KUR’AN VE HADİSLERE GÖRE CİNLER VE BÜYÜ..
Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü,
İslâm Öncesi Toplumlarında Cin İnancı
2- İslâm Öncesi Bazı Din ve Toplumlarda Cin İnancı
B- Hz. Peygamber'in Cinlere Kur'ân Okuması
D- Cinlerin Şekil Değiştirmeleri
E- Cinlerin İnsanlara Görünmesi
G- CİNLERİN EŞYA ÜZERİNDE TASARRUFU MÜMKÜN MÜDÜR?
A- Akıl Hastalıklarının Cinlerle İlişkisi
B- Bulaşıcı Hastalıklar ve Cinler
c- Hz- Süleyman Döneminde Büyü
d- Hz. Peygamber Dönemi'nde Büyü
4- Cinlerin İnsanların Emrine Girmesi Mümkün Müdür?
5- Cinler Kaybolan Ya Da Çalınan Şeyleri Bilebilir Mi?
6- Hz. Peygambere Büyü Yapılması
7- Büyü Yoluyla Yapılabildiği İleri Sürülen Bazı Hususlar
8- Bazı Büyü Örnekleri Ve Bunların Değerlendirilmesi
A- Bir Kimsenin Erkekliğini Ya Da Dilini Bağlamak
B- İnsanların Arasına Kin Ve Düşmanlık Sokmak, Karı-Koca'nın Arasını Ayırmak
D- İnsanların Sevgisini Kazanmak
E- Erkekliği Bağlı Olan Kimseleri Çözmek
F- Bir Kimsenin Sidikliğini Ve Uykusunu Bağlamak
I- Bir Kimseye Kurşun Tesir Etmemesi
Ali Osman Ateş, 1954 yılında Konya'nın Lâdik kasabasında doğdu. İlkokulu burada tamamladıktan sonra, 1973 yılında Manisa İmam-Hatip Lisesi'ni, 1978 yılında da Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi'ni bitirdi. T.C. Diyanet işleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde görev yaptı. 1985 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalı Araştırma Görevliliği'ne atandı ve 1989 yılında doktorasını tamamladı. 1995 yılında doçent, 2001 yılında da profesör olan Ateş, evli ve dört çocuk babasıdır. 1996 yılından beri Çukurova Üniversitesi ilahiyat Fakültesi'nde görev yapmakta olan Ateş'in, alanıyla ilgili olarak yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Prof. Dr. Ali Osman Ateş'in yayınevimiz tarafından yayınlanmış bulunan eserleri şunlardır:
1- İslâm'a Göre Câhiliye ve Ehl’i Kitâb Örf ve Adetleri, (Doktora Tezi), 554 sayfa, İstanbul 1996.
2- Kur'ân ve Hadislere Göre Şeytan, 448 sayfa, 2. baskı, İstanbul 1996.
3- Oryantalistlerin Hz. Peygamber İle İlgili İddialarına Cevaplar, 416 sayfa, İstanbul 1996.
4- Ehl-i Sünnet ve Şia'nın Delil Olarak Aldığı Bazı Hadisler, 224 sayfa, İstanbul 1996.
5- Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, 400 sayfa, İstanbul 2000. [1]
Beyan Yayınları'nın 195. kitabı olarak yayına hazırlandı; dizgi ve sayfa düzeni Hasan Demir (621 15 iğ), kapak Yazı evi (517 82 64), baskı ve cilt Umut Matbaacılık (637 09 34) tarafından gerçekleştirildi ve Ekim 2003'de İstanbul'da yayınlandı. ISBN 975-473-lll-X [2]
07.07.1993 tarihinde ebediyete yolcu ettiğimiz sevgili annem Şerife Ateş hanımefendinin aziz ruhuna armağan...
Sekiz yıl sonra bu görevi yerine getirmeyi bana tekrar nasip kılan Yüce Rabbime sonsuz şükür... [3]
Toplumumuz son yıllarda geçmişine oranla çok süratli bir dışa açılma dönemini yaşıyor. Tanzimat'tan bu tarafa "Batılılaşma" şeklinde kendisini ortaya koyan bu gelişme, günümüzde ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda göze çarpan yeniden yapılanma gayretlerinin tesiriyle daha da hızlanmış bulunuyor. Bu dışa açılma çabalarının sonucu olarak sosyal bünyemizde yabancılaşma ve kimlik bunalımı şeklinde ifade edebileceğimiz bir takım buhranlar baş göstermiştir. Bunun başlıca sebepleri arasında millî ve manevî değerlerimizden yeterince nasibini alamamanın yattığı açık bir husustur. Geçmişte toplumumuzun bazı kesimlerinin içine düştüğü bu bunalımla günümüzde milletimizin tüm kesimlerinin karşılaşması tehlikesi söz konusudur.
Öte yandan buhranlar içinde çırpınan dünyamız yeniden dine dönüşün sancılarını çekiyor. Yaratılışlarındaki özellikten dolayı insanlar, 60-70 yıllık bir ömür içindeki mutluluğu yeterli görmüyor, ebedî bir saadet arayışı içine giriyorlar. Millî ve mânevi değerler açısından yeterli doyuma ulaşamamış toplumumuz da bu arayışın içinde gerekli yerini almış bulunuyor. Manevî sahadaki bu boşluk, insanımıza bir altüst oluş dönemi yaşatıyor. Halkımız bir arayış içinde çırpmıyor, aradığı gerçek değerler yeterince kendisine verilmediği için bir türlü dengeye gelemiyor, maneviyât adına, Semavî Dinler'in reddederek, şirk ve küfür saydığı, vaktiyle dîne alternatif olarak uydurulmuş, sihir (büyü), fal gibi bir takım hususlarla, yine yüce dinimizin kabul etmediği Reenkarnasyon (Tenasüh) gibi Hind kökenli bir takım bâtıl inançlar, susuzluklarını gidermeleri için onlara bir reçete olarak sunulmak isleniliyor. Ülkemizin geleceği olan bir kısım gençlerimiz ise Satanizm peşinde koşuyor, şeytana tapınma ayinleri düzenliyor. Sonu cinayet ve intiharlara varan birtakım davranışlara yelteniyor. Yine, ortaya çıkan bir takım kimseler halkımızın duygu ve inançlarını sömürüyorlar. Seyircisini ya da tirafını artırmak isteyen bazı gazete ve televzyonlar da bunlara alet oluyor. Bunlardan kimisi Resul olduğunu iddia ediyor, kimisi de hipnotize ettiği bir şahısla konuşarak reenkarnasyonu ispat etmeye çalışıyor, bir başkası eline bir cam küre alarak olağanüstü güçlere sahip olduğunu, gaybı bildiğini ileri sürüyor. Bir ötekisi filan tarihte öleceğini iddia edip, milleti başına yığıyor, bazıları da illizyon sanatının inceliklerini öğrenip, halkımızı kandırıyor. Bu tür şahıslar cinlerle irtibat kurduklarını, karı-koca arasındaki geçimsizlikten borsadaki yatırımlara kadar her derde deva olduklarını öne sürüyorlar. Böyle kimseler hergün televizyon ve gazetelerin baş köşelerini işgal ediyorlar. Bunlardan bir kısmı da, Kur'ân-ı Kerîm'i bir büyü kitabı olarak algılatmak, topluma, Allah'ın Kelâmını mâhiyeti anlaşılmaz, kendisiyle sihir yapılan esrarengiz bir kitap olarak tanıtmak istiyorlar. Böylece insanların okuyup anlamasını engellemeyi, halkın onun rahmet kaynağından bol bol faydalanmasını önlemeyi arzu ediyorlar.
Bütün bu karmaşa arasında, halkımızı bu konularda aydınlatacak, hurafe ve sapıklıklardan koruyacak, maddî ve manevî açıdan istismar edilmesini önleyecek sesler duyulmuyor.
Bu konunun sömürüsünü yapanlara saatler ve sayfalar ayıranlar, halkımızı bu hususlarda aydınlatacak âlimlerimizin görüşlerine yer vermiyorlar. Daha önceleri ülkemizde sıkı bir emniyet takibatı altında bulunan şarlatanların serbe'stçe faaliyet gösterebildikleri gözleniyor. Televizyonlara bol bol reklamlar verebiliyor, tıbba, fenne, kİsacası ilme karşı çıkabiliyorlar. Toplumumuzun bir altüst oluşunun göstergesi de budur. Hürriyet anlayışımız bir türlü yerine oturmamıştır. Kafalarımız o kadar karışıktır ki, şarlatanlık yapanlara, dolandırıcılara, halkı istismar edip sırtından haksız para kazananlara bu faaliyetleri için izin verip vermeyeceğimiz konusunda bile kararsızlık içinde bulunabiliyoruz. Bu tereddüdümüzün cezasını ise maalesef halkımız çekiyor, ilmin, tıbbın kapışma gidecekler zaman kaybediyor, ümitleri sömürülüyor, işte bu ortam içinde "Cin" konusunu araştırıp 1995 yılında ilk baskısını gerçekleştirmiştik. Şimdi, aradan geçen yedi yıllık sürede, şikayetçisi olduğumuz bu konularda ülkemizde değişen bir şeyin olmadığını üzüntüyle görmekteyiz. Bu konularda halkımızın aydınlatılması ihtiyacı artarak devam etmektedir. İşte böyle bir ortamda, ilim dünyamızın sesi, ülkemizin ilim ve irfan hayatının fedakar destekçisi, akademik düzeyde seviyeli yayınlarıyla toplumumuzda seçkin bir yerin sahibi olan Beyan Yayınları, kitabımızın tarafımızdan gözden geçirilmiş yeni bir baskısını yapıyor.
Burada, vaktiyle konuyu araştırmamı tavsiye eden çok kıymetli hocam Prof. Dr. M. Cemal Sofuoğlu'na, çalışmalarını esnasındaki teşviklerinden dolayı Din İşleri Yüksek Kurulu emekli üyesi babam Mustafa Ateş'e, fedakar eşim Süreyya Ateş hanımefendiye ve çocuklarıma en derin şükranlarımı arz ederim. Konuyu hazırlarken göstermiş oldukları ilgi ve yardımlarından dolayı Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden arkadaşlarım Prof. Dr. Ömer Dumlu, Ögr. Gör. Dr. Ramazan Ege ve Uzman Mehmet Gönen'e teşekkürü bir borç bilirim.
Prof. Dr. Ali Osman Ateş
01. 08. 2003 Adana [4]
I. |
İbn |
b. |
Bin |
İ. A. |
İslâm Ansiklopedisi |
T. D. V |
Türkiye Diyanet Vakfı |
M. E. B. |
Milli Eğitim Bakanlığı |
K. |
Kitâb |
s. |
Sayfa |
a.g.e. |
Adı geçen eser. |
a.g.y. . |
Adı geçen yer. |
a.g.m. |
Adı geçen makale |
I.E.D. |
İlahiyat Fakültesi Dergisi |
AÜIFD |
Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi |
D.E.Ü. |
Dokuz Eylül Üniversitesi |
Krş. |
Karşılaştırınız |
Bkz. |
Tercüme/Tercümesi |
Ansik. |
Ansiklopedi |
V. |
Vefatı |
vs. |
Vesaire |
v.b. |
Ve benzeri |
vd. |
Ve devamı |
Hz. |
Hazreti |
r.a. |
Radıyallahü Anh. |
s.a.v. |
Sallallahü Aleyhi Vesellem |
Araştırmamız, "Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler-Büyü" başlığını taşımaktadır. Fakat eski din ve kültürlerde de bu inancın mevcut olduğuna dair görüşün boşlukta kalmaması ve konunun tarihî bir zemine oturtulması gayesiyle Giriş bölümünde Câhiliye dönemi ile Yahudilik ve Hıristiyanlık'la cin konusuna bir parça temas edilmeye çalışılmıştır. Elinizdeki çalışma bir Dinler tarihi araştırması olmadığı için, ilgili bölümde bir derinlik göze çarpmayabilir. Zaten eserin ağırlık noktasını İslâm'da Cin konusu teşkil etmektedir. Giriş bölümünde Yahudilik ve Hristiyanlık'ta adı geçen konu işlenirken başvurulan asıl kaynak Kîtâb-ı Mukaddes olmuştur. Barnabas İncili de kendisinden faydalanılan eserler arasında yer almaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de de konu ile ilgili bazı âyetler bulunduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Bunun dışında Hayrullah Ors'ün Musa ve Yahudilik adlı kitabı ile M. Süreyya Şahin'in TDV İslâm Ansiklopedisi'nde yer alan "Cin" maddesine de zaman zaman müracaat etmiş durumdayız. Bu arada, Câhiliye döneminde Cin telakkîsiyle ilgili tespitler açısından bol miktarda malzemenin yer aldığı Tefsîr ve Hadis kaynaklarına başvurmuş bulunmaktayız. Aşağıda zikredeceğimiz bu eserlerin dışında Mahmûd Şükri el-Âlûsî'nin Bulûğu’l-Ereb’i Neşet Çağatay'ın İslâmdan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, Nebi Bozkurt'un Sünnet'in Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folklorunu kaydetmek istiyoruz. İslâm öncesi kültürümüz açısından da Abdülkadir İnan'ın Eski Türk Dini Tarihi'ni zikretmek uygun olacaktır.
İslâmî bir araştırmanın merkezinde Kur'ân-ı Kerîm'in yer alacağı açık bir husustur. Kur'ân'da "Cin" adlı bir sûre yer aldığı gibi, çeşitli âyetlerde de bu konudan söz edilmektedir. Bunların yorumları için Tefsir sahasında yazılmış eski ve yeni bazı kaynaklara da başvurmuş durumdayız.
et-Taberi'nin (v. 310)
Câmiu'l-Beyân el-Cessâs Ebu Bekr Ahmed b. Alî er-Râzî'nin (v. 370)
Ahkâmü'l-Kur'ân'ı, Fahrüddirr er-Râzî'nin (v.606)
Mefâtîhu'l-Ğayb'ı, İbn Kesîr'in (v. 774)
Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm'i, Muhammed izzet Derveze'nin et-Tefsîru'l-Hadlsi Elmahlı Hamdı Yazır'ın (v. 1948) Hak Dini Kur'ân Dili, Süleyman Ateş'in Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri ile konulu tefsir çalışmalarının güzel birer örneği olan Abdullah Aydemir'in 'Tesir'e İsrâiliyat, Halis Albayrak'ın Kur'ân'da insan Gayb İlişkisi, Ali Sayı'nın Hz. Musa adlı araştırmaları bunlar arasında yer almaktadır.
Araştırmamız esnasında başvurduğumuz temel kaynakların ikincisini Hadis kitapları oluşturmaktadır.
el-Buhârî (v. 256) ve
Müslim'in (v. 275),
et-Tirmizî (v.279),
en-Nesâî (v.303) ve
İbn Mâce'nin (v. 275)
Sunen'leri yararlandığımız temel hadis kaynakları arasındadır.
İmâm Mâlik b. Enes'in (v.179)
el-Muvata'ı, et-Tayâlisî'nin (v. 204)
Müsned Abdürrezzâk b. Hemmâm'ın (v. 211)
Musamafı, Ahmed b. Hanbel'in (s. 241)
Musned'i, ed-Dârimî'nin (v. 255)
Sünen'i, yine el-Buhârî'nin (v. 256)
el-Edebü'l-Müfred'i, ed-Dârekutnî (v.385) ve
el-Beyhakî'nin (v. 458)
Sünen'leri, es-Suyûtî'nin (v. 911)
el-Câmiu's-Sağir'i zaman zaman müracaat ettiğimiz eserler arasında kaydedilebilir. Bu kaynaklarda Cin konusuyla ilgili olarak yer alan hadislerin yorumları için de, eski ve yeni hadis şerhlerine başvurmuş bulunuyoruz.
en-Nevevî'nin (v. 676)
el-Minhâc'ı, Kastallânî'nin (v. 658)
İrşâdü's-Sâri'si, Bedrüddîn el-Aynî'nin (v. 855)
Umdetü'l-Kârvsi, Mahmûd es-Sübkî'nin (v. 1352)
el-Menhel Ahmed Naim ve Kâmil Miras'ın Tecrîd-i Sarih Tercemesi, Ahmed Davudoğlu ve Mehmed Sofuoğlu'nun Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhleri, İbrâhîm Canan'ın Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Haydar Hatipoğlu'nun Sünen-i İbn-i Mâce Tercemesi ve Şerhi bunlar arasında yer alır. Hadislerin değerlendirilmesi sırasında râvîlerin durumlarını incelemek için Cerh ve Ta'dîl konusunda yazılmış Tabakât kitaplarına da yöneldik.
İbn Sa'd'ın (v.230)
et-Tabakâ-tü'l-Kübrâ'sı, İbnü'l-Esîr'in (v. 630)
Üsdü'l-Ğâbe'si, ez-Zehebî'nin (v. 748)
Mîzânü'l-Î'tidal'i, İbn Hacer'in (v. 852)
Tehz'i-hû't'Tehztb'i ile el-İsâbe'si bu eserlerdendir.
Cin konusu, Kelâm ve Akâid ilmini de ilgilendirdiği için bu sahada yazılan eserlerden de bu hususta yararlanılmıştır. Ebû Ya'lâ el Ferrâ'nın (v. 458)
el-Mu'temed Fî Usüli'd-Dîrii ile Ebu'1-Yüsr Muhammed el-Pezdevî'nin (v. 493)
Usûlü'd-Dîrü bunlardandır.
Konuyla ilgili görüşlerinden dolayı gerek el-Ferrâ'ya, gerekse Ebü'1-Yüsr el-Pezdevî ile Fahrüddîn er-Râzî gibi çağları aydınlatan büyük alimlerimize takdir ve şükranlarımızı belirtmeden geçmek uygun olmaz düşüncesindeyiz.
Konunun incelenmesi sırasında gerekli bilgiler için Arap Dili ve Edebiyatı alanını ilgilendiren bazı kaynaklara da başvurmak durumu hâsıl olmuştur. Bu cümleden olarak
el-Cevherî'nin (v.393)
es-Sıhâh'ı ile İbn Manzûr'un (v. 711)
Lisânü'l-Arab adlı eserlerine de zaman zaman göz attık.
Yukarıda kaydettiğimiz eserlerin dışında da, araştırmamızın konuları ile ilgili malzemeye yer veren kaynaklar mevcuttur.
ed-Demîrî'nin (v.808)
Hayâtü'l-Hayavâril ile İbn Haldun'un (v. 809)
Makaddime'si bunlar arasında zikredilebilir. Konunun bazen, İslâm Hukuku ve İslâm Tarihi kaynaklarını ilgilendirdiği de gözlenmiştir.
el-Halebî'nin (v. 1044)
İnsânii'l-Uyûn'u ile İbn Nuceym'in (v.970)
el-Eşbâh ve'n-Nezâir'i buna örnek olarak kaydedilebilir.
Konuyla ilgili olarak yapılmış müstakil çalışmalar da göze çarpmaktadır. Bu sahada yazılmış kitapların en meşhurları ve en çok tutulanları, şüphesiz
İbnü'l-Cevzi'nin (v. 597)
Telbîsü İblis'i ile Bedrüddin Muhammed eş-Şiblî'nin (v. 769)
Ahkâmü'l-Cân adlı eserleri olup, her ikisi de matbûdur.
Ahkamü'l-Cân, Garaibü ve Acaibü'l-Cin adıyla da neşredilmiştir, her iki kitaptaki muhteva aynıdır. eş-Şiblî'nin söz konusu eseri, Muhammed Ferşâd tarafından "Cinlerin Esrarı" adı altında Türkçe'ye çevrilerek yayınlanmıştır. Kaydettiğimiz kitapların bu sahada yazılmış en muteber eserler olduğu söylenirse de, bu yanlış bir kanaattir. Gerek İbnü'l-Cevzî'nin Telbîsü İlmîs'i, gerekse eş-Şiblî'nin yukarda zikredilen kitapları bir yığın uydurma rivayet ve hurafeyi bünyesinde bulundurmaktadırlar. Hadis kaynaklarımızda yer alan bazı rivayetlerin, ilâveler yapılarak tahrif edilmiş bir şekilde eş-Şiblî'nin kitaplarında yer aldığı, ya da kaynaklardan nakiller yapılırken bazı ciddî hatalar yapıldığı bu araştırma esnasında müşahede edilen hususlardandır. Konuyla ilgili bazı el yazmaları da mevcuttur. Bunlardan iki tanesi izmir Millî Kütüphanesi'nde muhafaza edilmekte ve Abdülvehhab b. Ahmed eş-Şa'rânî (v. 973) ile el-Kanbur Muhammed b. el-Miskîn el-Antakî'ye ait bulunmaktadır. eş-Şarânî'ye ait olanın ismi Keşfü'l-Hicâb ve'r-Rân an Vechi Es'iteti'l-Cân olup, 47 varaktan ibarettir ve adı geçen kütüphanede 1274 numara ile kayıtlıdır. el-Kanbur Muhammed'e ait olan ise, İbnü'l-Kayyım'ın Kitâbü'r-Rûh şulh eserinden iktibas edilmiştir. Rİsale fi Beyânı Hahihaü'l-Meh ki ve'l-Cân adını taşıyan bu eser, söz konusu kütüphanede I o 2 4/4 numara ile kayıtlı olup, 70b-95a varakları arasında yer almaktadır. (Bkz. Ali Yardım, İzmir Mitli Kütüphanesi Yazma Eserler Katalogu, I, 333, 343).
Araştırmamız sırasında çagdaş müelliflerden Mahmud Ebû Reyye'nin Advâ ale's-Sünnet-Muhammediyye'si ile Muhammed el-Gazâlî'nin es-Sünnetü'n-Nebeviyyeü Beyne Ehli'l-Eıkh ve'l-Hadîs adlı kitaplarını da gözden geçirmiş bulunuyoruz. Ortaya koymaya çalıştığımız konunun daha iyi anlaşılabilmesi için zaman zaman, Prof. Dr. Ayhan Songar, Prof. Dr. Ali Haydar Bayat, Dr. Tahir Özakkaş gibi Tıb sahasında söz sahibi bazı ilim adamlarımız yazılı veya sözlü olarak açıkladıkları görüşlerinden de yararlandığımızı belirtmemiz yerinde olacaktır. [5]
Cin kelimesi, "Örtmek, gizlemek" anlamına gelen Cenne kökünden türemiştir ve görülmeyen varlıklara bu isim verilmiştir. Melekler, Cinler, kabirde bulunanlar ve ev yılanları bu özelliklerinden dolayı bu ad altında zikredilmişlerdir. [6] Cânn kelimesi de yine cin ve şeytân anlamında kullanılmaktadır. Câhiliye döneminde Arapların, meleklere de cin dediklerini bilmekteyiz. [7] Cin kelimesinin Latince "Genius" kelimesinden alındığı da iddia edilmektedir. Cinlerin tek bir ferdine "Cinnî" denilmektedir, "Cân" kelimesi de Cin ile eşanlamlıdır. Gül, ifrit ve Silâtlar cinlerin çeşitli şekilleridir. [8]
Cinlerin varlığı ilk asırlardan beri kabul edilegelmiştir. Yahudiler, Hristiyânlar ve daha önceki milletler cinlerin varlığından haberdâr idiler. [9] İslâm'da da bütün mezheplerin cinlerin varlığını kabul ettikleri kaydedilmektedir.[10] Tebliğleri ilâhî vahye dayanan bütün Peygamberler emirlerin varlığından bahsettikleri için, bu konu insanlarda zaruri ilim meydana getirecek seviyeye ulaşmıştır. Kur'ân da cinlerin varlığını haber vermiştir. [11]
Cinlerin tarifinde ittifak edilememiştir. Ancak müslümanların ortak bir telakkisine göre cinler, bedenleri ateş, hava, râyiha gibi maddelerden teşekkül etmiş, akıl ve irade sahibi, latîf, görünmez varlıklardır. Bu özeliklerinden dolayı da duyu organlarımızdan gizli bulunmaktadırlar. Bu açıdan kendilerine cin denilmiştir. Bu niteliklerinden dolayı, şeytân ve meleklerin de bu kapsama girdikleri yukarda kaydedilmişti. Bu duruma göre ruhanî ve cevheri varlıklar üçe ayrılabilir:
1- Sadece hayra hizmet eden varlıklar ki, bunlar meleklerdir.
2- Sadece şerre çalışan varlıklar ki, bunlar şeytânlardır.
3. Hayırlıları ve şerlileri bulunan varlıklar ki, bunlar da cinlerdir.
Hayırlılarının ve şerhlerinin bulunması açısından cinler insanlara benzemektedir. Bu yüzden birçok âyette, cin, ins karşıtı olarak geçmektedir. Cinlerin de hayırlıları ve şerlileri olduğuna göre, insanlar gibi mü'minleri, kâfirleri vardır ve her iki sınıfın da fırkalarının mevcut olduğu zikredilmektedir.[12]
Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre Cinler, dumansız ateşten yaratılmışlardır.[13]
Hz. Peygamber de bir hadislerinde meleklerin nurdan, cinlerin de alevli bir ateşten yaratıldığını haber vermişlerdir.[14]
Hicaz bölgesinde yaşayan Câhiliye Arapları, kendilerini çevreleyen tabiatın cinlerle dolu olduğuna ve bunların özel vasıtalarla kendi hizmetlerine alınabileceğine inanmaklaydılar. Yine bu devir halkı cinleri Allah'ın kızları saymaktaydılar. Onlara göre, çöller ve yüksek dağlar cinlerle doluydu. Yine onlara göre cinler, insan gibi özel bir cinsi teşkil eder, onlar gibi yeryüzüne dağılırlardı. Gövdeleri insanlarınkine benzemeyip, ateş veya havadan yaratılmışlardı. Onun için cinler insanın gözüne görünmezler, ancak pek nadir durumlarda görünürlerdi. Cinler, hayır ve şer işleri yapmaya da muktedir sayılırlardı. Bu sebeple onların teveccühünü kazanmak, onlara saygı göstermek ve ibâdet etmek gerekirdi. Her cinin belirli bir yeri olduğu ve kayaları, ağaçları, pulların içini mesken edindikleri kabul edilirdi. Her kabilenin veya bir kaç kabile topluluğunun özel bir cini, bir kayası, bir ağacı veya bir putu bulunur, bunun yanında belirli bir topluluk ikâmet eder ve dinî görevi yerine getirirdi. Aslında yalnız Araplar değil, bütün Sâmî uluslar, bu düşüncelerle ulu ağaçların, mağaraların, pınar başlarının ve büyük kaya parçalarının tekin yerler olmadığına ve ruhlarla, cinlerle meskûn olduğuna inanıyordu. [15] Nitekim İbn Abbâs'tan nakledildiğine göre, "...Yeryüzünde ilk önce cinler yaşarlardı. Onlar yeryüzünde kan döktüler, birbirlerini öldürdüler. Allah onlara, İblis'in komutasında meleklerden askerler gönderdi, bunlar meleklerin cin adını taşıyan boyundandı. İblis ile komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler..." denilmektedir.[16] Yine Câhiliye Araplarına göre her putla beraber bir cin vardı. Putların içinde bulunan cinler, kâhinlerle konuşur ve kâhinlere gökte neler olup biterse haber verirlerdi. Nitekim Câhiliye dönemi kâhinlerinden olan Sevâd b. Karib de dişi bir cinle konuşup, onun vasıtasıyla gâibden haber aldığını iddia etmekteydi. [17] Câhiliye Arapları putların içinde bulunduklarını kabul ettikleri bu cine Hatif derlerdi. [18] Bazı hadislerde de, Câhiliyye döneminde cinlerin dünya semâsında kulak hırsızlığı yaparak, meleklerden bir takım haberleri süratle kapıp yanına da yüz tane yalan ekleyerek dostları olan kâhinlere aktardıkları, bu sebeple kâhinlerin söylediklerinin bazılarının doğru çıktığı nakledilmektedir. [19] Yine hadislerde bildirildiğine göre, Hz. Peygamber İslâm'ı tebliğe başladıktan sonra cin ve şeytânlar semâdan haber çalmaktan menedilmişlerdir. [20] Ayrıca Hz. Peygamber, cinlerle irtibat kurarak, gaybdan haber verdiğini iddia eden kâhinlere başvurulmasını yasaklamıştır. [21]
Eski Arabistan'da şiir, bir sanat olmaktan çok, cinlerle, gizli kuvvetlerle temas kurup onlardan bir takım bilgiler alma mesleğiydi. Cinlerin herkesle konuşmayıp, bir adam seçip sadece onunla konuştuğuna inanılırdı. Her cinnin seçtiği bir şair vardı. O zamanki inanışa göre, erkek veya dişi cin, bir adamı kendi sevgisine layık görünce o kimsenin üzerine çullanır, onu yere yıkar, göğsüne çıkar ve onu dünyada kendisinin sözcüsü olmaya zorlardı. İşte şiir seremonisi böyle başlar, o andan itibaren o adama şair denirdi. Şairle cin arasında çok içten bir ilişki kurulurdu. Her şairin zaman zaman kendisine ilham veren özel bir cinni olduğuna inanılırdı. Şair genellikle kendi cinnine "Halîl" (Samimi Dost) derdi. Şairle ilişki kuran cin, insan isimlerinden biriyle anılırdı. Müşrikler Hz. Peygamberi böyle bir cinden ilham alan bir şair zannetmişler ve kendisine "Mecnûn Şair", "öğretilmiş Mecnûn", "Kâhin", "Büyücü" diye iftira etmişlerdi. [22]
Câhiliye Araplarının, cin kelimesini melek anlamında da kullandıkları bilinmektedir. [23] Bunlar Cin ve Gûl'e (Hortlak) inanmaktaydılar. Onlara göre her evin bir cinni vardı. Bir köye girecekleri zaman oranın cinninden emin olmak için eşek gibi anırırlar ve tavşan kemiği asarlardı. Bu anırmanın adı Ta'şîr idi. [24]
Bu dönem halkının, ev yılanlarının da cin olabileceğine inandıkları tahmin edilmektedir. Nitekim sözü edilen ev yılanlarından korumak için üzerlerine tavşan ayağı asarlardı. Ayrıca öldürülen yılanın yakınlarının öldüren kimseden intikam alacağına inanırlar ve üzerine kül döküp, "Seni nazar değmesi öldürdü, senin intikamın yok" derlerdi. [25] Hz. Peygamber ise, onların bu bâtıl inancını reddederek, öldürülen yılanın yakınlarının intikam alacağına dair bu temelsiz Câhiliye inancını kaldırmıştır. [26] Câhiliye Araçlarının, yeni doğmuş çocuklara cinlerin zarar vereceğinden korktukları ve bu sebeple çocuğun yastığının altına ustura koydukları, böylece cinlerin çocuğa zarar vermesini önlediklerine inandıkları anlaşılmaktadır. Böyle bir olayla karşılaşan Hz. Âişe, çocuğun yastığının altındaki usturayı atarak bu tür bir davranıştan menetmiş ve Hz. Peygamber'in böyle şeylerden hoşlanmadığını söylemiştir. [27] Kur'ân-i Kerîm'in bildirdiğine göre, Câhiliye Arapları, Allah ile cinler arasında bir soybirliği de uydurmuşlardı. [28]
Buna göre, ruhanîlerin, cinlerin, meleklerin Allah'a yakınlıgı vardır. Biz onların aracılığı olmaksızın Allah'a yaklaşanlayız, katında şefaatçilerimiz olmaları için onlara ibâdet etmekteyiz, diyorlar, şirk koşarak, bunlardan biri hayır, diğeri de şer yapar diyorlardı. [29] Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de onların bu iddialarını şiddetle reddetmiştir. [30]
Câhiliye döneminde, putlara ilâh olarak saygı göstermeyenlerin çarpılarak delireceğine inanılır, onlarda böyle bir güç var sanılırdı. Nitekim Dımâm b. Sa'lebe, Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek müslüman olmuş ve kabilesinin yanına dönerek onlara İslâm'ı tebliğ etmeye başlamıştı. Dımâm, konuşması sırasında Lât ve Uzzâ'nın faydasız şeyler olduğunu, onların ilah olmadıklarını ifade edince, kabilesine mensup kimseler panik içinde, "Ey Dımâm, putlara dil uzatmaktan dolayı Bars ve Cüzzâm hastalıklarına yakalanmaktan ya da delirmekten korkmuyor musun?" diye söylenmişlerdi. [31] Bu devirde deliliğin cinlerden meydana geldiğine inanılmaktaydı. Hz. Peygamber de kendisine ilk vahiy geldiği zaman korkmuş ve Hz. Hatice'ye, "Ben bir ışık görüyor ve bir ses işitiyorum, ben de bir delilik olmasından korkuyorum" demişti. Ancak o bir vahiydi [32]
Yine Câhiliye döneminde müşriklerden bazıları bir takım cinlere sığmıyorlardı. Kaydedildiğine göre, bu dönemde bir adam, ıssız bir vadide yatmak veya konaklayıp geçmek istediği zaman nefsine bir zarar gelmesinden korkarak yüksek sesle:
"Ey bu vadinin azm, ben senin emrinde bulunan sefihlerin şerrinden sana sığınıyorum" der ve bu şekilde o vadideki cinnî'nin kendisini himaye edeceğine inanırdı. Bu şekilde inanan kimselerin, başları sıkıştıkça veya bir arzusu olduğu zaman ilk işi cinne sığınmak olurdu. Mukatü'in nakline göre, cinne sığınma âdeti Yemen'de bir kavimden başlamış ve Beni Hanîfe'ye geçerek tüm Araplar arasında yayılmıştı. [33] Kaydetmiş olduğumuz bu inanç ve davranışı Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de şiddetle reddetmiştir. [34] Yine Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de, "Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerin'e hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar ve O'nun rahmetini umup azabından korkarlar, çünkü Rabbinin azabı sakınılacak bir azaptır [35] buyurarak, bu câhiliye Araplarının tapındıkları cinlerin bile müslüman olduklarını, onlara sığınan insanların ise bundan habersiz olarak küfürlerine devam ettiklerini haber vermiştir. [36]
İslâm öncesi, cinlerin bir insanı esir ederek alıkoyacakları inancı da vardı. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir rivayette, Câhiliye döneminde Uzre kabilesinden Hurafe adındaki bir adamın cinler tarafından esir edildiği, o şahsın uzun bir süre onların içinde ikâmet ettiği, daha sonra onu serbest bıraktıkları, o adamın da cinler arasında gördüğü acaib şeyleri naklettiği, halkın da akim kabul edemeyeceği bu hikâyelere Hurafe adını verdiği nakledilmektedir. Belki de akıl ve mantığın kabul edemeyeceği hikâyelere "Hurafe" adı verilmesi bundan sonra ortaya çıkmıştır. [37]
Câhiliye döneminde, deli olanları cinlerden kurtararak iyileştirmek için bir takım sözler okuyarak nefes ederlerdi. Müşrikler, Hz. Peygamber'e "delidir" diye iftira edince, Ezd Kabilesinden Dımâd adlı bir zât bunu duyarak Mekke'ye gelmiş ve Resûlullâh'a "Cin çarpmasına nefes ederim, Allah dilediğine benim elimle şifa verir, istersen sana da nefes edeyim" diye teklifte bulunmuştu. Ancak Nebî (s.a.v.) ile konuştuktan sonra Dımâd müslüman olmuştu. [38] Yine Âbi'l-Lahnı'ın kölelerinden Umeyr'in de, İslâm'dan önce bir muska vasıtasıyla akıl hastalarını tedâvî etmekle meşgul olduğunu bilmekteyiz. [39] Avf b. Mâlik el-Eşcâî de, Câhiliye döneminde hastalara bir takım şeyler okuyarak onları iyileştirmeye çalıştıklarını, Hz. Peygamber'in, ashâbdan, daha önceleri okudukları bu rukyeleri kendisine arzetmelerini istediğini, içinde şirk olmayan rukyeleri serbest bıraktığım nakletmektedir. [40]
Tevrat'ta alan bazı ifâdelerden Yahudilerde de cin inancının mevcut olduğunu görmekteyiz. Tesniye bölümünden, Hz. Musa döneminde bir kısım Yahudilerin cinlere kurban kesmek suretiyle tapındıklarını anlamaktayız. Hz. Musa'dan nakledilen bir ilâhide bu husus şöyle dile getirilmiştir:
"Yabancı ilâhlarla onu kıskandırdılar,
Mekruh şeylerle onu öfkelendirdiler,
Allah olmayan cinlere,
Bilmedikleri ilâhlara
Atalarınızın korkmadıkları,
Son zamanlarda çıkan yeni İlâhlara kurban ettiler." [41]
Yukardaki ifadelerden, İsrâiloğulları'nın cinlere tapmayı kendileriyle karıştıkları diğer miletlerden öğrendiklerini görmekteyiz. Onların cinlere ve diğer ilâhlara tapmaları Tevrat'ta kesin olarak yasaklanmıştır:
"Ve artık kurbanlarını ardlarınca zina ettikleri ergeçlere (taptıkları mâbûdlara) kurban etmeyecekler. Bu onlar için nesillerinde ebedi kanun olacak". [42]
Kitâb-ı Mukaddes'te yer alan bilgilerden, Yahudilerin Hz. Musa'dan sonra Tevhîd inancından saparak, yine cinlere tapmaya döndüklerini görmekteyiz. Mezmurlar bölümünde yer alan satırlardan, bu dönemde onların, çocuklarını kurban etmek suretiyle cinlere tapındıkları ortaya çıkmaktadır:
"Fakat milletler ile karıştılar,
Ve onların işlerini öğrendiler,
Ve putlarına kulluk ettiler,
Onlar da kendilerine tuzak oldular,
Ve oğulları ve kızlarını cinlere kurban ettiler" [43]
Halbuki, Allah'tan başkasına kurban kesmek Yahudiler'e ebediyen yasaklandığı gibi, [44] insanların kurban yoluyla öldürülmeleri de Hz. Mûsâ tarafından nehyedilmiştir. [45]
Yine bazı putperest ilahlarının, İsrailoğulları'nca harabelerde mevcut olduğuna inanılan cinler haline dönüştürüldüğü görülmektedir. Şedim ve Lilith bunlardandır. Yahudilik'te önemli iki cinni şahsiyetin, Keffâret Günü (Yom Kippur) günâh keçisinin sahverildiği çöplük yerlerde yaşayan Azazel [46] ile, Kutsal Kitap sonrası menkıbelerinde geçen, çocuklara saldırması ve Âdem'in ilk karısı olmasıyla bilmen dişi cin Lilith olduğu anlaşılmaktadır. [47] Aggada ile ilgili gelenekte cinlerin menşei hakkında çeşitli faraziyeler ortaya atılmıştır. Buna göre onlar, ilk sebt gününün akşamının alaca karanlığında yaratılmışlardır. Yine bu varsayımlardan birine göre cinler, Âdem'in Lilith'den olan zürriyetidir, ya da kadınlarla cinsel ilişkiye girmiş olan kovulmuş meleklerin zürriyetidir. [48] Bir başka anlayışa göre, Şeytân'ın başkanlığı altında Tanrı'ya isyan eden kovulmuş meleklerdir. [49]
Yahudi toplumunda, cinlerin varlığı kabul edildikten başka, insan ve hayvanların içine girerek onları delirttiğine inanılırdı. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'in bildirdiğine göre, Firavun ve adamları Hz. Musa'nın tebliğine karşı çıkarak, ona, "Sihirbaz", "Önlenmiş" demişlerdi. [50] Bu durum, Hz. İsâ'nın Peygamberliğini ilân ettiği Yahudi toplumunda da geçerli bir husustu, Yuhanna İncili'nde yer alan ifadelerden, Hz. İsa'nın tebliğlerine karşı çıkan o devir yahudilerinin kendisine, "Cinli" ya da "Deli" diyerek, onu halk nazarında tesirsiz kılmak istedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum, daha sonra Hz. Peygambere, "Deli, Mecnûn" diyerek iftiralarda bulunan müşriklerin tutumlarıyla paralellik arzetinektedir. [51] Yuhanna İncili'nde yer alan ifadelere göre, Hz. İsa'ya şöyle iftira etmişlerdi:
"Yahudiler cevap verip ona dediler: Sen Samiriyelisin ve sende cin var, dediğimiz doğru değil mi?" [52]
Hz. İsâ da, kendisini şöyle savunmuştu:
"Bende cin yoktur, fakat Babama hürmet ederim ve siz beni tahkir ediyorsunuz" [53]
"Size şeriatı Musa vermedi mi? Ve sizden kimse şeriatı yapmıyor. Neden beni öldürmeye çalışıyorsunuz? Halk cevap verip dedi:
Sen de cin var, kim seni öldürmeye çalışıyor? [54]
Yuhanna İncili'ne göre, Yahudilerden bir çoğu, Hz. İsa'da cin var, delidir, onu dinlemeyin, diye halkı menetmeye uğraşıyorlardı. Fakat Hz. İsa'nın mucizesini gören bir kısım yahudiler de tereddüd içindeydiler ve "Bunlar cinnc tutulmuş bir adamın sözleri değil. Körlerin gözlerini cinler açabilir mi?" diye soruyorlardı. [55]
Yukardaki satırlardan, Yahudilerin cinlerin tesirini kabul ettikleri, ancak onların kudretlerinin kör bir adamın gözlerini açmaya yetmeyeceği düşüncesinde oldukları anlaşılıyor. Bu durum, o devirde cinlerle uğraşan kimselerin âmâ kimselerin gözlerini iyileştirebildiklerini yahudi toplumunun kabul etmediğini gösteriyor. Yine İndilerden, Yahudilerin, kendilerine Tevhîd Dini'ni tebliğ eden Hz. Yahya'nın da cinli/deli olduğunu iddia ettikleri anlaşılmaktadır:
"Zira Vaftizci Yahya, ekmek yemeyerek ve şarap içmeyerek gelmiştir onda cin var, diyorsunuz.”[56]
Kurân-ı Kerim'de yer alan bazı ifadelerden ise, gönderilen Peygamberlerin aynı zamanda cinlere de ilâhî buyrukları tebliğ ettikleri anlaşılmaktardır. Aşağıdaki âyette Yüce Allah, insan ve cin topluluklarına Resuller göndererek uyardığını haber vermektedir;
"Ey cin ve insan topluluğu! Size âyetlerimi anlatan, bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran Peygamberler gelmedi mi?" [57]
Diğer bir âyetten de cinlerin Hz. Musa'yı ve getirdiği Kitab olan Tevrat'ı tanıyıp ona imân ettikleri anlaşılmaktadır:
"Ey milletimizi Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan gerçeği ve doğru yolu gösteren bir Kitâb dinledik:” [58]
Kur'ân-ı Kerîm'in yukardaki ibarelerinden Peygamberlerin, cinlere de Tevhîd Dîni olan İslâm'ı tebliğ ettikleri, onların da bir kısmının imân etmediği anlaşılmaktadır. Yine bu âyetlerden İsrâiloğulları'na ve diğer milletlere gönderilen tüm Peygamberlerin, gönderildikleri topluma Tevhîd Dini'nin cinler hakkındaki görüşünü bildirdikleri ortaya çıkmaktadır. Buna göre, cinler de Allah'ın âciz birer kuludurlar, kendilerinden korkulup, bir takım kudretler vehmedilerek onlara tapınılması, Allah'a isyan, şirk ve küfürdür.
