2- Bizans'ın İran'a Galip Gelmesi
3- Resuluhahın (A.S.M.) Korunması
6- Âfak Ve Enfüste İlâhî Âyetlerin Gösterilmesi
2- Mugayyebât-İ Hamse (Beş Gayb)
2- Hz. Peygamber (A.S.M.) Ve Gayb
3- Hz. Peygamberin (A.S.M.) Peygamberlik Yönü
4- Hz. Peygamberden (A.S.M.) Gayb Haberleri
1- Bediüzzaman Ve Gaybî Sırlar
4- Risale-İ Nur'da Gelecekten Haberler
B- Rusya'daki İslâmî Gelişmeler
C- İnkılaplar Ve Kur'ân'ın Galebesi
İnsan, gayb ve şehadet âlemlerinin kendisinde kesiştiği odak bir varlıktır. Bedenimiz şehadet âleminden, ruhumuz gayb âlemindendir. Bedenimizdeki kuvvetlerle şehadet âleminde dolaşırız. Ruhumuzdaki kuvvetlerle de gayb âleminde gezintiler yaparız. Ayaklarımız yerde seyeran ederken, akıl ve hayalimiz göklerin fevkinde tayeran eder. Gözümüz eşyayı kucaklarken önsezimiz istikbalden gelen olaylara uzanır.
Kur'ân'ı Kerim'in mu'cizevî yönlerinden birisi de gaybdan haber vermesidir. Kur'ân'ın zaten kendisi gaybtan bir mesajdır. Âlemleri yaratan Allah'ın bütün âlemlere bakan ve hitap eden kelâmıdır. "Yaratan bilmez mi?" [1] Elbette bilir. Birbirinden ayrı ve farklı iki binayı yapan ustanın, her iki eserinden de bahsetmesi gibi, Cenab-ı Hak, Kur'ân'da şehadet ve gaybtan bahseder. Arz ve semaya dikkat çeker. Cinden ve melekten anlatır. Bütün zamanların ve mekanların mâliki olarak, o pek geniş olan zaman ve mekânın farklı boyutlarındaki olayları ders verir. Maziye de uzanır, müstakbele de. Dünyayı da anlatır, âhireti de.
Bu çalışma dört bölümden meydana geliyor.
Birinci Bölüm'de, gayb ve şehadet âlemi, insan ve gayb, rüyalar ve ruh çağırma konuları işleniyor.
İkinci Bölüm'de, başta mugayyebât-ı hamse olmak üzere Kur'ân'ın gaybî haberleri ele alınıyor.
Üçüncü Bölüm'de, Hz. Peygamberden (a.s.m.) gayb haberleri, âhirzaman alametleri gibi istikbalde görülecek rivayetlerden bahsediliyor.
Dördüncü Bölüm'de, Bediüzzaman ve gaybî sırlar, Risale-i Nurda gelecekten haberler konusu işleniyor.
Bilindiği gibi gayb konusunda tek söylenecek söz: Gaybı Allah'tan başka kimse bilmez.
Yrd. Doç. Dr. Şadi Eren
Aralık 1995
Erzincan[2]
Takva ehli mü'minlerin özellikleri Kur'ân'da anlatılırken, ilk olarak "onlar gayba iman ederler" [3] denir. İmanın bütün esasları bizim için gaybtır. İlk bakışta "peygamberlere ve kitaplara iman" gaybtan değil zannedilebilir. Dikkat edilince, onların da "gayba iman" çerçevesinde yer aldığı görülür. Allah'ın kulu ve elçisi şeklinde Peygamberin (a.s.m.) iki yönü vardır. Allah'ın elçisi olma yönü, gayba dahildir. Yoksa, Onu her görenin iman etmesi gerekirdi. Kur'ân'a imana da aynı şekilde bakabiliriz.
Gayba inanmak bir ayrıcalıktır, bir üstünlüktür. Gayba inanmak maddenin dar kalıplarını bir parçalayıştır, mânâya bir uzanıştır. Gayba inanmak, şimdi halin kıskacından kurtulup, geçmiş ve geleceğe bir tırmanıştır, bir yaklaşıştır.
Kur'ân'ı Kerim "Gördüklerinize ve görmediklerinize yemin ederim"[4] âyetiyle, görmediğimiz şeyler de olduğuna dikkat çeker. Kâinatı adeta bir anahtar deliğinden seyrettiğimiz uzmanlarca itiraf edilmektedir. Bir zamanların "ben görmediğime inanmam" modası, artık sona ermiştir.
İnsan, âdeta sonsuza açılan bir bilgi kapasitesine sahiptir. Hiçbir şey bilmez olarak dünyaya gelir. Kendisine bahşedilen göz, kulak gibi duygularla şehadet âlemine açılır. Aklının kemâle ermesiyle, gördüklerini, duyduklarını değerlendirmeye başlar. Gözü ona güneşi bir tepsi gibi gösterirken, aklı güneşin dünyamızdan bir milyon defadan daha büyük olduğunu söyler. Yine gözü, güneşin dünya etrafında döndüğünü söylerken, aklı tersini kabul eder. Böylece, duygularına bağımlı kalmaktan kurtulur.
Aklıyla kâinatın sırlarına dalan insan, kalbiyle de ilâhî hakikatlere yönelir. Kur'ân'ın bildirdiği gaybî sırlara mazhar olur. Zaman ve mekânın dar kalıplarını parçalayarak külliyet kesbeder, bir "insan-ı kâmil" olur. [5]
İçinde yaşadığımız âlem, gözle gördüğümüz, elle tuttuğumuz bir âlemdir. Buna, "şehadet âlemi" diyoruz. Buna mukabil olarak, duyular ötesi âleme de, "gayb âlemi" adını veriyoruz.
İnsan, ceset ve ruhtan meydana geldiği gibi, âlem de fizik ve metafizik boyutludur. İnsanda maddeye irca edilemeyecek hisler, duygular, latifeler olduğu gibi, âlemde de madde ötesi cinler, melekler, ruhaniler vardır. Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "şu âlem-i maddiyat ve şehadet, âlem-i melekut ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir. [6] İnce bir tül perde, uzaktan bakıldığında içerisini göstermez. Fakat yakından bakıldığında içerde ne olduğu görülür. Onun gibi, şu gözle gördüğümüz âlem de, melekut âlemine ve ruhlar âlemine öyle ince bir perdedir.
Küçük bir yerde ışık, ısı, hava, elektrik, esir maddesi, âlem-i misal ve âlem-i berzah beraberce bulundukları gibi; pek geniş gaybi âlemler de şu küçük dünyamızda beraberce bulunurlar. Hava ve su, insanın yürüyüşüne; cam, ışığın geçmesine; kesif cisimler, röntgen şualarına ve akıl nuruna ve melek ruhuna; demir, sıcaklık ve elektrik akımına engel olamaz. Onun gibi, bu maddî âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men'edecek bir engel yoktur.[7]
Fakat bir kısım insanlar, gayb âlemine ve gayb âleminin sakinlerine nedense inanmak istemez. Kendi ruhu, aklı, duyguları gözle görmediğimiz âleme birer numune iken, "görmediğime inanmam" diye tutturur. Bilmez ki, "görünmemek olmamaya hüccet olamaz."[8] Böyleler, var olmanın ölçüsünü gözle görülmek olarak kabul ederler. Halbuki, "herşeyi maddiyatta arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise, maneviyatı göremez."[9]
Bu fikirdeki maddeci felsefe mensupları, maddenin mahkûmu durumundadırlar. Herşeylerine madde hâkimdir. Tam manâsıyla maddiyata dalmışlardır. "Maddiyatta tevağğul eden, maneviyatta gabileşir ve sathi olur" [10] Yani maddî şeylere dalan, manevî şeylerde anlayışsız olur, yüzeyde kalır. Dolayısıyla, böylelerin hükümleri maneviyatta ölçü olamaz. Bir mühendise tıbbî konularda danışılmadığı gibi, maneviyatla ilgili konularda da, maddeci felsefe mensuplarına müracaat edilemez. Mahkûm, sadece demir parmaklıklar arasındakiler değildir. Gerçek mahkum, zahirin hapishanesinde maddeye takılıp kalandır.
"Gayba iman" şerefini elde eden mü'minler ise, zahirden hakikata geçerler. Maddenin mahkûmiyetinden kurtulup, mânâ âlemine kanat açarlar. [11]
Gayb, genelde iki kısımda mütalaa edilmiştir:
1. Mutlak gayb
2. İzafi gayb.[12]
Mutlak gayb yalnız Allah'ın bildiği ve başkasına bildirmediği şeylerdir. İzafî gayb ise, bazılarına göre gayb iken, bazılarına gayb sayılmayandır. Meselâ, kişinin kalbindeki mânâlar kendisine malum olduğu halde, başkası için meçhuldür, dolayısıyla gaybtır. [13] Dağın eteğinde olan bir kimse için, dağın ardı gaybtır. Ama uçaktan bakan kimse için, dağın hiçbir yanı gayb değildir. [14] Her taraftan gayblarla çevrili bir âlemdeyiz. Okuma bilmeyen birisi, harfleri öğrendikçe yeni bir âleme açılması gibi hiçbir şey bilmez halde dünyaya gelen bir insan, göz kulak gibi duygularıyla şu şehadet âlemine açılır. Duyduklarını, gördüklerini aklıyla, kalbiyle değerlendirir. Duygularıyla şehadete; akıl ve kalbiyle ve bazı latifeleriyle gayba açılır. Allah'a, meleklere, âhirete inanır.
Kâinattaki kanunlar da bir yönüyle gaybtır. Bunlar keşfedildiğinde gayb olmaktan çıkar. Meselâ, Edison elektriği buluncaya kadar, böyle bir nimet gayb hazinesinde saklı idi. Aslında tabiatta elektrik vardı. Elektrikli balıklar elektrik üretiyorlardı. Şimşek, devamlı insanlara elektriği bulmaları için göz kırpıyordu. Fakat insanlar, böyle bir ilâhi kanunun farkında değillerdi. Birisi vesile oldu, bu kanun gaybîlikten çıkıp, şehadet ufkunda göründü.
Gaybın mühim bir boyutu, gelecekle alakalıdır. "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez"[15] mealindeki âyet genelde bu yönüyle anlaşılmıştır. Gaybın anahtarları Allah'ın elindedir. Allah bildirmedikçe, kimse gayba muttali olamaz. "Gaybı bilen Odur. Gaybını, razı olduğu resulden başkasına bildirmez" [16] âyeti, Allah dilerse, gaybdan bir kısım sırları razı olduğu elçiye bildireceğini anlatır.
Mutezile, âyetteki "Resul (elçi)" kelimesinden hareketle, gaybî sırlara mazhariyetin sadece peygamberler için geçerli olduğunu savunur. [17] Halbuki, "resul" kelimesi sadece peygamberler için kullanılmamıştır. "Allah meleklerden resuller seçer, insanlardan da"[18] âyeti açık bir şekilde bunu göstermektedir. Resulullahın (a.s.m.) "Sizden önceki ümmetlerde ilhama mazhar kişiler vardı. Eğer ümmetimden de öyle birisi varsa, işte o Ömer'dir."[19] ifadesi de bu konuda net bir ifadedir. Nitekim Hz. Ömer, halifeliği sırasında bir Cuma hutbesinde hiçbir münasebet yokken, birden "Ey Sariye! Dağa, dağa!" der. O sırada İran'da düşmanla savaşan İslâm ordularının komutanı Sariye, bu sesi duyar, talimat doğrultusunda orduyu yönlendirir ve savaşı kazanırlar.[20]
Peygamberler, gayb hususunda mümtaz bir konumdadırlar. Zaten kendilerine gelen vahiy, gaybî bir olaydır. Vahyi getiren melek, gaybtân gelmektedir. Fakat, şu nokta unutulmamalıdır ki, peygamber de bir insandır. Bir beşer olma noktasında, kendiliğinden gaybı bilemez. Peygamberimiz (a.s.m.), "kendi kendine gaybı bilmezdi. Belki Cenab-ı Hak Ona bildirirdi, O da bildirirdi."[21] Peygamberimizin (a.s.m.), bir kısım gaybî sırlara mazhariyeti kesin olmakla beraber, "herşeyi bütün ayrıntısıyla biliyordu" diyebilmemiz mümkün değildir. Çünkü, gelecekle ilgili şeylerin bir kısmını Önceden bilmek, insanı rahatsız eder. Bu noktadan, Cenab-ı Hak rahmet ve hikmetiyle, böyle olayları gayb perdesinde saklamıştır.
Peygamberimizin (a.s.m.) ümmeti içinde, pek çok veli insanlar gelmiştir. Bunlar, diğer insanlardan farklı olarak bazı gaybi tecellilere mazhar olmuşlardır. Fakat, gaybtan haber vermek yasak olması sebebiyle, ubudiyetkarâne güzel bir edeb takınmak için, açıktan belirtmeyip, işaretle söylemişler. Ta ki, işaretlerle, remz ile anlaşılsın ki, onların bunu bilmeleri iradeleri dışında, niyetsiz bir şekilde, Allah'ın talimiyle olmuştur. "Çünkü, istikbali olan gaybiyat, niyet ve ihtiyar ile verilmediği gibi, niyet ile de müdahale etmek, o yasağa karşı adem-i itaati işmam ediyor."[22] Yani, gelecekle ilgili gaybî şeyler niyet ve irade ile verilmediği gibi; niyet ile müdahale etmek, o yasağa karşı itaatsizlik kokusunu veriyor. [23]
Mutlak hikmet sahibi Cenab-ı Hak, şu tecrübe ve imtihan meydanında çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakta çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Kadir Gecesini Ramazan'da; duanın icabet saatini Cuma gününde; makbul ve lisini insanlar içinde; eceli ömür içinde ve kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde saklamış.[24]
Zira insanın eceli belli olsa, yarı ömrüne kadar mutlak gaflet, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Halbuki, âhiret ve dünya dengesini korumak ve her vakit korku ve ümit ortasında bulunmak maslahatı gerektirir ki, her dakika hem ölmek, hem yaşamak mümkün olsun. Şu halde, belirsizlik içinde 20 senelik bir ömür, bin sene belirli bir ömre tercih edilir.[25]
İşte, kıyamet dahi, büyük bir insan olan dünyanın ecelidir. Eğer vakti belirlenseydi, bütün ilk ve orta devirler mutlak gaflete dalacak idiler. Son devir ise, dehşette kalacaktı. İnsan nasıl şahsî hayatıyla,
evinin ve köyünün bekasıyla alakalıdır; öyle de, toplum ve insanlığın hayatı ve dünyanın yaşamasıyla da alakalıdır. Kur'ân "Kıyamet yakındır" [26] ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına zarar vermez. Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Kıyametin kopuşu, yalnız insanlığın eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip uzak görülsün.
Bunun içindir ki Hakîm-i Mutlak, kıyameti mugayyebat-ı hamseden (beş bilinmezden) olarak ilminde saklıyor. İşte, bu belirsizlik sırrındandır ki, her asır, hatta gerçeği gören bir asır olarak Asr-ı Saadet dahi, daima kıyametten korkmuşlar, hatta bazıları "şartları hemen hemen çıkmış" demişler.[27]
Hem şu sırdandır ki, Mehdî-Süfyan gibi âhirzamanda gelecek şahısları, çok zaman evvel, hatta Tabiin zamanında onları beklemişler, yetişmek emelinde bulunmuşlar. Hatta bazı ehl-i velayet, "onlar geçmiş" demişler. İşte, bu da kıyamet gibi hikmet-i İlahiye iktiza eder ki, vakitleri belirlenmesin. Çünkü, her zaman, her asır manevî gücün kuvvetlenmesine sebep olacak ve ümitsizlikten kurtaracak "mehdi" mânâsına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulunmak lâzımdır. Hem gaflet içinde fenalara uymamak ve lakaydlıkta nefsin dizginini bırakmamak için, nifakın başına geçecek müthiş şahıslardan her asır çekinmeli ve korkmalıdır. Eğer belirlenseydi, umumî irşad maslahatı ortadan kalkardı.[28]
Gaybın perdeli oluşu Cenab-ı Hakkın rahmet ve hikmetinin gereğidir. Çünkü, şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Meydana gelmeden önce onları bilmek elem vericidir. İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel kapalı bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler de, gayb perdesinde kalmış. [29] Meselâ, bir yıl sonra biricik evladının öleceğini bilen bir anne ve babaya, hayat zindan olur. Yıllar sonra başına gelecek bir felaketi bilmek, insanı şimdiden huzursuz eder.
İşte bundan dolayı gaybî şeyleri haber vermek yasak edilmiş. Yalnız Cenab-ı Hak, perdeli ve öz bir surette, ya ilham veya ihtar ile bir işareti vesile ederek, keşfiyatta ve sadık rüyalarda bir kısım gaybî hakikatleri hissettirir. O hakikatlerin hususî suretleri ortaya çıktıktan sonra bilinir.[30]
Yani, insan gaybdan tamamen soyutlanmamıştır. Kalbine belli-belirsiz bir ilham veya ihtar olabilir. Sadık rüyalara bazı gaybî şeyler yansıyabilir. Fakat bütün bunlar, yine de perdelidir, gölgelidir. Net ve açık değildir. Hissettirilen gaybî mânânın gerçeği, o olay meydana geldikten sonra anlaşılır. "Bundan murat buymuş" denilir.[31]
İnsan, sadece et ve kemikten meydana gelmiş bir madde yığını değildir. Mevlâna'nın ifadesiyle, "Biz, saman gibi olan bu tabiat alemiyle örtülmüş mânâ deryasıyız. Cismimiz, bizim ruhumuza perde olmuştur."[32] Nasıl ki, üzeri samanla örtülü bir denize bakıldığında, dıştan sadece saman görülür. Halbuki, samanın altında muazzam bir âlem gizlidir. Onun gibi, dıştan bakıldığında insan, bir madde yığını zannedilir. Halbuki, ceset perdesinin altında akıl, kalb, hafıza, önsezi, merak, sevgi gibi nice manevi duygular, latifeler vardır.
Akıl ve kalb, manevi ailemizin merkezinde yer alır. Bunlardan akıl,
- Nurlu bir cevher,[33]
- İlahî, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır.[34]
Kalb ise,
- Mazhar-ı hissiyatı vicdan, ma'kes-i efkârı dimağ olan bir latife-i Rabbaniye. [35] (Duygularının görüldüğü yer vicdan, fikirlerinin yansıdığı yer beyin olan Rabbani bir lâtife ),
- (Allah'a yönelmiş) bir telefon,[36]
- Gayb âlemlerine açılan pencere,[37]
- İnsan makinasının merkezi ve zembereği,[38]
- Binler âlemin manevî haritasıdır.[39]
Aklın, ilâhi, kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açabilmesi için müstakim ve münevver; kalbin, gayb âlemlerine karşı bir pencere olabilmesi için selim ve nuranî olması lâzımdır. Bu özelliği gösteren akıl ve kalbler "âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır. İki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri insana nisbeten o noktalarda olmaktadır."[40] Yani, gerek istikametli ve nurlanmış akıllar, gerekse selim ve nurlu kalpler, gayb ve şehadet âlemlerinin ortasında, insana ait geçit noktalarıdır. İnsan, gayb ve şehadet âlemleriyle, akıl ve kalb vasıtasıyla temasa geçer. Meselâ insan, kalb telefonuyla doğrudan doğruya Allah'a muhatap olur, halini arzeder. Allah'tan kalbine ilham gelir. Aklına da, birtakım parıltılar görülür, şimşekler çakar. Günlerdir halledemediği bir meseleyi, birden aklında halledilmiş olarak bulur.
Beynimizde mercimek kadar maddî bir merkezde yer alan hafıza,
- Dimağın (beynin) cebi,[41]
- Levh-i mahfuzun bir nümûneciği,
- İnsanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi, [42] durumundadır. Bu küçük hafıza, insanın hayat boyu okuduklarını, gördüklerini, duyduklarını, hatta hissettiklerini hatırlayabilecek kapasitededir.
Gayba yönelik duygularımızdan biri, ecdadımızın "hiss-i kable'1-vuku" dedikleri önsezidir. Önsezi, herkeste az-çok vardır. Hatta hayvanlarda da vardır. Sadık rüyaların ehemmiyetli bir kısmı, önsezi türündendir. Hatta bazı insanlarda bu önsezi, hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar.[43]
"Herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken ani kapı açılarak, tahminin fevkinde aynı adam gelir. Hatta Kürtçe durub-u emsaldendir: Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur. Çünkü kurt geliyor."[44] Demek bir önseziyle lâtife-i Rabbaniye, icmalen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için kasden değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevkeder.
Gözü kapalı bir insan, çevresini el yordamıyla görür. Gözünü açtığında ise, birden çok geniş bir çevreye muhatap olur. Demek önsezi de, adeta bir başka göz gibidir ki, maddî gözün görme alanına girmeyen şeyleri hissedebilir. Bu hissin tesiriyle, o anda yanma gelen bir kimseden bahsetmeye başlar.
Salih kişilerde ve özellikle veli olan zatlarda, bu önsezi çok daha kuvvetlidir. Böyleleri, zaman zaman, muhatabının kalbinden geçenleri söyleyebilir. Veya, bir olay daha vukua gelmeden az-çok hissedebilir.
Önsezi hayvanlarda da vardır. Deprem öncesi, kedi ve köpeklerin şehirlerden uzaklaştıkları, toplandıkları yerde garip sesler çıkardıkları, tecrübeyle bilinen gerçeklerdendir.
Sadık rüyalar da, önseziyle alakadardır. Sevindirici veya üzücü olaylar, daha meydana gelmeden bazan rüyaya yansır. Kişi, o olayla karşılaşınca rüyasını hatırlar.
Ayrıca hassas ruhlu, şeffaf kalbli, ince duygulu insanlar bir felaket öncesi kabz hali, bir sevindirici olay öncesi bast hali yaşarlar. Çoğumuzun kullandığı "içimde bir sıkıntı var" sözü, aslında meydana gelmiş veya gelecek bir üzücü olayın habercisidir. Sevindirici bir olay öncesinde ise, insan büyük bir neşe içindedir. Nerden geldiğini bilmediği bir şevk dalgası onu bürümüştür.
Önsezi bazen uzak istikbale de uzanabilir. Bediüzzaman'ın talebelerinden Ahmet Nazif, Bediüzzaman'ı ilk olarak 1908'de İnebolu'da görür. Birbirlerine bakışırlar. Bediüzzaman'ın keskin bakışları Ahmet Nazif ’i cezbetmiştir. Bir defa gördüğü Bediüzzaman'ı unutamaz. Muhabbeti gittikçe artar. 1938'de, Bediüzzaman Kastamonu'da sürgünde iken gelir, ona talebe olur. Bediüzzaman, bu olayı şöyle değerlendirir: "Bazı ehl-i velayetin, ilerde talebesi olacak zatları, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kable'l-vukuun (önsezinin) inkişafıyla kerametkarane keşfettikleri gibi; Risale-i Nur talebelerinin mühimlerinden birkaç zât dahi, çok zaman evvel bir hiss-i kable'1-vuku ile, ilerde Said ile alakadar bir surette Nur'a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte, onların birisi de Nazif'tir."[45]
Bediüzzaman'ın zikrettiği şu olay da, önseziye güzel bir misaldir: "Bir miktardır hiç görmediğim bir tarzda, pek şiddetli bir alâka ile, çoktan görmedikleri pedervalidelerine hararetli bir iştiyak ile ellerine sarılmaları gibi, iki yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, faytonla gezdiğim vakit, beni görünce aynen öyle uzaktan koşup benim ellerime sarıldıklarının ne hikmeti var, diye hayret ediyordum. Birden ihtar edildi ki:
"Bu küçük masumlar taifesi, bir hiss-i kable'1-vuku ile ilerde Risale-i Nur ile saadeti bulacaklarını ve tehlike-i maneviyeden kurtulacaklarını, belki de içinde çokları şakird (talebe) olacaklarını ve buranın maddî-mânevî havasına imtizaç edemediğim için menfîlere (sürgündekilere) serbestiyet münasebetiyle, buradan gitmemekliğim için lakayd olan büyüklerin bedeline, 'bizler Nur dairesindeyiz, bizi bırakma, gitme' gibi bir mânâ var hissettim."[46]
İnsan ve gayb konusunda son olarak saika ve şaikadan bahsetmek istiyoruz. Bunlar, insandaki beş duyuya ilâveten, Bediüzzaman'ın bahsettiği iki duygudur. Bunları bir nevi, "altıncı ve yedinci duyu" şeklinde mütalaa edebiliriz. [47] Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, meşhur olmayan o duygulara, hata ederek "sevk-i tabiî" (içgüdü) diyorlar. Haşa, içgüdü değil, belki bir çeşit fıtrî ilham olarak insan ve hayvanı kader-i ilâhi sevkediyor. Meselâ, kedi gibi bazı hayvan gözü kör olduğu vakit, kaderin şevkiyle gider, gözüne ilaç olan; bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.[48]
Kediyi, kendisine lâzım ota sevkeden kader-i İlâhi insanı da hayat boyu değişik şeylere sevkeder. Tereddütler içinde bocaladığımız hallerde, içimizden gelen ses, bir nevi sevk-i İlâhidir. Çıkmazlardan bizi çıkaran, sevk-i İlâhidir. Pekçok alternatif içinde isabetli olana bizi yönlendiren, sevk-i İlâhidir. Daha önceden hiç gitmediğimiz bir şehirde, aradığımız dostumuzu yolda karşımıza çıkaran sevk-i İlâhidir...
İnsana şevk veren duygu ise, şaikadır. Araba için benzin ne ise, insan için de şevk odur. Şevkini yitirenler, yolda kalmaya mahkumdur. İşte bazan insana bir şevk dalgası gelir. Daha önce günde yirmi sayfa okuyamayan birisi, anlayarak hergün yüzlerce sayfa okumaya başlar. Bu şevkin tesiriyle, diğer duygularında tam bir uyanıklık hali meydana gelir. Rahmani ilhamlara hassas bir alıcı özelliği kazanır. Fennî ve teknolojik keşifleri yapan ilim adamları da, böyle bir şevk ve sevk dalgasının neş'esi içinde buluşlarını gerçekleştirmişlerdir. [49]
İnsan ömrünün yaklaşık üçte biri uykuda geçer. "Uyku herkes için âlem-i şehadet içinde âlem-i gayba bakan bir penceredir."[50] Hemen herkes, zaman zaman uyku penceresinden gayb âlemine bakar. Fakat gayb âleminin kendisine has sembolleri olduğundan, pekçok kişi gördüğü manzaralardan bir anlam çıkaramaz. Bundan dolayı, keşfiyat te'vile ve rüyalar tabire muhtaçtır.[51]
Bir kısım rüyalar, günlük olayların rüyaya yansımasıdır. Bunların bir önemi yoktur. Kişinin hayalinin çizdiği bir kısım görüntülerden ibarettir. Fakat bazı rü'yalar vardır ki, gelecekten haberler taşır. Bunlara "rüya-yı sadıka" denir. Rüya-yı sadıka, doğrudan doğruya, insanın mahiyetindeki lâtife-i Rabbaniye, şehadet alemiyle bağlanan ve o âlemde dolaşan duyguların kapanmasıyla ve durmasıyla, âlem-i gayba karşı bir münasebet bulur, bir menfez açar. O menfez ile, vukua gelmeye hazırlanan hadiselere bakar ve levh-i mahfuzun cilveleri ve kaderi mektupların numuneleri nevinden birisine rastgelir, bazı gerçek olayları görür. O olaylarda bazan hayal tasarruf eder, şekil elbiseleri giydirir. Bu kısmın çok nevileri ve tabakaları vardır. Bazı aynen gördüğü gibi çıkar, bazan bir ince perde altında çıkıyor. Bazan, kalınca bir perde ile sarılıyor.[52]
Bediüzzaman, rüya-yı sadıka ile ilgili tecrübesinden şöyle bahseder: "Rüya-yı sadıka benim için hakkalyakîn derecesine gelmiş ve pekçok tecrübatımla kader-i ilâhînin herşeye muhit olduğuna bir hüccet-i kâtıa (kesin bir delil) hükmüne geçmiştir. Evet, bu rüyalar benim için, hususan bu birkaç sene zarfında o dereceye gelmiştir ki, meselâ yarın başıma gelecek en küçük hadisat ve en ehemmiyetsiz muamelat ve hatta en adî muhaverat (en sıradan.konuşmalar) yazılı olduğunu ve daha gelmeden muayyen olduğunu, gecede onları görmekle dilim ile değil, gözüm ile okuduğum bana kati olmuştur. Bir değil, yüz değil, belki bin defa gecede hiç düşünmediğim halde, gördüğüm bazı adamlar veyahut söylediğim meseleler, o gecenin gündüzünde az bir tabir ile aynen çıkıyor. Demek en cüzî hadisat vukua gelmeden evvel, hem mukayyeddir, hem yazılmıştır. Demek tesadüf yok. Hâdisat başıboş gelmiyor, intizamsız değiller.'[53]
Ölmüş olan insanların ruhlarıyla temasa geçmek, onlardan bilgi almak, eskiden beri insanlarda var olan bir tutkudur. Eskiden kâhin denilen kişiler bunu gerçekleştirmeye çalışmış. Günümüzde de medyumlar aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar, özellikle sosyete kesim arasında yaygın bir âdet olan ruh çağırmak konusunda, Bediüzzaman'ın şu tesbitlerini nakilde fayda görüyoruz: (özetle)
Bu mesele felsefeden ve yabancılardan geldiği için, mü'minlere çok zararları olabilir. Ve çok yanlış yerde kullanmaya kaynak olmakla beraber, içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü, doğruyu ve yalanı ayırd edecek bir mihenk, bir ölçü olmadığından habis ruhlar ve şeytana yardım eden cinlerin, bu vesile ile, hem onun ile meşgul olanın kalbine ve hem de îslâmiyete zarar vermek ihtimali var. Çünkü, maneviyat namına. İslâmî hakikatlere ve genel inanca aykırı haber vermeler oluyor. Habis ruhlar iken, kendilerini temiz ruhlar zannettirip, belki kendilerine bazı büyük veliler namını verip İslâmiyetin esaslarına aykırı sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati değiştirip, saf gönüllüleri aldatabilirler.[54]
Üstteki ifadelerden şu esasları çıkarabiliriz:
1. Ruh çağırma olayı, bize dışardan gelme bir olaydır. Kaynağı din değil, felsefedir.
2. Kendilerini ölmüş bir insanın ruhu şeklinde takdim eden ruh çağırma celsesinin misafiri, gerçekten o kişinin ruhu olmayıp, ya habis ruhlardan veya şeytana yardım eden cinlerden biridir.
