KUR’AN VE HADİSLERE GÖRE CİNLER VE BÜYÜ.. 3

Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, 3

Önsöz. 3

Kisaltmalar 4

Kaynaklar-Araştırmalar 4

İslâm Öncesi Toplumlarında Cin İnancı 6

1- Cin Nedir?. 6

2- İslâm Öncesi Bazı Din ve Toplumlarda Cin İnancı 7

A- Câhiliye İnancında Cin. 7

B- Yahudilik'te Cin. 9

C- Hristiyanlık'ta Cin. 11

1. İSLÂM'A GÖRE CİN.. 14

1- Cinlerin Özellikleri 14

A- Cinlerin Haber Çalması 16

B- Hz. Peygamber'in Cinlere Kur'ân Okuması 25

C- Cinlerin Azığı 30

D- Cinlerin Şekil Değiştirmeleri 36

E- Cinlerin İnsanlara Görünmesi 41

F- Cinlerle Evlenmek. 44

G- CİNLERİN EŞYA ÜZERİNDE TASARRUFU MÜMKÜN MÜDÜR?. 51

2- Hastalıklar Ve Cinler 53

A- Akıl Hastalıklarının Cinlerle İlişkisi 53

B- Bulaşıcı Hastalıklar ve Cinler 61

2. CİN-SİHİR İLİŞKİSİ 62

1- Cin-Sihir ilişkisi 62

A- Sihir (Büyü) nedir?. 62

B- Büyünün Tarihçesi 63

a- Bâbilliler'de Büyü. 63

b- Eski Mısıt'da Büyü. 63

c- Hz- Süleyman Döneminde Büyü. 64

d- Hz. Peygamber Dönemi'nde Büyü. 65

2- Büyü Çeşitleri 65

3- Büyünün Etkisi Var mıdır 67

4- Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün Müdür?. 73

5- Cinler Kaybolan Ya Da Çalınan Şeyleri Bilebilir Mi?. 76

6- Hz. Peygambere Büyü Yapılması 78

7- Büyü Yoluyla Yapılabildiği İleri Sürülen Bazı Hususlar 85

8- Bazı Büyü Örnekleri Ve Bunların Değerlendirilmesi 89

A- Bir Kimsenin Erkekliğini Ya Da Dilini Bağlamak. 89

B- İnsanların Arasına Kin Ve Düşmanlık Sokmak, Karı-Koca'nın Arasını Ayırmak. 91

C- Define Bulmak. 92

D- İnsanların Sevgisini Kazanmak. 93

E- Erkekliği Bağlı Olan Kimseleri Çözmek. 93

F- Bir Kimsenin Sidikliğini Ve Uykusunu Bağlamak. 94

G- Bir Yeri Harab Etmek. 94

H- Bir Kimseyi Celbetmek. 95

I- Bir Kimseye Kurşun Tesir Etmemesi 95

1- Haşerelerle Mücadele Etmek. 96

9- İslâm'da Büyünün Hükmü. 96

Sonuç. 96

Bibliyoğrafya. 97

Terimler Sözlüğü. 100


KUR’AN VE HADİSLERE GÖRE CİNLER VE BÜYÜ

 

Ali Osman Ateş, 1954 yılında Konya'nın Lâdik kasabasında doğdu. İlkoku­lu burada tamamladıktan sonra, 1973 yılında Manisa İmam-Hatip Lisesi'ni, 1978 yılında da Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi'ni bitirdi. T.C. Diyanet işleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde görev yaptı. 1985 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Araştırma Görevliliği'ne atandı ve 1989 yılında doktorasını tamamladı. 1995 yılında doçent, 2001 yılında da profesör olan Ateş, evli ve dört çocuk babasıdır. 1996 yılından beri Çukurova Üniversitesi ilahiyat Fakültesi'nde görev yapmakta olan Ateş'in, alanıyla ilgili olarak yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Prof. Dr. Ali Osman Ateş'in yayınevimiz tarafından yayınlanmış bulunan eserleri şunlardır:

1- İslâm'a Göre Câhiliye ve Ehl’i Kitâb Örf ve Adetleri, (Doktora Tezi), 554 sayfa, İstanbul 1996.

2- Kur'ân ve Hadislere Göre Şeytan, 448 sayfa, 2. baskı, İstanbul 1996.

3- Oryantalistlerin Hz. Peygamber İle İlgili İddialarına Cevaplar, 416 sayfa, İstanbul 1996.

4- Ehl-i Sünnet ve Şia'nın Delil Olarak Aldığı Bazı Hadisler, 224 sayfa, İstanbul 1996.

5- Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, 400 sayfa, İstanbul 2000. [1]

 

Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü,

 

Beyan Yayınları'nın 195. kitabı olarak yayına hazırlandı; dizgi ve sayfa düzeni Hasan Demir (621 15 iğ), kapak Yazı evi (517 82 64), baskı ve cilt Umut Matbaacılık (637 09 34) tarafından gerçek­leştirildi ve Ekim 2003'de İstanbul'da yayınlandı. ISBN 975-473-lll-X  [2]

 

07.07.1993 tarihinde ebediyete yolcu ettiğimiz sevgili annem Şerife Ateş hanımefendinin aziz ruhuna armağan...

Sekiz yıl sonra bu görevi yerine getirmeyi bana tekrar nasip kılan Yüce Rabbime sonsuz şükür... [3]

 

Önsöz

 

Toplumumuz son yıllarda geçmişine oranla çok süratli bir dışa açılma dönemini yaşıyor. Tanzimat'tan bu tarafa "Ba­tılılaşma" şeklinde kendisini ortaya koyan bu gelişme, günü­müzde ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda göze çarpan ye­niden yapılanma gayretlerinin tesiriyle daha da hızlanmış bu­lunuyor. Bu dışa açılma çabalarının sonucu olarak sosyal bün­yemizde yabancılaşma ve kimlik bunalımı şeklinde ifade ede­bileceğimiz bir takım buhranlar baş göstermiştir. Bunun başlı­ca sebepleri arasında millî ve manevî değerlerimizden yeterin­ce nasibini alamamanın yattığı açık bir husustur. Geçmişte toplumumuzun bazı kesimlerinin içine düştüğü bu bunalımla günümüzde milletimizin tüm kesimlerinin karşılaşması tehli­kesi söz konusudur.

Öte yandan buhranlar içinde çırpınan dünyamız yeni­den dine dönüşün sancılarını çekiyor. Yaratılışlarındaki özel­likten dolayı insanlar, 60-70 yıllık bir ömür içindeki mutlulu­ğu yeterli görmüyor, ebedî bir saadet arayışı içine giriyorlar. Millî ve mânevi değerler açısından yeterli doyuma ulaşamamış toplumumuz da bu arayışın içinde gerekli yerini almış bulu­nuyor. Manevî sahadaki bu boşluk, insanımıza bir altüst oluş dönemi yaşatıyor. Halkımız bir arayış içinde çırpmıyor, aradı­ğı gerçek değerler yeterince kendisine verilmediği için bir türlü dengeye gelemiyor, maneviyât adına, Semavî Dinler'in red­dederek, şirk ve küfür saydığı, vaktiyle dîne alternatif olarak uydurulmuş, sihir (büyü), fal gibi bir takım hususlarla, yine yüce dinimizin kabul etmediği Reenkarnasyon (Tenasüh) gibi Hind kökenli bir takım bâtıl inançlar, susuzluklarını giderme­leri için onlara bir reçete olarak sunulmak isleniliyor. Ülkemi­zin geleceği olan bir kısım gençlerimiz ise Satanizm peşinde koşuyor, şeytana tapınma ayinleri düzenliyor. Sonu cinayet ve intiharlara varan birtakım davranışlara yelteniyor. Yine, orta­ya çıkan bir takım kimseler halkımızın duygu ve inançlarını sömürüyorlar. Seyircisini ya da tirafını artırmak isteyen bazı gazete ve televzyonlar da bunlara alet oluyor. Bunlardan ki­misi Resul olduğunu iddia ediyor, kimisi de hipnotize ettiği bir şahısla konuşarak reenkarnasyonu ispat etmeye çalışıyor, bir başkası eline bir cam küre alarak olağanüstü güçlere sahip olduğunu, gaybı bildiğini ileri sürüyor. Bir ötekisi filan tarih­te öleceğini iddia edip, milleti başına yığıyor, bazıları da illizyon sanatının inceliklerini öğrenip, halkımızı kandırıyor. Bu tür şahıslar cinlerle irtibat kurduklarını, karı-koca arasındaki geçimsizlikten borsadaki yatırımlara kadar her derde deva olduklarını öne sürüyorlar. Böyle kimseler hergün televizyon ve gazetelerin baş köşelerini işgal ediyorlar. Bunlardan bir kısmı da, Kur'ân-ı Kerîm'i bir büyü kitabı olarak algılatmak, toplu­ma, Allah'ın Kelâmını mâhiyeti anlaşılmaz, kendisiyle sihir yapılan esrarengiz bir kitap olarak tanıtmak istiyorlar. Böylece insanların okuyup anlamasını engellemeyi, halkın onun rah­met kaynağından bol bol faydalanmasını önlemeyi arzu edi­yorlar.

Bütün bu karmaşa arasında, halkımızı bu konularda ay­dınlatacak, hurafe ve sapıklıklardan koruyacak, maddî ve ma­nevî açıdan istismar edilmesini önleyecek sesler duyulmuyor.

Bu konunun sömürüsünü yapanlara saatler ve sayfalar ayıran­lar, halkımızı bu hususlarda aydınlatacak âlimlerimizin görüş­lerine yer vermiyorlar. Daha önceleri ülkemizde sıkı bir emni­yet takibatı altında bulunan şarlatanların serbe'stçe faaliyet gösterebildikleri gözleniyor. Televizyonlara bol bol reklamlar verebiliyor, tıbba, fenne, kİsacası ilme karşı çıkabiliyorlar. Toplumumuzun bir altüst oluşunun göstergesi de budur. Hür­riyet anlayışımız bir türlü yerine oturmamıştır. Kafalarımız o kadar karışıktır ki, şarlatanlık yapanlara, dolandırıcılara, hal­kı istismar edip sırtından haksız para kazananlara bu faaliyet­leri için izin verip vermeyeceğimiz konusunda bile kararsızlık içinde bulunabiliyoruz. Bu tereddüdümüzün cezasını ise ma­alesef halkımız çekiyor, ilmin, tıbbın kapışma gidecekler za­man kaybediyor, ümitleri sömürülüyor, işte bu ortam içinde "Cin" konusunu araştırıp 1995 yılında ilk baskısını gerçekleş­tirmiştik. Şimdi, aradan geçen yedi yıllık sürede, şikayetçisi olduğumuz bu konularda ülkemizde değişen bir şeyin olma­dığını üzüntüyle görmekteyiz. Bu konularda halkımızın aydınlatılması ihtiyacı artarak devam etmektedir. İşte böyle bir ortamda, ilim dünyamızın sesi, ülkemizin ilim ve irfan hayatı­nın fedakar destekçisi, akademik düzeyde seviyeli yayınlarıy­la toplumumuzda seçkin bir yerin sahibi olan Beyan Yayınla­rı, kitabımızın tarafımızdan gözden geçirilmiş yeni bir baskı­sını yapıyor.

Burada, vaktiyle konuyu araştırmamı tavsiye eden çok kıymetli hocam Prof. Dr. M. Cemal Sofuoğlu'na, çalışmalarını esnasındaki teşviklerinden dolayı Din İşleri Yüksek Kurulu emekli üyesi babam Mustafa Ateş'e, fedakar eşim Süreyya Ateş hanımefendiye ve çocuklarıma en derin şükranlarımı arz ede­rim. Konuyu hazırlarken göstermiş oldukları ilgi ve yardımla­rından dolayı Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden arkadaşlarım Prof. Dr. Ömer Dumlu, Ögr. Gör. Dr. Ra­mazan Ege ve Uzman Mehmet Gönen'e teşekkürü bir borç bi­lirim.

Prof. Dr. Ali Osman Ateş

01. 08. 2003 Adana [4]

 

Kisaltmalar

 

I.

İbn

b.

Bin

İ. A.

İslâm Ansiklopedisi

T. D. V

Türkiye Diyanet Vakfı

M. E. B.

Milli Eğitim Bakanlığı

K.

Kitâb

s.

Sayfa

a.g.e.

Adı geçen eser.

a.g.y.    .

Adı geçen yer.

a.g.m.

Adı geçen makale

I.E.D.

İlahiyat Fakültesi Dergisi

AÜIFD

Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi

D.E.Ü.

Dokuz Eylül Üniversitesi

Krş.

Karşılaştırınız

Bkz.

Tercüme/Tercümesi

Ansik.

Ansiklopedi

V.

Vefatı

vs.

Vesaire

v.b.

Ve benzeri

vd.

Ve devamı

Hz.

Hazreti

r.a.

Radıyallahü Anh.

s.a.v.

Sallallahü Aleyhi Vesellem

 

Kaynaklar-Araştırmalar

 

Araştırmamız, "Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler-Büyü" başlığını taşımaktadır. Fakat eski din ve kültürlerde de bu inancın mevcut olduğuna dair görüşün boşlukta kalmaması ve konunun tarihî bir zemine oturtulması gayesiyle Giriş bö­lümünde Câhiliye dönemi ile Yahudilik ve Hıristiyanlık'la cin konusuna bir parça temas edilmeye çalışılmıştır. Elinizdeki çalışma bir Dinler tarihi araştırması olmadığı için, ilgili bö­lümde bir derinlik göze çarpmayabilir. Zaten eserin ağırlık noktasını İslâm'da Cin konusu teşkil etmektedir. Giriş bölü­münde Yahudilik ve Hristiyanlık'ta adı geçen konu işlenirken başvurulan asıl kaynak Kîtâb-ı Mukaddes olmuştur. Barnabas İncili de kendisinden faydalanılan eserler arasında yer almak­tadır. Kur'ân-ı Kerîm'de de konu ile ilgili bazı âyetler bulun­duğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Bunun dışında Hayrullah Ors'ün Musa ve Yahudilik adlı kitabı ile M. Süreyya Şahin'in TDV İslâm Ansiklopedisi'nde yer alan "Cin" maddesine de zaman zaman müracaat etmiş durumdayız. Bu arada, Câhi­liye döneminde Cin telakkîsiyle ilgili tespitler açısından bol miktarda malzemenin yer aldığı Tefsîr ve Hadis kaynaklarına başvurmuş bulunmaktayız. Aşağıda zikredeceğimiz bu eserle­rin dışında Mahmûd Şükri el-Âlûsî'nin Bulûğu’l-Ereb’i Neşet Çağatay'ın İslâmdan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Nebi Bozkurt'un Sünnet'in Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folklorunu kaydetmek istiyoruz. İslâm öncesi kültürü­müz açısından da Abdülkadir İnan'ın Eski Türk Dini Tarihi'ni zikretmek uygun olacaktır.

İslâmî bir araştırmanın merkezinde Kur'ân-ı Kerîm'in yer alacağı açık bir husustur. Kur'ân'da "Cin" adlı bir sûre yer aldığı gibi, çeşitli âyetlerde de bu konudan söz edilmektedir. Bunların yorumları için Tefsir sahasında yazılmış eski ve yeni bazı kaynaklara da başvurmuş durumdayız.

 et-Taberi'nin (v. 310)

Câmiu'l-Beyân el-Cessâs Ebu Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî'nin (v. 370)

Ahkâmü'l-Kur'ân'ı, Fahrüddirr er-Râzî'nin (v.606)

Mefâtîhu'l-Ğayb'ı, İbn Kesîr'in (v. 774)

Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm'i, Muhammed izzet Derveze'nin et-Tefsîru'l-Hadlsi Elmahlı Hamdı Yazır'ın (v. 1948) Hak Dini Kur'ân Dili, Süleyman Ateş'in Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri ile konulu tef­sir çalışmalarının güzel birer örneği olan Abdullah Aydemir'in 'Tesir'e İsrâiliyat, Halis Albayrak'ın Kur'ân'da insan Gayb İliş­kisi, Ali Sayı'nın Hz. Musa adlı araştırmaları bunlar arasında yer almaktadır.

Araştırmamız esnasında başvurduğumuz temel kaynak­ların ikincisini Hadis kitapları oluşturmaktadır.

el-Buhârî (v. 256) ve

Müslim'in (v. 275),

et-Tirmizî (v.279),

en-Nesâî (v.303) ve

İbn Mâce'nin (v. 275)

Sunen'leri yararlandığımız te­mel hadis kaynakları arasındadır.

İmâm Mâlik b. Enes'in (v.179)

el-Muvata'ı, et-Tayâlisî'nin (v. 204)

Müsned Abdürrezzâk b. Hemmâm'ın (v. 211)

Musamafı, Ahmed b. Hanbel'in (s. 241)

Musned'i, ed-Dârimî'nin (v. 255)

Sünen'i, yine el-Buhârî'nin (v. 256)

el-Edebü'l-Müfred'i, ed-Dârekutnî (v.385) ve

el-Beyhakî'nin (v. 458)

Sünen'leri, es-Suyûtî'nin (v. 911)

el-Câmiu's-Sağir'i zaman zaman müracaat ettiğimiz eserler arasında kaydedilebilir. Bu kaynaklarda Cin konusuyla ilgili olarak yer alan hadislerin yorumları için de, eski ve yeni hadis şerhlerine başvurmuş bulunuyoruz.

en-Nevevî'nin (v. 676)

el-Minhâc'ı, Kastallânî'nin (v. 658)

İrşâdü's-Sâri'si, Bedrüddîn el-Aynî'nin (v. 855)

Umdetü'l-Kârvsi, Mahmûd es-Sübkî'nin (v. 1352)

el-Menhel Ahmed Naim ve Kâmil Miras'ın Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ahmed Davudoğlu ve Mehmed Sofuoğlu'nun Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhleri, İbrâhîm Canan'ın Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Haydar Hatipoğlu'nun Sünen-i İbn-i Mâce Tercemesi ve Şerhi bunlar arasında yer alır. Hadislerin değerlendirilmesi sırasında râvîlerin du­rumlarını incelemek için Cerh ve Ta'dîl konusunda yazılmış Tabakât kitaplarına da yöneldik.

İbn Sa'd'ın (v.230)

et-Tabakâ-tü'l-Kübrâ'sı, İbnü'l-Esîr'in (v. 630)

Üsdü'l-Ğâbe'si, ez-Zehebî'nin (v. 748)

Mîzânü'l-Î'tidal'i, İbn Hacer'in (v. 852)

Tehz'i-hû't'Tehztb'i ile el-İsâbe'si bu eserlerdendir.

Cin konusu, Kelâm ve Akâid ilmini de ilgilendirdiği için bu sahada yazılan eserlerden de bu hususta yararlanılmış­tır. Ebû Ya'lâ el Ferrâ'nın (v. 458)

el-Mu'temed Fî Usüli'd-Dîrii ile Ebu'1-Yüsr Muhammed el-Pezdevî'nin (v. 493)

Usûlü'd-Dîrü bunlardandır.

Konuyla ilgili görüşlerinden dolayı gerek el-Ferrâ'ya, gerekse Ebü'1-Yüsr el-Pezdevî ile Fahrüddîn er-Râzî gibi çağla­rı aydınlatan büyük alimlerimize takdir ve şükranlarımızı be­lirtmeden geçmek uygun olmaz düşüncesindeyiz.

Konunun incelenmesi sırasında gerekli bilgiler için Arap Dili ve Edebiyatı alanını ilgilendiren bazı kaynaklara da başvurmak durumu hâsıl olmuştur. Bu cümleden olarak

el-Cevherî'nin (v.393)

es-Sıhâh'ı ile İbn Manzûr'un (v. 711)

Lisânü'l-Arab adlı eserlerine de zaman zaman göz attık.

Yukarıda kaydettiğimiz eserlerin dışında da, araştırmamızın konuları ile ilgili malzemeye yer veren kaynaklar mev­cuttur.

ed-Demîrî'nin (v.808)

Hayâtü'l-Hayavâril ile İbn Hal­dun'un (v. 809)

Makaddime'si bunlar arasında zikredilebilir. Konunun bazen, İslâm Hukuku ve İslâm Tarihi kaynaklarını ilgilendirdiği de gözlenmiştir.

el-Halebî'nin (v. 1044)

İnsânii'l-Uyûn'u ile İbn Nuceym'in (v.970)

el-Eşbâh ve'n-Nezâir'i buna örnek olarak kaydedilebilir.

Konuyla ilgili olarak yapılmış müstakil çalışmalar da göze çarpmaktadır. Bu sahada yazılmış kitapların en meşhur­ları ve en çok tutulanları, şüphesiz

İbnü'l-Cevzi'nin (v. 597)

Telbîsü İblis'i ile Bedrüddin Muhammed eş-Şiblî'nin (v. 769)

Ahkâmü'l-Cân adlı eserleri olup, her ikisi de matbûdur.

Ahkamü'l-Cân, Garaibü ve Acaibü'l-Cin adıyla da neşredilmiştir, her iki kitaptaki muhteva aynıdır. eş-Şiblî'nin söz konusu eseri, Muhammed Ferşâd tarafından "Cinlerin Esrarı" adı altında Türkçe'ye çevrilerek yayınlanmıştır. Kaydettiğimiz kitapların bu sahada yazılmış en muteber eserler olduğu söylenirse de, bu yanlış bir kanaattir. Gerek İbnü'l-Cevzî'nin Telbîsü İlmîs'i, gerekse eş-Şiblî'nin yukarda zikredilen kitapları bir yığın uy­durma rivayet ve hurafeyi bünyesinde bulundurmaktadırlar. Hadis kaynaklarımızda yer alan bazı rivayetlerin, ilâveler ya­pılarak tahrif edilmiş bir şekilde eş-Şiblî'nin kitaplarında yer aldığı, ya da kaynaklardan nakiller yapılırken bazı ciddî hata­lar yapıldığı bu araştırma esnasında müşahede edilen husus­lardandır. Konuyla ilgili bazı el yazmaları da mevcuttur. Bun­lardan iki tanesi izmir Millî Kütüphanesi'nde muhafaza edil­mekte ve Abdülvehhab b. Ahmed eş-Şa'rânî (v. 973) ile el-Kanbur Muhammed b. el-Miskîn el-Antakî'ye ait bulunmakta­dır. eş-Şarânî'ye ait olanın ismi Keşfü'l-Hicâb ve'r-Rân an Vechi Es'iteti'l-Cân olup, 47 varaktan ibarettir ve adı geçen kütüpha­nede 1274 numara ile kayıtlıdır. el-Kanbur Muhammed'e ait olan ise, İbnü'l-Kayyım'ın Kitâbü'r-Rûh şulh eserinden iktibas edilmiştir. Rİsale fi Beyânı Hahihaü'l-Meh ki ve'l-Cân adını taşı­yan bu eser, söz konusu kütüphanede I o 2 4/4 numara ile ka­yıtlı olup, 70b-95a varakları arasında yer almaktadır. (Bkz. Ali Yardım, İzmir Mitli Kütüphanesi Yazma Eserler Katalogu, I, 333, 343).

Araştırmamız sırasında çagdaş müelliflerden Mahmud Ebû Reyye'nin Advâ ale's-Sünnet-Muhammediyye'si ile Mu­hammed el-Gazâlî'nin es-Sünnetü'n-Nebeviyyeü Beyne Ehli'l-Eıkh ve'l-Hadîs adlı kitaplarını da gözden geçirmiş bulunuyo­ruz. Ortaya koymaya çalıştığımız konunun daha iyi anlaşıla­bilmesi için zaman zaman, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Ali Haydar Bayat, Dr. Tahir Özakkaş gibi Tıb sahasında söz sa­hibi bazı ilim adamlarımız yazılı veya sözlü olarak açıkla­dıkları görüşlerinden de yararlandığımızı belirtmemiz yerinde olacaktır. [5]

 

İslâm Öncesi Toplumlarında Cin İnancı

 

1- Cin Nedir?

 

Cin kelimesi, "Örtmek, gizlemek" anlamına gelen Cenne kökünden türemiştir ve görülmeyen varlıklara bu isim verilmiştir. Melekler, Cinler, kabirde bulunanlar ve ev yılanla­rı bu özelliklerinden dolayı bu ad altında zikredilmişlerdir. [6] Cânn kelimesi de yine cin ve şeytân anlamında kullanıl­maktadır. Câhiliye döneminde Arapların, meleklere de cin de­diklerini bilmekteyiz. [7] Cin kelimesinin Latince "Genius" keli­mesinden alındığı da iddia edilmektedir. Cinlerin tek bir fer­dine "Cinnî" denilmektedir, "Cân" kelimesi de Cin ile eşan­lamlıdır. Gül, ifrit ve Silâtlar cinlerin çeşitli şekilleridir. [8]

Cinlerin varlığı ilk asırlardan beri kabul edilegelmiştir. Yahudiler, Hristiyânlar ve daha önceki milletler cinlerin varlı­ğından haberdâr idiler. [9] İslâm'da da bütün mezheplerin cinle­rin varlığını kabul ettikleri kaydedilmektedir.[10] Tebliğleri ilâhî vahye dayanan bütün Peygamberler emirlerin varlığından bah­settikleri için, bu konu insanlarda zaruri ilim meydana getire­cek seviyeye ulaşmıştır. Kur'ân da cinlerin varlığını haber ver­miştir. [11]

Cinlerin tarifinde ittifak edilememiştir. Ancak müslümanların ortak bir telakkisine göre cinler, bedenleri ateş, hava, râyiha gibi maddelerden teşekkül etmiş, akıl ve irade sahi­bi, latîf, görünmez varlıklardır. Bu özeliklerinden dolayı da duyu organlarımızdan gizli bulunmaktadırlar. Bu açıdan ken­dilerine cin denilmiştir. Bu niteliklerinden dolayı, şeytân ve meleklerin de bu kapsama girdikleri yukarda kaydedilmişti. Bu duruma göre ruhanî ve cevheri varlıklar üçe ayrılabilir:

1- Sadece hayra hizmet eden varlıklar ki, bunlar melek­lerdir.

2- Sadece şerre çalışan varlıklar ki, bunlar şeytânlardır.

3. Hayırlıları ve şerlileri bulunan varlıklar ki, bunlar da cinlerdir.

Hayırlılarının ve şerhlerinin bulunması açısından cinler insanlara benzemektedir. Bu yüzden birçok âyette, cin, ins karşıtı olarak geçmektedir. Cinlerin de hayırlıları ve şerlileri olduğuna göre, insanlar gibi mü'minleri, kâfirleri vardır ve her iki sınıfın da fırkalarının mevcut olduğu zikredilmektedir.[12]

Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre Cinler, dumansız ateşten yaratılmışlardır.[13]

Hz. Peygamber de bir hadislerinde meleklerin nurdan, cinlerin de alevli bir ateşten yaratıldığını haber vermişlerdir.[14]

 

2- İslâm Öncesi Bazı Din ve Toplumlarda Cin İnancı

 

A- Câhiliye İnancında Cin

 

Hicaz bölgesinde yaşayan Câhiliye Arapları, kendilerini çevreleyen tabiatın cinlerle dolu olduğuna ve bunların özel vasıtalarla kendi hizmetlerine alınabileceğine inanmaklaydı­lar. Yine bu devir halkı cinleri Allah'ın kızları saymaktaydılar. Onlara göre, çöller ve yüksek dağlar cinlerle doluydu. Yine onlara göre cinler, insan gibi özel bir cinsi teşkil eder, onlar gi­bi yeryüzüne dağılırlardı. Gövdeleri insanlarınkine benzemeyip, ateş veya havadan yaratılmışlardı. Onun için cinler insa­nın gözüne görünmezler, ancak pek nadir durumlarda görü­nürlerdi. Cinler, hayır ve şer işleri yapmaya da muktedir sayı­lırlardı. Bu sebeple onların teveccühünü kazanmak, onlara saygı göstermek ve ibâdet etmek gerekirdi. Her cinin belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları, pulların içini mesken edindikleri kabul edilirdi. Her kabilenin veya bir kaç kabile topluluğunun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunur, bunun yanında belirli bir topluluk ikâmet eder ve di­nî görevi yerine getirirdi. Aslında yalnız Araplar değil, bütün Sâmî uluslar, bu düşüncelerle ulu ağaçların, mağaraların, pı­nar başlarının ve büyük kaya parçalarının tekin yerler olmadı­ğına ve ruhlarla, cinlerle meskûn olduğuna inanıyordu. [15] Ni­tekim İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, "...Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar yeryüzünde kan döktüler, birbir­lerini öldürdüler. Allah onlara, İblis'in komutasında melekler­den askerler gönderdi, bunlar meleklerin cin adını taşıyan bo­yundandı. İblis ile komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler..." denilmektedir.[16] Yine Câhiliye Araplarına göre her putla beraber bir cin vardı. Putların içinde bulunan cinler, kâ­hinlerle konuşur ve kâhinlere gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Nitekim Câhiliye dönemi kâhinlerinden olan Sevâd b. Karib de dişi bir cinle konuşup, onun vasıtasıyla gâibden haber aldığını iddia etmekteydi. [17] Câhiliye Arapları putların içinde bulunduklarını kabul ettikleri bu cine Hatif derlerdi. [18] Bazı hadislerde de, Câhiliyye döneminde cinlerin dünya semâ­sında kulak hırsızlığı yaparak, meleklerden bir takım haberle­ri süratle kapıp yanına da yüz tane yalan ekleyerek dostları olan kâhinlere aktardıkları, bu sebeple kâhinlerin söyledikle­rinin bazılarının doğru çıktığı nakledilmektedir. [19] Yine hadis­lerde bildirildiğine göre, Hz. Peygamber İslâm'ı tebliğe başla­dıktan sonra cin ve şeytânlar semâdan haber çalmaktan menedilmişlerdir. [20] Ayrıca Hz. Peygamber, cinlerle irtibat kurarak, gaybdan haber verdiğini iddia eden kâhinlere başvurulmasını yasaklamıştır. [21]

Eski Arabistan'da şiir, bir sanat olmaktan çok, cinlerle, gizli kuvvetlerle temas kurup onlardan bir takım bilgiler alma mesleğiydi. Cinlerin herkesle konuşmayıp, bir adam seçip sa­dece onunla konuştuğuna inanılırdı. Her cinnin seçtiği bir şa­ir vardı. O zamanki inanışa göre, erkek veya dişi cin, bir ada­mı kendi sevgisine layık görünce o kimsenin üzerine çullanır, onu yere yıkar, göğsüne çıkar ve onu dünyada kendisinin söz­cüsü olmaya zorlardı. İşte şiir seremonisi böyle başlar, o andan itibaren o adama şair denirdi. Şairle cin arasında çok içten bir ilişki kurulurdu. Her şairin zaman zaman kendisine ilham ve­ren özel bir cinni olduğuna inanılırdı. Şair genellikle kendi cinnine "Halîl" (Samimi Dost) derdi. Şairle ilişki kuran cin, insan isimlerinden biriyle anılırdı. Müşrikler Hz. Peygamberi böyle bir cinden ilham alan bir şair zannetmişler ve kendisine "Mecnûn Şair", "öğretilmiş Mecnûn", "Kâhin", "Büyücü" di­ye iftira etmişlerdi. [22]

Câhiliye Araplarının, cin kelimesini melek anlamında da kullandıkları bilinmektedir. [23] Bunlar Cin ve Gûl'e (Hort­lak) inanmaktaydılar. Onlara göre her evin bir cinni vardı. Bir köye girecekleri zaman oranın cinninden emin olmak için eşek gibi anırırlar ve tavşan kemiği asarlardı. Bu anırmanın adı Ta'şîr idi. [24]

Bu dönem halkının, ev yılanlarının da cin olabileceğine inandıkları tahmin edilmektedir. Nitekim sözü edilen ev yı­lanlarından korumak için üzerlerine tavşan ayağı asarlardı. Ayrıca öldürülen yılanın yakınlarının öldüren kimseden inti­kam alacağına inanırlar ve üzerine kül döküp, "Seni nazar değmesi öldürdü, senin intikamın yok" derlerdi. [25] Hz. Pey­gamber ise, onların bu bâtıl inancını reddederek, öldürülen yı­lanın yakınlarının intikam alacağına dair bu temelsiz Câhiliye inancını kaldırmıştır. [26] Câhiliye Araçlarının, yeni doğmuş çocuklara cinlerin zarar vereceğinden korktukları ve bu sebeple ço­cuğun yastığının altına ustura koydukları, böylece cinlerin çocuğa zarar vermesini önlediklerine inandıkları anlaşılmaktadır. Böyle bir olayla karşılaşan Hz. Âişe, çocuğun yastığının altında­ki usturayı atarak bu tür bir davranıştan menetmiş ve Hz. Peygamber'in böyle şeylerden hoşlanmadığını söylemiştir. [27] Kur'ân-i Kerîm'in bildirdiğine göre, Câhiliye Arapları, Allah ile cinler arasında bir soybirliği de uydurmuşlardı. [28]

Buna göre, ruhanîlerin, cinlerin, meleklerin Allah'a yakınlıgı vardır. Biz onların aracılığı olmaksızın Allah'a yaklaşa­nlayız, katında şefaatçilerimiz olmaları için onlara ibâdet et­mekteyiz, diyorlar, şirk koşarak, bunlardan biri hayır, diğeri de şer yapar diyorlardı. [29] Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de onla­rın bu iddialarını şiddetle reddetmiştir. [30]

Câhiliye döneminde, putlara ilâh olarak saygı gösterme­yenlerin çarpılarak delireceğine inanılır, onlarda böyle bir güç var sanılırdı. Nitekim Dımâm b. Sa'lebe, Hz. Peygamber'in hu­zuruna gelerek müslüman olmuş ve kabilesinin yanına döne­rek onlara İslâm'ı tebliğ etmeye başlamıştı. Dımâm, konuşma­sı sırasında Lât ve Uzzâ'nın faydasız şeyler olduğunu, onların ilah olmadıklarını ifade edince, kabilesine mensup kimseler panik içinde, "Ey Dımâm, putlara dil uzatmaktan dolayı Bars ve Cüzzâm hastalıklarına yakalanmaktan ya da delirmekten korkmuyor musun?" diye söylenmişlerdi. [31] Bu devirde delili­ğin cinlerden meydana geldiğine inanılmaktaydı. Hz. Peygamber de kendisine ilk vahiy geldiği zaman korkmuş ve Hz. Hatice'ye, "Ben bir ışık görüyor ve bir ses işitiyorum, ben de bir delilik olmasından korkuyorum" demişti. Ancak o bir vahiy­di [32]

Yine Câhiliye döneminde müşriklerden bazıları bir ta­kım cinlere sığmıyorlardı. Kaydedildiğine göre, bu dönemde bir adam, ıssız bir vadide yatmak veya konaklayıp geçmek is­tediği zaman nefsine bir zarar gelmesinden korkarak yüksek sesle:

"Ey bu vadinin azm, ben senin emrinde bulunan sefihlerin şerrinden sana sığınıyorum" der ve bu şekilde o vadideki cinnî'nin kendisini himaye edeceğine inanırdı. Bu şekilde inanan kimselerin, başları sıkıştıkça veya bir arzusu olduğu zaman ilk işi cinne sığınmak olurdu. Mukatü'in nakline göre, cinne sı­ğınma âdeti Yemen'de bir kavimden başlamış ve Beni Hanîfe'ye geçerek tüm Araplar arasında yayılmıştı. [33] Kaydetmiş ol­duğumuz bu inanç ve davranışı Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Ke­rim'de şiddetle reddetmiştir. [34] Yine Yüce Allah Kur'ân-ı Ke­rim'de, "Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerin'e hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar ve O'nun rahmetini umup azabından korkarlar, çünkü Rabbinin azabı sakınılacak bir azaptır [35] buyurarak, bu câhiliye Araplarının tapındıkları cin­lerin bile müslüman olduklarını, onlara sığınan insanların ise bundan habersiz olarak küfürlerine devam ettiklerini haber vermiştir. [36]

İslâm öncesi, cinlerin bir insanı esir ederek alıkoyacak­ları inancı da vardı. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir rivayette, Câhiliye döneminde Uzre kabilesinden Hurafe adındaki bir adamın cinler tarafından esir edildiği, o şahsın uzun bir süre onların içinde ikâmet ettiği, daha sonra onu ser­best bıraktıkları, o adamın da cinler arasında gördüğü acaib şeyleri naklettiği, halkın da akim kabul edemeyeceği bu hikâ­yelere Hurafe adını verdiği nakledilmektedir. Belki de akıl ve mantığın kabul edemeyeceği hikâyelere "Hurafe" adı verilme­si bundan sonra ortaya çıkmıştır. [37]

Câhiliye döneminde, deli olanları cinlerden kurtararak iyileştirmek için bir takım sözler okuyarak nefes ederlerdi. Müşrikler, Hz. Peygamber'e "delidir" diye iftira edince, Ezd Kabilesinden Dımâd adlı bir zât bunu duyarak Mekke'ye gel­miş ve Resûlullâh'a "Cin çarpmasına nefes ederim, Allah dile­diğine benim elimle şifa verir, istersen sana da nefes edeyim" diye teklifte bulunmuştu. Ancak Nebî (s.a.v.) ile konuştuktan sonra Dımâd müslüman olmuştu. [38] Yine Âbi'l-Lahnı'ın kölele­rinden Umeyr'in de, İslâm'dan önce bir muska vasıtasıyla akıl hastalarını tedâvî etmekle meşgul olduğunu bilmekteyiz. [39] Avf b. Mâlik el-Eşcâî de, Câhiliye döneminde hastalara bir ta­kım şeyler okuyarak onları iyileştirmeye çalıştıklarını, Hz. Peygamber'in, ashâbdan, daha önceleri okudukları bu rukyeleri kendisine arzetmelerini istediğini, içinde şirk olmayan rukyeleri serbest bıraktığım nakletmektedir. [40]

 

B- Yahudilik'te Cin

 

Tevrat'ta alan bazı ifâdelerden Yahudilerde de cin inan­cının mevcut olduğunu görmekteyiz. Tesniye bölümünden, Hz. Musa döneminde bir kısım Yahudilerin cinlere kurban kesmek suretiyle tapındıklarını anlamaktayız. Hz. Musa'dan nakledilen bir ilâhide bu husus şöyle dile getirilmiştir:

"Yabancı ilâhlarla onu kıskandırdılar,

Mekruh şeylerle onu öfkelendirdiler,

Allah olmayan cinlere,

Bilmedikleri ilâhlara

Atalarınızın korkmadıkları,

Son zamanlarda çıkan yeni İlâhlara kurban ettiler." [41]

Yukardaki ifadelerden, İsrâiloğulları'nın cinlere tapmayı kendileriyle karıştıkları diğer miletlerden öğrendiklerini gör­mekteyiz. Onların cinlere ve diğer ilâhlara tapmaları Tevrat'ta kesin olarak yasaklanmıştır:

"Ve artık kurbanlarını ardlarınca zina ettikleri ergeçlere (taptıkları mâbûdlara) kurban etmeyecekler. Bu onlar için nesil­lerinde ebedi kanun olacak". [42]

Kitâb-ı Mukaddes'te yer alan bilgilerden, Yahudilerin Hz. Musa'dan sonra Tevhîd inancından saparak, yine cinlere tapmaya döndüklerini görmekteyiz. Mezmurlar bölümünde yer alan satırlardan, bu dönemde onların, çocuklarını kurban etmek suretiyle cinlere tapındıkları ortaya çıkmaktadır:

"Fakat milletler ile karıştılar,

Ve onların işlerini öğrendiler,

Ve putlarına kulluk ettiler,

Onlar da kendilerine tuzak oldular,

Ve oğulları ve kızlarını cinlere kurban ettiler" [43]

Halbuki, Allah'tan başkasına kurban kesmek Yahudiler'e ebediyen yasaklandığı gibi, [44] insanların kurban yoluyla öldürülmeleri de Hz. Mûsâ tarafından nehyedilmiştir. [45]

Yine bazı putperest ilahlarının, İsrailoğulları'nca hara­belerde mevcut olduğuna inanılan cinler haline dönüştürüldüğü görülmektedir. Şedim ve Lilith bunlardandır. Yahudilik'te önemli iki cinni şahsiyetin, Keffâret Günü (Yom Kippur) günâh keçisinin sahverildiği çöplük yerlerde yaşayan Azazel [46] ile, Kutsal Kitap sonrası menkıbelerinde geçen, çocuklara sal­dırması ve Âdem'in ilk karısı olmasıyla bilmen dişi cin Lilith olduğu anlaşılmaktadır. [47] Aggada ile ilgili gelenekte cinlerin menşei hakkında çeşitli faraziyeler ortaya atılmıştır. Buna gö­re onlar, ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığında yara­tılmışlardır. Yine bu varsayımlardan birine göre cinler, Âdem'in Lilith'den olan zürriyetidir, ya da kadınlarla cinsel ilişkiye girmiş olan kovulmuş meleklerin zürriyetidir. [48] Bir başka anlayışa göre, Şeytân'ın başkanlığı altında Tanrı'ya isyan eden kovulmuş meleklerdir. [49]

Yahudi toplumunda, cinlerin varlığı kabul edildikten başka, insan ve hayvanların içine girerek onları delirttiğine inanılırdı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiğine göre, Fira­vun ve adamları Hz. Musa'nın tebliğine karşı çıkarak, ona, "Si­hirbaz", "Önlenmiş" demişlerdi. [50] Bu durum, Hz. İsâ'nın Pey­gamberliğini ilân ettiği Yahudi toplumunda da geçerli bir hu­sustu, Yuhanna İncili'nde yer alan ifadelerden, Hz. İsa'nın teb­liğlerine karşı çıkan o devir yahudilerinin kendisine, "Cinli" ya da "Deli" diyerek, onu halk nazarında tesirsiz kılmak iste­dikleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum, daha sonra Hz. Peygambere, "Deli, Mecnûn" diyerek iftiralarda bulunan müşrik­lerin tutumlarıyla paralellik arzetinektedir. [51] Yuhanna İncili'nde yer alan ifadelere göre, Hz. İsa'ya şöyle iftira etmişlerdi:

"Yahudiler cevap verip ona dediler: Sen Samiriyelisin ve sende cin var, dediğimiz doğru değil mi?" [52]

Hz. İsâ da, kendisini şöyle savunmuştu:

"Bende cin yoktur, fakat Babama hürmet ede­rim ve siz beni tahkir ediyorsunuz" [53]

"Size şeriatı Musa verme­di mi? Ve sizden kimse şeriatı yapmıyor. Neden beni öldürmeye çalışıyorsunuz? Halk cevap verip dedi:

Sen de cin var, kim seni öldürmeye çalışıyor? [54]

Yuhanna İncili'ne göre, Yahudilerden bir çoğu, Hz. İsa'da cin var, delidir, onu dinlemeyin, diye halkı menetmeye uğraşıyorlardı. Fakat Hz. İsa'nın mucizesini gören bir kısım yahudiler de tereddüd içindeydiler ve "Bunlar cinnc tutulmuş bir adamın sözleri değil. Körlerin gözlerini cinler açabilir mi?" diye soruyorlardı. [55]

Yukardaki satırlardan, Yahudilerin cinlerin tesirini ka­bul ettikleri, ancak onların kudretlerinin kör bir adamın göz­lerini açmaya yetmeyeceği düşüncesinde oldukları anlaşılıyor. Bu durum, o devirde cinlerle uğraşan kimselerin âmâ kimse­lerin gözlerini iyileştirebildiklerini yahudi toplumunun kabul etmediğini gösteriyor. Yine İndilerden, Yahudilerin, kendileri­ne Tevhîd Dini'ni tebliğ eden Hz. Yahya'nın da cinli/deli oldu­ğunu iddia ettikleri anlaşılmaktadır:

"Zira Vaftizci Yahya, ek­mek yemeyerek ve şarap içmeyerek gelmiştir onda cin var, di­yorsunuz.”[56]

Kurân-ı Kerim'de yer alan bazı ifadelerden ise, gönderi­len Peygamberlerin aynı zamanda cinlere de ilâhî buyrukları tebliğ ettikleri anlaşılmaktardır. Aşağıdaki âyette Yüce Allah, insan ve cin topluluklarına Resuller göndererek uyardığını ha­ber vermektedir;

"Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan, bu­günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran Peygamberler gelmedi mi?" [57]

Diğer bir âyetten de cinlerin Hz. Musa'yı ve getirdiği Kitab olan Tevrat'ı tanıyıp ona imân ettikleri anlaşılmaktadır:

"Ey milletimizi Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan gerçeği ve doğru yolu gösteren bir Kitâb dinledik:” [58]

Kur'ân-ı Kerîm'in yukardaki ibarelerinden Peygamber­lerin, cinlere de Tevhîd Dîni olan İslâm'ı tebliğ ettikleri, onla­rın da bir kısmının imân etmediği anlaşılmaktadır. Yine bu âyetlerden İsrâiloğulları'na ve diğer milletlere gönderilen tüm Peygamberlerin, gönderildikleri topluma Tevhîd Dini'nin cin­ler hakkındaki görüşünü bildirdikleri ortaya çıkmaktadır. Bu­na göre, cinler de Allah'ın âciz birer kuludurlar, kendilerinden korkulup, bir takım kudretler vehmedilerek onlara tapınılması, Allah'a isyan, şirk ve küfürdür.

Kur'ân-ı Kerim'de, cinlerin Hz. Süleyman'la olan müna­sebetlerinden de bahsedilmektedir. Yüce Allah'ın bildirdiğine göre cinler, Hz. Süleyman'ın emrine verilmişlerdi ve onun ar­zu ettiği işlerde çalışıyorlardı: "Rabbinin izniyle yanında iş gö­ren cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğu­muzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırdık. Süleyman için, o ne dilerse, mâbedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud ai­lesi! Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır. Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı: [59]

Kur'ân-ı Kerîm'in Sebe Melikesi ile ilgili âyetlerinden de, Hz. Süleyman'ın emrinde çalışan cinlerin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Süleyman'ın, Sebe Melikesi ile tebaasının gelip kendisine teslim olmalarından önce, Melîke'nin tahtının kendisine getirilmesi isteğine karşı cinlerden bir ifrit'in, "Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim" dediği Kur'ân'da haber verilmektedir .[60] Bu âyetlerden, Hz. Süleyman ve ashabının cinleri görebildikleri anlaşılmaktadır. Cinlerin kendisine bo­yun eğmeleri, Hz. Süleyman'ın peygamberliğinin delillerinden sayılmaktadır. Bu sebeple, peygamberliğin isbatı için ona ina­nanların bu mucizeyi gözeriyle görebilmeleri gerekir. [61] Hz. Süleyman'a cinlerin boyun eğdirilmesi bir mucize ise ve bu sa­dece ona mahsus kılınmışsa, günümüzde, cinleri emri altına alarak kendisine hizmet ettirdiğini iddia eden bir takım kim­selerin bu iddialarının, Allah tarafından bir peygambere veri­len mucizede ortaklık anlamına gelip gelmediğini, ya da bu büyük hadisenin bir mucize olmayıp, sıradan insanların bile başarabileceği alelade bir iş olduğu düşüncesini çağrıştırıp çağrıştırmadığını ciddi şekilde düşünmek gerektiği kanaatin­deyiz. [62]

 

C- Hristiyanlık'ta Cin

 

Cinlerin varlığına Hristiyanların da inandıkları görül­mektedir. Gerek İnciller'de, gerekse Pavlus'un mektupları gibi onlara göre kutsal sayılan metinlerde cinlere oldukça çok yer verilmiştir. Burada, Hz. İsa'nın, deli veya cin çarpmış kişileri iyileştirmesinin, kendisinin gösterdiği mucizelerden sayılma­sının büyük rolü olduğu açıktır. Yakub'un Mektubu'nâa cinle­rin Allah'ın varlığını ve birliğini kabul ettikleri kaydedilmek­tedir:

"Sen Allah bir olduğuna inanıyorsun, iyi ediyorsun, cinler de inanıyorlar ve titriyorlar. Fakat ey boş adam, imanın ameller olmayınca faidesiz olduğunu bilmek istermisin?” [63]

Bu durumdan, o dönem hristiyanlarının, cinlerin de Al­lah'a, buyruklarına itaat etmekle yükümlü olduklarına inan­dıkları hususu ortaya çıkmaktadır. Onların inancına göre H. İsâ, peygamberliğinin bir alâmeti olarak, deli-mecnûn olan kimselerden cinleri kovup çıkararak onları iyileştirmiştir. İncil’lerde yer alan ifadelerden Hz. İsa'nın bir çok defalar, bir çok yerde deli olan kimselerdeki cinleri kovarak bu şahısları iyi­leştirdiği nakledilmektedir. Matta İncili'nde Hz. İsa'nın bu özelliği hakkında şöyle denilmektedir.:

"Ve onun haberi butun Suriye'ye yayıldı ve ona çeşit çeşit hastalıklara ve dertlere tutulmuş bütün hastaları, cinlere tutulan­ları, saralı ve inmeli olanları getirdiler ve onları iyi etti." [64]

Luka ve Markos İncili'nde bildirildiğine göre Hz. İsâ, Mecdelli Meryem adlı kadından yedi tane cin çıkararak, onu iyileştirmiştir. [65] Markos İncili'ne göre, cinler, Hz. İsa'ya itaat etmek zorundaydılar, çünkü onu tanıyor ve kendisinden kor­kuyorlardı. [66] Luka İncili'nde yer alan bir iddiaya göre de cin­ler, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu itiraf ediyorlardı:

"Bir­çoklarından da cinler, Sen Allah'ın oğlusun diye bağırarak çıkar­lardı. Onları azarlayarak söylemeye bırakmazdı, çünkü kendisi­nin Mesih olduğunu biliyorlardı." [67]

Luka İncili'nde yer alan yukardaki ifâde üzerinde biraz durmak gerektiği kanaatindeyiz. Hz. İsa'nın, delilerin içinden çıkan cinleri, kendisinin Mesîh olduğunu ilân edecekler diye azarlayarak susturduğu iddiası doğru olmamalıdır. Çünkü Hz. İsa, zaten kendisi davasını ortaya atmış ve insanlara tebliğe başlamıştır. Bu sebeple bir takım mucize ve alâmetler göster­mekte ve halkın kendisine inanmasını istemektedir. Bu husus İnciller'de yer alan birçok ifadeden de anlaşılmaktadır. Çevre­sindeki halkın bir kısmı kendisine inanmakta, çoğunluk da inanmayarak onun cinli/deli olduğunu iddia etmektedir. [68] Yi­ne İnciller'den anladığımıza göre onun, cinlerin başkanı Beezbul vasıtasıyla bu işi yaptığını ileri sürmekteydiler. [69] Bu durumda Hz. İsa'nın, kendisinin Mesîh olduğunu, Hristiyan inancına göre Allah'ın oğlu olduğunu haykıran cinleri sustur­ması söz konusu olamaz. Zira cinlerin bu itirafı, Hz. İsa'nın Mesîhliğini veya Allah'ın oğlu olduğu iddiasını te'yid eder, da­vasını destekler. Bu sebeple Luka İncili'nde yer alan bu ifade­ler Hristiyanlık açısından, doğru sayılmaya elverişli değildir. Ancak Luka İncili'ndeki bu satırlar, bu konudaki İslâmî görüşü desteklemektedir, İslâm'a göre, Hz. İsa Allah'ın oğlu değil, kulu ve elçisidir. Buna göre, Luka İncili'nde yer alan bu ifadeler şayet doğruysa Hz. İsa, "Sen Allah'ın oğlusun!" diye bağı­rarak hastanın içinden çıkan cinleri, bu sözleri küfür ve Al­lah'a şirk koşmak olduğu, insanları sapıklık ve dalalete düşür­meye sevkettigi için susturmuş olmalıdır. Nitekim Barnabas İncili'nde de bu görüşü te'yid eden şu ibareye rastlanmaktadır:

"İsa, kendisine 'Sen Allah'ın oğlusun’ diyen Petrus'a çok kızdı, onu azarladı. Ona:

'Defol’ Benden uzaklaş, sen şeytânsın ve ba­na fenalık yapmak istiyorsun.'' dedi.

Ondan sonra Havarilerine dönerek, 'Buna inandığınız takdirde size- yazıklar olsun! Çünkü Allah'tan, böyle inanan kimselere lanet etme emri aidim' dedi." [70]

Luka İncili'nde yer alan diğer satırlardan, Hz. İsa'nın ya­şadığı dönemde halkın cinlerin murdar olduklarına inandıkla­rım anlıyoruz. [71] Tabii bu, İncil yazarlarının ve dolayısıyle bu İnciller'in doğru olduğunu kabul eden Hristiyanların da be­nimsedikleri bir görüştür. Yine indiler, cinlerin sara hastalığı­na, deliliğe, dilsizliğe sebep olduğunu ifade etmektedirler. Ni­tekim Hz. İsa, cine tutulmuş dilsiz bir adamı, cinini kovarak iyileştirmiş ve konuşmasını sağlamıştır. [72] Ayrıca Hz. İsa, sara­lı bir çocuğu onu hastalandıran bir cinni kovarak iyileştirmiş­tir. [73] Hz. İsa'nın yaşadığı dönemde halk, cinlerin bir hüküm­darı olduğuna ve isminin Beezbul olduğuna inanmaktaydı. Hz, İsa'ya inanmayanlar, onun, cinleri Beezbul ile çıkarıp kovdu­ğunu ileri sürmüşlerdi.[74] Ancak Hz. İsa, cinleri Allah'ın ruhu ile çıkarıp kovduğunu söylemişti. [75] Matla ve Luka İncilleri'nde kaydedildiğine göre Hz. İsa, Gadarinîlerin ve Gerasinîlerin memleketinde cinler tarafından delirtilmiş, kabirlerde yatıp kalkan, çıplak dolaşan bir veya iki kimseyi, cinleri onlar­dan kovarak iyileştirmişti. O adamdan çıkan cinler, Cehen­nem'e göndermesin diye Hz. İsa'ya yalvarmışlar, O da onların bir domuz sürüsüne girmesine izin vermişti. Cinlerin musal­lat olduğu domuz sürüsü ise uçurumdan aşağı, göle atılarak boğulmuştu. [76] İnciller'deki bu rivayet doğru sayılırsa, Hz. İsa'nın deli şahıs veya şahıslardan çıkan cinlerin domuz sürü­süne girmesine ve onların uçurumdan atılarak ölmesine izin vermesi, onun domuzlara bakış açısını yansıtmaktadır. Demekki domuzlar, Hz. İsa katında insanlar için faydalı ve kıy­met sahibi varlıklar değildi. Yahudilik'te de domuz etinin ha­ram olduğu göz önüne alınırsa, Hz. İsa'nın bu tutumu daha güzel anlaşılır. Hz. İsa, onların etlerinin yenilmesinin haram olduğu, beslenmelerine veya korunmalarına gerek olmadığı görüşündeydi ki, helak olmalarına göz yumdu. Yoksa bir pey­gamberin, ya da Hristiyanların inancına göre Allah'ın oğlu'nun, Hristiyanlara göre yenilmesi helal kılınmış, insanoğlu­nun geçimi için gerekli olan bu hayvanların helak olmasına sebep olarak, sahiplerini zarara uğratması söz konusu olamaz. Hz. İsa domuzlara karşı olmasaydı, çıkardığı cinlerin onlara girmesine izin vermez, Cehennem'e veya başka bir yere çekip gitmelerini isterdi. Bu olay, Matta ve Luka İncilleri'nde farklı şekilde nakledilmiştir. Luka İncili'nde hadise, Galile'nin karşı­sında olan Gerasinîler'in memleketinde cereyan etti denilmek­teyken, Matta Încili'nde olay, Gadarinîler'in memleketinde meydana geldi şeklinde nakledilmektedir. Luka İncili'ne göre, bu olayda Hz. İsa'nın cinlerini kovarak iyileştirdiği kimse bir kişidir ve adının Lejiyon olduğunu söylemektedir. Matta İncili'ne göre ise, aynı olayda Hz. İsa'nın iyileştirdiği iki kişi söz konusudur. Hıristiyanlığın muteber iki kutsal metni olan her iki incilde yer alan bu açık farklılık dikkat çekici olup, Al­lah'ın oğlu olduğu iddia edilen Hz. İsa'nın, hayatının, tebliğ ve mucizelerinin iyi zaptedilememiş olduğunu göstermekte, Kili­se tarafından meşru ve muteber kabul edilmiş dört İncil'in sıh­hati konusunda şüpheleri gündeme getirmektedir.  

İnciller'de nakledildiğine göre Hz. İsa, cinleri kovarak, delileri, saralıları ve benzeri hastaları iyileştirme mucizesini öncelikle kendisine iman eden İsrailoğulları'na karşı göster­mektedir. Matta ve Markos İncilleri'nde nakledildiğine göre, cinli kızının iyileştirilmesini isteyen İsrailoğulları'na mensup olmayan bir kadına, "Ben, İsrail evinin kaybolmuş koyunların­dan başkasına gönderilmedim" diye cevap vererek, onun isteği­ni ilk önce reddetmiştir. [77] Matta İncili'nde yer alan bu ifade, Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na gönderilmiş bir Peygamber olduğunu, davetinin evrensellik taşımadığını göstermektedir. Hz. İsa'nın kadına söylediği şu söz de bu durumu te'yid etmekte­dir:

"Çocukların ekmeğini alıp, onu köpeklere atmak iyilik değil­dir" [78] Sonuç olarak, kadının ısrarı ve "Ya Rab, zira köpekler de efendilerinin sofrasından düşen kırıntılardan yerler" demesi üzerine [79] çocuğunu iyileştirmiştir. Matta ve Markos İncilleri'nde yer alan bu olay da iyi zaptedilememiştir ve yukardaki görüşlerimizi te'yid etmektedir. Markos, Hz. İsa'dan yardım is­teyen kadının Yunanlı olup, Suriyeli Fenike ırkına mensup ol­duğunu söylerken, [80] Matta, kadının Kenanlı olduğunu kay­detmiştir. [81]

Yine İnciller'de kaydedildiğine göre, Hz. İsa, cinleri çı­karma yetkisini Havarilerine de vermiştir:

"Ve cinleri çıkarmaya kudretleri olsun diye on iki kişi tayin etti." Havariler de Hz. İsa'dan aldıkları bu selahiyetle murdar ruhlar üzerine hâkim olmuşlar ve cinleri çıkararak, hastaları iyileştirmişlerdir. [82] Hz. İsa, Havarilerden başka yetmiş kişi daha tayin ederek, onlara cinleri çıkarma yetkisi vermiştir:

"Ve yetmişler: 'Ya Rab, cinler bile senin İsminle bize itaat ediyorlar' diyerek sevinçle döndü­ler" [83]

İndiler, Hz.. İsa'dan izinsiz, onun ismiyle cinleri çıkaran bir kimse meydana çıktığını, bunun üzerine Havari Yuhanna'nın ona mani olduğunu, ancak Hz. İsa'nın, 'Ona mani ol­mayın' dediğini kaydetmektedirler. [84] Ancak Matta İncili'ne göre Hz. İsa, kendi adıyla cin çıkarıp, kudretli iş yapsalar bile, Kıyamet'te kendisine inanmadıkları için o kimseleri tanımaya­cak ve "Yanımdan gidin fesâd işleyenler" diye onları kovacaktır. [85]

Markos İncili'ne göre, cin çıkarmak Hz. İsa'ya imân eden kimselerin bir alameti olmuştur. Hz. İsa, çarmıha gerilip öldükten sonra tekrar dirilmiş ve sofrada oturan Havarilerine görünmüş ve onlara şöyle demiştir:

"Şu alâmetler imân eden­lerle beraber gidecektir:

Benim ismimle cin çıkaracaklar, yeni dil­lerle söylecekler, yılanlar tutup kaldıracaklar, öldürücü bir şey içseler onlara hiç zarar etmeyecek, hastalar üzerine ellerini ko­yacaklar ve onlar iyi olacaklar." [86]

Ancak Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu diye iman edenlerin, ondan aldıkları cin çıkarma yetkisi her nasılsa zamanla zayıflamıştır. Hz. İsa, hastaların bedenine hiçbir zarar vermeden cinleri çıkarıp, onları iyileştirdiği halde, daha sonrakiler bu işi iyi becerememişler ve kurdukları Engizisyon mahkemelerin­de, ruhunu cine/şeytâna sattı diye insanları diri diri yakmışlar­dır. Yine tüm Orta Çağ boyunca cin çıkarma adı altında, deli­leri çok kötü şartlarda, çok ilkel metodlarla tedaviye çalışmış­lardır. Bu devir İslâm Dünyası'nın, delilleri, ruh hastalarını tedâvî metodlarıyla, Hristiyan Dünyası'nın tedavi yöntem ve şartlarının karşılaştırılması bu görüşümüzün doğruluğunu or­taya koymak için yeterli malzeme verecektir. Burada konuyla ilgili olarak, bu sahanın kıymetli mütehassıslarından Prof. Dr. Ayhan Songar'ın tespitlerine yer vermek çok uygun olacaktır:

"Bilhassa Hristiyanlığın ilk asırlarında akıl hastalarına karşı Avrupa insanının tutumunun gittikçe sertleştiğine şahit olu­yoruz- Papa sekizinci înnocent, iki papazı Hristiyan dünyasını şeytânlardan ve büyücülerden temizleyebilmek, bunları tanıyıp yok edebilmekle ilgili bir kitap hazırlamakla vazifelendirmişti. Bu iki papaz, şeytânı tarifeden, onu tanımanın yollarını göste­ren, onu taşıyanların nasıl öldürüleceklerini, ne gibi işkencelere tâbi tutulacaklarını anlatan bif kitap yazdılar. Artık akıl hasta­ları engizisyon mahkemelerine çıkarılıyor ve diri diri yakılarak idam ediliyordu. Bir insanın 'büyücü olduğundan' veya 'şeytân ta­şıdığından' şüphelenilirse o zavallı, elleri arkasına bağlanarak suya atılıyor; orada boğulup ölürse masumiyetine (!) karar veri­lerek dini merasimle gömülüyordu. Şayet kurtulup sudan çıkma­yı başarırsa, bu defa da büyücü olduğuna hükmedilerek şehir meydanında diri diri yakılıyordu. Bu suretle Avrupa'da, bilhassa/İsviçre'nin Zürih şehrinde ve Fransa'da, Paris'de on binlerce za­vallı insan büyücülük ithamı ile yakılarak öldürülmüştür. Çok eski değil, daha 16. yüzyılda John Weyer isimli ruh hekimi Kâinatta yedi milyon şeytânın bulunduğunu(!) hesaplamış ve bun­ları vücudlarında taşıyan delilere tatbik edilecek işkence metodları hakkında bir de kitap yazmıştı. Belki artık deliler meydan­larda diri diri yakılmıyor, ama suda boğuluyor, kartalların ayak­larına bağlanıp uçurumlardan aşağı koyveril'tyor, zincirlere vu­rulup duvarlara çakılıyor, karanlık mahzenlere hapsediliyorlar­dı. Böylece iki asır daha geçti ve ancak 18. yüzyılda Pinel, Paris'dek'i Bicetre akıl hastahancsinde yıllardır zincire vurulmuş, bir duvara çakılı yaşayan bir kadın delinin zincirlerini çözmek cesaretini gösterdi..." [87]

Cin çıkarma uygulamalarının protestanlığın bir kolu olan Reforme Hristiyan Kilisesi ile Doğu Kiliseleri'nde hâlâ uygulandığı kaydedilmektedir. [88]

Hristiyanlık, cinlere tapınmayı yasaklamıştır. Pavlus:

"...Milletler kurban ettikleri şeyleri Allah'a değil, cinlere kurban ediyorlar ve cinlerle iştirak etmenizi istemem. Rabbin kâsesinden ve cinlerin kâsesinden içemezsiniz- Rabbin sofrasından ve cinle­rin sofrasından hissedar olamazsınız." [89] demektedir. Aynı şe­kilde Yuhanna'nın Vahyi'nde de cinlere secde etmek yasaklan­mıştır. [90] Yine Yuhanna'nın Vahyi'nde kaydedildiğine göre, sa­pıklık ve küfre destek olan alâmetleri yapanlar murdar cinler­dir.[91] Pavlus da Timoteos'a yazdığı mektubunda, Ruh'un, kendi­sine, daha sonraları imândan irtidad edenlerin aldatıcı ruhları ve cinlerin öğretişlerini dinleyeceklerini, bunların evlenmeyi menedeceklerini haber verdiğini söylemektedir. [92]

Pavlus'un, cinlerin insanlara akıl hocalığı yapacakları, onları küfre sevkedecekleri konusundaki görüşü ilginçtir. Pavlus da, daha sonraları rahip ve rahibelerin evlenmesini ya­saklayarak, sünneti ve guslü kaldırarak, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederek bu cinlerin öğretişlerini dinlemiş olmalıdır. Hristiyanlığın kutsal metinlerinden buraya kadar yapılan tüm nakillerden, cinler hakkında Hristiyanhğın olum­suz görüş sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Onlara göre, cin­ler murdardır, sapıklığa, küfre, dalâlete çağırırlar ve Cehennem'e gitmeye layıktırlar. İslâm! görüşün aksine, cinleri tek sı­nıf olarak görmektedirler ki, o da kafir cinlerdir. Hz. İsa'ya imân eden, imâna destek olan cinlerden bahsedilmemektedir. Yine Hris Uyanların görüşüne göre cinler, harabe yerlerde barı­nırlar. Nitekim Yuhanna'nın Vahyi'nde:

"...Yıkıldı, büyük Bâbil yıkıldı ve cinlerin meskeni ve her murdar ruhun zindanı ve mekruh kuşun kafesi oldu" [93] denilmektedir. Bu inancın, Hristiyanlık'tan önceki ve sonraki toplumlarda da yer aldığı bilin­mektedir. [94]

 

1. İSLÂM'A GÖRE CİN

 

1- Cinlerin Özellikleri

 

İslâm'a göre cinler, akıl sahibi olmaları açısından Pey­gamberlerin tebliğlerine muhatap olmuş, mükellefiyet sahibi varlıklardır. Kur'ân-ı Kerîm'de onların Hz. Musa'ya ve getirdi­ği buyruklara imân ettikleri haber verilmiştir. [95] Yüce Allah, onların daha önce ve sonra gönderilen diğer Peygamberin da­vetlerine de muhatap olduklarını bildirmektedir. [96] Son olarak da Hz. Peygamberin tebliğine muhatap olmuşlar ve bir kısmı imân etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan Cin sûresi ve bazı hadislerde bu durum açıklanmaktadır. [97] Ebû Zer'den (r.a.) nakledilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Bana, ben­den önce hiçbir peygambere verilmeyen bes şey verildi: Bana korkuyla yardım edildi, bir aylık mesafedeki düşmanlar benden kor­karlar, bütün Yeryüzü benim için temiz olarak mescid kılındı. Benden önceye hiç kimseye helâl klıınmadığı halde bana gani­metler helâl kılındı. Kırmızı (el-Ahmer) ve siyaha (el-Esved) peygamber olarak gönderildim. Bana iste denildi, ben de ümmetim için şefaat diledim" buyurmuştur, ilk devir İslâm müfessirlerinden Mücâhid, hadisteki 'Kırmızı (el-Ahmer)'nın insanlar, Siyah (el-Esved)'in da cinler olduğunu söylemiştir. [98] İbn Abbâs (r.a.) ise, Mekke dönemindeyken bir defasında Hz. Peygamber'in en-Necm sûresi'nde secde yaptığını, o mecliste bu­lunan müslüman, müşrik, cin ve ins herkesin Hz. Peygamber'le beraber secde yaptığını nakletmektedir. [99]

İmâm en-Nevevî bu konuda, "Yanında olanlar da secde ettiler' sözü ile, müslümanlardan, müşriklerden, cin ve insten Hz. Peygamberin kıraatini dinleyenler kasdedilmiştir" de­mektedir.[100] Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) nakledilen bir hadis­te de, Hz. Peygamber (s.a.v):

"Müezzinin sesinin yetiştiği yere kadar, ins-cin hiçbir şey yoktur ki, ezanı duymuş olsun da, Kıya­met Günü müezzin için hüsnü şehadette bulunmasın" [101] buyur­muşlardır. Bu hadislerden, cinlerin de Hz. Peygamber'in tebli­ğine muhatap olup, bir kısmının ona imân ettikleri anlaşıl­maktadır.

Peygamberlerin davetleri açısından mü'min ve kâfir di­ye ikiye ayrılan cinlerin imân edenleri kurtuluşa ve ebedi sa­adete ererek Cennet'e gireceklerdir. İnanmayıp, küfürde ka­lanlar ise azaba uğrayacaklar, Cehennem'e atılacaklardır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki, Cehennem için de, birçok cin ve insan yarat­tık. Onların kalbler'i vardır ama anlamazlar, gözleri vardır gör­mezler, kulakları vardır ama işitmekler, işte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar, işte bunlar gafillerdir." [102] Yine Kur'ân-ı Kerîm'de:

"Allah hepsini biraraya toplayacağı gün, 'Ey cin toplulu­ğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız' der, insanlardan onlara uymuş olanlar, 'Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan yarar­landık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık' derler, Allah da buyurur ki: 'Cehennem Allah'ın dilemesine bağlı olarak, te­melli kalacağınız durağmızdır' der. Doğrusu Rabbin Hakîm'dir, bilendir" [103] buyurulmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıca, cinle­rin de insanlar gibi, Allah'a karşı yalan uydurdukları haber ve­rilmiştir. [104]

Cinlerin Cennet ya da Cehennem'e gideceklerine dair yukardaki âyetler, onların akıl ve irâde sahibi olduklarını gös­termektedir.

Cinlerin de insanlar gibi Yeryüzü sakinlerinden olduğu, kâfirlerine şeytân ismi verildiği kaydedilmektedir.'Onların varlığını inkâr ise küfür sayılmıştır. [105] Nitekim İblis'in de cin­lerden olduğu Kur'ân'da haber verilmektedir. [106] Bunların kafir­lerine şeytân denildiği halde, Hz. Peygamber'den yapılan riva­yetlerde "şeytân" ve "Cin, bazan " birbirinin yerine de kulla­nılmıştır. Meselâ İmâm Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri bir rivayette, bir cinnin elindeki meş'aleyle Hz. Pey­gamber'in mübarek yüzünü dağlamak istediği nakledilir­ken, [107] İbnü'l'Cevz'i Telbîsü İblis adlı eserinde, Hz. Peygam­ber'in yüzünü meşale ile dağlamak isteyenin bir şeytân olduğunu kaydetmiştir. [108] Müslim'in rivayet ettiği, "Her insanın meleklerden ve cinlerden mutlaka birer yoldaşı bulunduğuna" da­ir hadiste de cin, şeytân yerine kullanılmıştır. [109]

el-Buhâri ve Müslim'in rivayet ettiği bazı hadislerden cinlerin de insanlar gibi ölümlü birer varlık oldukları anlaşıl­maktadır. [110]

Bazı rivayetlerde kaydedildiğine göre, cinler de aynen insanlar gibi Yeryüzü'nün çeşitli bölgelerinde mesken tutmuş olarak yaşamaktadır. İnsanların, yaşadıkları çeşitli coğrafi bölgelere göre Amerikalı, Afrikalı, Avrupalı, Türkiyeli, Konyalı, Lâdikli, Bilecikli, Yükselenli, İzmirli, Adanalı, Kozanlı, Köşk­lü, Sumbaslı, Ankaralı diye tanımlandıkları gibi cinler de bazı şehir veya bölge isimleriyle anılmışlardır. Nitekim el-Buhâri'nin naklettiği bir hadise göre, Nusaybin cinleri Hz. Peygamber'e bir hey'et göndermişlerdir. [111] Müslim ise eş-Şa'bî'den yaptığı rivayetinde, Hz. Peygamber'e gelen bu cinlerin Cezîreli olduklarını kaydetmiştir. [112]

Yine Müslim'in kaydettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Medine'de, müslüman ol­muş cinlerden bir cemaatın mevcut olduğunu haber vermiş­tir. [113] İmâm Mâlik ise, Ömer b. el-Hattâb'ın (r.a.) Irak'a git­mek istediğini, fakat Ka'bü'l-Ahbâfın ona, "Ey mü'minlerin emiri! Irak'a gitme! Çünkü sihirin onda dokuzu orada, cinlerin fasıkları orada ve devasız hastalıklar oradadır" dediğini kaydet­miştir. [114] Kâbü'l-Ahbâr'ın bu sözü, onların çeşitli yörelerde meskûn olduklarına dair yukarda nakledilenlere uygun düş­mektedir. Ancak Ehl-i Kitâb âlimlerinden olup, daha sonra müslüman olan Kâbü'l-Ahbâr'ın Irak hakkındaki bu sözü İslâmî bir temele dayanmamahdır. Çünkü başta Hz. Ali ve Abdul­lah b. Mes'ud olmak üzere, sahabenin ileri gelenlerinden bir­çok âlim kimse İrak'a yerleşmiş, orada İslâm'ı öğretmişlerdir. İslâm âlimlerinin de birçoğu Basra, Küfe, Bağdad gibi Irak şe­hirlerinde yetişmişlerdir. Bağdâd, Abbasîler döneminde İslâm Medeniyetinin beşiği olmuştur. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes'in Yuhanna'nın Vahyi bölümünde yer alan şu satırlar, Kâbü'l-Ah­bâr'ın Irak hakkındaki bu olumsuz kanaatinin kaynağını gös­termesi bakımından enteresandır:

"Bu şeylerden sonra büyük selâhiyeti olan başka bir meleğin gökten inmekte olduğunu gör­düm ve onun izzetinden Yeryüzü aydınlandı ve kuvvetli sesle ça­ğırıp dedi:

Yıkıldı, büyük Bâbil yıkıldı ve cinlerin meskeni ve her murdar ruhun zindanı ve mekruh kuşun kafesi oldu." [115] Bu se­beple, Kâbü'l-Ahbâr'ın Hz. Ömer'e söylediği bu sözün, onun müslüman olmadan önceki kültür ve inancının bir ürünü ol­duğu açıktır. Ya da Kâbü'l-Ahbâr, bu sözle, bu yörede, Bâbil döneminden kalan Gildânı sihrinin kalıntılarının halk arasın­da gizlice yayılmış bulunduğuna işaret etmek istemiş olmalı­dır.

Kur'an-ı Kerim'den anlaşıldığına göre, insanlar cinleri göremedikleri halde cinler onları görmektedirler. Bu hususta şöyle buyurulmuştur:

"Ey Âdemoğulları! Şeytân, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babamzı Cennet'ten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görme­diğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler."[116]

Hz. Peygam­ber de bu duruma işaret ederek, müslüman bîr kişinin tuvalet ya da cinsel ihtiyacı için soyunduğu zaman "Besmele" çekerek, kendisini gözleyen cin ve şeytanları kovmasını istemiştir. Bu konudaki bir hadislerinde:

"Cinler ile Âdemoğullarının avret yerleri arasındaki perde, kişinin helaya girmek istediği zaman 'Bismillah' demesidir" [117] buyurmuşlardır. Bu husustaki hadis­lerden anlaşıldığına göre cinler de hayatlarını devam ettirmek için kendi yapılarına uygun olarak beslenmekte, yiyip içmek­tedirler. Ayrıca ölümlüdürler. [118] Bundan başka cinlerin de ni­kahlanıp, evlendikleri, çoluk çocuk sahibi oldukları kaydedil­mektedir. [119] Kur'ân-ı Kerîm'de: "Oralarda, bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş (öyle dilberler) vardır ki, bunlardan önce ne bir insan, ne bir cin asla kendilerine dokunmamışlardır." [120] Du­yurulmaktadır. Âyette geçen (Lem Yatmishünne) lafzı, bakire bir kız ile yapılan cinsel ilişki için kullanılmıştır. Buradan da cinlerin, eşleriyle cinsel ilişkide bulunabilecek bir yapıda ya­ratıldıkları anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde, evlerde bırakı­lan çöplerin cinlerin toplantı yeri olacağını bildirmiştir. [121] Onun (s.a.v.), cinlerin kötülerinin pis yerlerde bulunduğu şeklindeki ifadeleri, temizliğin önemini kavratma maksadına yönelik olmalıdır. Yine Onun, cin veya şeytân kelimesiyle mikropları kasdettiği de anlaşılmaktadır. Mikropların da çıp­lak gözle görülmeyen varlıklar olduğu hatırdan uzak tutul­mazsa, Hz. Peygamber'in bu tür sözleri dünyevî maslahatlar için söylemiş olduğunu tahmin etmek zor değildir.

Sahabe ve Tabiîn döneminde halk arasında, cinlerin deliklerde yaşadıklarına dair bir inancın mecut olduğunu gör­mekteyiz. Nitekim Abdullah b. Sercis'ten (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber deliklere idrar yapılmasını yasaklamıştır. Daha sonraları müfessirlerden Katâde'ye, deliklere idrar yap­manın niçin yasak olduğu sorulmuş, o da "delikler, cinlerin meskenidir, denilmektedir" diye cevap vermiştir. [122]

Önceki din ve kültürlerde olduğu gibi, İslâm geleneğin­de de, cinlerin bazı insanları çarparak hastalanmalarına sebep olduğu inancı vardır ve bu inancın, kaynağını, Kur'ân ve bazı hadislerden aldığı ileri sürülmektedir. [123] Kur'ân-ı Kerîmde faiz yiyenlerden bahsedilirken, "Ribâ yiyenler Mahşer'de ancak şeytân'ın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar" buyurulmuştur. [124] Âyette geçen (el-Mess) kelimesi, dokunmak anla­mını taşıdığı gibi, "delirmek" manasına da gelir ve mecnûna, sar'alıya el-Memsûs denilir. Bunlar insanlık tarihi boyunca as­lına vakıf olunamamış gizli sebeplerden meydana gelen birtakım hastalıklar olduğu için, cin ve şeytanlara nisbet edilerek, 'Cin tutmuş, şeytân çarpmış" denilegelmiştir. Bu tür hastalık­ların cin ve şeytâna nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı? me­selesi münakaşa konusu olmuştur. Ancak bu âyette kasdedtin asıl mânânın, faiz yeme konusundaki fenalığın dehşetini göstermek olduğu açıktır. [125]

 

A- Cinlerin Haber Çalması

 

Kur'ân-ı Kerîm ve bazı hadislerden cinlerin haber çal­mak için göğe çıktıkları, fakat üzerlerine yıkıcı, delici ışınlar gönderilmek suretiyle buradan kovalandıklarını öğrenmekteyiz. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulmaktadır:

"Biz, en yakın göğü bir zimetle, yıldızlarla süsledik ve onu her türlü şeytândan koruduk. Şeytânlar yüce topluluğu dinleyemez­ler, her yandan kendilerine (şıhablar) atılır Kovulurlar. Onlar için sürekli bir azâb vardır. Yalnız, (Yüce Topluluktan) bir söz ka­pan olursa, onu da delici bir alev izler." [126]

"Andolsun ki Biz, gökte burçlar yaptık ve ona bakan kimseler için süsledik. Ve onu taşlanarak kovulmuş her şeytândan koruduk. Ancak kulak hır­sızlığı yapan olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar." [127]

Yukarda kaydettiğimiz âyetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah (c.c.) dünyaya en yakın göğü yıldızlarla süslemiş ve onu şeytânlardan korumuştur. Bu açıdan şeytânlar Yüce Toplulu­ğun (Mele-i A'lâ) sözlerini işitemezler. Bu sözleri işitmek için çabalayan, onlara kulak kabartan şeytânların üzerine şihâb (ışın) atılarak meleklerin sözlerini dinlemelerine engel olu­nur. Mele-i A'lâ (Yüce Topluluk), semâ ehlidir. Yer'e karşılık olarak, Gök ehli halkına "Mele-i a'lâ" denilmiştir. Âyetlerden anlaşıldığına göre, şeytânlar, onların konuşmalarını dinlemek için yukarı çıkarlar, ama her yandan üzerlerine atılan kıvıl­cımlarla engellenirler, gök haberlerini çakmazlar. Bu sebeple onlar, Peygamberler gibi vahiy alamazlar, mi'râca çıkamazlar, o hududda duramazlar. Ancak hırsızlama bir haber kapan olursa, onun arkasından, ışığı ile havayı delen, parlak, yahut yakıcı bir şihâb yetişip onu yakar Şihâb, kayan yıldız gibi gö­rünen şeydir. İşığı ile karanlığı deldiği için Şihâb-ı Sâkıb ve Necm-i Sâkıb denilir. Şihâb-ı Sâkıb, ışığı ile göğü delen çok parlak şihâb demektir. Şihâblar yıldız değil, küçük cisimlerdir. Sayıları pekçok olan bu cisimler güneş çevresinde dönüşlerini bir yılda tamamlamaktadırlar Şihâblardan çıkan ışık, bunların atmosfer tabakasıyla sürtünmesinden meydana gelir.

Yukardaki âyetlerde, haber çalmak maksadı ile göğe çı­kan şeytânlara atıldığı bildirilen şihâblarla, normal olarak gökyüzünde kaydığı gözlemlenen kuyruklu yıldızların, gök taşlarının veya astronomlarca bilinen başka cisimlerin kasdedilmediği hatıra gelmektedir. Bu durumda yukarda kaydettiği­miz âyetlerde kasdedilen şihâb ile, şeytânları izleyip yakan, onların faaliyetlerine mâni olan, mâhiyetini henüz bizim bile­mediğimiz, manevî bir ışının kasdedilmiş olduğu hususu da­ha isabetli gözükmektedir.