Kur'ân-ı Kerim'de, cinlerin Hz. Süleyman'la olan münasebetlerinden de bahsedilmektedir. Yüce Allah'ın bildirdiğine göre cinler, Hz. Süleyman'ın emrine verilmişlerdi ve onun arzu ettiği işlerde çalışıyorlardı: "Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırdık. Süleyman için, o ne dilerse, mâbedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud ailesi! Şükredin! Kullarımdan şükredenler pek azdır. Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun ölümünü cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azab içinde kalmazlardı: [59]
Kur'ân-ı Kerîm'in Sebe Melikesi ile ilgili âyetlerinden de, Hz. Süleyman'ın emrinde çalışan cinlerin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Süleyman'ın, Sebe Melikesi ile tebaasının gelip kendisine teslim olmalarından önce, Melîke'nin tahtının kendisine getirilmesi isteğine karşı cinlerden bir ifrit'in, "Sen yerinden kalkmadan önce sana onu getiririm, buna karşı güvenilir bir güce sahibim" dediği Kur'ân'da haber verilmektedir .[60] Bu âyetlerden, Hz. Süleyman ve ashabının cinleri görebildikleri anlaşılmaktadır. Cinlerin kendisine boyun eğmeleri, Hz. Süleyman'ın peygamberliğinin delillerinden sayılmaktadır. Bu sebeple, peygamberliğin isbatı için ona inananların bu mucizeyi gözeriyle görebilmeleri gerekir. [61] Hz. Süleyman'a cinlerin boyun eğdirilmesi bir mucize ise ve bu sadece ona mahsus kılınmışsa, günümüzde, cinleri emri altına alarak kendisine hizmet ettirdiğini iddia eden bir takım kimselerin bu iddialarının, Allah tarafından bir peygambere verilen mucizede ortaklık anlamına gelip gelmediğini, ya da bu büyük hadisenin bir mucize olmayıp, sıradan insanların bile başarabileceği alelade bir iş olduğu düşüncesini çağrıştırıp çağrıştırmadığını ciddi şekilde düşünmek gerektiği kanaatindeyiz. [62]
Cinlerin varlığına Hristiyanların da inandıkları görülmektedir. Gerek İnciller'de, gerekse Pavlus'un mektupları gibi onlara göre kutsal sayılan metinlerde cinlere oldukça çok yer verilmiştir. Burada, Hz. İsa'nın, deli veya cin çarpmış kişileri iyileştirmesinin, kendisinin gösterdiği mucizelerden sayılmasının büyük rolü olduğu açıktır. Yakub'un Mektubu'nâa cinlerin Allah'ın varlığını ve birliğini kabul ettikleri kaydedilmektedir:
"Sen Allah bir olduğuna inanıyorsun, iyi ediyorsun, cinler de inanıyorlar ve titriyorlar. Fakat ey boş adam, imanın ameller olmayınca faidesiz olduğunu bilmek istermisin?” [63]
Bu durumdan, o dönem hristiyanlarının, cinlerin de Allah'a, buyruklarına itaat etmekle yükümlü olduklarına inandıkları hususu ortaya çıkmaktadır. Onların inancına göre H. İsâ, peygamberliğinin bir alâmeti olarak, deli-mecnûn olan kimselerden cinleri kovup çıkararak onları iyileştirmiştir. İncil’lerde yer alan ifadelerden Hz. İsa'nın bir çok defalar, bir çok yerde deli olan kimselerdeki cinleri kovarak bu şahısları iyileştirdiği nakledilmektedir. Matta İncili'nde Hz. İsa'nın bu özelliği hakkında şöyle denilmektedir.:
"Ve onun haberi butun Suriye'ye yayıldı ve ona çeşit çeşit hastalıklara ve dertlere tutulmuş bütün hastaları, cinlere tutulanları, saralı ve inmeli olanları getirdiler ve onları iyi etti." [64]
Luka ve Markos İncili'nde bildirildiğine göre Hz. İsâ, Mecdelli Meryem adlı kadından yedi tane cin çıkararak, onu iyileştirmiştir. [65] Markos İncili'ne göre, cinler, Hz. İsa'ya itaat etmek zorundaydılar, çünkü onu tanıyor ve kendisinden korkuyorlardı. [66] Luka İncili'nde yer alan bir iddiaya göre de cinler, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu itiraf ediyorlardı:
"Birçoklarından da cinler, Sen Allah'ın oğlusun diye bağırarak çıkarlardı. Onları azarlayarak söylemeye bırakmazdı, çünkü kendisinin Mesih olduğunu biliyorlardı." [67]
Luka İncili'nde yer alan yukardaki ifâde üzerinde biraz durmak gerektiği kanaatindeyiz. Hz. İsa'nın, delilerin içinden çıkan cinleri, kendisinin Mesîh olduğunu ilân edecekler diye azarlayarak susturduğu iddiası doğru olmamalıdır. Çünkü Hz. İsa, zaten kendisi davasını ortaya atmış ve insanlara tebliğe başlamıştır. Bu sebeple bir takım mucize ve alâmetler göstermekte ve halkın kendisine inanmasını istemektedir. Bu husus İnciller'de yer alan birçok ifadeden de anlaşılmaktadır. Çevresindeki halkın bir kısmı kendisine inanmakta, çoğunluk da inanmayarak onun cinli/deli olduğunu iddia etmektedir. [68] Yine İnciller'den anladığımıza göre onun, cinlerin başkanı Beezbul vasıtasıyla bu işi yaptığını ileri sürmekteydiler. [69] Bu durumda Hz. İsa'nın, kendisinin Mesîh olduğunu, Hristiyan inancına göre Allah'ın oğlu olduğunu haykıran cinleri susturması söz konusu olamaz. Zira cinlerin bu itirafı, Hz. İsa'nın Mesîhliğini veya Allah'ın oğlu olduğu iddiasını te'yid eder, davasını destekler. Bu sebeple Luka İncili'nde yer alan bu ifadeler Hristiyanlık açısından, doğru sayılmaya elverişli değildir. Ancak Luka İncili'ndeki bu satırlar, bu konudaki İslâmî görüşü desteklemektedir, İslâm'a göre, Hz. İsa Allah'ın oğlu değil, kulu ve elçisidir. Buna göre, Luka İncili'nde yer alan bu ifadeler şayet doğruysa Hz. İsa, "Sen Allah'ın oğlusun!" diye bağırarak hastanın içinden çıkan cinleri, bu sözleri küfür ve Allah'a şirk koşmak olduğu, insanları sapıklık ve dalalete düşürmeye sevkettigi için susturmuş olmalıdır. Nitekim Barnabas İncili'nde de bu görüşü te'yid eden şu ibareye rastlanmaktadır:
"İsa, kendisine 'Sen Allah'ın oğlusun’ diyen Petrus'a çok kızdı, onu azarladı. Ona:
'Defol’ Benden uzaklaş, sen şeytânsın ve bana fenalık yapmak istiyorsun.'' dedi.
Ondan sonra Havarilerine dönerek, 'Buna inandığınız takdirde size- yazıklar olsun! Çünkü Allah'tan, böyle inanan kimselere lanet etme emri aidim' dedi." [70]
Luka İncili'nde yer alan diğer satırlardan, Hz. İsa'nın yaşadığı dönemde halkın cinlerin murdar olduklarına inandıklarım anlıyoruz. [71] Tabii bu, İncil yazarlarının ve dolayısıyle bu İnciller'in doğru olduğunu kabul eden Hristiyanların da benimsedikleri bir görüştür. Yine indiler, cinlerin sara hastalığına, deliliğe, dilsizliğe sebep olduğunu ifade etmektedirler. Nitekim Hz. İsa, cine tutulmuş dilsiz bir adamı, cinini kovarak iyileştirmiş ve konuşmasını sağlamıştır. [72] Ayrıca Hz. İsa, saralı bir çocuğu onu hastalandıran bir cinni kovarak iyileştirmiştir. [73] Hz. İsa'nın yaşadığı dönemde halk, cinlerin bir hükümdarı olduğuna ve isminin Beezbul olduğuna inanmaktaydı. Hz, İsa'ya inanmayanlar, onun, cinleri Beezbul ile çıkarıp kovduğunu ileri sürmüşlerdi.[74] Ancak Hz. İsa, cinleri Allah'ın ruhu ile çıkarıp kovduğunu söylemişti. [75] Matla ve Luka İncilleri'nde kaydedildiğine göre Hz. İsa, Gadarinîlerin ve Gerasinîlerin memleketinde cinler tarafından delirtilmiş, kabirlerde yatıp kalkan, çıplak dolaşan bir veya iki kimseyi, cinleri onlardan kovarak iyileştirmişti. O adamdan çıkan cinler, Cehennem'e göndermesin diye Hz. İsa'ya yalvarmışlar, O da onların bir domuz sürüsüne girmesine izin vermişti. Cinlerin musallat olduğu domuz sürüsü ise uçurumdan aşağı, göle atılarak boğulmuştu. [76] İnciller'deki bu rivayet doğru sayılırsa, Hz. İsa'nın deli şahıs veya şahıslardan çıkan cinlerin domuz sürüsüne girmesine ve onların uçurumdan atılarak ölmesine izin vermesi, onun domuzlara bakış açısını yansıtmaktadır. Demekki domuzlar, Hz. İsa katında insanlar için faydalı ve kıymet sahibi varlıklar değildi. Yahudilik'te de domuz etinin haram olduğu göz önüne alınırsa, Hz. İsa'nın bu tutumu daha güzel anlaşılır. Hz. İsa, onların etlerinin yenilmesinin haram olduğu, beslenmelerine veya korunmalarına gerek olmadığı görüşündeydi ki, helak olmalarına göz yumdu. Yoksa bir peygamberin, ya da Hristiyanların inancına göre Allah'ın oğlu'nun, Hristiyanlara göre yenilmesi helal kılınmış, insanoğlunun geçimi için gerekli olan bu hayvanların helak olmasına sebep olarak, sahiplerini zarara uğratması söz konusu olamaz. Hz. İsa domuzlara karşı olmasaydı, çıkardığı cinlerin onlara girmesine izin vermez, Cehennem'e veya başka bir yere çekip gitmelerini isterdi. Bu olay, Matta ve Luka İncilleri'nde farklı şekilde nakledilmiştir. Luka İncili'nde hadise, Galile'nin karşısında olan Gerasinîler'in memleketinde cereyan etti denilmekteyken, Matta Încili'nde olay, Gadarinîler'in memleketinde meydana geldi şeklinde nakledilmektedir. Luka İncili'ne göre, bu olayda Hz. İsa'nın cinlerini kovarak iyileştirdiği kimse bir kişidir ve adının Lejiyon olduğunu söylemektedir. Matta İncili'ne göre ise, aynı olayda Hz. İsa'nın iyileştirdiği iki kişi söz konusudur. Hıristiyanlığın muteber iki kutsal metni olan her iki incilde yer alan bu açık farklılık dikkat çekici olup, Allah'ın oğlu olduğu iddia edilen Hz. İsa'nın, hayatının, tebliğ ve mucizelerinin iyi zaptedilememiş olduğunu göstermekte, Kilise tarafından meşru ve muteber kabul edilmiş dört İncil'in sıhhati konusunda şüpheleri gündeme getirmektedir.
İnciller'de nakledildiğine göre Hz. İsa, cinleri kovarak, delileri, saralıları ve benzeri hastaları iyileştirme mucizesini öncelikle kendisine iman eden İsrailoğulları'na karşı göstermektedir. Matta ve Markos İncilleri'nde nakledildiğine göre, cinli kızının iyileştirilmesini isteyen İsrailoğulları'na mensup olmayan bir kadına, "Ben, İsrail evinin kaybolmuş koyunlarından başkasına gönderilmedim" diye cevap vererek, onun isteğini ilk önce reddetmiştir. [77] Matta İncili'nde yer alan bu ifade, Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na gönderilmiş bir Peygamber olduğunu, davetinin evrensellik taşımadığını göstermektedir. Hz. İsa'nın kadına söylediği şu söz de bu durumu te'yid etmektedir:
"Çocukların ekmeğini alıp, onu köpeklere atmak iyilik değildir" [78] Sonuç olarak, kadının ısrarı ve "Ya Rab, zira köpekler de efendilerinin sofrasından düşen kırıntılardan yerler" demesi üzerine [79] çocuğunu iyileştirmiştir. Matta ve Markos İncilleri'nde yer alan bu olay da iyi zaptedilememiştir ve yukardaki görüşlerimizi te'yid etmektedir. Markos, Hz. İsa'dan yardım isteyen kadının Yunanlı olup, Suriyeli Fenike ırkına mensup olduğunu söylerken, [80] Matta, kadının Kenanlı olduğunu kaydetmiştir. [81]
Yine İnciller'de kaydedildiğine göre, Hz. İsa, cinleri çıkarma yetkisini Havarilerine de vermiştir:
"Ve cinleri çıkarmaya kudretleri olsun diye on iki kişi tayin etti." Havariler de Hz. İsa'dan aldıkları bu selahiyetle murdar ruhlar üzerine hâkim olmuşlar ve cinleri çıkararak, hastaları iyileştirmişlerdir. [82] Hz. İsa, Havarilerden başka yetmiş kişi daha tayin ederek, onlara cinleri çıkarma yetkisi vermiştir:
"Ve yetmişler: 'Ya Rab, cinler bile senin İsminle bize itaat ediyorlar' diyerek sevinçle döndüler" [83]
İndiler, Hz.. İsa'dan izinsiz, onun ismiyle cinleri çıkaran bir kimse meydana çıktığını, bunun üzerine Havari Yuhanna'nın ona mani olduğunu, ancak Hz. İsa'nın, 'Ona mani olmayın' dediğini kaydetmektedirler. [84] Ancak Matta İncili'ne göre Hz. İsa, kendi adıyla cin çıkarıp, kudretli iş yapsalar bile, Kıyamet'te kendisine inanmadıkları için o kimseleri tanımayacak ve "Yanımdan gidin fesâd işleyenler" diye onları kovacaktır. [85]
Markos İncili'ne göre, cin çıkarmak Hz. İsa'ya imân eden kimselerin bir alameti olmuştur. Hz. İsa, çarmıha gerilip öldükten sonra tekrar dirilmiş ve sofrada oturan Havarilerine görünmüş ve onlara şöyle demiştir:
"Şu alâmetler imân edenlerle beraber gidecektir:
Benim ismimle cin çıkaracaklar, yeni dillerle söylecekler, yılanlar tutup kaldıracaklar, öldürücü bir şey içseler onlara hiç zarar etmeyecek, hastalar üzerine ellerini koyacaklar ve onlar iyi olacaklar." [86]
Ancak Hz. İsa'ya Allah'ın oğlu diye iman edenlerin, ondan aldıkları cin çıkarma yetkisi her nasılsa zamanla zayıflamıştır. Hz. İsa, hastaların bedenine hiçbir zarar vermeden cinleri çıkarıp, onları iyileştirdiği halde, daha sonrakiler bu işi iyi becerememişler ve kurdukları Engizisyon mahkemelerinde, ruhunu cine/şeytâna sattı diye insanları diri diri yakmışlardır. Yine tüm Orta Çağ boyunca cin çıkarma adı altında, delileri çok kötü şartlarda, çok ilkel metodlarla tedaviye çalışmışlardır. Bu devir İslâm Dünyası'nın, delilleri, ruh hastalarını tedâvî metodlarıyla, Hristiyan Dünyası'nın tedavi yöntem ve şartlarının karşılaştırılması bu görüşümüzün doğruluğunu ortaya koymak için yeterli malzeme verecektir. Burada konuyla ilgili olarak, bu sahanın kıymetli mütehassıslarından Prof. Dr. Ayhan Songar'ın tespitlerine yer vermek çok uygun olacaktır:
"Bilhassa Hristiyanlığın ilk asırlarında akıl hastalarına karşı Avrupa insanının tutumunun gittikçe sertleştiğine şahit oluyoruz- Papa sekizinci înnocent, iki papazı Hristiyan dünyasını şeytânlardan ve büyücülerden temizleyebilmek, bunları tanıyıp yok edebilmekle ilgili bir kitap hazırlamakla vazifelendirmişti. Bu iki papaz, şeytânı tarifeden, onu tanımanın yollarını gösteren, onu taşıyanların nasıl öldürüleceklerini, ne gibi işkencelere tâbi tutulacaklarını anlatan bif kitap yazdılar. Artık akıl hastaları engizisyon mahkemelerine çıkarılıyor ve diri diri yakılarak idam ediliyordu. Bir insanın 'büyücü olduğundan' veya 'şeytân taşıdığından' şüphelenilirse o zavallı, elleri arkasına bağlanarak suya atılıyor; orada boğulup ölürse masumiyetine (!) karar verilerek dini merasimle gömülüyordu. Şayet kurtulup sudan çıkmayı başarırsa, bu defa da büyücü olduğuna hükmedilerek şehir meydanında diri diri yakılıyordu. Bu suretle Avrupa'da, bilhassa/İsviçre'nin Zürih şehrinde ve Fransa'da, Paris'de on binlerce zavallı insan büyücülük ithamı ile yakılarak öldürülmüştür. Çok eski değil, daha 16. yüzyılda John Weyer isimli ruh hekimi Kâinatta yedi milyon şeytânın bulunduğunu(!) hesaplamış ve bunları vücudlarında taşıyan delilere tatbik edilecek işkence metodları hakkında bir de kitap yazmıştı. Belki artık deliler meydanlarda diri diri yakılmıyor, ama suda boğuluyor, kartalların ayaklarına bağlanıp uçurumlardan aşağı koyveril'tyor, zincirlere vurulup duvarlara çakılıyor, karanlık mahzenlere hapsediliyorlardı. Böylece iki asır daha geçti ve ancak 18. yüzyılda Pinel, Paris'dek'i Bicetre akıl hastahancsinde yıllardır zincire vurulmuş, bir duvara çakılı yaşayan bir kadın delinin zincirlerini çözmek cesaretini gösterdi..." [87]
Cin çıkarma uygulamalarının protestanlığın bir kolu olan Reforme Hristiyan Kilisesi ile Doğu Kiliseleri'nde hâlâ uygulandığı kaydedilmektedir. [88]
Hristiyanlık, cinlere tapınmayı yasaklamıştır. Pavlus:
"...Milletler kurban ettikleri şeyleri Allah'a değil, cinlere kurban ediyorlar ve cinlerle iştirak etmenizi istemem. Rabbin kâsesinden ve cinlerin kâsesinden içemezsiniz- Rabbin sofrasından ve cinlerin sofrasından hissedar olamazsınız." [89] demektedir. Aynı şekilde Yuhanna'nın Vahyi'nde de cinlere secde etmek yasaklanmıştır. [90] Yine Yuhanna'nın Vahyi'nde kaydedildiğine göre, sapıklık ve küfre destek olan alâmetleri yapanlar murdar cinlerdir.[91] Pavlus da Timoteos'a yazdığı mektubunda, Ruh'un, kendisine, daha sonraları imândan irtidad edenlerin aldatıcı ruhları ve cinlerin öğretişlerini dinleyeceklerini, bunların evlenmeyi menedeceklerini haber verdiğini söylemektedir. [92]
Pavlus'un, cinlerin insanlara akıl hocalığı yapacakları, onları küfre sevkedecekleri konusundaki görüşü ilginçtir. Pavlus da, daha sonraları rahip ve rahibelerin evlenmesini yasaklayarak, sünneti ve guslü kaldırarak, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederek bu cinlerin öğretişlerini dinlemiş olmalıdır. Hristiyanlığın kutsal metinlerinden buraya kadar yapılan tüm nakillerden, cinler hakkında Hristiyanhğın olumsuz görüş sahibi olduğu ortaya çıkmaktadır. Onlara göre, cinler murdardır, sapıklığa, küfre, dalâlete çağırırlar ve Cehennem'e gitmeye layıktırlar. İslâm! görüşün aksine, cinleri tek sınıf olarak görmektedirler ki, o da kafir cinlerdir. Hz. İsa'ya imân eden, imâna destek olan cinlerden bahsedilmemektedir. Yine Hris Uyanların görüşüne göre cinler, harabe yerlerde barınırlar. Nitekim Yuhanna'nın Vahyi'nde:
"...Yıkıldı, büyük Bâbil yıkıldı ve cinlerin meskeni ve her murdar ruhun zindanı ve mekruh kuşun kafesi oldu" [93] denilmektedir. Bu inancın, Hristiyanlık'tan önceki ve sonraki toplumlarda da yer aldığı bilinmektedir. [94]
İslâm'a göre cinler, akıl sahibi olmaları açısından Peygamberlerin tebliğlerine muhatap olmuş, mükellefiyet sahibi varlıklardır. Kur'ân-ı Kerîm'de onların Hz. Musa'ya ve getirdiği buyruklara imân ettikleri haber verilmiştir. [95] Yüce Allah, onların daha önce ve sonra gönderilen diğer Peygamberin davetlerine de muhatap olduklarını bildirmektedir. [96] Son olarak da Hz. Peygamberin tebliğine muhatap olmuşlar ve bir kısmı imân etmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan Cin sûresi ve bazı hadislerde bu durum açıklanmaktadır. [97] Ebû Zer'den (r.a.) nakledilen bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Bana, benden önce hiçbir peygambere verilmeyen bes şey verildi: Bana korkuyla yardım edildi, bir aylık mesafedeki düşmanlar benden korkarlar, bütün Yeryüzü benim için temiz olarak mescid kılındı. Benden önceye hiç kimseye helâl klıınmadığı halde bana ganimetler helâl kılındı. Kırmızı (el-Ahmer) ve siyaha (el-Esved) peygamber olarak gönderildim. Bana iste denildi, ben de ümmetim için şefaat diledim" buyurmuştur, ilk devir İslâm müfessirlerinden Mücâhid, hadisteki 'Kırmızı (el-Ahmer)'nın insanlar, Siyah (el-Esved)'in da cinler olduğunu söylemiştir. [98] İbn Abbâs (r.a.) ise, Mekke dönemindeyken bir defasında Hz. Peygamber'in en-Necm sûresi'nde secde yaptığını, o mecliste bulunan müslüman, müşrik, cin ve ins herkesin Hz. Peygamber'le beraber secde yaptığını nakletmektedir. [99]
İmâm en-Nevevî bu konuda, "Yanında olanlar da secde ettiler' sözü ile, müslümanlardan, müşriklerden, cin ve insten Hz. Peygamberin kıraatini dinleyenler kasdedilmiştir" demektedir.[100] Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) nakledilen bir hadiste de, Hz. Peygamber (s.a.v):
"Müezzinin sesinin yetiştiği yere kadar, ins-cin hiçbir şey yoktur ki, ezanı duymuş olsun da, Kıyamet Günü müezzin için hüsnü şehadette bulunmasın" [101] buyurmuşlardır. Bu hadislerden, cinlerin de Hz. Peygamber'in tebliğine muhatap olup, bir kısmının ona imân ettikleri anlaşılmaktadır.
Peygamberlerin davetleri açısından mü'min ve kâfir diye ikiye ayrılan cinlerin imân edenleri kurtuluşa ve ebedi saadete ererek Cennet'e gireceklerdir. İnanmayıp, küfürde kalanlar ise azaba uğrayacaklar, Cehennem'e atılacaklardır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki, Cehennem için de, birçok cin ve insan yarattık. Onların kalbler'i vardır ama anlamazlar, gözleri vardır görmezler, kulakları vardır ama işitmekler, işte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar, işte bunlar gafillerdir." [102] Yine Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Allah hepsini biraraya toplayacağı gün, 'Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu yoldan çıkardınız' der, insanlardan onlara uymuş olanlar, 'Rabbimiz! Bir kısmımız bir kısmımızdan yararlandık ve bize tayin ettiğin sürenin sonuna ulaştık' derler, Allah da buyurur ki: 'Cehennem Allah'ın dilemesine bağlı olarak, temelli kalacağınız durağmızdır' der. Doğrusu Rabbin Hakîm'dir, bilendir" [103] buyurulmaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de ayrıca, cinlerin de insanlar gibi, Allah'a karşı yalan uydurdukları haber verilmiştir. [104]
Cinlerin Cennet ya da Cehennem'e gideceklerine dair yukardaki âyetler, onların akıl ve irâde sahibi olduklarını göstermektedir.
Cinlerin de insanlar gibi Yeryüzü sakinlerinden olduğu, kâfirlerine şeytân ismi verildiği kaydedilmektedir.'Onların varlığını inkâr ise küfür sayılmıştır. [105] Nitekim İblis'in de cinlerden olduğu Kur'ân'da haber verilmektedir. [106] Bunların kafirlerine şeytân denildiği halde, Hz. Peygamber'den yapılan rivayetlerde "şeytân" ve "Cin, bazan " birbirinin yerine de kullanılmıştır. Meselâ İmâm Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri bir rivayette, bir cinnin elindeki meş'aleyle Hz. Peygamber'in mübarek yüzünü dağlamak istediği nakledilirken, [107] İbnü'l'Cevz'i Telbîsü İblis adlı eserinde, Hz. Peygamber'in yüzünü meşale ile dağlamak isteyenin bir şeytân olduğunu kaydetmiştir. [108] Müslim'in rivayet ettiği, "Her insanın meleklerden ve cinlerden mutlaka birer yoldaşı bulunduğuna" dair hadiste de cin, şeytân yerine kullanılmıştır. [109]
el-Buhâri ve Müslim'in rivayet ettiği bazı hadislerden cinlerin de insanlar gibi ölümlü birer varlık oldukları anlaşılmaktadır. [110]
Bazı rivayetlerde kaydedildiğine göre, cinler de aynen insanlar gibi Yeryüzü'nün çeşitli bölgelerinde mesken tutmuş olarak yaşamaktadır. İnsanların, yaşadıkları çeşitli coğrafi bölgelere göre Amerikalı, Afrikalı, Avrupalı, Türkiyeli, Konyalı, Lâdikli, Bilecikli, Yükselenli, İzmirli, Adanalı, Kozanlı, Köşklü, Sumbaslı, Ankaralı diye tanımlandıkları gibi cinler de bazı şehir veya bölge isimleriyle anılmışlardır. Nitekim el-Buhâri'nin naklettiği bir hadise göre, Nusaybin cinleri Hz. Peygamber'e bir hey'et göndermişlerdir. [111] Müslim ise eş-Şa'bî'den yaptığı rivayetinde, Hz. Peygamber'e gelen bu cinlerin Cezîreli olduklarını kaydetmiştir. [112]
Yine Müslim'in kaydettiği bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.v.), Medine'de, müslüman olmuş cinlerden bir cemaatın mevcut olduğunu haber vermiştir. [113] İmâm Mâlik ise, Ömer b. el-Hattâb'ın (r.a.) Irak'a gitmek istediğini, fakat Ka'bü'l-Ahbâfın ona, "Ey mü'minlerin emiri! Irak'a gitme! Çünkü sihirin onda dokuzu orada, cinlerin fasıkları orada ve devasız hastalıklar oradadır" dediğini kaydetmiştir. [114] Kâbü'l-Ahbâr'ın bu sözü, onların çeşitli yörelerde meskûn olduklarına dair yukarda nakledilenlere uygun düşmektedir. Ancak Ehl-i Kitâb âlimlerinden olup, daha sonra müslüman olan Kâbü'l-Ahbâr'ın Irak hakkındaki bu sözü İslâmî bir temele dayanmamahdır. Çünkü başta Hz. Ali ve Abdullah b. Mes'ud olmak üzere, sahabenin ileri gelenlerinden birçok âlim kimse İrak'a yerleşmiş, orada İslâm'ı öğretmişlerdir. İslâm âlimlerinin de birçoğu Basra, Küfe, Bağdad gibi Irak şehirlerinde yetişmişlerdir. Bağdâd, Abbasîler döneminde İslâm Medeniyetinin beşiği olmuştur. Ayrıca Kitâb-ı Mukaddes'in Yuhanna'nın Vahyi bölümünde yer alan şu satırlar, Kâbü'l-Ahbâr'ın Irak hakkındaki bu olumsuz kanaatinin kaynağını göstermesi bakımından enteresandır:
"Bu şeylerden sonra büyük selâhiyeti olan başka bir meleğin gökten inmekte olduğunu gördüm ve onun izzetinden Yeryüzü aydınlandı ve kuvvetli sesle çağırıp dedi:
Yıkıldı, büyük Bâbil yıkıldı ve cinlerin meskeni ve her murdar ruhun zindanı ve mekruh kuşun kafesi oldu." [115] Bu sebeple, Kâbü'l-Ahbâr'ın Hz. Ömer'e söylediği bu sözün, onun müslüman olmadan önceki kültür ve inancının bir ürünü olduğu açıktır. Ya da Kâbü'l-Ahbâr, bu sözle, bu yörede, Bâbil döneminden kalan Gildânı sihrinin kalıntılarının halk arasında gizlice yayılmış bulunduğuna işaret etmek istemiş olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim'den anlaşıldığına göre, insanlar cinleri göremedikleri halde cinler onları görmektedirler. Bu hususta şöyle buyurulmuştur:
"Ey Âdemoğulları! Şeytân, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ana-babamzı Cennet'ten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler."[116]
Hz. Peygamber de bu duruma işaret ederek, müslüman bîr kişinin tuvalet ya da cinsel ihtiyacı için soyunduğu zaman "Besmele" çekerek, kendisini gözleyen cin ve şeytanları kovmasını istemiştir. Bu konudaki bir hadislerinde:
"Cinler ile Âdemoğullarının avret yerleri arasındaki perde, kişinin helaya girmek istediği zaman 'Bismillah' demesidir" [117] buyurmuşlardır. Bu husustaki hadislerden anlaşıldığına göre cinler de hayatlarını devam ettirmek için kendi yapılarına uygun olarak beslenmekte, yiyip içmektedirler. Ayrıca ölümlüdürler. [118] Bundan başka cinlerin de nikahlanıp, evlendikleri, çoluk çocuk sahibi oldukları kaydedilmektedir. [119] Kur'ân-ı Kerîm'de: "Oralarda, bakışlarını yalnız erkeklerine çevirmiş (öyle dilberler) vardır ki, bunlardan önce ne bir insan, ne bir cin asla kendilerine dokunmamışlardır." [120] Duyurulmaktadır. Âyette geçen (Lem Yatmishünne) lafzı, bakire bir kız ile yapılan cinsel ilişki için kullanılmıştır. Buradan da cinlerin, eşleriyle cinsel ilişkide bulunabilecek bir yapıda yaratıldıkları anlaşılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) bir hadislerinde, evlerde bırakılan çöplerin cinlerin toplantı yeri olacağını bildirmiştir. [121] Onun (s.a.v.), cinlerin kötülerinin pis yerlerde bulunduğu şeklindeki ifadeleri, temizliğin önemini kavratma maksadına yönelik olmalıdır. Yine Onun, cin veya şeytân kelimesiyle mikropları kasdettiği de anlaşılmaktadır. Mikropların da çıplak gözle görülmeyen varlıklar olduğu hatırdan uzak tutulmazsa, Hz. Peygamber'in bu tür sözleri dünyevî maslahatlar için söylemiş olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Sahabe ve Tabiîn döneminde halk arasında, cinlerin deliklerde yaşadıklarına dair bir inancın mecut olduğunu görmekteyiz. Nitekim Abdullah b. Sercis'ten (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber deliklere idrar yapılmasını yasaklamıştır. Daha sonraları müfessirlerden Katâde'ye, deliklere idrar yapmanın niçin yasak olduğu sorulmuş, o da "delikler, cinlerin meskenidir, denilmektedir" diye cevap vermiştir. [122]
Önceki din ve kültürlerde olduğu gibi, İslâm geleneğinde de, cinlerin bazı insanları çarparak hastalanmalarına sebep olduğu inancı vardır ve bu inancın, kaynağını, Kur'ân ve bazı hadislerden aldığı ileri sürülmektedir. [123] Kur'ân-ı Kerîmde faiz yiyenlerden bahsedilirken, "Ribâ yiyenler Mahşer'de ancak şeytân'ın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar" buyurulmuştur. [124] Âyette geçen (el-Mess) kelimesi, dokunmak anlamını taşıdığı gibi, "delirmek" manasına da gelir ve mecnûna, sar'alıya el-Memsûs denilir. Bunlar insanlık tarihi boyunca aslına vakıf olunamamış gizli sebeplerden meydana gelen birtakım hastalıklar olduğu için, cin ve şeytanlara nisbet edilerek, 'Cin tutmuş, şeytân çarpmış" denilegelmiştir. Bu tür hastalıkların cin ve şeytâna nisbet edilmesi hakikat mı, mecaz mı? meselesi münakaşa konusu olmuştur. Ancak bu âyette kasdedtin asıl mânânın, faiz yeme konusundaki fenalığın dehşetini göstermek olduğu açıktır. [125]
Kur'ân-ı Kerîm ve bazı hadislerden cinlerin haber çalmak için göğe çıktıkları, fakat üzerlerine yıkıcı, delici ışınlar gönderilmek suretiyle buradan kovalandıklarını öğrenmekteyiz. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
"Biz, en yakın göğü bir zimetle, yıldızlarla süsledik ve onu her türlü şeytândan koruduk. Şeytânlar yüce topluluğu dinleyemezler, her yandan kendilerine (şıhablar) atılır Kovulurlar. Onlar için sürekli bir azâb vardır. Yalnız, (Yüce Topluluktan) bir söz kapan olursa, onu da delici bir alev izler." [126]
"Andolsun ki Biz, gökte burçlar yaptık ve ona bakan kimseler için süsledik. Ve onu taşlanarak kovulmuş her şeytândan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar." [127]
Yukarda kaydettiğimiz âyetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah (c.c.) dünyaya en yakın göğü yıldızlarla süslemiş ve onu şeytânlardan korumuştur. Bu açıdan şeytânlar Yüce Topluluğun (Mele-i A'lâ) sözlerini işitemezler. Bu sözleri işitmek için çabalayan, onlara kulak kabartan şeytânların üzerine şihâb (ışın) atılarak meleklerin sözlerini dinlemelerine engel olunur. Mele-i A'lâ (Yüce Topluluk), semâ ehlidir. Yer'e karşılık olarak, Gök ehli halkına "Mele-i a'lâ" denilmiştir. Âyetlerden anlaşıldığına göre, şeytânlar, onların konuşmalarını dinlemek için yukarı çıkarlar, ama her yandan üzerlerine atılan kıvılcımlarla engellenirler, gök haberlerini çakmazlar. Bu sebeple onlar, Peygamberler gibi vahiy alamazlar, mi'râca çıkamazlar, o hududda duramazlar. Ancak hırsızlama bir haber kapan olursa, onun arkasından, ışığı ile havayı delen, parlak, yahut yakıcı bir şihâb yetişip onu yakar Şihâb, kayan yıldız gibi görünen şeydir. İşığı ile karanlığı deldiği için Şihâb-ı Sâkıb ve Necm-i Sâkıb denilir. Şihâb-ı Sâkıb, ışığı ile göğü delen çok parlak şihâb demektir. Şihâblar yıldız değil, küçük cisimlerdir. Sayıları pekçok olan bu cisimler güneş çevresinde dönüşlerini bir yılda tamamlamaktadırlar Şihâblardan çıkan ışık, bunların atmosfer tabakasıyla sürtünmesinden meydana gelir.
Yukardaki âyetlerde, haber çalmak maksadı ile göğe çıkan şeytânlara atıldığı bildirilen şihâblarla, normal olarak gökyüzünde kaydığı gözlemlenen kuyruklu yıldızların, gök taşlarının veya astronomlarca bilinen başka cisimlerin kasdedilmediği hatıra gelmektedir. Bu durumda yukarda kaydettiğimiz âyetlerde kasdedilen şihâb ile, şeytânları izleyip yakan, onların faaliyetlerine mâni olan, mâhiyetini henüz bizim bilemediğimiz, manevî bir ışının kasdedilmiş olduğu hususu daha isabetli gözükmektedir.
Âyette geçen er-Racîm lafzı, taşlanmış, kovulmuş, lanetlenmiş, şeytân anlamına gelmektedir. Gökten haberler çalmaya teşebbüs ettiğinde atılan şihâblarla kovalandığı için şeytâna, "Racîm" denilmiştir. [128] Yüce Allah bu âyetlerde, semâya karşı tecâvüz etmek isteyenlerin durumlarını göstererek, kulak hırsızlığına dayanan şeytanlıklarla Peygamberi (s.a.v.) karşı rekabete kalkışan, din uydurmaya çalışan dinsizlerin addi ve manevî hizmet ve perişanlıklarını ortaya koymaktadır. [129] Buna göre gerek cin ve gerekse ins'ten hiçbir şeytân artık semâya çıkamaz, onun sırlarına vâkıf olamaz. Yerdeki gibi, orada şeytanlık yapamaz, Semâ, gözleri şeytanlıkta olan gizli ve açık bütün şeytânlara kapalıdır. Bunların hepsi kovulmuşlardır. [130]
Kur'ân-ı Kerîm'in Cin Sûresi'nde yer alan diğer âyetlerde ise, Yüce Allah bu konuda cinlerin şöyle konuştuklarını haber vermektedir:
"Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve ışınlarla doldurulmuş bulduk. Ve biz, onun dinlemeğe mahsus olan oturma yerlerinde otururduk (gayb haberlerini dinlemeye çalışırdık). Artık şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir ışın bulur. Bilmiyoruz bununla Yeryüzü'ndekilere kötülük mü (yapılmak) istendi, yoksa Rableri onları doğruya mı iletmek diledi?" [131]
Bu âyetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber gönderilmeden önce cinler, semâya çıkıyorlar, belli yerlerde eğleşerek kulak hırsızlığı yoluyla gök haberlerini çalıyorlardı. Yine böyle bir maksatla, kulak hırsızlığı yapmak için semâda oturdukları yere çıkmak istediklerinde, üzerlerine ışınlar havale edilerek bundan menedilmişlerdir. Bunun Hz. Peygamber gönderildikten sonra meydana geldiği bildirilmektedir. Şihâh ile asıl kasdedilen, Peygamberlik nuru ve Kur'ân âyetleriyle hakikat âleminde parlatılan ve bâtıl fikirlere karşı fırlatılan ateşli uyanlardır. Çünkü uzayın doğal olayı şihâblar, Hz. Peygamber'in gönderilmesinden önce de meydana gelmekteydi. Nitekim Câhiliye döneminde yaşamış olan Evs b. Hacer ve Bişr b. Ebî Hazım gibi kimseler beyitlerinde yıldızlarla taşlama işinden bahsetmektedirler. İbn Şihâb ez-Zührî'ye, "Bu taşlama işi Câhiliye döneminde de var mıydı" diye sorulduğunda, "Evet, fakat İslâm Dini gelince bu daha da çoğaldı ve şiddetlendi" demiştir. Yukarda da kaydedildiği gibi, bazı rivayetlere göre, Hz. Peygamber'in gönderildiği sıralarda şihâb yağmuru çok fazlalaşmış ve o dönemde müneccimler, kâhinler, şeytânlar korkup bundan çeşitli anlamlar çıkarmaya çalışmışlardır. Hatta bir rivayete göre, buna benzer olayları görmeye başlayan Araplar, göğün sonunun geldiğini sanarak, hayvanlarını serbest bırakmış, kölelerini âzad etmeye başlamışlardı. Bir kısmı da Amr b. Ümeyye, Abdü Yaleyl b. Amr es-Sekafî gibi ileri gelenlerine koşmuşlar ve ne yapacaklarını sormuşlardır. Büyüklerden biri onlara, eğer düşen yıldız bilinen bir yıldız ise bu, göğün sonunun geldiğini gösterir, bilinmeyen bir yıldız ise olağan bir hadisedir, demiştir. Câhiliye Arapları da düşenin bilinmeyen bir yıldız olduğunu anlayınca, henüz mühlet var, diyerek rahatlamışlardır. [132]
Bazı İslâmî kaynaklarda, Hz. İsâ ile Hz. Peygamber arasındaki fetret döneminde şeytânların göğe çıkarak, kulak hırsızlığı yoluyla haber çalabildiklerinden bahsedilmektedir. [133] İblis'in, Hz. İsa'nın doğumundan önce göklere sızdığı, o doğunca üç semâdan men edildiği ve şeytânların şihablarla taşlandığı da kaydedilmektedir.[134]
Konumuz açısından ilginç bir husus da şudur ki, Câhiliye Arapları, büyücülerin, kâhinlerin, şairlerin, sihirbazların cinlerle irtibatlı olup onlardan ilham aldıklarına, cinlerin de gökten kulak hırsızlığı yoluyla haberler çalıp bunları kâhinlere verdiklerine, bu yüzden onların ardından gökte kayan ışıklar atıldığına inanırlardı. [135] Onların sahip oldukları bu inanış, bu konuda daha önceleri sahip oldukları bir vahiy kaynağından bilgilendirilmiş olduklarına işaret etmektedir. Yukarda kaydedilen inanca sahip olan Câhiliye Arapları, Kur'ân'ın da cinler tarafından gökten çalınıp Hz. Peygamber'e atıldığını sanmışlar, bu yüzden O'na (s.a.v.) kâhin, şâir, sihirbaz ve mecnûn demişlerdi. Onların bu düşüncelerini reddetmek için bu âyetlerde cinlerin ağzından, artık eskisi gibi göğe sokulup haber çalamadıkları, atılan ışınlarla kovuldukları anlatılmaktadır. Bundan şu anlam çıkmaktadır: Ey müşrikler! Sizin Kur'ân'ı cinlerin telkini sanmanız yanlıştır. Kur'ân'ın tamamı gök haberidir. Cinler gökten haber alamamaktadırlar. Eskiden bazı haberler çalıp, bunlara yüzlerce yalan katarak kâhinlerin kulaklarına atmış olsalar bile, artık böyle bir şey yapmaları mümkün değildir. Çünkü atılan ışınlarla yakılmakta, göğe soku kınamaktadırlar. Bu Kur'ân, asla cin sözü değil, gök ehli olan yüce bir meleğin, "Güvenilir Rûh"un vahyidir. "Onu şeytânlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da, Çünkü onlar (meleklerin sözünü) dinlemekten uzaklaştırılmışlardır." [136]
Kısacası atılan bu şihâblar, cinlerden semâ haberlerini kesmiş, gök kapılarını birer asker gibi tutmuştur. Bu ise, onların yalanlarını, sefâhet ve tuğyanlarını yakan hakikat nurlarını anlatıyor. Onlar da, Muhammedi gökten parıldayan ateşin âyetler ve mucizelerdir ki, onun karşısında insan ve cin şeytânlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur. Bu tecrübeleri yapmış olan cinler, artık eskisi gibi gaybdan dem vurmaya, gelecekten haber vermeye kalkışmayıp, yalan söylemekten sakınarak ilerisi hakkında bilgileri olmadığını ortaya koymaktadırlar.[137]
Yukarda kaydedilen âyetlere paralel olarak kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde de cinlerin haber çalmalarından bahsedilmektedir. Nitekim Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadise göre Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah (c.c.) gökyüzünde bir işe hüküm verdiği zaman sert bir kaya üzerinde hareket ettirilen zincir sesi gibi mehâbetli olan bu ilâhı hükme melekler tamamen boyun eğerek, (korku ile) kanatlarını birbirine vururlar. Gönüllerinden bu korku giderilince de, (Mukarrebûn'dan olan meleklere): 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar Onlar da: 'Hakkı söyledi, O çok yücedir, çok büyüktür' derler. Bu şekilde kulak hırsızı (cinler) Allah'ın o emrini işitirler. O sırada kulak hırsızı (cinler yerden göğe kadar) birbirinin üzerine zincirleme dizilmiş (ve kulak hırsızlığına hazırlanmış) bulunurlar. Râvî Süfyân b. Üyeyne, avucunu çevirip parmaklarının arasını ayırdı ve bu dizilişi avucuyla vasjetti- (onlar bu vaziyetteyken) cin, meleklerin o konuşmasını işitir de hemen onu altındakine atar. Sonra diğeri de o sözü kendinden aşağıdakine atar. Nihayet en aşağıdaki o 'sözü kendinden alttakine gönderir. En sonunda da enaşağıdaki o sözü sihirbazın yahut kâhinin diline bırakır Bazı defa meleklerin konuşmasını işiten en üstteki cine-bir ateş parçası (şihâb) yetişerek altındaki cine o haberi atmadan onu imha eder. Bazan da ateş kendisine erişmeden önce o haberi altındaki cine atarak ulaştırır Ancak işittiği habere yüz de yalan katar. (Kâhin ya da sihirbaz bunu insanlara söyler ve ilâhi emir yeryüzünde gerçekleşince, insanlar tarafından): 'O bize filân gün şöyle şöyle ve şöyle demiş değil miydi?' diye söylenilir. Böylece (cin tarafından gökyüzünden işitilmiş) o kelime sebebiyle (sihirbaz veya kâhin) doğrulanır." [138]
Yukarda kaydettiğimiz hadisde Sebe' Sûresi 23. âyete atıfta bulunulmaktadır, ilgili âyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"O'nun huzurunda, Kendisinin izin verdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet onların yüreklerinden korku giderilince: 'Rabbiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. 'Gerçeği buyurdu' derler, O yücedir, büyüktür."