3. Celseye gelen meçhul misafir, gerçek dışı beyanlarla hem oradakilerin, hem de onlardan duyacak saf kişilerin inancına zarar verebilir. Meselâ, kendini Mevlâna'nın ruhu şeklinde takdim eder. Sözüne itimadı sağlamak için, Mevlâna'dan bir-iki beyit de okuyabilir. Fakat daha sonra, İslâm dışı şeyleri Mevlâna'nın sözleriymiş gibi takdime ve telkine çalışır.
Bu meselede, şu nokta da çok mühimdir: Sâdık rüyada, habis ruhlar ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez. Fakat ruh çağırmakta, habis ruhlar, belki Peygamberin (a.s.m.) ismini kendine takıp, sünnet-i seniyyeye ve şeriatın hükümlerine aykırı olarak konuşabilir. Eğer bu konuşması şeriatın hükümlerine ve sünnet-i seniyyeye aykırı ise, tam delildir ki, o konuşan temiz ruhlardan değildir. Mü'min ve Müslüman cin de değildir. Habis ruhlardan olup, bu şekilde taklid etmektedir.[55]
Ruh çağırmanın bu tarz tehlikesine dikkat çeken Bediüzzaman, ruhlarla temasın nasıl olması gerektiğini de anlatır. Şöyle ki:
"Şeytanları da onun (Süleyman'ın) emrine bağlı kıldık. Onlardan kirni bina ustası, kimi de dalgıçtır. Diğerleri ise zincirlere vurulmuştu.[56]
Şeytanlardan da onun (Süleyman) için dalgıçlık edenleri ve başka iş yapanları musahhar kıldık" [57] âyetleriyle Cenab-ı Hak bildiriyor ki, yerin insandan sonra şuurlu olarak en mühim sakinleri olan cinler, insana hizmetkâr olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup, ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenab-ı Hak, emirlerine itaat eden bir kuluna, onları itaat ettirmiştir. Cenab-ı Hak, manen şu âyetin işârî lisanıyla der ki: Ey insan! Bana itaat eden bir kuluma cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime itaat etsen, çok varlıklar, hattâ cin ve şeytan dahi sana itaat edebilirler.
"İşte insanlığın san'at ve fennin imtizacından süzülen maddî ve mânevi fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispirtizma gibi, ruh çağırmak ve cinlerle haberleşmenin, şu âyet, en son sınırını çiziyor ve en faydalı suretlerini tayin ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine ölüler namını veren cinnilere ve şeytanlara ve habis ruhlara musahhar ve maskara olup oyuncak olmak değil, belki Kur'ân'ın tılsımlarıyla onları itaat ettirmektir ve şerlerinden kurtulmaktır.[58]
"Hem, ruhların temessülüne işaret eden Hz. Süleyman'ın (a.s.), ifritleri celb ve teshirine dair âyetler; hem, 'Ona (Meryem'e) ruhumuzu (Hz. Cebrail'i) gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde temessül etti' [59] gibi bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber, ruhların celbine dahi işaret ediyorlar. Fakat işaret olunan temiz ruhların celbi ise, medenîlerin yaptığı gibi, hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara, o pek ciddi ve ciddi bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil; belki ciddi olarak ve ciddi bir maksad için, Muhyiddin-i Arabî gibi zatlar ki, istediği vakit ruhlar ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misüllü, onlara müncelip olup, münasebat peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece yaklaşmakla ruhani-yetlerinden manevi istifade etmektir."[60]
Demek ki Hz. Meryem'e Hz. Cebrail bir insan şeklinde görüldüğü gibi, bunun benzeri başkaları için de mümkündür. Bu olaya, uzaktan yapılan bir yayının kendi televizyonumuzda izlenmesi misaliyle bakabiliriz. Ekranımıza yansıyan bir görüntü olduğu gibi, görülen ruh dahi, onun zatı değil, temessülüdür.
Bir kimse uyanıkken Hz. Peygamberin (a.s.m.) ruhaniyatının temessülüne mazhar olsa ve onunla sohbet etse, o sohbette Resulullahın (a.s.m.) söylediklerinin durumu nedir? Kişi, bunu başkalarına nakledip, buna göre hareket etmelerim söyleyebilir mi?
Hatıra gelebilecek böyle bir soruya, Bediüzzaman şu şekilde açıklık getiriyor: "Nübüvvet hakikati velayetten ne derece yüksekse, ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi, hiçbir cihette hakîki peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden, yeni ahkâm-ı şer'iyeye medar-ı ahkâm olamaz." [61] Yani, böyle bir sohbet, yeni bir takım dini hükümlere medar olamaz. Zira, "Bugün dininizi tamamladım"[62] âyetinin hükmüyle, İslâm dini on dört asır evvel tamamlanmıştır.
Böyle bir sohbet, ancak dinin hakikatlerinin bir mütalaa ve müzakeresi şeklinde olabilir. Sohbete mazhar kişi, elbette bunun neticesinde ruhen tefeyyüz edecek, marifet yönüyle inkişaf edecektir.
Kanaatımızca, Bediüzzaman bu tarz sohbetlerin yabancısı değildir. Eserlerinde Üveysi bir şekilde Abdül-kadir-i Geylani, İmam-ı Gazali, Hz. Ali gibi zatlardan ders aldığını ifade etmiştir.[63]
Şairler, hassas ruhlu kişiler olarak, ilhama açık insanlardır. Bunlardan birinin ruhlarla irtibatını örnek olarak vermek istiyoruz. Şöyle ki:
Enis Behic Koryürek, hecenin beş şairinden biri. 1949'da vefat eden bu zat, önceleri ruha inanmazken, 1946'da evinde yapılan bir ruh çağırma seansıyla dünyası değişir. Çedikçi Süleyman olduğunu söyleyen seansın misafiri, iki yıl boyunca seanslara devam eder. [64] Dediğine göre, h. 1112'de Trabzon'da vefat etmiş olan bu zat, Enis Behic'e eski devrin ifadesiyle bir takım şiirler yazdırır, hadisler verir, âyetler ezberletir. Farsça kıt’alar söyler, bazı kehanetlerde bulunur. [65] Bu esrarlı misafir, önceleri Enis Behic'e tek tek harfleri söyler ve yazdırır. İleriki günlerde doğrudan doğruya Onun diliyle konuşur. Enis Behic, bunu şöyle ifade eder: "O sözler... Edası, musikisi, mânâsı benim tarzımdan bambaşka olan, fakat bu başkalıkla beraber gene benden bir koku, bir gölge taşıyan o sözler... Evet, ömrümde hiç düşünmediğim ve söylemesini aklımdan hiç geçirmediğim o 'sözler, içimden, benim içerimin daha içerisinden birdenbire fışkırıp çağlayan bir su gibi, emeksiz, engelsiz akıyor, akıyordu... Bu adeta bir irticai mucizesiydi.[66]
Enis Behic, iki yıl devam eden bu sohbetlerde kendisine dikte ettirilen veya bizzat dilinden kaydedilen yazıları bir kitap halinde toplamıştır. Kitap, tasavvufi şiirler manzumesidir. Enis Behic'in önceki eserlerinden üslub ve muhteva yönünden çok farklıdır.
Aynı dönemlerdeki ruh çağırma seanslarının meşhur isimlerinden Bedri Ruhselman'ın kitaplaşan seans notlarında ise, kayda değer bir bilgi görülmemektedir.
Ruhselman, kendini ruh olarak takdim eden misafire gayb âlemi ile ilgili çok şeyler sormuştur. Verilen cevaplar; desteksiz, İslâmî esaslara dayanmayan bir takım mücerred iddialardan ibarettir.
Demek ki, ruhlarla temas mümkündür. Fakat, kendini ruh olarak takdim edenin, gerçekten o kişi olması lâzım değildir. Gelen meçhul misafir, cinlerden biri veya habis ruhlardan biri olabilir. Arada söylediği bazı doğruları yem olarak kullanıp, bu arada çok yalanları kabul ettirebilir. Sözgelimi, faili meçhul bir cinayetin katili sorulsa ve seansın misafiri bir isim verse, o kişiye hemen katil nazarıyla bakılamaz. "Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse araştırın. Yoksa, bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da, sonra yaptığınıza pişman olursunuz"'[67] âyetini unutmamak gerekir. İnsanların yalan haber getirmeleri görüldüğü gibi, aynı şey cinler için de geçerlidir.
Kâmil Müslümanlar, ruh çağırma seanslarıyla gayb âlemini tanımaya çalışmak yerine, Kur'ân vasıtasıyla o âlemi bilmeye gayret ederler. Zira Kur'ân, âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanıdır. [68] Bu arada, kuvvetli bir rabıtayla, İslâm büyüklerinin ruhaniyatından istifadeye çalışırlar. Fakat bilirler ki, böyle bir sohbet, hatta peygamberin ruhaniyatıyla bile olsa, hiç bir zaman yeni dini hükümlere medar olamaz.
Ruh çağırma olayı pekçok kişinin zihnini meşgul ettiğinden, bu seansların misafirlerinden olan cinler hakkında biraz daha ayrıntıya girmek istiyoruz.
Cinler, ruhanî varlıklardır. Kur'ân'ın 72. süresi "Cin Sûresf'dir. Onlar da, insanlar gibi akıl sahibidirler. Bundan dolayı da, mükelleftirler. "Ben, cinni ve insi, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım"[69] âyeti, bu gerçeği bildirir. Maddeci felsefe mensupları, eskiden beri cinleri kabule yanaşmazlar. Görmediklerinden inkâra saparlar. Halbuki, bir şeyin görülmemesi, onun yokluğuna delil sayılamaz. Meselâ, geçen yüzyıla kadar mikroplar âlemi bilinmezken, bugün büyük bir âlem olarak karşımızda durmaktadırlar. [70] Havadaki sesler, görüntüler, çeşitli ışınlar gözle görülmemektedir. İşte, cinler de, doğrudan gözümüzle göremediğimiz varlıklardandır.
"Cin" kelimesinin etimolojisinde "duyulardan örtülü, gözlerden gizli olmak" anlamı vardır. [71] Kelimenin diğer türevlerinde de bu gizlilik kendini hissettirmektedir. Mesela, kalbe cenan, kalkana cünne, nimetleri insandan gizli olan saadet diyarına cennet, gizli bir afetle akim zail olmasına cinnet, cinlerin musallat olduğu kişiye mecnun denilmektedir.[72]
Cinler, maddeden mücerret manevi varlıklar olmayıp, gözümüze görülmeyen ruhanî varlıklardır. [73] Dumansız, saf ateşten yaratılmışlardır. [74] Fakat bu, onların bir ateş parçası olmaları anlamında değildir. Nitekim insan, topraktan yaratıldığı halde, bir toprak parçası değildir. Hayat ve şuur sahibidir. Binlerce duygu ve hissiyatla donatılmıştır.[75]
İnsanlardan mü'min-kâfir olduğu gibi, cinlerden de vardır. [76] İblisle ilgili "o cinlerden idi. Rabbinin emrinden çıktı" denilmesi, onun da cinlerden olduğunu gösterir.[77]
Cinler ve şeytanlar, semavî birtakım haberler alabilmek için, semadaki bazı dinleme yerlerine çıkıp kulak hırsızlığı yaparlar, Fakat, "şihab" denilen "İlâhî roketlerle" [78] veya diğer bir ifadeyle, "semavî mermilerle"[79] tard edilirler. Kur'ân-ı Kerim inmezden önce kâhinlere bu türden yarım yamalak haber getiren cinler ve şeytanlar, Kur'ân'ın nüzulüyle beraber, bu tür haberlerden alıkonulmuştur.
Cinlerin bu gibi haberler için semavata çıkmaları, koca sema ülkesini baştanbaşa katedip, haber getirmeleri anlamına gelmez, Bilakis, atmosferi de içine alan sema memleketinin karakolları hükmünde bazı mevkilere gitmelerini ifâde eder.[80]
İslâm öncesi Arapların şöyle bir âdeti vardır: Onlardan biri sefere çıkıp, geceyi ıssız bir vadide geçirme durumunda, korku İçinde "kavminin sefillerinden bu vadinin efendisine sığınırım" derdi. Cinler bunu duyduklarında kibirlenir, "cin ve inse efendi olduk" derlerdi. [81] Şu âyet, bu gibi durumlara işaret eder: "İnsanlardan bir takım kimseler, cinlerden bazılarına sığınarak, onların azgınlıklarını arttırıyorlardı."[82]
Kur'ân'ın evrensellik özelliğinden hareketle, bu âyetin ruhlara tapan ilkel kabile dinlerinden (animizm}, günümüzdeki ruh çağırma olaylarına kadar şümulü olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, cinlere sığınan, veya onlardan gaybî haber bekleyenler, sadece ıssız vadide, korku içinde geceyi geçiren cahiliye Arabi değildir.[83] Günümüzde, "ruh çağırma seansları" tertipleyip, fincanlı masa etrafında heyecanla bekleşen ve gelen meçhul misafirin her dediğini, sanki bir Vahiymiş gibi kabul etmeye hazır olanlar da, sayıca hayli fazladırlar.
"Cinler vasıtasıyla gaybî bilgi edinilebilir mi?" şeklinde pekçok kişinin hatırına gelebilen bir soruya, şu esaslara dikkat çekerek cevap vermek istiyoruz:
1- Cinler, mutlak manada gaybı bilen varlıklar değillerdir. Sebe' Sûresinde anlatılan Hz. Süleyman'ın vefatı olayı, buna Kur'ânî bir delildir. Şöyle ki: Hz. Süleyman, cinleri büyük binalar, heykeller yapımında kullanmaktadır. Birgün, yine cinlere iş yaptırırken, bastonuna dayalı bir haldeyken vefat eder. Cinler, onun ölümünü bilmediklerinden, işe devam ederler. "Eceli gelip de, Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimizde, asasını kemirmekte olan bir ağaç kurdu, Ölümünü onlara farkettirdi. Süleyman yere düşünce, cinler anladılar ki, eğer kendileri gaybı bilselerdi, o meşakkatli işe devam edip durmazlardı."[84]
2- Cinler, bize nisbetle gayb olan bazı şeyleri bilebilirler. Meselâ, bir hırsızlık olayı, onlarca görülmüş olabilir. Ancak, sözlerinin doğruluğu bizce meçhul olduğundan, araştırılması gerekir. Çünkü, mü'min olmayan cinlerin, bâzı doğruları yem olarak kullanıp çok yanlışları kabul ettirmeye çalışmaları mümkündür.
3- İnsanların tahminlerinin tutma ihtimali olduğu gibi, cinlerin de bazı tahminleri doğru çıkabilir. Bir medyum, cinlerden aldığı böyle bir haberi söylediğinde aynen çıkmışsa, gaybî haberlere zaafı olan insanların gözünde şöhret olması için yetmektedir.
4- Cinler, geçmişle ilgili bazı şeyleri bilebilirler. Fakat bu, geleceği de bilirler anlamına gelmez. Nitekim, tecrübelerle de sabittir ki, gelecekten verdikleri haberler gerçekleşmemektedir.
Vahiyle gelen Kur'ân'a kulak vermeyip, bir takım şarlatanların hezeyanlarını dinlemek, bir kısım insanımızın zaafı haline gelmiştir. Halbuki, en önce kulak verilmesi gereken Allah'ın kelâmıdır. Allah'ın Kitabı, gaybî bilgilerle doludur. Kur'ân hem geçmişten, hem gelecekten haber vermektedir. Bu haberler, "ben insanım" diyenlerin lakayt kalamayacağı büyük haberlerdir. [85]
Gaybın sırlarına ermek, eşyanın hakikatına ulaşmak noktasında, Bediüzzaman'ın şu tesbiti mühim bir gerçeği bildirmektedir: "Hakîkat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki ihata etsin."[86] Yani, mutlak gerçek kayıtlı bakışlarla kuşatılamaz. Kur'ân gibi küllî bir bakış lazım ki, kuşatsın. İnsan, şu âlemde çok kayıtlar altındadır. Zaman, mekân hep birer kayıttır. Duyguların, aklın, tecrübenin sınırlılığı başka kayıtlardır. Bu kadar kayıtlarla sınırlı olan insanın, hem şehâdetin sırlarına, hem de gaybın sırlarına tam âşinâ olması beklenemez.
Bediüzzaman, bunu denize dalan dalgıçlar misaliyle açıklar. Dalgıçlar, denizdeki defineyi bulup çıkaracaklardır. Fakat gözleri kapalı olduğundan, ancak el yordamıyla defineye muhatap olurlar. Herbiri, eline geçirdiği cevheri, hazinenin aslı zanneder. Başkalarından, başka cevherleri işittiğinde, kendi bulduğu cevherin parçaları olarak hayal eder.
Kur'ân'ın âyetleri de, o denizdeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin, onların gözleri açık olduğundan, definenin tamamını kuşatır. Definede ne var, ne yok görür. Defineyi tam bir tenasüble tarif eder.[87]
Gaybın ve şehadetin sırlarını ders veren Kur'ân'ın, bu sahadaki imtiyazına, bu şekilde dikkat çektikten sonra, Kur'ân'ın gaybî haberlerine bir göz atalım.
Bediüzzaman, Kur'ân'ın gaybî haberlerini beş bölümde ele alır:
a. Geçmişten haber vermesi
b. Gelecekten haber vermesi
c. İlâhî hakikatler
d. Kevnî hakikatler
e. Âhiret âlemi[88]
Şimdi, bunları ana hatlarıyla görmeye çalışalım: [89]
Kur'ân-ı Kerimin, ümmî bir Zâtın lisanıyla, Hz. Âdem zamanından tâ Asr-ı Saadete kadar peygamberlerin mühim hallerini ve ehemmiyetli olaylarını anlatması. Kur'ân-ı Kerim, bu olayları anlatırken önceki semavî kitapların ittifak ettikleri noktalarda muvafakat etmiş, ihtilaf ettikleri konularda, olayın gerçeğini anlatmıştır.[90]
Kur'ân'ın gelecekten verdiği haberlerin çok çeşitleri var. Birinci kısmı özeldir; bir kısım ehl-i keşif ve velayete mahsustur. Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbani gibi zatlar sûre başlarındaki "Elif-lâm-mîm" gibi hu-ruf-u mukattaada pek çok gaybi muamelenin işaretlerini ve haberlerini bulmuşlardır. "Ulema-yı batın için Kur'ân baştan başa ihbarat-ı gaybiye nevindendir."[91]
Bazı âyetlerin istikbalden haber vermesi aşikârdır. Bunlar hemen hemen bütün tefsirlerde ele alınmıştır. Bazı âyetlerin ise, istikbalden haber vermesi o derece açık değildir. Ancak ehil olanlar, o ince mânâları sezebilir. Numune olarak bazılarını zikrediyoruz:
1. "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç kimsenin babası değildir"[92] âyeti, pek çok mânâları ders vermekle beraber, şöyle bir gaybî mânâya da işaret eder:
Peygamberin (a.s.m.) erkek çocukları erken vefat edip, kalsın olarak nesli bir hikmete binaen kalmayacaktır. "Rical" tabirinin ifadesiyle, "nisâ"nın (kızların) pederi olduğuna işaret ettiğinden, nisa olarak nesli devam edecektir. Felillahil-hamd, Hz. Fatıma'nın mübarek nesli, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, nübüvvet güneşinin mânevi ve maddî neslini devam ettiriyorlar.[93]
2. "Evlerin en zayıfı örümceğin evidir. (Mekke müş rikleri) Şayet bilselerdi..."[94] Ankebut Sûresi Mekke'de nazil olduğu için, Kureyş'in imana gelmeyen reisleri. Peygambere (a.s.m.) su-i kast edeceklerini ve o su-i kasdın içinde en zayıf, en küçük bir hayvan olan bir örümcek, o reislerin, o şiddetli hücumlarına karşı mukabele edip, galip geleceğini haber veriyor. Yani, örümceğin hanesi olan ağ, en zayıf bir perde iken, o kuvvetli reisleri mağlup edeceğini göstermekle âyet diyor ki: "En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve bu su-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi."[95] Hicret olayında Hz. Peygamberin (a.s.m.) gizlendiği mağaraya kadar gelen müşrikler, mağaranın ağzındaki örümcek ağını görüp, bakmadan geri dönmüşlerdi. Hicret öncesi nazil olan bu âyet, müşriklerin bâtıl mabudlarmın ne derece zayıf, çürük şeyler olduğunu anlatmanın yanında, onların böyle zayıf bir ağa takılıp, mağlup olacaklarına da işaret ediyor.
3. "Demiri indirdik. Onda kuvvetli bir sertlik ve insanlara birtakım menfaatler vardır."[96]
Bu âyet, hem düşmanların define, hem menfaatlerin celbine vesile olan, iki nimeti beyan ediyor. Kur'ân'ın nüzulünden evvel, demirle ehemmiyetli beşeri menfaatlerin temin edildiği görülmüştür. Fakat istikbalde, demirin gayet hârika ve akılları hayrette bırakır bir surette, denizde, havada ve karada gezerek, dünyayı musahhar edip. ölümle karışık bir hârika kuvveti gösterdiğini ifade için, "Onda kuvvetli bir sertlik vardır", kelimesiyle gaybdan haber verme türünden, bir i'caz parıltısı gösteriyor.[97]
4. "O Allah ki, yerde ne varsa hepsim sizin için yarattı"[98] Âyette "yerin üstündekiler" denilmeyip "içinde" anlamı veren l^ harfiyle kullanılması, yerin içinde insanların menfaatine olan çok şeyler olduğuna bir işarettir. Ve keza, arzın içindeki maden ve maddelerin, beşerin istifadesi için yaratılışı, arzın içinde henüz keşfedilmeyen element ve maddelerden, geleceğin insanlarını hayat yükünün zahmetlerinden kurtaracak, bazı gıdaî ve saire maddelerin varlığının mümkün olduğuna delalet eder. [99] Yerin derinliklerinden çıkarılan petrol, kömür gibi madenlerden, günümüz insanlığı yararlandığı gibi, şu anda neye yaradığı bilinmeyen nice maddelerden de, muhtemelen geleceğin insanları istifade edecektir.
5. Kur'ân-ı Kerimin istikbale yönelik gaybî mesajlar taşıyan âyetlerinden bir bölümü de, peygamber mucizeleridir. Cenab-ı Hak, peygamberleri insan topluluklarının manevî yükseliş cihetinde birer önder gönderdiği gibi; onların maddî ilerleyişinde de birer ustabaşı kılmıştır. Hatta denilebilir ki, manevî kemalât gibi, maddî kemalâtı ve hârikaları dahi en evvel, mu'cize eli insanlığa hediye etmiştir. Hz. Nuh'un gemisi, Hz. Yusuf ‘un saati, bu gerçeğe birer numunedir.
İşte Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin mu'cizelerini anlatmakla, bunların benzerlerini yapmaya insanları sevk ve teşvik eder. Meselâ, Hz. Süleyman'ın havada iki aylık bir mesafeyi bir günde gidip gelmesi, uçaklara bir işarettir.
Hz. Musa'nın asasıyla taştan su çıkarması, basit âletlerle yerden su çıkarılabileceğine işarettir.
Hz. İsa'nın en amansız dertlere derman yetiştirmesi, hatta ölüleri bile diriltmesi tıbbi gelişmelere bir işarettir. Evet, hangi dert olursa olsun dermanı vardır. Hattâ ölüme bile geçici hayat rengi vermek mümkündür.
Hz. Davud'un demiri şekillendirmesi, demirden istifadeye bir teşviktir.
Hz. Süleyman'ın Yemen'deki Belkıs'ın tahtını bir anda Şam'a getirmesi, eşyanın hem sureten, hem de aynen nakline bir işarettir. Eşyanın görüntüsünü nakletmeyi gerçekleştiren günümüz insanı, ilerde eşyanın kendisini de aynı anda uzaklara nakledebilir.
Hz. İbrahim'in ateşte yanmama mu'cizesi, ateşin yakmayacağı maddelerden istifadeye bir teşviktir.
Hz. Âdem'e, verilen "talim-i esma" (isimlerin öğretilmesi) mu'cizesi ise, insanlığın varabileceği nihaî ilim ve fenlere bir işaret durumundadır.[100]
6. Kur'ân'ın geleceğe yönelik gaybî haberlerinden son bir numune olarak, Fetih Sûresinin son üç âyetini vermek istiyoruz. Bu üç âyet, pek çok gaybî sırlar ve istikbale yönelik haberlerle doludur:
Fetih Sûresi Hudeybiye Barışı dolayısıyla inmiştir. 1400 sahabiyle umre niyetiyle Medine'den Mekke'ye doğru yola çıkan Peygamberimiz (a.s.m.), müşriklerin Mekke'ye girmelerine izin vermemeleri üzerine, onlarla barış anlaşması imzalamıştır. Anlaşma şartları ilk bakışta Müslümanların aleyhinedir. Pekçok Müslüman hayal kırıklığı içindeyken inen Fetih Sûresinin âyetleri, bu barışın "ap açık bir fetih" olduğunu ilan etmektedir.[101]
"Andolsun ki Allah, Resulünün rüyasını doğru kıldı..." Mekke'nin fethini, vukuundan önce kafi bir şekilde haber veriyor. İki sene sonra, haber verdiği tarzda vuku bulmuştur. (Hudeybiye seferi öncesi Resulullah (a.s.m.), ashabına rüyasında Beyti tavaf ettiklerini gördüğünü söyler. Sahabiler, hemen o yıl olacak zannederler. O yıl olmayınca, bir kısmı tereddütler geçirir". Âyet, bu rüyanın sadık bir rüya olduğunu haber verir. Bir yıl sonra Beyt'i tavaf ederler. İki yıl sonra da, fetih ordusu olarak Mekke'ye girerler).
"...Bundan (Mekke'nin fethinden) önce yakın bir fetih verdi" ifade ediyor ki: Hudeybiye barışı, gerçi zahiren İslâm aleyhinde görülmüş ve Kureyşliler bir derece galip görülmüş olduğu halde, manen Hudeybiye Barış'ı, manevi büyük bir fetih hükmünde olacak ve diğer fetihlerin de anahtarı olacak, diye ihbar ediyor.
"Korkmaksızın (Mescid-i Haram'a gireceksiniz)" kaydıyla ihbar ediyor ki: "Sizler tam bir emniyet içinde Kabe'yi tavaf edeceksiniz." Halbuki Arap yarımadasındaki bedevi kavimler çoğu düşman olmakla beraber, Mekke etrafı ve Kureyş kabilesinin büyük bir kısmı düşman iken, "yakın bir zamanda, hiç korku duymadan Kabe'yi tavaf edeceksiniz" ihbariyla, Arap yarımadasını itaat altına ve bütün Kureyşi İslâmiyet içine ve tam bir emniyet vazedilmesine, delalet ve ihbar eder. Aynen haber verdiği gibi vukua gelmiştir.
"O Allah ki, Resulünü hidayetle ve hak din ile gönderdi. Onun dinini bütün dinlere galip kılacak" Tam bir kat'iyetle ihbar ediyor ki: "Resul-i Ekremin (a.s.m.) getirdiği din, bütün dinlere galebe çalacak." Halbuki o zamanda yüzer milyon tebası bulunan Hıristiyan ve Yahudi ve Mecusi dinleri, Roma, Çin ve İran gibi yüzer milyon tebâsı bulunan cihangir devletlerin resmi dinleri iken, kendi küçük kabilesine karşı tam galebe edemeyen bir vaziyette bulunan Muhammed-i Arabi'nin (a.s.m.) getirdiği din, bütün dinlere galip ve bütün devletlere muzaffer olacağını ihbar ediyor. Hem, gayet açıklık ve katiyetle ihbar ediyor. İstiklâl o gaybî haberi, Hint Okyanusundan Büyük Okyanusa kadar İslâm kılıcının uzanmasıyla tasdik etmiştir.
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Sen onları rüku edenler, secde edenler olarak görürsün. Allah'ın lütuf ve rızasını talep ederler."
Şu âyetin başı, sahabilerin peygamberlerden sonra insanlar içinde en seçkin kimseler olduklarına sebep olan, yüksek seciyeler ve kıymetli meziyetleri haber vermekle; açık manâsıyla sahabe tabakalarının, istikbalde muttasıf oldukları ayrı ayrı mümtaz ve has sıfatlarını ifade etmekle beraber; işarî manâsıyla, ehl-i tahkikçe Resulullahın (a.s.m.) vefatından sonra makamına geçecek Hulefa-i Râşidîne hilafet tertibi ile işaret edip, herbirinin en meşhur imtiyaz yönleri olan has sıfatı dahi haber veriyor. Şöyle ki: "Onunla beraber olanlar" hususi beraberlik ve özel sohbet ile ve en evvel vefat ederek, yine maiyetine girmekle meşhur ve mümtaz olan Hz. Sıddık'ı gösterdiği gibi; "kâfirlere karşı şiddetlidirler" ifadesiyle, istikbalde dünya devletlerini fetihleriyle titretecek ve adaletiyle zalimlere yıldırım gibi şiddet gösterecek olan Hz. Ömer'i gösterir.
"Kendi aralarında merhametlidirler" ifadesiyle, istikbalde en mühim bir fitne hazırlanırken, tam bir merhamet ve şefkatinden, İslâmlar içinde kan dökülmemek için ruhunu feda edip, nefsini teslim ederek, Kur'ân okurken mazlumen şehit olmasını tercih eden, Hz. Osman'ı haber verdiği gibi;
"Sen onları rüku edenler, secde edenler olarak görürsün, Allah'ın lütuf ve rızasını taleb ederler" Saltanat ve Hilafete tam bir liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve tam bir zühd ve ibadet ve fakirlik ve iktisadı seçen ve rüku ve sücudda devamı herkesçe tasdik edilen Hz. Ali'nin (r.a.), istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki savaşlardan mesul olmadığını ve niyeti ve arzusu, Allah'ın lütfü olduğunu haber veriyor.
"İşte bu, onların Tevrat'taki vasıflarıdır" Hz. Peygamber (a.s.m.) gibi, ümmî bir zâta nisbeten gayb hükmünde olan Tevrat'taki sahabilerin vasıflarını haber veriyor.
