ashabına okumuş, onlara aktarmış ve ashab arasından vahiy katipleri olarak bilinen kişiler, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v)'in gözetiminde ve düzenlemesi altında yazmışlardır. Bir çok hafız, onu ezberlemiş ve tevatür yoluyla onu nakletmişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde de bu kitap yazılmış bir halde idi fakat tertib edilmiş bir nüsha şeklinde değildi. Hz. Osman döneminde onun nazaretinde birkaç yıl zarfında sonunda hicretin 28. yılı dolaylarında toplu bir halde Fatiha suresinden Nas suresine, 114 sure olarak düzenlenmiştir. Onun mukaddes metni mütevatir ve kesindir. Onun okunması müekked müstehabdır. Yukarıda anlatılanlar çerçevesinde Kur'an-ı Mecid'e iman etmek ve onun İlahî bir mucize olduğuna ve nübüvvetin senedi olduğuna inanmak, hata ve her türlü eksiklik ve fazlalıktan (tahriften) korunduğuna inanmak İslamın ve Şii mezhebinin farzlarındandır."
Kur'an-ı Kerim 114 sureden oluşmuştur. En küçük suresi, sadece iki satır olan Asr ve İhlas sureleri ve hatta bir buçuk satır olan Kevser süresidir. Kur'an’ın en uzun suresi ise Bakara süresidir. Bu sure 48 sayfadır (Osman Taha mushafında). Kur'an ayetlerinin sayısı (zira ayetlerin uzunluğu da farklıdır. Kimi ayetler bir tek kelimeden ibaret iken, kimi ayetler hatta bir sayfayı bile bulabilmektedir) ekseriyete göre 6236 adettir. Kur'an-ı Kerim kelimelerinin toplamı da 77807 adettir. Kur'an maddeleri, yani Kur'anî asli kökler ve çoğunlukla sülesiyi gayr-i mükerrer kökleri 1771 adettir. Bu köklerin müştakları (türevleri) da toplam olarak 11794 adettir. [276]
Ünlü Adnanî Arab kavminin ismidir. Zira İslam Peygamber (s.a.v)'i ve ilk İslam döneminin ileri gelen şahsiyetleri, Raşid halifeler, Ben-i Ümeyye ve Ben-i Abbas gibi kabileler de bu Kureyş kavmine mensub idiler. Kureyş, İslam’ın zuhurundan önce Mekke'ye musallat olmuştu. Ka'be evinin velayeti ve sorumluluğu kendilerine aitti. Genel olarak ticaret yoluyla yaşamlarını sürdürüyorlardı. Kureyş kabilesinin nesebi, Fehr b. Malik'e ulaşır. Kur'an-ı Kerim, Kureyş lehçesiyle nazil olmuştur. Kur'an-ı Kerim'de, Kureyş suresinde onların kış ve yaz dönemi yolculuklarına işaret edilmiştir. [277]
Ka'be iki kez Kur'an-ı Kerim'de kullanılmıştır.[278] Bu kelimeden maksad Beytü'llah-i Haram'ın içinde bulunan kare biçimindeki binadır. Kur'an-ı Kerim'de "el-Beyt",[279] "el-Beytü'1-Haram"[280] ve "el-Beytü'1-Akik"[281] olarak adlandırılmış ve onun etrafındaki mescid ve alana "el-Mescidü'l-Haram" denmiştir. Ka'be, İslam'ın ibadet mekanlarının en önemli ve kutsal olanıdır. Zira onu ziyaret etmek, hali vakti ve mali imkanı olan her müslümana ömründe bir kez farzdır. Her müslüman, namaza durduğu esnada (ister farz, ister rnüstehab namazlarda) ona (=kıble) doğru yönelmek zorundadır. Kıble, bütün topraklar için bir odaktır. [282]
Cahiliye dönemi Arablarının putlarından veya ilahlarından birisinin ismidir. Kur'an'da onun ismi Uzza ile birlikte anılmıştır.[283] Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Süfyan ve Muğire bin Şu'be'yi bu putu ve içinde bulunduğu mabedi yıkmak ve yok etmekle görevlendirdi. [284]
Cahiliyet döneminde de hikmet ile meşhur olan ve Fars edebiyatında Lokman Hekim olarak bilinen Kur'anî şahsiyetlerden biridir. O, İslam öncesi Arabistan’ın efsanevi kahraman ve hekimlerindendir ve Kur'an'da Allah'ı tanıyan ve oğluna hekimane ve takvaya yönelik öğütler veren temiz soylu bir baba olarak tanımlanır. Cahiliyet döneminde Lokman, Ad olarak bilinmekte idi. Onlarla meşhur olduğu iki sıfat temiz soyluluk ve uzun ömrü idi. Kur'an-ı Kerim'de 31. sure onun adınadır. [285]
Büyük İlahî Peygamberlerden. "O, Harun'un evlatlarından ve İbrahim'in biraderzadelerindendir. Onun yaşamı, Ahd-i Atik'in 11-14. bablarında açıklanmıştır." Lut'tan Kur'an-ı Mecid'in 27 yerinde söz edilmiştir. Kur'an'da bazen "îhvanu Lut" olarak[286] isimlendirilen Lut kavmi, Semud kavmi ile Medyen ehli dönemleri arasında yaşamıştır. Lut'un Peygamberliğine Kur'an'da açık işaret vardır.[287] O, ilim ve hikmetten yararlanmış bir kişiydi.[288] İbrahim, kavmini ikaz ettiğinde Lut, ona inan'dı ve kendisini "Muhaciren ilallah" olarak adlandırdı[289] ve kavmini doğru yola ve Allah'a ibadet ve kullukta bulunmaya davet etti.[290] Onun kavmi Livata ile uğraşıyordu (Livata kelimesi Lut'tan türemiştir).[291] İlahî azaba duçar olan Lut şehri ismi Sodom ve Umore'dir. Fakat Kur'an'da bu şehirden karye olarak ya da el-Mu'tefekat (altüst edilmiş) sıfatı olarak söz edilmiştir. [292]
İslami sünnette, Rıdvan, cennetin bekçisi; Malik ise, cehennemin bekçisidir. Rıdvan, bu anlamda Kur'an-ı Mecid'de kullanılmamıştır. Malik de sadece bir kez[293] zikredilmiştir. Rivayetlerde anlatılmıştır ki, Hz. Resul (s.a.v), Mi'rac'da Malik'i çok ızdırablı ve yüzü ekşi bir şekilde görmüştür. Ve ondan sonra da hayatta olduğu sürece (yürekten) gülmemiştir. [294]
Mecus lafzı, sadece bir kez Kur'an-ı Kerim'de Hacc suresinin 17. ayetinde kullanılmış ve ehl-i kitaptan olduklarını gösteren bir şekilde kendilerinden söz edilmiştir. Mecustan maksat, Zerdüştilerdir. [295]
Hayreddin Zerküli, Hz. Muhammed (s.a.v)'i tanıtırken şöyle yazar: "Muhammed bin Abdullah bin Abdulmuttalib bin Haşim, Kureyş taifesinden, Adnan kabilesinden, İbrahim Halil'in oğlu İsmail'in soyundan Arab (ve İslam) Peygamberi, İslam toplumunun temelini atan, onun kültür altyapısını oluşturan, Arab kavmini birlik haline getiren ve onların siyasi ve kanuni hayatını düzenleyen şahsiyettir. Künyesi, Ebu'l-Kasım, Mekke'de doğmuş ve yetim olarak büyümüştür. Annesi, Amine Bint-i Vehb, onu büyüttü. Altı yaşında iken annesini de kaybetti ve dedesi Abdulmuttalib O'nun kefili oldu. Sekiz yaşında iken dedesi Abdulmuttalib de öldü. Bunun üzerine amcası Ebu Talip O'nun sorumluluğunu yüklendi. Yiğit, cesaret sahibi, üstün himmet sahibi, doğru sözlü, güzel huylu ve üstün zeka sahibi idi. Kureyş, O'nu emin olarak adlandırmıştı. Yirmi beş yaşında iken amcası O'nu kendisinden onbeş yaş büyük olan ve zengin kadınlardan olan Hadice ile evlendirdi... Her senenin bir ayını Mekke'nin, yakınındaki Hira dağında halvet, ibadet ve murakabe ile geçiriyordu. Kırk üç yaşına geldiğinde Hicretten on üç yıl öncesinin Ramazan ayında Yüce Allah (Cebrail aracılığıyla), Kur'an'ın ilk suresini göndermekle vahyi gönderdi ve Peygamber olarak görevlendirdi. O, başlangıçta davetini gizli olarak başlattı, daha sonra davetini açıktan yapmağa başladı ve insanları tevhide, putlara tapmaktan vazgeçmeğe ve cahili hurafeleri terketmeğe davet etti. Kureyş, O'nun karşısında mücadeleye durdu ve savaş açtı. Amcası Ebu Talib, ömrünün sonuna kadar O'nu himaye etti. Gitgide İslam, Mekke'den Medine'ye yayıldı. Hz. Muhammed (s.a.v)'in Mekke'den Medine'ye miladi 622 yılındaki hicreti İslam tarihinin başlangıcıdır. Peygamber (s.a.v)'in ilk gazvesi, Bedir Gazvesidir, en sonuncusu da Tebuk Gazvesidir. Hicretin onuncu yılında Haccetü'l-Veda'da (Peygamber (s.a.v)'in son haccı) vukubuldu ve Resulullah (s.a.v), Hicretin 11. yılında Rebiyyu'l-Evvel ayının 12. gününde (m. 633) Medine'de vefat etti." [296]
Medyen ya da Medyen-i Şuayb, Akabe Körfezinin doğusunda yer alan bir şehirdir. Bu isim, Ahd-i Atik'de zikredilen Medyenlilerle ilgilidir. İbn-i İshak'ın Siretinde Hz. Resul (s.a.v)'ün, Zeyd bin Harise komutanlığında bir heyeti oraya gönderdiği rivayet edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de, Medyen'den Musa ve Şuayb kıssasıyla ilgili olarak on kez söz edilmiştir.[297]
Bugünkü Suudi Arabistan'ın büyük şehirlerindendir. Büyüklük ve kutsallık açısından İslam şehirlerinin Mekke'den sonraki en büyüklerinin ikinçişidir. Hicaz bölgesinde Mekke'nin kuzeydoğusunda yer almaktadır. Bu şehrin asıl ismi Yesrib idi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v)'in Mekke'den bu şehre hicretinden sonra buranın ismi Medinetü'n-Nebi ya da Medinetü't-Tayyibe veya kısaca Medine olarak adlandırılmıştır. Bu şehir, Hz. Resul (s.a.v)'ün, O'nun bir kısım ehl-i beytinin ve ilk üç raşid halifenin medfun bulundukları önemli bir şehirdir. Peygamber (s.a.v)’in rıhletinden sonra hicretin 35. yılına kadar hilafetin merkezi idi. Yesrib ismi sadece bir kez Kur'an'da zikredilmiştir.[298] Medine kelimesi ise, dört kez Kur'an'da kullanılmıştır.[299]
İmran'ın kızı, İsa'nın annesi, hristiyanlık ve İslam'da mukaddes ve çok muhterem şahsiyetlerden biridir. Onun ismine Kur'an-ı Mecid'de 34 kez yer verilmiştir. Kur'an'ın 19. suresi onun adınadır. Meryem, İbranice asıllı bir isim olup hristiyan ve süryani kaynakları yoluyla Arabçaya girmiştir. Yüce Allah tarafından ve Ruhu'1-Kuds aracılığıyla Kelimetullah veya İlahî ruh ona ilka edilmiştir[300] ve İsa'ya hamile kalmış ve onu dünyaya getirmiştir. Bundan dolayı onun kavmi ona bühtanda bulunup onu kötü olarak itham ettiler. Ama İlahî emirle İsa, daha beşikte iken dile geldi ve kendi Peygamberliğine ve annesinin tertemiz olduğuna şehadet etti. Meryem, İbrahimî dinlerin dört büyük ve saygın kadınlarından biridir. [301]
Camiu'l-Kubbe'nin güney tarafında bulunan Beytü'l-Mukaddes'te ünlü büyük bir mesciddir. Bu lafız, İsra suresinin ilk ayetinde zikredilmiştir. Allah kulunu (Hz. Peygamber (s.a.v)'i) bir gecede Mescidü'l- Haram'dan (Mekke'den) Mescidü'l-Aksa'ya (Filistin'de) yürüttü. Daha sonra Mescidül-Aksa'dan semalara nebevi mi'rac başlamış oldu. Bu bina, başlangıçta Zeostin'in milattan sonra 550 yılında Meryem-i Azra adına yaptırdığı bir kilise idi. Müslümanlar onu mescide dönüştürdüler. Haçlı savaşlarında harap edildi. Sultan Salahaddin Eyyubi, miladi 1187 (h.k. 583) yılında yeniden burayı onarmıştır. [302]
İçinde Ka'be'nin yer aldığı mesciddir. Resulullah (s.a.v) zamanında ve onun emriyle hicri sekizinci yılda mescid haline getirilmiştir. Ömer ve Osman'ın hilafetleri döneminde bu mescidin etrafında bulunan evler kendilerinin emriyle satın alınmış ve Mescidü'l-Haram'ın alanı genişletilmiş onun için revak yapılmıştır. İbn-i Zübeyr, Abdulmelik Mervan, onun genişletilmesi ve tamamlanması için çalışmışlardır. Haccac, Ka'be'yi ipek kumaşlarla örttü, Velid bin Abdulmelik, onu değerli ziynet ve cevherlerle süsledi ve Ka'be'nin sakafını ve su borularını altından işledi. Abbasilerden olan Mansur ve Mehdi de onu daha güzel bir şekle sokmak için uğraş vermişlerdir. İçinde bulunduğumuz asırda Arabistan devleti hicri 1375 yılından beri Mescidül-Haram'ı genişletmek ve güzelleştirmek noktasında öncekilerden daha fazla uğraş vermektedir. [303]
Mısır ismi (Mısır toprakları ve şehri olarak) Kur'an-ı Mecid'de beş kez kullanılmıştır.[304] Mısır isminin Kur'an’da kullanılmasının iki açıdan önemi vardır. Birisi, Ben-i İsrail kıssasında anlatıldığı şekliyle ki, Musa, onları Mısır'dan kurtarıp Şam'a ulaştırması ile İlahî memuriyetle görevlendirilmesi. İkincisi de Firavun kıssasında Mısır, Afrika'nın kuzeydoğusunda bulunan Nil ırmağının ve Kızıl Deniz 'in kuzeyinde bulunan Sina yarımadasının verimli topraklarını içine alan önemli bir yerdir. Ayrıca kuzeyden Akdeniz'e sınır, doğudan Kızıl Deniz'e, Batıdan Libya ülkesiyle ve güneyden Sudan ülkesiyle komşudur. Kembuciye döneminde İranlılar tarafından fethedildi ve uzun yıllar Hahamenişlerin bir müstemlekesi olarak kalmıştır. [305]
Suudi Arabistan devletinin Hicaz bölgesindeki ve Kızıl Deniz'e yakın eski ve ünlü şehirlerindendir. Ka'be ve O'nun etrafındaki mescid, yani Mescidü'l-Haram, İslam mabedlerinin en büyüğü ve en mukaddes olanıdır. Müslümanların kılmakta oldukları namazlar, Kıble'ye yani, Ka'be'ye doğru (bu şehrin merkezinde) yönelerek kılınır. Her yıl binlerce müslüman hatta son yıllarda iki milyona yakın kişi, örfümüzde Allah'ın evi olarak anılan ve bu şehirde bulunan Beytullahi'l-Haram'ı (Ka'be'yi) ziyaret eder. Bu şehir, Peygamber-i Ekrem (s.a.v)'in kutsal doğum beldesi, büyük Kureyş kabilesinin karargahı, vahyin başlama mekanı idi. Kureyş ve Mekke müşrikleri, Resulullah (s.a.v)'ı davet ve risaletinin başlangıcında çok merhametsizce işkence ve baskı yaptıklarından Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret etti. Ve İslam orada kuvvet buldu. Daha sonra Hz. Resul (s.a.v), muzaffer edalı ve bir dereceye kadarda barışçıl bir edayla İslam ordusunun başında Mekke'yi hicretin sekizinci yılında fethetti ve İslam’ın daveti oradan dünyaya yayıldı. [306]
Sünnet ve örfte, Melekü'1-Mevt yani, insanların ruhunu kabzetmekle görevli olan ölüm meleği, Azrail adını taşır. Fakat bu isim Kur'an-ı Kerim'de geçmemektedir. Ama Melekü'1-Mevt ise, Secde suresinin 11. ayetinde zikredilmiştir. Azrail ya da Melekü'l-Mevt, İbrahimi dinlerde mukarreb olan dört büyük melekten biridir (diğer üç Mukarreb melek: Cebrail, Mikail ve İsrafil'dir). [307]
İslam öncesi Arab taifelerinden bazılarının put veya ilahelerinden birinin ismidir. Menat, Latt ve Uzza ile birlikte kutsanmıştır. Necm suresinin 20. ayetinde onun ismine işaret edilmiştir. Bu put veya ilahe, daha çok Huzeyl ve Huzaa kabilelerine özgüdür. Bilinmektedir ki kafirlerin bir kısmı Menatı (ki siyah taştan yapılmış bir heykel idi) Mekke ile Medine arasındaki Müşellel bölgesindeki bulunduğu yerden çalmış ve Hindistan'a götürmüşler ve Sumenat isminde önemli bir putkede yaptırmışlardı. Gazneli Sultan Mahmud, Hindistan'a yapmış olduğu saldırıların birinde onu yerle bir etmiştir. [308]
Ulu'1-Azm Peygamberlerden sayılan İlahî büyük Peygamberlerdendir. Kur'an-ı Mecid'de yirmi surede kendisinden söz edilmiştir. İsmi 136 kez anılmıştır. Onun yaşamının ve Peygamberliğinin büyük bir kısmı zikredilmiştir.[309] Kelimullah (Allah ile konuşan) lakablı İmran'ın oğlu Musa, en büyük Peygamberlerden ve Ben-i İsrail kavminde risalet ile görevlendirilmişti. Onun zuhur zamanı Mesih'in doğumundan önceki 15. asırdan 13. asra kadarki zaman aralığında olmuştur. Kardeşi Harun, risalet noktasında onun yardımcısı ve ıstılahi olarak nübüvvette ortağı idi. Firavun ve firavunileri tevhide davet etti ve Yed-i Beyza (elinden ışıltı saçan büyük aydınlık ve beyazlık), asasının ejderhaya dönüşmesi gibi mucizelerle ve ayrıca Firavun ve firavunilerin isyankarlıkları ve itaatsizlikleri neticesinde karşılaştıkları azab olaylarıyla onlara nazil oldu. Fakat onun daveti inkarcılara hiç bir etki yapmadı. Firavun’un köle olarak tuttuğu Ben-i İsrail kavmini sonunda Firavun’un pençesinden kurtardı ve rivayete göre, altıyüz bin kişilik bir orduyla Mısır'dan Ken'an'a doğru yola çıktılar. İlahî bir emirle deniz suyu (Kızıl Deniz) onların önünde ikiye yarıldı ve bu esnada çok süratli bir şekilde buradan geçip amaçlarına ulaşabildiler. Onları takip etmekte olan Firavn ve Firavuniler ise aynı denizde boğuldular. Tevrat, levhalar şeklinde Musa'ya nazil olmuştur. O, Şuayb Peygamber (a.s)'in damadıdır. [310]
Bu kelime, İbranice'den Arapça’ya geçmiştir. Mikal/Mikail, İlahî dergahın dört mukarreb meleğinden biridir. Onun adına (Mikal şekliyle) Bakara suresinin 98. ayetinde işaret edilmiştir. İslami sünnette Mikail, Peygamber (s.a.v)'in göğsünü Mi'rac gecesinden önce yaran melekler arasındadır. Yine aynı şekilde Bedir savaşında müslümanların yardımına gelen meleklerden biridir. [311]
Bu beş kelime, Nuh kavminin ve İslam öncesi kimi Arap taifelerinin taptıkları beş putun ismidir. Bu isimlere, Nuh suresinin 23. ayetinde şu sırayla işaret edilmiştir: Vedd, Suva', Yeğus, Yeuk, Nesr. Arap put tapıcılığı konusunda çok eski kaynaklardan bir kitab olan el-Esnam'ın sahibi Hişam bin Muhammed Kelbi, bu putlardan hangisinin hangi kavmin putu olduğu noktasında işaretlerde bulunmuştur. Bu putlar konusunda da şöyle der: Vedd (Kelb kabilesi), Suva' (Huzeyl ve Benu Lehiyan kabilesi), Yeğus (Mezhec Kavmi ve Ehl-i Cüveş), Yeuk (Heyevan kabilesi), Nesr (Humeyr kabilesi). [312]
Nesari kelimesi Nesraninin çoğuludur. Arap sözlük bilimcilerinin bir çoğu Nesari'nin müfredinin nesran olduğunu iddia etmişlerdir ki doğru olmadığı görülüyor. Nesran kelimesinin malum ve mafassal bir anlamı yoktur. Sadece el-Müncid'de doğru şekliyle açıklanmıştır ki Nesrani, İsa'nın doğum yeri olan Nesare şehrine mensub olmak demektir ve onun çoğulu Nesari'dir. Elbette Nesare'ye mensub olan Nasiri olur. Fakat Nasıri İsa'nın nisbeti olduğu için Nesrani'nin örtülmesinin kaldırılması için yapılmış olması ihtimali vardır. Nesari kelimesi Kur'an-ı Kerim'de mesihiler ya da İseviler anlamında 14 kez kullanılmıştır. [313]
İlahî büyük ve ulu'1-azm Peygamberlerden, ayrıca her ne kadar yahudi ve Tevrat sünnetinde enbiyadan değil ise de Adem ve İdris'ten sonra en eski Peygamberlerdendir. O, kendi zamanında inkarcı ve müşriklerin üzerine azabın (=Nuh tufanı) indiği ilk Peygamberdir. Vahiy, kendisine indiğinde yüz yedi yaşında idi ve Kur'an'ın açıkladığına göre, dokuz yüz elli yıl kavmine davette bulunmuştur.[314] Onun kavmi putperest idi[315] ve çok az bir topluluk dışında kendisine iman eden olmadı.[316] Nuh, kavmini İlahî azabın geleceği ile tehdit etti fakat onlar daha fazla küstahlaştılar.[317] Nuh, bütün direncine ve mücadelesine rağmen sonunda ümitsiz oldu ve onlardan nefret ederek helaklerini diledi.[318] Allah da onun duasını kabul etti ve vahiy yoluyla ona büyük bir gemi yapmasını buyurdu. Cebrail, gemi yapımını ona öğretti[319], Onun bu hareketini gören kavmi kendisiyle alay etti.[320] Azab nazil olduğunda ve tufan başladığında ve tandır kaynayıp (iş ciddileşip sular kaynayınca), Nuh her canlıdan birer çifti kendisiyle birlike gemiye aldığında[321] her taraftan yağmurlar yağmaya başladı ve çeşmeler coşmaya başladı.[322] Nuh'un oğlu, babası ve ailesiyle birlikte gemiye binmedi ve sonunda o da sulara gömülüp boğuldu.[323] "Ve denildi ki ey zemin suyunu yut ve ey gök (yağmurunu) tut. Su çekildi ve iş bitirildi. (Gemi) Cudi (dağına) oturdu ve "zulüm ve haksızlık yapanlar yok olsun" denildi."[324]
Musa'nın orada bir ağaçta ateş şeklinde görülen İlahî tecelliyi müşahede ettiği ve Kelimullah (Allah ile konuşan) rütbesine ve nübüvvete eriştiği bir vadidir. Vadiyü'l-Eymen sözcüğü, Kassas suresinin 30. ayetinde zikredilmiştir ve Naziat suresinin 26. ayetinde bu vadi, mukaddes sıfatıyla da vasıflanmıştır. Bu vadinin Eymen (=sağ taraf) olarak adlandırılmasının sebebi, Medyen tarafından Mısır'a gelindiğinde bu vadinin Sina dağının sağ tarafında yer almış olmasıdır. Tevrat'ta, Tuva olarak adlandırılmıştır. Bu isim Taha suresinin 13. ayetinde ve Naziat suresinin 16. ayetinde zikredilmiştir. [325]
Harut ve Marut, yüce Allah'ın kendilerini insan şekline soktuğu ve yeryüzüne indirdiği iki meleğin ismidir. Bu iki melek, iki insan şekline gelip yeryüzüne indiklerinde günah ve vesveseye kapılırlar ve yapmış oldukları bu günahlarına karşılık da İlahî azaba duçar olurlar. Ahiretteki azab yerine bu dünyadaki azabı tercih ederler ve Babil'deki bir kuyuda asılırlar. Rivayet edilir ki sihirbazlığı öğrenmek isteyenler o kuyunun başına gider ve bu mesleği onlardan öğrenir.[326] Çağdaş kıssa yazarlarının ve dilbilimcilerinin bir çoğu, Harut ve Marut isminin Avesta Amoşaspandları (Zerdüştülerin ayları) olan Hordad ve Mordad isimlerinin aynısı olduğu inancındadır. [327]
Harun, İmran'ın oğlu ve Musa'nın büyük kardeşi ve İlahî risalet noktasında onun ortak ve yardımcısı ve Ben-i İsrail'in Peygamberlerinden idi. O, açık, fasih dilli ve yiğit bir adamdı. Musa'nın dilinde bir takıntı olduğu için[328] O, Musa'nın sözcüsü ve risaletleri ortak idi. O, Zahiren Musa'nın gaybeti esnasında -ki kırk gece İlahî huzura çıkmıştı- Ben-i İsrail kavminin ve kelimesinin vahdeti ortadan kalkmaması[329] ve ayrıca kendi canının tehlikeye gireceği korkusundan[330] buzağı şeklinde bir put yapan ve Ben-i İsrail'in tevhidini, birliğini zedeleyen ve yaralayan Samiri ile birlikte hareket etmişti. Hz. Musa, bu yüzden ona kızmıştı.[331] Daha sonra daha fazla düşünerek onun (kardeşinin) günahsız olduğunu anlayınca yumuşadı ve hem kendisi hem de kardeşi için Allah'dan bağışlanma diledi.[332]
Haman, İslami kıssalarda Firavun'un veziri ve danışmanı olarak zikredilir. Kur'an-ı Kerim’de onun ismine altı kez işaret edilmiştir. Onun yaptıklarına en önemli işaret Kassas suresinin 38. ayeti ile Gafir suresinin 36. ayetinde yer verilmiştir. Firavun, Haman'a şöyle der: "Ey Haman, haydi benim için çamurun üzerinde bir ateş yak (tuğla yap) ve onlarla bir kule yap ta ki, göklere çıkayım ve Musa'nın Rabbini arayayım."[333] Kimi kaynaklarda Haman'ın, İran padişahı Heşayarşa'nın veziri olduğu ve yahudilerin düşmanı olduğu ve onları katletme iznini padişahtan aldığı, fakat padişahın karısı ve yahudi olan Ester'in padişah üzerinde etkili olduğu için bu fermanı lağvettiği, Merduh'un yerine Haman'ın asıldığı, yahudilerin emanda kaldığı, bugünün ve bu olayın bayram olarak kutlandığı şeklinde rivayetlere de yer verilmiştir. [334]
Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde ve defalarca Hud'un Ad kavmi veya kabilesinin Peygamberi olduğu beyan edilmiştir.[335] İslam Ansiklopedisinde (İngilizce) yazıldığına göre, Hud, Kur'an'da ismi zikredilen beş büyük Arap Peygamberlerinin ilk kişidir (Diğer dört büyük Peygamber; İbrahim, Salih, Şuayb ve Muhammed'dir). A'raf suresinde (65-72. ayetler) O'nun risaletine, kavminin isyankarlığına ve yaptıklarının sonu ile ilgili olarak kısaca işaret edilmiştir. Kur'an’ın 11. suresi Hud adını taşımaktadır. Hud kavmi İlahî daveti kabul etmediklerinden dolayı İlahî azaba duçar olup yok olmuşlardır. [336]