Süleyman Ateş, yukardaki âyette kasdedilenin müşrikler olduğunu söylemekte, olayın da Kıyamet Günü cereyan edeceğini belirtmektedir. Bu âyetin tefsirinde, el-Buhârî ve Tirmizî'nin cinlerin haber çalması ile ilgili olarak yukarda kaydettiğimiz hadisi [139] rivayet ettiklerini kaydeden Ateş, "Bu hadisin, bu âyetin tefsiri ile ilişkisi olduğunu sanmıyoruz" demektedir. [140] Hamdi Yazır da, âyette bahsedilen olayın Kıyamet'te cereyan edeceğini kaydederek, burada kasdedilenin mertebelerine göre Peygamberler, melekler ve sâlih kimseler olduğunu, şefaate izin verildiği zaman, şefaat bekleyenlerin şefaatçilerine 'Rabbiniz ne buyurdu? şefaatinizi kabul buyurdu mu' diye soracaklarını, onların da 'hakkı söyledi' diye cevap vereceklerini kaydetmektedir. [141] İbn Kesîr ise Tefsîr'inde, bu konuda iki görüş olduğunu, İbn Cerîr ve bazı âlimlere göre âyette kasdedilenin melekler olduğunu, diğer bazı âlimlere göre de müşriklerin kasdedildiğini zikretmiştir. [142]
Sonuç olarak, bu âyette zikredilen kimseler müşrikler veya meleklerden hangisi olursa olsun, bahsedilen olayın Kıyâmet'te cereyan edeceği hususunda müfessirlerin görüş birliği içinde oldukları anlaşılmaktadır. Zaten âyetteki, "O'nun huzurunda, Kendisinin izin verdiği kimseden başkasının şefaati fayda vermem" [143] ifâdesinden de, bu olayın Kıyâmet'te cereyan edeceği ortaya çıkmaktadır. Çünkü şefaat olayı Âhirette meydana gelecek hususlardandır. el-Buhârî ve Tirmizî'nin bu âyetin tefsîriyle ilgili olarak kaydettikleri yukardaki hadiste ise, [144] cinlerin kulak hırsızlığı yaparak, gökten haber çalmalarından bahsedilmektedir. Cinlerin bu davranışı ise, bazı âyet ve hadislerden anlaşılacağı üzere Kıyâmet'te değil, bu dünya hayatında cereyan eden bir husustur. [145] Onların Âhiret'te kulak hırsızlığı yapamayacakları malûmdur. Bu durumda, Peygamberimizin cinlerin haber çılmalarıyla ilgili olan sözlerinin, râvîlerden birisi tarafından yukarda kaydettiğimiz Sebe 23. âyeti ile irtibatlandırıldığı anlaşılmaktadır. O'nun (s.a.v.), cinlerin haber çalmasından bahseden hadisi, âyeti tefsir etmek isteyen kimselerden birisinin sözleriyle karışıp, yukardaki problemli hale dönüşmüş olmalıdır. Kısacası yukardaki hadisde yer alan sözlerin tamamı Hz. Peygamber'e ait olmamalıdır. Hadisin "Bu şekilde kulak hırsızı (cinler, gök haberini) işitirler" ibaresinden itibaren olan kısmı, Resûlullâh'ın cinlerin kulak hırsızlığından bahseden sözlerini ihtiva etmektedir. Ancak hadisin bu ibareden önceki kısmı, Sebe 23. âyetiyle ilgili bir tefsir olup, cinlerin haber çalmalarıyla alakalı olarak Hz. Peygamber tarafından söylenmiş değildir. Bu bölüm, hadisin ravîlerinden Ebû Hureyre (r.a.) veya aynı zamanda Tabun mü fessirlerinden olan ravi tkrime'ye ait olabilir. Bunlardan herhangi birinin ilgili âyeti tefsir ederken Hz. Peygamber'in cinlerin haber çalmalarıyla ilgili hadisini konuyla irtibatlandırmış olması, bunu nakleden râvîlerin de Ebû Hureyre veya İkrime'ye ait olan sözleri de Resûlullâh'a ait sanmış olması muhtemeldir.
el-Buhâri'nin, içinde Sebe' 23. âyetinin bir bölümü bulunan bu hadisi, bir taraftan Sebe 23. âyetinin tefsiri ile ilgili olarak kaydederken[146] diğer taraftan "Ancak kulak hırsım/iği yapan olursa, onu da parlak bir ateş şulesi kovalar" [147] âyetinin tefsiri ile ilgili olarak da kaydetmesi enteresandır. [148] Hadisin, bu âyetin tefsirini yapma hususunda daha uygun olduğu açıktır. Çünkü Hicr Sûresi'nin 15. âyeti kulak hırsızlığından bahsetmektedir. Sebe' Sûresi'nin 23. âyetinde ise kulak hırsızlığıyla ilgili bir husus mevcut değildir. Ancak Hicr Sûresi'nin 18. âyetinin tefsiriyle ilgili olarak kaydedilmiş olsa da, hadisin ibaresinden önceki kısmı daha önce de kaydedildiği gibi Hz. Peygamber'e değil, Sahabe veya Tabiîn müfessirlerinden birisine ait olmalıdır, ki bunun da Ebû Hüreyre (r.a.) veya İkrime olması kuvvetle muhtemeldir.
Yukardaki hadisde anlatılan, cinlerin gökten haber çalma teşebbüsleri ve bu maksadla bir ekip halinde hareket etmeleri, en yukarda bulunan ve meleklerin konuşmasını kapıp, aşagısındakine atan cinnin ve alttaki diğer cinlerin sıralanmış konumu, en üstteki cinden en alttaki kâhin ya da sihirbaz denilen şahsa kadar çalınan haberlerin zincirleme yansıtılarak ulaşması ya da haberi ulaştıramadan en yukardaki ya da aradaki cinlerin ışına (şihab) maruz kalarak imhası çok dikkat çekicidir. Râvî Süfyân b. Uyeyne parmaklarını açarak, cinlerin bu vaziyetteki durumlarını, aralıklı olarak dizilişlerini göstermiştir. Bundan, cinlerin, haberi bir alttakine bir üsttekinin bizzat kendisinin getirip ulaştırabileceğini anlayabildiğimiz gibi, cinlerin yaratılışlarına uygun bir haberleşme tarzları olduğunu, bu maksadla üstteki cinin bir verici gibi, ışın vs. yollarla haberi alttakine gönderdiğini, alttaki cinin de bir alıcı cihaz gibi haberi alıp, tekrar bir verici pozisyonunda daha alttaki cine yansıttığını, bu şekilde en sonunda kâhinin ya da sihirbazın anlayabileceği şekle dönüştürülerek, kendisine iletildiğini düşünebiliriz. Bu hususun pek tabiiki cinlerin yapısıyla ilgili bir konu olduğu açıktır. Nitekim Cenab-ı Hak, cinleri dumansız ateşten yarattığını haber vermektedir. [149]
Günümüzde de insanoğlu gök haberini dinlemek, kendi dünyası dışında uzayda neler olup bittiğini öğrenmek için göğe uydular gönderiyor. Bu araçlarda, gönderenler adına semâyı görecek gözler (kameralar) ve yine uzayı dinleyecek kulaklar (antenler, ses alıcı çeşitli cihazlar) bulunuyor. Bunlar topladıkları bilgileri yerdeki alıcılara yansıtıyorlar. Yerdeki cihazlar da dünyanın çeşitli yerlerindeki ilgili birimlere bu bilgileri aktarıyorlar. Bu işler için ses ve elektrik dalgalarından yararlanılıyor. Atmosferin dışındaki çok uzak mesafelerden ise bilgiler elektrik dalgalarına çevrilerek gönderiliyor, alıcılar ise onları yeniden görüntü ya da sese çeviriyor. Yerde bir bölgeden gönderilen telefon konuşmaları, radyo ve tv. yayınları uydu aracılığıyla öteki kıtaya aktarılıyor. Kıtalar arası radyo ve tv. yayınları, haberleşmeleri insanoğlunun yapıp uzaya gönderdiği uydular vasıtasıyla yapılabiliyor. Yine bilgisayar ağları, internet bağlantıları anında ses ve görüntü nakline imkan veriyor. Yüzlerce sayfalık bilgiler, resim ve şemalar, Email ile anında binlerce kilometre öteye gönderilebiliyor. Kısacası, âyet ve hadislerde, geçmişte gök haberlerini dinlemek için cinlerle işbirliği yaptığı bildirilen insanoğlu (sihirbâz/kâhin), artık semânın haberlerini kendisi bizzat füzelerle, uzay dolmuşlarıyla oraya çıkarak, uydular göndererek elde etme aşamasındadır. Âdemoğlu aya ayak basmış, gönderdiği araçlarla güneş sistemini gözlemeye, haberlerini dinlemeye başlamıştır. Allah (c.c), Kur'ân-ı Kerim'de, cinlerin artık gök katlarına çıkıp, oralara yerleşerek Mele-i A'lâ'yı (Yüce Topluluğu) dinlemeyeceklerini, meleklerin konuşmalarını işitemeyeceklerini, kulak hırsızlığına kalkışanların gönderilen ışınlarla imha edileceğini bildiriyor. [150] Kur'ân'ın bildirdiğine göre, cinler de artık göklerden kovulduklarını, haber çalma işlemine son verildiğini, üzerlerine ışınlar havale edilerek kovulduklarını söylüyorlar:
"Biz göğe dokunduk, onu kuvvetli bekçilerle ve ışınlarla doldurulmuş bulduk. Ve biz, onun dinlemeye mahsus oturma yerlerinde otururduk (gayb haberlerini dinlemeye çalışırdık). Artık, şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir ışın bulur." [151]
Kısacası cinler, gök katlarından kovulmuş, semavî haberleri çalmaktan, bunu dostlarına iletmekten menedilmişlerdir. Acaba yönünü göklere çevirmiş, uzay çalışmalarını başlatmış, haberleşme ağlarını kurmaya, gökleri fethetmeye çalışan insanoğlu ne kadar ileriye gidebilecek? Cinlerin ulaştığı noktalara kadar ulaşıp, oranın kapalı olduğunu, ötelere gidilemeyeceğini, burayı dinlemek isteyen, bu haberleri elde etmek isteyenlerin gönderilen ışınlarla imha edildiğini anlayıp, uzayda gidebileceği son bir sınır olduğunu, onun dışına çıkmaya izin verilmediğini görebilecek mi? Bunun için insanoğlunun daha ne kadar çalışması gerekecek? Bunlar şimdilik meçhulümüzdür.
Günümüzde gönderdiği uydularla, rakip veya düşman saydığı devlet ve milletlerin her türlü faaliyetlerini izleyen, onların askeri, ekonomik ve sivil çalışmalarından haberdar olan, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını uydu fotoğraflarıyla tesbit edebilen, bir insanın, evinde otururken, pijama ve terlikleriyle uzaydan fotoğrafını çekebilme seviyesine geldiğini öne süren insanoğlu daha nerelere kadar ulaşabilecek? Geçmişte, inanmayan sihirbaz ve kâhinlerin Kur'ân ve Hz. Peygamber aleyhine cinlerle yardımlaşmaya çalıştıkları, İslâm'ın aleyhine haber almaya uğraştıkları gibi, günümüzde ve gelecekte, inanmayanlar, haberleşmeye yarayan vâsıtalarla İslâm'ın ve müslümanların aleyhine faaliyette bulunup, onlara galebe çalabilecek, onları mağlup edebilecekler mi? Onların bu gayret ve çabaları karşısında Müslümanlar, bilim ve çalışmayı terk edip, tembel tembel oturup başlarına geleceğe razı olacaklar mı? Ve yine Kur'ânî düşünüşle, haber çalmak isteyen cinleri ışınlarla yakan, onları göklerden kovduran Cenâb-ı Hak, inanmayan milletlerin, müslüman milletleri mağlûp ve perişan etmek için uzayın derinliklerine gönderdikleri çeşitli haberleşme uydularını, radarlarını, kızılötesi ışınlarla çalışan kameralarını, kozmik ışınlar gönderip şihâblarla yakmayacak mı? Kim bilir? Yeryüzünde fesad ve bozgunculuğa razı olmayan, Yeryüzü'nde yarattığı tüm canlıların huzur ve mutluluk içinde olmasını isteyen, bu yüzden de Yeryüzü'nün bozulan düzenini ıslah etmek için Peygamberlerini gönderen Yüce Allah, insanın insanı köleleştirmesine ve yok etmesine razı olmayacaktır.
Sonuç olarak burada insanın hatırına, Cenab-ı Hakk'ın, Rahmani maksadlarla yapılacak, insanoğluna adalet, refah, huzur ve saadet getirecek bu tür çalışmalardan razı olacağı, böyle kullarına yardım edeceği, şeytanî maksadlarla, insanoğluna kölelik, zulüm, sömürü ve işkence getirecek, müslümanların mağlûbiyetlerine sebep olacak faaliyetlerden de razı olmayacağı, bunlara fırsat vermeyeceği düşüncesi geliyor.
Cinlerin haber çalmasıyla ilgili olarak yukarda kaydettiğimiz hadisin bir benzeri de İbn Abbâs'dan rivayet edilmektedir. Bu hadis şöyledir:
"Ensâr'a mensup sahab'ilerden birisinin haber verdiğine göre, kendileri bir gece Resûlullah (s.a.v.) ile beraber otururken bir yıldız atılmış da ortalık aydınlanmıştı. Hz Peygamber onlara:
'Câhiliye devrinde bunun gibi yıldız atıldığı zaman sizler ne derdiniz?' diye sordu. Orada bulunanlar:
'Allah ve Resulü en iyi bilendir. Bizler, bu gece büyük bir kimse doğdu ve büyük bir kimse öldü derdik' dediler. Rasulullah (s.a.v.):
'Şübhesiz ki bu yıldız hiçbir kimsenin ölümü ya da hayatı için atılmaz. Fakat ismi çok mübarek ve yüce olan Rabbimiz bir işe hükmettiği zaman Arş'ı taşıyan melekler teşbih ederler. Sonra onların arkasından gelen semâ ehli teşbih eder. Nihayet bu teşbih şu dünya seması ehline ulaşır. Sonra Arş'ı taşıyan meleklerin ardından gelenler, Arş'ı taşıyan meleklere: 'Rabiniz ne buyurdu?' diye sorarlar. Onlar da ötekilere Rabbin buyurduğu şeyi haber verirler. Böylece semalar ahâlisinin bir kısmı diğerinden haber ister. Nihayet o haber şu dünya semâsına ulaşır. Bu esnada cinler, kulak hırsızlığı yapıp, süratle birşey kaparlar da bunu kendi dostlarına fırlatırlar ve bu yıldızlarla taşlanırlar, işte bu şekil üzere, yani kendisinde hiçbir tasarruf yapmadan getirdikleri şey haktır. Fakat onlar bu habere yalan karıştırırlar ve artırma yaparlar." [152] buyurdu.
Yukardaki hadisle ilgili olarak dikkat çekmek istediğimiz ilk husus, hadisin sahabe müfessirlerinden olan İbn Abbâs'dan nakledilmiş olmasıdır. İkinci husus, onun bu hadisi bizzat Hz. Peygamber'in ağzından işitmemiş oluşudur. İbn Abbâs bu hadisi, olayı bizzat yaşayan, Ensâr'a mensup bir kimseden işitmiştir. Ancak bu sahabînin kimliği meçhuldür. Bu açıdan, hadisde anlatılan bazı hususlar Hz. Peygamber'in ağzından çıktığı şekilde zabtedilememiş olabilir. Çünkü hadisde, semâda bir yıldız atıldığından bahsedilmekte, daha sonra da bu olay, haber çalan cinleri taşlama maksadına bağlanmaktadır. Gökyüzünde cereyan eden ve Yeryüzü'nde insanoğlu tarafından izlenen yıldız atılması olayları, başka sebepleri bulunan, göğün tabii olaylarıdır. Bunların, âyetlerde bahsedilen cinlerin taşlanması hususuyla ilgileri olmamalıdır. Çünkü uzaya çıkabilecek, haber çalmaya teşebbüs edilebilecek yapıda yaratılan cinlerin insanoğlunun gözüne görünmedikleri belli bir husustur. Bunu Kur'ân-ı Kerim haber vermektedir. [153] İnsanoğlunun gözü de cinleri görebilecek bir tarzda yaratılmamıştır. O zaman cinlerin gök katlarına çıkıp, haber çalmak istemelerine mani olan, onları imha eden ışınlar da onların yapılarına uygun olarak, insanoğlunun çıplak gözle farkedemeyeceği bir şekilde olmalıdır. Nitekim bir kimse çıplak gözle cinleri göremediği gibi, tesirlerini gördüğü bir takım ışınları, ses dalgalarını da görememektedir. Radyo veya tv. kendisine ulaşan yayın dalgalarını insanın kulak ve gözüne uyarlayıncaya kadar, çevresinde dolaşan ses ve resim dalgalarını da farkedememektedir. Ama o göremedi diye bu dalgalar yok demek değildir. İnsanoğlu tv. veya müzik setinin uzaktan kumandasını eline alarak bu araçları çalıştırabilmekte, tv. kanallarını değiştirebilmekte, sesi azaltıp çoğaltabilmekte, ışığını artırıp azaltabilmekte, fakat oturduğu yerden kendisine bu kolaylığı sağlayan elindeki bu kumanda aracından çıkan ışınları görememektedir. Ancak bu cihazdan çıkan ve kendisinin göremediği ışın demetinin tv.sini çalıştırdığını bilmektedir. Bu açıdan Âdemoğlu, cinleri imha edip, göklerden kovan ışınları çıplak gözüyle görememiştir, göremeyecektir. Çünkü yaratılışı buna uygun değildir. Dolayısıyle gökteki normal astronomik olaylardan olan yıldız kayması hadiselerini cinlerin taşlanmasına bağlamak yanlış olur, kanaatindeyiz. Zaten Kur'ân-ı Kerîm'de, cinlerin kovulmasından, haber çalmalarına engel olunmasından bahseden âyetlerde de, "şihâb" kelimesi kullanılmış, hadiste geçen "Necm/yıldız" lafzı kullanılmamıştır. Son devir müfessirlerimiz de "şihâb" kelimesine yıldız anlamı vermemişler, fakat "Parlak bir ateş şulesi", "Delici bir alev", "ışın", "kıvılcım" şeklinde açıklamayı tercih etmişlerdir. [154] Bu durumda hadisin bu açıdan incelenmesinde yarar olduğu kanaatindeyiz. Hadiste Hz. Peygamberin, yıldız kaymasıyla ilgili olarak Câhiliye döneminin yanlış bir kanaatini yıktığı görülmektedir. Ki bu da, yıldızların atılmasının bir kimsenin doğumu ya da ölümüyle ilgisinin olmadığıdır. Resulullâh bu yanlış inanışı düzeltmiştir. Hadiste cinlerin taşlanması ile ilgili olarak "Necm/Yıldız" lafzı kullanılmıştır. Halbuki âyetlerde cinlerin taşlanması ile ilgili olarak "şihâb" kelimesi seçilmiştir, el-Buhari ve Tirmizî'nin daha önce kaydettiğimiz konuyla ilgili rivayetlerinde de "şihab" lafzı kullanılmıştır. [155] Ki bu durum, Müslim Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel'in naklettikleri söz konusu hadisin metninde zabt kusuru olduğunu gösteriyor. Çünkü âyetlerle diğer sahih hadislerde kullanılan "şihâb" yerine "Necm" kelimesi kullanılmış ve gökteki yıldız kaymaları cinlerin taşlanmasına sebep gösterilmiştir. Halbuki bu iş için "şihâb" lafzı daha uygundur ve "şihâb" gökte gördüğümüz kuyruklu yıldız, ya da yıldız kayması, atılması değildir. Yukarda açıklamaya çalıştığımız gibi "şihâb", cinleri imhaya elverişli, insanoğlunun çıplak gözle göremeyeceği ışınlar olmalıdır. Kısacası, aradaki farkı anlamayan ravilerden herhangi biri "şihâb" lafzını, "Necm" lafzıyla değiştirmiş olmalıdır. Diğer bir husus, Hz. Peygamber'in, gökte kayan yıldızı görünce bunu cinlerin taşlandığına hamletmeyecegidir. Aksi takdirde Onun da, cinlerin taşlanması hususunu anlamamış ve diğer insanlar gibi normal gök hadisesi olan yıldız kaymasını buna sebep göstermiş olması gerekir. Bunu kabul etmek ise mümkün görünmüyor. Ki hadisin yukarı kısmı, bu konuda bize ipucu veriyor. Burada Hz. Peygamber, yıldız kaymasıyla ilgili olarak yanlış bir Câhiliye kanaatini düzeltiyor. Hadisin alt kısmında ise gökten haber çalan cinlerin, gökyüzünde atılan bu yıldızlarla taşlandığını bildiriyor. Bu durum bizi, hadisin metni konusunda bir problem olduğunu düşünmeye sevkediyor. Buna göre Hz. Peygamber'in ayrı zamanlarda ayrı konularda söylediği iki hadisi birleştirilip tek hadis şekline sokulmuş intibar uyanıyor. Herhalde O'nun cinlerin haber çalmalarından bahseden hadisi ile, Câhiliye devrinin bir yanlış inanışını düzelten yıldızların bir kimsenin ölümü ya da doğumu sebebiyle atılmayacağına dair uyarısı birleştirilip, tek hadis şeklinde telif edilmiş olmalıdır. Bunu da sahabe müfessirleri'nden İbn Abbâs ya da daha sonraki râvîlerden herhangi biri yapmış olabilir, İbn Abbâs'ın cinlerin haber çalmalarından bahseden, yukarda kaydedilen müstakil bir rivayetinin olması [156] ve o hadisde yıldız atılmasıyla ilgili Câhiliye dönemi inancından bahsedilmemesi yukardaki düşüncemizi güçlendiriyor ve İbn Abbâs'a ait ayrı iki rivayetin birleştirilerek tek hadis haline getirilip, yukardaki şekle sokulduğu hatıra geliyor. Bu durumda yukardaki hadisin Takat ismi çok mübarek ve yüce olan Rabbimiz' ibaresinden aşağısı müstakil bir hadis, bu ibareden yukarı kısmı da başka bir hadis olmalıdır.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Andotsun ki Biz, en yakın göğü lambalarla süsledik ve onlarla şeytânların taşlanmasını sağladık..." [157] buyurulmaktadır. Bu âyette, cin ya da şeytanların kovulmasında kullanılan ışınların kaynağına işaret edilmektedir. Âyette Küçümen lafzı geçmektedir ki, kendisiyle taş atılan şey anlamına gelmektedir. Buradan cin ya da şeytânlara yıldızların kendilerinin değil, ışınlarının atıldığını anlamaktayız. [158] Ki bu husus, yukardaki hadisle ilgili açıklamalarımıza uygun düşmektedir. Cinlere atılan kıvılcımların, meteor taşlarının hava ile sürtünmesinden çıkan ışınlar olmasının uygun olmadığı, bunların cinleri Mele-i A'lâ'ya yaklaşmaktan meneden nurlar olduğu, o nurların maddî gözle görülemeyeceği kaydedilmektedir. [159] Müfessirler, yukarda kaydedilen âyette geçen:
(Ve Ce'alnâhâ rucûmen li'ş-şeyâtlni=Onlarla şeytânların taşlanmasını sağladık) lafzının ikinci mânâsının, kâhinleri, falcıları, müneccimleri içerisine aldığını söylemişlerdir. Buna göre bu âyetin anlamı, "gayb taşlayarak, bir takım zan ve vehimlerle gaybdan haber vermeye kalkışmak, şeytânların atmaları, bu şekilde bir ma'rifet taslayarak halkı aldatmaları, Allah'a isnad ederek O'nun (c.c.) sonsuz ilmine havale edilmesi gereken hükümleri, yıldızlara, onların bir takım özelliklerine, kuvvetlerine dayandırarak ilmi suistimal edip insanları şirk ve küfre sevketmeleri için öne sürdükleri bir takım bahanelere vesile kıldık," demek oluyor. Bu durumda bu âyette kasdedilen şeytânların da, kaza ve kader gibi bir takım gayb konularında yıldızların tesirine inanarak, onların konumlarından gayba ve geleceğe dair bir takım haberler çıkarıp insanları aldatmaya uğraşan müneccimler, kâhinler, halkı kandırmaya çalışan insan şeytânları olduğu anlaşılmaktadır. Falcı ve bakıcıya kâhin, bunların sanatına da kehânet denilir. Bunun kaynağı çok eski devirlere Sâbiîler'e kadar uzanmaktadır. İslâm'dan önce de, kâhinler geleceğe ait bazı şeyleri haber verirler ve kâinatın sırlarını bildiklerini ileri sürerlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.):
"Nübüvvetten sonra kehânet yoktur" buyurmuştur. İslâm âlimleri de, Sâbiîler gibi insan ve tabiat üzerindeki çeşitli tesirleri yıldızlardan bilerek, bundan hükümler çıkarmaya, gaybdan, gelecekten, haberler vermeye çalışmanın şirk ve küfür olduğunda ittifak etmişlerdir. [160] Burada, yıldızların yaratılış hikmet ve sırlarını keşfetmeye çalışmanın bu hükmün kapsamına girmediğini belirtmek uygun olacaktır. Yukardaki âyette kendilerine atıfta bulunulduğunu gördüğümüz kâhinler ve onların durumlarıyla ilgili olarak nakledilmiş olan bazı rivayetler de vardır. Nitekim Hz. Âişe'den nakledilen bir hadisde şöyle anlatılmaktadır:
"Bazı kimseler Rasülullah'a kâhinlerin mâhiyetinden sordular. Hz. Peygamber de:
'Onlar hiçbir şey değillerdir' buyurdu. Orada bulunanlar: 'Yâ Rasûlallah! Onlar bazen bir şey söylüyorlar da gerçek çıkıyor' dediler. O da:
'Bu söz cinden işitilmiştir ki, cinni o sözü kulak hırsızlığı yapıp süratle kapar ve daha sonra dostunun kulağına, tavuğun tekrar tekrar seslenmesi gibi eğilip boşaltır. Kahinler de bu sözün içine yüzden fazla yalan karıştırırlar" buyurdu. [161]
Diğer bir rivayete göre, Hz. Peygamber'e kâhinlerle ilgili soruyu Hz. Âişe sormuştur. Bu konudaki hadis de şöyledir:
"Ben, Yâ Rasûlallah! Kâhinler bize birşey söylerlerdi de biz o şeyin gerçek çıktığım görürdük, dedim. Hz. Peygamber de,
'Melekler, bulut içinde yeryüzü'nde olacak şeyleri konuşurlar. Meleğin konuştuğu o kelimeyi şeytanlar işitir de, daha sonra onu sürahinin boşaltılacak kabın ağzına tatbik edildiği gibi kâhinin kulağına iletirler. Kahinler de, o bir söze yüz tane de yalan katarlar" buyurdu.[162]
Yukardaki hadislerden Câhiliye dönemi Araplarında kehânetin çeşitleri olduğunu anlamaktayız. Daha önce kaydettiğimiz âyet ve hadislerden [163] anlaşıldığına göre bunun ilk çeşidi, kâhinin cinlerden bir dost edinip, gökyüzünden çaldığı haberleri ona aktarması şeklindedir. İlgili âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, kâhinliğin bu kısmı Hz. Peygamber'in gönderilmesi ite sona ermiştir.[164] Cinlere artık gök kapıları kapatılmış, üzerlerine şihâblar gönderilmek suretiyle semâdan kulak hırsızlığı yapmaları menedilmiştir. Yukarıda bunların açıklaması yapılmaya çalışılmıştır. Kehânetin Câhiliye döneminde mevcut olup, günümüzde de rastlanan ikinci çeşidi ise, cinnî-nin, dostu olan kâhine Yeryüzü'nde olup bitenleri, uzakta ve yakında meydana gelen gizli şeyleri haber vermesidir, İslâm âlimlerinden en-Nevevî, bu kısmın mevcut olmasının ihtimâlden uzak olmadığını, insanların bu grupta yer alan kâhinleri tasdik ettiklerini ya da yalanladıklarını, halbuki bunları dinlemenin yasak olduğunu söylemiştir. Yukarda Hz. Âişe'den nakledilen son iki hadisde bahsedilen kehanetin, cinlerin gökte meleklerden kulak hırsızlığı yapması şekilnde cereyan etiği anlaşılmaktadır. Bu da, Hz. Peygamber gönderilmeden önce meydana gelen kehânet olaylarına işaret etmektedir. Buna göre Hz. Âişe'nin hadisinde bahsedilen, kâhinlerin bildirdiklerinin doğru çıkması meselesi İslâm gelmeden önceki bir dönenıe aittir. Zaten Hz. Âişe: "Ya Rasûlullah! Kâhinler bize birşey söylerlerdi de, biz o şeyin gerçek çıktığım görürdük"[165] diyerek, bu durumun geçmişte, İslâm'dan önceki dönemde söz konusu olduğunu bildirmiştir.
İslâm geldikten sonra böyle bir kehânetin kapısının kapandığı açıktır, ikinci çeşit kehanette ise, Yeryüzü'nde meydana gelen gizli hususların cinler tarafından kâhinlere aktarılması söz konusudur. Bunlar gayb haberi değildir, geleceğe dair bir bilgi ihtiva etmezler. Meleklerden kulak hırsızlığı yoluyla kapılmış şeyler değildir. Çünkü buna imkân yoktur. Bu tür haberler, Yeryüzü'nde meydana gelen, fakat bazı insanların erişemediği, ancak cinlerin görüp bilebildikleri uzak veya yakın geçmişe dair şeyler olabilir. Bunlardan bir kısmı doğru çıkabilir. Çünkü cinler tarafından yalan katılması söz konusudur. Bu bilgiler gayba ve istikbâle dair ise, kesinlikle yalandır, ilâhî bir kaynağı olmayıp, cin ya da kâhin tarafından uydurulmuşlardır. Bu tür haberler, çalman bir şeyin yerinin söylenmesi, hırsızlığın failinin haber verilmesi, insana, kendisine kimin düşman olduğunun bildirilmesi gibi bazan doğru çıkabilmekle beraber, çoğunlukla asılsız çıkan hususlardır. İnsan bunlara inanarak, suçsuz birtakım kişileri suçlu zannedebilir. Dostu olan kimseyi düşman belleyebilir. Arkadaşlıklar, akrabalıklar sona erebilir, masum insanlar zarar görebilir. Kavga, cinayet vs. kötü olaylar meydana gelebilir. Kısacası Allah'ın emrettiği değil, şeytanın arzu ettiği sonuçlar ortaya çıkabilir. Bu sebeple, bu tür kâhinlerin söylediklerine inanmak da kesinlikle haramdır, günahtır. Âyet ve hadislerde bildirildiğine göre, bu du-nım insanı şirk ve küfre götürebilir. Mesele halkımız arasında iyi anlaşılamadığı için, bir kısım insanlarımız kâhinlere gitmekte, onların geçmişe yönelik olarak verdikleri bazı bilgiler doğru çıktı diye, onların her söylediğini tasdik etmekte, gayb ve geleceğe dair verdikleri yalan ve asılsız bilgilere de inanmakta, bu şekilde din ve dünya hayatları açısından tamiri güç zararlara uğramaktadırlar.
Câhiliye döneminde ve günümüzde mevcut olan kehânetin üçüncü kısmı ise, müneccimlerin yoludur. Bunların yıldızlara bakarak bir takım mânâlar çıkarmaya çalıştıkları bilinmektedir. en-Nevevî'nin bildirdiğine göre, bu çeşit kahinlik yapan kimselere Cenab-ı Hak bir çeşit kuvvet ve kabiliyet de verebilir, ikinci gurup kâhinlerin sözlerine olduğu gibi, bunların yıldızlardan çıkardıkları kehânetlerinde de yalan çoğunluktadır. Arrâf denilen kimseler de buna dâhildir. Günümüzde gazetelerin sayfalarında yer alan fal köşeleri, burçlar, gelecekten haber vermeler, astroloji uzmanı geçinen kâhinlerin sözleri vs. de yukarda belirttiğimiz üçüncü tür kehânet grubuna giren şeylerdir. [166]
İbn Abbâs'tan nakledilen bir hadisde de, kehânetin birinci çeşidi olan cinlerin gökten haber çalmalarıyla ilgili olarak şunlar nakledilmektedir:
"İbn Abbâs şöyle dedi: 'Rasûlullah (s.a.v.) ne cinlere Kur'ân okudu, ne de onları gördü. Rasûlullah, ashabından birkaç kişi ile birlikte Ukâz panayırına doğru yürüyorlardı ki o tarihte şeytânlar, semâdan haber almaktan menedil-miş ve üzerilerine şihâblar atılmaya başlanmıştı. Semâya doğru çıkıp da hoğulan şeytânlar, kavimlerinin yanına döndüklerinde kendilerine: 'Ne oluyorsunuz? Neden hiçbir haber getirmiyorsunuz?' dediler. Onlar da: 'Ne yapalım, gökten haber almaktan me-neâildık. Üzerimize şihâblar havale edildi' dediler. Bunun üzerine onlar da (iblis ve adamları): 'Sizin haber almanıza engel olan herhalde yeni olmuş bir hadisedir. Yeryüzünün doğu ve batı taraflarını dolaşın da semadan haber almanıza engel olan şey ne imiş, öğrenin' dediler. İşte bunların içinden Tihâme yönüne giden grup (Ukâz panayırına gitmek üzere Nahle'de bulunan) Hz. Peygamber'in bulunduğu yere uğradılar. O sırada Rasûlullah ashabına sabah namazı kıldırıyordu. Namazda okuduğu- Kur'ânı işitince bunlar kulak verdiler ve birbirine:
“Vallahi siz'i semâdan haber almaktan meneden şey işte budur' dediler. İşte bu haberciler kavimlerinin yanına döndüklerinde:
“Ey kavmimiz! Biz hakiki hayranlık veren bir Kur'ân dinledik. Ki o, Hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz de ona imân ettik. Rabbimize hiçbir şeyi asla ortak koşmayacağız” dediler. Allah (c.c.) da, Peygamberi Hz Muhammed'e (el-Cin sûresini indirerek) durumu haber verdi:
'De ki, Bana vahyolunduğuna göre, cinlerden bir topluluk Kur'ân dinlediler de şöyle dediler...' Rasûlullâh'a vahyolunan işte cinlerin bu sözleridir." [167]
Sonuç olarak İslâm, kehânet grubuna giren şeylerin hepsinin yalan olduğunu bildirmiş, kâhinleri dinlemeyi, onları tasdik etmeyi yasaklamıştır. Burada, konumuzla ilgili olarak eş-Şiblî'nin Ahkâmü'l-Cân adlı eserinde nakletmiş olduğu bir rivayeti kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz: "Ebû Ca'fer el-Ukaylî (Muhammed b. Amr b. Mûsâ) (v. 322/323), Kitâbü's-Sahâbe'sinde Beni Lehb'den Lehb veya Ebû Leheb diye bilinen bir adamdan şöyle nakletmiştir: 'Rasûlullah'in yanında bulundum ve kendilerine kehânetten bahsederek dedim hi: Göğün muhafaza altına alınıp şeytânların nüfuzunun önlendiğini bilen ilk kavım biziz- Hatar b. Mâlik adında bir kâhinimiz vardı. 280 yaşını aşkın bir zattı. Kâhinlerimiz içinde en bilgin o idi. Birgün ona dedik ki:
Ey Hatar! Kendileri ile şeytânlar taşlanan yıldızlar hakkında bize bilgi verir misin? Biz bundan çok korktuk ve sonumuzun ne olacağını kestiremiyoruz. Hatar şöyle cevap verdi:
“Seherde gelin, size cevap vereyim. Bunda hayır mı, şer mi var, emniyet mi, sakınca mı var sizlere bildireyim...
Bunun üzerine ondan ayrıldık. Ertesi sabah erkenden, seher vakti yanına gelince kendisini ayakta göğe bakar bulduk ve:
“Hatar! Hatar! diye bağırdık. Bizi görünce, susun! diye işaret etti. Sustuk. Biraz sonra kendisine doğru bir yıldızın parçalandığını gördük. Sesini alabildiğine yükselterek şöyle haykırdı:
'İsabet etti! İsabet etti! Azabı ona yetişti, şihâbı onu yaktı. Neyazık ki ona karşı hiç bir şey yapamadı. Belâsını buldu...'
Sonra uzun zaman sustu ve şöyle dedi:
'Kahtân oğulları! Size gerçeği açıklıyorum. Kabe'ye ve rükünlerine, o sahipleri peh emin olan beldeye yemin ettim. Kur'ân'ı hâkim kılarak, onunla putlara İbâdeti ortadan kaldıran, vahiy, Kur'ân, hidayet ve büyük bir şerefle gönderilmiş olan Peygamber'in hatırı için, cinler sonsuz kudret sahibi olanın emriyle atılan yakıcı bir alevle kulak hırsızlığından menedildiler.'
Bunun üzerine dedik ki:
'Yazıklar olsun sana Hatar! Sen büyük bir işten bahsediyorsun. Kavmin hakkında görüşün nedir?'
Bunun üzerine şöyle dedi:
'Nefsim için uygun gördüğümü kavmim için de münasip görmekteyim. Eğer Mekke'de, Humslular'ın memleketinde gönderilen, burhanı güneş ışıkları gibi etrafı aydınlatan, insanların en hayırlısı olan Nebi’ye uyarlarsa haklarında hayırlı olur.'
Bu Sefer biz'. 'Ey Hatar, o kimlerdendir?' dedik. Hatar: 'Hayata ve yaşamaya andolsun ki, O, Kureys'e mensup bir kimsedir. Onun hükmünde akılsızlık, yaratılışında çirkinlik yoktur. Bir ordunun basında olur. Hangi ordu, Kahtân oğullarından, lyş oğullarından meydana gelen bir ordu.' dedi. Bunun üzerine ona:
'Bize, Kureyş'in hangi kabilesinden olduğunu açıkla' dedik. Bu sefer o:
'Sütunlara, rükünlere, Zemzem'e sahip Ka'be'ye andolsun ki O, şerefliler topluluğundan, Hâşim neslinden, savaşla gönderilen ve her zâlimin işini bitiren bir kimsedir.' 'Bu açıklamayı bana cinlerin başkanı yaptı' dedi. Daha sonra ise:
'Allahü Ekber! Hak geldi ve hakim oldu. Cinlerden haber kesildi' dedi. Sonra da sustu ve bayıldı. Ayıldığı zaman üç defa:
'Lâilâhe illallah' dedi.' Bunları dinledikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“O adeta peygamberliğin diliyle konuşmuştur. Kıyamet Günü'nde o yalnız başına bir ümmet olarak dirilecektir."[168]
Şibli’nin kaydettiği bu rivayet güvenilir hadis kaynaklarımızda yer almadığı gibi, bir çok noktalardan da uydurma olduğu kanaatini uyandırmaktadır. Yukarıdaki rivayette "Göğün muhafaza altına alınıp, şeytânların nüfuzunun önlendiğini bilen ilk kavim biziz" denilmekte ve bu husus Câhiliye dönemi kâhinlerinden Hatar b. Mâlik'in haber vermesine bağlanmaktadır. Ancak bu doğru olmamalıdır. Çünkü bu konudaki gerçek ve kesin bilgiyi ilk önce Hz. Peygamber ve ashabı vahiy yoluyla elde etmişlerdir. Dostu olan cinlerden haber aldıklarını ileri süren Câhiliye dönemi kâhinlerinin bu hususta öncelik taşımaları söz konusu olamaz. Hatar b. Mâlik adlı bu kâninin 280 yaşında olması da, o döneme ait bilgilere ve akla uygun gelmemektedir. Çünkü sahîh kaynaklardan o dönem insanlarının yaş ortalamasının 50-65 arasında olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat etmiştir. Sahabenin çoğu da 50-65 yaş arasında vefat etmiştir. Yüz yaşını geçen sahabî de son derece nadirdir. Yakardaki rivayette anlatılan hususların, İslâmî kültüre sahip bir kimse tarafından sonradan uydurulduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu rivayet konu bütünlüğüne de sahip değildir ve metni tenakuzlarla doludur. Çünkü rivayette kâhin Hatar b. Mâlik'in Câhiliye döneminde yaşadığı ve mezkûr olayın İslâm'dan önce geçtiği bildiriliyor. "Sütunlara, rükünlere, Zemzem'e sahip Kabe'ye yemin olsun ki O, şerefliler topluluğundan, Hâşim neslinden savaşla gönderilen ve her zâlimin işini bitiren" cümlesi ile Hz. Peygamber'in geleceği ve Hâşimoğulları'ndan olacağı söyleniyor. Sonra da cinlerle ilgili olarak Kur'ân'da haber verilen bilgilerden adapte edildiği anlaşılan cümlelerle Hz. Peygamber'e Kur'ân'ın indirildiğinden, onların haber çalmaktan menedildiklerinden bahsediliyor:
"...Kur'ân, hidayet ve büyük bir şerefle gönderilmiş Peygamber'in hatırı için, cinler sonsuz kudret sahibinin emriyle atılan yakıcı bir alevle kulak hırsızlığından menedildiler...",
"... Mekke'de Humslular'ın memleketinde gönderilen, burhanı güneş ışıkları gibi etrafı aydınlatan, insanların en hayırlısı olan Nebî'ye uyarlarsa..." Bu ifadeler Hatar b. Mâlik'e isnad edilen şiirden bazı parçaların tercümesidir ve Hatar b. Mâlik'e ait olmadığı kanaatini uyandırmaktadır. Bunlar insanda, İslâm döneminde yaşamış güçlü bir söyleyişe sahip bir şâirin ağzından çıkmış izlenimini vermektedir. Yine bu satırlar rivayetin başlangıcıyla çelişki halindedir. Câhiliye döneminde, henüz İslâm gelmeden önce yaşamış bir kâhin, ancak İslâm geldikten sonra elde edilebilecek bu bilgileri nereden alabilir? Hz. Peygamber'e indirilen Kitâb'a Kur'ân denildiğini nereden bilebilir? Kitap diye bahsetse bir ölçüde su götürebilir. Ancak durum böyle değildir. Rivayete göre bütün bu bilgileri Hatar b. Mâlik'e "Cinlerin başkanı haber vermiştir." Tabii buna rağmen Hatar b. Mâlik imân etmemiştir. Öyle olsaydı, kaynaklarımızda bu konuda bir bilgi mevcut olurdu. Kâhin Hatar'ın yukardaki rivayette yer alan şu cümlesi de çok enteresandır ve bu rivayetin uydurma olduğuna şâhidlik etmektedir:
"Allahü ekber, Hak geldi ve hâkim oldu". Bu ibarenin Kur'ân'daki bir âyetten alınarak, bu uydurma rivayete eklenmiş olduğu anlaşılmaktadır. [169] Pek tabii Hatar'ın, Kur'ân gelmeden önce bunu bilip söylemesine imkân yoktur. Kur'ân-ı Kerîm daha indirilmeden, henüz Levh-i Mahfuz'da iken Hatar'ın cinleri, bu âyeti oradan çalıp elbette kendisine getiremezler. Bu, Kur'ân'ın bildirdiklerine aykırı düşer. Bu durumda bu rivayetin sonradan uydurulmuş, asılsız bir hikaye olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim et-Tayâlisî'nin Müsned'inde yer alan ve Aşere-i Mübeşşere'den Saîd b. Zeyd'in babası Zeyd b. Amr hakkında Hz. Peygamber'in söylediği:
"Kıyamet Günü tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir." [170]
Sözü de bu uydurma rivayetin sonuna monte edilmiştir. Rivayette Hz. Peygamber'e isnad edilen ".... O, adeta peygamberliğin diliyle konuşmuştur..." İbaresi de çok saçma bir söz olup, bunu uyduranın, ne söylediğini bilmeyen câhil bir kimse olduğunu göstermektedir. Birin yanına dokuz, bazan yüz yalan kattığı hadislerde bildirilen cinlerden haber aldığını iddia eden bir kahin ile, Allah'tan (c.c.) Nâmûs-u Ekber Cibrîl-i Emîn vasıtasıyla vahiy alan bir peygamber nasıl bir tutulabilir? Bir kâhin nasıl bir peygamber gibi konuşabilir? Bunun uydurma olduğu açık bir husustur. Bu rivayete bizim burada yer vermemizin sebebi, eş-Şiblî'nin Ahkâmü'l-Cân adlı eseriyle, onun Türkçe tercümesi olan "Cinlerin Esrarı" adlı kitabın halkımız arasında çok yaygın olması ve çoğu kimselerimizin nazarında bu konuda yazılmış temel bir kitap zannedilmesidir. Ancak yukardaki rivayetlerin yanında maalesef uydurma bir yığın nakiller de mevcuttur ve insanlarımız bunların uydurma olduğunu ayırd edebilecek bilgi seviyesinde değildir. [171]
Daha önce, cinlerin de akıl ve irâde sahibi olmaları açısından mükellef olduklarını, Peygamberlerin davetine muhatap olduklarını, içlerinde inanan ve inanmayanların bulunduğunu kaydetmiştik. İslâm âlimleri, cinlerin de Hz. Peygamber'e imân etmekle mükellef oldukları görüşündedirler. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetleri insanların yanında cinlere de hitâb etmektedir:
"Ey insan ve cin toplulukları! Sizin de hesabınızı alacağız. Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama Allah'ın verdiği bir güç olmaksızın geçemezsiniz ki! Öyleyse Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Ey insanlar ve cinler.' Üzerinize dumansız bir ateş ve aîlesi bir duman gönderilir de kurtulamazdınız. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Gök yarılıp da gül gibi kızardığı, yağ gibi eridiği zaman halinim nice olur? Öyleyken Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? O gün ne insana ve ne cine suçu sorulur Öyleyken Rabbimsin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız?" [172]
Kur'ân-ı Kerîm'den, insanların ve cinlerin şeytânlarından her peygamber için düşmanlar kılındığını [173] anlıyoruz. Kur'ân'da, "Ey cin ve insan topluluğu! Size ayetlerimi anlatan, bugünle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran Resuller gelmedi mi?" [174] buyrularak cinlere de peygamberler gönderildiği, Allah'ın buyruklarının tebliğ edildiği açıklanmıştır. Yine Kur'ân-i Kerîm'de, Peygamberlerin tebliğlerine uymayan, Cenâb-ı Hakk'ın buyruklarına itaat etmeyen cinerin de insanlar gibi Cehennem'e atılacakları açıkça bildirilmektedir:
"Allah, 'Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber ateşe girin' der. Her ümmet ateşe girdikçe kendi yoldaşına lanet eder..." [175]
"Andolsun ki, Cehennem için de birçok cin ve insan yarattık, onların kalbleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler işte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha sapıktırlar." [176] "Verilen söz, gerek cinlerden gerekse insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, onların aleyhine gerçekleşmiştir Doğrusu onlar hüsranda idiler." [177]
Şu âyette ise, cinlerin de insanlar gibi Allah'a kulluk yapmakla’ mükellef tutuldukları kesin olarak bildirilmektedir:
"Cinleri ve insanları ancak Bana kulluk etmeleri için yarattım." [178]
Aşağıda kaydettiğimiz âyetlerde de, cinlerden bir grubun elçi olarak Hz. Peygamber'e geldikleri, Kur'ân'ı dinledikten sonra imân ettikleri ve her biri birer tebliğci olarak kendi milletlerine dönerek, İslâm'ı tebliğ ettikleri anlatılmaktadır.