"Onların İncil'deki vasıfları ise şöyledir: Onlar, filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki, bu ziraatçilerin hoşuna gider. Allah, onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir."
Sahabiler, gerçi başlangıçta az ve zayıf görünecekler, fakat çekirdekler gibi gelişerek yükselip, kalınlaşıp kuvvetleşerek, kâfirlerin kirlerini onlara yutkundurup boğacaklar.
Hem haber ediyor ki, sahabiler gerçi azlığından ve zayıflıklarından Hudeybiye Barışını kabul etmişler; elbette herhalde az bir zamandan sonra süratle öyle bir inkişaf ve ihtişam ve kuvvet kazanacaklar ki, yeryüzü tarlasında kudret eliyle ekilen insanlığın, o zamanda gafletleri cihetiyle kısa, kuvvetsiz, nakıs, bereketsiz sümbüllerine nisbeten, gayet yüksek ve kuvvetli ve meyveli ve bereketli bir surette çoğalacaklar ve kuvvet bulacaklar ve haşmetli hükümetleri gıptadan, hasetten ve kıskançlıktan gelen bir kin içinde bırakacaklar.
Sahabeyi mühim vasıflarla överken, en büyük bir mükâfatın vaadi, makamca lâzım geldiği halde, "mağfiret" kelimesiyle işaret ediyor ki, İstikbalde sahabiler içinde, fitneler vasıtasıyla mühim kusurlar olacak. Çünkü mağfiret kusurun vukuuna delâlet eder. Ve o zamanda sahabeler nazarında en mühim matlup ve en yüksek ihsan, mağfiret olacak.[102]
Fetih Sûresinin bu son âyeti, Resulullahtan (a.s.m.) sonra halifeliğe geçecek Hulefa-i Raşidine işaret ettiği gibi, "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar,"[103] âyeti de aynı hakikate işaret etmektedir. Şöyle ki:
Üstteki âyet, sırat-ı müstakimin ehli ve gerçek ilâhî nimetlere mazhar olanlar, insanlık alemindeki peygamberler taifesi, sıddıklar kafilesi, şehitler cemaati, salihler sınıfı ve tabiin nevi bulunduklarını ifade etmekle beraber, İslâm âleminde o beş kısmın en mükemmelini dahi, ayrıca açıkça gösterdikten sonra, o beş kısmın imamları ve baştaki reislerini meşhur sıfatlarıyla zikretmekle, onlara delalet edip ifade ettiği gibi, gaybdan haber verme nevinde bir i'caz lem'asıyla, o taifelerin, gelecekteki reislerinin vaziyetlerini bir vecihle tayin ediyor.
"Peygamberler" nasıl ki açıkça Hz. Peygambere (a.s.m.) bakıyor, "Sıddıklar" fıkrasıyla Ebu Bekiri's Sıddık'a bakıyor. Hem, Peygamberden (a.s.m.) sonra, ikinci olduğuna ve en evvel yerine geçeceğine ve "Sıddık" ismi ümmetçe ona has bir unvan ve sıddıkların başında görüneceğine işaret ettiği gibi,
"Şehitler" kelimesiyle Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali'yi (Rıdvanullahi aleyhim ecmain) üçünü beraber ifade ediyor. Hem üçü sıddıktan sonra nübüvvetin hilafetine mazhar olacaklarını ve üçü de şehit olacaklarını, şehitlik fazileti de diğer faziletlerine ilave edileceğini işaret ve gaybî bir surette ifade ediyor.
"Salihler" kelimesiyle, Suffe, Bedir, Rıdvan ashabı gibi, mümtaz zatlara işaret ederek,
"Bunlar ne güzel arkadaştır" cümlesiyle, açık manâsıyla onlara uymaya teşvik ve Tabiinlerdeki tebaiyeti çok şerefli ve güzel göstermekle, işarı manâsıyla dört halifenin beşincisi olarak ve "benden sonra hilafet otuz senedir" [104] hadis-i şerifinin hükmünü tasdik ettiren, hilâfet müddeti azlığıyla beraber, kıymetini büyük göstermek için. işarî manâsıyla Hz. Hasanı (r.a.) gösterir.[105]
"Bunlar ne güzel arkadaştır" mealindeki âyetin metninde "güzel" ifadesi, "hasüne" ile gelmiştir. Arapça yazılış itibariyle "Hasan" ve "Hasüne" aynıdır.
Görüldüğü gibi, Kur'ân âyetlerinde ya sarahaten veya işareten çok gaybî işaretler vardır. Bediüzzaman'a göre Kur'ân'ın bu çeşit gaybî haberleri binlerdir.[106]
Bediüzzaman, Sözlerde, bu gaybî haberlerden bir, kısmının âyetlerini vermiş, fakat izah etmemiştir. Kendi ifadesiyle, "Bu gaybtan haber veren âyetler, pek çok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle teb'etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatasından, burada izahsız ve o kıymettar hazineler kapalı kaldılar."[107]
Biz burada, bu kıymettar hazinelerden kısaca bahsetmekle fayda görüyoruz. [108]
Hz. Peygamber (a.s.m) kendisine peygamberlik görevi verildikten sonra, on üç sene Mekke'de Allah'ın dinini tebliğ eder. Bütün fırsatları değerlendirerek o müşrik topluluğu tek Allah'a çağırır. Fakat başta amcası Ebu Leheb olmak üzere, çok şiddetli bir muhalefetle karşılaşır. İnatçı Mekke müşrikleri, bir türlü "atalarının yolundan" ayrılmak istemezler. Resulullaha (a.s.m.) her türlü zorluğu gösterirler. Onu yıpratmak için, "kâhin, mecnun, şair, sihirbaz" gibi iftiralarda bulunurlar. Onların bu şiddetli hücumuna karşı, Cenab-ı Hak gönderdiği âyetlerle Resulünü teselli eder. Meselâ:
"Kimin mecnun olduğunu sen de göreceksin, onlar da görecekler."[109]
"Yoksa, 'o bir şairdir, biz onun felaketini b"Sen Sabret! Şüphesiz Allah'ın va'di haktır."[110]
ekliyoruz' mu diyorlar? Sen de ki: Bekleyin bakalım, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim."[111]
Bir kısmı âyetler Allah Resulünü teselli ve takviye ederken, bir kısım âyetler de, İslâmın galebesini haber vermektedir. Mesela: .
"O Allah ki, Resulünü hidayet ve hak dinle gönderdi. Onun dinini bütün dinlere galip kılacak."[112]
"Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah şunu va'detti: And olsun ki, onlardan önce gelenleri yeryüzüne halife kıldığı gibi, onları da arza halife kılacak. Onlar için seçtiği dini kuvvetlendirip, icra imkânı verecek. Onların korku hallerini emniyete çevirecek. Böylece onlar, bana ibadet edecekler. Hiçbir şeyi bana ortak koşmayacaklar. Kim bundan sonra küfre dönerse, işte onlar fasıkların tâ kendileridir."[113]
Görüldüğü gibi, bu âyetler, İslâmın galebesini açık bir şekilde haber vermektedir. Dünyanın dört bir tarafına giden İslâm davetçileri vasıtasıyla günümüzde de İslâmın galebesi devam etmektedir. En geniş bir kitleye hitap eden Hıristiyanlık âleminde bile, nice Hıristiyanların İslâmı seçmesi, bunun bir ispatı durumundadır. [114]
İslânım Mekke dönemi yıllarında, Hıristiyan Doğu Romalılar, mecusî İranlılarla savaşırlar. Bu savaşlarda İran galip gelir. Haber Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinirler. "Siz ve Hıristiyanlar ehl-i kitapsınız. Biz ve İranlılar ümmiyiz. Dostlarımız dostlarınıza galip geldi. Biz de size galip geleceğiz" derler. Bunun üzerine Rum Sûresinin ilk âyetleri nazil olur. Bu âyetlerde, Bizanslıların mağlubiyetten sonra galibiyete geçecekleri haber verilmektedir.[115] 7-8 yıl içinde Kur'ân'ın verdiği haber gerçekleşir.[116]
Rum Sûresinin ilk âyetleri, Bizans'ın galibiyetinin de ötesinde bir başka müjdeyi de taşımaktadır. "O gün mü'minler Allah'ın zafer vermesiyle sevinecekler,"[117] âyeti mü'minlerin ehli kitabın zaferine sevinmelerinin yanında, Bedir zaferini de müjdelemektedir. Zira, Bedir Zaferi, Bizansın mecusilere galip geldiği döneme tevafuk etmiştir.[118]
Bu âyetlerin, günümüz ehl-i kitabının, kitapsızlara galip geleceğine bir işaret olması da söylenebilir. Nitekim, hiçbir dini kabul etmeyen Marksist sistem, 70 yıllık bir hâkimiyetten sonra, 1990'm başlarında çökmüştür.
Bu noktayı ifadeden sonra, Hamdi Yazır'ın da dikkat çektiği mühim bir noktaya geçmek istiyoruz. Şöyle ki: "Onlar, bu yenilgiden sonra galip gelecekler"[119] mealindeki âyet, Ebu Said-i Hudrî'den rivayet edilen şaz kıraata göre, meçhul olarak da okunur. O zaman âyetin mânâsı, "onlar, galibiyetlerinden sonra mağlup olacaklar" şeklinde olur.
Gerçekten de, İranlılara galip gelen Hirakl'ın orduları, daha kendisi hayatta iken, Hz. Ebu Bekir zamanında Yermuk Savaşından başlayarak mağlup olmaya başladılar. Hz. Ömer zamanında Şam fethedildi. Sonunda İstanbul da fetholunan beldeler arasına girdi.[120]
Günümüz ehli kitabının Marksizme önce mağlup olup sonra galip gelişlerinin ardından, İslâm'ın yeni bir zafer dönemini görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebiliriz.
İslâm sancağının bayraktarlığı tarih boyunca farklı milletlerce yapılmıştır. Şu âyet, buna işaret eder: "Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse (şunu bilsin ki) Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar Allah'ı severler. Onlar, mü'minlere karşı yumuşak, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Dil uzatanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah'ın ihsanı boldur, herşeyi bilendir.''[121]
Bu âyet, Allah'ın dinine hizmet edecek bir kavmin daima bulunmasına işaret etmektedir. Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, sonra Emevî'lerin son zamanlarında olduğu gibi, bu hizmet Araptan Aceme doğru geçmiş; İran milleti manen ve maddeten İslama pek büyük hizmetler eylemiş. Sonra, bunlar da aynı hale gelmiş. Bu defa da Allah, Türkleri göndermiş. Arapların, İranlıların kadrini bilmeyip zayi ettikleri İslâm Devletini ele alarak, İstanbul'a ve oradan dünya kıtalarının her tarafına yaymışlar... Demek ki, onlar da bu nimetin kadrini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse, yerlerini Allah'ın göndereceği diğer bir kavme bırakmaya mecbur olacaklar. Ve kimbilir. Vâsi ve Alîm olan Allah, kıyamete kadar daha ne kavimler gönderecektir."[122]
Allah'ın va'dettiği bu kavimle alakalı olarak, Bediüzzaman şöyle der: "İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlatları! Altıyüz sene değil, belki Abbasî'ler zamanından beri bin senedir Kur'ân-ı Hakimin bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'ân'ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur'ân'a ve İslama kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı defettiniz. Tâ Allah öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar Allah'ı severler... âyetine güzel bir masadak oldunuz. Şimdi, Avrupa'nın ve frenkmeşreb (Bati hayranı) münafıkların desiselerine uyup. şu âyetin evvelindeki hitaba masadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!
"Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın. Bütün senin mazideki mefahirin İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!"[123]
Tek başına bütün batıl dinlere meydan okuyan Hz. Peygamber (a.s.m.) şiddetli bir muhalefetle karşılaşır. Karşı tarafı maddî manevî bütün yöntemlerle Resulullahın (a.s.m.) aleyhindedir. Cenab-ı Hak, Resulüne şu talimat ve teminatı verir: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Bunu yapmazsan, elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır."[124]
Bu âyet nazil olduğunda, ara sıra muhafızlığını yapan zatlara Resulullah (a.s.m.) şöyle der:
'Artık gidin. Rabbim beni koruyor."[125]
Bu İlahi vaad gerçekleşmiş; Hz. Peygamber (a.s.m.), o kadar düşmanları içinde pek çok suikastlere maruz kaldığı halde, yatağında vefat etmiştir. [126]
Resulünü koruyacağını taahhüt eden Allah, şu âyetiyle de Kur'ân'ı koruyacağını haber verir
"Şüphesiz ki, o zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik ve onu koruyacak olan da biziz."[127]
Kur'ân'ın korunması, genelde hafızlar ve âlimler vasıtasıyla olmuştur. îslâmın ilk devrinden itibaren, her devirde binlerce hafız Kur'ân'ı harfi harfine ezberleyerek korumuşlardır. Günümüzde de, Kur'ân hafızlarının sayıları milyonlardır. Âlimler ise, onun hakikatlerini muhafaza etmişlerdir.
Kur'ân'm icazı ise, başlı başına çelik bir zırhı olarak onu günümüze kadar getirmiştir. Kur'ân-ı Kerim, edebiyatta zirvelere çıkan insanlara meydan okumaktadır.
"De ki: Bütün ins ve cin, bu Kur'ân'm mislini getirmek için toplansalar ve birbirine yardım da etseler, yine de onun mislini getiremezler."[128]
"De ki: Kulumuza indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüphe içindeyseniz, haydi onun mislinden bir sûre getiriniz. Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırınız. Eğer sözünüzde sadık iseniz... Şayet yapamadınızsa, ki asla yapamayacaksınız, yakıtı insanlarla taşlar olan bir ateşten sakınınız. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır."[129]
Bu meydan okuma âyetleri, günümüzde de bütün haşmetiyle aynı daveti yapmaktadır.
Bediüzzaman, bu meydan okuma ile ilgili olarak şu noktalara dikkat çeker:
1- Kur'ân'dan tereşşuh etmeyen ve Kur'ân'ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'ân'ı tanzîr edemez... Hem edememiş ki, gösterilmiyor.
2- Cin ve insin, hatta şeytanların fikirlerinin ve çalışmalarının neticesi olan medeniyet ve felsefe ve edebiyat, Kur'ân'ın hüküm, hikmet ve belağatına karşı acz derekesindedirler.[130]
Kur'ân'da Yahudilerle ilgili pekçok âyet vardır. Bu âyetler, ibretlerle, hikmetlerle doludur. Bu âyetlerde yer alan bazı ifadeler, bu milletin mukadderatıyla ilgili mühim işaretler vermektedir Mesela:
"Sen, onlardan çoğunu günahta, haddi aşmakta ve haram yemekte yarışır görürsün..."[131]
"Yeryüzünde hep fesada çalışırlar."[132]
"İçlerinden pek azı müstesna, sen onlardan hep hıyanet görürsün."[133]
"De ki: Âhiret yurdu insanlar içinde sadece size has kılınmışsa, bunda sadık iseniz, haydi ölümü temenni edin! Lakin onlar, elleriyle yaptıkları günahlardan dolayı asla ölümü istemeyeceklerdir."[134]
"Sen onları hayatta en hırslı kimseler olarak bulursun."[135]
"Biz onları yeryüzünde parça parça yaptık."[136]
"Rabbin yeminle bildirdi ki, muhakkak kıyamet gününe kadar onlara en kötü azabı yapacak kimseleri gönderecektir."[137]
Bunlar ve benzeri âyetler, bu hasîs milletin asırlara kazınmış mahiyetini haber vermektedir. Aynı mahiyeti, günümüz Yahudilerinde de görmekteyiz. 'Siz (zulme) dönerseniz, biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz"[138] şeklindeki ilâhî hüküm, elbette günümüz Yahudileri için de geçerlidir. [139]
Âfak, insanın dışındaki âlem, enfüs ise, insandaki küçük âlemdir. Bunlara, "makro ve mikro âlemler" diyebiliriz. Kur'ân'm şu âyeti, hem büyük âlemde, hem de insandaki âyetlerin zamanla ortaya çıkacağını ilan eder: "Onlara, hem âfakta, hem de kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, onun (Kur'ân'm) hak olduğu kendilerine iyice belli olsun..."[140]
İnsanı inceleyen tıp ilmi ve âlemi inceleyen değişik bilimler, bu âyetin bir tefsiri durumundadır. Herbir fen, kendi penceresinden İlâhi âyetleri temaşa etmektedir. Meselâ astronomi, uzaydaki İlâhî âyetleri araştırır. Jeoloji, yerin katmanlarındaki sırları ortaya çıkarır. Tıp ilmi, insan vücudundaki harikaları izhar eder.
İşte, bütün bu ilmi gelişmeler Kur'ân'm hak olduğuna birer delil olacaktır. Zira, Kur'ân âyetlerinde bunlara işaretler vardır. Mesela, "Onlar üzerlerinde saf saf uçan kuşlara bakmadılar mı?"[141] âyeti, uçaklara gizli bir işaret taşır. Cenab-ı Hak, canlı uçaklar yapmış ve bunlara dikkatle bakmaya davet etmiştir.
"İnsan hangi şeyden yaratıldığına dikkat etsin!"[142]
"Allah sizi annelerinizin karnında bir yaratılıştan başka bir yaratılışa çevirerek üç karanlık içinde yaratıyor"[143] gibi âyetler, embriyoloji âlimlerine çok şeyler söylemektedir.
Fahreddin Râzi'nin de dikkat çektiği gibi, Allah'ın âfak ve enfüste âyetlerini göstermesi, yeni yeni şeyler yaratması değil; yaratttığı şeylerdeki harikaları izhar etmesiyle olacaktır. [144] Şüphesiz, insanlık âlemi, yaratıldığı günden beri âlem kitabının çok az bir bölümünü okuyabilmiştir. Bu kitabın bir sayfası olan yeryüzü ve bir kelimesi olan insan, hâlâ bilinmezlerle meçhullerle doludur. Yapılan her fennî keşif, kapalı bir kapıyı aralamak gibidir. Fakat o kapıdan girilince, açılmayı bekleyen pek çok kapalı kapılar karşımıza çıkmaktadır. Mesela, geçen yüzyıla kadar mikro âlemden haberi olmayan insanlık, mikroskop aletiyle bu âleme açılmıştır. Önceleri bu âlemi basit birşey sanırken, günümüzde bir milyon defadan fazla büyütebilen elektron mikroskoplarla, bu mikro âlemin yeni yeni sırları ortaya çıkmaya başlamıştır, öyle anlaşılıyor ki, insanoğlunun âfak ve enfüste tecellî eden ilâhî âyetleri okuması, kıyamete kadar devam edecek; fakat yine de topyekün bütün insanlık, bu İlâhî âyetlerden az bir kısmını anlayabilecektir.
İşte, Kur'ân-ı Kerim bunlar gibi geleceğe yönelik daha nice haberler taşımaktadır. Burada zikrolunanlar birer numune kabilindedir. konu, daha ayrıntılı bir şekilde Kur'ân'da Gayb Bilgisi isimli çalışmamıza ele alınmıştır. Arzu edenler, oradan takip edebilirler. [145]
Kur'ân'ın en mühim gaybî haberi, Allah'ı bize tanıtmasıdır. Felsefecilerin Allah'ı tanıma hususunda ihtilafları nazara alınırsa, Kur'ân'in bu tür haberlerinin önemi ortaya çıkar. Nitekim, felsefecilerin büyük bir kısmı Allah'ı kabul etmekle beraber, Onun sıfatlarında hataya düşmüşlerdir. Kur'ân'da üç ayrı yerde tekrar edilen "onlar Allah'ı layıkıyla bilemediler"[146] hükmü, bu tarihi gerçeği dile getirir.
"Biz putlara, ancak bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz"[147] diyen cahiliye müşrikleri: Allah'ı tanıyamadığı gibi; "fezada tanrıyı bulamadım" diyen Rus kozmonotu Gagarin de Allah'ı tanıyamamıştır.[148]
Newton, (ö. 1727) Allah'a inanmakla beraber, Allah'ın irade sıfatını anlayamamıştır. Ona göre, Allah kâinatın içine matematik-rnekanik ilkeler yerleştirmiştir. Artık, kendisi istemiş olsa bile, yerleştirmiş olduğu rasyonel düzene karşı gelemez!?. Dünyada mu'cizelere yer yoktur. Tabiattaki kanunları koyan Allah olmakla beraber, bir defa yarattıktan sonra, kâinatın gidişine artık karışmaz olmuş, onu kendi kendine işlemeye bırakmıştır...[149]
Kendisi için hürriyet arayan insanın, Allah için bir mecburiyet düşünmesi, Allah'ı layıkıyla tanıyamamanın bir ifadesidir. Yüce Allah, elbette koyduğu kanunların mahkûmu değildir. Kur'ân'ın haber verdiği gibi. "O, her an bir tasarruftadır"[150] "dilediğini yapandır."[151]
Sayıca çok az bir oran teşkil eden ateistlerin dışındaki büyük bir ekseriyet, şöyle veya böyle, yüce bir kudrete inanmaktadır. İnanmış oldukları Yüce Yaratıcıya, değişik sıfatlar nisbet etmeleri, Kur'ân'ın İlâhî hakikatleri anlatmasının önemini Ortaya koyar. Zira, Kur'ân'da Allah kendini bize tanıtmaktadır. Kur'ân'ın ifadesiyle, insanların uydurdukları batıl mabudlar "bir takım isimlerdir."[152] Yani, onların bir hakikati yoktur. Müsemmasız isimlerden ibarettirler. Hiçbir cihetle İlah olmaya kabiliyet ve liyakatları söz konusu değildir.[153]
Çölde yol alan birisinin, serapı su zannedip toprağı avuçlaması gibi; fıtraten tevhid denizini arayan insanoğlu, tarih boyunca kesret çöllerinde yol alırken, pek çok batıl mabud seraplarına takılmıştır. Onun ruhunu tatmin edecek, aklına sükûnet kazandıracak, ancak ve ancak, Allah'ı bütün isim ve sıfatlarıyla tanımaktır. [154]
"Şu kâinat nedir? İçindeki varlıklar ne vazife görmektedir?" gibi sorular, tarih boyunca insanlığın zihnini meşgul etmiştir. Kâinat, şifrelerle, sırlarla dolu bir kitap gibidir. İnsan, cüzî aklıyla bu şifreyi çözemez, kevnî sırlara eremez. Kur'ân-ı Kerim, bu noktada insana rehberlik yapar. Kâinat kitabının mânâlarını anlatır. Kelâm sıfatının tecellisi olan Kuran âyetleri ile, kudret sıfatının tecellisi olan tekvînî âyetleri ders verir. Elimizden tutar, arz ve sema sayfalarında bizi gezdirir. Nakıştan mânâya geçirir, eserden eser sahibine intikal ettirir.
Elbette, pencereye bakmakla pencereden bakmak bir değildir. Kur'ân-ı Kerim, herbir varlığı Allah'a açılan bir pencere olarak gösterir. Onların Allah'ın memuru olduğunu bildirir. Bu varlıklarda, Allah'ın rahmet eseri, kudret eseri görülmektedir. Herbir varlık, Yüce Allah'tan bize gelen bir mektuptur. Bu mektuplar devamlı tazelenmekte, yenilenmektedir. Bir öğretmenin yazı tahtasında birtakım şekiller, harfler ve rakamlarla birşeyler öğretip, ardından bunları işlemesi ve yeni mânâlar için yeni şekiller, harfler ve rakamlar kullanması gibi, Cenab-ıHak dahi gökyüzü ve yeryüzü sayfalarında âyetlerini yazıp, şuur sahiplerinin nazarına sunmakta, sonra bunları silip, yeni yeni mânâları zaman şeridine asmaktadır.
Kur'ân'ın kevnî sırlarına kulak vermeyenler, zahire (dış görünüşe) takılıp kalmaya mahkumdur. "O kâfirler, dünya hayatından bir zahir bilirler"[155] âyeti, onların halini haber verir. Bunlar, kabuğu parçalayıp öze ulaşamazlar. Kavanozun içindeki baldan istifade etmek yerine, kavanozun kap ve kapağını yalamakla oyalanırlar. Mısır piramitlerindeki hiyeroglif yazılarını görüp anlamadan geçip giden turistler gibi, şu kâinat kitabının mânâlarını okumadan bu dünyadan geçer giderler.
Kur'ân'ın Allah'ın zât ve sıfatlarını, isim ve tasarruflarım anlatması ve kâinatın tılsımını açıp, âlemin yaratılış muammasını gösteren kâinatla ilgili beyanları, gaybî haberlerin en mühimidir. Çünkü, o gaybî hakikatleri, hadsiz dalalet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, insan aklının kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi filozofları, o meselelerin en küçüğüne, akıllarıyla yetişmediği malumdur.
Hem Kuran, gösterdiği o İlâhî hakikatler ve o kevnî gerçekleri beyandan sonra ve kalbin safileştirilmesi, nefsin arıtılması ve ruhun terakkiyatmdan ve aklın kemâle ermesinden sonra, insanların akılları "doğru söyledin" deyip, o hakikatleri kabul eder, Kur'ân'a "Bârekallah" der.[156]
Kur'ân'da üç defa tekrar edilen "Onlar Allah'ı layıkıyla bilemediler"[157] hükmü, tarihi bir gerçeği dile getirir. Evet, tarih boyunca Allah'ı inkâr eden az olmakla beraber, Onun sıfatlarında hataya düşenler çoktur. Bir kısmı, Allah'ı yaratılmışlara benzetir, bir kısmı, "Allah âlemi yaratmış, gerisine karışmaz," şeklinde düşünür: bir kısmı. Ona şirk koşarak inanır, bir kısmı, ilminde hataya düşer. Bir kısmı kudretinde tereddüt eder...
İşte, bütün bu dalalet yolları içinde, Allah'ı layıkıyla bilmek, ancak Kur'ân'ın gösterdiği şekilde mümkündür. Çünkü Allah Kur'ân-ı Keriminde kendini bize tanıtıyor. Sıfatlarını, isimlerini haber veriyor.
Kur'ân'ın kevnî hakikatleri anlatması, kâinat kitabının mânâlarını ders vermesidir. Kur'ân-ı Kerim, âlemde gördüğümüz varlıklardan ve meydana gelen olaylardan âyetler şeklinde bahseder. Bayrak, devletin bir alameti ve âyetidir. [158] Bayrak, sıradan bir bez parçası olmanın ötesinde, devletin bir sembolü olduğu gibi; her bir varlık da Allah'ın varlık ve birliğinin, kemal sıfatlarının bir sembolüdür.
Kâinattaki varlıklar, Allah'ın birer memurudur. [159] Herbirisi Allah'ın emriyle hareket eder. Yaptıkları işler, onların ibadetlerinin unvanıdır. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih ederler"[160] âyeti, bu varlıkların dillerinin ve görevlerinin tercümanıdır. Bizlerin anlamadığı sesler, aslında birer teşbih sesidir.
İşte, kâinata Kur'ân'ın gözüyle baktığımızda, bunlar gibi engin ve zengin mânâlar karşımıza çıkar. Mevcudatın ne olduğu ve ne vazife gördüğü anlaşılır. Hilkatin muamması keşfedilir. Kâinatın tılsımı çözülür. Böylece, âlemimiz nurlanır, kâinatımız şenlenir. [161]
Kur'ân, âhiret âlemlerinin mukaddes haritasıdır. [162] Cennet-Cehennem bizler için birer gaybdır. Kur'ân-ı Kerim, âyetleriyle ebediyet diyarını bize anlatır. Kıyamet ile dünyanın Ölümünü, sonra daimi bir hayatın başlayacağını ders verir. Aklen hiçbir insanın ulaşamayacağı âhiret âleminin menzillerinde gezdirir. Böylece, insanın ufkunu açar. Şu dünyadan âhireti seyrettirir bir mertebeye getirir. Onun yüzünü fenadan bekaya çevirir. [163]
Lokman Sûresinin son âyeti, beş gaybî meselenin bilinmesini Allah'a tahsis eder. Bunlar:
1. Kıyamet
2. Yağmurun yağması
3. Rahimlerde ne olduğu
4. Kişinin yarın ne kazanacağı
5. Kişinin nerede öleceğidir.
Bu beş meseleden ikinci ve üçüncüye şöyle bir itiraz gelir. Derler ki: Rasathanelerde bir âletle, yağmurun iniş vakti keşfediliyor. Hem röntgen ışınlarıyla ve ultrason aletiyle ana rahmindeki ceninin erkek-dişiliği anlaşılıyor. Demek bunları biz de bilebiliriz.
Böyle bir itirazı, bir kısım ehl-i ilim, " o ikisi gayba dahil değildir. Dolayısıyla bilinebilir" diyerek cevaplandırırlar ve böylece mugayyebat-ı hamseyi selaseye (üçe) İndirirler.
Bediüzzaman, Lem'atar isimli eserinde, bu iki meseleyi şu şekilde açıklar: (Özetle)
Yağmurun iniş vakti bir kurala bağlı değildir. Doğrudan doğruya Allah'ın hususî' isteğine bağlıdır ve rahmet hazinesinden hususi iradeye tabidir. Bunun bir hikmeti şudur ki:
Kâinatta en mühim hakikat ve en kıymettar mahiyet, vücut, hayat, nur, rahmettir. Bu dört şey perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya, Allah'ın kudretine ve özel iradesine bakar. Diğer varlıklarda zahiri sebepler kudretin tasarrufuna perde oluyorlar. Aksamadan devam eden kanunlar ve kaideler, bir derece irade ve meşiete perde oluyor. Fakat vücut, hayat, nur ve rahmette, o perdeler konulmamış. Çünkü, perdelerin konuş hikmeti, o işte cereyan etmiyor. Madem vücutta en mühim hakikat rahmet ve hayattır. Yağmur hayata kaynak ve rahmete vesiledir, belki rahmetin kendisidir. Elbette vasıtalar perde olmayacak, kaide ve monotonluk dahi, Allah'ın hususi isteğini örtmeyecek. Ta ki, her vakit herkes, herşeyde şükür ve ubudiyete, sual ve duaya mecbur olsun. Eğer bir kaide dahilinde olsaydı, o kaideye güvenip, şükür ve rica kapısı kapanırdı.