Ye'cuc ve Me'cuc'a, Kur'an-ı Kerim'de iki kez yer verilmiştir. Birinci kez, Kehf suresinde[337] Zulkarneyn'in kıssası anlatılırken yer verilmiştir. Zulkarneyn'in yanında bulunan bir grup insan, kendi topraklarında yağmalamalarda bulunan Ye'cuc ve Me'cuc'u şikayet ederler ve kendi imkanlarıyla kendileri ile Yec'uc ve Me'cuc arasında bir sed yapmasını ve böylelikle kendilerine bir zarar verilmemesini isterler. Zulkarneyn de bu teklif ve isteklerini kabul eder ve kendi hazinesinden karşılamak üzere bir sed yaptırır. Kimileri bu şeddin Çin Şeddi olduğunu iddia etmiştir. İkinci kez ise, Enbiya suresinin 96. ayetinde Ye'cuc ile Me'cuc'dan söz edilmiştir. Onların yaptıkları hücum ve yağmalamaları "Eşratı's-Saaf'ten (Kıyametin alametlerinden) sayılmıştır. Kimi araştırmacılar, Ye'cuc ile Me'cuc'u Atilla ve Cengiz'in mensubu oldukları Moğollar olarak kabul etmiştir. Kimisi de onları Sukkalara bağlarlar. [338]
İslami sünnette Zekeriyya Peygamber (a.s)'in oğlu olan Yahya, Hristiyanlıktaki Jan veya Yuhanna ile aynı kişidir. Kur'an'da Musa, Harun, Zekeriyya, İsa, İlyas ve diğer birkaç Peygamber derecesinde salih ve enbiyadan sayılmıştır.[339] Allah, onu babası Zekeriyya'nın duasıyla, babası çok ihtiyar olduğu ve annesi doğurmayan olduğu halde dünyaya getirmiştir.[340] O, İsa'nın halasının oğlu ve aynı zamanda O'nun mübeşşir ve nübüvvetinin haklılığını tasdik etmişti.[341] Onun katlinin ve hakikatte şahadetinin sebebi, Celil ve Ürdün bölgesinin padişahı olan Heroud'un şer'i olmayan evliliğine gösterdiği muhalefetidir.[342]
İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu olan Yahya, İlahî büyük Peygamberlerdendir. On iki torun ve külli şekliyle Ben-i İsrail, O'nun neslidir. O'nun bir diğer adı da İsrail'dir. Bu isim arapça ve "akabe" kökünden değildir. Aksine "İbranice" asıllı bir kelimedir. O'nun ismi Kur'an’da 16 kez zikredilmiştir. Ona yapılan işaretler ise daha çoktur. Kendisine en çok Yusuf suresinde işaret edilmiştir. Annesi Lut'un kızkardeşi idi. İshak'ın ölümünden sonra Peygamberliğe ulaştı. Tebliğ ettiği şeriat, İbrahim'in şeriatının aynısıydı ve onun kitabı da İbrahim'in sahifeleri idi.[343]
Yakub bin İshak bin İbrahim'in oğlu olan Yusuf, Ben-i İsrail'in büyük İlahî Peygamberlerindendir. Babası Yakub'un, Nişaburi'nin Kıssasu'l-Enbiyası'nda da açıklandığı gibi, yedi hanımı vardı ve her birinden iki erkek bir kız evlat dünyaya gelmiştir. Fakat meşhur olan rivayet O, 12 erkek evlada sahip idi. Herhalde Yusuf ve Bünyamin, Yakub'un aşırı derecede sevdiği ve genç yaşta ölen eşi Rahil ismindeki bir kadından doğma idiler. Bundan dolayı Yakub, onun yadigarı olan bu iki çocuğunu diğer çocuklarından daha çok seviyordu. Yusuf'un sahip olduğu bu eşsiz ve benzersiz şey ve kemal ve cemal ve güzellik, dolayısıyla da Yakub'un Yusuf'a diğerlerinden daha fazla beslediği sevgi, sonunda diğer hanımlardan olan on kardeşi kıskançlığa ve onunla rekabet ve kızışmaya şevketti ve bunun sonucu olarak da O'nu kuyuya attılar. Bir kervan oradan geçerken onu bu kuyudan çıkarıp Mısır'a götürür. Mısır azizinin karısı Züleyha onu satın aldı. Böylece Mısır azizinin ailesine girdi. Azizin karısı Züleyha, ona aşık oldu ve ondan yararlanmak istedi. Fakat Yusuf, bundan sakındı. Bunun cezası olarak da kadının yaptığı hile ve desiseler sonucunda zindana düştü. Sonunda günahsız olduğu anlaşıldı, özgürlüğüne kavuşarak zindandan çıktı ve ülke yönetiminde önemli makamlar elde etti. Kardeşleriyle de (kendileri kötülük yapmış olmalarına rağmen) iyi geçindi, onlara karşı güzel davrandı. Sonunda da yıllarca O'nun ayrılık ateşi içinde yanıp kavrulan babası Yakub'a da kavuştu. Babası Yakub'un gözleri Yusuf'un güzellik ve cemalinin aydınlığıyla görür oldu ve körlükten kurtuldu. Sonunda bütün bir aile uzun yıllar barış ve esenlik içinde yaşamlarını sürdürdüler. [344]
Zünnun lakaplı Metta'nın oğlu büyük İlahî Peygamberlerdendir. Onun kıssasının özeti şöyledir: Gemide olduğu halde bir yerlere gidiyordu. Bir tufan esmeye başladı ve ağır yüklü gemi batmaya başladı. Geminin batmaması için yükünü hafifletmeye başladılar. Fakat bunun da herhangi bir etkisi olmadı. Daha sonra gemide yaşayanların da kura çekme suretiyle gemiden atılmasına karar verildi. İlk kura, onun (Yunus'un) adına isabet etti ve kendisini denize attılar. Büyük bir balık onu yuttu ve İlahî bir mucizeyle bu balığın karnında ölmeden yaşamağa devam etti. Nihayet balık, onu bir sahile attı. Azıcık rahatladıktan sonra kendi kavmi arasına Neyneva'ya gitti ve onları tevhide davet etti. Başlangıçta kavmi, ona iman etmedi. Yunus, şayet kendisini kabul etmezlerse İlahî azaba duçar olacaklarını söyledi. İlahî azabın işaretlerini gördüklerinde iman ettiler ve böylece İlahî azab üzerlerinden kalktı.[345] Kur'an'ın onuncu suresi Yunus ismini taşır. Onun ismine ve yaşamına Kur'an-ı Mecid'in dört yerinde işaret edilmiştir.[346]
Yehud, Yehuda'ya (bir kabile ve bölge) mensuptur. İbraniler ya da Ben-i İsrail olarak adlandırılan ve dini açıdan Kelimi ya da Musevî olarak isimlendirilen Samilerin bir koluna ıtlak olunur. Kur'an-ı Kerim'de de Yehud, hem "ellezine hadu" ve hem de Ben-i İsrail olarak isimlendirilmişlerdir. Ayrıntı için Ben-i İsrail’e bakılabilir.[347]
Bu lügatçe, Kur'an-ı Mecid'in 114 suresinin kısa bir tanıtımı, onlarla ilgili özet niteliğinde kısa ve temel bir bilgi vermek amacıyla düzenlenmiştir. Bu lügatçenin tertibi, Mushaf-ı Şerif’teki sıralamaya uygun bir şekildedir. Yani Hamd (Fatiha) ve Bakara'dan başlayıp Felak ve Nas ile bitmektedir. Yine müracaatı kolaylaştırmak amacıyla sure adları alfabetik sıra ile lügatçenin sonunda verilmiştir. Bu fihrist, bir sureyi arayıp da söz konusu surenin Kur'an'ın kaçıncı suresi olduğunu ve Kur'an'ın hangi sayfalarında yer aldığını bilmeyen bir kimse için işi kolaylaştırıcı bir özellik taşır. Yine aynı şekilde surelerin meşhur fakat gayr-i resmi isimlerini ihtiva eden bir fihrist de düzenledik ki, bunların açıklama ve şerhlerini onların mukaddimelerinde (bu bölümün sonunda) getirdik. Bu bölümde, her bir sure konusunda en temel bilgileri aynı tarzda ve her bir surenin muhtelif isimleri, ayetlerinin ve kelimelerinin sayısı, mushaftaki sıralamaya ve nüzul sırasına göre kaçıncı sırada olduğu, her birinin Mekki mi Medeni mi ve onun esas içeriğinin ne olduğu noktasında bilgi verilmeğe çalışılmıştır. [348]
Bu, Fatiha ve Fatihatü'1-Kitab, yani kitabı açan ve başlatan olarak adlandırılmaktadır. Bu surenin diğer adları: Hamd, Ümmü'l-Kur'an, Seb'a'l-Mesani
1- Yedi ayetten müteşekkildir. Farz ve sünnet her namazda okunmaktadır.[349]
2- İki kez nazil olmuştur. Bir kez Mekke'de, bir kez de Medine'de nazil olmuştur. Fakat resmi olarak Mekki sayılmaktadır, Kenz, Esas, Münacat, Şifa, Dua, Kafiye, Vafiye, Raqiye (yani değiştiren). Musaftaki sıralamaya göre ilk, nüzul sırasına göre beşinci suredir. Yedi ayetten oluşmuştur ve 29 kelime içermektedir. Bu surenin temel muhtevası, Tevhid ve Allah'a hamd ve övgüdür. [350]
Bakara'dan (inek/dişi inek) maksad, Ben-i İsrail ineği kıssasına işaret etmesinden dolayıdır.[351] "İsraili bahaneler" de burada ele alınmıştır. Surenin diğer isimleri: Fesetatu'l-Kur'an, Senamu'l-Kur'an, ve bu surenin tümüne ve kendinden sonra gelen Al-i İmran suresinin tümüne birden Zehravan denilmektedir. Bu sure 286 ayet olup 6143 kelime içermektedir. Mushaf-ı Şerif’teki sıralamaya göre, ikinci sure, nüzul sırasına göre ise 87. sure ve Medenidir. Bu sure, Kur'an'ın en büyük suresidir ve Kur'an'ın 30 cüzünden yaklaşık beşte ikisini kapsar. Aynı şekilde Din/Tedayin/Medayene ayeti olarak adlandırılan Kur'an'ın en üstün ayeti de bu surenin 282. ayetidir (Zira Kur'an'ın bir tam sayfasını kaplamaktadır). Bu sure Medeni'dir. Surede 130 fıkhi hüküm yer almaktadır. Ayetü'l-Kürsi de bu surenin 255. ayetidir. Bu surenin bazı konuları şunlardır: İnanç esaslarının açıklanması, Tevhidin delillerinin zikri, insanın yaratılışı, meleklerin insan hakkında Allah ile konuşmaları, orucun hükümleri, vasiyet, itikaf, yetimlerin ve diğer insanların mallarında haksız bir şekilde tasarrufta bulunmaktan sakınma. Aynı zamanda bu sure "huruf-u mukattaa" (Elif, Lam, Mim) ile başlayan 29 surenin ilkidir. [352]
Al-i İmran (İmran'ın ailesi) kelimesi, bu surede iki kez kullanılmıştır (33 ve 35. ayetler). İmran, Meryem'in babasıdır. Bu surenin bir diğer adı da Tayyibe'dir. Bu sureye Bakara suresi ile birlikte Zehravan ismi verilmektedir. Bu sure 200 ayet ve 3500 kelimeye sahiptir. Mushaf-ı Şerif’teki sıralamaya göre üçüncü sure, nüzul sırasına göre, 89. ve Medeni suredir. Kur'an-ı Mecid'in yaklaşık beşte biri bir yer tutar. Bu surenin bazı konuları: Uhud savaşının tavsifi, şehidlerin sahip olduğu faziletlerin beyanı, Hamrau'l-Esed Gazvesi'nin bir tarafına işaret, insanların sabır ve dirence davet edilmesi, ve bu surenin sonunda çok üstün dualar da gelmiştir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Mim) ile başlayan ikinci suredir. [353]
Nisa (kadın) kelimesi yirmi defadan fazla bu surede zikredilmiştir. Kadınlarla ilgili olarak birçok fıkhi hükmü ihtiva etmektedir. Surenin bir diğer ismi, Nisau'l-Kübra'dır. (Çünkü Talak suresi 65. sure Nisau's-Süğra ya da Nisau'l-kasra olarak adlandırılmıştır). Bu sure 176 ayet ve 3763 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre dördüncü, nüzul sırasına göre 92. sure ve Medeni'dir. Kadınlarla, yetimler ve yetim haklarıyla ve miras kanunlarıyla ilgili hükümlerin birçoğu bu surede yer almaktadır. [354]
İsimlendirilme sebebi, İlahî Maideden (sofradan) sözedilmesi ve Hz. İsa'nın Havarileri ve dostlarının istemesi üzerine onun indirilmesidir.[355] Surenin diğer adları, Ukud ve Munqeze'dir. 120 ayet, 2838 kelimeyi kapsar. Mushaf sırasına göre beşinci, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 112. suresi olup Medeni'dir. Kur'an'ın otuz cüzünden bir cüzden fazla yer kaplar. Bu surede, ihram halindeki (Hacc esnasında) kişiler ile ilgili olarak av ve diğer amelleri ile ilgili birçok fıkhi hüküm yer almaktadır. Ayrıca müfsidin-i fi'l-Ard (yeryüzünde bozgunculuk yapan) olan savaş ehli kimseler ile ilgili hadler, vasiyetin tekidi, abdest, gusul ve teyemmüm ile ilgili fıkhi hükümler de bu surede yer alır. [356]
Bu surenin isimlendirilme sebebi, En'am'dan (hayvanlardan) ve dört ayaklılardan söz edilmiş olmasıdır.[357] Bu sure, 165 ayet ve 3055 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre altıncı, nüzul sıralamasına göre de Kur'an'ın 55. suresi ve Mekki'dir. Kur'an'ın bir cüzünden az bir kısmı ihti'va etmektedir. Surenin bazı konuları şunlardır: Allah'a şirk koşmaktan sakındırma, evlada ihsanda bulunma, evlatları öldürmekten nehiy (fakirlik korkusundan dolayı), adam öldürmekten nehiy, yetim malını yemekten nehiy, ölçü ve tartıda insaflı davranma, adalete riayet, ahde vefa, doğru yola uyma... [358]
Bunun isimlendirilme nedeni, A'raf ve A'raf ashabından söz etmiş olmasıdır. Onun bir diğer adı, "Elif, Lam, Mim, Sad" dır (Sure bu mukattaa harfleri ile başlamaktadır). Bu sure, 206 ayet ve 3341 kelimedir. Mushaftaki sırası yedi, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 39. suresi ve Mekki'dir. Kur'an'ın bir cüzünden fazla bir yer kapsar. Secde ayetini içeren dört surenin ilkidir. 206. ayeti mustehab secde ayetidir. Bu surenin en temel konuları, Adem'in kıssası, elbise nimeti, ziynet ve kendini süsleme konusunda itidal ve orta yolu takip etme gibi konulardır. İlk misak ya da elest ahdi alemine işaret de bu surenin 172. ayetinde zikredilmektedir. [359]
Bu surenin bu adla anılmasının nedeni de enfal kelimesinin kullanılması ve savaş ganimetleri ve genel servetlerden ibaret olan hükmün beyanıdır. Surenin diğer bir ismi de Bedr'dir. Bedir savaşına bu surede ayrıntılı bir şekilde işaret edilmiştir. 75 ayet ve 1243 kelime mevcuttur. Mushaftaki sıraya göre yedinci, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 88. suresi ve Medeni'dir. Yaklaşık yarım cüz kadardır. [360]
Bu isimle adlandırılmasının sebebi tevbenin sık sık tekrarlanması (17 kez), tevbenin hükümleri ve Allah'ın tevbeleri kabul etme şartlarının burada zikredilrnesidir. Surenin diğer isimleri Beraet ve Seyf'tir. 129 ayet ve 2505 kelime içerir. Mushaf sıralamasına göre dokuzuncu, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 13. suresi ve Medeni'dir. Kur'an'ın yaklaşık bir cüzünü oluşturur. Kur'an'daki 114 ayet içinde "Bismillahirrahmanirrahim"siz olarak nazil olan tek suredir. Zira Allah ve Resulü (s.a.v)’nün müşriklerden ve onların yaptıklarından beraetinin (uzak oluşunun) beyanın başlangıcıdır. Müşriklerle kesin olarak ilişkiyi kesme hükmü bu surede beyan buyurulmuştur.[361]
Bu şekilde adlandırılmasının nedeni, Hz. Yunus'un hikayesine bu surede işaret edilmesidir. 109 ayet ve 1842 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sırası onuncu, nüzul sırası ise, Kur'an'ın 101. suresi olup Mekki'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan 29 surenin dördüncüsüdür. İçerdiği konular, Yüce Allah'ın kudretinin görüntüleri, O'nun varlığının delilleri, Nuh, Musa ve Yunus gibi Peygamberlerin kıssalarıdır. [362]
Bu isimle anılması, içinde Ad kavminin Peygamberi Hz. Hud'un kıssasına işaret edilmiş olmasıdır. 123 ayet ve 1947 kelime ihtiva etmektedir. Mushaftaki sıralamaya göre onbirinci, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 52. suresi ve Medeni'dir. Yaklaşık olarak bir cüzün üçte ikisini oluşturmaktadır. Huruf-i mukattaa ile başlayan beşinci suredir. Onun en temel konusu, Peygamber kıssalarıdır (Nuh, Hud, Salih -Semud kavminin Peygamberi- Şuayb ve Lut). [363]
Surenin bu şekilde isimlendirilme sebebi Yakub'un oğlu Hz. Yusuf'un kıssasına burada işaret edilmiş olmasıdır. Hz. Yusuf ve kardeşlerinin kıssası, diğer Kur'an kıssalarının parça parça ve ayrı ayrı surelerde gelmesinin aksine detaylı ve bir bütün halinde bu surenin başından sonuna dek düzenli bir şekilde anlatılmıştır. Bu surenin bir diğer adı da bu kıssaya binaen Ahsenü'l-Kısas'dır. 111 ayet ve 1796 kelime içermektedir. Mushaftaki sıraya göre 12. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 53. suresi ve Mekki'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan altıncı suredir. [364]
Bu surenin Ra'd adıyla isimlendirilmesi sebebi, ra'd (şimşek) olayına ve onun İlahî bir hadise olduğunu ikrar etmek gerektiğine işaret edilmesidir. 43 ayet ve 854 kelimedir. Mushaftaki sırlamaya göre onüçüncü, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 98. suresi olup Medeni'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Mim, Ra) ile başlayan yedinci suredir. Secde ayeti içeren dört müstehab sureden ikincisidir. Bu surenin temel konusu, Tevhid ve Mead (Kıyamet)'dır. [365]
Bu surenin bu şekilde isim almasının nedeni, Hz. İbrahim'in isim ve kıssasına işaret edilmiş olmasıdır. 52 ayet ve 830 kelime ihtiva eder. Mushaftaki sıralamaya göre ondördüncü, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 72. süresidir ve Medeni'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan sekizinci suredir. Temel konusu, Hz. İbrahim'in kıssası, kıyamet, hesap ve ceza gününün tavsif ve açıklamasını yapan tasvirlerdir. [366]
Bu surenin bu şekilde adlandırılmasının nedeni Hicr Ashabının kıssasının zikredilmiş olmasıdır. Bu sure, 99 ayet, 656 kelimedir. Mushaftaki sıralamaya göre 15. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 54. suresi olup Mekki'dir. Huruf-i mukattaa (Elif, Lam, Ra) ile başlayan dokuzuncu suredir. Bu surenin temel konusu, kafirlerin ve yalanlayıcıların bekleyedurdukları korkunç sonu beyan etmedir. Ayrıca Hz. Adem'in kıssasına da işaretlerde bulunur. [367]
Bu surenin bu şekilde adlandırılmasının nedeni nahl'e (bal arısına) ve Yüce Allah'ın ona özellikle vahiyde bulunmasına işaretlerde bulunmuş olmasıdır. Bu surenin diğer bir adı da Niem'dir. 128 ayet, 1845 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre 16. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 70. suresi olup Medeni'dir. Bu sure, secdeleri içeren ondört sureden üçüncüsüdür ki, surenin 48. ayeti müstehab secde ayetidir. Onun temel konusu, iman, uluhiyyet, vahiy, ba's ve mead'dır. [368]
Bu surenin isimlendirilme nedeni, Hz. Muhammed (s.a.v))'in isra ve Mi'racının şerhiyle başlamış olmasıdır. Surenin diğer isimleri, Subhan ve Ben-i İsrail'dir. 111 ayet ve 1558 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sure sırası onyedi, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın ellinci süresidir. Sure Mekki'dir. Bu surenin en önemli konusu, Ben-i İsrail'in tarihi ve yaşamının bir kısmını açıklıyor olmasıdır. Sure, aynı zamanda insanları güzel ahlaka ve mekarim-i ahlaka davet etmektedir. [369]
Bu surenin bu adı almasının nedeni, Ashab-ı Kehf'in ismine ve kıssasına işaret etmesidir. Surenin diğer ismi Haile'dir. 110 ayet ve 1584 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre onsekizinci, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 69. suresi olup Mekki'dir. Bu sure, Kur'an'ın tam ortasıdır. Bu surede birkaç kıssa mevcuttur:
1- Ashab-ı Kehf kıssası,
2- Hz. Hızır ve Hz. Musa kıssası,
3- Zülkarneyn ve Ye'cuc ile Me'cuc kıssası. [370]
Bu surenin adlandırılma nedeni, Hz. Meryem'in adına ve kıssasına işaret ediyor olmasıdır. Surenin diğer bir adı Kaf, Ha, Ya, Ayn, Sad'dır. Zira bu sure de hurufu mukattaa ile başlayan surelerdendir. 98 ayet ve 970 kelime ihtiva eder. Mushaf sıralamasına göre 19, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 44. suresi olup Medeni'dir. Temel konuları, Zekeriyya Peygamber'in hikayesine, Hz. Meryem kıssasına, Yüce Allah'ın oğul ve ortaktan münezzeh oluşu, Allah'ın vahdaniyeti ve kıyametin yapısından söz etmesidir. [371]
Bu surenin bu isimle anılma sebebi, surenin hurufu mukattaadan olan Ta ve ha harfleri ile başlamış olmasıdır. Surenin bir diğer ismi de Kelim'dir ki bu, Hz. Musa'nın lakablarından biridir.[372] 125 ayet ve 1353 kelime içerir. Mushaf sıralamasına göre yirminci, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 55. süresidir ve Mekki'dir. Hurufu mukattaa ile başlayan 11. suredir. Hacmi yaklaşık yarım cüz kadardır. [373]
Bu surenin bu şekilde adlandırılma sebebi, içinde birçok Peygamberin ismi ve kıssasının geçmesidir. Kur'an'ın tümünde 25 Peygamberin ismi geçmektedir ki, bunların 16 tanesi bu surede yer almaktadır. 112 ayet ve 1173 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre, Kur'an'ın yirmibirinci ve nüzul sırasına göre 45. suredir ve Mekki'dir. Bu surede, tevhidden, nübüvvet ve Peygamberlerden, mead ve onun yapısından, söz edilmiştir. [374]
Bu surenin isimlendirilme şekli, surenin 12 ayetinde (25-37. ayetlerde) Hacc'ın hükümlerine işaret etmesidir. 78 ayet, 1279 kelime içermektedir. Mushaf sıralamasına göre 22. sure, nüzul sırasına göre, 103. sure olup Medeni surelerdendir. Ondört secde suresinden altıncı suredir. 18 ve 77. ayetlerin'de mustahab secde ayetleri vardır. Bu surede birkaç fıkhi hüküm yer almaktadır: Haccın farziyeti, Hacc'da kurban kesmenin hükmü, hayvanların etinin haram şekilde kesilmesi dışında helal oluşu, Allah evini hacc'da tavaf etmenin farziyeti... [375]
Bu surenin isimlendirilme sebebi, dosdoğru mü'minlere işaretle başlamasıdır. (Kad efleha'l-mu'minun= Doğrusu Mü'minler, felaha (kurtuluşa) erişti). 118 ayet ve 1051 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 23. suresi, nüzul sırasına göre ise 74. sure olup Mekki'dir. Hacmi, bir cüzün yarısından daha azdır. Temel konuları: Mü'minlerin vasıfları, insanin yaratılışı, yağmurun yağması ve onun etki ve faydaları, Hz. Nuh ve kavminin kıssası, Hz. Musa'nın kıssası. [376]
Bu surenin adlandırılma sebebi, surede Nur kelimesinin geçmesi (yedi kez) ve Kur'an'ın en güzel ve en çekici ayetlerinden biri olan Nur ayeti'nin bu surede gelmiş olmasıdır. (35. ayet: Allah, göklerin ve yerin nurudur...). 64 ayet ve 1318 kelime içerir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 24. suresi, nüzul sıralamasına göre de 110. sure olup Medeni'dir. Yaklaşık yarım cüz kadardır. Bu surede fıkhi hükümler hayli çoktur: Örneğin, zinanın haddi, zinanın ispatı için dört şahidin getirilme zorunluluğu, kadınlar için hicabın gerekliliği, İfk olayı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in tertemiz eşi Aişe'ye yapılan haksız iftira ve onun tertemiz olduğuna işaret. [377]
Bu surenin bu şekilde isimlendirilmesinin sebebi, başında Furkan (hak ve batılı /Kur'an/tevrat birbirinden ayıran) kelimesinin gelmiş olmasıdır. Bu surenin bir diğer ismi Tebarek'tir. 77 ayet, 896 kelime ihtiva etmektedir. Mushaftaki tertibe göre Kur'an'ın 25. suresi, nüzul sırasına göre ise, 42. sure olup Mekki'dir. Bu sure de ondört secde suresinden biridir. 60. ayeti müstehab secde ayetidir. Temel konuları, risalet ve enbiyanın daveti konusunda münkirlerle iddialaşma ve delil getirme, göklerin ve yerin altı günde yaratılması ve Allah'ın salih kullarının sıfatlarının beyanı konularıdır. [378]
Bu surenin isimlendirilme sebebi, şairlerin konumunun açıklanması ve surenin sonlarına doğru hakkı söyleyen ve batılı söyleyen şairlere işaret edilmesidir. Surenin diğer adları, Ta, Sin, Mim ve Camia'dır. 227 ayet ve 1319 kelimedir. Mushaftaki sıralamaya göre 26. sure, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 47. suresi ve Mekki'dir. Kapsadığı alan tam yarım cüzdür. Hurufu mukattaa ile başlayan surelerin onikincisidir (başında Ta, Sin, Mim harfleri vardır). Surenin bazı konuları; Hz. İbrahim, Musa, Salih, Lut, Şuayb gibi bazı Peygamberlerin hikayeleri, insanların Resulullah (s.a.v)'a neden çabucak iman etmedikleri konusunda Resulün teselli edilmesi ve kendisine yakınlarını İslama davet etmesinin emredilmesi vb. konulardır. [379]