"(Ey Mahammed!) Bir zamanlar Kur'ân'ı dinlemek üzere cinlerden bir grubu sana yöneltmiştik. Onlar Kur'ân'ı dinlemeye hazır olunca birbirine: 'Susun!' dediler. Kur'ânı’n okunması bitince, her biri birer uyarıcı olarak milletlerine döndüler. Şöyle dediler: 'Ey milletimiz/Doğrusu biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekileri doğrulayan, gerçeği ve doğru yolu gösteren bir kitâb dinledik. Ey milletimiz' Allah'ın davetçisine (Muhammed'e) uyun ve ona inanın da Allah da siz'in günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı azâbdan korusun. Allah'ın davetçisine (Muhammed'e) uymayan kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde âciz bırakamaz. Onun Allah'tan başka yardımcıları da yoktur. Onlar apaçık bir sapıklık içindedirler." [179]
"(Ey Muhammedi) De ki: 'Cinlerden bir topluluğun Kur'ân'ı dinlediği bana vahyolundu. Onlar şöyle demişlerdir: 'Biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik de ona imân ettik; artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız. Doğrusu Rabbimizin yüceliği her yücelikten üstündür. O, zevce ve çocuk edinmemiştir. Aramızdaki beyinsiz (İblis veya cin kafirleri), Allah'a karşı yalanlar uyduruyordu. Gerçekten insanların ve cinler'in Allah'a karşı yalan uydurabileceklerini sanmazdık. Hakikaten birtakım insanlar, cinlerin bir takımına sığınırlardı da onların azgınlıklarını artırırlardı. Aslında onlar da, sizin, Allah'ın kimseyi diriltemeyeceğini sandığınız gibi zanda bulunmuşlardı. Doğrusu biz, göğü yokladık', onu sert bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk. Halbuki biz, göğün dinleyebileceğimiz bir yerinde otururduk. Fakat şimdi kim dinleyecek olsa, kendisini gözleyen bir ateş buluyor. Yeryüzünde olanlara kötülük mü murad edildi, yahut Rableri onlara bir iyilik mi dilemişti? gerçekten biz bilemeyiz. Doğrusu aramızda iyiler de vardır, bundan aşağı bulunanlar da vardır. Biz çeşitli yollara ayrıldık. Yüryüzü'nde kalsak da, başkayere kaçsak da, Allah'ı aciz kılamayacağımız gerçeğini şüphesiz anladık. Hakikaten doğruluk rehberi olan (Kurân'ı) dinlediğimizde ona inandık. Kim Rabbine inanırsa, o ecrinin eksileceğinden ve kendisine haksızlık yapılacağından korkmaz. İçimizde müslüman olanlar da, Hak yolundan sapanlar da var. Müslüman olanlar, işte onlar doğru yolu aramışlardır. Doğru yoldan sapanlar da Cehennem'e odun olmuşlardır." [180]
Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde de, cinlerden bazı heyetlerin Hz. Peygamber'e geldikleri, Onun kendilerine Kur'ân okuduğu, İslâm'ı tebliğ ettiği, onların da imân ettikleri ve kavimlerine tebliğci olarak gönderildikleri anlatılmaktadır. Bu konudaki rivayetler Abdullah b. Mes'ûd, İbn Abbâs ve Câbir'den (r.a.) nakledilmektedir. Bu hususta İbn Mesûd ve İbn Abbâs'dan nakledilen hadisler, ilk bakışta birbiriyle tenakuz halinde görülmektedir. Ancak konunun derinlemesine incelenmesi, bunların birbiriyle tenakuz halinde bulunmadığını, cinlerin heyetler halinde çeşitli defalar Resûlullâh'a geldiklerini, ilk defa gelip Kur'ân'ı dinlediklerinden Hz. Peygamber'in haberinin olmadığını ortaya koymaktadır. Kısacası gerek İbn Abbâs'ın, gerekse İbn Mes'ûd'un bu konudaki hadisleri, değişik zamanlardaki ayrı ayrı olaylara aittir, İbn Abbâs'ın, Hz. Peygamber'in cinleri görmediğini, onlara Kur'ân okumadığını bildiren rivayeti şöyledir:
"Resülullah (s.a.v.), ne cinne Kur'ân okudu, ne de onları gördü. Rasülullah (s.a.v.) ve ashabından bir kaç kişi birlikte Ukâz Panayırı'na doğru yürüyorlardı ki, o tarihte şeytânlar semadan haber almaktan menedilmiş ve (haber almaya çıktıkça) üzerlerine şihâblar atılmaya başlanmıştı. Göklere doğru çıkıp da kovulan şeytânlar kavimlerinin yanına döndüklerinde, onlara:
'Ne oluyorsunuz? (Neden hiçbir haber getirmiyorsunuz?) dediler. Onlar da:
'Semâdan haber almaktan menedildik, üzerimize şihâblar havale edildi' dediler. Bunun üzerine (iblis ve adamları tarafından) kendilerine:
'Sizin haber almanıza engel olan herhalde yeni meydana gelmiş bir olaydır. Yeryüzü'nun doğu ve batısını dolaşın da gökten haber almanıza engel olan (bu yeni şey) ne imiş öğreniniz' denildi. Daha sonra bunlar Yeryüzü'nun doğu ve batı taraflarını dolaşmaya çıktılar. İşte bunların içinden Tihâme tarafına yönelmiş olan grub (Ukâz Panayın'na gitmek üzere). Nahle'de bulunan Hz. Peygamber'in bulunduğu yere uğradı. O sırada Resûlullâh ashabına sabah namazı kıldırıyordu. Namazda okuduğu Kur'ân'ı işitince cinler kulak verdiler ve birbirlerine:
'Semâdan haber almaktan sizi meneden Vallahi işte budur' dediler, işte o zaman bu haberciler kavimlerinin yanına döndüklerinde:
'Ey Kavmimiz Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'ân dinledik. Ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Bundan dolayı biz ona iman ettik. Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız" [181] dediler.
Aziz ve Celil olan Allah da Peygamber'i Hz. Muhammed'e 'De ki:
“Bana şu hakikat vahyolunmuştur: Cinden bir zümre (Benîm Kur'ân okuyuşumu) dinlemiş de şöyle demişlerdik.' (el-Cin) sûresini indirdi. Rasûlullâh'a vahyolunan işte cinnin bu sözleridir." [182]
Tirmizî, yukardaki rivayete ilâve olarak şunları da nakletmektedir:
"Cinlerin, kendi kavimlerine, 'Allah'ın kulu, O'na ibadete kalktığı zaman onun üzerine üst üste yığılıyormuş gibi oluyorlar” [183]
Sökünün anlamı şudur ki, cinler, Rasulullah'ın namaz kıldığını, ashabının da namazına uyduklarını ve birlikte secde ettiklerini gördükleri vakit, ashabının kendisine bu derecede boyun eğmesine şaştılar ve kavimlerine: 'Allah'ın kulu ibâdete kalktığı zaman, Onun ürerine üst üste yığılıyormuş gibi oluyorlar' dediler."[184]
Görüleceği üzere İbn Abbâs'ın yukardaki rivayeti, Cin sûresi'nin mezkûr ayetlerinin tefsiri ile ilgilidir ve cinlerin ilk defa olarak Mekke döneminde, Hz. Peygamber'in Kur'ân okuyuşunu Onun haberi olmadan dinleyip gittikleri Nahle'de geçen bir hadiseyi anlatmaktadır. Hicretten üç yıl önce doğduğu kaydedilen İbn Abbâs'ın bu olayda bulunmadığı, bununla, ilgili bilgiyi daha sonraları edindiği anlaşılmaktadır. [185] Bu sebeple İbn Abbâs'ın yukardaki rivayette yer alan ve "Hz. Peygamber ne cinleri gördü ne de onlara Kur'ân okudu" şeklindeki sözü bu konuda kesin bir kanaate varmamız için delil olmamalıdır. Onun bu ifâdesine dayanarak İbn Mes'ûd'un (r.a.), Resulullâh'ın cinlere Kur'ân okuduğundan, onları gördüğünden bahseden rivayetini reddedemeyiz. Çünkü İbn Mes'ûd, İbn Abbâs'dan yaşça daha büyüktür ve bahsettiği olaylara şâhid olmuştur. Bu durumda İbn Abbâs'ın yukardaki rivayetinin, cin sûresinde de bahsedilen bu konudaki ilk olayla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. [186]
İslâm alimlerinden çoğunun da bu görüşte olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Süleyman Ateş, bu konudaki âyetlerin tefsiri ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Birinci âyette cinlerden bir grubun, Kuran dinleyip, sonra kendi aralarında müteakip âyetlerde anlatılan sözleri konuştukları bildirilmektedir. Bu âyetten anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.v.), Kur'ân dinleyen cinleri görmemiş, fakat onların Kur'ân dinledikleri kendisine vahiy ile bildirilmiştir. Çünkü görseydi, onların Kur'ân dinlemeleri vahye dayandırılmazdı... İbn Abbâs'dan nakledilen bir haberde de, Peygamber'in (s.a.v.), cinlere özel bir surette Kur'an okumadığı ve onları görmediği, ancak cinlerin sözlerinin kendisine vahyedildiği anlatılmaktadır. Abdullah b. Mes'ud ise, Hz. Peygamber'in, özel olarak cinlere Kur'ân okuyup, onları gördüğünü rivayet etmiştir Mamafih, Hz. Peygamber'in cinlerle birkaç kez karşılaştığını, cinlerin Kur'ân dinlediğini, ilk defa görmemiş ise de sonradan onları gördüğünü bildiren rivayetler de vardır... Bazı âlimler, İbn Mes'ûd ve İbn Abbâs rivayetini bağdaştırmaya çalışmış, İbn Mes'ûd'un anlattığı olayın da Nahle'de vuku bulduğunu söylemişlerdir. Râzî, bu iki rivayeti sevkettikten sonra bunların yalanlanamayacağını ve şöyle bağdaştırılabileceğini söylüyor: Belki İbn Abbâs'ın anlattığı olay ilk defa olmuş, yüce Allah bu olayı Hz. Peygamber'e vahiy ile bildirmiştir Daha sonra da kendisine, gidip cinlere Kur'an okuması emredilmiştir. Şayet cin olayının bir defa olduğu kabul edilirse o zaman şöyle denilebilir: Hz. Peygamber'e gidip cinlere Kur'ân okuması emredilmiş, onlara Kur'ân okuyan Peygamber (s.a.v.) onların kendi aralarında ne konuştuklarını, ne yaptıklarım bilmemiştir. Allah onların konuşmalarını, Hz. Peygamber'e vahiy ile bildirmiştir. Yahut Peygamber (s.a.v.) onları görmüş, sözlerini duymuş, onlar da kendisine inanmışlar, kavimlerine dönünce:
'Biz şöyle şöyle bir Kur'ân dinledik'demişler. Allah da onların sözlerini Peygamber'e (s.a.v.) vahyetmiştir." [187]
Ahmed Naim ise, yukarda kaydettiğimiz İbn Abbâs rivayetinde bahsedilen olayın Hz. Peygamber hicret etmeden önce, Taif ten döndükten sonra meydana geldiğini söylemektedir. [188] Ahmed Naim, Siyer kitaplarında, bu hadisde anlatılan cin hâdisesinin, Hz. Peygamber'in Tâif seferinden Mekke'ye dönüşünde yarı yolda Nahle'de vukua geldiğinin kaydedildiğini, ancak kendisinin biraz farklı görüşte olduğunu söylemektedir. Ona göre olay, Resûlullâh'ın Taiften Mekke'ye dönmesinden sonra, Ukâz panayırına gitmek üzere yeniden yola çıkıldıktan sonra meydana gelmiştir. Çünkü, ilgili hadisde, bunun Hz. Peygamber'in Ukâz'a doğru yola çıkmasından sonra Nahle'de meydana geldiği anlatılmaktadır. Nahle ise, Ukâz Panayırı ile Taif arasında değil, Ukâz Panayırı ile Mekke arasında bir yerdir. Yine hadisde, Hz. Peygamber'in ashabına sabah namazı kıldırdığından bahsedilmektedir. Halbuki Taif seferinde, Hz. Peygamber'in yanında Zeyd b. Hârise'den başka kimse yoktu. Nitekim bu konudaki rivayetler, bu esnada Resûlullâh'ın yanında sadece Zeyd b. Hârise'nin bulunduğunu bildirmektedir. Hz. Peygamber İslâm'a daveti yalnızca Kureyş'e tahsis etmez, yabancılara da tebliğ ederdi. Bu iş için en uygun zaman ise Hac mevsimi idi. Bu aylarda, Ukâz, Mecenne ve Zü'1-Mecaz'da pazarlar kurulup kalktıktan sonra haccedilir, Hac esnasında Minâ'da birkaç gün ikâmet edilirdi. Bu aylar ve bu yerler her sene bütün Arap kabilelerinin toplandığı yerler idi. Hz. Peygamber de bundan istifade ederek, buraya gelen kimselere İslâm'ı tebliğ eder, imân eden kimseleri de kendi kabilelerine davetçi gönderirdi. İşte Resûlullâh'ın hadisde bahsedilen Tâif ten Mekke'ye dönüşleri de tam hac aylarına tesadüf etmişti. Anlaşıldığına göre Hz. Peygamber, Mekke'ye döndükten sonra sahabeden bazılarını yanına alarak, Ukâz Eanayırı'na gitmek istemiş ve bu sefer esnasında Batn-ı Nahle'de iken, yukarda kaydedilen âyet ve hadisde anlatılan cin olayı meydana gelmiştir. [189]
Ahkâf Sûresi'ndeki âyetlerden, [190] cinlerden beş-on kişinin Hz. Peygamber'e gelerek, Allah'ın Kitâbı'nı dinledikleri, daha sonra kendi kavimlerini uyarmakla görevli olarak dönüp, onları {Yâ Kavmenâ i Ey Kavmimiz) diye davet ettiklerini anlıyoruz. Bu durum ilgili âyetlerde Hz. Peygamber'e ve biz ümmetine haber verilmiştir.
Nakledildiğine göre, Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemiş olanlar Nusaybin yahut Ninova cinlerinden yedi veya dokuz kimse idiler. Bunların durumlarından ve sözlerinden Hz. Peygamber'in vahiy yoluyla haberdâr olduğunu gözönüne alan İslâm âlimleri, O'nun (s.a.v.) bu cinleri görmediği ve hususi olarak kendilerine Kur'ân-ı Kerîm okumadığı kanaatine sahip olmuşlardır. Yukardaki hadisin metninden anlaşıldığına göre cinler, Hz. Peygamber'in sabah namazında okuduğu Kur'ân'ı tesadüfen işiterek imân etmişler ve durumu kendi kavimlerine ilân ederek davete başlamışlardır. Ancak, onların bu işi tesadüfen öğrenip, sonra iman ederek kavimlerini İslâm'a davet etmelerini bir rastlantıya bağlamak pek mantıklı görünmemektedir. Cin olayının bir defa olduğu görüşünde olan İslâm âlimleri, İbn Mes'ûd'un aşağıda zikredeceğimiz bu konudaki rivayetini İbn Abbâs'ın yukarda kaydedilen nakline tercih etmişlerdir. Bu görüşte olan âlimlere göre, İbn Mes'ûd'un bu işe İbn Abbâs'dan daha çok vâkıf olması gerekir. Çünkü o, hâdiseyi bizzat görmüştür. İbn Abbâs ise, kıssayı sonradan işitmiştir. Yukarda da kaydedildiği gibi İbn Abbâs, Mekke'de Haşimoğulları'nın kuşatma altında olduğu dönemde dünyaya gelmiştir. Kendisi cin olayı meydana geldiği zaman, muhtemelen meme çağında bir çocuktu. Daha önce de belirtildiği üzere İbn Abbâs ve İbn Mes'ûd'un rivayetlerini te'lif eden İslâm âlimleri de vardır. Bunlara göre cin olayı, bir defa değil, çeşitli zamanlarda birkaç defa meydana gelmiştir. Cinlerin, kendi taraflarından elçi heyetleri göndermeleri Mekke ve Medine'de de vuku bulmuştur. Bu durumda bunların ilki, İbn Abbâs'ın yukarda haber verdiğidir ve bunda Hz. Peygamber'in İslâm'a davet kasdı yoktur. Bu olay Resûlullâh'a, Ahkâf ve Cin sûrelerinde yer alan âyetlerden de anlaşılacağı üzere vahiy yoluyla bildirilmiştir. Daha sonra İbn Mes'ûd'un rivayetinde de görüleceği gibi Mekke'de, cinler çok kalabalık bir heyet halinde Hz. Peygamber'in huzuruna gelmişler, Kur'ân'ı ve dinî hükümleri öğrenmek İstediklerini belirtmişlerdi. Diğer bazı rivayetlerden benzer vak'aların Medine'de meydana geldiğini anlamaktayız.[191]
İslâm âlimlerinin yukarda kaydettiğimiz son görüşünün daha İsabetli olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü Âdemoğulları gibi, inanmakla yükümlü olan cinlerin Kur'ân dinlemeleri, iman etmeleri tesadüfe bağlanamaz. Çünkü insanların inanıp, doğru yolu bulmaları rastlantıya bırakılmamış, kendilerine inzâr edici peygamberler ve Kitaplar gönderilmiştir. Bu açıdan cinlerle ilgili böyle bir konuda da tesadüfe yer yoktur. Bu husustaki âyetlerin incelenmesinden Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber'i Resul olarak gönderip, davetini açıktan yapma emrini vermesinden sonra, cinlerin de imân etmelerini dilediği anlaşılmaktadır. Bu sebeple her zaman göğe çıkıp oturan, gök haberlerini işiten cinleri, oradan üzerlerine şihâblar göndermek suretiyle koğdurup, tazyik buyurduğu, onların da İbn Abbâs'ın rivayetinde anlatıldığı üzere, "Yeryüzü'nde bir şey mi oldu? Neden koğulduk" diye başlarına gelen olayın sebebini araştırmaya sevkedildikleri ve Hz. Peygamber'i ve ashabını namaz kılarken görüp, okuduğu Kur'ân'ı dinledikleri, ve daveti hakkında bilgi sahibi oldukları ortaya çıkmaktadır. Kısacası Cenâb-ı Hak, onların Resûlullâh'ın tebliğine, davetine muhatap olmalarını dilemiş ve bu sebeple gereken şartları hazırlamıştır. Yüce Allah'ın tasarrufunda ise tesadüfe yer olamaz.
İbn Abbâs'ın yukarda kaydettiğimiz hadisinden, Hz. Peygamber'in, insanlar gibi cinlere de Elçi olarak gönderilmiş olduğu kesin olarak anlaşılmaktadır. Nitekim el-Ahkâf sûresinin sonlarıyla, Cin sûresinin ilgili âyetleri bu yüksek risaleti bizlere haber vermektedir. Şimdi de yukarda kaydettiğimiz İbn Abbâs rivâyetiyle çelişir gibi görünen, ancak İslâm âlimlerinin bu konudaki görüşlerini aktararak, aralarında herhangi bir tenakuzun söz konusu olmadığını ortaya koyduğumuz İbn Mesûd'un (ra) naklettiği hadisleri kaydetmek istiyoruz. Bu konuda İbn Mesûd'dan (r.a.) gelen rivayetlerin ilkini Müslim kaydetmiştir. Buna göre:
"Amir şöyle dedi:
Alkame'ye, 'Cin gecesinde İbn Mes'ûd Rasûlullah ile beraber hazır bulundu mu?' diye sordum."Alkame şöyle cevap verdi:
'Ben de İbn Mes'üd'a, cin gecesi içinizden hiçbir kimse Rashulullah ile beraber bulundu mu? diye sordum. O da: 'Hayır, hiçbirimiz beraber değildik, şu kadar ki Mekke'deyken bir gece Hz. Peygamber ile beraberdik. Derken kendisini kaybettik. Bunun üzerine Onu vadilerde, dağ yollarında aradık. Acaba cinler mi uçurdu, yahut apansızın bir baskına uğradı da öldürüldü mü? Ne oldu? diye sabah oluncaya kadar merak içinde kaldık. Nihayet sabaha ulaştık. Birde baktık ki, o Hıra tarafından geliyor. 'Ya Rasûlullah} Sizi kaybettik. Aradık, fakat bulamadık. Bu yüzden bütün gecemiz endişe içinde geçti, dedik. Hz. Peygamber:
'Bana cin taifesinin dâvetçisi geldi, onunla beraber gittim, yanlarına varıp Kur'ân okudum' buyurdu ve bizi birlikte götürüp onların isterini ve yaktıkları ateşlerin kanıtlarını gösterdi. Cinler, Hz. Peygamber'den azık istemişler O da:
“Üzerine Allah'ın adı zikrolunmuş ve ellerinize etten daha fazla olarak geçen her kemik sizin azığınızdır. Her deve pisliği de hayvanlarınıza yemdir' demiş. Rasûlullah (s.a.v), onun için ‘kemikle, hayvan gübresi ile taharetlenmeyin, çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir' buyurdu."
eş-Şa'bi, 'Cinler, Hz. Peygamber'den azık istediler. Onlar Cezire cinlerinden idiler,' dedi, şeklinde rivayette bulunmuştur." [192] Ahmed b. Hanbelin, İbn Mes'ûd'dan naklettiği diğer bir rivayete göre Hz. Peygamber, Mekke'deki Hacun mevkiinde cinlere Kur'an okuyarak gecelediğini haber vermiştir. [193] İbn Mes'ûd'dan gelen bir başka hadise göre, Kur'ân-ı Kerîm'i dinledikleri gece cinlerin gelip hazır olduklarım Hz. Peygamber'e bir ağaç bildirmiştir. [194] İbn Mes'ûd'dan yapılan bir nakil, yukarıdaki son rivayete açıklık kazandırmaktır:
Buna göre İbn Mes'ûd:
"Ben cinlerin Rasûlullah'a:
'Senin Allah'ın elçisi olduğuna kim şehâdet eder?' diye sorduklarını işittim. Bulunduğumuz yere yakın bir sakız ağacı vardı. Rasûlullah (s.a.v) ona işaret ederek cinlere:
'Şu ağacı gördünüz mü? O şehâdet ederse imân eder misiniz?' diye sordu. Onlar 'Evet, imân ederiz' dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber o ağacı çağırdı. O da bu emre uydu, ben de onun dallarını, budaklarını sürüyerek geldiğini gördüm. Rasûlullah ağaca:
'Benim Allah'ın elçisi olduğuma şehâdet eder misin?' diye sordu. Ağaç: 'Şehâdet ederim ki, Sen Allah'ın Resulüsün' dedi." [195]
Ebû Davud'un, İbn Mes'ûd'dan bu konuda naklettiği rivayet de şöyledir:
"Cin heyeti Peygamberimiz'in huzuruna geldi ve: -Ya Muhammedi Ümmetini, kemik, gübre ve kömürle taharetlenmekten sakındır. Çünkü onları Allah bize rızık kıldı, dediler. Resûlullâh da onlarla taharetlenmekten nehyetti.” [196]
Ahmed b. Hanbel'in, İbn Mes'ûd'dan yaptığı nakle göre de, cin gecesi, cinlerden iki kişi geride kalarak, Hz. Peygamber'e:
"Ya Resûlullah, fecrin doğuşunu seninle beraber seyredeceğiz" demişlerdir. Bu hadise göre Hz. Peygamber, orada hazır bulunan İbn Mes'ûd'dan abdest almak için su istemiştir. [197] Ancak en-Nevevî, Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettikleri bu hadisin zayıf olduğunu, bunun râvîlerinden Zeyd Mevlâ Amr b. Hureys'in meçhul bir kimse olduğunu kaydetmektedir. [198]
Bu konuda İbn Mes'ûd'dan nakledilen ve onun cin gecesine şâhid olup olmadığı konusunda birbirine zıt gibi görünen yukarda kaydettiğimiz rivayetlerle ilgili olarak Ebû Reyye şunları kaydetmektedir:
"Bazdan, İbn Mes'ûd'a cin gecesi hakkında sorulduğunu, onun da şöyle dediğini naklederler:
'Bizden hiçbiri o geceye şâhid olmadı.' Diğer bir kanaldan gelen rivayette ise, İbn Mes'ûd bir grup insan görmüş ve "Bunlar, cin gecesinde şâhid olduğum cinlere benziyorlar" demiştir. Görüldüğü üzere ikinci haber, onun cin gecesine şâhid oduğunu ifâde etmektedir. Haberler açıkça çelişmektedir. Bu duruma birinci haberin râvisinin metinden bir kelimeyi kaldırması yol açmıştır. Halbuki metnin aslı, 'Benden başka hiçbiri ona şâhid olmadı' şeklindedir." [199]
Bu hususta Tirmizî de, Câbir'den (r.a.) bir nakilde bulunmuştur. Buna göre Câbir (r.a.) şöyle anlatmıştır: "Rasûlullah ashabının yanına çıktı ve onlara er-Rahmân sûresini başından sonuna kadar okudu. Ashâb sustular. Hz. Peygamber: 'Cin gecesi bu sureyi cinlere okudum. Onlar cevap yönünden sizden daha iyi durumdaydılar. Çünkü ben, 'Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? Âyetine her geldiğimde onlar, 'Ey Rabbimiz) Senin nimetlerinden hiçbirini infcâr etmeyiz, hamd Senin içindir' dediler, buyurdu." [200] Tirmizî, naklettiği bu rivayet hakkında:
"Hadis, garîbdir. Onu yalnız el-Velîd b. Müslim'in, Zübeyr b. Muhammed'den naklinden bilmekteyiz. Ahmed b. Hanbel, 'Şamlılar'ın rivayette bulunduğu Züheyr b. Muhammed, Irak'da kendisinden hadis nakledilen kimse değil de, sanki adı değiştirilmiş başka bir şahıstır', demektedir. Ahmed b. Hanbel bu sözleriyle ondan münker hadis rivayet ettiklerini kastetmektedir. el-Buhârinin şöyle dediğini işittim:
'Şamlılar, Züheyr b. Muhammed'den münker hadisler rivayet etmektedirler. Iraklılar ise, ondan makbul hadisler nakletmişlerdir" [201] diyerek tenkidlerini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak, yukarda kaydettiğimiz haberlere, göre, Rasûlullah'a çeşitli defalar cinlerin elçileri heyetler halinde gelmiştir. Mekke'de, Medîne dışında Bakî'de, Hacûn'da, gelenler buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olayların dördünde İbn Mes'ûd'un bizzat bulunduğu anlaşılmaktadır. Cin heyeti çeşitli kereler geldiğine göre, İbn Abbâs'ın dediği gibi ilk seferinde Hz. Peygamber duruma vâkıf değildi. Cinleri görmedi, Kur'ân dinlediklerini bilmiyordu, bu husus kendisine vahiy ile bildirildi. Fakat Cin sûresi ve âyetleri nazil olduktan sonra meydana gelen olaylarda, Rasulullah'ın (s.a.v.) Allah'ın buyruğu ile çıkıp, cinlerle görüştüğü anlaşılmaktadır. [202]
eş-Şiblî, cin gecesiyle ilgili olarak İbn Mesûd'dan (r.a), sahih kaynaklarımızda yer almayan, uydurulmuş olduğu anlasılan bazı rivayetler kaydetmiştir. Bunların, Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber tarafından halife tayin edildiği iddialarıyla ilgili olduğu görülmektedir. Söz konusu rivayetlerden birisini aşağıya alıyoruz:
"Abdullah b. Mes'ûd'dan, 'Cin heyetinin geldiği gece Resûlullah ile beraberdim. Derin bir nefes aldılar.
“Neyiniz var, ey Allah'ın Rasûlü?” dedim.
“Kendi nefsime ölümü haber verdim,” buyurdu.
“Yerine halife bırak,” dedim.
“Kimi?” buyurdu.
“Ebû Bekr'i” dedim, sustular. Biraz sonra yine derinden bir nefes aldılar.
Kendilerine sordum:
“Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Elçisi! Neyiniz var?” dedim.
“Kendi nefsime ölümü haber verdim, ey İbn Mesûdi, buyurdu.
“Yerine halife bırak, dedim. -Kimi? buyurdular.
“Ömer'i dedim, sustular. Biraz sonra yine derin bir nefes aldılar. Kendilerine:
“Neyiniz var, ey Allah'ın Rasâlü? diye sordum.
“Nefsime ölümü haber verdim ey İbn Me'sâd! buyurdu.
“Yerine halife bırak, dedim.
“Kimi?, buyurdu.
“Ali'yi, dedim.
“Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ona itaat ederlerse Cennet'e girerler, buyurdu.” [203]
eş-Şiblî, yukarıya aldığımız bu rivayeti Ahmed b. Hanbel'in Abdürrezzâk vasıtasıyla İbn Mes'ûd'dan naklettiğini söylemektedir. Fakat Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer alan hadis çok kısa olup, burada Hz. Peygamber'in yerine halîfe tayin etmesinden söz edilmemektedir. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği rivayet şöyledir:
"İbn Mes'ûd'dan. 'Cin heyetinin geldiği gece Hz. Peygamber'le beraberdim. Onlar ayrıldıktan sonra Rasûlullah derin bir nefes aldı.
Bunun üzerine, 'Neyiniz var?' diye sordum. O da:
“Kendime ölümü haber verdim, ey İbn Mes'ûd' buyurdu." [204]
Görüldüğü gibi, İbn Mes'ûd'un Hz. Peygamber'den rivayeti bu kadardır ve Şiblî'nin rivayetinde yer alan hilâfetle ilgili hususlar yoktur. Bu durum, Şiiler tarafından, hadisin metnine sonradan, Şiblî'nin rivayetinde yer alan ilavenin yapıldığını ortaya koymaktadır. Bu konuda Şiblî'nin kaydettiği benzer bir nakil daha vardır. [205] Bunda da Hz. Peygamber'in, İbn Mes'ûd'un, yerine Ebu Bekir ve Ömer'i halife bırakması teklifinden hoşlanmadığı, bundan yüz çevirdiği, fakat Hz. Ali'nin halife olarak yerine geçmesi teklifinden razı ve hoşnud olduğu, "Kendisinden başka ilâh olmayana andolsun ki, ona biat eder ve itaat ederseniz, sizi Cennet'e sokar" buyurduğu nakledilmektedir. Bu rivayetin de Şiî kaynaklı olduğu ve siyasi maksatlarla uydurulduğu açıktır. eş-Şiblî'nin kaydettiği bu son rivayetin râvîlerinden Abd b. Abd Ebû Abdillah el-Cedelî ile Yahya b. Yala el-Eslemî'nin müfrit şiîlerden okluğu kaydedilmektedir. [206]
Bazı hadislerde cinlerin azığından bahsedilmektedir. Bunlardan Müslim tarafından kaydedilenine göre, İbn Mes'ûd (r.a.), Mekke'deyken bir gece Rasûlullah'la beraber oldukları bir sırada onu kaybettiklerini, sabah oluncaya kadar merak içinde kaldıklarını, sabahleyin Hz. Peygamber'in Hira tarafından geldiğini anlatmaktadır. Onun naklettiğine göre, yanlarına gelince Resûlullah'a nereye gittiği sorulmuş O da şöyle cevap vermişlerdir:
"Bana cin taifesinin davetçisi geldi, onunla beraber gittim. Yanlarına varıp Kur'ân okudum." İbn Mes'ûd daha sonra şöyle demiştir:
"Ve bizi birlikte götürüp, onların izlerini ve yaktıkları ateşin kalıntısını gösterdi." Cinler Hz. Peygamber'den azık istemişler. O da:
"Üzerine Allah'ın adı anılmış ve olabildiği kadar bol etli olarak elinize geçen her kemik sizin azığınızdır. Her bir deve pisliği de hayvanlarınıza yemdir" demiştir. Rasülulullah (s.a.v)
"Onun için, kemikle hayvan gübresi ile taharetlenmeyin, çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdu. [207]
Hadis, Abdullah b. Mes'ûd (r.a.), Alkame b. Kays, Âmir eş-Şa'bî vasıtasıyla Dâvud b. Ebî Hind'e, ondan itibaren üçer râvî vasıtasıyla Müslim'e ulaşmaktadır. Dâvud b. Ebî Hind'den, Abdü'1-A'lâ b. Abdi'1-A'lâ, İsmail b. İbrahim (İbn Uleyye) ve Abdullah b. İdrîs tarafından rivayet edilmiştir. Abdü'1-A'lâ'dan, Muhammed b. el-Müsennâ, İbn Üleyye'den Ali b. Hucr, Abdullah b. İdrîs'den de Ebû Bekr b. Ebî Şeybe adı geçen hadisi alarak Müslim'e nakletmişlerdir. Aynı hadis, Abdullah b. Mes'ûd, Alkame b. Kays, Âmir eş-Şa'bî, Dâvud b. Ebî Hind, İsmail b. İbrahim (İbn Uleyye), Ali b. Hucr es-Sa'dî vasıtasıyla Tirmizî tarafından da kaydedilmiştir. [208] Tirmizî'nin senedi ile Müslim'in isnadlarından birisi aynıdır. (Bkz. Ek: 1). Hadisin Tirmizî'deki metninde de: "Olabildiği kadar bol etli olarak elinize geçen, üzerine Allah'ın adının anıldığı her kemik sizin azığınız, her tezek veya her ters de hayvanlarınızın yiyeceğidir" denilmektedir. Tirmizî, kaydettiği bu hadise Hasen-Sahîh hükmünü vermektedir. Yine o, aynı rivayeti, Abdullah b. Mes'ûd'dan, Alkame, Şa'bî, Dâvud b. Ebî Hind, Hafs b. Gıyâs ve Hennâd vasıtasıyla muhtasar olarak nakletmiştir. Bunun metni de şöyledir:
"Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.). Hz. Peygamber:
"Tezek ve kemikle taharetlenmeyin, çünkü o cinlerden kardeşlerinizin azığıdır' buyurdu." [209] Tirmizî'nin bu rivayetinin isnadı da, bu konudaki diğer senedler gibi Dâvud b. Ebî Hind'de birleşmekte, Âmir eş-Şa'bî ve Alkame vasıtasıyla Abdullah b. Mes'ûd'a ulaşmaktadır. Bu rivayetin eş-Şa'bî'nin tasarrufuna uğradıktan sonra bu şekle geldiğinde şüphe yoktur. Şa'bî, burada da görüleceği üzere Hz. Peygamber'in bu hadisindeki "Cin" lafzını, ona imân etmeye gelen cinler için kullanılmış zannettiği için, hadisi, "Çünkü o cinlerden kardeşlerinizin azığı" şeklinde sokmuş olmalıdır. Hz. Peygamber'in bu konudaki sözlerinde (....= Ihvdnufcum/Kardeşleriniz) lafzı olmamalıdır. Tahminimize göre bu ilâve eş-Şa'bî tarafından yapılmıştır. Bu kelime kaldırıldığı zaman problem ortadan kalkmakta ve Hz. Peygamber'in bu hadislerinde "Cin" lafzıyla mikropları kasdettiği net bir şekilde ortaya çıkmaktadır, (İkvânu-kum/Kardeşleriniz) sözü ilave edildiği takdirde, hadisin metni problemli bir hal almaktadır. en-Nesâî'nin bu konudaki rivayetinde ver-Riksü=Tezek, cinlerin yiyeceğidir" demesi de dikkat çekicidir [210] ve hadisin aslında (Ihvdnufeum=Kardeşleriniz) lafzının olmadığına dair görüşümüzü desteklemektedir.
Görüleceği üzere söz konusu rivayet metin açısından problemlidir. Bu hadisde görülen en önemli problem de, râvîlerden eş-Şa'bî'nin sözünün, İbn Mes'ûd'un ifadesine dahil edilerek, ondan nakledilen bir hadis şekline sokulmasıdır. Tirmizî'nin rivayetinde, eş-Şa'bî'nin sözü Abdullah b. Mes'ûd'un (r.a.) sözünden net bir şekilde ayrıldığı halde, [211] Müslim'in, Muhammed b. el-Müsennâ vasıtasıyla yaptığı rivayette eş-Şa'bî'nin sözü olan kısım belirtilmemiştir. [212] Dolayısıyle eş-Şa'bî'ye ait söz de Abdullah b. Mes'ûd'un naklettiği hadisin metninden sanılmaktadır. Müslim'in Ali b. Hucr es-Sa'dî (Tirmizî'deki isnâd) ve Ebu Bekr b. Ebî Şeybe vasıtasıyla yaptığı rivayetlerde ise, eş-Şa'bî'nin sözü olan kısma işaret edilmekteyse de, [213] Muhammed b. el-Müsennâ'nın naklinin metne esas alındığı görülmektedir.
Müslim, Ali b. Hucr ve Ebu Bekr b. Ebi Şeybe'den yapılan rivayetler hakkında şunları kaydederek, bu hususa işaret etmektedir:
"Bu hadisi bana Ali b. Hucr es-Sa'dî takdis etti. Bize İsmail b. İbrahim, Dâvud'dan bu isnâd ile 'Cinlerin yaktıkları ateşlerin izlerini gösterdi' sözüne kadar rivayet etti. eş-Şa'bî, 'Cinler
Hz. Peygamber'den azık istediler. Onlar Cezire cinlerinden idiler, dedi' şeklinde, hadisin sonuna kadar, eş-Şa'binin sözü olarak Abdullah b. Mes'ûd'un hadisinden mufassal bir halde rivayet edilmistir." [214] "Bu hadisi bize Ebu Bekr b. Ebî Şeybe takdis etti. Bize Abdullah b. İdrîs, Dâvud'dan o da eş-Şa'bî'den, o da Abdullah b. Mes'üd'dan, o da Hz. Peygamber'den, Ateşlerinin izlerini' sözüne kadar rivayet etti, bundan sonrasını zikretmedi." [215]
İmâm en-Nevevî de bu konuda, "ed-Dârekutnî'nin bildirdiğine göre, adı geçen İbn Mes'ûd hadisi, (Fe Frânâ Âsârahum ve Asara Nîrânihim/Bize cinlerin izlerini ve ateşlerinin izlerini gösterdi) cümlesinde sona erer. Geri kalan kısım eş-Şa'bî'nin sözüdür. Hadisi eş-Şa'bî'den alan Dâvud b. Ebî Hind'in ravileri İbn Uleyye, İbn Ebî Zaide, İbn İdrîs ve diğerleri de, bunu eş-Şa'bî'nin sözü olarak nakletmişlerdir. Fakat eş-Şa'bî gibi bir zatın bu sözü kendiliğinden söylemesine imkân ve ihtimâl yoktur. O bunu mutlaka Hz. Peygamber'den naklen rivayet etmiştir. Yalnız, bu kısım İbn Mes'ûd rivayetinde yoktur." [216] demektedir. Bu durumda İbn Mes'üd'dan nakledilen hadis, (Fe Erânâ Âsârahum ve Asara Nirânihim/Bize cinlerin idlerini ve ateşlerinin eserlerini gösterdi) cümlesi ve yukarı kısmıdır. Bu ibareden aşağıda yer alan şu bölüm eş-Şa'biye ait bir ilavedir:
"Cinler Hz. Peygamber'den azık istemişler O da:
'Üzerine Allah'ın adı zikrolunmuş ve olabildiği kadar bol etli olarah elinize geçen her kemik sizin azığınızdır. Her bir deve pisliği de hayvanlarınıza yemdir' demiştir Rasûlullah:
'Onun için kemikle, hayvan gübresi ile taharetlenmeyin. Çünkü onlar kardeşlerinizin yiyeceğidir' buyurdu."