Âyette geçen er-Racîm lafzı, taşlanmış, kovulmuş, lanet­lenmiş, şeytân anlamına gelmektedir. Gökten haberler çalma­ya teşebbüs ettiğinde atılan şihâblarla kovalandığı için şeytâ­na, "Racîm" denilmiştir. [128] Yüce Allah bu âyetlerde, semâya karşı tecâvüz etmek isteyenlerin durumlarını göstererek, ku­lak hırsızlığına dayanan şeytanlıklarla Peygamberi (s.a.v.) karşı rekabete kalkışan, din uydurmaya çalışan dinsizlerin addi ve manevî hizmet ve perişanlıklarını ortaya koymakta­dır. [129] Buna göre gerek cin ve gerekse ins'ten hiçbir şeytân artık semâya çıkamaz, onun sırlarına vâkıf olamaz. Yerdeki gibi, orada şeytanlık yapamaz, Semâ, gözleri şeytanlıkta olan gizli ve açık bütün şeytânlara kapalıdır. Bunların hepsi kovulmuşlardır. [130]

Kur'ân-ı Kerîm'in Cin Sûresi'nde yer alan diğer âyetler­de ise, Yüce Allah bu konuda cinlerin şöyle konuştuklarını ha­ber vermektedir:

"Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve ışınlarla doldurulmuş bulduk. Ve biz, onun dinlemeğe mahsus olan oturma yerlerinde otururduk (gayb haberlerini dinlemeye çalışırdık). Artık şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetle­yen bir ışın bulur. Bilmiyoruz bununla Yeryüzü'ndekilere kötülük mü (yapılmak) istendi, yoksa Rableri onları doğruya mı iletmek diledi?" [131]

Bu âyetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber gönderil­meden önce cinler, semâya çıkıyorlar, belli yerlerde eğleşerek kulak hırsızlığı yoluyla gök haberlerini çalıyorlardı. Yine böy­le bir maksatla, kulak hırsızlığı yapmak için semâda oturduk­ları yere çıkmak istediklerinde, üzerlerine ışınlar havale edile­rek bundan menedilmişlerdir. Bunun Hz. Peygamber gönde­rildikten sonra meydana geldiği bildirilmektedir. Şihâh ile asıl kasdedilen, Peygamberlik nuru ve Kur'ân âyetleriyle hakikat âleminde parlatılan ve bâtıl fikirlere karşı fırlatılan ateşli uyanlardır. Çünkü uzayın doğal olayı şihâblar, Hz. Peygamber'in gönderilmesinden önce de meydana gelmekteydi.  Nitekim Câhiliye döneminde yaşamış olan Evs b. Hacer ve Bişr b. Ebî Hazım gibi kimseler beyitlerinde yıldızlarla taşlama işinden bahsetmektedirler. İbn Şihâb ez-Zührî'ye, "Bu taşlama işi Câ­hiliye döneminde de var mıydı" diye sorulduğunda, "Evet, fa­kat İslâm Dini gelince bu daha da çoğaldı ve şiddetlendi" de­miştir. Yukarda da kaydedildiği gibi, bazı rivayetlere göre, Hz. Peygamber'in gönderildiği sıralarda şihâb yağmuru çok fazla­laşmış ve o dönemde müneccimler, kâhinler, şeytânlar korkup bundan çeşitli anlamlar çıkarmaya çalışmışlardır. Hatta bir ri­vayete göre, buna benzer olayları görmeye başlayan Araplar, göğün sonunun geldiğini sanarak, hayvanlarını serbest bırak­mış, kölelerini âzad etmeye başlamışlardı. Bir kısmı da Amr b. Ümeyye, Abdü Yaleyl b. Amr es-Sekafî gibi ileri gelenlerine koşmuşlar ve ne yapacaklarını sormuşlardır. Büyüklerden biri onlara, eğer düşen yıldız bilinen bir yıldız ise bu, göğün sonu­nun geldiğini gösterir, bilinmeyen bir yıldız ise olağan bir ha­disedir, demiştir. Câhiliye Arapları da düşenin bilinmeyen bir yıldız olduğunu anlayınca, henüz mühlet var, diyerek rahatla­mışlardır. [132]

Bazı İslâmî kaynaklarda, Hz. İsâ ile Hz. Peygamber ara­sındaki fetret döneminde şeytânların göğe çıkarak, kulak hır­sızlığı yoluyla haber çalabildiklerinden bahsedilmektedir. [133] İblis'in, Hz. İsa'nın doğumundan önce göklere sızdığı, o do­ğunca üç semâdan men edildiği ve şeytânların şihablarla taş­landığı da kaydedilmektedir.[134]

Konumuz açısından ilginç bir husus da şudur ki, Câhi­liye Arapları, büyücülerin, kâhinlerin, şairlerin, sihirbazların cinlerle irtibatlı olup onlardan ilham aldıklarına, cinlerin de gökten kulak hırsızlığı yoluyla haberler çalıp bunları kâhinle­re verdiklerine, bu yüzden onların ardından gökte kayan ışık­lar atıldığına inanırlardı. [135] Onların sahip oldukları bu inanış, bu konuda daha önceleri sahip oldukları bir vahiy kaynağın­dan bilgilendirilmiş olduklarına işaret etmektedir. Yukarda kaydedilen inanca sahip olan Câhiliye Arapları, Kur'ân'ın da cinler tarafından gökten çalınıp Hz. Peygamber'e atıldığını sanmışlar, bu yüzden O'na (s.a.v.) kâhin, şâir, sihirbaz ve mec­nûn demişlerdi. Onların bu düşüncelerini reddetmek için bu âyetlerde cinlerin ağzından, artık eskisi gibi göğe sokulup haber çalamadıkları, atılan ışınlarla kovuldukları anlatılmakta­dır. Bundan şu anlam çıkmaktadır: Ey müşrikler! Sizin Kur'ân'ı cinlerin telkini sanmanız yanlıştır. Kur'ân'ın tamamı gök haberidir. Cinler gökten haber alamamaktadırlar. Eskiden bazı haberler çalıp, bunlara yüzlerce yalan katarak kâhinlerin kulaklarına atmış olsalar bile, artık böyle bir şey yapmaları mümkün değildir. Çünkü atılan ışınlarla yakılmakta, göğe so­ku kınamaktadırlar. Bu Kur'ân, asla cin sözü değil, gök ehli olan yüce bir meleğin, "Güvenilir Rûh"un vahyidir. "Onu şey­tânlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da, Çünkü onlar (meleklerin sözünü) dinlemekten uzaklaştırıl­mışlardır." [136]

Kısacası atılan bu şihâblar, cinlerden semâ haberlerini kesmiş, gök kapılarını birer asker gibi tutmuştur. Bu ise, onla­rın yalanlarını, sefâhet ve tuğyanlarını yakan hakikat nurları­nı anlatıyor. Onlar da, Muhammedi gökten parıldayan ateşin âyetler ve mucizelerdir ki, onun karşısında insan ve cin şey­tânlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur. Bu tecrübeleri yapmış olan cinler, artık eskisi gibi gaybdan dem vurmaya, ge­lecekten haber vermeye kalkışmayıp, yalan söylemekten sakı­narak ilerisi hakkında bilgileri olmadığını ortaya koymaktadırlar.[137]

Yukarda kaydedilen âyetlere paralel olarak kaynakları­mızda yer alan bazı hadislerde de cinlerin haber çalmaların­dan bahsedilmektedir. Nitekim Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadise göre Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah (c.c.) gökyüzünde bir işe hüküm verdiği zaman sert bir kaya üzerinde hareket ettirilen zincir sesi gibi mehâbetli olan bu ilâhı hükme melekler tamamen boyun eğerek, (korku ile) ka­natlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku giderilince de, (Mukarrebûn'dan olan meleklere): 'Rabbiniz ne buyurdu?' di­ye sorarlar Onlar da: 'Hakkı söyledi, O çok yücedir, çok büyük­tür' derler. Bu şekilde kulak hırsızı (cinler) Allah'ın o emrini işi­tirler. O sırada kulak hırsızı (cinler yerden göğe kadar) birbiri­nin üzerine zincirleme dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlan­mış) bulunurlar. Râvî Süfyân b. Üyeyne, avucunu çevirip par­maklarının arasını ayırdı ve bu dizilişi avucuyla vasjetti- (onlar bu vaziyetteyken) cin, meleklerin o konuşmasını işitir de hemen onu altındakine atar. Sonra diğeri de o sözü kendinden aşağıda­kine atar. Nihayet en aşağıdaki o 'sözü kendinden alttakine gönderir. En sonunda da enaşağıdaki o sözü sihirbazın yahut kâhi­nin diline bırakır Bazı defa meleklerin konuşmasını işiten en üst­teki cine-bir ateş parçası (şihâb) yetişerek altındaki cine o habe­ri atmadan onu imha eder. Bazan da ateş kendisine erişmeden ön­ce o haberi altındaki cine atarak ulaştırır Ancak işittiği habere yüz de yalan katar. (Kâhin ya da sihirbaz bunu insanlara söyler ve ilâhi emir yeryüzünde gerçekleşince, insanlar tarafından): 'O bize filân gün şöyle şöyle ve şöyle demiş değil miydi?' diye söyle­nilir. Böylece (cin tarafından gökyüzünden işitilmiş) o kelime se­bebiyle (sihirbaz veya kâhin) doğrulanır." [138]

Yukarda kaydettiğimiz hadisde Sebe' Sûresi 23. âyete atıfta bulunulmaktadır, ilgili âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyur­maktadır:

"O'nun huzurunda, Kendisinin izin verdiği kimseden baş­kasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden kor­ku giderilince: 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. 'Gerçeği buyurdu' derler, O yücedir, büyüktür."

Süleyman Ateş, yukardaki âyette kasdedilenin müşrik­ler olduğunu söylemekte, olayın da Kıyamet Günü cereyan edeceğini belirtmektedir. Bu âyetin tefsirinde, el-Buhârî ve Tirmizî'nin cinlerin haber çalması ile ilgili olarak yukarda kay­dettiğimiz hadisi [139] rivayet ettiklerini kaydeden Ateş, "Bu ha­disin, bu âyetin tefsiri ile ilişkisi olduğunu sanmıyoruz" de­mektedir. [140] Hamdi Yazır da, âyette bahsedilen olayın Kıyamet'te cereyan edeceğini kaydederek, burada kasdedilenin mertebelerine göre Peygamberler, melekler ve sâlih kimseler olduğunu, şefaate izin verildiği zaman, şefaat bekleyenlerin şefaatçilerine 'Rabbiniz ne buyurdu? şefaatinizi kabul buyur­du mu' diye soracaklarını, onların da 'hakkı söyledi' diye ce­vap vereceklerini kaydetmektedir. [141] İbn Kesîr ise Tefsîr'inde, bu konuda iki görüş olduğunu, İbn Cerîr ve bazı âlimlere gö­re âyette kasdedilenin melekler olduğunu, diğer bazı âlimlere göre de müşriklerin kasdedildiğini zikretmiştir. [142]

Sonuç olarak, bu âyette zikredilen kimseler müşrikler veya meleklerden hangisi olursa olsun, bahsedilen olayın Kıyâmet'te cereyan edeceği hususunda müfessirlerin görüş birli­ği içinde oldukları anlaşılmaktadır. Zaten âyetteki, "O'nun hu­zurunda, Kendisinin izin verdiği kimseden başkasının şefaati fay­da vermem" [143] ifâdesinden de, bu olayın Kıyâmet'te cereyan edeceği ortaya çıkmaktadır. Çünkü şefaat olayı Âhirette mey­dana gelecek hususlardandır. el-Buhârî ve Tirmizî'nin bu âye­tin tefsîriyle ilgili olarak kaydettikleri yukardaki hadiste ise, [144] cinlerin kulak hırsızlığı yaparak, gökten haber çalmala­rından bahsedilmektedir. Cinlerin bu davranışı ise, bazı âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere Kıyâmet'te değil, bu dünya hayatında cereyan eden bir husustur. [145] Onların Âhiret'te ku­lak hırsızlığı yapamayacakları malûmdur. Bu durumda, Pey­gamberimizin cinlerin haber çılmalarıyla ilgili olan sözlerinin, râvîlerden birisi tarafından yukarda kaydettiğimiz Sebe 23. âyeti ile irtibatlandırıldığı anlaşılmaktadır. O'nun (s.a.v.), cin­lerin haber çalmasından bahseden hadisi, âyeti tefsir etmek is­teyen kimselerden birisinin sözleriyle karışıp, yukardaki prob­lemli hale dönüşmüş olmalıdır. Kısacası yukardaki hadisde yer alan sözlerin tamamı Hz. Peygamber'e ait olmamalıdır. Hadisin  "Bu şekilde kulak hırsızı (cinler, gök haberini) işitirler" ibaresinden itibaren olan kısmı, Resûlullâh'ın cinlerin kulak hırsızlığından bahseden sözlerini ihti­va etmektedir. Ancak hadisin bu ibareden önceki kısmı, Sebe 23. âyetiyle ilgili bir tefsir olup, cinlerin haber çalmalarıyla alakalı olarak Hz. Peygamber tarafından söylenmiş değildir. Bu bölüm, hadisin ravîlerinden Ebû Hureyre (r.a.) veya aynı zamanda Tabun mü fessirlerinden olan ravi tkrime'ye ait ola­bilir. Bunlardan herhangi birinin ilgili âyeti tefsir ederken Hz. Peygamber'in cinlerin haber çalmalarıyla ilgili hadisini ko­nuyla irtibatlandırmış olması, bunu nakleden râvîlerin de Ebû Hureyre veya İkrime'ye ait olan sözleri de Resûlullâh'a ait san­mış olması muhtemeldir.

el-Buhâri'nin, içinde Sebe' 23. âyetinin bir bölümü bu­lunan bu hadisi, bir taraftan Sebe 23. âyetinin tefsiri ile ilgili olarak kaydederken[146] diğer taraftan "Ancak kulak hırsım/iği yapan olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar" [147] âyetinin tefsiri ile ilgili olarak da kaydetmesi enteresandır. [148] Hadisin, bu âyetin tefsirini yapma hususunda daha uygun olduğu açık­tır. Çünkü Hicr Sûresi'nin 15. âyeti kulak hırsızlığından bah­setmektedir. Sebe' Sûresi'nin 23. âyetinde ise kulak hırsızlığıyla ilgili bir husus mevcut değildir. Ancak Hicr Sûresi'nin 18. âyetinin tefsiriyle ilgili olarak kaydedilmiş olsa da, hadisin ibaresinden önceki kısmı daha önce de kaydedildiği gibi Hz. Peygamber'e değil, Sahabe veya Tabiîn müfessirlerinden birisine ait olmalıdır, ki bunun da Ebû Hüreyre (r.a.) veya İkrime olması kuvvetle muhtemeldir.

Yukardaki hadisde anlatılan, cinlerin gökten haber çal­ma teşebbüsleri ve bu maksadla bir ekip halinde hareket etme­leri, en yukarda bulunan ve meleklerin konuşmasını kapıp, aşagısındakine atan cinnin ve alttaki diğer cinlerin sıralanmış konumu, en üstteki cinden en alttaki kâhin ya da sihirbaz de­nilen şahsa kadar çalınan haberlerin zincirleme yansıtılarak ulaşması ya da haberi ulaştıramadan en yukardaki ya da ara­daki cinlerin ışına (şihab) maruz kalarak imhası çok dikkat çekicidir. Râvî Süfyân b. Uyeyne parmaklarını açarak, cinlerin bu vaziyetteki durumlarını, aralıklı olarak dizilişlerini göster­miştir. Bundan, cinlerin, haberi bir alttakine bir üsttekinin bizzat kendisinin getirip ulaştırabileceğini anlayabildiğimiz gibi, cinlerin yaratılışlarına uygun bir haberleşme tarzları ol­duğunu, bu maksadla üstteki cinin bir verici gibi, ışın vs. yol­larla haberi alttakine gönderdiğini, alttaki cinin de bir alıcı ci­haz gibi haberi alıp, tekrar bir verici pozisyonunda daha altta­ki cine yansıttığını, bu şekilde en sonunda kâhinin ya da sihir­bazın anlayabileceği şekle dönüştürülerek, kendisine iletildiğini düşünebiliriz. Bu hususun pek tabiiki cinlerin yapısıyla ilgili bir konu olduğu açıktır. Nitekim Cenab-ı Hak, cinleri dumansız ateşten yarattığını haber vermektedir. [149]

Günümüzde de insanoğlu gök haberini dinlemek, ken­di dünyası dışında uzayda neler olup bittiğini öğrenmek için göğe uydular gönderiyor. Bu araçlarda, gönderenler adına se­mâyı görecek gözler (kameralar) ve yine uzayı dinleyecek ku­laklar (antenler, ses alıcı çeşitli cihazlar) bulunuyor. Bunlar topladıkları bilgileri yerdeki alıcılara yansıtıyorlar. Yerdeki ci­hazlar da dünyanın çeşitli yerlerindeki ilgili birimlere bu bil­gileri aktarıyorlar. Bu işler için ses ve elektrik dalgalarından yararlanılıyor. Atmosferin dışındaki çok uzak mesafelerden ise bilgiler elektrik dalgalarına çevrilerek gönderiliyor, alıcılar ise onları yeniden görüntü ya da sese çeviriyor. Yerde bir böl­geden gönderilen telefon konuşmaları, radyo ve tv. yayınları uydu aracılığıyla öteki kıtaya aktarılıyor. Kıtalar arası radyo ve tv. yayınları, haberleşmeleri insanoğlunun yapıp uzaya gön­derdiği uydular vasıtasıyla yapılabiliyor. Yine bilgisayar ağları, internet bağlantıları anında ses ve görüntü nakline imkan ve­riyor. Yüzlerce sayfalık bilgiler, resim ve şemalar, Email ile anında binlerce kilometre öteye gönderilebiliyor. Kısacası, âyet ve hadislerde, geçmişte gök haberlerini dinlemek için cinlerle işbirliği yaptığı bildirilen insanoğlu (sihirbâz/kâhin), artık se­mânın haberlerini kendisi bizzat füzelerle, uzay dolmuşlarıyla oraya çıkarak, uydular göndererek elde etme aşamasındadır. Âdemoğlu aya ayak basmış, gönderdiği araçlarla güneş siste­mini gözlemeye, haberlerini dinlemeye başlamıştır. Allah (c.c), Kur'ân-ı Kerim'de, cinlerin artık gök katlarına çıkıp, oralara yerleşerek Mele-i A'lâ'yı (Yüce Topluluğu) dinlemeye­ceklerini, meleklerin konuşmalarını işitemeyeceklerini, kulak hırsızlığına kalkışanların gönderilen ışınlarla imha edileceğini bildiriyor. [150] Kur'ân'ın bildirdiğine göre, cinler de artık göklerden kovulduklarını, haber çalma işlemine son verildiğini, üzerlerine ışınlar havale edilerek kovulduklarını söylüyorlar:

"Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve ışınlarla doldu­rulmuş bulduk. Ve biz, onun dinlemeye mahsus oturma yerlerin­de otururduk (gayb haberlerini dinlemeye çalışırdık). Artık, şim­di kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir ışın bulur." [151]

Kısacası cinler, gök katlarından kovulmuş, semavî haberleri çalmaktan, bunu dostlarına iletmekten menedilmişlerdir. Aca­ba yönünü göklere çevirmiş, uzay çalışmalarını başlatmış, ha­berleşme ağlarını kurmaya, gökleri fethetmeye çalışan insa­noğlu ne kadar ileriye gidebilecek? Cinlerin ulaştığı noktalara kadar ulaşıp, oranın kapalı olduğunu, ötelere gidilemeyeceği­ni, burayı dinlemek isteyen, bu haberleri elde etmek isteyen­lerin gönderilen ışınlarla imha edildiğini anlayıp, uzayda gide­bileceği son bir sınır olduğunu, onun dışına çıkmaya izin ve­rilmediğini görebilecek mi? Bunun için insanoğlunun daha ne kadar çalışması gerekecek? Bunlar şimdilik meçhulümüzdür.

Günümüzde gönderdiği uydularla, rakip veya düşman saydığı devlet ve milletlerin her türlü faaliyetlerini izleyen, onların askeri, ekonomik ve sivil çalışmalarından haberdar olan, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını uydu fotoğraflarıyla tesbit edebilen, bir insanın, evinde otururken, pijama ve terlikleriyle uzaydan fotoğrafını çekebilme seviyesine geldiğini öne süren insanoğlu daha nerelere kadar ulaşabilecek? Geçmişte, inanmayan sihirbaz ve kâhinlerin Kur'ân ve Hz. Peygamber aleyhine cinlerle yardımlaşmaya çalıştıkları, İslâm'ın aleyhine haber almaya uğraştıkları gibi, günümüzde ve gelecekte, inanmayanlar, haberleşmeye yarayan vâsıtalarla İslâm'ın ve müslümanların aleyhine faaliyette bulunup, onlara galebe çalabile­cek, onları mağlup edebilecekler mi? Onların bu gayret ve ça­baları karşısında Müslümanlar, bilim ve çalışmayı terk edip, tembel tembel oturup başlarına geleceğe razı olacaklar mı? Ve yine Kur'ânî düşünüşle, haber çalmak isteyen cinleri ışınlarla yakan, onları göklerden kovduran Cenâb-ı Hak, inanmayan milletlerin, müslüman milletleri mağlûp ve perişan etmek için uzayın derinliklerine gönderdikleri çeşitli haberleşme uydula­rını, radarlarını, kızılötesi ışınlarla çalışan kameralarını, koz­mik ışınlar gönderip şihâblarla yakmayacak mı? Kim bilir? Yeryüzünde fesad ve bozgunculuğa razı olmayan, Yeryüzü'nde yarattığı tüm canlıların huzur ve mutluluk içinde olmasını is­teyen, bu yüzden de Yeryüzü'nün bozulan düzenini ıslah et­mek için Peygamberlerini gönderen Yüce Allah, insanın insa­nı köleleştirmesine ve yok etmesine razı olmayacaktır.

Sonuç olarak burada insanın hatırına, Cenab-ı Hakk'ın, Rahmani maksadlarla yapılacak, insanoğluna adalet, refah, huzur ve saadet getirecek bu tür çalışmalardan razı olacağı, böyle kullarına yardım edeceği, şeytanî  maksadlarla, insanoğ­luna kölelik, zulüm, sömürü ve işkence getirecek, müslümanların mağlûbiyetlerine sebep olacak faaliyetlerden de razı ol­mayacağı, bunlara fırsat vermeyeceği düşüncesi geliyor.

Cinlerin haber çalmasıyla ilgili olarak yukarda kaydetti­ğimiz hadisin bir benzeri de İbn Abbâs'dan rivayet edilmekte­dir. Bu hadis şöyledir:

"Ensâr'a mensup sahab'ilerden birisinin haber verdiğine göre, kendileri bir gece Resûlullah (s.a.v.) ile be­raber otururken bir yıldız atılmış da ortalık aydınlanmıştı. Hz Peygamber onlara:

'Câhiliye devrinde bunun gibi yıldız atıldığı zaman sizler ne derdiniz?' diye sordu. Orada bulunanlar:

'Allah ve Resulü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu ve büyük bir kimse öldü derdik' dediler. Rasulullah (s.a.v.):

'Şübhesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ya da hayatı için atılmaz. Fakat ismi çok mübarek ve yüce olan Rabbimiz bir işe hükmetti­ği zaman Arş'ı taşıyan melekler teşbih ederler. Sonra onların ar­kasından gelen semâ ehli teşbih eder. Nihayet bu teşbih şu dünya seması ehline ulaşır. Sonra Arş'ı taşıyan meleklerin ardından ge­lenler, Arş'ı taşıyan meleklere: 'Rabiniz ne buyurdu?' diye sorar­lar. Onlar da ötekilere Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böy­lece semalar ahâlisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihayet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler, kulak hırsız­lığı yapıp, süratle birşey kaparlar da bunu kendi dostlarına fırla­tırlar ve bu yıldızlarla taşlanırlar, işte bu şekil üzere, yani kendi­sinde hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey haktır. Fakat on­lar bu habere yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar." [152] buyur­du.

Yukardaki hadisle ilgili olarak dikkat çekmek istediği­miz ilk husus, hadisin sahabe müfessirlerinden olan İbn Abbâs'dan nakledilmiş olmasıdır. İkinci husus, onun bu hadisi bizzat Hz. Peygamber'in ağzından işitmemiş oluşudur. İbn Abbâs bu hadisi, olayı bizzat yaşayan, Ensâr'a mensup bir kimse­den işitmiştir. Ancak bu sahabînin kimliği meçhuldür. Bu açı­dan, hadisde anlatılan bazı hususlar Hz. Peygamber'in ağzın­dan çıktığı şekilde zabtedilememiş olabilir. Çünkü hadisde, semâda bir yıldız atıldığından bahsedilmekte, daha sonra da bu olay, haber çalan cinleri taşlama maksadına bağlanmakta­dır. Gökyüzünde cereyan eden ve Yeryüzü'nde insanoğlu tarafından izlenen yıldız atılması olayları, başka sebepleri bulu­nan, göğün tabii olaylarıdır. Bunların, âyetlerde bahsedilen cinlerin taşlanması hususuyla ilgileri olmamalıdır. Çünkü uzaya çıkabilecek, haber çalmaya teşebbüs edilebilecek yapıda yaratılan cinlerin insanoğlunun gözüne görünmedikleri belli bir husustur. Bunu Kur'ân-ı Kerim haber vermektedir. [153] İn­sanoğlunun gözü de cinleri görebilecek bir tarzda yaratılma­mıştır. O zaman cinlerin gök katlarına çıkıp, haber çalmak is­temelerine mani olan, onları imha eden ışınlar da onların ya­pılarına uygun olarak, insanoğlunun çıplak gözle farkedemeyeceği bir şekilde olmalıdır. Nitekim bir kimse çıplak gözle cinleri göremediği gibi, tesirlerini gördüğü bir takım ışınları, ses dalgalarını da görememektedir. Radyo veya tv. kendisine ulaşan yayın dalgalarını insanın kulak ve gözüne uyarlayıncaya kadar, çevresinde dolaşan ses ve resim dalgalarını da farkedememektedir. Ama o göremedi diye bu dalgalar yok demek değildir. İnsanoğlu tv. veya müzik setinin uzaktan kumandası­nı eline alarak bu araçları çalıştırabilmekte, tv. kanallarını de­ğiştirebilmekte, sesi azaltıp çoğaltabilmekte, ışığını artırıp azaltabilmekte, fakat oturduğu yerden kendisine bu kolaylığı sağlayan elindeki bu kumanda aracından çıkan ışınları göre­memektedir. Ancak bu cihazdan çıkan ve kendisinin göremediği ışın demetinin tv.sini çalıştırdığını bilmektedir. Bu açıdan Âdemoğlu, cinleri imha edip, göklerden kovan ışınları çıplak gözüyle görememiştir, göremeyecektir. Çünkü yaratılışı buna uygun değildir. Dolayısıyle gökteki normal astronomik olay­lardan olan yıldız kayması hadiselerini cinlerin taşlanmasına bağlamak yanlış olur, kanaatindeyiz. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de, cinlerin kovulmasından, haber çalmalarına engel olunmasından bahseden âyetlerde de, "şihâb" kelimesi kullanılmış, ha­diste geçen "Necm/yıldız" lafzı kullanılmamıştır. Son devir müfessirlerimiz de "şihâb" kelimesine yıldız anlamı verme­mişler, fakat "Parlak bir ateş şulesi", "Delici bir alev", "ışın", "kıvılcım" şeklinde açıklamayı tercih etmişlerdir. [154] Bu durumda hadisin bu açıdan incelenmesinde yarar olduğu kana­atindeyiz. Hadiste Hz. Peygamberin, yıldız kaymasıyla ilgili olarak Câhiliye döneminin yanlış bir kanaatini yıktığı görül­mektedir. Ki bu da, yıldızların atılmasının bir kimsenin doğu­mu ya da ölümüyle ilgisinin olmadığıdır. Resulullâh bu yanlış inanışı düzeltmiştir. Hadiste cinlerin taşlanması ile ilgili ola­rak "Necm/Yıldız" lafzı kullanılmıştır. Halbuki âyetlerde cin­lerin taşlanması ile ilgili olarak "şihâb" kelimesi seçilmiştir, el-Buhari ve Tirmizî'nin daha önce kaydettiğimiz konuyla ilgili rivayetlerinde de "şihab" lafzı kullanılmıştır. [155] Ki bu durum, Müslim Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri söz konu­su hadisin metninde zabt kusuru olduğunu gösteriyor. Çünkü âyetlerle diğer sahih hadislerde kullanılan "şihâb" yerine "Necm" kelimesi kullanılmış ve gökteki yıldız kaymaları cin­lerin taşlanmasına sebep gösterilmiştir. Halbuki bu iş için "şi­hâb" lafzı daha uygundur ve "şihâb" gökte gördüğümüz kuy­ruklu yıldız, ya da yıldız kayması, atılması değildir. Yukarda açıklamaya çalıştığımız gibi "şihâb", cinleri imhaya elverişli, insanoğlunun çıplak gözle göremeyeceği ışınlar olmalıdır. Kısacası, aradaki farkı anlamayan ravilerden herhangi biri "şi­hâb" lafzını, "Necm" lafzıyla değiştirmiş olmalıdır. Diğer bir husus, Hz. Peygamber'in, gökte kayan yıldızı görünce bunu cinlerin taşlandığına hamletmeyecegidir. Aksi takdirde Onun da, cinlerin taşlanması hususunu anlamamış ve diğer insanlar gibi normal gök hadisesi olan yıldız kaymasını buna sebep göstermiş olması gerekir. Bunu kabul etmek ise mümkün gö­rünmüyor. Ki hadisin yukarı kısmı, bu konuda bize ipucu ve­riyor. Burada Hz. Peygamber, yıldız kaymasıyla ilgili olarak yanlış bir Câhiliye kanaatini düzeltiyor. Hadisin alt kısmında ise gökten haber çalan cinlerin, gökyüzünde atılan bu yıldız­larla taşlandığını bildiriyor. Bu durum bizi, hadisin metni ko­nusunda bir problem olduğunu düşünmeye sevkediyor. Buna göre Hz. Peygamber'in ayrı zamanlarda ayrı konularda söyle­diği iki hadisi birleştirilip tek hadis şekline sokulmuş intibar uyanıyor. Herhalde O'nun cinlerin haber çalmalarından bah­seden hadisi ile, Câhiliye devrinin bir yanlış inanışını düzel­ten yıldızların bir kimsenin ölümü ya da doğumu sebebiyle atılmayacağına dair uyarısı birleştirilip, tek hadis şeklinde telif edilmiş olmalıdır. Bunu da sahabe müfessirleri'nden İbn Abbâs ya da daha sonraki râvîlerden herhangi biri yapmış ola­bilir, İbn Abbâs'ın cinlerin haber çalmalarından bahseden, yu­karda kaydedilen müstakil bir rivayetinin olması [156] ve o hadisde yıldız atılmasıyla ilgili Câhiliye dönemi inancından bah­sedilmemesi yukardaki düşüncemizi güçlendiriyor ve İbn Abbâs'a ait ayrı iki rivayetin birleştirilerek tek hadis haline geti­rilip, yukardaki şekle sokulduğu hatıra geliyor. Bu durumda yukardaki hadisin Takat ismi çok mübarek ve yüce olan Rabbimiz' ibaresinden aşağısı müstakil bir hadis, bu ibareden yuka­rı kısmı da başka bir hadis olmalıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'de "Andotsun ki Biz, en yakın göğü lam­balarla süsledik ve onlarla şeytânların taşlanmasını  sağladık..." [157] buyurulmaktadır. Bu âyette, cin ya da şeytanların kovulmasında kullanılan ışınların kaynağına işaret edilmekte­dir. Âyette Küçümen lafzı geçmektedir ki, kendisiyle taş atılan şey anlamına gelmektedir. Buradan cin ya da şeytânlara yıldız­ların kendilerinin değil, ışınlarının atıldığını anlamaktayız. [158] Ki bu husus, yukardaki hadisle ilgili açıklamalarımıza uygun düşmektedir. Cinlere atılan kıvılcımların, meteor taşlarının hava ile sürtünmesinden çıkan ışınlar olmasının uygun olma­dığı, bunların cinleri Mele-i A'lâ'ya yaklaşmaktan meneden nurlar olduğu, o nurların maddî gözle görülemeyeceği kayde­dilmektedir. [159] Müfessirler, yukarda kaydedilen âyette geçen:

(Ve Ce'alnâhâ rucûmen li'ş-şeyâtlni=Onlarla şeytânların taşlanmasını sağladık) lafzının ikinci mânâsının, kâhinleri, fal­cıları, müneccimleri içerisine aldığını söylemişlerdir. Buna gö­re bu âyetin anlamı, "gayb taşlayarak, bir takım zan ve vehim­lerle gaybdan haber vermeye kalkışmak, şeytânların atmaları, bu şekilde bir ma'rifet taslayarak halkı aldatmaları, Allah'a isnad ederek O'nun (c.c.) sonsuz ilmine havale edilmesi gere­ken hükümleri, yıldızlara, onların bir takım özelliklerine, kuvvetlerine dayandırarak ilmi suistimal edip insanları şirk ve küfre sevketmeleri için öne sürdükleri bir takım bahanelere vesile kıldık," demek oluyor. Bu durumda bu âyette kasdedilen şeytânların da, kaza ve kader gibi bir takım gayb konula­rında yıldızların tesirine inanarak, onların konumlarından gayba ve geleceğe dair bir takım haberler çıkarıp insanları al­datmaya uğraşan müneccimler, kâhinler, halkı kandırmaya ça­lışan insan şeytânları olduğu anlaşılmaktadır. Falcı ve bakıcıya kâhin, bunların sanatına da kehânet denilir. Bunun kayna­ğı çok eski devirlere Sâbiîler'e kadar uzanmaktadır. İslâm'dan önce de, kâhinler geleceğe ait bazı şeyleri haber verirler ve kâ­inatın sırlarını bildiklerini ileri sürerlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.):

"Nübüvvetten sonra kehânet yoktur" buyurmuştur. İs­lâm âlimleri de, Sâbiîler gibi insan ve tabiat üzerindeki çeşitli tesirleri yıldızlardan bilerek, bundan hükümler çıkarmaya, gaybdan, gelecekten, haberler vermeye çalışmanın şirk ve kü­für olduğunda ittifak etmişlerdir. [160] Burada, yıldızların yaratı­lış hikmet ve sırlarını keşfetmeye çalışmanın bu hükmün kap­samına girmediğini belirtmek uygun olacaktır. Yukardaki âyette kendilerine atıfta bulunulduğunu gördüğümüz kâhin­ler ve onların durumlarıyla ilgili olarak nakledilmiş olan bazı rivayetler de vardır. Nitekim Hz. Âişe'den nakledilen bir hadisde şöyle anlatılmaktadır:

"Bazı kimseler Rasülullah'a kâhin­lerin mâhiyetinden sordular. Hz. Peygamber de:

'Onlar hiçbir şey değillerdir' buyurdu. Orada bulunanlar: 'Yâ Rasûlallah! Onlar bazen bir şey söylüyorlar da gerçek çıkıyor' dediler. O da:

'Bu söz cinden işitilmiştir ki, cinni o sözü kulak hırsızlığı yapıp süratle kapar ve daha sonra dostunun kulağına, tavuğun tekrar tekrar seslenmesi gibi eğilip boşaltır. Kahinler de bu sözün içine yüzden fazla yalan karıştırırlar" buyurdu. [161]

Diğer bir rivayete göre, Hz. Peygamber'e kâhinlerle ilgili soruyu Hz. Âişe sormuştur. Bu konudaki hadis de şöyledir:

"Ben, Yâ Rasûlallah! Kâhinler bize birşey söylerlerdi de biz o şeyin gerçek çıktığım görürdük, dedim. Hz. Peygamber de,

'Melekler, bulut içinde yeryüzü'nde olacak şeyleri konuşurlar. Meleğin konuştuğu o kelimeyi şeytan­lar işitir de, daha sonra onu sürahinin boşaltılacak kabın ağzına tatbik edildiği gibi kâhinin kulağına iletirler. Kahinler de, o bir söze yüz tane de yalan katarlar" buyurdu.[162]

Yukardaki hadislerden Câhiliye dönemi Araplarında ke­hânetin çeşitleri olduğunu anlamaktayız. Daha önce kaydetti­ğimiz âyet ve hadislerden [163] anlaşıldığına göre bunun ilk çe­şidi, kâhinin cinlerden bir dost edinip, gökyüzünden çaldığı haberleri ona aktarması şeklindedir. İlgili âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, kâhinliğin bu kısmı Hz. Peygamber'in gön­derilmesi ite sona ermiştir.[164] Cinlere artık gök kapıları kapa­tılmış, üzerlerine şihâblar gönderilmek suretiyle semâdan ku­lak hırsızlığı yapmaları menedilmiştir. Yukarıda bunların açık­laması yapılmaya çalışılmıştır. Kehânetin Câhiliye döneminde mevcut olup, günümüzde de rastlanan ikinci çeşidi ise, cinnî-nin, dostu olan kâhine Yeryüzü'nde olup bitenleri, uzakta ve yakında meydana gelen gizli şeyleri haber vermesidir, İslâm âlimlerinden en-Nevevî, bu kısmın mevcut olmasının ihtimâl­den uzak olmadığını, insanların bu grupta yer alan kâhinleri tasdik ettiklerini ya da yalanladıklarını, halbuki bunları dinle­menin yasak olduğunu söylemiştir. Yukarda Hz. Âişe'den nak­ledilen son iki hadisde bahsedilen kehanetin, cinlerin gökte meleklerden kulak hırsızlığı yapması şekilnde cereyan etiği anlaşılmaktadır. Bu da, Hz. Peygamber gönderilmeden önce meydana gelen kehânet olaylarına işaret etmektedir. Buna gö­re Hz. Âişe'nin hadisinde bahsedilen, kâhinlerin bildirdikleri­nin doğru çıkması meselesi İslâm gelmeden önceki bir dönenıe aittir. Zaten Hz. Âişe: "Ya Rasûlullah! Kâhinler bize birşey söylerlerdi de, biz o şeyin gerçek çıktığım görürdük"[165] diyerek, bu durumun geçmişte, İslâm'dan önceki dönemde söz konu­su olduğunu bildirmiştir.

İslâm geldikten sonra böyle bir kehânetin kapısının ka­pandığı açıktır, ikinci çeşit kehanette ise, Yeryüzü'nde meyda­na gelen gizli hususların cinler tarafından kâhinlere aktarıl­ması söz konusudur. Bunlar gayb haberi değildir, geleceğe da­ir bir bilgi ihtiva etmezler. Meleklerden kulak hırsızlığı yoluy­la kapılmış şeyler değildir. Çünkü buna imkân yoktur. Bu tür haberler, Yeryüzü'nde meydana gelen, fakat bazı insanların erişemediği, ancak cinlerin görüp bilebildikleri uzak veya ya­kın geçmişe dair şeyler olabilir. Bunlardan bir kısmı doğru çı­kabilir. Çünkü cinler tarafından yalan katılması söz konusu­dur. Bu bilgiler gayba ve istikbâle dair ise, kesinlikle yalandır, ilâhî bir kaynağı olmayıp, cin ya da kâhin tarafından uydurul­muşlardır. Bu tür haberler, çalman bir şeyin yerinin söylenme­si, hırsızlığın failinin haber verilmesi, insana, kendisine kimin düşman olduğunun bildirilmesi gibi bazan doğru çıkabilmek­le beraber, çoğunlukla asılsız çıkan hususlardır. İnsan bunlara inanarak, suçsuz birtakım kişileri suçlu zannedebilir. Dostu olan kimseyi düşman belleyebilir. Arkadaşlıklar, akrabalıklar sona erebilir, masum insanlar zarar görebilir. Kavga, cinayet vs. kötü olaylar meydana gelebilir. Kısacası Allah'ın emrettiği değil, şeytanın arzu ettiği sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu sebep­le, bu tür kâhinlerin söylediklerine inanmak da kesinlikle ha­ramdır, günahtır. Âyet ve hadislerde bildirildiğine göre, bu du-nım insanı şirk ve küfre götürebilir. Mesele halkımız arasında iyi anlaşılamadığı için, bir kısım insanlarımız kâhinlere gitmekte, onların geçmişe yönelik olarak verdikleri bazı bilgiler doğru çıktı diye, onların her söylediğini tasdik etmekte, gayb ve geleceğe dair verdikleri yalan ve asılsız bilgilere de inan­makta, bu şekilde din ve dünya hayatları açısından tamiri güç zararlara uğramaktadırlar.

Câhiliye döneminde ve günümüzde mevcut olan kehâ­netin üçüncü kısmı ise, müneccimlerin yoludur. Bunların yıl­dızlara bakarak bir takım mânâlar çıkarmaya çalıştıkları bilin­mektedir. en-Nevevî'nin bildirdiğine göre, bu çeşit kahinlik yapan kimselere Cenab-ı Hak bir çeşit kuvvet ve kabiliyet de verebilir, ikinci gurup kâhinlerin sözlerine olduğu gibi, bun­ların yıldızlardan çıkardıkları kehânetlerinde de yalan çoğun­luktadır. Arrâf denilen kimseler de buna dâhildir. Günümüz­de gazetelerin sayfalarında yer alan fal köşeleri, burçlar, gele­cekten haber vermeler, astroloji uzmanı geçinen kâhinlerin sözleri vs. de yukarda belirttiğimiz üçüncü tür kehânet grubu­na giren şeylerdir. [166]

İbn Abbâs'tan nakledilen bir hadisde de, kehânetin bi­rinci çeşidi olan cinlerin gökten haber çalmalarıyla ilgili ola­rak şunlar nakledilmektedir:

"İbn Abbâs şöyle dedi: 'Rasûlullah (s.a.v.) ne cinlere Kur'ân okudu, ne de onları gördü. Rasûlullah, ashabından birkaç kişi ile birlikte Ukâz panayırına doğru yürü­yorlardı ki o tarihte şeytânlar, semâdan haber almaktan menedil-miş ve üzerilerine şihâblar atılmaya başlanmıştı. Semâya doğru çıkıp da hoğulan şeytânlar, kavimlerinin yanına döndüklerinde kendilerine: 'Ne oluyorsunuz? Neden hiçbir haber getirmiyorsu­nuz?' dediler. Onlar da: 'Ne yapalım, gökten haber almaktan me-neâildık. Üzerimize şihâblar havale edildi' dediler. Bunun üzerine onlar da (iblis ve adamları): 'Sizin haber almanıza engel olan herhalde yeni olmuş bir hadisedir. Yeryüzünün doğu ve batı taraf­larını dolaşın da semadan haber almanıza engel olan şey ne imiş, öğrenin' dediler. İşte bunların içinden Tihâme yönüne giden grup (Ukâz panayırına gitmek üzere Nahle'de bulunan) Hz. Peygamber'in bulunduğu yere uğradılar. O sırada Rasûlullah ashabına sabah namazı kıldırıyordu. Namazda okuduğu- Kur'ânı işitince bunlar kulak verdiler ve birbirine:       

“Vallahi siz'i semâdan haber al­maktan meneden şey işte budur' dediler. İşte bu haberciler kavim­lerinin yanına döndüklerinde:

“Ey kavmimiz! Biz hakiki hayran­lık veren bir Kur'ân dinledik. Ki o, Hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız” dediler. Allah (c.c.) da, Peygamberi Hz Muhammed'e (el-Cin sûresini indirerek) durumu haber verdi:

'De ki, Bana vahyolunduğuna göre, cinlerden bir topluluk Kur'ân dinle­diler de şöyle dediler...' Rasûlullâh'a vahyolunan işte cinlerin bu sözleridir." [167]

Sonuç olarak İslâm, kehânet grubuna giren şeylerin hepsinin yalan olduğunu bildirmiş, kâhinleri dinlemeyi, onla­rı tasdik etmeyi yasaklamıştır. Burada, konumuzla ilgili olarak eş-Şiblî'nin Ahkâmü'l-Cân adlı eserinde nakletmiş olduğu bir rivayeti kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz: "Ebû Ca'fer el-Ukaylî (Muhammed b. Amr b. Mûsâ) (v. 322/323), Kitâbü's-Sahâbe'sinde Beni Lehb'den Lehb veya Ebû Leheb di­ye bilinen bir adamdan şöyle nakletmiştir: 'Rasûlullah'in ya­nında bulundum ve kendilerine kehânetten bahsederek dedim hi: Göğün muhafaza altına alınıp şeytânların nüfuzunun önlendiği­ni bilen ilk kavım biziz- Hatar b. Mâlik adında bir kâhinimiz vardı. 280 yaşını aşkın bir zattı. Kâhinlerimiz içinde en bilgin o idi. Birgün ona dedik ki:

 Ey Hatar! Kendileri ile şeytânlar taşla­nan yıldızlar hakkında bize bilgi verir misin? Biz bundan çok korktuk ve sonumuzun ne olacağını kestiremiyoruz. Hatar şöyle cevap verdi:

“Seherde gelin, size cevap vereyim. Bunda hayır mı, şer mi var, emniyet mi, sakınca mı var sizlere bildireyim...

Bunun üzerine ondan ayrıldık. Ertesi sabah erkenden, se­her vakti yanına gelince kendisini ayakta göğe bakar bulduk ve:

“Hatar! Hatar! diye bağırdık. Bizi görünce, susun! diye işaret etti. Sustuk. Biraz sonra kendisine doğru bir yıldızın par­çalandığını gördük. Sesini alabildiğine yükselterek şöyle haykır­dı:

'İsabet etti! İsabet etti! Azabı ona yetişti, şihâbı onu yaktı. Neya­zık ki ona karşı hiç bir şey yapamadı. Belâsını buldu...'

Sonra uzun zaman sustu ve şöyle dedi:

 'Kahtân oğulları! Size gerçeği açıklıyorum. Kabe'ye ve rükünlerine, o sahipleri peh emin olan beldeye yemin ettim. Kur'ân'ı hâkim kılarak, onunla putlara İbâdeti ortadan kaldıran, vahiy, Kur'ân, hidayet ve büyük bir şerefle gönderilmiş olan Peygamber'in hatırı için, cinler son­suz kudret sahibi olanın emriyle atılan yakıcı bir alevle kulak hırsızlığından menedildiler.'

Bunun üzerine dedik ki:

'Yazıklar olsun sana Hatar! Sen büyük bir işten bahsediyorsun. Kavmin hakkında görüşün nedir?'

Bunun üzerine şöyle dedi:

'Nefsim için uygun gördüğümü kavmim için de münasip görmekteyim. Eğer Mekke'de, Humslular'ın memleketinde gönderilen, burhanı güneş ışıkları gibi etrafı aydınlatan, insanların en hayırlısı olan Nebi’ye uyarlarsa hakla­rında hayırlı olur.'

Bu Sefer biz'. 'Ey Hatar, o kimlerdendir?' dedik. Hatar: 'Ha­yata ve yaşamaya andolsun ki, O, Kureys'e mensup bir kimsedir. Onun hükmünde akılsızlık, yaratılışında çirkinlik yoktur. Bir ordunun basında olur. Hangi ordu, Kahtân oğullarından, lyş oğul­larından meydana gelen bir ordu.' dedi. Bunun üzerine ona:

'Bi­ze, Kureyş'in hangi kabilesinden olduğunu açıkla' dedik. Bu sefer o:

'Sütunlara, rükünlere, Zemzem'e sahip Ka'be'ye andolsun ki O, şerefliler topluluğundan, Hâşim neslinden, savaşla gönderilen ve her zâlimin işini bitiren bir kimsedir.' 'Bu açıklamayı bana cinle­rin başkanı yaptı' dedi. Daha sonra ise:

'Allahü Ekber! Hak gel­di ve hakim oldu. Cinlerden haber kesildi' dedi. Sonra da sustu ve bayıldı. Ayıldığı zaman üç defa:

'Lâilâhe illallah' dedi.' Bunları dinledikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:

“O adeta peygamberliğin diliyle konuşmuştur. Kıyamet Günü'nde o yalnız başına bir ümmet olarak dirilecektir."[168]

Şibli’nin kaydettiği bu rivayet güvenilir hadis kaynakla­rımızda yer almadığı gibi, bir çok noktalardan da uydurma ol­duğu kanaatini uyandırmaktadır. Yukarıdaki rivayette "Göğün muhafaza altına alınıp, şeytânların nüfuzunun önlendiğini bi­len ilk kavim biziz" denilmekte ve bu husus Câhiliye dönemi kâhinlerinden Hatar b. Mâlik'in haber vermesine bağlanmak­tadır. Ancak bu doğru olmamalıdır. Çünkü bu konudaki ger­çek ve kesin bilgiyi ilk önce Hz. Peygamber ve ashabı vahiy yoluyla elde etmişlerdir. Dostu olan cinlerden haber aldıkları­nı ileri süren Câhiliye dönemi kâhinlerinin bu hususta önce­lik taşımaları söz konusu olamaz. Hatar b. Mâlik adlı bu kâninin 280 yaşında olması da, o döneme ait bilgilere ve akla uy­gun gelmemektedir. Çünkü sahîh kaynaklardan o dönem in­sanlarının yaş ortalamasının 50-65 arasında olduğu anlaşıl­maktadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat etmiştir. Sahabenin çoğu da 50-65 yaş arasında vefat etmiştir. Yüz yaşını geçen sahabî de son derece nadirdir. Yakardaki rivayette anlatılan hu­susların, İslâmî kültüre sahip bir kimse tarafından sonradan uydurulduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu rivayet konu bütün­lüğüne de sahip değildir ve metni tenakuzlarla doludur. Çün­kü rivayette kâhin Hatar b. Mâlik'in Câhiliye döneminde ya­şadığı ve mezkûr olayın İslâm'dan önce geçtiği bildiriliyor. "Sütunlara, rükünlere, Zemzem'e sahip Kabe'ye yemin olsun ki O, şerefliler topluluğundan, Hâşim neslinden savaşla gönderilen ve her zâlimin işini bitiren" cümlesi ile Hz. Peygamber'in geleceği ve Hâşimoğulları'ndan olacağı söyleniyor. Son­ra da cinlerle ilgili olarak Kur'ân'da haber verilen bilgilerden adapte edildiği anlaşılan cümlelerle Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın indirildiğinden, onların haber çalmaktan menedildiklerinden bahsediliyor:

"...Kur'ân, hidayet ve büyük bir şerefle gönderil­miş Peygamber'in hatırı için, cinler sonsuz kudret sahibinin emriyle atılan yakıcı bir alevle kulak hırsızlığından menedildiler...",

"... Mekke'de Humslular'ın memleketinde gönderilen, burhanı güneş ışıkları gibi etrafı aydınlatan, insanların en ha­yırlısı olan Nebî'ye uyarlarsa..." Bu ifadeler Hatar b. Mâlik'e isnad edilen şiirden bazı parçaların tercümesidir ve Hatar b. Mâ­lik'e ait olmadığı kanaatini uyandırmaktadır. Bunlar insanda, İslâm döneminde yaşamış güçlü bir söyleyişe sahip bir şâirin ağzından çıkmış izlenimini vermektedir. Yine bu satırlar riva­yetin başlangıcıyla çelişki halindedir. Câhiliye döneminde, he­nüz İslâm gelmeden önce yaşamış bir kâhin, ancak İslâm gel­dikten sonra elde edilebilecek bu bilgileri nereden alabilir? Hz. Peygamber'e indirilen Kitâb'a Kur'ân denildiğini nereden bilebilir? Kitap diye bahsetse bir ölçüde su götürebilir. Ancak durum böyle değildir. Rivayete göre bütün bu bilgileri Hatar b. Mâlik'e "Cinlerin başkanı haber vermiştir." Tabii buna rağ­men Hatar b. Mâlik imân etmemiştir. Öyle olsaydı, kaynakla­rımızda bu konuda bir bilgi mevcut olurdu. Kâhin Hatar'ın yukardaki rivayette yer alan şu cümlesi de çok enteresandır ve bu rivayetin uydurma olduğuna şâhidlik etmektedir:

"Allahü ekber, Hak geldi ve hâkim oldu". Bu ibarenin Kur'ân'daki bir âyetten alınarak, bu uydurma rivayete eklenmiş olduğu anla­şılmaktadır. [169] Pek tabii Hatar'ın, Kur'ân gelmeden önce bunu bilip söylemesine imkân yoktur. Kur'ân-ı Kerîm daha indiril­meden, henüz Levh-i Mahfuz'da iken Hatar'ın cinleri, bu âye­ti oradan çalıp elbette kendisine getiremezler. Bu, Kur'ân'ın bildirdiklerine aykırı düşer. Bu durumda bu rivayetin sonra­dan uydurulmuş, asılsız bir hikaye olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim et-Tayâlisî'nin Müsned'inde yer alan ve Aşere-i Mübeşşere'den Saîd b. Zeyd'in babası Zeyd b. Amr hakkında Hz. Peygamber'in söylediği:

"Kıyamet Günü tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir." [170]

Sözü de bu uydurma rivayetin sonu­na monte edilmiştir. Rivayette Hz. Peygamber'e isnad edilen ".... O, adeta peygamberliğin diliyle konuşmuştur..." İbaresi de çok saçma bir söz olup, bunu uyduranın, ne söylediğini bilmeyen câhil bir kimse olduğunu göstermektedir. Birin yanına dokuz, bazan yüz yalan kattığı hadislerde bildirilen cinlerden haber aldığını iddia eden bir kahin ile, Allah'tan (c.c.) Nâmûs-u Ekber Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla vahiy alan bir peygamber na­sıl bir tutulabilir? Bir kâhin nasıl bir peygamber gibi konuşa­bilir? Bunun uydurma olduğu açık bir husustur. Bu rivayete bizim burada yer vermemizin sebebi, eş-Şiblî'nin Ahkâmü'l-Cân adlı eseriyle, onun Türkçe tercümesi olan "Cinlerin Esra­rı" adlı kitabın halkımız arasında çok yaygın olması ve çoğu kimselerimizin nazarında bu konuda yazılmış temel bir kitap zannedilmesidir. Ancak yukardaki rivayetlerin yanında maale­sef uydurma bir yığın nakiller de mevcuttur ve insanlarımız bunların uydurma olduğunu ayırd edebilecek bilgi seviyesin­de değildir. [171]

 

B- Hz. Peygamber'in Cinlere Kur'ân Okuması

 

Daha önce, cinlerin de akıl ve irâde sahibi olmaları açı­sından mükellef olduklarını, Peygamberlerin davetine muha­tap olduklarını, içlerinde inanan ve inanmayanların bulundu­ğunu kaydetmiştik. İslâm âlimleri, cinlerin de Hz. Peygamber'e imân etmekle mükellef oldukları görüşündedirler. Nite­kim Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri insanların yanında cinlere de hitâb etmektedir:

"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de he­sabınızı alacağız. Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki! Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey insanlar ve cinler.' Üzerinize dumansız bir ateş ve aîlesi bir duman gönderilir de kurtulamazdınız. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Gök yarılıp da gül gibi kızardığı, yağ gibi eridiği zaman halinim nice olur? Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? O gün ne insana ve ne cine suçu sorulur Öyleyken Rabbimsin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?" [172]

Kur'ân-ı Kerîm'den, insanların ve cinlerin şeytânların­dan her peygamber için düşmanlar kılındığını [173] anlıyoruz. Kur'ân'da, "Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi anlatan, bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran Resuller gelmedi mi?" [174] buyrularak cinlere de peygamberler gönderildiği, Al­lah'ın buyruklarının tebliğ edildiği açıklanmıştır. Yine Kur'ân-i Kerîm'de, Peygamberlerin tebliğlerine uymayan, Cenâb-ı Hakk'ın buyruklarına itaat etmeyen cinerin de insanlar gibi Cehennem'e atılacakları açıkça bildirilmektedir:

"Allah, 'Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle be­raber ateşe girin' der. Her ümmet ateşe girdikçe kendi yoldaşına lanet eder..." [175]

"Andolsun ki, Cehennem için de birçok cin ve insan yarat­tık, onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler işte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar." [176] "Verilen söz, gerek cinlerden ge­rekse insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, onların aleyhine gerçekleşmiştir Doğrusu onlar hüsranda idiler." [177]

Şu âyette ise, cinlerin de insanlar gibi Allah'a kulluk yapmakla’ mükellef tutuldukları kesin olarak bildirilmektedir:

"Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için ya­rattım." [178]

Aşağıda kaydettiğimiz âyetlerde de, cinlerden bir gru­bun elçi olarak Hz. Peygamber'e geldikleri, Kur'ân'ı dinledik­ten sonra imân ettikleri ve her biri birer tebliğci olarak kendi milletlerine dönerek, İslâm'ı tebliğ ettikleri anlatılmaktadır.

"(Ey Mahammed!) Bir zamanlar Kur'ân'ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar Kur'ân'ı dinlemeye hazır olunca birbirine: 'Susun!' dediler. Kur'ânı’n okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler. Şöyle dedi­ler: 'Ey milletimiz/Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, ken­dinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitâb dinledik. Ey milletimiz' Allah'ın davetçisine (Muhammed'e) uyun ve ona inanın da Allah da siz'in günahlarınızı bağış­lasın ve sizi can yakıcı azâbdan korusun. Allah'ın davetçisine (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Onun Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." [179]

"(Ey Muhammedi) De ki: 'Cinlerden bir topluluğun Kur'ân'ı dinlediği bana vahyolundu. Onlar şöyle demişlerdir: 'Biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik de ona imân ettik; artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Doğrusu Rabbimizin yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. Aramızdaki beyinsiz (İblis veya cin kafirle­ri), Allah'a karşı yalanlar uyduruyordu. Gerçekten insanların ve cinler'in Allah'a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık. Ha­kikaten birtakım insanlar, cinlerin bir takımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı. Aslında onlar da, sizin, Al­lah'ın kimseyi diriltemeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuş­lardı. Doğrusu biz, göğü yokladık', onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki biz, göğün dinleyebilece­ğimiz bir yerinde otururduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş buluyor. Yeryüzünde olanlara kötülük mü murad edildi, yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemişti? gerçekten biz bilemeyiz. Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bun­dan aşağı bulunanlar da vardır. Biz çeşitli yollara ayrıldık. Yüryüzü'nde kalsak da, başkayere kaçsak da, Allah'ı aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık. Hakikaten doğruluk rehberi olan (Kurân'ı) dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbine inanır­sa, o ecrinin eksileceğinden ve kendisine haksızlık yapılacağın­dan korkmaz. İçimizde müslüman olanlar da, Hak yolundan sa­panlar da var. Müslüman olanlar, işte onlar doğru yolu aramış­lardır. Doğru yoldan sapanlar da Cehennem'e odun olmuşlardır." [180]

Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde de, cinlerden bazı heyetlerin Hz. Peygamber'e geldikleri, Onun kendilerine Kur'ân okuduğu, İslâm'ı tebliğ ettiği, onların da imân ettikle­ri ve kavimlerine tebliğci olarak gönderildikleri anlatılmakta­dır. Bu konudaki rivayetler Abdullah b. Mes'ûd, İbn Abbâs ve Câbir'den (r.a.) nakledilmektedir. Bu hususta İbn Mesûd ve İbn Abbâs'dan nakledilen hadisler, ilk bakışta birbiriyle tena­kuz halinde görülmektedir. Ancak konunun derinlemesine in­celenmesi, bunların birbiriyle tenakuz halinde bulunmadığı­nı, cinlerin heyetler halinde çeşitli defalar Resûlullâh'a geldik­lerini, ilk defa gelip Kur'ân'ı dinlediklerinden Hz. Peygamber'in haberinin olmadığını ortaya koymaktadır. Kısacası ge­rek İbn Abbâs'ın, gerekse İbn Mes'ûd'un bu konudaki hadisle­ri, değişik zamanlardaki ayrı ayrı olaylara aittir, İbn Abbâs'ın, Hz. Peygamber'in cinleri görmediğini, onlara Kur'ân okuma­dığını bildiren rivayeti şöyledir:

"Resülullah (s.a.v.), ne cinne Kur'ân okudu, ne de onları gördü. Rasülullah (s.a.v.) ve ashabından bir kaç kişi birlikte Ukâz Panayırı'na doğru yürüyorlardı ki, o tarihte şeytânlar se­madan haber almaktan menedilmiş ve (haber almaya çıktıkça) üzerlerine şihâblar atılmaya başlanmıştı. Göklere doğru çıkıp da kovulan şeytânlar kavimlerinin yanına döndüklerinde, onlara:

'Ne oluyorsunuz? (Neden hiçbir haber getirmiyorsunuz?) dediler. Onlar da:

'Semâdan haber almaktan menedildik, üzerimize şihâblar havale edildi' dediler. Bunun üzerine (iblis ve adamları ta­rafından) kendilerine:

'Sizin haber almanıza engel olan herhalde yeni meydana gelmiş bir olaydır. Yeryüzü'nun doğu ve batısını dolaşın da gökten haber almanıza engel olan (bu yeni şey) ne imiş öğreniniz' denildi. Daha sonra bunlar Yeryüzü'nun doğu ve batı taraflarını dolaşmaya çıktılar. İşte bunların içinden Tihâme tarafına yönelmiş olan grub (Ukâz Panayın'na gitmek üzere). Nahle'de bulunan Hz. Peygamber'in bulunduğu yere uğradı. O sı­rada Resûlullâh ashabına sabah namazı kıldırıyordu. Namazda okuduğu Kur'ân'ı işitince cinler kulak verdiler ve birbirlerine:

'Semâdan haber almaktan sizi meneden Vallahi işte budur' dedi­ler, işte o zaman bu haberciler kavimlerinin yanına döndüklerin­de:

'Ey Kavmimiz Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân din­ledik. Ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız" [181] dediler.

Aziz ve Celil olan Allah da Peygamber'i Hz. Muhammed'e 'De ki:

“Bana şu hakikat vahyolunmuştur: Cinden bir züm­re (Benîm Kur'ân okuyuşumu) dinlemiş de şöyle demişlerdik.' (el-Cin) sûresini indirdi. Rasûlullâh'a vahyolunan işte cinnin bu sözleridir." [182]

Tirmizî, yukardaki rivayete ilâve olarak şunları da nak­letmektedir:

"Cinlerin, kendi kavimlerine, 'Allah'ın kulu, O'na ibadete kalktığı zaman onun üzerine üst üste yığılıyormuş gibi oluyorlar[183]

Sökünün anlamı şudur ki, cinler, Rasulullah'ın namaz kıldığını, ashabının da namazına uyduklarını ve birlikte secde ettiklerini gördükleri vakit, ashabının kendisine bu derecede boyun eğmesine şaştılar ve kavimlerine: 'Allah'ın kulu ibâdete kalktığı zaman, Onun ürerine üst üste yığılıyormuş gibi oluyorlar' dediler."[184]

Görüleceği üzere İbn Abbâs'ın yukardaki rivayeti, Cin sûresi'nin mezkûr ayetlerinin tefsiri ile ilgilidir ve cinlerin ilk defa olarak Mekke döneminde, Hz. Peygamber'in Kur'ân oku­yuşunu Onun haberi olmadan dinleyip gittikleri Nahle'de ge­çen bir hadiseyi anlatmaktadır. Hicretten üç yıl önce doğduğu kaydedilen İbn Abbâs'ın bu olayda bulunmadığı, bununla, ilgi­li bilgiyi daha sonraları edindiği anlaşılmaktadır. [185] Bu sebep­le İbn Abbâs'ın yukardaki rivayette yer alan ve "Hz. Peygam­ber ne cinleri gördü ne de onlara Kur'ân okudu" şeklindeki sözü bu konuda kesin bir kanaate varmamız için delil olma­malıdır. Onun bu ifâdesine dayanarak İbn Mes'ûd'un (r.a.), Resulullâh'ın cinlere Kur'ân okuduğundan, onları gördüğün­den bahseden rivayetini reddedemeyiz. Çünkü İbn Mes'ûd, İbn Abbâs'dan yaşça daha büyüktür ve bahsettiği olaylara şâhid olmuştur. Bu durumda İbn Abbâs'ın yukardaki rivayeti­nin, cin sûresinde de bahsedilen bu konudaki ilk olayla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. [186]

İslâm alimlerinden çoğunun da bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Süleyman Ateş, bu konudaki âyetlerin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemekte­dir:

"Birinci âyette cinlerden bir grubun, Kuran dinleyip, son­ra kendi aralarında müteakip âyetlerde anlatılan sözleri konuş­tukları bildirilmektedir. Bu âyetten anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.v.), Kur'ân dinleyen cinleri görmemiş, fakat onların Kur'ân dinledikleri kendisine vahiy ile bildirilmiştir. Çünkü görseydi, onların Kur'ân dinlemeleri vahye dayandırılmazdı... İbn Ab­bâs'dan nakledilen bir haberde de, Peygamber'in (s.a.v.), cinlere özel bir surette Kur'an okumadığı ve onları görmediği, ancak cin­lerin sözlerinin kendisine vahyedildiği anlatılmaktadır. Abdullah b. Mes'ud ise, Hz. Peygamber'in, özel olarak cinlere Kur'ân oku­yup, onları gördüğünü rivayet etmiştir Mamafih, Hz. Peygam­ber'in cinlerle birkaç kez karşılaştığını, cinlerin Kur'ân dinledi­ğini, ilk defa görmemiş ise de sonradan onları gördüğünü bildiren rivayetler de vardır... Bazı âlimler, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs riva­yetini bağdaştırmaya çalışmış, İbn Mes'ûd'un anlattığı olayın da Nahle'de vuku bulduğunu söylemişlerdir. Râzî, bu iki rivayeti sevkettikten sonra bunların yalanlanamayacağını ve şöyle bağdaştı­rılabileceğini söylüyor: Belki İbn Abbâs'ın anlattığı olay ilk defa olmuş, yüce Allah bu olayı Hz. Peygamber'e vahiy ile bildirmiş­tir Daha sonra da kendisine, gidip cinlere Kur'an okuması emre­dilmiştir. Şayet cin olayının bir defa olduğu kabul edilirse o za­man şöyle denilebilir: Hz. Peygamber'e gidip cinlere Kur'ân oku­ması emredilmiş, onlara Kur'ân okuyan Peygamber (s.a.v.) onla­rın kendi aralarında ne konuştuklarını, ne yaptıklarım bilmemiştir. Allah onların konuşmalarını, Hz. Peygamber'e vahiy ile bil­dirmiştir. Yahut Peygamber (s.a.v.) onları görmüş, sözlerini duymuş, onlar da kendisine inanmışlar, kavimlerine dönünce:

'Biz şöyle şöyle bir Kur'ân dinledik'demişler. Allah da onların sözle­rini Peygamber'e (s.a.v.) vahyetmiştir." [187]

Ahmed Naim ise, yukarda kaydettiğimiz İbn Abbâs ri­vayetinde bahsedilen olayın Hz. Peygamber hicret etmeden önce, Taif ten döndükten sonra meydana geldiğini söylemek­tedir. [188] Ahmed Naim, Siyer kitaplarında, bu hadisde anlatı­lan cin hâdisesinin, Hz. Peygamber'in Tâif seferinden Mek­ke'ye dönüşünde yarı yolda Nahle'de vukua geldiğinin kaydedildiğini, ancak kendisinin biraz farklı görüşte olduğunu söy­lemektedir. Ona göre olay, Resûlullâh'ın Taiften Mekke'ye dönmesinden sonra, Ukâz panayırına gitmek üzere yeniden yola çıkıldıktan sonra meydana gelmiştir. Çünkü, ilgili hadis­de, bunun Hz. Peygamber'in Ukâz'a doğru yola çıkmasından sonra Nahle'de meydana geldiği anlatılmaktadır. Nahle ise, Ukâz Panayırı ile Taif arasında değil, Ukâz Panayırı ile Mekke arasında bir yerdir. Yine hadisde, Hz. Peygamber'in ashabına sabah namazı kıldırdığından bahsedilmektedir. Halbuki Taif seferinde, Hz. Peygamber'in yanında Zeyd b. Hârise'den başka kimse yoktu. Nitekim bu konudaki rivayetler, bu esnada Re­sûlullâh'ın yanında sadece Zeyd b. Hârise'nin bulunduğunu bildirmektedir. Hz. Peygamber İslâm'a daveti yalnızca Kureyş'e tahsis etmez, yabancılara da tebliğ ederdi. Bu iş için en uygun zaman ise Hac mevsimi idi. Bu aylarda, Ukâz, Mecenne ve Zü'1-Mecaz'da pazarlar kurulup kalktıktan sonra hacce­dilir, Hac esnasında Minâ'da birkaç gün ikâmet edilirdi. Bu ay­lar ve bu yerler her sene bütün Arap kabilelerinin toplandığı yerler idi. Hz. Peygamber de bundan istifade ederek, buraya gelen kimselere İslâm'ı tebliğ eder, imân eden kimseleri de kendi kabilelerine davetçi gönderirdi. İşte Resûlullâh'ın hadis­de bahsedilen Tâif ten Mekke'ye dönüşleri de tam hac ayları­na tesadüf etmişti. Anlaşıldığına göre Hz. Peygamber, Mek­ke'ye döndükten sonra sahabeden bazılarını yanına alarak, Ukâz Eanayırı'na gitmek istemiş ve bu sefer esnasında Batn-ı Nahle'de iken, yukarda kaydedilen âyet ve hadisde anlatılan cin olayı meydana gelmiştir. [189]

Ahkâf Sûresi'ndeki âyetlerden, [190] cinlerden beş-on kişi­nin Hz. Peygamber'e gelerek, Allah'ın Kitâbı'nı dinledikleri, daha sonra kendi kavimlerini uyarmakla görevli olarak dö­nüp, onları {Yâ Kavmenâ i Ey Kavmimiz) diye davet ettikleri­ni anlıyoruz. Bu durum ilgili âyetlerde Hz. Peygamber'e ve biz ümmetine haber verilmiştir.

Nakledildiğine göre, Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemiş olanlar Nusaybin yahut Ninova cinlerinden yedi veya dokuz kimse idiler. Bunların durumlarından ve sözlerinden Hz. Peygamber'in vahiy yoluyla haberdâr olduğunu gözönüne alan İslâm âlimleri, O'nun (s.a.v.) bu cinleri görmediği ve hususi olarak kendilerine Kur'ân-ı Kerîm okumadığı kanaatine sahip olmuş­lardır. Yukardaki hadisin metninden anlaşıldığına göre cinler, Hz. Peygamber'in sabah namazında okuduğu Kur'ân'ı tesadü­fen işiterek imân etmişler ve durumu kendi kavimlerine ilân ederek davete başlamışlardır. Ancak, onların bu işi tesadüfen öğrenip, sonra iman ederek kavimlerini İslâm'a davet etmele­rini bir rastlantıya bağlamak pek mantıklı görünmemektedir. Cin olayının bir defa olduğu görüşünde olan İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un aşağıda zikredeceğimiz bu konudaki rivayetini İbn Abbâs'ın yukarda kaydedilen nakline tercih etmişlerdir. Bu görüşte olan âlimlere göre, İbn Mes'ûd'un bu işe İbn Abbâs'dan daha çok vâkıf olması gerekir. Çünkü o, hâdiseyi biz­zat görmüştür. İbn Abbâs ise, kıssayı sonradan işitmiştir. Yukarda da kaydedildiği gibi İbn Abbâs, Mekke'de Haşimoğulları'nın kuşatma altında olduğu dönemde dünyaya gelmiştir. Kendisi cin olayı meydana geldiği zaman, muhtemelen meme çağında bir çocuktu. Daha önce de belirtildiği üzere İbn Ab­bâs ve İbn Mes'ûd'un rivayetlerini te'lif eden İslâm âlimleri de vardır. Bunlara göre cin olayı, bir defa değil, çeşitli zamanlar­da birkaç defa meydana gelmiştir. Cinlerin, kendi tarafların­dan elçi heyetleri göndermeleri Mekke ve Medine'de de vuku bulmuştur. Bu durumda bunların ilki, İbn Abbâs'ın yukarda haber verdiğidir ve bunda Hz. Peygamber'in İslâm'a davet kasdı yoktur. Bu olay Resûlullâh'a, Ahkâf ve Cin sûrelerinde yer alan âyetlerden de anlaşılacağı üzere vahiy yoluyla bildirilmiş­tir. Daha sonra İbn Mes'ûd'un rivayetinde de görüleceği gibi Mekke'de, cinler çok kalabalık bir heyet halinde Hz. Peygam­ber'in huzuruna gelmişler, Kur'ân'ı ve dinî hükümleri öğren­mek İstediklerini belirtmişlerdi. Diğer bazı rivayetlerden ben­zer vak'aların Medine'de meydana geldiğini anlamaktayız.[191]

İslâm âlimlerinin yukarda kaydettiğimiz son görüşünün daha İsabetli olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü Âdemoğulları gibi, inanmakla yükümlü olan cinlerin Kur'ân dinlemeleri, iman etmeleri tesadüfe bağlanamaz. Çünkü insanların inanıp, doğru yolu bulmaları rastlantıya bırakılmamış, kendilerine inzâr edici peygamberler ve Kitaplar gönderilmiştir. Bu açıdan cinlerle ilgili böyle bir konuda da tesadüfe yer yoktur. Bu hu­sustaki âyetlerin incelenmesinden Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber'i Resul olarak gönderip, davetini açıktan yapma emri­ni vermesinden sonra, cinlerin de imân etmelerini dilediği an­laşılmaktadır. Bu sebeple her zaman göğe çıkıp oturan, gök haberlerini işiten cinleri, oradan üzerlerine şihâblar gönder­mek suretiyle koğdurup, tazyik buyurduğu, onların da İbn Abbâs'ın rivayetinde anlatıldığı üzere, "Yeryüzü'nde bir şey mi oldu? Neden koğulduk" diye başlarına gelen olayın sebebini araştırmaya sevkedildikleri ve Hz. Peygamber'i ve ashabını na­maz kılarken görüp, okuduğu Kur'ân'ı dinledikleri, ve daveti hakkında bilgi sahibi oldukları ortaya çıkmaktadır. Kısacası Cenâb-ı Hak, onların Resûlullâh'ın tebliğine, davetine muha­tap olmalarını dilemiş ve bu sebeple gereken şartları hazırla­mıştır. Yüce Allah'ın tasarrufunda ise tesadüfe yer olamaz.

İbn Abbâs'ın yukarda kaydettiğimiz hadisinden, Hz. Peygamber'in, insanlar gibi cinlere de Elçi olarak gönderilmiş olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Nitekim el-Ahkâf sûresi­nin sonlarıyla, Cin sûresinin ilgili âyetleri bu yüksek risaleti bizlere haber vermektedir. Şimdi de yukarda kaydettiğimiz İbn Abbâs rivâyetiyle çelişir gibi görünen, ancak İslâm âlimle­rinin bu konudaki görüşlerini aktararak, aralarında herhangi bir tenakuzun söz konusu olmadığını ortaya koyduğumuz İbn Mesûd'un (ra) naklettiği hadisleri kaydetmek istiyoruz. Bu konuda İbn Mesûd'dan (r.a.) gelen rivayetlerin ilkini Müslim kaydetmiştir. Buna göre:

"Amir şöyle dedi:

Alkame'ye, 'Cin gecesinde İbn Mes'ûd Rasûlullah ile beraber hazır bulundu mu?' diye sordum."Alkame şöyle cevap verdi:

'Ben de İbn Mes'üd'a, cin gecesi içinizden hiç­bir kimse Rashulullah ile beraber bulundu mu? diye sordum. O da: 'Hayır, hiçbirimiz beraber değildik, şu kadar ki Mekke'deyken bir gece Hz. Peygamber ile beraberdik. Derken kendisini kaybet­tik. Bunun üzerine Onu vadilerde, dağ yollarında aradık. Acaba cinler mi uçurdu, yahut apansızın bir baskına uğradı da öldürül­dü mü? Ne oldu? diye sabah oluncaya kadar merak içinde kal­dık. Nihayet sabaha ulaştık. Birde baktık ki, o Hıra tarafından geliyor. 'Ya Rasûlullah} Sizi kaybettik. Aradık, fakat bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti, dedik. Hz. Peygam­ber:

'Bana cin taifesinin dâvetçisi geldi, onunla beraber gittim, yanlarına varıp Kur'ân okudum' buyurdu ve bizi birlikte götürüp onların isterini ve yaktıkları ateşlerin kanıtlarını gösterdi. Cin­ler, Hz. Peygamber'den azık istemişler O da:

“Üzerine Allah'ın adı zikrolunmuş ve ellerinize etten daha fazla olarak geçen her ke­mik sizin azığınızdır. Her deve pisliği de hayvanlarınıza yemdir' demiş. Rasûlullah (s.a.v), onun için ‘kemikle, hayvan gübresi ile taharetlenmeyin, çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir' buyur­du."

eş-Şa'bi, 'Cinler, Hz. Peygamber'den azık istediler. Onlar Ce­zire cinlerinden idiler,' dedi, şeklinde rivayette bulunmuştur." [192] Ahmed b. Hanbelin, İbn Mes'ûd'dan naklettiği diğer bir rivayete göre Hz. Peygamber, Mekke'deki Hacun mevkiinde cinlere Kur'an okuyarak gecelediğini haber vermiştir. [193] İbn Mes'ûd'dan gelen bir başka hadise göre, Kur'ân-ı Kerîm'i din­ledikleri gece cinlerin gelip hazır olduklarım Hz. Peygamber'e bir ağaç bildirmiştir. [194] İbn Mes'ûd'dan yapılan bir nakil, yu­karıdaki son rivayete açıklık kazandırmaktır:

Buna göre İbn Mes'ûd:

"Ben cinlerin Rasûlullah'a:

'Senin Allah'ın elçisi olduğu­na kim şehâdet eder?' diye sorduklarını işittim. Bulunduğumuz yere yakın bir sakız ağacı vardı. Rasûlullah (s.a.v) ona işaret ederek cinlere:

'Şu ağacı gördünüz mü? O şehâdet ederse imân eder misiniz?' diye sordu. Onlar 'Evet, imân ederiz' dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber o ağacı çağırdı. O da bu emre uydu, ben de onun dallarını, budaklarını sürüyerek geldiğini gördüm. Rasûlullah ağaca:

'Benim Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet eder misin?' diye sordu. Ağaç: 'Şehâdet ederim ki, Sen Allah'ın Resulüsün' dedi." [195]

Ebû Davud'un, İbn Mes'ûd'dan bu konuda naklettiği ri­vayet de şöyledir:

"Cin heyeti Peygamberimiz'in huzuruna geldi ve: -Ya Muhammedi Ümmetini, kemik, gübre ve kömürle taharetlenmekten sakındır. Çünkü onları Allah bize rızık kıldı, dediler. Resûlullâh da onlarla taharetlenmekten nehyetti.” [196]

Ahmed b. Hanbel'in, İbn Mes'ûd'dan yaptığı nakle göre de, cin gecesi, cinlerden iki kişi geride kalarak, Hz. Peygamber'e:

"Ya Resûlullah, fecrin doğuşunu seninle beraber seyredece­ğiz" demişlerdir. Bu hadise göre Hz. Peygamber, orada hazır bulunan İbn Mes'ûd'dan abdest almak için su istemiştir. [197] Ancak en-Nevevî, Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri bu hadisin zayıf olduğunu, bunun râvîlerinden Zeyd Mevlâ Amr b. Hureys'in meçhul bir kimse olduğunu kaydet­mektedir. [198]

Bu konuda İbn Mes'ûd'dan nakledilen ve onun cin ge­cesine şâhid olup olmadığı konusunda birbirine zıt gibi görü­nen yukarda kaydettiğimiz rivayetlerle ilgili olarak Ebû Reyye şunları kaydetmektedir:

"Bazdan, İbn Mes'ûd'a cin gecesi hak­kında sorulduğunu, onun da şöyle dediğini naklederler:

'Bizden hiçbiri o geceye şâhid olmadı.' Diğer bir kanaldan gelen rivayet­te ise, İbn Mes'ûd bir grup insan görmüş ve "Bunlar, cin gecesin­de şâhid olduğum cinlere benziyorlar" demiştir. Görüldüğü üzere ikinci haber, onun cin gecesine şâhid oduğunu ifâde etmektedir. Haberler açıkça çelişmektedir. Bu duruma birinci haberin râvisi­nin metinden bir kelimeyi kaldırması yol açmıştır. Halbuki met­nin aslı, 'Benden başka hiçbiri ona şâhid olmadı' şeklindedir." [199]

Bu hususta Tirmizî de, Câbir'den (r.a.) bir nakilde bu­lunmuştur. Buna göre Câbir (r.a.) şöyle anlatmıştır: "Rasûlullah ashabının yanına çıktı ve onlara er-Rahmân sûresini başın­dan sonuna kadar okudu. Ashâb sustular. Hz. Peygamber: 'Cin gecesi bu sureyi cinlere okudum. Onlar cevap yönünden sizden daha iyi durumdaydılar. Çünkü ben, 'Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Âyetine her geldiğimde onlar, 'Ey Rabbimiz) Senin nimetlerinden hiçbirini infcâr etmeyiz, hamd Senin içindir' dediler, buyurdu." [200] Tirmizî, naklettiği bu rivayet hak­kında:

"Hadis, garîbdir. Onu yalnız el-Velîd b. Müslim'in, Zübeyr b. Muhammed'den naklinden bilmekteyiz. Ahmed b. Hanbel, 'Şamlılar'ın rivayette bulunduğu Züheyr b. Muhammed, Irak'da kendisinden hadis nakledilen kimse değil de, sanki adı değiştirilmiş başka bir şahıstır', demektedir. Ahmed b. Hanbel bu sözleriyle ondan münker hadis rivayet ettikleri­ni kastetmektedir. el-Buhârinin şöyle dediğini işittim:

'Şamlı­lar, Züheyr b. Muhammed'den münker hadisler rivayet et­mektedirler. Iraklılar ise, ondan makbul hadisler nakletmişlerdir" [201] diyerek tenkidlerini ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, yukarda kaydettiğimiz haberlere, göre, Rasûlullah'a çeşitli defalar cinlerin elçileri heyetler halinde gel­miştir. Mekke'de, Medîne dışında Bakî'de, Hacûn'da, gelenler buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olayların dördünde İbn Mes'ûd'un bizzat bulunduğu anlaşılmaktadır. Cin heyeti çeşit­li kereler geldiğine göre, İbn Abbâs'ın dediği gibi ilk seferinde Hz. Peygamber duruma vâkıf değildi. Cinleri görmedi, Kur'ân dinlediklerini bilmiyordu, bu husus kendisine vahiy ile bildi­rildi. Fakat Cin sûresi ve âyetleri nazil olduktan sonra meyda­na gelen olaylarda, Rasulullah'ın (s.a.v.) Allah'ın buyruğu ile çıkıp, cinlerle görüştüğü anlaşılmaktadır. [202]

eş-Şiblî, cin gecesiyle ilgili olarak İbn Mesûd'dan (r.a), sahih kaynaklarımızda yer almayan, uydurulmuş olduğu anlasılan bazı rivayetler kaydetmiştir. Bunların, Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafından halife tayin edildiği iddialarıyla ilgili ol­duğu görülmektedir. Söz konusu rivayetlerden birisini aşağıya alıyoruz:

"Abdullah b. Mes'ûd'dan, 'Cin heyetinin geldiği gece Resûlullah ile beraberdim. Derin bir nefes aldılar.

“Neyiniz var, ey Allah'ın Rasûlü?” dedim.

Kendi nefsime ölümü haber verdim,” buyurdu.

“Yerine halife bırak,” dedim.

Kimi?” buyurdu.

“Ebû Bekr'i” dedim, sustular. Biraz sonra yine derinden bir nefes aldılar.

Kendilerine sordum:

“Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Elçisi! Neyiniz var?” dedim.

Kendi nefsime ölümü haber verdim, ey İbn Mesûdi, bu­yurdu.

“Yerine halife bırak, dedim. -Kimi? buyurdular.

“Ömer'i dedim, sustular. Biraz sonra yine derin bir nefes aldılar. Kendilerine:

“Neyiniz var, ey Allah'ın Rasâlü? diye sordum.

Nefsime ölümü haber verdim ey İbn Me'sâd! buyurdu.

“Yerine halife bırak, dedim.

“Kimi?, buyurdu.

“Ali'yi, dedim.

“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ona itaat ederlerse Cennet'e girerler, buyurdu.” [203]

eş-Şiblî, yukarıya aldığımız bu rivayeti Ahmed b. Hanbel'in Abdürrezzâk vasıtasıyla İbn Mes'ûd'dan naklettiğini söylemektedir. Fakat Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer alan hadis çok kısa olup, burada Hz. Peygamber'in yerine ha­lîfe tayin etmesinden söz edilmemektedir. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği rivayet şöyledir:

"İbn Mes'ûd'dan. 'Cin heyetinin gel­diği gece Hz. Peygamber'le beraberdim. Onlar ayrıldıktan sonra Rasûlullah derin bir nefes aldı.

Bunun üzerine, 'Neyiniz var?' diye sordum. O da:

Kendime ölümü haber verdim, ey İbn Mes'ûd' buyurdu." [204]

Görüldüğü gibi, İbn Mes'ûd'un Hz. Peygamber'den riva­yeti bu kadardır ve Şiblî'nin rivayetinde yer alan hilâfetle ilgili hususlar yoktur. Bu durum, Şiiler tarafından, hadisin metnine sonradan, Şiblî'nin rivayetinde yer alan ilavenin yapıldığını or­taya koymaktadır. Bu konuda Şiblî'nin kaydettiği benzer bir na­kil daha vardır. [205] Bunda da Hz. Peygamber'in, İbn Mes'ûd'un, yerine Ebu Bekir ve Ömer'i halife bırakması teklifinden hoşlan­madığı, bundan yüz çevirdiği, fakat Hz. Ali'nin halife olarak ye­rine geçmesi teklifinden razı ve hoşnud olduğu, "Kendisinden başka ilâh olmayana andolsun ki, ona biat eder ve itaat ederseniz, sizi Cennet'e sokar" buyurduğu nakledilmektedir. Bu rivayetin de Şiî kaynaklı olduğu ve siyasi maksatlarla uydurulduğu açık­tır. eş-Şiblî'nin kaydettiği bu son rivayetin râvîlerinden Abd b. Abd Ebû Abdillah el-Cedelî ile Yahya b. Yala el-Eslemî'nin müfrit şiîlerden okluğu kaydedilmektedir. [206]

 

C- Cinlerin Azığı

 

Bazı hadislerde cinlerin azığından bahsedilmektedir. Bunlardan Müslim tarafından kaydedilenine göre, İbn Mes'ûd (r.a.), Mekke'deyken bir gece Rasûlullah'la beraber oldukları bir sırada onu kaybettiklerini, sabah oluncaya kadar merak içinde kaldıklarını, sabahleyin Hz. Peygamber'in Hira tarafın­dan geldiğini anlatmaktadır. Onun naklettiğine göre, yanları­na gelince Resûlullah'a nereye gittiği sorulmuş O da şöyle ce­vap vermişlerdir:

"Bana cin taifesinin davetçisi geldi, onunla beraber gittim. Yanlarına varıp Kur'ân okudum." İbn Mes'ûd daha sonra şöyle demiştir:

"Ve bizi birlikte götürüp, onların izlerini ve yaktıkları ateşin kalıntısını gösterdi." Cinler Hz. Peygamber'den azık iste­mişler. O da:

"Üzerine Allah'ın adı anılmış ve olabildiği kadar bol etli olarak elinize geçen her kemik sizin azığınızdır. Her bir deve pisliği de hayvanlarınıza yemdir" demiştir. Rasülulullah (s.a.v)

"Onun için, kemikle hayvan gübresi ile taharetlenmeyin, çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdu. [207]

Hadis, Abdullah b. Mes'ûd (r.a.), Alkame b. Kays, Âmir eş-Şa'bî vasıtasıyla Dâvud b. Ebî Hind'e, ondan itibaren üçer râvî vasıtasıyla Müslim'e ulaşmaktadır. Dâvud b. Ebî Hind'den, Abdü'1-A'lâ b. Abdi'1-A'lâ, İsmail b. İbrahim (İbn Uleyye) ve Abdullah b. İdrîs tarafından rivayet edilmiştir. Abdü'1-A'lâ'dan, Muhammed b. el-Müsennâ, İbn Üleyye'den Ali b. Hucr, Abdullah b. İdrîs'den de Ebû Bekr b. Ebî Şeybe adı ge­çen hadisi alarak Müslim'e nakletmişlerdir. Aynı hadis, Abdul­lah b. Mes'ûd, Alkame b. Kays, Âmir eş-Şa'bî, Dâvud b. Ebî Hind, İsmail b. İbrahim (İbn Uleyye), Ali b. Hucr es-Sa'dî va­sıtasıyla Tirmizî tarafından da kaydedilmiştir. [208] Tirmizî'nin senedi ile Müslim'in isnadlarından birisi aynıdır. (Bkz. Ek: 1). Hadisin Tirmizî'deki metninde de: "Olabildiği kadar bol etli olarak elinize geçen, üzerine Allah'ın adının anıldığı her kemik sizin azığınız, her tezek veya her ters de hayvanlarınızın yiyece­ğidir" denilmektedir. Tirmizî, kaydettiği bu hadise Hasen-Sahîh hükmünü vermektedir. Yine o, aynı rivayeti, Abdullah b. Mes'ûd'dan, Alkame, Şa'bî, Dâvud b. Ebî Hind, Hafs b. Gıyâs ve Hennâd vasıtasıyla muhtasar olarak nakletmiştir. Bunun metni de şöyledir:

"Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.). Hz. Peygam­ber:

"Tezek ve kemikle taharetlenmeyin, çünkü o cinlerden kar­deşlerinizin azığıdır' buyurdu." [209] Tirmizî'nin bu rivayetinin is­nadı da, bu konudaki diğer senedler gibi Dâvud b. Ebî Hind'de birleşmekte, Âmir eş-Şa'bî ve Alkame vasıtasıyla Abdullah b. Mes'ûd'a ulaşmaktadır. Bu rivayetin eş-Şa'bî'nin tasarrufuna uğradıktan sonra bu şekle geldiğinde şüphe yoktur. Şa'bî, bu­rada da görüleceği üzere Hz. Peygamber'in bu hadisindeki "Cin" lafzını, ona imân etmeye gelen cinler için kullanılmış zannettiği için, hadisi, "Çünkü o cinlerden kardeşlerinizin azığı" şeklinde sokmuş olmalıdır. Hz. Peygamber'in bu konu­daki sözlerinde (....= Ihvdnufcum/Kardeşleriniz) lafzı olmama­lıdır. Tahminimize göre bu ilâve eş-Şa'bî tarafından yapılmış­tır. Bu kelime kaldırıldığı zaman problem ortadan kalkmakta ve Hz. Peygamber'in bu hadislerinde "Cin" lafzıyla mikropla­rı kasdettiği net bir şekilde ortaya çıkmaktadır, (İkvânu-kum/Kardeşleriniz) sözü ilave edildiği takdirde, hadisin metni problemli bir hal almaktadır. en-Nesâî'nin bu konudaki riva­yetinde ver-Riksü=Tezek, cinlerin yiyeceğidir" demesi de dikkat çekicidir [210] ve hadisin aslında (Ihvdnufeum=Kardeşleriniz) laf­zının olmadığına dair görüşümüzü desteklemektedir.