Güneşin doğmasında ne kadar menfaatler olduğu malumdur. Halbuki hep aynı bir kaideye tâbi olduğundan, güneşin çıkması için dua edilmiyor ve çıkmasına dair şükür yapılmıyor. İnsanın bilgisi, o kaidenin yoluyla yarın güneşin çıkacağını bildiği için, gaybdan sayılmıyor. Fakat, yağmurun meydana gelmesinde gerekli olan şeyler, bir kaideye. tâbi olmadığı için. her vakit insanlar rica ve dua ile dergah-ı İlahiyeye ilticaya mecbur oluyorlar. İnsanın bilgisi, iniş vaktini tayin edemediği için, sırf rahmet hazînesinden özel bir nimet telakki edip, hakîkî şükrediyorlar.
İşte bu âyet, bu nokta-i nazardan yağmurun iniş vaktini mugayyebat-ı hamseye dahil ediyor. Rasathanelerdeki âletle bir yağmurun ön habercilerini hissedip vaktini belirlemek, gaybı bilmek değil, gaybdan çıkıp şehadet âlemine yaklaşması vaktinde, bazı ön habercilerini ıttıla suretinde bilmektir.
Nasıl en gizli gaybî şeyler meydana geldiğinde, veya vukua yakın olduktan sonra, bir çeşit önseziyle bilinir. O, gaybı bilmek değil, belki o, mevcudu veya vücuda yaklaşanı bilmektir. Hatta ben kendi asabımda bir hassasiyet cihetiyle, yirmi dört saat evvel, gelecek yağmuru bazan hissediyorum. Demek yağmurun habercileri, öncüleri var. O öncüler rutubet nevinden kendini gösteriyor, arkasından yağmurun geldiğini bildiriyor. Bu hal, aynen kaide gibi, insan bilgisinin gaybdan çıkıp daha şehadete girmeyen şeylere ulaşmasına bir vesile olur. Fakat, daha âlem-i şehadete ayak basmayan ve özel irade ve rahmetten çıkmayan yağmurun iniş vaktini bilmek, Allâmu'l-Guyub olan Allah'ın ilmine mahsustur.[164]
Röntgen ışınlarıyla ana rahmindeki çocuğun erkek ve kız olacağım bilmekle, "Rahimlerde olanı bilir" [165] âyetinin gaybî mealine zıd olamaz.
Çünkü, âyet yalnız erkeklik ve kızlık durumuna değil, belki o çocuğun özel kabiliyeti ve istikbalde kesbedeceği vaziyetine medar olan mukadderat-ı hayatiyesinin esasları, hatta simasındaki gayet acîb olan Samediyet sikkesi murattır ki, çocuğun o tarzda bilinmesi, Allamu'l-Guyub olan Allah'ın ilmine mahsustur. Yüzbin röntgen-misal insan fikri birleşse, yine o çocuğun umum insan ferdlerine karşı birer âlamet-i farikası bulunan, yalnız gerçek yüz simasını keşfedemez. Nerde kaldı ki, yüz simasından yüz defa harika olan. kabiliyetindeki manevi simayı keşfedebilsin.[166]
Kur'ân'ı Kerim, şu şehadet âleminde gaybin dilidir. Gözle görmediğimiz âlemleri anlatır. Göklerin ve yerin yaratılışından, Levh-i Mahfuz'dan, İmam-ı Mübinden, Kitab-ı Mübînden, haşirden, kıyametten, hesabın görülüp herkese amel defterlerinin dağıtılmasından bahseder. Bunların hepsi bizim için gaybî olaylardır. Akıl tek başına bunları kabulde zorlanabilir. İşte, bu noktada, o gaybî mânâların şehadet âleminden örneklerle anlatılması gerekir. Bediüzzaman da, tefsirinde böyle yapmıştır. Bazı örnekleriyle meseleye bakmaya çalışalım:
1. "Allah gökleri ve yeri altı günde yarattı."[167] Kur'ân'da "gün" ifadesi izafi bir şekilde kullanılır. Bin seneye ve ellibin seneye de "gün" denilir. [168] İşte, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde Fatır-ı Zülcelâlin yarattığı seyyal âlemleri, seyyar kâinatları, geçici dünyaları gözlere gösteriyoruz. Evet, güya insanlar gibi dünyalar dahi birer misafirdir. Her mevsimde Zât-ı Zülcelâl'in emriyle âlem dolar, boşanır.[169]
Yani yaratma, olmuş-bitmiş bir olay değil, devam edegelen bir süreçtir. Yüce Yaratıcı, birer gün hükmünde olan herbir asırda, herbir senede, herbir günde, nice akıp giden âlemler, gezen kâinatlar, geçici dünyalar yaratmaktadır.
2. Levh-i Mahfuz (Kâinatın hafızası. Herşeyin aslıyla ve neticesiyle kaydolduğu yer). İnsanın hafızası, Levh-i Mahfuzun bir nümunesidir.[170]
Ayrıca, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdek ve tohumlan Levh-i Mahfuzdan haber vermektedir. Her insandaki nüfus cüzdanı, büyük bir nüfus kütüğünü göstermesi, küçük küçük sızıntıların, büyük bir su menbaından haber vermesi gibi; insanların hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdek ve tohumları büyük bir Levh-i Mahfuza işaret etmektedir.[171]
3. Herşeyin kaydedilmesi "Yaş ve kuru herşey Kitabı Mübîndedir."[172]
"Biz herşeyi İmam-ı Mübin'de saymışızdır"[173] gibi âyetler, herşeyin vücuda gelmeden ve vücuddan gittikten sonra yazıldığını, kaydedildiğini ifade ediyorlar. Vücuda gelmeden herşeyin yazıldığının misali, tohumlar ve çekirdeklerdir. Meselâ, koca bir ağaç, küçük çekirdeğinde kader kalemiyle yazılmıştır.[174]
Vücudundan sonra herşeyin hayat macerasının yazıldığına delil ise, bütün meyveler ve hafızalardır.[175]
İnsanın hayat macerasıyla beraber, kısmen âlemin geçmiş olayları, insanın hafızasında öyle bir şekilde yazılıyor ki, güya hardal küçüklüğünde, bu kuvvecikte kudret eli, kader kalemiyle insanın amel sayfasından küçük bir senet istinsah ederek, insanın eline verip, dimağının cebine koymuş. Tâ muhasebe vaktinde onunla hatırlatsın. Hem tâ mutmain olsun ki, bu fena ve zeval here ü mercinde beka için pek çok aynalar var ki, Kadîr ve Hakîm olan Allah, gelip geçen şeylerin hüviyetlerini onlarda görüntüleyip ebedileştiriyor. Hem, beka için pekçok levhalar var ki, Hafız ve Alîm olan yaratıcı, fânilerin manâlarını onlarda yazıyor.[176]
4. Haşir Öldükten sonra insanların yeni bir hayata kavuşmaları, Kur'ân'ın bize getirdiği en büyük gaybî haberlerdendir. İsrafil isimli meleğin Sûra üfürmesiyle kıyamet kopacak, Sûra ikinci üfürmesiyle herkes mahşerde toplanacaktır.
Güz mevsimi, kıyamete bir numunedir. [177] Bahar ise, öldükten sonra dirilmenin örneğidir [178] ve senelik haşrin meydanıdır. [179] Hz. İsrafil'in (a.s.) Sûra üfürmesi, gökgürültüsüyle görevli meleğin baharda yağmura bağırması ve yeraltında gömülen çekirdeklere ruh üflemekle müjdelemesi gibidir. [180] Gökgürültüsüyle çekirdekler uyandığı gibi, İsrafil'in Sûra üfürmesiyle de, ölüler dirilecek, haşir gerçekleşecektir.
Bu haşrin neticesinde "Amel defterleri neşredildiğinde"[181] âyetinin mânâsı tecelli edecek, herkese amel defteri, bir sayfa halinde verilecektir. Bahar haşrinde başka noktaların benzemesi olduğu gibi, şu amel defterlerinin neşrinin örneği pek açıktır. Çünkü, her meyveli ağacın, veya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Allah'ın isimlerini ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise, ubudiyetleri var. İşte, onun bütün bu amelleri, hayatıyla beraber umum çekirdeklerinde, tomurcuklarında yazılıp, başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve suret lisanıyla, gayet fasih bir surette analarının ve asıllarının amellerini zikrettiği gibi; dal-budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle amel defterini neşreder.[182]
Evet, İslâmiyet vahiy dinidir. Fakat bütün meseleleri makuldür. Her ne kadar akıl, tek başına o yüksek hakikatlere çıkamasa da, böyle temsiller ve teşbihlerle anlayabilecek kapasitededir. [183]
Peygamberler Allah'ın bildirmesiyle diğer insanların bilemediği bazı gaybî haberlere mazhar olmuşlar, Allah'ın izin verdiği ölçüde başkalarına da bildirmişlerdir.
Meselâ, Hz. İsa kendisinden sonra gelecek peygamberi şöyle bildirir: "Ey İsrailoğulları! Ben Allah'ın size gönderdiği bir elçiyim. Benden önceki Tevrat'ın bir tasdikçisi ve benden sonra gelecek, ismi Ahmed olan bir peygamberin müjdecisiyim."[184]
Yine Hz. İsa, Cenabı Hakkın kendisine verdiği mucizeleri nazara verirken, şunu da söyler: "Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm."[185]
Benzeri bir durum Hz. Yusuf için de geçerlidir. Hz. Yusuf zindanda iken, ordakilere hangi yemeğin geleceğini haber vermektedir.[186]
Hz. Yusuf un babası Hz. Yakub, oğlundan uzun yıllar haber alamamış olmakla beraber, onun hayatından ümidini kesmemişti. "Allah katından sizin bilemediğiniz şeyleri biliyorum" diyordu.[187]
Nitekim, Hz. Yusufun gömleğini getiren kervan Mısır'dan yola çıktığında, Hz. Yakub o kadar uzak mesafeden "Eğer bana bunaklık isnat etmezseniz ben Yusufun kokusunu duyuyorum" demişti.[188]
Kur'ân'dan verdiğimiz bu örneklerde görüldüğü gibi, peygamberler diğer insanlardan farklı olarak özel bir gayb bilgisine mazhardırlar. Fakat bu, onların gaybı bildiği anlamına gelmez. Çünkü peygamberler, gaybı bilen kişiler değil, vahiy yoluyla gaybdan haber alan kimselerdir. Yani, Allah'ın bildirmesiyle gayba vakıf olan insanlardır. [189]
"Âlemlere rahmet olarak gönderilen"[190] ve "Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım" [191] taltifine mazhar olan Hz. Peygamber (a.s.m.) elbette gayb bilgisi yönünden de en seçkin bir konumdadır.
Bazıları, "De ki: Ben size 'Allah'ın hazineleri benim yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmem" [192] âyetinden hareketle, Hz. Peygamber (a.s.m.) gaybdan haber vermemiştir. "İlerde şöyle olacak, böyle olacak..." tarzında ona nisbet edilen şeyler, zamanla bazıları tarafından uydurulmuştur" iddiasındadırlar. Halbuki, Kur'ân'ı dikkatle okusalar böyle bir iddiaya girişmeyeceklerdi. Zira Hz. Peygamber (a.s.m.) kendiliğinden gaybı bilmez. Fakat Allah ona bildirir, oda ümmetine haber verirdi.
Tefsiri asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulan Kadı Beydâvî, "ben gaybı da bilmem" âyetini "bana vahyedilmedikçe ye kendisine bir delil bırakılmayınca" kaydını söyleyerek tefsir eder.[193]
Sözün burasında, Hz. Peygamberin (a.s.m.) birbirinden farklılık arzeden iki şahsiyetine dikat çekmekle fayda görüyoruz.
1- Beşerî yönü
2- Peygamberlik yönü.
Hz. Peygamber (a.s.m.), beşeri yönü itibariyle bizim gibi bir insandır. O da yer, içer, sıcaktan soğuktan etkilenir. Yarın ne olacak, ilerde neler olacak bilemez. Peygamberlik yönüyle ise, vahye mazhardır. Allah'tan gelen mesajlara bir alıcı durumundadır. Beşeriyet itibariyle "zelle" denilen bir yanılması olsa, vahiyle yönlendirilen bir konumdadır.
Meselâ, Tebük savaşına katılmamak için kendisinden izin isteyen münafıklara izin vermiştir. Gelen âyetlerde kendisine şöyle hitap edilir: "Allah seni affetsin, niye onlara izin verdin..."[194]
Abdullah İbni Ümmü Mektum âmâ bir insandır. Birgün Peygamberimiz (a.s.m.) Mekke'nin önde gelen müşriklerine İslâmı anlatırken. Resulullahın (a.s.m.) sesini duyar, oraya gelip der: "Yâ Resulallah, Allah'ın sana öğrettiklerinden bana öğret." Peygamberimiz (a.s.m.) o esnada onunla meşgul olmak istemez. Yüzünü ekşitir, ondan yüz çevirir. Diğerlerine anlatmayı daha uygun bulur. Bu olay üzerine gelen Abese Sûresinin ilk âyetlerinde onun bu tavrının yanlış olduğu, bir daha böyle yapmaması hatırlatılır.[195]
Peygamberin beşeri yönünün en belirgin örneklerinden birisi, şu olayda kendini göstermektedir:
Hz. Peygamber (a.s.m.) Medine'ye geldiğinde Medine ahalisinin hurmaları aşıladığını görür. "Sanırım yap-masanız daha iyi olur" der. Bunun üzerine aşılamayı bırakırlar; verim düşer. Durum Resulullaha (a.s.m.) söylenince "Ben ancak bir beşerim. Dininizden bir şey size söylediğimde onu yapın. Kendi görüşümle birşey emredersem, bilin ki ben de bir insanım" "Siz, dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz" der.[196]
Yeri gelmişken şunu da belirtmek gerekir: Hz. Peygamberin (a.s.m.) bir beşer olması, onun için bir noksanlık değil, aksine bir kemâldir. Bir beşer değil de, bir melek olsaydı, insanlara önder olamazdı, rehberlik edemezdi.
Meselâ, Peygamberimizin (a.s.m.) yanma gelen davacı-davalılarâ gayb bilgisiyle hüküm verseydi, bizlere örnek olamazdı. Halbuki şöyle diyor: "Siz bana davacı-davalı olarak gelirsiniz. Olur ki, bazınız davasını daha güzel anlatır. Ben de onun lehine hüküm veririm. Kime bu şekilde kardeşinin hakkından verirsem, bilsin ki, ona ateşten bir parça vermiş olurum."[197]
Sahabiler, Hz. Peygamberin (a.s.m.) beşeriyet ve peygamberlik yönlerini ayırd edebiliyorlardı. Meselâ, Bedir Savaşı öncesi Resulullah (a.s.m.) orduyu bir yere yerleştirdiğinde sahabilerden Hubab bin Münzir "Yâ Resullallah, eğer buraya yerleşmemiz Allah'dan sana gelen bir vahiyle değilse, suları tutup düşmana göre avantajlı bir durumda olmamız daha uygundur" der. Hz. Peygamber (a.s.m.) uygun görür. Hubab'ın görüşüne göre hareket edilir.[198]
Görüldüğü üzere, hem Resulullah (a.s.m.), hem de ashabı onun beşeri yönüyle peygamberlik yönünü birbirinden ayırd etmektedir. [199]
Resulullah (a.s.m.) peygamberlik yönüyle birtakım gaybî sırlara mazhardır. Bunun en büyük delili başta Kur'ân-ı Kerimde bunun çok örneklerine rastlamaktayız. Meselâ, Hudeybiye Barışı dönüşünde nazil olan Fetih Sûresinde, sefere katılmayan münafıkların ne gibi mazeret uyduracakları Peygamberimize (a.s.m.) haber verilmişti:
"Geride kalanlar sana 'mallarımız ve çocuklarımız bizi alıkoydu. Bizim için istiğfar et' diyecekler. Onlar dilleriyle kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlar."[200]
Benzeri bir durum Tebük Seferine katılmayanlarla ilgili: "(Seferden geri kalan münafıklar) onlara döndüğünüzde size özür beyan edecekler. De ki: Özür beyan etmeyin. Size inanmayacağız. Alah bize, durumlarınızı haber verdi."[201]
Keza, Hz. Peygambere {a.s.m.) münafıkların birtakım halleri vahiyle bildirilmektedir:
"Onlar 'başüstüne' derler. Yanından ayrıldıktan sonra bir kısmı gece senin dediğinden başkası kurar."[202]
"İnsanlardan bir kısmı vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider. Kalbindekine Allah'ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır. Dönüp gitti mi (sende ayrılıp bir iş başına geçti mi) yeryüzünde fesat çıkarmaya, harsı ve nesli helak etmeye çalışır."[203]
Şu olay da, Hz. Peygambere (a.s.m.) gelen gaybî bilgiyi teyid etmektedir:
Ebu Âmir, Hz. Peygamber (a.s.m.) Medine'ye gelmeden Önce Hıristiyanlığı din olarak seçen ve ruhban olarak yaşayan birisidir. Resulullah (a.s.m.) Medine'ye geldiğinde kendisinin reislik ve saltanatı sona erdiğinden, Peygambere düşman kesilir. Müşriklerle beraber hareket eder. Huneyn mağlubiyetinden sonra Şam'a kaçar. Oradan Medine münafıklarına "Elinizden geldiğince silahlanın. Benim için de bir mabed yapın. Ben Rum Kayserine gidiyorum. Oradan büyük bir ordu ile gelip Muhammed ve arkadaşlarırını sürüp çıkaracağım" diye haber gönderir. Münafıklar da, böyle bir mescidi yapıp, açılışına Peygamberi (a.s.m.) davet ederler. Resulullah (a.s.m.) gelmeye hazırlanırken, gelen âyetler durumu Resulullaha (a.s.m.) haber verir:[204]
"Onlar o kimselerdir ki, zarar vermek, küfrü yaymak, mü'minler arasına ayrılık sokmak ve daha önceden Allah ve Resulü aleyhinde savaşmış olana yataklık etmek için bir mescid edindiler İyilikten başka birşey murad etmedik' diye yemin de ederler. Fakat Allah şahittir ki, bunlar gerçekten yalancıdırlar. Orada asla namaz kılma!..."[205]
Şu âyet, Hz. Peygamberin (a.s.m.) vahiyle bir kısım gaybî bilgiye ulaştığının en açık delillerindendir:
"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir sır söylemişti. Fakat eşi, bunu başkasına haber verdi. Allah bunu, peygamberine bildirdi. Peygamber, bir kısmını söyleyip bir kısmından vazgeçmişti. Peygamber bunu haber verince eşi 'bunu sana kim haber verdi' dedi. Peygamber, 'Alîm ve Habîr olan Allah haber verdi' dedi."[206]
Bahari'de zikredilen rivayetten Resulullahın (a.s.m.) bu iki zevcesinin Hz. Hafsa ve Hz. Aişe olduklarını öğrenmekteyiz.[207]
Mümtehine Sûresinin iniş sebebi de Resulullahın (a.s.m.) gaybdan talimat aldığının bir misalidir.
"Ey iman edenler! Benim ve sizin düşmanınızı dostlar edinmeyin" diye başlayan sûre. Hâtib bin Ebi Beltea dolayısıyla inmiştir. Şöyle ki:
Bedir gazilerinden olan Hâtıb, Medine'den Mekke'ye gelen sâre ismindeki kadına bir mektub verir. Mektubda, Hz. Peygamberin (a.s.m.) Mekke'yi fethe hazırlandığını haber vermektedir. Kadın Mekke'ye doğru yol alırken, Hz. Cebrail durumu Resulullaha (a.s.m.) bildirir. Resulullah (a.s.m.), bir kısım ashabını çağırır. "Filan yerde Mekke'ye giden bir kadın bulacaksınız. Üzerinde Hâtıb'ın bir mektubu var. Mektubu getirin, kadını ise bırakın yoluna devam etsin" der. Giderler, kadını bulurlar. Kadın önce inkâr ederse de, sonunda saçında sakladığı mektubu vermek zorunda kalır!
Resulullah (a.s.m.), Hâtıb'ı çağırtıp "niye böyle yaptığını" sorar. Hâtıb der: "Yâ Resulallah, İslama girdikten sonra küfre dönmüş değilim. Mekkeli muhacirlerin herbirinin Mekke'de aşiretini koruyacak kimsesi var. Benimse yok. Kimsesi olmayan birisiyim. Ailem de onların arasında. Onlara yardımcı olmak istedim. Bildim ki, Allah Mekkelilerin cezasını verecek. Mektubum ise, onlardan bu cezayı gidermeyecek."[208]
Resulullah (a.s.m.), Kur'ân vasıtasıyla "âlemin yaratılışı, geçmiş ümmetlerin kıssaları, İslâmın ve Müslümanların geleceği" gibi birtakım gaybî olayları haber vermiştir. Bunların izahını başka bir çalışmaya bırakarak, şimdi hadislerde yer alan bazı gaybî durumları takdime çalışacağız. Şöyle ki: Resulullah (a.s.m.), hem kendi devrinde olan ve hem de ilerde olacak olaylardan haber vermiştir.
I- Kendi devrinde olanlardan haber vermesi:
Birgün Resulullah (a.s.m.) mihraptayken der:
"Saflarınızı düzgün tutun. Ben sizi önümde iken gördüğüm gibi, sırtım dönük olduğunda da görürüm."[209]
Bir savaş esnasında Müslüman saflarında yer alan Kuzman isimli biri, cesur bir şekilde savaşmaktadır. Resulullaha (a.s.m.) bu adamın cesaretinden bahsedildiğinde "bu adam cehennemliktir" der. Ashab bu sözü hayretle karşılar. Savaşın sonunda Kuzman ağır yaralıdır. Kendisine "Artık Allah'a kavuşma vaktidir" derler. Kuzman "ben Allah için savaşmadım ki" der. Aradan biraz geçince yaralarının acısına dayanamayıp intihar eder. Böylece Resulullahın (a.s.m.) "o cehennemliktir" sözü anlaşılmış olur.[210]
Huzeyfe'nin annesi. Peygamberi davet etmediği için oğlunu azarlar. Oğlu özür diler, "Resulullaha (a.s.m.) gidip af dileyeceğini" söyler. Huzeyfe, akşamdan yatsıya kadar peygamberin yanında kalır. Namazdan sonra mescidden çıkan Hz. Peygamberi (a.s.m.) takip eder. Resulullah (a.s.m.) onu görünce der:
"Ey Huzeyfe, Allah seni de, anneni de bağışlasın."[211]
Hz. Peygamber (a.s.m.). Bedir Savaşından bir gün önce küfrün liderlerinden kimin nerede öldürüleceğini teker teker haber verir.[212]
Habeş Kralı Necaşi'nin öldüğü gün Hz. Peygamber (a.s.m.) ashabına: "Bugün bir kardeşiniz vefat etti. haydi namazını kılalım" der. Kalkarlar, onun cenaze namazını kılarlar.[213]
Hz. Peygamber (a.s.m.), 629'da, ashabından 3.000 kişinin Bizansm yüzbini aşan ordusuyla yaptığı savaşı, aynı anda Medine'de etrafındakilere haber verir. Göz yaşları içerisinde, sırasıyla Hz; Zeyd, Hz. Cafer, Hz. Abdullah bin Revaha'mn şehit olduklarını, sonra Hz. Halid bin Velid'in sancağı aldığını anlatır.[214]
Günümüz imkânlarıyla, Hz. Peygamberin (a.s.m.), başka bir yerde meydana gelmiş bir olayı haber vermesini anlamak çok daha kolaydır. Dünyanın öbür ucunda meydana gelen bir olay, radyo ve televizyonlarla anında naklen yayınlanmaktadır. En büyük bir insanın kalbinde, Allah'ın izniyle bu olayların yansıması, hiç de garip bir şey değildir.
Resulullah (a.s.m.), kendisinin bu farklılığına şu sözleriyle dikkat çeker: "Ben sizin görmediğinizi görür, duymadığınızı duyarım"[215]
2- Resulullahın (a.s.m.) ilerde olacaklardan haber vermesi:
Hz. Peygamberin (a.s.m.) gelecekle ilgili haber verdiği olaylar hayli fazladır. Biz bunlardan, özellikle günümüze bakanları bazı kısa yorumlarla nakledeceğiz:
Hz. Huzeyfe anlatıyor: "Resulullah birgün kalktı: bize kıyamete kadar olacak şeyleri anlattı. Bunları hıfzeden hıfzetti, unutan unuttu. Bu arkadaşlarım bunu bilirler. Resulullahın (a.s.m.) haber verip de, benim zamanla unuttuğum şeyleri, o şey olduğunda hatırlıyorum. Tıpkı, kişi birisini yokluğunda hatırlamayıp onu gördüğünde tanıması gibi..."[216]
Yine Hz. Huzeyfe'den: Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurdu: "emaneti eda edecek kişi nerdeyse kalmayacak. Hatta denilecek ki; Talan kavimde emin birisi var. Kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunmayan kişi için, ne kadar akıllı, ne kadar zarif birisi' denilecek."
Bu rivayeti nakleden Hz. Huzeyfe diyor: "Ben bir zamanlar kiminle alış-veriş ettiğime dikkat etmezdim. Çünkü alış-veriş ettiğim kimse eğer Müslümansa zaten güvenilirdi. Eğer bir Hıristiyansa, onun idarecisi hakkımı bana verirdi. Ama bugün, falan falandan başkasıyla alış-veriş yapamıyorum."[217]
Bir hadisinde Hz. Peygamber (a.s.m.) şu beş şeye dikkat çeker:
1- Bir toplulukta açıktan fuhuş işlenir hale geldiğinde onlar için taun (salgın hastalık) ve daha öncekilerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.
2- Ölçü ve tartıda noksanlık yaptıklarında kıtlığa maruz kalırlar, geçim sıkıntısı çekerler ve zalim idareciler başlarına geçer.
3- Mallarının zekatını vermediklerinde semadan gelen yağmurdan muhrum kalırlar. Eğer hayvanlar olmasa, hiç kendilerine yağmur gönderilmez.
4- Allah ve Resulünün ahdini yerine getirmediklerinde, Allah onlara dışardan düşman musallat eder. O düşmanlar onların ellerindeki bir takını mallara sahip olurlar.
5- Onların idarecileri Allah'ın indirdiğiyle hükmetmediği ve Allah'ın indirdiğini seçmediklerinde, Allah onlara kendi içlerinde dahili fitne verir. [218]
Bu beş maddeden birinci maddede, her türlü fuhşiyatın açıktan işlendiği Batı toplumlarında görülen AİDS gibi hastalıkları görebileceğimiz gibi; beşinci maddeden de, yıllardır dahili fitnelerle çalkanan kendi toplumumuza bakabiliriz.
"Kıyamet öncesi gecenin karanlığı gibi fitneler olacak. Kişi o fitnelerde mü'min sabahlayacak, kâfir akşamlayacak. Mü'min akşamlayacak, kâfir sabahlayacak" [219] ve dünyevi bir menfaat için dinini satacak."[220]
Bir gün Resulullah (a.s.m.) etrafındakilere der:
"Aç kimselerin yemek kaplarına üşüşmesi gibi diğer milletlerin üzerinize gelmesi yakındır" Biri de
"Yâ Resulallah, o gün az olacağımız için mi saldıracaklar?" Resulullah (a.s.m.) cevap verir:
"Hayır, bilakis çok olacaksınız. Lakin, selin geride bıraktığı artıklar gibi kıymetsiz hale geleceksiniz. Allah düşmanlarınızın göğsünden sizin heybetinizi giderecek. Sizin kalplerinize de 'Vehen' bırakacak." Biri sorar:
"Yâ Resulallah (a.s.m.), vehen nedir?" Resulullah (a.s.m.) der:
"Dünya sevgisi, ölüm korkusu."[221]
Bugün bir milyarı aşan İslâm âlemi, naklettiğimiz hadisedeki manzarayı yaşıyor. Dün. "Osmanlı geliyor" deyince ödü kopan Avrupalı, bugün bizi istediği gibi yönlendirebiliyor.
Şu hadis ise bu ümmet içinde gayr-i müslimlerin yoluna gidenlerin olacağını haber veriyor:
"Sizden öncekilerin yoluna adım adım, karış karış tabi olacaksınız. Hatta bir kertenkele deliğine girseler, siz de gireceksiniz." Derler:
"Yâ Resulallah, Yahudi ve Hıristiyanlara mı uyacağız?" Hz. Peygamber (a.s.m.) der:
"Ya kime? (Tabi onlara uyacaksınız)."[222]
"Kıyamet alâmetlerinden ilki, insanları Şarktan Garba sürükleyen bir ateştir" [223] hadisi de, Batı taklitçiliğine işaret eder görünmektedir. Bugün nasıl ki Batı dediğimizde Avrupa, Amerika anlaşılıyorsa, onlarda da Doğu denildiğinde İslâm âlemi anlaşılmaktadır. Osmanlının son devrinde, Tanzimat fermanıyla başlayan bu Batı hayranlığından milletimiz hâlâ kurtulabilmiş değildir.
Bediüzzamanm bu asrın başlarında söylediği "Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor biz burada oynuyoruz"[224] hükmü hâlâ geçerliligini koruyor. Yani, biz kendi başımıza hareket etmiyoruz, başkası bizi harekete geçiriyor. Avrupa, bizi istediği gibi yönlendiriyor. [225]
Hz. Peygamber (a.s.m.), bir hadislerinde 15 kötü Özelliğe dikkat çekip der: "Ümmetim 15 özelliği kendinde gösterdiğinde belalar onları bulur:
1- Devlet malı ganimet sayılıp, belli bir zümrede olduğunda,
2- Emanete hıyanet edildiğinde,
3- Zekât vermek zor geldiğinde,
4-5- Kişi hanımına itaat edip, annesine karşı geldiğinde,
6-7- Arkadaşlarına ikram edip, babasına kaba davrandığında,
8- Mescitlerde sesler yükseltildiğinde,
9- Bir kavmin en rezili onlara önder olduğunda,
10- Kişiye şerrinden dolayı ikram edildiğinde,
11- İçki içildiğinde,
12- İpek elbise giyildiğinde (Erkekler için),
13- Şarkıcı ve şarkı aletleri yaygınlaştığında,
14- Bu ümmetin sonra gelenleri önce gelenlere lanet ettiğinde,
15- Dinsiz eğitim yapıldığında,
İşte o zaman, bir kızıl rüzgar veya bir hasf, veya bir mesh'i bekleyeniz."[226]
Bunlardan bazılarını kısaca açıklamakta fayda görüyoruz:
4 ve 6. da, "kişinin hanımına itaat etmesi, arkadaşına ikramda bulunması", kendisini adım adım felakete götürür.