Bu surenin Neml olarak adlandırılması, içinde neml (karınca) ve Hz. Süleyman'ın kıssasına işaret edilmesinden dolayıdır. Surenin diğer adları Süleyman ve Ta Sin'dir. Zira bu mukattaa harfleriyle (Ta Sin) başlamaktadır. 93 ayet ve 1162 kelimedir. Mushaf sırasına göre Kur'an'ın 27. suresi, nüzul sırasına göre, 48. sure ve Mekki'dir. Kapsam alanı yarım cüzden azdır. Bu surenin bir özelliği de içinde iki "Bismillahirrahmanirrahim'ı taşıyor olmasıdır (biri surenin başında, bir diğeri de 30. ayette). Bu sure, ondört secde surelerindendir ve 25. ayeti müstehab secde ayetidir. Süleyman ve Belkıs'in -Sebe Melikesi- hikayesine detaylıca değinmektedir. Aynı zamanda Salih ve Lut'un kıssası da bu surede ele alınmıştır. Ayrıca Haşir ve Mead konusu da işlenmiştir. [380]
Bu surenin Kasas olarak isimlendirilmesi şekli, bazı Peygamberlerle ilgili kıssalara ve yaşamlarına -ki Hz. Musa'nın kıssasına en geniş anlamda burada yer verilmiştir (3-46. ayetler)- yer verilmiş olmasıdır. Surenin diğer ismi, Musa ve Firavun suresi'dir. 88 ayet ve 1439 kelimedir. Mushaftaki sıralamaya göre 28. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 49. suresi ve Mekki'dir. Hacmi yarım cüzden az bir yer tutar. Karun'un hikayesi de bu surede yer almaktadır. [381]
Bu surenin Ankebut olarak isimlendirilmesi, bu canlı varlığın (örümceğin) bir temsilde verilmiş olmasından dolayıdır (kendisine Allah'dan başka veliler edinip onlara bağlananlar, tıpkı kendisi için bir ev edinen örümceğe benzer. Evlerin en çürüğü örümcek evidir. Keşke bilselerdi. 41. ayet). 69 ayet, 978 kelime içermektedir. Mushaf sıralamasına göre Kur'an'ın 29. suresi, nüzul sırasına göre de 85. sure olup Mekki'dir. Kur'an'daki kapsam alanı bir hizbden (cüzün dörtte biri) biraz fazladır. Hurufu mukattaa ile başlayan onbeşinci suredir (Elif, Lam, Mim). Bu surede Nuh, Lut, Şuab, Salih ve Hud gibi Peygamberlerin kıssalarına işaret edilmiştir. [382]
Bu surenin Rum ismiyle anılması, Kur'an'ın Rumların İranlılara galip gelmesine işaret etmesi, hatta belki de gayptan haber vermesinden dolayıdır. 60 ayet, 817 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre 30. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 84. süresidir ve Mekki'dir. Hurufu mukattaa (Elif, Lam, Mim) ile başlayan onaltıncı suredir. Bu surede herkesin elinde bulunduğuyla sevinmesi ve insanların yapıp ettiklerinden dolayı deniz ve karada fesad ve bozgunculuğun vuku bulmasına işaret edilmektedir. [383]
Bu surenin isimlendirilmesi şekli de Lokman Hekim'in adına, hikmetine ve onun kıssasına işaret edilmesinden dolayıdır. 34 ayet ve 552 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf sırasına göre 31. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 57. suresi ve Mekki'dir. Hurufu mukattaa ile başlayan 29 surenin 17. süresidir (Elif, Lam, Mim harfleriyle başlamaktadır). Birçok ahlaki hüküm bu surede zikredilmiştir, ayrıca kafirlerin nankörlük ve şükürsüzlüğü konusuda işlenmiştir. Kıyamet gününde babaların ve evlatların birbirlerinin yardımına koşamayacaklarına, hiç kimsenin kıyametin ne zaman kopacağını, yağmurun ne zaman yağacağını ve yarın ne kazanacağını, nerede öleceğini bilemeyeceği gibi konulara da işarette bulunulmuştur. [384]
Bu surenin isimlendirilme şekli, okunması halinde secde yapılması farz olan bir ayetin burada yer almış olmasıdır (15. ayet). Bu surenin bir diğer adı da Mezacı'dır. 30 ayet ve 372 kelimeyi içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 32. suresi, nüzul sırasına göre ise 75. sure olup Mekki'dir. Mukattaa harfleriyle başlayan 18. suredir (Elif, Lam, Mim harfleriyle başlamaktadır). Bu surenin temel konuları, Tevhid, mead hakkındaki bilgiler ve inanmayanları uyarma konularıdır. [385]
Bu sure, Ahzab (birlikte hareket eden müşrik gruplar) kıssasına ve ayrıca Ahzab savaşına (9-25. ayetler) işaretlerde bulunmasından dolayı Ahzab adıyla anılmıştır. 73 ayet ve 1302 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 33. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 90. suresi olup Medeni'dir. Hacmi, yarım cüzden biraz fazladır. Onun temel konuları ise, miras konuları, toplumsal adabın Peygamber (s.a.v) eşlerine öğretilmesi, eşini boşayan Zeyd'in hikayesi, ve daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v)'in Zeyd'in boşamış olduğu eski eşiyle evlenmesi, kadınların hicab meselesi, Peygamber (s.a.v) için evlenilmesi helal olan kadınlar gibi konulardır. Peygamber (s.a.v)'in ehl-i beytinin temiz olduğu konusu da bu surede yer almaktadır (33. ayet). Emanetlerle ilgili ayetde bu surenin 72. ayetinde yer almaktadır. [386]
Bu surenin bu şekilde isimlendirilmesi şekli, Sebe kavmi kıssasına işaret edilmiş olmasıdır (15. ayetten sonrası). Bu surenin bir diğer ismi Davud'dur. 54 ayet ve 885 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre 34. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 58. süresidir ve Mekki'dir. Bir hizbden biraz fazla bir yer tutar. Surede Hz. Davud ve Süleyman'ın kıssalarına ve Arim seline işaretlerde bulunulmuştur. [387]
Bu surenin Fatır olarak adlandırılması, Allah'ın isimlerinden olan Fatır'a işaret edilmesidir. Diğer bir ismi de Melaike'dir. Zira surenin ilk ayetinde meleklerden, onların risalet ve yaratılışından söz edilmiştir. 45 ayet ve 779 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf sırasına göre Kur'an'ın 35. ayeti, nüzul sırasına göre de 43. suredir. Mekki surelerdendir. Surenin genel konusu, insanı şeytanın fitnesinden sakındırma, yaradılışın ilginç ve hayret verici oluşumu ve bazı kıyamet sahnelerinin tasviri ve Allah'ın sünnetinin değişikliğe uğrayamaz oluşu konusudur. [388]
Bu sure, başında mukataa harflerinden olan Yasin kelimesi kullanıldığından dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. Yani hurufu mukattaa ile başlayan 29 surenin ondokuzuncusudur. Surenin diğer isimleri, Habib Neccar (Ona 13-30. ayetlerde işaret edilmiştir ve kendisi hristiyanlığın mü'min ve salih şahsiyetlerindendir), Muammime, Kutbu’l-Kur’an gibi isimlerdir. 83 ayet ve 730 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre 36. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 41. suresi olup Mekki'dir. Bu surenin temel konuları, Habib Neccar'ın kıssası, Kıyametin yapısı ve ayrıca miad ve insanların Ahiret alemine geri dönüşlerinin mümkün olduğu konularıdır. [389]
Sure, bu kelimeye yeminle başladığı (Ve's-saffat-ı Saffen) yani saf saf duran meleklere yemin ile başladığından dolayı bu şekilde adlandırılmıştır. 182 ayet ve 866 kelimedir. Mushaftaki sırası 37, nüzul sırası ise 45'tir ve Mekki surelerdendir. Kapsadığı alan, bir hizbden biraz fazladır. Temel konuları, melekler konusundaki açıklamalar, bazı kıyamet sahneleri, kafirlerin imansızlıklarından dolayı pişmanlık duymaları, cennetliklerin içinde bulundukları bazı güzel tasvirler. Ayrıca Nuh, İbrahim kıssaları ve onun İsmail'i ya da İshak'ı kurban etme konusundaki sadık rüyaları ve daha sonra İbrahim'in oğlunun kurban olmaktan kurtulması ve İbrahim'in İlahî imtihanı başarıyla geçmesi gibi konulara da yer verilmiştir. Bu konular dışında Musa, Harun, İlyas, "Al-i Yasin", Lut ve Yunus 'un kıssaları da ele alınmıştır. [390]
Surenin bu şekilde adlandırılması, sad harfiyle başlıyor olmasından dolayıdır. Surenin diğer bir ismi de Davud'dur. 88 ayet, 735 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 38. suresi, nüzul sırasına göre de 38. suredir ve Mekki'dir. Yaklaşık bir hizb kadar yer tutmaktadır. On dört secde surelerindendir ki, 24. ayeti müstehab secde ayetidir. Temel konuları, Davud, Süleyman, Eyyüb Peygamberlerin kıssalarına işaret, cehennem ehlinin söyleyip-söylemedikleri ve çatışmaları ile ilgili konular, insanın yaratılış süreci, şeytanın insana secde etmesi konusundaki İlahî emirden yüz çevirmesi ve bundan dolayı da lanetlenmiş ve kovulmuş olması konularıdır. [391]
Bu surenin Zümer (gruplar) olarak adlandırılması, cennetteki grupların cennete gönderilmesi ve cehennemdeki grupların cehenneme gönderilmesine işaret edilir olmasıdır (70-73. ayetler). Diğer isimlerinden birisi de Ğuref'tir (ki 20. ayette cennetteki odalara işaret edilmiştir). Bir diğer adı, Suretü'l-Arab'dır (zira surenin 28. ayetinde pürüzsüz bir Arapça ile indirilen Kur'an’a işaret edilmektedir). 75 ayet ve 1175 kelime içermektedir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 39. suresi, nüzul sırasına göre ise 59. sure olup Mekki surelerdendir. Yaklaşık yarım cüzlük bir hacme sahiptir. Bu surede Allah'ın oğul sahibi olmaktan münezzeh olduğu, güneş ve ayın İlahî emirle döndüğü, sekiz çeşit nimetin yaratıldığı, mü'min ve kafir kimselerin hem bu dünyaları hem de öte dünyalarının tasviri ile ilgili konulara işaret edilmiştir. [392]
Bu surenin "Gafir" olarak adlandırılması, yüce Allah'ın bu surenin üçüncü ayetinde "Gafirü'z-Zenb" (günahı bağışlayan) olarak isimlendirilmesinden dolayıdır. Bu surenin diğer adlarından biri de Mü'min'dir (çünkü surenin 28 ile 33. ayetleri arasında "Al-i Firavn Mü'mini" kıssasına işaretlerde bulunmuştur). Bir diğer adı, Tevl'dir (çünkü 3. ayette Yüce Allah "Zi't-tevl=lütuf ve güç sahibi" olarak isimlendirilmiştir). Dördüncü ismi de (hurufu mukattaadan olan Ha Mim harfleri ile başladığından dolayı) Hamim-i evvel'dir. 85 ayet ve 1225 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre 40. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 50. süresidir ve Mekki'dir. Hacmi tam yarım cüzdür. Bu surede bazı İlahî sıfatlardan, arş-ı İlahî'yi yüklenen meleklerin ibadetleri, Hz. Musa, Firavn ve Haman'ın kıssasının bir bölümü, ayrıca Al-i Firavn'ın mü'mini kıssası ve cehennem ehlinin karşılaşacağı azabtan da söz edilmiştir. [393]
Bu surenin Fussilat (=açık olarak beyan edilmiş) olarak adlandırılması, üçüncü ayetinde Kur'an’a işaretle "Kitabun Fussilat ayatuhu" (ayetleri açık olarak beyan edilmiş bir kitab) konusundan dolayıdır. Bir diğer ismi Secde'dir. Zira bu sure de tıpkı daha önce açıklamasını yaptığımız 32. suredeki vacip secdelerden birini içermektedir. Surenin 37. ayeti vacip olan secde ayetlerindendir, Bir diğer adı Mesabih'tir. 54 Ayet ve 794 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıraya göre, Kur'an'ın 41. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 61. suresi olup Mekki'dir. Hacmi bir hizbden biraz fazladır. Hurufu mukatta ile başlayan 22. suredir (Hamim harfleri ile başlamaktadır). Bu surede göklerin ve yerin yaratılışından, Ad ve Semud kavmi kıssasının bir bölümü, cehenneme gidecek olanların, et, göz, ve derilerinin onların dünyada yapmış, oldukları kötülüklere şahitlik etmesi, küfrü meslek edinmiş insanların nankörlük ve şükürsüzlüğü, tevhidi konular gibi meselelere işaret edilmiştir. [394]
Bu surenin Şura olarak adlandırılması nedeni, 38. ayetinde müslümanlar ve mü'minlerle ilgili olarak; "Onların işleri aralarında şura iledir." söylenmiş olmasıdır. Surenin bir diğer adı, Ha, Mim, Ayn, Sin, Kaf'tır. Zira bu mukattaa harfleriyle başlamaktadır. 53 ayet ve 860 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıraya göre 42. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 62. suresi olup Mekki'dir. Hacmi bir hizbden biraz fazladır. Bu surede Ümmü'l-Kurra'yı (Mekke'yi) ve onun takipçilerini Kur'an’la ikaz edilmesi, Peygamber (s.a.v)'e sabrın tavsiye edilmesi, tevhid, mead ve Hatemü'l-Enbiyanın risaleti ile ilgili bazı konular ele alınmıştır. [395]
Bu surenin Zuhruf (altın ve gümüş süsler) olarak adlandırılmasının nedeni, surenin 33-35. ayetlerinde altın ve gümüş gibi ziynetlerden söz edildiği ve onların bir değer ifade etmediği konusunda bilgilerin verilmesidir. 89 ayet ve 836 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 43. suresi, nüzul sırasına göre 63. sure olup Mekki'dir. Hacmi bir hizbden biraz fazladır. Mukattaa harfleriyle başlayan 24. suredir (Ha, Mim harfleriyle başlamaktadır). Bu surede, her bir Peygamberin kendi kavmi tarafından alaya alındığı, Allah'ın yeryüzünü insanın
huzur bulması için yarattığı, yağmurun yağdırılması, bitkilerin, hayvanların ve canlıların yaratılması, ve kafirlerin melekleri -haşa- Allah'ın kızları olduğunu iddia etmesi gibi konular ve ayrıca Hz. İbrahim, İsa ve ahirette mü'minlerin rahatlıkları ve kafirlerin sıkıntıları gibi konular işlenmiştir. [396]
Surenin Duhan olarak adlandırılması, kafirlerin duhan (duman) azabıyla korkutulmasına işaret edilmesinden dolayıdır (10-15. ayetler). 59 ayet ve 346 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 44. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 64. süresidir ve Mekki'dir. Bir hizbden daha az bir yer işgal eder. Hurufu mukattaa ile başlayan 25. suredir (Ha, Mim). Bu surede kıyametin bazı sahnelerinden ve cehennemdeki azablardan ve Musa ile Firavunun kıssasının bir bölümüne işaret edilmiştir. [397]
Bu surenin Casiye diye adlandırılması, surenin 28. ayetinde her ümmetin kıyamet gününde yaptıkları işlerin bir tutanağı olan amel defterlerini alacakları esnada dize geleceklerine işaret edilmesinden dolayıdır. Casiye, diz çökme ve toplanma anlamına gelmektedir. Surenin bir diğer adı Şeriat'tır. 137 ayet, 488 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 45. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 65. süresidir ve Mekki'dir. Bir hizbden daha az bir yer tutar. Mukattaa harfleriyle başlayan surelerin 26. süresidir (bu sure de Ha, Mim harfleriyle başlamaktadır). Birçok Mekki surede olduğu gibi bu surenin de temel konuları, tevhid, müşriklerin şek ve şüphelerinin yanlışlıkları ve kıyametin yapısı ile ilgili bölümlerdir. [398]
Bu surenin Ahkaf olarak adlandırılması, Ad kavminin, yani Hz. Hud'un kavminin üzerinde yaşadığı topraklara işaret edilmiş olması nedeniyledir. Bu topraklar, kumluk çöllerden oluştuğu için Ahkaf olarak adlandırılmıştır (21-26. ayetler). 35 ayet ve 646 kelime içermektedir. Mushaf sırasına göre, bu sure Kur'an'ın 46. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 66. suresi ve Mekkidir. Mukattaa harfleriyle başlayan surelerin 27. süresidir (Ha, Mim). Bu sure, Hamimat (Ha, Mim ile başlayan) surelerinin son suresidir ve aynı zamanda yeminle başlayan surelerin de yedincisidir. Bu surede çoğunlukla tevhidi ve imani konuları içermektedir. Göklerin ve yerin muayyen bir ecel ve hak üzere yaratıldığı, yeri ve göğü yaratmaktan aciz olmayan Allah'ın ölüleri diriltmekten de aciz olmadığı ve onları rahatlıkla yaratacağı konusuna da ayrıca bu surede işaret edilmiştir. Aynı şekilde kafirlerin taşıdığı düşünce ve görüşlerinin batıl ve boş olduğu konusuna da işaret edilmiş. Peygamber (s.a.v) ve mü'minleri direnmeğe davet konusu da işlenmiştir. [399]
Bu surenin adlandırılma şekli, surenin ikinci ayetinde Hz. Muhammed (s.a.v)'in mübarek ismi zikredilmiş olmasıdır. Surenin diğer bir ismi de Kital'dir (Zira surenin büyük bir bölümü savaş ve cihad ile ilgilidir). Surenin üçüncü bir ismi de ellezine keferu'dur. Zira sure bu ibareyle başlamaktadır. 38 ayet, 543 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 47. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 95. suresi olup Medeni'dir. Bir hizbden az bir yer işgal eder. Bu surede (örneğin 9 ve 32. ayette), önemli İslami kelam konularından (akaid ilmi) olan Habt yada Ehbat'tan söz ediliyor. Bunun anlamı, kötü amellerin, iyi amelleri boşa çıkarması demektir. [400]
Bu surenin bu adla anılmasının nedeni, başında feth-i mübin, yani Hudeybiye sulhu ve onun akabinde Mekke'nin fethi ve Arap yarımadasında İslam’ın şirk ve müşrikler üzerinde gerçekleştirmiş olduğu nihai zaferden söz etmiş olmasındandır. 29 ayet ve 560 kelime içermektedir. Mushaftaki sırası 48, nüzul sırası ise, 111. sure olup Medeni'dir. Yaklaşık bir hizb kadardır. Bu surede, geleceğe yönelik bazı olayların gaybdan haber verilmesi açık bir şekilde zikredilmiştir. Ayrıca Müslümanların ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in dostlarının zaferini güzel ve ruhu okşayıcı bir tarzda anlatan tasvirler, Onların Mekke'ye girişleri ve bir yıldan sonra yeniden Hacc'ı tavaf etmeleri gönül rahatlatan bir üslupla dile getirilmiştir. [401]
Bu surenin adlandırılması, hucurattan, yani Hz. Peygamber (s.a.v)'in eşlerine ait olan küçük odalardan ve onların haremliğine olan hürmetten ve saygının muhafaza edilmesinden söz edilmiş olmasından dolayıdır. Ayrıca Peygamber (s.a.v) dostlarının ister davetli ister davetsiz bir şekilde olsun O'nun evlerine girerken göstermeleri gereken görgü kurallarından söz edilmesi konusu da işlenmiştir. 18 ayet, 353 kelimedir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 49. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 106. suresi olup Medeni'dir. Yaklaşık yarım hizb kadar bir yer kapsar. [402]
Sure, Kaf ve'1-Kur'anu'l-Mecid (kaf Kur'anı Mecide andolsun) ibaresiyle başladığı için bu adla anılmıştır. Diğer bir adı da Basikat (=yüksek ağaçlar, bundan maksat da yüksek hurma ağaçlarıdır, 10. ayet)'tır. 45 ayet ve 373 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 50. suredir. Nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 34. süresidir ve Mekki'dir. Hacmi yarım hizb kadardır. Aynı zamanda mukattaa harfleriyle başlayan surelerin yirmi sekizincisidir. (sure kaf harfiyle başlamaktadır). Müşriklerin ve inkarcıların mead ve Yüce Allah'ın insanların en gizli ve saklı düşünce ve hareketlerinden haberdar olduğu, kişiye şah damarından daha yakın olduğu konusundaki şüphe ve itirazlarının reddi ile ilgili bilgilere yer vermektedir. Diğer Mekki surelerde de olduğu gibi bu surenin en temel konusu tevhid ve mead'dır. [403]
Sure, Zariyat (Ve'z-Zariyati Zerven) kelimesiyle başladığından, ayrıca meleklere ve yaradılışın ilk sürecine işaret edildiğinden bu kelime ona isim olmuştur. 60 ayet, 360 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre 51. sure, nüzul sıralamasına göre de Kur'an'ın 67. suresi olup Mekki'dir. Yaklaşık yarım cüz kadar bir yer tutar. Yeminle başlayan surelerin yedincisidir ve peşpeşe gelen beş yeminle başlamaktadır. Tevhid ve mead konularına işaret etmesinin yanında Hz. İbrahim ve Hz. Musa 'nın kıssalarına da işaretlerde bulunmaktadır. [404]
Bu surenin isimlendirilme nedeni de Yüce Allah'ın surenin başında Ve't-Tur ibaresiyle Tur dağına (ki bu dağ Hz. Musa'nın miadgah ve Allah ile buluşmağa gittiği dağın ismidir) yeminle başlamasıdır. 49 ayet ve 312 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 52. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın 76. suresi olup Mekki'dir. Bundan önceki surede (Zariyyat) olduğu gibi, burada da surenin başında mukaddes beş şeye yeminle başlanıyor. Temel konusu, Cennet ehlinin içinde bulunduğu nimetlerin güzelliğinden ve müşrik ve münkirlerin kötülenmesi ve yalanlanması ile ilgili konulardır. [405]
Bu surenin adlandırılma şekli, surenin başında Necm (Süreyya yıldızı veya yıldızları) kelimesine işaret edilmiş olmasıdır. (Ve'n-Necmi iza heva). 62 ayet, 360 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sırası 53, nüzul sırası ise 23'tür ve Mekki'dir. Yaklaşık yarım cüzlük bir yer tutar. Yeminle başlayan 23 surenin dokuzuncu süresidir. Aynı zamanda içinde okunduğunda veya duyulduğunda yapılması farz olan secde ayetlerinin bulunduğu surelerdendir. Surenin sonundaki 42. ayeti farz olan secde ayetidir. Kur'an-ı Kerim'in en irfanı olan süresidir ve Hz. Muhammed (s.a.v)’in miraca çıkışının bir bölümüne ve O'nun yakınlığından söz eden konulara da işaret edilmektedir. [406]
Sure, ilk ayetinde geçen Kamer kelimesinden ismini almıştır. Surenin birinci ayetinde Kamere (ay) ve ayın ikiye yarılmasından söz edildiğinden Kamer ismi bu sureye ad olmuştur. "İqterebeti's-Saati ve'n-şaqqal kamer." (Kıyamet saati yaklaştı ve ay ikiye yarıldı). Surenin diğer bir ismi de yine birinci ayette geçen "iqterebet" ya da "iqterebeti's-saate"dir. Aynı zamanda Mübeyyide olarak da adlandırılmıştır. 55 ayet 342 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 54. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 37. suresi olup Mekki'dir. Yarım hizb kadar bir yer tutar. Surede kıyamet ve kıyamet sahnelerinden, cehennem ehlinin hiç te hoş olmayan hallerinden, ayrıca Hz. Nuh kıssasına, Semud kavmine ve Hz. Lut ve O'nun kavmine de işaretlerde bulunulmuştur. Ayrıca surenin sonlarında cennet etilinin içinde bulunduğu güzel hallerden, makam ve mevkileri ile ilgili tasvirlere de işaretlerde bulunulmuştur. [407]
Bu surenin er-Rahman olarak adlandırılması, Esmau'l-Husna'dan olan er-Rahman kelimesiyle başlamış olmasından dolayıdır. Surenin diğer bir adı da Ala (nimetler)'dır. Bu surenin lakabı Arusu'l-Kur'an'dır (Kur'an'ın gelini). 78 ayet, 352 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 55. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın 99. suresi olup Mekki'dir. Yarım hizb kadar bir hacme sahiptir. Kur'an'ın en küçük ayeti (Mukattaa harfleri dışında) bu surenin 64. ayetidir ki, bir kelimeden oluşmaktadır (Müdhammetan= Yemyeşil). Bu surenin önemli dilsel-edebi özelliği, terci-i bend niteliğinde bir ayete sahip olmasıdır. Yani; "Febieyyi alai Rabbikuma tükezziban?" (O halde Rabbinizin hangi nimetlerini inkar edersiniz?) Bu ayet, 31 kez surenin değişik yerlerinde tekrarlanmaktadır. Bu surede ahiret hayatı ve kıyamet ile ilgili tasvirlere de yer verilmiştir. [408]
Bu surenin Vakıa ismiyle anılması, bu kelimenin kıyametin sıfat ve isimlerinden biri olmasından dolayıdır. 96 ayet ve 378 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 56. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 48. suresi olup Mekki'dir. Yarım hizb kadar bir yer tutar. Bu surede Kur'an'ın kıyamet sahnelerine yönelik en kamil bir tasviri ve cennet ehli (ashabu'l-Yemin) ile cehennem ehlinin (Ashabu'ş-Şimal) tasviri yapılmıştır. [409]