Bu kısmın problem arzettiği açıktır. en-Nevevî'nin de işaret ettiği üzere râvî eş-Şa'bî'nin yaptığı bu ilave elbette kendiliğinden değildir. Tahminimize göre eş-Şa'bî, hadise kendi sözünü katmamış, bu konuda bildiği başka bir müstakil hadisi yukarıdaki rivayete ilâve etmiş ve her ikisini tek hadis haline sokmuş olmalıdır, ikinci hadisin senedini ve kimden alındığını da belirtmemiştir. Belki de bunu İbn Mes'ûd'dan nakledilen ilk hadisi daha iyi açıklamak maksadıyla yapmıştır. Ancak eş-Şa'bî'nin bu tutumu, birinci hadisi de problemli hale soktuğu için isabetli olmamıştır. Çünkü daha sonra kaydedeceğimiz bazı rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, "Cin" sözü ile Hz. Peygamber sadece, Kur'ân-ı Kerim'de kendilerinden bahsedilen, erkeği-dişisi, müslümanı-kâfiri olan cinleri kasdetmemiştir. O (s.a.v.), farklı zamanlarda yeri geldikçe mikroplardan da bahsetmiş ve onların bilinmediği, mikroskobun keşfedilmediği o dönemde mikroplar için de "Cin" lafzını kullanmıştır. Bu husus günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Kısacası biz, çağımızdaki ilmî ve teknik gelişmelerin ışığında Hz. Peygamber'in "Cin" kelimesi ile nerede mikropları, nerede de özel anlamda cinleri kasdettiğini anlayabilmekteyiz. Fakat geçmiş dönemlerde İslâm âlimlerinin, çağlarında henüz mikrop ve mikroskop keşfedilmediği için hadislerde geçen "Cin" lafızlarının tamamını, özel anlamıyla mükellef ve akıl sahibi olan, erkeği-dişisi, mü'mini-kâfiri bulunan cinler için kullanılmış kabul ettiklerini, açıklama ve yorumlarını bu doğrultuda yaptıklarını görmekteyiz. Bu husus onların dönemleri için doğru olsa bile, artık günümüzde bunları ayırd etmek ve Hz. Peygamber'in hangi sözünde cinleri, hangi hadisinde mikropları kasdettiğini belirtmek durumundayız. Kanaatimizce "Kemik ile tezeğin cinlerin ve hayvanlarının yiyeceği olduğuna" dair rivayetlerde de böyle bir durumla karşı karşıyayız. Aşağıda kemik ve tezeğin, taharetlenmede kullanılmasını yasaklayan hadisleri incelediğimizde görüşümüzün İsabetli bulunacağını ümid etmekteyiz. Bu açıdan Müslim ve Tirmizî'nin naklettikleri İbn Mes'ûd (r.a.) hadisinde "Cinler'e kemiğin, hayvanlarına tezeğin azık olarak verilmesi" söz konusu değildir. Hadisde bu husus yoktur. Bu durum eş-Şa'bî'nin bir başka hadisi ya da bu konuda duyduğu bir bilgiyi, açıklama ve yorum maksadıyla İbn Mes'ûd'un nakline eklemesinden kaynaklanmaktadır. Fakat eş-Şa'bî'nin bu iki rivayeti birleştirmesi, ya da bildiği bir hususu İbn Mes'ûd'un hadisine eklemesi isabetli olmamıştır. Bu husus günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü kanaatimize göre, eş-Şa'bî'nin İbn Mes'ûd hadisine eklediği kısımda "Cin" lafzıyla mikroplar kasdedilmektedir. Birinci rivayette ise özel manasıyla, Hz. Peygamber'den Kur'ân dinleyerek iman eden cinlerden bahsedilmektedir. eş-Şa'bî, "Cin" lafzı ile ifade edilen her iki grub varlığı aynı cins sanarak böyle bir işe kalkmıştır. Kaynağını bilemediğimiz, eş-Şa'bî'nin ilave ettiği kısım kendi içinde de problemlidir. Çünkü cinlerden “Kardeşleriniz" olarak bahsetmektedir. Burada kasdedilen mikroplarsa (ki kanaatimize göre öyledir) onların müslümanların kardeşi olması söz konusu değildir. Eğer cinlerse (eş-Şa'bî öyle zannediyor), onlar müslüman oldukları halde niçin sadece "üzerine Allah'ın adı anılan kemikleri" yesinler? [217] Çünkü bu husus üzerine besmele çekilmeyen yemeklerden şeytânların da yediğinden bahseden bazı hadislere aykırıdır. [218] Şeytan diye cinlerin kâfir olanlarına denilmektedir. Besmele çekmeden yemek yiyen, Allah'a inanmayan nice insanlar vardır ve bunların sofrasından kendilerinin yediğinin dışında herhangi bir şey eksilmemektedir. O zaman yukarda kaydettiğimiz, "Şeytanların da besmele çekmeden sofraya oturan insanlarla beraber yemek yediğinden" bahseden rivayetleri mecazî manada anlamak gerekmektedir. Buna göre bu hadislerde, şeytânın bizim gibi yemek yediği değil, mü'minlerin, feyz ve bereketli olması, Yaratıcımızın ve O'nun verdiği nimetlere şükredilmesi açısından yemeğe başlarken Allah'ın adını anmaları gerektiği hususu anlatılmak istenmektedir. Cin ve şeytânın, yaratılışlarına uygun birer beslenme tarzı olabilir. Bizim, hayatımızı devam ettirebilmek için gerekli olan enerjiyi sağlamak maksadıyla yiyip içtiğimiz gibi onlar da, kendileri için gerekli olan enerjiyi hususî yollarla sağlayabilirler. [219] Ancak bunun, mikrop yatağı tezekler ve kemiklerle olmadığı açıktır. Eğer onlar enerji sağlamak için bizim gıdalarımıza muhtaçlarsa, herhalde bunu kemik ve tezekten değil, bizim de hoşumuza giden temiz gıdalardan sağlarlardı. Çünkü yukarda kaydettiğimiz hadislerde, onların insanların sofrasına ortak olduğundan bahsedilmektedir. Bu rivayetlerde yukarda belirttiğimiz mecazî yön kastedildiğine göre, cinlerin güzelim yiyecek sofralarını bırakıp, tezekle kemiğe sokulacaklarını düşünmek pek mantıklı görünmüyor. Onların bizim bilemediğimiz, kendilerine mahsus ayrı enerji kaynakları, beslenme yolları, gıda maddeleri olduğunu kabul etmek en doğru yol olmalıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber'in, Mekke döneminde veya Medine'de kendisine iman eden cinlere kemiği, hayvanları için tezeği yiyecek olarak verdiğini kabul etmek bizce isabetli değildir. Cinlerin kendisini ziyaretlerinde ne böyle bir istekleri olmuştur, ne de Hz. Peygamber'in bu hususta onlara böyle bir tavsiyesi söz konusu olmuştur. eş-Şa'bî'nin ilavesini doğru kabul edersek bazı sorular karşımıza çıkmaktadır. Söz gelimi yukarda kaydedilen hadislere göre şeytanlar ya da kâfir cinler, besmelesiz sofraya oturan müslümanların yemeklerine ortak olup dururken, güzel temiz yiyeceklerden yerlerken, Hz. Peygamber'e iman eden cinler niçin sadece mikrop ve bakteri yatağı kemiklerle yetinmek zorunda kalsınlar? Bu hususun bir problem olduğu ve bunun burada "Cin" lafzıyla mikropların kasdedildiğinin kabul edilmesiyle çözümlenebileceği açıktır.
Müslim ve Tirmizî'nin kaydettikleri yukardaki hadisde İbn Mes'ûd (r.a.), "Hz. Peygamber bizi birlikte götürdü ve cinlerin izlerini ve ateşlerinin izlerini gösterdi" demektedir. [220]
Cinlerin ya da ateşlerinin izleri ifâdesinin, bizim bildiğimiz anlamda ayak izi ya da yakılan bir ateşin is ve küllerden müteşekkil kalıntısı şeklinde anlaşılmaması gerektiği açıktır. Çünkü bu durumda cinlerin, üşüdükleri zaman ısınmak için, ya da gece aydınlanmak maksadıyla ateş yakmaya ihtiyaçları vardır, sonucu çıkar. Halbuki böyle bir durumun söz konusu olmadığı açıktır. Çünkü Yeryüzü'nde aydınlanma ve ısınma maksadıyla ateş yakan, geride kül ve iz bırakan yegane varlık insanoğludur. Asırlardır dünya üzerinde ondan başka böyle bir tasarruf yapan varlık ne duyulmuş ne de görülmüştür. Cinlerin yapıları ise zaten farklıdır. Onlar dumansız ateşten yaratılmış varlıklardır. Göğe çıkabildikleri, dünyanın her tarafını dolaşabilme imkanına sahip oldukları Kur'ân'da bildirilmektedir. Semâya çıkabilen, ışından yaratılan bu akıllı ve mükellef varlıkların, bizim vücut yapımız gereği ihtiyaç duyduğumuz aydınlanma, ısınma ve solunumumuz için gerekli olan oksijen almaya ihtiyaçları olmadığı anlaşılıyor, insanoğlu atmosferin dışında bir takım aygıtlar olmasa, oksijensiz kalacağı için yaşayamaz. Fakat cinler için böyle bir durum söz konusu değildir. Onlar atmosferin dışında da dolaşabildiklerine göre, solunuma ve oksijene ihtiyaçları olmamalıdır. Atmosferin dışında gökte siyah karanlıklar içinde dolaşabildiklerine ve Hz. Peygamber'i sabah namazında gelip izleyebildiklerine göre, [221] görebilmek için bizim bildiğimiz anlamda ışığa ihtiyaçları olmamalıdır. Demek ki onlar, bizim mahiyetini henüz bilemediğimiz bir takım ışınlarla da görebilecek yapıdadırlar. Burada henüz dedik, çünkü Hz. Peygamber'in haber verdiği "Cinler" den bir kısmını meydana getiren mikroplar, günümüzde geliştirilen mikroskop, elektron mikroskop gibi aletler yardımıyla insanoğlunun bilgi ve görüş sahasına girmiştir. Fakat mikroplar gibi, cinler de hiçbir zaman insanoğlu tarafından çıplak gözle görülemeyeceklerdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de de haber verildiği gibi, [222] gözümüz onları görecek yapıda yaratılmamıştır. Kaydetmek gerekir ki, önceleri insanoğlunun bilgisinin dışında olan X, röntgen, ultraviyole vb. kızıl ya da mor ötesi ışınlar, radyo, tv. dalgaları günümüzde bilinmekte ve kendilerinden yararlanılmaktadır. Burada karşımıza şöyle bir soru çıkmaktadır:
Cinlerin de kendilerine göre ışından yaratılan bir vücudları varsa ve bunlar bu evren içindeyse, bir gün keşfedilmeleri mümkün olabilir mi? Kanatimizce, meleği ve şeytanı, fiziğin imkanlarıyla keşfedebilmemiz nasıl imkan dışı ise, cinlerin birgün keşfedilmeleri de imkan dışıdır. Çünkü melek ve şeytan, bu dünya hayatına gönderilişimizdeki imtihan hikmetiyle ilgili varlıklardır ve bizden bu görmediğimiz varlıklara imân etmemiz istenilmiştir. Sonuç olarak hadisde bahsedilen izler, bildiğimiz anlamda izler, ya da ateş olmamalıdır. Onlar, aydınlanmaya ya da ısınmaya ihtiyacı olan Hz. Peygamber için bu ateşi yakmış olabilirler, ya da Resûlullah'â cinlerin de gelip iman ettiklerine delil olsun diye böyle bir yola başvurmuş olabilirler. Günümüzde atmosferin, dünyadaki canlıları uzayın zararlı kozmik ışınlarından koruduğu bilinmektedir. İnsanoğlu lazer ışınlarıyla uyduları tahrip edebilmekte, göremediğimiz zararlı ışınların, manyetik alanların kanserojen etkisinden bahsedilmektedir. Bu açıdan ışından yaratılan cinler de yukarda kaydettiğimiz maksadlarla ya da başka bir gayeyle Hz. Peygamberle görüşmeye geldiklerinde kendilerine mahsus yöntemlerle iz bırakmış ya da ateş yakmış olabilirler.
Yukarda kaydettiğimiz kemiğin cinlerin, tezeğin de hayvanlarının azığı olduğundan bahseden İbn Mes'ûd hadisinden başka [223] rivayetler de nakledilmiştir ve bunlarda Hz. Peygamber kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasaklamaktadır. Ancak bu hadislerde "kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğu" hususu Resûlullâh'ın bu yasağına gerekçe olarak gösterilmemiştir. Sadece bunlarla taharetlenme yasaklanmıştır, kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğundan baıhsedilmemiştir. Bu rivayetlerden birisi yine Abdullah b. Mes'ûd tarafından nakledilmiştir. O şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber tuvalete çıktı ve bana kendisine üç tane taş getirmemi emretti. Ben de ona iki taş buldum. Üçüncü taşı aradıysam da bulamadım. Bunun için de bir hayvan dışkısı (tezek) alıp, bunları Hz. Peygamber'e getirdim. Hz. Peygamber iki taşı aldı, hayvan dışkısını attı ve 'Bu pistir' buyurdu." [224]
en-Nesâî, naklettiği bu hadisde ilave olarak, (...=Rihs/Hayvan dışkısı, cinlerin yiyeceğidir) demektedir ki, bu husus burada "Cin" lafzı ile mikropların kasdedildiğine dair görüşümüzü te'yid etmektedir. Günümüzde hayvan dışkısı ya da tezeğin mikrop ve bakterilerin üreme yeri olduğu, onların bunları yiyerek çoğaldıklarını açıklamaya gerek yoktur. Bu maddelerin bir mikroskop altına alınarak incelenmesi burada cinlerin hayvanlarının mı yoksa bakteri ve mikropların mı bulunduğunu göstermeye yeterli olacaktır. İbn Mes'ûd'dan nakledilen diğer rivayetlerde de Hz. Peygamber'in kemik, tezek ve kömürle taharetlenmeyi yasakladığı bildirilmektedir. [225]
Şu halde yukardaki hadisten de anlaşılabileceği gibi, Resûlullâh'ın tezekle taharetlenmeyi yasaklamasının sebebi, bunların "pis" oluşundandır. Nitekim Hz. Peygamber bunların "pis" olduğunu söylemiştir. Böyle maddeler ise mikrop kaynağıdır. Bunlarla taharetlenmek, İslâm'ın temizlik anlayışına aykırıdır ve insan bunlarla temizlenmeyle kalkarsa idrar yolları ve diğer organları iltihaplanıp, çeşitli hastalıklara yakalanabilir. Bu rivayetlerde bahsedilen "Cin" lafzı ile mikropları değil de, bildiğimiz cinleri anlayarak tezeğin cinlerin hayvanlarının azığı olduğunu ileri sürenlerimizin düştüğü bir çelişki de şudur:
İslâm, leş ve pislik yiyen hayvanların etlerinin yenilmesini yasaklamıştır. O zamanki imkanlar içerisinde, bunlarla beslenen tavuk ve horozun hapsedilmesini, vücutlarından yedikleri pisliğin tesiri çıkıncaya kadar yenilmemelerini emretmiştir. Tarih boyunca insanoğlu da taşıdığı hayvanlara asla pislik yedirmemeye gayret etmiş, onlara yem olarak temiz arpa, yulaf, ot, saman vs. vermiştir. Burada biraz da nükteli bir şekilde konuya yaklaşarak, kendi hayvanlarımıza yedirmediğimiz tezeği, hayvan dışkısını din kardeşlerimiz olan cinlerin zavallı hayvanlarına nasıl yediririz? Yeryüzü'ndeki ot çöp onlara da yetmez mi? sorularını ortaya atabiliriz. Öyleyse, tezeğin cinlerin azığı olduğu hususunu, "mikropların üreme ortamı" şeklinde anlamak durumundayız. Aksi takdirde hadisi bir muamma haline sokar, aklımız ermiyor diye red mi edeceğiz, der dururuz. Halbuki burada inkâr değil, aksine hadisleri ve Hz. Peygamber'in bunlardan maksadını anlama söz konusudur.
Selmân-ı Fârisî'den (r.a.) de bu konuda bir rivayet gelmektedir. Bu hadisde de, Hz. Peygamber, hayvan pisliği ve kemikle taharetlenmeyi yasaklamıştır. [226] Ebû Hureyre'den (r.a.) gelen nakilde ise, hayvan tersi ve çürümüş kemikle (er-Rim-metü) taharetlenmenin yasaklandığı bildirilmiştir. [227] Ki, hayvan dışkısı ve tezeği gibi, çürümüş kemiğin de bakteri kaynağı olduğu açıktır. Burada çürüme olayının hangi sebeple meydana geldiği, kemikleri nelerin yiyip bitirdiğini gözönüne almakta yarar vardır. Câbir b. Abdillâh, Ruveyfî b. Sabit ve Huzeyme b. Sabitten de (r.a.) Hz. Peygamber'in, kemik, insan ve hayvan dışkısı (tezek) ile taharetlenmeyi yasakladığına dair hadisler nakledilmektedir. [228] Bu konuda, İbn Mes'ûd'dan gelen rivayetin bir benzeri olarak [229] el-Buhârî'nin kaydettiği bir hadis daha vardır. Burada Ebû Hureyre şöyle demektedir:
"Hz. Peygamber, tuvalet ihtiyacı için çıktığında arkasından gittim. Yürürken arkasına dönüp bakmazdı. Kendisine yaklaştım. 'Silinip temizlenmem için bana taşlar buluver' dedi Yahut buna benzer bir şey söyledi. 'Fakat bana kemik ve fışkı getirme' buyurdu. Ona eteğimin kenarı içinde birkaç taş getirip, yanına koydum ve uzaklaştım. Tuvalet ihtiyacını giderdiği zaman onlarla silindi.” [230]
Görüleceği üzere sahih kaynaklarımızda yer alan ve yukarda kaydettiğimiz hadislerde Hz. Peygamber, kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasaklamış ve bunun sebebini cinlerle irtibatlandırmamıştır. en-Nesâî ise, tezek için, "Cinlerin yiyeceğidir" demiştir. [231] Bununla da mikropların kasdedildiğinin açık olduğu yukarda da kaydedilmişti. Zaten bu açıklama, tezeğin cinlerin hayvanlarının azığı olduğunu bildiren Müslim ve Tirmizî'nin nakline aykırıdır. [232] Ebu Hureyre'den yapılan diğer bir rivayette, kemik ve tezekle tahareti yasaklamasına diğer bir gerekçe olarak Hz. Peygamber:
"Bunlar temizlemezler" buyurmuştur. Dârekutnî, bu hadisin sahih olduğunu bildirmiştir. [233]
Buraya kadar naklettiğimiz hadislerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber, kemik, tezek ve kömürle tahareti yasaklamış, tezeği (...Riks), veya (... Rics) pis olarak nitelemiş, bunların insanın taharetlenmesine, temizlenmesine elverişli olmadığını bildirmiş, kemik, ye tezekte mikropların üremesine uygun bir ortam bulunduğunu kasdetmiştir. Bu rivayetlerde "Cin" lafzi ile mikropların kasdedildiği hususunun dışındaki tüm konular, önceki İslâm bilginleri tarafından gerek fıkhı hükümler, gerekse hadislerin şerhi dolayısıyle kaynak eserlerimizde zikredilmiştir. Bu âlimlerimiz, pis olup taharetlenmeye elverişli olmamalarını, cinlerin ve hayvanlarının azığı olmalarını kemik ve tezekle taharetin yasaklanmasına gerekçe olarak göstermişler, fakat cinlerle mikropların da kasdedilmiş olabileceği üzerinde durmamışlardır. [234]
Kaydedildiğine göre el-Hâkim, Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) bu konuda şöyle bir rivayet nakletmiştir:
"Hz. Peygamber, kemik ve tezeğin cinlerin gıdası olduğunu söyleyince, İbn Mes'ûd şu soruyu sormuştur:
'Bu onlara ne fayda sağlar, ya Rasülallah?' Hz. Peygamber de:
'Onlar ne zaman bir kemik bulurlarsa, onun üzerinde kesildiği günkü etini bulurlar. Bir tezek bulduklarında da, onda yenildiği günkü taneyi bulurlar.' buyurdu." [235] el-Hâkim'in bu rivayetinin zayıf olduğu açıktır. Çünkü bu da, İbn Mes'ûd'dan nakledilen Müslim ve Tirmizî hadisi gibi, [236] cin gecesi ile, kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğu hususunu birleştirmiştir. Müslim ve Tirmizî'nin rivayetinde, İbn Mes'ûd'un cin gecesinden bahseden hadisine, râvî Âmir eş-Şa'bî'nin kemik ve tezeğin cinlerin azığı olduğu hususunu ilave ettiğini daha önce görmüştük. el-Hâkim'in bu rivayeti de aynı paralelde olup, aynı işleme tabi tutulduğu anlaşılmaktadır.
Konumuzla ilgili olarak el-Buhârî'nin naklettiği bir hadisi de kaydetmek istiyoruz. el-Buhârî'nin, Musa b. İsmail, Amr b. Yahya b. Sa'îd, onun dedesi vasıtasıyla Ebu Hureyre'den naklettiğine göre:
"Ebû Hureyre, Hz. Peygamber'in abdest alması ve istinca suyu için yanında küçük bir kırba taşırdı. Bir defasında Hz. Peygamber tuvalet ihtiyacını gidermek için çıktığında Ebu Hureyre arkası sıra kırba ile onu takip ederken Resûlultah:
“Kimdir o? diye seslendi. Ebû Hureyre de:
'Ben Ebu Hureyre!' diye cevap verdi. Hz. Peygamber:
'Benim için istinca yapacağım bir kaç taş ara, sakın bana kemik ve hayvan gübresi getirme!' buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki:
'Ben, elbisemin kenarında bir kaç taşı kendisine getirdim ve onları yanıbaşına koydum ve yanından ayrıldım. Nihayet, ihtiyacını giderdikten sonra Hz. Peygamber'in yanında yürüdüm. Yolda kendisine:
'Kemik ve hayvan gübresi ile temizlenmekte ne var?' diye sordum. Nebi (s.a.v.):
“Bu ikisi cinlerin yiyeceğindendir. Muhakkak ki, Nusaybin cinlerinin bir heyeti geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de Allah'a, uğrayacakları her kemik ve tezek üzerinde kendileri için mutlaka bir yiyecek bulmaları için dua ettim' buyurdu." [237]
Kanaatimizce, Müslim ve Tirmizî'nin naklettikleri rivayete Âmire eş-Şa'bî'nin yaptığı gibi, [238] ravilerden birisi tarafından bu hadise de ekleme yapılmıştır. Tahminimize göre:
(Ve înnehu Etânî Vefdu Cinni Nusaybîyne... Muhakkak ki bana Nusaybin cinlerinin bir hey'eti geldi...) cümlesinden itibaren olan kısım hadise sonradan eklenmiştir. Zaten bu kısım, metnin baş tarafının akıcılığına pek uymamaktadır. Ayrıca hadisin metni de bir takım tutarsızlıklar taşımaktadır. Hadisde, yanında taharetlenmek ve abdest almak için su bulunduğu halde Hz. Peygamberin istincâ yapmak için Ebû Hureyre'den taş istediği anlatılmaktadır ki, bu husus pek mantıklı gözükmemektedir. Nitekim el-Buhârî'nin yine Ebu Hureyre'den naklettiği bu konudaki diğer hadis, konumuzla ilgili hadisin metnine sonradan ekleme yapıldığına dair kanaatimizi desteklemektedir. Daha öncede kaydettiğimiz bu hadis şöyledir:
"Hz. Peygamber ihtiyacını gidermek için çıktığında ardından gittim. Yürürken arkasına dönüp bakmazdı. Kendisine yaklaştım.
'Silinip temizlenmem için bana taşlar arayıver' dedi veya buna benzer bir söz söyledi. 'Fakat bana kemik ve tezek getirme!" buyurdu. Ona, eteğimin kenarında bir kaç taş getirip, yanına koydum ve uzaklaştım. İhtiyacını giderdiği zaman onlarla silindi. [239]
Görüldüğü üzere Ebu Hureyre'nin şahid olduğu olay tektir ve bu olayda Hz. Peygamber, ondan taharetlenmek için taş istemiş, tezek ve kemik getirmemesini söylemiştir. Ebû Hureyre bunun sebebini sorduğunda da "Bunların, cinlerin yiyeceğinden olduğunu" bildirmişlerdir. Resûlullah buradaki "Cin" lafzıyla mikropları kasdetmiş, durumu kavramayan, el-Buhârî'nin söz konusu rivayetindeki ravilerden birisi, bu sözle bildiğimiz cinlerin kasdedildiğini sanarak, hadise yukarda bahsedilen ilaveyi yapmış, Ebû Hureyre'nin şahid olduğu bu olayı imân etmek üzere gelen cinlerle irtibatlandırmıştır. [240] Bu kanaatimizi destekleyen bir husus da şudur ki, el-Buhari'nin naklettiği her iki hadisin isnadı da Amr b. Yahya b. Sa'îd el-Mekkî'de birleşmektedir. (Bkz. Ek: 2). O da dedesi Sa'îd b. Amr'dan, o da Ebu Hureyre'den rivayet etmektedir. el-Buhârî'nin Ahmed b. Muhammed el-Mekkî vasıtasıyla yaptığı nakilde [241] cinlerin azığından bahseden ve bizim hadisin aslında olmadığını tahmin ettiğimiz ilave kısım yoktur. Burada Ebu Hureyre, Resûlullah'a taş getirdiğini, Hz. Peygamber'in onlarla taharetlendiğini söylemekte ve hadisin metni sona ermektedir. el-Buhârî'nin, Musa b. İsmail vasıtasıyla yaptığı rivayette ise [242] ilave edildiği tahmin edilen kısım mevcuttur ve öteki hadisde mevcut olmayan bu kısmı râvî Mûsâ b. İsmail'in yaptığı hatıra gelmelktedir. Zaten hadis âlimlerinin onun hakkında tenkîdde bulundukları kaydedilmektedir. [243] el-Buhârî, Müslim ve Tirmizi'nin nakillerinde yer alan daha önce kaydettiğimiz hadislerde geçen, cinlerin Hz. Peygamber'den azık lez-Zûd istemelerini, Onun da bu konuda kendilerine dua etmesini biraz farklı anlamak gerektiği kanaatindeyiz. [244] Çünkü bu husus, yukarda da açıklamaya çalıştığımız gibi, bu hadislere râvîler (eş-Şa'bî ve Musa b. İsmail) tarafından bir başka hadisden alınarak açıklama mahiyetinde veya başka bir maksadla yapılan ilave kısımda yer almaktadır. Bu durumda da, iman etmek üzere gelen cinlerin dünya hayatında ve Âhiret'te rızıklarının bol olması için Hz. Peygamber'den kendilerine dua etmesini istedikleri, O'nun da kendilerine dua ettiği hatıra gelmektedir. Ayrıca insanın sadece bu dünyada yiyip içtiği şeylere azık denilmez, aksine buradayken Âhiret hayatı için hazırladığı şeylere de azık lez-Zâd denilir, İslâm literatüründe bu konuda yazılmış eserler bile vardır. [245] Demekki sahabenin zaman zaman bu konularda Hz. Peygamber'den istedikleri gibi, imân eden cinler de kendilerine dua edilmesini dilemişlerdir. Bu durum Resûlullah'ın hoşuna gitmiş ve "Bana Nusaybin cinlerinin elçileri geldi. Onlar ne güzel cinlerdir! Benden azık istediler. Ben de onlara dua ettim" buyurarak onları övmüştür. [246] Kanaatimizce yukardaki rivayete, bir başka hadisden alınarak ilave edilen kısımda da Hz. Peygamber'in sözü (Fe Deavtü'ilâhe Lehüm/Onlara dua ettim) ibaresinde son bulmaktadır. Çünkü, azık dua isteyen mü'min cinlere Hz. Peygamber tarafından kemik ve tezeğin tahsis edilmesi söz konusu olamaz. Zira onlar da akıl sahibi, mükellef ve Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'da kendilerine hitab ettiği, Cennet ve nimetlerini vadettiği varlıklardır ve rızık olarak pis kemik ve tezeğe layık değillerdir. O zaman el-Buhâri'nin hadisindeki ilave kısmın sonunda yer alan, (En Lâ Yemurrû Bi Azmin Ve Lâ Bi Ravset'in İllâ Vecedü Aleyhâ Ta'âmen/Uğrayacakları her kemik ve tezek üzerinde kendileri için yiyecek bulurlar) cümlesi de bir başka hadisden alınma olup, Hz. Peygamber'in taharetlenmek için kemik ve tezek istememesine gerekçe olarak Ebu Hureyre'ye veya bir başka sahâbîye söylediği bir açıklamadır. Hz. Peygamber'in kemik ve tezeğin cinlerin yani mikropların yiyeceği olduğuna dair bu sözü de alınarak yukardaki hadisin metnine eklenmiştir.[247] Kısacası yukardaki rivayette iki ayrı hadis, düzensiz bir şekilde te'lif edilip tek bir metin haline getirilmiştir. Bu durumda söz konusu metnin içinden, (Ve înnehu Etân Vefdu Cinni Nusaybîyne Ve Ni'me'l-Cinnu Fe Se'elûnî ez-Zâde Fe De'avtu'llâhe/Nusaybin cinlerinin bir heyeti geldi. Bunlar ne hoş cinlerdir! Benden azık istediler Ben de onlar için Allah'a dua ettim) cümlesini çıkarırsak, hadis birdenbire net hale gelmektedir:
"... Hz. Peygamber, 'Benim için istinca edeceğini bir kaç taş arayıver. Sakın bana kemik ve tezek getirme buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki, 'Ben elbisemin kenarında birkaç taş taşıyarak kendisine getirdim ve onları yanına koyarak, uzaklaştım. Nihayet, ihtiyacını giderdikten sonra Hz. Peygamber'le beraber yürüdüm. Yolda kendisine: 'Kemik ve hayvan gübresi ile temizlenmekte ne var ki?' diye sordum. Hz. Peygamber:
'Bu ikisi cinlerin yiyeceğindendir. Onlar uğrayacakları her kemik ve tezek üzerinde kendileri için bir yiyecek bulurlar' buyurdu." [248] Tabii burada kasdedilen tezek ve kemiğin, iman eden cinlerin azığı olması söz konusu olamaz. Burada kasdedilen kemik ve tezeğin Hz. Peygamber'e gelip iman eden cinlerin değil, mikropların yiyeceği olduğu açıktır. Bu açıdan Turan Dursun'un bu konudaki yüzeysel yorum ve görüşlerine katılmak mümkün değildir. [249]
Kaynaklarımızda yer alan bazı rivayetlerde cinlerin yılan şekline girebildiklerinden bahsedilmektedir, imam Mâlik b. Enes ve Müslim tarafından Ebû Sa'îd el-Hudrî'den bu konuda nakledilen bir hadis aynen şöyledir: "Kısam b. Zühre'nin himayesindeki Ebü's-Sâib, Ebû Sa'îd et-Hudrî'nin (r.a.) yanına uğramıştı. Ebû Sa'îd el-Hudrî o esnada namaz kılıyordu, sonunda namazını bitirdi. Bu sırada evin bir tarafında bulunan hurma salkımlarının kurumuş sapları içinde bir kıpırtı işitti. O tarafa döndüğünde bir yılan gördü, onu öldürmek üzere yerinden sıçradı. Ebu Sa'îd el-Hudrî de ona, otur! diye işaret etti. Ebü's-Sâib de oturdu. Ebû Sa'îd (r.a.) namaz kıldığı yerden ayrılınca bir eve işaret ederek:
'Şu evi görüyor musun?' dedi. O da:
'Evet, görüyorum' dedi. Bunun üzerine Ebu Sa'îd (r.a.) şöyle anlattı:
'O evde, ashâbdan yeni evlenmiş bir genç vardı. Sizler Rasûlullah ile beraber hendek kazmaya çıkardık. Bu genç gündüzün ortalarında Hz. Peygamber'den izin alıyor ve ailesinin yanına dönüyordu. Yine bir gün Rasûlullah'dan müsâde istedi. Nebî (s.a.v.) ona:
'Silahını üzerine al. Çünkü ben Kureyza yahudilerinin sana bir kötülük yapmasından endişe ediyorum' dedi. Bunun üzerine o delikanlı silahını yanına aldıktan sonra evine döndü. Eve vardığı zaman karısını iki kapı arasında dikilmiş olarak buldu. Dürtmek üzere mızrağı ona doğru uzattı, çünkü kendisine bir kıskançlık gelmişti. Karısı da ona hitaben:
'Mızrağını geriye çek ve eve gir ve beni dışarıya çıkaran şeyin ne olduğunu gör’ dedi. Bunun üzerine genç içeriye girdi, bir de ne görsün, yatağın üzerine çöreklenmiş kocaman bir yılan duruyor. Derhal mızrağı ona sapladı ve çöreklenmiş vaziyetteki yılanın vücudunu ona geçirip diz'iverdi. Sonra bu vaziyete dışarı çıktı ve mızrağı avluya dikti. Yılan mızrak üzerinde bir debelenip çalkalandı (derken gencin üzerine atıldı). Bundan sonra artık hangisi önce ölmüştür, yılan mı yoksa o zât mı, bilinmiyor. Bundan sonra biz Rasûlullah'a gittik ve olayı kendisine anlatıp, 'Allah'a dua et de onu bizim için tekrar diriltsin' diye ricâ'ettik. Hz. Peygamber (s.a.v.), 'Arkadaşınız için Allah'tan mağfiret dileyiniz' dedi. Sonra da, 'Medine'de, müslüman olmuş bir grup cin vardır. Siz onlardan bir şey gördüğünüzde üç gün ilan edip kovunuz. Şayet bundan sonra yine size görünürse artık onu öldürünüz. Çünkü o bir şeytândır' buyurdu" . [250] Müslim, bu rivayeti Ebu'l-Tâhir Ahmed b. Amr b. Şerh, Abdullah b. Vehb, Mâlik b. Enes, Sayfi b. Ziyâd Mevlâ b. Eflah, Ebü's-Sâib Mevlâ Hişâm b. Zühre vasıtasıyla Ebu Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) almıştır, imâm Mâlik de, Sayfî ve Ebü's-Sâib vasıtasıyla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) nakletmiştir. Hadislerin metinleri aynıdır ve Müslim'in yukardaki rivayeti de Ebü't-Tâhir ve Abdullah b. Vehb vasıtasıyla imâm Mâlik'ten alınmıştır. Müslim'in, metin açısından aynı olan diğer rivayetini de, Züheyr b. Harb, Yahya b. Sa'îd el-Kattân, Muhammed b. Aclân, Sayfî, Ebü's-Sâib vasıtasıyla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) aldığı görülmektedir. Müslim'in bu rivayeti de İmâm Mâlik'le Sayfî'de birleşmekte ve dolayısıyla daha önceki iki hadis gibi Sayfî b. Ziyâd'dan gelmektedir. Müslim'in bu nakline göre, Hz. Peygamber (s.a.v.):
"Muhakkak ki Medine'de, müslüman olmuş cinlerden bir cemaat vardır. Her kim şu uzun ömürlü ev yılanlarından bir şey görürse onu üç defa ilân edip kovsun. Bundan sonra kendisine yine görünürse artık onu öldürsün. Çünkü o bir şeytândır" buyurmuştur. [251]
en-Nevevî, yukardaki hadislerin yorumuyla ilgili olarak şunları kaydetmektedir:
"Mazın, 'Medine yılanları bu hadislerde açıklandığı şekilde ihtar edilmeden öldürülmez. İkâz edildiği halde yine gitmezlerse öldürülürler. Diğer yerlerin ve evlerin yılanlarını ise Marsız öldürmek mendubdur. Çünkü bu hususta bir çok sahih hadis mevcuttur. Medine yılanlarının uyarmadan öldürülmemesi, hadiste açıklandığı gibi yılan şeklindeki cinlerden bir taifenin Medine'de müslümanlığı kabul etmiş olmaları sebebiyledir' demektedir. Âlimlerden bir grup, hadisteki nehyin genel olduğunu, bu yüzden nerede olursa olsun evlerde yaşayan yılanların ihtar edilmeden öldürülemeyeceği görüşünde olduklarını belirtmişlerdir. Kırlarda yaşayan yılanlar ise bu âlimlere göre, ihtar edilmeksizin öldürülürler, imâm Mâlik'e göre, mescidlerde bulunan yılanlar öldürülürler. İhtar etmenin nasıl olacağı hakkında İbn Habîb, Hz. Peygamber'in:
'Süleyman b. Davud'un (a.s.) bizden aldığı söz hakkı için bize eziyet etmemenizi ve görünmemenizi dilerim' dediğini nakletmiştir. İmâm Mâlik'e göre üç defa zorlamaktan maksad, 'Seni, Allah ve Âhiret günü aşkına bize görünmemeye ve eziyet vermemeye zorluyorum' demektir, ihtardan sonra yılan yine görünmeye devam ederse, bunun evlerde yaşayan yılan veya müslüman bir cin olmadığı anlaşılır. Şeytân olduğu bildirildiğinden artık öldürülmesinde sakınca yoktur" [252]
Yukarıdaki yoruma katılmak pek mümkün görünmemektedir. Çünkü bu görüşlerin dayandığı imâm Mâlik ve Müslim tarafından nakledilen hadisler bize göre, metin açısından problemlidir. Tahminimize göre bunların problemli hali, rivayeti Ebü's Sâib'den alan ravi Sayfi b. Ziyâd'dan kaynaklanmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, ravi Sayfî b. Ziyâd'daki bir zabi kusuru imâm Mâlik ve Müslim tarafından kaydedilen bu hadisin metnini müşkil duruma sokmuştur. [253]
Kaydettiğimiz rivayetlerde problemli olan hususlardan birisi, cinlerin yılan şekline bürünmeleri, ya da yılanların cin olduklarına dair kanaattir. Bu rivayetlerdeki anlaşılmaz diğer nokta da, evlerde görülen yılanların üç gün ilân edilip kovulması, gitmedikleri takdirde de öldürülmelerine izin verilmesidir. Bunun hayatın gerçekleri açısından uygulanma şansı olmadığı ortadadır. Evinize ya da yatağınıza çöreklenmiş yılanın üç gün o halde durmasına nasıl izin vereceksiniz? Kapınızı kapatıp çoluk çocuğunuzla başka bir yere üç günlüğüne misafirliğe mi gideceksiniz? Diyelim ki, gitmesi için yılana ihtar ettiniz ve kapıyı kapatıp çıktınız, geri geldiğinizde yılanın gitmiş olduğunu gördünüz, fakat evinizden uzaklaştığından nasıl emin olacaksınız? Kap kaçağın, yatak yorganın, eşyaların arasına girmediğini, siz yatıp uyurken yeniden ortaya çıkmayacağını nereden bileceksiniz? Hanımınızı, çocuklarınızı bu ürkütücü psikolojik baskı ve korkudan nasıl kurtaracaksınız? Onları eve sokmaya hangi yolla muvaffak olacaksınız?
Bu açıdan, bu rivayetleri şu haliyle sahih kabul etmek, bizce, Hz. Peygamber'in, ashabına ve ümmetine, uygulanabilirliği olmayan, hayatın gerçeklerine ve insanın yapısına uymayan emir ve tavsiyeler verdiğini kabul etmek demektir. Resûlullâh açısından bakıldığında bu durumu kabul etmenin söz konusu olmadığı ortadadır.
Kaydetmek gerekir ki, yılanların cin şekline girebildiklerine dair inancın kökü kanaatimizce çok eski kültürlere dayanmaktadır ve tahminimize göre Hz. Peygamber,' evlerde rastlanan yılanların müslüman olan cinler olduğuna dair herhangi bir şey söylememiştir. Râvîler, içinde büyüdükleri toplumun Câhiliye döneminden gelen bir takım yanlış kanâat ve kültürel değerlerinin tesirinde kalarak bu meseleyi karıştırmışlar, bir muamma haline sokmuşlardır. Nitekim, yılanların cin olduğu şeklindeki inancın eski kültürlerden geldiğine dair elimizde bazı ipuçları vardır. Söz gelimi Tevrat'ta, Hz. Âdem ve Havva'nın Cennet'ten çıkarılmalarında rol oynayan ve Havva'yı kandırarak yasak meyveyi yedirenin yılan olduğu anlatılmaktadır:
"Ve Rab Allah'ın yaptığı bütün hır hayvanlarının en hile-kân olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçeh, Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemiyecehsiniz dedi mi? Ve kadın yılana dedi: 'Bahçenin ağaçlarının meyvesinden yiyebiliriz. Fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvesi hakkında Allah: 'Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz' dedi. Ve yılan kadına dedi: 'Katiyen ölmezsiniz. Çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak. Ve iyiyi kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız...' Ve Rab Allah kadına dedi: 'Bu yaptığın nedir?' Ve kadın dedi: 'Yılan beni aldattı ve yedim.' Ve Rab Allah yılana dedi: 'Bunu yatığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lanetlisin, karnın üzerinde yürüyeceksin ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin. Ve seninle kadın arasına, ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım, o senin başına saldıracak, ve sen onun topuğuna saldıracaksın." [254]
Konumuzla ilgili enteresan bir husus da şudur ki, Tabiîn müfessirlerinden olan Ka'bü'l-Ahbâr, Hz. Âdem, Havva, İblîs ve yılanın indirildikleri yerlerden bahsetmektedir. [255] Yukarıda kaydettiğimiz Tevrat kaynaklı haberin, bazı müfessirler tarafından Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili âyetlerini açıklamak maksadıyla kullanılmış olduğunu görmekteyiz. Nitekim et-Taberî tarafından Vehb b. Münebbih'ten nakledildiğine göre, "iblis yılanın içine sokularak Cennete girmiş, Âdem ve Havva ile konuşarak onları kandırmıştır. [256]
Yine Taberî tarafından İbn Abbâs ve Muhammed b. Kays'tan alındığı zikredilen, aynı konudaki diğer rivayetlerin de Tevrat kaynaklı olduğu anlaşılmaktadır. [257] Eski Mısır Dini'ndeki telakkiye göre ise, cinler, genellikle yabanî hayvan, yılan ve kertenkele gibi sürüngen veya kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup, Eski Mısır tanrısı Re'nin düşmanı sayılırdı. Ölüler Kitabı'nda anlatıldığına göre, özellikle yılan, timsah ve maymun şeklindeki cinler öteki dünyaya sık sık gidebilirlerdi. [258] Yılanın cin ya da şeytân olduğuna dair inanç, Yahudilik kanalıyla Hristiyanlığa da geçmiştir. Mesela Yuhanna'nın Vahyi'nde bu konuda şu satırlar yer almaktadır:
"İblis ve şeytân denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan, Yeryüzü'ne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar. Ve gökte büyük bir ses işittim:
Allah'ımızın kurtarışı ve kuvveti ve melekütu ve Mesih'in hâkimiyeti şimdi oldu; çünkü kardeşlerimizin İthâmcısı, onları Allah'ımızın önünde gece gündüz itham eden aşağı atıldı." [259]
"Ve gökten inmekte olan bir melek gördüm, elinde Cehennem'in anahtarı ve büyük bir zincir yârdı. Ve iblis ve şeytân olan ejderi, eski yılanı tuttu ve onu bin yıl müddetle bağladı." [260]
Câhiliye döneminde ise, Araplar her evin bir cinni olduğuna inanırlardı. Bu sebeple yeni bir ev yapan şahıs, inşaatı bitirdiği zaman evin cinni için bir kurban keser ve böylece onun evde yaşayanlara bir zarar vermeyeceğinden emin olurdu. [261] Hz. Peygamber bu Câhiliye inancını reddetmiş ve bu şekilde kesilen kurbanların etlerinden yenilmesini yasaklamıştır. [262] Burada konumuzla ilgili olarak Arapların "el-Cânn" kelimesini bir taraftan "Beyazyılan" anlamında kullanırken, diğer taraftan "Şeytân/Cinlerin Babası" manasına da kullandıklarını gözden uzak tutmamak gerektiği kanaatindeyiz. [263] Nitekim el-Aynî, Arapların yılanı şeytân olarak adlandırdıklarını kaydetmektedir. [264] Câhiliye Araplarının yılanları cin sandıkları, onlarla cinler arasında ilgi kurdukları bilinmektedir. Kaydedildiğine göre, bunlar iri bir yılan öldürdükleri zaman cinnin intikam almasından korkarlar ve bir tezek parçasını ölü yılanın başına koymak suretiyle, onun cin vasıtasıyla öc almasından korunmaya çalışırlardı. Bazan da yılanın başına kül döker, senin intikamın yok, seni göz değmesi öldürdü, derlerdi. [265] Hz. Peygamber ise, onların bu bâtıl inancını reddetmiş ve "Cinler tarafından intikam alınma korkusuyla yılanları öldürmeyi terkeden kimse bizden değildir" buyurmuştur. [266]
Câhiliye Arapları bazan da, söz konusu ev yılanlarından korunmak için üzerlerine tavşan ayağı asarlardı. [267] Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir rivayete göre ise, İbn Abbas "Maymunların İsrâiloğulları'ndan mesholunduğu gibi, yılanların da cinlerin mesholunan kısmı olduğunu" söylemiştir. [268] Halbuki bu konuda nakledilen diğer hadislere göre, Allah, meshettiği hiçbir kavme nesil ve takipçi vermemiştir. [269] Dolayısıyle meshe konu olduklarından bahsedilen maymunlar ve domuzlar nasıl ki daha önce de var idilerse, yılanlar da bir hayvan türü olarak mevcut idiler. Nitekim yine İbn Abbâs'a dayandırılan bir rivayete göre, meshedilen bir kavım üç günden fazla yaşayamaz. [270]
İbn Abbas'ın yılanlar hakkındaki bu görüşünün Tevrat kaynaklı olduğu ve o dönem Arabistan'ın bu konudaki bir inancını yansıttığı hatıra gelmektedir. Kanaatimizce bu inanış, ravi Sayfi b. Ziyâd tarafından, Müslim ve İmâm Malik'in kaydettiği ev yılanlarının cin olduğundan bahseden rivayetlere de sokulmuştur.