Görüleceği üzere söz konusu rivayet metin açısından problemlidir. Bu hadisde görülen en önemli problem de, râvîlerden eş-Şa'bî'nin sözünün, İbn Mes'ûd'un ifadesine dahil edilerek, ondan nakledilen bir hadis şekline sokulmasıdır. Tirmizî'nin rivayetinde, eş-Şa'bî'nin sözü Abdullah b. Mes'ûd'un (r.a.) sözünden net bir şekilde ayrıldığı halde, [211] Müslim'in, Muhammed b. el-Müsennâ vasıtasıyla yaptığı rivayette eş-Şa'bî'nin sözü olan kısım belirtilmemiştir. [212] Dolayısıyle eş-Şa'bî'ye ait söz de Abdullah b. Mes'ûd'un naklettiği hadisin metninden sanılmaktadır. Müslim'in Ali b. Hucr es-Sa'dî (Tirmizî'deki isnâd) ve Ebu Bekr b. Ebî Şeybe vasıtasıyla yaptığı rivayetlerde ise, eş-Şa'bî'nin sözü olan kısma işaret edilmek­teyse de, [213] Muhammed b. el-Müsennâ'nın naklinin metne esas alındığı görülmektedir.

Müslim, Ali b. Hucr ve Ebu Bekr b. Ebi Şeybe'den yapı­lan rivayetler hakkında şunları kaydederek, bu hususa işaret etmektedir:

"Bu hadisi bana Ali b. Hucr es-Sa'dî takdis etti. Bize İsma­il b. İbrahim, Dâvud'dan bu isnâd ile 'Cinlerin yaktıkları ateşle­rin izlerini gösterdi' sözüne kadar rivayet etti. eş-Şa'bî, 'Cinler

Hz. Peygamber'den azık istediler. Onlar Cezire cinlerinden idiler, dedi' şeklinde, hadisin sonuna kadar, eş-Şa'binin sözü olarak Ab­dullah b. Mes'ûd'un hadisinden mufassal bir halde rivayet edilmistir." [214] "Bu hadisi bize Ebu Bekr b. Ebî Şeybe takdis etti. Bi­ze Abdullah b. İdrîs, Dâvud'dan o da eş-Şa'bî'den, o da Abdullah b. Mes'üd'dan, o da Hz. Peygamber'den, Ateşlerinin izlerini' sö­züne kadar rivayet etti, bundan sonrasını zikretmedi." [215]

İmâm en-Nevevî de bu konuda, "ed-Dârekutnî'nin bildir­diğine göre, adı geçen İbn Mes'ûd hadisi, (Fe Frânâ Âsârahum ve Asara Nîrânihim/Bize cinlerin izlerini ve ateşlerinin izlerini gösterdi) cümlesinde sona erer. Geri kalan kısım eş-Şa'bî'nin sö­züdür. Hadisi eş-Şa'bî'den alan Dâvud b. Ebî Hind'in ravileri İbn Uleyye, İbn Ebî Zaide, İbn İdrîs ve diğerleri de, bunu eş-Şa'bî'nin sözü olarak nakletmişlerdir. Fakat eş-Şa'bî gibi bir zatın bu sözü kendiliğinden söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur. O bunu mut­laka Hz. Peygamber'den naklen rivayet etmiştir. Yalnız, bu kısım İbn Mes'ûd rivayetinde yoktur." [216] demektedir. Bu durumda İbn Mes'üd'dan nakledilen hadis, (Fe Erânâ Âsârahum ve Asa­ra Nirânihim/Bize cinlerin idlerini ve ateşlerinin eserlerini gös­terdi) cümlesi ve yukarı kısmıdır. Bu ibareden aşağıda yer alan şu bölüm eş-Şa'biye ait bir ilavedir:

"Cinler Hz. Peygamber'den azık istemişler O da:

 'Üzerine Allah'ın adı zikrolunmuş ve olabil­diği kadar bol etli olarah elinize geçen her kemik sizin azığınızdır. Her bir deve pisliği de hayvanlarınıza yemdir' demiştir Rasûlullah:

'Onun için kemikle, hayvan gübresi ile taharetlenmeyin. Çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir' buyurdu."

Bu kısmın problem arzettiği açıktır. en-Nevevî'nin de işaret ettiği üzere râvî eş-Şa'bî'nin yaptığı bu ilave elbette ken­diliğinden değildir. Tahminimize göre eş-Şa'bî, hadise kendi sözünü katmamış, bu konuda bildiği başka bir müstakil hadi­si yukarıdaki rivayete ilâve etmiş ve her ikisini tek hadis hali­ne sokmuş olmalıdır, ikinci hadisin senedini ve kimden alın­dığını da belirtmemiştir. Belki de bunu İbn Mes'ûd'dan nakle­dilen ilk hadisi daha iyi açıklamak maksadıyla yapmıştır. An­cak eş-Şa'bî'nin bu tutumu, birinci hadisi de problemli hale soktuğu için isabetli olmamıştır. Çünkü daha sonra kaydede­ceğimiz bazı rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, "Cin" sözü ile Hz. Peygamber sadece, Kur'ân-ı Kerim'de kendilerinden bah­sedilen, erkeği-dişisi, müslümanı-kâfiri olan cinleri kasdetmemiştir. O (s.a.v.), farklı zamanlarda yeri geldikçe mikroplardan da bahsetmiş ve onların bilinmediği, mikroskobun keşfedilmediği o dönemde mikroplar için de "Cin" lafzını kullanmış­tır. Bu husus günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Kısacası biz, çağımızdaki ilmî ve teknik gelişmelerin ışığında Hz. Peygamber'in "Cin" kelimesi ile nerede mikropları, nerede de özel anlamda cinleri kasdettiğini anlayabilmekteyiz. Fakat geçmiş dönemlerde İslâm âlimlerinin, çağlarında henüz mikrop ve mikroskop keşfedilmediği için hadislerde geçen "Cin" lafızla­rının tamamını, özel anlamıyla mükellef ve akıl sahibi olan, erkeği-dişisi, mü'mini-kâfiri bulunan cinler için kullanılmış kabul ettiklerini, açıklama ve yorumlarını bu doğrultuda yap­tıklarını görmekteyiz. Bu husus onların dönemleri için doğru olsa bile, artık günümüzde bunları ayırd etmek ve Hz. Peygamber'in hangi sözünde cinleri, hangi hadisinde mikropları kasdettiğini belirtmek durumundayız. Kanaatimizce "Kemik ile tezeğin cinlerin ve hayvanlarının yiyeceği olduğuna" dair rivayetlerde de böyle bir durumla karşı karşıyayız. Aşağıda ke­mik ve tezeğin, taharetlenmede kullanılmasını yasaklayan hadisleri incelediğimizde görüşümüzün İsabetli bulunacağını ümid etmekteyiz. Bu açıdan Müslim ve Tirmizî'nin naklettik­leri İbn Mes'ûd (r.a.) hadisinde "Cinler'e kemiğin, hayvanları­na tezeğin azık olarak verilmesi" söz konusu değildir. Hadisde bu husus yoktur. Bu durum eş-Şa'bî'nin bir başka hadisi ya da bu konuda duyduğu bir bilgiyi, açıklama ve yorum maksa­dıyla İbn Mes'ûd'un nakline eklemesinden kaynaklanmakta­dır. Fakat eş-Şa'bî'nin bu iki rivayeti birleştirmesi, ya da bildi­ği bir hususu İbn Mes'ûd'un hadisine eklemesi isabetli olma­mıştır. Bu husus günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü kanaatimize göre, eş-Şa'bî'nin İbn Mes'ûd hadisine eklediği kı­sımda "Cin" lafzıyla mikroplar kasdedilmektedir. Birinci riva­yette ise özel manasıyla, Hz. Peygamber'den Kur'ân dinleyerek iman eden cinlerden bahsedilmektedir. eş-Şa'bî, "Cin" lafzı ile ifade edilen her iki grub varlığı aynı cins sanarak böyle bir işe kalkmıştır. Kaynağını bilemediğimiz, eş-Şa'bî'nin ilave ettiği kısım kendi içinde de problemlidir. Çünkü cinlerden “Kardeş­leriniz" olarak bahsetmektedir. Burada kasdedilen mikroplarsa (ki kanaatimize göre öyledir) onların müslümanların kar­deşi olması söz konusu değildir. Eğer cinlerse (eş-Şa'bî öyle zannediyor), onlar müslüman oldukları halde niçin sadece "üzerine Allah'ın adı anılan kemikleri" yesinler? [217] Çünkü bu husus üzerine besmele çekilmeyen yemeklerden şeytânların da yediğinden bahseden bazı hadislere aykırıdır. [218] Şeytan di­ye cinlerin kâfir olanlarına denilmektedir. Besmele çekmeden yemek yiyen, Allah'a inanmayan nice insanlar vardır ve bunların sofrasından kendilerinin yediğinin dışında herhangi bir şey eksilmemektedir. O zaman yukarda kaydettiğimiz, "Şey­tanların da besmele çekmeden sofraya oturan insanlarla beraber yemek yediğinden" bahseden rivayetleri mecazî manada anla­mak gerekmektedir. Buna göre bu hadislerde, şeytânın bizim gibi yemek yediği değil, mü'minlerin, feyz ve bereketli olma­sı, Yaratıcımızın ve O'nun verdiği nimetlere şükredilmesi açı­sından yemeğe başlarken Allah'ın adını anmaları gerektiği hu­susu anlatılmak istenmektedir. Cin ve şeytânın, yaratılışlarına uygun birer beslenme tarzı olabilir. Bizim, hayatımızı devam ettirebilmek için gerekli olan enerjiyi sağlamak maksadıyla yi­yip içtiğimiz gibi onlar da, kendileri için gerekli olan enerjiyi hususî yollarla sağlayabilirler. [219] Ancak bunun, mikrop yata­ğı tezekler ve kemiklerle olmadığı açıktır. Eğer onlar enerji sağlamak için bizim gıdalarımıza muhtaçlarsa, herhalde bunu kemik ve tezekten değil, bizim de hoşumuza giden temiz gı­dalardan sağlarlardı. Çünkü yukarda kaydettiğimiz hadisler­de, onların insanların sofrasına ortak olduğundan bahsedil­mektedir. Bu rivayetlerde yukarda belirttiğimiz mecazî yön kastedildiğine göre, cinlerin güzelim yiyecek sofralarını bıra­kıp, tezekle kemiğe sokulacaklarını düşünmek pek mantıklı görünmüyor. Onların bizim bilemediğimiz, kendilerine mah­sus ayrı enerji kaynakları, beslenme yolları, gıda maddeleri ol­duğunu kabul etmek en doğru yol olmalıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber'in, Mekke döneminde veya Medine'de kendisine iman eden cinlere kemiği, hayvanları için tezeği yiyecek ola­rak verdiğini kabul etmek bizce isabetli değildir. Cinlerin ken­disini ziyaretlerinde ne böyle bir istekleri olmuştur, ne de Hz. Peygamber'in bu hususta onlara böyle bir tavsiyesi söz konu­su olmuştur. eş-Şa'bî'nin ilavesini doğru kabul edersek bazı sorular karşımıza çıkmaktadır. Söz gelimi yukarda kaydedilen hadislere göre şeytanlar ya da kâfir cinler, besmelesiz sofraya oturan müslümanların yemeklerine ortak olup dururken, gü­zel temiz yiyeceklerden yerlerken, Hz. Peygamber'e iman eden cinler niçin sadece mikrop ve bakteri yatağı kemiklerle yetin­mek zorunda kalsınlar? Bu hususun bir problem olduğu ve bunun burada "Cin" lafzıyla mikropların kasdedildiğinin ka­bul edilmesiyle çözümlenebileceği açıktır.

Müslim ve Tirmizî'nin kaydettikleri yukardaki hadisde İbn Mes'ûd (r.a.), "Hz. Peygamber bizi birlikte götürdü ve cinle­rin izlerini ve ateşlerinin izlerini gösterdi" demektedir. [220]

Cinlerin ya da ateşlerinin izleri ifâdesinin, bizim bildiği­miz anlamda ayak izi ya da yakılan bir ateşin is ve küllerden müteşekkil kalıntısı şeklinde anlaşılmaması gerektiği açıktır. Çünkü bu durumda cinlerin, üşüdükleri zaman ısınmak için, ya da gece aydınlanmak maksadıyla ateş yakmaya ihtiyaçları vardır, sonucu çıkar. Halbuki böyle bir durumun söz konusu olmadığı açıktır. Çünkü Yeryüzü'nde aydınlanma ve ısınma maksadıyla ateş yakan, geride kül ve iz bırakan yegane varlık insanoğludur. Asırlardır dünya üzerinde ondan başka böyle bir tasarruf yapan varlık ne duyulmuş ne de görülmüştür. Cin­lerin yapıları ise zaten farklıdır. Onlar dumansız ateşten yara­tılmış varlıklardır. Göğe çıkabildikleri, dünyanın her tarafını dolaşabilme imkanına sahip oldukları Kur'ân'da bildirilmek­tedir. Semâya çıkabilen, ışından yaratılan bu akıllı ve mükel­lef varlıkların, bizim vücut yapımız gereği ihtiyaç duyduğu­muz aydınlanma, ısınma ve solunumumuz için gerekli olan oksijen almaya ihtiyaçları olmadığı anlaşılıyor, insanoğlu at­mosferin dışında bir takım aygıtlar olmasa, oksijensiz kalacağı için yaşayamaz. Fakat cinler için böyle bir durum söz konu­su değildir. Onlar atmosferin dışında da dolaşabildiklerine gö­re, solunuma ve oksijene ihtiyaçları olmamalıdır. Atmosferin dışında gökte siyah karanlıklar içinde dolaşabildiklerine ve Hz. Peygamber'i sabah namazında gelip izleyebildiklerine gö­re, [221] görebilmek için bizim bildiğimiz anlamda ışığa ihtiyaç­ları olmamalıdır. Demek ki onlar, bizim mahiyetini henüz bi­lemediğimiz bir takım ışınlarla da görebilecek yapıdadırlar. Burada henüz dedik, çünkü Hz. Peygamber'in haber verdiği "Cinler" den bir kısmını meydana getiren mikroplar, günü­müzde geliştirilen mikroskop, elektron mikroskop gibi aletler yardımıyla insanoğlunun bilgi ve görüş sahasına girmiştir. Fa­kat mikroplar gibi, cinler de hiçbir zaman insanoğlu tarafın­dan çıplak gözle görülemeyeceklerdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de de haber verildiği gibi, [222] gözümüz onları görecek ya­pıda yaratılmamıştır. Kaydetmek gerekir ki, önceleri insanoğ­lunun bilgisinin dışında olan X, röntgen, ultraviyole vb. kızıl ya da mor ötesi ışınlar, radyo, tv. dalgaları günümüzde bilin­mekte ve kendilerinden yararlanılmaktadır. Burada karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır:

Cinlerin de kendilerine göre ışın­dan yaratılan bir vücudları varsa ve bunlar bu evren içindey­se, bir gün keşfedilmeleri mümkün olabilir mi? Kanatimizce, meleği ve şeytanı, fiziğin imkanlarıyla keşfedebilmemiz nasıl imkan dışı ise, cinlerin birgün keşfedilmeleri de imkan dışıdır. Çünkü melek ve şeytan, bu dünya hayatına gönderilişimizdeki imtihan hikmetiyle ilgili varlıklardır ve bizden bu görmedi­ğimiz varlıklara imân etmemiz istenilmiştir. Sonuç olarak hadisde bahsedilen izler, bildiğimiz anlamda izler, ya da ateş ol­mamalıdır. Onlar, aydınlanmaya ya da ısınmaya ihtiyacı olan Hz. Peygamber için bu ateşi yakmış olabilirler, ya da Resûlullah'â cinlerin de gelip iman ettiklerine delil olsun diye böyle bir yola başvurmuş olabilirler. Günümüzde atmosferin, dün­yadaki canlıları uzayın zararlı kozmik ışınlarından koruduğu bilinmektedir. İnsanoğlu lazer ışınlarıyla uyduları tahrip ede­bilmekte, göremediğimiz zararlı ışınların, manyetik alanların kanserojen etkisinden bahsedilmektedir. Bu açıdan ışından yaratılan cinler de yukarda kaydettiğimiz maksadlarla ya da başka bir gayeyle Hz. Peygamberle görüşmeye geldiklerinde kendilerine mahsus yöntemlerle iz bırakmış ya da ateş yakmış olabilirler.

Yukarda kaydettiğimiz kemiğin cinlerin, tezeğin de hay­vanlarının azığı olduğundan bahseden İbn Mes'ûd hadisinden başka [223] rivayetler de nakledilmiştir ve bunlarda Hz. Peygam­ber kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasaklamaktadır. Ancak bu hadislerde "kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğu" husu­su Resûlullâh'ın bu yasağına gerekçe olarak gösterilmemiştir. Sadece bunlarla taharetlenme yasaklanmıştır, kemik ve teze­ğin cinlerin azığı olduğundan baıhsedilmemiştir. Bu rivayet­lerden birisi yine Abdullah b. Mes'ûd tarafından nakledilmiş­tir. O şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber tuvalete çıktı ve bana ken­disine üç tane taş getirmemi emretti. Ben de ona iki taş buldum. Üçüncü taşı aradıysam da bulamadım. Bunun için de bir hayvan dışkısı (tezek) alıp, bunları Hz. Peygamber'e getirdim. Hz. Pey­gamber iki taşı aldı, hayvan dışkısını attı ve 'Bu pistir' buyur­du." [224]

en-Nesâî, naklettiği bu hadisde ilave olarak, (...=Rihs/Hayvan dışkısı, cinlerin yiyeceğidir) demektedir ki, bu husus burada "Cin" lafzı ile mikropların kasdedildiğine dair görüşü­müzü te'yid etmektedir. Günümüzde hayvan dışkısı ya da te­zeğin mikrop ve bakterilerin üreme yeri olduğu, onların bun­ları yiyerek çoğaldıklarını açıklamaya gerek yoktur. Bu mad­delerin bir mikroskop altına alınarak incelenmesi burada cin­lerin hayvanlarının mı yoksa bakteri ve mikropların mı bulun­duğunu göstermeye yeterli olacaktır. İbn Mes'ûd'dan nakledi­len diğer rivayetlerde de Hz. Peygamber'in kemik, tezek ve kö­mürle taharetlenmeyi yasakladığı bildirilmektedir. [225]

Şu halde yukardaki hadisten de anlaşılabileceği gibi, Resûlullâh'ın tezekle taharetlenmeyi yasaklamasının sebebi, bunların "pis" oluşundandır. Nitekim Hz. Peygamber bunla­rın "pis" olduğunu söylemiştir. Böyle maddeler ise mikrop kaynağıdır. Bunlarla taharetlenmek, İslâm'ın temizlik anlayışı­na aykırıdır ve insan bunlarla temizlenmeyle kalkarsa idrar yolları ve diğer organları iltihaplanıp, çeşitli hastalıklara yaka­lanabilir. Bu rivayetlerde bahsedilen "Cin" lafzı ile mikropları değil de, bildiğimiz cinleri anlayarak tezeğin cinlerin hayvanlarının azığı olduğunu ileri sürenlerimizin düştüğü bir çelişki de şudur:

İslâm, leş ve pislik yiyen hayvanların etlerinin yenil­mesini yasaklamıştır. O zamanki imkanlar içerisinde, bunlarla beslenen tavuk ve horozun hapsedilmesini, vücutlarından yedikleri pisliğin tesiri çıkıncaya kadar yenilmemelerini em­retmiştir. Tarih boyunca insanoğlu da taşıdığı hayvanlara asla pislik yedirmemeye gayret etmiş, onlara yem olarak temiz ar­pa, yulaf, ot, saman vs. vermiştir. Burada biraz da nükteli bir şekilde konuya yaklaşarak, kendi hayvanlarımıza yedirmediğimiz tezeği, hayvan dışkısını din kardeşlerimiz olan cinlerin zavallı hayvanlarına nasıl yediririz? Yeryüzü'ndeki ot çöp onlara da yetmez mi? sorularını ortaya atabiliriz. Öyleyse, teze­ğin cinlerin azığı olduğu hususunu, "mikropların üreme ortamı" şeklinde anlamak durumundayız. Aksi takdirde hadisi bir mu­amma haline sokar, aklımız ermiyor diye red mi edeceğiz, der dururuz. Halbuki burada inkâr değil, aksine hadisleri ve Hz. Peygamber'in bunlardan maksadını anlama söz konusudur.

Selmân-ı Fârisî'den (r.a.) de bu konuda bir rivayet gel­mektedir. Bu hadisde de, Hz. Peygamber, hayvan pisliği ve ke­mikle taharetlenmeyi yasaklamıştır. [226] Ebû Hureyre'den (r.a.) gelen nakilde ise, hayvan tersi ve çürümüş kemikle (er-Rim-metü) taharetlenmenin yasaklandığı bildirilmiştir. [227] Ki, hay­van dışkısı ve tezeği gibi, çürümüş kemiğin de bakteri kayna­ğı olduğu açıktır. Burada çürüme olayının hangi sebeple mey­dana geldiği, kemikleri nelerin yiyip bitirdiğini gözönüne al­makta yarar vardır. Câbir b. Abdillâh, Ruveyfî b. Sabit ve Huzeyme b. Sabitten de (r.a.) Hz. Peygamber'in, kemik, insan ve hayvan dışkısı (tezek) ile taharetlenmeyi yasakladığına dair hadisler nakledilmektedir. [228] Bu konuda, İbn Mes'ûd'dan ge­len rivayetin bir benzeri olarak [229] el-Buhârî'nin kaydettiği bir hadis daha vardır. Burada Ebû Hureyre şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber, tuvalet ihtiyacı için çıktığında arkasından gittim. Yü­rürken arkasına dönüp bakmazdı. Kendisine yaklaştım. 'Silinip temizlenmem için bana taşlar buluver' dedi Yahut buna benzer bir şey söyledi. 'Fakat bana kemik ve fışkı getirme' buyurdu. Ona eteğimin kenarı içinde birkaç taş getirip, yanına koydum ve uzaklaştım.  Tuvalet ihtiyacını giderdiği zaman onlarla silindi.” [230]

Görüleceği üzere sahih kaynaklarımızda yer alan ve yukarda kaydettiğimiz hadislerde Hz. Peygamber, kemik ve te­zekle taharetlenmeyi yasaklamış ve bunun sebebini cinlerle irtibatlandırmamıştır. en-Nesâî ise, tezek için, "Cinlerin yiyece­ğidir" demiştir. [231] Bununla da mikropların kasdedildiğinin açık olduğu yukarda da kaydedilmişti. Zaten bu açıklama, te­zeğin cinlerin hayvanlarının azığı olduğunu bildiren Müslim ve Tirmizî'nin nakline aykırıdır. [232] Ebu Hureyre'den yapılan diğer bir rivayette, kemik ve tezekle tahareti yasaklamasına di­ğer bir gerekçe olarak Hz. Peygamber:

"Bunlar temizlemezler" buyurmuştur. Dârekutnî, bu hadisin sahih olduğunu bildir­miştir. [233]

Buraya kadar naklettiğimiz hadislerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, kemik, tezek ve kömürle tahareti yasak­lamış, tezeği (...Riks), veya (... Rics) pis olarak nitelemiş, bun­ların insanın taharetlenmesine, temizlenmesine elverişli olma­dığını bildirmiş, kemik, ye tezekte mikropların üremesine uy­gun bir ortam bulunduğunu kasdetmiştir. Bu rivayetlerde "Cin" lafzi ile mikropların kasdedildiği hususunun dışındaki tüm konular, önceki İslâm bilginleri tarafından gerek fıkhı hükümler, gerekse hadislerin şerhi dolayısıyle kaynak eserlerimizde zikre­dilmiştir. Bu âlimlerimiz, pis olup taharetlenmeye elverişli ol­mamalarını, cinlerin ve hayvanlarının azığı olmalarını kemik ve tezekle taharetin yasaklanmasına gerekçe olarak göstermişler, fakat cinlerle mikropların da kasdedilmiş olabileceği üze­rinde durmamışlardır. [234]

Kaydedildiğine göre el-Hâkim, Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) bu konuda şöyle bir rivayet nakletmiştir:

"Hz. Peygam­ber, kemik ve tezeğin cinlerin gıdası olduğunu söyleyince, İbn Mes'ûd şu soruyu sormuştur:

'Bu onlara ne fayda sağlar, ya Rasülallah?' Hz. Peygamber de:

'Onlar ne zaman bir kemik bulur­larsa, onun üzerinde kesildiği günkü etini bulurlar. Bir tezek bul­duklarında da, onda yenildiği günkü taneyi bulurlar.' buyur­du." [235] el-Hâkim'in bu rivayetinin zayıf olduğu açıktır. Çünkü bu da, İbn Mes'ûd'dan nakledilen Müslim ve Tirmizî hadisi gi­bi, [236] cin gecesi ile, kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğu hu­susunu birleştirmiştir. Müslim ve Tirmizî'nin rivayetinde, İbn Mes'ûd'un cin gecesinden bahseden hadisine, râvî Âmir eş-Şa'bî'nin kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğu hususunu ila­ve ettiğini daha önce görmüştük. el-Hâkim'in bu rivayeti de aynı paralelde olup, aynı işleme tabi tutulduğu anlaşılmakta­dır.

Konumuzla ilgili olarak el-Buhârî'nin naklettiği bir ha­disi de kaydetmek istiyoruz. el-Buhârî'nin, Musa b. İsmail, Amr b. Yahya b. Sa'îd, onun dedesi vasıtasıyla Ebu Hurey­re'den naklettiğine göre:

"Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'in abdest alması ve istinca suyu için yanında küçük bir kırba taşırdı. Bir defasında Hz. Peygamber tuvalet ihtiyacını gidermek için çık­tığında Ebu Hureyre arkası sıra kırba ile onu takip ederken Resûlultah:

Kimdir o? diye seslendi. Ebû Hureyre de:

'Ben Ebu Hurey­re!' diye cevap verdi. Hz. Peygamber:

'Benim için istinca yapaca­ğım bir kaç taş ara, sakın bana kemik ve hayvan gübresi getir­me!' buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki:

'Ben, elbisemin kenarında bir kaç taşı kendisine getirdim ve onları yanıbaşına koydum ve ya­nından ayrıldım. Nihayet, ihtiyacını giderdikten sonra Hz. Peygamber'in yanında yürüdüm. Yolda kendisine:

'Kemik ve hayvan gübresi ile temizlenmekte ne var?' diye sordum. Nebi (s.a.v.):

“Bu ikisi cinlerin yiyeceğindendir. Muhakkak ki, Nusaybin cinlerinin bir heyeti geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de Allah'a, uğrayacakları her kemik ve tezek üzerinde ken­dileri için mutlaka bir yiyecek bulmaları için dua ettim' buyur­du." [237]

Kanaatimizce, Müslim ve Tirmizî'nin naklettikleri ri­vayete Âmire eş-Şa'bî'nin yaptığı gibi, [238] ravilerden birisi tara­fından bu hadise de ekleme yapılmıştır. Tahminimize göre:

(Ve înnehu Etânî Vefdu Cinni Nusaybîyne... Muhakkak ki bana Nusaybin cinlerinin bir hey'eti geldi...) cümlesinden itiba­ren olan kısım hadise sonradan eklenmiştir. Zaten bu kısım, metnin baş tarafının akıcılığına pek uymamaktadır. Ayrıca ha­disin metni de bir takım tutarsızlıklar taşımaktadır. Hadisde, yanında taharetlenmek ve abdest almak için su bulunduğu halde Hz. Peygamberin istincâ yapmak için Ebû Hureyre'den taş istediği anlatılmaktadır ki, bu husus pek mantıklı gözük­memektedir. Nitekim el-Buhârî'nin yine Ebu Hureyre'den naklettiği bu konudaki diğer hadis, konumuzla ilgili hadisin metnine sonradan ekleme yapıldığına dair kanaatimizi destek­lemektedir. Daha öncede kaydettiğimiz bu hadis şöyledir:

"Hz. Peygamber ihtiyacını gidermek için çıktığında ardından git­tim. Yürürken arkasına dönüp bakmazdı. Kendisine yaklaştım.

'Silinip temizlenmem için bana taşlar arayıver' dedi veya buna benzer bir söz söyledi. 'Fakat bana kemik ve tezek getirme!" bu­yurdu. Ona, eteğimin kenarında bir kaç taş getirip, yanına koy­dum ve uzaklaştım. İhtiyacını giderdiği zaman onlarla silindi. [239]

Görüldüğü üzere Ebu Hureyre'nin şahid olduğu olay tektir ve bu olayda Hz. Peygamber, ondan taharetlenmek için taş istemiş, tezek ve kemik getirmemesini söylemiştir. Ebû Hureyre bunun sebebini sorduğunda da "Bunların, cinlerin yi­yeceğinden olduğunu" bildirmişlerdir. Resûlullah buradaki "Cin" lafzıyla mikropları kasdetmiş, durumu kavramayan, el-Buhârî'nin söz konusu rivayetindeki ravilerden birisi, bu söz­le bildiğimiz cinlerin kasdedildiğini sanarak, hadise yukarda bahsedilen ilaveyi yapmış, Ebû Hureyre'nin şahid olduğu bu olayı imân etmek üzere gelen cinlerle irtibatlandırmıştır. [240] Bu kanaatimizi destekleyen bir husus da şudur ki, el-Buhari'nin naklettiği her iki hadisin isnadı da Amr b. Yahya b. Sa'îd el-Mekkî'de birleşmektedir. (Bkz. Ek: 2). O da dedesi Sa'îd b. Amr'dan, o da Ebu Hureyre'den rivayet etmektedir. el-Buhâ­rî'nin Ahmed b. Muhammed el-Mekkî vasıtasıyla yaptığı na­kilde [241] cinlerin azığından bahseden ve bizim hadisin aslında olmadığını tahmin ettiğimiz ilave kısım yoktur. Burada Ebu Hureyre, Resûlullah'a taş getirdiğini, Hz. Peygamber'in onlar­la taharetlendiğini söylemekte ve hadisin metni sona ermekte­dir. el-Buhârî'nin, Musa b. İsmail vasıtasıyla yaptığı rivayette ise [242] ilave edildiği tahmin edilen kısım mevcuttur ve öteki hadisde mevcut olmayan bu kısmı râvî Mûsâ b. İsmail'in yaptığı hatıra gelmelktedir. Zaten hadis âlimlerinin onun hakkın­da tenkîdde bulundukları kaydedilmektedir. [243] el-Buhârî, Müslim ve Tirmizi'nin nakillerinde yer alan daha önce kaydet­tiğimiz hadislerde geçen, cinlerin Hz. Peygamber'den azık lez-Zûd istemelerini, Onun da bu konuda kendilerine dua etmesi­ni biraz farklı anlamak gerektiği kanaatindeyiz. [244] Çünkü bu husus, yukarda da açıklamaya çalıştığımız gibi, bu hadislere râvîler (eş-Şa'bî ve Musa b. İsmail) tarafından bir başka hadisden alınarak açıklama mahiyetinde veya başka bir maksadla yapılan ilave kısımda yer almaktadır. Bu durumda da, iman et­mek üzere gelen cinlerin dünya hayatında ve Âhiret'te rızıklarının bol olması için Hz. Peygamber'den kendilerine dua et­mesini istedikleri, O'nun da kendilerine dua ettiği hatıra gel­mektedir. Ayrıca insanın sadece bu dünyada yiyip içtiği şeyle­re azık denilmez, aksine buradayken Âhiret hayatı için hazır­ladığı şeylere de azık lez-Zâd denilir, İslâm literatüründe bu konuda yazılmış eserler bile vardır. [245] Demekki sahabenin za­man zaman bu konularda Hz. Peygamber'den istedikleri gibi, imân eden cinler de kendilerine dua edilmesini dilemişlerdir. Bu durum Resûlullah'ın hoşuna gitmiş ve "Bana Nusaybin cinlerinin elçileri geldi. Onlar ne güzel cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de onlara dua ettim" buyurarak onları övmüş­tür. [246] Kanaatimizce yukardaki rivayete, bir başka hadisden alınarak ilave edilen kısımda da Hz. Peygamber'in sözü (Fe Deavtü'ilâhe Lehüm/Onlara dua ettim) ibaresinde son bulmak­tadır. Çünkü, azık dua isteyen mü'min cinlere Hz. Peygamber tarafından kemik ve tezeğin tahsis edilmesi söz konusu olamaz. Zira onlar da akıl sahibi, mükellef ve Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da kendilerine hitab ettiği, Cennet ve nimetlerini vadettiği varlıklardır ve rızık olarak pis kemik ve tezeğe layık de­ğillerdir. O zaman el-Buhâri'nin hadisindeki ilave kısmın so­nunda yer alan, (En Lâ Yemurrû Bi Azmin Ve Lâ Bi Ravset'in İllâ Vecedü Aleyhâ Ta'âmen/Uğrayacakları her kemik ve tezek üzerinde kendileri için yiyecek bulurlar) cümlesi de bir başka hadisden alınma olup, Hz. Peygamber'in taharetlenmek için kemik ve tezek istememesine gerekçe olarak Ebu Hureyre'ye veya bir başka sahâbîye söylediği bir açıklamadır. Hz. Peygamber'in kemik ve tezeğin cinlerin yani mikropların yiyeceği olduğuna dair bu sözü de alınarak yukardaki hadisin metnine eklenmiş­tir.[247] Kısacası yukardaki rivayette iki ayrı hadis, düzensiz bir şekilde te'lif edilip tek bir metin haline getirilmiştir. Bu du­rumda söz konusu metnin içinden, (Ve înnehu Etân Vefdu Cinni Nusaybîyne Ve Ni'me'l-Cinnu Fe Se'elûnî ez-Zâde Fe De'avtu'llâhe/Nusaybin cinlerinin bir heyeti geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler Ben de onlar için Allah'a dua ettim) cümlesini çıkarırsak, hadis bir­denbire net hale gelmektedir:

"... Hz. Peygamber, 'Benim için istinca edeceğini bir kaç taş arayıver. Sakın bana kemik ve tezek getirme buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki, 'Ben elbisemin kenarında birkaç taş taşıyarak kendisine getirdim ve onları yanına koya­rak, uzaklaştım. Nihayet, ihtiyacını giderdikten sonra Hz. Peygamber'le beraber yürüdüm. Yolda kendisine: 'Kemik ve hayvan gübresi ile temizlenmekte ne var ki?' diye sordum. Hz. Peygam­ber:

'Bu ikisi cinlerin yiyeceğindendir. Onlar uğrayacakları her kemik ve tezek üzerinde kendileri için bir yiyecek bulurlar' buyurdu." [248] Tabii burada kasdedilen tezek ve kemiğin, iman eden cinlerin azığı olması söz konusu olamaz. Burada kasde­dilen kemik ve tezeğin Hz. Peygamber'e gelip iman eden cin­lerin değil, mikropların yiyeceği olduğu açıktır. Bu açıdan Tu­ran Dursun'un bu konudaki yüzeysel yorum ve görüşlerine katılmak mümkün değildir. [249]

 

D- Cinlerin Şekil Değiştirmeleri

 

Kaynaklarımızda yer alan bazı rivayetlerde cinlerin yı­lan şekline girebildiklerinden bahsedilmektedir, imam Mâlik b. Enes ve Müslim tarafından Ebû Sa'îd el-Hudrî'den bu konu­da nakledilen bir hadis aynen şöyledir: "Kısam b. Zühre'nin hi­mayesindeki Ebü's-Sâib, Ebû Sa'îd et-Hudrî'nin (r.a.) yanına uğ­ramıştı. Ebû Sa'îd el-Hudrî o esnada namaz kılıyordu, sonunda namazını bitirdi. Bu sırada evin bir tarafında bulunan hurma sal­kımlarının kurumuş sapları içinde bir kıpırtı işitti. O tarafa dön­düğünde bir yılan gördü, onu öldürmek üzere yerinden sıçradı. Ebu Sa'îd el-Hudrî de ona, otur! diye işaret etti. Ebü's-Sâib de oturdu. Ebû Sa'îd (r.a.) namaz kıldığı yerden ayrılınca bir eve işaret ederek:

 'Şu evi görüyor musun?' dedi. O da:

 'Evet, görüyo­rum' dedi. Bunun üzerine Ebu Sa'îd (r.a.) şöyle anlattı:

 'O evde, ashâbdan yeni evlenmiş bir genç vardı. Sizler Rasûlullah ile be­raber hendek kazmaya çıkardık. Bu genç gündüzün ortalarında Hz. Peygamber'den izin alıyor ve ailesinin yanına dönüyordu. Yi­ne bir gün Rasûlullah'dan müsâde istedi. Nebî (s.a.v.) ona:

'Sila­hını üzerine al. Çünkü ben Kureyza yahudilerinin sana bir kötülük yapmasından endişe ediyorum' dedi. Bunun üzerine o deli­kanlı silahını yanına aldıktan sonra evine döndü. Eve vardığı za­man karısını iki kapı arasında dikilmiş olarak buldu. Dürtmek üzere mızrağı ona doğru uzattı, çünkü kendisine bir kıskançlık gelmişti. Karısı da ona hitaben:

'Mızrağını geriye çek ve eve gir ve beni dışarıya çıkaran şeyin ne olduğunu gör’ dedi. Bunun üze­rine genç içeriye girdi, bir de ne görsün, yatağın üzerine çörek­lenmiş kocaman bir yılan duruyor. Derhal mızrağı ona sapladı ve çöreklenmiş vaziyetteki yılanın vücudunu ona geçirip diz'iverdi. Sonra bu vaziyete dışarı çıktı ve mızrağı avluya dikti. Yılan mız­rak üzerinde bir debelenip çalkalandı (derken gencin üzerine atıldı). Bundan sonra artık hangisi önce ölmüştür, yılan mı yok­sa o zât mı, bilinmiyor. Bundan sonra biz Rasûlullah'a gittik ve olayı kendisine anlatıp, 'Allah'a dua et de onu bizim için tekrar diriltsin' diye ricâ'ettik. Hz. Peygamber (s.a.v.), 'Arkadaşınız için Allah'tan mağfiret dileyiniz' dedi. Sonra da, 'Medine'de, müslüman olmuş bir grup cin vardır. Siz onlardan bir şey gördüğünüz­de üç gün ilan edip kovunuz. Şayet bundan sonra yine size görü­nürse artık onu öldürünüz. Çünkü o bir şeytândır' buyurdu" . [250] Müslim, bu rivayeti Ebu'l-Tâhir Ahmed b. Amr b. Şerh, Abdullah b. Vehb, Mâlik b. Enes, Sayfi b. Ziyâd Mevlâ b. Eflah, Ebü's-Sâib Mevlâ Hişâm b. Zühre vasıtasıyla Ebu Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) almıştır, imâm Mâlik de, Sayfî ve Ebü's-Sâib vasıtasıyla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) nakletmiştir. Hadisle­rin metinleri aynıdır ve Müslim'in yukardaki rivayeti de Ebü't-Tâhir ve Abdullah b. Vehb vasıtasıyla imâm Mâlik'ten alınmış­tır. Müslim'in, metin açısından aynı olan diğer rivayetini de, Züheyr b. Harb, Yahya b. Sa'îd el-Kattân, Muhammed b. Aclân, Sayfî, Ebü's-Sâib vasıtasıyla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) aldığı görülmektedir. Müslim'in bu rivayeti de İmâm Mâlik'le Sayfî'de birleşmekte ve dolayısıyla daha önceki iki hadis gibi Sayfî b. Ziyâd'dan gelmektedir. Müslim'in bu nakline göre, Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Muhakkak ki Medine'de, müslüman olmuş cinlerden bir cemaat vardır. Her kim şu uzun ömürlü ev yılanlarından bir şey görürse onu üç defa ilân edip kovsun. Bundan son­ra kendisine yine görünürse artık onu öldürsün. Çünkü o bir şey­tândır" buyurmuştur. [251]

en-Nevevî, yukardaki hadislerin yorumuyla ilgili olarak şunları kaydetmektedir:

"Mazın, 'Medine yılanları bu hadisler­de açıklandığı şekilde ihtar edilmeden öldürülmez. İkâz edildiği halde yine gitmezlerse öldürülürler. Diğer yerlerin ve evlerin yı­lanlarını ise Marsız öldürmek mendubdur. Çünkü bu hususta bir çok sahih hadis mevcuttur. Medine yılanlarının uyarmadan öldürülmemesi, hadiste açıklandığı gibi yılan şeklindeki cinlerden bir taifenin Medine'de müslümanlığı kabul etmiş olmaları sebebiyle­dir' demektedir. Âlimlerden bir grup, hadisteki nehyin genel oldu­ğunu, bu yüzden nerede olursa olsun evlerde yaşayan yılanların ihtar edilmeden öldürülemeyeceği görüşünde olduklarını belirt­mişlerdir. Kırlarda yaşayan yılanlar ise bu âlimlere göre, ihtar edilmeksizin öldürülürler, imâm Mâlik'e göre, mescidlerde bulu­nan yılanlar öldürülürler. İhtar etmenin nasıl olacağı hakkında İbn Habîb, Hz. Peygamber'in:

'Süleyman b. Davud'un (a.s.) biz­den aldığı söz hakkı için bize eziyet etmemenizi ve görünmeme­nizi dilerim' dediğini nakletmiştir. İmâm Mâlik'e göre üç defa zorlamaktan maksad, 'Seni, Allah ve Âhiret günü aşkına bize gö­rünmemeye ve eziyet vermemeye zorluyorum' demektir, ihtardan sonra yılan yine görünmeye devam ederse, bunun evlerde yaşa­yan yılan veya müslüman bir cin olmadığı anlaşılır. Şeytân oldu­ğu bildirildiğinden artık öldürülmesinde sakınca yoktur" [252]

Yukarıdaki yoruma katılmak pek mümkün görünme­mektedir. Çünkü bu görüşlerin dayandığı imâm Mâlik ve Müslim tarafından nakledilen hadisler bize göre, metin açısından problemlidir. Tahminimize göre bunların problemli hali, rivayeti Ebü's Sâib'den alan ravi Sayfi b. Ziyâd'dan kaynaklan­maktadır. Kısaca söylemek gerekirse, ravi Sayfî b. Ziyâd'daki bir zabi kusuru imâm Mâlik ve Müslim tarafından kaydedilen bu hadisin metnini müşkil duruma sokmuştur. [253]

Kaydettiğimiz rivayetlerde problemli olan hususlardan birisi, cinlerin yılan şekline bürünmeleri, ya da yılanların cin olduklarına dair kanaattir. Bu rivayetlerdeki anlaşılmaz diğer nokta da, evlerde görülen yılanların üç gün ilân edilip kovul­ması, gitmedikleri takdirde de öldürülmelerine izin verilmesi­dir. Bunun hayatın gerçekleri açısından uygulanma şansı ol­madığı ortadadır. Evinize ya da yatağınıza çöreklenmiş yılanın üç gün o halde durmasına nasıl izin vereceksiniz? Kapınızı ka­patıp çoluk çocuğunuzla başka bir yere üç günlüğüne misafir­liğe mi gideceksiniz? Diyelim ki, gitmesi için yılana ihtar etti­niz ve kapıyı kapatıp çıktınız, geri geldiğinizde yılanın gitmiş olduğunu gördünüz, fakat evinizden uzaklaştığından nasıl emin olacaksınız? Kap kaçağın, yatak yorganın, eşyaların ara­sına girmediğini, siz yatıp uyurken yeniden ortaya çıkmayaca­ğını nereden bileceksiniz? Hanımınızı, çocuklarınızı bu ürkü­tücü psikolojik baskı ve korkudan nasıl kurtaracaksınız? Onları eve sokmaya hangi yolla muvaffak olacaksınız?

Bu açıdan, bu rivayetleri şu haliyle sahih kabul etmek, bizce, Hz. Peygamber'in, ashabına ve ümmetine, uygulanabi­lirliği olmayan, hayatın gerçeklerine ve insanın yapısına uy­mayan emir ve tavsiyeler verdiğini kabul etmek demektir. Resûlullâh açısından bakıldığında bu durumu kabul etmenin söz konusu olmadığı ortadadır.

Kaydetmek gerekir ki, yılanların cin şekline girebildiklerine dair inancın kökü kanaatimizce çok eski kültürlere da­yanmaktadır ve tahminimize göre Hz. Peygamber,' evlerde rastlanan yılanların müslüman olan cinler olduğuna dair her­hangi bir şey söylememiştir. Râvîler, içinde büyüdükleri top­lumun Câhiliye döneminden gelen bir takım yanlış kanâat ve kültürel değerlerinin tesirinde kalarak bu meseleyi karıştır­mışlar, bir muamma haline sokmuşlardır. Nitekim, yılanların cin olduğu şeklindeki inancın eski kültürlerden geldiğine da­ir elimizde bazı ipuçları vardır. Söz gelimi Tevrat'ta, Hz. Âdem ve Havva'nın Cennet'ten çıkarılmalarında rol oynayan ve Havva'yı kandırarak yasak meyveyi yedirenin yılan olduğu anlatıl­maktadır:

"Ve Rab Allah'ın yaptığı bütün hır hayvanlarının en hile-kân olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçeh, Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemiyecehsiniz dedi mi? Ve kadın yılana dedi: 'Bahçe­nin ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz. Fakat bahçenin ortasın­da olan ağacın meyvesi hakkında Allah: 'Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz' dedi. Ve yılan kadına dedi: 'Katiyen ölmezsiniz. Çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak. Ve iyiyi kötüyü bilerek Allah gibi olacaksı­nız...' Ve Rab Allah kadına dedi: 'Bu yaptığın nedir?' Ve kadın de­di: 'Yılan beni aldattı ve yedim.' Ve Rab Allah yılana dedi: 'Bunu yatığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin, karnın üzerinde yürüyeceksin ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin. Ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım, o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın." [254]

Konumuzla ilgili enteresan bir husus da şudur ki, Tabi­în müfessirlerinden olan Ka'bü'l-Ahbâr, Hz. Âdem, Havva, İblîs ve yılanın indirildikleri yerlerden bahsetmektedir. [255] Yuka­rıda kaydettiğimiz Tevrat kaynaklı haberin, bazı müfessirler tarafından Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili âyetlerini açıklamak maksa­dıyla kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Nitekim et-Taberî tarafından Vehb b. Münebbih'ten nakledildiğine göre, "iblis yılanın içine sokularak Cennete girmiş, Âdem ve Havva ile ko­nuşarak onları kandırmıştır. [256]

Yine Taberî tarafından İbn Abbâs ve Muhammed b. Kays'tan alındığı zikredilen, aynı konu­daki diğer rivayetlerin de Tevrat kaynaklı olduğu anlaşılmak­tadır. [257] Eski Mısır Dini'ndeki telakkiye göre ise, cinler, genellikle yabanî hayvan, yılan ve kertenkele gibi sürüngen veya kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup, Eski Mısır tanrısı Re'nin düşmanı sayılırdı. Ölüler Kitabı'nda anlatıldığına göre, özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dünyaya sık sık gidebilirlerdi. [258] Yılanın cin ya da şeytân ol­duğuna dair inanç, Yahudilik kanalıyla Hristiyanlığa da geç­miştir. Mesela Yuhanna'nın Vahyi'nde bu konuda şu satırlar yer almaktadır:

"İblis ve şeytân denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptı­ran eski yılan, Yeryüzü'ne atıldı ve onun melekleri kendisiyle be­raber atıldılar. Ve gökte büyük bir ses işittim:

Allah'ımızın kurta­rışı ve kuvveti ve melekütu ve Mesih'in hâkimiyeti şimdi oldu; çünkü kardeşlerimizin İthâmcısı, onları Allah'ımızın önünde ge­ce gündüz itham eden aşağı atıldı." [259]

"Ve gökten inmekte olan bir melek gördüm, elinde Cehennem'in anahtarı ve büyük bir zincir yârdı. Ve iblis ve şeytân olan ejderi, eski yılanı tuttu ve onu bin yıl müddetle bağladı." [260]

Câhiliye döneminde ise, Araplar her evin bir cinni oldu­ğuna inanırlardı. Bu sebeple yeni bir ev yapan şahıs, inşaatı bi­tirdiği zaman evin cinni için bir kurban keser ve böylece onun evde yaşayanlara bir zarar vermeyeceğinden emin olurdu. [261] Hz. Peygamber bu Câhiliye inancını reddetmiş ve bu şekilde kesilen kurbanların etlerinden yenilmesini yasaklamıştır. [262] Burada konumuzla ilgili olarak Arapların "el-Cânn" kelimesi­ni bir taraftan "Beyazyılan" anlamında kullanırken, diğer ta­raftan "Şeytân/Cinlerin Babası" manasına da kullandıklarını gözden uzak tutmamak gerektiği kanaatindeyiz. [263] Nitekim el-Aynî, Arapların yılanı şeytân olarak adlandırdıklarını kay­detmektedir. [264] Câhiliye Araplarının yılanları cin sandıkları, onlarla cinler arasında ilgi kurdukları bilinmektedir. Kayde­dildiğine göre, bunlar iri bir yılan öldürdükleri zaman cinnin intikam almasından korkarlar ve bir tezek parçasını ölü yıla­nın başına koymak suretiyle, onun cin vasıtasıyla öc almasından korunmaya çalışırlardı. Bazan da yılanın başına kül döker, senin intikamın yok, seni göz değmesi öldürdü, derlerdi. [265] Hz. Peygamber ise, onların bu bâtıl inancını reddetmiş ve "Cinler tarafından intikam alınma korkusuyla yılanları öldür­meyi terkeden kimse bizden değildir" buyurmuştur. [266]

Câhiliye Arapları bazan da, söz konusu ev yılanlarından korunmak için üzerlerine tavşan ayağı asarlardı. [267] Ahmed b. Hanbel'in nak­lettiği bir rivayete göre ise, İbn Abbas "Maymunların İsrâiloğulları'ndan mesholunduğu gibi, yılanların da cinlerin mesholunan kısmı olduğunu" söylemiştir. [268] Halbuki bu konuda nakle­dilen diğer hadislere göre, Allah, meshettiği hiçbir kavme ne­sil ve takipçi vermemiştir. [269] Dolayısıyle meshe konu olduklarından bahsedilen maymunlar ve domuzlar nasıl ki daha ön­ce de var idilerse, yılanlar da bir hayvan türü olarak mevcut idiler. Nitekim yine İbn Abbâs'a dayandırılan bir rivayete gö­re, meshedilen bir kavım üç günden fazla yaşayamaz. [270]

İbn Abbas'ın yılanlar hakkındaki bu görüşünün Tevrat kaynaklı olduğu ve o dönem Arabistan'ın bu konudaki bir inancını yansıttığı hatıra gelmektedir. Kanaatimizce bu inanış, ravi Sayfi b. Ziyâd tarafından, Müslim ve İmâm Malik'in kay­dettiği ev yılanlarının cin olduğundan bahseden rivayetlere de sokulmuştur.

Bu konuda, Müslim'in, Muhammed b. Râfi', Vehb b. Cerîr, Cerîr b. Hâzim, Esma b. Ubeyd, Ebü's-Sâib vasıtasıyla yine Ebu Sa'îd el-Hudrî'den naklettiği bir rivayet daha vardır ve ha­disin naklinde kullanılan edâ sığaları ile metin açısından biz­ce Müslim'in bu nakli daha sahih ve problemsizdir. Aynı ko­nudaki bu hadis şöyledir:

"Ebu's-Saib şöyle demiştir; 'Biz, Ebu Sa'îd el-Hudrî'nin yanına girdik. Beraber oturduğumuz sırada birdenbire sedirin altından bir hareket işittik. Bir de baktık ki bir yılan!' Râvî, bundan sonra hadisin bütününü (139 no'lu) İmâm Mâlik hadisi tarzında naklettikten sonra dedi ki:

'Rasûlullah (s.a.v.):

“Muhakkak ki şu evlerde uzun ömürlü ev yılanları vardır. Onlardan birisini gördüğünüzde onu üç defa kovunuz gider kay­bolursa ne âlâ. Aksi takdirde onu öldürünüz. Çünkü o bir kâfir­dir” buyurdu. Bir de Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Sa'îd ve beraberindekilere hitaben:

'Artık gidin de o (yılanın soktuğu) arkadaşınızı defnediniz' buyurmuştur"[271]

Görüleceği üzere bu rivayet de, Ebü's-Sâib vasıtasıyla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den gelmektedir ve hadisin metninde, İmâm Mâlik ve Müslim'in Sayfî b. Ziyâd vasıtasıyla Ebü's-Sâib'den naklettikleri rivâyetlerdeki gibi, ev yılanlarının cin oldu­ğu, evde rastlanılan yılanın üç gün kovulması gerektiği gibi problemli hususlar yoktur. (Bu hadisin tüm rivayet yolları için bkz. Ek: 3) Bu sebeple de Müslim ve imâm Malik'in kaydet­tikleri diğer hadisi, [272] râvî Sayfî b. Ziyad'ın problemli hale soktuğu anlaşılmaktadır. Gerek son hadisde, gerekse önceki rivayetlerde yer alan Hz. Peygamber'in kovulunca gitmeyen yılanın "kâfir" ya da "şeytân" olduğuna dair sözleri de mecazi anlamdadır. Nebî (s.a.v'.), kovulduğu halde gitmeyen yılanın zararlı olduğunu belirtmek için bu sözleri söylemiş olmalıdır. Yoksa bir insanın, şeytânı ya da ruhani varlıklar olan cinleri, taş ya da sopayla, kesici aletlerle öldürebileceğini sanmak pek doğru olmasa gerektir. Böyle bir şeyi kabul etmek, onların şe­kil değiştirebileceğini, ışın halindeki vücud yapılarını cismanî bir şekle sokabileceklerini söylemek demektir ki, bu husus ilerikî sayfalarda cinlerin şekil değiştirmelerinden bahsedilir­ken tekrar ele alınacaktır. Yukardaki hadisten anlaşıldığına gö­re, Hendek savaşı sırasında yeni evli olduğu için izin alarak evine giden ve burada yatağındaki yılanı mızrağına geçirip dı­şarı çıkaran ve bu esnada can çekişen hayvan tarafından sokulan ve vefat eden şahabının durumunu haber alınca Hz. Pey­gamber çok üzülmüştür. Buna benzer olayların tekrarlanma­ması için, ashabına, evlerde uzun ömürlü yılanların yaşadığı­nı, bunların hemen öldürülmeye teşebbüs edilmemesini, koğulmalarını öğütlemiştir. Çünkü bu hayvanlar zehirli olabilir ve hadisde anlatılan olay tekrarlanabilirdi. Ya da Nebi (s.a.v.), doğal çevrenin korunması açısından, yılan gibi insanın hoşu­na gitmeyen soğuk yüzlü bir canlı da olsa, onların da bizim bi­lemediğimiz birtakım faydaları ve yaratılış hikmetleri olduğu­nu göz önünde bulundurararak, bunların zehirsiz olanlarının öldürülmemelerini istediği için hadiste anlatıldığı şekilde tav­siyede bulunmuştur. Bu da İslâm'ın, insanın içinde yaşadığı tabiata ve çevreye verdiği önemi gösteren bir husustur. Bu açı­dan, Müslim'in, Muhammed b. Râfi’, Vehb b. Cerîr, Cerîr b. Hâzim, Esma b. Ubeyd vasıtasıyla Ebü's-Sâib Mevlâ Hişâm b. Zühre'den aldığı hadisin bu konuda esas olduğunu belirtmek durumundayız. [273] Kanaatimize göre, İmâm Mâlik ve Müs­lim'in kaydettikleri diğer problemli rivayetlere, ravi Sayfî b. Ziyâd, (İnne Bi'l-Medineti Neferan Mine'l-Cinni Kad Eslemû/Muhakkak ki, Medine'de, cinlerden müslüman olmuş bir top­luluk vardır) cümlesini eklemiştir. Bu ilaveyi, Medine'deki cin­lerin müslüman olduğundan bahseden bîr başka rivayetten de almış olabilir. Ancak şu durumda, ravi Sayfî b. Ziyâd'ın hadi­se ilave ettiği cümlesinin kaynağı meçhul olduğuna göre, bu ifâde kendisine ait olmalıdır. [274] Bu kısmın, Müslim'in Esma b. Ubeyd vasıtasıyla Ebü's-Sâib'den aldığı hadisde yer almaması bu kanaatimizi güçlendirmektedir. [275] Nitekim Tirmizî'nin Hennâd, Abde, Ubeydullah b. Ömer vasıtasıyla Sayfî b. Ziyad'dan aldığı bu konudaki rivayette de (...=înne Bil-Medîneti Neferan Mine'l-Cinni Kad EslemüI Muhakkak ki Medine'de, cin­lerden müslüman olmuş bir topluluk vardır) ilavesi yoktur. Bu hadisde de Hz. Peygamber'in:

"Muhakkak ki evlerinizin sakin­leri (yılanlar) vardır. Üç kere onları sıkıştırın. Bundan sonra da onlardan biri size görünürse onu öldürün" buyurduğu nakledil­mektedir. [276]

Cinlerin, müslüman oldukları halde Medine'de ya da diğer beldelerde yılan şekline girerek, din kardeşlerinin harîm-i ismetine, yataklarına çöreklenip, onların hanımlarını, çocuklarını, kendilerini korkutacaklarını doğrusu akıl kabul edemiyor. İnsan, böyle bir davranışın müslümanlığa yakışma­dığını, onların böyle bir harekete tevessül etmeyeceklerini dü­şünüyor. Bu açıdan yukardan beri açıklamaya çalışığımız ha­dislerde Hz. Peygamber'in, ev yılanlarının cin olduğuna dair herhangi bir şey söylemediği, bunun ravînin yanlış kanaat ya da hatasından kaynaklandığını tahmin etmekteyiz. Resûlullâh, zehirli yılanların (engerek yılanı, arkası iki çizgili azılı yı­lan vs.) Harem'de, namaz esnasında bile öldürülmelerini em­retmiştir. Sahih kaynaklarımızda bu konuda bazı hadisler yer almaktadır. [277]

Görüleceği üzere Hz. Peygamber, bunların zehirli olan­larının öldürülmesini emretmiş, temellerde ve evlerde yaşayan yılanların (Avâmir) öldürülmesi konusunda kesin bir emir vermemiş, bunların kovulmalarını, gitmedikleri takdirde öldürülmelerini istemiştir. Kanaatimizce Nebî (s.a.v.)'in bu tu­tumu, onların cinlerden olduklarından değil, doğal çevrenin, dengenin korunması açısındandır. Nitekim Nebi Bozkurt bu konuda şunları söylemektedir:

"Evlerde bulunan zehirsiz yılan­ların öldürülmelerinin istenmemesi, bunların, fare gibi, tahta ve kerpiç evlerde çok kolay yuva yapabilen ve özellikle eskiden, un, zahire, hatta çamaşır konulan çuvallara, deriden yapılmış dağırcıklara verdiği zararı önlemek, daha çok fareler vasıtasıyla yayı­lan veba gib'ı hastalıklara mani olmak için olmalıdır" [278]

Kâmil Miras ise bu konuda:

"... Bu hadisi, Buhârî'nin cin bahsinde rivayeti, çok zehirli ve arkası çizgili olan azdı yılanla, engerek yılanı suretine cinin temessül etmemesi, ev yılanları su­retine temessül etmesi itibariyledir. Ve bu itibar ile katli nehyedilmiştir." [279] demektedir. Ancak, yukarda kaydettiğimiz husus­lardan dolayı Kamil Miras'ın bu görüşlerini kabul etmemiz mümkün görünmemektedir. Kanaatimize göre Hz. Peygam­ber, ev yılanlarının cin olduğuna dair herhangi bir şey söyle­memişlerdir. Bize göre, Câhiliye kültüründe yer alan yılanla­rın cin olduğuna dair inanç, daha sonraları hadis şekline so­kulmuştur. Nitekim Demîrî'nin İbn Ebî'd-Dünya'dan nakletti­ğine göre Ebu'd-Derdâ (r.a.), Hz. Peygamber'in:

"Allah, cinleri üç sınıf olarak yaratmıştır. Onların bir sınıfı yılanlar, akrepler ve Yeryüzü'nün haşereleridir. Diğer sınıfı havadaki rüzgardır. Öteki sınıfı ise, kendilerine hesâb ve ceza terettüp edenlerdir" buyurdu­ğunu rivayet etmiştir. [280] Demîrî'nin kaydettiğine göre İbn Hıbbân, bu rivayeti Yezîd b. Ebî Süfyân er-Rehâvî'nin, Ebü'l-Münîb, Yahya b. Kesîr, Ebu Seleme vasıtasıyla Ebü'd Derdâ'dan naklettiğini söylemiştir. Yahya b. Ma'în, Ali b. el-Medînî ve Ahmed b. Hanbel gibi hadis âlimleri, ravî Yezid b. Süfyân'ın zayıf olup, münker şeyler nakleden metruk bir kimse olduğunu söylemişlerdir. [281] Demîrî, aynı konuda Taberâni ve el- Hâkim'in, Ebû Sa'lebe el- Huşenî'den (r.a.) naklettikleri bir rivayet daha kaydetmiştir. Demîrî'ye göre, Taberânî'nin isnadı hasendir, el-Hâkim ise, kaydettiği rivayetin sahih olduğunu söylemiştir. [282] Ancak bu rivayet de metin bakımından aynen yukardaki gibidir. Bu açıdan, kendisine hasen ya da sahih hükmü verilmesinin uygun olmadığı açıktır, isnadı hasen ya da sahih olsa bile, hadisin metin açısından sahih olmadığı or­tadadır. Bu konuda Ebû Davud'un kaydettiği bir rivayet vardır. Ebu Davud'un, Müsedded, Yahya el- Kattan, Muhammed b. Ebî Yahya Sem'ân el- Eslemî, Ebu Yahya vasıtasıyla Ebu Sa'id el- Hudrî'den naklettiğine göre Hz. Peygamber: "Zehirli haşa­rat (el-Hevâm) cinnilerdendir. Her kim evinde yılanlardan bir şey görürse onu üç defa çıkmaya zorlasın. Eğer tekrar geri dönerse, onu öldürsün, çünkü o bir şeytandır" buyurmuştur. [283] Ebu Da­vud'un bu naklinin, Demîrî'nin yukarda kaydettiğimiz rivayetiyle aynı paralelde olduğu açıktır. Râvîlerin, Demîrî'nin kaydettiği bu rivayetle, Ebû Sa'îd el, Hudrî'den gelen diğer hadis­ler arasında ilgi kurarak iki nakli birleştirdikleri hatıra gel­mektedir. Bu açıdan bu hadisin metin yönünden problemli ol­duğu ortaya çıkmaktadır. Bu rivayet, Hz. Peygamber'in zehir­li yılanların öldürülmelerine dair emrine de aykırıdır. Çünkü bu rivayet, hem zehirli haşaratın, dolayısıyla zehirli yılanların cinlerden olduğunu söylüyor, hem de onları derhal öldürtmeyerek, kovdurtma tavsiyesinde bulunuyor. [284] Halbuki diğer sahih hadislere göre, Hz. Peygamber'in ilk planda öldürülmemelerini, koğulmalarını istediği yılanlar, zehirsiz olan temel yılanlarıdır. [285] Ayrıca, Ebû Davud'un bu naklinde yer alan râvîlerden Muhammed b. Ebî Yahya Sem'ân el- Eslemî (v. 147) zabt açısından tenkîd edilmiştir. [286] Bu sebeple Ebû Davud'un mezkûr hadisinin bu konuda bir delil olamayacağı açıktır. Bu hususta dikkat çekici bir husus şudur ki, Câhiliye döneminde, horoz, karga, güvercin, tavşan, keler ve yılan gibi hayvanlarda cin bulunduğuna inanıldığı gibi, bunların cinlerden bir grup olduğunu zannedenler de mevcuttu. [287] Bu açıdan, yukardaki rivayetlerin hadis olmadığı, bunların Câhiliye inancını yansı­tan bir takım nakiller olduğu hatıra gelmektedir.

Emevî halifelerinden Ömer b. Abdâlaziz'in faziletleriyle ilgili olarak bir takım nakillerde de, yılanların cin olduğundan bahsedilmektedir. Nitekim Ebu Bekr İbn Ebî'd- Dünya'nın bu konuda naklettiği bir rivayet şöyledir: "Ömer b. Abâilaziz bir gün sahrada yürürken ölü bir yılan gördü ve ridasından bir par­ça koparıp, onu sardı ve gömdü. Derken bir ses:

'Ey Sarak, şehâdet ederim hi ben, Rasûlullah'ı sana, 'Sahrada öleceksin, seni müslümanlardan sâlih bir zât kefenleyip defnedecek' buyururken, işittim.' dedi. Ömer b. Abdilaz'iz'. 'Allah sana merhamet etsin, sen kimsin?' diye sordu. Bunun üzerine o ses:

'Ben, Rasûluüah'tan Kur'ân dinleyen cinlerdenim. Onlardan yalnız simdi ölen şu Sarak'la ikimiz kalmıştık' diye cevap verdi." [288]

Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed İbn Ebi'd- Dünya'nın yukardaki rivayetinin Ömer b. Abdilaziz'i övmek maksadıyla uydurulduğu hatıra gelmektedir. ed-Demîrî ve eş-Şiblî gibi âlimler, İbn Ebi'd-Dünyâ ve diğer bazı kimselerden yılanların cin olduğuna dair daha başka rivayetler de kaydetmişlerdir. Bunlardan birisi de İbn Mes'ûd'la (r.a.) ilgilidir. Buna göre İbn Mes'ûd, ashâbdan bir kısım kimselerle yürürken bir kasırga çık­tı. Kasırga dindikten sonra ölü bir yılanın ortada durduğunu gör­düler. İçlerinden birisi elbisesinden biraz yırtarak yılanı kefenle­yip defnetti. Gece olunca bir kadın gelip, 'Câbir oğlu Amr'ı kim defnetti?' diye sordu. Onlar da, 'Câbir oğlu Amr'ı tanımıyoruz' dediler. Bunun üzerine kadın:

'Yılanı hanginiz defnetti?' diye sor­du. Yılanı gömen, 'Ben' diye cevap verince, kadın:

'Cinlerden kâ­fir olanlar, mü'min olanlarla savaş yaptılar ve Amr öldürüldü, iş­te bugün gördüğünüz yılan odur. O, Hz. Muhamed'den Kur'ân dinleyip, inzâr edici olarak kavmine giden cinlerdendi. Kendisi, Nebiniz Muhammed'e (s.a.v.) iman etmiş ve Peygamber olarak gönderilmeden dört yüz sene önce gökte onun sıfatını işitmişti' dedi." [289]

Bu konuda nakledilen başka rivayetler de vardır. Bun­larda da, cinlerin yılan şeklinde olduğundan, ya da ölen yılan­ların Hz. Peygamber'e imân eden cinlerden olduğundan bah­sedilmektedir. Bunların çoğunun da İbn Ebi'd-Dünyâ'dan nakledildiği görülmektedir. Bu rivayetlerin hepsinde de, ne­dense, ölen müslüman cinler yılan şeklinde ölmekte (!), ken­dilerinden güzel kokular yayılmakta, sonra da bunlar her se­ferinde elbiseden bir parça koparma fedakarlığında bulunula­rak kefenlenmekte, müslüman cin oldukları bilinmeden def­nedilmekte, sonra da cinler tarafından yılanları gömen kimselere iyi bir iş yaptıkları, çünkü defnedilen yılanın Hz. Peygamber'e iman eden cinlerden olduğu bildirilmekte, teşekkür edil­mektedir. Bütün bu hususlar da, bu tür rivayetlerin çeşitli maksatlarla uydurulmuş olduğunu hatıra getirmektedir. Her nedense, bu tür rivayetlerde anlatıldığına göre, yılan kefenle­niyor, defnediliyor, fakat yıkanıp cenaze namazı kılmmıyor(!). Herhalde bunları ortaya atanlar işin bu yönünü düşün­memiş olacaklar. Müslüman cinler de nasılsa her seferinde, öl­düklerinde yılan şekline bürünüyorlar da insanın daha çok ca­nının kaynadığı, diyalog kurabildiği başka bir canlı şekline girmiyorlar. [290] Bu ve benzeri tüm rivayetlerin Câhiliye döne­minin yılanları cin zanneden inancının tesiriyle ortaya atıldı­ğı açık bir husustur.

İslâm âlimlerinden bir kısmı, bu konudaki bazı hadisle­ri delil olarak alarak, melekler gibi, şeytân ve cinlerin de yara­tılmış oldukları aslî suretlerinin dışında başka şekillere bürünebildiklerini söylemişlerdir. Bunların delilleri arasında Hz. Peygamber'in namazda kendisine saldıran şeytânı mağlup et­mesi, boğması ve Mescid-i Nebev'i'nin direklerinden birisine bağlanmak istemesi ile, yine şeytânın miskin bir adam kılığı­na girerek Ebû Hureyre'nin hurmalarını çalmak istemesine da­ir hadisler ve cinlerden bir ifritin Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtı­nı Hz. Süleyman'a getirebileceğinden bahseden âyet [291] var­dır. [292]

İslâm âlimlerinin diğer bir kısmı ise, melek, cin ve şey­tânların kendi irâde ve istekleriyle yaratılışlarını değiştirmeye, aslî şekillerinden başka surete girmeye kudretlerinin bulun­madığı görüşündedirler. er-Râzî, cinlerin başka şekillere, diğer insanların suretlerine giremeyeceklerini, böyle bir şeyin kabu­lü durumunda, dünyada insanlara güvenin kalmayacağını, bu kişinin arkadaşının, dostunun, babasının, karısı ve çocuğu­nun, cin değil de kendileri olduğunun bilinemeyeceğini kay­detmektedir. [293] Yine er-Râzî, onların Peygamberlerin suretlerine giremeyeceklerini, aksi takdirde dinden olan hiçbir şeye güven kalmayacağını, âlim ve zâhidlerin suretine de giremeye­ceklerini, aksi halde onları öldürmenin, memleketlerini harap etmenin, eserlerini parçalamanın insanlara vâcib olması ge­rektiğini söylemektedir. [294] Muhammed b. Hüseyin Ebü Ya'lâ el-Ferrâ ise, Allah'ın irade ve kudretiyle yapması müstesna, cin, şeytân ve meleklerin aslî şekillerini değiştiremeyeceklerini, onların kendiliklerinden başka kılık ve şekillere girmelerinin mümkün olmadığını söylemiştir. el-Ferrâ, cin, şeytân ve me­leklerin kendi iradeleriyle bunu yapabilmeleri için yaratıldık­ları aslî bünyelerinin bozularak, vücudlarının parçalara ayrıl­ması gerektiğini, böyle bir durumda ise hayatlarının sona ere­ceğini, bu açıdan onların başka şekillere girmelerinin müm­kün olmadığını kaydetmektedir. Yine O, Cebrail'in (a.s.) Dikyeta'l-Kelbî, iblisin Süraha b. Mâlik şekline girmeleri gibi olay­ların ancak Allah'ın iradesiyle meydana gelebileceğini, Cebra­il'in (a.s.) Hz. Meryem'e "Düzgün bir insan suretinde görünme­sinin de" [295] böyle olduğunu belirtmiştir. [296]

 

E- Cinlerin İnsanlara Görünmesi

 

Bazı İslâm âlimleriyle, Mu'tezile mezhebi mensupları cinlerin görülemeyeceğini ileri sürmüşler ve bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bir âyeti delil göstermişlerdir. Âyet şöyledir:

"Ey Ademoğulları! Şeytân, ana-babamzı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennet'ten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabile­si, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytân­ları inanmayanların dostları yaptık." [297]

Âyette, Hz. Âdem ve Havva'nın Şeytân tarafından kan­dırılıp Cennetten çıkarılmaları hatırlatılmakta, insanların, Al­lah'ın başka insanlara gösterilmesini yasakladığı yerlerini açıp teşhir etmemeleri istenmekte, edeb, haya ve takva elbisesinin giyilmesi, Şeytân'ın tuzaklarına karşı uyanık olunması emredilmektedir. Bu vesile ile de, "Çünkü o ve kabilesi, sizin onla­rı göremeyeceğiniz yerden sizi görürler" diyerek onların ma­hiyeti hakkında bilgi verilmektedir. Müfessirler, âyetteki "O ve kabilesi" ile Şeytân ve onun taifesi olan cin sınıfının kasdedildiğini söylemişlerdir. [298] Fahrüdd'ın er-Raz'ı âyetin tefsirinde, İslâm âlimlerinin, Allahü Teâlâ gözlerinde bir kabiliyet yarattığı için cinlerin insanları görebileceğini, ancak gözlerinde bu konuda bir yetenek yaratmadığı için insanların cinleri göre­meyeceğini söylediklerini kaydetmektedir. [299]

Mu'tez'de mezhebine mensup âlimler ise, bu konuda, "Vücut yapılarının ince ve şeffaf olmasından dolayı cinlerin in­sanlar tarafından görülemediğini, insanların vücut yapılarının kesafetinden dolayı da cinlerin insanları görebileceğini, Allahü Teala'nın, cinlerin bakışlarındaki şuayı artırıp kuvvetlendirmesi sebebiyle birbirlerini görebildiklerini söylemişler ve Allah bizim gözlerimizdeki görme kuvvetini de artırsaydı, birbirimizi görebildiğimiz gibi, cinleri de görebilirdik, şayet Allah, cinlerin vücudlarına kesafet verip, biz de şu halimiz üzere kalsaydık, cinle­ri görebilirdik" demişlerdir. Bu durumda Mu'tezile'ye göre, in­sanların cinleri görebilmeleri, ya cinlerin yoğunluk (kesafet) kazanmasına ya da insanların bakışlarının yeterince güçlen­mesine bağlı olmaktadır. [300] Yine er-Râzî, âyetteki:

(Min Haysü Lâ Teravnehum/Sizin onları göremediğiniz yerden) lafzının in­sanların cinleri göremediğine delâlet ettiğini söylemekte­dir. [301]

Ehl-i Sünnet'e mensup bazı âlimler ise, cinlerin görüle­meyeceği konusunda Mu'tezile'ye muhalefet etmişlerdir. Kadı Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, "Cinlerin ince ve şeffaf olmaları ya da kesif olmaları mümkündür. Ancak bu konuda bir müşahede veya Allah ve Rasülünden gelen bir haber olmadığı sürece, cinlerin vücutla­rının kesif (yoğun) mı yoksa şeffaf mı olduğunu bilmek mümkün değildir. Her iki husus da meçhul olduğuna göre, cinlerin cisimle­rinin şeffaf ve ince olduğunun söylenmesi doğru olmaz" [302] de­miştir.

Ebû Ya'lâ el-Ferrâ ve benzerî İslâm âlimlerinin, cinlerin cisimlerinin ince ve şeffaf olduğu ve bu sebeple insanlar tara­fından görülemeyeceği hususunda Mu'tezile'ye muhalefet et­meleri, Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde yer alan bazı haberler se­bebiyle olmalıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm 'de, Hz. Meryem'in kendisine hiçbir erkek eli değmeden, Allah'ın bir mucizesi olarak Hz. İsa'ya hamile kalmasından bahsedilirken, Cebra­il'in (a.s.) kendisine bir erkek suretinde göründüğü haber ve­rilmektedir:

"Sonra insanlardan gizlenmek için bir perde germiş­ti. Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüş­tü. Meryem: 'Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahmân'a sığınırım' dedi." [303]

Biraz sonra aşağıda kaydedeceğimiz gibi, Peygamberi­mizin (s.a.v.), Cebrail, şeytân ve cinleri gördüğüne dair hadis­ler de vardır. Kur'ân-ı Kerîm'den Hz. Peygamber'in Cebrail'i (a.s.) aslî suretiyle gördüğünü de anlamaktayız. [304] Bu açıdan, melek, cin ve şeytânların ince, şeffaf, ruhanî bir yapıya sahip oldukları, aslî vücud yapılarının insanlarınki gibi yoğunlaştınlmamış olduğu da bir gerçektir. Bu latîf, rakîk, şeffaf ve ru­hanî yapılarını kendiliklerinden değiştirip başka şekillere gire­meyeceklerini, kesafet kazanamayacaklarını, ancak Allah'ın dilemesiyle başka kılıklara bürünebileceklerini Ebû Ya'lâ el-Ferrâ kendisi de kaydetmektedir. [305] Bu sebeple cinlerin be­denlerinin yapısı konusunda Mu'tezile ile Ehl-i Sünnet arasın­da önemli bir görüş farkı görülmemektedir. Ehl-i Sünnet âlim­lerinin bu konudaki titizlikleri, cinlerin kesafet kazanmaları­nın imkânsız olduğu öne sürülerek, bu husustaki âyet ve ha­dislerin inkârına zemin hazırlanmış olur düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Binaenaleyh, meleklerin ve cinlerin, şeffaf, ince bir vücud yapısına sahip olmaları, istisnaî hallerde Al­lah'ın iradesiyle kesafet kazanmaları, ya da Peygamberlerin onları görebilecek göz yapısına kavuşturulmaları da imkân dı­şı değildir. Nitekim imâm eş-Şâfitnin yukarda kaydettiğimiz âyeti delil getirerek cinlerin görülemeyeceği kanaatinde oldu­ğu anlaşılmaktadır. er-Rebi b. Süleyman'ın naklettiğine göre eş-Şâfiî'nin bu konuda şöyle dediği kaydedilmektedir:

"Adalet sa­hibi kimselerden olduğu halde kim cinleri gördüğünü ileri sürer­se, şahitliği reddolunur. Allahu Teâlâ'nın, 'O ve kabilesi, sizin on­ları göremediğiniz yerden sizi görürler' âyetine muhalefet etme­sinden dolayı da azarlanır. Cinleri gördüğünü söyleyen kimse bir Peygamber olursa o başkadır." [306]

İmâm eş-Şâfi'î'nin görüşünün bu konuda hayatın ger­çeklerine uygun ve İslâm inancının derli toplu bir ifadesi olduğu ortadadır. Melekleri Peygamberlerden başkası göremez, görememiştir. Diğer insanların bu konudaki iddiaları bir ya­landan ibarettir. Cin ve şeytânı da Peygamberler görmüşlerdir. Allah onların gözlerini bu konuda elverişli kılmıştır, ya da cin ve şeytânlara kesafet (yoğunluk) kazandırmıştır. Veya Pey­gamberler onları gönül gözleriyle görmüşlerdir. Bu konuda İs­lâm âlimlerinin farklı yorum ve yaklaşımları vardır. Ancak İmâm eş-Şafiî'nin de kesin olarak belirttiği gibi, diğer insanla­rın cinleri görmeleri söz konusu olmamalıdır. Gerek insanların tarihî müşahede ve tecrübesi, gerekse ilgili âyetin aksini bildirmesi sebebiyle, diğer insanların cinleri görebildikleri ko­nusunda bize güvenilir bilgiler ulaşmamıştır. Diğer insanların bu konudaki iddiaları herhalde bir takım yalanlardan ve hayal ürünü şeylerden ibarettir. Bu sebeple de İmâm eş-Şâfiî, bu tür idialarda bulunanların yalancı olduklarını, âyete muhalefet et­meleri sebebiyle de ta'zîr cezasına çarptırılmaları gerektiğini söylemiştir. İmâm eş-Şâfiî bu hükümden Peygamberleri hâriç tutmuştur. Çünkü onlar, melekût halemiyle, ruhanî âlemle irtibat kuran, Allah'la kulları arasında elçilik yapan yüce insan­lardır. Onların, vazifeleri gereği zaten, melek, cin ve şeytânla ilgili konularda bilgili olmaları, onları görüp irtibatta bulun­maları zarurî bir durumdur. Bir melek olan Cebrail (a.s.) va­hiy yoluyla Allah'ın buyruklarını getiriyor, bu açıdan Hz. Peygamber'in onu görmesi ve onunla görüşmesi vazifesi gereğidir. Kendisini ve ümmetini şeytândan ve onun düşmanlığından, tuzaklarından koruması için onun varlığının farkında olması lâzımdır. Daha önce ilgili bölümde kaydettiğimiz üzere, cinler kendisine iman etmeye geliyorlar, Kur'ân dinliyorlar, Allah'ın emir ve yasaklarını öğreniyorlar. Bu sebeple onların Hz. Resûlullâh'ı görüp işitmeleri nasıl gerekli oluyorsa, Hz. Peygamber'in de onları görmesi ve işitmesi, sorularına cevap verip müşkillerini halletmesi açısından lüzumludur.  Çünkü O (s.a.v.), insanların ve cinlerin peygamberidir. Bu konudaki bil­giler ilgili bölümde kaydedildiği için detaylara girmiyoruz. Hamdi Yazır bu konuda şunları söylemektedir:

"... Çünkü o ve o kabilden olanlar sizi, sizin onları göremeyeceğiniz cihetten gö­rürler, İbtis de cinlerden olduğundan, o şeytân ve onun hemcins­leri zürriyet ve cünûdu insan nazarından gizlenebilen cinn gürûhundandırlar. Ve hafiye ve casus gibi insanı göremediği tarafın­dan vurur avlarlar. Müfessirler demişlerdir ki, bundan insanın şeytânı hiç göremeyeceği zannedilmemelidir. Görülmeyecek yön­den görebilmek, hiçbir veçhile görülememeği iktizâ etmez. Filva­ki bir insan bile diğer insani göremeyeceği cihetten görebilir. Şey­tan da insanı böyle görmediği tarafından aldatır ve hatta bazan görünür de şeytân olduğunu sedinne. Şeytan olduğunu gizlemeyerek göründüğü de olur. Lâ Yeftinenne-kumu'ş-Şeytânu) nehyi de gösterir ki, bir insan için şeytânın fitnesinden korunmak ve sakınmak mümkündür. Demek ki şeytân gözle görünmediği halde bile onun şeytanet ve iğvâ noktaları bi­linebilir. Ve bilinemediği halde bile libas-ı takva, hiss-i imân ve haşyet, onun fitnesine en kuvvetli bir mania teşkil eder. İnsan za­hir ve bâtınıyla maddeten ve manen mücehhez olur, libas-ı takva ile içinden dışından giyinmiş bulunursa, şeytân onu görmediği ta­rafından gördüğü halde bile nüfuz edip aldatamaz, binaenaleyh şeytândan libas-ı takva ile sakının..." [307]

Süleyman Ateş de, insanın şeytânı görmediğini, mâhiyet itibariyle bu gözümüzle değil, ancak manevî gözle görülebile­ceğini kaydederek, "Muhakkak ki, Peygamber, şeytânı melekle­re mahsus, manevî bir güçle görmüştür. Bu, basiret gözüdür. Bazı velîlerin cinleri gördüklerini bizzat kendi ağızlarından dinlemişizdir" [308] demektedir.