Surenin Hadid olarak adlandırılması, bu kelimenin surenin 25. ayetinde zikredilmiş olmasıdır. "...ve kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlara birçok faydalar bulunan hadidi (demiri) indirdik." Hadid, demir anlamına gelmektedir. 29 ayet, 574 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki tertibe göre 57. sure, nüzul tertibine göre ise Kur'an'ın 94. suresi olup Medeni'dir. Bir hizbden az bir yer tutar. İsra suresinden sonra, Allah'ı teşbih ve yüceltmeyle başlayan yedi sureden ikincisidir. (Sebbehe lillahi ma fissemavati ve'l-ard). Taşıdığı temel konu, tevhid ve meaddır. [410]
Bu surenin Mücadele ismiyle anılması, bir kadının kocası hakkında şikayette bulunması ve mücadele etmesinden dolayıdır. Kadının kocası, kendisine ziharda bulunmuştu ve o da bunu Resulullah (s.a.v)'a şikayet etmektedir (Zihar, erkeğin karısını anasına haksız olarak benzetmesi demektir. Buna dair özel bir fıkhi hüküm vardır). Bundan dolayı bu sure, Zihar ismiyle de adlandırılmıştır. Surenin diğer bir ismi de Kad Semia'dır, (çünkü sure, "Kad Semiallah=Doğrusu Allah işitir." cümlesi ile başlamaktadır). 22 ayet ve 474 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre 58. sure, nüzul sırasına göre ise 105. suredir ve Medeni surelerdendir. Hacmi bir hizbden daha azdır. Bu surede, insanların kendi aralarında gizli gizli konuşmaktan nehyetme ve oturulan meclise yeni gelen kişiye yer verme gibi kimi görgü kuralları ve hükümleri işlenmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v)'le konuşmazdan önce sadaka verme hükmü ve daha sonra onun nesh edildiği hükmü de bu surede zikredilmiştir. [411]
Surenin Haşr ismiyle anılması, surede Haşr'dan, yani İslam’a karşı mücadele eden, savaşan ve ahidlerini bozan Ben-i Nadir yahudilerinin sürülmeleri ve yerlerinden çıkarılmaları ile ilgili söz edildiğinden ileri gelmektedir. 24 ayet ve 446 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 59. suresi, nüzul sırasına göre de 101. Kur'an süresidir ve Medeni'dir. Yaklaşık yarım hizb kadar bir yer tutar. Müsebbihat surelerinin üçüncüsüdür. Bu surenin en önemli konularından birisi, Nadir oğullarıyla yapılan savaş ve bu savaşta onların yenilmesi ve Medine çevresinde bazı kalelerde yaşamakta olan yahudi gruplarından bazılarının yerlerinden sürülmeleri konularıdır. Bu savaşta, münafıklar, yahudilere yardım ulaştırmağa çalıştıkları fakat bu hareketlerinde de nifak tohumları ekmişlerdir. [412]
Bu surenin Mümtehine (imtihan olunan kadın) olarak adlandırılmasının sebebi, surenin 10. ayetinde Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacir kadınların akide ve imanlarının imtihan edilmesi zaruretinden söz edilmesidir. Bu konu ile ilgili, yani küfür ordusundan İslam ordusuna gelen müşriklere mensub kadınların ve bunun tersine müslüman kadınların, İslam ordusundan küfür ordusuna kaçmaları ile ilgili bazı hükümler de bu surede açıklanmıştır. Surenin bir diğer adı da Müveddet'tir (surenin 1. ve 7. ayetlerinde bu kelime kullanılmıştır). 13 ayet ve 352 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 60. süresidir. Nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 91. suresi olup Medeni'dir. Yaklaşık bir hizbin dörtte biri kadar bir yer tutar. [413]
Bu surenin Saff ismiyle anılmasının sebebi, surenin 4. ayetinde bu kelimenin kulanılmış olmasıdır (Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf saf olarak durup çarpışanları sever). Surenin bir diğer ismi de İsa'dır. 14 ayet ve 226 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 61, nüzul sırası ise 109'dur. Kur'an'ın Medeni surelerindendir. Bu surede, Hz. İsa'nın Ben-i İsrail'i, kendinden sonra gelecek Tevrat ve İncil'in de tasdik ettiği ve ismi Ahmed (Hz. Muhammed (s.a.v)'in isimlerindendir) olan bir Peygamberle müjdelediği konusu işlenmiştir (6. ayet). Aynı zamanda Hz. İsa'nın Havarilerine "Allah'ın dini yolunda benim yardımcılarım ve dostlarım kimlerdir?" diye sorduğu ve onların da "Bizleriz" dediği şeklinde bir konuşma da zikredilmiştir. [414]
Bu surenin Cuma olarak adlandırılmasının nedeni de cuma namazı hükümlerinin bu surede zikredilmiş olmasıdır (9-11. ayetler). 11 ayet ve 177 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 62. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 110. suresi olup Medeni'dir. Müsebbihat surelerinin beşinci süresidir. Bu surenin Cuma namazının birinci rekatında okunması tavsiye ve tekid edilmiş müstehablardandır... [415]
Bu surenin Münafikun ismiyle anılmasının sebebi, birçok ayetinin münafıkların amelleri, hareketleri, halleri ve sıfatları ile ilgili ayetler olmasıdır. 11 ayet, 181 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 63, nüzul sırası ise 104'tür. Medeni surelerdendir. Bu sure, Vakıa suresinden sonra iza kelimesi ile başlayan Zamaniye surelerinin ikincisidir. Rivayetlerde bu surenin Cuma namazının ikinci rekatında okunmasının tekid edildiği ele alınmıştır. [416]
Bu sure adını 9. ayette geçen yevm-i Teğabun (kıyamet günü) kelimesinden almıştır. 18 ayet ve 242 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 64. suresi, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 108. suresi olup Medeni'dir. Müsebbihat surelerinin altıncısıdır. Ayetlerinin büyük bir kısmı ahiret alemi ve meadla ilgilidir. Ayrıca Allah'a ve Peygamber (s.a.v)'e uymanın zorunluluğu ve karzu'l-hasene konuları da bu surede ele alınmıştır.[417]
Surenin Talak olarak adlandırılması, surenin üçte ikisinin talak hükümleriyle ilgili konulara değinmiş olmasından dolayıdır. Bundan dolayı sureye Nisa-i Suğra (Kur'an'ın dördüncü suresi olan asıl Nisa suresiyle karıştırılmaması için Küçük Nisa olarak adlandırılmıştır) adı da verilmiştir. 12 ayet ve 289 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırlamaya göre Kur'an'ın 65. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 99. suresi olup Medeni'dir. Bu sure aynı zamanda muhattibat surelerindendir ki, "Ya eyyuhe'n-Nebi" ibaresi ile başlamaktadır. [418]
Bu surenin bu isimle adlandırılması, birinci ayette geçen "Tuharrim" (=Haram kılmak) kelimesinden dolayıdır. Hz. Peygamber (s.a.v)'e eşlerinin razı olması için Allah'ın helal kıldığı bazı içecekleri ve yiyecekleri kendine ne diye haram kıldığı konusu anlatıldığı için sureye Tahrim ismi verilmiştir. Bu sureye Lem Tuharrim adı da verilmiştir. 12 ayet ve 254 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre 66. sure, nüzul sırasına göre ise 107. sure olup Medeni'dir. Hacmi, yarım hizb kadardır. Muhattibat surelerinin sekizincisidir (Ya Eyyuhe'n-Nebi ibaresi ile başlamaktadır). [419]
Sure, adını birinci ayette geçen kelimeden almıştır. (Mülk=hükümranlık kendi elinde olan Allah yücedir). Surenin diğer isimleri: Mania, Mennaa, Vakıyye, Müneciyye'dir. 30 ayet ve 333 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 67. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 77. süresidir. Mekki surelerdendir. Yaklaşık yarım hizblik bir yer tutar. Bu surede, cehennem bekçilerinin cehennem ehline; "Dünya hayatınızda size bir uyarıcı gelmedi mi?" diye sorduklarında onlar, üzgün bir şekilde; "Evet, bize geldi. Fakat biz onu yalanladık ve eğer onları dinleseydik veya düşünüp anlasaydık bu çetin ateşin halkı içinde olmazdık" cevabını verirler. Ayetlerinin büyük bir kısmı tevhid ve mead konuları ile ilgilidir. [420]
Sure, adını ilk ayette geçen ve Allah'ın ona ve onunla yazılana yemin ettiği Kalem kelimesinden almıştır. "Nun ve'1-kalemi ve ma yesturun." (Nun, Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun). Bundan dolayı surenin bir diğer adı da Nun ya da Nun ve'1-kalem'dir. 52 ayet ve 301 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 68. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın beşinci ya da ikinci sure olup Mekki'dir. Bir hizbin yarısı kadar bir hacme sahiptir. Mukattaa harfleriyle başlayan 29 surenin 29. sudur (bu sure Nun harfiyle başlamaktadır). Aynı zamanda yeminle başlayan surelerin onuncusudur. Bu surede ilk önce, çok şiddetli eleştirel tabirlerle Mükezzibin'den (din, iman ve Kur'an’ı inkar edenler) söz edilmiş daha sonra da 'Ashabul-Cenne" (burada bağ sahipleri demektir) kıssası nakledilmiştir ve bunun sonunda da sünnette göz değmesi, nazar değmesini defeden ayet olarak bilinen "Ve İn yekadu" ayeti gelmiştir. [421]
Sure, ismini ilk üç ayette üç kez tekrarlanan el-Hakka (=biribirine karıştıran, kıyametin sıfatlarındandır) kelimesinden almıştır: el-Hakka, ma'1-hakka, ve ma edrake ma'1-hakka. Daha sonra Ad ve Semud kavminin başına gelmiş olan belalardan söz edilmektedir. Surenin geriye kalan kısmı da kıyametin, cehennemliklerin ve onların karşılaştıkları azabların yapısının şerhi konusu işlenmiştir. 52 ayet ve 260 kelime mevcuttur. Mushaftaki sıralamaya göre 69. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 78. suresi ve Mekki'dir. [422]
Bu sure, adını üçüncü ayette geçen Allah'ın Zi'l-Mearic (dereceler sahibi) olarak adlandırılmasından almıştır. Meleklerin ve ruhun elli bin yıla denk olan bir günde Allah'a doğru yükseldiğinden söz edilmiştir. Daha sonra müminlerin bazı hallerinden ve sıfatlarından söz edilmiş, aynı şekilde inkarcıların gerek dünyadaki gerekse ahiretteki kimi sıfatları ve halleri zikredilmiştir. Bu surenin bir diğer ismi de Seele'dir (zira sure bu kelime ile başlamaktadır). 44 ayet ve 217 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 70. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 79. suresi olup Mekki'dir. [423]
Surenin büyük bir kısmı Hz. Nuh'un kıssasını konu ettiği için bu isimle anılmıştır. 28 ayet ve 227 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 71. suresi, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 71. suresi olup Mekki'dir. [424]
Sure, başından sonuna dek cinler (meşhur görülmeyen varlıklar) ile ilgili olduğundan, onların Kur'an'ı dinlemeleri neticesinde hayrette kalmalarından, sonra iman etmelerinden ve bir kısmının da inkarcı olmalarından dolayı bu isimle anılmıştır.
Sure, 28 ayet ve 286 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 72. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 40. suresi olup Mekki'dir. Ayrıca "kul" sözcüğü ile başlayan beş surenin ilkidir. [425]
Bu surenin isimlendirilme şekli, "Ya eyyuhe'l-müzemmil (ey elbisesine bürünen; vahyin başlamasından dolayı sarsılan ve üşüdüğü hissine kapılan ve hanımına "beni örtün" diyen Hz. Peygamber (s.a.v)’e işarettir)" ibaresindeki müzemmil’den alınmıştır. 20 ayet ve 200 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf'taki sıralamaya göre, Kur'an'ın 73. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın üçüncü veya dördüncü suresi olup Mekki'dir. Bu sure 11 muhattibat surelerindendir ki, Resulullah (s.a.v)'a hitabla başlamaktadır. Bu surede 1. ayetten 8. ayete kadar gece namazının hem Peygamber (s.a.v)'e hem de ashabına farz olarak ilan edildiği hükümleri içermektedir. Daha sonra Yüce Allah, aynı surenin son ayetinde bu farzı (fakihlerin ve müfessirlerin görüşüne göre, Peygamber (s.a.v) dışında) diğerleri üzerinden kaldırmıştır. [426]
Bu sure de adını ilk ayette geçen ve Hz. Peygamber (s.a.v)'e hitabla başlayan "ya eyyuhe'l-müddessir (=Ey elbisesine bürünen)" ibaresinden almıştır. 56 ayet ve 256 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf'taki sırası 74, nüzul sırası ise dördüncüdür ve Mekki surelerdendir. Aynı zamanda Resulullah (s.a.v)'a hitabla başlayan surelerin onuncusudur. Surenin diğer bir özelliği de içinde üç yeminin olmasıdır (42-44.ayetler). Bu surede, münkir ve muhaliflerden olan bir kişi hakkında şiddetli eleştiriler de mevcuttur.[427] Muğire'ye ait olan Kur'an'ın bir sihir işi olduğu görüşü yalanlanmıştır. Daha sonra da cehennem halkının içinde bulunduğu durumlardan bir bölüm zikredilmiştir. [428]
Allah, surenin başında kıyamete yeminle başladığı için sure kıyamet diye adlandırılmıştır (La uksimu biyevmi'l-kıyameti=Yoo, o kıyamet gününe yemin ederim). Bundan dolayı da bu surenin diğer bir ismi de La Uksimu'dur. 14 ayet ve 165 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki tertibe göre 75. sure ve nüzul tertibine göre Kur'an'ın 31. suresi olup Mekki'dir. Temel konusu, kıyametin ve meadın gerçekleşeceği üzerinde durulmasıdır. İnsanları, ahirette iki kısma ayırmaktadır. Bir kısmı, yüzleri ışıl ışıl parlar ve rabblerine bakar. Bir kısmı da yüzleri asık, bel kemiklerini kıracak bir işle karşı karşıya bulunduklarını anlayan cehennemliklerdir. [429]
Bu surenin isimlendirilmesi şekli, birinci ayetinde insanın şu anda bulunduğu durumuna gelmezden önce geçirmiş olduğu uzun zamanı anlattığı için bu isimle adlandırılmıştır. Diğer isimleri Hel Eta ve Dehr'dir. Bu üç kelime de surenin birinci ayetinde geçmektedir. Surenin bir dördüncü ismi de Ebrar'dır ki, beşinci ayette ona işaret edilmiş ve kafur tadında cennet içeceklerinden biri olduğu söylenmiştir. 31 ayet ve 243 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 76. Kur'an süresidir, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 96. suresi olup Mekki'dir. Şia ve ehl-i sünnet müfessirleri, bu konuda kendi nezirlerine vefa gösteren ve kendi yiyeceklerini kendilerine sevimli olmasına rağmen üç gün üst üste iftar vaktinde miskin, yetim ve ihtiyaç sahibi esire veren Ebrar'dan maksadın Hz. Ali, Fatıma Zehra, Hasaneyn ve hizmetçileri Fezze'nin olduğunu söylemişlerdir. Bu surede aynı zamanda cennet ehlinin yaşamlarından ve onların ahirette karşılaştıları nimetlerden bir bölümde zikredilmiştir. [430]
Bu surenin adlandırılma şekli, Ve'1-mürselati urfen (peşpeşe gönderilenlere andolsun) kelimesiyle başlamasındandır. Bu surenin diğer bir adı Urf’tur. 50 ayet ve 181 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 77, nüzul sırası ise 33 olup Mekki surelerdendir. Aynı zamanda yeminle başlayan 12. suredir. Bu surede Terci-i bend şeklinde tekrarlanan bir ayet mevcuttur. Bu ayet "Veylün yevmeizin lil mükezzibin." ayeti olup uhrevi ve miad ile ilgili olan surenin içinde 10 kez tekrarlanmıştır. [431]
Sure, ikinci ayette geçen Nebai'1-Azim (kıyamet haberi) kelimesinden ismini almıştır. Surenin diğer isimleri: Tesail, Mu'serat ve Amme'dir. Zira sure Amme yetesâelüne ibaresi ile başlamaktadır. 40 ayet ve 174 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 78. süresidir, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 80. suresi olup Mekki'dir. Bu surenin asli konusu, cehennem ashabının karşılaştığı azab ve cennet ashabının içinde bulunduğu nimetlerin vasfıdır. [432]
Allah, ilk ayette Naziat (insanların canlarını alan melekler) ile yemin ettiğinden dolayı sure bu ismi almıştır. 46 ayet ve 179 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sırası 79, nüzul sırası ise 81 olup Mekki surelerdendir. Yemin ile başlayan surelerin onüçüncüsüdür (peşpeşe gelen beş yeminle başlamaktadır). Bu surede Hz. Musa ve Firavun'un kıssasına da bir kısım yer verilmiştir. Surenin asıl muhtevası ise, ahiret alemine ait tasvirler ve cehennemliklerin hal ve ahvalinin zikridir. [433]
Sure aynı kelimeyle başladığından Abese olarak adlandırılmıştır. (Abese ve tevella =Yüzünü ekşitti ve döndü). Bir diğer ismi de A'ma'dır. Zira ikinci ayet de "En caehu'l-A'ma -Gözü görmeyen adam yanına geldiğinde" ibaresi ile başlamaktadır. Üçüncü ismi Sefere'dir (Sefere, sefir'in çoğuludur ve bu surenin 15. ayetinde insanların amellerini yazmakla görevli olan meleklere işaret ederken kullanılmıştır). 42 ayet 133 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 80. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 24. suresi olup Mekki'dir. Surenin başında Hz. Peygamber (s.a.v)'in huzuruna gözleri görmeyen bir adamın geldiğinden söz etmekte ve Hz. Peygamber (s.a.v) Kureyş ve müşriklerin ileri gelenlerinden bazı kimselerle müzakere ve onları İslama davet halinde bulunduğu için bu adama gereken teveccühü göstermedi. Elbette, Şia müfessir ve kelamcıları bu tefsiri kabul etmemekte ve bu İlahî uyarıyı Hz. Resulullah (s.a.v)'a yönelik görmemektedirler. [434]
Surenin başında bu kelime zikredildiği için bu şekilde adlandırılmıştır. Tekvir, güneşin kararması demektir. Bundan dolayı da surenin bir diğer adı da Kuvviret'tir. 29 ayet ve 104 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıralamaya göre 81. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 70. suresidir ve Mekki'dir. İçinde dört yemin ayeti mevcuttur. Asıl konusu kıyametin başlangıcının tasviridir. Ayrıca Hz. Resul (sa.v)'ün "Resul-i Kerim" (Cebrail) ile görüşmesine de işaret edilmiştir. [435]
Sure İnfitar (=Gök parçalanıp varıldığı zaman=İze's-Semai'n-Feterat) kelimesi ile başladığından bu ismi almıştır. 19 ayet ve 81 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 82. sure, nüzul sırasına göre de 82. Kur'an suresi olup Mekki'dir. İza ile başlayan dördüncü suredir. Temel konuları, kıyametin zuhurun alametlerine ve meleklerin her insanın amelini yazdıklarına yapılan işarettir. [436]
Sure, başında "Veylun lil mutaffifin =Ölçüde ve tartıda eksik satanların vay haline." ibaresi olduğundan bu adla anılmıştır. Bundan dolayı sure Tatfif (eksik satma) da denmiştir. 36 ayet, 169 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki tertibe göre Kur'an'ın 83. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 86. suresi olup Mekki'dir. Temel muhtevası, Resulullah (s.a.v)'ın davetine muhalefet eden ve Kur'an'ı, Esatirü'l-Evvelin (Eskilerin masalları) olarak sayan inkarcıların karşılaşacakları hallerden sözetmek ve ayrıca iman ehlinin bazı hallerinden işaretlerdir. [437]
Sure, birinci ayetinde göğün yarılması anlamındaki înşikak kelimesiyle başladığından bu adla anılmıştır (îza's-Semau'n-şeqqat =Gök yarıldığı zaman). 25 ayet, 108 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 84. suresi, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 83. suresi olup Mekki'dir. İza kelimesi ile başlayan surelerdendir. 21. ayeti, mustahab secde ayetidir. Aynı zamanda üç yemin ayeti de içermektedir. Muhtevası, kıyametin başlangıcının tavsifi ve iki güruhun hal şerhidir. Birinci güruh, amel defterleri sağlarından verilen ve rahat ve refah içinde bulunan kimseler, diğer güruh da amel defterleri arkalarından ve sol ellerinden verilen ve içinde bulundukları azabdan söz etmektedir. [438]
Sure, adını birinci ayette geçen burçlara sahip olan göğe yeminle başladığı için Buruc (burçlar) kelimesinden almaktadır. 22 ayet ve 109 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 85, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 27. suresi olup Mekki'dir. Yeminle başlayan 23 surenin 14.’südür. Surenin başında, Ashab-ı Uhdud'un (İmansız imparatorun emriyle ateş çukurlarına atılan mümin hristiyanlar) sıkıntılı ve mihnet dolu kıssalarına işaret edilmiş, sonunda da Firavun ve Semud'un kıssasına işaret edilmiştir. [439]
Bu surenin isimlendirilmesi şekli de surenin başında göğe ve Tarık'a (Geceleyin gelen şaşırtıcı bir varlık) yeminle başladığı için bu adla adlandırılmıştır. 17 ayet ve 61 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 86. suresi, nüzul sıralamasına göre, Kur'an'ın 36. suresi ve Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan 15. suredir. Bu surede Yüce Allah, göğe ve gece gelene (Tarık= Parlak yıldız) yemin ettikten sonra insanı kıyamet gününe döndürmeye ve o günde gizlileri açığa çıkarmağa kadir olduğunu ve Kur'an'ın bir şaka değil hakk ile batılı ayırdedici bir söz olduğunu buyurmaktadır. [440]
Sure, Allah'ın A'la ismiyle başladığından bu şekilde adlandırılmıştır. Sure şöyle başlamaktadır: "Sebbihisme Rebbike'1-A'la=Rabbinin yüce adını tesbih et." 19 ayet ve 72 kelimeden oluşmaktadır. Mushaf-ı Şerifteki sıralamaya göre, Kur'an'ın 87. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 80. suresi olup Mekki'dir. Müsebbihat (İlahî tesbihle başlayan) surelerin sonuncusudur. Bu surede, Peygamber (s.a.v)'e öğretilmesinin gereğine ve faydasına işaret edilmiştir. Ayrıca imansız, bahtsız, taş kalbli insanların ahiretteki hallerinden sözetmektedir. [441]
Bu surenin isimlendirilme şekli başında Gaşiye (=kıyamet) kıssasından söz edilmesinden ileri gelmektedir; "Hel etake hadisü'l-Ğaşiyeti =Acaba her taraftan kuşatan haber, her tarafı sarıp kuşattığı zaman sana geldi mi?" 26 ayet ve 82 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 88. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 68. suresi olup Mekki'dir. Bu surede imansız inkarcıların kötü sonları ile ilgili bir bölüm ve ayrıca sadık mü'min kulların iyi sonları ile ilgili bölümler aktarılmıştır. [442]
Sure, adını birinci ayette geçen Allah'ın Fecr (tan yerinin ağarması)'e yeminle başlamasından almıştır. 30 ayet ve 139 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sırası 89. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 10. suresi olup Mekki'dir. Yeminle başlayan surelerin 16.’sıdır. Bu surede, Iremezatı'l-İmad'a (sütunlar sahibi cennet misali bağ), ayrıca Semud, Firavun'a yönelik işaretler de zikredilmiştir. Kendi geleceklerini hiç düşünmeyen imansızların pişmanlıklarından söz edilmiş, surenin sonunda da Nefs-i mutmainneye (huzura eren nefse) razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dönmesini ve O'nun cennetine girmesini buyurmaktadır. [443]
Sure, Beled'e (Mekke) yeminle başladığından bu adı almıştır. (La uqsimu bi haze'l-Beled=Bu (mukaddes)şehre yemin ederim). 20 ayet ve 82 kelime içermektedir. Mushaftaki sıraya göre 90. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 35. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan surelerin 17.sidir. Bu surede, Peygamber (s.a.v)’i inkar edenlerin kötü ve uygunsuz hareketleri eleştirildikten sonra Ashab-ı Meş’eme (cehennemlikler)'nin sıkıntılarından ve Ashab-ı Meymene (Ashabu'l-Yemin=cennetlikler)'nin rahatından söz edilmiştir. [444]