Bu konuda, Müslim'in, Muhammed b. Râfi', Vehb b. Cerîr, Cerîr b. Hâzim, Esma b. Ubeyd, Ebü's-Sâib vasıtasıyla yine Ebu Sa'îd el-Hudrî'den naklettiği bir rivayet daha vardır ve hadisin naklinde kullanılan edâ sığaları ile metin açısından bizce Müslim'in bu nakli daha sahih ve problemsizdir. Aynı konudaki bu hadis şöyledir:
"Ebu's-Saib şöyle demiştir; 'Biz, Ebu Sa'îd el-Hudrî'nin yanına girdik. Beraber oturduğumuz sırada birdenbire sedirin altından bir hareket işittik. Bir de baktık ki bir yılan!' Râvî, bundan sonra hadisin bütününü (139 no'lu) İmâm Mâlik hadisi tarzında naklettikten sonra dedi ki:
'Rasûlullah (s.a.v.):
“Muhakkak ki şu evlerde uzun ömürlü ev yılanları vardır. Onlardan birisini gördüğünüzde onu üç defa kovunuz gider kaybolursa ne âlâ. Aksi takdirde onu öldürünüz. Çünkü o bir kâfirdir” buyurdu. Bir de Rasûlullah (s.a.v.), Ebu Sa'îd ve beraberindekilere hitaben:
'Artık gidin de o (yılanın soktuğu) arkadaşınızı defnediniz' buyurmuştur"[271]
Görüleceği üzere bu rivayet de, Ebü's-Sâib vasıtasıyla Ebû Sa'îd el-Hudrî'den gelmektedir ve hadisin metninde, İmâm Mâlik ve Müslim'in Sayfî b. Ziyâd vasıtasıyla Ebü's-Sâib'den naklettikleri rivâyetlerdeki gibi, ev yılanlarının cin olduğu, evde rastlanılan yılanın üç gün kovulması gerektiği gibi problemli hususlar yoktur. (Bu hadisin tüm rivayet yolları için bkz. Ek: 3) Bu sebeple de Müslim ve imâm Malik'in kaydettikleri diğer hadisi, [272] râvî Sayfî b. Ziyad'ın problemli hale soktuğu anlaşılmaktadır. Gerek son hadisde, gerekse önceki rivayetlerde yer alan Hz. Peygamber'in kovulunca gitmeyen yılanın "kâfir" ya da "şeytân" olduğuna dair sözleri de mecazi anlamdadır. Nebî (s.a.v'.), kovulduğu halde gitmeyen yılanın zararlı olduğunu belirtmek için bu sözleri söylemiş olmalıdır. Yoksa bir insanın, şeytânı ya da ruhani varlıklar olan cinleri, taş ya da sopayla, kesici aletlerle öldürebileceğini sanmak pek doğru olmasa gerektir. Böyle bir şeyi kabul etmek, onların şekil değiştirebileceğini, ışın halindeki vücud yapılarını cismanî bir şekle sokabileceklerini söylemek demektir ki, bu husus ilerikî sayfalarda cinlerin şekil değiştirmelerinden bahsedilirken tekrar ele alınacaktır. Yukardaki hadisten anlaşıldığına göre, Hendek savaşı sırasında yeni evli olduğu için izin alarak evine giden ve burada yatağındaki yılanı mızrağına geçirip dışarı çıkaran ve bu esnada can çekişen hayvan tarafından sokulan ve vefat eden şahabının durumunu haber alınca Hz. Peygamber çok üzülmüştür. Buna benzer olayların tekrarlanmaması için, ashabına, evlerde uzun ömürlü yılanların yaşadığını, bunların hemen öldürülmeye teşebbüs edilmemesini, koğulmalarını öğütlemiştir. Çünkü bu hayvanlar zehirli olabilir ve hadisde anlatılan olay tekrarlanabilirdi. Ya da Nebi (s.a.v.), doğal çevrenin korunması açısından, yılan gibi insanın hoşuna gitmeyen soğuk yüzlü bir canlı da olsa, onların da bizim bilemediğimiz birtakım faydaları ve yaratılış hikmetleri olduğunu göz önünde bulundurararak, bunların zehirsiz olanlarının öldürülmemelerini istediği için hadiste anlatıldığı şekilde tavsiyede bulunmuştur. Bu da İslâm'ın, insanın içinde yaşadığı tabiata ve çevreye verdiği önemi gösteren bir husustur. Bu açıdan, Müslim'in, Muhammed b. Râfi’, Vehb b. Cerîr, Cerîr b. Hâzim, Esma b. Ubeyd vasıtasıyla Ebü's-Sâib Mevlâ Hişâm b. Zühre'den aldığı hadisin bu konuda esas olduğunu belirtmek durumundayız. [273] Kanaatimize göre, İmâm Mâlik ve Müslim'in kaydettikleri diğer problemli rivayetlere, ravi Sayfî b. Ziyâd, (İnne Bi'l-Medineti Neferan Mine'l-Cinni Kad Eslemû/Muhakkak ki, Medine'de, cinlerden müslüman olmuş bir topluluk vardır) cümlesini eklemiştir. Bu ilaveyi, Medine'deki cinlerin müslüman olduğundan bahseden bîr başka rivayetten de almış olabilir. Ancak şu durumda, ravi Sayfî b. Ziyâd'ın hadise ilave ettiği cümlesinin kaynağı meçhul olduğuna göre, bu ifâde kendisine ait olmalıdır. [274] Bu kısmın, Müslim'in Esma b. Ubeyd vasıtasıyla Ebü's-Sâib'den aldığı hadisde yer almaması bu kanaatimizi güçlendirmektedir. [275] Nitekim Tirmizî'nin Hennâd, Abde, Ubeydullah b. Ömer vasıtasıyla Sayfî b. Ziyad'dan aldığı bu konudaki rivayette de (...=înne Bil-Medîneti Neferan Mine'l-Cinni Kad EslemüI Muhakkak ki Medine'de, cinlerden müslüman olmuş bir topluluk vardır) ilavesi yoktur. Bu hadisde de Hz. Peygamber'in:
"Muhakkak ki evlerinizin sakinleri (yılanlar) vardır. Üç kere onları sıkıştırın. Bundan sonra da onlardan biri size görünürse onu öldürün" buyurduğu nakledilmektedir. [276]
Cinlerin, müslüman oldukları halde Medine'de ya da diğer beldelerde yılan şekline girerek, din kardeşlerinin harîm-i ismetine, yataklarına çöreklenip, onların hanımlarını, çocuklarını, kendilerini korkutacaklarını doğrusu akıl kabul edemiyor. İnsan, böyle bir davranışın müslümanlığa yakışmadığını, onların böyle bir harekete tevessül etmeyeceklerini düşünüyor. Bu açıdan yukardan beri açıklamaya çalışığımız hadislerde Hz. Peygamber'in, ev yılanlarının cin olduğuna dair herhangi bir şey söylemediği, bunun ravînin yanlış kanaat ya da hatasından kaynaklandığını tahmin etmekteyiz. Resûlullâh, zehirli yılanların (engerek yılanı, arkası iki çizgili azılı yılan vs.) Harem'de, namaz esnasında bile öldürülmelerini emretmiştir. Sahih kaynaklarımızda bu konuda bazı hadisler yer almaktadır. [277]
Görüleceği üzere Hz. Peygamber, bunların zehirli olanlarının öldürülmesini emretmiş, temellerde ve evlerde yaşayan yılanların (Avâmir) öldürülmesi konusunda kesin bir emir vermemiş, bunların kovulmalarını, gitmedikleri takdirde öldürülmelerini istemiştir. Kanaatimizce Nebî (s.a.v.)'in bu tutumu, onların cinlerden olduklarından değil, doğal çevrenin, dengenin korunması açısındandır. Nitekim Nebi Bozkurt bu konuda şunları söylemektedir:
"Evlerde bulunan zehirsiz yılanların öldürülmelerinin istenmemesi, bunların, fare gibi, tahta ve kerpiç evlerde çok kolay yuva yapabilen ve özellikle eskiden, un, zahire, hatta çamaşır konulan çuvallara, deriden yapılmış dağırcıklara verdiği zararı önlemek, daha çok fareler vasıtasıyla yayılan veba gib'ı hastalıklara mani olmak için olmalıdır" [278]
Kâmil Miras ise bu konuda:
"... Bu hadisi, Buhârî'nin cin bahsinde rivayeti, çok zehirli ve arkası çizgili olan azdı yılanla, engerek yılanı suretine cinin temessül etmemesi, ev yılanları suretine temessül etmesi itibariyledir. Ve bu itibar ile katli nehyedilmiştir." [279] demektedir. Ancak, yukarda kaydettiğimiz hususlardan dolayı Kamil Miras'ın bu görüşlerini kabul etmemiz mümkün görünmemektedir. Kanaatimize göre Hz. Peygamber, ev yılanlarının cin olduğuna dair herhangi bir şey söylememişlerdir. Bize göre, Câhiliye kültüründe yer alan yılanların cin olduğuna dair inanç, daha sonraları hadis şekline sokulmuştur. Nitekim Demîrî'nin İbn Ebî'd-Dünya'dan naklettiğine göre Ebu'd-Derdâ (r.a.), Hz. Peygamber'in:
"Allah, cinleri üç sınıf olarak yaratmıştır. Onların bir sınıfı yılanlar, akrepler ve Yeryüzü'nün haşereleridir. Diğer sınıfı havadaki rüzgardır. Öteki sınıfı ise, kendilerine hesâb ve ceza terettüp edenlerdir" buyurduğunu rivayet etmiştir. [280] Demîrî'nin kaydettiğine göre İbn Hıbbân, bu rivayeti Yezîd b. Ebî Süfyân er-Rehâvî'nin, Ebü'l-Münîb, Yahya b. Kesîr, Ebu Seleme vasıtasıyla Ebü'd Derdâ'dan naklettiğini söylemiştir. Yahya b. Ma'în, Ali b. el-Medînî ve Ahmed b. Hanbel gibi hadis âlimleri, ravî Yezid b. Süfyân'ın zayıf olup, münker şeyler nakleden metruk bir kimse olduğunu söylemişlerdir. [281] Demîrî, aynı konuda Taberâni ve el- Hâkim'in, Ebû Sa'lebe el- Huşenî'den (r.a.) naklettikleri bir rivayet daha kaydetmiştir. Demîrî'ye göre, Taberânî'nin isnadı hasendir, el-Hâkim ise, kaydettiği rivayetin sahih olduğunu söylemiştir. [282] Ancak bu rivayet de metin bakımından aynen yukardaki gibidir. Bu açıdan, kendisine hasen ya da sahih hükmü verilmesinin uygun olmadığı açıktır, isnadı hasen ya da sahih olsa bile, hadisin metin açısından sahih olmadığı ortadadır. Bu konuda Ebû Davud'un kaydettiği bir rivayet vardır. Ebu Davud'un, Müsedded, Yahya el- Kattan, Muhammed b. Ebî Yahya Sem'ân el- Eslemî, Ebu Yahya vasıtasıyla Ebu Sa'id el- Hudrî'den naklettiğine göre Hz. Peygamber: "Zehirli haşarat (el-Hevâm) cinnilerdendir. Her kim evinde yılanlardan bir şey görürse onu üç defa çıkmaya zorlasın. Eğer tekrar geri dönerse, onu öldürsün, çünkü o bir şeytandır" buyurmuştur. [283] Ebu Davud'un bu naklinin, Demîrî'nin yukarda kaydettiğimiz rivayetiyle aynı paralelde olduğu açıktır. Râvîlerin, Demîrî'nin kaydettiği bu rivayetle, Ebû Sa'îd el, Hudrî'den gelen diğer hadisler arasında ilgi kurarak iki nakli birleştirdikleri hatıra gelmektedir. Bu açıdan bu hadisin metin yönünden problemli olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu rivayet, Hz. Peygamber'in zehirli yılanların öldürülmelerine dair emrine de aykırıdır. Çünkü bu rivayet, hem zehirli haşaratın, dolayısıyla zehirli yılanların cinlerden olduğunu söylüyor, hem de onları derhal öldürtmeyerek, kovdurtma tavsiyesinde bulunuyor. [284] Halbuki diğer sahih hadislere göre, Hz. Peygamber'in ilk planda öldürülmemelerini, koğulmalarını istediği yılanlar, zehirsiz olan temel yılanlarıdır. [285] Ayrıca, Ebû Davud'un bu naklinde yer alan râvîlerden Muhammed b. Ebî Yahya Sem'ân el- Eslemî (v. 147) zabt açısından tenkîd edilmiştir. [286] Bu sebeple Ebû Davud'un mezkûr hadisinin bu konuda bir delil olamayacağı açıktır. Bu hususta dikkat çekici bir husus şudur ki, Câhiliye döneminde, horoz, karga, güvercin, tavşan, keler ve yılan gibi hayvanlarda cin bulunduğuna inanıldığı gibi, bunların cinlerden bir grup olduğunu zannedenler de mevcuttu. [287] Bu açıdan, yukardaki rivayetlerin hadis olmadığı, bunların Câhiliye inancını yansıtan bir takım nakiller olduğu hatıra gelmektedir.
Emevî halifelerinden Ömer b. Abdâlaziz'in faziletleriyle ilgili olarak bir takım nakillerde de, yılanların cin olduğundan bahsedilmektedir. Nitekim Ebu Bekr İbn Ebî'd- Dünya'nın bu konuda naklettiği bir rivayet şöyledir: "Ömer b. Abâilaziz bir gün sahrada yürürken ölü bir yılan gördü ve ridasından bir parça koparıp, onu sardı ve gömdü. Derken bir ses:
'Ey Sarak, şehâdet ederim hi ben, Rasûlullah'ı sana, 'Sahrada öleceksin, seni müslümanlardan sâlih bir zât kefenleyip defnedecek' buyururken, işittim.' dedi. Ömer b. Abdilaz'iz'. 'Allah sana merhamet etsin, sen kimsin?' diye sordu. Bunun üzerine o ses:
'Ben, Rasûluüah'tan Kur'ân dinleyen cinlerdenim. Onlardan yalnız simdi ölen şu Sarak'la ikimiz kalmıştık' diye cevap verdi." [288]
Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed İbn Ebi'd- Dünya'nın yukardaki rivayetinin Ömer b. Abdilaziz'i övmek maksadıyla uydurulduğu hatıra gelmektedir. ed-Demîrî ve eş-Şiblî gibi âlimler, İbn Ebi'd-Dünyâ ve diğer bazı kimselerden yılanların cin olduğuna dair daha başka rivayetler de kaydetmişlerdir. Bunlardan birisi de İbn Mes'ûd'la (r.a.) ilgilidir. Buna göre İbn Mes'ûd, ashâbdan bir kısım kimselerle yürürken bir kasırga çıktı. Kasırga dindikten sonra ölü bir yılanın ortada durduğunu gördüler. İçlerinden birisi elbisesinden biraz yırtarak yılanı kefenleyip defnetti. Gece olunca bir kadın gelip, 'Câbir oğlu Amr'ı kim defnetti?' diye sordu. Onlar da, 'Câbir oğlu Amr'ı tanımıyoruz' dediler. Bunun üzerine kadın:
'Yılanı hanginiz defnetti?' diye sordu. Yılanı gömen, 'Ben' diye cevap verince, kadın:
'Cinlerden kâfir olanlar, mü'min olanlarla savaş yaptılar ve Amr öldürüldü, işte bugün gördüğünüz yılan odur. O, Hz. Muhamed'den Kur'ân dinleyip, inzâr edici olarak kavmine giden cinlerdendi. Kendisi, Nebiniz Muhammed'e (s.a.v.) iman etmiş ve Peygamber olarak gönderilmeden dört yüz sene önce gökte onun sıfatını işitmişti' dedi." [289]
Bu konuda nakledilen başka rivayetler de vardır. Bunlarda da, cinlerin yılan şeklinde olduğundan, ya da ölen yılanların Hz. Peygamber'e imân eden cinlerden olduğundan bahsedilmektedir. Bunların çoğunun da İbn Ebi'd-Dünyâ'dan nakledildiği görülmektedir. Bu rivayetlerin hepsinde de, nedense, ölen müslüman cinler yılan şeklinde ölmekte (!), kendilerinden güzel kokular yayılmakta, sonra da bunlar her seferinde elbiseden bir parça koparma fedakarlığında bulunularak kefenlenmekte, müslüman cin oldukları bilinmeden defnedilmekte, sonra da cinler tarafından yılanları gömen kimselere iyi bir iş yaptıkları, çünkü defnedilen yılanın Hz. Peygamber'e iman eden cinlerden olduğu bildirilmekte, teşekkür edilmektedir. Bütün bu hususlar da, bu tür rivayetlerin çeşitli maksatlarla uydurulmuş olduğunu hatıra getirmektedir. Her nedense, bu tür rivayetlerde anlatıldığına göre, yılan kefenleniyor, defnediliyor, fakat yıkanıp cenaze namazı kılmmıyor(!). Herhalde bunları ortaya atanlar işin bu yönünü düşünmemiş olacaklar. Müslüman cinler de nasılsa her seferinde, öldüklerinde yılan şekline bürünüyorlar da insanın daha çok canının kaynadığı, diyalog kurabildiği başka bir canlı şekline girmiyorlar. [290] Bu ve benzeri tüm rivayetlerin Câhiliye döneminin yılanları cin zanneden inancının tesiriyle ortaya atıldığı açık bir husustur.
İslâm âlimlerinden bir kısmı, bu konudaki bazı hadisleri delil olarak alarak, melekler gibi, şeytân ve cinlerin de yaratılmış oldukları aslî suretlerinin dışında başka şekillere bürünebildiklerini söylemişlerdir. Bunların delilleri arasında Hz. Peygamber'in namazda kendisine saldıran şeytânı mağlup etmesi, boğması ve Mescid-i Nebev'i'nin direklerinden birisine bağlanmak istemesi ile, yine şeytânın miskin bir adam kılığına girerek Ebû Hureyre'nin hurmalarını çalmak istemesine dair hadisler ve cinlerden bir ifritin Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını Hz. Süleyman'a getirebileceğinden bahseden âyet [291] vardır. [292]
İslâm âlimlerinin diğer bir kısmı ise, melek, cin ve şeytânların kendi irâde ve istekleriyle yaratılışlarını değiştirmeye, aslî şekillerinden başka surete girmeye kudretlerinin bulunmadığı görüşündedirler. er-Râzî, cinlerin başka şekillere, diğer insanların suretlerine giremeyeceklerini, böyle bir şeyin kabulü durumunda, dünyada insanlara güvenin kalmayacağını, bu kişinin arkadaşının, dostunun, babasının, karısı ve çocuğunun, cin değil de kendileri olduğunun bilinemeyeceğini kaydetmektedir. [293] Yine er-Râzî, onların Peygamberlerin suretlerine giremeyeceklerini, aksi takdirde dinden olan hiçbir şeye güven kalmayacağını, âlim ve zâhidlerin suretine de giremeyeceklerini, aksi halde onları öldürmenin, memleketlerini harap etmenin, eserlerini parçalamanın insanlara vâcib olması gerektiğini söylemektedir. [294] Muhammed b. Hüseyin Ebü Ya'lâ el-Ferrâ ise, Allah'ın irade ve kudretiyle yapması müstesna, cin, şeytân ve meleklerin aslî şekillerini değiştiremeyeceklerini, onların kendiliklerinden başka kılık ve şekillere girmelerinin mümkün olmadığını söylemiştir. el-Ferrâ, cin, şeytân ve meleklerin kendi iradeleriyle bunu yapabilmeleri için yaratıldıkları aslî bünyelerinin bozularak, vücudlarının parçalara ayrılması gerektiğini, böyle bir durumda ise hayatlarının sona ereceğini, bu açıdan onların başka şekillere girmelerinin mümkün olmadığını kaydetmektedir. Yine O, Cebrail'in (a.s.) Dikyeta'l-Kelbî, iblisin Süraha b. Mâlik şekline girmeleri gibi olayların ancak Allah'ın iradesiyle meydana gelebileceğini, Cebrail'in (a.s.) Hz. Meryem'e "Düzgün bir insan suretinde görünmesinin de" [295] böyle olduğunu belirtmiştir. [296]
Bazı İslâm âlimleriyle, Mu'tezile mezhebi mensupları cinlerin görülemeyeceğini ileri sürmüşler ve bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bir âyeti delil göstermişlerdir. Âyet şöyledir:
"Ey Ademoğulları! Şeytân, ana-babamzı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennet'ten çıkardığı gibi, sizi de (şaşırtıp) bir belâya düşürmesin. Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytânları inanmayanların dostları yaptık." [297]
Âyette, Hz. Âdem ve Havva'nın Şeytân tarafından kandırılıp Cennetten çıkarılmaları hatırlatılmakta, insanların, Allah'ın başka insanlara gösterilmesini yasakladığı yerlerini açıp teşhir etmemeleri istenmekte, edeb, haya ve takva elbisesinin giyilmesi, Şeytân'ın tuzaklarına karşı uyanık olunması emredilmektedir. Bu vesile ile de, "Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler" diyerek onların mahiyeti hakkında bilgi verilmektedir. Müfessirler, âyetteki "O ve kabilesi" ile Şeytân ve onun taifesi olan cin sınıfının kasdedildiğini söylemişlerdir. [298] Fahrüdd'ın er-Raz'ı âyetin tefsirinde, İslâm âlimlerinin, Allahü Teâlâ gözlerinde bir kabiliyet yarattığı için cinlerin insanları görebileceğini, ancak gözlerinde bu konuda bir yetenek yaratmadığı için insanların cinleri göremeyeceğini söylediklerini kaydetmektedir. [299]
Mu'tez'de mezhebine mensup âlimler ise, bu konuda, "Vücut yapılarının ince ve şeffaf olmasından dolayı cinlerin insanlar tarafından görülemediğini, insanların vücut yapılarının kesafetinden dolayı da cinlerin insanları görebileceğini, Allahü Teala'nın, cinlerin bakışlarındaki şuayı artırıp kuvvetlendirmesi sebebiyle birbirlerini görebildiklerini söylemişler ve Allah bizim gözlerimizdeki görme kuvvetini de artırsaydı, birbirimizi görebildiğimiz gibi, cinleri de görebilirdik, şayet Allah, cinlerin vücudlarına kesafet verip, biz de şu halimiz üzere kalsaydık, cinleri görebilirdik" demişlerdir. Bu durumda Mu'tezile'ye göre, insanların cinleri görebilmeleri, ya cinlerin yoğunluk (kesafet) kazanmasına ya da insanların bakışlarının yeterince güçlenmesine bağlı olmaktadır. [300] Yine er-Râzî, âyetteki:
(Min Haysü Lâ Teravnehum/Sizin onları göremediğiniz yerden) lafzının insanların cinleri göremediğine delâlet ettiğini söylemektedir. [301]
Ehl-i Sünnet'e mensup bazı âlimler ise, cinlerin görülemeyeceği konusunda Mu'tezile'ye muhalefet etmişlerdir. Kadı Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, "Cinlerin ince ve şeffaf olmaları ya da kesif olmaları mümkündür. Ancak bu konuda bir müşahede veya Allah ve Rasülünden gelen bir haber olmadığı sürece, cinlerin vücutlarının kesif (yoğun) mı yoksa şeffaf mı olduğunu bilmek mümkün değildir. Her iki husus da meçhul olduğuna göre, cinlerin cisimlerinin şeffaf ve ince olduğunun söylenmesi doğru olmaz" [302] demiştir.
Ebû Ya'lâ el-Ferrâ ve benzerî İslâm âlimlerinin, cinlerin cisimlerinin ince ve şeffaf olduğu ve bu sebeple insanlar tarafından görülemeyeceği hususunda Mu'tezile'ye muhalefet etmeleri, Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde yer alan bazı haberler sebebiyle olmalıdır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm 'de, Hz. Meryem'in kendisine hiçbir erkek eli değmeden, Allah'ın bir mucizesi olarak Hz. İsa'ya hamile kalmasından bahsedilirken, Cebrail'in (a.s.) kendisine bir erkek suretinde göründüğü haber verilmektedir:
"Sonra insanlardan gizlenmek için bir perde germişti. Cebrail'i göndermiştik de ona tam bir insan olarak görünmüştü. Meryem: 'Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahmân'a sığınırım' dedi." [303]
Biraz sonra aşağıda kaydedeceğimiz gibi, Peygamberimizin (s.a.v.), Cebrail, şeytân ve cinleri gördüğüne dair hadisler de vardır. Kur'ân-ı Kerîm'den Hz. Peygamber'in Cebrail'i (a.s.) aslî suretiyle gördüğünü de anlamaktayız. [304] Bu açıdan, melek, cin ve şeytânların ince, şeffaf, ruhanî bir yapıya sahip oldukları, aslî vücud yapılarının insanlarınki gibi yoğunlaştınlmamış olduğu da bir gerçektir. Bu latîf, rakîk, şeffaf ve ruhanî yapılarını kendiliklerinden değiştirip başka şekillere giremeyeceklerini, kesafet kazanamayacaklarını, ancak Allah'ın dilemesiyle başka kılıklara bürünebileceklerini Ebû Ya'lâ el-Ferrâ kendisi de kaydetmektedir. [305] Bu sebeple cinlerin bedenlerinin yapısı konusunda Mu'tezile ile Ehl-i Sünnet arasında önemli bir görüş farkı görülmemektedir. Ehl-i Sünnet âlimlerinin bu konudaki titizlikleri, cinlerin kesafet kazanmalarının imkânsız olduğu öne sürülerek, bu husustaki âyet ve hadislerin inkârına zemin hazırlanmış olur düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Binaenaleyh, meleklerin ve cinlerin, şeffaf, ince bir vücud yapısına sahip olmaları, istisnaî hallerde Allah'ın iradesiyle kesafet kazanmaları, ya da Peygamberlerin onları görebilecek göz yapısına kavuşturulmaları da imkân dışı değildir. Nitekim imâm eş-Şâfitnin yukarda kaydettiğimiz âyeti delil getirerek cinlerin görülemeyeceği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır. er-Rebi b. Süleyman'ın naklettiğine göre eş-Şâfiî'nin bu konuda şöyle dediği kaydedilmektedir:
"Adalet sahibi kimselerden olduğu halde kim cinleri gördüğünü ileri sürerse, şahitliği reddolunur. Allahu Teâlâ'nın, 'O ve kabilesi, sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler' âyetine muhalefet etmesinden dolayı da azarlanır. Cinleri gördüğünü söyleyen kimse bir Peygamber olursa o başkadır." [306]
İmâm eş-Şâfi'î'nin görüşünün bu konuda hayatın gerçeklerine uygun ve İslâm inancının derli toplu bir ifadesi olduğu ortadadır. Melekleri Peygamberlerden başkası göremez, görememiştir. Diğer insanların bu konudaki iddiaları bir yalandan ibarettir. Cin ve şeytânı da Peygamberler görmüşlerdir. Allah onların gözlerini bu konuda elverişli kılmıştır, ya da cin ve şeytânlara kesafet (yoğunluk) kazandırmıştır. Veya Peygamberler onları gönül gözleriyle görmüşlerdir. Bu konuda İslâm âlimlerinin farklı yorum ve yaklaşımları vardır. Ancak İmâm eş-Şafiî'nin de kesin olarak belirttiği gibi, diğer insanların cinleri görmeleri söz konusu olmamalıdır. Gerek insanların tarihî müşahede ve tecrübesi, gerekse ilgili âyetin aksini bildirmesi sebebiyle, diğer insanların cinleri görebildikleri konusunda bize güvenilir bilgiler ulaşmamıştır. Diğer insanların bu konudaki iddiaları herhalde bir takım yalanlardan ve hayal ürünü şeylerden ibarettir. Bu sebeple de İmâm eş-Şâfiî, bu tür idialarda bulunanların yalancı olduklarını, âyete muhalefet etmeleri sebebiyle de ta'zîr cezasına çarptırılmaları gerektiğini söylemiştir. İmâm eş-Şâfiî bu hükümden Peygamberleri hâriç tutmuştur. Çünkü onlar, melekût halemiyle, ruhanî âlemle irtibat kuran, Allah'la kulları arasında elçilik yapan yüce insanlardır. Onların, vazifeleri gereği zaten, melek, cin ve şeytânla ilgili konularda bilgili olmaları, onları görüp irtibatta bulunmaları zarurî bir durumdur. Bir melek olan Cebrail (a.s.) vahiy yoluyla Allah'ın buyruklarını getiriyor, bu açıdan Hz. Peygamber'in onu görmesi ve onunla görüşmesi vazifesi gereğidir. Kendisini ve ümmetini şeytândan ve onun düşmanlığından, tuzaklarından koruması için onun varlığının farkında olması lâzımdır. Daha önce ilgili bölümde kaydettiğimiz üzere, cinler kendisine iman etmeye geliyorlar, Kur'ân dinliyorlar, Allah'ın emir ve yasaklarını öğreniyorlar. Bu sebeple onların Hz. Resûlullâh'ı görüp işitmeleri nasıl gerekli oluyorsa, Hz. Peygamber'in de onları görmesi ve işitmesi, sorularına cevap verip müşkillerini halletmesi açısından lüzumludur. Çünkü O (s.a.v.), insanların ve cinlerin peygamberidir. Bu konudaki bilgiler ilgili bölümde kaydedildiği için detaylara girmiyoruz. Hamdi Yazır bu konuda şunları söylemektedir:
"... Çünkü o ve o kabilden olanlar sizi, sizin onları göremeyeceğiniz cihetten görürler, İbtis de cinlerden olduğundan, o şeytân ve onun hemcinsleri zürriyet ve cünûdu insan nazarından gizlenebilen cinn gürûhundandırlar. Ve hafiye ve casus gibi insanı göremediği tarafından vurur avlarlar. Müfessirler demişlerdir ki, bundan insanın şeytânı hiç göremeyeceği zannedilmemelidir. Görülmeyecek yönden görebilmek, hiçbir veçhile görülememeği iktizâ etmez. Filvaki bir insan bile diğer insani göremeyeceği cihetten görebilir. Şeytan da insanı böyle görmediği tarafından aldatır ve hatta bazan görünür de şeytân olduğunu sedinne. Şeytan olduğunu gizlemeyerek göründüğü de olur. Lâ Yeftinenne-kumu'ş-Şeytânu) nehyi de gösterir ki, bir insan için şeytânın fitnesinden korunmak ve sakınmak mümkündür. Demek ki şeytân gözle görünmediği halde bile onun şeytanet ve iğvâ noktaları bilinebilir. Ve bilinemediği halde bile libas-ı takva, hiss-i imân ve haşyet, onun fitnesine en kuvvetli bir mania teşkil eder. İnsan zahir ve bâtınıyla maddeten ve manen mücehhez olur, libas-ı takva ile içinden dışından giyinmiş bulunursa, şeytân onu görmediği tarafından gördüğü halde bile nüfuz edip aldatamaz, binaenaleyh şeytândan libas-ı takva ile sakının..." [307]
Süleyman Ateş de, insanın şeytânı görmediğini, mâhiyet itibariyle bu gözümüzle değil, ancak manevî gözle görülebileceğini kaydederek, "Muhakkak ki, Peygamber, şeytânı meleklere mahsus, manevî bir güçle görmüştür. Bu, basiret gözüdür. Bazı velîlerin cinleri gördüklerini bizzat kendi ağızlarından dinlemişizdir" [308] demektedir.
Yukarıda kaydettiğimiz üzere, Kur'an ve hadislerden anlaşılan husus şudur ki, Peygamber ve bazı büyük insanlar, melek, cin, şeytân gibi ruhanî varlıkları aslî sûretleriyle görebilecekleri gibi, Allah'ın iradesi doğrultusunda onların kesafet kazanmalarıyla da başka şekilde görebilirler. Nitekim Resûlullâh, Cebrîl'i aslî suretiyle, [309] Hz. Meryem ise düzgün bir insan suretiyle görmüştür. [310] Bazı hadislerde bildirildiğine göre Hz. Peygamber, Cebrail'i (a.s.) ashâb'dan Dıhyetü'l-Kelbî şeklinde de görmüştür. [311] el-Buhâri, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi hadis âlimleri tarafından, Ebü'd-Derdâ ve Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber şeytanı da görmüştür. Hadis şöyledir:
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Cin taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozmak için ansızın üzerime hücum etti. Fakat Allah (c.c.) beni ona galip getirdi de hemen boğdum. Sabah olunca hepiniz göresiniz diye Mescid'in direklerinden birisine bağlamak istedim. Ancah kardeşim Süleyman'ın (a.s.) şu duasını hatırladım: 'Ya Rabb! Bana mağfiret et ve bana öyle bir mülk ver ki, o benden sonra hiçbir kimseye lâyık olmasın. Şüphesi bütün dilekleri ihsan eden Sensin, Sen.” [312]
Müslim'in Ebü'd-Derdâ'dan yaptığı bu konudaki rivayet ise şöyledir:
"Ebü'd-Derdâ (r.a.) şöyle dedi:
'Birgün Rasulullah (s.a.v.) (namazdayken) ayağa kalktı. Biz de ondan işittik. 'Senden Allah'a sığmıyorum' diyordu. Sonra üç kere, 'Seni Allah'ın lanetiyle lanetliyorum' dedi ve sanki bir şey atıyor gibi ellerini uzattı. Namazdan çıktıktan sonra, 'Ya Rasûlallah! Senden, namazdayken söylediğin bir söz duyduk ki, bundan evvel onu hiç işitmemiştik.' dedik. Bunun ürerine, Allah'ın düşmanı İblis, yüzüme çarpmak için elinde ateşten bir şihâb olduğu halde geldi. Bunun üzerine ben üç defa, 'Senden Allah'a sığınırım' dedim. Bundan sonra da, 'Seni Allah'ın lanetiyle lanetliyorum' dedim. Bu da üç defa oldu, fakat geri çekilmedi. Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman'ın duası olmasaydı, muhakkak bağlanmış olacaktı da Medine halkının çocukları onu oyuncak edeceklerdi' buyurdu." [313]
Yukarda kaydettiğimiz Ebu Hureyre hadisi farklı bir olayı, Ebü'd-Derdâ (r.a.) hadisi ise Mescid-i Nebevfde sahabenin bulunduğu bir sırada meydana gelen başka bir olayı anlatmaktadır. Ebû Hureyre hadisinde, Hz. Peygamber'in namazda gelen şeytânı yakaladığı, boğduğu Mescid'in direklerinden birisine bağlamak istediği anlatılıyor. Ebü'd-Derdâ hadisindekî olay ise Mescid'de olmuş, Hz. Peygamber elinde bir şihâbla saldıran şeytânı görmüş ve mücadele etmiştir. Bu olayda, şeytânın asli yapısında olduğu, kesafet (yoğunluk) kazanmadığı anlaşılıyor. Çünkü Hz. Peygamber onu görmüş, fakat orada bulunan sahabe görmemişlerdir. Bu da, Allah'ın izniyle Hz. Peygamber'in onları hem aslî şekillerinde hem de kesafet kazanmaları halinde görebildiğini ortaya koymaktadır. Ahmed Naim bu hadislerle ilgili olarak şunları söylemektedir:
"Bundan, Süleyman (a.s.) ashabının cinni görebddiklerine istidlal olunur. Çünkü nübüvvetinin deldlerinaen olan cinlerin boyun eğmeleri mucizesini gözleriyle müşahede etmemiş olsalardı, hüccet kâim olmayacaktı. Melâike ve cinni, aslî suretlerinde zaman zaman müşahede, Enbiyâ ve Asfiyâya mahsus bir keramettir." [314]
Ahmed b. Hanbel'in Ebû Hureyre'den (r.a.) naklettiği bir hadiste de, Hz. Peygamber'in Mi'râc'da şeytânları gördüğünden bahsedilmektedir. [315]
Sonuç olarak, normal insanların onları göremeyeceklerini, cinlerin ve insanların vücut yapılarının buna uygun yaratılmadığını, Peygamberler ve manevî açıdan büyük insanların Allah'ın izni ve iradesiyle cinleri görebildiklerini söyleyebiliriz. Burada, İslâm Hukukçularının, cinleri gördüğünü ileri süren kimselere yalancı gözüyle bakıp, onların şahitliklerini kabul etmemeleri hususunun çok isabetli olduğunu kaydetmek yerinde olacaktır. Kanaatimizce bu kimseler, ya yalancı, ya da ruhsal dengesi bozuk, psikolojik rahatsızlığı olan kimselerdir. Peygamberlerin dışında, cinleri gördüğünü ileri süren kimse, yalancı ve deli değil, velilik makamında büyük bir insan ise, onun gördükleri de kendisini ilzam eder, başkalarını bağlamaz ve alakadar etmez düşüncesindeyiz. Zaten Ahmed Naim ve Süleyman Ateş'in de kaydettikleri gibi, veliler, asfiya, cinleri kendi asli suretlerinde, ruhani yapılarında görmüşlerdir. Bu açıdan diğer insanların da, Peygamberlerin gördüğü gibi cinleri kesafet (yoğunluk) kazanmış şekillerde gördüklerini kabul etmek kanaatimizce pek mümkün gözükmemektedir. Bunun kabulünün, yılanların, siyah renkli kedi-köpek, keçi vs. hayvanların cin olduğuna dair halk arasında yaşayan ve İslâm öncesi kültürlerin kalıntısı olduğu bilinen bir takım hurafe ve yanlış inançların doğru sayılmasını gerektireceği açıktır. [316]
İslâm âlimleri, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bazı âyetlere dayanarak cinlerin kendi aralarında evlenip, yapılarına uygun aile hayatı yaşayarak çocuk sahibi olduklarını söylemişlerdir. [317]
Bu âlimlerin görüşlerine delil gösterdikleri âyetlerden birisinde şöyle buyurulmaktadır:
"Oralarda, gözünü yalnız erkeklerine çevirmiş (öyle dilberler) vardır ki, bunlardan önce ne bir insan, ne de bir cin asla kendilerine dokunmamtştır.” [318]
Müfessirler, bu âyette geçen (Tams) kelimesinin, kızlık zarının giderilmesi sebebiyle, kadının cinsel organının kanamasına sebep olan ilk cinsel ilişki anlamına geldiğini söylemişlerdir. [319]
Bu konuda delil getirilen âyetlerden birisinde ise şöyle buyurulmaktadır:
"Meleklere, Âdem'e secde edin, demiştik. İblîs'den başka hepsi secde etmişti, o, cinlerden idi. Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar size düşmandır. zalimler için ne fena birbedel!” [320]
Bu âyetler, cinlerin de yapılarına uygun bir şekilde cinsel ilişkide bulunduklarını ve zürriyete sahip olmak için kendi aralarında evlendiklerini göstermektedir. Bu konuda İslâm âlimleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı göze çarpmamaktadır. Ancak cinlerle insanlar evlenebilir mi? Cinlere mensup bir kadın ile insan neslinden bir erkek, ya da bir kadın ile bir cin erkeği evlenebilir mi? Bu mümkün ve İslâm'a göre caiz olur mu? Bu konuda İslâm âlimleri arasında bazı görüş farklılıkları olduğu anlaşılmaktadır. Araştırmamızın bu bölümünde bu konuyu incelemeye çalışacağız. Önceki kültürlerin bir incelemesi, insanlarla cinlerin evlenebildiklerine dair inancın çok eskilere dayandığını ortaya koymaktadır. Biz burada bütün eski kültürlerde bu konuda yer alan hususları inceleme imkânına sahip değiliz. Ancak Ehl-i Kitâb ile Câhiliye dönemine ait elimizde mevcut bazı ipuçları, bizim bu kanaate varmamıza sebep olmaktadır. Nitekim eş-Şiblî'nin kaydettiğine göre, babası insan, annesi cin olan kişilerden doğan kimseye Araplar "el-Has" demekteydiler. Yine, insan ile cin sihirbazından dünyaya gelene de "el-Amlûk" diyorlardı. [321] İbn Cerîr'in, Atâ'dan naklettiğine göre ise, İbn Abbâs:
"Kişi karısıyla hayızlı haldeyken cinsel birleşmede bulunursa, şeytân o adamdan daha önce davranır da, o kadın muhannese (eşcinsel) hâmile kalır. Muhannesler cin çocuklarıdır" [322] demiştir. İbn Abbâs'ın bu rivayetinin, devrin yanlış tıp bilgisini yansıttığı açıktır. Artık günümüzde, hayızlı haldeyken kadının hamile kalmayacağı, bu durumun kadının rahmindeki yumurtanın parçalanması sonucu oluştuğu, çocuğun meydana gelmesinin ise erkeğin sperminin kadının rahmindeki yumurtaya yerleşmesi neticesi meydana gelen döllenmenin sonucu olduğu, hayız halinde kadnıın rahminde döllenecek yumurta bulunmadığından, cinsel ilişkide bulunulsa bile döllenmenin söz konusu olmayacağı bilinmektedir. İbn Abbâs'ın, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bu konudaki yasağı açıklamak için başvurduğu tahmin edilen bu rivayetin Câhiliye kökenli olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü yanlış bir tıp bilgisinin ürünü olan bu rivayetin, Allah katından vahiy alan Hz. Peygamber'e nisbet edilemeyeceği açıktır. İbn Abbâs, bunu Ehl-i Kitâb'dan da almış olabilir. Çünkü onlarda da bir erkeğin hayızlı halde hanımına yaklaşması yasaktır. [323] Kur'ân-ı Kerîm'in bu konudaki yasağının, bu durumdaki kadınların ruh ve beden sağlıklarının korunmasına yönelik olduğu hususu açıklanmaya muhtaç değildir. Abdürrezzâk'ın, Ali b. el-Hüseyn'den naklettiği bir rivayet de, Câhiliye döneminin bu konudaki inancı hakkında bize fikir vermektedir: "Fâtıma bint Nu'mân en-Neccâriyye adlı Yesrib'li bir kadına bir cin erkeği musallat olmuştu. Eve geldiği zaman bu kadına saldırıyordu. O cin erkeği, yine bir gün âdeti üzere gelerek duvara yaslandı ve daha önceleri yaptığı gibi davranmadı. Bunun üzerine Fâtıma, 'Niçin içeri gelip, önceden yaptığın şeyi yapmıyorsun?' diye sordu. Bunun üzerine o cin erkeği:
'Muhakkak ki bugün zinayı yasaklayan bir Peygamber gönderildi' dedi." [324] Yukarda kaydettiğimiz bu rivayet, Câhiliye dönemi halkının cinlerin insanlarla cinsel ilişkide bulunabileceklerine inandıklarını görmektedir. Gerek Ehl-i Kitâb, gerekse Câhiliye döneminin bu konudaki inancını yansıtan rivayetlerden birisi de, Hz. Süleyman'ın çağdaşı Sebe Melikesi Belkis hakkındadır. Bunlardan Katâde'den nakledilenine göre, "Belkis'in anne ya da babasından birisi cinlerdendi." [325] eş- Şiblî ise, "Belkis'in babası Yemeride hüküm sürmüş büyük krallardan birisiydi. Buralarda benim gibi kral yoktur, diyordu. Bu melik daha sonraları cinlerden Reyhâne adlı bir kadınla evlendi ve bu kadından Belhis dünyaya geldi Belkis'e, Belkama adı da verilmiştir Nakledildiğine göre, Belkis'in ayaklarının arka kısmı hayvan tırnakları gibiydi. '[326] Tefsir kitaplarında Katâde'de son bulan bu rivayet, diğer bazı kaynaklarda Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadis şeklinde sokulmuştur. Bu rivayet de şöyledir:
Sa'îd b. Beşîr'in tercümesinde, Katâde, en Nadr b. Enes, Beşîr b. Nüheyk vasıtasıyla Ebu Hureyre'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber:
"Belkis'in ebeveyninden birisinin cinlerden olduğunu" söylemişlerdir. [327] Bu rivayetlerin israiliyat olduğu hatıra gelmektedir. Çünkü Tevrat'ta Belkis'in Hz. Süleyman'a gelip onunla görüşmesinden bahsedilmektedir. [328] Kitâb-ı Mukaddes'te, "Süleyman'ın işleri Kitabı" adlı bir eser bulunduğu ve Hz. Süleyman'ın yaptığı işlerle bunların hikmetinden bahsedildiğini öğrenmekteyiz. [329] Bu açıdan, Belkıs'ın annesinin cinlerden olduğuna dair rivayetin buradan aktarılmış olduğunu tahmin etmekteyiz.
Belkıs'ın anne veya babasından birinin cinlerden olduğunu hadis şeklinde nakleden ravikrden [330] Sa'îd b. Beşîr, şiddetle tenkîd edilmiştir. Hafızasının kötü olduğu, hadis ilminde güçlü bir kimse olmadığı, mûnker şeyler naklettiği için zayıf sayıldığı belirtilmiş, hadis âlimlerinden İbn Mehdî kendisinden rivayeti terketmiştir. Yine onun, Katâde'den münker şeyler naklettiği kaydedilmiştir. [331] Sa'îd b. Beşîr'in konumuzla ilgili rivayeti de Katâde'dendir. Söz konusu rivayetin ravîlerinden Beşir b. Nüheyk'in naklettiği hadislerin delil olarak alınamayacağı, kendisinin Ebu Hureyre'den (r.a.) hadis işitmediği bildirilmektedir. [332] Konumuzla ilgili rivayette Beşîr b. Nüheyk ile Ebu Hureyre (r.a.) arasında başka bir ravi bulunmamaktadır. Bu açıdan, Belkıs'ın ebeveyninden birisinin cinlerden olduğuna dair bu rivayetin Hz. Peygamber'e ait bir hadis olmadığı kanaatindeyiz.