Yukarıda kaydettiğimiz üzere, Kur'an ve hadislerden an­laşılan husus şudur ki, Peygamber ve bazı büyük insanlar, me­lek, cin, şeytân gibi ruhanî varlıkları aslî sûretleriyle görebile­cekleri gibi, Allah'ın iradesi doğrultusunda onların kesafet ka­zanmalarıyla da başka şekilde görebilirler. Nitekim Resûlullâh, Cebrîl'i aslî suretiyle, [309] Hz. Meryem ise düzgün bir insan suretiyle görmüştür. [310] Bazı hadislerde bildirildiğine göre Hz. Peygamber, Cebrail'i (a.s.) ashâb'dan Dıhyetü'l-Kelbî şeklinde de görmüştür. [311] el-Buhâri, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi hadis âlimleri tarafından, Ebü'd-Derdâ ve Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber şeytanı da görmüştür. Ha­dis şöyledir:

Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

"Cin taife­sinden bir ifrit dün gece namazımı bozmak için ansızın üzerime hücum etti. Fakat Allah (c.c.) beni ona galip getirdi de hemen boğdum. Sabah olunca hepiniz göresiniz diye Mescid'in direkle­rinden birisine bağlamak istedim. Ancah kardeşim Süleyman'ın (a.s.) şu duasını hatırladım: 'Ya Rabb! Bana mağfiret et ve bana öyle bir mülk ver ki, o benden sonra hiçbir kimseye lâyık olma­sın. Şüphesi bütün dilekleri ihsan eden Sensin, Sen.” [312]

Müslim'in Ebü'd-Derdâ'dan yaptığı bu konudaki rivayet ise şöyledir:

"Ebü'd-Derdâ (r.a.) şöyle dedi:

'Birgün Rasulullah (s.a.v.) (namazdayken) ayağa kalktı. Biz de ondan işittik. 'Sen­den Allah'a sığmıyorum' diyordu. Sonra üç kere, 'Seni Allah'ın lanetiyle lanetliyorum' dedi ve sanki bir şey atıyor gibi ellerini uzattı. Namazdan çıktıktan sonra, 'Ya Rasûlallah! Senden, na­mazdayken söylediğin bir söz duyduk ki, bundan evvel onu hiç işitmemiştik.' dedik. Bunun ürerine, Allah'ın düşmanı İblis, yü­züme çarpmak için elinde ateşten bir şihâb olduğu halde geldi. Bunun üzerine ben üç defa, 'Senden Allah'a sığınırım' dedim. Bundan sonra da, 'Seni Allah'ın lanetiyle lanetliyorum' dedim. Bu da üç defa oldu, fakat geri çekilmedi. Sonra onu yakalamak iste­dim. Vallahi kardeşimiz Süleyman'ın duası olmasaydı, muhak­kak bağlanmış olacaktı da Medine halkının çocukları onu oyuncak edeceklerdi' buyurdu." [313]

Yukarda kaydettiğimiz Ebu Hureyre hadisi farklı bir ola­yı, Ebü'd-Derdâ (r.a.) hadisi ise Mescid-i Nebevfde sahabenin bulunduğu bir sırada meydana gelen başka bir olayı anlatmak­tadır. Ebû Hureyre hadisinde, Hz. Peygamber'in namazda ge­len şeytânı yakaladığı, boğduğu Mescid'in direklerinden biri­sine bağlamak istediği anlatılıyor. Ebü'd-Derdâ hadisindekî olay ise Mescid'de olmuş, Hz. Peygamber elinde bir şihâbla saldıran şeytânı görmüş ve mücadele etmiştir. Bu olayda, şey­tânın asli yapısında olduğu, kesafet (yoğunluk) kazanmadığı anlaşılıyor. Çünkü Hz. Peygamber onu görmüş, fakat orada bulunan sahabe görmemişlerdir. Bu da, Allah'ın izniyle Hz. Peygamber'in onları hem aslî şekillerinde hem de kesafet ka­zanmaları halinde görebildiğini ortaya koymaktadır. Ahmed Naim bu hadislerle ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Bun­dan, Süleyman (a.s.) ashabının cinni görebddiklerine istidlal olu­nur. Çünkü nübüvvetinin deldlerinaen olan cinlerin boyun eğme­leri mucizesini gözleriyle müşahede etmemiş olsalardı, hüccet kâim olmayacaktı. Melâike ve cinni, aslî suretlerinde zaman za­man müşahede, Enbiyâ ve Asfiyâya mahsus bir keramettir." [314]

Ahmed b. Hanbel'in Ebû Hureyre'den (r.a.) naklettiği bir hadiste de, Hz. Peygamber'in Mi'râc'da şeytânları gördü­ğünden bahsedilmektedir. [315]

Sonuç olarak, normal insanların onları göremeyecekle­rini, cinlerin ve insanların vücut yapılarının buna uygun yara­tılmadığını, Peygamberler ve manevî açıdan büyük insanların Allah'ın izni ve iradesiyle cinleri görebildiklerini söyleyebili­riz. Burada, İslâm Hukukçularının, cinleri gördüğünü ileri sü­ren kimselere yalancı gözüyle bakıp, onların şahitliklerini ka­bul etmemeleri hususunun çok isabetli olduğunu kaydetmek yerinde olacaktır. Kanaatimizce bu kimseler, ya yalancı, ya da ruhsal dengesi bozuk, psikolojik rahatsızlığı olan kimselerdir. Peygamberlerin dışında, cinleri gördüğünü ileri süren kimse, yalancı ve deli değil, velilik makamında büyük bir insan ise, onun gördükleri de kendisini ilzam eder, başkalarını bağlamaz ve alakadar etmez düşüncesindeyiz. Zaten Ahmed Naim ve Süleyman Ateş'in de kaydettikleri gibi, veliler, asfiya, cinleri kendi asli suretlerinde, ruhani yapılarında görmüşlerdir. Bu açıdan diğer insanların da, Peygamberlerin gördüğü gibi cin­leri kesafet (yoğunluk) kazanmış şekillerde gördüklerini ka­bul etmek kanaatimizce pek mümkün gözükmemektedir. Bu­nun kabulünün, yılanların, siyah renkli kedi-köpek, keçi vs. hayvanların cin olduğuna dair halk arasında yaşayan ve İslâm öncesi kültürlerin kalıntısı olduğu bilinen bir takım hurafe ve yanlış inançların doğru sayılmasını gerektireceği açıktır. [316]

 

F- Cinlerle Evlenmek

 

İslâm âlimleri, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bazı âyetlere dayanarak cinlerin kendi aralarında evlenip, yapılarına uygun aile hayatı yaşayarak çocuk sahibi olduklarını söylemişler­dir. [317]

Bu âlimlerin görüşlerine delil gösterdikleri âyetlerden birisinde şöyle buyurulmaktadır:

"Oralarda, gözünü yalnız er­keklerine çevirmiş (öyle dilberler) vardır ki, bunlardan önce ne bir insan, ne de bir cin asla kendilerine dokunmamtştır.” [318]

Müfessirler, bu âyette geçen (Tams) kelimesinin, kızlık zarının giderilmesi sebebiyle, kadının cinsel organının kanamasına sebep olan ilk cinsel ilişki anlamına geldiğini söy­lemişlerdir. [319]

Bu konuda delil getirilen âyetlerden birisinde ise şöyle buyurulmaktadır:

"Meleklere, Âdem'e secde edin, demiştik. İblîs'den başka hepsi secde etmişti, o, cinlerden idi. Rabbinin buy­ruğu dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. zalimler için ne fena birbedel!” [320]

Bu âyetler, cinlerin de yapılarına uygun bir şekilde cin­sel ilişkide bulunduklarını ve zürriyete sahip olmak için kendi aralarında evlendiklerini göstermektedir. Bu konuda İslâm âlimleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı göze çarpmamak­tadır. Ancak cinlerle insanlar evlenebilir mi? Cinlere mensup bir kadın ile insan neslinden bir erkek, ya da bir kadın ile bir cin erkeği evlenebilir mi? Bu mümkün ve İslâm'a göre caiz olur mu? Bu konuda İslâm âlimleri arasında bazı görüş farklı­lıkları olduğu anlaşılmaktadır. Araştırmamızın bu bölümünde bu konuyu incelemeye çalışacağız. Önceki kültürlerin bir in­celemesi, insanlarla cinlerin evlenebildiklerine dair inancın çok eskilere dayandığını ortaya koymaktadır. Biz burada bü­tün eski kültürlerde bu konuda yer alan hususları inceleme imkânına sahip değiliz. Ancak Ehl-i Kitâb ile Câhiliye döne­mine ait elimizde mevcut bazı ipuçları, bizim bu kanaate var­mamıza sebep olmaktadır. Nitekim eş-Şiblî'nin kaydettiğine göre, babası insan, annesi cin olan kişilerden doğan kimseye Araplar "el-Has" demekteydiler. Yine, insan ile cin sihirbazın­dan dünyaya gelene de "el-Amlûk" diyorlardı. [321] İbn Cerîr'in, Atâ'dan naklettiğine göre ise, İbn Abbâs:

"Kişi karısıyla hayızlı haldeyken cinsel birleşmede bulunursa, şeytân o adamdan daha önce davranır da, o kadın muhannese (eşcinsel) hâmile kalır. Muhannesler cin çocuklarıdır" [322] demiştir. İbn Abbâs'ın bu rivayetinin, devrin yanlış tıp bilgisini yansıttığı açıktır. Ar­tık günümüzde, hayızlı haldeyken kadının hamile kalmayaca­ğı, bu durumun kadının rahmindeki yumurtanın parçalanma­sı sonucu oluştuğu, çocuğun meydana gelmesinin ise erkeğin sperminin kadının rahmindeki yumurtaya yerleşmesi neticesi meydana gelen döllenmenin sonucu olduğu, hayız halinde kadnıın rahminde döllenecek yumurta bulunmadığından, cinsel ilişkide bulunulsa bile döllenmenin söz konusu olmayacağı bilinmektedir. İbn Abbâs'ın, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bu ko­nudaki yasağı açıklamak için başvurduğu tahmin edilen bu ri­vayetin Câhiliye kökenli olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü yanlış bir tıp bilgisinin ürünü olan bu rivayetin, Allah katın­dan vahiy alan Hz. Peygamber'e nisbet edilemeyeceği açıktır. İbn Abbâs, bunu Ehl-i Kitâb'dan da almış olabilir. Çünkü on­larda da bir erkeğin hayızlı halde hanımına yaklaşması yasak­tır. [323] Kur'ân-ı Kerîm'in bu konudaki yasağının, bu durumda­ki kadınların ruh ve beden sağlıklarının korunmasına yönelik olduğu hususu açıklanmaya muhtaç değildir. Abdürrezzâk'ın, Ali b. el-Hüseyn'den naklettiği bir rivayet de, Câhiliye döne­minin bu konudaki inancı hakkında bize fikir vermektedir: "Fâtıma bint Nu'mân en-Neccâriyye adlı Yesrib'li bir kadına bir cin erkeği musallat olmuştu. Eve geldiği zaman bu kadına saldı­rıyordu. O cin erkeği, yine bir gün âdeti üzere gelerek duvara yaslandı ve daha önceleri yaptığı gibi davranmadı. Bunun üzeri­ne Fâtıma, 'Niçin içeri gelip, önceden yaptığın şeyi yapmıyor­sun?' diye sordu. Bunun üzerine o cin erkeği:

 'Muhakkak ki bu­gün zinayı yasaklayan bir Peygamber gönderildi' dedi." [324] Yu­karda kaydettiğimiz bu rivayet, Câhiliye dönemi halkının cin­lerin insanlarla cinsel ilişkide bulunabileceklerine inandıkları­nı görmektedir. Gerek Ehl-i Kitâb, gerekse Câhiliye dönemi­nin bu konudaki inancını yansıtan rivayetlerden birisi de, Hz. Süleyman'ın çağdaşı Sebe Melikesi Belkis hakkındadır. Bun­lardan Katâde'den nakledilenine göre, "Belkis'in anne ya da babasından birisi cinlerdendi." [325] eş- Şiblî ise, "Belkis'in babası Yemeride hüküm sürmüş büyük krallardan birisiydi. Buralarda be­nim gibi kral yoktur, diyordu. Bu melik daha sonraları cinlerden Reyhâne adlı bir kadınla evlendi ve bu kadından Belhis dünyaya geldi Belkis'e, Belkama adı da verilmiştir Nakledildiğine göre, Belkis'in ayaklarının arka kısmı hayvan tırnakları gibiydi. '[326] Tefsir kitaplarında Katâde'de son bulan bu rivayet, diğer bazı kaynaklarda Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadis şeklinde sokulmuştur. Bu rivayet de şöyledir:

Sa'îd b. Beşîr'in tercüme­sinde, Katâde, en Nadr b. Enes, Beşîr b. Nüheyk vasıtasıyla Ebu Hureyre'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber:

"Bel­kis'in ebeveyninden birisinin cinlerden olduğunu" söylemişler­dir. [327] Bu rivayetlerin israiliyat olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü Tevrat'ta Belkis'in Hz. Süleyman'a gelip onunla görüş­mesinden bahsedilmektedir. [328] Kitâb-ı Mukaddes'te, "Süley­man'ın işleri Kitabı" adlı bir eser bulunduğu ve Hz. Süley­man'ın yaptığı işlerle bunların hikmetinden bahsedildiğini öğ­renmekteyiz. [329] Bu açıdan, Belkıs'ın annesinin cinlerden ol­duğuna dair rivayetin buradan aktarılmış olduğunu tahmin etmekteyiz.

Belkıs'ın anne veya babasından birinin cinlerden oldu­ğunu hadis şeklinde nakleden ravikrden [330] Sa'îd b. Beşîr, şid­detle tenkîd edilmiştir. Hafızasının kötü olduğu, hadis ilmin­de güçlü bir kimse olmadığı, mûnker şeyler naklettiği için za­yıf sayıldığı belirtilmiş, hadis âlimlerinden İbn Mehdî kendi­sinden rivayeti terketmiştir. Yine onun, Katâde'den münker şeyler naklettiği kaydedilmiştir. [331] Sa'îd b. Beşîr'in konumuzla ilgili rivayeti de Katâde'dendir. Söz konusu rivayetin ravîlerinden Beşir b. Nüheyk'in naklettiği hadislerin delil olarak alınamayacağı, kendisinin Ebu Hureyre'den (r.a.) hadis işitmedi­ği bildirilmektedir. [332] Konumuzla ilgili rivayette Beşîr b. Nü­heyk ile Ebu Hureyre (r.a.) arasında başka bir ravi bulunma­maktadır. Bu açıdan, Belkıs'ın ebeveyninden birisinin cinler­den olduğuna dair bu rivayetin Hz. Peygamber'e ait bir hadis olmadığı kanaatindeyiz.

Yukarda kaydettiğimiz gibi bu rivayetin isradiyât kay­naklı olduğu ve ait olduğu dönemin insanlarının cinlerle evlenilebildiğine dair inancını yansıttığı hatıra gelmektedir. Nite­kim Yahudiler arasında, cinlerle insanların evliliğinin müm­kün olduğuna dair bir inancın mevcut olduğu kaydedilmekte­dir. Kutsal Kitap sonrası Yahudi menkibelerinde nakledildiği­ne göre, Hz. Âdem'in ilk karısı dişi cin Lîllth'dir. Aggada ile ilgili gelenekte ileri sürüldüğüne göre, cinler, Hz. Âdem'in Lilith'den olan zürriyetidir veya kadınlarla cinsel ilişkiye girmiş olan kovulmuş meleklerin neslidirler. [333] Meleklerin insan kızlarıyla cinsel ilişkiye girdiklerine dair bu yahudi inancının Tevrat'a dayandırıldığı görülmektedir. [334]

Şimdi de İslâm âlimlerinin, cinlerle evlenmenin müm­kün olup olmadığına, bunun dinen caiz görülüp görülmediği­ne dair görüşlerini incelemek istiyoruz. İslâm âlimlerinden bir grup, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerle, bir kısım ha­disleri delil göstererek, cinlerle evlenmenin mümkün ve bu­nun dince caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir, İbn Nuceym, el-Hasenü'l-Basrî'ye cinlerle nikâh hakkında sorulduğunda, onun böyle bir nikâhın şâhidsiz olarak caiz olduğunu söylediğini kaydetmektedir. [335] ed-Demirî ise, Kur'ân ve ilim ehli bir zat tanıdığını, bu kişinin kendisine, birer birer olmak üzere cinlerden toplam dört tane kadınla evlendiğini söylediğini kaydetmektedir. [336] eş-Şiblî ise cinler hakkında te'lif etmiş ol­duğu eserinde, cinlerle nikâhın mümkün olduğunu savun­maktadır. eş-Şibil bu konuda şunları söylemektedir:

"Hz. Peygamber'in cinlerle evlenmeyi yasaklaması, fukahânın, cinlerle in­sanlar arasında nikâh caiz değildir demeleri, Tâbi'in'den bazı kimselerin bunu hoş karşılamaması, böyle bir şeyin mümkün ol­duğunu gösterir. Çünkü mümkün olmayan bir şeyin caiz olduğu­na veya meşru olmadığına hükmedilmez [337] eş-Şiblî'nin Resûlullâh'ın cinlerle nikâhı yasakladığını bildirdiği rivayet, sahih kaynaklarımızla yer almayan mürsel bir nakildir ve hadis âlimlerinden Zührî'ye nisbet edilmektedir. [338] Bu rivayetin de­ğerlendirmesi ilerde yapılacağından, eş-Şiblî'nin bu konudaki görüşlerini kaydetmeye devam etmek istiyoruz: "Denilirse ki, cinnin cevheri ateştir insanlarınki ise, anasır-ı erba'adır (Su, ateş, toprak, hava). Ateş unsuruna sahip dişi cinnin rahminde in­san nutfesi nasıl barınabilir? Buna imkân var mıdır? Bilindiği gi­bi insan nutfesi yaştır, ateşin şiddetli hareketine dayanamaz, eri­yip gider. Bu mümkün olsaydı, tabii ki insanlarla cinlerin birbir­leriyle evlenmeleri de mümkün olurdu... Onlar ateş unsurundan yaratılmış olsalar bile, yemek-içmek, evlenip çoğalmak suretiyle tıpkı asıdan toprak olan Âdemoğullarının ana unsurlarını kay­bettikleri gibi, cinler de ana unsurlarını kaybetmişlerdir. Kaldı ki, ateşten yaratılan, cinlerin atasıdır. İnsanların babası Hz. Âdem nasıl topraktan yaratdılmşsa cinlerin atası da ateşten yaratılmış, fakat babanın dışındaki diğer cinler ateşten yaratılmamışlardır. Tıpkı Hz. Âdem'den başka, diğer insanların topraktan yaratılma­dıkları gibi." [339]

Yukardaki satırlarında, cinlerin aslının ateş olmasına rağmen kendilerinin şu andaki yapılarının ateş olmadığını, bu sebeple bir insanla bir cin kadınının evlenip çocuk sahibi ol­malarının mümkün olabileceğini ifade eden eş-Şiblî, aynı ese­rinin bir kaç sayfa ilerisinde bu söyledikleriyle tenakuza dön­müştür. eş-Şibli bu konuda şöyle söylemektedir:

"Sahîhayn'da Ebâ Musa'dan bir hadis nakledilmiştir:

Medine'de bir gece evler­den birisi yandı. İçindeki insanlar da yandılar. Hz. Peygamber'e bu durum bildirilince şöyle buyurdular Şüphesiz ki ateş sizin düşmanınızdır. İşinizi bitirdiğinizde onu söndürünüz. Ateş bize düşman olunca, ondan yaratılan da ona uyarak tabilki düşmanı­mız olacaktır. Çünkü her şey aslına tâbidir. [340]

eş-Şiblî'nin yukarda kaydettiğimiz son satırlarına göre, cinlerden bir kadınla bir insanın evlenmesinin söz konusu olamayacağı ortaya çıkıyor. Çünkü onun son görüşüne göre, cinlerin öldürücü derecede insanların düşmanı oldukları mey­dana çıkıyor ve aralarında nikâhın mümkün olmadığı anlaşı­lıyor. Ancak Şiblî, cinlerle insanların evlenmelerinin mümkün olduğundan başka, bunun meydana geldiğine dair bazı hikâ­yeler de kaydediyor. [341] Onun cinlerle insanların evlenmesinin mümkün olduğuna dair delilleri ve bu konudaki görüşü ise şöyledir:

"Bunun imkan ve vukuuna gelince, insanların cinlerle veya cinlerin insanlarla evlenmesi mümkündür. Seâlibî der ki:

İn­sanlarla cinler arasında evlenmek ve çoluk- çocuk sahibi olmak mümkündün Çünkü Allah, 'Mallarına, çocuklarına ortak ol' bu­yurmuştur. Allah Rasülü de şöyle buyurmuştur: Kişi hamını ile cinsel ilişki kurduğunda besmele çekmezse, şeytân onun erkeklik organına hulul eder ve onunla beraber cima eder." [342]

Yine eş-Şiblî, "Diğer bir kısım âlimlere göre, cinsel ilişki esnasında kişi besmele çekmediği zaman cinler araya girip, onunla birlikte cinsel birleşmede bulunur. 'Onlara mallarında ve evladında ortak ol' mealindeki âyetle, 'Onlara, kendilerinden ön­ce ne bir insan ve ne de bir cin dokunmamıştır' âyetinden bu kas­tedilmiştir" [343] demektedir. eş-Şiblî'nin bahsetmekte olduğu âyet şöyledir:

"Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat, atlı­ların ve yay alarmla onların üzerine yaygarayı bas, mallarda ve evlatta kendilerine ortak ol; onlara çeşitli vaadler yap. Gerçi şey­tân, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” [344]

Müfessirlerin çoğu, bu âyeti Şiblî ve benzeri âlimlerin anladığı mânâda anlamamışlardır. Onlar, bu âyette 'Evlatda or­tak ol' sözü ile mecazî bir anlam kasdedildiğini, bununla, kız çocuklarının öldürülmesi, annelerinin zina yapması veya zina yoluyla çocuk sahibi olunması ya da çocukların anne babaları tarafından kâfir olarak yetiştirilmeleri gibi hususların anlatıl­mak istenildiğini söylemişlerdir. [345] Bu açıdan âyetten, Şiblî ve benzeri alimlerin söylediği mânâyı çıkarmak mümkün değil­dir. Yani, kişi besmele çekmediği zaman şeytân ya da cinlerin, o kişinin hanımıyla, aynen bir erkeğin yaptığı şekilde cinsel ilişkide bulunması söz konusu değildir. Böyle bir anlayış, ru­hanî, mânevi, mecazî bir konuyu çok nesnel bir şekle indirge­mek olur. Şiblî'nin görüşüne delil olmak üzere kaydettiği, "Besmelesiz olarak cinsel birleşmede bulunan kimsenin cinsel or­ganına şeytanın sarılarak onunla beraber cinsî münasebette bu­lunduğuna" dair bir hadise de sahîh hadis kaynaklarımızda rasdayamadık. el-Aynî, bu rivayetin zayıf olduğuna işaret ede­rek, bunu müfessirlerden Mücâhid'e isnâd etmiştir. [346] Bu du­rumda da söz konusu rivayet bir hadis değil, Mücâhid'in, bes­mele çekmenin faziletiyle ilgili olarak söylemiş olduğu bir söz olmalıdır. Bu konuda, sahih kaynaklarımızda bir hadis yer al­makta fakat bunda, "Şeytan'ın besmele çekmeyen kimse ile beraber cinsel ilişkide bulunduğundan" bahsedilmemektedir. Bu rivayet şöyledir:

İbn Abbâs'tan (r.a.) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sizden biri eşine yaklaşmak istediği zaman, (Bismillâhi Allâhümme Cennibnâ'ş-Şeytane ve Cennibi'ş-Şeytâne Mâ Razaktenâ) 'Bismillah, Ey Allah'ım! Bizi, Seytân'dan uzaklaştır, Şeytân'ı da bize ihsan ettiğin çocuktan uzak kıl!' derse ve araların­da çocuk takdir olunursa, Şeytân artık o çocuğa zarar' veremez.” [347]

Görüldüğü gibi bu hadiste Besmele çekmeye teşvik var­dır ve buradan eş-Şiblî ve benzeri âlimlerin kasdettigi hususu çıkarmak da mümkün değildir. [348]

eş-Şiblî, cinlerle insanların evlenmelerinin ya da cinsel ilişkide bulunmalarının mümkün olduğuna dair görüşünü desteklemek için şöyle bir rivayet kaydetmektedir:

"el-Fetâvâ'z-'Zâhiriyye'de şöyle nakledilmiştir:

'Bir kadın, kendisine gün­de bîr kaç kere bir cinnin gelip temas ettiğini ve kocası ile cinsel ilişkide bulunduğu zaman duyduğu zevki aldığım söyledi ve bu hususta fetva istedi. Kadına, 'Yıkanman gerekmez' diye fetva verdiler." [349] Ancak, eş-Şiblî'nin kaynak gösterdiği el-Fetâvâ'z-Zâhiriyye'de, söz konusu hususun gündüz gerçekleşen bir olay değil, rüyada meydana gelen bir durum olduğundan bahsedil­mektedir. Dolayısıyle, "Bir cinnin, bir kadınla cinsel ilişkide bulunması" gündüzleri defalarca olan bir hâdise değil, rüyada meydana gelen bir ihtilâmdan ibarettir. el-Fetâvâ'z-Zâhinyye'de kaydedilen ibare şudur:

"İbn Abdullah b. el-Mübârek'in Salât'ında kaydedildiğine göre, bir inadın:

'Benim bir cinnim var, uykuda bana defalarca yaklaşıyor ve ben, kocam benimle cinsel ilişkide bulunduğu zamanki gibi zevk duyuyorum' dedi ve fetva istedi. Kendisine, 'Gusûl gerekmez' diye fetva verildi." [350]

Görüleceği üzere el-Fetâvâ'z-Zâhiriyye'de yer alan bu ibarenin, eş-Şiblî'nin yukarıda öne sürdüğü, "Cinlerin insan­larla cinsel ilişkide bulunmalarının mümkün olduğuna" dair iddiasına bir delil olamayacağı açıktır.

el-Hakîm Tirmizî ve Kurtubî gibi bazı âlimler de, Ebû Dâvud tarafından da kaydedilen bir rivayeti delil göstererek, insanlarla cinlerin cinsel ilişkisinin mümkün olduğunu sa­vunmuşlardır. [351] Söz konusu rivayet şöyledir:

Ebû Dâvud, Muhammed b. d-Müsennâ, İbrahim b. Ebi'l-Vezîr, Dâvud b.Abdirrahmân el-Attâr, İbn Cüreyc, Cüreyc, Ümmü Humeyd vasıtasıyla Hz. Âişe'den şöyle nakletmiştir:

"Hz. Aişe, Rasûlullâh (s.a.v.) bana, 'Sizin içinizde hali garipleşen kimseler (...el-Muğarrebûn) görüldü mü?' buyurdu veya 'görüldü mü' yerine başka bir kelime söyledi. Ben, 'el-Muğarrebün nedir?' dedim. Hz. Peygamber de:

Kendilerinde cinlerin ortak olduğu kimselerdir' buyurdu." [352]

Ancak yukarda kaydettiğimiz bu rivayet zayıftır. İsnâdda yer alan râvîlerden Ümmü Humeyd bint Abdirrahmân'ın durumu meçhuldür. Kaynaklarımızda, kendisi hakkında her hangi bir değerlendirmeye varacak bilgiye rastlanamarnıştır. [353] Yine Râvîlerden Dâvud b. Abdirrahmân el- Attâr da ha­dis alimleri tarafından tenkîd edilmiştir. Yahya b. Ma'in, onun zayıf olduğunu bildirmiştir. [354]

Daha önce de kaydettiğimiz gibi, cinlerin bir kimseyi is­tila etmesi, onun irâde ve davranışlarını o kişinin yerine düzen­lemesi, o kişiyle beraber yiyip içmesi, hanımıyla onunla beraber cinsel ilişkide bulunması, o şahsın evlâdına ortak olması söz ko­nusu olamaz. Buhususta delil gösterilmeye çalışan âyet ve ha­disler mecazi bir anlam taşımaktadır. Cinlerin bir kimseyi is­tilâ edip, o kimsenin aklını dumura uğratması da kabul edile­cek bir husus değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hak:

"Kurallarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz” [355] buyur­muştur. İslâm âlimleri de, cin ve şeytânların insanları delirtip akıllarını yok etmeye kudretlerinin olmadığını kaydetmişler­dir. [356] Yukarda kaydettiğimiz rivayette, (el-Muğarrebûn) Hali garipleşen, yalnızlığa bürünen kimseler) lafzıyla kendisinden bahsedilen şahısların, günümüz tıbbının Şizofreni ya da Me­lankoli kapsamına aldığı kimseler olduğu hatıra gelmektedir. Şizofreniye yakalanmış hastaların, dış dünyanın gerçeklerin­den koptuğu, kendisinin meydana getirdiği yalancı bir dünya­da yaşadığı, iç dünyalarına kapanıp haftalarca düşündükleri, konuşmadıkları, kendilerinin dış etkiler altında olduklarına inandıkları, bütün düşünce, konuşma ve davranışlarının dı­şardan kontrol edildiği, bunların kendilerine ait olmadığını ileri sürdükleri kaydedilmektedir. [357] Aynı şekilde, Melankolik hastalar da çevreleriyle ilgilenmemekte, konuşmamaktadırlar. Bu kişiler âdeta canlılıklarım, enerjilerini kaydetmişlerdir. Kendilerini bitkin hissederler. Özellikle sabahları kederleri çok fazladır. [358]

Ne yazık ki, halen Tıp ilmi bu tür rahatsızlıkların kesin bir tedavisini sağlayamamıştır. Ancak bu konuda epeyce me­safe alındığı da bir gerçektir. Günümüzde bu tür hastalıkların kesin olarak sebebi bilinmemektedir. Her hastaya göre farklı durumlar söz konusu olabilmektedir. Bu açıdan bu tür hasta­lıklara cinlerin sebep olduğunu söylemek, bunları mahiyeti mübhem olan varlıklara havale etmek,'meydana geliş sebeplerini, te­davilerini ilmin sahası dışına çıkartmak demektir. Bu ise doğru değildir. Ruh-beden ilişkisi artık günümüzde kavranmaya başlanmış, bir çok hastalığın ruhsal nedenlerden kaynaklandığı (Bkz. Psikosomatik hastalıklar) Tıp ilmi tarafından da tespit edilmiştir. [359] Bu yüzden, bahsedilen hastalıkların da cinlerle vs. ile değil, kişinin ruh ve beden yapısıyla, bu ikisinin birbiriyle münasebetiyle yakından ilgili olduğu hatıra gelmektedir. Bütün bunların ışığında Ebû Dâvud tarafından kaydedilen ha­disin, cinlerin insanlarla ilişki kurmalarının mümkün olduğu­na delil olamayacağı kaınaatine varmaktayız. Bizce mezkûr hadisde "el-Ciri" lafzıyla kasdedilen, bildiğimiz özel anlamda­ki cinler değil, bu tür rahatsızlıklara sebep olan hususlardır. Yalnızlaşan, garip davranışlara bürünen, kendisini toplumdan dışlayan, çevreden ve dış dünyadan kopan kimselerin bu tür hareketlerine, hastalıklarını sebep olan, ancak ne olduğu insa­noğlunun bilgisi dışında kalan görünmeyen bir takım gizli et­kenlere, onların bu özelliklerinden dolayı Hz. Peygamber ta­rafından "Cin" denilmiş olmalıdır. Ancak elde mevcut rivaye­timizin sahih olmadığı, ravîlerden birisinin tenkide uğramış olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.

eş-Şiblî, cinlerle evliliğin mümkün ve caiz olduğu husu­suna İmâm Mâlik'in bir fetvasını da delil göstermektedir. Buna göre, "Yemen'den bir topluluk mektup yazarak İmâm Mâlik b. Enes'e şöyle sordular:

'Burada cinlerden bir adam var. Bizden bir kız istiyor helal yoldan evlenmeyi arzu ettiğini ileri sürüyor, ne dersiniz? İmâm Mâlik de:

'Bu konuda dinen bir sakınca yoktur. Fakat ben bunu hoş karşılamıyorum. Çünkü yarın bir kadın cin­den hâmile kaldığı zaman, çevresindeki insanlar, 'Bu çocuk kim­dendir?' diye sorduklarında, 'Cindendir' diye cevap verecektir. Bu yüzden de müslümanlar arasında fesâd alıp yürüyecektir.'" İmâm Mâlik'ten nakledilen bu görüşü, Ebû Osman Sa'ıd b. el-Abbâs er- Râzî, Kitâbü'l- İlham ve'l Vesvese adlı eserinde nakletmiştir. [360]

Konumuzla ilgili olarak eş-Şiblî şunları söylemektedir:

"İmâm Mâlik'in, 'Bence, dinen bunda bir sakınca yoktur' sözü, ona göre cinlerle evlenmenin caiz olduğunu gösterir. Kendisi, bu­nu başka bir sebepten dolayı kerîh görmüştür ki, o da aksinin meydana gelmesinin imkânsızlığıdır" demektir. [361]

Kanaatimizce, cins ayrılığından dolayı cinlerle insanla­rın evlenmesinin mümkün olmadığına dair İslâm âlimleri ta­rafından delil gösterilen âyetleri İmânı Mâlik'in bilmemesi söz konusu olmadığına göre, bu fetvanın şu haliyle imâm Malik'e ait oluşunda bir şüphe söz konusudur. Çünkü onun, "Cinler­le nikâhta dinen bir sakınca görmemesi"  hususu tenkide muhtaçtır. Fetvanın sonraki satırlarında İmâm Mâlik'in, zina yoluyla hamile kalan kadınlara, bu çocuğun babası kimdir? diye sorulduğunda, "Cindir" diyerek hukukî sorumluluktan kurtulmak isteyeceklerini, böylece toplumda fesadın, fuhuş ve ahlâkî çöküntünün yayılacağını, bu açıdan cinlerle nikâhı şahsen hoş karşılamadığını söylediği ifade ediliyor. Halbuki dinen yapılmasında bir sakınca görülmeyen hususların toplu­mun fesadına değil, ıslâhına ve faydasına hizmet edeceği açık­tır. Toplumun bozulmasına sebep olan hususları yapmanın di­nen sakıncalı olduğu herkesçe malumdur. O zaman, müslümanlar arasında zina ve fuhşun yaygınlaşmasına, fesadın yer­leşmesine sebep olacağı bildirile'n "Bir insanın cinlerle evlen­mesi hususu" dinen nasıl sakıncalı olmaz? Bunu kabul etme­nin mümkün olmadığı açıktır. Ayrıca her iki cinsin evlenme­leri, cinsel ilişkide bulunup çocuk sahibi olmaları zaten yara­tılışları açısından mümkün değildir. Çünkü cinler ruhani, in­sanlar cismânî varlıklardır. Bu sebeple, İmâm Mâlik'e atfedilen bu fetvayı doğru kabul etmek, bunu cinlerle nikâhın caiz ve mümkün olduğuna delil saymak doğru değildir, kanaatinde­yiz.

ed-Demîri de bu konuyla ilgili olarak şunları naklediyor:

"Pahrüddin el-Ya'meri'nin el yazısı ile kaydedilmiş olarak şun­ları gördüm:

'Osman el- Muhâtilî, Ebü'l-Feth el-Kuşeyrî'den o da İzzüddin b. Abdi's-Selâm'dan işittiğine göre o şöyle diyordu: 'Ken­disine İbn Arabi'den sorulduğunda 'Kötü bir şeyhtir, yalancıdır', dedi. Bunun üzerine ona, 'Yalancı mı?' diye tekrar soruldu. O da:

'Evet. Birgün biz, cinlerle nikâh konusunu tartışıyorduk. 'Cin, la­tif bir ruhtur, insan ise kesif bir cisimdir. Bu ikisi nasıl birleşir?' dedi ve bir müddet yanımızdan ayrıldı. Sonra başı yarılmış oldu­ğu halde tekrar yanımıza geldi. Kendisine başının yarılmasından sorulduğunda, 'Cinlerden bir kadınla evlendim. Aramızda bir tartışma oldu, o da benim başımı yardı' dedi." ez-Zehebı İse, "İbn Arabi'nin bu yalanı kasden söylediğini zannetmiyorum. Bu, riyâz'ı hurafelerden biridir" dedi. [362] ez-Zehebî'nin, bunu hurafe ka­bul eden görüşüne katılmamak elbette mümkün değildir.

eş-Şiblî, bu konuda İshâk b. Râhûye'nin görüşünü de nakletmektedir. Buna göre Harb, "İshâk'a dedim ki, denize açı­lan bir adam kaybolmuş. Sonra bir cin hadım ile evlendiği mey­dana çıkmış. İshak dedi ki, cin ile evlenmek mekruhtur." [363] eş-Şiblî'nin bu naklinin, halk arasında yaşayan yanlış bir kana­atin ürünü asılsız bir rivayet olduğu açıktır. Ayrıca ait olduğu dönemin coğrafya kültürü ve bilgisini yansıtması açısından il­ginçtir. Demek ki, coğrafi keşiflerin yapılmadığı, okyanus öte­si kıtaların, deniz aşırı ülkelerin eski dünyada bilinmediği dö­nemlerde, Ortadoğu'da yaşayan halk, keşfedilmeyen deniz ötesi karalarda cinlerin yaşadığına inanıyordu. Belki de, vak­tiyle bir adam denize açıldı ve o zaman henüz bilinmeyen bir karaya çıktı. Orada yaşayan yerli halkla karşılaştı ve onlardan bir kadınla evlendi. Eski dünyada yaşayan halk da, kültür yapılarına uygun olarak bu adamın cinlerden bir kadınla evlen­diğini sandılar ve bu olay rivayet haline gelerek İshâk b. Râhuye'ye ulaştı. Ancak artık günümüz dünyası insanoğluna dar gelmeye başlamıştır ve ondan artıp da cinlere terkedilecek ka­ra parçaları da mevcut değildir. Üstelik cinlerin ıssız yerlerde yaşamalarına gerek de yoktur. Onlar da vücut yapılarına uy­gun olarak ayrı bir boyutta insanlarla içice yaşayabilirler. Bu­na bir engel de yoktur. Zaten insanoğlu, mor ötesi, kızıl ötesi ışınlarla, ses dalgalarıyla, kısacası göremediği bir yığın şeyle yaratılışından beri içice yaşayıp durmaktadır. Burada konu­muzla ilgisi açısından, Yeryüzü'nde daha önceleri cinlerin ya­şadığı, ancak bunların aralarında çıkan anlaşmazlıklar yüzün­den kan dökerek birbirlerini öldürdükleri, bu yüzden Allah'ın (c.c), onların üzerine İblîs'in komutasında meleklerden mü­teşekkil askerler gönderdiği, bunların yeryüzü'nde yaşayan cinlerle savaşıp, onları yenerek, denizlerdeki adalara ve dağla­rın etrafına sürdüklerine dair İbn Abbâs'tan İsrâiliyyât kay­naklı olduğunu düşündüğümüz bir rivayet nakledildiğini kay­detmemiz uygun olacaktır. [364]

eş-Şiblı, Tâbiin'e mensup bir grup İslâm âliminin, cinlerle evlenmenin meşru olmadığı görüşünde olduklarını kaydetmiştir. [365] Hanbeli mezhebine mensup âlimlerden bir grup da, onlar­la nikahın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. [366] Yine İslâm âlim­lerinden el-Hasenü'l-Basrî, Katâde, el-Hâfcim b. Kuteybe, İshâk b, Râhûye, Vkbe b. el-Esanın cinlerle nikâhın caiz olmadığını söylemişlerdi.” [367] Ali b. Ahmed'e, mümkün olduğu takdirde bir kimsenin cinlerden müslüman bir kadınla nikahlanmasının caizolup olmadığından sorulmuş, o da bunu soran kimseye ahmaklı­ğından dolayı bir tokat atmış ve bu şahsın câhil bir kimse oldu­ğunu söylemiştir. [368] Hanefi âlimlerinden Cemâlüddin es-Sicistânî de, "Cinsleri ayrı olduğu için insanlarla cinler arasında evlen­mek caiz olmaz" demiştir. [369] el-Fetâvâ's-Sirâciyyede'de cins ay­rılığından dolayı insanlarla cinler arasında nikâhın caiz olmadı­ğı belirtilmiş, bu yasağın kadın olsun erkek olsun her iki cinsi de içine aldığı kaydedilmiştir. [370]

eş-Şiblî, cinlerle nikâha cevaz verilirse, kişinin bazı so­rularla karşılaşacağını kaydederek şunları söylüyor:

"Eğer biz, buna cevaz verecek olursak birkaç hususla karşı karşıya kalırız. Bunlardan biri ... Sonra adam kemik vesaire gibi cinlerin azığı olan şeyleri cin olan karısına getirmeye zorlanır mı, zorlanmaz mı? [371]

Görüleceği üzere eş-Şiblî, cinlerle evlenmeyi mümkün görüyor ve böyle bir evlilik gerçekleşirse, cinlerden filan hanı­mın ne yiyeceği tartışmasını yapıyor. Kemik vs. nin cinlerin azığı olduğunu düşünüyor ve böyle bir koca, cinlerden olan karısına kemik getirmeye mecbur mu yoksa değil mi? sorusu­nu soruyor. Kemiğin cinlerin azığı olduğuna dair kanaatin yanlış olduğunu biz araştırmamızın daha önceki bölümünde ortaya koymaya çalıştık. Bu konudaki hadisler râvîlerin zabi hatası yüzünden yanlış anlaşılmıştır. Kanaatimizce Hz. Pey­gamber, kemiğin bildiğimiz anlamda cinlerin azığı olduğunu söylememiş, kemik ve tezekle ilgili olan hadislerinde, cin laf­zıyla mikropları kasdetmişlerdir. Bu açıdan, ruhanî bir yapıda olan ve bu araştırmamızın konusunu teşkil eden cinler, gıda almak için kemiğe vs. ye muhtaç değillerdir. Onların kendile­rine göre, gıda aldıkları, enerji sağladıkları kaynaklar vardır, onların yapıları ve mahiyetleri gibi bunlar da bizim meçhulümüzdür. Bu sebeple, kemik, tezek vs. atık maddeler, Hz. Peygamber'in o dönem şartlarında kendilerine "Cin" lafzıyla işaret ettiği mikropların, üreme, çoğalma ve beslenme kaynakla­rıdır.

eş-Şiblî'nin, insanlarla cinler arasında evliliğin caiz ol­madığına dair görüşler kaydettiğini de görmekteyiz. Şiblî, in­sanlarla cinlerin arasında evlilik müessesesi kurulmasına en­gel olan sebeplerden bahsederek, "Bu mâni, ya birbirlerinin cinsinden olmadıklarından ileri gelmektedir, yahut maksad hâsıl olmamaktadır, ya da din buna izin vermemiştir," [372] de­mektedir. Şiblî, insanlarla cinler arasında cins ayrılığı olduğu­nu kaydetmekte ve Cenâb-ı Hakk'ın bize kendi cinsimizden eşler yarattığını söyleyerek bazı âyetleri bu konuda delil getir­mektedir. Onun görüşüne göre, cinler kendi cinsimizden olma­dığına göre, Allah (c.c.) onları bize eş olarak yaratmamıştır. Kendi cinsimizden olan kadınları, onlarla yaşamamız için yaratmıştır. Şiblî, cinlerle insanların evlenmesi konusunda şer'î ma­ni de bulunduğunu kaydederek, nikâh ile eşlerin bir arada tat­lı tatlı yaşayıp gitmelerinin hedef alındığını, evlilikte karşılık­lı sevgi ve saygının olması gerektiğini, oysa cinlerle insanlar arasında sevgi ve saygı bulunmadığını kaydetmek tedir. [373] Şiblî'ye göre, iki cins arasında düşmanlık hâlâ devam etmektedir ve:

"Dedi ki, haydi ininiz. Çünkü kiminiz kiminize düşmandır" âyeti ile Hz. Peygamber'in, "Taun, cinlerin size bir dürtmesidir.

Çünkü onlar zehirli ateşten yaratılmışlardır. Cinlerin yaratılışın­da hâlâ bu mevcuttur" sözü bu düşmanlığın devam ettiğini is­patlama konusunda kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. [374] Bu­rada, Şiblî'nin delil olarak kaydettiği hadisde kasdedilen cinle­rin, araştırma konumuzu teşkil eden varlıklar olmadığı görü­şünde olduğumuzu kaydetmek durumundayız. Kanaatimizce burada "Cin" lafzıyla kendisinden bahsedilen varlıklar, Tâûn vs. hastalıklara sebep olan mikroplardır. Hz. Peygamber, göze görünmemeleri sebebiyle onlardan "Cin" lafzıyla söz etmiştir. Bu açıdan, burada insana düşmanlığı söz konusu olanlar mik­roplardır. Müslüman cinlerin, din kardeşleri olan mü'min in­sanlara düşman olmalarının pek mantıklı görünmediği açıktır. Melekler nasıl ki mü'minlere düşman değil dost iseler, müslüman cinlerin de müslümanlara dost olmaları gerekir. Zaten Cenâb-ı Hak da, mü'minlerin birbirinin dostu olduğunu bil­dirmiştir. [375]

İslâm âlimlerinden İmâdüddin b. Yûnus ile Kâdî'l-kudât Şerefüddîn Ebü'l-Kâsım da, cinlerle nikâhın caiz olmadığını be­lirtmişler ve Kur'ân-ı Kerim'de yer alan iki âyeti buna delil göstermişlerdir. [376] Bunlardan ilki şöyledir:

"Allah, size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve onlardan da size oğullar ve torun­lar yarattı." [377]

Diğer âyette ise şöyle buyurulmuştur:

"İçinim­den, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen bir millet için dersler vardır." [378]

Müfessirler, kaydettiğimiz son âyette geçen (-Rahmet) kelime­si ile cinsel ilişki, (el-Meveddetü) kelimesi ile de çocuk kasdedildigini bildirmişlerdir. [379] Bu durumda, bu âyetten, in­sanlarla cinler arasında cinsel ilişki ve çocuk sahibi olma husu­sunun mümkün olmadığı, bunun ancak insanla insan arasında mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Kısacası bu âyet, cinle in­sanın cinsel ilişkisinin ve bu yolla çocuk sahibi olunmasının imkân dahilinde olmadığına işaret etmektedir. İbn Nuceym, bazı İslâm âlimlerinin, kaydettiğimiz bu âyetleri insanların cinlerle nikâhının haram olduğuna delil saydıklarım kaydet­mektedir. [380] Ayrıca, Harbü'l-Kirmanı, ez-Zührî'den, Hz. Peygamber'in cinlerle nikâhı yasakladığını nakletmiştir. [381] Ancak bu mürsel bir rivayettir, senedi kopuktur, isnâdda yer alan ravîlerden İbn Lehî'a hadis âlimleri tarafından tenkide uğramış, hafızası bozulduğu için kendisinden rivayet terkedilmiştir. [382] İbn Nuceym, "Bu mürsel bir hadis olsa bile âlimlerin görüşle­riyle kuvvet kazanmıştır." [383] Demektedir. Ancak sahih kay­naklarımızda böyle bir rivayete rastlanılamadığı için İbn Nuceym'in bu görüşüne katılmak mümkün görünmemektedir.

Sonuç olarak, insanlarla cinler arasında nikâhın müm­kün olmadığını, konuyla ilgili alarak zikredilen dinî delillerin sadece bunun caiz olmadığını değil, aynı zamanda böyle bir şeyin fiilen imkân dâhilinde olmadığına delâlet ettiğini kay­detmek durumundayız. Halk arasında rastlanılan bu tür riva­yetlerin asılsız olduğunu, cinlerle evli olduğunu ileri süren kimselerin ise ruhsal açıdan rahatsız olduklarını ve tedaviye ihtiyaçları olduğunu burada bir kere daha belirtmek istiyoruz. [384]

 

G- CİNLERİN EŞYA ÜZERİNDE TASARRUFU MÜMKÜN MÜDÜR?

 

Daha önceki bölümlerde Kur'ân-ı Kerîm'in, cinlerin du­mansız ateşten yaratıldıklarını, Kur'ân indirilmeye başlama­dan önce gök katlarına çıkıp orada eğleşerek, melekût âlemin­den haber çalmaya teşebbüs ettiklerini, ancak Hz. Peygamber'in gönderilmesiyle üzerlerine şihâb denilen delici, yakıcı ışınlar gönderilmek suretiyle göklerden kovulduklarını haber verdiğini kaydetmiştik. Bunlar, cinlerin ışından yaratıldıkları­na, akıl, irâde ve göklere çıkabilecek kabiliyetleri olduğuna işaret etmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, cinler insanlara nisbetle çok yüksek hıza sahip varlıklardır. Günümüzde Fizik ilmi, ışığın saniyede üçyüz bin (300.000) km. hızla gittiğini söylemektedir. Şu halde dumansız ateşten, yani ışından yara­tılan cinler de en azından bu hıza sahip olma durumundadır­lar. Onların gök katlarına çıkabildiklerine dair âyetler ile on­ların Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştırıldıkları dönemde Sebe Melîkesi'nin tahtının getirilmesinden bahseden âyet bu konu­da bize ipucu vermekte ve onların sahip oldukları yüksek sü­rate işaret etmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiğine göre, Hz Süleyman'ın emrinde, cinler, insanlar ve kuşlardan meydana gelen bir ordu bu­lunuyordu. [385] Hz. Süleyman bu ordusunu teftiş etmiş ve Hüdhüd kuşunu göremeyince onun nerede olduğunu sormuştu. Daha son­ra Hüdhüd kuşu gelerek, Hz. Süleyman'a Sebe' halkının güneşe taptıklarını ve başlarında güçlü bir kadın hükümdar bulunduğu­nu haber vermişti. Hz. Süleyman da bir mektup yazarak, onları, kendisine karşı büyüklük taslamadan teslim olarak huzuruna gelmeye çağırdı. Hüdhüd bu mektubu götürüp, Sebe’ Melikesi Belkıs'in tahtına bıraktı. Belkıs, Hz. Süleyman'ın mektubunu oku­yup, danışmanlarıyla istişare etti ve ona hediyeler yolladı. An­cak Hz. Süleyman, Melîke'nin elçisine:

Dön, onlara söyle, teslim olsunlar, yoksa onların asla karşı koyamayacakları ordularla ge­lir, oradan sürer çıkarırım' dedi. Elçi, durumu kadın hükümdara iletince, o yine danışmanlarını topladı ve teslim olarak Hz. Süleyman'ın huzuruna gelmeye karar verdiler. [386] Onlar yoldayken Hz. Süleyman danışmanlarını topladı ve 'Ey ileri gelenler! Onla­rın bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?' dedi. Cinlerden bir ifrit, 'Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, bunu yapmaya gücüm yeter' dedi. Yanında kitâb'dan bir ilim bulunan kimse de, 'Sen gö­zünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim’ dedi. (Süley­man) tahtı yanına yerleşmiş görünce, 'Bu, Rabbimin lütfundandır. Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, Rabbim zengindir (onun şükrüne muh­taç değildir), Kerimdir" dedi. [387]

Yukarda kaydettiğimiz âyetler, cinlerin yüksek bir hıza sahip olduklarını gösterdiği gibi, onların aynı süratle eşyayı bir yerden diğer bir yere nakletme gücüne sahip olduklarını da ortaya koymaktadır. Hz. Süleyman'ın, Sebe Melikesi'nin tahtının nakledilmesi konusundaki emrine, cinlerden olan ifrît, "Sen makamından kalkmadan önce, ben onu sana getiri­rim" diye cevap veriyor. Bu onun sahip olduğu yüksek hıza işaret ediyor. Ancak kendisinde Kitâb'dan ilim bulunan kim­se, "Sen gözünü açıp yummadan ben ona sana getiririm" di­yor, ki bu durum, bu zâtın cinlerden olan ifritten daha sürat­li, daha hızlı hareket edebilme imkanına sahip olduğunu, bu yönüyle de cinlerden üstün olduğunu ortaya koyuyor. Kısaca­sı bu kimsenin yanında, cinlerden olan ifrit, sürat açısından demode olmuş bir konuma düşmüştür ve Hz. Süleyman da bu işi cine değil, yanında Kitâb'dan bir ilim bulunan şahsa yaptırtmıştır. Bu kimsenin, Hızır, Cebrail (a.s.) veya Hz. Süley­man'ın kendisinin olduğu kaydedildiği gibi, onun veziri Âsaf b. Berhıyâ olduğu da nakledilmektedir. [388]

Burada konumuzla ilgili olan husus, cinlerden olan ifrît'in Sebe' Melîkesi'nin tahtını getirmeye gücünün yettiğidir. Kendisi bu konuda, "Bunu yapmaya gücüm yeter ve bana güve­nilir" demiştir. [389] Sebâ, vaktiyle Yemen'de kurulu bir devlet­ti. [390] Hz. Süleyman ise, Filistin'de, Kudüs'te ikâmet etmektey­di. Kısacası, Melîke'nin tahtının nakledileceği mesafe olan Yemen-Kudüs arası uzun bir yoldu. Şayet kendisine görev veril­seydi, cinlerden olan ifrit, tahtı herhalde ışık hızıyla (saniyede 300.000 km) nakledecekti, çünkü kendisi ışından yaratılmış­tı. Fizik bilginleri, ışık hızına ulaşabilmek için, cisimlerin küt­lesinin enerjiye dönüşmesi gerektiğini, aksi takdirde bunun mümkün olamadığını dile getiriyorlar. Bu durumda adı geçen cinin, Sebe' Melîkesi'nin tahtını Yemen'den alıp, Kudüs'e geti­rebilmesi için, tahtı enerjiye, yani ışına dönüştürüp, o mesafe­yi katettikten sonra, Kudüs'te tekrar yoğunlaştırarak eski haline getirebilmesi gerekir. Aksi takdirde böyle bir işleme tâbi tutmadan, böylesine yüksek bir hızın yapacağı etkiye Melîke'nin tahtının dayanması mümkün gözükmediği gibi, tahtın enerjiye (ışık) dönüşmeden, cismini (kesafetini) koruyarak ışık hızını elde etmesi de imkân dahilinde olmamalıdır. Bura­da konumuz, cisimlerin ışık hızıyla uzak mesafelere nasıl nak­ledilebileceği değil, cinlerin buna güç yetirip yetiremeyeceği hususudur. Yukarda kaydettiğimiz âyette, cinlerden olan ifrît, bu işe gücünün yettiğini söylemektedir. [391] Cinin bu işi nasıl yapacağı konusunda ayrıntılı bilgi yoktur. Cin sadece, bu işi "Hz. Süleyman makamından kalkmadan" yapabileceğini söyle­yerek, hızına işaret etmektedir. Bütün cinler bu tür şeyleri yapmaya güç yetirebilirler mi? Yoksa bu sadece o ifrite mi mahsustu? Soruları da meçhul kalmaktadır. Çünkü adı geçen cin, "Biz cinler bu işi yapabiliriz" dememekte, aksine "Bu işi yapmaya gücüm yeter ve bana güvenilir" diyerek sadece ken­disini kasdetmektedir. Halbuki Kur'ân'ın bildirdiğine göre Hz. Süleyman'ın emrinde sadece bir cin değil, daha başkaları da vardır. Dalgıçlık yapan, bina kuran cinler bunlardandır. [392] Ay­rıca onun ordusunun bir kısmı da cinlerden meydana gelmek­tedir. [393] Hz. Süleyman danışmanlarını topladığı ve "Melîke'nin tahtını, onlar buraya gelmeden önce bana kim getirebi­lir" dediği zaman, diğer cinler niçin ses çıkarmamışlardır da, sadece o ifrît "Ben getirebilirim" diye cevap vermiştir? Hz. Sü­leyman'ın danışmanları içinde o mecliste cin olarak sadece o ifrît mi vardı? Yoksa başka cinler de danışmanların arasında mevcuttu da, o işe güçleri yetmediği için ses çıkarmadılar mı? Bu sorular da cevapsız kalan hususlardandır. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, cinlerin Hz. Süleyman'a zor­la boyun eğdirildikleridir. [394] Yoksa cinler, kendi arzularıyla Hz. Süleyman'ın buyruğuna girmemişlerdir. O halde, tahtı ge­tirebileceğini söyleyen ifrît de, bu işi kendiliğinden değil, Hz. Süleyman emrettiği için yapacaktı veya yapması temin edile­cekti. Burada, cinlerin istedikleri gibi eşya üzerinde tasarruf edip edemeyecekleri sorusu karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, yukardaki âyetlerden, bir eşyayı, onun mahiyetini değiştirme­den, tahrip etmeden ışık hızıyla çok uzak mesafelere götürebilecekleri, ağır yükleri kaldırabilecekleri anlaşılan cinler, aca­ba insanın dünyasına müdahale etme hakkına sahipler midir? Canları isteyince ya da kafaları kızınca insanın ektiği-biçtiği tarım alanlarını tahrip edip, ormanları yok edebilirler mi? Yi­ne insanın yaptığı evleri, binaları, şehirleri, fabrikaları, tesisle­ri imha edebilirler veya insanın evine koyduğu eşyaları alıp başka yere atabilirler mi? Onların bu tür tasarruflarına izin ve­rilmiş midir? Bu sorulara "Hayır" cevabının verilmesi gerekti­ği kanaatindeyiz. Çünkü Allah (c.c), insanı kendisine halife seçmiş [395] ve Yeryüzü'nde tasarruf hakkını ona vermiş, şeytân­ların atası olan iblis'e bile ona secde etmesi emrini vermiş, o ise insanın emrine girmekten kaçınmış ve Kıyâmet'e kadar in­sanoğluna düşman olduğunu ilan etmiştir. [396] Allah (c.c.) da, vesvese ve kötü telkin yapmaktan başka kulları üzerinde onun bir hakimiyeti bulunmadığını bildirmiştir. [397] Kullarına da, şeytân ve cin cinsinden düşmanlarıma karşı sadece kendisine sığınılmasını bildirmiş, ruhani olan bu düşmanlardan korunacak bundan başka bir silah vermemiştir. [398] Kısacası, Yeryüzü'nde halifesi olan kullarının, cin güruhundan olan düşman­larına karşı korunmasını Kendisi üzerine almıştır. Bu durum­da cinlerin yukarda saydığımız şeyleri yapabilmesi, insanın dünyasına girip onun evini, barkını, eşyasını, tarlasını tahrip etmesi, ya da başka yollarla insana kasdetmesi mümkün değil­dir. Allah (c.c.) buna izin vermemiş, "Hafaza Melekleri" vasıta­sıyla kullarını kendi himayesine almıştır. Cinlerin ya da şeytânların, Allah'ın iradesi ve güçlü meleklerinin denetimi dışına çıkarak insanoğluna karşı herhangi bir azgınlıkta bulunmaları mümkün değildir. Allah'ın melekleri, çılgın ateş azabı, delici ışınları herhalde konuları sınırları korumak için hazır bekle­mektedir. Tabii bu konuda en iyisini Allah (c.c.) bilir. Bir de, " sünnetullâh" yani Allah'ın ötedenberi devam edip gelen ka­nunları bu şekilde düşünmemizi gerektirmektedir. Buna göre, zelzele, fırtına, yağmur, sel, zamanın eskitmesi gibi tabii sebep­ler dışında, Yeryüzü'nde insanın meydana getirdiği eserlerin kendisinin dışında cin-şeytân vs. varlıkların eliyle yok edilme­si, ya da insanın izni ve iradesi dışında yerlerinin değiştirilme­si, Allah'ın Sünneti'ne yani bu hususta koyduğu ötedenberi sü­regelen kanunlarına aykırıdır, insanlık tarihi boyunca, günü­müze kadar böyle bir şey görülmemiştir. Bir binanın, bir köş­kün, bir eşyanın cinler eliyle bir yerden alınıp, hiç bozulmadan başka bir yere taşınması asırlardır insanoğlunun hayallerini süs­lemiş, Alaaddin'in Sihirli Lambası gibi masallara konu olmuş, an­cak bunlar gerçekleşmemiştir. Çünkü bunlar Sünnetullah'a aykırı şeylerdir, Cenab-ı Hak ise, kendi koyduğu kanunlarında kısacası Sünnetullâh'da bir değişiklik olamayacağını bildirmektedir. [399]

 

2- Hastalıklar Ve Cinler

 

A- Akıl Hastalıklarının Cinlerle İlişkisi

 

Yahudi ve Hristiayanlarda, delirme ve vakalarının cinler­den meydana geldiğine dair bir kanaatin mevcut olduğunu, indiler'de. Hz. İsa'nın bir mucize olarak cinleri kovmak sure­tiyle delileri iyileştirdiğinden söz edildiğini görmekleyiz. [400]

Birtakım İslâmî rivayetlerde de, bazı delilerin okunmak suretiyle tedavi edildiğinden bahsedilmektedir. Ancak bu riva­yetlerin çoğunda, ashabdan bazılarının bu işlemi yaptığı nak­ledilmektedir. Hz. Peygamber'in bizzat okumak suretiyle cin­leri kovup, delileri tedavi ettiğinden söz eden rivayetlerin sa­yısı çok azdır. Sahih hadis kaynaklarımızda ise, Resûlullâh'ın böyle bir uygulamasından bahseden rivayete rastlanılamamıştır. Konuyla ilgili rivayetlerden bir tanesi ed-Dârtmî tarafından İbn Abbâs'tan (r.a.) nakledilmiştir. Buna göre, bir kadın Hz. Peygamber'e çocuğunu getirmiş ve "Bu çocuğumu cin çarpıyor, sabah akşam onun aklını alıyor ve üzerimize pisliyor" dîye şika­yet etmiştir. Hz. Peygamber de bu çocuğun göğsünü sıvazlamış ve dua etmiştir. O zaman çocuk derhal kusmuş ve içinden "siyah kö­pek yavrusu gibi" bir şey çıkarak koşup gitmiştir. [401]

Ancak, Hz. Peygamber'in deli çocuğu iyileştirdiğinden bahseden ed-Dârimî'nin yukardaki rivayeti zayıftır. Rivayetin senedinde yer alan râvîlerden Ferhad b. Ya'hûb es-Sehhl hadis âlimleri tarafından tenkîd edilmiş, sika olmadığı, hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiştir. Yine bu râvînin Ahkâm ve Sünnet'le delil olmadığı zikredilmiş, ken­disi güvenilir hadisçilerden kabul edilmemiştir. [402] Hadis âlim­leri, yukardaki rivayetin senedinde yer alan Hammâd b. Sele­me hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Yaşlandığında hafızası bo­zulduğu için el-Buhârî tarafından kendisinden rivayetin terkedildiği kaydedilmektedir. [403] Ayrıca Hz. Peygamber'e çocuğu­nu getiren kadının ve tedavi edilen çocuğun kimliği de meç­huldür. "Siyah köpek yavrusu gibi bir şey" olup, "çocuğun içinden çıkarak koşup giden şey" de müphemdir. Bu araştır­mamızın ileri safhalarında da görüleceği üzere, çeşitli millet­lerin gelenek ve kültürlerinde yer aldığı gibi, Câhiliye Arapları'nda da "Siyah" rengin uğurlu sayıldığı, cin ve şeytânlara, kötü varlıklara, mahiyeti anlaşılamayan, insan bilgisinin ve id­rakinin ulaşamadığı, iradesinin hükmedemediği yerlere bu rengin nisbet edildiği görülmektedir. Nitekim Eski Mısır Dini'ndeki telakkiye göre, cinler, kara vücutlu insan şeklinde ya­ratıklar olup, Re'nin düşmanı sayılırlardı. [404] Bu durumun gü­nümüzde de böyle olduğu gözlenmektedir. Dinimizde de, "Ka­ra Şeytan", "Kara Yılan", "Kara Dinli", "Kara Kâfir" gibi kulla­nımların mevcut olduğunu görmekteyiz. Halen Astrofizik'te de, ilmin yeni keşfettiği, ancak henüz sırlarına vâkıf olamadı­ğı, yıldız, gezegen, galaksi, ışık vs. her şeyi yutan, yok eden uzay boşluklarına da "Kara Delik" denilmesi ilginçtir. Bu da insan ruhunun, mahiyetini anlayamadığı, sırrına eremediği, kendi denetimi ve bilgisi dışındaki karanlık bölgelerden ve ka­ranlıklardan hoşlanmadığını, siyah rengi sevmediği şeylere nisbet ettiğini göstermektedir. Tarih boyunca İran'da, Turan'da, dünyanın çeşitli bölgelerinde, kara renk kötülükler ve kötülükleri temsil eden güçler için kullanılmıştır. Bu duru­mun Câhiliye dönemi Arabistan'ında da mevcut olduğunu görmekteyiz. Nitekim Araplarca, kara karganın, siyah köpe­ğin, siyah renkli akrep ve yılanın uğursuz ve şerli sayıldığını bazı rivayetlerden anlamaktayız. [405] Müfessirlerden Mücahid'in de, Hz. Peygamber'in!

"...Kırmızı ve siyahlara peygamber olarak gönderildim" [406] şeklindeki hadisinde geçen (...el-Esved=Siyahlar) lafzını cinler olarak açıklaması konumuz açısın­dan ilginçtir. Halbuki bu lafız, pek âlâ siyah renkli zenci ırkı olarak anlaşılabilir. Gerçekte de, Hz. Peygamber'e hem beyaz­lar, hem de zenciler iman etmişlerdir. Dolayısıyla bu ifade, İs­lâm'ın evrensel boyutunu, onun beyaz ırka ya da sadece Arap­lara mahsus bir din olmadığını ortaya koyar. Ancak Câhiliye dönemine nisbeten yakın dönemlerde yaşayan Mücâhid ve benzeri âlimler sanıyoruz ki, farkında olmayarak eski kültü­rün tesiri altında kalarak böyle bir açıklamaya yönelmişlerdir. Ki bu yorum, Resûlullâh'ın cinlere de peygamber olarak gön­derilmiş olması açısından pek isabetsiz de olmamıştır. Bu yüz­den, ed- Dârimî'nin yukardaki rivayetinde "Siyah köpek eniği gibi bir şey" ifadesiyle de cin kasdedilmektedir. Gerek bu ifa­dede, gerekse kara köpek, kara karga, siyah akrep, siyah yılan hakkındaki yukarıda zikredilen rivayetlerde, Câhiliye döneminin siyah rengi şer ve uğursuz sayan anlayışının tesiri açık­ça ortaya çıkmaktadır.

ed-Dârim-i, aynı olaydan bahseden bir başka rivayeti Câbir'den (r.a.) nakletmiştir. Bu rivayet olaya biraz daha açıklık getirmektedir. Buna göre, "Hz. Peygamber'le beraber bir sefere çıktıklarında, bir kadın Resülullâh'a başvurarak, 'Ey Allah'ın El­çisi.' Bu oğlumu şeytân her gün üç kere tutuyor' dedi. Hz. Pey­gamber çocuğu aldı ve onu bineğinin ön tarafına kucağına oturt­tu. Sonra üç kez:

Uzaklaş ey Allah'ın düşmanı, ben Allah'ın El­çisiyim” buyurdu. Sonra da çocuğu kadına verdi. Yolculuğu bitirerek oraya uğradıklarında, o kadın çocuğuyla beraber Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı. Yanında iki tane koç getirmişti- 'Yâ Resülallah! Hediyemi kabul et. Seni hakla gönderen Allah'a yemin olsun ki, daha sonra (çocuğumu tutan şeytân) bir daha geri gel­medi' dedi. Hz. Peygamber de:

“O koyunlardan bir tanesini kabul ediniz”  buyurdu. [407]

Görüleceği üzere, aynı olaydan daha ayrıntılı olarak bahseden bu nakilde, daha önce kaydedilen rivayetteki "Siyah köpek eniği gibi bir şeyin çocuğun içinden çıkıp, fırlayıp gitmesi" ifadesi yoktur. Üstelik bu olayı anlatan Câbir (r.a.) olayı biz­zat görmüştür. ed-Dârimî'nin ilk rivayeti naklettiği İbn Abbâs'ın (r.a.) ise, olaya bizzat şahit olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak ed-Dârimî'nin bu ikinci rivayeti de kanaatimizce sahih değildir. Hadisin isnadında yer alan râvîlerden Ubeydullah b. Musa'nın müfrit şiîlerden olup, zabtının zayıf olduğu, münker şeyler naklettiği kaydedilmiş, İsmâîl b. Abdilmelik'in de hafı­zasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiş­tir. [408] ed-Dârimî'nin yukarda kaydedilen son rivayetiyle uygunluk arzeden ve Ahmed b. Hanbel tarafından Ya'lâ b. Mürre'den nakledilen bu konudaki iki rivayetin de [409] bu hususta delil olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü bunlarda yer alan râvîlerden Abdurrahmân b. Abdilazîz el-Ümâmî (v.162) ile Minhâl b. Amr el-Esedî hadis âlimleri tarafından cerhedilmiştir. [410]

Konumuzla ilgili olarak İbn Mâce'nin kaydettiği iki riva­yet vardır. Bunlardan ilki, Ebû Leylâ el-Ensâri'den (r.a.) nakle­dilmiştir. Buna göre, Hz. Peygamber'in yanına bir bedevi gele­rek, 'Hasta bir erkek kardeşim var', demiştir. Hz. Peygamber de, 'kardeşinin hastalığı nedir?' diye sorunca bedevi:

'Kardeşimde bir çeşit delilik (Lememün) var' deyince, Hz. Peygamber de bedevi­ye,

'Git, onu bana getir' buyurmuştur. Bedevi kardeşini getirdik­ten sonra, Hz. Peygamber, şifâya kavuşması için Allah'a sığına­rak ona Fatiha, Bakara süresinin başından dört âyet, ortasından, (Ve llâhukum llâhun Vâhid) âyetiyle, Ayetü'l-Kürsî, Bakara'nın son üç âyeti, Al-i İmrân sûresinden bir âyet (Şehida'llâhü Ennehû Lâ İlahe illâ Hû), A'râf sûresinden (İnne Rebbekumu'llezi Halaka) âyeti, Mü'minûn sûresinden (Ve Men Yed'u Me'a'llâhi ilahen Âhara) âyeti, Cin sûresinden (Ve Ennehü Te'âlâ Ceddu Rabbinâ... Ayeti, Saffât sûresinin başından on âyet, Haşr süresinin sonundan üç âyet, îhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okudu. Bedevi de şifâya kavuştu ve hiç bir sıkıntısı kalmadı. [411]

Ancak yukarda kaydetmiş olduğumuz bu rivayet de sa­hih değildir. Rivayetin senedinde yer alan râvîlerden Yahya b. Ebu Hayye Ebû Cenâb el-Kelbî el-Kûfi (v.147) hadis âlimleri ta­rafından şiddetle tenkid edilmiştir. Yahya el-Kattân, ondan ri­vayeti helal saymamış, hemen hemen bütün hadis alimleri onun zayıf bir kimse olduğunu, münker şeyler naklettiğini, tedlîs yaptığını, meşhur sika kimselerden işitmediği şeyleri işitmişcesine naklettiğini, metruk olduğunu kaydetmişler­dir. [412] Hafızası zayıf ve bu yüzden metruk bir ravînin, bahset­tiği hastalığa bir reçete mahiyetinde okunduğunu ileri sürdü­ğü bu âyetleri nasıl hatırında tuttuğu doğrusu ilginç bir hu­sustur. Duymadığı şeyleri sika kimselerden duymuş gibi nak­leden bir zâtın, bu rivayeti de uydurmuş olabileceği ister iste­mez hatıra gelmektedir. Bu sebeple bu rivayetin de konumuz­la ilgili olarak delil olamayacağı açıktır. Bu rivayeti yine Ebu Cenâb el-Kelbî vasıtasıyla kaydededen el-Hâkim'in, "Bu hadis mahfuz ve sahihtir" şeklindeki görüşüne katılmak da müm­kün değildir.

İbn Mâce'nin kaydettiği diğer rivayet ise, Osman b. Ebi'l-Âs'tan (r.a.) gelmektedir. Buna göre Osman b. Ebi'l-Âs, Tâif valiliğine tayin edildiği dönemde, namazda kendisine bir hal olmaya başladığını, ne kıldığını bilemez duruma geldiğini, bunun üzerine kalkıp Medine'ye gittiğini, Hz. Peygambere durumu arzettiğini nakletmektedir. Resûlullâh, Osman b. Ebi'l-Âs'tan duru­mu öğrenince:

'Anlattığın şey şeytândır, onu bana yaklaştır' bu­yurdu. Osman da, Hz. Peygamber'in yanına vararak diz çöktü. Resûlullâh (s.a.v) mübarek eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükürdü ve:

“Çık, ey Allah'ın düşmanı” dedi. Bu işi üç defa tekrarladı. Sonra da Osmân b. Ebi'l-Âs'a :

Git vazifenle meşgul ol” buyurdu. Osman (r.a.):

'Hayahma andolsun ki, ondan sonra şey­tânın bana sokulduğunu zannetmiyorum' dedi. [413] el-Hâk'ım, bu rivayetin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Bu durumda bu rivayetin metninin problemli olduğu ortaya çıkıyor. Aynı konuyla ilgili olarak Müslim'in de, Osman b. Ebi'l-Âs'tan (r.a.) naklettiği bir rivayet vardır ve bunun daha sahih olduğu açık­tır. Bu hadise göre, Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.), Hz. Peygamber'e:

'Yâ Rasûlallah! Şeytan benimle namazım ve kıraatim arasına perde oldu. Namaz ve kıraatimi karıştırıp, beni onlarda şüpheye düşürüyor' dedi. Rasûlullah (s.a.v.):

Bu, Hinzeb denilen bir şey­tândır. Onu hissettiğin zaman, hemen Allah'a sığın ve sol tarafı­na üç kere tükür'” buyurdu. Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.) 'Ben, bu tav­siyeyi yaptım ve Allah o şeytânı benden giderdi' dedi. [414]

Görüleceği üzere daha güvenilir durumda olan Müs­lim'in naklinde, İbn Mâce'nin rivayetindeki "Hz. Peygamber eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükürerek, 'Çık ey Al­lah'ın düşmanı' dedi. Bu isi üç kere tekrarladı" ifadesi yoktur. Hz. Peygamber, Osman b. Ebi'1-Âs'a sadece Allah'a sığınması­nı ve sol tarafına üç defa tükürmesini emretmiştir. Her iki ri­vayet de aynı olayı anlatmaktadır ve isnadı sahihtir denilmesi­ne rağmen, İbn Mâce'nin rivayetini nakleden râvîlerin zabt yö­nünden kusurlu oldukları ortaya çıkmaktadır. Çünkü olayı gerçek yönüyle zaptedip nakledememişlerdir. Ayrıca İbn Mâ­ce'nin mezkûr rivayetinde Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.) "Ömrüne yemin etmektedir". Rivayete göre bu olay, kendisinin Tâif vali­liği esnasında meydana gelmiştir. Bu da, İslâm'ın tebliğinin hemen hemen tamamlandığı, Hz. Peygamber'in ömrünün son zamanlarına rastlamaktadır. Çünkü Taif, Mekke'nin Fethi'nden sonra kuşatılmıştır, işte Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.), Taif valisi olduğu dönemde başına gelen bir olaydan söz ettiği bu rivayette "Ömrüne yemin etmektedir". Halbuki bu bir Câhiliye dönemi alışkanlığıdır [415] ve Hz. Peygamber, ashabını Allah'tan başka şeylere yemin etmekten sakındırmış tır. [416] Bu açıdan İbn Mâce'nin rivayeti metin yönünden de problemlidir. Müs­lim'in rivayetinin ise, bu olayı daha iyi zabtettiği ortaya çık­maktadır. İbn Mâce'nin rivayetinde yer alan ve Osman b. Ebi'l-Âs'a ait olduğu zikredilen, "...Bundan sonra şeytânın bana sokulduğunu sanmam" ifadesi de üzerinde durmaya değer prob­lemli bir sözdür. Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerden, her insanın şeytândan bir yoldaşı olduğu ve onu saptırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Yanındaki şeytân: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin b'ır sapıklık­taydı, der" [417] buyurulmaktadır. Bazı hadislerde de 'her insanın beraberinde bir şeytân bulunduğu, buna Hz. Peygamber'in de dahil olduğu, ancak O'nun (s.a.v.) Allah'ın yardımıyla şeytânın şer ve fitnesinden korunduğu bildirilmektedir. [418] Bu durumda, Resûlullâh'dan başkasının şeytânın şer ve fitnesinden emni­yette olmadığı anlaşılıyor. Çünkü Hz. Peygamber, yukarda kaydedilen hadisten anlaşıldığı üzere, kendisini kıskanan Hz. Âişe'ye, "Ne oldu Yâ Âişe, şeytânın mı geldi?" demiştir. [419] Bu se­beple Osman b. Ebi'l-Âs'ın, bundan sonra bir daha şeytânın kendisine sokulmadığına dair sözünü sahih kabul etmek mümkün görünmüyor. Nitekim Müslim'in bu konudaki riva­yeti yukarda kaydedilen görüşümüzü desteklemektedir. Buna göre, Osman b. Ebi'1-Âs'ın (r.a.) şeytândan korunma konusun­da bir garantisi yoktur, bunun için de Hz. Peygamber kendisi­ne, "Onu hissettiğin zaman hemen Allah'a sığın" buyurmuş­tur. [420] Osman (r.a.) da, şeytânın vesvesesini hissettiği zaman bu tavsiyeyi yerine getirmiş ve Allah da kendisini onun şerrin­den korumuştur. Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in Osman b. Ebi'l-Âs'dan şeytânı çıkarıp, kovduğuna dair İbn Mâce rivaye­tinin sahih olmadığı, aynı konuyu anlatan Müslim'in rivayeti­nin daha güvenilir olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple yukar­dan beri kaydedip değerlendirmeye çalıştığımız bu rivayetlere güvenilerek bu konu hakkında kesin bir kanaate varmak doğ­ru değildir. Ancak durum böyle olduğu halde, Turan Dursun, bu konuyu ilmî bir değerlendirmeye tâbi tutmak yerine istis­mar etmeye yönelmiştir. Turan Dursun bu konuda şunları söy­lüyor:

"Yine toplumumuzda, özellikte Anadolu'da 'Cin çıkarma­lar' görülür. Saralı ya da deli cinciye getirilir. Cinci hocamız da başlar hastadan cinleri çıkarmaya. Hastanın karşısında kendin­ce bildiği bir takım duaları okurken, bir yandan da 'Uhruc, Uhruc, Uhruc...' der durur. Uhruc, Arapça bir sözcük, 'Çık' demek. Hoca, cin taifesine seslenir bu sözle 'Hadi gel çık bu hastadan. Çık, çık, çık! Anlamında, hoca cin çıksın diye hastayı döver de. Kimi az, kimi çok... Dayak olur ille de! Biliyor musunuz bu teda­vi yöntemi nereden kaynaklanıyor? Açıkça belirteyim: Peygam­ber ve arkadaşlarından. 'Yalan' ve 'iftira' diyemezsiniz, işte kay­nağı, hem de İslâm dünyasından en güvenilirlerden..." [421]

Turan Dursun bu sözlerinden sonra da delil olarak bi­zim yukarda incelediğimiz ve sahih olmadıklarını ilmî delille­riyle ortaya koymaya çalıştığımız ed-Dârimî ve İbn Mâce'nin Sünen'lerinde kaydettikleri rivayetleri sıralıyor. Üstelik gerçek böyle olmadığı halde bunların "ihlâm dünyasında en güvenilir­lerden" olduğunu iddia ediyor. "Yalan ve iftira diyemezsiniz" diyerek, kendisinin bu konuda yalan ve iftiraya başvurmadığı­nı söylüyor. Ancak, ortaya atılmış iftira ve yalanlara itimad ederek bunların aslını araştırmayan, ilmî tedkîke tâbi tutma­yan, üstelik bunlara ideolojik maksadlarla bir takım görüşler bina eden kimsenin yalan ve iftirayı ilk defa ortaya atandan ne farkı vardır? O da yalanı ilk defa ortaya atan kimseyle suç or­taklığı etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, kişiye yalan ola­rak her duyduğunu nakletmesi yeter, buyurmuştur. [422] Bu rivayetlerin güvenilir olmadığı ortadadır ve İslâm dünyasında bunları güvenilir sayacak bir tek ilim adı­mı da yoktur. Kur'an ve sahih hadislerde ne cin çıkarma var­dır, ne de cin çıkarmak için hastaya dayak atma vardır. Bunlar daha önce de belirttiğimiz gibi toplumda yaşayan, ancak kay­nağı İslâm değil, aksine Bâbil, Âsur, Yahudilik, Hristiyanlık, Cahiliye dönemi olan uygulamalardır. Hrisüyanlık'ta hastadan cin çıkarmak için başvurulan yöntemler çok meşhurdur ve kaynağı İnciller'dir. [423] Ortaçağ Batı dünyası, içine şeytân gir­miş diye hastaları meydanlarda diri diri yakıyordu. Söz gelimi Fransa'da I. Fransuva (1515-1547) devrinde yüz binden fazla akıl hastası "içine şeytân girmiştir" diye meydanlarda diri diri yakılmıştır. [424]

İslâm'dan önce, toplumda bu işi meslek edinmiş, bu iş­ten menfaat sağlayan bir takım kimselerin mevcut olduğu ilmî delilleriyle ortadadır. [425] Onun için Turan Dursun'un, "Bu te­davi yöntemi nereden kaynaklanıyor? Açıkça belirteyim:

Pey­gamber ve arkadaşlarından" ifadesi, mesnedsiz, delilsiz bir iddi­adır. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının cin çıkarmak için hastayı dövdüklerine dair bir tek güvenilir rivayet yoktur. Onların cin çı­karmak için, "Ukruc, Uhruc, Uhruc" dediklerinin, cinleri hasta­dan kovmaya çalıştıklarının da aslı yoktur. Bu konuda Turan Dursun'un delil diye gösterdiği şeyler Cahiliye dönemi inancı ve uygulamalarıyla karışmış, İslâm'ın aydınlık ve berrak bakış tar­zını yansıtmayan asılsız rivayetlerdir. Bunların, ötedenberi bu işi meslek edinmiş, menfaatperest bazı kimseler tarafından yaptıkları işe meşruiyet kazandırmak için ortaya atılmadıkla­rını kim garanti edebilir? Bu açıdan, toplumumuzda yer alan cin çıkarma metodlarını Turan Dursun'un iddia ettiği gibi İs­lâm'a maletmek doğru değildir. Bunlar Anadolu kültüründe, Anadolu İslam'laşmadan önce de çok yaygın olarak vardı. Bu­rada yaşayan Hristiyan halktan bu konuyla ilgili bazı malze­menin, müslüman halka da geçtiğini, bu malzeme ve uygulamaların olabildiğince İslâmî kimliğe büründürülmeye çalışıl­dığını tahmin etmek zor bir husus değildir. [426] Nitekim Seyyid Süleyman el-Hüseyni'nin Kenzü'l-l-Havas adlı eserinde yer alan şu ifadeler bu görüşümüzü teyid etmektedir:

"Cin ve şeytânın musallat olduğu bir adamı onların tasal­lutundan, sataşmalarından kurtarmak istersen, ism-i Â'zam'ın hayır hâtemini o musibete uğramış olan adamın alnına yaz. Ve 'Yâ Rab! Bu Esmâi şerife hürmetine bu adamı halâs buyur' diye dua etmekle beraber, az'ımet-i şerifeyi oku. Biiznillâhi Teâlâ haâs bulur." [427]

Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin İsm-i A'zam hayır hâtemi dediği şekil ya da yazı şudur ve yazının baş ve sonunda­ki Siyon yıldızı bunun kaynağı hakkında fikir vermektedir: [428]

İbnü'l-Hâc et-Tilemsânî ise, yukardaki İsm-i A'zam hâtemi denilen şeklin Hz. Süleyman'ın mührü olduğunu iddia et­mektedir. [429]

Taran Dursun, İslâm âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye (v.1350) ile İbn Teymiyye'nin (v.1328) bu konuyla ilgili, fa­kat kendi çağlarının görüşlerini yansıtan ve bilimsel olarak hatalı olduğu günümüzde ortaya çıkan fikirlerini de nakledi­yor. Onların cin çıkarma ile ilgili olarak hastaya dayak atılma­sı lazım geldiğini söylediklerini, cin çıkarma ile ilgili hadisler olduğunu kaydettiklerini naklediyor. Yine onların, sar'a ve benzerî hastalıkların cin ve şeytânlardan ileri gelmediğini söy­leyerek, bir takım tıbbî açıklamalar ileri süren doktor ve dü­şünürlere "cahil ve dinsiz" dediklerini kaydediyor. [430] Kaydet­tiğimiz gibi, dinden olan şeylerle olmayan şeylerin iyi ayırd edilmesi gerektiği açıktır. Karşıdaki insanı dinsizlikle itham etmek için dinden olan ya da olmayan hususların net ve kesin bir şekilde ortaya konması gerekir. Bu konuda İslâm'ın görü­şü şu şekilde ortaya konulabilir:

Melekler gibi, cin ve şeytân denilen ruhanî varlıklar mevcuttur. Bunların mahiyetleri ne ise ona imân etmek gerekir. Tıbbî sebeplerine sarılıp gerekli tedaviyi yaptıktan sonra, bir mümin sonuçta şifâ verenin Al­lah olduğuna inanmak durumundadır. Kur'ân ve hadisler de, bir takım ruhsal sorunların, ve bunlara bağlı maddi rahatsızlıkların giderilmesinde moral açıdan yararlı olabilir. Bu açıdan Kur'ân, mü'minler için bir şifâdır, faydalıdır. Kanaatimizce bu tür hastalara okunacak âyet ve dualar moral kazandırma yö­nüyle fayda verebilir. Nitekim günümüzde ingiliz doktorlar, depresyona giren kişilere, ilaç kullanmak yerine şiir okumala­rını tavsiye etmektedirler. Bu konuda Bristol Üniversitesi bün­yesinde yürütülen bir araştırmada, Wordsworth, Keats veya Browning gibi şairlerin bazı mısralarının, ruhsal sıkıntıları olan kişiler üzerinde ilaçtan daha olumlu etkiler meydana ge­tirdiğinin görüldüğü bildirilmektedir. Bu edebî reçetenin, İn­giltere'de her yıl yatıştırıcı ilaçlar için yapılan 117.5 milyon dolardan fazla harcamayı azaltabileceği belirtilmiştir, ingiliz Tıp Birliği başkanı Dr. Alexander Macara, bu araştırmanın eczacılık sanayii hoşlanmasa da, şiirin her türlü ilaçtan daha et­kili ve müzik gibi şifa verici olduğunu ortaya koyduğunu kay­detmiştir. [431] Tıp otoriteleri sıradan şiirlerin bile bu konuda hastalara yararlı olduğunu dile getirirken, Allah katından gön­derilmiş, yüce Kur'ân'ın bu konuda inananlara şifa kaynağı olacağı hususunu tartışmaya gerek yoktur.  [432] Kısacası, geç­mişte bazı İslâm âlimlerinin yaptığı gibi bir takım asılsız ya da zayıf rivayetlere dayanarak, sar'a ve deliliğin cinlerden oldu­ğuna inanmayanları dinsizlikle suçlamak asla doğru değildir. Bundan 6-7 asır önce, ellerindeki imkan ve zamanın tıp bilgi­sine, içinde yaşadıkları çağın kültürüne bağlı olarak, delilik ya da sar'a hastalığının cinlerden meydana geldiğini, hastaya dayak atılarak bu cinlerin çıkarılabileceğini ileri süren İbn Kay­yım el-Ceziyye ya da İbn Teymiyye'nin bu konudaki görüşle­rini din sanarak, bunları İslâm'a mâletmenin yanlışlığı ortada­dır. Turan Dursun bu konuda insaflı davranmamaktadır. Tari­hî, sosyal bir takım gelişmeleri gözardı etmekte, çağının telak­kisine göre davranan İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'yi ayıp­lamaktadır. Acaba Turan Dursun, İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'nin devrinde yaşasaydı bu konuda hangi görüşe sahip olurdu, doğrusu insan merak ediyor.