8.de, mescidlerde seslerin yükselmesinin kötü bir özellik olarak sayılması "her kafadan bir ses çıkması, mescidlerdeki cemaatin, cemaat ruhundan uzaklaşıp, kuru bir kalabalık haline gelmesi" olabilir. Veya, hoca efendilerin mikrofonların da desteğiyle bağıra bağıra anlattığı halde, cemaate tesiri olmaması, anlaşılabilir.
9.da rezil kişilerin önderliğinden bahsediliyor. Buradaki "önder" kavramı, köydeki muhtardan, devlet başkanlığına kadar şümulü olan bir kavramdır. "Bir milletin efendisi onlara hizmet edendir" [227] hadisinden hareketle, bulunduğu makamın hakkını veren idarecilerimizi tenzih etmekle beraber, pekçok başsız başların iş başında olduğu; pekçok hain insanın, hamiyet süsüyle bu aziz millete hıyanet ettiği de bir vakıadır.
14. de tarih düşmanlığı nazara veriliyor. Türkiye'mizde geçmiş namına ne varsa kötülendiği, Batının her türlü rezaletinin medeniyet sayıldığı kara bir dönem yaşanmıştır. Köklerinden uzaklaştırılmış bir nesil, göklere yükselecek sanılmıştır. Halbuki, köksüz bir ağaç kurumaya mahkûm olduğu gibi, tarihine sırt çevirmiş bir millet de çökmeye mahkûmdur. Nitekim bu hata son zamanlarda kısmen anlaşılmış, Osmanlıya "barbar" Abdülhamid'e "kızıl sultan" Vahdettin'e "Vatan haini" denilmesi gibi tarih düşmanlığından bir derece vazgeçilmiştir.
Hz. Peygamberin (a.s.m.) bir başka hadisi, bu maddeyi biraz daha açmaktadır: "İnsanlara aldatıcı seneler gelecek. O senelerde, yalancı doğru kabul edilecek, doğru yalancı sayılacak. Haine emin denilecek, emin kişiye hain damgası basılacak. O yıllarda memleket meselelerinde değersiz kişiler konuşacak."[228]
Beyaza "beyaz" dediği için, "siyaha hakaret etti" diye ömrü mahkeme ve hapishanelerde geçen, çilekeş, aziz bir kahraman "Aman" diye feryad ettiği bir şiirinde, bu gerçeği şöyle dile getirir:
Aman efendim aman! Galiba ahir zaman!
Manzarası yurdumun, Tufan gölünden yaman!
Tam bir buçuk asırdır, Maymunlardan el aman. Bizdeki hale nisbet Maymun taklitten pişman.
Millete kastedenin Adı milli kahraman.[229]
15. de nazara verilen "dinsiz eğitim"in acı tecrübesini de bu millet yaşamıştır. O sistemden geçen ve fakat her nasılsa "dindar" olarak yetişen sağduyulu profesörlerimizden biri, bir defasında şunları itiraf eder: Gençler, sizler bize göre daha iyi bir dönemde geldiniz. Az çok dini öğrendiniz. Biz ise, öyle bir dönemde yaşadık ki, aslında benim "dinsiz" olmam lazımdı. Ben ve benim gibiler "imâlat hatasıyız."
Hadiste, bu onbeş menfi özellik görüldüğünde üç neticesinden bahsediliyor:
1- Kızıl Bir Rüzgar, evet, böyle bir rüzgâr (komünizm) 70 yıl boyunca kuzeyden dünyanın her tarafına esti. Avrupamn yarısını, ülkemiz halkının epey bir kısmını, koca Çini ve daha pekçok ülkeyi etkisi altına aldı.
2- Hasf, çöküntü demektir. Bu özellikleri gösteren bir toplulukta elbette bir çökme olacaktır. Ülkemizde de yaşanan maddi-manevi çöküntülere bir açıdan bakılabilir. Toplumun pekçok kesiminde aile mefhumu çökmüştür, ahlâki değerler çökmüştür, namus mefhumu çökmüştür, millet için fedakarlık çökmüştür...
3- Mesh, insanın hayvana çevrilmesidir. Kur'ân-ı Kerimde bazı toplulukların maymun ve domuz haline çevrildiği anlatılır. Bu çevrilme, maddeten olması mümkün olduğu gibi, manen olması da mümkündür.
Malum, maymun taklitçi hayvandır. Domuz ise, hayvanlar içinde eşini kıskanmayan tek hayvan... Bu açıdan bakıldığında dinsiz eğitimin te'siriyle bu mübarek vatanda pekçok maymun tabiatında Batı taklitçileri; pekçok domuz tabiatında namus mefhumunu yitiren insanlar görülecektir. Kıblemiz güneyde Kâbedir. Ama taklitçi ortamda yetişenlerin bir kısmının kıblesi Kuzeyde Moskova, bir kısmının Batıda Paris veya Washington'dur.
Kanuni Sultan Süleyman, zamanın Fransa kralına yazdığı bir mektupla Fransa'da dansı yasaklatırken, şimdi bazı liselerimizin yıl sonu eğlencelerine kadar bu İslâm dışı adetin girmesi cidden üzücü ve ehl-i hamiyeti düşündürücüdür. [230]
"Fitneler olacak. O fitnelerde oturan ayakta olandan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlı olacak. Ona yaklaşan kendini kurtaramayacak. Kim o fitnelerde bir melce, bir sığmak bulursa, onunla kendini kurtarsın,"[231]
"Zaman birbirine yaklaşacak. Amel azalacak. Cimrilik artacak. Fitneler zuhur edecek. Here çoğalacak." Derler: "Here nedir?"
Resulullah (a.s.m.) cevap verir:
"Öldürmek, öldürmek."[232]
İbni Mâce'de yer alan rivayette, bu herc'in biraz daha izah edildiğini görüyoruz: Müslümanlardan biri der:
"Yâ Resulallah, şimdi de biz müşriklerden bir yılda şu kadar öldürüyoruz." Resulullah (a.s.m.) der:
"(Benim bahsettiğim) müşriklerin katli değil. Birbirinizi katledeceksiniz. Öyle ki, kişi komşusunu, amca oğlunu, yakınını öldürecek." Birisi der:
"Yâ Resulallah, o zaman aklımız başımızda olacak mı?" Resulullah (a.s.m.) cevap verir:
"Hayır, o zamandakilerin çoğunun aklı başından alınacak. Kıt akıllı insanlar onların aklını çelecek."[233]
"İnsanlara öyle bir zaman gelecek ki, katil niye öldürdüğünü, maktul da niye öldürüldüğünü bilmeyecek."[234]
Bu son hadislerde çizilen tabloyu yakın geçmişimizde yaşadık ve yaşıyoruz. Aklı çelinen, beyni yıkanan insanlar, gözünü kırpmadan kendi milletine kurşun sıkabiliyor: [235]
Hz. Peygamberin (a.s.m.) istikbale yönelik haberlerinden şu üçü hayli dikkat çekicidir:
1- "Fıratın suyu çekilecek, altından, altın dolu bir hazine çıkacak. Buna yetişen ondan bir şey almasın.[236]
Müslim'de geçen rivayette ise "Onun yüzünden savaş çıkacağı, % 99 kişinin öleceği" anlatılıyor.[237]
Bazıları, bundan muradın "Fırat üzerinde yapılan barajlar sebebiyle suyun altın gibi kıymet kazanacağı, suyun çekildiği ülkelerin bu yüzden mesele çıkaracağı olabilir" demektedir. Doğrusunu Allah bilir. Fakat şurası bir gerçektir ki, Bugün Güneydoğu'da akan kanın bir ucu GAP projesine dayanmaktadır. Türkiye'nin güçlü bir ülke olmasını istemeyen sömürgeci güçler bu olayları destekleyerek ve körükleyerek kardeş kanı akmasına sebebiyet vermektedirler.
2- "Irak halkına ölçeğin (gıdanın) ve dirhemin (paranın) yasaklanması yakındır." Sahabi sorar:
"Yâ Resulallah, bu nasıl olacak?" Resulullah (a.s.m.) cevap verir:
"Acemler bunu yapacak, bunları Irak ehlinden menedecekler."[238]
Hadis-i Şerif sanki Irak'a uygulanan ambargoyu tarif etmektedir. Acem, Arab olmayanlara verilen isimdir. Hadisin devamında "Suriye halkının da Rumlar tarafından böyle bir hale mâruz kalacağı" anlatılmaktadır.
3- "İnsana vahşi hayvanlar, kamçısının ucu ve ayakkabısının bağı konuşmadıkça, uyluğu ailesinde kendisinden sonra ne olup bittiğini söylemedikçe kıyamet kopmaz."[239]
Kamçının ucunun konuşması, adeta telsizin bir tarifidir. Diğer konuşmalar da nazara alınırsa, şu anda hayretle izlediğimiz iletişim imkânlarının, ileride çok daha hayret verici boyutlara ulaşacağı söylenebilir. [240]
Şu ana kadar zikrettiğimiz hadiselerden öyle anlaşılıyor ki, şu anda bizler âhir zaman fitnesinin tam içindeyiz. Belki pek çoğumuz, yavru balığın anne balığa "anne, deniz nerde?" demesi gibi "âhir zaman nerde, ne güzel yaşıyoruz" diyebilirler. Fakat şunu söyleyelim ki, Peygamberimizin (a.s.m.) gönderilmesi, zaten bir âhir zaman alametidir. Hz. Peygamberin (a.s.m.), işaret ve orta parmağını açarak "Ben ve kıyamet bu ikisi gibiyiz"[241] buyurması bunun bir delilidir. Ayrıca, Kur'ân-ı Kerimin "Kıyamet yaklaştı"[242] diye haber vermesi de, son derece anlamlıdır.
Bir gün Hz. Peygamber (a.s.m.) ashabına olmuş-olacak şeylerden bahsederken ashab "Acaba güneş battı mı?" diye bakarlar. Resulullah (a.s.m.) der:
"Dikkât edin, dünyanın geçen ömrüne nisbetle geriye kalan ömrü. ancak bugünümüze nisbetle geriye kalan zaman gibidir."[243]
Fakat şu da unutulmamalı, dünyanın milyonlarca, hatta milyarlarca senelik ömrü içinde Peygamberimizin (a.s.m.) devrinden bugüne kadar geçen bin dört yüz küsur senelik zaman, az bir zamandır.
İnsan, kendi eceliyle alakadar olduğu gibi, dünyanın eceli demek olan kıyametle de alakadardır. Hz. Peygamber (a.s.m.), civardan kendisini ziyarete gelip de, "Kıyamet ne zaman kopacak?" diye sorduklarında, onların en gencini gösterip şunu söylerdi:
"Eğer bu yaşarsa, yaşlanmadan kıyametiniz kopar."[244]
Hz. Peygamberin (a.s.m.) bu cevabı latif bir nükteyi ihtiva etmektedir. "Bu yaşarsa, yaşlanmadan kıyamet kopar" demeyip "kıyametiniz kopar" demesi o neslin kıyametini ifade etmektedir. Çünkü, ölenin kıyameti kopmuş demektir. Nesillerin de kıyameti vardır. İlerde dünyanın da kıyameti olacaktır. Küçük bir âlem olan insan, ölümden kurtulamadığı gibi, büyük bir insan olan âlem de kıyametten kurtulamayacaktır. [245]
Kıyametin çeşitli alametlerini haber veren Peygamberimiz (a.s.m.), o fitneler hengâmında yapılması gerekenleri, gösterilmesi gereken tavırları da bildirmiştir. Bunlardan bir kısmı şöyledir:
"İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, onlar içinde dinine sabretmek kor ateşi avuçta tutmak gibidir."[246]
"Siz öyle bir zamandasınız ki, sizden her kim enırolunanın onda birini yapmazsa, helak olur. Sonra, insanlara öyle bir zaman gelecek ki, emrolunanın onda birini yapanınız kurtulacak."[247]
"Fitneler zamanında ibadet, bana hicret gibidir."[248]
"Ümmetimin bozulduğu zamanda kim benim sünnetime sarılsa (yolumdan gitse), ona yüz şehid sevabı vardır."[249]
"O fitnelere yetişirseniz oklarınızı kırın, yaylarınızı parçalayın, kılıçlarınızı taşlara vurun. Âdem'in iki oğlundan hayırlı olan gibi olun."[250]
Yani, Müslümanlar içinde meydana gelen dahili fitnelerde kan döken taraf olmayın.
"Said, fitnelerden kaçınan kimsedir. Said, fitnelerden kaçınan kimsedir. Said, fitnelerden kaçınan kimsedir. Belaya maruz kalıp sabredendir. Fakat böylesi ne kadar da azdır."[251]
Zikredilen bu hadislerde, fitneler zamanında ferdî ibadete dikkat edilmesi, aktif olarak fitnelere girilmemesi nazara verilir. Şu hadislerde ise, şuurlu bir Müslümanın hareket tarzı çizilmiştir:
"Sizden her kim bir kötülük görürse, eğer gücü yetiyorsa eliyle düzeltsin. Yetmezse diliyle düzeltsin. Onu da yapamazsa, hiç olmazsa kalbiyle buğzetsin. Fakat bu, imanın en zayıf mertebesidir."[252]
Demek, seyirci kalınmayacak. Müslüman, imkânı nisbetinde çevresindeki günahlara engel olmaya çalışacak. Bu meselede Hz. Peygamber (a.s.m.), aynı gemide yol alan iki grub insanın hallerini nazara verir. "Geminin alt kısmındaki yolcular üsttekilerden su isterler. Üsttekiler ise, ne su verirler, ne de onların su almak için yukarı çıkmasına müsaade ederler. Bunun üzerine alttakiler su niyetiyle gemiyi delmeye başlar. Üsttekiler eğer onlara engel olurlarsa hepsi kurtulur. Fakat, onları kendi hallerine bırakırlarsa hep beraber boğulurlar."[253]
Aynı toplumda yaşayan fertler olarak, bazılarının bu toplum gemisini batırmasına seyirci kalırsak, hepimiz beraber batarız. Resulullahın (a.s.m.) ifadesiyle: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğe engel olursunuz. Ya da Allah yakında umumi bir bela verir. O zaman, dua edersiniz, fakat duanız kabul olunmaz.[254]
Bu meselede, Hz. Peygamberin (a.s.m.) şu ikazı çok manidardır:
"Sizden birisi kendini küçük düşürmesin!" Derler:
"Yâ Resulallah bizden biri kendini nasıl küçük düşürür?" Resulullah (a.s.m.) der:
"Kötü bir durum görür. Orada, Allah için bir söz söylemesi lazımdır. Fakat birşey demez. Allah ona, kıyamet günü şöyle şöyle demene engel olan neydi' der. O kimse 'İnsanlardan korktum' deyince, Cenab-ı Hak buyurur: Asıl benden korkman gerekirdi."[255]
Aynı konuda Hz. Ebu Bekir'in şu hatırlatması da mühim bir noktadır: "Ey İnsanlar! sizler 'Ey İman edenler! siz kendinize bakın. Siz hidayette olduktan sonra başkasının dalaleti size zarar vermez' [256] âyetini okuyorsunuz. Biz Resulullahın (a.s.m.) şöyle dediğini duyduk:
“İnsanlar kötülüğü görüp de onu değiştirmeye çalışmazlarsa, Allah'ın onlara umumi bir bela vermesi yakındır.' "[257] Hz. Ebu Bekir'in bu ifadesi, ayetin "Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Gemisini kurtaran, kaptan" gibi yanlış anlaşılma endişesinden kaynaklanmaktadır.
Bediüzzaman, aynı âyetle ilgili şu noktaya dikkat çeker: "Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız."[258] Evet, nice insan vardır ki, menfî şeylerle zihnen meşguliyetten müsbet hareket edemez hale gelmiştir. Bir doktora düşen, hastanın içler acısı durumuna üzülmekle vakit geçirmek değil, ümidini kesmeden tedaviye devam etmektir.
Hz. Peygamberin (a.s.m.) şu ifadesi ise, imandan gelen cesaretin bir göstergesi gibidir: "En efdal cihad, zalim sultanın yanında hak sözü söylemektir."[259]
Hz. Peygamberin (a.s.m.) geleceğe yönelik hadislerinden bir kısmı deccal ve mehdi ile ilgilidir. Deccal, İslama zarar verecek dehşetli bir kişi, mehdi ise deccala karşı mücadele edecek büyük bir âlimdir.
Resulullahın (a.s.m.) deccalla ilgili haberlerinden bir kısmı şöyle: .
"Sizi ondan sakındırırım. Hiçbir peygamber yoktur ki, kavmini ondan sakındırmış olmasın. Ben size, hiçbir peygamberin onun hakkında demediği bir şeyi söylüyorum: Onun bir gözü kördür."[260]
Yani, maddiyatı görür, maneviyatı görmez. Sistemi de sırf dünyaya yöneliktir.
"Alnının ortasında K-F-R 'Kâfir' yazılıdır. Her ehl-i iman onu okur."[261] İbn-i Mace'de geçen şekliyle "Okuması olan ve olmayan herkes o yazıyı okur." [262] Yani onun küfrü, iman nuruyla bilinir. Alnındaki "kâfir" yazışa bildiğimiz harflerle olmayıp, küfür alameti şeyleri taşımasından kinayedir.
"Onun çocuğu olmayacak, Mekke ve Medine'ye giremeyecek."[263]
"Onun bir suyu ve ateşi olacak. İnsanların su olarak gördükleri yakıcı bîr ateştir. Ateş olarak gördükleri ise, soğuk tatlı bir sudur. Sizden her kim ona yetişirse, ateş olarak gördüğüne talib olsun. Çünkü o, temiz-tatlı bir sudur."[264]
Şu hadis-i şerif ise, deccal fitnesinin büyüklüğünü göstermektedir: "Hz. Âdem'in yaratılışından kıyamet kopuncaya kadar deccaldan daha büyük bir fitne yoktur."[265]
"Resulullah (a.s.m.), deccaldan bahseder. Sorarlar:
'Yâ Resulallah, yeryüzünde ne kadar kalacak?' Der:
'Kırk gün. Bir günü bir sene gibidir. Bir günü bir ay gibidir. Bir günü bir hafta gibidir. Diğer günleri sizin günleriniz gibidir.' Derler:
‘Yâ Resulallah, bir sene gibi olan günde bir günlük namaz yeterli midir?' Resulullah (a.s.m.) cevap verir:
'Hayır, takdir edersiniz.' "[266]
Bediüzzaman, bu rivayetin iki te'vilini yapar:
1- Büyük deccal, kuzey kutbu tarafında çıkacaktır. Çünkü burada bütün sene bir gece, bir gündüzdür. Daha sonra bir ay güneşin batmadığı, derken, bir hafta batmadığı yerlere gelinir. Demek büyük deccal, kuzeyden çıkıp diğer yerlere yayılacağına bir işarettir.
2- Hem büyük deccalın, hem İslâm deccalının üç istibdad dönemleri olacak. Bir dönemlerinde öyle büyük icraat yapacaklar ki, üç yüz senede yapılmaz. İkinci devrede bir senede, otuz yılda yapılmayan işleri yaptırır. Üçüncü devresi, bir senede yaptığı değişiklikler on senede yapılmaz. Dördüncü günü ve devresi ise, normal hale gelir, birşey yapamaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır.[267]
Şu hadis ise, deccalın münafıkane iş göreceğini bildirir: "Kim deccalı duysa ondan yüz çevirsin. Vallahi, kişi onu mü'min zannederek ona tabi olur. Sevkettiği şüpheli şeylerin ardına düşer."[268]
Deccala karşı Mehdi mücadele edecektir. Mehdi Al-i Beyt'ten olacak, Allah onu bir gecede ıslâh edecektir.[269] Zamanında ümmet bolluk içinde yaşayacaktır.[270]
Hz. Peygamberin (a.s.m.) bu konuda talimatı şudur: "Onu gördüğünüzde, buz üzerinde sürünerek de olsa, gidip ona biat edin. Çünkü o, Allah'ın halifesi olan Mehdidir."[271]
Mehdiyle ilgili olarak Bediüzzaman'ın şöyle bir hatırası nakledilir: Sürgün olarak gönderildiği Barla'da saf gönüllü bir zat "Hocam" der. Merak etmeyin, mehdi gelecek, herşeyi düzeltecek." Bediüzzamanm cevabı anlamlıdır: "Mehdi geldiğinde seni vazife başında bulsun."
Yani, mehdiyet meselesi Müslümanları tembelliğe itmemelidir. Mehdi geldiğinde elinde sihirli değnekle bir anda ortalığı süt limana çevirecek değildir. En büyük insan ve en büyük peygamber olan Hz. Muhammed'e (a.s.m.) verilmeyen bir imtiyaz, onun ümmetinden olan bir zata verilecek değildir. Fakat, nasıl ki, Hz. Peygamber (a.s.m.) gelmiştir, ashabını yetiştirmiş, onlar vasıtasıyla İslâmı dört bir tarafa yaymıştır, öyle de, mehdi dahi geldiğinde, yetiştirdiği cemaatle büyük İslâmi hizmetlere vesile olacaktır.
Hadislerde, deccal ve deccallardan bahsedilmesi, böyle münafık tiplerden ehl-i imanın sakınması için; mehdiden bahsedilmesi ise, ehli imanı ümitsizlikten kurtarmak içindir. [272]
Gaybî sırlara mazhariyette herkes aynı derecede değildir. Bazı insanlar, bir gayb âleminin varlığından bile haberdar değilken, bazıları da, gayb denizinde seyahat ederler. Gayb denizi, sislerle örtülüdür. Bu denizde gidenler çoğu kere ne önlerindeki kayaları, ne de ilerideki kıyıları göremezler. Bazan bir rüzgâr eser, sis bulutlarını dağıtır. İşte o zaman, gaflet uykusunda olmayanlar hem önlerindeki kayaları, hem de ilerdeki kıyıları görebilirler. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler, yollarına devam ederler. Yeni ufuklara doğru kürek sallarlar.
İnsan kalbi çok hassas bir alıcıdır. Hem telsiz, hem faks, hem televizyon, hem radar görevlerini yapabilen bir âlet düşünelim. Kullanmasını bilen biri, böyle bir âletten ne kadar çok istifade eder. Bilmeyen ise, onu bir metal yığını olarak görür.
İşte, insanın kalbi böyle bir âletten çok daha hassas bir alıcıdır. Kalbini zikirle, tefekkürle şeffaflaştıran zatlar, pek çok gaybî sırlara mazhar olabilirler. Bediüzzaman'ın, böyle sırlara mazhar bir kişi olduğu, eserlerinden anlaşılmaktadır.
Şimdi, kendi ifadelerinden bunu görmeye çalışalım: Ona göre, iman hakikatleri ve Kur'ân'ın esasları resmi bir şekilde ve ücret karşılığında dünya muamelatı şekline sokulmaz. "Bir mevhibe-i İlahiye olan o esrar (İlâhî bir mevhibe olan o sırlar) halis bir niyet ile ve dünyadan ve huzuzat-ı nefsaniyeden (nefsanî lezzetlerden) tecerrüd etmek vesilesiyle o feyizler gelebilir."[273]
Seksen yedi yıllık bereketli bir ömürde, nefsanî nazlara tenezzül etmeyen Bediüzzaman, halis bir niyetle Kur'ân'a yönelmiş, Kur'ân'ın nurlarına ve sırlarına mazhar olmuştur. Üveysî bir şekilde Abdülkadir-i Geylânî, İmam-ı Gazali, Hz. Ali gibi zatlardan ders almıştır.[274]
Bediüzzaman, Kur'ân tefsiri olan Risale-i Nur için şöyle der:
"Resaili'n-Nur'un mesaili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdî bir ihtiyarla değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor."[275]
"Risale-i Nur, vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil. Belki ekseriyetle, Kur'ân'ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracât-ı Kur'âniyedir."[276]
Yani, Risale-i Nur, Kur'ân'ın feyziyle ve medediyle, Bediüzzaman'ın kalbine gelen ve Kur'ân'dan çıkartılan mânâlar manzumesidir.
Kim ihlas ile ciddi bir şekilde istese matlubuna ulaşır. Cılız bir insan, iyi bir vücut terbiyesi ile görkemli hale gelir. Fiziğe dalan birisi, sonunda iyi bir fizikçi olur. Elektroniğe merak saran birisi, belki de pekçok yeni keşfe imza atar. Onun gibi, Kur'ân'ın sırlarını merak eden ve bütün kabiliyeti ve kapasitesi ile Kur'ân'a yönelen birisi de, Kur'ân âyetlerinin pekçok sırlarına ve nurlarına mazhar olur. Başkasının göremediğini görür ve gösterir. Bu mazhariyetin bazı örneklerine bakmaya çalışalım:
"De ki: Şayet denizler Rabbinin kelimeleri için mürekkep olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi..."[277] "Şu âyet-i azîme, çok büyük ve çok âlî ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitap yazmak lâzım gelir. Onun o kıymetler cevahirini başka zamana taliken, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakaik noktasında benim için ehemmiyetli bir zaman olan namaz tesbihatında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik. Gittikçe tebaud ediyordu (uzaklaşıyordu). Bütün bütün kaybolmadan evvel, o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafında daire-vâri birkaç kelime söyleyeceğiz..."[278]
Üstteki ifadelerden, meselemizle ilgili şu noktalar dikkat çekmektedir.
1- Bediüzzaman için namaz tesbihatı, hakikatlerin hatıra gelmesi yönünden ehemmiyetli bir zamandır.
2- Böyle bir zamanda, bazı hakikatler görülebilir. Fakat bunlar zamanında kaydedilmezse, gittikçe uzaklaşırlar. Kendisinin şu ifadesi de bu mealdedir. "Maatteessüf, ben burada bütün bütün yalnız kaldığım için, çok ehemmiyetli hakikatler yazılmadan, kaydedilmeden geldiler ve gittiler."[279]
Gecenin karanlığında bir şimşek çakıp, etrafı bir derece aydınlatması gibi, insanın zihnine ve kalbine de zaman zaman ilham parıltıları gelir. Öyle bir halde iken normalde göremediğini görür. Bu hali bir inkişaf hali olarak görebiliriz. Böyle bir halde, alıcılar son derece hassastır, duyarlıdır. Meselâ, "Bir zaman ehadiyete dair bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım, arabiyu'1-ibâre bir silsile-i tefekkür kalbe geldi."[280] Aynı ağaca Bediüzzaman, belki binler defa bakmıştır. Fakat, tefekküre daldığı bir halet-i ruhiyede, böyle bir inkişaf gerçekleşmiştir.
Nitekim, fenni keşiflerdeki durum da bir yönüyle buna benzer. "Neticeler birikimlerin çocuğudur" ifadesinin de belirttiği gibi, pekçok birikimin ve çalışmanın sonunda neticeye ulaşılır. Meselâ, Newton, nice kereler elmanın ağaçtan düştüğünü görmüştür. Fakat sonunda, "çekim kanununun" farkına varmıştır.
Bediüzzaman en sıkışık anlarında bile, Kur'ânî sırlarla içiçedir. Meselâ," 'Arzı da biz döşedik. Ne güzel döşeyiciyiz' [281] âyetinin bir nüktesi ve bir ism-i azam, veyahut ism-i azamın altı nurundan bir nuru olan "Kuddüs" isminin bir cilvesi Şaban-ı Şerifin ahirinde, Eskişehir Hapishanesi'nde bana göründü."[282]
Başkalarına hapishanede uzaktan uzağa af görünürken, Bediüzzaman'a Kur'ân âyetlerinin nükteleri görünmektedir.
Fakat bazan da bu görüntü yarım kalmakta. Meselâ " 'İza câe nasrullah' remzinde esrar-ı gaybîye gösterildi. Birden kapandı, perde indi."[283]
Hassas cihazlar iyi bir bakım ve itina istediği gibi, böyle zâtların da kalbî hayatlarına çok itina göstermeleri gerekir. Bazı arızalar, kalbe gelen mânâlara engel olabilir. "İşte, maatteessüf bunlar dünyayı hatırıma getirdikleri için tuluat-ı kalbiye tevakkuf ediyor."[284]
Kur'ân'm sırlarına mazhariyette hassas bir alıcı olan Bediüzzaman, talebeleriyle ve İslâm alemiyle ilgili olayları hissetme hususunda da, son derece duyarlıdır. Meselâ, "Hulusi'nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un şakirtlerine inayet ve rahmet nezâret ve himayet ederler."[285]
Hulusi Bey, Bediüzzaman'm talebeleriridendir. Orduda subay olarak görev yapmaktadır. 1938'de Dersim İsyanı sebebiyle, isyan bölgesine gideceği sırada, tedirgin bir vaziyette iken, Bediüzzaman'ın bu mektubu eline geçer, rahatlar.[286]
Bir gün Barla'da, birkaç talebesiyle evine dönerken, birden sebepsiz "Benden ne istiyorsunuz" diye ehl-i dünyaya bağırmaya başlar. Eve geldiklerinde durum anlaşılır. Yedi-sekiz polis, evde kendisini beklemektedir.[287]
Kastamonu'da sürgünde iken, Isparta'daki talebelerine yapılan taarruzu hisseder. Haberleşme imkânı olmadığı halde, yanındaki Emin ve Feyzî isimli talebelerine der: "Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz, bir halt edemezler."[288]
"Âlem-i İslama indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum"[289] sözü, onun bu yönünü açıkça göstermektedir. Yanında kalan talebelerinin de belirttiği gibi, Bediüzzaman'ın bedenî bir rahatsızlığı olmamakla beraber, Müslümanlar aleyhinde durumlar olduğunda rahatsız olup yatağa düşmektedir. Diğer gün, olay gazetelerde yer aldığında, işin iç yüzü anlaşılmaktadır.
Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "şuurî ve ihtiyari olmayan çok in'ikasât vardır."[290] Yani, kişinin şuuru ve iradesi dışında çok yansımalar olur. Meselâ, sizinle ruhî münasebeti kuvvetli birisinin hastalığı, daha siz onun hastalığını bilmeden az-çok size de yansır. Sizi ilgilendiren sevindirici bir gelişme, daha haber size gelmeden sizi neşelendirir.