Yukarda kaydettiğimiz gibi bu rivayetin isradiyât kaynaklı olduğu ve ait olduğu dönemin insanlarının cinlerle evlenilebildiğine dair inancını yansıttığı hatıra gelmektedir. Nitekim Yahudiler arasında, cinlerle insanların evliliğinin mümkün olduğuna dair bir inancın mevcut olduğu kaydedilmektedir. Kutsal Kitap sonrası Yahudi menkibelerinde nakledildiğine göre, Hz. Âdem'in ilk karısı dişi cin Lîllth'dir. Aggada ile ilgili gelenekte ileri sürüldüğüne göre, cinler, Hz. Âdem'in Lilith'den olan zürriyetidir veya kadınlarla cinsel ilişkiye girmiş olan kovulmuş meleklerin neslidirler. [333] Meleklerin insan kızlarıyla cinsel ilişkiye girdiklerine dair bu yahudi inancının Tevrat'a dayandırıldığı görülmektedir. [334]
Şimdi de İslâm âlimlerinin, cinlerle evlenmenin mümkün olup olmadığına, bunun dinen caiz görülüp görülmediğine dair görüşlerini incelemek istiyoruz. İslâm âlimlerinden bir grup, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetlerle, bir kısım hadisleri delil göstererek, cinlerle evlenmenin mümkün ve bunun dince caiz olduğunu ileri sürmüşlerdir, İbn Nuceym, el-Hasenü'l-Basrî'ye cinlerle nikâh hakkında sorulduğunda, onun böyle bir nikâhın şâhidsiz olarak caiz olduğunu söylediğini kaydetmektedir. [335] ed-Demirî ise, Kur'ân ve ilim ehli bir zat tanıdığını, bu kişinin kendisine, birer birer olmak üzere cinlerden toplam dört tane kadınla evlendiğini söylediğini kaydetmektedir. [336] eş-Şiblî ise cinler hakkında te'lif etmiş olduğu eserinde, cinlerle nikâhın mümkün olduğunu savunmaktadır. eş-Şibil bu konuda şunları söylemektedir:
"Hz. Peygamber'in cinlerle evlenmeyi yasaklaması, fukahânın, cinlerle insanlar arasında nikâh caiz değildir demeleri, Tâbi'in'den bazı kimselerin bunu hoş karşılamaması, böyle bir şeyin mümkün olduğunu gösterir. Çünkü mümkün olmayan bir şeyin caiz olduğuna veya meşru olmadığına hükmedilmez [337] eş-Şiblî'nin Resûlullâh'ın cinlerle nikâhı yasakladığını bildirdiği rivayet, sahih kaynaklarımızla yer almayan mürsel bir nakildir ve hadis âlimlerinden Zührî'ye nisbet edilmektedir. [338] Bu rivayetin değerlendirmesi ilerde yapılacağından, eş-Şiblî'nin bu konudaki görüşlerini kaydetmeye devam etmek istiyoruz: "Denilirse ki, cinnin cevheri ateştir insanlarınki ise, anasır-ı erba'adır (Su, ateş, toprak, hava). Ateş unsuruna sahip dişi cinnin rahminde insan nutfesi nasıl barınabilir? Buna imkân var mıdır? Bilindiği gibi insan nutfesi yaştır, ateşin şiddetli hareketine dayanamaz, eriyip gider. Bu mümkün olsaydı, tabii ki insanlarla cinlerin birbirleriyle evlenmeleri de mümkün olurdu... Onlar ateş unsurundan yaratılmış olsalar bile, yemek-içmek, evlenip çoğalmak suretiyle tıpkı asıdan toprak olan Âdemoğullarının ana unsurlarını kaybettikleri gibi, cinler de ana unsurlarını kaybetmişlerdir. Kaldı ki, ateşten yaratılan, cinlerin atasıdır. İnsanların babası Hz. Âdem nasıl topraktan yaratdılmşsa cinlerin atası da ateşten yaratılmış, fakat babanın dışındaki diğer cinler ateşten yaratılmamışlardır. Tıpkı Hz. Âdem'den başka, diğer insanların topraktan yaratılmadıkları gibi." [339]
Yukardaki satırlarında, cinlerin aslının ateş olmasına rağmen kendilerinin şu andaki yapılarının ateş olmadığını, bu sebeple bir insanla bir cin kadınının evlenip çocuk sahibi olmalarının mümkün olabileceğini ifade eden eş-Şiblî, aynı eserinin bir kaç sayfa ilerisinde bu söyledikleriyle tenakuza dönmüştür. eş-Şibli bu konuda şöyle söylemektedir:
"Sahîhayn'da Ebâ Musa'dan bir hadis nakledilmiştir:
Medine'de bir gece evlerden birisi yandı. İçindeki insanlar da yandılar. Hz. Peygamber'e bu durum bildirilince şöyle buyurdular Şüphesiz ki ateş sizin düşmanınızdır. İşinizi bitirdiğinizde onu söndürünüz. Ateş bize düşman olunca, ondan yaratılan da ona uyarak tabilki düşmanımız olacaktır. Çünkü her şey aslına tâbidir. [340]
eş-Şiblî'nin yukarda kaydettiğimiz son satırlarına göre, cinlerden bir kadınla bir insanın evlenmesinin söz konusu olamayacağı ortaya çıkıyor. Çünkü onun son görüşüne göre, cinlerin öldürücü derecede insanların düşmanı oldukları meydana çıkıyor ve aralarında nikâhın mümkün olmadığı anlaşılıyor. Ancak Şiblî, cinlerle insanların evlenmelerinin mümkün olduğundan başka, bunun meydana geldiğine dair bazı hikâyeler de kaydediyor. [341] Onun cinlerle insanların evlenmesinin mümkün olduğuna dair delilleri ve bu konudaki görüşü ise şöyledir:
"Bunun imkan ve vukuuna gelince, insanların cinlerle veya cinlerin insanlarla evlenmesi mümkündür. Seâlibî der ki:
İnsanlarla cinler arasında evlenmek ve çoluk- çocuk sahibi olmak mümkündün Çünkü Allah, 'Mallarına, çocuklarına ortak ol' buyurmuştur. Allah Rasülü de şöyle buyurmuştur: Kişi hamını ile cinsel ilişki kurduğunda besmele çekmezse, şeytân onun erkeklik organına hulul eder ve onunla beraber cima eder." [342]
Yine eş-Şiblî, "Diğer bir kısım âlimlere göre, cinsel ilişki esnasında kişi besmele çekmediği zaman cinler araya girip, onunla birlikte cinsel birleşmede bulunur. 'Onlara mallarında ve evladında ortak ol' mealindeki âyetle, 'Onlara, kendilerinden önce ne bir insan ve ne de bir cin dokunmamıştır' âyetinden bu kastedilmiştir" [343] demektedir. eş-Şiblî'nin bahsetmekte olduğu âyet şöyledir:
"Onlardan gücünün yettiğini sesinle yerinden oynat, atlıların ve yay alarmla onların üzerine yaygarayı bas, mallarda ve evlatta kendilerine ortak ol; onlara çeşitli vaadler yap. Gerçi şeytân, onlara aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” [344]
Müfessirlerin çoğu, bu âyeti Şiblî ve benzeri âlimlerin anladığı mânâda anlamamışlardır. Onlar, bu âyette 'Evlatda ortak ol' sözü ile mecazî bir anlam kasdedildiğini, bununla, kız çocuklarının öldürülmesi, annelerinin zina yapması veya zina yoluyla çocuk sahibi olunması ya da çocukların anne babaları tarafından kâfir olarak yetiştirilmeleri gibi hususların anlatılmak istenildiğini söylemişlerdir. [345] Bu açıdan âyetten, Şiblî ve benzeri alimlerin söylediği mânâyı çıkarmak mümkün değildir. Yani, kişi besmele çekmediği zaman şeytân ya da cinlerin, o kişinin hanımıyla, aynen bir erkeğin yaptığı şekilde cinsel ilişkide bulunması söz konusu değildir. Böyle bir anlayış, ruhanî, mânevi, mecazî bir konuyu çok nesnel bir şekle indirgemek olur. Şiblî'nin görüşüne delil olmak üzere kaydettiği, "Besmelesiz olarak cinsel birleşmede bulunan kimsenin cinsel organına şeytanın sarılarak onunla beraber cinsî münasebette bulunduğuna" dair bir hadise de sahîh hadis kaynaklarımızda rasdayamadık. el-Aynî, bu rivayetin zayıf olduğuna işaret ederek, bunu müfessirlerden Mücâhid'e isnâd etmiştir. [346] Bu durumda da söz konusu rivayet bir hadis değil, Mücâhid'in, besmele çekmenin faziletiyle ilgili olarak söylemiş olduğu bir söz olmalıdır. Bu konuda, sahih kaynaklarımızda bir hadis yer almakta fakat bunda, "Şeytan'ın besmele çekmeyen kimse ile beraber cinsel ilişkide bulunduğundan" bahsedilmemektedir. Bu rivayet şöyledir:
İbn Abbâs'tan (r.a.) Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizden biri eşine yaklaşmak istediği zaman, (Bismillâhi Allâhümme Cennibnâ'ş-Şeytane ve Cennibi'ş-Şeytâne Mâ Razaktenâ) 'Bismillah, Ey Allah'ım! Bizi, Seytân'dan uzaklaştır, Şeytân'ı da bize ihsan ettiğin çocuktan uzak kıl!' derse ve aralarında çocuk takdir olunursa, Şeytân artık o çocuğa zarar' veremez.” [347]
Görüldüğü gibi bu hadiste Besmele çekmeye teşvik vardır ve buradan eş-Şiblî ve benzeri âlimlerin kasdettigi hususu çıkarmak da mümkün değildir. [348]
eş-Şiblî, cinlerle insanların evlenmelerinin ya da cinsel ilişkide bulunmalarının mümkün olduğuna dair görüşünü desteklemek için şöyle bir rivayet kaydetmektedir:
"el-Fetâvâ'z-'Zâhiriyye'de şöyle nakledilmiştir:
'Bir kadın, kendisine günde bîr kaç kere bir cinnin gelip temas ettiğini ve kocası ile cinsel ilişkide bulunduğu zaman duyduğu zevki aldığım söyledi ve bu hususta fetva istedi. Kadına, 'Yıkanman gerekmez' diye fetva verdiler." [349] Ancak, eş-Şiblî'nin kaynak gösterdiği el-Fetâvâ'z-Zâhiriyye'de, söz konusu hususun gündüz gerçekleşen bir olay değil, rüyada meydana gelen bir durum olduğundan bahsedilmektedir. Dolayısıyle, "Bir cinnin, bir kadınla cinsel ilişkide bulunması" gündüzleri defalarca olan bir hâdise değil, rüyada meydana gelen bir ihtilâmdan ibarettir. el-Fetâvâ'z-Zâhinyye'de kaydedilen ibare şudur:
"İbn Abdullah b. el-Mübârek'in Salât'ında kaydedildiğine göre, bir inadın:
'Benim bir cinnim var, uykuda bana defalarca yaklaşıyor ve ben, kocam benimle cinsel ilişkide bulunduğu zamanki gibi zevk duyuyorum' dedi ve fetva istedi. Kendisine, 'Gusûl gerekmez' diye fetva verildi." [350]
Görüleceği üzere el-Fetâvâ'z-Zâhiriyye'de yer alan bu ibarenin, eş-Şiblî'nin yukarıda öne sürdüğü, "Cinlerin insanlarla cinsel ilişkide bulunmalarının mümkün olduğuna" dair iddiasına bir delil olamayacağı açıktır.
el-Hakîm Tirmizî ve Kurtubî gibi bazı âlimler de, Ebû Dâvud tarafından da kaydedilen bir rivayeti delil göstererek, insanlarla cinlerin cinsel ilişkisinin mümkün olduğunu savunmuşlardır. [351] Söz konusu rivayet şöyledir:
Ebû Dâvud, Muhammed b. d-Müsennâ, İbrahim b. Ebi'l-Vezîr, Dâvud b.Abdirrahmân el-Attâr, İbn Cüreyc, Cüreyc, Ümmü Humeyd vasıtasıyla Hz. Âişe'den şöyle nakletmiştir:
"Hz. Aişe, Rasûlullâh (s.a.v.) bana, 'Sizin içinizde hali garipleşen kimseler (...el-Muğarrebûn) görüldü mü?' buyurdu veya 'görüldü mü' yerine başka bir kelime söyledi. Ben, 'el-Muğarrebün nedir?' dedim. Hz. Peygamber de:
“Kendilerinde cinlerin ortak olduğu kimselerdir' buyurdu." [352]
Ancak yukarda kaydettiğimiz bu rivayet zayıftır. İsnâdda yer alan râvîlerden Ümmü Humeyd bint Abdirrahmân'ın durumu meçhuldür. Kaynaklarımızda, kendisi hakkında her hangi bir değerlendirmeye varacak bilgiye rastlanamarnıştır. [353] Yine Râvîlerden Dâvud b. Abdirrahmân el- Attâr da hadis alimleri tarafından tenkîd edilmiştir. Yahya b. Ma'in, onun zayıf olduğunu bildirmiştir. [354]
Daha önce de kaydettiğimiz gibi, cinlerin bir kimseyi istila etmesi, onun irâde ve davranışlarını o kişinin yerine düzenlemesi, o kişiyle beraber yiyip içmesi, hanımıyla onunla beraber cinsel ilişkide bulunması, o şahsın evlâdına ortak olması söz konusu olamaz. Buhususta delil gösterilmeye çalışan âyet ve hadisler mecazi bir anlam taşımaktadır. Cinlerin bir kimseyi istilâ edip, o kimsenin aklını dumura uğratması da kabul edilecek bir husus değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hak:
"Kurallarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz” [355] buyurmuştur. İslâm âlimleri de, cin ve şeytânların insanları delirtip akıllarını yok etmeye kudretlerinin olmadığını kaydetmişlerdir. [356] Yukarda kaydettiğimiz rivayette, (el-Muğarrebûn) Hali garipleşen, yalnızlığa bürünen kimseler) lafzıyla kendisinden bahsedilen şahısların, günümüz tıbbının Şizofreni ya da Melankoli kapsamına aldığı kimseler olduğu hatıra gelmektedir. Şizofreniye yakalanmış hastaların, dış dünyanın gerçeklerinden koptuğu, kendisinin meydana getirdiği yalancı bir dünyada yaşadığı, iç dünyalarına kapanıp haftalarca düşündükleri, konuşmadıkları, kendilerinin dış etkiler altında olduklarına inandıkları, bütün düşünce, konuşma ve davranışlarının dışardan kontrol edildiği, bunların kendilerine ait olmadığını ileri sürdükleri kaydedilmektedir. [357] Aynı şekilde, Melankolik hastalar da çevreleriyle ilgilenmemekte, konuşmamaktadırlar. Bu kişiler âdeta canlılıklarım, enerjilerini kaydetmişlerdir. Kendilerini bitkin hissederler. Özellikle sabahları kederleri çok fazladır. [358]
Ne yazık ki, halen Tıp ilmi bu tür rahatsızlıkların kesin bir tedavisini sağlayamamıştır. Ancak bu konuda epeyce mesafe alındığı da bir gerçektir. Günümüzde bu tür hastalıkların kesin olarak sebebi bilinmemektedir. Her hastaya göre farklı durumlar söz konusu olabilmektedir. Bu açıdan bu tür hastalıklara cinlerin sebep olduğunu söylemek, bunları mahiyeti mübhem olan varlıklara havale etmek,'meydana geliş sebeplerini, tedavilerini ilmin sahası dışına çıkartmak demektir. Bu ise doğru değildir. Ruh-beden ilişkisi artık günümüzde kavranmaya başlanmış, bir çok hastalığın ruhsal nedenlerden kaynaklandığı (Bkz. Psikosomatik hastalıklar) Tıp ilmi tarafından da tespit edilmiştir. [359] Bu yüzden, bahsedilen hastalıkların da cinlerle vs. ile değil, kişinin ruh ve beden yapısıyla, bu ikisinin birbiriyle münasebetiyle yakından ilgili olduğu hatıra gelmektedir. Bütün bunların ışığında Ebû Dâvud tarafından kaydedilen hadisin, cinlerin insanlarla ilişki kurmalarının mümkün olduğuna delil olamayacağı kaınaatine varmaktayız. Bizce mezkûr hadisde "el-Ciri" lafzıyla kasdedilen, bildiğimiz özel anlamdaki cinler değil, bu tür rahatsızlıklara sebep olan hususlardır. Yalnızlaşan, garip davranışlara bürünen, kendisini toplumdan dışlayan, çevreden ve dış dünyadan kopan kimselerin bu tür hareketlerine, hastalıklarını sebep olan, ancak ne olduğu insanoğlunun bilgisi dışında kalan görünmeyen bir takım gizli etkenlere, onların bu özelliklerinden dolayı Hz. Peygamber tarafından "Cin" denilmiş olmalıdır. Ancak elde mevcut rivayetimizin sahih olmadığı, ravîlerden birisinin tenkide uğramış olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
eş-Şiblî, cinlerle evliliğin mümkün ve caiz olduğu hususuna İmâm Mâlik'in bir fetvasını da delil göstermektedir. Buna göre, "Yemen'den bir topluluk mektup yazarak İmâm Mâlik b. Enes'e şöyle sordular:
'Burada cinlerden bir adam var. Bizden bir kız istiyor helal yoldan evlenmeyi arzu ettiğini ileri sürüyor, ne dersiniz? İmâm Mâlik de:
'Bu konuda dinen bir sakınca yoktur. Fakat ben bunu hoş karşılamıyorum. Çünkü yarın bir kadın cinden hâmile kaldığı zaman, çevresindeki insanlar, 'Bu çocuk kimdendir?' diye sorduklarında, 'Cindendir' diye cevap verecektir. Bu yüzden de müslümanlar arasında fesâd alıp yürüyecektir.'" İmâm Mâlik'ten nakledilen bu görüşü, Ebû Osman Sa'ıd b. el-Abbâs er- Râzî, Kitâbü'l- İlham ve'l Vesvese adlı eserinde nakletmiştir. [360]
Konumuzla ilgili olarak eş-Şiblî şunları söylemektedir:
"İmâm Mâlik'in, 'Bence, dinen bunda bir sakınca yoktur' sözü, ona göre cinlerle evlenmenin caiz olduğunu gösterir. Kendisi, bunu başka bir sebepten dolayı kerîh görmüştür ki, o da aksinin meydana gelmesinin imkânsızlığıdır" demektir. [361]
Kanaatimizce, cins ayrılığından dolayı cinlerle insanların evlenmesinin mümkün olmadığına dair İslâm âlimleri tarafından delil gösterilen âyetleri İmânı Mâlik'in bilmemesi söz konusu olmadığına göre, bu fetvanın şu haliyle imâm Malik'e ait oluşunda bir şüphe söz konusudur. Çünkü onun, "Cinlerle nikâhta dinen bir sakınca görmemesi" hususu tenkide muhtaçtır. Fetvanın sonraki satırlarında İmâm Mâlik'in, zina yoluyla hamile kalan kadınlara, bu çocuğun babası kimdir? diye sorulduğunda, "Cindir" diyerek hukukî sorumluluktan kurtulmak isteyeceklerini, böylece toplumda fesadın, fuhuş ve ahlâkî çöküntünün yayılacağını, bu açıdan cinlerle nikâhı şahsen hoş karşılamadığını söylediği ifade ediliyor. Halbuki dinen yapılmasında bir sakınca görülmeyen hususların toplumun fesadına değil, ıslâhına ve faydasına hizmet edeceği açıktır. Toplumun bozulmasına sebep olan hususları yapmanın dinen sakıncalı olduğu herkesçe malumdur. O zaman, müslümanlar arasında zina ve fuhşun yaygınlaşmasına, fesadın yerleşmesine sebep olacağı bildirile'n "Bir insanın cinlerle evlenmesi hususu" dinen nasıl sakıncalı olmaz? Bunu kabul etmenin mümkün olmadığı açıktır. Ayrıca her iki cinsin evlenmeleri, cinsel ilişkide bulunup çocuk sahibi olmaları zaten yaratılışları açısından mümkün değildir. Çünkü cinler ruhani, insanlar cismânî varlıklardır. Bu sebeple, İmâm Mâlik'e atfedilen bu fetvayı doğru kabul etmek, bunu cinlerle nikâhın caiz ve mümkün olduğuna delil saymak doğru değildir, kanaatindeyiz.
ed-Demîri de bu konuyla ilgili olarak şunları naklediyor:
"Pahrüddin el-Ya'meri'nin el yazısı ile kaydedilmiş olarak şunları gördüm:
'Osman el- Muhâtilî, Ebü'l-Feth el-Kuşeyrî'den o da İzzüddin b. Abdi's-Selâm'dan işittiğine göre o şöyle diyordu: 'Kendisine İbn Arabi'den sorulduğunda 'Kötü bir şeyhtir, yalancıdır', dedi. Bunun üzerine ona, 'Yalancı mı?' diye tekrar soruldu. O da:
'Evet. Birgün biz, cinlerle nikâh konusunu tartışıyorduk. 'Cin, latif bir ruhtur, insan ise kesif bir cisimdir. Bu ikisi nasıl birleşir?' dedi ve bir müddet yanımızdan ayrıldı. Sonra başı yarılmış olduğu halde tekrar yanımıza geldi. Kendisine başının yarılmasından sorulduğunda, 'Cinlerden bir kadınla evlendim. Aramızda bir tartışma oldu, o da benim başımı yardı' dedi." ez-Zehebı İse, "İbn Arabi'nin bu yalanı kasden söylediğini zannetmiyorum. Bu, riyâz'ı hurafelerden biridir" dedi. [362] ez-Zehebî'nin, bunu hurafe kabul eden görüşüne katılmamak elbette mümkün değildir.
eş-Şiblî, bu konuda İshâk b. Râhûye'nin görüşünü de nakletmektedir. Buna göre Harb, "İshâk'a dedim ki, denize açılan bir adam kaybolmuş. Sonra bir cin hadım ile evlendiği meydana çıkmış. İshak dedi ki, cin ile evlenmek mekruhtur." [363] eş-Şiblî'nin bu naklinin, halk arasında yaşayan yanlış bir kanaatin ürünü asılsız bir rivayet olduğu açıktır. Ayrıca ait olduğu dönemin coğrafya kültürü ve bilgisini yansıtması açısından ilginçtir. Demek ki, coğrafi keşiflerin yapılmadığı, okyanus ötesi kıtaların, deniz aşırı ülkelerin eski dünyada bilinmediği dönemlerde, Ortadoğu'da yaşayan halk, keşfedilmeyen deniz ötesi karalarda cinlerin yaşadığına inanıyordu. Belki de, vaktiyle bir adam denize açıldı ve o zaman henüz bilinmeyen bir karaya çıktı. Orada yaşayan yerli halkla karşılaştı ve onlardan bir kadınla evlendi. Eski dünyada yaşayan halk da, kültür yapılarına uygun olarak bu adamın cinlerden bir kadınla evlendiğini sandılar ve bu olay rivayet haline gelerek İshâk b. Râhuye'ye ulaştı. Ancak artık günümüz dünyası insanoğluna dar gelmeye başlamıştır ve ondan artıp da cinlere terkedilecek kara parçaları da mevcut değildir. Üstelik cinlerin ıssız yerlerde yaşamalarına gerek de yoktur. Onlar da vücut yapılarına uygun olarak ayrı bir boyutta insanlarla içice yaşayabilirler. Buna bir engel de yoktur. Zaten insanoğlu, mor ötesi, kızıl ötesi ışınlarla, ses dalgalarıyla, kısacası göremediği bir yığın şeyle yaratılışından beri içice yaşayıp durmaktadır. Burada konumuzla ilgisi açısından, Yeryüzü'nde daha önceleri cinlerin yaşadığı, ancak bunların aralarında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden kan dökerek birbirlerini öldürdükleri, bu yüzden Allah'ın (c.c), onların üzerine İblîs'in komutasında meleklerden müteşekkil askerler gönderdiği, bunların yeryüzü'nde yaşayan cinlerle savaşıp, onları yenerek, denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüklerine dair İbn Abbâs'tan İsrâiliyyât kaynaklı olduğunu düşündüğümüz bir rivayet nakledildiğini kaydetmemiz uygun olacaktır. [364]
eş-Şiblı, Tâbiin'e mensup bir grup İslâm âliminin, cinlerle evlenmenin meşru olmadığı görüşünde olduklarını kaydetmiştir. [365] Hanbeli mezhebine mensup âlimlerden bir grup da, onlarla nikahın caiz olmadığına hükmetmişlerdir. [366] Yine İslâm âlimlerinden el-Hasenü'l-Basrî, Katâde, el-Hâfcim b. Kuteybe, İshâk b, Râhûye, Vkbe b. el-Esanın cinlerle nikâhın caiz olmadığını söylemişlerdi.” [367] Ali b. Ahmed'e, mümkün olduğu takdirde bir kimsenin cinlerden müslüman bir kadınla nikahlanmasının caizolup olmadığından sorulmuş, o da bunu soran kimseye ahmaklığından dolayı bir tokat atmış ve bu şahsın câhil bir kimse olduğunu söylemiştir. [368] Hanefi âlimlerinden Cemâlüddin es-Sicistânî de, "Cinsleri ayrı olduğu için insanlarla cinler arasında evlenmek caiz olmaz" demiştir. [369] el-Fetâvâ's-Sirâciyyede'de cins ayrılığından dolayı insanlarla cinler arasında nikâhın caiz olmadığı belirtilmiş, bu yasağın kadın olsun erkek olsun her iki cinsi de içine aldığı kaydedilmiştir. [370]
eş-Şiblî, cinlerle nikâha cevaz verilirse, kişinin bazı sorularla karşılaşacağını kaydederek şunları söylüyor:
"Eğer biz, buna cevaz verecek olursak birkaç hususla karşı karşıya kalırız. Bunlardan biri ... Sonra adam kemik vesaire gibi cinlerin azığı olan şeyleri cin olan karısına getirmeye zorlanır mı, zorlanmaz mı? [371]
Görüleceği üzere eş-Şiblî, cinlerle evlenmeyi mümkün görüyor ve böyle bir evlilik gerçekleşirse, cinlerden filan hanımın ne yiyeceği tartışmasını yapıyor. Kemik vs. nin cinlerin azığı olduğunu düşünüyor ve böyle bir koca, cinlerden olan karısına kemik getirmeye mecbur mu yoksa değil mi? sorusunu soruyor. Kemiğin cinlerin azığı olduğuna dair kanaatin yanlış olduğunu biz araştırmamızın daha önceki bölümünde ortaya koymaya çalıştık. Bu konudaki hadisler râvîlerin zabi hatası yüzünden yanlış anlaşılmıştır. Kanaatimizce Hz. Peygamber, kemiğin bildiğimiz anlamda cinlerin azığı olduğunu söylememiş, kemik ve tezekle ilgili olan hadislerinde, cin lafzıyla mikropları kasdetmişlerdir. Bu açıdan, ruhanî bir yapıda olan ve bu araştırmamızın konusunu teşkil eden cinler, gıda almak için kemiğe vs. ye muhtaç değillerdir. Onların kendilerine göre, gıda aldıkları, enerji sağladıkları kaynaklar vardır, onların yapıları ve mahiyetleri gibi bunlar da bizim meçhulümüzdür. Bu sebeple, kemik, tezek vs. atık maddeler, Hz. Peygamber'in o dönem şartlarında kendilerine "Cin" lafzıyla işaret ettiği mikropların, üreme, çoğalma ve beslenme kaynaklarıdır.
eş-Şiblî'nin, insanlarla cinler arasında evliliğin caiz olmadığına dair görüşler kaydettiğini de görmekteyiz. Şiblî, insanlarla cinlerin arasında evlilik müessesesi kurulmasına engel olan sebeplerden bahsederek, "Bu mâni, ya birbirlerinin cinsinden olmadıklarından ileri gelmektedir, yahut maksad hâsıl olmamaktadır, ya da din buna izin vermemiştir," [372] demektedir. Şiblî, insanlarla cinler arasında cins ayrılığı olduğunu kaydetmekte ve Cenâb-ı Hakk'ın bize kendi cinsimizden eşler yarattığını söyleyerek bazı âyetleri bu konuda delil getirmektedir. Onun görüşüne göre, cinler kendi cinsimizden olmadığına göre, Allah (c.c.) onları bize eş olarak yaratmamıştır. Kendi cinsimizden olan kadınları, onlarla yaşamamız için yaratmıştır. Şiblî, cinlerle insanların evlenmesi konusunda şer'î mani de bulunduğunu kaydederek, nikâh ile eşlerin bir arada tatlı tatlı yaşayıp gitmelerinin hedef alındığını, evlilikte karşılıklı sevgi ve saygının olması gerektiğini, oysa cinlerle insanlar arasında sevgi ve saygı bulunmadığını kaydetmek tedir. [373] Şiblî'ye göre, iki cins arasında düşmanlık hâlâ devam etmektedir ve:
"Dedi ki, haydi ininiz. Çünkü kiminiz kiminize düşmandır" âyeti ile Hz. Peygamber'in, "Taun, cinlerin size bir dürtmesidir.
Çünkü onlar zehirli ateşten yaratılmışlardır. Cinlerin yaratılışında hâlâ bu mevcuttur" sözü bu düşmanlığın devam ettiğini ispatlama konusunda kuvvetli bir delil teşkil etmektedir. [374] Burada, Şiblî'nin delil olarak kaydettiği hadisde kasdedilen cinlerin, araştırma konumuzu teşkil eden varlıklar olmadığı görüşünde olduğumuzu kaydetmek durumundayız. Kanaatimizce burada "Cin" lafzıyla kendisinden bahsedilen varlıklar, Tâûn vs. hastalıklara sebep olan mikroplardır. Hz. Peygamber, göze görünmemeleri sebebiyle onlardan "Cin" lafzıyla söz etmiştir. Bu açıdan, burada insana düşmanlığı söz konusu olanlar mikroplardır. Müslüman cinlerin, din kardeşleri olan mü'min insanlara düşman olmalarının pek mantıklı görünmediği açıktır. Melekler nasıl ki mü'minlere düşman değil dost iseler, müslüman cinlerin de müslümanlara dost olmaları gerekir. Zaten Cenâb-ı Hak da, mü'minlerin birbirinin dostu olduğunu bildirmiştir. [375]
İslâm âlimlerinden İmâdüddin b. Yûnus ile Kâdî'l-kudât Şerefüddîn Ebü'l-Kâsım da, cinlerle nikâhın caiz olmadığını belirtmişler ve Kur'ân-ı Kerim'de yer alan iki âyeti buna delil göstermişlerdir. [376] Bunlardan ilki şöyledir:
"Allah, size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve onlardan da size oğullar ve torunlar yarattı." [377]
Diğer âyette ise şöyle buyurulmuştur:
"İçinimden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O'nun varlığının belgelerindendir. Bunlarda düşünen bir millet için dersler vardır." [378]
Müfessirler, kaydettiğimiz son âyette geçen (-Rahmet) kelimesi ile cinsel ilişki, (el-Meveddetü) kelimesi ile de çocuk kasdedildigini bildirmişlerdir. [379] Bu durumda, bu âyetten, insanlarla cinler arasında cinsel ilişki ve çocuk sahibi olma hususunun mümkün olmadığı, bunun ancak insanla insan arasında mümkün olabileceği anlaşılmaktadır. Kısacası bu âyet, cinle insanın cinsel ilişkisinin ve bu yolla çocuk sahibi olunmasının imkân dahilinde olmadığına işaret etmektedir. İbn Nuceym, bazı İslâm âlimlerinin, kaydettiğimiz bu âyetleri insanların cinlerle nikâhının haram olduğuna delil saydıklarım kaydetmektedir. [380] Ayrıca, Harbü'l-Kirmanı, ez-Zührî'den, Hz. Peygamber'in cinlerle nikâhı yasakladığını nakletmiştir. [381] Ancak bu mürsel bir rivayettir, senedi kopuktur, isnâdda yer alan ravîlerden İbn Lehî'a hadis âlimleri tarafından tenkide uğramış, hafızası bozulduğu için kendisinden rivayet terkedilmiştir. [382] İbn Nuceym, "Bu mürsel bir hadis olsa bile âlimlerin görüşleriyle kuvvet kazanmıştır." [383] Demektedir. Ancak sahih kaynaklarımızda böyle bir rivayete rastlanılamadığı için İbn Nuceym'in bu görüşüne katılmak mümkün görünmemektedir.
Sonuç olarak, insanlarla cinler arasında nikâhın mümkün olmadığını, konuyla ilgili alarak zikredilen dinî delillerin sadece bunun caiz olmadığını değil, aynı zamanda böyle bir şeyin fiilen imkân dâhilinde olmadığına delâlet ettiğini kaydetmek durumundayız. Halk arasında rastlanılan bu tür rivayetlerin asılsız olduğunu, cinlerle evli olduğunu ileri süren kimselerin ise ruhsal açıdan rahatsız olduklarını ve tedaviye ihtiyaçları olduğunu burada bir kere daha belirtmek istiyoruz. [384]
Daha önceki bölümlerde Kur'ân-ı Kerîm'in, cinlerin dumansız ateşten yaratıldıklarını, Kur'ân indirilmeye başlamadan önce gök katlarına çıkıp orada eğleşerek, melekût âleminden haber çalmaya teşebbüs ettiklerini, ancak Hz. Peygamber'in gönderilmesiyle üzerlerine şihâb denilen delici, yakıcı ışınlar gönderilmek suretiyle göklerden kovulduklarını haber verdiğini kaydetmiştik. Bunlar, cinlerin ışından yaratıldıklarına, akıl, irâde ve göklere çıkabilecek kabiliyetleri olduğuna işaret etmektedir. Kısaca söylemek gerekirse, cinler insanlara nisbetle çok yüksek hıza sahip varlıklardır. Günümüzde Fizik ilmi, ışığın saniyede üçyüz bin (300.000) km. hızla gittiğini söylemektedir. Şu halde dumansız ateşten, yani ışından yaratılan cinler de en azından bu hıza sahip olma durumundadırlar. Onların gök katlarına çıkabildiklerine dair âyetler ile onların Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştırıldıkları dönemde Sebe Melîkesi'nin tahtının getirilmesinden bahseden âyet bu konuda bize ipucu vermekte ve onların sahip oldukları yüksek sürate işaret etmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiğine göre, Hz Süleyman'ın emrinde, cinler, insanlar ve kuşlardan meydana gelen bir ordu bulunuyordu. [385] Hz. Süleyman bu ordusunu teftiş etmiş ve Hüdhüd kuşunu göremeyince onun nerede olduğunu sormuştu. Daha sonra Hüdhüd kuşu gelerek, Hz. Süleyman'a Sebe' halkının güneşe taptıklarını ve başlarında güçlü bir kadın hükümdar bulunduğunu haber vermişti. Hz. Süleyman da bir mektup yazarak, onları, kendisine karşı büyüklük taslamadan teslim olarak huzuruna gelmeye çağırdı. Hüdhüd bu mektubu götürüp, Sebe’ Melikesi Belkıs'in tahtına bıraktı. Belkıs, Hz. Süleyman'ın mektubunu okuyup, danışmanlarıyla istişare etti ve ona hediyeler yolladı. Ancak Hz. Süleyman, Melîke'nin elçisine:
“Dön, onlara söyle, teslim olsunlar, yoksa onların asla karşı koyamayacakları ordularla gelir, oradan sürer çıkarırım' dedi. Elçi, durumu kadın hükümdara iletince, o yine danışmanlarını topladı ve teslim olarak Hz. Süleyman'ın huzuruna gelmeye karar verdiler. [386] Onlar yoldayken Hz. Süleyman danışmanlarını topladı ve 'Ey ileri gelenler! Onların bana teslim olarak gelmelerinden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?' dedi. Cinlerden bir ifrit, 'Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, bunu yapmaya gücüm yeter' dedi. Yanında kitâb'dan bir ilim bulunan kimse de, 'Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim’ dedi. (Süleyman) tahtı yanına yerleşmiş görünce, 'Bu, Rabbimin lütfundandır. Kendisine şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak istiyor. Şükreden, kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, Rabbim zengindir (onun şükrüne muhtaç değildir), Kerimdir" dedi. [387]
Yukarda kaydettiğimiz âyetler, cinlerin yüksek bir hıza sahip olduklarını gösterdiği gibi, onların aynı süratle eşyayı bir yerden diğer bir yere nakletme gücüne sahip olduklarını da ortaya koymaktadır. Hz. Süleyman'ın, Sebe Melikesi'nin tahtının nakledilmesi konusundaki emrine, cinlerden olan ifrît, "Sen makamından kalkmadan önce, ben onu sana getiririm" diye cevap veriyor. Bu onun sahip olduğu yüksek hıza işaret ediyor. Ancak kendisinde Kitâb'dan ilim bulunan kimse, "Sen gözünü açıp yummadan ben ona sana getiririm" diyor, ki bu durum, bu zâtın cinlerden olan ifritten daha süratli, daha hızlı hareket edebilme imkanına sahip olduğunu, bu yönüyle de cinlerden üstün olduğunu ortaya koyuyor. Kısacası bu kimsenin yanında, cinlerden olan ifrit, sürat açısından demode olmuş bir konuma düşmüştür ve Hz. Süleyman da bu işi cine değil, yanında Kitâb'dan bir ilim bulunan şahsa yaptırtmıştır. Bu kimsenin, Hızır, Cebrail (a.s.) veya Hz. Süleyman'ın kendisinin olduğu kaydedildiği gibi, onun veziri Âsaf b. Berhıyâ olduğu da nakledilmektedir. [388]
Burada konumuzla ilgili olan husus, cinlerden olan ifrît'in Sebe' Melîkesi'nin tahtını getirmeye gücünün yettiğidir. Kendisi bu konuda, "Bunu yapmaya gücüm yeter ve bana güvenilir" demiştir. [389] Sebâ, vaktiyle Yemen'de kurulu bir devletti. [390] Hz. Süleyman ise, Filistin'de, Kudüs'te ikâmet etmekteydi. Kısacası, Melîke'nin tahtının nakledileceği mesafe olan Yemen-Kudüs arası uzun bir yoldu. Şayet kendisine görev verilseydi, cinlerden olan ifrit, tahtı herhalde ışık hızıyla (saniyede 300.000 km) nakledecekti, çünkü kendisi ışından yaratılmıştı. Fizik bilginleri, ışık hızına ulaşabilmek için, cisimlerin kütlesinin enerjiye dönüşmesi gerektiğini, aksi takdirde bunun mümkün olamadığını dile getiriyorlar. Bu durumda adı geçen cinin, Sebe' Melîkesi'nin tahtını Yemen'den alıp, Kudüs'e getirebilmesi için, tahtı enerjiye, yani ışına dönüştürüp, o mesafeyi katettikten sonra, Kudüs'te tekrar yoğunlaştırarak eski haline getirebilmesi gerekir. Aksi takdirde böyle bir işleme tâbi tutmadan, böylesine yüksek bir hızın yapacağı etkiye Melîke'nin tahtının dayanması mümkün gözükmediği gibi, tahtın enerjiye (ışık) dönüşmeden, cismini (kesafetini) koruyarak ışık hızını elde etmesi de imkân dahilinde olmamalıdır. Burada konumuz, cisimlerin ışık hızıyla uzak mesafelere nasıl nakledilebileceği değil, cinlerin buna güç yetirip yetiremeyeceği hususudur. Yukarda kaydettiğimiz âyette, cinlerden olan ifrît, bu işe gücünün yettiğini söylemektedir. [391] Cinin bu işi nasıl yapacağı konusunda ayrıntılı bilgi yoktur. Cin sadece, bu işi "Hz. Süleyman makamından kalkmadan" yapabileceğini söyleyerek, hızına işaret etmektedir. Bütün cinler bu tür şeyleri yapmaya güç yetirebilirler mi? Yoksa bu sadece o ifrite mi mahsustu? Soruları da meçhul kalmaktadır. Çünkü adı geçen cin, "Biz cinler bu işi yapabiliriz" dememekte, aksine "Bu işi yapmaya gücüm yeter ve bana güvenilir" diyerek sadece kendisini kasdetmektedir. Halbuki Kur'ân'ın bildirdiğine göre Hz. Süleyman'ın emrinde sadece bir cin değil, daha başkaları da vardır. Dalgıçlık yapan, bina kuran cinler bunlardandır. [392] Ayrıca onun ordusunun bir kısmı da cinlerden meydana gelmektedir. [393] Hz. Süleyman danışmanlarını topladığı ve "Melîke'nin tahtını, onlar buraya gelmeden önce bana kim getirebilir" dediği zaman, diğer cinler niçin ses çıkarmamışlardır da, sadece o ifrît "Ben getirebilirim" diye cevap vermiştir? Hz. Süleyman'ın danışmanları içinde o mecliste cin olarak sadece o ifrît mi vardı? Yoksa başka cinler de danışmanların arasında mevcuttu da, o işe güçleri yetmediği için ses çıkarmadılar mı? Bu sorular da cevapsız kalan hususlardandır. Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir husus, cinlerin Hz. Süleyman'a zorla boyun eğdirildikleridir. [394] Yoksa cinler, kendi arzularıyla Hz. Süleyman'ın buyruğuna girmemişlerdir. O halde, tahtı getirebileceğini söyleyen ifrît de, bu işi kendiliğinden değil, Hz. Süleyman emrettiği için yapacaktı veya yapması temin edilecekti. Burada, cinlerin istedikleri gibi eşya üzerinde tasarruf edip edemeyecekleri sorusu karşımıza çıkmaktadır. Kısacası, yukardaki âyetlerden, bir eşyayı, onun mahiyetini değiştirmeden, tahrip etmeden ışık hızıyla çok uzak mesafelere götürebilecekleri, ağır yükleri kaldırabilecekleri anlaşılan cinler, acaba insanın dünyasına müdahale etme hakkına sahipler midir? Canları isteyince ya da kafaları kızınca insanın ektiği-biçtiği tarım alanlarını tahrip edip, ormanları yok edebilirler mi? Yine insanın yaptığı evleri, binaları, şehirleri, fabrikaları, tesisleri imha edebilirler veya insanın evine koyduğu eşyaları alıp başka yere atabilirler mi? Onların bu tür tasarruflarına izin verilmiş midir? Bu sorulara "Hayır" cevabının verilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü Allah (c.c), insanı kendisine halife seçmiş [395] ve Yeryüzü'nde tasarruf hakkını ona vermiş, şeytânların atası olan iblis'e bile ona secde etmesi emrini vermiş, o ise insanın emrine girmekten kaçınmış ve Kıyâmet'e kadar insanoğluna düşman olduğunu ilan etmiştir. [396] Allah (c.c.) da, vesvese ve kötü telkin yapmaktan başka kulları üzerinde onun bir hakimiyeti bulunmadığını bildirmiştir. [397] Kullarına da, şeytân ve cin cinsinden düşmanlarıma karşı sadece kendisine sığınılmasını bildirmiş, ruhani olan bu düşmanlardan korunacak bundan başka bir silah vermemiştir. [398] Kısacası, Yeryüzü'nde halifesi olan kullarının, cin güruhundan olan düşmanlarına karşı korunmasını Kendisi üzerine almıştır. Bu durumda cinlerin yukarda saydığımız şeyleri yapabilmesi, insanın dünyasına girip onun evini, barkını, eşyasını, tarlasını tahrip etmesi, ya da başka yollarla insana kasdetmesi mümkün değildir. Allah (c.c.) buna izin vermemiş, "Hafaza Melekleri" vasıtasıyla kullarını kendi himayesine almıştır. Cinlerin ya da şeytânların, Allah'ın iradesi ve güçlü meleklerinin denetimi dışına çıkarak insanoğluna karşı herhangi bir azgınlıkta bulunmaları mümkün değildir. Allah'ın melekleri, çılgın ateş azabı, delici ışınları herhalde konuları sınırları korumak için hazır beklemektedir. Tabii bu konuda en iyisini Allah (c.c.) bilir. Bir de, " sünnetullâh" yani Allah'ın ötedenberi devam edip gelen kanunları bu şekilde düşünmemizi gerektirmektedir. Buna göre, zelzele, fırtına, yağmur, sel, zamanın eskitmesi gibi tabii sebepler dışında, Yeryüzü'nde insanın meydana getirdiği eserlerin kendisinin dışında cin-şeytân vs. varlıkların eliyle yok edilmesi, ya da insanın izni ve iradesi dışında yerlerinin değiştirilmesi, Allah'ın Sünneti'ne yani bu hususta koyduğu ötedenberi süregelen kanunlarına aykırıdır, insanlık tarihi boyunca, günümüze kadar böyle bir şey görülmemiştir. Bir binanın, bir köşkün, bir eşyanın cinler eliyle bir yerden alınıp, hiç bozulmadan başka bir yere taşınması asırlardır insanoğlunun hayallerini süslemiş, Alaaddin'in Sihirli Lambası gibi masallara konu olmuş, ancak bunlar gerçekleşmemiştir. Çünkü bunlar Sünnetullah'a aykırı şeylerdir, Cenab-ı Hak ise, kendi koyduğu kanunlarında kısacası Sünnetullâh'da bir değişiklik olamayacağını bildirmektedir. [399]
Yahudi ve Hristiayanlarda, delirme ve vakalarının cinlerden meydana geldiğine dair bir kanaatin mevcut olduğunu, indiler'de. Hz. İsa'nın bir mucize olarak cinleri kovmak suretiyle delileri iyileştirdiğinden söz edildiğini görmekleyiz. [400]
Birtakım İslâmî rivayetlerde de, bazı delilerin okunmak suretiyle tedavi edildiğinden bahsedilmektedir. Ancak bu rivayetlerin çoğunda, ashabdan bazılarının bu işlemi yaptığı nakledilmektedir. Hz. Peygamber'in bizzat okumak suretiyle cinleri kovup, delileri tedavi ettiğinden söz eden rivayetlerin sayısı çok azdır. Sahih hadis kaynaklarımızda ise, Resûlullâh'ın böyle bir uygulamasından bahseden rivayete rastlanılamamıştır. Konuyla ilgili rivayetlerden bir tanesi ed-Dârtmî tarafından İbn Abbâs'tan (r.a.) nakledilmiştir. Buna göre, bir kadın Hz. Peygamber'e çocuğunu getirmiş ve "Bu çocuğumu cin çarpıyor, sabah akşam onun aklını alıyor ve üzerimize pisliyor" dîye şikayet etmiştir. Hz. Peygamber de bu çocuğun göğsünü sıvazlamış ve dua etmiştir. O zaman çocuk derhal kusmuş ve içinden "siyah köpek yavrusu gibi" bir şey çıkarak koşup gitmiştir. [401]
Ancak, Hz. Peygamber'in deli çocuğu iyileştirdiğinden bahseden ed-Dârimî'nin yukardaki rivayeti zayıftır. Rivayetin senedinde yer alan râvîlerden Ferhad b. Ya'hûb es-Sehhl hadis âlimleri tarafından tenkîd edilmiş, sika olmadığı, hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiştir. Yine bu râvînin Ahkâm ve Sünnet'le delil olmadığı zikredilmiş, kendisi güvenilir hadisçilerden kabul edilmemiştir. [402] Hadis âlimleri, yukardaki rivayetin senedinde yer alan Hammâd b. Seleme hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Yaşlandığında hafızası bozulduğu için el-Buhârî tarafından kendisinden rivayetin terkedildiği kaydedilmektedir. [403] Ayrıca Hz. Peygamber'e çocuğunu getiren kadının ve tedavi edilen çocuğun kimliği de meçhuldür. "Siyah köpek yavrusu gibi bir şey" olup, "çocuğun içinden çıkarak koşup giden şey" de müphemdir. Bu araştırmamızın ileri safhalarında da görüleceği üzere, çeşitli milletlerin gelenek ve kültürlerinde yer aldığı gibi, Câhiliye Arapları'nda da "Siyah" rengin uğurlu sayıldığı, cin ve şeytânlara, kötü varlıklara, mahiyeti anlaşılamayan, insan bilgisinin ve idrakinin ulaşamadığı, iradesinin hükmedemediği yerlere bu rengin nisbet edildiği görülmektedir. Nitekim Eski Mısır Dini'ndeki telakkiye göre, cinler, kara vücutlu insan şeklinde yaratıklar olup, Re'nin düşmanı sayılırlardı. [404] Bu durumun günümüzde de böyle olduğu gözlenmektedir. Dinimizde de, "Kara Şeytan", "Kara Yılan", "Kara Dinli", "Kara Kâfir" gibi kullanımların mevcut olduğunu görmekteyiz. Halen Astrofizik'te de, ilmin yeni keşfettiği, ancak henüz sırlarına vâkıf olamadığı, yıldız, gezegen, galaksi, ışık vs. her şeyi yutan, yok eden uzay boşluklarına da "Kara Delik" denilmesi ilginçtir. Bu da insan ruhunun, mahiyetini anlayamadığı, sırrına eremediği, kendi denetimi ve bilgisi dışındaki karanlık bölgelerden ve karanlıklardan hoşlanmadığını, siyah rengi sevmediği şeylere nisbet ettiğini göstermektedir. Tarih boyunca İran'da, Turan'da, dünyanın çeşitli bölgelerinde, kara renk kötülükler ve kötülükleri temsil eden güçler için kullanılmıştır. Bu durumun Câhiliye dönemi Arabistan'ında da mevcut olduğunu görmekteyiz. Nitekim Araplarca, kara karganın, siyah köpeğin, siyah renkli akrep ve yılanın uğursuz ve şerli sayıldığını bazı rivayetlerden anlamaktayız. [405] Müfessirlerden Mücahid'in de, Hz. Peygamber'in!