Bu konuda buraya kadar yaptığımız değerlendirmeler­den, Resûlullâh'ın bir özelliğini inkâr ettiğimiz sanılmamalıdır. Ancak biz, Hz. Peygamber'in bu yönünün, yani onun de­lilleri iyileştirdiğinin, ya da İslâm'ın, deliliğin cinlerden mey­dana gelip gelmediği, bir takım ruhsal rahatsızlıkların (delili­ğin) okumakla tedavi edilip edilmeyeceği konusundaki görü­şünün ne olduğunun gerçek delillere dayanması gerektiği ka­naatindeyiz. Günümüzde Tıbbın bu konuda herkesçe bilinen bir tutumu vardır ve şimdiye kadar karşılaştığımız ya da görüşlerine başvurduğumuz tıp otoriteleri, bu konuda menfi bir tutum içinde olup, ruhsal sorunları olan hastaların halk kül­türünde mevcut olan ve kaynağını dinden aldığı kabul edilen "Okunma Yoluyla Tedavi" metoduna başvurmalarını tavsiye et­memektedirler. Bazı Tıp otoriteleri, piyasada mevcut cinci ya da muskacıların kendilerine gelen hastaları muska vs. yollara başvurarak, aslında Psikoterapi 'de de kullanılan " Telkin" me­toduyla tedavi etmeye çalıştıklarını, bunun, geçici bir iyileşme sağlasa bile kesin bir tedavi yerine geçmesinin mümkün olma­dığını, çünkü Psikoterapiyle hastanın iyileşmesi için sadece telkin metoduna değil, ilaç vs. gibi diğer tıbbi metodlara da başvurulduğunu dile getirmektedirler. Kısacası, yukarda sözü­nü ettiğimiz bir takım uydurma hadisler ile geçmişte bunları görüşleri için dayanak edinmiş bazı İslâm âlimlerinin İslâm'a maledilmiş yanlış görüşleri yüzünden, günümüzde bu konuda Din ile Tıp barışık görünmemektedir. Bu durum ise, toplumda za­man zaman yanlış uygulamalara yol açmaktadır. Gerek Tıp sa­hasında, gerekse Din sahasında halkımızın yanlış bilgi sahibi olması, acıklı sonuçlara yol açmakta, hastalar tedavide geç kalarak mağdur olmaktadırlar. Tıbbî tedaviye ihtiyacı olan has­talarımız yanlış kapılarda dolaşmakta, ameliyat ve âcil müda­hale gerektiren durumlarda bile sanki dindenmiş gibi bir ta­kım hurafelerin peşinde koşmakta, muskacı ve üfürükçü de­nilen, ne tıbbî açıdan ne de dini açıdan yeterli bilgisi olmayan bir takım kimselerden medet beklemektedirler. Bu durum, gerçek bir dinî bilgiye sahip olmayan fakat dindar olan, eko­nomik açıdan dar gelir düzeyinde bulunan kırsal kesimleri­mizde, ya da şehirlerimizin dini bilgiden yoksun bazı kesim­lerinde çokça görülmektedir. Kırsal kesimde yaşayan halkımız tabib yerine, daha kolay ve masrafsız görülen üfürükçüye gi­derken, şehirlerimizde gelir düzeyi yüksek, tıp kültürü yerin­de, fakat dini bilgisi zayıf olanlarımız da bir takım ailevî ve ki­şisel sorunları için, sihir/büyü yaptırarak problemi kolayca çözmek gayesiyle üfürükçülere başvurmaktadırlar. Bu bir top­lum gerçeği olup, Tıp otoritelerinin böyle uygulamaları kabul etmemesi, böyle bir tedavi yöntemi yoktur, şeklinde bilimin görüşünü seslendirmeleri, ya da dinî otoritelerin, üfürük-muska işlerinin İslâm'da mevcut bulunmadığını, sihir/büyü vs. yapmanın haram olduğunu belirtmesi yeterli olmamakta, bu konuda toplum gerçeğini değiştirmemektedir. Cesaretle söylemek gerekirse, halkımızın başvurduğu bu yol, yani si­hir/büyü/ilaç yaptırmak, ya da bilgisiz, istismarcı bazı kimse­lere muska yazdırmak veya okunmak suretiyle tedavi olmaya kalkışmak, bir takım ruhsal sorunlardan kurtulmaya çalışmak bir ihtiyaçtan kaynaklanan toplumsal bir hadisedir. Dinimizin bu konudaki gerçek görüşünün açık ve kesin bir şekilde ger­çek delilleriyle ortaya konulmaması ya da bu görüşün halkı­mıza iyi öğretilmemesi bu sahada bir boşluk meydana getir­miştir. Günümüzde toplumumuzda, hastaların ruhsal ihtiyaç­larına, manevî iç dünyalarına yönelinemediği, bedenin tedavi­sinde moral değerlerden yararlanma, stres, ruhsal baskı ve ge­rilimlerden kurtulmada bu değerlerden yardım sağlama yolla­rına yeterince başvurulamadığı kanaati hakimdir. Ne yazık ki, yukarda sözünü ettiğimiz bu boşluğu üfürükçüler ve bilgisiz muskacılar doldurmaktadır. Amerika ve Avrupa ülkelerinde her hastahanede bir papaz, rahip ve rahibe, hastaların ve has­ta yakınlarının dua edip, Tanrı'dan yardım isteyecekleri, iba­det edip rahatlayacakları bir kilise mevcutken, ülkemizin sağ­lık kurumlarında ölümcül hasta sahiplerinin, can pazarına düşmüş hastalarımızın Allah'a yalvarıp dua edecekleri, yardım isteyecekleri, stres ve gerilimlerden kurtulup rahatlayacakları küçücük birer mescid bile yoktur. Hastahanelerimizde, hasta­lara ve hasta yakınlarına gerekli telkinlerde bulunup, ruhsal gerilimlerden kurtulmalarını sağlayacak yüksek kültür ve bil­gi seviyesine ulaşmış, lisansüstü düzeyde eğitim almış din adamlarımız zaten yoktur. İnsanımız bu konuda bir mahrumi­yet ve ihtiyaç içerisindedir. Halbuki bu ihtiyacın giderilmesi, halkımızın bu tedavi kurumlarına daha fazla bağlanmasına, güvenmesine sebep olabilir. Bu bilim yuvalarının insanımızla bütünleşerek, maddi açıdan güçlenmesine, yoksul ve ekono­mik bakımdan çaresiz hastalara el uzatılmasına vesile olabilir. Ayrıca hastahanelerimiz, şefkat ve merhametin coştuğu, se­vinç ve acıların paylaşıldığı insanımızın ruhsal yönden de güç­lendirildiği, zorluklara karşı direncinin artırıldığı, sabrın öğre­tildiği kurumlarımız olabilir. Bu açıdan ülkemiz sağlık kurumlarının da, Batı ülkelerindeki modern uygulamaları be­nimseyerek, tedavide ruhsal değerlerden de yararlanma olana­ğı sağlamalarını, ihtiyaç duyup talep eden hastalara manevî açı­dan da destek vermelerini beklemek, önce insan hakları, son­ra da hasta hakları kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olgudur, diye düşünmekteyiz. Çünkü insanı en değerli varlık kabul etmek, onu önemsemek, insan haklarını ön planda tut­mak çağdaşlığın temel şartıdır.

Artık günümüzde birçok bedeni rahatsızlığın (Psikosomatik hastalıklar) ruhsal sorunlardan, stres ve gerilimden meydana geldiği bilinmekte ve dünyanın tıp otoritelerince ka­bul edilmektedir. Kanser, şeker, ülser vb. rahatsızlıklar bu ko­nuda en belirgin örneklerdir. Artık bu durumu, halkımızın en az tıp bilgisine sahip bir ferdi bile öğrenmiştir. Çünkü haber­leşmenin son derece yaygınlaştığı, TV kanallarının arttığı, her eve televizyonun girdiği, bilgisayarın yaygınlaştığı, internet kafelerin bollaştığı, ilköğretim düzeyindeki öğrencilerin elin­de cep telefonlarının sıkça görüldüğü bir devirde yaşıyoruz. Bu sebeple Din ve Tıp bu konuda barışık bir konuma girerek, halkımızın bu ihtiyacına cevap vermelidir. Bu boşluk doldu­rulmalı, halkımız çoğu Bâbil, Âsur devrinden kalma bir takım malzemeyle faaliyet gösteren üfürükçü ve büyücülerin kapı­sından ve çağdışı hurafelerden medet beklemekten kurtarıl­malıdır. Din ve Tıbbın bu konuda barışabilmesi için gerek Tıp ilminin verilerinin, gerekse Dinin bu konudaki görüşünün gerçek yönüyle ortaya konması gerektiği açıktır. Tıp ve gerçek din olan İslâm, bu konuda bir birinden ayrılamaz, bunlar bir­birini tamamlayıcı bir bütündür, İslâm, ilme ve tıbba karşı bir din olamaz, bilimin aydınlık yüzünü reddedip, hurafelere asla Kucak açamaz. Kaydetmek gerekirse biz burada, sadece sosyolojik ve psikolojik bir ihtiyacı, bir problemi ortaya koymaya çalıştık. Burada bize düşen, dinimizin bu konudaki görüşünü ortaya koymaya çalışmak, bunu yaparken de sahih delillere dayanmaktır. Halkımız da bütün hastalıkların okunmakla ya da muska yazdırmakla iyi olacağı, tıbbî tedaviye gerek olma­dığı düşüncesinden mutlaka vazgeçirilmelidir. Muskacı ve üfürükçüler, ya da el altından ruhsal sorunları olan hastaları okuyan kimseler, akıl hastalıklarının cinlerden meydana gel­diğini söylemekten vaz geçmelidir. Halkımız, çevresinde "okunma-telkin" yoluyla tedavi olup iyileştiğini, bayılmalar­dan, krizlerden kurtulduğunu, fakat tıbbî yöntemlerden çare bulamadığını söyleyen kimselerle sık sık karşılaşmaktadır. Bunları yok farzetmenin sonucu değiştirmeyeceği ortadadır. Bu yüzden bilim adamları bunları ele almalı, incelemeli, aslı­nı ortaya çıkarmalıdır. Bunlar gerçekse, bir takım insanların hiçbir tıbbî tedaviye başvurmaksızın, sadece bazı kimselere okunmakla nasıl iyileşebildikleri, bu sıkıntılardan nasıl kurtulabildikleri net bir biçimde açıklanarak halkımız bilgilendiril­meli, büyücü ve üfürükçülerin kapısından kurtarılmalıdır.

Kaynaklarımızda ashabdan bazılarının akıl hastalarını iyileştirdiklerine dair bir takım rivayetler mevcuttur. Bunlar incelendiği zaman, ashabdan "rukye" yaparak delileri tedavi eden kimselerin bu işi müslüman olmadan önce de yaptıkları anlaşılmaktadır. [433] Nitekim Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel’in kaydettikleri bir rivayet böyle bir durumu ortaya koymakta­dır:

"Âbil-Lahm'in kölesi Umeyr'den:

'Efendilerimle beraber Hayber gazasında bulundum. Rasûlullah'a konuşarak, benim kö­le olduğumu söylediler... Sonra Hz. Peygamber'e bir muska gös­terdim. O muska ile akıl hastalarını afsunlardım. Onun bazı kısımlarını atıp, bazı kısımlarını muhafaza etmemi emretti.' [434]

Hz. Peygamber'in, Umeyr'in (r.a.) muskasından çıkarıp atmasını istediği şeylerin şirk kokan unsurlar olduğu açıktır. Ayrıca rukye uygulamasının ilk defa Resûlullah tarafından or­taya konmadığı, bu işin bir meslek halinde daha önceleri de mevcut olduğu yukardaki rivayetten anlaşılmaktadır. Bu du­rumda, Hz. Peygamber'in ashabdan daha önceleri de bu işi ya­pan yetenekli kimseleri denetledikten sonra onların bu konu­daki faaliyetlerine izin verdiği ortaya çıkmaktadır. Peygambe­rimiz zamanında bir meslek durumunda olan "Rukye"nin, bu­günkü Psikiyatri ve Psikoterapi'ye benzediği tahmin edilmek­tedir. Aşağıda kaydedilen rivayetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber bu meslek adamlarının ücret almalarına da karşı çıkmamış, hekimliği teşvik etmek istemişti:

"İlaka b. Sıkar es-Seliti’den. Kendisi Hz. Peygamber'e ge­lerek müslüman oldu ve Rasulullah'ın yanından geri dönerken bir kavme uğradı. Onların yanında demire bağlanmış bir deli vardı. Delinin ailesi kendisine:

'Bize bildirildiğine göre, senin sohbetin­de bulunduğun şu zât hayır getirmiş, senin yanında bu deliyi te­davi edecek bir şey var mı?' diye sordular, İlaka da deliye Fatiha ile efsun yaptı, o da iyileşti. Bunun üzerine kendisine yüz koyun verdiler, İlaka, Hz. Peygamber'e gelerek yaptığı efsunu haber ver­di. Rasûlullah:

'Bundan başka birşey söyledin mi?' diye sordu. İlaka da:

'Hayır' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:

'Onların sana verdiğini al. Allah'a yemin olsun ki, bâtıl efsun karşılığında aldığını yiyen nice insanlar var, andolsun ki sen hak olan bir efsun karşılığında aldığını yiyorsun" buyurdu. [435]

Hz. Peygamber'in yukardaki hadisteki:

"... Bâtıl efsun karştlğında aldığını yiyen nice insanlar var" sözü, o dönemde bu işin bir meslek olduğunu, müslümanların dışında da bu iş­le geçinen bir takım yetenekli kimselerin mevcut olduğunu göstermektedir. Nitekim bir başka hadiste Abdullah b. Mes'ûd'un hanımının bir yahudiye rukye yaptırdığı nakledil­mektedir. [436] Ebû Davud'un bu konudaki diğer rivayetinde, İlaka'nın (r.a.) deliyi üç gün sabah-akşam, Fatiha okuyarak efsunladığı, her üfleyişinde delinin bağdan çözülür gibi olduğu nakledilmek tedir. [437]

Günümüzde de, biyo-enerji yoluyla birtakım hastalıkla­rı ilaçsız-ameliyatsız tedavi ettiğini ileri süren gayr-ı müslim doktorların veya el ya da herhangi bir araçla hastaya bir mü­dahalede bulunmadan, akrebin zehirini vücuda dağılmadan, soktuğu yerden dışarı çıkartan bazı müslüman kimselerin var­lığını basın ve televizyon haber vermektedir.

Bu durumda o dönemdeki rukye uygulamasının mahi­yetini iyi anlamak gerekmektedir. Bazı hadislerden, rukyenin bünyesinde hem duayı, hem de tıbbî tedavi yöntemlerini taşı­dığı anlaşılmaktadır. Çünkü ashabın her birinin rukye yapa­madığı, bu işi ötedenberi bu sahada uzmanlaşmış kimselerin yaptığı ortaya çıkmaktadır. Yılan ve akrep sokması olayların­da ashabın uyguladığı rukyenin böyle olduğu açıktır. [438] İnsa­na zarar verebilecek her hastalığın, ya da zararlı bir hayvanın tesirini ortadan kaldırmak için yapılan okuyup-üfleme, el sür­me veya yazı yazıp üstüne asma türünden yapılan işleme "Rukye" denilmektedir. Türkçemizde buna efsun veya nüsha  (muska) adı verilmektedir. Bu açıdan dua maksadıyla okunan âyetler de bir çeşit rukyedir. Ashabın rukyeden anladığı da tıl­sım değil, duadır. Bu sebeple bazı ruhsal rahatsızlıklara yapı­lan rukyelerin moral değeri unutulmamalıdır. Hz. Peygamber'in izin verdiği rukye ve dualar, hastayı ruhsal açıdan den­geye getirici, rahatlatıcı, stres ve gerilimden uzaklaştırarak te­davi edici bir rol oynamış olmalıdır. Ayrıca, İslâm'ın izin ver­diği rukyelerin şirk özelliği taşımadığı, şifayı Allah'tan bekle­meyi telkin edip, hastaya ümit aşıladığı açık bir husustur. Çünkü şifayı veren Allah'tır. O, dilerse kullarına şifa verir. Gü­nümüzde Ruh Hekimliği'nin sahasına giren akıl hastalıkları­nın cinlerin müdahalesiyle meydana geldiğine ve bunların hepsinin okunmak suretiyle tedavi edilebileceğine inanmak doğru olmasa gerektir. Öyle olsaydı tarih boyunca tüm ruh hastalıkları okumak ya da muska yazdırmak suretiyle tedavi edilirdi. Halbuki İslâm'ın Hukuk sahasında delilerle ilgili ola­rak getirdiği birtakım hükümler mevcuttur. Bunlarda delilerin cezai sorumluluktan muaf tutuldukları anlatılmaktadır. [439] Hz. Peygamber de delilikten Allah'a sığınmıştır. [440] Diğer bir ha­dislerinde de delilerin mecidlerden uzak tutulmasını İstemişler­dir.[441] Rukyelerle veya diğer metodlarla delilerin kesin olarak tedavisi mümkün olabilseydi, delilerle ilgili olarak yukarda kaydedilen hadislerde yer alan hususlar söz konusu olmazdı. Ayrıca önemli bir husus da şudur ki, gerek Câhiliye dönemi Araplarında, gerekse Yahudi ve Hristiyanlarda bir çok akıl hastalığını cinlerden kaynaklandığına dair bir inanç mevcut­tur. Bu kanaat halkımız arasında da yaşamaktadır. Ancak bu tür rahatsızlıklara cinlerin sebep olduğuna dair elimizde ne tıbbî ne de dinî açıdan güvenilir deliller yoktur. Yukarıda da arzedildiği gibi, cinlerin deliliğe sebep olduğundan, ya da onla­rın kovulmasıyla delinin iyileştiğinden bahseden sahih hadise rastlamlamamıştır. Dârimî'nin konumuzla ilgili olarak kayde­dilen rivayetleri ise, sahih değildir. [442] Hz. Peygamber'in, deli­lere rukye yapılmasına izin verdiğinden bahseden diğer riva­yetlerde ise, cinlerin kovulmasından, hastadan cin çıkarılma­sından ya da deliliğe cinlerin sebep olduğundan bahsedilmemektedir. Bu hadislerde bahsedilen rukye, bünyesinde tıbbî tedaviyi de bulundurmakta, tıbbî tedaviyi dışlamamaktadır. Delilere yapılan rukyeden bahseden hadislerden, bu rukyenin bir duadan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan elde mev­cut sahih hadis kaynaklarında bu konuda ciddi bir bilgi olma­dığı halde, bazı zayıf rivayetlere dayanarak akıl hastalıklarına cinlerin sebep olduğunu söylemek doğru olmamalıdır. Câhiliye döneminin, Yahudi ve Hristiyanların, kısacası önceki kül­türlerin bu konudaki inanç ve kanaatlerinin, Hz. Peygamber dönemi ve sonrası bazı müslümanlara da etki ettiği, bu tesirin bazı uydurma yada zayıf rivayetlere de yansıdığı gözden uzak tutulmamalıdır. [443] Cin, bir defa gaybî ve mübhem bir varlık­tır. Bu durumda, onlar hakkında Kur'ân ve Sünnet'in bildir­diklerinin dışında şimdilik başka bir bilgi kaynağımız mevcut değildir. Kur'ân ve sahih hadislerde ise, onların deliliğe sebep oldukları, akıl hastalıklarında rol oynadıkları açık ve kesin bir şekilde bildirilmemiştir. Fakat vaktiyle bilinmeyen, aletsiz ola­rak gözle görülemeyen, fakat günümüzde tesirleri, faydalı ve zararlı yönleri bilinen X, Röntgen, ultraviyole ışınları, kızıl ve mor ötesi ışınlar, kozmik ışınlar, lazer, zararlı ve tahrip edici şualar ve benzerleri de, gözle görülmeyen şeyleri kasdetmesi açısından bu "Cin" lafzının kapsamında ifade edilmiş olmalı­dır. Çünkü insanoğlu, tarihi boyunca karşılaştığı bir takım hastalıkları, bunların mahiyetini ve sebebini bilemeyince, bu anlamda bilerek veya bilmeyerek cinlere ve şeytânlara maletmiştir. Belki de o dönemlerde herhangi bir sebeple zararlı ışın­lara maruz kaldığı için organları tahrip olan, felce maruz ka­lan kimselerin bu durumunu yine cinlerden ve şeytânlardan bilmiş, bu kimselerin cinler ya da şeytânlar tarafından "çarpıl­dığını" ileri sürmüşlerdir. Kısacası insanoğlu, tarihi boyunca mahiyetini bilemediği, hakkında kesin bilgi sahibi olamadığı şeylere "Cin" demiştir. Günümüzde artık ilim alemince sebe­bi bilinen bir takım rahatsızlıkları da vaktiyle cinlere ve şey­tânlara maletmişlerdir. Bu durumun bilhassa Ortaçağ Avrupası'nda böyle olduğunu ilim adamları haber vermektedirler. Geçmişte, cinlerin, şeytânların sebep olduğu söylenilen bir ta­kım rahatsızlıklar, günümüzde ilaçla tedavi edilebilmektedir. Yine bazı ruhsal rahatsızlıkların musiki yolu ile tedavi edile­bildiğini, Ruh hekimlerinin musikiye de yer verdiğini gör­mekteyiz. [444] Geçmişte akıl hastaları, Avrupa'da "içine şeytân girmiştir" diye meydanlarda diri diri yakılırken, müslümanlar bunları hasta kabul edip, musiki vs. yollarla tedavi etmeye ça­lışıyorlardı. Edirne ve İstanbul'da inşa edilen Bîmarhâne'lerde akıl hastaları zamanına göre en modern metodlarla tedavi edi­lip, av etleri ile beslenerek, musiki ile ruhları dinlendiriliyordu. [445] Akıl hastalarının tedavisinde kullanılan bestelerin ma­kamlarının, ritimlerinin geçmişte tekkelerimizde söylenilen ilâhi ve zikirlerin makamlarını çağrıştırması çok ilginçtir ve burada Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetin hatırlamamak mümkün değildir:

"Onlar ki Allah'a inanmışlardır ve halbleri Allah'ı anmak­la yatışır, iyi bilin ki, kalbler ancak Allah'ı zikretmekle sükun buyur. [446] Demek ruhsal rahatsızlıklarda musikinin tedavi edici bir rolü vardır. İlaçların, dinlenmenin, iyi beslenmenin, şiir okumanın, stres ve baskılardan kurtulmanın, maddi sıkın­tıların giderilmesinin iyileştirici bir katkısı vardır. Bu açıdan ruhsal rahatsızlıkları, sebebini araştırmadan cin ve şeytândan oluyor diye hükme bağlamak, zannediyorum ki, mikropların, X, röntgen vs. ışınların bilinmediği çağların çaresizliğine ya­pışmaktır. Musikinin, ilacın, nasıl iyileştirici fonksiyonu varsa, duanın, Kur'ân okumanın, Allah'a sığınmanın da bir insan için iyileştirici, moral verici bir rolünün olduğu muhakkakdır. Bu konuda Hamdi Yazır'ın "Cin Çarpması" hakkındaki görüş­lerine katılmamak mümkün değildir:

"... Bunlar, insanlık tarihi boyunca aslına vâkıl olunama­mış, gizli sebeplerden meydana gelen bir takım hastalıklar oldu­ğu için cin ve şeytânlara nisbet edilerek, 'Cin tutmuş, şeytân çarpmış' denilegelmiştir. Bu tür hastalıkların cin ve şeytâna n'isbet edilmesi hakikat mi? mecaz mı? meselesi münakaşa konusu olmuştur.. " [447]

Bazı kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan ribâ hakkındaki âyeti delil göstererek, şeytân ya da cin çarpmasının gerçek olduğunu ileri sürmüşlerdir. İlgili âyette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

"Faiz yiyen kimseler ancak şeytânın dokunup çarptığı kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların: Alış-veriş de faiz gibidir' demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır..," [448]

Günümüzde Yeryüzü'nde faiz yiyen, tefecilik yaparak insanları sömüren bir yığın kimse mevcuttur. Böyle kimseler bizden önce de mevcut bulunmaktaydı. Ancak bunların cin ya da şeytân çarpması gibi bir rahatsızlıkları söz konusu olmadı­ğı gibi, sar'a akıl hastalığı gibi rahatsızlıkları bulunan kimsele­rin de faiz ile meşgul olmadıkları, rızıklarını başka meslekler­den temin ettikleri görülmektedir. Halbuki âyette, faiz mu­amelelerini alış-veriş gibi kabul eden kimselerin, bu fiillerine bir karşılık olmak üzere, şeytân çarpan kimse gibi kalkacakla­rına işaret edilmektedir. Oysa bazı kimseler, faiz yedikleri, riba muameleleri yaptıkları halde, âyette bahsedilen durumla karşılaşmamaktadırlar. O zaman bu durumun dünyada değil, Ahiret'te söz konusu olacağı ortaya çıkmaktadır. Kısacası âyet­ten, faiz yiyen kimselerin Kıyamet Günü'nde, şeytân çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle haşredilecekleri anlaşılmaktadır. Ni­tekim ilk devir müfessirlerinden de bu şekilde nakledilmiş­tir. [449] Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlattırılarak, ya­yımlanan Kur'ân-ı Kerim mealinde de ilgili âyete bu doğrultu­da anlam verilmiştir:

"Faizyiyenler Mahşer'de ancak şeytanın çarptığı kimselerin kalktığı gibi kalkarlar..." [450]

Bu durumda da bu âyet, akıl hastalıklarının cin ya da şeytân çarpmasından kaynaklandığına dair bir delil olmamalı­dır. Nitekim aralarında Şâfiîlerden Kaffâs’ın da bulunduğu ba­zı İslâm âlimleri, cin ve şeytânların insanları çarpmaya kudret­lerinin olmadığı, sar'a, çarpılma (felç) ve benzeri hastalıkların onlardan değil, Cenab-ı Hakk'ın bu konuda koymuş olduğu tabii kanunlar gereği meydana geldiği görüşündedirler. [451] Fahrüddın er-Râz'ı de, cin ve şeytânların insanları çarpmaya, akıllarını gidermeye kudretlerinin olmadığını kaydetmiş ve onlarda bu güç olsaydı, şiddetli düşmanı oldukları insan nes­linin çoğunu, kendilerine aşın düşman oldukları âlimleri, faziletli kimseleri, zâhidleri çarpıp delirtmeleri gerekirdi. Hal­buki onların bu konuda herhangi bir güçleri yoktur. Kur'ân'ın bildirdiğine göre şeytân da 'Benim sizin üzerinizde herhangi bir gücüm yoktu' diye itirafta bulunmuştur, [452] demektedir. [453] Bu durumda, cinlerin insanları çarpıp delirteceğine dair kanaat, önceki kültürlerden geçmiş olmalıdır. Hristiyanların bu konu­daki inançları ve uygulamaları ilim adamları tarafından dile getirilmektedir. Câhiliye döneminde de bu tür inançların halk arasında yaygın olduğu bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Ni­tekim İslâm geldiği sıralarda, insanları cinlerin çarpacağına, yeni doğmuş çocuklara zarar vereceğine dair halk arasında ya­şayan ve Câhiliye döneminden kaldığı anlaşılan bir inanç ol­duğunu, bu dönemde halkın yeni doğmuş bir çocuğu cinlerin çarpmasından korumak için yastığının altına ustura koyduklarmı görmekteyiz. Böyle bir olayla karşılaşan Hz- Âişe ustura­yı atmış ve oradakileri bu davranıştan menederek,- Hz. Peygamber'in bu tür bâtıl şeylerden hoşlanmadığını bildirmiş­ti.[454] Yine, müşrikler Hz. Peygamber'e "delidir" diye iftira et­tikleri zaman, bunu duyan Ezd kabilesinden Dımâd adlı bir zâ­tın Hz. Peygamber'e gelerek, "Ben, cin çarpmasına nefes ede­rim" diyerek, Hz. Peygamber'e de "Nefes etme" teklifinde bu­lunduğunu, ancak Hz. Peygamberle konuştuktan sonra O'nu (s.a.v.) deli zanneden Dımâd'ın müslüman olduğunu bilmek­teyiz.[455] Ayrıca Eski Mısır halkının, cinlerin delilik ve sar'a gi­bi hastalıklara sebep olduklarına dair inançları konumuz açı­sından ilginç bir husustur. Asurlular'm ise, cinlerin zararından çocukları korumak için boyunlarına efsunlu tabletlerden muskalar astıkları kaydedilmektedir. Çin'de ise, birçok zihnî ve bedeni hastalıklar cinlerden bilinir ve Taoist rahipler cinle­rin kötü etkilerinden korunmak için muskalar, tılsımlar, af­sunlar, tütsüler, okuma ve üflemeler ve bazı talimatlarla ted­birler almaktaydılar. [456] Bu konuda daha fazla söz söylemek şimdilik gücümüzün ve ilmimizin dışındadır. Ancak bu hu­sustaki bir çok problemin sahanın uzmanı olan Tıpçılar ile İlâ­hiyatçılar tarafından elele çözüleceğine inanmaktayız.[457]

 

B- Bulaşıcı Hastalıklar ve Cinler

 

Cin kelimesi, örtmek gizlemek anlamına gelen (Cenne) kökünden türemiştir ve gözle görülmeyen varlıklara bu ad verilmiştir. Melekler, cinler, kabirde bulunan cenazeler, ev yılanları bu ad altında zikredilmiştir. [458] Henüz doğmamış çocuğa da, anne rahminde gizli olduğu için aynı kökten "Ce­nin" denilmektedir. Mikro dünyayı bilgi alanımıza sokan mik­roskobun henüz keşfedilmediği, mikropların varlığının ilim dünyası tarafından tanınmadığı bir dönemde, Hz. Peygamber tarafından onların varlığına işaret edilip tesirlerinden bahse­dildiğini bazı hadislerden anlıyoruz. Hz. Peygamber'den nak­ledilen bu hadislerde kullanılan "Cin/şeytan" kelimesiyle mikroplar kasdedilmektedir:

"Câbir'den (r.a.) Hz- Peygamber şöyle buyurdu:

Kapları söndürün, Kırbaların ağızlarını bağlayın. Ka­pıyı kilitleyin. Kandili söndürün. Çünkü şeytân hiçbir kırba ba­ğım çözemez- Hiçbir kapıyı açamaz ve hiçbir kap kaçak ağzını açamaz'." [459]

Diğer bir hadislerinde de Hz. Peygamber, evlerde bırakılan çöplerin şeytânların toplantı yeri olacağını bildirmiştir. [460] Ebu. Mûsâ el-Eş'arî'den nakledilen bir başka hadisde de Resûlullâh (sav), ashabın Tâün hastalığı hakkında sordukları bir soruya, "Cinlerden olan düşmanlarınızın dürtmesidir, ki o bütün şehidlerde vardır' buyurmuştur. [461] Diğer bir rivayette ise Hz. Peygamber,

"O (dürtme yarası), müslümanın şehâdetidir" [462] buyurmuştur. Böylece burada da tâûn diye nitelendirilen bulaşıcı hastalığa sebep olan mikropları "Cin" lafzıyla ifade et­mişlerdir. Hz. Peygamber diğer bir hadislerinde, Taundan ölen mü'minlerin şehid olduklarını haber vermişlerdir. [463] Diğer bir sözlerinde de Tâûn hastalığının bulaşıcı olduğuna işaret ede­rek, "Bir yerde Tâün hastalığı çıktığını duyduğunuz zaman ora­ya girmeyiniz" [464] buyurarak, müslümanların bundan korun­malarını istemişlerdir. Hz. Peygamberin yukarıdaki hadiste Tâûn hastalığı hakkında sorulan soruya (Vahz) lafzıy­la işaret ederek, bunun bütün şehidlerde mevcut olduğunu bildirmesi, bu hastalıktan ölen müslümanların da mızrak ya da kılıç yarasıyla şehid olanlar gibi olduklarını ifade etmekte­dir. Çünkü kılıç ya da mızrak yarasına da (Ta'nu) lafzıy­la işaret edilmektedir. Burada (Vahzü) lafzı da mızrak veya benzeri bir şeyle dürtmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamberin hadislerinde bahsettiği Tâûn hastalığına günü­müzde Veba denilmektedir. Vebanın, insanlık tarihinin en kor­kunç salgın hastalıklarından olduğu bilinmektedir. Kayda de­ğer ilk salgın VI. yüzyılda olmuş ve 50 yıldan fazla sürmüştür. Tarihte milyonlarca kişinin ölümüne yol açan, salgınlar yapan bu hastalığa Yersinia Pestis adlı bir bakteri sebep olmaktadır. Hz. Peygamber'in hadisinde, "sizin cinlerden olan düşmanlarınız" lafzıyla kasdettiği bu bakteriler insan vücuduna girince, akut olarak yüksek ateş, tansiyon düşmesi, şok, lenf bezlerin­de şişme, zatürree ve abselere, yine Hz. Peygamber'in (...=Vahzü I Dürtmesidir) şeklinde ifade buyurdukları gibi, iç kanama­lara sebep olur. Resulullâh (s.a.v), mızrak ya da kılıç dürtme­si, nasıl ki bütün şehidlerde dıştan açılan yaralara ve kanamalara neden oluyorsa, Taun denilen Veba hastalığında da, bu bakterilerin adeta mızrak veya kılıçla dürtmüşcesine iç kana­malara sebep olduklarına işaret etmişlerdir. Ağır bir zatürree sebep olan ve insandan insana, öksürme, aksırma yoluyla hız­la bulaşan bu tehlikeli hastalık konusunda Hz. Peygamber'in bir çeşit karantina uygulanmasını emretmesi, bu hastalığın bulaşıcı özelliğini bildiğini göstermektedir. [465] Buna benzer hadislerde de Hz. Peygamber'in kullandığı "Cin Şeytan" keli­mesiyle mikropları kasdettiği açıktır. Mikrobun ilim dünya­sında henüz keşfedilmediği dönemde Hz. Peygamber'in, onla­ra bazı özellikleriyle işaret etmesi ilginçtir. Câbir'den (r.a.) nakledilen diğer bir hadiste ise Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur:

"Kabı örtün, tulumu da bağlayın, Çünkü senede bir gece Veba iner. Yanından geçtiği kapağı olmayan her kabın veya üze­rinde bağı bulunmayan her tulumun içine muhakkak bu vebadan iner." [466]

Sonuç olarak, mikropların çıplak gözle görülmemeleri sebebiyle Hz. Peygamber'in onlara "cin/şeytân" lafızlarıyla işa­ret ettiğini görmekteyiz. Resulullâh'ın hadislerinde işaret etti­ği diğer bir özellikleri, onların insan sağlığı açısından zararlı olmalarıdır. Ki Hz. Peygamber'in, yiyecek ve içecek kaplarının ağzının kapatılmasına dair emirlerinden bu durum ortaya çıkmaktadır. Hadiste işaret edilen bir diğer özellikleri ise, onların çöplüklerde, atık maddelerde çoğaldığıdır. [467] Bu dagünümüz biliminin mikropların üremesi ve çoğalmasıyla ilgili olarak tesbit ettiği bir gerçektir. Hadiste işaret edilen bir başka özel­likleri de, bulaşıcı hastalıklara da (veba/tâûn vs) onların sebep oldukları hususudur. Bizim burada varmak istedğimiz sonuç, yukarda zikredilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, hadisler­de ve bazı İslâm literatüründe kaydedilen "Cin" kelimesi ile sadece bildiğimiz özel manası ile Hz. Peygamber'e ve önceki Peygamberlere imân eden, erkeği, dişisi, mü'mini, kâfiri olan cinlerin kasdedilmediğidir. Bu durumda "Cin" kelimesi ile, göze görünmeyen, fakat mecudiyeti bir takım eserleriyle anla­şılan geniş bir varlıklar âleminden söz edildiği ortaya çıkmak­tadır. Buna göre, gözle görülmemeleri açısından mikroplar da birer cindir. [468]

 

2. CİN-SİHİR İLİŞKİSİ

 

1- Cin-Sihir ilişkisi

 

A- Sihir (Büyü) nedir?

 

Dînî örfte sihir, sebebi gizli olmakla, gerçeğin zıddına tahayyül olunan, gözbağcılık, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekâr­lık tarzında cereyan eden herhangi bir şey demektir. Kendisin­de, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme özelliği söz konusu oldu­ğu için Semavî dinler tarafından kötülenmiş ve yasaklanmış­tır. Mâhiyetinde, esrarengiz gizli sebep ile incelik, dış görünü­şünde cazibe, hile ve kötü niyet vardır. Bizzat ilâhî irade ile meydana gelen olaylardan değildir. Ortaya konulabilmesi için teşebbüs edilmesi gerekli özel bir sebebi vardır. Bu özel sebe­bi herkes bilemediğinden, sihir hârika gibi zannedilir. Bunun için, sebebi herkesçe bilinmeyen herhangi bir hakikat bile baş­kalarını kandırmak için kullanıldığı takdirde sihir olur. Bu se­bebin nazari olarak açıklanabilir bir halde bulunması da şart değildir. Az çok taklidi bir şekilde ortaya konulabilmesi de ye­terlidir. Yaratılış sebebi ilmen açıklanamayan, tek başına ya da zincirleme bazı garip olaylar meydana getirebilmek sihir ol­maz. Fakat insanları aldatmak için bunlardan faydalanmaya kalkışıldığı ve bu şekilde kalblere tesir ederek dolandırıcılık yapılmak istenildiği zaman bunlar sihir özelliği kazanırlar. Bunuıın için, imansızlık ve ahlâksızlık sihirin köküdürler. Sihirbaazlar, çeşitli ilimlerden, Sanayiden, Edebiyat'tan, Felsefe'den, yaratılışın garib sırlarından kötü niyetleri için yararlanmasını bilirler. Bu şekilde hakkı gizlemek için yazılmış nice felsefeler, ropmanlar, tarih kılıklı kitaplar vardır. Vaktiyle hukemâ'nın "Domuzların boynuna cevahir takmayın" nasihati, bu gibi kimselerin yüksek ilimleri öğrenerek, bunları kötü maksatlarla kullanmalarını önlemek için verilmiştir. [469]

Sihir, bazı kayıtlarla meşru kılınmış hususlar için de kullanılmıştır. Hz. Peygamberin:

"Beliğ olan sözlerden bir kısmı mauhakkak sihirdir" [470] sözleri b u cümledendir. Ömer b. Abdilazziz de, kişinin güzel konuşması ile gerçeği ortaya koyması­na ı "Sihr-i Halâl" demişti. Bu durumda, hakkı ortaya koyan be­liğ X konuşmalar helal bir sihir olup, hakkı bâtıl, bâtılı hak şeklinade gösteren beliğ konuşmalar da haram bir sihirdir. [471]

 

B- Büyünün Tarihçesi

 

a- Bâbilliler'de Büyü

 

Sihir ve sihirbazların tarihi, insanlık tarihinin en eski medeniyetini Kur’an Keldânler zamanına kadar uzanır. Bâbil diyarında yani Irak'da yaşayan Keldânîler, Astronomi ve Astrotoji'de çok ileri gitmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de Sâbie adıyla anı­lan Keldânîler, [472] bütün olayların yıldızlar aleminin tesiri so­nucu meydana geldiğini iddia ediyorlardı. Onlara göre, hayır ve şer, fayda ve zarar, saadet ve bedbahtlık semavi cisimlerden kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden Keldâniler yıldızlardan her bi­ri adına putlar yapıyor, heykeller dikiyorlardı. Bu putlara, hey­kellere tütsülere, çeşitli nefes ve efsunlarla yaklaşmaya çalışı­yorlardı. Hayır ve salâh için Müşteri yıldızına, başkalarıyla sa­vaşmak ya da herhangi bir yolla zarara uğratmak istediklerin­de Zuhal yıldızına, semavî âfetler ve salgın hastalıklardan ko­runmak için de Merih'e tazîmde bulunurlardı.

Keldâniler'in medeniyet merkezleri olan Bâbil şehrinin gayet mamur ve güzel binalarla süslü olduğuna dair tarihî bil­giler, bu kavmin mimarî ve diğer sanayi dallarında çok ileri gittiğine işaret etmektedir. Bu sihirbazlar ülkesinde Güneş'ten kinaye olan "Ba’l ilâhına mahsus Bâbil Kulesi'yle, Bâbil'in mamur oluşuna dair bir çok efsanevî rivayet vardır. Bu dönemde halkın câhil tabakası, sihirbazların suret ve tabiatları değiştir­diklerine, söz gelimi bir sihirbazın bir kimseyi eşek ya da kö­pek şekline döndürebildiğine, sonra dilediği zaman tekrar in­san şekline iade ettiğine inanmaktaydılar. Bunlara göre, bir büyücü bir yumurtaya, bir süpürgeye ya da küçük bir küpe bi­nerek havalanabilir, uçmak suretiyle Irak'tan Hindistan'a veya dilediği herhangi bir yere gidebilir, sonra aynı günde geri dö­nüp gelebilirdi. Câhil halk tabakası bu ve buna benzer garip­likleri, kâhinlerin yıldızlara yakınlığının bir sonucu zanneder­lerdi. Sihirbazlar da avam tabakasının bu kanaatinden çeşitli hilelerle, yaldızlı hokkabazlıklarla faydalanırlardı. Hatta, dev­let başkanları ve adamları bile bunların melanetinden kurtulamazlardı. Görülüyor ki Bâbil halkı, gök cisimlerinin ilâhlığına inanan mu'attıla olup, yıldızların ve bütün kainatın yaratıcısı bir ilâhın varlığını kabul etmiyorlardı. Bunların bu sakat inançlarını iptal ve ıslâh etmek için Hz. İbrahim gönderilmiş­ti. O devirlerde Bâbil, Irak, Şam, Mısır ve Anadolu halkı bu inançtaydılar. Dahhâk ve Feridun devrine kadar böylece de­vam etmişti. Bâbil, Feridun'dan itibaren Keştâsip devrine ka­dar İran’lıların hâkimiyetinde kaldı. Feridun ve onu takip eden dönemlerde iranlılar tevhid inancına sahiptiler. Allah'ın birli­ğini kabul ediyorlardı. İran'ın yaşadığı bu tevhid devrinde, Bâ­bil sihirbazlarına karşı amansız bir mücadele açıldı. Ele geçi­rilen kâhinler tamamen kılıçtan geçirildi. Keldânîler'e ait bu olayları bize nakleden Cessâs Ebû Bekr er-Râzî, Feridun ile Dahhâk'ın sahifelerine geçen uzun hikayelerine gerçek birer olay şeklinde bakılmamasını bunların mitolojik türden nakil­ler sayılmasını söylemektedir. [473] Cessûs, bu tür rivayetlere ör­nek olarak şunu kaydetmektedir.

"Halkın câhillerinin ve kadınların zannettiklerine göre, Feridun, Dahhâk'ı esir ederek, Iran dağ silsilesinin en yücesi olan 600 m. yüksekliğindeki Demavend dağına hapsetmiş, Dahhâk halâ orada zincirlere bağlı olarak hayatta imiş. Sihirbazlar ora­ya giderek kendisinden büyü öğreniyorlarmış. Yine halkın avam tabakası, ilerde ortaya çıkarak Yeryüzünü istilâ edeceği Hz Pey­gamber tarafından bildirilen ve kendisine uymaktan sakındırılan Deccâl'ın bu Dahhâk olduğuna inanıyorlardı." [474]

Dahhâk'ın Deccâl olduğuna dair bu rivayet, bazı hadis kaynaklarımızda yer alan Cessâse hadisiyle benzeşmesi açısın­dan ilginçtir. [475]

 

b- Eski Mısıt'da Büyü

 

Sihir ve sihirbazlar tarihinin ikinci bir bölümünü de Mı­sır'da Firavun'un sihirbazlarıyla Hz. Müsâ arasında geçen olay­lar meydana getirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de haber verildiği gibi, [476] Mısır sihirbazları da halka karşı esrarengiz bir şekilde göz bağcılık yaparlar, hayali şeyleri gerçekmiş gibi gösterirler­di. Bunların da şarlatanlıklarını meydana çıkarmak ve halkı bunların kandırmasından kurtarıp doğru yola sevketmek için Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'yı, Âsâ ve Yed-i Beyzâ gibi mucizelerle göndermişti. Hz. Mûsâ tarafından bunların bütün hile ve de­siseleri ortaya konulmuştu. [477] Kur'ân'ın haber verdiğine göre, Firavun'un sihirbazları, Hz. Mûsâ'nın âsâ mucizesini hüküm­süz bırakarak iptal etmek için, içleri civa dolu iplerini ve so­palarını ortaya attıklarında, O'nun büyük bir ejder haline ge­len âsâsı, güneşin hararetiyle ortada dönen içi civa dolu ipleri, sopaları yakalayıp yutmuştu. Bu yüce hakikati gözleriyle gören sihirbazlar hemen secdeye kapanarak iman etmişlerdi. Firavunlar dönemi geçip, Tevhîd'in şirke galip olmasından sonra Mısır sihirbazları da ortadan kalkmışlardı. [478] Cessâs, kadınları ve halkın cahillerini el altından kandırmaya çalışan sihirbazlar gibi, kılıçtan kurtulan Firavun sihirbazlarının da faaliyetlerini gizlice sürdürdüklerini kaydetmektedir. [479]

 

c- Hz- Süleyman Döneminde Büyü

 

Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret edildiği üzere, Hz. Süleyman devrindeki sihirbazlar arasında şeytân kadar dessas bir takım san'atkârlar vardı. [480] Bunlardan bir kısmı her türlü bina kalfa­ları, ustaları, mimarlardı. Bir kısmı da deniz dalgıçlarıydı. Bunlar denizlerin dibindeki hazineleri çıkarırlardı. Ayrıca bir takım sosyal sınıflara mensup sihirbazlar da vardı. Bu sihir­bazlar bir ara çok azıtarak çıkardıkları bir ihtilal yoluyla, Hz. Süleyman'ın tahtım elinden almaya kalkışmışlardı. [481] Bu sıra­da dinsizlik alıp yürümüştü. Vahiy kaynağından uzak olan bu şeytânlar, meydana gelen ve gelecek olan bir takım olaylar hakkında kulak hırsızlığıyla bir takım bilgiler edinirler ve bunların arasına yüzlerce yalan karıştırarak gizli gizli yayarlar­dı. Buna âlet etmek için de kâhinleri seçerek, onlara telkinler­de bulunurlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunla­ra güvenir, bunun yanında da binlerce asılsız şey yayarlardı. Sonunda kâhinler bunları yazdılar. Cin celbi, gönülleri etkile­me hakkında çeşitli sihir ve efsun kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsaneler, masallar, romanlar, yalanlar-dolanlar neşrettiler. Olayları ve bir takım gerçekleri tahrif ederek, insanları kandı­rıp, yanlış ve eğri yollara sevkedecek hurafeler ortaya attılar. Bunların arasına ilmî ve hikemî şeyler karıştırarak kötü maksadlarla kullandılar. Böylece cinler gaybı biliyor, diye yayıldı. Bu şeytânların yalan-dolan ve iftiraları yüzünden fitne çıktı. Hz. Süleyman'ın mülkü bir müddet elinden gitti. Ancak Al­lah'ın yardımıyla Hz. Süleyman bunlara galip gelerek hepsini emri altına aldı. [482]

Sa'îd b. Cübeyr'in nakline göre Hz. Süleyman, sihire da­ir şeytânların elinde ne varsa hepsini toplattırarak, bunları ha­zine odasındaki tahtının altına gömdürdü. Şeytanlar bu sihir­lerin gömülü bulunduğu yere yaklaşma imkânı bulamayınca, insanlara, "Siz, Süleyman'ın cinlere, rüzgarlara ve diğer varlık­lara kendisiyle hükmettiği ilmi istemez misiniz?" dediler. On­lar da "Tabii arzu ederiz" dediler. Bunun üzerine insanlara onun gömülü olduğu yeri tarif ettiler, insanlar da burayı kaza­rak sihri buldular ve kullandılar. [483] İbn İshak'ın nakline göre ise, şeytânlar Hz. Süleyman'ın vefatını anlayınca, sihrin bütün çeşitlerini kaleme aldılar ve "Kim şu şu arzularına kavuşmak isterse, şöyle şöyle yapsın" diye ilan ettiler. Her türlü sihir ve buna ait formüller tesbit edildikten sonra bunu bir kitap hali­ne getirdiler. Sonra bunu, kaşı Hz. Süleyman'ın yüzüğüne benzer bir yüzükle mühürlediler. Üzerine de sahte olan şu un­vanı koydular:

"Bu kitab, Davudoğlu Süleyman'ın ilim hazinelerine da­ir Asaf b. Berhiyâ'nın yazdığı şeyleri ihtiva eder."

Sonra bunu Hz. Süleyman'ın tahtının altına gömdüler.

Daha sonra İsrâiloğluları'ndan hayatta kalanlar bu kitabı bul­dular ve kitapta yazılı olan şeyleri öğrenince, "Hz. Süleyman ancak bu sayede yaptığını yapmış" dediler. Sihri insanlar ara­sında yaydılar. Büyü Yahudiler arasında yayıldığı gibi, hiçbir millet arasında yayılmadı.[484]

Yukarda kaydettiğimiz Sa'îd b. Cübeyr'den nakledilen ve Hz. Süleyman'ın, çevresinde yaygın olan sihir ve efsunları toplattırıp, tahtının altına gömdürdüğüne dair rivayet sahih olmamalıdır. Çünkü Hz. Süleyman'ın bunları gömdürmesi de­ğil, yaktırması veya suya attırarak imha ettirmesi gerekirdi. Bu durumda da daha sonraki dönemlerde sihir tatbikatından ve­ya buna benzer rivayetlerden bahsedilmesi icabederdi. [485] Bu sebeple, Hz. Süleyman'ın vefatından sonra sihrin bütün çeştilerinin kaleme alınıp iftira yoluyla ona isnâd edildiğinden bahseden İbn Abbâs rivayeti daha sahih gözükmektedir.

Sonuç olarak, Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık meçhul değildi. Fakat bu sefer başka bir renk almıştı. Bir taraftan Hz. Süleyman'ın devleti aleyhinde siyasi ve sosyal entrikalar takip edilmiş, diğer taraftan onun dünya­yı teshir eden ilmi diye, onun adına bazı iftiralar ortaya atıl­mak istenilmişti. Bunun için İsrailoğulları ona bir peygamber olarak değil, sihirbaz bir hükümdar nazarıyla bakmaktaydı. Yahudiler, devletlerini kaybettikten sonra, milletler arasında gizli yollarla bu çeşit neşriyatı yaymaktan ve hüner şeklinde hokkabazlık yapmaktan geri kalmadılar. [486]

 

d- Hz. Peygamber Dönemi'nde Büyü

 

Hz. Peygamber gelince Tevrat'tan bahsetti. O zaman Ya­hudiler dönüp Hz. Peygamberle mücadeleye başladılar. So­nunda Nübüvvvet yoluyla mücadele edemeyeceğiz, ne yapsak Cibril O'na (s.a.v.) haber veriyor, dediler, bu yüzden Cibril'e (a.s.) düşman oldular. [487] Tevrat'ı da arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar. Halbuki Tevrat sihri yasaklamış, sihirbaz kadın ve erkeklerin öldürülmesini emretmişti. [488]

Yine bu dönemde Yahudiler, "Süleyman, Muhammed'in dediğinin aksine, bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hüküm­dardı. Büyülerini mucize gibi gösterirdi" diye iftiralar ortaya attılar. Sihir küfür olduğu için, Yahudiler'in bu sözlerine göre, Hz. Süleyman'ın da kâfir olması gerekiyordu. Bu yüzden Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Süleyman'ın değil, şeytân sihir­bazlarının küfrettiğini bildirdi. [489] Yüce Allah bu konuda şöy­le buyurmuştur:

"Hz. Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytânla­rın uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman, (büyü yapa­rak) küfre girmemişti. Fakat şeytânlar küfre gittiler, insanlara büyü ve Babil'de Hârut ve Mârüt adlı meleklere indirileni öğreti­yorlar..." [490]

Bununla da yetinmeyen Yahudiler, Hz. Peygamber'e si­hir yapmaya kalkıştılar. Kaynaklarımızda yer alan bazı hadis­lerden Yahudi Lebîd b. el-A'sam'ın Hz. Peygamber'e zarar ver­mek maksadıyla sihir yaptığını öğrenmekteyiz. [491]

 

2- Büyü Çeşitleri

 

Sihir'in çeşitlerini belirlemek kolay bir husus değildir. Fahrüddin er-Râzi’nin sihirin sekiz çeşidini kaydettiği görül­mektedir;

a) Semavî kuvvetlerle yere ait güçleri birbirine karıştıra­rak yapıldığı söylenilen ve tılsım adı verilen şeylerdir, ki bun­lara Keldânı (Bâbil) sihiri denilmektedir. Keldânîler, gök ci­simlerine büyük kuvvetler atfederek, bazı rakamların özellik­lerinden ve tılsımlardan yararlanmak suretiyle büyü yaparlar, yıldızlardan faydalanmak için onlara taparlardı. Bunlar, büyü­cülüğün ve kâhinliğin sırrını bilmekle ün yapmışlardı. Bu ka­vim Sâbie adıyla bilinmekte olup, Hz. İbrahim bunların yanlış ve sapık inançlarını iptal için gönderilmişti. Bu sihirde, tabiîyât ile ruhiyatın eski zamanlarda "keşfedilmiş, birbirine karış­mış bazı garib özelliklerinin tatbik edildiği sanılmaktadır. Hz. Peygamber yıldızlarla ilgili bilgilerin sihir yapmada kullanıl­masını yasaklamıştır. [492]

b) Evham ve güçlü ruh sahiplerinin büyüsü. Bunlar, in­san ruhunun temizlenmesiyle bazı güçler kazanacağına, ken­di vücudunda olduğu gibi başka bedenler üzerinde de etki ya­pabileceğine inanırlar. Bunun için sırf başka varlıkları buyruk altına almak maksadıyla uzlete çekilir, çeşitli riyazetler yapar­lar. Beden terbiyesinde olduğu gibi, ruh terbiyesinde de bir çok faydalı hususlar olduğu açıktır. Bu derecede ilâhî bir ih­san olabilirse de, bunu san'at kazanma yoluyla elde edilebilir sanmak bir evhamdır. Fakat bir takım kimseler, riyâzât, havas, rukye, uzlet vs. gibi bazı yollara başvurarak ruh ilminin bazı garip olaylarıyla uğraşırlar ki, Manyetizma, Hipnoüzma, Hindistan'daki Fakirizm vs. bu gruba dahildir. Sihirin en aldatıcı ve tehlikeli kısmı da budur.

c) Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak yapı­lan sihirdir. Azâim veya Cincilik denilen şey budur. Yere ait ruhlarla ilişki kurmak, semavî ruhlarla yani meleklerle müna­sebet kurmaktan daha kolay olmalıdır. Filozoflar cinleri inkâr etmemiş, fakat Yer Ruhları (Frvâh-ı Arziyye) adıyla anmışlardır. Ancak insanların bunlarla belirli şartlar ve sebepler altın­da irtibat kurup kuramayacakları ilmi bir şekilde incelenirse, kesin olarak bunun mümkün olduğuna hükmolunamaz. Fa­kat bundan dolayı, cinlerle irtibat konusunu inkâr etmemek gerekir. Bugünkü ispiritizmacıları (Rûh çağırma seansları dü­zenleyen kimseleri) cincilerden sayabiliriz. Sihirin en meşhur bölümü kaydettiğimiz bu üç grubta toplanmaktadır.

ç) Hayali hakikat göstermek, el çabukluğu, göz bağla­mak şeklinde yapılan sihirlerdir (illusion). Bunlara sihirden çok hokkabazlık, şa'beze adı verilmektedir. Bunların aslı duyu organlarının aldatılmasıdır. Bu, tıpkı vapurda giden kimsenin sahih hareket ediyor gibi görmesidir. Buna Arapça, "Âhız bi'l-Uyûn (Göz bağcılığı) denir. Göz bağcılığın, daha gizli olan ruhsal bir takım tesirlerle ilgisinin bulunması da mümkündür.

d) Bazı âletlerden yararlanılarak bir takım acâib şeyler göstermek suretiyle yapılan sihirdir. Firavun'un sihirbazların bu tür büyücüler olduğu sanılmaktadır. Rivayet edildiğine göre bunlar, özel surette yaptırdıkları değneklerin ve iplerin içi­ne civa doldurmuşlar, hünerlerini gösterecekleri alanı da daha önceden alttan ateş yakarak ısıtmışlardı. Bu ipleri ve değnek­leri halkın gözü önünde toprağın üzerine atınca, alttan ateşin, üstten güneşin tesiriyle civa genleşmiş, bundan dolayı ipler ve değnekler kımıldamaya başlamıştı. Halk da bunları hareket ediyor sanmıştı. Böylece Firavunun sihirbazları bâtılı gerçek­miş gibi göstermeye kalkışmışlardı. Zamanımızda teknik ve fennin gelişmesi sebebiyle bunlara bir çok örnek verilebilir.

e) Bazı ilaçlar ya da bazı cisimlerden yararlanılarak ya­pılan sihirlerdir. Büyü yapılacak kimseye esrar, morfin gibi şeyler içirmek suretiyle aklı çelinir. Dışkılar, kadavra parçala­rı, kan ve cinsiyetle ilgili her çeşit nesne sihribâzın kullandığı şeylerdendir. Bunların bir özelliği de dinen pis sayılan şeyler olmalarıdır. Mesela necis olan pisliği büyücü ilaç olarak kulla­nır. Ayrıca, büyülenecek kişinin vücudundan alınacak herhan­gi birşey saç teli, tırnak vs. de sihir yapımında kullanılır.

f) Dinleyicileri yaldızlı sözlerle kandırarak, onların gö­nüllerini çelmek suretiyle yapılan sihirdir. Bu çeşit büyüde si­hirbaz şarlatanlık yapar, çeşitli şekillerde kendini medheder, karşısındakini celbeder, muhatabının hislerine tesir ederek ya­pacağını yapar. İsm-i A'zam bilirim der, cin celbederim der, duruma göre, hünerden, san'attan kudretten, kerametten, nü­fuzdan, ticâret ve menfaatten bahseder, sonunda karşısındaki­ni dolandırır. Kalb çelmenin tesiri pek çoktur. En âdisinden en maharetlisine kadar dolandırıcılığın çeşitleri, sihirin çoğu ya da hepsi bununla ilgilidir, denilebilir.

g) Söz taşıyarak, kovuculuk (nemmâmlık ve gammaz­lık) yaparak insanları birbirine düşürmek, böylece kendi hesabına çıkar sağlamak da büyü kapsamındadır. Bunlar, yalan dolan haberler, iftiralar, vasıtalı ve vasıtasız tahrikler, telkin­lerdir ki, sihirin halk arasında en yaygın olan kısmıdır.[493]

Büyü yapmak isteyen sihirbazların, Allah'ın yasakladığı bir takım fiilleri işleyerek şeytân ya da cinlere yaklaşmak iste­dikleri nakledilegelen hususlardandır. Tarih boyunca bu tür kimseler yıldızlara taparak, Allah'a şirk koşarak, şeytânı övüp, ona taparak, şeytânın yardımını temin etmeye çalışmışlar­dır. [494] Şeytanın da, pislikte, serde, fenalıkta kendisine en uy­gun olan kimseleri dost edindiği muhakkaktır. Ancak şeytâ­nın, tevhid ehli mü'min kullara karşı, bu tür müşrik ve müflis insanlara yardımı ne kadar tesirlidir? Bunlar, Allah'ın iyi kul­larına zarar vermeye muktedir olabilirler mi? Burada şu kada­rını kaydetmek yerinde olacaktır ki, şeytân ve yandaşları Al­lah ve Resûlü'nün yolundan gidenlere, Kur'ân-ı Kerîm'e sım­sıkı sarılanlara hiçbir şekilde zarar veremezler. Bu husus Kur'ân-ı Kerim'de haber verilmiştir. [495]

Buraya kadar kaydettiğimiz hususlardan sihirin başlıca iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Birinci kısım, sırf yalan-dolan ve kandırmacadan ibaret olan söz ve fiillerle oraya atılan büyü çeşididir. İkinci kısım da, az çok var olan bir gerçeği suistimal ederek yapılan sihirlerdir. Konumuz cinler olduğu için biz, yukarda kaydettiğimiz sekiz maddelik sihir çeşitleri içeri­sinde üçüncü sırada yer alan bölümle ilgilenmek durumunda­yız. Diğer gruplarda yer alan sihir çeşitlerinin günümüzde ar­tık, Astronomi, Astrofizik, Kimya, Fizik, Biyoloji, Tıp, Eczacılık, vs. gibi müsbet ilimlerle, Edebiyat, Psikoloji, Parapsikoloji, Hitabet ve Sosyoloji ilimlerinin meşguliyet sahasına girdiği de bir gerçektir, ilim ve Fennin, düşüncenin gelişmesiyle artık günü­müzde insanlar, geçmişte sihir olarak adlandırılan, halkın kandırılmasına vesile kılman bir çok olayın sebebini bilmek­te, bunların açıklamasını yapabilmektedirler. Haberleşme araç ve gereçlerinin son derece yaygınlaştığı günümüzde artık insanlar, duydukları her şeye körü körüne inanmamakta, bunla­rın aslını ve gerçeğini araştırmaktadırlar. Yine günümüzde halk, sihirbazların yaptıkları çoğu şeyin duyu organlarının yanıltılmasına dayandığını, kendisini seyreden ya da kendilerine program yaptıranların verdikleri para olmadan sihirbazların karınlarını bile doyurmaktan aciz olduklarını bilmektedirler. Geçmişte sihir ya da büyü olarak takdim edilen pek çok olay artık müsbet ilimlerin inceleme alanına girmiş, sebebi, mahi­yeti, sunucu açıklanabilir konuma gelmiştir. Yukarda saydığı­mız sihir çeştilerinin ikinci grubu olan güçlü ruh sahiplerinin büyüsüyle ilgili olarak müfessirlerin kaydettiği bazı hususlar vardır ki, günümüzde bunları kabul etmek pek mümkün gö­rünmemektedir. Mesela bu gruba giren güçlü ruh sahibi kim­senin, kendi bedeninin dışında tesir edebilecek kadar irâdesi­nin güçlendiği, eşyada, hayvanlarda, insanlarda kendi vücuduymuş gibi tasarruf yapabildiği, dilediği zaman başkalarının bünye ve şeklini değiştirebildiği, insanı öldürecek, diriltecek ya da eşek haline getirebilecek hüner elde edebildiği, havada uçup, suda yürüyebildiği ileri sürülmektedir. [496]

Artık çağımızda, bir eşyaya ya da insana dokunmadan, ya da belli fizikî kanunlara göre çalışan araçların yardımı ol­madan uzaktan tesir etmenin mümkün olduğunu ileri sürmek çok güçtür. Bu husus son derece tartışmaya müsait bir konudur. Bunların biyoenerji olayında olduğu gibi, makul bilim­sel bir açıklaması mevcut olmalıdır. Bir eşyayı dokunarak kal­dırabilir, yerini değiştirebilir, ya da imha edebilirsiniz. İnsan da buna dahildir. Ancak günümüzde onlara uzaktan tesir et­menin, zarar vermenin, ya da imha etmenin yolları bellidir. Ya top-tüfek vs. atarsınız, ya uçakla, füzeyle bombalarsınız, ya da lazer vs. gibi ışınlarla çalışan silahlar geliştirirsiniz. Elinizi dokunmadan hedefiniz olan varlığı imha edersiniz. Veya o eşya ya da canlıyı ışınlarla bombardımana tâbi tutarsınız. Onu has­ta eder, hemen ölümüne sebep olursunuz. Uzaktan kumanda­lı bombalarla, evinde, yolda, arabasında, uçağında havaya uçurabilirsiniz. Geçmişte sihir olarak nitelendirilebilecek bu olayların hemen hepsinin ilmi bir açıklaması mevcuttur. Eğer insanları uzaktan büyü ve sihir yoluyla öldürmek mümkün olsaydı, dünyanın dört bir yanına dağıtılmış, sürülmüş, katli­ama, soykırıma uğratılmış Yahudiler, sihir işlerini en iyi bilen bir millet olarak bunu düşmanlarına tatbik eder, onların bas­kı ve zulümlerinden kurtulurlardı. Halbuki Tarih bize bunun aksini söylüyor. Bu açıdan sihir yoluyla insanlara zarar ver­mek, onları öldürmek hususundaki iddialar, düşmanlarından savaş vs. yollarla doğrudan intikam alamayan, onların karşısı­na çıkamayan, ezilmiş, mağlup olmuş zavallı kişi ve toplum­ların, hasımlarının kalbine korku salmak, onların zararların­dan emin olmak maksadıyla çaresizlik içinde başvurdukları, sığınıp tesilli aradıkları bir husus olmalıdır. Yukarda da kaydettiğimiz gibi, sihirin İsrailoğulları ve Süryanîler gibi zayıf toplumlarda, ilkel kabilelerde yayılması, Mısır'da, İran'da, Bâbil'de tevhid devirlerinde yasaklandığı için el altından gizli gizli devam etmesi bu görüşümüzü destekleyen hususlardan­dır. İnsana hayat vermek ya da öldürmek ancak Cenâb-ı Hakk'ın iradesiyledir. Bu iş, Yüce Allah'ın elindedir ve O'nun emriyle meydana gelmektedir. İnsanların ya da başka nesnele­rin bu hususta, sebep olmaktan öteye bir fonksiyonu yoktur. Bu konularda insan diler, Allah (c.c.) da onun sonucunu yara­tır. Bu sebeple, öldürmek maksadıyla bir insana ateş eden kimse de, Allah dilemedikçe karşısındakini öldüremez. Kur­şun sekr, isabet etmez, öldürücü şekilde yaralayamaz vs. se­beplerden dolayı kişi bu arzusuna erişemez. Diriltme ve öl­dürmenin ancak Cenab-ı Hakk'a ait bir fiil olduğu hususunda Hz. İbrahim'le Nemrud arasındaki tartışmayı hatırlamakta ya­rar vardır:

"Allah, kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile, Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Rabbim, dirilten ve öldürendir' demişü. (Nemrud ad): 'Ben de diriltir ve öldürürüm' dedi. İbrahim: 'Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsem' dedi. İnkâr eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.'' [497]

Öldürme ve diriltmenin Cenâb-ı Hakk'a ait olduğuna dair bir çok âyet vardır. Bunlardan bir tanesini aşağıya kayde­diyoruz:

"Doğrusu, dirilten ve öldüren Biziz- Hepsinin gerisinde de Biz kalırız" [498]

Kısacası herhangi bir zahmet, tehlike ya da gayret ve ça­lışmaya girmeden oturduğu yerden büyü yaparak bir kimse­nin hasımlarını bertaraf etmesi, imha etmesi söz konusu değil­dir. Bu, "Sünnetullâh"a, Allah'ın kainatta koyduğu tabii ka­nunlara ve iradesine aykırıdır. Böyle bir şey mümkün de de­ğildir. Eğer bu mümkün ve caiz olsaydı, Hz. Peygamber düş­manlarıyla savaşa çıkmaz, ordular tertip etmez, müslümanlar kendilerini tehlikeye atmaz, şehid vermezlerdi. Hasımlarını daha kolay ve zahmetsiz, tehlikesiz olan bu yolla ortadan kal­dırmaya çalışırlardı. Yahudiler, Hristiyanlar, Müşrikler, Müna­fıklar, İslâm düşmanları da bu yolla Hz. Peygamber'i, sonrala­rı müslümanların liderlerini, komutanlarını ortadan kaldır­maya muvaffak olurlardı. Halbuki tarihte böyle bir şey söz ko­nusu olmamıştır. Hz. Peygamber, düşmanlarının karşısına si­lahıyla, ordusuyla çıktığı gibi, düşmanları da O'nun (s.a.v.) karşısına silahlarıyla, askerleriyle çıkmışlar ve çarpışmışlardır.

Sihirbazların, eşyaların şeklini değiştirebildikleri, bir in­sanı eşek yapabildikleri iddiası da artık günümüzde komik ka­bul edilen bir husustur. Bunun mümkün olamayacağını her­kes bilir. Bir canlının anatomisini değiştirmek, onu başka kı­lıklara sokmak, onun hayatına son vermek demektir. Bu Kur'ân'da "Mesh" diye bahsedilen olaydır ki, dünya tarihinde meydana gelip gelmediği müfessirler arasında tartışmalı bir konu olup, bunun gerçekleşebilmesi ancak Cenâb-ı Hakk'ın kudreti dahilindedir. Allah'tan başka varlıkların, kendileri de aciz birer varlık olan sihirbazların bunu yapabilmesi mümkün değildir.

Günümüzde, artık havada uçmanın, denizde yürüme­nin de orijinal bir tarafı, sihir diye nietlendirilebilecek bir yö­nü kalmamıştır. Sıradan insanlar bile, biraz pilotluk eğitimin­den sonra uçabilmekte, kanat, ya da paraşüt takarak tahlikesizce aşağıya süzülmekte, ayağına deniz paleti takan herkes bir motorun arkasından iple tutunarak denizin üstünde sürat­le kayabilmektedir. Bunların, tabiatta mevcut olan bir takım denge kanunlarına bağlı olduğunu da herkes idrak etmekte­dir. Bu açıdan biz burada, cinlerle irtibat kurmak suretiyle ya­pıldığı iddia edilen büyüler üzerinde duracağız. [499]

 

3- Büyünün Etkisi Var mıdır

 

Sihir ya da büyünün insanlık tarihinde fiilen var oldu­ğu, Bâbil döneminden beri bilinip, bir takım çeşitlerinin uygu­landığı yukarda kaydedilmişti. Ancak sihirbazlar ya da büyü­cüler tarafından çeşitli maksatlarla yapılarak, bir takım tesir ve sonuçlarının mevcut olduğu iddia edilen, kendilerine diğer insanlardan üstünlük, ayrıcalık, maddî-manevî çıkar sağladığı görülen sihir ya da büyünün, insanlar veya eşya üzerinde ger­çekten tesiri var mıdır? Bu soruya açık, net ve kesin bir cevap verilemediği görülmektedir. Yukarda sinirin çeşitlerinden bahsettiğimiz bölümde sonuç olarak, sihirin başlıca iki kısma ayrıldığını, bir grubun sırf yalan-dolan, üç kağıt, göz boyama ve el çabukluğu, göz bağcılığı türünden şeyleri ihtiva ettiğini, diğer grubun da ilmî, fenni bazı gerçeklere dayandığını ve bu ilmî, fennî gerçeklerin istismar edilmesi suretiyle ortaya konu­lan bazı olayları kapsamına aldığını belirtmiştik. Bu durumda birinci grup sihir ya da büyünün hiçbir şekilde gerçekle ilgili olmadığı ortaya çıkmaktadır. İkinci grup sihirde ise, bazı ilmî gerçekler yer almakta, eşya ya da Allah'ın yarattığı bazı kanun­ların özellik ve inceliklerinden yararlanıldığı, bunların kötü maksatlarla kullanılarak, şirk ve küfre âlet edildiği görülmek­tedir. Bu açıdan, birinci gruba giren ve aslı olmayan, yalana-dolana dayanan sihirin herhangi bir tesirinin olmayacağı açık­tır, ikinci gruba giren sihirlerin birtakım ilmî gerçekleri için de bulundurduğunu söyleyen bazı İslâm âlimleri, bu çeşit bü­yülerin tesir edebileceğini söylemişlerdir.

İslâm, sihirle uğraşmayı, büyü yapmayı şirk ve küfür derecesinde bir fiil saymış, bu konuda çok şiddetli bir tutum sergelemiştir. Bu açıdan, sihir ya da büyü kitaplarında yer alan ve az çok ilmî bir gerçeği olduğu ileri sürülen, insanlara ve eş­yaya tesir ettiği iddia olunan bu sihirlerin hurafe mi yoksa ger­çek mi olduğunu deneyerek, tecrübe ederek ortaya koymaya da cesaret edilememiş, günümüze kadar bu konuda kesin ilmî sonuçlara varılamamış olduğu kanaatindeyiz.

Kur'ân-ı Kerim'de yer alan âyetlerle, bazı hadislere da­yanan bir kısım İslâm âlimleri büyünün bir gerçeği olduğunu ve tesir ettiğini, bunun şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini söylemişlerdir. Mu'tez'tle ve Ehl-i Sünnete, mensup bazı âlimle­re göre ise, büyü gerçek değildir, sihir diye bir şey yoktur, in­san hiçbir şekilde, dokunmadan başkasına etki yapamaz. An­cak Mu'tezile ve bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin, bir kimseye dokunmadan etki edilemediği şeklindeki görüşlerinin, devirlerindeki fen ve teknik uygulamaların çağımızdaki seviyeye ulaşmamış olmasından dolayı bu şekilde ortaya konduğu da bir gerçektir. Çünkü günümüzde Fizikî bir takım yollarla, ses dalgaları, elektrik, kızıl ya da mor ötesi ışınlar kullanılarak eş­yaya ya da herhangi bir insana tesir etmenin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Artık zamanımızda, ses, ışık, elektrik dalgalarıy­la el değmeden bir takım cihazar çalıştırılabilmektedir. TV, uydular, uzaktan kumandalı silahlar, füzeler vs. araç ve gereç­ler buna bir örnektir. Ancak bunların fiziki bir takım kanun­larla, bilimsel yollarla yapıldığı, bir sihir yada büyü olmadığı ortadadır. Ehl-i Sünnet alimlerinden Ebû Cafer el-Esterebâz'ı ile İmâm Ebû Hanîfe'ye göre büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve insanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Yine kaydedildiğine göre, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir kısmına gö­re büyü vardır. Bunlara göre, bazı kimseler riyazet, isimlerin ve rakamların özellikleri, efsun ve uzlet gibi yollara başvura­rak, başka varlıklar üzerinde etki yapabilecek duruma gelebi­lirler. Cinlerin kötüleriyle temas kurup, onlar vasıtasıyla ola­ğanüstü görünen şeyler yapabilirler. Ancak bu olağanüstü şey­leri yaratan yine Allah'tır. Sihirbaz büyüsüyle bir olayın sebep­lerini bir doğrultuda düzenlemeye sevkeder. O isimlere ve ra­kamlara o özellikleri veren de Allah'tır. Böylece her işin faili Allah (c.c.) olmaktadır. [500]

Büyünün bir gerçeği olduğunu ve tesir edebildiğini ile­ri süren âlimlerin delillerinden birisi Bakara 102. âyet olup, buna şu şekilde mânâ verilmektedir:

"Süleyman'ın mülküne dair şeytânların uydurup takip et­tikleri şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman küfretmedi. Fakat o şeytânlar küfrettiler. İnsanlara sihir ve Bâbil'de Hârut-Mârut adlı iki melek üzerine indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hal­buki o ikisi: 'Biz ancak bir imtihan için gönderildik. Sakın büyü yapmaya cevaz verip de kâfir olma' demedikçe bir kimseye öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını ayıracak şey­ler öğreniyorlardı, fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimse­ye zarar verebilir durumda değillerdi. Kendilerine zarar verecek, faydası dokunmayacak bir şey öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu her kim satın alırsa, Âhiret'te onun bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Fakat canlarını sattıkları o şey ne kötüdür, keşke bu­nu bilselerdi." [501]

Âyete yukardaki şekilde mânâ vererek, sihirin bir hakikatı olduğunu söyleyen âlimler, âyette geçen ve mâ  ale'l-melekey­ni bi Bâbile Hârüt'e ve Mârüt) cümlesinin başındaki ( Md) yi mevsul olarak almaktadırlar. Bu âlimlere göre bu (Mâ)'nın nâfiye olarak telakki edilmesine, âyetin devamı (si­yakı) uygun gelmemekte, (ye mâ yu'allimâni) iba­resi de rekîk düşmektedir. [502]

Yukardaki âyette geçen (ye mâ ünzile ale'l-melekeyni bi Bâbile Hârût'e ve Mârüt) ibaresinin ba­şındaki (Md)'yı nâfiye (olumsuzluk) manasında alan İs­lâm âlimleri de vardır. Bunlara göre âyetin anlamı şudur:

"Şeytânların Süleyman'ın hükümranlığı hakkında söyle­diklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir değildi. Ama insanlara sihiri öğreten şeytânlar kâfir olmuşlardı. Bâbil'de, melek demleri Hârut ve Mârufa bir şey indirilmemişti. Bu ikisi, 'Biz sadece im­tihan ediyoruz, sakın inkâr etme' demedikçe kimseye bir şey öğetmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayı­racak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça, onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar vererecek, fayda­sı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılı­ğında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi! " [503]

İlgili âyet'e bu mânâyı verenlerin gayesi, meleklerin in­sanlara büyü öğrettikleri hususunu kabul etmemektir. Ancak buna gerek olmadığı, âyette:

(Yuallimûne'n-nases-sihra ve mâ ünzile ale'l-melekeyni) "Onlar, insanlara büyüyü, bir de iki meleğe indirileni öğretiyorlar" buyrularak, büyü ile meleklere indirilen şeyin ayrıldığı bildirilmiştir. Bu durumda, (..ve mâ ünzile ale'l-melekeyni) "Meleklere indirilen şey" bir sihir değil, fesadçı ve kötü kimse­lerin elinde, küfre vesile olabilecek bir gerçek, büyünün de dayandığı temel bir bilgidir. Ancak şeytânlar bunu sihir yap­mak, küfre sebep olmak için öğretmişlerdir. Halbuki Hârut ve Mârut, "Biz bir fitneyiz, öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir, suistimali küfürdür. Sakın sen bunu öğrenip kötü yolda kullana­rak küfre girme diye öğüt vermedikçe gelişi güzel kimseye öğ­retmezler, suistimalden, küfür ve sihirden menederlerdi. Şey­tanlar ise böyle yapmadılar, bunlarla herkese kötülük yapma yollarını gösterip sihir öğretiyorlardı. (ve mâ ünzile ale'l-melekeyni) lafzıyla işaret edilen bu bilgi, insan­ların küfrüne sebep olan sihir ve sihirbazların çok yaygın ol­duğu Bâbil ve Mezopotamya bölgesinde, bunların küfürlerine son vermek, halkı saptırmalarından korumak maksadıyla in­dirilmiştir. Bu maksatla, büyünün ne olduğu, hangi sebepler zincirinin düzenlenmesinden meydana geldiği konusundaki bilgi, insanları Bâbil'deki sihirbaz kâfirlerin şerrinden koru­mak maksadıyla iki meleğe veya onlardan ilham alan iki hü­kümdara (melik) ilham edilmiştir. Onlar da bu bilgiyi, sihir­bazların otoritesini kırıp, küfre son vermek, Tevhidi hâkim kılmak maksadıyla yukardaki uyarıları yaparak insanlara öğ­retmişlerdir. Hârut ve Mârut, günümüze göre çok basit olan olayların bile bir büyü olarak görüldüğü Mezopotamya'da, di­ğer insanların kavrayamayacağı bir takım olayların kanunları­nı açıklamışlar ve bunu öğrencilerine öğretirken kötüye kullanmamalarını söylemişlerdi. Fakat Bâbilliler ve Bâbil'deki esaretleri sırasında onlardan garip bir takım olayların sırlarını öğrenen Yahudiler, kısacası insan ve cin şeytânları, bunlara birçok hurafeleri katmışlar, bir yığın hayaller, vefk, tılsım vs. ortaya atarak bunları sihir yapmada kullanmışlardı. [504] Bura­da, âyette geçen, (Fe Yete'allemûne Minhümâ Mâ Yuferriküne Bihi Beyne'l-Mer'i ve Zevcihi) ibaresinin biraz kapalı olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bazı müfessirler bu ibaredeki (Minhümâ) zami­rini bu iki meleğe yani Hârut ve Mârut'a atfetmişlerdir. Bu du­rumda mânâ, "Hârüt ve Mâruftan erkekle karısının arasını aça­cak şeyler öğreniyorlardı" şeklinde olmakta ve erkekle karısı­nın arasını açacak şeyleri insanlara bu iki meleğin öğrettiği ortaya atılmaktadır. Fakat yukardaki ibarede yer alan (Minhümâ) zamirinin Hârut ve Mârut'a değil de, (Yuallimûne'n-nâse's-sihra) cümlesindeki es-Sihra kelimesiye, devamındaki ve mâ ünzile ale'l-melekeyni ifadesine atfe­dilmiş olduğunu söyleyen İslâm âlimleri de vardır. Kanaati­mizce bunların görüşü daha isabetlıdır. Bu durumda da âyet­teki bu ibarenin anlamı, "Şeytanların, Süleyman (a.s.) hakkın­da uydurduğu şeylere uyan bu yahudi zümresi, kâfir şeytânların öğrettiği sihir ile, Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı meleklere indiri­len (bilgilerden) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğre­niyorlar" şeklinde olmaktadır. [505] Böylece, Hârut ve Mârut ad­lı bu iki meleğin insanlara karı ile kocanın arasını ayıracak si­hir öğretmedikleri Yahudilerin bu konudaki büyüleri, Allah katından Hârut ve Mârut'a indirilen bu bilgileri kötüye kulla­narak, şeytanların/sihirbazların öğrettiği sihirlerle karıştıra­rak kendilerinin ürettikleri anlaşılmaktadır. [506] Yahudilerin yaptıkları bu büyünün tesiri konusunda ise Cenâb-ı Hak aynı âyette şöyle buyurmuştur:

"Ama onlar, Allah'ın izni olmadan büyü ile hiç kimseye zarar veremezler" [507]

İbn Haldun'un Mukaddime'sinin Türkçe tercümelerinde bu âyetin anlamının isa­betli bir şekilde verilemediği görülmektedir. Mütercim Zahir Kadiri Ugan bu âyetin tercümesini şu şekilde yapmıştır.