İşte, "Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir."[291] diyen Bediüzzaman, bütün İslâm milleti için çalıştığından, onların dertleri ile dertlenmiş, neşesiyle sevinmiştir. Özellikle, başında bulunduğu iman hizmetindeki yakın mesaî arkadaşları ve sadık talebelerinin hizmete taalluk eden hallerini, pek çok kereler kalbinde yansımış olarak bulmuştur. [292]
Kâinat, Allah'ın kudret kalemiyle yazdığı muhteşem bir kitaptır. Bu kitap, baştan sona hikmetlerle doludur. Hiçbir yerinde bir abes, bir fazlalık söz konusu değildir. Kur'ân'm bildirdiği gibi "Çevir gözünü, bir bak! Herhangi bir kusur bulabilir misin? Sonra bir daha, bir daha çevir. Gözün yorgun ve mahrum olarak sana geri dönecektir."[293] Bu gerçeğin en güzel bir misali, insan vücududur. İnsan vücudunda, görevi olmayan hiç bir uzuv yoktur. Sadece karaciğer, dört yüzden fazla görevi başarıyla yürütmektedir.
Kâinatta meydana gelen olaylar, tamamen Allah'ın kudreti ve tasarrufu iledir. Meselâ, biz yağmurun yağdığını görürüz. Gerçekte ise, yağmur yağdırılır. Rüzgâr rastgele değil, Allah'ın emrine göre eser. Hiçbir olayda tesadüf yoktur. "Tesadüf, ancak cehlimizi örten bir perdedir."[294] Bizim tesadüf olarak gördüklerimiz, hakikatta Allah'ın tasarrufudur.[295]
Meselâ, siz evinizde otururken, birden içinize dışarıya çıkıp dolaşma hissi doğsa ve çıktığınızda sokakta, yıllardır görmediğiniz bir dostunuzla karşılaşsanız, bu bir tesadüf, bir rastlantı değil; tevafuktur, ilâhî bir tasarruftur.
Bediüzzaman'ın şu tesbiti son derece dikkat çekicidir: "Çok âdî (sıradan) perdeler içinde mühim işaretler verilir, ehli anlar."[296] Trafik işaretlerinden haberi olmayan birisi, polisin el-kol hareketlerine bir anlam veremez. Yoldaki işaretleri sadece seyreder. Fakat bilen birisi, o hareketlerden ve işaretlerden, sözlü birer ifade gibi mânâ çıkarır, istifade eder.
Bediüzzaman'ın naklettiği şu olaylar, buna birer Örnek olabilir: "Araba ile gezmeye çıkmıştım. Birden Kur'ân'ın medhine mazhar olan Hûdhüd-ü Süleymanî kuşu bir müjde vermek istiyor gibi, on beş dakika kadar yolumuzu takiben sağa ve sola ve yola konup, uçup yine gelip; hiç bu acip tarzı görmediğimiz surette, kanaatim geldi ki, yarın beni mesrur edecek bir haber alacağım."[297] Diğer gün, hayli müjdeli haberler, mektuplar alır.
"Dün birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi. Mecbur oldum Ceylan'a dedim. 'Pencereyi aç, o ne diyecek?' Girdi, durdu, tâ sabaha kadar. Sonra odayı ona bıraktık. Yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım. Yarım dakikada döndüm. Gülerek dedim: 'Bu misafir niçin geldi?' Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum. Ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım. Yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu.
"Sonra, bana hizmet eden çocuk geldi, dedi: 'Ben bu gece gördüm ki, Hafız Ali'nin kardeşi yanımıza gelmiş.' Ben de dedim: 'Hafız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek.'
"Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi, dedi: 'Hafız Mustafa geldi.' Hem Risale-i Nur'un serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdi. Hem serçe kuşunun ve senin, hem kuddüs kuşunun tabirini isbat etti."[298]
Bediüzzaman, eserlerinde kuşların birer müjdeci olarak geldiğine başka örnekler de verir.
Kuşların İslâmî hizmetlerde ve insanların halleriyle alakadar olması, ilk. bakışta uzak bir ihtimal olarak görülür. Böyle bir mânâ, alışmadığımız, duymadığımız, belki de ihtimal bile vermediğimiz bir şey olabilir. II. Dünya Savaşının devam ettiği o yıllarda, demirden kuşların gökten bombalar yağdırdığı bir hengâmede yazılan şu ince mânâlara, herhalde kulak vermek gerekir:
"Nev-i beşerin bu asırdaki vaziyetine bakması noktasında, acaba kâinat kitabının hâdisat ve meseleleri birbiriyle münasebettarlığım düşünen ve hayali geniş bir ehli kalb ve fikir böyle dese hakkı yok mu ki, güya beşer, gayet kesretli tayyareleriyle ve insan kuşlarıyla. kuşların âlemi olan cevv-i havadaki kuşları hem korkutup, hem kuşlar âleminde acîb bir heyecanla, nev-i beşerin gidişatına karşı kuşlar dahi ciddi alakadarlık gösterip, insanların bu zalim tahrîbatçı canavar kuşlarına karşı kimler mukabele edip, onları zulümden, tahripten vazgeçirip, beşerin menfaatinde ve saadetinde çalıştırmasına çalışan kimlerdir? diye Risale-i Nur meselelerine alakadarhk gösteriyorlar denilse yeri yok mu? İhtimal verilmez mi? Mânâsız bir hayal denilebilir mi?"[299]
Tesadüfe tesadüf edilmeyen bu âlemde, elbette kâinat kitabının olayları ve meseleleri birbiriyle münasebettardır. İnsanların yaptığı canavar kuşlar, büyük zulümlere, tahriplere vesile olurken, insanlığın dünya ve âhiret mutluluğu için çalışan Bediüzzaman'a ve emsali kişilere kuşların bu tarz ilgi duyması, gaybî müjdelerin habercisi gibi gelmeleri hiç de akıldan uzak değildir. Mânâsız bir hayal olamaz.
Bediüzzaman'ın zikrettiği ve emsalini bizim de göreceğimiz şu tür olaylar, âlemde tesadüf olmadığını gösterir:
"Yağmura şiddetle ihtiyaç varken üç-dört ay yağmayıp, Denizli Mahkemesinin müsbet bir kararla, Risale-i Nurların sahiplerine teslimine karar verildiğinde yağar."
"Emirdağ'da dört ay zarfında üç defa Cuma gecesinde yağmur gelip, biri Regaib gecesine, biri Mi'rac Gecesine, biri de Şabanın birinci Cumasına tevafuk eder. Aynı zamanda bu üç vakit, Risale-i Nur'un serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmektedir.”
"Risale-i Nur'a hücum edilmesi ve hapsine, dört zelzele tevafuk eder."[300]
Bediüzzaman, Kuran tefsiri olan Risale-i Nur eserlerini 1927-1950 yılları arasında telif etmiştir. Dine şiddetli hücumların olduğu, hatta Kur'ân okutmanın yasak olduğu o istibdat döneminde, bu eserler binlerce nüsha olarak elle çoğaltılmıştır. Eserlerin elle yazıldığı o günlerde, "Allah, Hz. Muhammed, Kur'ân..." gibi lafızlarda dikkat çekecek bir şekilde tevafuk olduğu görülmüştür. Bediüzzaman, bunu şöyle değerlendirir: 'Tevafukta bir inayet-i hassa ve iltifat-ı Rahmanı tezahürü var."[301] Yani, aynı kelimelerin alt alta gelmesi veya manidar nakışlar meydana getirmesinde, Cenab-ı Hakkın hususî inayeti ve rahmetinin tezahürü vardır.
Bu tarz tevafuklardaki gaybî müdahaleyi şöyle anlatır:
"Meselâ, benim avucumda nohut, leblebi, üzüm, buğday gibi maddeler bulunsa, ben onları yere atsam, üzüm üzüme, leblebi leblebiye karşı sıralansa hiç şübhe kalır mı ki, elimden çıktıktan sonra, gaybî bir el müdahale edip sıralamasın. İşte, hurufat ve kelimat (harfler ve kelimeler) o maddelerdir, ağzımız o avuçtur."[302]
Bu tarz tevafuklar, herşeyde bir kasıt ve iradenin cilvesi bulunduğunu, tesadüf olmadığını gösterir... "Hiçbir şey daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi. daire-i irade ve meşietinden dahi hariç değildir."[303]
Tesadüfü reddeden Bediüzzaman, birtakım tefe'üllerde bulunur. Tefe'ül, bir şeyi hayra yormaktır. [304] Resulullah (a.s.m.) da tefe'ülde bulunmuştur. Meselâ, Hudeybiye seferinde, karşı tarafla görüşmelerin tıkandığı bir zamanda, karşı tarafın elçi olarak Süheyl bin Amr'ı göndermesi üzerine, Onun ismiyle tefe'ül ederek "işiniz kolaylaştı" diye ashabına haber verir. [305] ("Süheyl" kelimesinde "kolaylık" anlamı vardır).
Bediüzzaman bazı tefe'üllerini şöyle anlatır:
"Bundan otuz sene evvel (I. Dünya Savaşı sonrası) eski Saîd'in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. 'Elmevtü hak' (ölüm haktır) kaziyyesini düşündü, kendini bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halaskar taharri etti. Gördü ki, yollar muhtelif, tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh Geylani’nin (r.a.), Fütûhu'l-Gayb namındaki kitabıyla tefe'ül etti. Tefeülde şu çıktı: 'Sen Dâru'l-Hikmette iken, kalbini tedavi edecek bir doktor ara.' "
"Aciptir ki, o vakit ben Dâru'l-Hikmeti'l-İslâmiye azası idim. Güya, ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki, en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
"Sonra, İmam-ı Rabbanî'nin Mektubat kitabını gördüm. Elime aldım. Halis bir tefe'ül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat'ında yalnız iki yerde 'Bediüzzaman' lafzı var. O iki mektup, bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında 'Mirza Bediüzzaman'a mektup' diye yazılı olarak gördüm. 'Fesübhanallah' dedim, 'bu bana hitap ediyor.' İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi, çok mektuplarında musırrane şunu tavsiye ediyor: 'Tevhidi kıble et?' Yani, birini üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma!
"Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve bu cetvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'ân-ı Hakîm'dir. Hakîkî tev-hîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en âlâ mürşid de, en mukaddes üstad da odur."[306]
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, Abdülkadir-i Geylanî ve İmam-ı Rabbanî'nin kitaplarıyla yaptığı tefe'ülde, haline uygun bir ders almış, hayatının akışına bir yön vermiştir.
Bediüzzaman'ın ilk talebelerinden Sıddık Sabri'nin ayağında Bediüzzaman'da olduğu gibi iki parmak bitişiktir. Bediüzzaman, bu talebesine gönderdiği bir mektubunda şöyle der: "Senin cisminde (ayağında) kardeşliğimin sikkesini gördüğüm zaman, bir hiss-i kablelvuku (önsezi) ile kalbime geldi: Bu zat, mühim bir vakitte bana çok ehemmiyetli bir kardeşlik edecek. Ve muvaffak oldun, yaptın."[307]
Bu konuda son bir örneği, Bediüzzaman'ın Afyon hapsiyle ilgili şu ifadelerinden göstermek istiyoruz:
"Bu iki gün zarfında iki küçük patlak, zahiri hiçbir sebep yokken, acîb, manidar bir tarzda olması tesadüfe benzemiyor:
"Birincisi: Koğuşumda muhkem demirden olan soba, birden kuvvetli tabanca gibi ses verip, aşağısmdaki kalın ve metin demiri bomba gibi patladı, iki parça oldu, Terzi Hamdi korktu. Bizi hayret içinde bıraktı. Halbuki çok defa kışta taş kömürü ile kızgın kırmızılaştığı halde, tahammül ediyordu.
"İkincisi: İkinci gün Feyzi'lerin koğuşunda, hiçbir sebep yokken, birden su destisi üstünde duran bardak, acib surette parça parça oldu. Hatıra geliyor ki, inşaallah bize zarar dokunmadan aleyhimizdeki dehşetli bombalar, Ankara'nın altı makamatına gönderilen müdafat nüshaları patlattırdılar. Bize zarar vermeden, aleyhimize ateşlenen ve kızışan hiddet sobası iki parça oldu.
"Hem ihtimal var ki, mübarek soba, benim teessüratımı ve tazarruatımı dinleyen tek ve menfaatli arkadaşım, bana haber veriyor, ki, 'bu zindan ve hapishaneden gideceksin. Bana ihtiyaç kalmadı.' "[308]
Bediüzzaman, koğuşundaki sobanın bomba gibi patlayıp iki parça olmasından ve talebelerinin bulunduğu diğer koğuştaki bardağın sebepsiz param parça olmasından bazı gaybî mânâlar sezinlemekte ve tefe'ülde bulunmaktadır. Aleyhlerinde hazırlanan bombanın (imha planının) boşa çıktığına ve yakında hapisten çıkacaklarına bir işaret hissetmektedir.
Gözleri görmeyen birisi için renkler gaybtır. Duymayan birisi için sesler gaybtır. Ledünnî sırlardan nasibini almayanların dünyasında da, böyle ince mânâların yeri yoktur. Onların hali, okumasını bilmeyen birisinin kitabı seyretmesine, veya bir sağırın, orkestra ekibini izlemesine benzer. [309]
Vahiy ve ilham, insan kalbinin en büyük mazhariyetlerindendir. Bunlardan vahiy, peygamberlere mahsus bir haldir. Cenab-ı Hakkın ya doğrudan veya Cebrail vasıtasıyla mesajını peygamberine iletmesidir. İlk insan olan Hz. Âdem, aynı zamanda ilk peygamberdir. Son peygamber olan Hz. Muhammed'e (a.s.m.) gelinceye kadar, binlerce peygamber, vahye muhatap olmuşlardır.
"Gayet kuvvetli bir tezahüratla vahiylerin hakikati, âlem-i gaybm her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlukatm şehadetlerinden çok, kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allamu'l-Guyubdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezeli ile konuşuyor."[310]
Kur'ân-ı Kerim, ilâhi vahyin bir eseri olarak, bütün insanlığa gönderilen en son cihanşümul mesajdır.
İlham ise, bir takım mânâ ve fikirlerin gizlice ilka edilmesidir. Bediüzzaman, vahiy ve ilham arasında şu iki temel farka dikkat çeker:
1- "İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır."[311]
Vahiy, bir padişahın sadrazam veya valiyle görüşmesi ve emirlerini bildirmesi; ilham ise, aynı padişahın has bir hizmetçisi veya avamdan birisiyle, özel telefonuyla görüşmesi gibidir.
2- "Vahiy gölgesizdir, safîdir, havassa hastır. İlham ise, gölgelidir, renkler karışır, umumidir." Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit ve hem pek çok envalarıyla, denizlerin damlaları kadar, Rabbani kelimelerin artırılmasına medar bir zemin teşkil ediyor. "Şayet denizler Rabbimin kelimeleri için mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi"[312] âyetinin bir vechini tefsir ediyor.[313]
Yani, vahiyle bildirilen hakikatler nettir, berraktır. İlham ile gelenler ise; gölgelidir, karışıktır. Vahiy, sadece peygamberlere hastır. İlham ise, meleklere, insanlara, hatta hayvanlara şümullüdür. Meselâ, "yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı birgün iken, havada bir günlük mesafeye gider. Havada izini kaybetmeyerek, sevk-i kaderi ile ve saika ilhamıyla döner, yuvasına girer."[314] Bütün hayvanların insanı hayrette bırakan faliyetlerine, bir çeşit ilham olarak bakabiliriz. Yumurtadan çıkar çıkmaz suya koşan ve yüzmeye başlayan ördek yavrusu, yuvasını çorab gibi ören bülbül, modern bir şehir meydana getiren karınca, elbette ilâhî ilhama mazhariyetle, harika şeyleri gerçekleştirmektedir. "İçgüdü" gibi cılız bir kelimeyle, bu olayları izah edebilmek mümkün değildir. "İçgüdü", herşeyi tabiatın bir eseri gören maddeci felsefe zihniyetinin aldatıcı bir kelimesidir.
İnsanlarda da ilhamın eseri görülür. Sıradan insanlardan, kâmil mürşidlere varıncaya kadar, ilhamın değişik mertebeleri söz konusudur. Kur'ân-ı Kerimde Hz. Musa'nın annesine gelen ilham, bu konuda bizlere ışık tutmaktadır. Şöyle ki:
O devirde Mısır'da hüküm süren Firavun; Ben-i İsrail'in erkek çocuklarını öldürmektedir. Yeni dünyaya gelen küçük Musa'nın da benzeri bir akibete maruz kalmasından endişe eden annesine şu ilham gelir: "Çocuğunu emzir. Onun başına birşey gelmesinden korktuğunda, kendisini (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız."[315]
Gelen bu ilham, üç özellik taşımaktadır:
1- Teselli
2- Yönlendirme
3- Müjde.
"Korkma ve üzülme!" ifadesi bir tesellidir. "Onu denize bırak" ifadesi bir yönlendirmedir. "Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız" ifadeleri ise, geleceğe yönelik iki güzel müjdedir.
Bütün ilhamlarda bu özelliklerden bazılarını veya tamamını görmek mümkündür.
İlhamın en ilgi çeken ve başkalarını da ilgilendiren kısmı, gelecekten haber taşıyan ilhamlardır. Böyle bir ilhama mazhariyetin sırrını, şu ifadelerde görebiliriz: "Ruh, zamanla mukayyed değil. Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. Başkalarına nisbeten mazi ve müstakbel olan vakitler, ona nisbeten hâzır hükmündedir."[316]
Böyle bir mazhariyet, insanın hislerinin ruh derecesine çıkması ile mümkündür. Meselâ, 1831 de vefat eden Dede Müştak Efendi, Divan'ında Ankara'nın başkent olmasına şifreli bir şekilde işaret eder. Verdiği şifre harfler alt alta getirildiğinde, "Ankara" çıkmaktadır. Yine, şifreli olarak başkent oluş tarihine remizde bulunur. Devamında:
"Ey padişah-ı fehham Sultan Hacı Bayram Ruhen ister ikram, Müştak-ı abd-i çaker."
(Yani, ey azametli padişah Sultan Hacı Bayram! Müştak ismindeki aciz kul, senden ruhen ikram ister) demesi de ilginçtir. Çünkü, Hacı Bayram, Ankara'da yaşamıştır ve kabri de Ankara'dadır.
Sonraki beyitteki ifadeleri ise, "bir asır öncesinden Ankara'nın başkent olacağını söylemek, akıl alır bir iş değildir" şeklinde hatıra gelebilecek bir soruya cevap gibidir:
"Reh-i Mevlâ'da her kim aşk ile cismini can eyler.
Gönül murgu gibi pervaz edip tayy-ı mekân eyler."[317]
Yani, kim Mevlâ yolunda aşk ile cismini ruh mertebesine getirirse, onun gönlü bir kuş gibi, bir anda başka mekânlara gider. Fakat yerde gezen karıncaların bu tayy-ı mekânı anlamaları mümkün değildir. Çünkü onlar, önlerine çıkan küçük bir su birikintisini bile aşamamaktadır. Nerede kaldı, bir anda başka iklimlere kanat açabilsinler.
Bediüzzaman'm ifadesiyle "Ehl-i dünyanın telsiz telgraf ve telefonları Şarktan Garba gittiği gibi, ehl-i hakikatin da maziden müstakbele mânevi telefonları işleyebilir ve mânevi teleskopları görebilir."[318]
Fakat şunu da bilmek lâzımdır ki, geleceğe yönelik ihbaratta bulunan ehl-i keşif zâtlar, genelde şifreli ve perdeli olarak haber vermişlerdir. Bu perde ve şifre, o gaybî habere bir ambalaj gibidir. Ambalajı açamayanların, oradaki haberi anlıyabilmeleri mümkün değildir. [319]
Bediüzzaman'm, gaybm geleceğe yönelik kısmıyla ilgili dikkat çekici ifadeleri vardır. Bunlardan bir kısmının geleceğe yönelik haber olduğu açıkça bellidir. Birazdan örnekleri gelecektir. Bir kısmı ise, ilk bakışta gaybî haber niteliği taşımaz. Fakat, zamanın akış seyri içinde, ondaki gaybi mânâ ortaya çıkar. Meselâ, Bedi-üzzaman güneş sisteminden bahsederken "küremizle beraber oniki seyyare" [320] (gezegen) ifadesini kullanır. O yıllarda yedi gezegen bilinmektedir. Daha sonra bu sayı dokuza çıkmıştır. 19701i yıllarda onuncu gezegen bulundu. Daha sonra onbirinci gezegenin yörüngesi keşfedildi. Sistemin tamam olabilmesi için, onikinci gezegenin de olması gerektiği sahanın uzmanlarınca belirtilmektedir.
Bediüzzaman, Urfa ilimizden bahsederken, "Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir" der. [321] Bu ifadede ilk bakışta gaybi bir haber yoktur. Fakat GAP projesi neticesinde, bu ilimizin toprakları muazzam bir berekete kavuşmuştur.
Bediüzzaman'ın, 1939'da meydana gelen Erzincan depremiyle alakalı olarak değerlendirmeler yaparken, "Ramazan-ı Şerifin teravih vaktinde..."[322] ifadesi, 1992 depreminde anlaşılmıştır. Çünkü, 1939'daki deprem Ramazan'da ve teravih vaktinde değildir. 1992 depremi ise, Ramazan'ın teravih vaktine tevafuk etmiştir.
Sözler isimli eserinde, Bediüzzaman'ın bir temsil içinde yer alan şu ifadeleri, aya çıkılacağından ve ayın durumundan haber vermektedir: "Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta Kamer'e (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti..."[323]
Bir de, Bediüzzaman'ın eserlerinde yer almayıp da, şifahen söylediği şeylerin zamanla çıkması olayı vardır. Meselâ, 1943 Eylül'ünde Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, makam odasında Bediüzzaman'ın sarığına ilişmek ister. Bediüzzaman "başından bul Nevzat" diye beddua eder. 9 Temmuz 1946'da, Vali Tandoğan başına kurşun sıkarak intihar eder.[324]
Bu türden olaylar çoktur. Biz bu çalışmada, kitabî olanları tesbitle iktifa edeceğiz. Şimdi konunun örneklerine geçebiliriz: [325]
Bediüzzaman, II. Meşrutiyetin ilânından sonra, 1910'da, İstanbul'dan Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Şeyh San'an tepesinde dikkatlice etrafı temaşa ederken, bir Rus polisi yanına gelir. Aralarında şu muhavere cereyan eder:
"Niye böyle dikkat ediyorsun?"
"Medresemin plânını yapıyorum."
"Nerelisin?"
"Bitlisliyim."
"Bu Tiflis'dir."
"Bitlis-Tiflis birbirinin kardeşidir."
"Ne demek?" .
"Asya'da, âlem-i İslâmda üç nur birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallus edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım."
"Heyhat, şaşarım senin ümidine!",
"Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır."
"İslâm parça parça olmuş."
"Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talîm alıyor. İla ahir..."
"Yahu, şu asilzade evlad şehâdetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev'i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir."[326]
Bediüzzaman'm ifadelerinde yer alan "üç nur ve üç zulmet" yoruma açık ifadelerdir. Fakat netice şudur ki: İslâm âleminde ardarda müsbet gelişmeler olacak, Rusya'da da kötüye gidiş yaşanacaktır. Bunun neticesinde, Bediüzzaman medresesini Tifüs'de açacaktır.
Bu gaybî haber gerçekleşmiştir. Bugün Tiflis'de Risale-i Nur medresesi açılmıştır ve hizmet etmektedir, "Bitlis ve Tiflis birbirinin kardeşidir" ifadesi, 1980'li yıllarda bu iki şehrin "kardeş şehir" ilan edilmesi şeklinde tecelli etmiştir. Bediüzzaman, talebesi Mustafa Sungur'a, "Sen orada medresemin açıldığını göreceksin" demesi de, bu konuda dikkat çekici bir husustur.
Ayrıca, Bediüzzaman'm haber verdiği İslâm ülkelerinin bağımsızlığına kavuşması da aynen çıkmıştır. Rusya'daki müstebid perde yırtılmış, çekilmiş, buradaki Müslüman halk, bağımsız devletlerini kurmuşlardır. "Kafkas ve Türkistan'ın" Rus harb okulunda talim görmeleri, buralarda hürriyet ilânını takiben çıkan çatışmalara işaret olabilir.
Ruslara karşı cihad ilân eden ve birçok defalar Rusları dize getiren Çeçen mücahitlerinin reisi Cevher Du-dayev'in Sovyet döneminde Rus generali olması, daha sonra oradan aldığı askeri bilgisini kendi halkının bağımsızlığı için kullanıp savaşması bunun güzel bir örneği olsa gerektir.
İngiliz Siyasal Mektebinde okuyan Mısır ise, siyasi yoldan bağımsızlığına kavuşmuştur.
Bütün İslâmî devletlerin, İslâm bayrağını cihanın her tarafında dalgalandırmasını da inşaallah önümüzdeki yıllarda göreceğiz. [327]
Daha 1910'larda Rusya'nın çökeceğini söyleyen Bediüzzaman, 1950'li yıllardaki bir mektubunda ise, Rusya hakkında şunları söyler:
"İki dehşetli harbi umuminin (dünya savaşının) neticesinde beşerde hasıl olan, bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, katiyyen dinsiz bir millet yaşayamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'ân ile bir musalaha veya tâbi olabilir. O vakit, dörtyüz milyon ehl-i Kur'ân'a kılıç çekemez."[328]
Hiçbir dine hayat hakkı vermeyen komünist sistemin çöküşünden sonra, Rusya yeniden bir din arayışına girmiştir. Bugün Rusya'da hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar yoğun bir hizmet yarışı içindedirler. 1995 senesi itibariyle, ikiyüzden fazla Türk Koleji, Rusların da bulunduğu geniş bir yerleşim alanı içinde hizmet vermektedir. Ayrıca, gayr-ı resmî bir şekilde, oralarda İslama hizmet eden hayli gönüllü kuruluşlar ve şahıslar bulunmaktadır. Bütün bunların çalışmaları neticesinde, İslâmiyet Ruslar içinde hızla yayılmaktadır. Rus bürokratlarının Türk Kolejlerine çocuklarını vermek için adeta yarışması, Bediüzzaman'ın üstte zikredilen görüşlerini teyid etmektedir. [329]
Bediüzzaman, I. Dünya Savaşı öncesi talebelerine, ısrarla've tekrarla şunu söyler: "Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak (sosyal ve beşeri büyük bir sarsıntı olacak). Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerret kalmama gıpta edecekler."[330]
Kendisinin şu ifadeleri de, üstteki mânâyı te'yid etmektedir:
"Eski harb-i umumîden evvel ve evailinde ( I. Dünya Savaşı öncelerinde) bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden, o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: 'Ana korkma! Cenab-i Hakkın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir.' Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor: 'İ'caz-ı Kur'ân'ı beyan et!' Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabtan sonra, Kur'ân'ın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; icazı, onun çelik bir zırhı olacak..."[331]
Zaman, üstteki ifadelerin doğruluğunu göstermiştir. 1. Dünya Savaşı maddî bir deprem olarak Osmanlı Devletini çökertmiş, ardından Kur'ân'a saldırılmıştır. Hilafet, medreseler, tekyeler gibi, Kur'ân etrafındaki surlar ortadan kaldırılmış, fakat neticede Kur'ân'a bir zarar verememişlerdir.
1950'lerden sonra bu millet, "yeniden bir diriliş" hamlesi gerçekleştirmiştir. Din dersinin okutulmadığı, Kur'ân okutmanın yasaklandığı bir dönemden; din dersinin anayasaya girdiği, yüzbinlerce İmam-Hatip lisesi öğrencisi, Kur'ân Kursu öğrencisi bulunan günlere gelinmiştir. Üniversitelerde dine yeniden dönüşün yaşanması da, Kur'ân'ın galebesine güzel bir örnektir. [332]
1910'lu yıllar, İslâm âleminin en zor ve en sıkıntılı yıllandır. Hemen hemen bütün İslâm devletleri ecnebi sömürgesi altındadır. İslâm âleminin lideri ve hilafetin merkezi olan Osmanlı Devleti, 1. Dünya savaşı depremiyle çökmüştür. "Âlem-i İslama indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum"[333] diyen Bediüzzaman, dehrin olaylarından şiddetle muzdarib iken, mânâ âleminden bir teselli alır. Şöyle ki:
"Bir Cuma gecesinde nevm (uyku) ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi: Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.
"Gittim, gördüm ki; münevver, emsalini dünyada görmediğim selef-i salihinden ve asarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclisi gördüm."[334]
Bu meclis, Osmanlının mağlubiyetini ve İslâmın mukadderatını ele alır. Karşılıklı soru-cevaplardan sonra, meclisten çıkan karar şudur: "Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâmın sadası olacaktır."[335]
Herkesin ümitsizlik içinde olduğu o dehşetli günlerde, Bediüzzaman geleceğe hep ümitle bakmıştır. 1910'da, Doğuda aşiretler içinde gezerken, Onun bu tarz konuşmalarına, mühim bir zât itiraz eder ve der:
"İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun. Bizi de techîl ile tahkir ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak" Bediüzzaman şu cevabı verir:
"Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
"Ey 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saîdler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız Sadakte' deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım (çağdaşlarım) varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet-asa (cennet gibi) bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumlan, zemininizde çiçek açacaktır.
"Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakikatini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesaili (meseleleri), hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir."[336]
Bediüzzaman'm bu heyecan dolu ifadeleri, kuru bir temenniden ibaret değildir. Hicri 1300'den sonraki dönemin parlak bir dönem olacağına işaret edilmiştir. Hicri 1400'e tekabül eden, 1980'li yıllar, ülkemizde ve İslâm âleminde, hatta insanlık âleminde İslâmî hizmetlerin hızla yayıldığı bir dönemin başlangıcı gibidir.
Fakat bedbin, ümitsiz insanların böyle bir İslâmî gelişmede katkıları olmayacaktır. Ümitsizlik telkiniyle, hiç olmazsa başkalarına engel olmamaları için, Bediüzzaman onlara şöyle seslenir.
"'İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan Islâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki. hakikat-ı İslâmîyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temewüc-saz edecek olan nesl-i cedid gelsin." [337] Yani ey ayakta gezen cenazeler. Gelen neslin önünde durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, İslâm gerçeğini hakkıyla kâinat üzerinde dalgalandıracak olan "yeni nesil" gelsin.