Bu surenin isimlendirilme şekli, Yüce Allah birinci ayette şemse (güneşe) yemin etmesidir; (Ve'ş-Şemsi ve'd-Duhaha=Güneşe ve onun aydınlığına and olsun). Surenin diğer bir adı da Salih'in devesi'dir. 15 ayet, 54 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 91. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 26. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan 18. suredir. Bu surede, Salih'in kıssasına, onun devesine ve imansız ve şekaveti meslek edinen Semud kavmi tarafından öldürülmesine işaret edilmiştir. [445]
Sure, geceye yeminle başladığından bu adla anılmıştır: "Vel-leyli iza yeğşa.=(Dünyayı) örttüğü zaman geceye and olsun." 21 ayet ve 71 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 92. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın dokuzuncu suresi olup Mekki'dir. Yeminle başlayan 119. suredir. Surede üç yemin vardır. Bu surede, imansızların yaptıkları kötülüklerin neticesinden şekavetlerinden ve müminlerin yaptıkları iyiliklerin neticesinde layık oldukları güzelliklerden söz edilmektedir. [446]
Sure, Allah ilk ayetinde Duha'ya (gündüze ve gündüzün aydınlığına) yeminle başladığı için bu adla nitelenmiştir. 11 ayet, 40 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 93. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 11. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda yeminle başlayan 20. suredir. Konusu, Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v)’i teselli etmesi ve onu yetimken bulup koruduğu, O'nu başıboşluktan çıkarıp hidayete erdirdiği ve fakirlikten kurtardığı gibi konulardır. [447]
Bu sure, İnşirah'tan yani Hz. Peygamber (s.a.v)'in göğsünün açılıp iman nuruyla doldurularak huzur ve güvene kavuşturulmasından söz ettiği için bu adı almıştır. Bu surenin diğer bir adı İnşirah'tır. Bir diğer adı da Elem naşreh'tir ki, bu isimlerin tümü ilk ayette geçen kelimelerle bağlantılıdır. (Elem neşrah leke sadrek?=Biz senin göğsünü kendin için açmadık mı?) 8 ayet ve 27 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre Kur'an'ın 94. suresi, nüzul sırasına göre ise, Kur'an'ın 12. suresi olup Mekki'dir. Temel konusu Hz. Peygamber (s.a.v)'in teselli edilmesidir. [448]
Bu surenin isimlendirilme şekli müfessirlere göre birkaç türlüdür. Yani Tin kelimesi -ki Allah bu surenin ilk ayetinde onu yeminle yad etmiştir- birkaç anlama gelmesi mümkündür:
1- Yenilen incir,
2- Şam Mescidi,
3- Şam'daki kutsal dağ. Zira Süryanicede Tur-i Tina olarak adlandırılmaktadır ve onun eteklerinde incir ve zeytin yetişmektedir. 8 ayet, 34 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 95. sure, nüzul sırasına göre de Kur'an'ın 28. suresi olup Mekki'dir. Bu surede Tin türü olan Zeytine de yemin edilmiştir. Zira zeytin konusunda da üç görüş vardır:
a- Yenilen zeytin,
b- Beytü'l-Mukâddes Mescidi,
c- Tur-i Zita, ki bu da Şam'da bulunan kutsal dağlardandır ve eteklerinde zeytin yetişmektedir. Bu surenin asıl konusu şudur ki, Yüce Allah birkaç mukaddes şeye (Tin, Zeytin, ve Mekke şehri) yemin etmektedir ki, hata yapan ve günah işleyen insanoğlu esfeli's-safilin'e (aşağıların aşağısına) tenezzül etmekte, fakat salih olan kimseler vasfedilemeyecek kadar değerli ve üstün manevi mükafatlar kazanmaktadırlar. [449]
Bu sure adlandırılma şeklini surenin ikinci ayetinde geçen ve Yüce Allah'ın insanı Alaktan (pıhtılaşmış kandan) yarattığı kelimeden almıştır. Diğer ismi İkra'dır. 19 ayet ve 72 kelimeden oluşur. Mushaftaki sırası 96, nüzul sırası ise, Kur'an'ın ilk nazil olan süresidir. İlk Mekki suredir. İçinde okunması veya duyulması halinde secde edilmesi farz olan dört surenin sonuncusudur. Bu surenin temel konusu, Resulullah (s.a.v)'ın vahyi "okuma"ya davet edilmesi ve Allah'ın insana kalemle öğretmesi konusudur. Kendisini zengin görüp azgınlaşan insanın serkeşliğinden de sözeder. [450]
Birinci ayette Allah, Kur'an'ı Leyletü'l-Kadr'de nazil buyurduğundan söz edildiğinden sure Kadr suresi olarak adlandırılmıştır. "İnna enzelnahu fi leyletü'l-kadri". Surenin diğer adı da Inna enzelna'dır. 5 ayet ve 30 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 97. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 25. suresi olup Mekki'dir. Asıl muhtevası, Kur'an'ın kadir gecesinde (Ramazan ayının son on günlerinden biri) nazil olması ve Kadir gecesinin rahmet dolu bir gece olduğu, meleklerin bu gecede inip insanların kaderlerini belirlediği konusudur. [451]
Bu surenin isimlendirilme şekli, birinci ayetinde Beyyineden İslam ve Kur'anî vahyin şehadeti ve açık delil olarak nitelemesinden söz ettiği için bu adı almıştır. Surenin diğer bir adı Ehl-i Kitab'dır. Bazen Kıyamet olarak da adlandırılmıştır. 8 ayet ve 94 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 98. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 100. suresi olup Medeni'dir. Temel konusu, ehl-i kitabın İslam gerçeğini, Kur'anî vahyi ve İslam Peygamber (s.a.v)'inin risaletini kabul etme noktasında göstermiş oldukları inatçılık ve geç inanma konusudur. Kafirlerin Allah'ın Şerrü'l-Beriyyesi (en kötü yaratıkları), iyi amel işleyen müminlerin ise Hayru'l-Beriyyesi (en üstün yaratıkları) olduğu buyurulmuştur. [452]
Sure, kıyametin kopacağı esnada yerin sarsılmasından ve alemin düzeninin bozulmasından sözettiği için bu adı almıştır. (İza zülzileti'1-ardı zil-zaleha=Yer o büyük sarsıntıyla sarsıldığı zaman). Surenin diğer adı Zilzal'dır. 8 ayet ve 36 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 99. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 93. suresi olup Medeni'dir. Kısar (kısa) surelerin ilkidir. Bu sureler 17 tane olup bu sureden sonraki tüm sureler ve Hamd (fatiha) suresini kapsamaktadır. İslam’ın ve Kur'an'ın en önemli mesajlarından biri bu surede yer almaktadır. Bu mesaj şudur: Artık her kim zerre miktarı hayır işlemişse onu (mükafatını) görür ve her kim zerre miktarı şer işlemişse onu (cezasını) görür. [453]
Surenin ilk ayetinde Adiyat'tan (savaşçı atlar) söz edildiğinden ve Allah'ın ona yemin etmesinden dolayı bu adla adlandırılmıştır. Onların savaşçı, ayaklarıyla toz çıkaran ve saldırıcı vasıfları dile getirilmesinin yanında kafirlerin nankörlüğünden ve onların malı çok sevdiklerinden de söz edilmiştir. 11 ayet, 40 kelimeden müteşekkildir. Mushaftaki sıraya göre 100. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 14. suresi olup (her ne kadar Kur'an araştırmacıları arasında onun Mekki mi yoksa Medeni mi olduğu konusunda ihtilaf var ise de) Mekki'dir. Yeminle başlayan surelerin yirmincisidir ve içinde üç yemin vardır. Ayrıca kısa surelerin ikincisidir. [454]
Bu sure el-Karia (yürekleri hoplatan) kelimesiyle başladığından bu isimle adlandırılmıştır. 11 ayet, 36 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 101. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 30. suresi olup Mekki'dir. Mead konusunu işleyen surelerdendir ve şayet iyi amel kefeleri daha ağır basarsa güzel ebedi bir hayatla mükafatlandırılacak, yok kötü amel kefeleri daha ağır basarsa cehennemin sonsuz derinlikteki zillet ve ateş çukurunun içine düşecek insanların hallerinin, tasviri konusu da bir nebze anlatılmıştır. [455]
Bu sure, ilk ayetinde geçen Tekasur kelimesinden ismini almıştır. Tekasur, çokluk ve çoklukla övünmek ve onu istemek anlamına gelmektedir. Kafirler, öyle bir hale geldiler ki, kendi ölülerinin çokluğuyla bile övünür oldular. 8 ayet ve 28 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 102. sure, nüzul sırasına göre Kur'an'ın 16. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerdendir. [456]
Sure, birinci ayetinde geçen Asr'a yeminle başladığından bu adla anılmıştır. Allah, Asr'a/zamana yeminle başlamıştır. Surenin diğer adı da Ve'1-Asr'dır. 3 ayet, 14 kelimeden meydana gelmiştir. Mushaftaki sıraya göre 103. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 13. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerdendir. Yüce Allah, bu surede Asr'a (nitekim başka yerlerde de sabaha, geceye ve gündüze yemin etmiştir) yemin ederek iman ehli ve salih amel sahibi dışında kalan insanların zararda olduğunu bildirmiştir. [457]
Surenin ilk ayetinde bu kelime zikredildiğinden sureye bu ad verilmiştir; "Veylun li külli hümezetin lümezetin=İnsanları çekiştiren, gammazlayan ve ayıplarını arayan kimselerin vay haline". 9 ayet ve 33 kelimeye sahiptir. Mushaftaki sıraya göre 104. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 32. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kısa sureler arasında yer almaktadır. Bu surede, mallarının kendilerini ebedi kılacağını ve onları cehennemden kurtaracağını zanneden malperest kafirlerin özelliğinden ve yaptıkları kötü hareketlerinden söz edilmektedir. [458]
Yüce Allah'ın Ka'be'yi yıkmak isteyen tuğyankar Habeş komutanlarından olan Ebrehe'nin ordusunun başına neler getirdiğini, nasıl belalar yağdırdığını tasvir eden sure bu olaydan dolayı Fil adını almıştır. Yüce Allah, bu niyet içinde olan Fil Ashabına sürü sürü gelen kuşların (bu kuşların ismi Ebabil'dir. Ebabil özel bir kuş ismi değildir) onların üzerlerine siccil, yani mermi benzeri balçık yağdırmasını emretti. Bu kimseler surede Ashab-ı Fil (File binenler) olarak adlandırılmışlardır. Bir diğer adı da Elem Tere'dir. Çünkü sure bu kelimeyle başlamaktadır. 5 ayet ve 23 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 105. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 19. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerdendir. [459]
Sure, Kureyş kabilesinin bağlılığı ve seyahatinden söz ettiği için bu adla adlandırılmıştır. Yüce Allah bu bağlılıklarının temel nedeninin ve ölçüsünün kendi açlıklarını gideren, refaha erdiren ve güvenlerini emniyetle sağlayan Ka'be evinin sahibi olan Allah'a ibadet etmek olduğunu tavsiye buyurmaktadır. Bu surenin diğer bir adı İlaf'tır. 4 ayet ve 17 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 106. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 29. süresidir ve Mekki'dir. Aynı zamanda kısa süreler içinde yer alır. [460]
Sure, son ayetinde "Maun"u engellemeye çalışan kimselerin bu kötü amellerini eleştirdiğinden bu adı almıştır. Müfessirler Maun kelimesini,, zekat veya bazen dost, akraba ve komşunun emanet olarak aldıkları yaşamın gerekli ihtiyaçları olarak anlamlandırmışlardır. Bu surenin diğer adlarından birisi, Ere eyte'1-lezi -ki bu ibareyle başlamaktadır- dir. Bir diğer ismi Din, bir diğeri de Tekzib'dir. 7 ayet ve 25 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıraya göre 107. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 17. suresi olup Mekki'dir. Bu sure de kısa surelerdendir. [461]
Sure, başında geçen ve Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'e bağışlamış olduğu Kevser'in nimetlerinden söz edildiğinden bu adı almıştır. Müfessirler, Kevser'i birkaç değişik anlamda kullanmaktadırlar:
1- Büyük hayır,
2- Cennet'teki mucizeler oluşturan Kevser havuzu,
3- Hz. Peygamber (s.a.v)'in mübarek neslinin kendisinden türediği Hz. Zehra olduğu rivayet edilmiştir. Surenin bir diğer adı Inna A'teyna'dır. Zira sure şöyle başlamaktadır: Inna A'teyna ke'1-kevser (Biz, sana Kevseri bağışladık). 3 ayet ve 10 kelimedir. Mushaftaki sıraya göre 108. sure, nüzul sırasına göre, Kur'an'ın 15. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kısa sureler arasında yer alır ve Kur'an'ın en kısa süresidir (en büyük sure ise Bakara süresidir). [462]
Sure, kafirlere hitap ile başladığından ve Resulullah (s.a.v)'a başlangıçta yumuşak ve aynı zamanda kesin bir konuşma tarzını öğrettiğinden bu adla adlandırılmıştır. Surenin sonunda şu hüküm yer almaktadır: "Lekum dinikum veliye din (Sizin dininiz size, benim dinim de banadır)". Müfessirler, bu yumuşak ve kati emrin İslam Peygamber (s.a.v)'inin davetinin başlangıcına müteallik olduğunu ve İslam’ın tekamulî inkılabı doruğa ulaştığında Peygamber (s.a.v)'e ve müslümanlara cihad, kıyam ve barış yapma yetki ve izninin verildiğini ileri sürmektedirler. 6 ayet, 27 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre Kur'an'ın 109. suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 18. suresi olup Mekki'dir. Kul (söyle) kelimesi ile başlayan surelerin ikincisidir. Aynı zamanda muhattibat (Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve mü'mihlere hitap eden) ve kısar (kısa) surelerinin içinde yer alır. Bu sureye ve Kul kelimesi ile başlayan diğer üç sureye[463] toplu olarak Dört Kul ismi de verilmektedir. [464]
Sure Nasr (İslam’ın nihai zaferi ve Mekke'nin fethi noktasında gelen İlahî yardım)'dan söz ettiğinden dolayı bu ismi almıştır. Surenin diğer isimlerinden biri bu kelimeyle başlayan İza Cae'dir: (İza Cae Nasrullahi ve'l-Feth=Allah'ın yardımı ve zaferi ulaştığı zaman). Diğer bir ismi Tevdi'dir (Zira bu surede gerçekten Allah ve Cebrail'in Hz. Resulullah (s.a.v) ile vedalaşması ve vahiyin sona erdirildiği anlatılmıştır). 3 ayet ve 19 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sırası 110. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 114. sure olup Medeni'dir. İza ile başlayan zaman içerikli surelerdendir. Aynı zamanda da kısa surelerdendir. [465]
Bu sure, adını Allah'ın Hz. Peygamber (s.a.v)'in amcası olan Ebu Leheb'i eleştirdiğinden dolayı son ayetteki Mesed kelimesinden almıştır. Ebu Leheb, Küfrün en ileri gelenlerindendi ve Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve onun davetini engelleme noktasında hiçbir eziyetten işkenceden ve kötülüğü yapmaktan geri kalmıyor ve elinden gelen her türlü kötülüğü öz yeğeni olan Resulullah (s.s.v)'a reva görüyordu. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Tebbet yeda Ebi Leheb ve teb= Ebu Leheb'in iki eli kurusun ve kendisi de kurudu ya." Aynı zamanda bu buyruk onun (Hammaletü'l-hatab=odun hammalı ve savaşı kızıştıran) karısını da kapsıyordu. Mesed kelimesi de bu surenin son ayetinde zikredilmiştir, anlamı parlak hurma lifi demektir. Surenin diğer adları, Tebbet, Leheb ve Ebu Leheb'dir. 5 ayet ve 22 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıraya göre 111. sure, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 6. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kısa surelerdendir. [466]
Bu sure, kapsamakta olduğu tevhidi konuları ihlas sahibi, temiz kalbli salih ve mümin kullara ilettiğinden dolayı bu adla anılmıştır. Surenin diğer adları hep bu konuya binaen şunlardan ibarettirler: Tevhid, Esas, Tecrid, Tefrid, Ma'rifet, Samed, Beraet ve Necat'tir. 4 ayet ve 15 kelimeden oluşmuştur. Mushaftaki sıralamaya göre, Kur'an'ın 112. suresi, nüzul sıralamasına göre ise Kur'an'ın 22. suresi olup Mekki'dir. Kısa surelerden ve kul ile başlayan makulat surelerindendir. Bu kısacık surenin esas konusu, tevhid ve yüce Allah'ın ne doğduğu ne de doğurduğu ve ne bir eşe, benzere sahip olduğu konusudur. [467]
Bu surenin isimlendirilme şekli de ilk ayetinde Rabbü'l-Felak'tan (Felak'ın rabbi) söz edildiği ve Peygamber (s.a.v)'e, ve ayrıca tüm müslümanlara ve hatta temiz kalpli insanlara O'nun yarattıklarının şerrinden kendisine sığınılması öğretilip tavsiye edildiği için bu adı almıştır. Bu sure ve kendinden önceki ve sonraki sureler ile Kafirun sureleri toplu olarak Dört Kul sureleri olarak tanımlanmaktadırlar. Çünkü bu dört sure de Kul kelimesi ile başlamaktadır. Biz müslümanlar, belalardan korunmak, yaratıkların şerrinden korunmak için ve İlahî inayete sığınmak için bu sureleri sürekli okuruz. Bu sure 5 ayet ve 23 kelimeden oluşmaktadır. Mushaftaki sıralamaya göre 113. sure, nüzul sırsına göre ise Kur'an'ın 20. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kul ile başlayan makulat surelerinden ve kısa surelerdendir. [468]
Bu surenin isimlendirilme şekli de ilk ayetinde Rabbu'n-Nas ibaresi geçtiğinden ve ayrıca Peygamber (s.a.v)'e ve gönül ehli ve mana ehli olan tüm insanlara şeytanın şerrinden ve her türlü vesvesecinin şeklinşerrinden Allah'a sığınma öğretildiğinden dolayı bu ismi almıştır. Bu ve bundan önceki Felak suresine ikisine birlikte Muvazeteyn suresi (Allah'a sığınmayı öğreten iki sure) de denilmiştir. Ve Hz. Peygamber (s.a.v) onları okumakla torunları İmam Hasan ve İmam Hüseyin'i Allah'a sığındırmıştır. Bundan dolayı örneğin İbn-i Abbas gibi kimi sahabeler, bu iki surenin Kur'andan olmadığı ve aksine birer dua olduğunu zannetmişler. Sure 6 ayet ve 20 kelimeden meydana gelmiştir. Mushaftaki sıraya göre, Kur'an'ın 114. (en son) suresi, nüzul sırasına göre ise Kur'an'ın 21. suresi olup Mekki'dir. Aynı zamanda kul kelimesi ile başlayan makulat surelerinden ve kısa surelerdendir.
Konunun güzel bir şekilde tamamlanması için şu da söylenebilir ki Kur'an-ı Kerim'in onunla başladığı ilk harf "B" harfidir. (Bismillahirrahmanirrahim’de). Ve Kur'an-ı Kerim'in onunla tamamlandığı en son kelime de "S" harfidir. (en-Nas kelimesinde). Bu kelime de "Bes (Yeter)" kelimesini oluşturmaktadır. Beşinci asrın büyük arif ve şairlerinden olan Senai de bunu şu şekilde dile getirmiştir:
"Evvel u ahir-i Kur'an zi çi Ba amed u Sin / Yani ender reh-i din rehber-i ma Kur'an Bes."
(Kur'an'ın başında ve sonunda ne diye Ba ve Sin geldi / Yani din yolunda bizlere rehber olarak Kur'an yeter.)[469]
Değerli okuyucular, teveccüh buyurmuşlardı ki bu bölümde 114 Kur'an suresinin tanıtımı, Kur'an'ın nazm, tertip ve sürekliliğini takip etmektedir. Yani Fatiha ve Bakara'dan başlayıp Felak ve Nas ile sona ermektedir. O halde değerli okuyucu ya da araştırıcı/ müracaatçı bu gözle ona bakacak ve bu tertib ve düzeni göz önünde bulundurarak ona müracaat edecektir. Fakat bazen araştırıcının ve müracaat edecek kişinin örneğin "Taha", "Yasin" ya da "Vakıa" suresinin Kur'an'ın neresinde yer aldığını ve kaçıncı suresi olduğunu hatırlayamaması da mümkündür. Bundan dolayı bu bölümün sayfalarını tek tek çevirmek zorunda kalacaktır. Bu tür araştırmacılara yol göstermek ve kolaylık sağlamak için kitabın sonunda verdiğimiz fihristlerin ilki, "Alfabe sırasına göre Kur'an fihristi"dir. Fihristin ikinci sütununda söz konusu surenin Kur'an'ın kaçıncı suresi olduğu belirtilmiştir. Örneğin Al-i İmran mushaftaki sıraya göre, Kur'an'ın üçüncü suresi olduğu belirtilmiştir. Bu fihrist yardımıyla Kur'an sureleri çok daha kolay bir şekilde bulunabilmektedir. İkinci fihrist ise şu amaçla düzenlenmiştir: Kur'an'ın birçok suresi iki veya daha fazla isme sahiptir. Örneğin Fatiha suresinin Hamd, Ümmü'l-Kitab, Seb'a'l-Mesani benzeri birkaç ismi vardır. Veyahut İhlas suresi Tevhid, Ma'rifet, Tefrid, Tecrid gibi isimlerle de tanınmaktadır. Bundan dolayı bu tanınan fakat gayri resmi olan isimlerden de asıl isimlere müracaat etmeyi de kolaylaştırmak için bu fihristi düzenledik. Örneğin bir kimse "mü'min" suresini arayıp da bulamayabilir. Bu fihrist yardımıyla bunu rahatlıkla bulup "Mü'min" suresinin "Gafir" suresi olduğunu görür. Ya da "Tebbet yeda" ve "Leheb"in "Mesed" suresi olduğunu görür.[470]
Kur'an-ı Kerim ya da Kur'an araştırmaları alanında ilk asırlardan günümüze dek yapılmış olan çalışmalar ve araştırmalar, ister risale, makale ve kitap, isterse hatsal ya da basım ve son dönemlerde bilgisayar programları şeklinde olsun hiç bir abartma olmaksızın yirmi binin üzerindedir. Urduca Kur'an araştırmaları ve tefsirleri konusunda hazırlanmış tek Kur'anbilim kitabı binin üzerinde bir sayı taşımaktadır. Urdu dilinin resmi geçmişi hicri onuncu yıla dayanmaktadır. Sözünü ettiğimiz kitab Pakistan’da yayınlanmıştır.
Hiçbiri tam, kamil ve kapsamlı olmayan birkaç Kur'anî kitabbilim eseri yayınlanmıştır. Sadece her dile yapılan Kur'an-ı Kerim tercümesi (yaklaşık 150 dünya diline tercüme edilmiştir) fihristinin kendisi bile birkaç bini bulmaktadır. Zira sadece Farsça Kur'an tercümeleri 500'ün üzerindedir. Asitan-ı Kuds-i Razavi kütüphanesinde bulunan "Fihrist-i Kur'anha-yı Mütercem" (Tercüme Edilmiş Kur'an'lar Fihristi) eserinin birinci cildinde, 326 esere işaret edilmektedir. Bu eserlerin büyük bir kısmı şu anda özel bir kütüphanede muhafaza edilmektedir. Kur'anî fihrist ve kitabbilimler hakkında inşaallah onuncu bölümde daha geniş bilgi vereceğiz.
Elinizdeki kitabın yazan, ikiyüz-üçyüz Kur'anî ve Kur'an araştırmaları eserini kısaca, her biri birer satır olacak şekilde bu bölümde ele almayı tasarlamıştı. Fakat bu tasarı, bugünkü İran'ın en büyük kitabbilimcilerinden olan değerli üstad Kamuran Fani Bey'e sunulduğunda uygun görülmedi ve daha az kitabın daha geniş bir şekilde tanıtılması daha uygun görüldü. Bundan dolayı kendilerinin direktifleri ve tavsiyeleri ışığı altında, 50 eseri beş başlık altında, eserlerin her birini birkaç satırda tanıtma sonucuna vardım. Bu beş başlık şunlardır:
1- Kur'an Tefsiri,
2- Kur'an tercümesi,
3- Kur'an lügati,
4- Kur'anî fihrist ve kitabbilim eserleri,
5- Kur'anî ilimlerin (tefsir ve tercüme dışında) en önemli metinleri. Bu beş başlığın her birinde onar eser tanıtılmaktadır. Burada birkaç kurala riayet edilecektir:
1- Her başlık alanında hem en eski eserler hem de en yeni eserler tanıtılmaya çalışılacaktır.
2- Eserin mevcut oluşuna, hatta basılı olmasına dikkat edilecek, Hatti (elle yazılmış) olan eserler önemli dahi olsa tanıtılmayacaktır.
3- Her eserin en önemli özelliği ve yönü tanıtılacaktır.
4- Şunu da söylemeden geçemeyeceğiz ki, bu satırların yazarı, tanıtmağa çalışmış olduğu tüm bu eserlere birkaç yıl ve yıllarca ünsiyet bağlamış, incelemiş ve okumuştur. Bundan dolayı da bunların tanıtılması, tecrübe ile ve aracısız bir şekilde olmuştur. Ve bu elli kitaptan hiçbirinin tanıtımı, bir başka kaynaktan ya da kitabbilim eserlerinden alınarak yani aracı yoluyla, tanıtılıp yazılmamıştır. Aksine aynî ve tecrübî yolla tanıtılıp yazılmıştır.