"Yahudiler, Süleyman Hükümdarlığı çağında şeytânların (Süleyman'a) iftira ederek okuduklarına tabi oldular. Süleyman sihir ile kâfir olmadı, fakat şeytânlar kâfir oldular. Bunlar halka sihri ve Bâbil'de Harut ve Maruftan ibaret olan iki meleğe indi­rilen şeyleri de öğretirler, o iki melek ise:

'Biz bozguncuyuz, yanı Tanrı tarafından halkı sınamak için gönderilmişiz, sen kâfir ol­ma!' diye öğüt vermeden önce hiçbir kimseye sihir öğretmezlerdi. Halk ise bu iki melekten, kocası ile eşini birbirinden ayıran şey­leri öğrenirlerdi. Bununla beraber sihirbazlar Tanrı'nın izni ve iradesi olmadan kimseye zarar veremezlerdi. Onlar kendilerine zararı dokunan ve kimseye hiçbir fayda sağlamayan sihri öğre­niyorlardı. Halbuki Yahudiler, sihirle uğraşanların Âhiret'te ha­yırdan hiçbir payları olmayacağını pek iyi bilirlerdi ve bu suret­le ne kadar çirkin bir şey karşılığında kendilerini feda etmiş ve cezaya çarptırmalardı.' [508]

Süleyman Uludağ ise bu âheti şu şekilde tercüme etmiş­tir:

"Lâkin şeytânlar kâfir oldular. Halka sihir öğretiyorlardı. Bâbil'deki iki melek üzerine indirilen (sihri) belletiyorlardı. Bu iki melek, 'Biz hakkınızda bir fitneyiz, sakın sen kâfir olma' de­medikçe hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halk onlardan, karı­yı kocasından ayırmaya yarayan şeyler öğreniyorlardı. Bu iki melek Allah'ın izin vermesi hali hâriç sihirle hiçbir kimseye zarar ve ziyan vermemekte idiler." [509]

Halbuki bu âyetin en isabetli çevirisinin, yukarda kay­dettiğimiz gibi Hamdi Yazır'ın tercih ettiği tercüme olduğu açıktır. Zakir Kadiri Ugan'ın yukarda kaydettiğimiz tercüme­sinde, Bâbil'de Harut ve Mârut adlı iki meleğin halka sihir öğ­rettikleri, halkın da bu iki melekten kocası ile eşini birbirin­den ayıracak şeyler öğrendikleri ileri sürülmektedir. Halbuki bu iki meleğin, küfür ve şirk olduğu aynı âyette belirtilen bü­yüyü, karı-koca arasını ayıracak şeyleri halka öğretmeleri söz konusu olamaz. Onlar, halkı küfür ve sapıklıktan, sihirbazla­rın kandırmalarından kurtarmak için sinirin de kendisine da­yanılarak üretildiği, mahiyeti itibariyle şirk özelliği, çirkinlik vasfı bulunmayan, o döneme göre yüksek seviyedeki bilgiyi halka belletiyorlar ve öğrettikleri kimselere, "Sakın bunu istis­mar etme, sihir yapmada kullanarak küfre girme" diye de tehbih ediyorlardı. Süleyman Uludağ da aynı şekilde, Bâbil'deki iki meleğe sihir indirildiğini kaydetmekte, ilave olarak bu iki meleğin sihir yaparak halka zarar vermeye çalıştığını ileri sür­mektedir. Bâbil'deki iki meleğe indirilenin sihir değil bilgi ol­duğunu yukarda kaydetmiştik. Bu iki melek, halka sihir yap­mada da kullanılmaya müsait bilgiyi öğretiyorlar, onların kan­mamasını temin ediyorlardı. Kendileri asla sihir yapmamışlar­dır, çünkü bu şirk ve küfürdür. Meleklerin şirk ve küfre gir­meleri, şirk olan davranışlarla meşgul olmaları onlara yaraş­maz. Âyetin metninde bu konuda, (Ve Mâ Hüm Bi Dârrîne Bi­ni Mîn Ahadin illâ Bi İznillâ) Oysa onlar Allah'ın izni olmadıkça kimseye zarar veremezlerdi) buyurulmaktadır. Burada (Hüm) zamiriyle kasdedilenler Bâbil'deki iki melek değil, si­hirle meşgul olan müşrikler ve yahudilerdir. Eğer burada Bâbil'deki iki melek kasdedilseydi, âyette (Hum/Onlar) şeklinde çoğul zamirinin değil, (Hümâ/o ikisi) şeklin­de tesniye/ikil zamirinin kullanılması gerekirdi. Nitekim Z. Kadiri Ugan âyetin bu kısmını:

"Bununla beraber, sihirbazlar Tanrı'nın izni ve iradesi olmadan kimseye zarar vermezlerdi" şeklinde tercüme ederek mânâ yönünden isabet etmiştir.

Burada Hamdi Yazır'ın şu ifadelerine yer vermek konu­muz açısndan önemlidir:

"Bu tabir, sihrin azamî tesirini anlat­mak içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile açabilecek fesadlar çevirebiliyorlar, bunu yapabilecek olan sihir­lerle sosyal hayatta ne büyük fitneler çıkarılabileceğini kıyas edi­niz. Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli toplumsal bir bağı kıranlar, bir topluma neler yapmazlar, komşular, hemşehri­ler arasında neler yapmazlar, milletin ferdlerini birbirine mi düşürmezler? Hükümet ile halkın arasını mı açmaz? ihtilaller mi çıkarmazlar? Âyet bu noktada bize gösteriyor ki sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir, fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlakı berbad, toplumları perişan eder. Binaenaleyh sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. " [510]

Sihir konusunu, bir takım saçmalıklardan, asılsız uygu­lamalardan ve hurafelerden arındırarak Kur'ân ve Sünnet'in ışığında düşünürsek, âlimlerimizin de belirttiği gibi, bunlar­dan bir kısmında gerçek payı olmalıdır. O halde sihirin bu gerçek kısmı ve tesiri nedir? Kanaatimizce bu, günümüzde geçmiş asırlara nisbetle gayet iyi bilinen ve kullanılan "Telkin" dir. Telkin, yaldızlı sözlerle, aldatıcı davranış ve yalan-dolan haberlerle karşıdaki muhatabın kafasını gönlünü bulandır­mak, fikirlerini çekmek, kanaatini değiştirmek ya da arzu edilen görüş veya kanaate sahip olmasını sağlamaktır. Telkin ise günümüzde, söz, yazı, resim, filim, yalan haber vs. yollarla çok modern bir şekilde yapılmaktadır. Bunun için bant, resim, yazı, gazete, TV, telefon vs. araçlarla muhataba ulaşılmakta, onun fikirleri çelinmekte, belli bir kanaate sahip olması temin edilmektedir. [511] Tabir caizse, kişi yavaş yavaş şartlandırılmakta, beyni yıkanmakta, yani büyülenmektedir. Bu şekilde telkin sahiplerinin isteği doğrultusunda, insanlara doğrular yanlış, yanlışlar doğru, hak bâtıl, bâtıl hak, yalanlar doğru gibi göste­rilmekte, kabul ettirilmektedir. Geçmişte bir insan yada cin şeytânının, sihirbazının, bir ya da birkaç kişiyi, bir kabile ve­ya site halkını büyüleyip, kandırarak küfre götürebilmesine karşılık, günümüzün modern sihirbazları, sahip oldukları ile­tişim araçlarıyla milyonlarca insanı, az gelişmiş toplumları, milletleri, cahil kitleleri istedikleri biçimde şartlandırmakta, zehirlemekte, yalan yanlış fikirler empoze ederek, kendi ben­liklerinden koparmaya çalışmaktadırlar. Yalan haberler, rek­lamlar, seks filimleri vs. yollarla insanların beyni duruma uğ­ratılıp uyuşturulmakta, insanlar, düşünemez, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı ayırd edemez hale getirilmektedir, iletişim araç ve gereçlerinin yoğun baskısı, sihirleyici, büyüleyici gücü altında insanlar cinsel ihtiyaçlarıyla midelerinden başkasını düşünemez, akıl ve iradelerini kullanamaz, silkinip kendileri­ne gelemez duruma sokulmaktadır. Bu sihirli gücün sahipleri, çıkarlarını tehlikede hissettikleri anda komuoyu oluşturmak­ta, halk kitlelerini harekete geçirerek hükümetleri devirmek, ya da onlara arzuladıkları kararları aldırtmak istemekte, daha da ileri giderek millet ve devletlerin arasına kin ve düşmanlık sokarak, bu kardeş millet ve devletleri yıllarca birbiriyle savaştırabilmektedirler.

Geçmişte, şeytân tıynetindeki kişiler ya da sihirbazlar, insanların, karı-kocanın, akrabaların arasını açmak için sınır­lı çapta faaliyette bulunabilmekte, dünya çapında düşünüldü­ğü zaman küçük zararlara sebebiyet vermekteydirler. Bunlar, belki binbir şeytanlık ya da kurnazlıkla, halktan yana görüne­rek karıyı kocasına, kocayı karısına karşı kışkırtıp aralarına geçimsizlik sokmakta, belki ayrılmalarına sebep olmaktaydı­lar. Kimbilir, kadınların kulaklarına, kocalarının kendilerini sevmediğini, aralarında başka bir kadın bulunduğunu, ya da kocasının kendisine haksızlık yaptığını, iyi gezdirmediğini, güzel giydirmediğini, yeterince yedirmediğini, ona karşı cim­ri davrandığını fısıldıyorlar, huzursuzluk ve münakaşalara, mutsuzluklara sebep oluyorlardı. Kocanın kulağına, karısının kendisini istemediğini, evlenmeden önce bir başkasını sevdi­ğini, zorla kendisiyle evlendirildiğini, hâlâ o eski şahsı sevdi­ğini, karısının onunla ilişki kurduğunu söylemekte, ya da ka­rın ev işlerini yapmıyor, evi temizlemiyor, yırtık sökük dikmi­yor, süpürmüyor, güzel yemekler yapmıyor, getirdiklerini çö­pe atıp israf ediyor, eve sevmediğin kimseleri alıyor, kazandı­ğın malı senden izinsiz sağa sola dağıtıyor vs. gibi araya kır­gınlık ve kızgınlık sokucu düşünceleri fısıldıyorlardı. Böylece huzurlu ve mutlu ruhlar, gönüller altüst oluyor, canlar sıkılı­yor, ruhlar daralıyor, sonu ayrılıklarla neticelenecek facialar meydana geliyor, yavrular analı-babalı öksüz kalabiliyordu.

Günümüzün modern ve çok daha güçlü büyücüleri, ar­tık gizli gizli kişilerin kulaklarına fısıldayarak onları büyüte­miyorlar. Onlar, toplumlara, milli benliklerinde yer almayan, milli değerlerine zıt, anne babalarından, atalarından görme­dikleri, duymadıkları fikirleri pompalıyorlar. Kadınların koca­ları tarafından horlanıp ezildiğini, erkeklerin onları köle hali­ne getirdiğini, kızların evlenip koca kahrı çekmeye, çocuk doğurup bakmaya, büyütüp terbiye etmeye mecbur olmadıkları­nı, evlilik denilen kutsal müesseseye/aile kurumuna ihtiyaç olmadığını, cinsel özgürlük olması gerektiğini, aşk, sevgi, eş­ler arası sadakat/bağlılık, iffet, namus, bakirelik gibi kavram­ların gereksiz ve boş şeyler olduğunu, kadının da istediği za­man istediği kadar süre, istediği erkekle serbestçe yatabilme hakkı olduğunu, onun da serbestçe kazanıp, özgürce harcayabilmesi gerektiğini suret-i haktan görünerek, güya kadınların hakkını savunarak genç insanlara "telkin" ediyorlar. Onları şartlandırıyor, buyuruyorlar. Bunun sonucu olarak aileler çö­küyor, karı-koca arasında kavga ve gürültüler, nifak tohumla­rı atılıyor, boşanmalar çoğalıyor, yapısı, sağlamlığı aileye daya­nan toplumlar, milletler çatırdıyor. Sağlıklı nesiller yetiştire­bilmek imkansız hale getirilmek isteniyor. Zina, fuhuş ve ben­zeri çirkinlikler, Allah'ın haram kıldığı davranışlar yayılıyor, ahlaken gerileme, çürüme ve çöküş başlıyor. Millet ve devlet­ler zayıflıyor, şahsiyetlerini, milli benliklerini yitiriyorlar, baş­ka milletlerin ve devletlerin hâkimiyeti altında yok olmaya aday hale geliyorlar.

Bu yönüyle, modern sihirbazlar, büyücüler tarafından uygulanan, toplumlara yöneltilen sihirin ne kadar etkileyici, ne kadar tahrip edici olduğu, aileleri yıkmada, karı ile koca­nın arasını ayırmada ne kadar güçlü rol oynadığı ortadadır. Bunların şerrinden, zararından emin olabilmek için de herşeyin yaratıcısı yüce Allah'a sığınıp, buyruklarına kulak vermek, gönderdiği Kitab'ına sarılıp Peygamberinin tavsiyelerine uy­mak, insan ve cin şeytânlarının kulaklarımıza fısıldadığı tel­kinlere kapılmamak gerektiği açıktır. Hz. Peygamberim bu ko­nuda: "Belâğatli sözlerden bir kısmı sihirdir" [512] buyurması da konuyu kavramamıza ne kadar katkıda bulunmaktadır! Böyle yıkıcı tesirleri olabilen sihirin tesirinden korunabilmemiz için Kur'ân-ı Kerîm'de bir sûre yer almaktadır:

"Ey Muhammedi De ki: Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şeninden, hased ettiği zaman hasedçinin şeninden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım" [513]

Bu sûrede konumuzla ilgili olan âyet (Ve Min Şerri'n-Neffâsâti Fi’l-Ukad/Düğümlere üfleyip, tüküren büyücü kadın­ların şerrinden)'dir. (en-Neffâsâü Fi'l-Ukad) Dü­ğümlere üfleyen kadınlar demektir. Bununla, sihir yapmak için bağladıkları düğümlere üfleyen kadınlar kasdedilmiştir. Bu ibare, "Erkeklerin kadınlara düşkünlüğünden yararlanıp, naz ve işve ile onların fikirlerini çelerek istedikleri görüşe döndüren ka­dınlar şeklinde de anlaşılmıştır Bunlar, düğüm gibi açılması zor olan erkekleri naz ve işveleriyle fikirden fikire döndürürler. Böylelerin, erkeklerin fikirlerini çelmek için döktükleri dil, yaptıkla­rı işve, erkeklerin düğüm gibi düşüncelerini üfleyerek çözmeleri, onları çeşitli fitnelere düşürmeleri" şeklinde de tefsir edilmiştir. [514] Âyet'in bu şekilde yorumlanması, telkinin sihir olduğu­na dair yukarda kaydettiğimiz hususlara uygundur. Ancak bu görüşün zorlama ve müfessirlerin bir çoğunun açıklamasına -aykırı olduğu da kaydedilmektedir. [515] Ancak bu görüşte haki­kat payı olduğu da açık bir husustur. İleride de görüleceği üzere büyücü ve sihirbazların, kaynağı Bâbil, Âsur, Eski Mısır, Yahudilik vs. gibi İslâm öncesi küfür ve şirk dönemlerine ulaşan efsun, tılsım ve büyüleri, onlara İslâmî bir kimlik vermek suretiyle müslümanların câhil halk tabakası arasına'yaydıkla­rı bilinmektedir. Bunda da ençok şamanlar, Budist rahipler, Maniheist din adamları, Yahudiler rol oynamış, karşı gelemeyince, ellerinde mevcut bir takım tılsım, efsun, vefk vs. büyü cinsin­den hurafeleri İslâm'a sokarak, bu yüce dini tahrif etme, Kur'ân'ı topluma, anlaşılmaz bir sihir kitabı olarak algılatma yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur'ân'ı hükümsüz bırakma ve O'nun denetiminden uzak kalan toplumlar üzerinde eski ha­kimiyetlerini sürdürme maksadı gütmüşlerdir. Bunu gerçek­leştirmek için âyetlerden, hadislerden, Esmâ-ı Hüsnd'dan, bazı İslâmi dualardan yararlanmışlar, bunları istismar ederek büyü yapmada kullanmışlardır. Halbuki İslâm büyüyü yasaklamış, bunun şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir. Görüldüğü gibi (en-Neffâsâti Fi'l-Ukad/Düğümlere üfleyenler), İslâm'ı iptal ederek, Kur'ân-ı Kerim'i devre dışı bırakmak isteyen, içine so­kuşturmak istedikleri hurafe ve büyülerle son Tevhid Dini'ni tahrif etme arzusunda olan İslâm düşmanlarıdır. Kur'ân-ı Kerim'in inmesi ve İslâm'ın bunların faaliyet alanlarında hakim olmasıyla menfaatleri haleldar olmuş bu tür kimseler, hem in­tikam almak, hem de eski sömürü çarklarını işletmeye devam edip, bu zavallı halkı pençelerinde tutmak için sihire meşru­iyet kazandırmak istemişlerdir. Yüce Allah'ın, "Düğümlere üf­leyenlerin şerrinden" kendisine sığınılmasını isteyerek, mü'minleri onların bu sinsi ve çok tehlikeli faaliyetlerine kar­şı uyarmasına bu açıdan da bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Kısacası düğümlere üfleyerek san'at icra eden sihirbazların asıl tehlikesi, Kur'ân'ı ve İslâm'ı tahrif etmeye yönelik faaliyetleridir.

Kur'ân-ı Kerim indiği zaman, dünyada mecut tüm top­lumlarda mevcut olduğu gibi Cahiliye Arapları'nda da karanlık korkusu vardı. Onlar, karanlıkta cinnîlerin ortaya çıkıp in­sanları çarpacaklarına inandıkları için, geceleyin bir dereye in­diklerinde o derenin en büyük cinnine sığmıyorlar ve böylece güven içinde olduklarına inanıyorlardı. Yine bu dönemde Araplar arasında, insanları hasta yapmak, onları istediği yöne sevketmek, onlara zarar vermek amacıyla sihir yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü yaparken, okuyup üfleyerek, dü­ğüm bağlarlardı. Yine o dönem toplumunda, hased eden in­sanların nazarının değeceğine inanılır ve bunun için çeşitli tıl­sımlara, hurafe yollarına başvurulurdu. Bu açıdan bu âyetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını, yahut büyücü­lerin insana zarar vereceğini veya mutlaka göz değeceğini anlat­mak değil, tek kuvvet ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O'na sığındıktan sonra hiç kimsenin ve hiçbir şeyin zarar veremeyece­ğini, başkasına değil, yalnız Allah'a sığınmak gerektiğini anlat­maktır. [516]

Yukardaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, cinler va­sıtasıyla diğer insanların etki altına alınıp istenilen yöne sevkedileceği, öldürülebileceği, hastalandırılabileceği, hayvan şekline dönüştürelebileceği, kocasından ya da karısından ayırılabileceği iddiaları, Câhiliye döneminin bir takım batıl ve yanlış inançlarına dayanmaktadır. Bize göre, günümüzde bazı ilim dallarınca da kullanılan Hipnoz vs. yollarla, telkin, ikna, şartlandırma, beyin yıkama durumları hâriç, bir insanın irade­sinin etki alınması söz konusu değildir. Bir insan, bir konuda şu ya da bu yolla ikna olabilir, tesir altında kalabilir, ama attı­ğı her adımda, her davranışında cüzi iradesini kullanması söz konusudur. Deli vs. değilse, iradesini kullandığı yönden de so­rumludur. Çünkü Allah, onu, iradesini hayır ya da serde kullanmakta serbest bırakmış, insanın davranışlarından sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Ayrıca bilim adamları, bir insanın hipnoz vs. yollarla devamlı bir surette telkin altında tutulup, başkasının emri altına girmesinin mümkün olmadığını, çünkü bu durumun bir nevi uyku hali olduğunu söylemekte, bir kimseyi iradesi dışında hipnotize etmenin mümkün olmadığı­nı kaydetmektedirler. [517] Bu sebeple de, cinlerle irtibat kura­rak, ya da onları emri altına alarak, başkalarını öldürecek, eşinden boşattıracak ya da birisini istemediği bir kimseye âşık edecek davranışları yaptırtabilmek pek mümkün gözükmü­yor. Bu iddialarda bulunanlar, ilgili şahısla doğrudan irtibatta bulunup, onlara söz vs. yollarla telkinde bulunmuyorlar. Yaz­dıkları bir takım muskalarla ya da yaptırdıkları bir takım hu­rafe mahsulü, Bâbil, Âsur, Süryani kalıntısı büyülerle hedef şahsı etki altına alabildiklerini ileri sürüyorlar. Bu iddialarını desteklemek için de cinleri kullandıklarını, bu varlıkların emirleri altında bulunduğunu iddia ediyorlar. Cinlerin insan­ların emrine girmelerine dair kaleme aldığımız bölümde, bunun mümkün olmadığını belirttik ve bu konudaki delilleri kaydettik. Bu husus mümkün olmadığına göre, geriye bu id­diada bulunan sihirbaz ya da büyücülerin cinler veya şeytân­larla dost olmaları kalıyor. Bu durumda, bu tür kimselerin cin ve şeytânlarla irtibat kurduklarını kabul etsek bile, bunların, dostları olan şeytânlara (kâfir cinlere) başka insanları öldürtebileceklerini, hasta ettirebileceklerini, onları tesir altına alıp istedikleri her şeyi yaptırtabileceklerini kabul etmek de müm­kün değildir. Çünkü hayat veren ve öldüren tek güç Allah'tır. Bunlar O'na mahsus fiillerdir. [518] Ayrıca insanın koruyucu me­lekleri (Hafaza Melekleri) olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Cin ya da şeytânların bu konuda bir güçleri ve fonksi­yonları yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde Allah (c.c), "Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır'' [519] buyurarak bu hususa işaret etmiştir. O zaman kâfir cin ya da şeytânların insanlar üzerindeki tesiri, gücü, sadece onları doğru yoldan saptırıp azdırmak, haram ve yanlış yollara sevkederek, Allah'ın kendi­lerine buğzetmesini temin etmek için kalblerine vesvese ver­mek, kötü telkinlerde bulunmaktır. Bu açıdan cin şeytânları ile, insan şeytânları aynı vazifeyi yapmakta, her iki grub da telkin yoluyla insanları etkilemeye, tesir altına alıp kandırma­ya çalışmaktadırlar. Şeytanların insanlara vesvese verdiği, on­ların insanın gönlüne getirdiği bu vesveselerin, gizli fısıltıların şerrinden, kandırmasından Allah'a sığınmak gerektiği Kur'ân-ı Kerîm'de haber verilmektedir. [520] en-Nâs sûresinde ise bu ko­nuda şöyle buyurulmaktadır:

"Ey Muhammedi De ki: İnsanlardan ve cinlerden ve insan­ların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, in­sanların ilâhı, insanların Hükümrânı ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım." [521]

Yine Kur'ân-ı Kerim, şeytânın Kıyamet Günü Allâh'ın huzurunda şöyle diyeceğini haber vermektedir:

"İş olup bitince şeytân, 'Doğrusu Allah sîze gerçek vadetti. Ben de vâdettim, ama sonra vazgeçtim. Aslında sizi zorlayacak bir nüfuzum da yoktu, sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zalimlere can yakıcı bir azap vardır der." [522]

Yine bu konuda:

"Doğrusu şeytânın inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerin­dedir. (O sadece onları kandırabilir.)" [523] buyurulmuştur. Bu âyetten, cin yada şeytânların telkin ve vesveselerine şirk ko­şanlarla, şeytânı dost edinen günahkâr kimselerin kapılabileceğini anlıyoruz. Cin ya da şeytânın, kulağına fısıldayarak, gönlüne vesvese vererek etki altına aldığı kimse demek ki şey­tânın dostudur. Ona dost olan kimsenin de, şu ya da bu zor­lamayla değil, yukarıdaki âyette belirtildiği üzere, şeytanın kendisinin de itiraf ettiği gibi, [524] hür arzu ve iradesiyle bunu yaptığı, şeytânın telkinine kapıldığı açıktır. Bu durumda da uğranılan zarardan sorumlu ve suçlu yine büyücü vs. değil, cüzî iradesini o yönde kullanan insandır. Sihirbazın sorumlu­luğu ayrı bir husustur. O zaman ister nüsha (muska) yazarak, ister çeşitli yollarla sihir yaparak, isterse düğümlere üfleyerek faaliyette bulunsun, büyücü yada sihirbazların şerrinden Al­lah'a sığınmak gerekir. Cin ya da insan şeytânlarının şerri de buraya kadar açıklamaya çalıştığımız gibi insanlara vesevese vermesi, kulaklarına fena şeyleri fısıldaması, onlara yanlış ve zararlı hususları telkin ederek dünya ve Âhiret'te hüsrana uğratmasıdır. Nitekim Ebü'l-Yüsr el-Pezdevî, Ehl-i Sünnet âlimle­rinin çoğunun, cinlerin vesvese vermek suretiyle insanlara et­kili olabileceklerini söylediklerini kaydetmektedir. [525] İnsan şeytânlarının telkin vs. yollarla, iletişim araçlarını kullanarak, ya da ferdi olarak hareket ederek, kişide, ailede, toplumda, devletlerde nasıl tahribat yapabildiklerini yukarda açıklamaya çalıştık. Eski sihirbazların daha dar imkanlarla hakkı bâtıl, ba­tılı hak göstererek küfrü yaymaya, hâkim kılmaya çalıştıkları gibi, günümüzde de daha geniş çapta insanları telkin altına alıp, gözlerini boyayarak, beyinlerini yıkayarak, hakkı bâtıl, batılı hak gösterip, şerri hâkim kılmaya çalışan modern sihir­bazlar vardır. Bunların zarar ve tesirinden korunmak için Al­lah'ın yardımını dilemek, O'na sığınmaktan başka çare yoktur. O zaman, eski sihirbazların da yeni büyücülerin de, şeytânla­rın da başvurdukları yol "telkin" dir ve hedefleri de insanları şirk ve küfre düşürmektir. Onları dünyada mutsuzluğa, Âhiret'te bedbahtlığa uğratmak, devamlı ruh sıkıntıları, stres ve bunalımlar içinde yaşatarak, sonuçta hastalandırıp delirtmek, inkâra, intihara kadar götürmektir. Küfre ve şirke, inançsızlı­ğa, ahlâksızlığa sevketmektir. Buraya kadar saydığımız şu hu­susların, şerrinden yüce Yaratıcı'ya sığınmaya değecek kadar büyük felâketler olduğu açıktır. Burada şunu kaydetmekte de yarar vardır ki, insanoğlu bu felâketlere, bu acı sonuçlara ken­disini insan ya da cin şeytânlarının telkinlerine teslim etmesi, iradesini bu yönde kullanması sebebiyle uğramaktadır. O hal­de kişi, suçu büyücü ve sihirbazda, şeytân ya da cinde değil, kendisinde aramalıdır. Tarih boyunca Cenab-ı Hakk'ın bu ko­nudaki Sünnetinin, sihirin iptal edilmesi (tesirsiz bırakılma­sı), büyücülerin perişan ve mağlup edilmesi şeklinde tecelli ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. [526] Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda, "Büyücü nereden gelirse gelsin, başarı kaza­namaz" [527]

"Sihirbazlar gelince Musa onlara, 'Atacağınızı atın' dedi. Attıklarında Musa, 'Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suç­lular istemese de Allah sözleriyle hakkını gerçekleştirecektir' dedi." [528] buyurulmaktadır.

Burada konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber'den nakle­dilen bir hadisi kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekte­yiz:

Ebû Sa'id el-Hudr'ı ve Ebû Mûsâ el-Eşârî'nin (r.a.) naklet­tiklerine göre, Hz. Peygamber, devamlı içki içen ayyaş kimsele­rin, sihire inanan ve doğru olduğunu tasdik edenlerin, sıla-i rah­mi (akrabalık bağlarını) kesenlerin, kahinlerin, yaptığı iyilikleri başa kakan kimselerin Cennet'e giremeyeceğini söylemişler­dir. [529] Ebû Hureyre tarafından nakledilen bir diğer hadislerin­de ise Resûlullâh, sihir yapan kimsenin Allah'a ortak koşmuş olacağını bildirmiştir. [530]

 

4- Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün Müdür?

 

Bazı İslâm âlimleri, cinlerin Hz. Süleyman'a, hizmet et­meleriyle ilgili âyetleri delil olarak alarak, cinlerin diğer insan­lara da boyun eğip, onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. [531] Bu konuya ilgili olarak, İlmü'l-Azâim adlı bir ilim dalının meydana getirildiği de öne sürül­mektedir. Cinlerin Hz. Süleyman'a boyun eğmelerinden bah­seden âyetler şunlardır:

"Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler gören şeytânlar­dan da, onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini gözetiyor­du." [532]

H Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan ve huşlardan meyda­na gelen ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı." [533]

"... Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyru­ğa altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. Onlar, Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud ailesi! Şükredin, kullarımdan şükredenler pek azdır.” [534]

"Bunun üzerine Biz de, istediği yere buyruğu ile kolayca giden rüzgârı, bina kurup dalgıçlık yapan şeytânları, demir hal­kalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik." [535]

"Süleyman (danışmanlarına): Ey Ulular! Bana teslim ol­malarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir? dedi. Cinlerden bir İfrit: Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, gerçekten bu ise gücüm yeter ve bana güvene­bilirsiniz, dedi." [536]

Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğu­nu savunan alimlerin delil gösterdiği yukardaki âyetler, Hz. Süleman'la ilgilidir ve bu işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın verilmediği Kur'ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu du­rum, cinlerin insanlara itaat etmelerinin mümkün olduğunu ileri süren ve bu görüşlerine yukarda kaydettiğimiz âyetleri delil gösteren âlimlerce gözardı edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Süleyman'ın bu konuda şöyle dua ettiğinden bahsedilmektedir:

"Süleyman: Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kim­senin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver, şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın, dedi." [537]

İnsanların, cinlerin, rüzgarın, hayvanların emrine veril­meleri sebebiyle Hz. Süleyman'ın bu duasının kabul edildiği yukarda kaydedilen âyetlerden anlaşılmaktadır. Verilen bu im­tiyaz ve hükümranlığa kendisinden sonra kimsenin ulaşma­ması konusundaki dilek ve duasının da kabul edildiğini Hz. Peygamber'den gelen bazı hadiser ortaya koymaktadır. Bu konuda Ebû Hureyre'den nakledilen bazı hadislerde anlatıldığı­na göre, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Cin taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozmak için apansızın bana hücum etti. Fakat Allah, (c.c.) beni ona karşı ga­lip getirdi de hemen onu boğdum. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye Mescid'in direklerinden birinin yanıbaşına bağlamak istedim. Fakat sonradan kardeşim Süleyman'ın (a.s.) şu duasını hatırlayarak vaz geçtim: 'Ya Rab! Bana mağfiret et ve bana öyle bir mülk ver ki, o benden başka hiç kimseye layık olmasın. Şüphesiz bütün dilekleri ihsan eden Sensin Sen!" [538]

Bu konuda Fbü'd-Derdâ1'dan (r.a.) gelen bir hadis de şöy­ledir:

"Rasülullah (s.a.v.) ayağa kalktı. Biz de ondan işittik.

 “Senden Allah'a sığınıyorum' diyordu. Sonra üç kere, 'Seni Al­lah'ın lânetiyle lanetliyorum' dedi ve sanki bir şey atıyor gibi el­lerini uzattı. Namazdan çıktaktan sonra, 'Yâ Rasûlallah, Sen na­mazdayken söylediğin bir söz duyduk ki, bundan evvel onu söy­lediğini hiç işitmemiştik' dedik. Buyurdu ki: 'Allâhın düşmanı ib­lis yüzüme çarpmak için elinde ateşten bir şihab olduğu halde geldi. Bunun üzerine ben üç defa, 'Senden Allah'a sığınırım' de­dim. Bundan sonra da, 'Seni Allah''ın lânetiyle lanetlerim' dedim. Bu da üç defa oldu, fakat çekilmedi. Sonra onu yakalamak iste­dim. Vallahi kardeşimiz Süleyman'ın duası olmasaydı, muhak­kak bağlanmış olacaktı da, Medine halkının çocukları onu oyun­cak edeceklerdi." [539]

Hz. Süleyman'a verilen bu hükümranlık konusunda Kitâb-ı Mukaddes'de bir kayıt vardır ve burada şöyle denilmekte­dir:

"Ve Allah dedi: ... Hikmet ve bilgi sana verildi. Ve Ben sa­na öyle zenginlik, mal ve şeref vereceğim ki, senden önce olan krallarda onun benzeri yoktu, ne de senden sonra onun benzeri olacaktır.” [540]

Sonuç itibariyle, Hz. Süleyman'ın emrine verilen cin ve şeytanların, ondan sonra başkalarının emir ve hizmetine veril­mesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber için bile böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bunun diğer sıradan insanlar için mümkün olabileceğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Çünkü âyet ve hadislerde cinlerin Hz. Peygamber'in emrine verilip, Ona da Hz. Süleyman'a yaptıkla­rı gibi kaleler, mabedler, havuzlar vs. yaptıklarından bahsedilmemektedir. Hz. Peygamber'in cinlerden hizmetçileri yoktu, Mescid-i Nebeviyye'yi ashabıyla beraber bizzat kendisi çalışa­rak inşa etmişti. Düşmana karşı korunmak için Medine'nin et­rafına kazılan hendekte bizzat kendisi de kazma kürek çalış­mıştı. Ev işlerini de hanımları ve kendisi görmüştü. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır. Günümüzde ve daha sonraki asırlarda müslümanlar, cin ve şeytânları kendilerine boyun eğ­dirip, onları çalıştırmayı hayal etmek yerine, kendileri çalış­mayı öğrenmeli, Dünya ve Âhirette hor ve zelil olmaktan kur­tulmalıdırlar. Hz. Peygamber'in yukarda saydığımız davranış­larında, ümmeti için bu konuda gerekli olan uyan vardır. Müslümanlar, cehalet, hurafe ve saflık içinde, tarlasının bur­çağını yoldurduğunu, ekip biçtirdiğini ileri süren, yerin altın­da gizli altın ve gümüşlerin, hazinelerin yerini cinlerden öğ­rendiğini iddia eden cinci denilen yalancı kimselerin, kendile­rinde kudret ve üstünlük olduğunu göstermek için ortaya at­tıkları sözlerine kanmamalıdır. Aksine kafa ve gönüllerini Kur'an'ın aydınlığına açmalı, bu tür hayalî şeylerden medet beklemekten vaz geçerek çalışmalı, Batı'nın ilerlemesini, İs­lâm âlemine üstün olmasını sağlayan ilmin verilerine kulak vermelidir. Müslümanlar, cinlerden, yerin altındaki hazinele­rin yerini öğrenme hayalleri kuracaklarına, bilimsel metodlarla yerin altındaki cevherleri, madenleri, petrolü keşfedip, Yeryüzü'ne çıkartmalı, zenginleşerek zilletten kurtulmalıdırlar.

Açık olarak kaydetmek gerekirse, Hz. Süleyman'ın Kur'ân-ı Kerim'de haber verilen durumu hariç, dünya kurul­du kurulalı cinlerin insanlara itaati söz konusu olmamalıdır. Elimizde bunun aksini ortaya koyacak deliller bulunmamak­tadır. Cinlerin insanlara itaati, onların tabiatlarına da aykırı­dır. Onlar kendi arzularıyla insanın emrine girmemişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'den, onların Hz. Süleyman'ın emrine de kendi istekleriyle girmediklerini anlıyoruz:

"Rabbinin izniyle cinler­den bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Bunlar içinde buyruğumuz­dan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık." [541]

Yukarıdaki âyetten, cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine girmelerinin ancak Allah'ın izin ve müsaadesiyle, yani emriy­le mümkün olduğu anlaşılıyor. O zaman, cinleri emirleri altı­na aldığını iddia eden insanların, bu konudaki iddialarında doğru olduklarını ispatlayacak delilleri nelerdir? Bu kimseler Allah'ın izin vermediği bir şeyi yapmaya güç yetirebildiklerini nasıl iddia edebiliyorlar? Âyette, cinlerin Hz. Süleyman'ın em­rine, Allah'ın buyruğuyla girdikleri, buna itaatsizlik edenlerin alevli bir ateşle cezalandırıldıkları haber veriliyor. Demek ki, cinler isteseler de Hz. Süleyman'ın emrinden çıkamazlardı, aksi takdirde azab olunarak imha ediliyorlar, ya da zorla itaate sokuluyorlardı. Aşağıda kaydettiğimiz âyette de cinlerin zorla Hz. Süleyman'ın emrine verildikleri ve o vefat edinceye kadar bu durumdan kurtulamadıkları bildirilmektedir:

"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değ­neğini yiyen kurt onun vefatını farketirdi. O, ölü olarak yere dü­şünce ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azabın içinde kalmazlardı." [542]

Şu halde Yüce Allah'ın, zorla Hz. Süleyman'ın buyruğu­na verdiği, ondan sonra da kimsenin emrine vermediğini Pey­gamberleri Süleyman (a.s.) ve Hz. Muhammed'in diliyle haber verdiği cinleri, başkalarının buyruğu altına soktuğunu iddia etmek büyük bir yalan olmalıdır.

Cinlerin kendi istekleriyle insanoğluna itaati ta ilk baş­tan beri söz konusu değildir. Çünkü onların büyükleri olan İblîs, Hz. Âdem yaratıldığı zaman, Cenab-ı Hakk'ın ona boyun eğmesi konusundaki emrini dinlemeyerek, isyan etmiş, bü­yüklük taslayarak kâfirlerden olmuştur. Bu durum. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde haber verilmektedir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Rabbin meleklere, 'Ben, balçıktan, işlenebilen kara top­raktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın' demişti. Bunun üzerine İblîs'in dışındaki bü­tün melekler hemen secde ettiler. O secde edenlerle beraber ol­maktan çekindi. Allah: 'Ey İblis! Seni secde edenlerle beraber ol­maktan alıkoyan şey nedir?' dedi O: 'Balçıktan, işlenebilir kara topraktan yarattığın insana secde edemem' dedi. Yüce Allah: 'Öy­leyse defol oradan! Sen artık kovulmuş birisin. Doğrusu Hesâb Günü'ne kadar lanet sanadır.' dedi. İblîs, 'Rabbim! Beni hiç ol­mazsa tekrar dirilecekleri güne kadar ertele' dedi. Allah (c.c): 'Sen, bilinen gün gelene kadar bırakılanlardansın' buyurdu. İblis: 'Rabbim, beni saptırdığın için, andolsun Yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim, halis kulların bir yana, onların hepsi­ni saptıracağım' dedi. Allah (c.c.)'da şöyle buyurdu. 'Benim ge­rekli kıldığım dosdoğru yol budur, kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Ve Cehennem hepsinin toplanacağı yerdir. O Cehennem'in yedi kapı­sı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, Cennetlerde pınar başlarındadırlar.' Oraya güven içinde, esenlikle girin' denilir." [543]

İslâm alimleri yukarda kaydedilen âyetlerdeki (...=Secede) kelimesi ile, Hz. Âdem'e ibadetin değil, ona itaat ve boyun eğmenin kasdedildiğini söylemektedirler. [544] Bu durumda, ya­ratıldığı günden beri insana karşı büyüklenen, kendisini üs­tün gören İblis ile onun soyu olan cinlerin, kendi istek ve ar­zularıyla bazı insanların emrine girdiğini, onlara hizmet etti­ğini ileri sürmek boş bir iddia olmaktan öteye gidemez. [545] Ni­tekim bu konularda yazılan ve halkın elinde dolaşan kitaplar, İslâm'dan önceki milletlerin inanç, gelenek ve kültürlerinden geçmiş şeyler ve birtakım hurafelerle doludur. Bunlar, Yıldıznâme, Gizli ilimler Hazinesi vb. adlarla insanların ellerinde bu­lunan mecmualardır. Yıldızname denilen kitaplardaki bilgile­rin yıldızlara tapan Sâbiîler'den geçen hurafelerle dolu olduğunda şüphe yoktur. Gizli ilimler Hazinesi denilen kitaplar da, Bâbil, Âsur, Sümer, Hitit, Eski Mısır vs. kültürlerden geç­miş safsatalarla doludur. Söz gelimi, İbnü'l-Hâc et-Tilemsâni el-Mağribî'ye (v.737) ait olduğu söylenen "Şumûsü'l-Envâr ve Künûzü'l-Esrâr" adlı kitapta cinlerin insanlara hizmet etmelerinden bahseden bir bölüm vardır. Burada, bir insanın cinleri em­ri altına alması için gerekli olan hususlardan bahsedilmekte­dir. İbnü'1-Hac et-Tilemsânî, konumuzla ilgili cümlesinde şöy­le demektedir:

(..Allah sana merhamet etsin, bil ki ey hevesli, muhakkak ki ben, gizli, rumuzlu Mushaf'ı incelediğimde, onda cinlerin (in­sanlara) hizmet etmelerini sağlayan, herbirisi ince sırlara sahip Süryanice bu on iki yolu buldum....)[546]

İbnü'1-Hâc et-Tilemsânî'nin, yukarda kaydettiğimiz cümlesinde, cinleri insanların itaatine almayı sağlayan büyülerin Süryanice olduğunu söylemesi ve bu işlemi yapmak için okunacak şeylerin ve cinlerin isimlerinin Süryanice olması, bu hurafelerin kaynağının İslâm değil, Hristiyan Süryanî kültürü olduğunu göstermektedir. Bu da bu konudaki, büyü, sihir ve hurafelerin Bâbil, Âsur, Eski Mısır, Süryanî vs. kültürlerden geçmiş olduğuna dair yukardaki görüşümüzü doğrulamakta­dır. İbnü'l-Hâc et-Tilemsânî de, Süryanî kaynaklarından aldığı bu malzemeyi, aralarına biraz İslâmî kültür karıştırmak sure­tiyle kitabına doldurmuştur. Kendisinin, şiî yada Bâtıniye mezhebinden olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü cinleri itaate almak için on iki yol olduğundan bahsetmektedir. Bu da onun Şia'nın İsnâ Aşeriye (On iki İmam/İmâmiye) koluna mensup olabileceğini düşündürtüyor. Gizli Şifreli Mushaftan bahsediyor, bu da kendisinin Bâtınî köke olabileceğini hatıra getiriyor. et-Tilemsânî, yukarda kaydettiğimiz ibaresinde el-Mushaf kelimesiyle, konuyla ilgili sıradan bir kitabı söz konusu etmeyip, Kur'ân-ı Kerîm'i kastediyorsa, bunun kabul edilebilecek bir tarafı yoktur. Her ne kadar günümüzde İlahi­yat alanında temel eğitimden bile geçmemiş bazıları, Yahudiler'in, Tevrat'ın Gizli Şifresi türü kitaplarına özenerek, Kur'an'ın Şifresi adı altında kitaplar yazıyorlar ve konunun uz­manı büyük alimlerin uyarılarına rağmen televizyonlarda boy gösteriyorlarsa da, Kur'ân'ın saklısı gizlisi, şifrelisi, insanlar­dan saklanılan bir yönü yoktur, kendisi apaçıktır, ortadadır. Hz. Peygamber, onu Allah'tan (c.c.) aldığı gibi insanlara tebliğ etmiştir. Allah'ın Resûlü'nün (s.a.v.) vazifesi de sadece tebliğ­dir. Bu husus bizzat Kur'ân-ı Kerim'in ifadeleriyle sabittir. Ak­sini iddia etmek, peygamberlerin tebliğ sıfatına aykırıdır ve in­sanı sapıklık ve küfre götürür. Bu açıdan Kur'ân'ın mü'minlerin bildiği manasından başka anlamı olmadığı gibi, onun müslümanların bazılarına bildirilip çoğundan saklanan gizli yön­leri, şifreleri vs. de yoktur. O, bir sihir ya da büyü kitabı değildir. Hz. Peygamber de bir sihirbaz ve büyücü değildir. Kur'ân, insanları aydınlığa, berraklığa, sağlam düşünmeye, hayatı ve eşyayı gerçek yönleriyle tanımaya sevkeden bir kurtuluş reh­beridir. Bunların aksini iddia etmek saçmalıktır. Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez." [547]

"Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, karşı gelmek­ten çekinin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir," [548]

"Peygamber'in görevi sadece tebliğ etmektir. Allah, sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir." [549]

"Kur'ân şeytânlar indirmemiştir Bu onlara düşmez, za­ten güçleri de yetmez. Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tu­tulmuşlardır." [550]

"Ey Muhammedi Öğüt ver, Rabbinin nimetiyle Sen, ne kâ­hinsin ne de delisin." [551]

 

5- Cinler Kaybolan Ya Da Çalınan Şeyleri Bilebilir Mi?

 

Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde gaybı Allah'tan baş­kasının bilemeyeceği haber verilmektedir:

"Gaybın anahtarları O'nun kalındadır, onları ancak O bi­lir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, Yer'in karanlık­larında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitap'dadır- ancak O bilir." [552]

"Göklerin ve Yer'in gaybı Allah'a aittir." [553]

"De ki: 'Göklerde ve Yer'de gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.” [554]

"O, gaybı bilendir, gaybına da kimseyi vâkıf kılmaz." [555]

"Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi? diyorlar. De ki: 'Gayb Allah'ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekle­yenlerdenim." [556]

Bu âyetlerin ışığında, gaybı Allah'tan başkasının bilme­sinin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'den, kendisinden başkasının vâkıf olması mümkün olmayan gaybı, Allah'ın dilediği peygamberlerinden bazılarına bil­dirdiğini öğrenmekteyiz:

"... Allah size gaybı bildirecek değildir, fakat O, peygam­berlerden dilediğini seçip, ona gayb mı bildirir." [557]

Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde de, Allah'ın peygamberlerin dışında dilediği bazı kullarına da ilham ettiği haber verilmektedir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak Hz. Âişe ve Ebû Hureyre'den bazı rivayetler gelmektedir. Hz. Âişe'âen nakledilen hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuş­tur:

"Sizden önceki ümmetler içinde bir takım Muhaddesün (kendilerine Allah tarafından söz söylenilen/ilham edilen kişiler) var olagelmiştir. Eğer benim ümmetim içinde de bunlardan bir kimse varsa, Ömer b. el-Hattab muhakkak onlardandır." [558]

Ebû Hureyre'den gelen rivayette ise Resûlullâh'ın (s.a.v.):

"Sizden önce gelip geçen insanlar içinde İsrailoğulları'na mensup öyle kimseler vardı ki, onlar Peygamber olmadıkları hal­de kendilerine (Allah tarafından) söz söylenilirdi. Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o Ömer'dir." [559] buyurduğu ha­ber verilmektedir.

Burada konumuz, insanların gaybı bilip bilemeyecekle­ri hususu değildir. Yukardaki âyetlerde gaybı Allah'tan başka­sının bilemeyeceği, Peygamberlerinden dilediğini gayb konu­sunda bilgilendirdiği açıkça anlatılmaktadır.[560] Yine Peygam­berlerin dışında diğer bazı kimselere de ilham yoluyla bazı hususları bildirdiği yukardaki hadislerden anlaşılmaktadır. An­cak keşf ve ilham türünden olan bu haberlerin peygamberle­rin vahiy yoluyla aldıkları haberlere denk olamayacağı açıktır. Bunlar, dinde hüccet olmadıkları gibi, bunların delil olarak alınıp, hüküm çıkarmada kullanılması, bunlarla amel edilme­si caiz değildir. Bunlar sadece ilgili kişiyi bağlar, başkaları bunların doğruluğunu tasdik etmeye zorlanamaz.

Cinler de gaybı bilme konusunda insanlardan farklı du­rumda değildir. Onlar da gaybı bilmezler, bilgileri de gördük­leri şeylerle sınırlı olup, geleceği ve meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan şeyleri bilemezler. Cinlerin gök katları­na çıkarak meleklerin konuşmalarını dinleyip kulak hırsızlığı yapmaları, çaldıkları haberleri kâhinlere iletmeleri Yüce Allah tarafından yasaklanmış, gökler şihâblarla korunmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de yer alan âyetlerden, kulak hırsızlığına te­şebbüs eden cinlerin şihâblarla imha edildiği anlaşılmaktadır. Bunun hikmetinin, gaybdan haber verdiklerini ileri süren kâ­hinlerin, peygamberlik taslayarak insanları saptırmalarına en­gel olmak olduğu açıktır. Hz. Süleyman'ın vefatından bahse­den bir âyet, cinlerin gaybı bilmediklerini açıkça ifade etmek­tedir:

"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değ­neğini yiyen kurt onun vefatını cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş ol­salardı alçak düşüren bir azâb içinde kalmazlardı.” [561]

el-Âlûsî bu âyetin tefsîriyle ilgili olarak, gaybın sadece istikbalde meydana gelecek olaylara 'ahsis edilemeyeceğini, meydana geldiği halde kişinin bilgi sahibi olamadığı şeylerin de gaybın kapsamına girdiğini söylemektedir. [562]

İslâm öncesi çağlardan günümüze kadar bir takım kim­seler, cinlerle irtibat kurduklarını, kendilerinin dostu olan ya da emirleri altına girmiş olan cinlerin onlara bir takım gaybı haberleri bildirdiklerini iddia edegelmişlerdir. Ancak Hz. Pey­gamber, kâhin denilen bu kimselerin verdikleri haberlere ina­nılmamasını emrederek, onlara bir şey sorulmasını yasakla­mışlardır:

"Kim ki bir kâhine, ya da arrafa gider ve onun sözle­rini tasdik, ederse, Hz. Muhammed'e indirilene küfretmiş olur." [563] Bu durumda, ister yıldızlara bakarak, ister cinle ko­nuşarak isterse remil yoluyla gaybdan haber verdiğini iddia et­sin, kâhine, müneccime, arrafa bir şey sormak, onların, kay­bolan ya da çalınan şeylerin yerleri hakkında söylediklerini tasdik etmek şiddetle yasaklanmış oluyor. Bu yüzden de cin­lere, çalınan şeyler hakkında soru sormak caiz olmadığı gibi, onlardan alındığı iddia edilen haberlere inanmak da doğru ol­maz. Cinlerden alındığı ileri sürülen bu tür haberler dînî ve hukukî bir delil olamaz, İslâm'ın bu tür konularda delîl/beyyine olarak kabul ettiği husus, âdil kimselerin şâhidliğidir. Bu açıdan, günümüzde bir takım, şahısların, cinlerle irtibatlı ol­duğunu söyleyen kimselere başvurarak, onlardan yitik, kayıp ve çalınan şeyler hakkında bilgi istemeleri apaçık bir hatadır. Sorularına karşılık olarak aldıkları cevapların da dînî/hukukî bir delil olması da söz konusu olamaz. [564]

 

6- Hz. Peygambere Büyü Yapılması

 

Kaynaklarımızda yer alan ve Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) nakledilen bazı hadislerde, bir yahudinin Hz. Peygamber'e zarar vermek maksadıyla sihir yaptığından bah­sedilmektedir. Bu rivayetlerin Hz. Âişe'den nakledilen kısmı Urve b. ez-Zübeyi, Hişâm b. Urve vasıtası ile el-Buhârî, Müs­lim, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilmiş­tir. [565] Bunların Zeyd b. Erkam tarafından nakledileni ise, Ebû Hayyân Yezîd b. Hayyân et-Temimî el-Kûfî ve Ebû Mu'âviye Muhammed b. Hazım et-Temimî el-Kûfî vasıtası ile Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmiştir. [566] Aynı hadis, Ebû Mu'âviye Muhammed b. Hâzım'dan Hennâd b. es-Seri tarafın­dan alınarak en-Nesâî'ye ulaştırılmıştır. [567]

Bu rivayetlerin Hz. Âişe'den nakledileninde şöyle denil­mektedir: Hz. Âişe. şöyle demiştir:

"Benî Zureyh yahudilerinden Lebîd b. el-A'sam adlı bir kimse Resûlullâh'a (sav) büyü yaptı. O kadar ki, Rasûlullah bir şeyi yapmadığı halde kendisine o işi yap­tığı hayali gelirdi Nihayet günün yahut gecenin birinde Rasûlul­lah (s.a.v.) dua etti, sonra tekrar dua etti, sonra tekrar dua etti, sonra bana şöyle dedi:

'Yâ Âişe, kendisinden fetva istediğim konu hakkında Al­lah'ın bana fetva verdiğini bildin mi? Bana iki kişi geldi, birisi baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. Daha sonra başu­cumda oturan ayak ucumda oturana, yahut ayak ucumdak'ı başucumdakine: 'Bu zâtın rahatsızlığı nedir' diye sordu. O da: Bü­yülenmiştir' diye cevap verdi. Öteki: 'Ona kim sihir yapmıştır?' diye sordu. Diğeri de: 'Lebîd b. el-A'sam' cevabını verdi. Sonra: 'Büyü hangi şeye yapılmıştır?' dedi. Öteki: 'Bir tarakla, saç dö­küntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine' dedi. Diğeri: 'O büyü nerededir?' diye sordu. Öteki: 'Zû Ervân kuyusunda' diye cevap verdi. Hz. Âişe dedi ki: 'Daha sonra Rasûlullah asha­bından bazı kimselerle beraber oraya gitti. Sonra bana: 'Yâ Âişe/vallahi o kuyunun suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etra­fındaki hurması da şeytanların başları gibiydi' dedi. Bunun üze­rine ben: 'Ya Rasülallah, sen o sikiri çıkarıp yakmadın mı? diye sordum. Resûlullâh: 'Hayır, Allah bana afiyet verdi, insanlara bir kötülük getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu kapatıldı' bu­yurdu." [568]

Bu konuda Hz. Âişe'den gelen rivayetlerin bir çoğunda, sihir yapan kimsenin Yahudi Lebîd b. el-Asam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber'e büyü yapıldığından bahsedilmektedir. [569] Bu rivayetlerin tamamına göre, Lebîd b. el-A'sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz. Peygamber'e tesir etmiştir. Bu husus,

= Hattâ Kâne Resûlullâhi Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem Yuhayyeh İleyhi Ennehu Kâne Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Fe'alehu) cümlesi ile [570] veya (Hattâ İnnehu Leyuhayyelu îleyhi Ennehu Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Ee'alehu) ifadesi ile belirtilmiştir. [571] Yukardaki cümlelerdeki, "Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber'e bir şeyi yapmadığı halde o işi yaptığı hayali gelirdi" ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivayetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre Resülullah'a, yapmadığı halde o işi yapıyormuş hayali gelen hususun, hammlarıyla cinsel ilişkide bulunması olduğu anlaşılmakta­dır. Nitekim el-Buhân ve Ahmed b. Hanbel'in kaydettiklerine göre Hz. Âişe:

"Rasûlullah'a sihir yapılmıştı. Bu durumdayken, kendisi hanımlarına cinsel ilişki için yaklaşmadığı halde, onlara yakla­şır durumda olduğunu zannederdi" demiştir. Ravi Süfyân b. Uyeyne de, "işte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlı­ğın en şiddetlisidir" demektedir. [572] Diğer bir rivayete göre ise, Hz. Peygamber'in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sür­müştür. [573]

Yukarda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden diğer bir rivayetin Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) nakledildiğini kay­detmiştik. Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilen bu rivayet de şöyledir:

"Zeyd b. Erkam'dan. 'Yahudilerden bir adam Rasûlullah'a sihir yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir kaç gün rahatsız oldu. Nihayet Cebrail (a.s.) gelerek Rasûlullah'a: 'Sana yahudilerden bir adam büyü yaptı. Bir ipe düğümler atarak filan kuyuya attı, oraya o sihri çıkartıp getirecek bir adam gönder' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali'yi gönderdi. Hz. Ali de o ipi kuyudan çıkararak getirdi ve çözdü. Bundan dolayı Hz Peygamber sanki bağlarından çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahudiye söylemediği gibi, ölünceye kadar onun yüzünü de görme­di." [574]

en-Nesâî'nin Zeyd b. Erkam'dan yaptığı bu konudaki rivayetinde ise, sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz. Ali olduğu belirtilmemiştir. [575]

Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) yapılan bu rivayetlerde, büyü­yü kuyudan çıkarmak için Hz. Ali'nin veya bir başka sahabî'nin gönderildiğinden söz edilirken, bu konuda Hz. Aişe'den yapılan yukarda kaydettiğimiz hadislerde ise, Hz. Peygam­ber'in, yanına ashabından bazı kimseleri alarak sihirin bulun­duğu kuyuya gittiğinden bahsedilmektedir. Bu durum, söz söz konusu rivayetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut olduğunu hatıra getirmektedir. Kısacası ravîlerin olayı iyi zabtedemedikleri ortaya çıkmaktadır. Zeyd b. Erkam'dan nakledi­len ve Ahmed b. Hanbel ile en-Nesâî tarafından kaydedilen son hadisde, düğümler atılarak sihir yapılan ipin kuyudan çı­karılıp getirildiği, bu düğümler çözülünce, Hz. Peygamber'in sanki bağlarından kurtulmuşcasına ferahladığından söz edil­mektedir. Diğer bazı hadislerde de ashâbdan İlaka'nın (r.a.), bir kabileye uğradığında orada bulunan bir deliye sabah-akşam üç gün Fatiha suresini okuyarak üflediğinden, her üfleyişinde delinin bağdan çözülür gibi olduğundan (...= Fe Kennemâ Ünşita Min İkâlin) söz edilmektedir. [576] en-Nesaî ve Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilen ve Hz. Peygamber'e büyü yapıldığından bahseden son rivayetlerde de ifade aynıdır ve sihir yapılan ip kuyudan getirilip, düğümler çözüldüğünde Resûlulullah'ın sanki bağdan çözülür gibi olup ferahladığından bah­sedilmektedir. [577] Bu durumda, bir yahudinin yaptığı büyü­nün, Hz. Peygamber'de bir delide gözlenebilecek bir tesir meydana getirebileceğini doğrusu insanın gönlü kabul edemi­yor. Resûlullâh'a (s.a.v) sihir yapıldığından bahseden bu riva­yetlerin sadece Hz. Âişe ve Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) gelen âhad haberler olduğu görülmektedir. İlgili şemadan da anlaşı­lacağı gibi (Bkz. Ek: 4), bu rivayetlerin sadece Hz. Âişe'den nakledileni yalnızca Urve b. ez-Zübeyr, ondan da sadece oğlu Hişâm b. Urve tarafından nakledilmiştir. Hişâm b. Urve'den itibaren ravi sayısı artmaktadır. Bu hadisi, Hişâm b. Urve'den, Ebû Üsâme Hammâd b. Üsâme vasıtasıyla Ahmed b. Hanbel [578] ile Ubeyd b. İsmail almışlardır. Ubeyd b. İsmail'den de el-Buhârî nakletmiştir. [579] Yine Hişâm b. Urve'den Abdullah b. Numeyr, ondan da Ebû Kureyb, Ebû Bekr b. Ebî Şeybe ve Ah­med b. Hanbel almışlardır. [580] Ebû Kureyb'den, Müslim, [581] Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den de İbn Mâce rivayet etmişlerdir. [582] Aynı hadisi Hişâm b. Urve'den Yahya b. Sa'îd el-Kattân, ondan Muhammed b. el-Müsennâ, ondan da el-Buhârî naklet­miştir. [583] el-Buhâri'nin aynı rivayeti Hişâm b. Urve'den, İsâ b. Yûnus, İbrahim b. Musa vasıtasıyla aldığı da görülmekte­dir. [584] el-Buhârî bu konudaki rivayetlerinden birini de Hişâm b. Urve'den Abdül melik b. Abdilaziz b. Cüreyc, Süfyân b. Uyeyne ve Abdullah b. Muhammed vasıtasıyla kaydetmiş­tir. [585] el-Buhari'nin bu konudaki diğer rivayeti de, Hişâm b. Urve'den Süfyan b. Uyeyne, Abdullah b. ez-Zübeyr el-Humeydî yoluyla nakledilmiştir. [586] Ahmed b. Hanbel ise, bu konuda­ki hadislerinden birisini Hişam b. Urve'den, Vüheyb b. Hâlid, Affân b. Müslim vasıtasıyla almış, [587] diğerini de yine Hişâm b. Urve'den Ma'mer b. Râşid, Rebah b. Zeyd es-Sevrî, İbrahim b. Hâlid b. Ubeyd yoluyla nakletmiştir. [588]

Bu rivayetlerin bir teki hariç, isnadlardaki edâ sigaları ( Haddesenâ/Ahberanâ) gibi cezim ifade eden la­fızlarla başlamakta, ancak Hişâm b. Urve'den nakleden ravilerden itibaren "An'ane" yoluyla rivayete dönüşmekte, başlan­gıçta yer alan (=Haddesenâ/Ahberanâ) gibi cezim sığalarının yerini (An) lafzı almaktadır.

el-Buhârî'nin, [589] Muhammed b. el-Müsennâ, Yahya b. Sa'îd el-Kattân vasıtasıy­la Hişâm b. Urve'den aldığı rivayette (Haddesenâ) şeklinde ifa­de edilen cezim sigası Urve b. ez-Zübeyr'e kadar devam et­mekte, ancak Urve ile Hz. Âişe arasında (An) lafzına dönüş­mektedir. An'ane yoluyla yapılan nakillerin, senedde kopuk­luk şüphesi taşıdıkları, bunların bir başka rivayet kanalından isnâddaki kopukluk şüphesini giderecek tarzda aktarılmaları gerektiği açıktır. Bu rivayetlerin el-Buhârî ve Müslim tarafın­dan nakledilmeleri açısından, bunların ravilerinin adalet sahi­bi oldukları, kendilerinden naklettikleri kimselerle çağdaş olup, tedlîs yapan kimselerden olmadıkları hatıra gelmektedir. Ancak bu konudaki nakillerin incelenmesinden (Bkz. Ek: 4), rivayetlerdeki ananeyi ortadan kaldırarak, bunların hangi yolla alındığını ortaya koyan bir sonuca ulaşmak mümkün olmu­yor. Çünkü bu rivayetlerdeki ravîler Hişâm b. Urve'den itiba­ren tek ravi sayısına iniyor. Bütün bu ravîlerin hocalarıyla çağ­daş oldukları, onlarla karşılaştıkları sabit olsa bile, bu hadisle­rin metninde yer alan ve İslâm âlimleri arasında tartışmalara sebep olan problem dolayısıyle, bu rivayetlerin yukardaki ravilerden alındığına kesin olarak hükmetme konusunda bazı tereddütlere yol açıyor. Söz gelimi babası Urve'den nakilde bulunmakla meşhur olan Hişâm b. Urve'nin, bu rivayetleri de arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan babasından aldığı hu­susunda şüphelere yol açacak bazı bilgiler mevcuttur. Kayde­dildiğine göre Ya'kûb b. Şeybe, Hişâm b. Urve'nin Irak'a gittik­ten sonra babasından rivayetinin yayıldığını, Hicaz âlimleri­nin de bunları kabul etmediklerini, Hişam'ın Iraklılara riva­yette gevşek davrandığını söylemiştir. Ya'kûb b. Şeybe'nin bil­dirdiğine göre, Hişâm, babası Urve'den işitmedikçe ondan na­kilde bulunmazdı. Hişam'ın rivayet konusundaki gevşekliği de babasından nakilde "irsal" yapmasıdır. Yani doğrudan ba­basından işitmediği halde, rivayeti aldığı şahsı atlayarak ken­disi doğrudan babasından işitmiş gibi rivayet etmesidir. İbn Hırâş, imâm Mâlik'in, onun Iraklılar tarafından nakledilen rivayetlerini kerih gördüğünü, Hişam'ın bu durumundan hoş­lanmadığını zikretmiştir. İbn Hiâş'ın, nakline göre, Hişam b. Urve üç kere Kûfe'ye gelmiş, ilk geldiğinde (Haddesenî Ebi Ka­le Semi'tü Âişe/Bana babam anlattı, Âişe'den işittim, dedi) demiş, ikinci sefer geldiğinde (Ahberanî An Âişete i Bana Âişe'den ha­ber verdi) şeklinde nakilde bulunmuş, üçüncü sefer geldiğin­de ise (Ebî An Âişe/Babamdan, Âişe'den) diyerek rivayet etmiş­tir. Ayrıca Hişam'ın vefatından önce hafızasının bozulduğu da kaydedilmiştir. [590] Konuyla ilgili rivayetlerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi (Bkz. Ek: 4), bu rivayetleri Hişâm b. Ur­ve'den alan ravilerin Abdülmelik b. Cüreyc hariç tamamının Basra'lı ve Kûfeli kimselerden oluştuğu, yani Iraklı oldukları görülmektedir. Hişâm b. Urve'den nakleden ravilerden İbn Cüreyc (v.150) Mekke'lidir, ancak rivayeti ondan alan râvi Süfyân b. Uyeyne Iraklıdır. Iraklı oldukları kaydedilen bu raviler arasında seçkin hadis âlimleri de vardır. Ayrıca Hişâm b. Urve'yle ilgili olarak yukarda kaydedilen tenkidleri şiddetli bulan ez-Zehebi gibi hadis âlimleri de mevcuddur. [591] Ancak il­gili rivayetlerin Hz. Peygamber'in ismetine yönelik önemli bir hususu ilgilendirmesi açısından, bu konuda gösterilen şiddet ve titizliği lüzumsuz görmenin pek de uygun olmadığı açık bir husustur. Ayrıca bunların senedinde yer alan bazı ravîlerin tenkide uğradıkları da görülmektedir. Nitekim Hişâm b. Ur­ve'nin ravîlerinden Ebû Usâme Hammad b. Üsâme el-Kûfî, tedlîs yapmakla ve hadis hırsızlığıyla suçlanmıştır. [592] Bu riva­yeti, Yahya b. Sa'îd el-Kattân vasıtasıyla Hişam b. Urve'den alan Muhammed b. el-Müsennâ (v.252) da hafıza yönünden tenkide uğramıştır. [593] Hişâm b. Urve'nin ravilerinden Abdül­melik b. Abdilaziz İbn Cüreyc (v. 150) ile Süfyan b. Uyeyne (v.198) de tenkid edilmişlerdir. ed-Dârekutnî, İbn Cüreyc'in tedlîsinden sakındırmış ve onun mecruh kimselerden işittiği şeylerde tedlîs yaptığını bildirmiştir. İbn Hıbbân da onun ted­lîs yaptığını bildirmiştir. Yahya el-Kattân ise, Atâ'nın kendisi­ne verdiği bir kitaptan nakilde bulunması dolayısıyla İbn Cü­reyc'in Atâ'dan yaptığı rivayetlerin tamamının zayıf olduğunu söylemiştir. [594] Ahmed b. Hanbel de İbn Cüreyc'in mürsel olarak naklettiği bazî hadislerin mevzu olduğunu bildirmiştir. [595]

Ravî Süfyân b. Uyeyne de tedlîs yapmakla suçlanmış, [596] Yahya b. Sa'îd el-Kattân, onun yaşlandığında h. 197 yılında ihtilât ettiğini bildirmiş, bu yıldan sonra ondan işitenlerin rivayetlerinin muteber olmadığını söylemiştir. [597] Hişâm b. Urve'nin ravîlerinden Vüheyb b. Hâlid de hafızası bozulduğu için tenkide uğramıştır. [598] Hişâm b. Urve'nin ravilerinden olan Ma'mer b. Râşid (v.152) de cerhedilmistir. Ebû Hatim, Ma'mer'in Basra'dayken naklettiği şeylerde galatlar var, sâlihu'l-had'tsür, demiştir. Yahya b. Ma'în ise Ma'mer, ez-Zühfi ve İbn Tavus hariç haklılardan naklettiği zaman ona muhalefet et. Bas­ra ve Küfe halkından yaptığı rivayetler sahih değildir, demekte­dir. [599]

Bu hadislerin, el-Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde yer almaları açısından el-Buhârî ve Müslim'in bu konudaki şartla­rına göre sahih oldukları açıktır. Bu hususta sübjektif kriterler rol oynamaktadır. Yani Müslim, Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce'nin naklettikleri bu rivayetler, el-Buhârî'nin öngördüğü şartları taşımamaları açısından el-Buhârî'ye göre sahih değildir ve bu sebeple de onun el-Câmiu's-Sahîh'inde yer almamakta­dır, kanaatindeyiz. Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce'nin bu ko­nudaki rivayetleri de Müslim'in bu konudaki şartlarına uyma­dığı için bu senedlerle Müslim'in el-Câmiu's-Sahih'inde nakledilmemiştir. Dolayısıyle, el-Buharî'ye, Müslim'e göre sıhhat açısından farkılık arzeden bu hadislerin şahinliği üzerinde İslâm âlimlerinin ittifak etmeleri, ya da el-Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde veya Külüb-i Sitte'nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih kabul etme mecburiye­tinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütüb-i Sitte'yi, ya da el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerindeki tüm hadisleri reddet­mek, onların hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmek demek değildir. Ancak ortada Hz. Peygamberin İsmet sıfatına doku­nan bir durum söz konusudur ve bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garânîk olayı, ya da Selman Rüşdi'nin Şeytan Âyetleri (Satanic Verses) gibi Hz. Peygamber'in ismetine yönelik saldırılara malzeme veren, Kur'ân-ı Kerîm üzerinde şüpheler doğmasına yol açan, ilhâd ve küfre, ateizme, İslâm'a saldırı için destek olan bu tür rivayetleri [600] günümüz müslümanlarının, okuyan-düşünen, araştırıp mu­kayese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle te'vîl ve yo­rumlar yapmaya çalıştığımız, çoğunda da muhatabı tatmin et­mediğini gördüğümüz bu tür rivayetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya hakkımız olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşıl­maz bir muhafazakarlığa da gerek olmadığı kanaatindeyiz. Hz. Peygamberi ve onun ismetini, Kur'ân'ı Kerîm'i ve onun güve­nilirliğini mi savunacağız yoksa bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde müslüman alimlerinin buna bir karar vermeleri­nin vaktinin geçmekte olduğu hususunu açıklamaya gerek yoktur. Bu görüşlerin asla Hadis ve Sünnet'i reddetme anlamı­na gelmeyeceği açıktır. Resûlullah'ın Sünnet'i İslâm'ın ikinci temel kaynağıdır, Hz. Peygamber de Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir et­mede en yetkili kimse olup, aynı zamanda Kur'ân'ın ilk müfessiridir. Davranışları Allah tarafından müslümanlara güzel bir örnek gösterilerek, benimsenip taklid edilmesi emredilmiş yüce bir önder, bir ufuk şahsiyettir. Tabii ki Sünnet'siz İslâm olamaz, İslâmî bir hayat yaşanamaz. Bu hususu tartışmaya hiçbir şekilde gerek yoktur. Sünnet'i red ve inkâr, İslâm'ı, Kur'ân'ı red ve inkardan başka bir şey de değildir. Ancak bi­zim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte el-Buhârî'yi, Müslim'i yada eserleri Kütüb-i Sitte içeresinde yer alan Tirmizî, Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce'yi tenkîd eden bazı İs­lâm âlimlerinin bu tenkidlerinde büsbütün haksız olup olma­dıkları hususudur. Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'in ismet sıfatı­na aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden dolayı Kütüb-i Sit­te müelliflerini tenkîd eden bu alimler, fikrî ve ilmî açıdan gü­nümüz şartları gözönünde bulundurulduğu takdirde bu tenkîdlerinde pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda ti­tiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çı­kar.

Geçmişte, bu rivayetleri Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebepleri arasında gösteren bazı mûfessirler olmuştur. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine'de nazil olmuştur. Çünkü Lebîd b. el-A'sam adlı şahsın yaptığı bu büyü olayı Medine dö­neminde meydana gelmiştir. [601] Ancak diğer bazı mûfessirler de bu sûrelerin Mekke döneminde indirildiğini kaydetmekte­dirler. [602] Bu durumda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden anılan rivayetlerin, bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir. Nitekim Süleyman Ateş, bu rivayetlerin, bu sûrelerin inmesinden çok sonra ortaya atıldığı görüşündedir. [603] Süleyman Ateş bu konuda şunları söylemek­tedir:

"Aslında yalnızca Sa'lebi’nin bu senedsiz rivayeti değil, bu konudaki senedi rivayetler de birbirini tutmaz, çelişkilerle dolu­dur. Bu rivayetlerin hiçbiri sûrenin iniş sebebi olamaz. Çünkü bu sûre Medine'de değil, Mekke'de inmiştir. Hasan, Atâ, İkrime, Câbir ve Kureyb'in İbn Abbâs'tan rivayetine göre sûre Mekkî'dir. Sa­lih, Katâde ve bir grubun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre sûre Meden’dir. Fakat sûrenin Mekk'i olduğu rivayeti daha doğrudur, İbn Cevz'ı de, sûrenin Mekke'de Fil sûresinden sonra indiğini söylemiştir." [604]

İbn Haldun ise Mukaddimesinde, büyünün tesirinin gerçek olduğunu ileri sürerek, bu görüşüne Bakara 102. âyeti ile, Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden Hz. Âişe ri­vayetini delil göstermiştir. İbn Haldun'a göre, Mu'avvizeteyn diye adlandırılan Felâk ve Nâs sûreleri de Hz. Peygamber'e büyü yapılması üzerine nazil olmuştur. [605] Halbuki İbn Hal­dun, aynı eserinin önceki sayfalarında Duhâ, Felak gibi kısa sûrelerin Mekke'de nazil olduğunu kaydetmektedir. [606] İbn Haldun'un bu konuda çelişkiye düşmesine, bu konuyu îyi araştırmamasının sebep olduğu açıktır. Hz. Peygamber'e sihir Medine'de yapıldığına, Felak sûresi de İbn Haldun'un kaydet­tiği gibi Mekke'de nazil olduğuna göre, bu surelerin Hz. Pey­gamber'e büyü yapılmasından dolayı nazil olduğu hususu doğru olmamalıdır.

Mu'tezile, yukarda kaydettiğimiz konuyla ilgili rivayetleri Hz. Peygamber'in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Kadı Abdülcebbâr bu konuda şunları söylemiştir:

"Cenâb-ı Hak, Allah seni insanlardan korur', 'Büyücü ne­reye varsa iflah olmaz buyurduktan sonra bu rivayetler nasıl doğru kabul edilebilir? Bunları kabul etmek peygamberliğe söz getirir. Eğer bu doğru olsa, büyücülerin, bütün peygamberlere, salihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Bunlar bâtıl şeylerdir. Allah, Peygamber'e 'Büyülenmiş' diyenleri reddetmektedir. Bu rivayet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru ol­ması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise caiz değil­dir. [607]

Ehl-i Sünnete mensup bir kısım alimler sihirin hakika­tinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl bir takım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Şâfîî mez­hebine mensup alimlerden Ebû Cafer Esterebâzi ile Hanefî âlimlerinden Ebû Bekr er-Râzî vardır. Zâhirîler'den İbn Hazm'ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. [608]

Sihirin sabit ve yukarda kaydedilen rivayetlerin sahih olduğunu ileri süren bir kısım âlimler ise, aksi görüşte olanla­rı bid'atçılıkla suçlamışlardır. Bu şekilde bir tutum takınanlar arasında İmâm Mâzirî de vardır, İmâm Mâz'iri bu konuda şun­ları söylemiştir:

"Ehl-i Sünnet ve alimlerin cumhurunun (çoğunluğunun) görüşüne göre sihir sabittir. Onun da diğer eşya gibi hakikati var­dır... Ehl-i Bid'at bu hadisi Nübüvvet makamına şüphe getirir di­ye reddetmişlerse de, durum öyle değildir. Çünkü Allahü Teâlâ Onu peygamberliğe ait işlerde masum kılmıştır. Ancak, dünya iş­leriyle ilgili konularda ve insanlığa arız olabilecek bazı hususlar­da etkilenmesi mümkündür." [609]

İmâm Mâzirî'nin yukarda kaydedilen "Ehî-i Sünnet ve cumhurun görüşüne göre sihir sabittir" şeklindeki ifadesi tar­tışmaya müsait bir sözdür. Kanaatimizce bu konuda Ehl-i Sünnetin ve cumhurun aynı görüşte olduğunu tesbit etmek oldukça zordur. Çünkü Ehl-i Sünnet mezhebine mensup ol­duğu halde aksi görüşte olan büyük alimler vardır. Ki bunlar arasında er-Râzî, İbn Hazm, Ebu Ca'fer Esterebâzî, İmâm Ebû Hanîfe vb. İslâm alimleri yer almaktadır. Kaldı ki bu konuda görüşünü yazılı olarak ifade etmeyen, ya da açıkladığı halde sayfalara geçerek günümüze ulaşmayan İslâm alimleri de mev­cut olabilir. Gerçekten geçmiş asırlarda bu konuyla ilgili ola­rak anket yapılarak, dünyada mevcut tüm İslâm alimlerinin görüşleri alınmış mıdır? Böyle bir şeyin meydana geldiğini zannetmiyoruz. Bu durumda imâm Maziri veya benzeri kim­selerin, "Bu konuda Ehl-i Sünnet'in ve Cumhurun (İslâm âlimle­rinin çoğunluğunun) görüşü budur" şeklindeki ifadelerinin kendi gorüslerini haklı ve güçlü göstermeye yönelik bir genellemeden ibaret olduğu hatıra gelmektedir. Geçmişte bazı âlimlerin eserle­rinde yer alan bu tür sözlerin, yeni yetişmekte olan alimler ya da okuyucular üzerinde pisikolojik bir baskı oluşturduğu bir gerçek­tir. Böyle bir baskı altında kalan yeni nesil ilim adamlarının, "âlimlerin çoğunluğunun görüşünden ayrılmayayım, yoksa sapı­tırım" endişesiyle hareket ettikleri, eskiden söylenilip ortaya ko­nulan yorum ve görüşlere teslim olup, onları aynen benimsedik­leri, böylece kendi görüş ve kanaatlerini ortaya koymaktan çekindikleri de bir gerçektir. Bunun da, İslâm'ı ilimlerde gerilemeye yol açtığı, ilerleme ve gelişmenin önünü kapayarak, yeni nesiller içerisinden büyük dehalar, kudretli ilim adamları yetişmesini en­gellediği açık bir husustur.

İslâm alimlerinden Kadı İyâd ise bu konuda şunları söy­lemektedir:

"Hz. Aişe'den nakledilen hadiste anlatıldığına göre sihir, Hz. Peygamber'in aklına, kalbine, i'tikâdına değil, ancak mübarek bedenine ve dış uzuvlarına tesir etmiştir. Bu da hanım­larına yaklaşacağını zannedip de bunu yapamamasından ibaret bir tutukluktan başka bir şey değildir." [610]

Kadı İyâd ve benzeri İslâm alimlerinin yukarda işaret et­tiğimiz görüşlerine göre, bu rivayetler sahihtir ve büyü Hz. Peygamber'in aklına tesir etmemiştir. Ancak sihirden dolayı Hz. Peygamber'in bedenine bir rahatsızlık gelmesini de kimse inkâr edemez. [611] Günümüzde yaşayan bazı âlimler de, Hz. Peygamber'in ismetine aykırı olur gerekçesiyle bu rivayetleri reddedenleri bidatçılıkla suçlamışlardır. [612] Bu aşırılıklara kar­şı Hamdi Yazır güzel bir tutum sergileyerek şöyle demiştir:

"Bununla beraber bu meseleyi bir Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid'at ve İ'tizal meselesi gibi tasvir etmek de sihri haddinden faz­la büyütmek gibi bir ifrattan hâli olmaz. Halbuki sihrin, şer ve zararını inkâra kalkışmak doğru olmadığı gibi, onu haddinden fazla büyütmek de doğru değildir." [613]

Mahmüd Ebu Reyye'nin de bu konuda Mısır'lı alimler­den Muhammed Abduh ve Reşîd Riga'nın görüşeleri doğrultu­sunda hareket ettiği görülmektedir. Ebû Reyye, Muhammed Abduh'un bu konudaki görüşlerini şu şekilde nakletmektedir:

"Bu konudaki hadise gelince, sahih olduğu farzedilse bile bu âhad türünden bir hadistir Âhad haberler ise Akâid konusun­da delil olarak alınmaz. Hz. Peygamber'in, aklı konusunda sihi­rin tesirinden korunmuş olması da inanç esaslarından birisidir. Yakın İlim ifade eden bir delil olmadıkça, bunun aksine itimâd edilemez. Âhad yoluyla bize ulaşan bu hadis sebebiyle, bunu sa­hih kabul eden kimsede bir zan meydana gelse bile, bu konuda zan ve zannedilenle hareket etmek caiz değildir! Kendisi için bu hadisin sahih olmadığına dair deliller bulunan kimseye, bunu hüccet olarak gösteremezsin. Her durumda bizim için gerekli olan ve üzerimize düşen, bu hadis hakkında gerçeği teslim ede­rek, akidemiz konusunda onunla hükmetmemek, Kitâb'ın nassı ile aklın delilini almaktır. Eğer zannettikleri gibi Hz. Peygam­ber'in aklında bir karışıklık olsaydı, Onun, tebliğ etmediği bir şe­yi tebliğ ettiğini veya kendisine indirilmeyen bir şeyin nazil oldu­ğunu zannetmesi caiz olurdu. Durum açıktır ve hiçbir açıklamaya muhtaç da değildir... Herşey bir tarafa, sikiri reddeden birinin bidatçı sayılması caiz değildir. Çünkü Allah'a Teala, (Âmene'r-Rasâlü) ayetinde ve diğer ayetlerde mü'minlerin kendisine inanacakları şeyleri açıklamıştır. İman edip müslüman olabilmesi için bir kimse üzerine gerekli olan emirler de vârid olmuştur, fakat bunların içinde sihir konusunda herhangi bir şey gelmemiştir." [614]

Süleyman Ateş ise bu rivayetlerle ilgili olarak şu değer­lendirmeyi yapmaktadır:

"Ayrıca bu rivayetler çelişkilerle doludur. Çünkü birinde, büyü yapan Lebîd'in yahudi, ötekinde yahudilerin analısı bir mü­nafık olduğu, bir başkasında ise Hz. Peygamber'e hizmet eden bir yahudi çocuğunun Hz. Peygamber'in tarağındaki kılları ve tara­ğının dişlerini alıp yahudilere verdiği, yahudilerin de bunları Lebîd'e verdiği anlatılır. Hz. Peygamber' hangi yahudi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gayet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânice mektupları dahi güvenmediğinden dolayı yahudi­lere okutmamak için Zeyd b. Sâbit'e îbrâanîce'yi öğrenmesini em­reden Peygamber (s.a.v.) bir yahudi çocuğunu nasıl harim-i isme­tine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evladı varken ki bunlardan biri de Enes b. Mâlik'tir- yahudi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır? Tarihte Hz. Peygamber'e hizmet eden bir yahudi çocuğu bilinmediği gibi, Hz. Peygamber'in altı ay kadar yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bi­linmemektedir. Bu rivayetlerin büyü ve nazarın etkisini destekle­mek ve insanları bunlardan korkutmak amacıyla ortaya atıldı­ğında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur:

Büyü ve nazar Peygamber'e bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sa­kındırmak lâzımdır."[615]

Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber'e sihir yapılmasıyla ilgi­li rivayetler hakkında şunları kaydetmiştir:

"... Bu rivayetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdir­de bile, Resülullah'a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış ol­duğuna mutlaka itikadın vücübunu ifade edecek kuvveti haiz de­ğildir. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değil­lerdir. Haber-i ahad'ın sıhhati ise itikadın cevazını ifade etse bile vücübunu ifâde eylemez. Halbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur'ân'ın nassına muhalif olduğundan dolayı caiz bile olamayacağına kail olanlar vardır. Nitekim İmâm Mâtüridi’den nakledildiğine göre Ebu Bekr Esâm, burada, rivayet edilmiş olan sihir hadisi metruktür, çünkü bunda kâfirlerin Aleyhissefatü ve's-Selâm'ameshürdemelerinin sıdkı lâzım gelecektir. Bu ise Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın nassına muhaliftir, demiş ve Mu'tezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden etkilenmenin mansıb-ı Nübüvvete yakışmayacağını söylemişlerdir." [616]

M. izzet Derveze de, "Seyhayn'ın Hz. Aişe'den naklettikle­ri bu hadis karşısında hayret ediyoruz" [617] demektedir. Süley­man Ateş ise, "Peygamber eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı zannedecek kadar bir akli denge bozukluğuna uğrarsa, ne O'nun masumluğu, ne de vahiylerin korunma garan­tisi kalır. Peygamber böyle kusurlardan uzak, münezzehtir." [618] şeklinde görüş beyan etmektedir. Hamdi Yazır da bu konuda, "Peygamber'e sihirbaz ve Nübüvveti yönünden sihirlenmiş diye­nin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardır:

Birincisi sihrin vukuu,

İkincisi Peygamber'in bu sihirden etkilenmesinin vukuu,

Üçüncüsü bu sürelerin (Felak-Nâs) nüzul sebebi olup ol­maması... Peygamber'e bir sihir yapıldığına ve O'nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim olduğuna itikad etmek caiz olabilse de vâcib değildir." [619] demektedir.

Süleyman Ateş, Kadı Iyâd ve benzerî İslâm âlimlerinin, kendisine yapılan sihirin Hz. Peygamber'in aklına, kalbine, iti­kadına değil de, bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialarım reddetmektedir. Süleyman Ateş bu konuda da şunları söylemektedir:                                                             

"Elbette bu cevap tutarlı bir cevap değildir. Çünkü Buhârî'de bulunduğundan sağlam kabul edilen rivayette dahi Peygam­ber, 'Kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yap­tığını sanıyordu ve altı ay böyle sürdü' deniliyor. Bu, altı ay Pey­gamber'in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil, hâşâ O'nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamama­sı demektir. Bu esnada O'nun, gelen vahiyleri zabtedememesi, başka şeylerle karıştırması gayet mümkündür." [620]

Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin metninde yer alan Hattâ Kâne Resülullâhı Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem Yuhayyelu İleyhi Ennehu Kâne Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Fe'alehu), [621]  

Hatta  Leyuhayyelu îleyhi Ennehu Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Fe'alehu) [622]

(Kâne Yerâ Ennehu Ye'tin-Nisâe velâ Ye'tîhinne) [623]cümlelerindeki (Yerâ/Leyuhayyelû/Yuhayyelû) lafızları­nın, Süleyman Ateş'in veya daha önceki bazı âlimlerin görüş­lerinde haklı olduklarını ortaya koyduğu açıktır. Gerçekten de hayal görme olayının akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tesbit edebilmek için derin bir Psikoloji ya da Felsefe bilgisi­ne ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil, aklıyla, zih­niyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir. Yukarıda yer alan rivayetlerdeki ifadelere göre, güya (!!!) bir yahudi Hz. Peygamber'e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle Onun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin et­miştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir tesir meydana getirilebildiğini kabul etmek alken ve ilmen müm­kün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, kâfir ya da müşriklerin sihir yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar, Hz. Peygamber'in iffet ve namusuna halel getirir, münafıklar tara­fından O'nun (s.a.v.) şerefli hanımlarına yapılan zina iftirala­rına malzeme olur. Büyü yoluyla Hz. Peygamber iktidarsızlaştırılabiliyordu, kendisi bu şekilde rahatsız olduğu için, 9 ya da 11 tane hanımı da cinsel ihtiyaçlarını gideremiyorlardı gibi bir takım iftirayalara yol açar. Nitekim kaynaklarda Hz. Âişe'ye ve Peygamberimizin oğlu İbrahim'in annesi Mâriye'ye bu tür iftiralar yapıldığından bahsedilmektedir.