19ll'de, Şam'da Emeviye verdiği hutbede, İslâm âleminin temel meselelerine temas eden Bediüzzaman, orada da gelecekle ilgili kesin kanaatini şöyle belirtir:
"İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'ân'iye ve imaniye olacak." [338] Yani, istikbale Kur'ân ve iman hakikatleri hükmedecek. Öyle ki Müslüman olmayan ülkeler bile, Kur'ân'ın hakikatlerine yönelme lüzumu hissedecekler. Meselâ, fuhuş bütün milletlerin başının belasıdır. Bundan kurtuluş, meşru nikahla mümkündür. Hem meselâ, faiz bütün devletlerin problemidir. Günümüzde Amerika'da "sıfır faizli sisteme nasıl ulaşılır" araştırmaları yapılmaktadır. Bunun anlamı, Kur'ân'ın bir hakikatına yönelim demektir.
"Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette burhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'ân hükmedecek."[339]
"Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup, bir Avrupa devleti doğurdu."[340]
1970'lı yılların başında Almanya'da Alman asıllı üç-beş Müslüman varken, günümüzde bunların sayısının yüzbinleri aşması; Avrupa'nın pekçok yerinde kiliselerin camiye çevrilmesi gibi olaylar, Bediüzzaman'ın üstteki ifadelerini doğrulamaktadır.
Kur'ân-ı Kerimin şu âyeti, bu tarz gaybî müjdelerin esasını teşkil eder: "Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise, nurunu tamamlayacaktır. Kâfirler hoşlanmasalar da."[341]
Rusya'nın çöküşünü haber veren Bediüzzaman, Batı medeniyetinin de çökeceğini belirtir. Batı medeniyetini tahlil ederken, esaslarının çürüklüğüne dikkat eder. Şöyle ki: Bu medeniyetin,
"Dayanak noktası kuvvet" "Hedefi, menfaat" "Düsturu, mücadele"
"Kitleler arasındaki bağ, başkasını yutmakla beslenen ırkçılık"
"Hizmeti, heva ve hevesi teşci ve arzularını ve metalibini teshildir."[342]
Bu gibi çürük temellere dayanan bir medeniyette, ister istemez medeniyetin kötü yönleri, iyi yönlerine galip gelecektir. Meselâ,
1- Din ve fazileti düstur-u medeniyet etmemezlikten neş'et eden müsaade-i sefahet ve nıuvafakat-ı şehvet-i nefs (Din ve fazileti medeniyet düsturu yapmamaktan kaynaklanan, her türlü oyun ve eğlenceye müsaade ve nefsin şehevânî arzularına muvafakat).
2- Hubbu'ş-şehevat ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlikten neş'et eden maişetteki müthiş müsavatsızlık. [343] (Şehvete düşkünlük ve diyanetsizliğin neticesi olan merhametsizlik sebebiyle, gelir dağılımındaki müthiş dengesizlik).
Bugünkü görünümüyle Batı medeniyeti, nefse hizmet eden bir medeniyettir. Her türlü gayr-i meşru eğlenceler, adeta bir örf haline gelmiştir. Aile bağlarının zayıfladığı, içki ve uyuşturucunun her kesimde kullanıldığı bir medeniyetin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Bediüzzaman'ın tesbitiyle, Batı medeniyeti "kurtlaşmış bir ağaç" [344] hükmündedir.
Batan Batı medeniyetinin yerini, İslâm medeniyeti alacaktır. [345] "Nasıl olur? Batı medeniyeti nasıl batar? Pek iç açıcı görünüme sahip olmayan İslâm ülkeleri, yeni ve parlak bir medeniyeti nasıl gerçekleştirirler?" şeklinde zihinlerde meydana gelebilecek sorulara, şu ifadeler bir cevap niteliğindedir:
"Bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki, küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi; nev'i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah."[346]
Yani, zaman düz bir çizgi üzerine hareket etmiyor ki, başlangıçla son nokta birbirinden uzaklaşsın Belki dünyanın hareketi gibi, bir daire içinde dönüyor. Bazan ilerleme içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan gerileme içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın dahi bir sabahı, bir baharı olacaktır.
Bediüzzaman'ın zamanın dairevî hareketiyle ilgili tesbiti, "O günler (galibiyet-mağlubiyet günleri), Biz onları insanlar arasında evirir, çeviririz"[347] âyetinin bir tefsiridir. Evet, milletlerin de hayatında gece ve gündüz, kış ve yaz vardır. Batının karanlıklar içinde kaldığı ortaçağda, İslâm âlemi medeniyetin zirvelerindeydi. Meselâ, Osmanlı en kuvvetli bir devletti. Endülüs Emevi Devleti, Avrupanın ilim merkeziydi. Fakat üç asırdır, maddî planda onlar ilerledi, Müslümanlar geri kaldı. Şimdi ise İslâm âlemi yeni bir diriliş heyecanı yaşıyor. Bir yandan Rusya'dan bağımsızlığına kavuşan Türkî Cumhuriyetler, bir yandan ülkemizde yetişen genç ve dinamik imanlı kadrolar, ülkemizi İslâm âlemine lider ülke yapabilecek bir görünüm arzetmektedir.
"Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı" [348] diyen Bediüzzaman, Türkiye'yi en mühim bir cephe olarak görür. Buranın kurtulması, İslâm âleminin kurtulması demektir. Kendisi, bu ümidini şöyle dile getirir: "Rahmeti İlâhiyeden ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur'ân'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşaallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir.'[349]
20. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olur. Bunlardan birincisi. Osmanlının çökmesini netice verir. İkincisi ise, Osmanlıya darbe vuranların başlarına inen bir musibet görünümündedir.
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı sonrası yazdığı, yan manzum Lemaat isimli eserinde,, iki yerde, II. Dünya savaşına işaret eder. Şöyle ki:
1- "Beşer, hayatını isterse, enva-yı ribayı Öldürmeli" (insanlık, hayatını isterse, her türlü faizi Öldürmeli) başlıklı yazısının devamında der:
"Beşer bunu isterse, sarılmalı zekâta, ribayı tardetmeli.
"Kur'ân'ın adaleti bâb-ı âlemde durup, ribaya der. 'yasaktır.'
"Hakkın yoktur' denmeli. "Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille "Müthişini yemeden, bu emri dinlemeli. [350] Yani Kur'ân âlem kapısında durup, faize "yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Fakat bu emir dinlenmeyince, insanlık I. Dünya savaşıyla bir tokat yer. Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
II. Dünya Savaşından sonra Bediüzzaman, üstteki yazısına şu dipnotu düşer: "Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu II. Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi."[351]
2- "Kurun-u ülâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet . "Hem gadr ve hem hıyanet
"Şu medeniyet-i habise, tek bir defada kustu.
"Midesi daha bulanır."[352]
Yani, ilk çağlardaki bütün vahşet ve cinayeti, zulüm ve hıyaneti, şu habis medeniyet tek bir defada kustu. Midesi daha bulanır.
Bediüzzaman, bu ifadelerine de şu dipnotu düşer:
"Demek daha dehşetli kusacak, Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava-deniz-kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi."[353]
Bediüzzaman Said Nursî, Fil Sûresinde zikredilen Ebabil kuşlarının, Kâbeyi tahribe gelen orduyu siccilden taşlarla bombalaması olayına dikkat çekerek şöyle der: "Termîhim bihicaretin cümle-i kudsiyesi 1359 edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşlar yağdırmasına tevafukla işaret ediyor."[354]
Evet, II. Dünya Savaşı, Osmanlıyı çökertenlerin başlarına inen semavî bir bela gibi tecelli etmiştir. Önce Almanya ve İtalya birleşip İngiltere ve Fransa'ya büyük kayıplar verdirmiş, şehirlerini ve medeniyetlerini bombardıman etmişlerdir. Sonra ise, savaş aleyhlerine dönmüş, kendileri de perişan olmuşlardır. Böylece zalimler, zalimlerin cezasını vermekte aracılık etmişlerdir.
Bediüzzaman, üstte zikredilen değerlendirmesinden sonra, geleceğe yönelik şu ifadeleri kullanır: "Evet, bu tokattan pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur'-ân'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semaviye (göktaşları) başlarına yağacağını, bu sûre bir mânâ-yı işarı (işârî bir mânâ) ile tehdit ediyor."[355]
194O'lı yılların sonbaharında gazetelerde çıkan bir haber, üstteki ifadeleri doğrular tarzdadır. Şöyle ki:
"Bu baharda, Rusya'nın Viladivostok ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görünmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü 25 metre uzunluğunda ve 10 metre boyundadır. Düştüğünde, etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş." "İşte bu fıkra, doğrudan doğruya bu taşlara işaret olmasına iki emare var:
1- "Şimdiye kadar gelen semavî taşlar, bir-iki karış oldukları halde, böyle 25 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavâtın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir.
2- "Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdit eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir."[356]
Anarşi, 1969 üniversite öğrenci hareketleri sonunda Türkiye'nin kullanmaya başladığı kelimelerden biridir.
Şu ifadeler, Türk Milletinde devam edecek bir fitneyi gösterir:
"Türk unsurunda ebedi kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın İki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet o iki kuvvet ile oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir."[357]
"Sağ-sol olayları", "Türk-Kürt meselesi", "Alevî-Sünnî ayırımı" ve şimdilerde alevlendirilmek istenen "laik-anti laik" taksimi, üstteki cümlenin görünümlerindendir. Güçlü bir Türkiye istemeyen dış güçler, bu gibi ayrımlarla fitneyi körüklemekte, anarşiyi desteklemektedirler.
Bazı idarecilerin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları yanlış icraatlar, böyle fitnelerin uyanmasına vasat hazırlamıştır. Bediüzzaman, 1947'lerde idarecilere şu hatırlatmaları yapar:
"Efendiler! Siz ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nurla uğraşıyorsunuz? Kat'iyyen size haber veriyorum ki, ben ve Risale-i Nur, sizinle değil, mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakîki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesli atiye (gelecek nesle) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.
"Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi rıza-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir müslim, dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilemez.
"Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anât-ı milliye ve İslâmiyeye (milli ve İslâmi an'anelere) karşı yüzde elli lakaytlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefsi emmareye tabi olup, millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen menettiği gibi; Risale-i Nur'u. hem şakirtlerini bu zamana karşı alakalarını kesmiş. Hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok."[358]
Bu ikazlara kulak verilmiş midir? Tanı anlamıyla kulak verildiği söylenemez. Zira, bu anarşi ve terörü ülkemiz yaşamıştır ve yaşamaya devam etmektedir. Bediüzzaman, Felak Süresiyle ilgili bir yorumunda şunları söyler:
"Ğasikın izâ vekab Milâdî 1971 olur. O tarihte dehşetli bir serden haber verir. 20 sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah, olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak."[359]
1971, anarşinin tırmandığı yıllara tekabül eder.
Ülkemizi hayli sarsan ve içimizde yaralar açan sağ-sol çatışması ve bölücü terör örgütünün eylemlerinden sonra, şimdi de Alevî-Sünnî ayırımıyla, bu millet birbirine düşürülmek istenmektedir. Aynı dinin mensublarının, teferruattaki farklılıklardan dolayı birbirine düşmanca bakması, cidden üzücü ve düşündürücüdür. Bediüzzaman'ın 1930'larda söylediği şu sözleri, düşünmeye ve gereğince harekete ne kadar da muhtacız:
"Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu mânâsız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız! Yoksa, şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhîd olduğunuzdan, uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz'î meseleleri bırakmak elzemdir."[360]
Anarşi konusunda son bir gaybî haberle bahsi noktalamak istiyoruz. Şöyle ki:
Bediüzzaman, siyaset üstü bir tavırla, milletin iman ve Kur'ân'ına hizmet etmiştir. "Ben imanın cereyanındayım. Karşımda imansızlık cereyanı var/' [361] sözleriyle durumunu ortaya koyar. Parti ayırımı yapmaksızın bütün Müslümanları şefkatle kucaklar.
Fakat her nedense, Halk Partisi, hem tek partili dönemde, hem de 1950'lerdeki çok partili dönemde Bedi-üzzaman'la çok uğraşır. Bediüzzaman, yine engin bir şefkatle, kendisiyle uğraşan zihniyetin, Halk Partisinin yüzde beşi olduğunu söyler, suçu onlara verir. Diğerlerini masum olarak görür.[362]
Kendisinin bu partiyle ilgili şu cümleleri, gaybî haber olma noktasında hayli dikkat çekicidir; "Bu asıl Türk Milleti, ihtiyarıyla o partiyi kat’iyen iktidara getirmeyecek. Çünkü Halk Partisi iktidara gelecek olursa, komünist kuvveti aynı partinin altında bu vatana hâkim olacaktır."[363]
1950'lerden bu yana, bu hüküm geçerliliğini korumuştur. Çünkü adı geçen parti, asla seçimle iktidar olmamıştır. Ya ihtilalle gelmiş, veya koalisyonla hükümette yer almıştır.
Bediüzzaman, Demokrat Parti idarecilerine yazdığı bir mektupta bir endişesini şöyle belirtir: "Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlup etmeye ihtimal-i kavı ile hissettim. Ve İslâmiyet namına telaş ediyorum."[364]
Bu cümle, bir ihtilâlin habercisidir. 23 Mart 1960'da Bediüzzaman vefat eder. İki ay sonra 27 Mayıs İhtilâli gerçekleşir. [365]
Bediüzzaman, ömrünün sonlarında neşrettiği mektuplarda kabrinin gizli olmasını vasiyet eder.
'Benim kabrimi gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum."[366]
"Ben de Risale-i Nur'daki azamî ihlası kırmamak için o İhlasın sırnyla kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum... Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek."[367]
1960'ta (Hicri 1379'da) Urfa'da vefat eder. Halilurrahman dergahına defnedilir. Talebeleri hayret içindedirler. Çünkü, o güne kadar Bediüzzaman'm her dediğinin çıktığını görürlerken, kabrinin bilinmemesi meselesi çıkmamıştır. Her gün, binlerce insan, kabrini ziyaret etmektedir. İşin sırrı 27 Mayıs İhtilaliyle ortaya çıkar. İhtilal hükümetinin emriyle, 12 Temmuz 1960'da gece yarısı Bediüzzaman'ın kabri parçalanır. Na'şı bir uçakla İsparta istikametine götürülür. [368] Talebeleri o zaman Bediüzzaman'ın vasiyetini ve şu sözlerini daha iyi, anlarlar:
"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde, Saîd'den yetmiş dokuz emvat, baâsam âlâma, Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş, Beraber ağlıyor hüsran-ı İslama."[369]
Bediüzzaman, yazmış olduğu tefsirle bir ekol meydana getirmiş, büyük İsiâmî hizmetlere vesile olmuştur.
1930'larda Barla'da sürgünde bulunduğu sırada, bir talebesinin rüyasını tabir ederken şöyle der: "(...) O cemaat telsiz âletlerin ahizeleri hükmünde bütün dünyaya ders işittirmek istemek hikmeti ise; inşaallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ilerde tevfikî-i İlahî ile birer şecere-i âliye (yüksek birer ağaç) hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar."[370]
Bir rüya dolayısıyla yapılan bu tabir, günümüzde gerçek olarak tecelli etmiştir. Ekilen nur tohumlan, Türkiye'nin hemen her yerinde çiçek açtığı gibi; âlem-i İslâmın, hatta insanlık âleminin pek çok yerlerinde meyvesini vermiştir.
1944 Denizli hapsinde, pekçok talebesiyle birlikte bulunan Bediüzzaman, talebelerine şu müjdeli mesajı gönderir: "Merak etmeyiniz! O nurlar parlayacaklar!"[371]
1947'lerde Afyon Emniyet Müdürü'ne yazdığı mektubunda ise şunları der: "Size kat'iyyen ve çok emarelerle ve kat'î kanaatımla beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-i İslâma ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak. Mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir."[372]
Nitekim 1980'li yılların ortalarında, bu eserlerin serbesüyeti resmen ilân edilmiş, hatta devletin kütüphanelerine takımlar halinde alınmıştır. Devlet, bu eserleri okuyanlarla uğraşmak yerine, istifade etmek ferasetini göstermeye başlamıştır. Millet Meclisinin aldığı "Bediüzzaman'a iade-i itibar" kararı da müsbet gelişmelerden biridir. Fakat, şunu da unutmamak gerekir ki, Meclis bu kararıyla aslında kendisine iade-i itibar yapmış, tek parti döneminin bir ayıbını silmiştir. Yoksa, Bediüzzaman'm iade-i itibara zaten ihtiyacı yoktu. O, sağduyu sahibi halkımızın gönlünde itibarını hep korumuştur ve korumaya devam edecektir. Hakkında verilen iade-i itibar kararı, kilisenin "dünya dönüyor"' dediği için idama mahkum ettiği Galile'yi (Ö.1642), geçtiğimiz yıllarda beraat ettirmesi gibi birşeydir. [373]
Bediüzzaman'm dikkat çeken yönlerinden birisi, eserlerinde cifir ilmine yer vermesidir. [374] Eskide ve günümüzde cifir ilmi hayli tartışılmıştır ve tartışılmaktadır. Bediüzzaman'm, âyetlerin tefsirini ve büyük bir vukufîyetle yaptığı orijinal açıklamalarını takdir eden ve en azından tenkid edemeyen bazı kişiler, onu cifir konusunda tenkide çalışmaktadırlar.
Bu konuda, şu hususlara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
1- Herşey bizim malumatımıza münhasır değildir. Bir ilmi bizim bilmeyişimiz, olmadığına delâlet etmez. "Onlar, ilmen ihata etmedikleri ve te'vili daha kendilerine gelmemiş şeyi yalanladılar"[375] âyetini unutmamak gerekiyor. Yoksa, bütün rüyaları ya yaşanmış olaylar, ya da ulaşılamamış isteklerle açıklayan Freud'un. rüya-yı sadıkayı inkâr etmesi gibi hareket etmiş oluruz. Freud, sadık rüya görmemiş olabilir. Fakat bundan, "rüya-yı sadıka yoktur" genellemesine varılması mümkün değildir.
Onun gibi, Kur'ân'ın kelimelerinin istikbaldeki bir kısım olaylara işaretini, çok az müfessirin hissetmiş ve yazmış olması, reddini gerektirmez.
2- Böyle bir hesap tarzı Kur'ân'ın nüzulünden önce de bilinmekteydi. Meselâ, Yahudilerden bir topluluk, Hz. Peygamberden (a.s.m.) (Elif-Lâm-mim) şeklinde hu-ruf-u mukattaayı duyunca, ebced hesabıyla (harflerin rakam değeriyle), Onun ümmetinin az olacağına istidlalde bulunur. Hz. Peygamber (a.s.m.), diğer huruf-u mukattaalardan okur. Adamlar, her yeni huruf-u mukattaayı duyunca şaşkına dönüp, "biz senin durumundan birşey anlıyamadık" deyip ayrılırlar.[376]
3- Sayıları az da olsa bir kısım âlimler, cifir ilmiyle âyetlerden gaybî istihraçlarda bulunmuşlardır. Molla Lami'nin "Beldetün tayyibetün" (temiz bir belde) [377] ifadesinin ebced değeriyle, İstanbul'un hicri 857'de fethine tarih düşmesi meşhurdur.[378]
Meşhur müfessirlerden Alusî'nin tefsirinde kaydettiği şu olay da, konumuz açısından güzel bir örnektir:
"İbn-i Hallikan (ö. 1282 m) tarihinde zikrediyor ki, Sultan Selahaddin-i Eyyubî (ö. 1193 m), Haleb'i fethettiğinde Kadı Muhyiddin güzel bir şiirini okudu. Cümleleri arasında,
"Şehba kal'ayı Safer ayında fethettin, Recebte de Kudüs'ü fetihle mübeşşersin." ifadesi vardı. Dediği gibi çıkınca kendisine "bunu nerden bildin?" diye soruldu. "İbnu Berrecan'm (ö. 1142) Rum Sûresinin baş kısmının tefsirinden aldım" diye cevap verdi.[379]
Alusî, sözüne devamla İbnu Kemâl'in (Ö.1470) Enbiya Sûresi 105. âyetten, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesini istinbat ettiğini anlatır.[380]
4- "Allah herşeyi adetçe belirleyip saymıştır" [381] âyeti, adedlerdeki sırlara işaret eder. Meselâ, insanın el ve ayak parmakları, sayıca bütün insanlarda aynı olması, aynı tür bitkilerde çiçek sayısının aynı olması, her elmanın içinde beş çekirdek bulunması asla tesadüfe verilemeyecek şekilde, sayılarda sırlar olduğunu gösterir. Aynı sırrın, Kur'ân âyetlerinde de bulunmasına hiçbir engel yoktur.
5- Cifir ve ebceddeki tevafuk,
- İlmî bir kanun,
- Riyazi bir düstur,
- Fıtrî bir esas,
- Edebî bir usul,
- Gaybî bir anahtardır.
Elbette, ilimlerin menbai, sırların madeni, fıtratın tekvini âyetlerinin tercümanı, edebiyatın en büyük mu'cizesi ve gaybın dili olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan, o tevafuk kanununu, âyetlerin işaretlerinde kullanması, mu'cizeliğinin muktezasıdır.[382]
6- Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman "Âyetin açık mânâsı budur" dememiştir. Demiş olduğu şudur: Âyetin sarih mânâsının altında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da, işarı ve remzi mânâdır. İşârî mânâ da bir küllidir; her asırda cüz'iyatları bulunur.[383]
Bu esaslara dikkat çektikten sonra, Bediüzzaman'dan cifirle ilgili iki örnek metin kaydetmekte fayda görüyoruz:
1- "Eskişehir Hapishanesinde dehşetli bir zamanda ve kudsî bir teselliye pek çok muhtaç olduğumuz hengamda, manevî bir ihtarla, 'Risale-i Nur'un makbuliyetine dair eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki, 'Yaş ve kuru herşey Kitab-ı Mübîn'de vardır' [384] sırrıyla, en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'ân'dır. Acaba, Risale-i Nur'u Kur'ân kabul eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?' denildi. O acîb sual karşısında bulundum. Ben de Kur'ân'dan istimdad eyledim. Birden, otuzüç âyetin mânâ-yı sarihinin teferruatı nev'indeki taba kattan, mânâ-yı işârî tabakasında ve o mânâ-yı işârî külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne, medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim. Ve bir kısmı bir derece îzah ve bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatımda hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı"[385]
Bediüzzaman, bu otuzüç âyetin işarı mânâlarını, cifir ilmini de kullanarak, Şualar'da 1. Şua'da izah eder, (s. 685-726). 1934-1935 Eskişehir Hapishanesinde kendisine görülen otuzüç âyetin işârî mânâları, ona ve talebelerine "Gaybtan bir teyid" durumundadır.
2- "Teşrîn-i Sani 30. gün 1358'de Karadağ başına çıkıyordum. 'İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helaketleri ve hasaretleri ne vakit başladı, ne vakte kadar devam eder?' hatıra geldi. Birden, her müşkilirni halleden Kur"ân-ı Mu'cizu'î-Beyan. sûre-i 'Ve'l-asr'ı karşıma çıkardı. Dedi: Bak! Baktım. Her asra hitab ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan 'Vel asr innel insane lefı husr' âyetindeki 'innel insane lefî husr’ makam-ı cifrisi 1324 edip, hürriyet inkılabıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harpleri ve I. Harb-i Umumi mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve II. Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzi musibetlerle, hasaret-i insaniye ile 'innel insane lefî husr âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir Iem'a-yı i'câzını gösteriyor.[386]
II. Dünya Savaşı yıllarında Kastamonu'da Karadağ'a doğru çıkan Bediüzzaman, "insanların ve özellikle Müslümanların ardarda gelen bu helaketleri ve zararları ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam edecek?" diye düşünmektedir. Birden kendisine Asr Sûresi gösterilir. İnsanın hüsranda olduğunu bildiren âyet, bu asırdaki Müslümanların ve diğer insanların hüsranlarına da işaret etmektedir. Evet, hiçbir asır, bu asır kadar çalkalanmalara, dehşetli savaşlara, Müslümanlar için hüsranlı günlere sahne olmamıştır. Bütün asırlara hitap eden Asr Sûresi, cifrî tarihiyle özellikle asrımıza remizde bulunmaktadır.
Bu iki örnekten sonra, Bediüzzaman'ın cifre bakışını naklederek konuyu noktalamak istiyoruz:
"İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakîkiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur'ân'iyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:
"Birisi: 'Gaybı ancak Allah bilir' [387] yasağına karşı hilaf-ı edebde bulunmak ihtimali var.
"İkincisi: Hakaik-i esasiye-i imaniye ve Kur'ân'iyenin berahin-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulum-u hafiyenin yüz derece fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazîfe-i kudsiyede kat'î hüccetler ve muhkem deliller, su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan uluni-u hafiyede su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimalidir."[388]
Yani, cifir ilmi meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, gerçek vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır Kur'ân'ın sırlarına karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Tam bir iştiyak ve zevk ile yöneldiğim vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum.
1- "Gaybı ancak Allah bilir" yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmak ihtimali var.
2- Kur'ân ve iman hakikatlarının esaslarını kat'î deliller ile ümmete ders vermek hizmetinin, cifir ilmi gibi gizli ilimlerin yüz derece daha fevkinde bir meziyyet ve kıymeti vardır. O kudsî vazifede kafi hüccetler ve sağlam deliller su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, sağlam kurallara bağlı olmayan gizli ilimlerde su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimalidir.
Görüldüğü gibi, cifir ilmi gizli ilimlerdendir. Az kişiye hitap etmektedir. İman ve Kur'ân hakikatleri ise, herkese seslenmektedir. Hem herkesin onlara ihtiyacı vardır. Bu gibi noktalardan dolayı ve "Gaybı ancak Alah bilir yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmamak için Bediüzzaman, bu ilmin ayrıntıların, eserlerine yansıtmamıştır. Yansıttığı miktar, altıbin küsur sayfalık tefsirinin içinde az bir bölüm teşkil etmektedir. [389]
Kur'ân, hadis ışığında ve Bediüzzaman'm eserlerinden hareketle yapmış olduğumuz gayb yolculuğunun sonuna geldik. Bu kaynaklarda yer alan ifadelerle, gayb âlemini daha yakından tanımaya çalıştık. Maziye döndük, istikbale uzandık. Kendimizde bulunan gaybın anahtarlarının farkına vardık. Velilerin dünyasına baktık. Kâinatta tesadüfün olmadığını gördük. Kur'ân'da, Sünnette ve Risale-i Nur'da yer alan geleceğe yönelik haberleri dinledik. Pek anlamasak da, "cifir" diye gizli ve sırlı bir ilmin varlığından haberdar olduk...
Gaybla ilgili konuların ard arda işlenmesinden, bazılarımızda "acaba Bediüzzaman, insan ötesi bir varlık mıdır?" gibi bir istifham meydana gelebilir. Haşa, o da bir insandır. Fakat, akıl ve kalbini, gayba yönelik hislerini geliştirmiş bir insandır. Aslında, onda ve emsalinde olanlar, bizde de birer ukde ve çekirdek olarak mevcuttur. Günde üç saat futbolla meşgul birinin, gece rüyasında topla meşgul olması ne kadar makul ise; günde ortalama dört saat uyuyup, çok az gıdayla idare eden ve geriye kalan bütün vaktinde Kur'ân ve Kur'ân'la ilgili eserlerle meşgul olan birinin, böyle sırlara mazhariyeti o derece makuldür. Benzeri bir meşguliyete girdiğimizde, izafî gayb perdeleri tedricen bizden de kalkacaktır. Aklımız kevnî sırlara, kalbimiz gaybî mânâlara hassas bir alıcı haline gelecektir.
Tamamen maddiyata dalan, bütünüyle bedenine çalışan kimselerin, "neden bu sırlar bize açılmıyor?" demeye hakları yoktur. Onlar, arzın çekim kuvvetinden kurtulamamışlardır ki, kendilerine semanın kapılan açılsın. Evet, samimiyetle her kim ne isterse, Allah verir. Dünyayı isteyen dünyadan bir nasip alır. Âhireti isteyen de onu elde eder. Kevni sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açılır. İlâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılır, gaybın kilitli kapıları açılır. [390]
1- Abduh, Muhammed, Tefsiru’l-Kur'âni'l-Hakim (Tefsîru'1-Menâr), Dâru'l-Menâr, Kahire, 1947.
2- Aclûnî, İsmail bin Muhammed, Keşfu'l-Hafa, Daru İhyai't-Türasi'l-Arabî, Beyrut, ts.
3- Âlûsî, Ebu'1-fadl. Şihabuddin, Ruhu'l-Meâni Dâru İhyai't-Türasi'l-Arabi, Beyrut, ts.
4- Arvasî, Seyyid Ahmed, İnsan ve İnsanötesi, Burak Yay. İst.1988.
5- Ateş, Süleyman, İnsan ve İnsanüstü, Dergâh Yay. İst. 1985.
6- Ateş, Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, İst. Yeni Ufuklar Neşriyat, ts.
7- Beydavî, Kâdı. Nasıruddin, Envaru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vil, İst. 1303 h.
8- Buhari Muhammed İsmail, El-Camiu's-Sahih (Sahîhi'1-Buharî) Çağrı Yay. İst. 1981.
9- Cevdet Paşa, Ahmed, Kısasu'l-Enbiya ve Tevarihu'l-Hulefa. Doğan Güneş Yay. İst. 1971.
10- Dede Efendi, Müştak, Divan, Takvimhane-i Amire Matbaası, İst. 1264 h.
11- Ebu Davud, Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981.
12- Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, İst. Ün. Ed. Fak. Yay. İst. 1961.
13- Hekimoğlu İsmail ve H.H.Korkmaz, İlimler ve Yorumlar. Türdav Yay. İst. 1980.
14- İbnu Hanbel, Ahmed, Müsned, Çağrı Yay. İst . 1981.
15- İbnu Hişam, Cemaleddin Ebu Muhammed, Es-Sîre. Matbaatu Mustafa El-Bânî, Mısır, 1936.
16- İbnu Kesir, Ebu'1-fida İsmail, Tefstru'l-Kur'âni'l-Azîm, Dâru İhyayı Kütübi'l-Arabiyye, ts.
17- İbnu Mace, Ebu Abdullah Kazvinî, Es-Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981.
18- İbnu Manzur, Ebu'1-Fadl Cemaleddin, Lisanu'l-Arab, Daru Sadır, Beyrut, 1990.
19- İbnu Manzur, Ebu'I-fadl Cemaleddin, Lisânu'l-Arab, Dâru Sadır, Beyrut.
20- İsfehanî, Râgıb, El-Müfredât fî Ğarîbi'l-Kur'ân, Kahraman Yay. İst. 1986.