5- Aynı şekilde imkan nisbetinde söz konusu edilen eserin daha geniş ele alınıp tanıtıldığı kaynaklara da göndermeler yapılmış ve daha geniş bilgi için değişik kaynakların ismi de verilmiştir. [471]
Şu kesindir ki, Kur'an-ı Kerim'in ilk müfessiri, vahyin muhatabı olan Hz. Resul-i Ekrem (s.a.v)'dirler. Kendileri, hem Kur'anî kimi anlaşılması zor olan kelime ve kavramları şerhedip beyan etmişler, hem ibaret tefsiri ve hem de işaret tevili beyan etmişlerdir. Sevindiricidir ki, Resulullah (s.a.v)'in tefsirinden takdire şayan örnekler, hadislerin içinde -ki onlara tefsir hadisleri denir ve gerek ehl-i sünnet hadisleri olsun gerekse ehl-i teşeyyu' hadisleri olsun- mahfuz kalmıştır. Peygamber-i Ekrem (s.a.v)'in en toplu ve en elverişli tefsir örnekleri Suyuti'nin İtkan isimli eserinde derlenmiş olup tefsirler, sure sure nakledilmiştir.[472]
Hz. Resul (s.a.v)'den sonra, kendi ashabı arasında Kur'an'ı en iyi bir şekilde tanıyan kişi Hz. Ali bin Ebi Talib'dir. Bu, herkesin kabul ettiği bir sözdür. Fakat kendilerinin tefsirine dair elimizde herhangi bir kitap mevcut değildir. Elde olan tek şey Nehcu'l-Belağe'de geçen hutbeleri, mektupları ve diğer sözlerinde var olan örneklerdir. Hz. Ali'den sonra herkes ittifak etmiştir ki, büyük sahabeler arasında İbn-i Abbas'ın Kur'anbilimciliği derecesine ulaşabilecek hiç kimse olmamıştır. Bundan dolayı da Tercümanu'l-Kur'an ve Habrü'1-Ümme olarak isimlendirilmiştir. Kendisi de üstadı Hz. Ali'den Kur'an'ın tefsiri ve anlaşılması noktasında çok fazla derecede bilgi aldığını itiraf etmektedir. İbn-i Abbas'ın tefsiri ya da daha doğru bir ifadeyle, O'nun tefsiri rivayetleri tamamıyla büyük tefsir Camiü'l-Beyan, yani Tefsir-i Taberi'nin içinde mevcuttur. İranlı büyük lügat yazıcılarından biri olan el-Kamusu'1-Muhid adlı eserin sahibi Mecdüddin Muhammed bin Yakub Firuzabadi, İbn-i Abbas'ın tefsirini Tenvirü'î-Mikbas Fi Tefsir-i İbn-i Âbbas ismi altında toplayıp tashih etmiştir ki, bu asırda birçok kez basılmıştır.[473]
Bu tefsirin tam ismi, Camiu'l-Beyan fi Tefsirü'l-Kur'an'dır. Eserin müellifi Ebu Cafer Muhammed bin Cerir Taberi'dir (Hk. 224/310). Taberistan'da doğmuş, İslami eski asırların en büyük tarihçi ve müfessiridir. Tefsir-i Taberi ya da Camiu'l-Beyan, Arapça yazılmış olan en eski ve en toplu Kur'an-ı Kerim tefsirlerindendir. Sözkonusu bu eser, tefsiri hadislere dayanarak yazılmış ve her hadisin geliş senedi belirtilmiştir. Bu.tefsir, Naklî (Rivayi=Hadisle tefsir) tefsirler, yani hadislere dayanan tefsirler noktasında en toplu kaynak olarak kabul edilmiştir. Birinci baskısı, Kameri 1322 yılından 1330 yılına kadar Mısır'da 30 cilt halinde Bolak matbaasında basılmıştır. En düzgün ve temiz baskı ve tashihi Mahmud Muhammed Şakır ve Ahmed Muhammed Şakir'in katkılarıyla Kahire'de Daru'l-Maarif tarafından neşredilmiştir. Fakat ne yazık ki, sadece 15 cildi basılabilmiştir. Geriye kalan ciltlerin tashih ve basımı bilinmeyen nedenlerden dolayı durmuştur. Bu iki baskı, defalarca Mısır'da ve Lübnan'da ofset a şeklinde yeniden basılmıştır. Tefsir-i Taberi'nin tercümesi konusunda daha geniş bilgi için bu bölümün tercümeler kısmına bakılabilir. [474]
Tefsir-i Tıbyan[475] Kur'an'ın en kapsamlı tefsirlerinden ve Şia-imamiye'nin en eski ve en önemli üç-dört tefsirinden biri sayılır. Müellifi, Horasan'ın Tus ehlinden olan ve Şeyhu't-Tayife olarak tanınan Ebu Cafer Muhammed bin Hasan Tusi'dir (k. 385-460). O, Şia büyüklerinden ve şeyh Mufid ile Seyyid Murteza Alemül-Huda'nın talebesi ve Şia'nın dört hadis kitabından (Kutub-Erbea) ikisi olan Tehzib ve İstibsar'ın sahibidir. Tıbyan 10 ciltten oluşmaktadır ve Tebersi'nin tefsiri Mecmeu'l-Beyan'ın (yeri geldiğinde tanıtılacaktır) temel kaynağı olmuştur. Tıbyan bu güne dek üç kez basılmıştır:
1- Tahran baskısı, Seyyid Muhammed Hüccet Kuhkemeri'nin tashihiyle neşredilmiştir (K. 1364-1367),
2- Necef baskısı, Ahmed Şevki Emin ve Ahmed Kayser Amuli'nin katkılarıyla,
3- Kum baskısı, Ali'l-Beyt müessesinin katkılarıyla. [476]
Keşfü'l-Esrar ve Uddetü'l-Ebrar tefsiri, en eski ve en büyük farsça irfanı tefsirdir. Hem irfanı açıdan, hem tefsiri açıdan hem de farsça nesri açısından büyük bir önem ve konuma sahiptir. Müellifi olan Ebu'1-Fazl Meybudi, üstadı Hace Abdullah Ensari'nin kısa irfanî tefsirinin etkisi ve kapsayıcılığıyla bu on ciltlik değerli tefsiri vücuda getirmiştir. Bu tefsir, üç merhalelidir, yani üçlü bir sıra ile düzenlenmiştir. Birinci merhalede Kur'an ayetlerinin sade ve sarih tercümesi yapılmıştır. İkinci merhale veya sırada, bir-iki (bazen daha az bazen de daha çok) sayfa tutacak kadar normal tefsirdir. Üçüncü merhale ya da sırada ise çok edebî ve şiirsel bir dille yazılmış olan irfanî tefsir yer almaktadır. Bu tefsir ilk kez olarak merhum Ali Asğar Hikmet'in çabalarıyla Tahran Üniversitesinin büyük hocalarından bir toplulukla birlikte Üniversite yayınevi tarfından basılmıştır (Hş. 1331-1339). Bundan sonra da defalarca Emir Kebir yayınevi tarafından yeniden basılmıştır. Bu tefsirin iki de özeti mevcuttur:
1- Merhum Habibullah Amuzgar tarafından hazırlanmış iki ciltlik bir eser,
2- Dr. Mu-hammed Mehdi Rukni'nin çabasıyla Let'ayıfi Ez Kur'an-ı Kerim adı altında düzenlenmiş olan özet. [477]
Tefsir-i Keşşaf (el-Keşşaf An Hakaik-i Gevamızı't-Tenzil ve Uyunu'l-Akavil Fi Vechi't-Te'vil), Carullah ismiyle maruf olan (birkaç yıllık bir süre içinde Beytullah'ın civarında yaşadığı için) Ebu'l-Kasım Muhammed bin Ömer Zamahşeri'nin telifidir. Zamahşeri, bu dört ciltlik tefsiri Beytullah'ta bulunduğu zaman içinde Arapça olarak yazmıştır. Müfessir, Harezm bölgesinin Zamahşer köyünde doğmuştur (k. 467-538). Zamahşeri, Arab dili lügatinin ve dilbiliminin, belağet ilminin en büyük alimlerinden ve Kur'an'ın birinci derece müfessirlerindendir. O, Fıkıhta yani furu'da Hanefi, Akaid esaslarında ise Mu'tezili'dir. Tefsiri de mu'tezile'nin kelamı ve Kur'anbilimi görüşlerini ve bakişaçısını içermesi açısından önem arzetmektedir. [478]
Mecmeu'l-Beyan fi Tefsiri'1-Kur'an (Arapça) Şia alimlerinden olan ve Keşşaf’ın sahibi Zemahşeri ve Keşfu'l-Esrar'ın sahibi Meybudi'nin çağdaşlarından olan Ebu Ali Eminü'l-İslam Fazl bin Hasan Tebersi'nin telifidir. Müellif, Kum ve Erak şehirleri arasında yer alan ve Erak'a bağlı olan Tefriş ehlidir. Bundan dolayı da onun ismi tebersi (örneğin Teberistan'a mensub anlamında) değil; aksine Tefrişi veznine ve anlamına uygun olarak Tebrisi olarak telaffuz edilmelidir. Aslen Tefrişli olup büyük bir ihtimalle Meşhed'de doğmuş ve vefat yeri Sebzevar'dır. Mezarı ise Meşhed şehrinde İmam Rıza'nın türbesinin yanındadır.[479] Mecmeu'l-Beyan 10 cilttir ve çok açık ve eşsiz bir nazma sahiptir. Her bir ayet grubunun altında o ayetlerle ilgili kıraat, lügat, anlam ve tefsir ayrı ayrı açıklanmıştır. Mecmeü'l-Beyan tefsiri, İmamiye Şiasının en önemli ve en muteber eski tefsirlerinden sayılmıştır. Zamanımızda da el-Ezher hocaları bu tefsire büyük bir önem vermektedirler. Mısır'da yeniden basılmıştır. Bu eser Farsçaya da tercüme edilmiştir. En iyi baskısı, üstad Seyyid Haşim Resuli-yi Mahallati'nin tashih ve dipnotlarıyla yapılmış olan nüs-hasıdır. k.l379/Ş.1339 yılında neşredilmiş ve bundan sonra da defalarca basılmıştır. [480]
Asıl adı Ravzu'l-Cinan ve Ruhu'l-Cenan olan bu tefsir, Şeyh Ebu'1-Futuh-i Razi'nin telifidir. Müellifin tam ismi, Cemaleddin Hüseyin bin Ali bin Muhammed bin Ahmed Hezai Nişaburi'dir. Bu tefsir, Şianın en eski farsça tefsiridir. Bu tefsirde de Tefsir-i Taberi, Tıbyan ve Mecmeu'l-Beyan'da olduğu gibi Kur'an-ı Kerim'in lağvî ve ibarî müşkillerinin giderilmesi için üstün bir başarıyla eski arap şiirinden örnekler verilmiştir ve delil olarak getirilmiştir. Müşkillerin giderilmesi açısından kimi zaman Mecmeu'l-Beyan ve Tıbyan'dan daha geniştir. Bugüne dek dört defa basılmıştır.
1- Birinci defasında 5 cilt halinde Muhammed Kazım Tabatabai, Seyyid Nasrullah Takva gibi büyük ve değerli ve fazilet ehli kişilerin tashihiyle basılmıştır.[481]
2- İkinci baskısı, merhum Mehdi İlahî-yi Kumşei'nin ihtimamıyla 10 cilt halinde Hş. 1320 ve 1322 yılları arasında basılmıştır. Hş. 1334 ve 1335 yıllarında yeniden basılmıştır.
3- Üçüncü kez, Merhum Ayetullah Ebu'l-Hasan Şi'rani'nin mukaddime ve haşiyeleriyle, ayetlerin sayısının belirlenmesi ve anlaşılması zor plan kelimelerin tercüme ve açıklanmasıyla, şiirlerin tam i'rabının verilmesiyle ve farşça tercümeleriyle birlikte Üstad Ali Gaffari'nin de yardımıyla şemsi 1347 yılında 12 cilt olarak Nesr-i Tuba adı altında bir Kur'an kelimeleri sözlüğüyle birlikte basılmıştır.
4- Dördüncü kez, Ravzu'l-Cinan ve ruhu'l-Cenan adıyla Dr. Muhammed Cafer Yahakki ve Dr. Mehdi Nasıh'ın çaba ve tashihleriyle 20 cilt olarak yayınlanmış fakat bu 20 cildin birkaç cildi henüz basılmamıştır. İnşaallah çok yakın bir zamanda tashih ve basımı tamamlanır. Yayıncısı Meşhed îslami Araştırmalar Merkezi'dir. [482]
Tefsir-i Kebir ya da Mefatihu'l-Ğayb, İmam Fahreddin-i Razi'nin (Muhammed bin Ömer, Hk. 543/544-606) eseridir. Eş'ari mezhebi -ehl-i sünnetin resmi kelam mezhebi- inançlarına uygun olarak yazılan ve mü'tezile ve Keramiye gibi değişik mezheblerin görüş ve düşüncelerini eleştiren bu eser, İmam Fahreddin-i Razi'nin en önemli eseri ve Kur'an-ı Kerim'in ilk dönem en önemli üç-dört tefsirinden biridir. Fahreddin Razi'nin fıkhi mezhebi Şafii'dir, hatta fıkhi konular açısından da metanet ve yeterliliğe sahip bir kişidir. Keşşaf tefsirine büyük bir önem vermekte ve ondan nakiller yapmaktadır. Ayrıca hemşehrisi Ebu'l-Futuh-i Razi'nin tefsirene de bakmıştır. Kimileri görmeden ve tanımadan bu tefsirin, faydasız, boş ve gereksiz birçok fazlalıklar içermekte olduğunu sanmıştır ve onu kötülemek amacıyla "İçinde tefsirden başka her şey vardır" demişlerdir. Yine alayvari bir üslupla, "Tefsir-i Kebir-i Fahr-i Razi/Efsane-i suhen bedin dırazi (Fahr-i Razi'nin Tefsir-i Kebir'i/Bunca uzun efsanevari bir sözdür)." Oysa gerçek şudur ki, görüş isabeti açısından ve ister muhalif ister muvafık değişik görüşlerin nakledilmesi ve eleştirilmesi açısından ve tefsire dair zor konuların çözümü bakımından çok üstün bir eserdir. Bugünün Kur'an araştırmacılarından biri olan Dr. Ali Asğar Halebi Bey, bu çok değerli tefsirin tercümesine başlamış ve iki cildini yayınlamıştır. [483]
Yer darlığı, bu satırların yazarını altıncı asrın geniş yelpazesinden ondördüncü asra atlamaya mecbur etmiştir. Aradaki bu sekiz asırda elbette çok değerli paha biçilmez tefsirler, hem ehl-i sünnet alanında Ebu Suud İmadi'nin eseri İrşadu'l-Aklu's-Selim tefsiri, Tefsir-i Alusi gibi eserler, hem de Ehl-i Te-şeyyu' alanında da Molla Fethullah Kaşani tefsiri, Tefsir-i Hüseyni vb. gibi eserler yazılmıştır. Fakat sadece on tefsiri tanıtmamız gerektiğinden ister istemez bunları atlıyoruz.
Merhum Allame Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabai'nin eseri el-Mizan Fi't-Tefsirü'1-Kur'an, 20 cilt halinde Arapça olarak yazılmıştır. Telif işi Hicri kameri 1370 yılının ortalarında başlanmış ve 1392 Ramazanında yani, müellifin vefatından on yıl kadar önce tamamlanmıştır. Şayet el-Mizan'ın İmamiye Şiasının kesinlikle en önemli tefsiri olduğunu söyleme gibi bir hükme varırsak (merhum Tabatabai'nin değerli talebelerinden Merhum Ayetullah Mutahhari'nin de buyurduğu gibi) bu üzerinde düşünülmesi gereken bit hüküm olur, zira hakikatte öyledir. Ama yeni asırda ya da onbirinci asırda yazılan Molla Sadra'nın tefsirinden günümüze kadar yazılmış olan tefsirler arasında bu derecede geniş, kapsamlı, sorunları çözücü, zeka ve güzelliklerle dolu bir tefsirin yazılmadığı gibi bir hükme varırsak bu üzerinde şüphe edilecek bir şey olmamalıdır. Merhum Allame, çağdaş hekimlerden (filozof) olması hasebiyle bu tefsirin felsefi bir tefsir olduğu düşüncesi taşınabilir. Fakat böyle değildir. Bu sadece Filozoflara galebe çalmak değil, belki aksine temel ya da ayrıntı felsefi konulara aslında bu tefsirde hiç denilecek kadar az yer verilmiştir. Onun aklî yapısı gereği olarak da felsefî değildir. Hatta naklî ve rivayî konular dahi düzenli bir şekilde her bir ayet grubunun tefsiri zeylinde mebsut (açıklamalı) ve delilli bir şekilde açıklanmıştır. el-Mizan, defalarca Lübnan'da, Tahran'da ve Kum'da basılmıştır. Elimizde iki tercümesi vardır. Birisi, Ayetullah Mekarim-i Şirazi, Huccetülislam Muhammed Cevad Kirmanı, Ayetullah Misbah Yezdi, merhum Muhammed Rıza Salihi-yi Kirmanı, Huccetülislam Seyyid Muhammed Hamenei, Abdulkerim Burucerdi ve Seyyid Muhammed Bakır Musevi-yi Hemedani gibi çok değerli ve Kur'anbilimcisi fazilet ehli üstadlar heyeti tarafından 40 cilt halinde defalarca basılan tercümedir. Daha sonra tercümesi, müellifin takdirini alan Huccetülislam Seyyid Muhammed Bakır Musevi-yi Hemedani, bu teşvik ve takdirle, el-Mizan'ın tümünü tercüme etmeye başlamış ve İlahî inayetle bu tefsirin tümünü tercüme etmeğe muvaffak olmuştur. Bu tercüme de 20 cilt halinde defalarca basılmıştır. Bu eser, Arap İslam aleminde de çok önemli bir değere sahiptir ve dünyanın dört bir yanındaki ilmi merkezlerde, İslambilim merkezlerinde ve Kur'anbilim merkezlerinde bulunmaktadır. Arapça el-Mizan için İlyas Kelantri'nin çabasıyla bir ciltlik bir konu fihristi hazırlanmıştır. Dr. Ali Rıza Mirza Muhammed de bazı yetkili araştırmacıların da yardımıyla el-Mizan'ın farsça konu anahtarını, üç cilt olarak düzenlemiş ve yayınlamıştır. el-Mizan ile ilgili olarak birçok Arapça ve Farsça eserler kaleme alınmıştır. Bunlardan bazıları, Muhammed Hüseyin Zehebi'nin Arapça "et-Tefsir ve'1-Müfessirun" adlı eseri, Huccetulislam Muhammed Ali Mehdevi Rad'ın kalemiyle yazılmış “Silsile-i Makalat-şinasi-yi Tefsirha-yı Amme ve Hasse” adlı eser ve ben acizanenin "Tefsir ve Tefasır-ı Cedid” ve Kur’anpujuhi (Kur'an Araştırmaları)" adlı eserler ebakılabilir. [484]
Bu kitabın daha önceki bölümlerinde de zikretmiş olduğumuz gibi Fars dili, diğer bütün dillerden daha çok ve daha önce Kur'an tercümesi yapma şerefine nail olmuştur. Farsça Kur'an tercümesinin (Fatiha ve muhtemelen diğer birkaç surenin tercümesi) geçmişi ta Resulullah (s.a.v) dönemine ve Selman-ı Farisi'nin çalışmalarına kadar gitmektedir. Yine daha önce Farsça olarak yazılmış 500'den fazla Kur'an tercümesinin var olduğunu da ifade etmiştik. [485]
Farsça olarak yazılmış olan ve elimizde mevcut bulunan en eski Kur'an tercümesi Kur'an-ı Kuds ismindeki tercümedir. Bugün Kuds-i Razavi kütüphanesinde muhfaza edilmektedir. Kur'an-ı Kuds'un, görüş ehli kişilerce ve onun kendi verilerine göre, hicri 250 ile 350 yılları arasındaki zaman aralığında tercüme edildiği söylenmektedir. Dili çok eskidir, ve şayet gerekli açıklamalar ve bilgiler yapılmamış olsaydı anlaşılması çok zor bir tercüme olurdu. Bu eser iki cilt halinde 1364 yılında basıldı. [486]
Samaniler padişahı Mansur bin Nuh'un saltanatı zamanında Kur'an'ın tercüme edilmesinin caizliği ya da gayri caizliği konusu ortaya çıktı. Bunun üzerine Maveraunnehir'deki Hanefi alimleri, Kur'an'ın Farsçaya tercüme edilebileceğine cevaz verdiler. Bundan sonra da aynı alimler tarafından k. 345 yılında Tefsir-i Taberi Farsçaya tercüme edildi. Bu eser, günümüzde merhum Habib Yağmai'nin üstün çabalarıyla 7 cilt halinde 4 cilt olarak Tahran Üniversitesi tarafından (ş. 1339-1344) yayınlanmıştır. Daha sonra Tus Yayınevi tarafından da yeniden basılmıştır. Bu tercüme eseri de Farsçada önemli bir yere sahiptir. [487]
Bu eserden ve onun açıklamış olduğu kıssalardan yola çıkarak Dr. Yahya Mehdevi ve Mehdi Beyani, Tercüme Ve Kur'an Kıssaları adı altında iki ciltlik bir eser kaleme almışlar ve Tahran Üniversitesi tarafından Hş. 1338 yılında basılmıştır. Daha sonra Harezmi Yayınevi bu eseri yeniden basmış ve yayınlamıştır. Söz konusu olan bu eser, Surabadi olarak tanınan Ebu Bekir Atik Nişaburi'nin eseridir. Kur'an'ın en eski ve en şirin ve akıcı tercümelerinden birisidir. Bu eserin tümünü değerli alim, merhum Ali Ekber Saidi-yi Sircani dört bin sayfa olarak tashih etmiş ve yayına hazırlamıştı. Fakat ömrü vefa etmedi. Bu satırların yazarı da kendisiyle birlikte onun tashih ettiği bu eserin yarısına kadarki bir kısmını gözden geçirmişti. Şu anda bu değerli eserin tashih ve düzenlenmesi bitmek üzere olup yayınlanma aşamasındadır. [488]
Meybudi'nin tefsiri[489] konusunda bu bölümde bilgi vermiştik. Bu değerli tefsirin ilk tercümesi olarak yazılan tercüme, Kur'an-ı Kerim'in eski farsça tercümeleri içinde en açık, en tatlı ve en doğru tercümelerdendir. [490]
Bu tercüme, Kur'an-ı Kerim'in son dönem farsça tercümelerinden en açık ve en dakik tercümelerindendir. Mütercimi, Şah Veliyullah Muhaddis-i Dihlevi'dir.[491] Bu tercüme defalarca Pakistan'da ve Hindistan'da bazen Tefsir-i Hüseyni ile birlikte, bazen de müstakil olarak Kur'an'ın aslı ile birlikte basılmıştır. [492]
Yine birkaç asır sıçrayıp içinde bulunduğumuz asra uçmak zorundayız. İçinde bulunduğumuz asrın Kur'an-ı Kerim tercümesini başlatanlar ve yapanlar birkaç kişidir. Bunlardan birisi Basirü'1-Mülk (Muhammed Tahir Şeybani-yi Kaşani)'tür. Nasiruddin Şah döneminin en iyi alimlerindendir ve yapmış olduğu tercüme basılmıştır. Bir diğeri, Abdul-Hüseyn Ayeti'dir. Mahlası Avare idi. Gençliğinde Bahailik mesleği içinde bulmuştu kendisini. Daha sonra onların yanlışlığını ve hilekarlıklarını görünce tevbe etti ve İslam’a ve Teşeyyu'a geri dönüş yaptı ve bu mesleğin reddi konusunda önemli bir eser olan Keşfü'l-Hiyel'i yazdı. Onun yaptığı Kur'an tercümesinin ismi Nüba'dır. 3 cilt halinde Yezd'de basılmış olup günümüz tercümelerinden sayılır. Fakat Kur'an-ı Kerim'in bugünkü tercümelerin en başında hiç şüphesiz merhum Mehdi Muhyeddin İlahî-yi Kumşei'nin tercümesidir. İlahî-yi Kumşei, hem birçok İslami ilimde görüş sahibi olan hem Farsça yazımında maharet sahibi olan ve hem de şair ruhlu bir yapıya sahip olan içinde bulunduğumuz asrın son dönem filozof ve hekimlerindendir. Kendilerinin yapmış oldukları tercüme Hş. 1320 yılı civarında tamamlanmış ve son yıllarda çok değerli alim ve fazilet ehli oğlu Dr. Hüseyin İlahî-yi Kumşei'nin tashihine de mazhar olmuştur. Fakat üzülerek belirtelim ki bu tercüme, çok şirin ve akıcı bir dile sahip olmasına rağmen kimi ilmi yanlışlıklar da taşımaktadır. Elbette bu yanlışlıkları ele almanın yeri burası değildir. Biz bu konuyu daha geniş bir şekilde ve yaklaşık seksen sayfa olarak bir diğer eserimiz olan Kur'anpujuhi (Kur'an Araştırmaları) adlı eserimizde zikrettik. Sevindiricidir ki, bu ilmi ve dilsel eleştiriler göz önüne alınarak söz konusu tercümenin yeni baskılarında bu hatalar düzeltme yoluna gidilmiştir. [493]
Kur'an-ı Kerim'in gününmüz akıcı, açık ve sağlam tercümelerinden biri de Abdul-Muhammed Ayeti'nin tercümesidir. Ayeti, son dönem müellif ve mütercimlerinden biridir. İbn-i Haldun'un Tarihü'l-İber isimli eserinin 6 ciltlik tercümesi ona aittir. Ayrıca Nehcü'l-Belağa'nın tercümesini de yapmıştır. [494]
Günümüzün akıcı ve sağlam tercümelerinden birisi de Tahran Üniversitesinde felsefe, hocası olan ve birçok telif ve tercüme esere imzasını atmış olan Dr. Seyyid Celaleddin Müctebevi'nin tercümesidir. Bu tercüme, sağlam ve metin bir nesirle yazılmış eleştiri konusu olacak çok az bir konumdadır. Varolan kimi hataları da değerli hoca kendisi bunu zikrederek gelecek baskılarda düzeltileceği haberini vermiştir. [495]
Bu tercüme, Kur'an-ı Kerim'in içinde bulunduğumuz dönemdeki en güzel, en önemli ve başarılı farsça tercümelerinden biridir. Mütercimi, Tahran Üniversitesinin emekli hocalarından olup, sözbilimci ve Kur'anbilimci bir şahsiyet olan değerli üstad Muhammed Mehdi Fuladvend'dir. Düzenlenmesinde, baskısında ve gözden geçirilmesinde çok büyük bir itina gösterilmiştir. Bu satırların yazarı da bu son gözden geçirme işinde yer alma şerefine nail olmuş kişilerden biridir. [496]
Son yirmi-otuz yıldır büyük bir aşk, şevk ve vecd ile Kur'an araştırmaları vadisinde dolaşan ve Kur'an çalışmaları ile ilgili beş-altı eser kaleme alan ve yayınlama başarısını elde eden bu satırların yazarı da dört yıllık bir çalışmayla[497] Kur'an-ı Kerim'i farsçaya tercüme etmiş ve her sayfanın altında da tefsire yönelik bazı açıklamalar yapmıştır. Aynı zamanda ilk kez olarak tam Kur'anî-Farsça kavramlar (yalaşık 12 bin Kur'anî kavramı kapsayan) sözlüğü düzenlemiş ve tercümenin sonunda on-oniki ek de zikretmiştir. Bu tercüme baskı aşamasındadır. İnşaallah çok yakın bir zamanda[498] yayınlanacaktır. Bu eser 912 sayfadır. Aynı zamanda bu tercümenin Newyork ve Avrupa'nın diğer önemli merkezlerinde de bu ülkelerde ikamet eden İranlıların hizmetine sunulmak üzere basılma kararına varılmıştır. Ayrıca bilgisayarda (internet aracılığıyla) da kendisine yer ayrılacaktır. Bu tür faaliyetlerde yardımı geçen tüm kuruluşlara teşekkürlerimi bildirir, Yüce Allah'dan başarılarının devamını dilerim. [499]
Kur'an-ı Kerim'deki kavramlarla ilgili en eski lügat çalışmalarından birisi hiç şüphesiz ki İbn-i Abbas'ın kendi dostlarından Nafi' bin Erzak isminde bir kişiyle yapmış olduğu sorulu-cevaplı bir çalışmadır. Bu eserin ismi, "Mesailü Nafi' bin Erzak" olup Allah'a hamd olsun ki, on dört asır boyunca muhafaza edilmiş ve basılma şansını elde etmiştir. İbn-i Abbas'ın kavrambiliminin ve kavramlarla ilgilenmesinin en önemli özelliği, O'nun Kur'an'ın terkib ve müfredatının çoğunda açıklamalarda ve tavzihatlarda bulunurken "Divanu'l-Arab"dan yani cahiliye dönemi şiirlerinden deliller getirmiş olmasıdır. Bu nefis kavramlar, İbn-i Ebi Talha yoluyla da rivayet edilmiş ve birkaç ravi aracılığıyla ekseriyetle Sahih-i Buhari ve tam olarak Tefsir-i Taberi'de yer almıştır. Bu kavramlar Suyuti'nin İtkan'ında da mevcuttur. Yani İtkan'ın 36. bölümünde ele alınmıştır. [500]
Bu eseri, şekil olarak normal kelime ve kavram sözlüğü türünden saymamız mümkün değildir. Fakat anlam olarak sözlük hükmünde sayılabilir. Zira hem Kur'anî müfredatı açıklamaktadır hem de anlaşılması zor ibare ve terkibleri açıklamaktadır. Bu eserin müellifi, Ebu Ubeyde Ma'mer bin Müsennâ'dır.[501] Görüldüğü üzere bu eserin ömrü yaklaşık 12 asırdır. Bu kitab, Fuad Sezgin'in çabasıyla tashih edilmiş ve basılmıştır. [502]
Bu da bir tür Kur'anî kavramlar sözlükleridir ki, bunlar örneğin diğer sözlükler ya da Mu'cem'ler gibi değildir ve bundan dolayı da ismine "Ğaribu'l-Kur'an" ya da "Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an" denmiştir. Bu eserlerin taşımış oldukları tefsir isminden dolayı Kur'an tefsirlerinin bir parçası olarak sayılması da doğru ve mümkün değildir. Çünkü lağvi ve lafzî anlamları dışında hiçbir anlam ve şerhe sahip değiller. Bu tür eserler birkaç gruptur ki, içinde bulunduğumuz asırda, tashih edilip basılanlarının en önemlileri şunlardır: İbn-i Kuteybe'nin Te'vili Müş-kilü'l-Kur'an adlı eseri,[503] Yine İbn-i Kuteybe'ye ait Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an adlı bir diğer eseri, Ebubekir Sicistani'nin eseri Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli kitab.[504] Bu eser aynı zamanda Nehzetü'l-Kulub olarak da adlandırılmaktadır. Zeyd Şehid'in Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli eseri, İbn-i Mulikkan'ın[505] Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli eseri ve meşhur Mecmeu'l-Bahreyn isimli lügatin sahibi olan Fahruddin Tarihi'nin Tefsirü'l-Ğaribu'l-Kur'an isimli eseri. [506]
Bu eserin tam ismi, Mu'cemu Müfredat-i Elfazu'l-Kur'an'dır ve müellifi ünlü Muhadarat adlı eserin de sahibi olan Rağıb el-İsfehani'dir.[507] Bu eserin en temel özelliği, lügati türevleri ile birlikte açıklıyor olmasıdır. Yani sadece kökü değil kökbilimi ve kökten türemiş olan kelimeleri de açıklamaktadır. Bu eser, son yıllarda Farsça'ya da tercüme edilmiştir. [508]
Eser, yazarı belli olmayan ve hicri dördüncü ya da beşinci asra ait olan bir eserdir. Eserde Kur'an'ın müfred ve mürekkeb kelimeleri akıcı bir şekilde Farsça'ya tercüme edilmiş ve ayrıca kelimelerin türevleri ve onların müfred ve çoğul oluş şekillerine de işaret edilmiş, bunun yanında sarf ve nahivle ilgili bazı konulara da işaret edilmiştir. Bu kitab, resmi tertibin aksine, Fatiha ve Nas surelerinden başlayıp Bakara suresi ile bitiyor. Eser, Üstad Dr. Mehdi Muhakkık'ın çabasıyla tashih edilmiş ve defalarca basılmıştır. Kitabın sonuna çok kapsamlı bir fihrist de eklenmiştir. [509]
Lisanu'1-Arab, en toplu ve en geniş bir arab lügatidir. Müellifi, Afrikalı Allame İbn-i Manzur'dur.[510] Bu eseri, genel bir lügat olmasına rağmen Kur'anî lügatlerin bir parçası olarak zikrettik. Zira Kur'anî kavramları kapsaması ve onların anlamlarını geniş ve detaylı bir şekilde Kur'an'a özgü olan birçok lügatten daha geniş ve daha kaliteli bir şekilde ele aldığı için zikrettik. Lisanu'1-Arab, aslında kafiye düzenine göre, yani kelimenin son harfine göre tertib edilmiştir. Nitekim eski lügatlar da bu şekildedir. Örneğin Firuzabadi'nin Kamus'u bu şekildedir. Fakat son yıllarda bu eser, kelimelerin ilk harfine göre de düzenlenmiş ve gerekli fihrist türleriyle birlikte basılmıştır. [511]
Bu eser, hem Ğaribu'l-Kur'an'dır ve hem de Ğaribu'l-Hadis'tir. Yani, hem Kur'anî kavramları hem de hadis kavramlarını açıklamaktadır. Müellifi, Fahruddin Tarrihi'dir.[512] Bu eser, kafiye ya da kelimelerin son harfi düzenine göre hazırlanmıştır.