Kanaatimizce, bu konuda en doğru yol dengeli hareket etmektir. Ne Hz. Peygamberin cinsel gücünün abartılarak in­san üstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivayetlere, ne de O'nun (s.a.v.) sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırı-labileceği fikrine zemin teşkil eden nakillere itibar edilmelidir. Bu konuda hakikat ne ise, doğru bir şekilde ortaya konulma­lıdır. Bu açıdan Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden bu rivayetleri toptan reddetmenin de doğru olmadığını dü­şünmekteyiz. Bunlar Hz. Peygamberin hayatı, mu'cizesi, Al­lah'ın (c.c.) kendisini düşmanlarının şerrinden koruması açı­sından tarihi bir değere haizdirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber'e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından za­rar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu hu­sus tarihi açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygula­madır. Yahudilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düş­manlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir ger­çektir. Bu sebeple Hz. Peygamber'e de zarar vermek maksadıy­la Lebîd b. el-A'sam'a başvurarak sihir yaptırmış olabilirler. Bu rivayetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Yukarıdaki ha­dislerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Yahudilerin bu faaliyeti, Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber'e bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.v) üzerinde bu sihirin bir tesiri de söz konusu değildir. Yüce Allah, bunu Hz. Peygamber'e bildir­mek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak suretiyle, sihiri yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlub etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hadislerden anladığımıza göre Hz. Peygamber, Yüce Allah ta­rafından durum kendisine bildirilince, yanına ashabından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali'yi göndermiş ve sihiri yapan Lebid b. el-A'sam adlı yahudinin arazisi içinde olduğu kay­dedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imha için, halk arasında yaygın olan inanç doğrul­tusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böyle­ce sihirden/büyüden meded bekleyen, ondan bir silah olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara her­hangi bir tesir yapamayacağını, Yüce Allah'ın kendilerini ko­ruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, Yahudi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır. Bu riva­yetler bu yönüyle doğrudur. Ancak bunlarda zabt kusuru var­dır. Rivayetin metnini problemli duruma sokan ve âlimler ara­sında tartışmalara yol açan yukarıda kaydettiğimiz sihirin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklama­lardır. Nitekim ravilerden Süfyân'ın, bu konudaki bir açıklaması bu rivayetlerden birisinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyân, "işte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir" [624] demektedir. Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebü Bekr Ahmed b. Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivayetleri problem­li hale sokan bu ilavelerin aslının olmadığını, bunların sonra­dan râvîler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söyle­miştir. [625] Büyünün Hz. Peygamber'e tesiri konusundaki,

(...= Hattâ Kâne Resülullâhi Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem Yuhay-yelu îleyhi Ennehu Kâne Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Ee'alehu Kâne Yerâ Ennehu Ye'ti'n-Nisâe velâ Ye'tihinne) tarzındaki bu ifâdelerin ravî Hişâm b. Urve'den, yada babası Urve'den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve b. ez-Zübeyr'in, veya Hişâm'ın bu açıklamaları Hz. Âişe'ye mal edilmiş, onun sözlerinin ara­sına dahil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmak­ta yarar vardır.

Hz. Peygamber'e büyünün tesir ettiğini kabul ettiğimiz­de karşımıza çıkacak bir problem de şudur:

Daha önceki bö­lümde kaydedildiği üzere sihirin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu id­diada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır. Biz bu hususun isbâtının mümkün olmadığını kaydetmiştik. Geriye diğer bir yol kalıyor ki o da, cin ya da şeytanların telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da, sihir yapıla­rak, cinler kullanılarak sihirbazlarca Hz. Peygamber'e tesir edilmesi söz konusu olamaz. Ona (s.a.v.), cinlerin yada şey­tanların çarpmasını, telkinde bulunmasını, kendilerinin bun­dan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna pey­gamberlik sıfatları ve makamı mânidir, hiçbir şekilde bunu tartışmaya gerek yoktur. Ayrıca bu husus Kur'ân-ı Kerim'in adı geçen âyetlerine ve bu konudaki sahih hadislere aykırıdır. Kur'ân-ı Kerim'de, müşriklerin Hz. Peygamber'e büyülenmiş diye iftira ettikleri haber verilmektedir:

"Seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zâlimlerin: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediklerini Biz çok iyi biliriz." [626]

"Bu zâlimler inananlara: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler.” [627]

Bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber'in Yüce Al­lah'ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmek­tedir. [628]

Burada hemen kaydetmek gerekirse, Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) bu hususla ilgili olarak gelen rivayetleri de bu doğrultu­da değerlendirmemiz gerektiği açıktır. (Bkz. Ek: 5) Bu rivayet­lerde sihirin Hz. Peygamber üzerindeki tesirini anlatmak için kullanılan lafızların O'nu (s.a.v.) bir deliyle aynı konumda gösterdiğine daha önce işaret etmiştik. Hz. Peygamber hak­kında böyle bir durumu kabul etmek mümkün değildir. Yine bu hadislerde de zabt kusuru olduğu çok açıktır. Çünkü hadis âlimleri katında daha sahih konumda olan el-Buhârî ve Müs­lim'in bu konudaki rivayetlerine aykırılıklar vardır. Kanaati­mizce bunlar da ravilerden kaynaklanmaktadır. Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) nakledilen bu nakil de âhad türünden bir riva­yet olup, Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) râvi Ebû Muaviye Muhammed b. Hazım el-Kûfî'ye kadar sadece birer kişi nakletmiştir. Bu rivayette kullanılan (Haddesenâ/Ahberanâ) şeklindeki edâ sigası da en-Nesâî ve Ahmed b. Hanbel'den he­men önce (An) lafzına dönüşmektedir. Ariane yoluyla yapılan bu rivayetin senedinde kopukluk şüphesi, Hz. Âişe'den gelenlere oranla daha fazladır. Çünkü en-Nesaî ve Ah­med b. Hanbel, nakilleri eserlerine alma konusunda el-Buhârî ve Müslim'in gösterdiği titizliği benimsememiş, onlara nisbetle bu konuda gevşek davranmışlardır. Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) gelen bu rivayetlerin senedindeki inkıtal (kopukluk) şüphesini giderip, bunların hangi yolla alındığını net bir şekil­de ortaya koyacak, diğer bir hadise de sahip bulunmamakta­yız. Ayrıca ravilerden el-A'meş Süleyman b. Mihrân el-Kûfî, tedlîs yaptığı için hadis âlimlerinin tenkidine uğramıştır. Ab­dullah b. el-Mübârek ile Muğîre, Kûfeliler'in hadislerini el-A'meş ile Ebû İshak'ın ifsâd ettiğini söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel, el-A'meş'in hadisinde bir çok ıztırap bulunduğunu bildirmiştir. ez-Zehebî, el-A'meş'in bazan kim olduğu bilinme­yen zayıf kimselerden tedlîs yaptığını zikretmiş, rivayet eder­ken (Haddesenâ) dediği zaman problem olmadığını, fa­kat (An) lafzını kullandığında tedlîs ihtimhalinin söz ko­nusu olduğunu söylemiştir. Ali b. el-Medînî ise, el-A'meş'in zayıf kimselerden naklettiği hadislerinde evhamının çok ol­duğunu bildirmiştir. [629] Burada, el-A'meş'in konumuzla ilgili olarak Yezîd b. Hayyân vasıtasıyla Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) yaptığı rivayetinde de tamamen (An) lafzını kullandığını gözönünde bulundurmamız son derece faydalı olacaktır. Söz konusu rivayeti el-'A'meş'ten alan ravî Ebû Muâviye ed-Darîr Muhammed b. Hazmı et-Temîmî el-Kûfî (v.195) de hadis âlimleri tarafından tenkid edilmiştir. Ebû Muâviye'nin tenkide uğradığı hususların başında zabt yönü gelmektedir ki, bu husus konumuz açısından çok mühimdir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Muâviye'nin, el-A'meş'in hadisinin dışındaki rivayetlerin­de ızdırab bulunduğunu, çünkü naklettiği şeyleri iyice ezber­lemediğini söylemiştir. Yahya b. Ma'în, onun Ubeydullâh b. Ömer'den münker şeyler naklettiğini ifade etmiş, İbn Sa'd ve Ya'kûb b. Şeybe ise tedlîs yaptığını bildirmişlerdir. İbn Ebî Hatim de, el-A'meş'ten nakil konusunda onun Süfyân'dan sonra geldiğini belirterek, zabtının Süfyân kadar güçlü ol­madığına işaret etmiştir. [630] Bu sebeple bu rivayete sahih hük­münü vererek, Hz. Peygamber'e yapılan büyünün kendisine tesir ettiği kanaatine varabilmek mümkün değildir. Bunlara dayanarak, Resülullah'a (sav) yapılan büyünün kendisine tesir ettiğine inanmayan kimseleri bid'atçılıkla suçlamak ise son derece hatalı, Yüce Allah katında sorumluluğu gerektiren bir tutumdur. [631]

 

7- Büyü Yoluyla Yapılabildiği İleri Sürülen Bazı Hususlar

 

Bu konuda yazılmış bazı kitaplarla halk arasında yaygın olan kanaate göre, sihir/büyü yoluyla bazı işlerin gerçekleş­tirilebileceği iddia edilmektedir. Bu hususlardan bazıları şun­lardır:

Karı-koca veya başka iki kişinin arasına düşmanlık sok­mak, aralarını ayırmak, dil bağlamak, bir kadın ve erkeği bir­birine sevdirmek, baş ağrısı, göz ağrısı, iç sıkıntısı vermek, sidikliğini bağlamak, uykusunu bağlamak, bir kimseye has­talık ve sıkıntı musallat etmek, kadın ya da erkeğin evlen­mesini kolaylaştırmak, kaybolan şeyleri bulmak, hırsızın kim­liğini bilmek, istediği şeyi rüyada görmek, bir yerden bir kim­seyi çıkarmak, bir kimseyi kendisine meyil ve muhabbet ettir­mek, bir yeri harap etmek, hoşlanılmayan şahsı kovmak, düş­manları maglub etmek, onlara zarar vermek, konuşamayan ve yürüyemeyen çocukları tedavi etmek, karı-kocanın arasını bulmak, sihiri iptal etmek, zalimlerin şerrinden emin olmak, büyü yoluyla bağlanmış kimseleri çözmek, cinleri göndererek istenilen şahsa zarar vermek, göze görünmemek, silahın tesirinden korunmak, kapalı bahtı açmak, sar'a ve felçten korunmak, erkek çocuk sahibi olmak, insanı uykudayken konuşturmak, ruhları emri altına almak, uzun ömürlü olmak, bir şahsı istediği zaman istediği yere getirtmek.

Yukarıda kaydedilen konularla ilgili herhangi bir prob­lemi olan kimselerin, çaresizlik içinde bu yollara başvurduk­ları, bunlardan medet bekledikleri toplumumuzda gözlenen bir gerçektir. Bu konularla ilgili olarak, halkımız arasında çok meşhur olan Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin Kenzü'l-Havas adlı kitabını incelemeye çalıştık. [632] Süleyman el-Hüseynî, kitabının giriş kısmında bu konuda şunları söylemektedir:

"Nazil olan kitapların sırları cemetmesi, bütün şifa ve rah­metin menbai olan Kur'ân-ı Kerlm'in her bir âyeti, hatta kelime ve harfi bir fena bulmayan, fani olmayan havas hazinesi olup, bunlardan bin üçyüz kusür hatta bin dörtyüz küsür seneden beri istifâza ve istifâde olunduğu, faide görülüp feyz alındığı ve bu sayede ne büyük azim ve hârikalar meydana geldiği görülmüştür ve görülmektedir. İslâmiyet'in zuhurundan evvel ve kâhinler ve rahipler Tevrat ve İncîl-i Şerifin ayetleriyle keramet ibraz et­meye muvaffak olmuşlardır ki, bu erbabı indinde malumdur. Âdem aleyhisselam'ın inişinden zamanımıza kadar âyetlerin ve Esmâ-i Şerif enin havassı, evrâd ve ezkâr ile iştigal olunmuş, her zaman azim ve ciddiyet, tam bir itikâd ve saf bir kalb, temiz, her şeyden arınmış bir kalb ile okunan ve yazılan evrâd ve esmadan, vefk ve tılsımlardan matlub olan faide istihsal olunmuş, istifade görülmüştür.

Ruhun bekası, alem-i süflide te's'irâtı eslâf indinde, geçmiş kavimler indinde tasdik üzere olduğu halde, geçen asırda bütün mukaddesatı çürütmek, dinleri ortadan kaldırmak fikrine düşen bazı adamların sa'yü gayreti neticesi olarak bu emir ceffalkalem inkâr edilmeye başlanmıştı. Fakat bugün fevkalâde bir ehemniyet peyda eden 'Ervah ile Münâsebet' ilmi, bir asır evvelki itikâd ve kanaatin doğru ve hakiki olduğunu yeniden te'yid ve isbat eylemiştir.

Bugün Avrupa bilhassa Amerika'da ulemanın ve ukelanın büyükleri bile tasdik ve itiraf ettikleri Manyetizma (Mıknatısıyyet-i insaniye), İspiritizma (Hmü'l-Ervâh) bin bu kadar seneden beri malumumuz olan Îlm-i Havas ve teshirden başka bir şey değildir. Avrupalılar irâdenin kuvvetini, o kuvvet sayesinde her şeye galebe ve tahakküm mümkün olduğu (Manyetizma) kitap­larında söylüyorlar.

Bu bizim havas kıraetindeki 'tam itikâd ve ciddiyet lâzım­dır' dediğimizin aynıdır. 'Manyetizma' ile 'Sükjestiyon' yani ilkâ-i fikir ve arzu, bizim havas ile teshîr-i kalb ve fikirden başka birşey değildir. 'İspiritizma'da ervahın celbi, onlarla mükâleme, hat­ta onları müşâhade, bizim havas ile ruhları davet usulümüzden gayrı bir şey midir?... Demek ki, ta kadim zamandan beri bizde malum olan havas ilmini ve teshir denilen ilmi bir asır kadar red ve inkâr eyledikden sonra, bugün Avrupa ve Amerika kabul ediy­or. Bunları beyan etmekten maksadımız bazı inkâr erbabının fikirlerini tenvir içindir. Yoksa havass-ı Kur'âniyye ve itikâd-ı tam ile kıraat olunan evrâdü ezkâr ve esmanın tesirâtı hakkında din erbabının hiç şüphesi yoktur." [633]

Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin yukarda kaydedilen görüşlerinin ruh ve cinlerin mevcut oldukları, bunların inkârının mümkün olmadığı tarzındaki görüşü doğru olmakla beraber, Kur'an-ı Kerîm'in sûre ve âyetlerinin gizli bazı özel­likleri (havas) olduğu, bunların okunması ya da vefk ve tılsım halinde yazılmasıyla, daha önce sıralanan sihir/büyü kap­samına giren bazı işlerin yapılabileceğine dair sözlerini doğru kabul etmek mümkün görünmemektedir. "Yoksa havass-ı Kur'âniyye ve itikâd-ı tam ile kıraat olunan evrâdil ezkâr ve esmanın tesirâtı hakkında din erbabının hiç şüphesi yoktur" şeklindeki görüşü de kanaatimizce gerçekleri yansıtmamak­tadır. İleride bu konuda verilen örneklerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi, vefk ve tılsım haline getirilen, vird ya da zikir halinde söylenilmesi istenilen Kur'ân âyetlerinin  ne mânâ ne de nüzul sebebi açısından öne sürülen konu ile her­hangi bir ilgisi yoktur. Bunların tamamının, önceki milletleri, Yahudileri, Hıristiyanlar! Sâbiîleri, Eski Mısırlıları, Eski iran­lıları, Bâbillileri taklid etmek suretiyle ortaya konulduğu an­laşılmaktadır. Nitekim Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin ken­disi de yukarda kaydettiğimiz sözlerinde, İslâm'dan önce râhib ve kâhinlerin Tevrat ve İnciller'in âyetlerini bu konular­da kullandıklarını kaydetmektedir. Sihir konusu ile ilgili ol­duğu söylenilen Kur'ân âyetlerinin incelenmesinden bu âyet-i kerîmelerde geçen bazı kelimelerden hareketle, bunların o hususlarla irtîbatlandırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Meselâ (... .=Muhabbet) kelimesinin geçtiği bir Kur'ân âyeti [634] alınarak, hiçbir ilgisi olmadığı halde, bir kadın ve er­keği birbirine sevdirmek için yapılan sihirde kullanıldığı, vefk ve tılsım haline getirildiği ortaya çıkmaktadır. [635] Güvenilir kaynaklarda ise bu Kur'ân âyetlerinin, anılan konularla ilgili özellikleri olduğundan söz  edilmemektedir.  Zaten Kur'ân, sihir/büyü yapmak, vefk ve tılsım yazmak için gönderilmemiştir Fakat ne yazık ki, insanlığı hidayet ve kurtuluşa sevketmek için gönderilen Kur'ân-ı Kerim, bazı kimselerce sihir/büyü tılsım, vefk vs. yapmada kullanılmakta, İslâm tarafından şirk ve küfür olarak nitelendirilen sihir ya da büyünün meşru olduğu bu yolla ileri sürülmek istenilmektedir.

Diğer taraftan, ortaya konulan bu sihir çeşitlerinin yapılması yıldızlarla irtibatlandırılmaktadır. Seyyid Süleyman el-Hüseynî de bu yola girerek, kitabında, "Sa'îd ve Nahs Vakit­ler, Onlardan Hayır ve Şerre Muvaffak Olanlar" diye bîr bölüm açmıştır. [636] Burada haftanın günleri teker teker ele alınmakta, günün 12 saatinin hangisinin gök cismine ait olduğu, han­gisinin uğursuz, hangisinin uğurlu olduğu, hangisinde hangi çeşit büyülerin yapılacağı belirtilmektedir. Burada kendisin­den bahsedilen gök cisimleri arasında Güneş, Ay, Zühre, Utarit, Zuhal, Müşteri ve Merih'in mevcut olduğu görülmek­tedir. Yapılacak sikirin belirli zamanlarda yapılacak olması, bu vakitlerin de gök cisimleriyle irtibatlandırılması, yıldızlara tapan Bâbilliler'den, Sâbiîler'den ve İslâm öncesi diğer milletler­den kalma hurafe niteliğindeki bir takım bilgilerin, bazı kimseler tarafından İslâm'a sokulmaya çalışıldığını göstermektedir. Ön­ceki din, kültür ve medeniyetlerden kalma bu hurafeler, Kur'ân âyetleriyle, bazı me'sûr dualarla birleştirilmeye çalışıl­mıştır. Nitekim İslâm Dini'nin ana kaynaklarında bulunmayan Azâim ve Havassa dair bu malzemenin daha çok Mısır, İran, Türk ve Hind bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden müslümanlara intikal ederek, halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen bâtıl inançlar haline geldiği ilim adamlarınca kaydedilen bir husustur. [637] Söz gelimi İslâm'da uğursuzluk kav­ramı olmadığı halde, uğursuz vakitler olduğu inancı yerleştiril­meye uğraşılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetler de, müneccimler tarafından bu iddialarına delil gösterilmek is­tenilmiştir ki, bu âyetler şunlardır:

"Biz onların üstüne uğursu mu uğursuz bir günde uğul­tulu kasırgayı saldık" [638]

"Biz de, onlara dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise daha da kepazeliktir. Ve onlara hiç yardım edilmez." [639]

Ancak bu âyetlerde bahsedilen günlerin uğursuz olması hususunun izafî (göreceli) olduğu açıktır. Nitekim Hamdi Yazır bu konuda şunları söylemektedir:

"Fi Eyyamın Nahisâtin"/Nuhusetti, uğursuz günlerde -Müneccimler buradan bazı günlerin nahs olduğuna istidlal ey­lemişlerdir,- fakat Kelâmcılar demişlerdir ki, günlerin sa'îd ve nahs ile itüsâfı zâtı değil, izafidir. Yani gün bir adama göre nahıs, diğer bir adama göre sa'd olabilir. Elem gören bir adam için meş'üm, nimet gören bir adam için uğur olur." [640]

Yüce Dinimiz İslâm'ın getirmiş olduğu temel bir inanç da, uğursuzluk diye bir kavramın mevcut olmadığıdır. Uğur­suzluk inancı, İslâm öncesi kültürlerden geçme bir kavramdır. Nitekim kaynaklarımız, Câhiliye Arapları ile o dönemde yaşayan bir kısım Yahudilerin, atta, kadında ve evde uğursuz­luk vardır şeklinde bir inanca sahip olduklarını ve Hz. Peygamber'in bunu reddettiğini kaydetmektedirler. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde, İslâm'da uğursuzluk diye bir şeyin olmadığını bildirmişlerdir. [641] Şu halde, günlerde, zamanlarda uğursuzluk söz konusu değildir, bu, şahısların al­gılamasına göredir. Bir gün, bir kişi için saadet ve mutluluğa kavuştuğu bir zaman dilimi olduğu halde, diğer bir kimse için felakete uğradığı, üzüntülere gark olduğu bir vakit olabilir. Örneğin İstanbul'un fethedildiği, Yunanlılar'ın İzmir'de denize döküldüğü gün Türkler çok sevinmiş, Rumlar çok üzülmüş­tür. Burada konumuzla ilgili olarak şu hususu da kaydetmeliyiz ki, Resülullâh (s.a.v.), Astronomiyle ilgili bir takım bil­gilerin sihir işlerinde kullandırasını yasaklamıştır. [642] Yıldızlar­la ilgili olarak Bâbil döneminden kalma bir takım bilgileri, hu­rafeleri İslâm kültürüne aktararak, büyü yapmada kullanan kimselerin Hz. Peygamber'in bu yasağını çiğnedikleri açıktır.

Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin kitabında yazdığı şey­lerin bir kısmının duâ mahiyetinde olduğu görülmektedir. Duanın kabul edilip edilmemesi Yüce Allah'a aittir. O, dilerse bu duaları kabul eder, dilemezse etmez. O zaman bu virdleri, bu tılsımları ve vefkleri, belli saatlerde belli şartlarda yerine getirince, bunun sonucu olarak arzu edilen şeyin mutlaka ger­çekleşeceği iddia edilemez. Vefk, tılsım, zikir, vird, büyü diye takdim edilen şeylerin bu konuda bir gücü olmadığı açıktır. Bunları yapınca, mutlaka şu iş meydana gelir, diye bir düşün­ce tamamen yanlıştır. Hayır ya da şer cinsinden arzu edilen bir işin gerçekleşmesi Allah'ın dilemesine bağlıdır. Cenâb-ı Hak (c.c), bu konudaki duayı kabul ederse, o hayır ya da şer cin­sinden olan fiil gerçekleşir, aksi takdirde kulun arzu ettiği bu işin gerçekleşmesi mümkün değildir. O zaman bu tılsım, vefk ve virdlerde bir güç vehmetmek, bir dua olduğunu unutarak bun­lardan meded ummak, istenilen şeyin Allah'ın iradesiyle değil, bunları yapmakla meydana geleceğine inanmak bir cahiliye inancıdır, şirk ve küfürdür. Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Bir düğüm bağlayarak, ona üfleyen sihir yapmış olur. Büyü yapan ise şirk koşmuş olur. Vücuduna muska asan da, as­tığı muskaya havale edilir." [643]

Hz. Peygamber'in yukarda kaydetmiş olduğumuz buyruklarından anlaşılacağı üzere, bir kişinin vefk, tılsım, dua, vird vs. yazarak boynuna asması ve bundan medet beklemesi yanlıştır. Cenab-ı Hak bu kişiden himayesini kaldırır, onu, bu muska, vefk ve tılsımın korumasına bırakır. O kişiye buğzeder. Yüce Allah'ın himayesinin kaldırıldığı yerde, bu tıl­sımın, vefk ve muskanın ne kadar korumasının olacağını tak­dir etmek herhalde zor değildir. Bu konuda Süleyman Ateş şunları kaydetmektedir:

"Düğümlere okuyup üfleyenlerden Allah'a sığınmayı em­reden, büyüyü haram kılan, büyü yapanı da en ağır biçimde cezalandırmayı emreden İslâm dininin nüshacılık ve üfürük­çülükle ilgisi yoktur. O, tas kurup cin çıkarmalar, yazdıkları nüs­haların mikroplu mürekkeplerini hastalara içirip, onları daha da perişan durumlara sokanlar elbette günah işlemektedirler." [644]

Burada, Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin Kenzü'l-Havas adlı bu konudaki eserinin, Ahmed b. Ali el-Bunî'nin Şemsü'l-Ma'ârif adlı kitabının Türkçe'ye tercümesine bazı ilaveler ya­pılarak hazırlanmış olduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Gerek bu kitapta gerekse bu konuda yazılmış diğer eserlerde tılsımların harf ve rakamlarla yapıldığı görülmektedir. [645] Bu tür kitaplara göre, harfler ve onların ifade ettiği rakamlar tabiatüstü esrarengiz kudrete sahiptir. Harfler ise "Ebced" deki sı­raya göre bir sayı ifade ederler. Ebced hesabının kaynağı İslâm öncesi kültürlere dayanır, İslâm'da yasak kılman ve şirk oldu­ğu bildirilen bu tılsımların ve efsunların kaynağı, Yahudilerin "Kabbalah" dedikleri mistik ve skolastik felsefeleridir. Buna göre, Yahudi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakam­ların mistik ve büyülü mahiyetleri vardır. Yahudilerin din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarının harflerini iyi kullanmak suretiyle, harikalar meydana getirmek mümkün­dür. Yahudiler'deki bu Kabbalah Ekolü, Eski Ahit'in asıl an­lamlarını araştırır. Tıpkı İslâm dünyasındaki 'Hurûîler'in yap­tıkları gibi, harflere tabiat üstü güçler ve anlamlar verir. Arap harflerinin Ebced Hesabı ile nasıl ayrıca birer sayı değeri varsa, İbrânîce'de de öyledir. Bu, Kabbalacıları, garip, içinden çı­kılmaz bir sayı mistisizmine, harfler ve sayılarla kehânete, bü­yüye götürmüştür. İslâm âleminde de "Cifir" adı verilen bir kehânet yolu, bundan başka sayılar, harfler, muskalar, vefkler, tılsımlar ve sihirler göze çarpmaktadır. Bunlar yahu dilerdeki Kabbalah ile karşılaştırılacak olursa, asla bir tesadüf olamaya­cak benzerliklere rastlanır. Yahudi Şeriatının dışında olan bu akımlar, M.Ö.l. yüzyıla kadar uzanır. Tevrat'ın, gizli ve harfle­re bağlı olduğu iddia edilen anlamları üzerindeki bu akıl oyunlarının sonunda Kabbalistler iki gruba ayrılmıştır,: inanç işlerindeki kurguları sürdürenlerle, Tevrat'ta var olduğunu id­dia ettikleri güçlerden faydalanmak isteyen "uygulayıcılar". Bunlar, harf ve sayı mistiklerine dayanan, altın yapmaya ve ha­yat iksirini aramaya uğraşan sözde bir bilim ile, falcılık, büyü, sihirbazlık, olacakları önceden bilme işlerinde kullanılan çe­şitli garip formüller ve hesaplar geliştirdiler. Bunun İslâm dünyasında da aynı şekilde geliştiği bilinmektedir. Cifir deni­len yola başvurma, harflerle çeşitli cambazlıklar yapma, bun­ları ebced hesabıyla sayıya dönüştürme, çıkan sayıları çeşitli işlemlerle yeniden harflere çevirmek suretiyle falcılık, böyle kurgulara dayanan yarı sihir yarı dua yoluyla canlı ve cansız­lar üzerinde etki yapmaya çalışma, Simya, kısacası insana ta­biat üstü güçler kazandırmak için ilâhî güçten faydalanma yollarının aranışı ve bunlara inanış İslâm âleminde de İslâm'a tamamen aykırı olduğu halde almış yürümüştür. Yahudilerdeki bu Kabbalah marifetleri nesilden nesile, gizli bilgi olarak seçkin kimselere öğretilmiştir. XIII. asırdan sonra da kitap ha­linde yazılmaya başlanmıştır. İspanya ve Güney Fransa'da ya­şayan yahudiler arasında yayılan bu sihirler, İspanya yahudilerinden müslümanlara geçmiştir. es-Seyyid Süleyman el-Hüseyni'nin Kenzü'l Havas adlı bu konudaki kitabının asıl kaynağı olan Cezayir'li Ahmed b. Ali el-Bunî'nin de bu İspanya Kabalistler'i ile temasa geçerek, eserinde yazdığı bir takım şeyleri bunlar­dan almış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu kitaplarda yer alan afsunların çoğunun Danyail Haryail gibi "il" ile biten Yahudi isimleri olması, bu afsunların Kabbalist Yahudiler'den alındığına delalet etmektedir.

Yazı işaretlerinin (Hiyerogklif, harf, rakam) esrarengiz büyülü kuvvet ihtiva ettiğine dair inanç, tarihin çok eski dö­nemlerine kadar uzanmaktadır. Yazının mahiyetini bilmeyen kavimler yazıyı keşfeden milletlerin, deri, tahta, tablet veya başka şeylere çizdikleri çizgilerle konuşup, gaibden haber al­dıklarına ve bu acaib çizgilerde tabiatüstü esrarlı bir kudret bulduğuna inanmaktaydılar. Bu inanç ve dehşetin cahil halk topluluğunda bıraktığı derin izler zamanımızda da görülmek­te, halkın cehaletini istimar eden büyücülerin elinde bir ma­tah olmaktadır. [646] İlkel insana göre, tabiat dışı kötü kuvvetler vardır, onlarla savaşmak ve onlardan korunmak gerekir. Bu açıdan sihirde daire büyük bir rol oynar, yere çizilmiş bir da­irenin içine cinler ve şeytanlar giremezler. Yahudilerde de ör­neğin gebe bir kadını bir masanın etrafında dolaştırırlar, böy­lece bir daire çizilmiş olur. Ya da onu bir kapı eşiğinden atla­tırlar. Evin kapısı ve eşiğinde evle dünya ayrılır sayılmaktadır. Bundan başka Tevrat tomarlarına sarılı bağlardan birinin lohusaya getirildiği de görülmektedir. Bunların, sihirli kuvvetle­ri harekete geçirdiğine inanılmaktadır. Ancak bütün bunlar, Yahudi din adamları tarafından kabul edilmemiş ve kötü göz­le bakılmıştır. Tevrâtın bir büyü aracı olması, din adamları ta­rafından kabul edilir bir husus değildir. [647]

Halkımızın arasında yaygın olan sihirlerin kaynağının sa­dece Yahudilik olmadığı, Türkler'in İslâm'dan önceki din ve kül­türlerinin de bu konuda rol oynadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Türkler İslâm'ı kabul ettikten sonra eski dinleri olan Şamanizm'e hizmet eden şamanlar, Budizm ve Maniheizm rahipleri kendi mesleklerini ortadan kaldırmakta olan yeni din İslâm'a karşı koymak istediler. Ancak bunun bir faydası olmayacağını görerek, yeni ortama uyum sağlamaya çalıştılar ve kendi geçimlerini kur­tarmak için müslümanlar arasında yaygın olan hurafelerden ya­rarlandılar. Zaten Câhiliye dönemi Araplarında da sihir, afsun vs. ihtiva eden Azâim türü bir çok şey mevcuttu. [648] Kısacası XI. asırda şamanlar, üfürükçü Budist rahipleri kendilerine "Muazzım" demişler ve eski muskalarıyla fetişlerini yeni dinin, İslâm'ın formülleriyle değiştirmişlerdi. Bu câhiliye dönemi hurafelerinin muhafızları olan şamanlar (Kamlar), Budist rahipler, İslâm'la karşılaştıktan sonra eski hurafelerine Kur'ân-ı Kerîm'den âyetler katarak İslâm'ı bir renk vermeye muvaffak olmuşlardı. Bunlar; es­ki şaman afsunlarına Ka'be, Levh-ı Mahfuz, Arş-Kürsî, Zemzem isimlerini karıştırmışlardı. Doğu Türkistan'da faaliyet gösteren Azâimciler bu mesleklerinin Hz. Fâtıma tarafından kurulduğunu ileri sürmüşlerdir. Sonuç olarak günümüzde müslüman halkın câhil tabakası içinde faaliyet gösteren afsuncu, muskacı vs. do­landırıcıların ellerinde eski Bâbil, Mısır müşriklerinin, eski Türk budist ve şamanistlerinin kullandıkları put, afsun ve tılsımlardan hiçbir farkı olmayan tılsım ve afsun öğreten pek çok kitab bulun­maktadır. Bu saçma sapan afsunların kudretine müslüman halkı inandırmak için bunlara Kur'ân-ı Kerim'den âyetler, Esmâ-i Husnâ ve bazı mübarek dualar karıştırılmıştı:

Bu kitaplarla, Doğu Türkistan azâ'ımcilerinin "Risâle-i Azâimhân"ları ve Altay şamanistlerinin afsunları arasında bir fark yoktur. [649]

Burada, sonuç olarak şunları kaydetmenin yerinde ola­cağını düşünmekteyiz:

Kâinatın Efendisi'nin gönderilmesiyle Cenab-ı Hak, cinleri gök katlarından kovup, onların onların kulak hırsızlığına nasıl mani olduysa, kahinlerin, sihirbazla­rın, büyücülerin de saltanatına son vermiştir. Onların mümin­ler üzerinde bir saltanatı yoktur. Yalancı oldukları, kovularak haber kaynaklarının kurutulduğu bildirilmiştir. Üstelik müslümanların cinlerden, sihirbazlardan, büyücülerden değil, sa­dece Allah'tan (c.c.) korkmaları emredilmiş, bunun aksinin, sihirbazlık ve büyücülüğün şirk olduğu ilan edilmiştir. Cenâb-ı Hak, mü'minlere, nefisleriyle, yanlış ve kötü şeyleri telkin eden şeytanlarla, aralarına nifak ve fitne sokan, ayrılık tohum­ları ekerek birlik ve beraberliklerini bozan, devletlerini yık­mak isteyen düşmanlarıyla mücadele etmelerini emretmiştir. Görünmez düşmanlara, şeytan ve cinlere karşı kendisine sığı­nılmasını buyurmuş, sihirbazlardan/büyücülerden değil, ken­disinden korkulmasını, onların yapabilecekleri kötülüklerin kendisine havale edilmesini kullarına bildirmiştir. Hz. Pey­gamber de, müslümanlara büyüyle meşgul olmayı, sihirbazın söylediklerinin ve yaptıklarının tasdik edilmesini yasaklamış­tır. Ne Allah (c.c), ne de Peygamber'i (s.a. v.) müslümanlara, "Sikirin şöyle tesiri vardır, bundan korunmak için büyü öğrenin, sihir öğrenin" diye bir emir ya da tavsiye de bulunmamıştır. Has­ta olan Sa'd'ı (r.a.) o devrin hekimlerinden olan Haris b. Kelede'ye gönderen Hz. Peygamber, hiçbir sahabisini büyücü ya da si­hirbaza yollamamıştır. [650] Resûlullâh, "Bir düğüm bağlayarak ona üfleyen sihir yapmış olur, büyü yapan ise şirk koşmuş olur" [651] buyurmasına, Kur'ân-ı Kerîm'de, "Düğümlere okuyup üfleyenlerin şerrinden Allah'a sığınılması" emredilmesine rağ­men, [652] ne yazık ki İslâm toplumu içerisinde bazı kimseler çıkarak, yüce Kur'ân'ın âyetlerini, Cenab-ı Hakk'ın yüce isim­lerini büyü yapmakta kullanmışlar, bunları okuyup düğümle­re üflemişler, kitaplara yazmışlardır. [653]

 

8- Bazı Büyü Örnekleri Ve Bunların Değerlendirilmesi

 

A- Bir Kimsenin Erkekliğini Ya Da Dilini Bağlamak


Seyyid Süleyman el-Hüseynî, bir kimsenin erkekliğini bağlamak için şunların yapılmasını tavsiye ediyor:

"Bir kimse­nin erkekliğini bağlayarak, cinsel ilişkide bulunmasını engelle­mek için, bir arşın kadar uzunlukta bir kiriş alıp, üzerine yedi düğüm vur. Her düğümü vuruşta el Hakka sûresinin 28-31. âyet­lerini oku. Sonra,

(Akadtü Cemi’a 'Asabi Fülân bin Fulüne ve 'A'zâehu ve Zekerehu ve Ferce Fülâne binti Fülâne ) de. O andan itibaren o kim­senin cinsel ilişkide bulunması imkansız olur." [654]

Burada hemen şunu kaydedelim ki, Hz. Peygamber, "Kur'ân'ı elinize alın, büyü yapmada kullanın, insanların erkekliğini bağlamak için okuyun" şeklinde bir emir ya da tav­siyede bulunmamıştır. Bu iş için okunması istenen el Hakka sûresinin ilgili âyetleri de böyle bir şeyi emretmediği gibi, in­sanların erkekliğini bağlamak için de nazil olmamıştır. Müfessirler de böyle bir nüzul sebebi nakletmemişlerdir. Aksine, bu âyetlerin anlamı şudur:

"Malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı der. İlgililere şöyle buyurulur: Onu alın bağlayın, sonra Cehennem'e yas­layın." [655]

Görüldüğü gibi bu âyetler, Kıyâmet'te cereyan edecek bir olayı anlatarak insanlara öğüt vermekte, onları dünya ha­yatında dikkatli davranmaları hususunda uyarmaktadır. Bun­ların indiriliş maksadı da budur. Ancak âyette geçen, "Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem'e sallayın onu, sonra uzun­luğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu" [656] lafızlarını görünce, din istismarcısı büyücüler hemen bunları erkeklik bağlama işine uyarlamışlardır. Halbuki hiçbir tefsir ya da hadis kitabın­da bu âyetlerin yukarıdaki şekilde büyü yapmak için indirildi­ği kaydedilmemektedir. Müslümanların, yüce Kur'an-ı anla­yıp, dünya ve âhiretleri için kurtuluş rehberi edinmedikleri, öğütlerine kulak asmadıkları, fakat onu büyü/sihir gibi şirk ve küfür olduğu bildirilen pis işlerde kullanma cahilliğinden ve sapıklığından kurtulmadıkları sürece, dünyada halen içinde bulundukları zillet ve perişanlıktan kurtulamayacakları açık­tır.

Şimdi de düşmanların dilini bağlamak için tavsiye edi­len bazı büyü örneklerini kaydetmek istiyoruz:

"Düşmanlarının dillerini bağlamak isteyen kimse bir karış koyu mavi bir ipşirim alarak (20-25 cm.) önüne koyar ve mükemmel bir taharetle kıbleye karşı oturup üç defa,  (Estağfirullâhe'l-Azîm Ellez'ı La İlâhe İllâ Hû ve Etübu İleyhi Tevbete Abden Nasühâ) dedikten sonra, 11 defa salatü se­lam getirir. Sonra Eûzü Besmele çekerek Yasin okur. Birinci 'Mübîn'e gelince aşağıda yazılı duayı okur ve o ibrişim ipliğe bir düğüm vurur. Yasin'i okumaya devam eder. İkinci (Mübîn'de aynı işlemi yapar. Böylece yedi kere düğüm atılmış olur. Sonra bu iprişime bir Fatiha okur, üfler, sonra onu bir muşam­baya sarar, daima üzerinde taşır. Düşmanları onun hakkında fena bir söz söyleyemez olur. Allah'ın izniyle dua şudur:

Rabbi'n-Nâs Min Şeni'n-Nâs Eûzü Bi Rabbi'l-Felak Min Şerri Lisâni'l-Halk Eûzü Bike Yâ Müteâl Mine'l-Kıyli ve'l-Kâl Bi Hürmeti Sureti Yasin Yâ Mübîn. Ahadtü Elsinete'l-Adâi Ann'i Kemâ Ahadtü Hâzihi'l-Ukdete Bi Kudretike Yâ Rabbe'l- Alemin. [657]

Yine burada hemen kaydetmeliyiz ki Cenab-i Hak ve O'nun Şanlı Resulü, Yâsîn sûresinin büyü yapmak maksadıyla okunarak, "Mübîn"lerde yedi adet düğüm atılmasını asla em­retmemişlerdir. Yasin ve Fatiha sürelerinin indiriliş maksadı da insanların dilini bağlamak için büyü yapmak değildir. Ak­sine bu yüce sûrelerin indiriliş gayesi onları okuyarak öğüt al­maktır. Hiçbir tefsir ya da hadis kaynağında bu sûrelerin bu iş için indirildiği veya bunların böyle bir özelliği olduğu nakledilmemiştir. Bunlar din sömürücüleri tarafından sonradan uy­durulmuş, sihir yapmak için yakıştırılmış şeylerdir.

Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin kitabında bu konuda, Yüce Allah'ın (Celâli ve'l-İkram) ismini vefk haline getirip, etrafına Yasin süresiyle hedef alınan şahsın ismini yazarak beraberinde taşıyan kimsenin, o kişinin dilini bağlayacağı kaydediliyor. [658]

Hidayet rehberi Kur'ân'ın bu yollarda kullanılmasını Yüce Allah ve Resulü emretmediğine göre, bu âyet ve sûreleri bu gibi işlerde kullananların Cenâb-ı Hakk'ın son dini İslâm ile, onun kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'i tahrîf etmek isteyen in­san ve cin şeytanları olduğu açıktır. Bunlar İslâm'dan önceki dönemlerden aktardıkları sihir ve büyüyle ilgili bilgi ve mal­zemeyi, âyet ve hadislerle, dualarla, Yüce Allah'ın ve Hz. Pey­gamberin mübarek isimleriyle karıştırma yoluna gitmişlerdir. Bu açıdan bu din istismarcılarının büyü konusundaki kayna­ğı, sihir ve büyüyü yasaklayan İslâm değil, önceki kültürler­dir, işte bu konuda bir örnek:

"Düşmanının kendisi aleyhine söz söylememesi için dilini bağlamak isteyen kimse Merih'in Mizan veya Akrep burcunda ol­duğu zaman bir demir levha üzerine Münâftkûn sûresinin 3-4 âyetini yazıp üzerinde taşır ve o levha üzerindeyken düşmanların karşısına çıkar, onlara görünürse, Allah'ın izni keremiyle on­ların dilleri bağlanır..." [659]

Burada hemen belirtelim ki, yukarda kaydedilen Münâfikun sûresinin bu iki âyeti münafıkların vasıflarından bahset­mektedir. Bu iki âyetin anlamı şudur:

"Bu, önce inanıp, sonra inkâr etmiş olmalarındandır. Bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir, artık anlamazlar. Ey Muham­medi Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider, konuşurlar­sa sözlerini dinlersin, tıpkı sıralanmış kof kütük gibidirler, her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar, onlar düşmandır, onlardan çe­kin. Allah cezalarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyor­lar." [660]

Görüleceği gibi bu âyetlerin dil bağlamayla, büyüyle hiç bir ilgisi yoktur. Eğer bir dua mahiyetinde bu âyetler okunun­ca, ya da yazılınca düşmanların dili bağlanıyorsa, bunun Me­rih'in Mîzan veya Akrep burcunda olmasıyla ne ilgisi var? Bu âyetleri okuyunca düşmanların dillerinin bağlanacağına dair ne Cenâb-ı Hak'tan ne de Hz. Peygamber'den bir emir ya da tavsiye gelmemiştir. Olay, din sömürücüleri tarafından Keldânîlerin yıldız ve burçlardan yararlanarak yaptıkları büyülerin İslâm kültürüne aktarılmak istenilmesinden ibarettir. Keldânîler'in Allah'a şirk koşan bir kavim olduğunu daha önce kay­detmiştik.

Burada halkımızın avam tabakası ile kadınlarımızın bil­gisizleri arasında çok yaygın olan ve kilitle yapılan bir büyü­yü kaydetmek istiyoruz:

"Bir şahsın dilini bağlamak istersen bir asma kilit alarak, üzerine 'Yâ Müstelkıyâ, Ya Müstelkıyâ' yaz sonra besmele çek, bir defa Elemneşrahleke (inşirah) sûresini oku. Kilidin deliğine üfle. Sonra tekrar oku ve üfle. Bunu 41 defa yap. Sonra bu duayı oku ve kilidi kitle. Kilit o şekilde kilitli kaldığı müddetçe, o kişi senin aleyhinde konuşamaz. Dua şudur:

(Akadtü Lisâne Fülâne Kemâ Akadtü Hazâ Bi Kudretillâhi ve Bi Hurmeti's-Sûreti'ş-Şerîfe.) [661]

Yüce Kur'ân'ın inşirah sûresinin bu maksadla inmediği açıktır. Ayrıca, bu sûre hürmetine yapılacak dua sonucu böy­le bir netice elde edilecekse, o zaman kilide üflemeye, onu kitlemeye ne gerek vardır? Bu sûrenin nüzul sebepleri arasında böyle bir maksad olmadığı gibi, kaynaklarda bu sûrenin böy­le bir özelliği olduğu da nakledilmemektedir. Hz. Peygamber de ashabına, inşirah sûresini bir asma kilide okuyarak kilitler­seniz, düşmanınızın dilini bağlamış olursunuz diye" bir yol göstermemiştir. Dolayısıyle bu büyü de, eski bir hurafenin İslâmi kimliğe büründürülmeye çalışılmasından ibarettir. [662]

 

B- İnsanların Arasına Kin Ve Düşmanlık Sokmak, Karı-Koca'nın Arasını Ayırmak

 

Kur'ân-ı Kerim'in bazı sûre ve âyetlerinin, insanların arasında kin ve düşmanlık sokmak, karı ile kocanın arasını ayırmak için büyü yapmada kullanılmak istenildiği görülmek­tedir. Tabii bu işlemler yapılırken, din istismarcıları tarafından önceki kültürlerden aktarılan hurafelerin ve bir takım si­hir/büyü uygulamalarının işin içine karıştırıldığı da gözlen­mektedir. Bu konuda yapılmış bir kaç büyü örneği kaydederek değerlendirilmesini yapmak durumundayız:

"İki kimsenin arasını açmak, aralarına kin ve düşmanlık koymak için Münâfikûn sûresini temiz bir kağıt üzerine yaz. Bu­lundukları yerin gizli bir yerine koy." [663]

"Biraz beyaz balmumu al. Ondan iki insan şekli yap. Bun­lardan herbirinin üstüne, ayırmak istediğin kimselerden her biri­nin ismini ve annesinin ismini yaz. Sonra büyükçe bir kağıda Münâfikûn sûresini ve aşağıda yazdı duayı yaz. Sonra o kağıdın üzerine balmumundan yaptığın o iki insan şeklini sırt sırta ol­mak üzere koy. İki adet ufak dikiş iğnesini de bunların arasına koy iğnenin uçları ve dipleri şekillere temas etsin. Fakat batma­sın. Sonra o kağıdı itina ile şekillerin üzerine bükerek sar ve kü­çük bir paket haline getir. Bu paketi eski bir kabir içine göm isimleri yazılı adamlar bir daha buluşup ittifak edemezler. Ara­larında düşmanlık devam eder. Duâ şudur.

 (Ve Elkaynâ Beynehümü'l-'Adavete ve'l-Ba'dâe ilâ Yevmi'l-Kıyâme. Ve Elhaytü'l-'Adâvete ve'l-Ba'dâe Beyne Fulân bin Fülâne ve Fulân bin Fülâne.) [664]

Burada önemle vurgulamak istiyoruz ki, Kur'ân-ı Ke­rîm, insanların arasına fitne ve nifak sokmak için değil, Yeryüzü'nü ıslah etmek, insanları dünya ve Ahiret'te huzur ve sa­adete kavuşturmak için indirilmiştir. Bu yüce Kitapta yer alan Münafikûn sûresinin indiriliş maksadı da, kendisiyle büyü ya­pılarak insanların arasına düşmanlık sokmak ya da kabirlere gömülmek değildir. Burada dikkat çekici husus, hürmetinden dolayı yüce Kur'an'ı göbeğinden aşağıya indirmemiş, saygısız­lık olur diye mezar taşlarına âyetlerin yazılmasını uygun bulmamış bu asil milletin çocuklarına, din sömürücüleri tarafın­dan Kur'ân'ın yüce bir sûresinin büyü maksadıyla yazılarak kabre gömülmesinin tavsiye edilmesidir. Halbuki O, büyü ve sihirlere, sapıklıklara âlet edilmek gayesiyle değil, insanlığı iyiye, doğruya, güzele sevketmek için gönderilmiştir. Kıyâmet'e kadar da dipdiri kalacaktır, gizli ya da açık hiçbir İslâm düşmanı onu müslümanların elinden almaya, ya da mezara gömmeye muvaffak olmayacaktır. Bu işi, bir takım hurafeler­den, mumdan yapılan timsallerden, bunların aralarına konu­lan iğnelerden medet bekleyen câhil müslümanların eliyle yaptırmayı da başaramayacaklardır. Müslümanların aydınlan­ması, gönül ve kafalarını Kur'ân'ın berrak iklimine açmaları bu tür İslâm düşmanı simsarların çirkin emellerine âlet olma­larına engel olacaktır.

İşte yine Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetini kapı eşiğine gömdürmeyi tavsiye eden bir büyü örneği:

"Bir kimse, Allah'ın emriyle bir kızı veya bir kadını zevce­liğe istediği halde vermeseler, temiz bir kağıt üzerine gül suyun­da ezilmiş safran ile şu âyeti (Tür, 22) yazıp, o kız veya kadının ikâmet ettiği evin kapısının eşiğinin altına gömerse, Cenab-ı Hakk'ın izniyle istenilen hâsıl olur."Din istismarcıları tarafından bu maksatla yazılması iste­nilen âyetin anlamı şudur: Cennet'te onlara diledikleri meyve ve etten bol hol veririz." [665]

Çok açıktır ki, bu âyetin bahsedilen büyü ile hiçbir ilgi­si yoktur. Bu âyeti kapının eşiğinin altına gömdürerek, bun­dan habersiz müslümanlara Cenâb-ı Hakk'ın yüce kelâmını günde kaç defa çiğnetmek isteyen hain kafa, bu melanetini ve sinsi niyetini saklamak için, buna vesile kılacağı cahil ve ah­maklara, bu ayeti "gül suyunda ezilmiş safran ile yaz"'talima­tını veriyor. Güya bu şekilde Kur'ân'a hürmet ettiğini göstere­rek, asıl hain maksadını, müslümanlara çiğnettirerek hakaret ettirme gayesini ve Kur'ân düşmanlığını gizlemeye çalışıyor. Daha sonra ayaklar altında çiğnettirecek olduktan sonra, Yü­ce Allah'ın Kitabı'nı önceden safranla, gül suyuyla, miskle yazmanın ne önemi vardır?

Din sömürücüleri tarafından bu tür büyülerden birisine alet edilmek istenilen Kur'ân-ı Kerim âyetlerinden birisi de Fîl süresidir:

"İki kişiyi ayırmak, aralarına kin ve düşmanlık koymak istediğin zaman, akşam namazı ile yatsı namazı arasında kıble­ye karşı oturup, 250 defa Fil sûresini oku. Her okuyuşta el-Fil keilmesini üç defa el-Fît, el-Fîl, el-Fîl şeklinde tekrar et. Bundan sonra şu duayı oku:

(Alfâhümme Ferrık Beyne Fülâne bint Fülâne ve Fülân bin Fülâne Kemâ Ferrakte Beyne's-Semâi ve'l-Arz ve Kemâ Feırakte Beyne'l-Mâi ve'n-Nâr Bi Hakkı Hâzihis-Süreti'ş-Şerîfe) [666]

Burada elimizi vicdanımıza koyarak, bir Yüce Allah'ın indirdiği Fîl sûresinin anlamına, bir de din sömürücüleri tara­fından yukarda kullanılmak istenilen konuya bakalım:

"Ey Muhammedi (Ka'he'yi yıkmaya gelen) Fil sahiplerine Rabbi'nin ne yaptığını görmedin mi? Onların üzerlerine sert taşlar atan sü­rülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi yaptı.” [667]

Kısacası büyüler böyle uzayıp gidiyor, insanın hatırına sanki gizli bir elin, gizli bir düşmanın, müslümanların Kur'ân'ı okuyup anlamalarına, kendilerine rehber edinmeleri­ne, buyruklarına kulak vermelerine engel olmak için böyle sinsice bir yola başvurduğu hususu geliyor. Kur'ân'ı esas fonk­siyonundan, indiriliş gayesinden uzaklaştırıp, müslümanları hurafelere ve bâtıl inançlara boğup, onun sihir/büyü kitabı olarak algılanması, mânâsının anlaşılmaması, böylece devre dışı kalması için bu yollara başvurulduğu kanaati uyanıyor. İşte Yüce Kitabımız Kurân'a el atarak, onu büyü kaynağı hali­ne getirmek isteyen, kandırdığı câhil müslümanlara sihir/bü­yü böyle olur diye âyet-i kerimeleri gömdürüp, ayaklar altın­da çiğnetmeyi hedefleyen o kötü niyetli din sömürücüsü kimselerce hazırlanan bir büyü örneği daha:

"Bir kale bir hisar, bir hane, bir mesken veya herhangi bir yerin harap olmasını istersen, bir balmumu üzerine yukarda ya­zılı olan 'Hayır Hâtemi'ni ve yine bir balmumu üzerinde de şer Hâtemi'ni yaz. O da şudur:

Sonra harab olmasını istediğin mahallin eşiği altına gö­müp, üzerine hamam bulaşık suyundan biraz dök, orası ebedi olarak harab olur." [668]

Şer Hâtemi (mühürü) denilen şu ne olduğu ve ne anla­ma geldiği belirsiz olan yazının başında ve sonunda bulunan Siyon yıldızı, bizlere bu tür kitaplarda yer alan büyülerin kay­nağı hakkında da önemli ipuçları vermektedir. Yine İsm-i A'zam Hâtemi diye yutturulmaya çalışan, başında ve sonunda yine Siyon yıldızının yer aldığı, ne olduğu ve ne anlama geldi­ği meçhul bir takım şekillerin yer aldığı bir büyü de, halkımız arasında yaygın olan sihir uygulamalarının kaynağının Yahu­di kültürü olduğuna işaret etmektedir:

"Bu Hâtem-i Şerifi ve Vefk-i Celîli bir kağıt üzerine yazıp, üstünde bulunduran ve onu taşıyan kimseye düşman tarafından bir türlü zarar isabet etmez." [669]

Dedesi, misafir olduğu odada Kur'ân-ı Kerim asılı diye sabaha kadar ayaklarını uzatıp, uyuyamamış bir milletin evlâ­dına, sihir diye Kur'an'ı yazdırıp çiğnettirmekten, mezara gömdürmekten daha büyük bir kötülük yapabilir mi? İbnü'l-Hac et-Tilemsâni, bu konuda yazdığı Şumûsü'l-Envâr ve Künû-Zü'l-Esrâri'l-Kübrâ adlı eserinde yukarıda kaydettiğimiz başın­da Sion yıldızı olan yazı ve şekillerin Hz. Süleyman'ın Mühürü olduğunu ve cinlerin bundan çok çekindiklerini kaydetmek­tedir. [670] Tabii bunun aslının olmadığını, Hz. Süleyman'ın em­rine verilen cinlerin onun vefatıyla âzad edilmiş oldukları­nı, [671] bu tür safsataların, Hz. Süleyman'ın saltanatını sihire dayandırdığını ileri sürerek ona iftira eden kimselerin uydur­ması olduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Nitekim Kur'an bu hususa işaret etmektedir. [672]

 

C- Define Bulmak

 

Yukardan beri sözünü ettiğimiz din sömürücüleri, dün­yanın define aramak için dedektörler geliştirip, yer altındaki madenleri, suyu, petrolü ve diğer zenginlikleri uydu fotoğraf­larıyla tespit edip, haritalarını çıkarttığı bir çağda, müslümanları ilim dışı yollara sürüklemek istemektedirler, işte onların define bulmaları için halkımıza tavsiye ettikleri bir büyü:

"Bu Hâtem-i şerifi (yukarıda kaydettiğimiz siyon yıldızlı yazıyı) safran ile bir kağıda yazıp, onu bir horozun boğazına bağlayarak, bu hayvanı o define olduğu tahmin edilen yere bırak. O horoz hangi yerde durup, o yeri ayağı ile eşer ve gagasıyla ka­zar ve üzerinde öterse, define veya gömülü olan herhangi bir şey oradadır." [673]

Allah ve Resulü, müslümanlara böyle bir yola başvur­mayı emretmediğine göre, bu tür safsataları bir kenara bıraka­rak, bizim, Kur'an'ın tavsiye ettiği akıl, bilim ve fennin aydınlık yoluna sarılmamızın en doğru seçim olduğunu açıklamaya gerek yoktur. [674]

 

D- İnsanların Sevgisini Kazanmak

 

Aşağıda kaydedeceğimiz büyü örnekleri de din istis­marcıları tarafından insanların sevgisini kazanmak iddiasıyla ortaya atılmış ve bunlarda Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerinden "Ganî" ve "Rauf" isimleri istismar edilmiştir:

"Bu ism-i Celil'in (el-Ganî) etrafında hadimi olan melek Atyail’ ismi olduğu halde bir sa'ld vakitte ve bir muvafık zaman­da yazıp üzerinde taşıyan kimseye herkesin kalbi atfedilmiş olur, herkesin kalbi ona döner, ona meyleder." [675]

"Bu ism-i şerifin (Rauf) vefkini bir kağıt üzerine yazıp ke­narına da dilediğin adamın ismiyle hadimi olan 'Er'ıyâîl' ismini hurûf-u mukatta'a olarak yazdıktan sonra, üzerine 2083 defa 'Yâ Rauf okuduktan sonra üzerinde taşırsan, ismini yazdığın zâtı teshir edersin, sana son derece muhabbet ve meveddeti artar, seni son derece sever." [676]

Daha önceki sayfalarımızda İslâm'da uğurlu ve uğursuz vakit diye bir kavramın olmadığını kaydetmiştik. Yukarıda zikredilen her iki büyüde yer alan ve Cenab-ı Hakk'ın Ganî ve Rauf isimlerinin hadimleri olduğu öne sürülen Atyâil ve Er'ıyâîl isimlerine ve bunların İbrânîce olduğuna dikkat et­mek yerinde olacaktır. [677]

 

E- Erkekliği Bağlı Olan Kimseleri Çözmek

 

Seyyid Süleyman el-Hüseynî, bu konuda yazmış olduğu kitabında erkekliği bağlı olduğu için cinsel ilişkide bulunma­ya güçleri yetmeyen kimseleri bu durumdan kurtarmak gayesiyle bazı büyüler tavsiye etmektedir. Bunlardan bazılarını kaydetmek ve bilgisiz müslüman halkımızın ne hallere düşü­rülmek istenildiğini gözler önüne sermek istiyoruz:

'Yeni güveyi olan bir adamı sihirden ve bağlanmaktan mu­hafaza etmek, eğer bağlanmış ise o sihiri iptal etmek suretiyle onu cinsel ilişkiye muktedir kılmak istenirse, bir ufak demir par­çası üzerine Mâide süresinin 67. âyeti (Vallâhu Ya'sımuke Mine'n-Nâs)'a kadar yazılıp, zevcesiyle mukârenet zamanında dilinin altına konsun, biiznillâhi Teâlâ matlub hâsıl olur." [678]

Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerîm'e hürmetinden dolayı abdestsiz dokunmayan bir milletin çocuklarına, onun âyetle­rini bir demir parçasına yazdırıp, hanımyla cinsel ilişkide bu­lunurken ağzında taşıması tavsiye ediliyor. Birleşme esnasında ağızda taşınması istenilen bu âyetin bir kağıt parçasına değil de, bir paslı demir parçasına yazılması isteniliyor. Bir müslümana ve inandığı Kitabına bundan daha sinsi bir hakaret ya da bundan daha güzel bir alay tarzı düşünülemez, kanaatindeyiz. Kendisine sihir/büyü yapılarak erkekliğinin bağlandığına ve bu yüzden cinsel açıdan iktidarsız olduğuna inanan bir müs­lüman, sadece o âyeti okusa ve Allah'a sığınsa Cenâb-ı Hak kendisini koruyup, şifâ veremez mi? Bunu yapmaya hâşâ Al­lah'ın gücü mü yetmez? Elbette Yüce Rabbimizin herşeye gü­cü yeter. O zaman bu âyeti paslı demir parçasına yazdırıp, cünüp bir insana ağzında taşıtmanın, Kur'ân'a hakaret ve alay et­meden başka ne gayesi olabilir? Şu halde, bir müslümanın za­vallı ve komik duruma düşmesine, farkında olmayarak inanç­larıyla alay edilmesine fırsat vermesine hiç gerek yoktur. Bu tür rahatsızlıklar, psikolojik ya da bedeni geçici rahatsızlıklar olup sihirden/büyüden kaynaklanan hususlar değildir. Yeni ev­lenen gençlerde heyecandan kaynaklanan bazı durumlar söz konusu olabilirse de, bunlar o kişinin hasta olduğunu ya da büyüyle erkekliğinin bağlandığını ispat etmez. Eşler birbirine alışıp, heyecanları geçince bu durum kendiliğinden ortadan kalkar. Aile büyüklerinin yeni evlenen gençleri rahat bırakma­ları, onları mutlaka ilk gece karıkoca olmaya zorlamamaları, sabahleyin veya geceleyin kapıda kızlık emaneti bekliyoruz diye gençleri ruhsal açıdan baskı ve gerilime sokmamaları bu tür durumlara düşülmesine fırsat vermeyecek davranışlardır. Yeni evli iki genç insan, birbirlerinin namus ve dürüstlüğüne güvenmeseler zaten karı koca olarak bir arada yaşamazlar. Halk arasında Peygamberimiz'e bile sihir/büyü yaparak erkekliğini bağlamışlar ve hanımlarına yaklaşamaz hale getirmişler diye çok yanlış bir kanaat mevcuttur. Bunun doğru olmadığını bu araştırmamızın Hz. Peygamber'e sihir yapılmasından bahseden bölümünde delilleriyle ortaya koymaya çalıştık.

Burada bir başka büyü örneğine yer vermek istiyoruz:

"Erkekliği bağlanmış bir kimsenin bağı çözülmek istenir­se, bir odun baltası demiri üzerine Kureyş ve Kevser sûrelerini yaz. Sonra üç defa İhlâs sûresini oku. Sonra o demiri ateşe koy ve kıpkırmızı oluncaya kadar kızdır. Demir kızarınca ateşten çı­karıp bir kap içerisine hazırlanmış olan suyun içine bırak. Demir soğuduktan sonra baltayı o su ile yıka ki, üzerindeki yazılar ta­mamen bozulsun. Sonra demiri çıkar ve o su ile bağlı olan kimse tenasül âletini yıkasın. Biiznillâhi Teâlâ bağı çözülür ve cinsel ilişkiye yetenekli olur." [679]

Kur'ân-ı Kerîm'e abdestsiz dokunmayı hürmetsizlik sa­yan müslümanları açıktan kandıramayanlar, onların hürmet ve sevgilerini yok edemeyenler, yüce Kur'ân'ı göbeğinden aşağı indirmeyenlere böyle sinsice bir yol göstermektedirler. Açıkça, "Kevser, İhlâs, Kureyş surelerini cinsel organınıza sürün, büyü­nüz böylece bozulmuş olur" diyemeyenler daha dolaylı, daha teferruatlı, daha dolambaçlı bir yol seçmişlerdir. Böylece maksadlarının, müslümanları Kur'ân'a saygısızlık ettirmek olduğu­nu gizlemeye çalışmışlardır. Saçma sapan bir takım hurafeler ve işlemlerle meseleyi karıştırıp, sonuç olarak yüce Kur'ân'ın sûre­lerinin yazıldığı suyla da olsa, bilgisiz, düşüncesiz müslümanlara cinsel organlarını yıkattıralım, bu da bir kârdır, demiş ol­malıdırlar. Tabii bu işi gerçekleştirmek için de, Yüce Allah'ın herşeye gücünün yettiğinden, herşeyi görüp gözettiğinden, kullarının durumundan haberdar olduğundan ve kendisine dua etmelerini emrettiğinden, onların yaptıkları duaları kabul ede­ceğini Kur'ân'da müjdelediğinden gafil bir takım müslümanların cehaletinden yararlanmayı planlamışlardır.

Bu konuda din düşmanları ve din istismarcıları tarafın­dan ortaya atılmış bir başka büyü örneği:

"Hiç kullanılmamış yeni ve temiz bir kâse içine aşağıdaki vefki yazıp üzerine hâlis zeytinyağı koyarak, onunla yazıyı boz­duktan sonra, cinsî münasebette, bulunamayan karı-koca yata­cakları zaman bu yağı tenasül âletlerine sürerlerse, cinsî müna­sebete mani olan bağlılık biiznillah zail olur. Vefk şudur; [680]

Şu büyü diye ortaya konulan şeyin müslümanlara, insa­nımıza hakaret edip dalga geçmekten, şirke bulaştırılıp, Al­lah'a sığınmayı ve herşeyi O'ndan beklemeyi unutturmaktan başka ne maksadı olabilir? Bu hiçbir anlamı ve tesiri olmayan zavallı harflerin böyle vefk halinde yazılmasının, insanımızı uyutup oyalamaktan, ilmin ve tıbbın kapısından menetmek­ten, ilim ve imândan alıkoymaktan başka ne gayesi olabilir? Son tevhîd dini İslâm'a gönül vermiş olan müslümanları bu yollarla şirk ve küfre bulaştırıp, hurafelerle oyalamak isteyen­ler sûret-i haktan görünen birtakım kuzu postuna bürünmüş kurtlar olmalıdır. Bunlar, taş, kum vs. tıkadığı için yada pros­tat ve benzeri bir rahatsızlığı olduğu için idrarını yapamayan kimselere, doktora gitmeyi tavsiye yerine, hergün sabahleyin 72 defa "Yâ Basit" ism-i celîlinin zikrini yapmasını öğütlemek­tedirler. [681] Bilgisizlerimiz de bunlara uymakta, sıkıntılar için­de kıvranmaktadırlar. Çünkü bu kuzu postuna bürünmüşler, bu tür rahatsızlığı olan zavallı kimselere büyü yoluyla bir in­sanın idrar yapmasının engellenebileceğini telkin etmekte ve Kur'ân-ı Kerım'i de bu hâin emellerine âlet etmektedirler. [682]

 

F- Bir Kimsenin Sidikliğini Ve Uykusunu Bağlamak

 

Bu konuyla ilgili olarak da bazı büyü örnekleri sunmak istiyoruz:

"Bir kimsenin sidiklisini bağlamak istersen, o şahsın işediği bir yerden bir avuç çamur al. Bunu beyaz keten bez'i içine köy. Sonra mavi, beyaz, sarı, siyah, kırmızı, al, yeşil renkli yedi iprişim al. Bunlara her düğümde bir kere Elemneşrahleke (inşi­rah Süresi) oku. Ve böylece yedi düğüm at. Sonra iprişimleri o ça­mur konulan beze koy, çıkın yap, bağla. Sonra bir koyun işkenbesi al, bu çıkını içine koy ve sonra bunları rüzgara karşı as. İşkenbe kurudukça o şahsın bevli bağlanır işeyemez olur. Çözmek için işkenbeyi suya koy, iprişimdeki düğümleri çöz."[683]

Görüleceği üzere, başkasının idrar yaptığı pis çamuru avuçlattırarak, müslümanlar pisliğe bulaştırılmak istenilmek­te, dahası üzerine inşirah sûresini okutup üflettikleri, düğüm attırdıkları iprişimleri bu pis çamurun içine koydurmayı em­retmektedirler. Bu İslâm düşmanları aslında, Kur'ân'ı, onun yüce sûre ve âyetlerini bu idrarlı pis çamura atma arzusunda­dırlar, fakat bunu açıkça söyleyemedikleri için böyle dolam­baçlı bir yol seçmişlerdir. Tabii bu maksadları için yine, Yüce Allah'ı ve O'nun sonsuz kudretini unutarak, bu saçma sapan küfür ve şirk uygulamalarından medet bekleyen câhil müslümanlardan yararlanmak istiyorlar.

İşte yine Allah ve Resûlü'nün emirleri çiğnenerek, uyku bağlama adı altında müslümanları kandırıp, Kur'ân'a hakaret ettirme maksadı taşıyan bir büyü örneği:

"Bir kimsenin uykusunu bağlamak için 20-25 cm uzunlu­ğunda bir koyun bağırsağı al. Üzerine Kâfırûn sûresini oku. Her (Ayın) harfi gelince (Lâ A'büdü)'de, (Mâ Ta)büdü)'de birer düğüm vur. Sonunda,

(Akadtü Nevme Fülân bin Fülân Kemâ 'Akadtü Hazâ Bi Kudreti'llâhi'l-Meliki'l-Kâdir) de, sonra bağırsağı bir şişeye koy. Ağcını mühürle. Uykusunu bağlamak istediğin adamın eşiği altı­na göm. Üzerinden geçtiği andan itibaren uyuyamaz." [684]

Görüleceği gibi, Kur'ân-i Kerim'i ve onun ayetlerini pis bağırsağın içine koyarak çiğnettirme arzusunda olanlar yine dolambaçlı bir yol seçmişlerdir ve maksadlarını gizleyerek, bu arzularını bilgisiz müslümanlara gerçekleştirtmek istiyorlar. Kâfirûn sûresini de bu çirkin emellerine âlet ediyorlar. İçimiz­deki bilgisizleri kandırarak, onları İslâm'ın haram kıldığı, şirk olduğunu ilan ettiği büyü yapma yollarına sevketmek istiyor­lar. Böylece Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslâm'ı iptal ederek hükümsüz bırakmak istiyorlar. [685]

 

G- Bir Yeri Harab Etmek

 

Bu konuda da Kur'ân'ı ayaklar altına atarak, ya da göm­dürüp çiğnettirerek hakaret etme maksadı güden bir takım büyüler ortaya atılmıştır. İşte onlardan bir tanesi:

"Sûre'i Hicr'in 74. âyetini, Arab'ı ayın son salı günü yedi kiremit veya taş üzerine yazıp, bunları bir hane veya yere atar veya gömersen, o hâne ve o mevzu harap oluncaya kadar ervah yani ruhlar tarafından taşlanır." [686]

Yukarda bahsedilen Hicr 74. âyeti bu iş için yakıştırılmıştır. Bu âyet Lût kavminin helak edilmesinden bahsetmek­tedir ve maksadı da insanların ibret almasıdır. Âyetin anlamı şöyledir:

"Memleketlerini altüst ettik. Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır.” [687]

Şimdi bu âyetin, şu büyü denilen saçmalıkla ne ilgisi vardır? Lût'un (a.s.) kavminin helak edilmesinden bahseden bu âyetleri taşlara yazdırıp, ayaklar altına attırmak isteyen sa­pıklar acaba bu âyetlerden intikam mı almak istiyorlar? Yukardakine benzer saçmalıkların Nahl ve Neml sûrelerine de yapıl­mak istenildiği, bu yüce surelerin de büyüye âlet edilmek is­tenildiği görülmektedir. [688]

 

H- Bir Kimseyi Celbetmek

 

Bu konuda hazırlanmış olan şu büyü örneği, bütün bu uygulamaların kaynağının İslâm öncesi Sâbiîlik vb. kültürler olduğuna dair görüşümüzü teyid etmektedir, tabii ki okunma­sı istenilen âyetlerin de bu konuyla bir ilgisi yoktur:

"Kamer'in hevâiyye burçlarından birinde Utarit ile mutta­sıl olduğu bir gecede ateşe konulmamış bir kerpiç parçası üzeri­ne (llll) ile celbini istediğin adamın ve annesinin ismini yazıp, Hamru'l-Kerâcîm denilen buhur ile tütsüledikten sonra üzerine 1000 defa şu âyetleri (Bakara 148, Yasin 53) okur ve halk ara­sında tanınmış ismiyle hitâb ederek çağırırsan o şahıs nerede olursa olsun derhal gelir." [689]

 

I- Bir Kimseye Kurşun Tesir Etmemesi

 

Yukarıda, müslümanları Kur'ân ve aklın, ilim ve tekni­ğin yolundan ayırarak, geri bırakmak suretiyle ezip, devletle­rini yıkmak, güçlerini sıfırlayarak sahip oldukları toprakları ellerinden almak, onları bilgisizlik içinde yüzen sömürülmeye layık köleler haline getirmek isteyenlerin varlığından bahset­miştik. İşte onların, müslümanları askerî açıdan gelişip silah­lanmaktan, savunma tedbirlerini almaktan vazgeçirmeye yö­nelik olarak geliştirdikleri bazı büyüleri:

"Hûd sûre-i şerifini kazıntı ve silinti olmadan baştan sona kadar bir kağıt üzerine yazıp onu üstünde taşıyan kimseye silah tesir etmez." [690]

"Bu vefk-i şerifi, şeref-i şem'de bir kağıt üzerine yazıp et­rafına Hadid sûresini yazdıktan sonra, üstüne 21 defa Mülk sû­resini okuyup bir muşamba içine koyarak üzerinde taşıyan kimşeye Allah'ın kudretiyle silah tesir etmez.” [691]

Müslümanların millî güvenlikleri ve hayatları açısından çok önemli olan bir hususa da el atılmış olduğunu görmekte­yiz. Düşmanla çarpışan, teröristle vuruşan asker ya da polisin savunma tedbirleri almadığını, çelik yelek giymeyerek düşma­nın mermilerinden korunmak için kendisini sipere atmadığı­nı ve vefk, tılsım ya da muska şeklinde yazılmış bir takım bü­yülerle korunmaya çalıştığını, kendisine kurşunun tesir etme­yeceğine inandığını düşünmek bile korkunçtur. Böyle şeylere güvenerek tedbiri ihmal edenlerimiz yüzünden uğrayacağımız zararları hesap etmek mümkün değildir. Bu sûreler bunun için indirilmediği gibi, Hz. Peygamber de ümmetine hiçbir za­man, "Bu sûreleri yazıp üstünüzde taşıyarak kurşunlardan, düşmanın silahlarından korunabilirsiniz, sipere yatmanıza, çelik yelek giymenize, kariyere, tanka, zırhlı aracın içine gir­menize gerek yok" dememiştir. Kanaatimizce bunlar, İslâm'a ve Kur'ân'a, İslâm Ümmeti'ne düşmanlık maksadıyla ortaya atılmış saçmalıklardır. "Yanlış inanç, sonunda inançsızlığı geti­rir" gerçeğinden düşmanlarımızın çok güzel bir şekilde yarar­lanmak istedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu sûrelerin, kendileri­ne silâh tesir etmesine engel olacağına inanan, taktığı bu mus­kalara güvenen iki askerden birisinin düşman kurşunu ile vu­rulması durumunda, her ikisinin de Kur'ân ve İslâm hakkın­daki inançlarının ne hale geleceğini düşünmek çok acıdır. Bu­nun ne kadar yıkıcı sonuçlar meydana getireceğini tahmin et­mek hiç de zor değildir. Bu saçmalık ve büyülerin aslı olsaydı, Yüce Allah'ın buyruklarına kulak asmayarak çalışmayı, ilerle­meyi, ilim öğrenmeyi terkeden müslümanların, boyunlarına Kur'ân-ı Kerim'in bazı sûre ya da âyetlerini asarak düşmanın silahlarından korunmaları mümkün olurdu. Halbuki tarih bu­nun aksini söylediği gibi, siyasi haritalar da bunun aksini gös­termektedir. Düşmanlar, silah ve teknik üstünlüklerine daya­narak mûslümanları bulundukları yurtlarından sürüp çıkart­mış, devletlerini yıkmış, topraklarını işgal etmişken bunlara inanarak, bu gibi hususlardan medet beklemenin aklı başında insanlara yakışmadığı ortadadır. Nüfus açısından küçücük İs­rail'in Filistin'de, Ermenistan'ın Karabağ'da, Sırp ve Hirvatlar'ın Bosna'da yaptıkları ortadayken, müslümanlar ne zaman akıllarını başlarına alıp uyanacak ve bu tür şeylerden fayda ummaktan vazgeçecekler, doğrusu insan merak ediyor. Bura­da yeri gelmişken şunu söylemek durumundayız:

Bu tür şey­leri tavsiye edip bunların doğru olduğunu bilgisiz halkımıza kabul ettirmek isteyenler, bu tavsiyelerini kendi üzerlerinde uygulasınlar ve çelik yelek giyip zırhlıların içine girmesinler. [692]

 

1- Haşerelerle Mücadele Etmek

 

Müslümanları ilim ve fenden uzaklaştırma gayesiyle or­taya atılmış olduğuna inandığımız son bir hususu daha kay­detmek istiyoruz ki, bu da haşerelerle mücadeleden bahset­mektedir:

"Âyetü'l-Kürsî bir kağıt üzerine yazılıp hevâm ve haşara­tın çok olduğu bir eve, yani uyuz böceği ve buğday biti ve benze­ri böcekler ve karınca, örümcek gibi haşaratın çok bulunduğu bir eve aşılırsa, biiznillahi Teâlâ bu muzır hayvanlar oradan gider­ler." [693]

Her müslümanm bilmesi gereken husus şudur ki, Âye­tü'l-Kürsî haşarat vs. zararlılarla mücadele etmek için indirilmemiştir. Bu mübarek âyette bunlar tavsiye edilmemektedir.

Doğrusu insanın hatırına, kendileri böyle zararlılarla kimyasal ve biyolojik metodlarla mücadele eden bazı gizli emel sahip­lerinin, mûslümanları tifüs, veba vs. salgın hastalıkların pen­çesinde kıvranmaya itmek, tarımsal ürün almalarını engelle­mek, böylece onları açlığa ve zillete mahkum ederek, karınla­rını doyuramaz duruma düşürmek istedikleri geliyor. Yine in­sanın kafasında Âyetü'l-Kürsi’den böyle tesirler bekleyen hal­kın sonunda inançsızlığa düşürülmesinin planlandığı fikri uyanıyor. [694]

 

9- İslâm'da Büyünün Hükmü

 

Kur'ân'ı Kerim'de yüce Allah, büyü ile uğraşmayı küfür olarak nitelendirmiştir. [695] Hz. Peygamber de müslümanların büyü ile meşgul olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bir hadisle­rinde, "Helak edici yedi şeyden sakınınız" buyurmuşlar, ashâb, "Bu yedi şey nedir, yâ Rasûlallah?" diye sorduklarında "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere bir cana kıymak, faiz ve yetim malı yemek, düşmana hücum esnasında savaştan kaçmak, iffetli mü'min hanımlara zina isnadında bulunmaktır" [696] demiş­lerdir. Bir diğer hadislerinde de, büyü yapan kimsenin Allah'a şirk koşmuş olacağını bildirmişlerdir. [697] Bir başka hadislerin­de ise, sihire inanan, onun doğruluğunu, tasdik eden kimsele­rin Cennet'e giremeyeceklerini haber vermişlerdir. [698]

Burada, büyü yapmanın büyük günahlardan olduğunda İslâm âlimlerinin ittifak ettiklerini kaydetmek durumundayız. Sihiri/büyüyü öğrenmek ve öğretmek ise haram kılınmıştır. Kaynaklarımızda, büyüyü meslek edinen kimselerin şiddetle takip edilmesi gerektiği kaydedilmektedir. [699] Yapılan büyü küfrü gerektiriyorsa, bunu yapanın küfre gireceği açıktır. Küf­rü gerektirmiyorsa, Şafiî mezhebi mensuplarına göre, sihir ya­pan ta'zîr olunur, tevbe etmesi istenilir. Tevbe ettiği takdirde tevbesi kabul olunur, imâm Ebû Hanîfe ile İmâm Muhammed'in görüşlerine göre, büyü yapan kafir olur. Böyle bir kim­senin tevbe etmesi istenilmez, imâm Ebû Yûsuf a göre ise, si­hirbazın tevbe etmesi istenilir. [700]

 

Sonuç

 

İslâm'a göre, cinlerin varlığı Kitâb ve Sünnet ile sabittir. Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde onlardan söz edilmekte ve yüce Kitabımızda "Cin" isimli bir sûre yer almaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık, Câhiliye dönemi gibi eski din ve kültürlerde cin inancının mevcut olduğu bilinmektedir. Cinler, melekler gibi ruhanî varlıklar olup, dine inanan bir kimsenin onlara da imân etmesi gerekir. Bu husus bir inanç konusu olup, bunla­rın varlığını veya yokluğunu tartışmak gereksizdir. Gözlerimiz onları görecek şekilde yaratılmadığından onları farkedemiyoruz, ancak cinler bizi görebilirler. Günümüzde artık, "Sadece gözümle gördüğüm şey vardır, ona inanırım" şeklindeki bir düşüncenin ilkel olduğu, bilim alanında meydana gelen bir ta­kım gelişmeler sonucu ortaya çıkmıştır. Kızıl ve mor ötesi ışınları, Radyo ve Televizyonun yayın dalgalarını, mikropları ve buna benzer varlığı kesin olarak bilinen, kendisinden ya­rarlanılan bir çok şeyi de algılayamıyoruz. Uzaktan kumanda âleti ile televizyonumuzu, videomuzu, müzik setimizi, klima­larımızı, arabalarımızı açıp kapatabiliyoruz, fakat ona komut veren ışını göremiyoruz. Gece görüş dürbünleri kullanıyor, ultrasyon cihazlarından yararlanıyoruz. Kısacası bu evrende, göremediğimiz birçok şeyin varlığını anlıyoruz. Âlet kullan­madan bir masanın üzerinde ince toz zerrelerinden başka birşey göremezken, aynı yere mikroskopla baktığımızda milyon­larca mikrobun kaynaştığına şahit olabiliyoruz. Saniyede 300.000 km hızla hareket eden ışık, geceleyin bize bir yığın cismin görüntüsünü getirir ve o anda gökyüzünde parlamak­ta olan yıldızları farkederiz. Fakat acaba şu anda onlar parla­maya ve ışık saçmaya devam etmekte midir? Yüzümüzü gök­yüzüne çevirdiğimizde bu soruya 'Evet' diye cevap veririz. Ancak Astrofizik sahasındaki gelişmeler bize, ışıldamakta olan yıldızların belki de binlerce yıl önce battığını, gözümüze ula­şan görüntünün de o cismin şu andaki durumunun değil, he­nüz batmadan binlerce yıl önceki görüntüsünün olduğunu ifade etmektedir. Yine Astrofizik bize, saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışığın, yıldızın görüntüsünü milyarlarca yıl sonra dünyaya ulaştırdığını, bu sebeple gördüğümüz şeyin, söz konusu varlığın milyarlarca yıl öncesine ait artık mazide kalmış titrek bir resmi olduğunu söylemektedir. Şu halde, gör­düğümüzü sandığımız cisimler aslında şu anda mevcut olma­yabilir, yine yok zannettiğimiz şeyler de var olabilir. Gözümüzün bu konularda kesin bir ölçü olması söz konusu değildir. Cin konusu da böyledir, Kur'ân ve Sünnet "Vardır" diyorsa tüm müslümanlar buna inanmak zorundadır.

Cin konusunda, eski kültür ve geleneklerden geçen bir takım bâtıl inanç ve hurafeleri bir tarafa bırakarak, Kur'ân ve Sünnet'in bu hususta bildirdikleriyle yetinmek en sağlıklı yol­dur, İslâm'ın bu iki temel kaynağı ise, onların mevcut olduğu­nu söyleyerek, mahiyetleri hakkında bir takım bilgiler ver­mektedir. Buna göre cinler, akıl, şuur ve irâde sahibi varlıklar­dır. İnsanlar gibi ancak Allah'a kulluk yapmak üzere yaratıl­mışlardır. Bu açıdan mükellef (sorumlu) varlıklardır. İnançlısı-inançsızı, mü'mini-kâfiri mevcuttur. Yahudilik ve Hristi­yanlık gibi daha önceki dinlerle, Tevrat ve İncil gibi Kutsal Kitaplara inanmışlardır. Son olarak da Kur'ân-ı Kerîm'i dinle­mişler, Hz. Peygamber'e heyetler gönderip imân etmişler, İslâm'la ilgili buyruklarını alarak kendi milletlerine tebliğ etmişlerdir. Erkeği, dişisi, evlenmeleri ve çoğalmaları söz konu­sudur. Her fâni gibi ölümlüdürler, dumansız ateşten (ışın) ya­ratılmışlardır. Bu yüzden vücud yapılan insanlardan farklıdır. İnsanlarla evlenmeleri cinsleri ayrı olduğu için mümkün de­ğildir, insanların cinlerle evlenmeleriyle ilgili olarak kaydedi­lenler, eski din ve kültürlerden geçen bir takım hurafelerdir. Onlarla cinsel ilişkide bulunup çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Zinadan hamile kalarak doğum yapan bir kadına "Bu çocuğun babası kimdir?" denildiğinde bu kadının, "Cindir" şeklinde cevap vermesi kabul edilecek bir husus değildir. Bu­nun gibi, 'şurayı cinler soydu, şu eşyamı aldılar, kızımı onlar kaçırdı gibi iddiaların geçersizliği ortadadır. Toplumumuzda, cinlerle evli olduğunu söyleyenler ya şarlatandır, ya da ruhsal açıdan rahatsız kimselerdir, tedaviye ihtiyaçları vardır.