21- Kısakürek, Necib, Çile, Büyük Doğu Yay. İst. 1988.
22- Koryürek, Enis Behiç, Vâridal-ı Süleymâniye, Pulhan Matbaası, İst. 1956.
23- Kurtubî, Ebu Abdullah, El-Cami li ahkâmi'l-Kur'ân Mısır, 1938.
24- Kutub, Seyyid, Fi Zılâli'l Kur'ân, Dâru'ş-şuruk, 1980.
25- Mevlâna, Celâleddin Er-Rûmî, Mesnevi, (Tercüme ve Şerh: Tahiru'l-Mevlevi), Ahmed Saîd Matbaası, İst. 1971
26- Müslim, İbnu'l-Haccac, El-Camiu's-sahîh, Çağrı Yay. İst. 1981.
27- Nesefî, Ebu'I-Berekat. Medârik, Kahraman Yay. İst. 1984.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Asâr-ı Bediiyye, ts.
29- Nursî, Bediüzzaman Said, Barla Lahikası, Envar Neşriyat, İst. 1989.
30- Nursî, Bediüzzaman Said, Bilinmeyen Taraftarıyla Said Nursî, Yeni Asya Yay. İst. 1976.
31- Nursî, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, Sözler Yay. İst. 1993.
32- Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şâmiye, Envar Neş. İst. 1990.
33- Nursî, Bediüzzaman Said, İşarâtu'l-i caz, Sözler Yay. İst. 1978.
34- Nursî, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, Envar Neş. İst. 1988.
35- Nursî, Bediüzzaman Said, Latif Nükteler. Sözler Yay. İst. 1991.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar (Osmanlıca) ts.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem'alar, Sözler Yay. İst. 1990.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, Envar Neş. İst. 1977.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevi-i Nuriye, Sözler Yay. İst. 1977.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Muhakemat, Sözler Yay. İst. 1977.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neş. İst. 1991.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Envar Neş. İst. 1988.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Son Şahitler, Yeni Asya Yay. İst. İ978.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Sözler Yay. İst. 1987.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Sünuhat-Tuluat-İşârât, İhlas Neş. Ank, ts.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Şualar, Envar Neş. İst. 1988.
28- Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Sözler Yay. İst. 1976.
29- Onbulak, Sinan, Ruh ve Ruhlar Alemi, 1956, ts.
30- Razi, Fahreddin, Mefatihu'l-Gayb, Mısır, 1357 h.
31- Senih, Saffet, Gaybin Haberleri, Feza Neş. İzmir, 1992.
32- Süyutî, Celâleddin, Tarihu'l-Hulefa, Daru'1-Fikr, Beyrut, ts.
33- Şahîner, Necmeddin
34- Taberi, İbnu Cerir, Câmiu'l-Beyan an tefsîru'l-Kur'ân, ts.
35- Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Es-Sünen, Çağrı Yay. İst. 1981.
36- Vahidi, Ebu Hüseyin, Esbabü'n-nüzul, Daru'1-Kütübi'l-îlmiyye, Beyrut, 1991.
37- Vahidi, Ebu Hüseyn Ali bin Ahmed, Esbabu'n-nüzul, Dâru'l-kütübi'l-ilmiyye, Beyrut, 1991.
38- Yazır, Hamdi, Hak Dîni Kur'ân Dili, ts.
39- Yıldırım, Celâl, Asrın Kur'ân Tefsiri, Anadolu Yay. İzmir, ts.
40- Yurdagür, Metin, "cefr" md. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ank.
41- Zemahşeri. Mahmud b Ömer, Keşşaf, Daru'l-Kütübi'l-Arabî,Beyrut, ts.
42- Zemahşeri, Mahmud bin Ömer, Keşşaf , Dâru'l-Kütübi'l-Arabî, Beyrut, ts.
43- Zerkani, Abdülazim, Menahilu’l-İrfan, Mısır, 1360 h.
LÜGATÇE
A
Acîb : Hayret verici
Âfak-ı Kemâlât : Kemâlât ufukları
Ahkam-ı şer'iye : Dini hükümler
Âlâm : Elemler
Alâmet'i hiddet : Öike belirtisi
Âlem-i İslâm : İslâm Âlemi
Âlem-i maddiyat : Maddi âlem
Âlem-i melekut : Melekut âlemi
Al-i Beyt : Peygamberimizin ev halkı
Âmirane : Emredercesine
Arabiyyu'l-İbare : Arapça lafız
Âsâr : Asırlar
Asilzade : Şerefli, soylu
B
Baasâm : Günahlarla
Batman : Sekiz kilo civarında ağırlık
Berzah : Perde, geçit
Beşer : İnsan
Bürhan-ı aklî : Aklî delil
C
Cedvel : Su kanalı
Cevahir : Cevherler
Cevher-i nuranî : Nuranî bir cevher
Cevv-i hava : Atmosfer
Cüz'î : Az, parça
D
Daire-i ilim : İlim dairesi
Daire-i irade : Kudret dairesi
Dairevâri : Daire gibi
Dalalet-i mutlaka : Mutlak dalalet
Daru'I Hikmeti'l-İslâmiye : Osmanlı'da diyanet teşkilatının en üst danışma kurulu
Dimağ : Beyin akıl
Durub-u emsal : Ata sözleri
Düstur-u medeniyet : Medeniyet esası
E
Ehadiyet : Allah'ın tek oluşu
Ehl-i dünya : Dünya ehli
Ehl-i kalb : Kalb ehli
Ehli Velayet : Veli kişiler
Ekseriyet-i mutlaka : Büyük Çoğunluk
Emsal : Benzerler, akran
Ervah : Ruhlar
Esrar-ı gaybiye : Gaybî sırlar
F
Faraza : Meselâ,
Fâtır-ı Zülcelal : Celâl sahibi Yaratıcı
G
Gaile : Sıkıntı, tasa
H
Hadisat: Olaylar
Hakaik: Gerçekler, hakikatler
Hakaik-ı Kur' aniye: Kur'ân hakikatleri
Hakka'l-yakîn: Marifetin en üst mertebesi, Tereddütsüz bilgi.
Hapsi münferit : Tek başına hapis
Havas : Büyük insanlar, seçkin zümre
Hikmeti ezeliye : Ezeli hikmel
Himayet : Korumak
Himmet : Gayret
Hissiyat-ı İnsaniye : İnsanın hisleri
Hususen : Özellikle
Hüdhüd-ü Süleymanî : Hz. Süleyman'ın bir kuşu
Hüsran-ı İslâm : İslamın hüsranı
İ
İ'caz : Mu'cize oluş .
İdam-ı ebedi : Ebedi yokluk
İhbarât'i gaybiye : Gaybî haberler
İhtarat : Kalbe ihtar edilen şeyler
İhtimal-i kavi : Kuvvetli ihtimal
İmtizaç : Uyuşmak, mezcolmak
İnfilak : Patlamak
İnkişa : Manilerin açılması
İnkişaf : İlerlemek, açılmak
İrtical : Bir yerden okumadan seri konuşmak
İstimal : Kullanmak
İstimdad : Yardım istemek
İstinad : Dayanmak
İttihad : Birlik
K
Kabili iltiyam : Yaranın iyileşmeye yüz tutması
Kader-i Ezelî : Ezeli kader
Kader-i İlah-i : İlâhi kader
Karine : İpucu, işaret
Kaziyyc : Ezeli kelâm, Allah'ın Kelâmı
Kemâl-i iştiyak : Tam bir arzu
Kerametkerâne : Keramet şeklinde
Keşfiyyat : Keşifler
Kudüs : Cenab-ı Hakkın isimlerinden
Kudsî : Mukaddes
Küfr-ü mutlak : Mutlak küfür
L
Lakayd : İlgisiz
Lisan : Dil
M
Mabeyn : Ara
Mahlukat : Yaratıklar
Makine-i insaniye : İnsan makinesi
Mânâ-yi işarî : îşarî mânâ
Mânâ-yı sarılı : Açık mânâ
Masnu : Sanatlı eser
Mazi : Geçmiş
Medar-ı İmtiyaz : Seçkinlik sebebi
Medet : Yardım
Mekteb-i harbiye : Harb okulu
Mekteb-i idadî : Lise
Mekteb-i Mülkiye : Siyasal Bilgiler Fakültesi
Menba : Kaynak
Mesail : Meseleler
Meşiet : Dilemek
Metalib : İstekler
Muamelât : Muameleler
Muayyen : Belirli
Muhabere : Haberleşme
Mukayyed : Kayıtlı, sınırlı
Musalaha : Barış
Musırrane : Israrla
Mübhem : Belirsiz
Mücmelen : Kısa, öz
Münasebettar : İlgili
Münevver : Nurlanmış
Müstaid : Kabiliyetli
Müstakbel : Gelecek
Müstakim : İstikametli
N
Nazar-ı hafiyy-i gaybî : Gaybî, gizli nazar
Nazar-ı şuhud : Gözler önüne
Nefs-i emmare : Kötülüğü emreden nefis
Nesl-i âti : Gelecek nesil
Nev-i beşer : İnsanlık
Nevm : Uyku
Nikab : Perde, Peçe
Niza : Çekişmek
Nuranî : Nurlu
Nübüvvet : Peygamberlik
P
Perde-i gayb : Gayb perdesi
Perde-i müstebidane : Despot perde
Pürşer : Şer dolu
R
Rabıta-i kudsiye : Mukaddes bağ söz
S
Sadakte : ‘‘Doğru söyledin” anlamında bir söz
Sakitane : Sessizce
Seciye : Karakter, huy
Selef-İ salihin : Ehl-i sünnetin ilk rehberleri, önceki âlimler
Selîm : Selametli, ayıpsız
Senevi : Yıllık
Sevk-i kaderi : Kaderin şevki
Seyyal : Akıcı
Seyyar : Gezen
Seyyare : Gezege
Silsîle-i Tefekkür : Tefekkür silsilesi
Ş
Şakirt : Talebe
Şehadet-i vücud : Varlık şehadeti
Şehadetnâme : Diploma
T
Taharri : Araştırmak
Tahkir : Küçük düşürmek
Takallus : Büzülmek, çekilmek
Talik : Askıya almak
Tarziye : Özür dilemek
Tasavvurat : Tasavvurlar
Tazarruat : Yalvarma, gizli yakarış
Tebeddülü Saltanat : Saltanatın el değiştirmesi
Techîl : Cahillikle itham
Tecrübat : Tecrübeler
Teessürat : Üzüntüler
Temevvüc : Dalgalanmak
Tenteneli : Şeffaf, altını gösteren
Terbiye-i İslâmiye : İslâmi terbiye
Terakkiyat-ı ruhiye : Ruhî yükseliş
Teselsül : Zincirleme
Teshil : Kolaylaştırmak
Teşci : Cesaretlendirmek
Tevhid : Allah'ın birliği
Tevfik-i İlâhî : Allah'ın yardımı
Tuluat-ı kalbiye : Kalbe gelen mânâlar
Turuk : Yollar
U
Uhuvvet : Kardeşlik
Ulema-yi bâtın : Sırlı ilimlere aşina olan âlimler
Umumî : Genel
Ü
Üveysî : Veysel Karâni'nin Peygamberimizi (a.s.m.) görmeden feyiz alması tarzında, doğrudan görüşmeden birinden feyiz almak.
V
Vahdet : Birlik
Vakıa-i sâdıka : Sâdık olay
Valide : Anne
Varta : Tehlike
Vazife-i hakikiye : Gerçek vazife
Vazife i kudsİye : Mukaddes görev
Velayet : Velilik
Vücud : Varlık
Z
Zâtı Zülcelal : Celâl sahibi olan Allah
Zındıka : Dinsizlik
Zuhurat : Birden görülen ve ansızın ortaya çıkan şeyler
Zulmet : Karanlık
[1] Mülk: 67/14.
[2] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 7-8.
[3] Bakara: 2/3.
[4] Hakka: 69/39.
[5] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 9-10.
[6] Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 478 (Not: Bundan sonra, Bediüzzamandan yaptığımız iktibaslarda, eser ismini yazmakla iktifa edeceğiz).
[7] Mesnevi-i Nuriye, s. 126.
[8] Sözler, s. 477.
[9] Muhakemat, s. 15.
[10] Muhakemat, s. 15.
[11] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 11-13.
[12] Muhammed Abduh. Tefsîru'l-Kur'ân'il-Hakim, VII, 422.
[13] HamdiYazır, Hak Dini Kur an Dili, VIII, 5415.
[14] Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, III, 158.
[15] Neml: 27/65.
[16] Cin: 72/26-27.
[17] Mahmud b. Ömer Zemahşeri, Keşşaf, IV. 632-633.
[18] Hac: 22/75.
[19] Sahîhu'1-Buhari, Fedailü Ashabi'n-nebi, 6.
[20] Celaleddin Süyutî, Tarîhul-Hulefa, s.117.
[21] Mektubat, s.96.
[22] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 162.
[23] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 13-16.
[24] Sözler, s.317.
[25] Age. s. 317-318.
[26] Kamer:54/ 1.
[27] Age. s. 318.
[28] Age. s. 318-319.
[29] Mektubat, s. 96.
[30] Kastamonu Lahikası, s.216.
[31] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 16-19.
[32] Mevlana Celaleddin Rumî, Mesnevi, XII. 210.
[33] Muhakemat, s. 15.
[34] Şualar, s. 16.
[35] İşaratu'l-i'caz, s. 85.
[36] Sözler, s. 121.
[37] Muhakemat, s.103.
[38] Mektubat, s. 456.
[39] A.g.e, s. 443.
[40] Şualar, s. 121-122.
[41] Sözler, s. 439.
[42] Şualar, s. 215.
[43] Bkz. Emirdağ Lahikası, s. 52.
[44] Mektubat, s. 348.
[45] Kastamonu Lahikası, s. 40-41.
[46] Emirdağ Lahikası, s. 233.
[47] Mesnevi-i Nuriye, s. 231.
[48] Mektubat, s.348.
[49] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 19-24.
[50] A.g.e, s. 349.
[51] Kastamonu Lahikası, s. 249.
[52] Mektubat, s.348.
[53] A.g.e, s.349. Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 24-26.
[54] Emirdağ Lahikası, s. 404.
[55] A.g.e, s. 405.
[56] Sad:38/ 37-38.
[57] Enbiya: 21/82.
[58] Sözler, s.240.
[59] Meryem:19/ 17.
[60] A.g.e, s.241.
[61] Emirdağ Lahikası, s. 404-405.
[62] Maide: 5/3.
[63] Bkz. Emirdağ Lahikası, s. 64; Lem'alar (osm). s. 863-864 .
[64] Hekimoğlu İsmail ve H. Hüseyin Korkmaz, İlimler ve Yorumlar, s. 420-422.
[65] Sinan Onbulak, Ruh ve Ruhlar Alemi. s. 4.
[66] Enis Behic Koryürek, Varidat-ı Süleymaniye, s. 7.
[67] Hucurat: 49/ 6.
[68] Sözler, S. 339.
[69] Zariyat :51/ 56.
[70] Yazır, VIII, 5390.
[71] İbnu Manzur, Lisaul-Arab, XXIII, 92.
[72] Ragıb İsfehânî, Müfredat, s. 138-139.
[73] Yazır, VIII, 5390.
[74] Rahman :55/ 15.
[75] Süleyman Ateş, İnsan ve İnsanüstü, s. 46.
[76] Cin :72/ 14.
[77] Kefh :27/ 50.
[78] Celal Yıldırım, Asrın Kur’an Tefsiri, VI, 3203.
[79] Kurtubi, El-Câmi liahkâmi'l-Kur'an, XV. 67.
[80] Nursî, Lem'alar. s. 283.
[81] Zemahşeri, Keşşaf, IV, 624.
[82] Cin:72/ 6.
[83] Seyyid Kutub, Fi Zılali’l - Kur'an, V1. 3728.
[84] Sebe:34/ 14.
[85] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 26-36.
[86] A.g.e, s. 409.
[87] A.g.e, s. 409-410.
[88] A.g.e., s. 376-378.
[89] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 37-38.
[90] A.g.e., s. 376. Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 38-39.
[91]A.g.e., s. 376.
[92] Ahzab: 33/40.
[93] A.g.e, s. 384.
[94] Ankebut:29/ 41.
[95] Emirdağ Lahikası, s. 379-380.
[96] Hadîd: 57/25.
[97] Latif Nükteler, s. 22.
[98] Bakara :2/29.
[99] İşârâtü'l-i'câz, s. 222.
[100] Burada çok kısa olarak verdiğimiz bu bölüm için bkz. Sözler, s.235-249.
[101] Ebu Hüseyin Vahidî, Esbabun-nüzul, s. 398.
[102] Lem’alar, s. 29-32'den özetle.
[103] Nisa:4/ 69.
[104] Ahmet B.Hanbel, Müsned, V, 220-221, Tirmizi, Fiten, 48.
[105] A.g.e, s. 33-34.
[106] A.g.e, s. 36.
[107] Nursi Sözler, s. 377.
[108] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 39-48.
[109] Kalem :68/ 5.
[110] Rum :30/ 60.
[111] Tur :52/ 30-31.
[112] Fetih :48/ 28.
[113] Nur :24/ 55.
[114] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 48-50.
[115] Rum :30/ 1-5.
[116] Zemahşerî, III.,466-467.
[117] Rum :30/ 4-5.
[118] Zerkânî, Menahilu'l-irfan, II, 334.
[119] Rum :30/ 3.
[120] Yazır, VI, 3801 -3802.
[121] Maide:5/ 54.
[122] Yazır. III, 1719-1920.
[123] Nursî, Mektubat, s. 324.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 50-53.
[124] Maide: 5/ 67.
[125] Tirmizi, Tefsîr.
[126] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 53.
[127] Hicr : 15/ 9.
[128] İsra:17/ 88.
[129] Bakara:2/ 23 - 24.
[130] Nursî, Sözler, s. 383. Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 53-55.
[131] Maide:5/ 62.
[132] Maide:5/ 64.
[133] Maide:5/ 13.
[134] Bakara :2/ 94-95.
[135] Bakara :2/ 96.
[136] A’raf :7/ 168.
[137] A'raf :7/ 167.
[138] İsra :17/ 8.
[139] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 55-56.
[140] Fussilet :41/ 53.
[141] Mülk : 67/9.
[142] Tarık :86/ 5.
[143] Zümer :39/ 6.
[144] Râzî, Mefatihu’l - Gayb, XXVII, 139.
[145] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 56-58.
[146] En'am:6/ 91, Hacc:22/ 74, Zümer:39/ 67.
[147] Zümer:39/ 3.
[148] Seyyid Ahmet Arvasi, İnsan ve Ötesi, s. 84.
[149] Macid.Gökberk, Felsefe Tarihi, s. 404.
[150] Rahman:55/ 29.
[151] Buruc:85/ 16.
[152] Yusuf:12/ 40.
[153] Zemahşerî, II, 471.
[154] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 58-59.
[155] Rum:30/ 7.
[156] Sözler, s.378.
[157] Enam:6/ 91; Hacc:22/ 74; Zümer:39/ 67.
[158] Yazır, I, 24.
[159] Sözler, s. 298
[160] Saff:61/ 1.
[161] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 59-62.
[162] A.g.e, s. 340.
[163] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 62-63.
[164] Lem'alar, s. 106-107.
[165] Lokman:31/ 34.
[166] A.g.e. s. 107-108.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 63-66.
[167] Hadîd:57/ 4.
[168] Hacc:22/ 47;Mearic:70/ 4.
[169] Sözler, s. 149.
[170] Emirdağ Lahikası, s. 372.
[171] Sözler, s. 49.
[172] En'am:6/ 59.
[173] Yasin:36/ 12.
[174] A.g.e, s.150: 438.
[175] A.g.e, s.438-439.
[176] A.y.
[177] Şualar, s. 171.
[178] Şualar, s. 154; Sözler, s. 396.
[179] Lem'alar, s. 132.
[180] A.y.
[181] Tekvîr :81/10.
[182] Sözler, s. 396.
[183] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 66-69.
[184] Saff:61/ 6.
[185] Al-i İmran:3/ 49.
[186] Yusuf :12/37.
[187] Yusuf:12/ 86.
[188] Yusuf:12/ 94.
[189] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 70-71.
[190] Enbiya:21/ 107.
[191] Aclûnî Keşfu’I-Hafa, Hadis no: 2123, II, 164.
[192] En’am:6 50.
[193] Beydâvi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Tevil, I, 380.
[194] Tevbe:9/43.
[195] En-Nesefî, Medarik, IV, 332.
[196] Müslim, Fedail, 140-141.
[197] Buhari, Şehadat, 27.
[198] ibnu Hişam, Es-Sîre, II, 272.
[199] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 71-74.
[200] Fetih:48/ II.
[201] Tevbe :9/94.
[202] Nisa:4/ 81.
[203] Bakara:2/ 204-205.
[204] Vahidi, Esbabu’n-nüzuL. s. 264.
[205] Tevbe:9/ 107-108.
[206] Tahrîm,3.
[207] Buharı, Tefsir, 66/3.
[208] Vahidî, s. 441-442; Buhari, Tefsir, 60/1.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 74-77.
[209] Buhari, Ezan, 72.
[210] Buharı, Megazi, 38; İbnu Hişam, Es-sire, II, 171-172.
[211] Tirmîzî, Menakıb, 31.
[212] Müslim, Cennet, 76.
[213] Buhârî, Cenaiz, 55.
[214] Buhârî, Cenaiz, 4.
[215] Tirmîzî, Zühd, 9; ibnu Mace, Zühd, 19.
[216] Tirmîzi, Fiten, 23.
[217] Buhârî, Fiten, 13; Tirmîzî, Fiten. 17.
[218] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4259.
[219] Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4297.
[220] Tirmizi, Fiten, 23.
[221] Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4297.
[222] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 3994.
[223] Buhârî. Sünuhat, s. 49.
[224] Ebu Davud, melahim, hadis No: 4297.
[225] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 78-83.
[226] Ttrmizi, Fiten. 38.
[227] Aclûnî, Hadis No: 1515,1, 462.
[228] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4036.
[229] Necip Fazıl. Çile. s: 426-428.
[230] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 83-86.
[231] Buhârî, Fiten. 9: Müslim. Fiten, 10: Tirmîzî, Fiten, 29.
[232] Buhârî, Fiten. 5.
[233] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 3959.
[234] Müslim, Fiten. 55.
[235] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 87-88.
[236] Buhârî, Fiten, 24.
[237] Müslim, Fiten, 29.
[238] Müslim, Fiten, 67.
[239] Tirmiz, Fiten, 19.
[240] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 88-89.
[241] Müslim, Fiten, 132; Tirmizi, Fiten, 139.
[242] Kamer Süresi:54/ 1.
[243] Tirmizi, Fiten. 26.
[244] Müslim, Fiten, 136.
[245] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 89-90.
[246] Tirmizi, Fiten, 73.
[247] Tirmizi, Fiten, 79.
[248] Müslim, Fiten, 130; Tirmisi, Fiten, 31.
[249] ibnu Mace, Fiten, Hadis No: 3986.
[250] Ebu Davud, Fiten, hadis No: 4259; ibnu Mace, Fiten, Hadis No: 3961.
[251] Ebu Davud, Fiten, Hadis Ho: 4263.
[252] Tirmizi, Fiten, il; Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4340.
[253] Tirmizi, Fiten. 12.
[254] Tirmizi, Fiten 9.
[255] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4008.
[256] Maide :5/105.
[257] ibnu Mace, Fiten, Hadis No: 4005.
[258] Nursi, Emirdağ Lahikası. s.41.
[259] Ebu Davud, Melahim, Hadis No: 4344; İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4011.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 90-93.
[260] Müslim, Fiten, 95; Tirmizi. Fiten, 56.
[261] Müslim, Fiten, 103; Tirmizi, Fiten, 62.
[262] ibnu Mace, Fiten. Hadis No: 4077.
[263] Müslim, Fiten, 91.
[264] Müslim, Fiten, 107.
[265] Müslim, Fiten 126.
[266] Müslim, Fiten, 110; Tirmizi, Fiten, 59.
[267] Bkz. Nursi, Şualar, s. 586-587.
[268] Ebu Davud. Melahim, hadis No: 4319.
[269] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4085.
[270] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4083.
[271] İbnu Mace, Fiten, Hadis No: 4084.
[272] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 93-96.
[273] Mektubat, s. 70.
[274] Bkz, Emirdağ Lahikası, s. 64; Lem'alar (Osm.) s. 863-864.
[275] Kastamonu Lahikası, s. 210.
[276] Şualar, s. 714.
[277] Kehf:18/ 109.
[278] Latif Nükteler, s.25.
[279] Kastamonu Lahikası, s. 9.
[280] Sözler, s. 572.
[281] Zariyat:51/ 48.
[282] Lem'alar, s. 288.
[283] Kastamonu Lahikası, s. 112.
[284] Barla Lahikası, s. 338.
[285] Kastamonu Lahikası, s. 14.
[286] Necmettin Şahiner, Son Şahitler I, s. 40-41.
[287] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s- 27.
[288] A.g.e.,s.18O.
[289] Tarihçe-i Hayat, s. 123.
[290] Barla Lahikası, s.249.
[291] Hutbe-i Şamiye, s. 59.
[292] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 97-103.
[293] Mülk:67/ 3-4.
[294] Sözler, s. 632.
[295] Yazır, IV, 2802.
[296] Barla Lâhikası, s. 313.
[297] Emirdağ Lahikası, s. 164.
[298] A.g.e., s. 44.
[299] A.g.e., s. 84.
[300] A.g.e.,s. 44.
[301] Kastamonu Lahikası, s. 65.
[302] Barla Lahikası, s. 65.
[303] Kastamonu Lahikası, s. 65.
[304] İbnu Manzur, Lisanu'l-Arab, XI, 513-514.
[305] İbnu Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l- Azim, IV, 198.
[306] Mektubat, s. 355-356.
[307] Kastamonu Lahikası, s. 30.
[308] Şualar, s. 493.
[309] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 103-111.
[310] A.g.e.,s. 123.
[311] A.g.e.,s. 124-125.
[312] Kehf: 18/ 109.
[313] A.y.
[314] Mektubat, s. 348.
[315] Kasas:28/ 7.
[316] A.g.e., s. 51.
[317] Müştak Dede Efendi, Divan, s. 29.
[318] Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 151.
[319] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 111-115.
[320] Sözler, s. 627.
[321] Emirdağ Lahikası, s. 433.
[322] Sözler, s. 157.
[323] A.g.e.,s.315.
[324] Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla Saîd Nursî, s. 323.
[325] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 115-117.
[326] Sünühat, s. 51-53.
[327] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 117-119.
[328] Emirdağ Lahikası, s, 331.
[329] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 119-120.
[330] A.g.e., s. 368.
[331] Mektubat, s. 368.
[332] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 120-121.
[333] Tahhçe-i Hayat, s. 123.
[334] Sünuhat, s. 30.
[335] A.g.e., s. 36.
[336] Münazarat, s. 87-89.
[337] A.g.e., s. 89.
[338] Hutbe-i Şâmiye, s. 21.
[339] A.g.e., s. 27.
[340] A.g.e., s.32 Ayrıca bkz. Emirdağ Lahikası, s. 368.
[341] Saff:61/ 8.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 121-125.
[342] Sünuhat, s. 33.
[343] Muhakemat, s. 37-38.
[344] Hutbe-i Şamiye, s. 36.
[345] Sünuhat, s. 34.
[346] Hutbe-i Şamiye. s. 37-38.
[347] Al-i İmran,3/ 140.
[348] Emirdağ Lahikası, s. 180.
[349] Mektubat, s. 327.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 125-128.
[350] Sözler, s. 661.
[351] A.y.
[352] Sözler, s. 665.
[353] A.g.e.,s. 665.
[354] Kastamonu Lahikası, s. 225.
[355] A.g.e., s. 227.
[356] Emirdağ Lahikası, s. 213.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 128-130.
[357] Mektubat, s. 439.
[358] Emirdağ Lahikası. s. 21 -22.
[359] Şualar, s. 269.
[360] Lem'alar, s. 26.
[361] Mektubat, s. 71.
[362] Emirdağ Lahikası, s. 485.
[363] A.g.e., s. 449.
[364] A.g.e., s. 411-412.
[365] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 131-134.
[366] A.g.e.,s. 447.
[367] A.g.e., s. 448.
[368] Şahiner, Bilinmeyen Taraftarıyla Saîd Nursi, s. 431.
[369] Sözler, s. 647.
Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 135.
[370] Mektubat, s. 350.
[371] Şualar, s. 308.
[372] Emirdağ Lahikası, s. 73.
[373] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 136-137.
[374] "Cifir" kelimesinin aslı "cefr" dir. Başlangıcı Cafer-i Sadık'a nisbet edilir (Ö.148 h). Harflerin âlemdeki olaylara delaletini araştırır. Bkz. Metin Yurdagür, "Cefr" md. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. Kanaatımızca şifre kelimesinin menşei, "cifir" kelimesi olsa gerektir.
[375] Yunus:10/ 39.
[376] İbnu Cerîr Taberî, Câmiul-Beyan. I, 93.
[377] Sebe:34/ 15.
[378] Yazır, VI, 3956.
[379] Ebu'l-fadl Şihabuddin Alusî, Ruhu'l Meânî, I, 7-8. Hamdi Yazır, İbnu Berrecan'ın Kudüs'ün fethini önceden haber vermesini şöyle değerlendirir: 'Demek oluyor ki, ayette ancak Ricalullah’a münkeşif olan daha diğer imâlar da vardır". Hak Dini Kur'an Dili, VI, 3803.
Ahmet Cevdet Paşa Kısasu'l-Enbiya isimli eserinde aynı istihraca yer verir. III,423-424.
İbnu Berrecan, Tefsirini h. 522 de yazmıştır. Kudüs ise, h. 583 de fethedilmiştir. Bkz. Saffet Senih, Gaybın Haberleri, s. 121.
[380] Alusi, I, 8.
[381] Cin:72/ 28.
[382] Bkz. Şualar, s. 712-713.
[383] A.g.e., s. 682.
[384] En’am:6/ 59.
[385] Kastamonu Lahikası, s. 1,60.
[386] A.g.e., s. 204.
[387] Neml:27/ 65.
[388] Latif Nükteler, s. 85-86.
[389] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 137-144.
[390] Dr. Şadi Eren, Kur’an Ve Hadis Işığında Gaybdan Haberler, Yeni Asya Yayınları: 145-146.