Defalarca taş baskı ya da hurufi baskıyla basılmış ve son dönemlerde de Mahmud Adil'in katkılarıyla kelimenin ilk harfine göre tertib edilmiş ve iki cilt halinde Defter-i Neşr-i Ferheng-i İslamî[513] tarafından basılmıştır. Mecmeu'l-Bahreyn de tıpkı Rağıb'ın Müfredat'ı gibi Şia araştırmacıları arasında en sevimli ve en resmi eserdir. [514]
Günümüz Kur'an sözlüğü çalışmalarının en muteber ve en önemli kavrambilim eserlerinden birisidir. Aynı zamanda Kur'anî kavramları bulma noktasında da önemli bir katkı sağlamaktadır. Eser, Arab edebiyatının ve lügatinin birinci derecede gelen değerli hocaları[515] tarafından Kahire'deki Arab Kültürevi tarafından miladi 1940 yılının sonlarından 1950 yılının başlarına kadar düzenlendi. Her kelimenin lügat açıklaması da yapılmıştır. Şayet mücerred fiil olursa onun hangi babdan olduğunu, masdarını ve türevlerini Kur'an'da kullanıldığı şekliyle zikretmişlerdir. Fi'l-i Mezidi de aynı şekilde zikretmişlerdir. Ve şayet kelime isim idiyse onun anlamını zikretmişler ve eğer masdar ise, hem anlamını hem de fiillerini her konudaki surenin adı ve ayet numarasını zikretmişlerdir. Ayrıca birçok konuda her kelime ile ilgili olan Kur'anî ayet ve ibareyi de tesbit etmişlerdir. Bu eser, iki cilt halinde olup İslam dünyasında ve de İran'da defalarca basılmıştır. [516]
14 ciltlik Arapça bir eserdir. Ülkemizin çağdaş alim Kur'anbilimcilerinden ve çalışkan üstadlarından Hasan Mustafavi'nin eseridir. Her kelime hakkında başlangıçta muteber Arab lügatlerinin en önemli kaynaklarından onunla ilgili bilgileri nakleder daha sonra da kendi bilgilerini ona ekler. Bu eser, asrımızın Kur'anî kavramlar noktasındaki en toplu kaynaklarındandır. [517]
Bu Ferhengname (kelime sözlüğü) normal sözlüklerinden biri değildir. Aksine bir "tercümename"dir. Zira bu çalışma, eski Kur'an çalışmaları ve tercümeleri arasında çoğunluğu, Asitan-ı Kuds-i Razavi'de mahfuz bulunan 142 eserden toplamadır. Bu sözlükte, kelimelerin madde ve kökleri değil, zahir şekli dercedilmiştir. Her bir kelime ile ilgili olarak ilkönce o kelimenin geçtiği Kur'an ayeti ya da ibaresi zikredilmiş daha sonra da eski Kur'an tercümelerinin ve çalışmalarının dikkate aldığı karşılıkları zikredilmiştir. Eser, günümüz Kur'anbilimcisi ve araştırmacılarından olan Dr. Muhammed Cafer Yahakki'nin gözetiminde bir heyet tarafından düzenlenmiş ve dört cilt halinde basılmıştır. Bazı önemli fihristleri kapsayacak olan beşinci cildinin de çıkması beklenmektedir. [518]
Kur'an-ı Kerim'in en önemli Keşfu'1-Ayat (ayet bulma) ya da Keşfu'l-kelimat (kelime bulma) çalışmalarından birisi hiç şüphesiz ki Alman İslambilimcisi ve Kur'an araştırmacısı Gustav Filogel'in[519] Nücumu'l-Furkan Fi Etrafı'1-Kur'an adlı eseridir. Zira bu eseri kendi sahih Kur'anı ile birlikte yayınlamıştır. Fakat İslam aleminde keşfu'l-kelimatı da yapabilen (yaklaşık olarak, yüzde yüz değil) en önemli, en meşhur ve en kolay ve açık Keşfu'l-Ayat eseri, Mısırlı fihristçi, hadisbilimcisi ve Kur'an araştırmacısı Muhammed Fuad Abdulbaki'nin[520] "el-Mu'cemü’l-Müfehres li Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim"[521] isimli eseridir. Bu Mu'cem'de ya da fihristte, Kur'ani kelimelerin tümü, alfabe sırasına göre bazı ayetlerin zikriyle birlikte, Mekki (k) ve Medeni (M) oluşlarıyla birlikte ve surenin isim ve numarası ve ayetin numarası ile birlikte zikredilmiş ve ele alınmıştır. Bu eser, İslami ilimlerde (hatta insani ilimlerde) hiçbir araştırmacının ondan bîniyaz olamayacağı küçük çaplı ve çok faydalı bir eserdir. Bu Mu'cemde ve bu tarzda yazılmış olan diğer mu'cemlerdeki tek sorun Arapçayı bilmeyen insanların kelimelerin kökünü bulmaktaki veya bilmekteki zorluklarıdır. [522]
Abdulbaki'nin Mu'cem'inin taşımış olduğu söz konusu müşkil ya da zorluğun giderilmesi için ihtisas alanı tıp, sağlık ve tabii ilimler olan fakat çok ileri seviyede bir Kur'anbilimcisi olan İranlı araştırmacı ve Kur'an araştırmacılarından olan Dr. Mahmud Ruhani, yeni bir sözlük çalışması düzenlemiştir. Bu çalışma, her kelimenin madde ve kök esasına göre değil, her kelimenin harf sırasına göre, görünüşü, okunuşu ve yazılışı şekline göre düzenlenmiş ve kelimeleri bulma işini araştırmacılar hatta bu alanda hiç bir bilgisi olmayan kimseler için bile kolaylaştırmıştır. Bu sözlük çalışması, üç cilt halinde kaleme alınmıştır. Birinci cildi, takriben Kur'anî tüm kelimeleri bulma, ayetleri bulma ve hatta konuları bulma konuları ile ilgili bilgileri tanıtma hakkındadır. Ayrıca Arapça ve Farsça olarak yazılmış olan ve Kur'an-ı Kerim'in fihristinin yazılmasının gereği ve niteliği üzerinde de durulmuştur. Eserin diğer iki cildi de sözlük metninden oluşmaktadır. Baskısı da çok orjinal, renkli ve yanlışsızdır. Bu sözlüğün Abdulbaki'nin sözlüğünden farklı olduğu bir diğer özellik de bu eserin gerçekte Kur'an-ı Kerim'in tümünün ve kamil anlamda kelime bulma (tabii olarak ayet bulma) noktasında çok kolay olmasıdır. Kelime bulmadan maksad, Kur'an'ın Konkordansı demektir. Bu kitabın iki ismi vardır. Farsça ismini zikrettik. Arapça ismi ise, "el-Mu'cemu'1-İhsai li Elfazi'l-Kur'ani'l-Kerim"dir. [523]
Bu mevzu bulma çalışması, Fransız müsteşrik ve Kur'an araştırmacısı Joul Labom'un[524] düzenlediği bir eserdir. Ayrıca Kur'an'ın yeni ve ciddi konu fihristi çalışmalarının ilkidir. Bu çalışma, ilk kez m. 1877 yılında basılmıştır. Bu fihrist çalışması, 18 bab ya da külli mevzuya ve her mevzu da kendi arasında daha alt mevzulara ayrılmakta ve toplam olarak 350 mevzuya ayrılmaktadır. Muhammed Fuad Abdulbaki, miladi 1924 yılında bu fihristi "Tafsilu Ayatu'l-Kur'anu'l-Kerim" adı altında Arapçaya aktararak bununla birlikte 100 mevzuyu daha da ona ekleyerek yayınladı. Bu eser, bugüne dek yapılmış olan Kur'anî mevzui fihristlerin tümünün ana kaynağıdır. Bunun tek eksiği ve sorunu onun sınırlı oluşu ve ele aldığı 450 mevzuun az oluşudur. Zira Kur'an-ı Kerim’in mevzuları ve mefhumları eğer doğru bir şekilde ele alınırsa 8000'den daha fazla olduğu ortaya çıkacaktır. [525]
Joul Labom'un fihristi, İran'da ilk kez olarak İ'timadu's-Sultane[526] tarafından farsça tercüme ile düzenlenmiştir. Bu fihrist, 720 maddelik bir alfabatik dibaceye sahiptir ki, bu dibace aracılığıyla birkaç bab ve fasla ayrılmış olan fihrist metnine ulaşılabilir. Merhum Mahmud Ramyar'ın Fihristü'l-Metalib isimli eseri hakikatte İ'timadu's-Sultana'nın fihristinin tamamlayıcısı ve ilerlemişi niteliğindedir fakat ondan daha kolay bulma özelliğine sahip değildir. Ve o önemli olan alfabatik 720 maddeye de sahip değildir. Bu fihrist, 23 fasılda ve 1500 mevzu kapsamaktadır. Bu fihristin de eksiği ya da zorluğu konularına alfabatik sıraya göre müracaat etmenin mümkün olmamasıdır. Bu zorluk veya eksiklik bir sonraki fihristte giderilmiştir. [527]
Bu kitab, aslı Arapça olup asıl adı "el-Fihrisü'l-Mevzui li'1-Kur'an-i Kerim"dir. Fakat içinde birçok Farsça kelimeler mevcuttur. Bu eserin en güzel yanı, rahatlıkla müracaat edilebilir olmasıdır. Bu eser iki kalem ehli ve kitab bilimcisi yani Kamuran Fani ve Bahauddin Hurremşahi tarafından düzenlenmiştir. Bu esere, tıpkı diğer normal sözlüklere baktığımız gibi bakılmalıdır. Örneğin aklımıza bir konu geldiğinde, mesela sabır, sadakat, sulh, savm (oruç), Uhud, Bedir, ya da tarihi, coğrafi, veya kişilerle ilgili birçok konu ve kelime alfabetik sıraya göre düzenlenmiş ve rahatlıkla bulunabilir bir halde kaleme alınmıştır. Yedi bin esas madde ve Kur'an'a bağlı olan bunların alt konuları ele alınmıştır. Bu eser basılmış olup birinci baskısı tükenmiş durumdadır. [528]
Kur'an-ı Kerim'in içinde bulunduğumuz asırdaki ilk yarı toplu kitab bilimi Ali Şevvah İshak'ın 4 ciltlik "Mu'cem-i Mesnufat-ı Kur'an-ı Kerim” isimli eserdir. Kur'an-ı Kerim’e yönelik yazılmış olan, yani Kur'anî eserler fihristi türü kitaplar hayli fazladır. Buna örnek olarak ünlü kitapbilimcisi ve İslam bilimcisi olan Türk yazar Fuad Sezgin'in Almanca olarak kaleme almış olduğu ve 10 cilt halinde Arapçaya çevrilen "Tarihu't-Terasu'l-Arabi" adlı eseri verilebilir. Bu eserin birinci cildi, başlangıçtan ondördüncü asrın sonuna kadar Kur'an ve hadis ile ilgili olarak kaleme alınan eserlerin tanıtımına yöneliktir. Bu eserin dışında İbn-i Nedim'in bin yıllık önemli eseri "el-Fihrist" adlı kitab birçok Kur'anî eseri zikretmiştir. Ya da Haci Halife (Katib Çelebi)’nin eseri Keşfu'z-Zünun'da birçok eser ismi zikredilmiştir. Bu konuda birçok eser saymak mümkündür. [529]
Yukarıda ismi zikredilen eserler dışında ve onlardan daha kapsamlı bir eser de çağdaş kitab bilimcilerinden ve ilim adamlarından olan Abdulcebbar Refai'nin Mu'cemu'd-Dirasati'l-Kur'anîyye adlı eserdir. Bu eserde yaklaşık yirmi bin eserin ismi zikredilmiştir. İki cildi yayınlanmış olup Arapça, Farsça ve Urduca 4150 Kur'anî makaleye yer verilmiştir. Diğer ciltleri de yayınlanmaya devam etmektedir. [530]
Bu kitabname, yani Rahnuma-yi Gencine-i Kur'an, çağdaş ediplerden ve kitab bilimcilerinden olan değerli üstad Ahmed Gülçin Meani'nin eseridir. Bu eserin mukaddimesinde de ifade edildiği gibi Asitan-ı Kuds-i Razavi kütübhanesinde muhafaza edilen ve mevcut olan 4500 hattı Kur'an arasından 204 tanesi taşımış oldukları değerden dolayı seçilmiş ve bu kitapta tam anlamıyla tanıtılmışlardır. [531]
Bu konuda daha önce de Kur'an tercümeleri bölümünde gerekli açıklamalar vermiştik. Sadece Farsça olarak yaklaşık 500 tercümenin üstünde bir çalışma mevcuttur. Bunların çoğu Asitan-ı Kuds-i Razavi Kütüphanesinde mevcut olup bunlarla ilgili tanıtımları yapan kitaplar da mevcuttur. Bu konuda en önemli çalışma, değerli hoca Muhammed Asef Fikret'in yaptığı çalışmadır. [532]
Bu esere, bu bölümün başında işaret etmiştik. Fakat müstakil ve daha geniş bir tanıtıma layık bir kitaptır. Eserin tam adı şudur: Kitabşinasi-yi Tercümeha ve Tefsirha-yı Çapi-yi Kur'an-ı Mecid’dir.[533] Bu eser, m. 1515 ile 1980 yıllar arasında kaleme alınmış olan eserleri ihtiva edip İsmet Binark ve Haldran (Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun gözetiminde) toplaması ve Muhammed Asef Fikret'in tercüme ve düzenlemesiyle vücuda gelmiştir.[534] Görüldüğü üzere, bu eserin aslı İngilizce olup Prof. İnsanoğlu başkanlığında Ankara'daki İslam Tarih, Sanat ve Kültürünü Araştırma Merkezi tarafından pek de iyi olmayan bir baskıyla neşredildi. Daha sonra Muhammed Asef Fikret yeniden bu eseri bazı eklemelerle ve daha güzel ve doğru bir baskıyla Farsçaya tercüme edilip yayınladı. [535]
Kur'an Araştırmaları eserleri bu bölümün de değişik yerlerinde ifade edildiği gibi hayli fazladır ve birkaç binlik eser arasında 50 tanesinin seçilip tanıtılması bayağı zor bir iştir. Bundan dolayı bizler, özel bir taktik ve düzen izledik ve o da elli eserin beş başlık altında tanıtılması şeklindedir ki şu ana dek bunların kırk tanesini tefsir, tercüme, sözlük ve fihristten oluşan dört başlık altında tanıttık. Bu elli eseri, dağınıklığın önlenmesi amacıyla beş başlık altında zikrettik. Beşinci başlık altında ele alınacak eserler de elbette çok geniş ve fazladır. İster istemez, bu eserleri beşerli iki kısma ayırdık:
a- Bütün Kur'anî ilimler konusunda külli eserler: Burhan (Zerkeşi), İtkan (Suyuti), Menahilü'l-İrfan (Zerkani), Mebahis-i Fi Ulumi'l-Kur'an (Subhi Salih) ve et-Temhid (Ayetullah Ma'rifet). Hiç şüphesiz bu beş eser İslam dünyasında tüm Kur'anî ilimler konusunda yazılmış en önemli eserlerdir,
b- Beş "Kur'an tarihi" eserleri de şunlardır: Nouldeke'nin, Abdussabur Şahin, Ramyar, Dr. Hücceti ve Dr. Muhammed Rıza Celali-yi Nayini'nin Kur'an tarihi isimli eserleri. Şayet bu alanda burada bir eseri daha zikretmemiz gerekseydi hiç şüphesiz ki, merhum Ebu Abdullah Zincani'nin Kur'an Tarihini zikrederdik. Zira bu eser Noldeke'nin eseri dışında kalan diğer dört eserden hem daha eski hem de daha belirleyicidir. Fakat çok kısadır (hatta 100 sayfadan bile daha azdır). [536]
El-Burhan fi Ulumi'l-Kur'an (Arapça aslı dört cilt halindedir), Mısır'ın Hadisbilimci ve Kur'an araştırmaları alimi ve fakihlerinden Bedreddin Muhammed bin Abdullah Zerkeşi'nin[537] eseridir. Bu eserin önemi noktasında şu kadarını söylememiz yeterli olsa gerekir: Suyuti, değerli bir eser olan İtkan'ı yazarken büyük bir oranda bu esere dayanmış ve ondan yararlanmıştır. Anlaşılan o ki, şayet Zerkeşi Burhan'ı yazmamış olsaydı Suyuti de ya İtkan'ı yazmamış olacaktı ya da bu derecede itibar edilebilir ve itkan (sağlam) bir İtkan olmayacaktı. Bu eser, 47 çeşit ya da fasıl halindedir ve Muhammed Ebu'1-Fazl İbrahim'in tashihiyle neşredilmiştir.[538]
El-İtkan fi Ulumi'l-Kur'an (Arapça dört cüz ve iki cilt halinde) nakli ilimlerin özellikle de Kur'anbilim ve hadisbilim alanında en büyük alimlerden olan Celaleddin Abdurrahman Suyuti'nin[539] eseridir. Suyuti, kendisi Mısırlı (Asyut/Suyut) olup ataları İranlıdır. Hadis konusunda onun el-Camiu's-Sağir ve Cevamiu'1-Cami' isimli eserleri son dönem hadis ile ilgili eserlerin en büyükleri ve en muteber iki kaynak eserdir. Hindistan'dan Muttaki, Kenzü'l-Ummal adlı eserini bunlara dayanarak kaleme almıştır. Kur'an araştırmaları alanında da birçok esere sahiptir. Örneğin, Dürrü'l-Mensur tefsiri, Mecmeu'l-Bahreyn ve Matlau'l-Bedreyn tefsiri, Celaleyn tefsirinin bir kısmı, Tabakatu'l-Müfessirin ve Mu'terekül-Kur'an (Kur'an kelimeleri ile ilgili üç ciltlik bir eser) gibi eserler kendisine aittir. Eski ve yeni Kur'anbilimcilerinin büyük bir çoğunluğu, İslam tarihi boyunca Kur'anî ilimlerin en kapsamlı kitabı ve belki de Ansiklopedi olduğu inancındadır. Bu eser, büyük bir oranda (özellikle de Kur'an araştırmaları belagatı ve dili alanında) Zerkeşi'nin Burhan'ının bir ürünü niteliğindedir. Bu eser dört cüzü ihtiva eden iki cilt halindedir. [540]
Menahilü'l-İrafan fi Ulumi'l-Kur'an (Arapça iki cilt), Ezher'de Kur'anî ilimler müderrisi olan Muhammed Abdulazim Zerkani'nin kaleminden çıkmış değerli bir eserdir. Derinlemesine tahkiki, tahlilî, içtihadı ve eleştirel bir bakış açısıyla yazılmış bir eserdir. Eserin en önemli ve en seçkin özelliklerinden birisi, her alanda inkarcıların ve muhaliflerin şüphelerini de açıklaması ve büyük bir aşk ve gayretle, aynı zamanda da tümünün delillerini getirerek tümüne cevap vermesidir. Kitap 17 bölümden oluşmuştur. Bu bölümler şunlardır:
1- Kur'anî ilimlerin anlamı hakkında,
2- Kur'anî ilimler tarihi,
3- Kur'an'ın nüzulü,
4- Nazil olan ilk ve son sure,
5- Esbab-ı nüzul hakkında,
6- Kur'an'ın "yedi harf" (Seb'ate uhruf) üzere nüzulü,
7- Mekki ve Medeni hakkında,
8- Kur'an-ı Kerim'in cem' ve tedvini,
9- Kur'an ayetleri ve surelerinin tertibi,
10- Kur'an'ın yazılması ve onun resmü'l-hattı konusunda,
11- Kıraat ve kariler hakkında,
12- Tefsir ve müfessirler hakkında,
13- Kur'an'ın tercümesi ve hükmü,
14- Nesh hakkında,
15- Muhkem ve müteşabih hakkında,
16- Kur'an'ın uslubü hakkında,
17- Kur'an'ın mucizeliği hakkında. Bu eser, Kur'an araştırmacısı değerli dostum Muhsin Armin tarafından Farsçaya tercüme edilmiş ve yayınlanma aşamasındadır. [541]
Mebahis fi Ulumi'l-Kur'an, Kur'an tarihi ve Kur'anî ilimlerin tanıtımı konusunda kapsamlı ve nisbeten kısa en makbul eserlerden biridir. Müellifi, "Lübnan Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde İslamiyat ve Fıkhu'1-Lüğa" hocası merhum Subhi Salih'tir. Suphi Salih, aynı zamanda son asır Nehcül-Belağa musahhih ve sarihlerinden birisidir. Bu eserin ilk baskısı, miladi 1958 yılında, onuncu baskısı da miladi 1977 yılında yapılmıştır. Kitap 21 bölümden oluşmaktadır:
1- Kur'an'ın isimleri,
2- Vahyin başlaması,
3- Kur'an'ın tedriciliği ve sırları,
4- Kur'an'ın toplanması ve yazılması,
5- Osmanî mushaflar ve onların düzenlenmesi,
6- Ehraf-ı Seb'a (Yedi harf),
7- Kur'anî ilimlere tarihî bakış,
8- Esbab-ı Nüzul ilmi,
9- Mekki ve Medeni tanımı,
10- Huruf-i Mukatta ya da sureleri açanlar hakkında,
11- Kıraat ilmi ve kariler,
12- Nasıh ve mensuh ilmi,
13- Resm-i Osmani ilmi,
14- Muhkem ve müteşabih'in tanınması ilmi,
15- Tefsir,
16- Kur'an kendi açıklayıcısıdır (el-Kur'anu yufessir ba'dehu ba'den),
17- Kur'an'ın mucizeliği,
18- Kur'an'ın teşbih ve istiareleri,
19- Kur'an’da mecaz ve kinaye,
20-Kur'an'ın aheng ve musikî mucizeliği,
21- Hatime (sonuç). [542]
Et-Temhid fi Ulumi'l-Kur'an, dört ciltlik Arapça bir eserdir (Muhtemelen bu dört cilde başka ciltler de eklenecektir). Çağdaş büyük Kur'an bilimcilerinden ve araştırmacılarından biri olan Ayetullah Muhammed Hadi Ma'rifet'in eseridir. Bu değerli kitabın ciltleri tedrici olarak k. 1396 ile 1415 yılları arasında Kum'da neşredilmiştir. Temel konuları şunlardır:
1- Vahiy olayı,
2- Kur'an'ın nüzulü,
3- Kur'an'ın toplanması,
4- Mushafların birliği ve tekliği,
5- Kıraat ve kariler,
6- Nasıh ve mensuh,
7- Muhkem ve müteşabih (üçüncü cildin tümü bu konuya yöneliktir),
8- Kur'an i'cazı (Dördüncü cildin tümü). [543]
"Kur'an tarihi" ismi, Noldeke gibi İslambilimci ve Kur'an araştırmacılarının, Kur'an-ı Kerim'in toplanma, tedvin, kitabet, resmü'l-hatt, nokta, işaret, hareke ve i'rab (ve birkaç diğer konu) gibi konuların gelişimi noktasındaki Kur'anbilim araştırmaları dalına verdikleri addır. İçinde bulunduğumuz asırda İslam dünyası dışında yazılmış olan en eski Kur'an Tarihi kitabı, meşhur Alman İranbilimcisi ve İslam bilimcisi Teodor Noldeke'nin[544] Kur'an tarihi eseridir. O, Almanca yazmış olduğu bu eseri, m. 1860 yılında neşretti. Bu eserin daha sonraki ve daha geniş baskıları m. 1909 ile 1938 yılları arasında Laypzik'te yapıldı. Bu önemli eser son yıllarda İngilizceye de tercüme edilmiştir. Bilindiği kadarıyla bu eser, Arapça veya diğer dillere henüz tercüme edilmemiştir. Elbette bu eserin henüz Arapça veya Farsça gibi dillere çevrilmemiş olması boşuna değildir. Zira Noldeke, bu kitapta çok cesurca görüşler ileri sürmüştür ki bu görüşler müslümanların kabul edebileceği görüşler değildir. Bu eserin basılması üzerinde yüz otuz beş yıllık bir süre geçmesine rağmen hala da bir kısım batılı ve gayri müslim İslam bilimcilerinin de kabulüne söz konusu olamamıştır. [545]
Kahire Üniversitesi hocalarından Dr. Abdussabur Şahin'in Kur'an Tarihi isimli eseridir.[546] Yedi bölümden oluşan bu eserin konulan şunlardır:
1- Yedi harf sözü hakkında bir inceleme,
2- Şifahî ve kütbi (yazınsal) zabt arasındaki Kur'anî nass,
3- Hz. Peygamber (s.a.v) zamanındaki hat ile Kur'anî vahyin yazılmış olduğu hattın müşkili,
4- Hetir (anlam ile kıraat) konusu,
5- Peygamber (s.a.v)’in vefatından sonra Kur'anî nassın durumu,
6- Sahabelerden bazılarına ait olan mushaflar,
7- Kıraat hareketi. Söz konusu bu eser, her açıdan öneme haiz değerli bir eserdir. [547]
Merhum Mahmud Ramyar'ın Kur'an Tarihi isimli eseri, ilk defa ş. 1346 yılında yayınlandı. İran'ın içinde bulunduğumuz asrın çalışkan Kur'an bilimcilerinden olan Ramyar, merhum Allame Seyyid Muhammed Ferzan'ın eleştirel ve irşadî görüşlerinden yararlanarak bu eseri yeniden gözden geçirdi, noksan yerlerini tamamladı ve ş. 1362 yılında ilk baskının iki katı bir hacimle yeniden neşretti. Bu eser 17 bölüm olup konuları şunlardır:
1- Kur'an'ın huzurunda titreyen bir adım,
2- Kur'an isimleri,
3-Vahyin başlangıcı,
4- Vahyin niteli,
5- Vahyin çerçevesinde
6- Kur'an'ın nüzulü,
7- Allah Resulü (s.a.v) zamanında Kur'an'ın te'lifi (kitabet ve hıfz),
8- Ebu-bekir zamanında Kur'an'ın toplanması,
9- Ebubekir zamanında var olan mushaflar,
10- Ömer Zamanındaki cem',
11- Osman zamanındaki cem’ ve yeniden yazma,
12- Kur'an hattı,
13- Arap olmayanlar ve nokta koyma,
14- Ayetler ve sureler,
15- Kur'an’da Mekki ve Medeni,
16- Nüzul sebebi,
17- Kur'an'ın tercümesi. Bu konuların sonunda da kapsamlı bir fihrist yer almaktadır. [548]
Tarih-i Cem'-i Kur'an-ı Kerim[549] isimli bu eser, günümüz İran'ın en seçkin araştırmacı ve müelliflerinden olan Dr. Seyyid Muhammed Rıza Celali-yi Nayini'nin eseridir. Bu eserin 21 bölümden oluşan konu başlıkları şunlardır:
1- Kur'an'ın isimleri,
2- Ebubekir'in hilafeti döneminde Kur'an-ı Kerim’in toplanmasının keyfiyeti,
3- Kur'an sureleri, ayetleri, kelimeleri ve harflerinin sayısı,
4- Kur'an surelerinin tertibi,
5- Kur'an surelerinin nüzul tarihleri tertibi,
6- Kur'an surelerinin, ayetlerinin meşhur söze göre, nüzul yerleri, ayet, kelime ve harf sayıları,
7- Vahyin anlamı hakkında,
8- Kur'an-i Şerif’in anlamlarının kısımları hakkında,
9- Kur'an'ın grupsal sureleri,
10- Huruf-i mukattaa ve surelerin anahtarları,
11- Kur'anda tahrif ve eksikliğin olmaması,
12- Kur'an'ın önceden ve sonradan olma konusu etrafında,
13- Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'dan nüzulünün keyfiyeti,
14- Kur'an’da nasıh ve mensuh,
15- Kur'an tefsiri ilmi,
16- Kıraat ilmi,
17- Cem’,
18-Mekke ve Medine'de hatt,
19- Kur'an'ı toplayanlar,
20- Kur'an'ın nesh hattı ve basılması,
21- Kur'an'ın nüzul tarihi.