Cinlerin kâfir olanlarına "şeytân" denilmektedir. Onla­rın gaybı bilmeleri söz konusu değildir, sadece gaybı değil, şimdi cereyan etmekte olan ya da geçmişte meydana gelen bir takım olayları da bilmeyebilirler. Cinlerin ve onlarla irtibat halinde bulunduğunu iddia eden kâhin, falcı, cinci diye anılan bir takım kimselerin gaybı bilme iddiaları yalandan ibarettir. Bunların verdikleri haberlere dayanılarak bir takım insanlar suçlanamaz, böyle kişilerin sözleri mahkemelerde delil ola­maz. Bunlar iftiradan ibarettir. Bu tür şahıslara gelecekle veya kayıp eşya ile ilgili sorular yöneltmek ve bunlara inanmak ha­ramdır. İslâm'a göre, mahkemede cinlerin verdiği bilgiler değil, insan cinsinden âdil tanıkların şahitliği geçerlidir.

Cinlerle irtibat kurmak mümkündür. Nitekim onlar Hz. Musa'ya ve Hz. Peygamber'e gelip imân etmişler, Hz. Süley­man'ın emrine verilip çalıştırılmışlardır. Diğer insanların on­larla irtibat kurdukları, emirleri altına aldıkları hususu kendi iddialarından ibarettir. Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerden, bu işin Hz. Süleyman'a mahsus bir mucize olduğu anlaşılmaktadır. Her insanın cin cinsinden bir yoldaşı, yani "şeytânı" vardır.

Cinlerin eşyanın yerini değiştirmeye güçleri yetebilir, ancak Cenab-ı Hakk'ın buna izni yoktur ve bu iş "Sünnetullâh"a aykırıdır. Böyle bir şeye izin verilseydi, insanoğlunun tâ­bi olduğu hukuk sistemi altüst olurdu. Cinlerin, canları iste­diği zaman şekil değiştirmeleri de mümkün değildir. Peygam­berlerin, âlimlerin, velîlerin ve diğer insanların kılığına girme­leri de mümkün değildir, bu husus Allah'ın koymuş olduğu öteden beri devam edip gelen kanunlara aykırıdır. Böyle bir şey insanoğlunun dînini ve hukuk düzenini bozacağından Yü­ce Allah tarafından buna izin verilmemiştir. [701]

 

Bibliyoğrafya

 

1. Abdurezzak b. Hemman Ebu Bekr es-San’ani (v. 211/826 Muannaf, (Tahkik: Habiburrahman Azami), I-XI.I. baskı Beyrut 1390-1391/1970-1972.

2. Albayrak, Halis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, İstanbul 1993.

3. el-Alüsü. Ebu’l-Fadl Şihabüddin es-Seyid Mahmud (v. 1270/1854), Ruhu’l-Me’ani fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim ve’s-Seb’i’l-Mesani. I-XV, 4. baskı Beyrut 1990.

4. el-Alusi, Ebu’l-Fadl Şihabüddin es-Seyid Mahmud (v. 1270/1854), Buluğu’l-Ereb fi Ma’rifeti Ahvali’l-Arab, l-lll, Beyrut 1324.

5. Atay, Hüseyin- Kutluay, Yaşar, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meal), Konturol edenler: H. Atay-M. Hatiboğlu-O. Keskioğlu, Diyanet İş. Başk. Yayını, Ankara 1983.

6. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, l-XII, İstanbul 1988.

7. Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara 1983.

8. Aydemir, Abdullah, Tefsirinde İsraliyat, Ankara 1979.

9. el-Ayni, Bedrüddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed (v. 855/1451), Umdetü'l-Kârî li Şerhi Sakihi1-Buhari, I-XXV, (el-Münîriyye baskısından ofset) Beyrut tarihsiz.

10.  Barnabas, The Gospel of Barnabas, 3. baskı, Karachi 1974.

11.  Bayat, Ali Haydar, "Türk Dünyasında Özellikle Anadolu Tıbbî Folklorunda Akıl Hastalıklarının Tedavi

Yolları ve Kaynakları", Türk Halk He­kimliği Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1989, s. 59-82.

12. Bayat, Ali Haydar, el-Beyhaki, Ebü Bekr Ahmed b. el-Hüseyn (v. 458/1066), es-Sünenü'l-Kübrâ, I-X, Haydarâbâd-Dekkân, 1344-1355.

13. Bozkurt, Nebi, Sünnet'in Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folk­loru, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1991.

14. el-Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail (v. 256/869), el-Câmiu's-Sahîh, 1-V11I, İstanbul 1979.

15. el-Edebü'l-Müfred, (Tahkik: M. Fuâd Abdülbâkî), 3. baskı, Beyrut 1409/1989, Tercüme: A. Fikri Yavuz, "Ahlâk Hadisle­ri", I-II, İstanbul 1979.

16. Cebeci, Lutfullah, Kur'ân'a Göre Cin, Şeytan, Konya 1989

17. Canan, İbrahim, Kütûb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, I-XVIII, Ankara 1988-1994.

18. el-Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî (v. 370/980), Ahkâmü'l-Kur'ân, (Tahkik: Muhammed Sâdık Kamhâvî), I-V, 2. baskı, Kahire Tarihsiz.

19. el-Cevherî, İsmâîl b. Hammâd (v. 393/1002), es-Sıhâh Tâcü'l-Luğa ve Sıhâhi'l-Arabiyye, I-VI, 2. baskı Beyrut, 1399/1979.

20. Çağatay, Neşet, İslâm'dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, 4. baskı, Anka­ra 1982.

21. Çetin, Mustafa, Kur'ân'da Şifâ Kavramı, Deü İlahiyat Fakültesi Dergisi, sa­yı: VII, s. 67-82, İzmir 1992.

22. ed- Dârekutnî, Ebu'l-Hasen Ali b. Ömer (v. 385/995), es-Sünen (Tahkik: Abdullah Hâşim Yemânî), I-1V, Kahire 1386/1966.

23. ed-Dârimî, Ebü Muhammed Abdillâh b. Abdirrahmân b. el-Fadl b. Behrâm, (v. 255/869), Sünen, (Tahkik: Muhammed Ahmed Dehmân), I-II, Beyrut tarihsiz.

24. Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I-XI, İstanbul 1973-1980.

25. Selâmet Yolları (Buluğu'l-Merâm Min Edilleti'l-Ahkâm Tercü­mesi ve Şerhi), I-IV, 3. baskı, İstanbul tarihsiz.

26. ed-Demîrî, Kemâlüddîn Muhammed b. Mûsâ (v. 808/1405), Hayâtü'l-Hayavân'i'l-Kübrâ, I-II, 2. baskı, Mısır 1344.

27. Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîrul-Hadis, I-XII, Mısır 1381-1383/1962-1964.

28. Doktorumuz, Gelişim Alfabetik Tıp Ansiklopedisi, I-VII, İstanbul 1985.

29. Dursun, Turan, Tabu Can Çekişiyor Din Bu, I-1II, 6. baskı, İstanbul 1991.

30. Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eş'âs es-Sicistânî (v. 275/888) Sünen (Tahkik: İzzet Ubeyd ed-De'âs-Âdil es-Seyyid), I-Y Hıms 1388-1394/1969-1974.

31. Ebû Reyye, Mahmûd, Advâ ale's-Sünneti'l-Muhammediyye, 3. baskı, Mısır 1969; Tercüme: Muharrem Tan, "Muhammedi Sünnetin Aydınlatıl­ması", İstanbul 1988.

32. el-Ferrâ, Ebû Ya'lâ Muhammed b. el-Hüseyn (v. 458/1065) el-Mu'temed fî Usüli'd-din, Beyrut 1973.

33. el-Gazâli, Muhammed, es-Sünnetü'n-Nebeviyyeti Beyne Ehli'l-Fıkh ve'l-Hadis, Beyrut 1409/1989.

34. Görsel Sağlık Ansiklopedisi, I-V, 3. baskı, İstanbul 1984.

35. el-Halebî, Ali b. Burhâneddin (v. 1044/1634) İnsânü'l-Uyûn fi Sireti'l-Emîni'l-Me'mün, I-III, Mısır 1384/1964.

36. el-Hamîd, Muhammed, Rudûd alâ Ebâtîl, Dimeşk tarihsiz.

37. Hatiboğlu, Haydar, SûnenA İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, I-X, İstanbul 1982.

38. Hulüsî, Ahmed, Din Bilim İşığında Ruh-İnsan-Cin, İstanbul 1972

39. el-Hüseynî, Seyyid Süleyman, Kenzü'l-Havas, I-II, İstanbul 1992.

40. İbnü'l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebü'l-Ferec Abdurrahmân el-Bagdâdî (v. 597/1200), Telbîsu İblis, 2. baskı, Beyrut 1368.

41. İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebü's-Sa'âdet el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî (v. 606/1210), en-Nihâye fi Garibi'l-Hadîs, (Tahkîk: Tâhir Ahmed ez-Zâvî-Mahmûd Muhammed et-Tanâhî), I-V, Beyrut tarihsiz.

42. İbnü'l-Esîr, İzzüddin Ebul-Hasen Alî b. Muhammed (v. 630/1234), Üsdü'l-ğabe fi Ma'rifeti's-Sahâbe, (Tahkîk: Muhammed İbra­him el-Bennâ-Ahmed Âşur), I-VII, 1970.

43. İbn Hacer, Şihâbüddîn Ahmed b. Alî el-Askalânî (v. 852/1448), Tehzibü't-Tehzîb, I-Vl, Beyrut 1412/1991.

44. el-Hâbe fi Temyîzi's-Sahabe, 1-VIII- Fihrist, Beyrut tarihsiz  (Kalküta 1853) baskısından ofset).

45. İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed et-Tunûsî (v. 809/1406), Mukaddime, I-III, 4. baskı, Beyrut tarihsiz.

46. İbn Haldun, Tercüme: Zakir Kadiri Ugan, "Mukaddime", İstanbul, 1957

47. İbn Haldun, Tercüme: Süleyman Uludağ, "Mukaddime", İstanbul 1983.

48. İbn Hanbel, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed (v. 241/855), Musned, I-VI, İstanbul 1402/1982.

49. İbn Kesîr, Mecdüddîn Ebü'1-Fidâ İsmâîl (v.774/1372), Tefslru'l-Kur'âni'l-Azîm, I-IV, Mısır tarihsiz.

50. İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (v.275/888), Sünen, (Tahkîk: M. Fuâd Abdülbâkî), I-II, Kahire 1372-1373/1952-53.

51. İbn Manzûr, Ebu'1-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem (v. 711/1311), Lisânü'l-Arab, I-XV, Beyrut 1375-1376/1955-1956.

52. İbn Nuceym, Zeynelâbidîn b. İbrahim b. Nuceym el-Mısrî (v. 970/1562), el-Eşbâh ve'n-Nezâir alâ Mezhebi'l-İmâm A'zam Ebî Hanife en-Nu'mân, Mısır 1322.

53. İbn Sa'd, Ebû Abdillâh Muhammed (v. 230/844), et-Tabahâtü'l-Kûbrâ, I-IX, Beyrut 1388/1968.

54. Îloğlu, Mustafa, Gidi ilimler Hazinesi, I-VIII, İstanbul 1985.

55. İnan, Abdülkadir, Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976.

56. İslamiyet Ve Hristiyanlık, Komisyon. Türkiye Gazetesi yayını, İstanbul, 1991.

57. Kalender, Ruhi, Ruh Hastalıkları Tedavisinde Musiki, Aüifd. cild: XXXI, s. 271-281, Ankara 1989.

58. el-Kastallânî, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed (v. 686/1287), İrşâdü's-Sârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhân (Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'i ve en-Nevevî'nin Şerhi ile birlikte), 1-X, Kahire 1307.

59. Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul 1949.

60. el-Kurtubî,  Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî  (v. 671/1272), el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3.   baskı, Beyrut 1385-1387/1965-67.

61. Macdonald, D.B. İslâm Ansiklopedisi "Cin" Maddesi, III. Cild, Meb. Yayını, İs­tanbul 1977.

Mâlik b. Enes (v. 179/795),

62. el-Muvatta',  (Tahkik:  M. Fuâd Abdülbâkî),  141,  Kahire 12370/1951.

63. Miras, Kâmil-Naİm, Ahmed, Sahîh-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, I-XII, 4. baskı, Ankara 1976.

64. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri (v. 261/874), el-Camiu's-Sahîh (Tahkik: M. Fuâd Abdülbâkî), I-V, Mısır 1374-1375/1954/1955.    

65. en-Necîramî, Ebû İshâk İbrahim b. Abdillâh, Eymânü'l-Arabfi'l-Câhiliyyeti, 2. baskı, Mısır 1382/1962.

66. en-Necîramî, Sünen (bi Şerhi'l-Hâfız Celâlüddîn es-Suyûtî ve Hâşiyeti'l-İmâm es-Sindî), I-VIII, İstanbul 1401/1981.

67. en-Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şerefüddin (v. 676/1277).

68. en-Nevevî, el-Minhac fi Şerhi Müslimi'bni'l-Haccâc, 1-XVIII, 2. baskı, Beyrut 1392/1972.

69. Örs, Hayrullah, Musa ve Yahudilik, İstanbul 1996.

70. Özakkaş, Tahir, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, I. cild, Kayseri 1993.

71. el-Özcendî, Kadîhân Fahrüddin Hasen b. Mansûr el-Ferganî (v. 592/1195) Fetâvâ Kadîhân (Fetâvâ'l-Hindiyye ile birlikte, I-III. cildlerde) Mısır tarihsiz.

72. el-Pezdevî, Ebü'1-Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Abdilkerîm (v. 493/1099), Usûlüddin, (Neşreden: Hans Peter Lins), Kahire 1383/1963.

73. er-Râzî, Fahrüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn (v. 606/1209), Mefâtîhu'l-Cayb, I-XXXII, 2. baskı, Tahran Tarihsiz (Mısır 1937 baskısından ofset).

74. Sayı, Ali, Hz- Mûsâ, İstanbul 1992.

75. Sofuoğlu, Mehmed, Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, I-VIII, İstanbul 1974.

76. Songar, Ayhan, Psikiyatri, İstanbul 1976.

77. Songar, Ayhan, Günah Korkusu, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 4.1.1992.

78. Songar, Ayhan, Ya Avrupa Nasıldı?, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 6. 2. 1992.

79. Songar, Ayhan, Kimlik Bunalımı, Türkiye Gazetesi,  Sohbet Köşesi, 10.2.1992.

80. Songar, Ayhan, "Türkler ve Ruh Hekimliği", Türk Dünyası Araştırmaları, Yıl: l.Sayi: 1, (Ağustos 1979).

81. es-Suyütî, Celâlüddin Abdurrahmân b. Ebî Bekr (v. 911/1505),  el-Câmiu's-Sağir li Ehâdm'l-Besiri ve'n-Nezîr, I-II, Beyrut 1401/1981.

82. es-Sübkî, Mahmûd Muhammed Hattâb (v. 1352/1933), el-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrûd Şerhu Süneni'l-İmâm Ebî Dâvud, IX, 2. baskı, Mısır 1394.

83. Şahin, M. Süreyya, Tdv. İslâm Ansiklopedisi, "Cin" Maddesi, VIII. cild, İstanbul 1993.

84. eş-Şîbü, Bedrüddîn Muhammed b. Abdillâh (v. 769/1367), Ahkûmü'l-Cân, 1. baski, Beyrut tarihsiz.

85. Garâibü ve Acâibü'l-Cin, Beyrut tarihsiz. (Ahkâmü'l-Cân'ın aynısı olup, adı değiştirilerek basılmıştır.)

86. Tercüme: Muhammed Ferşâd, "Cinlerin Esrarı", 3. baskı, İs­tanbul tarihsiz.

87. et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr (v. 310/922), Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Ayi'l-Kur'ân, I-XXX, 2. baskı, Mısır 1373/1954.

88. et-Tayâlisî, Ebû Dâvud Süleyman b. Dâvud (v. 204/819), Müsned, 1. baskı, Haydarâbâd-Dekkân, 1321.

et-Tilemsânî, İbnü'1-Hac, Şumûsü'l-Envâr ve Künüzü'l-Esrâr, 1. baskı, Mısır tarihsiz.

89. et-Tîrmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (v. 279/892), Sünen, (Tahkik: Ahmed Muhammed Şâkir-M. Fuâd Abdülbakî-İbrâhîm Adve Avad), I-V, 1. baskı, Kahire 1356/1937.

90. Uludağ, Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Sadeleştiren:  İlter Uzel, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1991.

91. Yardım, Ali, İzmir Milli Kütüphanesi Yazma Eserler Katalogu, I-IX, İzmir 1992-1994.

Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, Yeni Mealli Türkçe Tefsir, I-1X, İstanbul 1979.

92. Yiğitbaş, M. Sâdık, Musiki ile Tedavi, İstanbul 1972.

93. ez-Zehebî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Osman, (v. 748/1347), Mîzânü'l-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl (Tahkik: Alî Muhammed el-Becâvî), 1-1V, 1. baskı Mısır 1382/1963. [702]

 

Terimler Sözlüğü

 

Adalet: Hadisleri nakleden kimselerin rivayetlerinin ka­bul edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden birisi ve en önemlisidir. Adalet, insanı büyük günâhları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Şa­hitlik ve rivayetinin kabul edilebilmesini gerektirecek şekilde insana taat ve mürüvvetin hâkim olmasıdır. Kısacası bir râvînin dînî salâbetini, davranışlarındaki tutarlılığını, şahsiyet ve karakter yapısındaki dengeyi ifâde eden bir ölçüdür.,

Âhâd Haber: Mütevâtir derecesine yükselemeyen haber­lere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından nakle­dilen habere "haber-i vâhid" adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî vasıtasıyla rivayet edilmiş olanlara ise, "haber-i âhâd" ve­ya "âhâd" denilmiştir.

Ahberanâ: Sözlükte, "Bize haber verdi" mânâsına gelir. Hadis rivayet metodlarından birisiyle alman hadislerin başka­larına nakli esnasında isnâdda kullanılan edâ lafızlarından bi­risidir.

Ahhâm: Hükümler mânâsına gelen bu kelime, hadis il­minde Cami veya Musannaf adı verilen ve belli konulardaki hadisleri ihtiva eden kitaplardaki ana konulardan birinin ismi­dir. Ahkâm konusuna dînî hükümleri ihtiva eden hadisler gi­rer.

An'ane: Bir hadisi nakleden râvînin, isnadında semâ', ihbar ve tahdîse delâlet eden "Haddesenâ", "Ahberanâ" gibi lafızları kullanmayıp, sadece "An Fülânin" (Filânca kimse­den) diyerek rivayet etmesidir. An'ane, râvî ile hadis aldığı ho­casının bir araya geldiğine kesin olarak delâlet etmez. Bu yüz­den, "An Fülânin" diyerek birisinden hadis nakleden bir râvî, aslında o hadisi o kişiden almadığı gibi, onunla hiç görüşme­mişde olabilir. Böyle rivayetlerin isnâd açısından kopuk sayıl­maması için râvînin adaletli olması, tedlîs yapmaması, kendi­sinden hadis naklettiği hocasıyla görüşmüş olması (lika) gibi bazı şartların bulunması gerekir.

Cerh: Sözlükte, "Yaralamak, dürtmek, tesir etmek, yara­yı deşmek" anlamlarına gelir. Hadis terimi olarak, mutkin ve hafız olan bir âlimin, bir râvînin rivayetini, râvîde veya rivaye­tinde mevcut olan zayıflatıcı bir illet sebebiyle reddetmesidir. Kısacası cerh, hadis râvîsinde bulunan ve rivayetinin reddedil­mesine sebep olan kusurların tesbit edilip ortaya konması ve naklettiği hadisle in reddedilmesinin sağlanmasıdır. Râvînin yalancılıkla suçlanması, çokça yanılması önemli cerh sebeple­rindendir.

Cezim Sigası: Râvî'nin hadisi hocasından bizzat aldığını gösteren, "Kale" (Dedi), "Ravâ" (Rivayet etti), "Semi'tu" (işit­tim), "Ahberanâ" (Bize haber verdi) gibi lafızlara denilir. Bun­lar, râvî ile hocasının biraraya geldiklerine kesinlikle delâlet eden eda lafızlarıdır.

Evham: "Vehim" kelimesinin çoğulu olup, râvînin cer­hine sebep olan hususlardan, râvînin naklinde yanılması anla­mına gelmektedir. Zabt sıfatıyla ilgilidir. Vehim, kopuk bir se­nedi bitişik gösterme gibi isnâdda, sahâbî sözünü (mevkuf) Hz. Peygamber'e ait (merfû) olarak nakletme gibi metinde olabilir.

Galat: Hadis rivayetinde hata yapmak demektir. Râvî­nin hatası aşırı olursa ve yanlış rivayetleri, doğru olarak nak­lettiklerini geçerse zabt sıfatını kaybetmesine sebep olur.

Garîb: Hangi tabakadan olursa olsun bir râvînin tek ba­şına rivayet ettiği hadise denilir. Sadece bir râvî tarafından nakledilen hadis, başka râvîler tarafından nakledilmediği veya diğer rivayetler ona aykırı olduğu için tek başına kalan anla­mında "Gârîb" ismini almıştır.

Haber: Bir görüşe göre, hadisle eş anlamlıdır. Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn'dan nakle­dilen rivayetlere denir. Bu yönüyle haber, hadisden daha ge­neldir, Çünkü Hz. Peygamber'in sözlerinin yanında, Sahabe, Tâbiûn ve daha sonrakilerden nakledilen şeyleri de içine alır. Bu açıdan her hadis haberdir, fakat her haber hadis değildir ve hadis haberin bir bölümünü meydana getirmektedir.

Haddesenâ: "Bize anlattı" manasına gelen edâ lafızlarındandır. Râvînin hocasından aldığı hadisleri talebesine nakle­derken kullanılmıştır. "Haddesenâ" lafzının, hadis rivayet yol­larından hangisini göstermek için kullanılacağına dair hadisçiler arasında birlik sağlanamamıştır.

Hadis Hırsızlığı (Sirkatü'l-hadis): Bir râvînin bir hadisi naklinde tek başına kalması durumunda, diğer bir râvînin, ay­nı hadisi o râvînin hocasından işittiğini iddia etmesidir. Bunun yanısıra bir râvînin hadisi olarak bilinen bir rivayeti, aynı taba­kadan başka bir râvîye isnâd ederek nakletmeye, ayrıca başka­larında bulunmayan hadis rivayet ediyor görünmek gayesiyle, o hadisdeki kelime veya cümlelerin yerlerini değiştirerek naklet­meye de hadis hırsızlığı denilir. Kısacası hadisde hırsızlık (sir­kat), bir râvînin rivayet etmediği bir hadisi çeşitli şekillerde kendisine mal ederek nakletmesidir.

Hasen: Sahîh ile Zayıf hadis arasında yer alan, fakat sahîhe daha yakın olan bir hadis çeşididir.

Hasen-Sahîh: Bu terim konusunda hadis âlimleri ihtilâf etmiştir. Bu konuda en tutarlı açıklamayı İbn Hacer yapmıştır. Buna göre, hakkında Hasen-Sahîh terimi kullanılan hadisin bir tek isnadı varsa, bu hadisin hükmü konusunda tereddüd vardır, bu rivayet ya hasendir ya da sahihtir. Böyle bir rivayet sahîh hadisden biraz aşağı mertebededir. Hakkında hasen-sahîh hükmü verilen bu hadisin isnadı birden fazla ise, bu du­rumda bu rivayet bir isnâdla hasen, diğer bir isnâdla sahih ola­rak nakledilmiş demektir. Böyle bir rivayet, kendisine sadece sahih denilmiş bir hadisden daha kuvvetli sayılmaktadır.

Îztırab: Aynı hadisi birbirine zıt şekillerde rivayet eden râvîlerin hepsi adalet ve zabt sıfatları bakımından eşit veya birbirine yakın olduklarından, bu rivayetlerden herhangi biri­ni diğerine tercih etme imkânı olmaz. Bu, tercihi imkânsız kı­lan duruma ıztırab denilir.

İhülût Etmek: Râvînin aklî melekelerinin zayıflaması so­nucu şuurunun karışması sebebiyle naklettiği hadislerin far­kında olmamasıdır. İhtilât, daha çok yaşlılık yüzünden hafıza gücünün zayıflaması durumunda görülür. Aklı oynatmak ve­ya hastalık da ihtilât sebebidir.

İnkıta': İsnâd zincirini teşkil eden râvîlerden bir veya bir kaçının düşmesiyle meydana gelen kopukluktur. İsnadın ba­şında, ortasında veya sonunda olabilir.

İrsal Yapmak: İsnadında, Tâbiin'in hadis aldığı sahâbîyi veya sahâbînin nakli kendisinden aldığı diğer bir sahâbîyi at­layarak, doğrudan Hz. Peygamber'den rivayette bulunmasıdır.

İsnâd: Bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmek­tir.

Kütüb-i Sitte: Hadis kaynakları arasında şöhret kazan­mış altı esere denilir. Bunlar, hadis kitaplarının en sahihleri kabul edilen el-Buhârî ve Müslim'in el-Cârniu's-Sahîh'Ieri ile, Ebû Dâvud, Tirmizî, en-Nesâî ve İbn Mâce'nin Sünen'lerinden ibarettir.

Mahfuz: Adalet ve Zabt yönünden diğerlerinden daha üstün bir mertebede bulunan râvînin nakline denilmekte olup, "şâz" karşıtıdır.

Mecruh: Yalan söylemek, rivayet şartlarına uymamak gi­bi zayıflatıcı sebeplerle hadisleri reddedilmiş râvîye denilir.

Mechûl: Kimliği ve adalet durumu bilinmeyen, ilim ta­lebiyle meşhur olmayan, hadis âlimleri tarafından tanınma­yan, hadisleri sadece bir tek râvî yönünden bilinen kimsedir.

Metin: Hz. Peygamber'in bir sözünü, fiilini veya O'na ait bir işi, bir olayı bir hâli, bir özelliği anlatan ve hadisin isnadın­dan sonra yer alan ifadelerdir.

Metruk: Yalan söylemekle itham edilmiş, söz veya fiilin­de fışkı ortaya çıkmış ya da çok yanılma ve gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına naklettiği hadisdir. Bu sebeplerle hadisi terkedilmiş bir râvîye de "Metrûku'l-Hadîs" denilir.

Mevzu': Çeşitli maksatlarla uydurulup, iftira olarak Hz. Peygamber'e nisbet edilmek suretiyle rivayet edilen sözlere denir.

Râvi: Hz. Peygamber'in hadislerini nakleden kimsedir.

Sahîh: Adalet ve Zabt sahibi râvîlerin kesiksiz bir isnâd­la birbirinden naklettikleri, şâz ve illetten uzak hadislerdir.

Sahihayn (Sahihân): el-Buhârî ve Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh adlı eserlerine denilir.

Sened: Hadisin ilk kaynağına kadar ulaşan yolu oluşturan râvîler zinciridir.

Sika: Bir kişiye güvenmek, itimâd etmek mânâsına olup, Hadis Usûlü'nde, adalet ve zabt sıfatlarını taşıyan râvîye denilir.

Sünnet: Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, takrirleri, Pey­gamberliğinden önceki ve sonraki ahlâkî vasıfları ve sîretidir. Hadisle eş anlamlıdır. Fıkıh âlimlerine göre ise, Kur'ân dışın­da Hz. Peygamber'den sâdır olan ve şer'î bir hükme delil ola­bilecek niletikte söz, fiil ve takrirlerdir.

Şeyhayn (Şeyhân): Hadis ilimlerinde, el-Buhârî ve Müs­lim demektir.

Tedlîs: Bir râvînin çağdaşı olup görüşmediği veya görü­şüp de hadis almadığı bir hocadan sanki ondan işitmişçesine na­kilde bulunmasıdır. Bir râvînin, hadis işittiği kimseden, gerçek­te işitmemiş olduğu hadisleri rivayet etmesi de tedlîs kapsamına girer.

Zabt: İşittiği hadisleri aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bile, işittiği şekilde ezberinde tutup eksik ya da fazla ol­maksızın başkalarına rivayet edebilme yeteneğidir. Rivayeti­nin kabul edilebilmesi için râvîde bulunması gereken şartlar­dandır.

Zayıf: Adalet ve Zabt yönünden tenkide uğramış râvîler tarafından nakledilmiş olup, sahih ve hasen'in dışında kalan hadislerdir. [703]

 

 



[1] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 1.

[2] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 2.

[3] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 3

[4] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 7-10.

[5] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 13-17.

[6] Cevheri, Sihâh, V, 2093 vd; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XIII, 92-101

[7] En'âm: 6/100; Saffât: 37/158-159; Yazır, Hak Dini, III, 1998-1999, VI, 4077

[8] D.B. Macdonald, LA, Cin Maddesi, III, 192-193

[9] Krş. Tesniye 32/16-17; Mezmurlar, 106 / 37; Yuhanna 8/48-49; 10/19-21; 17/19-20; Luka 7/28-34; Matta 11/11-19.

[10] Miras, Tecrid-i Sarih, X, 48

[11] Müddesir: 74/31.

[12] Cin: 29/11; Kurlubî, el-Cûmi, XIX, 151; Yazır, Hak Dini, III, 2030; Mi­ras, Tecrid, X, 47-48; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, X, 94.

[13] A'râf: 7/11-12; Hicr: 15/27; Sâd: 38/75-76; Rahman: 55/15

[14] Müslim, Zühd, 60. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 19-20.

[15] Çağatay, Cahiliye Çağı, s. 103.

[16] Taberi, Câmiu'l-Beyân, 1, 199, 201; Krş. Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s.98.

[17] Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr, 35; Aynî, Umde, XVII, 6.

[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 135; Çağatay, Cühiliye Çağı, s. 103.

[19] Buhârî, B. Halk, 6, 11; Müslim, Selâm, 122-124; Tirmizî, Tefsir, 34 /2-3.

[20] Buhârî, Tefsir, 72/1, Ezan 105; Müslim, Satat 149; Tirmizî, Tefsir, 72 /2-3.

[21] Tirmizî, Taharet 102/135; İbn Mace, Taharet, 122/639.

[22] S. Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 261.

[23] İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, XIII, 92-101.

[24] M.Şükrî el-Âlûsî, Bulûğu'I-Ereb II, 315; Bozkurt, Sünnetin Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folkloru, s. 56.

[25] Âlûsî, Bulûğu'l-Ereb, II, 324, 358; Bozkurt, Hicaz Folkloru, s. 57.

[26] Ebu Dâvud, Edeb, 174 / 248-5250; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348,420; II, 432.

[27] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, s. 314-315, No: 410-912.

[28] Saffât: 37/158.

[29] Yazır, Hak Dini, III, 1998-1999; VI, 4077.

[30] En'âm: 6/100; Saffât: 37/158-159.

[31] Ahmed b. Hanbel Mûsned, 1, 265; Dârimî, Vuda, 1.

[32] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 312

[33] Yazır, Hak Dini, VIII, 5400-5401.

[34] Cin: 72/6.

[35] İsrâ: 17/57.

[36] Buhârî, Tefsîru Sûre, 17/7-8; Müslim, Tefsir, 29, 30.

[37] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 157.

[38] Müslim, Cum'a 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 302.

[39] Tirmizî, Siyer 9/1557; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 223.

[40] Müslim, Selam, 64; Krş. Ebû Dâvud, Tıb, 18. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 21-26.

[41] Tesniye 32/16-17.

[42] Levililer 17/7.

[43] Mezmurlar 106/ 37.

[44] Levililer 17/7.

[45] Örs, Musa ve Yahudilik, s. 143.

[46] Bkz. Leviler, 16/8.

[47] M.S. Şahin, TDV. İslam Ansiklopedisi Cin Maddesi, VIII, 6-7.

[48] Krş. Tekvin, 6/1-4.

[49] Şahin, TDV İslâm Ansiklopedisi, agm. VIII, 7.

[50] Zâriyat: 51/38-39.

[51] Hicr: 15/6.

[52] Hicr: 15/6.

[53] Yuhanna, 8/49.

[54] Yuhanna, 17/19-20.

[55] Yuhanna, 10/19-21.

[56] Luka, 7/28-34; Krş. Matla, 11/11-19.

[57] En'âm: 6/130.

[58] Ahkâf: 46/30.

[59] Sebe: 34/12-14.

[60] Neml: 27/39.

[61] Naim, Tecrid-i Sarih, 11, 406, Açıklama: 1.

[62] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 26-31.

[63] Yakubun Mektubu, 11 19-20

[64] Matta, 4/24.

[65] Markos, 16/9.

[66] Markos, 1/32-34.

[67] Luka, 4/41.

[68] Yuhanna, 8/48-49; 17/ 19-20.

[69] Matta, 12/22-29; Luka, 11/14-14-22; Markos, 3/22-27.

[70] Barnabas, The Gospel of Barnabas, s. 88-89; Krş. İslâmiyet ve Hristiyanlık, s. 140.

[71] Luka, 4/33; 8/29.

[72] Matla, 9/32-34; Krş. Matta, 12/22-29; Markos, 3/20-27; Luka, 11/14-22

[73] Malta, 17/14-20; Krş. Luka, 9/37-42.

[74] Malta, 12/22-27; Krş. Luka, 11/14-22 Markos, 3/22-27.

[75] Matta, 12/28.

[76] Luka, 8/26-36; Matta, 8/28-33.

[77] Matta, 15/24.

[78] Matta, 15/26; Markos. 7/27.

[79] Matta, 15/27 Markos, 7/28.

[80] Markos. 7/29.

[81] Malta, 15/22.

[82] Markos, 6/13; Krş. Luka, 9/1-2.

[83] Luka, 10/17.

[84] Markos, 9/38; Luka, 9/49-50.

[85] Matta, 7/22-23.

[86] Markos; 16/17-18.

[87] Songar,  "Ya Avrupa Nasıldı?", Türkiye Gazetesi, Sohbet köşesi, 06.02.1992.

[88] Şahin, TDV. İslam Ansiklopedisi, Cin maddesi, VIII, 8.

[89] 1. Korintoslulara, 10/20-21.

[90] Yuhanna'nın Vahyi, 9/20.

[91] Yuhanna'nın Vahyi, 16/13-14.

[92] I. Timoteos'a, 4/1-3.

[93] Yuhanna'nın Vahyi, 18/2.

[94] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 32-40.

[95] Ahkaf: 46/30

[96] En'âm: 6/130.

[97] Ahkâf: 46/29-30; Cin: 72/1-2; Buharı, Tefsir, 72/1; Ezan, 105; Müs­lim. Salât, 149-150, 153; Tirmizi, Tefsir, 72/2-3, no: 3323-3324; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, I, 252.

[98] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 145.

[99] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân, 5; Tefsri Sûre 53; Tirmizî, Cumu'a, 403/575.

[100] Aynî, Umdetut-Kârî, Vll, 101.

[101] Buhârî, S. Halk, 12, Tevhîd, 52; Nesâî, Ezan, 14; İbn Mâce, Ezan, 5; İmâm Mâlik, Muvatta, Ezan, 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 35, 43.

[102] A'râf: 7/179.

[103] En'âm: 6/128.

[104] Cin: 72/5.

[105] A. Naim, Tecrid-i Sarih, II, 403.

[106] Kehf: 18/50.

[107] İmâm Mâlik, Muvatta', Şa'ar, 4/10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 419

[108] İbnü'l- Cevzî, Telbîs, s. 35-36.

[109] Müslim, Münafıkîn, 69.

[110] Buhârî, Tevhid, 7; Müslim, Zikr, 67; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 302.

[111] Buhârî, Menâkibu't-Ensûr, 32.

[112] Müslim, Salât, 150.

[113] Müslim, Selâm, 141; İmâm Mâlik, Muvatta', İsti'zân, 13/33.

[114] İmâm Mâlik, Muvatta', Isti'zan, 11/30.

[115] Yuhanna'nın Vahyi, 18/1-2

[116] A'râf: 7/27.

[117] Tirmizî, Cumu'a, 73; İbn Mâce, Tahârzi, 9/297-298.

[118] Müslim, Zikr, 68.

[119] Ebu Ya'lâ, el-Ferrâ, el-Mu'temed fi Usûli'd-din, s. 174

[120] Rahman: 55/56.

[121] Abdurrezzâk, Musannaf, XI, 32.

[122] Ebû Dâvud, Taharet, 16; Nesâî, Taharet, 29; Ahmed b. Hanbef, Müsned, V, 82.

[123] el-Ferrâ, a.g.e., s. 173-174.

[124] Bakara: 2/275.

[125] Yazar, Hak Dini, 11, -957. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 41-47.

[126] Saffât: 37/6, 10

[127] Hicr: 15/16-18.

[128] Yazır, Hak Dini, VI, 4048-4049; S. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, V, 61; VII, 397-398.

[129] Yazır, a.g.e., VI, 4049.

[130] Yazır, a.g.e., V 3049.

[131] Cin: 72/8-10.

[132] Râzî, Mefâtîh, XXX, 157-158; Kurtubî, el-Cami, XIX, 139; Şîblî. Ahkâmü'l-Can, s. 164; Ayni, Umde, VI, 36; S. Ateş, a.g.e. X, 100

[133] Râzî, Mefâtîh, XXX, 158; Kurtubî, el-Câmi’ XIX. 12-13.

[134] Şiblî, a.g.e., s. 164; Aynî, Umde, VI, 36; A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 763.

[135] Râzî, Mefâtîh, XXX, 158; S. Ateş, a.g.e., X, 98.

[136] Râzi, Mefâtth, XXX, 158; S. Ateş, Yitce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, X:, 98. Şuara: 26/210-212.

[137] Yazır, Hak Dini, VIII, 5-403-5404; S. Ateş, a.g.e., X, 100.

[138] Buhâri, Tefsîru'I-Kur'an, 15/1; 34/1; Müslim, Selâm, 124; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 34/2.

[139] Buhârî, Tefsiru'l-Kur'ân, 34/1; Tirmizî, Tefsirul-Kur'ân, 34/2.

[140] S. Ateş, Yüce Kur’an'ın Çağdaş Tefsiri, VII, 251-252.

[141] Yazır, Hak Dini, VI, 3962.

[142] İbn Kesîr, Tefslru'l-Kur'ûni'l-Azim, 111, 536-537; ayrıca bkz. Aynî, Umde, XIX, 130.

[143] Sebe: 34/23

[144] Buhârî, Tefsir, 34/1; Tirmizî, Tefsir, 34/2.

[145] Bkz. Hicr: 15/16-18; Saffât: 37/6-10; Cin: 72/8-10; Buhârî, Tıb, 60; Edeb, 117; Tevhid, 57; Müslim, Selam, 122-124.

[146] Buhârî, Tefsin 34/1.

[147] Hicr: 15/18.

[148] Buhârî, Tefsir, 15/1.

[149] A'râf: 7/11-12; Hicr: 15/27;Sâd: 38/71-77; Rahman: 55/14-16.

[150] Saffat: 37/6-10.

[151] Cin: 72/8-10.

[152] Müslim, Selâm, 124; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/ 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 218.

[153] A'râf: 7/27.

[154] Hicr: 15/16-18; Saffat: 37/6-10; Cin: 72/8-10; Bkz. Yazır, Hafe Dini­ye S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, ilgili âyetlerin açıklamaları.

[155] Buhârî, Tefsîr, 34/1; Tirmizî, Tefsir, 34 / 2.

[156] Müslim, Selâm, 124.

[157] Mülk: 67/5.

[158] Krş. Râzî, Mefâtîh, XXX, 59; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, IX, 529.

[159] Yazır, Hak Dini, VII, 520 / 5; S. Ateş, a.g.e., IX, 531.

[160] Yazır, a.g.e., VII, 5207; Miras, Tecrid-i Sarih, IX, 23.

[161] Buhâri, life, 46; Edeb: 117; Tevhid: 57; Müslim, Selâm, 123; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 87.

[162] Buhârî, B. Halk, 11; Müslim, Selâm, 122.

[163] Hicr: 15/16-18; Saffât: 37/6-10; Cin: 72/8-10; Buhârî, Tefsir: 34/1; Müslim, Selâm, 124; Tirmizî, Tefsir: 34/2-4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 218.

[164] Bkz. Hicr: 15/18;  Saffât: 37/6-10; Cin: 72/8-1O; Buhârî, Menâhibu'l-Ensâr, 35; Tirmizî, Tefsîr: 72/2; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 274, 323.

[165] Müslim, Selâm, 122.

[166] Nevevî, M'inhâc, XIV, 223; Davudoglu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 5872.

[167] Buhârî, Tefsir, 72/1, Enâm, 105; Müslim, Salât, 149; Tirmizî, Tefsir, 72/2-3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 252; Krş. Cin: 72/1.

[168] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 167-168; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 163-164

[169] Bkz. İsrâ: 17/81.

[170] Tayâlisî, Müsned, s. 32, No: 234; Krş. İbnü'l- Esîr, Üsdü'l- Ğâbe, II, 295; İbn Hacer, el-hâbe, III, 32.

[171] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 47-73.

[172] Rahman: 55/31-40

[173] En'âm: 6/112.

[174] En'âm: 6/130.

[175] A'râf: 7/38.

[176] A'râf: 7/179.

[177] Fussilet: 41/25.

[178] Zâriyat: 51/56.

[179] Ahkâf: 46/29-32.

[180] Cin: 72/1-14.

[181] Cin: 72/1-2

[182] Müslim, Salât, 149; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 72 / 2-3 No: 3323-3324

[183] Cin: 72/19

[184] Tirmizî, Tefsiri Süre, 72/2 (3323); Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 270.

[185] Bkz. İbn Hacer, el-hâbe, IV, 90.

[186] Bkz. Ayni, Umdetü'l-Kûri, XVI, 309.

[187] S. Ateş, a.g.e., X, 96-97; Krş. Râzî, Mefatîh, XXX, 152-153.

[188] A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 757, açıklama: 2.

[189] A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 761-762.

[190] Ahkâf: 46/29-32.

[191] A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 765-767; Krş. Ayni, Umde, XVI, 309.

[192] Müslim, Salât, 150; Krş.152; Tirmizî, Tefsir, 45 / 3258.

[193] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 416; Hacun için bkz. İbnü'1-Esîr, en-Nihâye I, 348

[194] Buhârî, Menâhbu'l- Bnsâr, 32; Müslim, Salât, 153.

[195] Aynî, Umde, XVI, 309; Miras, Tecnd-i Sarih, X, 47-48

[196] Ebû Davud, Taharet, 20 / 39.

[197] Ahmed b. Hanbel, Masned, I, 398 402, 449, 455 Krş. Tirmizi, Taharet, 65/88.

[198] Nevevî, Minhâc, IV, 169-170.

[199] Ebû Reyye, Advâ Ale's Sünneti'l-Muhammediyye, s. 102; Terc. s. 119; İbn Mes'ud'un, "Bizden hiçbiri o gece Rasûlullah'la beraber bulun­madı" sözü hakkında bkz. Müslim, Salât, 33/450; Ebû Davud, Taharet, 42/85; Tirmizî, Tefsir, 46/3258.

[200] Tirmizî, Tefsir, 55/3291.

[201] Tirmizî, a.g.y.

[202] Aynî, Umde, XVI, 309; Miras, Tecrid-i Sarih, X, 48

[203] Şiblî, Ahkâmû'l- Cân, s. 68-69; Garâibü ve Acâibû'l- Cin, s. 63-64.

[204] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 449.

[205] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 73; Garâibü ve Acâibü'l-Can, s. 68; Tercüme: Cinlerin Esrarı, s. 201-202.

[206] İbn Hacer, Tehzhiba't-Tehzlb, VI, 192, 397. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 74-89.

[207] Müslim, Şato, 150.

[208] Tirmizî, Tefsir, 46/3258.

[209] Tirmizî, Taharet, 14/18.

[210] Nesâî, Taharet, 38/42.

[211] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 4 /3258.

[212] Müslim, Salat, 150.

[213] Krş. Müslim, Salat, 150-151

[214] Müslim, Salât, 150.

[215] Müslim, Salât, 151.

[216] Nevevî, Minhüc, IV, 170; Krş. Dâvudoglu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, III, 226

[217] Müslim, Salût, 150; Krş. Tirmizî, Tefsir, 46/3258.

[218] Bkz. Müslim, Eşribe, 134-136; Ebû Dâvud, Et'ime, 16/3765-3766, 3768, 50/3845; Tirmizî, Et'ime, 11/1802-1803; İbn Mâce, Et'ime, 13/3278, Duâ, 19/3887; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 383; IV, 336; V, 383.

[219] Bkz. Aynî, Umde, XVI, 310.

[220] Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46/3258

[221] Müslim, Salat, 149; Tirmizî, Tefsir, 72/2-3, No: 3323-3324

[222] A'râf: 7/27.

[223] Bkz. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46 / 3258.

[224] Buhârî, Vudü, 21; Tirmizî, Taharet, 13/17; Nesâî, Taharet, 38 / 42; İbn Mâce, Taharet, 16/314.

[225] Nesâî, Taharet, 35/39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 457.

[226] Müslim, Taharet, 57; Ebû Dâvud, Taharet, 4/7; Tirmizi, Taharet, 12/16; İbn Mâce, Taharet, 16/316.

[227] Nesâî, Taharet, 36/40; İbn Mâce, Taharet, 16/313.

[228] Müslim, Taharet, 58; Ebû Dâvud, Taharet, 20/36, 38-39; Nesaî, Zinet, 12/5065; İbn Mâce, Taharet, 16/315.

[229] Bkz. Buhâri, Vudû, 22.

[230] Buhârî, Vadû, 21.

[231] Nesâî, Taharet, 38/42.

[232] Krş. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46/3258

[233] Dârekutnî, Sünen, 1, 56, no: 9; Krş. Dâvudoğlu, Selâmet Yolları, 1, 36, No; 108.

[234] Nevevî. Minhâc, III, 157; Kastallânî, hşâdü's-Sârt, I, 327; Aynî, Um­de, II, 299-301, 304; M. Hattâb es-Sübkî, Menhet, 1, 137; Dâvudoglu, 5. Yolları, I, 137; Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, 111, 226-227; Hatiboglu, Sünen-i İbn Mâce Terc. ve Şerhi, I, 501-502

[235] Aynî, Umde, II, 300; Krş. Dâvudoğlu, S. Yolları, I, 137.

[236] Bkz. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsîr, 46/3258.

[237] Buharı, Menâkıbu'l-Ensâr, 32.

[238] Krş. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Te/sîr, 46/3258.

[239] Buhârî, Vudü, 20

[240] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32. 23 L

[241] Buhârî, Vudu, 20.

[242] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32.

[243] Zehebî, Mizan, IV, 200; İbn Hacer, T. Tehzîb, V, 557.

[244] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32; Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46 /3258.

[245] Bkz. Zâdu'l-Meâd.

[246] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32.

[247] Buhârî, Menâkıbu'l-Emâr, 32.

[248] Buhârî, a.g.y.

[249] Krş. Turan Dursun, Dm Bu, I, 134-135. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 90-108.

[250] Müslim, Selâm, 139; 1. Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33.

[251] Müslim, Selâm, 141.

[252] Nevevî, Minhâc. 14 / 230, 236; Krş. Dâvudogtu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, IX, 693.

[253] Bkz. Müslim, Selâm, 139, 141; İmâm Mâlik, Muvatta', izin, 12/33.

[254] Tekvin, 3/1-15.

[255] Demiri, H. Hayavân, I, 391; Aydemir, T. İsrâiliyât, s. 62.

[256] Taberî, Câmiu'l-Beyân. I, 235 Krş. Aydemir, T. İsrâiliyat, s. 259.

[257] Tabeil, a.g.e., I, 237.

[258] M.S. Şahin, T.D.V. Is. Ans. Cin Maddesi, VIII, 5.

[259] Yuhanna'nın Vahyi, 12/9-10.

[260] Yuhanna'nın Vahyi 20/1-2.

[261] İbnü'1-Esîr, en-Nihaye, 1, 308; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XIII, 97; Demiri, H. Hayavân, I, 302.

[262] Beyhakî, Sünen, IX, 314; Suyûh, C. Sagîr, II, 698; Halebî, İnsânü'l-Uyün, I, 203.

[263] İbnül-Eslr, en-Nihâye, I, 308; İbn Manzûr, Lisânü'1-Arab. XIII, 97.

[264] Aynî, Umde, II, 268.

[265] el-Âlûsî, Bulûğu'l-Ereh, II, 358

[266] Ebû Dâvud, Edeb, 174 / 5248-5250; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348, 420; II, 432

[267] el-Âlûsî, a.g.e., II, 324.

[268] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 348.

[269] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 390, 395, 397, 413, 421, 466.

[270] Taberl, Câmiu'l-Beyân, 1, 330; Demîrî, H. Hayavân, II, 204; Krş. Dâvudoglu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, IX, 143.

[271] Müslim, Selâm, 140.

[272] Bkz. Müslim, Selâm, 139, 141; İmâm Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33

[273] Bkz. Müslim, Selâm, 140.

[274] Bkz. Müslim, Selâm, 139, 141; İmâm Mâlik, Muvata, izin, 12/33; Ebû Dâvud, Edeb, 174/5257.

[275] Bkz. Müslim, Selâm, 140.

[276] Tirmizi, K. Ahkâm ve'l-Fevâid, 2/1484.

[277] Bkz. Buhârî, B. Halk, 15; Müslim, Selâm, 138; Ebû Dâvud, Menâsıh, 39; İkâme, 165; Nesâî, Hac, 83, 114, Sihir; 13; Tirmizî, Salât, 170; İbn Mâce, Saya, 19, Menâsık, 91; İkâme, 146; İmâm Mâlik, Muvatta', Hac, 91; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257, 348, 11, 22, 30, 50, 52, 233, 248, 255, 284, 432, 473, 475, 111, 3, 32, VI, 97, 203, 209, 238, 259.

[278] Bozkurt, Hz. Peygamber Devrinde Folklor, s. 57.

[279] Miras, Tecrid-i Sarih Terc. IX, 64.

[280] Demîrî, H. Hayavân, 1, 288-289, 416

[281] Demiri, a.g.e,, I, 289; Zehebî, Mîzânü’l-İtidâl, IV, 426

[282] Demin, a.g.e., 1, 288.

[283] Ebû Dâvud, Edeb, 174/5256

[284] Zehirli yılanların öldürülmeleri hk. bkz. Buhârî, B. Halk, 15; Müs­lim, Selâm, 138; Ebû Dâvud, Menâsık, 39, vb, yerler.

[285] Krş. Müslim, Selâm, 139-141; Ebû Dâvud, Edeh, 174/5257; Tirmizî. K. Ahkâm, 2/1484, İmâm Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33.

[286] Zehebî, Mizan, IV, 66; İbn Hacer, T. Tehzib, V, 334.

[287] el- Alûsî, Bulûğu'1-Ereb, ll, 360..

[288] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 62; Garâibü ve Acâibü'l-Cin. s. 57; Tercüme: Cinlerin Esrarı, s. 185-186; Demîrî, H. Hayavân, 1, 293,294; Dâvudoglu, Sahih-i Müslim Terc. Şerhi, 111, 33.

[289] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 62; Garâibü ve Acâibü’l-Cin, s. 57-58; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 186; Demîrî, H. Hayavân, I, 294.

[290] Bu konudaki diğer bazı rivayetler için bkz. Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 62-65; Garâtbü ve Acâibü'l-Cin, s. 57-60; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 185-189; Demiri, H. Hayavân, I, 293-295.

[291] Neml: 27/39.

[292] Aynî, Umdetü'l-Kârî, VII, 102.

[293] Râzî, Mefâtihu-l-Gayb, XIV, 54.

[294] Râzî, a.g.e., XXVI, 208.

[295] Meryem: 19/17.

[296] el-Ferrâ, el-Mu'temed fi Usdli'd-Dîn, s. 174-175. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 109-125.

[297] A'râf: 7/27.

[298] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Vlll, 153

[299] Râzî, Mefâtthu'l-Ğayb, XIV, 54.

[300] Râzî. a.g.e., XIV, 54.

[301] Râzî, Mefâtthu'l-Cayb, XIV, XIV, 54.

[302] Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Mu'lemed, s. 172.

[303] Meryem: 19/17-18.

[304] Necm: 52/6-14.

[305] el-Ferrâ, a.g.e., s. 174-175.

[306] Demîrî. K Hayavân, 1, 297.

[307] Yazır, Hak Dini, III, 2147-2148.

[308] S.Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, III, 327-328.

[309] Necm: 52/6-14; Krş. Yazır, a.g.e., I, 4573-4580.

[310] Meryem: 19/17.

[311] Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 1; Müslim, Fedâ'dü's-Sahâbe, 100; İmân, 271; Tirmizî, Menâhtb, 12 / 3649; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 334

[312] Buharı. Satût, 75, Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâciâ, 39; Ahmetl b. Hanbel, Müsned, ll, 298; Krş. a.g.y.; 1, 413; 111. 82.

[313] Müslim, Mesâcid, 40.

[314] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. II, 406, Açıklama no: 1; Krş. Ay­nî, Umdetul-Kâri, IV, 235.

[315] Ahmed b. Hanbel, Mûsned, II, 353, 363.

[316] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 126-134.

[317] Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, el-Mu'temed, s. 174

[318] Rahman: 55/56.

[319] Yazır, Hak Dini, VII, 4690.

[320] Kehf: 18/50.

[321] Siblî, Ahkâmü'l-Cân: s. 97; Garâibü ve Acâibü'l-Cin, s. 91; Terc. Cin­lerin Esrarı, s. ] 19.

[322] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 91, L05; Garâibü ve Acâibü'l-Cin, s. 85, 99; Terc, Cinlerin Esrarı, s. 119.

[323] Tevrat, Levililer, 15/19-24, 22/5-7.

[324] Şiblî, Ahkâm, s. 174-175; Garâib, s. 162-163; Terc. Cinlerin Esrân, s. 172-173.

[325] Taberi, Câmia'l-Beyân, XIX, 152; Kurtubî, el-Câmi H Ahkâmi'l-Kur'ân, X, 289; İbn Kesir, Tefsîru'l- Kur'ân, III, 360.

[326] Şiblî, Ahkâm, s. 96; Garâib, s. 90-91; Terc. Cinlerin Esrân, s. 118.

[327] Suyütî, C. Sagir, 1, 42; Demîrî, H. Hayavam, I, 302.

[328] I. Krallar, bab: 10, ll. Tarihler, 9/1-12,

[329] 1. Krallar.1l/41..

[330] Bkz. Suyûtî, C. Sağir, I, 42

[331] Zehebî, Mizanü'l-İ'tidal, 11, 128-130; İbn Hacer, T. Tehtfb, 11, 291-292

[332] İbn Hacer, T. Tehzîb, 1, 296.

[333] M. S. Şahin, TDV Is. Ans. Cin Maddesi, VIII, 7.

[334] Tekvin: 6/1-4

[335] İbn Nuceym, el-Esbâh, I, 302.

[336] Demîrî, H. Hayavân, I, 302.

[337] Şiblî, Ahkâm, s. 91; Garâib, s. 85-86; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 109.

[338] Demiri, H. Hayavcin. 1, 302; İbn Nuceym, el-Esbâh ve'n-Nezâir, s. 131.

[339] Şiblî, Ahkâm, s. 91-92: Garâib, s. 86; Terc. Cinlerin Esrân, s. 109-110.

[340] Şiblî, Ahkâm. s. 94; Garâib. s.88; Terc. Cinlerin Esrârı s.l 13.

[341] Şiblî, Ahkâm, s. 94 , 101; Garaib, s. 89-95; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 114-124.

[342] Şibiî, Ahkâm, s. 91; Garâib, s. 85; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 109.

[343] Şiblî, Ahkâm, s. 100; Garâib, s. 94; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 122.

[344] İsrâ: 17/64.

[345] Taberî, C. Beyân, XV, 119-121; Kurtubî, el-Câmi, X, 289; Râzî, Mefâtih, XXI, 6-7; İbn Kesîr, Tefsîr Kur'âni'l,-Âzîm, III, 50.

[346] Aynî, Vmdetü'l-Kârî, XX, 152; Krş. Kurtubî, el-Cami, X, 289.

[347] Buhârî, B. Halk, 11; Vudû, 8; Nikâh, 66; Tevhîd, 13; Daavut, 54; Müs­lim, Nikâh, 116; Ebû Dâvud, Nikâhı, 46/2161; Tirmizî, Nifedfi, 8/1098; İbn Mâce, Nikâh, 27/1919; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, l, 217, 220, 243, 283, 286.

[348] Hadisin yorumu için bkz. el-Aynî, Umdetü't-Kârî, 1l, 269; Davudoglu, Sahlh-i Müslim Terc. ve. Şerhi, VII, 319; Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Terc. ve Şerhi, V, 359-360.

[349] Şiblî, Ahkâm, s. 104; Garâib, say; Tere. Cinlerin Esrarı, s. "128.

[350] Fahrüddîn el-Özcendi. Fetâvâ Kâdîhân (Fetâvâ-1-Hindiyye'nin ke­narında), I, 43.

[351] Kurtubî, el-Câmi, X.. 28

[352] Ebû Dâvud, Edeb, 116/5107.

[353] Zehebî, Mîzânü’l-İ'tidâl, IV, 612; İbn Hacer, I Tehzib, VI, 625

[354] İbn Hacer, T. Tehzib, II, 115.

[355] Hicr: 15/42; Krş. İsrâ, 17/65; vb. âyetler

[356] Ebû Ya'lâ el- Ferrâ, el-Mu'temed, s. 174; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XIV, 54

[357] bkz. Görsel, Sağlık Ansik. V, 944-945; Doktorumuz, Gelişim Tıp Ans. VI, 21 67.

[358] Görsel Sağlık Ansik. V, 945.

[359] Görsel Sağlık Ansik. V, 946- 947.

[360] Şiblî, Ahkâm, s. 92; Garâib, s. 86-87; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 111; İbn Nuceym, el- Eşbâh ve'n- Nezâir, s. 131.

[361] Şiblî, Ahkâm, s. 101; Garaib, s. 95; Tere. Cinlerin Esrarı, s. 124.

[362] Demîrî, H. Hayavân, İ, 302.

[363] Şiblî, Ahkâm, s. 98; Garâib, s. 92; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 120.

[364] Taberî, Câmiul-Beyân, 1, 199, 201; Krş. Aydemir, T, İsrâiliyât, s.ı

[365] Şiblî, Ahkâm, s. 97; Garâib, s. 91; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 119.

[366] Demîrî, H. Hayavan, I, 302.

[367] Şibiî, Ahkâm, s. 97; Garâib, s.91-92; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 131.

[368] İbn Nuceym, a.g.e., s. 131.

[369] Şiblî, Ahkâm, s. 98; Garâib, s. 92; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 120.

[370] Demîri, H. Hayavâtı, I, 302; İbn Nuceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, s. 131.

[371] Şiblî, Ahhâm, s. 99; Garâib, s. 94; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 121-122.

[372] Şiblî, Ahkâm, s. 93; Garâib, s. 87; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 112

[373] Şiblî, Ahkâm, s. 93-94; Garûib, s. 87-88; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 112-114

[374] Şiblî, Ahhâm, s. 94; Garâib, s. 88; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 113.

[375] Tevbe: 9/71.

[376] Şiblî, Ahkâm, s. 99-100; Garâib, s. 93-94; Terc. Cinlerin Esrân, s. 121-122; Demîrî, H. Hayavân, I, 302; İbn Nuceym, el-Esbâh ve'n-Nezdir, s. 131.

[377] Nahl: 16/72.

[378] Rûm: 30/21.

[379] Kurtubî, el-Câmi, XIV, 17

[380] İbn Nuceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, s. 131.

[381] Şiblî, Ahkâm, s. 97; Garâib, s. 91; Tere. C. Esrarı, s. 119; Demîrî, H. Hayavân, I, 302; İbn Nuceym. el-Eşbûh ve n-Nez.âir, s. 131.

[382] Îbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, 111, 243-244.

[383] İbn Nuceym, el-Esbâh ve'n-Nezâir, s. 131

[384] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 135-154.

[385] Neml: 27/17.

[386] Krş. Neml: 27/17-37.

[387] Neml: 27/38-40

[388] Râzî, Mefâtih, 24/197

[389] Neml: 27/39.

[390] Çağatay, Câhiliye Çağı, s. 14-15.

[391] Neml: 27/39.

[392] Krş. Enbiyâ: 21/82; Sâd: 38/34-39.

[393] Neml, 27/17.

[394] Sebe: 34/12-13; Sâd: 38/34-39.

[395] Bakara: 2/30; En'âm: 6/165; Yunus: 10/14; Fâtır: 35/39; Sâd: 38/26.

[396] Bakara: 2/34; A'râf: 7/11-17; Hicr: 15/36-40; İsrâ: 17/61; Kehf: 18/50; Sâd: 38/79-82.

[397] İbrâhîm: 14/22; Hicr: 15/42; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65.

[398] A'râf: 7/200-201; Nahl: 16/98; Mû'minûn: 23/97-98; Fussllet: 41/36.

[399] İsrâ: 17/77; Ahzâb: 33/62; 35/43; Feîh: 48/23. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 155-160.

[400] Yuhanna, 8/48, 49; 10/19-21; 17/ 19-20; Luka 4/41; 7/28-34; 11/14-22; Matla, 4/24; 9/ 32-34; II/11-19; 12/ 22-29; Markos 3/20-27; 16/9.

[401] Dârimî, Mukaddime, 4, (Sünen, I, 11-12).

[402] Zehebî, Mîzânü’l İtidal, III, 345-346; İbn Hacer, I Tehzib, IV, 483-484.

[403] İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 12.

[404] M. S. Şahin, TDV İslâm Am. Cin Maddesi, VIII, 5.

[405] Krş. Müslim, Sûdre, 16; Ebû Dâvud, Salât, 110/702; Tirmızî, Salât, 253/338; İbn Mâce, İkâmet, 38/952; 146/1245; Aynî, Umdetül-Kûrî, X, 179.

[406] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 145.

[407] Dârimî, Sünen, i, 10-11 (Mukaddime, 4); Krş. Ahmed b. Hanbel Müsned, IV, 170-171.

[408] Krş. İbn Hacer, T Tehzîb, I, 201; IV, 36-37.

[409] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171.

[410] Zehebî, Mlzânü'i-İ'tidal, II, 577; IV, 192; İbn Hacer, T. Tehzîb, III. 289; V, 548.

[411] İbn Mâce, Tifo, 46/3549.

[412] Zehebî, Mizânü'l-Vüdal, IV, 371; İbn Hacer, T.Tehzîb, VI, 129-130.

[413] İbn Mâce, Tıb, 46/548.

[414] Müslim, Selâm, 68; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 216

[415] Bkz. Abdürrezzak, Musannaf, VIII, 470; Necîramî, Eymânü'l-Arab, s. 31

[416] Buhârî, Eymân, 4,5; Müslim, Eymân, 1-6; Ebû Dâvud, Eymân, 4/3248-3251; Tirmizî, Nüzur ve'l-Eymân, 8 I 1533-1535; Nesâî, Ey­mân, 4/3762-3706.

[417] Kâf: 50/27.

[418] Müslim, Münafikîn, 69/70; Nesâî, işret, 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257.

[419] Müslim, Münâfikin, 70; Nesâî, İşret, 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, VI, US.

[420] Müslim, Selâm, 68.

[421] Turan Dursun, Din Bu, II, 270-271

[422] Müslim, Mukaddime, 3/5

[423] Krş- Matta, 4/24; 9/32-34; 12/22-29; Luka, 1/32-34; 4/41; 8/1-3; 11/14-22; Markos, 3/20-27; 16/29,

[424] Ayhan Songar, Kimlik Bunalımı, 10.2.1994, Türkiye Gazetesi, Soh­bet Köşesi.

[425] Müslim, Selâm, 14; Tirmizî, Siyer, 9/1447; Ebü Dâvud, Tifc, 19/3896-3897; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210.

[426] Bayat, Türk Dünyasında Özellikle Anadolu Tıbb'ı Folklorunda Akıl Hastalıklarının Tedavi Yolları ve Kaynakları, s. 64-65.

[427] el-Büseynî, Kenzu'l-Havas, I, 40; Krş. 1, 60; II. 250, 265.

[428] Bkz. S. Süleyman el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, 1, 38-39.

[429] Tilemsânî, Şumûsü'l-Envâr, s. 106, 114-115.

[430] Turan Dursun, Din Bu, II, 371.

[431] Zaman Gazetesi, 17.2.1994.

[432] Fazla bilgi için bkz. Çetin, Kur'ân'da Şifâ Kavramı, DEÜ. İlâh. Fak. Derg. İzm. 1992, sayı: VII, s. 72-75.

[433] Krş. Müslim, Selâm, 14.

[434] Tirmizî, Siyer, 9 I 1557; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210.

[435] Ebü Dâvud, Tıb, 19/3896.

[436] Ebû Dâvud, Tıb, 17/3883; Krş. İbn Mâce, Tıb, 39/3530; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 1,381.

[437] Ebu Dâvud. Tıb, 19/3897.

[438] Bkz. Buharı, Megotf, 41; Tıb, 55; Müslim, Selâm, 61-63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 271; Dârimî, Sünen, I, 32 (Mukaddime, 11).

[439] Buhârî, Hudüd, 22; Talâk 11; Müslim, Hudüd 22; Ebû Dâvud, Hudüd, 16, 24; Nesâî, Talâk, 21; İbn Mâce, Talâk, 15; Muvatta, Ukûl, 3.

[440] Ebû Dâvud, Şato, 367/1554; Nesâî, İstiâze, 36, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 89; III, 192.

[441] İbn Mâce, Mesâcid, 5.

[442] Bkz. Dârimî, Sünen. 1, 10-11 (Mukaddime, 4).

[443] Bkz. Bayat, a.g.m., s. 59-65.

[444] Bu konuda bkz. O. Şevki Uludağ, Besbuçuk Asırlık Türk Tababeti Ta­rihi, s. 136-143; M. Sâdık Yigitbaş, Musiki ile Tedavi, s. 248 vd.; Ay­han Songar, Psikiyatri, s. 2-3; Ruhi Kalender, Ruh Hastalıkları Teda­visinde Musiki, AÜİFD. sayı: I, s. 271-281.

[445] Songar, 'Türkler ve Ruh Hekimliği", Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos, 1979, s. 42-44; "Kimlik Bunalımı", Türkiye Gazetesi, Soh­bet Köşesi, 10.2.1994.

[446] Rad: 13/28

[447] Yazır, Hal; Dini, 11,957.

[448] Bakara: 2/275.

[449] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 102; Râzî, Mefatihu'l-Gayb, VII, 89; Krş. M. el-Gazâlî, es-Sûnnetü'n-Neveviyye Beyne Ehli’l-Fıkh ve'l-Hadis, s. 95.

[450] Kur'ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Hz: H. Atay-Y. Kutluay, (Diyanet İş. Bask.) s.46.

[451] el-Ferrâ, et-Mu'temed, s. 174; Râzî, Mefâtih, VII. 89; Cebeci, Cin, Şeytân, s. 111.

[452] İbrahim: 14/22.

[453] Râzî, Mefâtih. XIV, 54.

[454] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, II, 314-315, No: 410/912.

[455] Müslim, Cum'a, 46/868; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 302.

[456] M. S. Şahin, TDV h. Ans. Cin Maddesi, VII, 5-6.

[457] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 161-187.

[458] İbn Manzûr, Lisânul-Arab, XIII, 92-101.

[459] Müslim, Eşribe, 96; Ebû Dâvud, Eşribe, 22; Tirmizî, Et'ime, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 301, 306, 3)9, 386; İmam Mâlik, Muvatta, Sıfatû'n-Nebî, 10/ 21.

[460] Abdürrezzâk, Musanna, XI, 32.

[461] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395

[462] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 413.

[463] Buhârî, Cihâd, 30; Tıb, 30; Müslim, İmâre, 166; Ahmed b. Hanbel, Müsned, lV, 185

[464] Buharı, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-94, 98, 100.

[465] Doktorumuz, Tıp Ansik. VII, 2428-2429.

[466] Müslim, Eşribe, 99.

[467] Abdûrrezzâk, Musannaf, XI, 32.

[468] Ahmed Hulusi, cinlerle ihtilat ederek farkında olmadan onların em­ri altına girmiş bulunan bazı kimselerin, "Cinler mikroplardır" şek­linde yorumlar yaparak, onları inkâr ettiklerini söylemektedir. Yu­karda kaydettiğimiz hadislerin ışığında, bu iddiaya katılmak müm­kün değildir. Krş. Ahmed Hulusi, Din-Bilim Işığında Ruh-İnsan Cin, s. 84, 98-99. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 188-191.

[469] Cessâs. Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 51; Râzî, Mefâtih, III, 205-206; Yazır, Hak Dini, I, 441-442.

[470] Buharı, Nikâh, 47; Müslim, Cum'a, 47

[471] Cessâs, Ahhâmû'l-Kur'ân, I, 51; Miras, Tecrîd-i Sarih, VIII, 225-226. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 193-194.

[472] Bakara: 2/62; Mâide: 5/69; Hac: 22/17.

[473] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1, 52-54; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 226-228.

[474] Cessâs, a.g.e., I, 53; Miras, a.g.e., VIII, 228.

[475] Krş. Müslim, Filen, 119; Ebû Dâvud, Melâhım, 14, Tirmizî, Filen, 66; İbn Mâce, Filen, 33. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 195-197.

[476] A'râf: 7/116;Tâhâ: 20/66.

[477] Bkz. Ali Sayı, Hz. Müsâ, s.76-82, 118-128

[478] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 52; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 228-229; Ali Sayı, Hz. Musa, s. 118-133.

[479] Cessâs, a.g.e., 1, 54. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 197-198.

[480] Sâd: 38/37.

[481] Sad: 38/34; Yazır, Hak Dini, VI, 4097.

[482] Yazır, Hah Dini, I, 439; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 229-230.

[483] Taberî, Câmiu'l-Beyân, I, 445; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 135; Aydemir, Tefsirde İsrâliyât, s. 137.

[484] Taberî, a.g.e., I, 446; İbn Kesir, a.g.e., 1, 135-136; Aydemir, a.g.e., s. 136-137.

[485] Aydemir, Tefsirde İsrailiyât, s. 152.

[486] Yazır, Hak Dini, I, 440; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 230-231. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 198-200.

[487] Bakara: 2/98.

[488] Tevrat, Çıkış, 22/18; Levililer, 20/27.

[489] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 68; Yazır, Hak Dini, I, 440-441.

[490] Bakara: 2/102.

[491] Buhârî, Tıb, 49; Edeb, 56; B. Halh, 11; Müslim, Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb, 45/3545; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 57, 63, 96. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 201.

[492] Ebû Dâvud, Tıb, 22/3905; İbn Mâce, Edeb, 28/3726; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 1, 227, 31.

[493] Râzî, Mefâtîh, 111, 206-213; Yazir, Hak Dini, 1, 2-443; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, 1, 207-208.

[494] Cebeci, Kur'ân'a Göre Cin-Şeytan, s. 67.

[495] İbrahim: 14/22; Hicr: 35/42; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65.

[496] Yazir, Hah Dini, I, 443; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I, 209.

[497] Bakara: 2/258.

[498] Hicr: 15/23.

[499] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 202-209.

[500] Razî, Mefatîhu'l-Ğayb, 111, 213; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I, 209.

[501]Bakara: 2/102.

[502] Yazır, Hak Dini, l, 445-446; S. Ateş, a.g.e.. I, 206.

[503] Bakara: 2/102; Kars. Razî, Mefâtîhu'l-Ğayb, III, 217; Yazır, Hak Dini, I, 445; S. Ateş, a.g.e., 1, 206.

[504] Râzî, Mefâtîh, II, 217-218; Yazır, Hak Dini, 1, 446; S. Ateş, Yüce Kur'ân’ın Çağdaş Tefsiri, I, 206-207.

[505] Râzî, Mefâtih, ili 217-218; Yazır, Hah Dini, I, 449.

[506] Râzî, a.g.c, III, 216-217.

[507] Bakara: 2/102.

[508] İbn Haldun, Mukaddime, Terc: Z. Kadiri Ugan, III. 6.

[509] İbn Haldun, a.g.e., Terc: Süleyman Uludağ, II, 1182. Bakara: 2/102

[510] Yazır, Hak Dini, I, 449-450.

[511] Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, VIII

[512] Buhârî, Tıb, 51; Nitah, 47; Müslim, Cum'a, 47.

[513] Felak: 113/1-5.

[514] Râzî, Mefdatih, XXXII, 196; Yazır, Hah Dini, IX, 6400; S. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 189-190.

[515] S. Ateş, a.g.e.,Xl, 190.

[516] Derveze, et-Tefsîru'l-Hadîs, I, 197-198; S. Ateş, a.g.e., XI, 191.

[517] Özakkaş, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, s. 158-159

[518] Bkz. Bakara: 2/258; Hicr: 15/23.

[519] Hicr: 15/42; Krş. İbrahim: 14/22; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65

[520] Bkz. En'âm: 6/112, 121; Fussilet: 4 /36.

[521] Nâs:114/1-6.

[522] İbrâhîm: 14/22.

[523] NahI: 16/99-100.

[524] İbrahim: 14/22.

[525] Pezdevî, Usalû'd-Dİn, s. 226; Krş. Kılavuz, TDV İs. Ans. Cin mad., VIII, 9.

[526] Bkz. Râzi, Mefâtîhu'l-Cayb, III, 217.

[527] Tâhâ: 20/69.

[528] Yûnus: 10/80-81.

[529] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 14. 83; IV 399.

[530] Nesâî, Tahrim, 10/4076. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 210-229.

[531] Şibli, Ahkâm, s. 120-122; Garâib, s. 113-114.

[532] Enbiyâ: 21/82

[533] Neml: 27/17.

[534] Sebe: 34/12-13.

[535] Sâd: 38/36-38

[536] Neml: 27/38-39.

[537] Sâd: 38/35.

[538] Buhârî, Salât, 75; Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 39; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 11,298.

[539] Müslim, Mesâcid, 40

[540] II. Krallar, 1/11-12.

[541] Sebe: 34/12.

[542] Sebe: 34/14.

[543] Hicr: 15/28-46; Bu konuda dîger âyetler için bkz. Bakara: 2/34-38; A'râf: 7/11-25; İsrâ: 17/61-65; Kehf: 18/ 50; Sâd: 38/71-85; Tâhâ: 20/116-125.

[544] Taberî, Câmiu'l-Beyân, I, 228; Râzî, Mefâtlhu'l-Gayb, II, 212; Kurtubî, el-Câmi lil-Ahhâm, I, 291.

[545] Ahmed Hulusi, Tevrat, Zebur, İncîl ve Kur'ân'ın her bir kelimesinin 4'ü süflî, 4'ü ulvi olmak üzere 8 hizmetlisi olduğunu, bunların bel­li sayıda tekrarlanmasıyla cinlerle irtibat kurularak, onları itaat al­tına almanın mümkün olacağını söylemektedir. Kitâb ve Sünnet'ten herhangi bir deliline rastlayamadığımız bu iddiaya katılamıyoruz. Krş. A. Hulusi, Din-Bilim Işığında Ruh-İnsan -Cin, s. 136, 140-141.

[546] et-Tilemsânî, Şumûsü'l-Envâr, s. 115.

[547] Mâide: 5/67.

[548] Mâide: 5/92.

[549] Maide: 5/99.

[550] Şuara: 26/210-213.

[551] Tür: 52/29. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 230-239.

[552] En'âm: 6/59.

[553] Nahl: 16/77

[554] Neml: 27/65.

[555] Cin: 72/26.

[556] Yunus: 10/20.

[557] Âl-i İmrân: 3/79.

[558] Müslim, Fedâllu's-Sahâbe, 23

[559] Buharı , Fedâilü Ashabi'n-Nebi, 6

[560] Gayb konusunda önemli bir araştırma için bkz. Halis Albayrak, Kur'ân'da İnsan-Gayb ilişkisi, s. 238-248.

[561] Sebe: 34/14.

[562] el-Âlûsî, Rühu't-Me'ânî, XI, 124.

[563] Ebû Dâvud, Tıb 21/3904; Tirmizî, Taharet, 102/135; İbn Mâce, Taharet.. 122/639

[564] Bkz. M. el-Hamîd, Rudûd alâ Ebâtil s. 210-212. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 240-243.

[565] Bkz. Buhari, Tıb, 47. 49, 50; B. Halk, 11; Cizye, 14; Edeb, 56; Müs­lim, Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 57, 63-64, 96.

[566] Bkz. Ahmed b. Hanbel. Müsned, IV, 367.

[567] Bkz. Nesâî, Tahrim, 20 / 4077.

[568] Müslim. Selâm, 43; Krş. Buhârî, B. Halk, 11; Tıb, 47; İbn Mâce, Tıb 45/3545; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, VI, 57.

[569] Bkz. Buhârî, Cizye, 14, Tıb, 49, 50, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64, 96.

[570] Krş. Buhârî, Tıb, 47; Mûslim, Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb, 45; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, VI, 57, 96.

[571] Krş. Buhârî. Tıb, 50; Cizye, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64.

[572] Buhârî, Tıb, 49; Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 64.

[573] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63.

[574] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367.

[575] Nesâî, Tahrîm, 20/4077.

[576] Buharı, İcare, 16; Ebû Dâvud, Büyü, 37; Tıb 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned.V, 211.

[577] Krs. Nesâî, Tahrim, 20/4077; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367.

[578] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64.

[579] Buhârî, Tıb, 50.

[580] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI. 57.

[581] Müslim, Selâm, 43.

[582] Îbn Mâce, Tıb, 45.

[583] Buharı, Cizye, 14.

[584] Buhârî, Tıb, 47; B. Halk, 11.

[585] Buhârî. Tıb, 49

[586] Buhârî, Edeb, 56

[587] Ahmed b. Hanbel. Müsned, VI, 96

[588] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63

[589] Buhârî, Cizye, 14

[590] İbn Hacer, Tehz'ibû't-Tehzib. VI, 35-36

[591] Zehebî, Mîzanü'l-İ'tidal, IV, 301-302

[592] İbn Sa'd, et-Tabakât, VI, 394-395; Zehebî, Mizânû'l-İtidâl, I, 588; İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 6.

[593] Zehebî, Mizânü'l-İtidâl IV, 24; İbn Hacer, I Tehzib, V, 272

[594] İbn Hacer, T. Tehzib, III, 503

[595] Zehebî, Mizânü’l-İ’tidâl II. 659

[596] İbn Hacer, T. Tehzit, III. 503

[597] Zehebî, Mizânü'l-Î'tidâl, II, 171; İbn Hacer, I Tehzib, II, 359

[598] İbn Hacer, T. Tehzîb. VI, 109

[599] İbn Hacer. T. Tehzib. V, 500-502

[600] Bu konuda bkz. Turan Dursun, Din Bu, 1, 116-118

[601] Derveze, et-Tefsiru'l-Hadis, 1, 198; Sübkî, el-Menhel, VIII, 118

[602] Derveze. a.g.e., I, L99.

[603] S. Ateş. Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 191.

[604] S. Ateş, a.g.e., XI, 193-194.

[605] İbn Haldun, Mukaddime, s. 498; Terc. Z. Kadiri Ugan, III, 7.

[606] İbn Haldun, Mukaddime, s. 99; Terc. Z. Kadiri Ugan, 1, 255

[607] Râzî, Mefâtîh, XXXII, 187-188; Krş. Ateş a.g.e., XI, 195.

[608] Aynî, Umdetü'l-Kari, XXI, 277; Davudoglu, Sahlh-i Müslim Terc. IX. 5804; Krş. Sübkî, el-Menhel, VIII, 120.

[609] Nevevî, Minhâc, XIV, 174-175; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Sûbkî, el-Menhel, VIII, 119; Davudoglu, Sahih-i Müslim Terc. IX/5804.

[610] Nevevî, Minhâc, XIV, 175; Aynî, Umde, XXI, 280; Sübkl, el-Menhel, VIII. 118, Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Davudoglu, Sahih-i Müslim Terc. IX, 5804.

[611] Râzi, Mefatih, XXXII 188; Ateş, a.g.e., XI, 195-196.

[612] Bkz. M. el-Hamîd, Rudûd ala Ebûtîl, s. 242; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Terc. VII, 40, açıklama: 31.

[613] Yazır, Hak Dini, IX, 6357-6358.

[614] M. Ebû Reyye, Adva ale's-Sünnetü'l-Muhammediyye, s, 378; Terc. Mu­harrem Tan, 'Muhammedi Siınnet'in Aydınlatılması', s. 379-380.

[615] S. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 194-195.

[616] Yazır, Hak Dini, IX, 6356

[617] Derveze, el-Tefsîru'l-Hadis, I, 199-200.

[618] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 195.

[619] Yazır, Hak Dini, IX, 6358.

[620] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 196.

[621] Krş- Buhârî, Tıb, 47; Müslim, Selâm, 43.

[622] Buhârî, Tıb, 30; Cizye, 14.

[623] Buhârî, Tıb, 49.

[624] Bkz. Buhâri, Tıb, 49.

[625] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 60.

[626] İsrâ: 17/47.

[627] Furkân: 25/8

[628] Müslim, Mûnafık'in, 69-70; Tirmizi, Radâ', 17/1172; Nesâî, İşretü'n-nisâ, 4/3959; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 309.

[629] Zehebî, Mizânül'-İtidâl II, 224

[630] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 91

[631] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 244-268.

[632] Süleyman el-Hüseynl, Kenzu'l-Havas, I-II, İstanbul 1992

[633] Seyyid Süleyman el-Hüseynî, Kenzu'l-Havas, 1, 8, 9

[634] Tâhâ: 20/39

[635] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 394.

[636] el-Hüseynî, a.g.e.., I, 11-17, 198

[637] Kılavuz TDV h. Ans. Cin Maddesi, VIII, 10

[638] Kamer: 54/19.

[639] Fussilet: 41/16.

[640] Yazır, Hak Dini, VI, 4195; ayrıca bkz. VII, 4643

[641] Buhâri, Tıb, 19, 43, 44, 45, 54; Müslim, Selâm, 102, 107, 110

[642] Ebû Dâvud, Tıb, 22/3905; İbn Mâce, Edeb, 28/3726; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 227,311

[643] Nesâî, Tahrîm, 19/4076

[644] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 199

[645] Bkz. M. İloglu, Gizli İlimler Hazinesi, I, VIII, İstanbul 1985

[646] A. İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s. 219-221; H. Örs, Musa ve Yahudilik, s. 339, 344.

[647] H. Örs, a. g. e., s. 369

[648] A. İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s. 210-211

[649] A. İnan, a. g. e., s. 212-213

[650] Ebû Dâvud, Tıb, 12/3875

[651] Bkz. Nesâi, Tahrîm, 19

[652] Bkz. 113. Felak, 1-4

[653] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 269-281.

[654] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 434

[655] el-Hakka: 69/28-31

[656] el-Hakka: 69/30-32

[657] e!-Hüseynî, Kenzu'l-Havas, IV, 429-430

[658] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, I, 179

[659] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 426

[660] Münafikûn: 63/3-4

[661] el-Hüseynî, Kenzû'l-Havas, IV, 428

[662] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 282-287.

[663] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 421-422

[664] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 562

[665] Tür, 52/22

[666] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 420

[667] Fil: 105/1-5

[668] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, 1, 39

[669] el-Hüseynî, a.g.e., I, 38-39

[670] el-Tilemsânî, Şumûsü'l-Envâr, s. 106; ayrıca bkz. s. 114-115

[671] Sebe: 34/14

[672] Bakara: 2/102. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 287-292.

[673] el-Hüseynî, a.g.e., 1, 39

[674] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 292-293.

[675] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, I, 183

[676] el-Hûseynî, a.g.e., I, 176

[677] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 293.

[678] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, II, 412

[679] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 446

[680] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, II, 474-475

[681] el-Hüseynî, a.g.e., I, 98-99

[682] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 293-297.

[683] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 443

[684] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 432-433

[685] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 297-299.

[686] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, II, 341

[687] Hicr: 15/74-75

[688] el-Hüseyni, a.g.e., II, 330-331. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 299.

[689] el-Hüseynî, a.g.e, IV, 422. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 304.

[690] el-Hüseynî, a.g.e., II, 326

[691] el-Hüseynî, a.g.e.., I, 178

[692] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 300-302.

[693] el-Hüseynî. Kenzü'l-Havas. 11, 264.

[694] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 302-303.

[695] Bakara: 2/102

[696] Buhârî, Vasâyû, 23, Tıb, 48, Hudüd, 44; Müslim, İmân, 145: Ebû Dâvud, Vasâyâ, 10/2874..

[697] Nesâî, Tahrim, 19/4076

[698] Ahmed b. Hanbel, Mesned, II, 14. 83: IV. 399

[699] Tirmizî, Hudûd, 27/1460

[700] Cessâs, a.g.e., I, 61-63; Razî, Mefâtih, 111, 215-216; Davudoglu, Sahih-i Müslim Terc. lX, 611; Ateş, a.g.e., I, 209-210. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 304-305.

[701] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 306-309.

[702] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 315-322.

[703] Söz konusu terimlerin açıklanması için aşağıdaki eserden yarar­lanılmıştır:

Müctebâ Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyânet Vakfı Yayını, Ankara 1992. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 323-328.