Ve's-Selam Tahran- 1996
Bu kitabın yazılmasına, İlahî yardım ve inayetle, hicri-şemsi 1374 yılının Aban ayında başlandı ve hicri şemsi 1374 yılının Dey ayının sekizi olan cuma gününde (h.k. 1416 yılının şaban ayının altısı, miladi 1995 yılının Aralık ayının 29'unda) Tahran'da tamamlandı. Yazılması Ümid Seyyid Kazimi Bey'in yardımıyla Dey ayının ortalarında bitti. Düzenleme, tashih ve baskı gibi işlemler de h.ş. 1374 Behmen ayının başlarında (Şubat 1996) son buldu. Ben aciz kulu bu konuda muvaffak kılan Yüce Rabbime şükürler olsun, ve kitabın başında da zikrettiğim gibi emeği geçen tüm aziz ve değerli insanlara teşekkürlerimi arzederim.
Bâhauddin HURREMŞAHÎ [550]
[1] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 4.
[2] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 7-8.
[3] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 9-16.
[4] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 16.
[5] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 17-18.
[6] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 18-19.
[7] Enbiya: 21/33.
[8] Lokman: 31/10.
[9] Nahl: 16/16.
[10] Vakıa: 56/69.
[11] Kasas: 28/71-72.
[12] Şura: 42/33.
[13] Vakıa: 56/64. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:19-22.
[14] Nahl: 16/89.
[15] Hud: 11/7.
[16] Hucurat: 49/6.
[17] Nisa: 4/43.
[18] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:22-28.
[19] En'am: 6/57.
[20] Nehcu'l-Belağe, 77. mektup.
[21] Tevbe: 9/106.
[22] En'am: 6/103.
[23] Kıyamet: 75/22-23.
[24] Maide: 5/3.
[25] Hud: 11/87.
[26] Kasas: 28/5.
[27] Saf: 61/6.
[28] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:28-31.
[29] Haşr: 59/7.
[30] Ahzab: 33/21.
[31] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 31-33.
[32] Bakara: 2/165; Maide: 5/54.
[33] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:34-36.
[34] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:36-37.
[35] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 37-38.
[36] Fussilet: 41/53.
[37] Neml: 27/88.
[38] Ra'd: 13/17.
[39] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:38-39.
[40] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 40-41.
[41] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:41-42.
[42] Kıyamet: 75/36.
[43] Sefer-i huruç, 3.bab, 14. ayet.
[44] "Allah Adem'i kendi suretinden yarattı." (Hadis-i Nebevi).
[45] Kamer: 54/2.
[46] Mü'min: 40/41.
[47] Zumer: 39/69.
[48] Enbiya: 21/22.
[49] Hud: 11/44.
[50] Kıyamet: 75/14-15.
[51] İnşikak: 84/6.
[52] Fussilat: 41/53.
[53] Hadid: 57/16.
[54] Enbiya: 21/1.
[55] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:43-57.
[56] Alak: 96/1-5.
[57] Kadir: 97/1.
[58] Furkan: 25/32.
[59] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 57-61.
[60] (92 v e 93 ciltler).
[61] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 61-64.
[62] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 65-66.
[63] el-Fihrist, s. 30.
[64] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 66-68.
[65] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 69-75.
[66] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 75-76.
[67] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 76-78.
[68] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:79-80.
[69] Bakara: 2/115.
[70] Bakara: 2/158.
[71] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 81-83.
[72] Bakara: 2/106.
[73] Nahl: 16/101.
[74] Ra'd: 13/39.
[75] Ra'd: 13/39.
[76] Bakara: 2/24.
[77] Bakara: 2/234.
[78] Bakara: 2/144.
[79] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:83-86.
[80] Al-i İmran: 3/7.
[81] Tefsir-i İyaşi, Biharu'l-Envar.Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 86-88.
[82] Enfal: 8/31.
[83] Bakara: 2/23-24.
[84] a.g.e., s. 213-254.
[85] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 88-94.
[86] Al-i İmran: 3/7, Nisa: 4/59 ve birkaç ayet daha.
[87] Fetih: 48/10.
[88] Abese: 80/24.
[89] Vakıa: 56/79.
[90] Maide: 5/64.
[91] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 94-100.
[92] Müzemmil: 73/4.
[93] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 100-108.
[94] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 108-110.
[95] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 110-111.
[96] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 112-115.
[97] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:115-117.
[98] Bakarâ: 2/286.
[99] İbrahim: 14/4.
[100] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 117-119.
[101] Rahman: 55/64.
[102] Bakara: 2/282.
[103] s. 48.
[104] Bakara: 2/249.
[105] Bakara: 2/260.
[106] Maide: 5/45.
[107] Yusuf: 12/65.
[108] İsra: 17/84.
[109] Al-i îmra: 3/7.
[110] Bakara: 2/233.
[111] Yasin: 36/40.
[112] Müddessir: 74/3.
[113] Meryem: 19/64, 65.
[114] Nur: 24/40.
[115] Tarih-i Kur'an, Ramyar, s. 263.
[116] Ferheng-i Amar-i Kur'an-ı Kerim, 39/1.
[117] Biharu'l-Envar, 18/253-254.
[118] Tefsir-i Safi.
[119] Kalem: 68/51-52.
[120] Kur'an sureleri bilimi, s. 47.
[121] Kur'an sureleri bilimi, s. 46-47.
[122] Kur'an sureleri bilimi, s. 46.
[123] İtkan, 2/ 570-572.
[124] Konkordanış.
[125] Kehf: 18/65.
[126] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:121-147.
[127] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:149-151.
[128] Kur'an’ın 62. suresi.
[129] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 151-162.
[130] Al-i İmran: 3/103.
[131] Kamer: 54/1.
[132] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 163-182.
[133] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:183-185.
[134] Al-i İmran: 3/33.
[135] Bakara: 2/20.
[136] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:186.
[137] Şuara: 26/219.
[138] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:186.
[139] Al-i İmran: 3/68; Hacc: 22/78.
[140] Saffat: 37/101-107.
[141] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:187.
[142] Hicr: 15/42; Sad: 38/71-85). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:188.
[143] Şuara: 26/214.
[144] “Ebu Leheb'in elleri yok olsun ve onun kendisi de yok oldu ya.”
[145] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:188.
[146] 46. sure, daha geniş bilgi için bu bölümden sonra gelen Kur'an sureleri sözlüğü bölümünde Ahkaf suresi ile ilgili bilgiler açıklanmıştır. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:188-189.
[147] Saff: 61/6.
[148] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:189.
[149] Meryem: 19/56; Enbiya: 21/85.
[150] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:189-190.
[151] Fecr: 89/7.
[152] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:190.
[153] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 190-191.
[154] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 191.
[155] Hicri 14-15. asır.
[156] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 191-192.
[157] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 192.
[158] Kur'an’ın 85. suresi
[159] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 192-193.
[160] A'raf: 7/46-49.
[161] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:193-194.
[162] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:194.
[163] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:194-195.
[164] Furkan: 25/38; Kaf: 50/12.
[165] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:195.
[166] A'raf: 7/163.
[167] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:195-196.
[168] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:196-197.
[169] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:197.
[170] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 198.
[171] Mülk: 67/2.
[172] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 199.
[173] M.Ö. 875 yılları dolaylarında.
[174] En'am: 6/85; Saffat: 37/123, 130.
[175] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 200.
[176] Maide: 5/46, 110; Hadid: 57/ 27.
[177] A'raf: 7/157.
[178] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 200.
[179] Nisa: 4/163; En'am: 6/84.
[180] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 200-201.
[181] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:201.
[182] Al-i İmran, 124; A'raf, 160; Enfal: 8/ 9. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:201-202.
[183] Saffat: 37/125.
[184] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:202.
[185] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:202-203.
[186] A'raf: 7/8; Karia: 101/6-7.
[187] Bakara: 2/82; Hud: 11/23.
[188] Vakıa: 56/8, 27, 38.
[189] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:203-204.
[190] Duhan: 44/37; Kaf: 50/14.
[191] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:204.
[192] Bakara: 2/76; A'raf: 7/157; Fetih: 48/29.
[193] Al-i İmran: 3/50; Maide: 5/46; Saff: 61/6.
[194] Bakara: 2/75; Al-i İmran: 3/78; En'am: 6/9l. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:204-205.
[195] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:205.
[196] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:206.
[197] Bakara: 2/97, 98; Tahrim: 66/4.
[198] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 206.
[199] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:206.
[200] Karia: 101/8, 9.
[201] Nisa: 4/145; Tevbe: 9/68.
[202] Fussilet: 41/28.
[203] Müddessir: 74/30-31.
[204] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:207.
[205] Hicr: 15/80.
[206] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:207.
[207] Bakara: 2/135; Al-i İmran: 3/95; Nisa: 4/125; En'am: 6/161; Nahl: 16/120, 123.
[208] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 207-208.
[209] Miladi 630.
[210] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:208.
[211] İ’lamu’l-Kur’an.
[212] Diretü'1-Maarif-i Farsi.
[213] Bakara: 2/251.
[214] Sad: 38/20.
[215] Sad: 38/26.
[216] Enbiya: 21/78.
[217] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 208-209.
[218] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 209.
[219] Enbiya: 21/85; Sad: 38/48). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 209-210.
[220] Bakara: 2/181.
[221] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 210.
[222] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 210-211.
[223] Kur'an'daki kavramlar, s. 220-221.
[224] Nisa: 4/163; İsra: 17/55; Enbiya: 21/105). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 211.
[225] Al-i İmran: 3/37, 38.
[226] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 211-212.
[227] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 212.
[228] Ta-ha: 20/85, 87, 95.
[229] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 212-213.
[230] Sebe’: 34//15, 16; Neml: 27//20-44. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 213.
[231] Dehr (İnsan): 6/18.
[232] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 214.
[233] Nisa: 4/163.
[234] Enbiya: 21/79; Neml: 27/15.
[235] Neml: 27/17; Sad: 38/27, 28.
[236] Neml: 27/16.
[237] Enbiya: 21/81; Sebe’: 34/12; Sad: 38/26.
[238] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 214.
[239] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 215.
[240] Kur'an kavramları, s. 276.
[241] İ'rabu'l-Kur'an, c. VI, s. 502.
[242] Fars Ansiklopedisi. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 215.
[243] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 215-216.
[244] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:216.
[245] Bakara: 2/62; Maide: 5/69; Hacc: 22/17.
[246] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:216-217.
[247] A'raf: 7/73-78. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:217.
[248] Bakara: 2/158.
[249] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 217-218.
[250] s. 301.
[251] Bakara: 2/256, 257; Nisa: 4/51, 60, 76; Maide: 5/60; Nahl: 16/36; Zümer: 39/17.
[252] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:218.
[253] Bakara: 2/248.
[254] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:218-219.
[255] Hud: 11/60.
[256] Hakka: 69/6. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:219.
[257] Meybudi.
[258] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:219-220.
[259] Tevbe: 9/90, 97, 98, 99, 101, 120; Ahzab: 33/20; Fetih: 48/11, 16; Hucurat: 49/14.
[260] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:220.
[261] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 221.
[262] Tevbe: 9/30.
[263] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:221-222.
[264] Al-i İmran: 3/33 ve sonrası; Tahrim: 66/12.
[265] Al-i İmran: 3/33-36.
[266] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 222.
[267] Al-i İmran: 3/45; Nisa: 4/171.
[268] Nisa: 4/171.
[269] Al-i İmran: 3/49; Nisa: 4/171.
[270] Tevbe: 9/30.
[271] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 222-223.
[272] Kur'an Kelimeleri Sözlüğü.
[273] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 223.
[274] Kassas: 28/76-82; Ankebut: 29/39-40; Ğafir (Mu’min): 40/24-25.
[275] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 224.
[276] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 224-225.
[277] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 225-226.
[278] Maide: 5/95, 97.
[279] Bakara: 2/125; İbrahim: 14/37; Kureyş: 106/3.
[280] Maide: 5/97.
[281] Hacc: 22/29, 33.
[282] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 226.
[283] Necm: 53/19.
[284] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 226.
[285] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 227.
[286] Kaf: 50/13.
[287] Şuara: 26/160-162; Saffat: 37/133.
[288] Enbiya: 21/74.
[289] Ankebut: 29/26.
[290] Şuara: 26/161-164.
[291] Hud: 11/78-79; Hicr: 15/66,72; Enbiya: 21/74; Şuara: 26/165, 166.
[292] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 227-228.
[293] Zuhruf: 43/77.
[294] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 228.
[295] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 228.
[296] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 228-229.
[297] A'raf: 7/85; Hud: 11/84; Kassas: 28/22...gibi). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 229.
[298] Ahzab: 33/13.
[299] Tevbe: 9/101, 102; Ahzab: 9/160; Münafikun: 63/8). Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 229-230.
[300] (Nisa: 4/118.
[301] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 230.
[302] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:230-231.
[303] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:231.
[304] Bu cümleden olarak, Bakara: 2/61; Yusuf: 12/21, 99. ayetler verilebilir.
[305] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:231-232.
[306] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:232.
[307] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:232-233.
[308] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:233.
[309] A'raf: 7/103-172; Yunus: 10/75-95; Kehf: 18/60-82; Taha: 20/9-101; Şuara: 26/1-68; Kassas:28/3-43; Duhan: 44/17-33; Naziat: 79/15-26.
[310] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:233-234.
[311] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:234.
[312] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:234-235.
[313] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:235.
[314] Ankebut: 29/14.
[315] Nuh: 71/23.
[316] Hud: 11/36.
[317] Hud: 11/33.
[318] Nuh: 71/26, 27.
[319] Hud: 11/37.
[320] Hud: 11/38.
[321] Hud: 11/40.
[322] Kamer: 54/11-12.
[323] Hud: 11/42, 43.
[324] Hud: 11/44. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:235-236.
[325] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:236.
[326] Tefsir-i Taberi.
[327] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:236-237.
[328] Ta-ha: 20/27.
[329] Ta-ha: 20/94.
[330] A'raf: 7/150.
[331] A'raf: 7/150.
[332] A'raf: 7/151. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:237.
[333] Kassas: 28/38.
[334] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:237-238.
[335] A'raf: 7/65, 67; Hud: 11/50.
[336] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:238.
[337] 94-98. ayetlerde.
[338] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:238-239.
[339] En'am: 6/84, 85.
[340] Al-i İmran: 3/40; Meryem: 19/3-8.
[341] Al-i İmran: 3/39.
[342] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:239.
[343] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:239-240.
[344] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:240-241.
[345] Yunus: 10/98.
[346] Nisa: 4/163; En'am: 6/82; Yunus: 10/98; Saffat: 37/139. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:241.
[347] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 241-242.
[348] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 243-245.
[349] Şia fıkhında her namazda en az iki kez okumak farzdır.
[350] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:245-246.
[351] 67-73. ayetler.
[352] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 246.
[353] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 247.
[354] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 247.
[355] 112 ve 114. ayetler.
[356] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 247-248.
[357] 136-150. ayetler.
[358] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 248.
[359] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 248.
[360] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 249.
[361] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 249.
[362] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 249.
[363] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 250.
[364] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 250.
[365] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 250.
[366] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 251.
[367] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:251.
[368] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 251.
[369] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 252.
[370] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 252.
[371] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 252.
[372] Kelimullah=Allah ile konuşan.
[373] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 253.
[374] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 253.
[375] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 253.
[376] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 254.
[377] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 254.
[378] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 254-255.
[379] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 255.
[380] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 255-256.
[381] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 256.
[382] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 256.
[383] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 256-257.
[384] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 257.
[385] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 257.
[386] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 258.
[387] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 258.
[388] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 258-259.
[389] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 259.
[390] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 259-260.
[391] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 260.
[392] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 260-261.
[393] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 261.
[394] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 261-262.
[395] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 262.
[396] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 262-263.
[397] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 263.
[398] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 263.
[399] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 264.
[400] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 264-265.
[401] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 265.
[402] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 265.
[403] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 266.
[404] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 266.
[405] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 267.
[406] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 267.
[407] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 268.
[408] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 268-269.
[409] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 269.
[410] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 269.
[411] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 269-270.
[412] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 270.
[413] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 271.
[414] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 271.
[415] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 272.
[416] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 272.
[417] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 272.
[418] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 273.
[419] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 273.
[420] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 273-274.
[421] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 274.
[422] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 274-275.
[423] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 275.
[424] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 275.
[425] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 275-276.
[426] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 276.
[427] Bu kişi Velid bin Muğire'dir, Kureyş'in ileri gelenlerinden ve zındıklarından birisidir, sonuna kadarda İslama iman etmedi. Fakat onun oğlu olan Halid bin Velid, İslamın büyük komutanlarından idi.
[428] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 276-277.
[429] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 277.
[430] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 277-278.
[431] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 278.
[432] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 278.
[433] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 278-279.
[434] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 279.
[435] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 279-280.
[436] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 280.
[437] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 280.
[438] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 280-281.
[439] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 281.
[440] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 281.
[441] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 282.
[442] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 282.
[443] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 282-283.
[444] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 283.
[445] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 283.
[446] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 283-284.
[447] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 284.
[448] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 284.
[449] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 284-285.
[450] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 285.
[451] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 286.
[452] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 286.
[453] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 286-287.
[454] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 287.
[455] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 287-288.
[456] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 288.
[457] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 288.
[458] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 288-289.
[459] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 289.
[460] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 289.
[461] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 290.
[462] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 290.
[463] Ihlas=Kul Huvellahu ahad, Felak=Kul auzu bi Rabbi'l-Felak, Nas=Kul auzu bi Rabbi'n-Nas.
[464] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 290-291.
[465] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 291.
[466] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 291-292.
[467] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 292.
[468] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 293.
[469] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 293-294.
[470] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 294-295.
[471] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 297-300.
[472] Bu konuda daha geniş bilgi elde etmek için Suyuti'nin İtkan'ına bakılabilir. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 301.
[473] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 301-302.
[474] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 302.
[475] et-Tıbyan fi Tefsiri'l-Kur'an.
[476] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 303.
[477] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 303-304.
[478] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 304.
[479] Doğumu, k. 469 ya da 468, ölümü ise k. 548'dir.
[480] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 304-305.
[481] Hş. 1313'ten 1315 yılına kadar.
[482] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 305-306.
[483] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 306-307.
[484] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 307-309.
[485] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 310.
[486] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 310.
[487] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 310-311.
[488] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 311.
[489] Keşfu'l-Esrar ve Uddetu'l-Ebrar.
[490] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 311.
[491] Miladi, 1703-1762.
[492] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 312.
[493] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 312-313.
[494] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 313.
[495] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 313.
[496] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 313-314.
[497] Hş. 1370-1374/M. 1992-1996.
[498] 1374 yılının Behmen ayında/miladi 1996 şubat.
[499] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 314.
[500] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 315.
[501] Ölümü, k. 210.
[502] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 315.
[503] k. 213-276.
[504] Ölümü, k. 330.
[505] Ölümü, k. 804.
[506] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 316.
[507] Ölümü k. 503.
[508] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 316.
[509] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 317.
[510] (k. 630-711).
[511] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 317.
[512] Ölümü k. 1087.
[513] İslam Kültürü Eserleri Merkezi.
[514] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 317-318.
[515] Üstad İbrahim Hamruş, İbrahim Mustafa, Abdulvehhab Hilaf, Ali Abdurrezzak, Muhammed Hüseyin Heykel, Muhammed el-Hıdır Hüseyin, Şeyh Mahmud Şeltut ve Abduladir Mağribi gibiler.
[516] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 318.
[517] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 319.
[518] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 319.
[519] m. 1802-1870.
[520] k.1299-1388.
[521] Kur'an-ı Kerim Kelimeleri Fihristi Sözlüğü.
[522] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 320.
[523] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 321.
[524] m.1806-1876.
[525] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 321-322.
[526] Muhammed Hasan Han Saniu'd-Devle, Ölümü, k. 1313.
[527] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 322.
[528] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 322-323.
[529] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 323.
[530] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 323-324.
[531] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 324.
[532] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 324.
[533] Kur'an-i Mecid'in altmş beş dünya dilinde basılmış tercüme ve tefsirleri kitaplarının tanıtımı.
[534] Meşhed, İslami Araştırmalar Merkezi, ş.1373.
[535] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık:324-325.
[536] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 326.
[537] k.745-794.
[538] Beyrut, Daru'l-Ma'rife, k,4391. Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 327.
[539] k. 849-911.
[540] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 327-328.
[541] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 328.
[542] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 328-329.
[543] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 329.
[544] m. 1836-1930.
[545] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 330.
[546] Kahire, Daru'l-Kalem, m. 1966.
[547] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 330-331.
[548] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 331.
[549] Kur'an-ı Kerim'in Toplanması Tarihi
[550] Bahauddin Hurremşahî, Kur’an Bilimi, İhtar Yayıncılık: 331-333.