"...Kırmızı ve siyahlara peygamber olarak gönderildim" [406] şeklindeki hadisinde geçen (...el-Esved=Siyahlar) lafzını cinler olarak açıklaması konumuz açısından ilginçtir. Halbuki bu lafız, pek âlâ siyah renkli zenci ırkı olarak anlaşılabilir. Gerçekte de, Hz. Peygamber'e hem beyazlar, hem de zenciler iman etmişlerdir. Dolayısıyla bu ifade, İslâm'ın evrensel boyutunu, onun beyaz ırka ya da sadece Araplara mahsus bir din olmadığını ortaya koyar. Ancak Câhiliye dönemine nisbeten yakın dönemlerde yaşayan Mücâhid ve benzeri âlimler sanıyoruz ki, farkında olmayarak eski kültürün tesiri altında kalarak böyle bir açıklamaya yönelmişlerdir. Ki bu yorum, Resûlullâh'ın cinlere de peygamber olarak gönderilmiş olması açısından pek isabetsiz de olmamıştır. Bu yüzden, ed- Dârimî'nin yukardaki rivayetinde "Siyah köpek eniği gibi bir şey" ifadesiyle de cin kasdedilmektedir. Gerek bu ifadede, gerekse kara köpek, kara karga, siyah akrep, siyah yılan hakkındaki yukarıda zikredilen rivayetlerde, Câhiliye döneminin siyah rengi şer ve uğursuz sayan anlayışının tesiri açıkça ortaya çıkmaktadır.
ed-Dârim-i, aynı olaydan bahseden bir başka rivayeti Câbir'den (r.a.) nakletmiştir. Bu rivayet olaya biraz daha açıklık getirmektedir. Buna göre, "Hz. Peygamber'le beraber bir sefere çıktıklarında, bir kadın Resülullâh'a başvurarak, 'Ey Allah'ın Elçisi.' Bu oğlumu şeytân her gün üç kere tutuyor' dedi. Hz. Peygamber çocuğu aldı ve onu bineğinin ön tarafına kucağına oturttu. Sonra üç kez:
“Uzaklaş ey Allah'ın düşmanı, ben Allah'ın Elçisiyim” buyurdu. Sonra da çocuğu kadına verdi. Yolculuğu bitirerek oraya uğradıklarında, o kadın çocuğuyla beraber Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı. Yanında iki tane koç getirmişti- 'Yâ Resülallah! Hediyemi kabul et. Seni hakla gönderen Allah'a yemin olsun ki, daha sonra (çocuğumu tutan şeytân) bir daha geri gelmedi' dedi. Hz. Peygamber de:
“O koyunlardan bir tanesini kabul ediniz” buyurdu. [407]
Görüleceği üzere, aynı olaydan daha ayrıntılı olarak bahseden bu nakilde, daha önce kaydedilen rivayetteki "Siyah köpek eniği gibi bir şeyin çocuğun içinden çıkıp, fırlayıp gitmesi" ifadesi yoktur. Üstelik bu olayı anlatan Câbir (r.a.) olayı bizzat görmüştür. ed-Dârimî'nin ilk rivayeti naklettiği İbn Abbâs'ın (r.a.) ise, olaya bizzat şahit olmadığı anlaşılmaktadır. Ancak ed-Dârimî'nin bu ikinci rivayeti de kanaatimizce sahih değildir. Hadisin isnadında yer alan râvîlerden Ubeydullah b. Musa'nın müfrit şiîlerden olup, zabtının zayıf olduğu, münker şeyler naklettiği kaydedilmiş, İsmâîl b. Abdilmelik'in de hafızasının zayıf olduğu, münker rivayetler naklettiği bildirilmiştir. [408] ed-Dârimî'nin yukarda kaydedilen son rivayetiyle uygunluk arzeden ve Ahmed b. Hanbel tarafından Ya'lâ b. Mürre'den nakledilen bu konudaki iki rivayetin de [409] bu hususta delil olamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü bunlarda yer alan râvîlerden Abdurrahmân b. Abdilazîz el-Ümâmî (v.162) ile Minhâl b. Amr el-Esedî hadis âlimleri tarafından cerhedilmiştir. [410]
Konumuzla ilgili olarak İbn Mâce'nin kaydettiği iki rivayet vardır. Bunlardan ilki, Ebû Leylâ el-Ensâri'den (r.a.) nakledilmiştir. Buna göre, Hz. Peygamber'in yanına bir bedevi gelerek, 'Hasta bir erkek kardeşim var', demiştir. Hz. Peygamber de, 'kardeşinin hastalığı nedir?' diye sorunca bedevi:
'Kardeşimde bir çeşit delilik (Lememün) var' deyince, Hz. Peygamber de bedeviye,
'Git, onu bana getir' buyurmuştur. Bedevi kardeşini getirdikten sonra, Hz. Peygamber, şifâya kavuşması için Allah'a sığınarak ona Fatiha, Bakara süresinin başından dört âyet, ortasından, (Ve llâhukum llâhun Vâhid) âyetiyle, Ayetü'l-Kürsî, Bakara'nın son üç âyeti, Al-i İmrân sûresinden bir âyet (Şehida'llâhü Ennehû Lâ İlahe illâ Hû), A'râf sûresinden (İnne Rebbekumu'llezi Halaka) âyeti, Mü'minûn sûresinden (Ve Men Yed'u Me'a'llâhi ilahen Âhara) âyeti, Cin sûresinden (Ve Ennehü Te'âlâ Ceddu Rabbinâ... Ayeti, Saffât sûresinin başından on âyet, Haşr süresinin sonundan üç âyet, îhlâs ve Muavvizeteyn sûrelerini okudu. Bedevi de şifâya kavuştu ve hiç bir sıkıntısı kalmadı. [411]
Ancak yukarda kaydetmiş olduğumuz bu rivayet de sahih değildir. Rivayetin senedinde yer alan râvîlerden Yahya b. Ebu Hayye Ebû Cenâb el-Kelbî el-Kûfi (v.147) hadis âlimleri tarafından şiddetle tenkid edilmiştir. Yahya el-Kattân, ondan rivayeti helal saymamış, hemen hemen bütün hadis alimleri onun zayıf bir kimse olduğunu, münker şeyler naklettiğini, tedlîs yaptığını, meşhur sika kimselerden işitmediği şeyleri işitmişcesine naklettiğini, metruk olduğunu kaydetmişlerdir. [412] Hafızası zayıf ve bu yüzden metruk bir ravînin, bahsettiği hastalığa bir reçete mahiyetinde okunduğunu ileri sürdüğü bu âyetleri nasıl hatırında tuttuğu doğrusu ilginç bir husustur. Duymadığı şeyleri sika kimselerden duymuş gibi nakleden bir zâtın, bu rivayeti de uydurmuş olabileceği ister istemez hatıra gelmektedir. Bu sebeple bu rivayetin de konumuzla ilgili olarak delil olamayacağı açıktır. Bu rivayeti yine Ebu Cenâb el-Kelbî vasıtasıyla kaydededen el-Hâkim'in, "Bu hadis mahfuz ve sahihtir" şeklindeki görüşüne katılmak da mümkün değildir.
İbn Mâce'nin kaydettiği diğer rivayet ise, Osman b. Ebi'l-Âs'tan (r.a.) gelmektedir. Buna göre Osman b. Ebi'l-Âs, Tâif valiliğine tayin edildiği dönemde, namazda kendisine bir hal olmaya başladığını, ne kıldığını bilemez duruma geldiğini, bunun üzerine kalkıp Medine'ye gittiğini, Hz. Peygambere durumu arzettiğini nakletmektedir. Resûlullâh, Osman b. Ebi'l-Âs'tan durumu öğrenince:
'Anlattığın şey şeytândır, onu bana yaklaştır' buyurdu. Osman da, Hz. Peygamber'in yanına vararak diz çöktü. Resûlullâh (s.a.v) mübarek eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükürdü ve:
“Çık, ey Allah'ın düşmanı” dedi. Bu işi üç defa tekrarladı. Sonra da Osmân b. Ebi'l-Âs'a :
“Git vazifenle meşgul ol” buyurdu. Osman (r.a.):
'Hayahma andolsun ki, ondan sonra şeytânın bana sokulduğunu zannetmiyorum' dedi. [413] el-Hâk'ım, bu rivayetin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. Bu durumda bu rivayetin metninin problemli olduğu ortaya çıkıyor. Aynı konuyla ilgili olarak Müslim'in de, Osman b. Ebi'l-Âs'tan (r.a.) naklettiği bir rivayet vardır ve bunun daha sahih olduğu açıktır. Bu hadise göre, Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.), Hz. Peygamber'e:
'Yâ Rasûlallah! Şeytan benimle namazım ve kıraatim arasına perde oldu. Namaz ve kıraatimi karıştırıp, beni onlarda şüpheye düşürüyor' dedi. Rasûlullah (s.a.v.):
“Bu, Hinzeb denilen bir şeytândır. Onu hissettiğin zaman, hemen Allah'a sığın ve sol tarafına üç kere tükür'” buyurdu. Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.) 'Ben, bu tavsiyeyi yaptım ve Allah o şeytânı benden giderdi' dedi. [414]
Görüleceği üzere daha güvenilir durumda olan Müslim'in naklinde, İbn Mâce'nin rivayetindeki "Hz. Peygamber eliyle onun göğsüne vurdu ve ağzının içine tükürerek, 'Çık ey Allah'ın düşmanı' dedi. Bu isi üç kere tekrarladı" ifadesi yoktur. Hz. Peygamber, Osman b. Ebi'1-Âs'a sadece Allah'a sığınmasını ve sol tarafına üç defa tükürmesini emretmiştir. Her iki rivayet de aynı olayı anlatmaktadır ve isnadı sahihtir denilmesine rağmen, İbn Mâce'nin rivayetini nakleden râvîlerin zabt yönünden kusurlu oldukları ortaya çıkmaktadır. Çünkü olayı gerçek yönüyle zaptedip nakledememişlerdir. Ayrıca İbn Mâce'nin mezkûr rivayetinde Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.) "Ömrüne yemin etmektedir". Rivayete göre bu olay, kendisinin Tâif valiliği esnasında meydana gelmiştir. Bu da, İslâm'ın tebliğinin hemen hemen tamamlandığı, Hz. Peygamber'in ömrünün son zamanlarına rastlamaktadır. Çünkü Taif, Mekke'nin Fethi'nden sonra kuşatılmıştır, işte Osman b. Ebi'l-Âs (r.a.), Taif valisi olduğu dönemde başına gelen bir olaydan söz ettiği bu rivayette "Ömrüne yemin etmektedir". Halbuki bu bir Câhiliye dönemi alışkanlığıdır [415] ve Hz. Peygamber, ashabını Allah'tan başka şeylere yemin etmekten sakındırmış tır. [416] Bu açıdan İbn Mâce'nin rivayeti metin yönünden de problemlidir. Müslim'in rivayetinin ise, bu olayı daha iyi zabtettiği ortaya çıkmaktadır. İbn Mâce'nin rivayetinde yer alan ve Osman b. Ebi'l-Âs'a ait olduğu zikredilen, "...Bundan sonra şeytânın bana sokulduğunu sanmam" ifadesi de üzerinde durmaya değer problemli bir sözdür. Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerden, her insanın şeytândan bir yoldaşı olduğu ve onu saptırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, "Yanındaki şeytân: Rabbimiz! Ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin b'ır sapıklıktaydı, der" [417] buyurulmaktadır. Bazı hadislerde de 'her insanın beraberinde bir şeytân bulunduğu, buna Hz. Peygamber'in de dahil olduğu, ancak O'nun (s.a.v.) Allah'ın yardımıyla şeytânın şer ve fitnesinden korunduğu bildirilmektedir. [418] Bu durumda, Resûlullâh'dan başkasının şeytânın şer ve fitnesinden emniyette olmadığı anlaşılıyor. Çünkü Hz. Peygamber, yukarda kaydedilen hadisten anlaşıldığı üzere, kendisini kıskanan Hz. Âişe'ye, "Ne oldu Yâ Âişe, şeytânın mı geldi?" demiştir. [419] Bu sebeple Osman b. Ebi'l-Âs'ın, bundan sonra bir daha şeytânın kendisine sokulmadığına dair sözünü sahih kabul etmek mümkün görünmüyor. Nitekim Müslim'in bu konudaki rivayeti yukarda kaydedilen görüşümüzü desteklemektedir. Buna göre, Osman b. Ebi'1-Âs'ın (r.a.) şeytândan korunma konusunda bir garantisi yoktur, bunun için de Hz. Peygamber kendisine, "Onu hissettiğin zaman hemen Allah'a sığın" buyurmuştur. [420] Osman (r.a.) da, şeytânın vesvesesini hissettiği zaman bu tavsiyeyi yerine getirmiş ve Allah da kendisini onun şerrinden korumuştur. Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in Osman b. Ebi'l-Âs'dan şeytânı çıkarıp, kovduğuna dair İbn Mâce rivayetinin sahih olmadığı, aynı konuyu anlatan Müslim'in rivayetinin daha güvenilir olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebeple yukardan beri kaydedip değerlendirmeye çalıştığımız bu rivayetlere güvenilerek bu konu hakkında kesin bir kanaate varmak doğru değildir. Ancak durum böyle olduğu halde, Turan Dursun, bu konuyu ilmî bir değerlendirmeye tâbi tutmak yerine istismar etmeye yönelmiştir. Turan Dursun bu konuda şunları söylüyor:
"Yine toplumumuzda, özellikte Anadolu'da 'Cin çıkarmalar' görülür. Saralı ya da deli cinciye getirilir. Cinci hocamız da başlar hastadan cinleri çıkarmaya. Hastanın karşısında kendince bildiği bir takım duaları okurken, bir yandan da 'Uhruc, Uhruc, Uhruc...' der durur. Uhruc, Arapça bir sözcük, 'Çık' demek. Hoca, cin taifesine seslenir bu sözle 'Hadi gel çık bu hastadan. Çık, çık, çık! Anlamında, hoca cin çıksın diye hastayı döver de. Kimi az, kimi çok... Dayak olur ille de! Biliyor musunuz bu tedavi yöntemi nereden kaynaklanıyor? Açıkça belirteyim: Peygamber ve arkadaşlarından. 'Yalan' ve 'iftira' diyemezsiniz, işte kaynağı, hem de İslâm dünyasından en güvenilirlerden..." [421]
Turan Dursun bu sözlerinden sonra da delil olarak bizim yukarda incelediğimiz ve sahih olmadıklarını ilmî delilleriyle ortaya koymaya çalıştığımız ed-Dârimî ve İbn Mâce'nin Sünen'lerinde kaydettikleri rivayetleri sıralıyor. Üstelik gerçek böyle olmadığı halde bunların "ihlâm dünyasında en güvenilirlerden" olduğunu iddia ediyor. "Yalan ve iftira diyemezsiniz" diyerek, kendisinin bu konuda yalan ve iftiraya başvurmadığını söylüyor. Ancak, ortaya atılmış iftira ve yalanlara itimad ederek bunların aslını araştırmayan, ilmî tedkîke tâbi tutmayan, üstelik bunlara ideolojik maksadlarla bir takım görüşler bina eden kimsenin yalan ve iftirayı ilk defa ortaya atandan ne farkı vardır? O da yalanı ilk defa ortaya atan kimseyle suç ortaklığı etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, kişiye yalan olarak her duyduğunu nakletmesi yeter, buyurmuştur. [422] Bu rivayetlerin güvenilir olmadığı ortadadır ve İslâm dünyasında bunları güvenilir sayacak bir tek ilim adımı da yoktur. Kur'an ve sahih hadislerde ne cin çıkarma vardır, ne de cin çıkarmak için hastaya dayak atma vardır. Bunlar daha önce de belirttiğimiz gibi toplumda yaşayan, ancak kaynağı İslâm değil, aksine Bâbil, Âsur, Yahudilik, Hristiyanlık, Cahiliye dönemi olan uygulamalardır. Hrisüyanlık'ta hastadan cin çıkarmak için başvurulan yöntemler çok meşhurdur ve kaynağı İnciller'dir. [423] Ortaçağ Batı dünyası, içine şeytân girmiş diye hastaları meydanlarda diri diri yakıyordu. Söz gelimi Fransa'da I. Fransuva (1515-1547) devrinde yüz binden fazla akıl hastası "içine şeytân girmiştir" diye meydanlarda diri diri yakılmıştır. [424]
İslâm'dan önce, toplumda bu işi meslek edinmiş, bu işten menfaat sağlayan bir takım kimselerin mevcut olduğu ilmî delilleriyle ortadadır. [425] Onun için Turan Dursun'un, "Bu tedavi yöntemi nereden kaynaklanıyor? Açıkça belirteyim:
Peygamber ve arkadaşlarından" ifadesi, mesnedsiz, delilsiz bir iddiadır. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının cin çıkarmak için hastayı dövdüklerine dair bir tek güvenilir rivayet yoktur. Onların cin çıkarmak için, "Ukruc, Uhruc, Uhruc" dediklerinin, cinleri hastadan kovmaya çalıştıklarının da aslı yoktur. Bu konuda Turan Dursun'un delil diye gösterdiği şeyler Cahiliye dönemi inancı ve uygulamalarıyla karışmış, İslâm'ın aydınlık ve berrak bakış tarzını yansıtmayan asılsız rivayetlerdir. Bunların, ötedenberi bu işi meslek edinmiş, menfaatperest bazı kimseler tarafından yaptıkları işe meşruiyet kazandırmak için ortaya atılmadıklarını kim garanti edebilir? Bu açıdan, toplumumuzda yer alan cin çıkarma metodlarını Turan Dursun'un iddia ettiği gibi İslâm'a maletmek doğru değildir. Bunlar Anadolu kültüründe, Anadolu İslam'laşmadan önce de çok yaygın olarak vardı. Burada yaşayan Hristiyan halktan bu konuyla ilgili bazı malzemenin, müslüman halka da geçtiğini, bu malzeme ve uygulamaların olabildiğince İslâmî kimliğe büründürülmeye çalışıldığını tahmin etmek zor bir husus değildir. [426] Nitekim Seyyid Süleyman el-Hüseyni'nin Kenzü'l-l-Havas adlı eserinde yer alan şu ifadeler bu görüşümüzü teyid etmektedir:
"Cin ve şeytânın musallat olduğu bir adamı onların tasallutundan, sataşmalarından kurtarmak istersen, ism-i Â'zam'ın hayır hâtemini o musibete uğramış olan adamın alnına yaz. Ve 'Yâ Rab! Bu Esmâi şerife hürmetine bu adamı halâs buyur' diye dua etmekle beraber, az'ımet-i şerifeyi oku. Biiznillâhi Teâlâ haâs bulur." [427]
Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin İsm-i A'zam hayır hâtemi dediği şekil ya da yazı şudur ve yazının baş ve sonundaki Siyon yıldızı bunun kaynağı hakkında fikir vermektedir: [428]
İbnü'l-Hâc et-Tilemsânî ise, yukardaki İsm-i A'zam hâtemi denilen şeklin Hz. Süleyman'ın mührü olduğunu iddia etmektedir. [429]
Taran Dursun, İslâm âlimlerinden İbn Kayyım el-Cevziyye (v.1350) ile İbn Teymiyye'nin (v.1328) bu konuyla ilgili, fakat kendi çağlarının görüşlerini yansıtan ve bilimsel olarak hatalı olduğu günümüzde ortaya çıkan fikirlerini de naklediyor. Onların cin çıkarma ile ilgili olarak hastaya dayak atılması lazım geldiğini söylediklerini, cin çıkarma ile ilgili hadisler olduğunu kaydettiklerini naklediyor. Yine onların, sar'a ve benzerî hastalıkların cin ve şeytânlardan ileri gelmediğini söyleyerek, bir takım tıbbî açıklamalar ileri süren doktor ve düşünürlere "cahil ve dinsiz" dediklerini kaydediyor. [430] Kaydettiğimiz gibi, dinden olan şeylerle olmayan şeylerin iyi ayırd edilmesi gerektiği açıktır. Karşıdaki insanı dinsizlikle itham etmek için dinden olan ya da olmayan hususların net ve kesin bir şekilde ortaya konması gerekir. Bu konuda İslâm'ın görüşü şu şekilde ortaya konulabilir:
Melekler gibi, cin ve şeytân denilen ruhanî varlıklar mevcuttur. Bunların mahiyetleri ne ise ona imân etmek gerekir. Tıbbî sebeplerine sarılıp gerekli tedaviyi yaptıktan sonra, bir mümin sonuçta şifâ verenin Allah olduğuna inanmak durumundadır. Kur'ân ve hadisler de, bir takım ruhsal sorunların, ve bunlara bağlı maddi rahatsızlıkların giderilmesinde moral açıdan yararlı olabilir. Bu açıdan Kur'ân, mü'minler için bir şifâdır, faydalıdır. Kanaatimizce bu tür hastalara okunacak âyet ve dualar moral kazandırma yönüyle fayda verebilir. Nitekim günümüzde ingiliz doktorlar, depresyona giren kişilere, ilaç kullanmak yerine şiir okumalarını tavsiye etmektedirler. Bu konuda Bristol Üniversitesi bünyesinde yürütülen bir araştırmada, Wordsworth, Keats veya Browning gibi şairlerin bazı mısralarının, ruhsal sıkıntıları olan kişiler üzerinde ilaçtan daha olumlu etkiler meydana getirdiğinin görüldüğü bildirilmektedir. Bu edebî reçetenin, İngiltere'de her yıl yatıştırıcı ilaçlar için yapılan 117.5 milyon dolardan fazla harcamayı azaltabileceği belirtilmiştir, ingiliz Tıp Birliği başkanı Dr. Alexander Macara, bu araştırmanın eczacılık sanayii hoşlanmasa da, şiirin her türlü ilaçtan daha etkili ve müzik gibi şifa verici olduğunu ortaya koyduğunu kaydetmiştir. [431] Tıp otoriteleri sıradan şiirlerin bile bu konuda hastalara yararlı olduğunu dile getirirken, Allah katından gönderilmiş, yüce Kur'ân'ın bu konuda inananlara şifa kaynağı olacağı hususunu tartışmaya gerek yoktur. [432] Kısacası, geçmişte bazı İslâm âlimlerinin yaptığı gibi bir takım asılsız ya da zayıf rivayetlere dayanarak, sar'a ve deliliğin cinlerden olduğuna inanmayanları dinsizlikle suçlamak asla doğru değildir. Bundan 6-7 asır önce, ellerindeki imkan ve zamanın tıp bilgisine, içinde yaşadıkları çağın kültürüne bağlı olarak, delilik ya da sar'a hastalığının cinlerden meydana geldiğini, hastaya dayak atılarak bu cinlerin çıkarılabileceğini ileri süren İbn Kayyım el-Ceziyye ya da İbn Teymiyye'nin bu konudaki görüşlerini din sanarak, bunları İslâm'a mâletmenin yanlışlığı ortadadır. Turan Dursun bu konuda insaflı davranmamaktadır. Tarihî, sosyal bir takım gelişmeleri gözardı etmekte, çağının telakkisine göre davranan İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'yi ayıplamaktadır. Acaba Turan Dursun, İbn Kayyım ya da İbn Teymiyye'nin devrinde yaşasaydı bu konuda hangi görüşe sahip olurdu, doğrusu insan merak ediyor.
Bu konuda buraya kadar yaptığımız değerlendirmelerden, Resûlullâh'ın bir özelliğini inkâr ettiğimiz sanılmamalıdır. Ancak biz, Hz. Peygamber'in bu yönünün, yani onun delilleri iyileştirdiğinin, ya da İslâm'ın, deliliğin cinlerden meydana gelip gelmediği, bir takım ruhsal rahatsızlıkların (deliliğin) okumakla tedavi edilip edilmeyeceği konusundaki görüşünün ne olduğunun gerçek delillere dayanması gerektiği kanaatindeyiz. Günümüzde Tıbbın bu konuda herkesçe bilinen bir tutumu vardır ve şimdiye kadar karşılaştığımız ya da görüşlerine başvurduğumuz tıp otoriteleri, bu konuda menfi bir tutum içinde olup, ruhsal sorunları olan hastaların halk kültüründe mevcut olan ve kaynağını dinden aldığı kabul edilen "Okunma Yoluyla Tedavi" metoduna başvurmalarını tavsiye etmemektedirler. Bazı Tıp otoriteleri, piyasada mevcut cinci ya da muskacıların kendilerine gelen hastaları muska vs. yollara başvurarak, aslında Psikoterapi 'de de kullanılan " Telkin" metoduyla tedavi etmeye çalıştıklarını, bunun, geçici bir iyileşme sağlasa bile kesin bir tedavi yerine geçmesinin mümkün olmadığını, çünkü Psikoterapiyle hastanın iyileşmesi için sadece telkin metoduna değil, ilaç vs. gibi diğer tıbbi metodlara da başvurulduğunu dile getirmektedirler. Kısacası, yukarda sözünü ettiğimiz bir takım uydurma hadisler ile geçmişte bunları görüşleri için dayanak edinmiş bazı İslâm âlimlerinin İslâm'a maledilmiş yanlış görüşleri yüzünden, günümüzde bu konuda Din ile Tıp barışık görünmemektedir. Bu durum ise, toplumda zaman zaman yanlış uygulamalara yol açmaktadır. Gerek Tıp sahasında, gerekse Din sahasında halkımızın yanlış bilgi sahibi olması, acıklı sonuçlara yol açmakta, hastalar tedavide geç kalarak mağdur olmaktadırlar. Tıbbî tedaviye ihtiyacı olan hastalarımız yanlış kapılarda dolaşmakta, ameliyat ve âcil müdahale gerektiren durumlarda bile sanki dindenmiş gibi bir takım hurafelerin peşinde koşmakta, muskacı ve üfürükçü denilen, ne tıbbî açıdan ne de dini açıdan yeterli bilgisi olmayan bir takım kimselerden medet beklemektedirler. Bu durum, gerçek bir dinî bilgiye sahip olmayan fakat dindar olan, ekonomik açıdan dar gelir düzeyinde bulunan kırsal kesimlerimizde, ya da şehirlerimizin dini bilgiden yoksun bazı kesimlerinde çokça görülmektedir. Kırsal kesimde yaşayan halkımız tabib yerine, daha kolay ve masrafsız görülen üfürükçüye giderken, şehirlerimizde gelir düzeyi yüksek, tıp kültürü yerinde, fakat dini bilgisi zayıf olanlarımız da bir takım ailevî ve kişisel sorunları için, sihir/büyü yaptırarak problemi kolayca çözmek gayesiyle üfürükçülere başvurmaktadırlar. Bu bir toplum gerçeği olup, Tıp otoritelerinin böyle uygulamaları kabul etmemesi, böyle bir tedavi yöntemi yoktur, şeklinde bilimin görüşünü seslendirmeleri, ya da dinî otoritelerin, üfürük-muska işlerinin İslâm'da mevcut bulunmadığını, sihir/büyü vs. yapmanın haram olduğunu belirtmesi yeterli olmamakta, bu konuda toplum gerçeğini değiştirmemektedir. Cesaretle söylemek gerekirse, halkımızın başvurduğu bu yol, yani sihir/büyü/ilaç yaptırmak, ya da bilgisiz, istismarcı bazı kimselere muska yazdırmak veya okunmak suretiyle tedavi olmaya kalkışmak, bir takım ruhsal sorunlardan kurtulmaya çalışmak bir ihtiyaçtan kaynaklanan toplumsal bir hadisedir. Dinimizin bu konudaki gerçek görüşünün açık ve kesin bir şekilde gerçek delilleriyle ortaya konulmaması ya da bu görüşün halkımıza iyi öğretilmemesi bu sahada bir boşluk meydana getirmiştir. Günümüzde toplumumuzda, hastaların ruhsal ihtiyaçlarına, manevî iç dünyalarına yönelinemediği, bedenin tedavisinde moral değerlerden yararlanma, stres, ruhsal baskı ve gerilimlerden kurtulmada bu değerlerden yardım sağlama yollarına yeterince başvurulamadığı kanaati hakimdir. Ne yazık ki, yukarda sözünü ettiğimiz bu boşluğu üfürükçüler ve bilgisiz muskacılar doldurmaktadır. Amerika ve Avrupa ülkelerinde her hastahanede bir papaz, rahip ve rahibe, hastaların ve hasta yakınlarının dua edip, Tanrı'dan yardım isteyecekleri, ibadet edip rahatlayacakları bir kilise mevcutken, ülkemizin sağlık kurumlarında ölümcül hasta sahiplerinin, can pazarına düşmüş hastalarımızın Allah'a yalvarıp dua edecekleri, yardım isteyecekleri, stres ve gerilimlerden kurtulup rahatlayacakları küçücük birer mescid bile yoktur. Hastahanelerimizde, hastalara ve hasta yakınlarına gerekli telkinlerde bulunup, ruhsal gerilimlerden kurtulmalarını sağlayacak yüksek kültür ve bilgi seviyesine ulaşmış, lisansüstü düzeyde eğitim almış din adamlarımız zaten yoktur. İnsanımız bu konuda bir mahrumiyet ve ihtiyaç içerisindedir. Halbuki bu ihtiyacın giderilmesi, halkımızın bu tedavi kurumlarına daha fazla bağlanmasına, güvenmesine sebep olabilir. Bu bilim yuvalarının insanımızla bütünleşerek, maddi açıdan güçlenmesine, yoksul ve ekonomik bakımdan çaresiz hastalara el uzatılmasına vesile olabilir. Ayrıca hastahanelerimiz, şefkat ve merhametin coştuğu, sevinç ve acıların paylaşıldığı insanımızın ruhsal yönden de güçlendirildiği, zorluklara karşı direncinin artırıldığı, sabrın öğretildiği kurumlarımız olabilir. Bu açıdan ülkemiz sağlık kurumlarının da, Batı ülkelerindeki modern uygulamaları benimseyerek, tedavide ruhsal değerlerden de yararlanma olanağı sağlamalarını, ihtiyaç duyup talep eden hastalara manevî açıdan da destek vermelerini beklemek, önce insan hakları, sonra da hasta hakları kapsamında değerlendirilmesi gereken bir olgudur, diye düşünmekteyiz. Çünkü insanı en değerli varlık kabul etmek, onu önemsemek, insan haklarını ön planda tutmak çağdaşlığın temel şartıdır.
Artık günümüzde birçok bedeni rahatsızlığın (Psikosomatik hastalıklar) ruhsal sorunlardan, stres ve gerilimden meydana geldiği bilinmekte ve dünyanın tıp otoritelerince kabul edilmektedir. Kanser, şeker, ülser vb. rahatsızlıklar bu konuda en belirgin örneklerdir. Artık bu durumu, halkımızın en az tıp bilgisine sahip bir ferdi bile öğrenmiştir. Çünkü haberleşmenin son derece yaygınlaştığı, TV kanallarının arttığı, her eve televizyonun girdiği, bilgisayarın yaygınlaştığı, internet kafelerin bollaştığı, ilköğretim düzeyindeki öğrencilerin elinde cep telefonlarının sıkça görüldüğü bir devirde yaşıyoruz. Bu sebeple Din ve Tıp bu konuda barışık bir konuma girerek, halkımızın bu ihtiyacına cevap vermelidir. Bu boşluk doldurulmalı, halkımız çoğu Bâbil, Âsur devrinden kalma bir takım malzemeyle faaliyet gösteren üfürükçü ve büyücülerin kapısından ve çağdışı hurafelerden medet beklemekten kurtarılmalıdır. Din ve Tıbbın bu konuda barışabilmesi için gerek Tıp ilminin verilerinin, gerekse Dinin bu konudaki görüşünün gerçek yönüyle ortaya konması gerektiği açıktır. Tıp ve gerçek din olan İslâm, bu konuda bir birinden ayrılamaz, bunlar birbirini tamamlayıcı bir bütündür, İslâm, ilme ve tıbba karşı bir din olamaz, bilimin aydınlık yüzünü reddedip, hurafelere asla Kucak açamaz. Kaydetmek gerekirse biz burada, sadece sosyolojik ve psikolojik bir ihtiyacı, bir problemi ortaya koymaya çalıştık. Burada bize düşen, dinimizin bu konudaki görüşünü ortaya koymaya çalışmak, bunu yaparken de sahih delillere dayanmaktır. Halkımız da bütün hastalıkların okunmakla ya da muska yazdırmakla iyi olacağı, tıbbî tedaviye gerek olmadığı düşüncesinden mutlaka vazgeçirilmelidir. Muskacı ve üfürükçüler, ya da el altından ruhsal sorunları olan hastaları okuyan kimseler, akıl hastalıklarının cinlerden meydana geldiğini söylemekten vaz geçmelidir. Halkımız, çevresinde "okunma-telkin" yoluyla tedavi olup iyileştiğini, bayılmalardan, krizlerden kurtulduğunu, fakat tıbbî yöntemlerden çare bulamadığını söyleyen kimselerle sık sık karşılaşmaktadır. Bunları yok farzetmenin sonucu değiştirmeyeceği ortadadır. Bu yüzden bilim adamları bunları ele almalı, incelemeli, aslını ortaya çıkarmalıdır. Bunlar gerçekse, bir takım insanların hiçbir tıbbî tedaviye başvurmaksızın, sadece bazı kimselere okunmakla nasıl iyileşebildikleri, bu sıkıntılardan nasıl kurtulabildikleri net bir biçimde açıklanarak halkımız bilgilendirilmeli, büyücü ve üfürükçülerin kapısından kurtarılmalıdır.
Kaynaklarımızda ashabdan bazılarının akıl hastalarını iyileştirdiklerine dair bir takım rivayetler mevcuttur. Bunlar incelendiği zaman, ashabdan "rukye" yaparak delileri tedavi eden kimselerin bu işi müslüman olmadan önce de yaptıkları anlaşılmaktadır. [433] Nitekim Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel’in kaydettikleri bir rivayet böyle bir durumu ortaya koymaktadır:
"Âbil-Lahm'in kölesi Umeyr'den:
'Efendilerimle beraber Hayber gazasında bulundum. Rasûlullah'a konuşarak, benim köle olduğumu söylediler... Sonra Hz. Peygamber'e bir muska gösterdim. O muska ile akıl hastalarını afsunlardım. Onun bazı kısımlarını atıp, bazı kısımlarını muhafaza etmemi emretti.' [434]
Hz. Peygamber'in, Umeyr'in (r.a.) muskasından çıkarıp atmasını istediği şeylerin şirk kokan unsurlar olduğu açıktır. Ayrıca rukye uygulamasının ilk defa Resûlullah tarafından ortaya konmadığı, bu işin bir meslek halinde daha önceleri de mevcut olduğu yukardaki rivayetten anlaşılmaktadır. Bu durumda, Hz. Peygamber'in ashabdan daha önceleri de bu işi yapan yetenekli kimseleri denetledikten sonra onların bu konudaki faaliyetlerine izin verdiği ortaya çıkmaktadır. Peygamberimiz zamanında bir meslek durumunda olan "Rukye"nin, bugünkü Psikiyatri ve Psikoterapi'ye benzediği tahmin edilmektedir. Aşağıda kaydedilen rivayetten de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber bu meslek adamlarının ücret almalarına da karşı çıkmamış, hekimliği teşvik etmek istemişti:
"İlaka b. Sıkar es-Seliti’den. Kendisi Hz. Peygamber'e gelerek müslüman oldu ve Rasulullah'ın yanından geri dönerken bir kavme uğradı. Onların yanında demire bağlanmış bir deli vardı. Delinin ailesi kendisine:
'Bize bildirildiğine göre, senin sohbetinde bulunduğun şu zât hayır getirmiş, senin yanında bu deliyi tedavi edecek bir şey var mı?' diye sordular, İlaka da deliye Fatiha ile efsun yaptı, o da iyileşti. Bunun üzerine kendisine yüz koyun verdiler, İlaka, Hz. Peygamber'e gelerek yaptığı efsunu haber verdi. Rasûlullah:
'Bundan başka birşey söyledin mi?' diye sordu. İlaka da:
'Hayır' diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
'Onların sana verdiğini al. Allah'a yemin olsun ki, bâtıl efsun karşılığında aldığını yiyen nice insanlar var, andolsun ki sen hak olan bir efsun karşılığında aldığını yiyorsun" buyurdu. [435]
Hz. Peygamber'in yukardaki hadisteki:
"... Bâtıl efsun karştlğında aldığını yiyen nice insanlar var" sözü, o dönemde bu işin bir meslek olduğunu, müslümanların dışında da bu işle geçinen bir takım yetenekli kimselerin mevcut olduğunu göstermektedir. Nitekim bir başka hadiste Abdullah b. Mes'ûd'un hanımının bir yahudiye rukye yaptırdığı nakledilmektedir. [436] Ebû Davud'un bu konudaki diğer rivayetinde, İlaka'nın (r.a.) deliyi üç gün sabah-akşam, Fatiha okuyarak efsunladığı, her üfleyişinde delinin bağdan çözülür gibi olduğu nakledilmek tedir. [437]
Günümüzde de, biyo-enerji yoluyla birtakım hastalıkları ilaçsız-ameliyatsız tedavi ettiğini ileri süren gayr-ı müslim doktorların veya el ya da herhangi bir araçla hastaya bir müdahalede bulunmadan, akrebin zehirini vücuda dağılmadan, soktuğu yerden dışarı çıkartan bazı müslüman kimselerin varlığını basın ve televizyon haber vermektedir.
Bu durumda o dönemdeki rukye uygulamasının mahiyetini iyi anlamak gerekmektedir. Bazı hadislerden, rukyenin bünyesinde hem duayı, hem de tıbbî tedavi yöntemlerini taşıdığı anlaşılmaktadır. Çünkü ashabın her birinin rukye yapamadığı, bu işi ötedenberi bu sahada uzmanlaşmış kimselerin yaptığı ortaya çıkmaktadır. Yılan ve akrep sokması olaylarında ashabın uyguladığı rukyenin böyle olduğu açıktır. [438] İnsana zarar verebilecek her hastalığın, ya da zararlı bir hayvanın tesirini ortadan kaldırmak için yapılan okuyup-üfleme, el sürme veya yazı yazıp üstüne asma türünden yapılan işleme "Rukye" denilmektedir. Türkçemizde buna efsun veya nüsha (muska) adı verilmektedir. Bu açıdan dua maksadıyla okunan âyetler de bir çeşit rukyedir. Ashabın rukyeden anladığı da tılsım değil, duadır. Bu sebeple bazı ruhsal rahatsızlıklara yapılan rukyelerin moral değeri unutulmamalıdır. Hz. Peygamber'in izin verdiği rukye ve dualar, hastayı ruhsal açıdan dengeye getirici, rahatlatıcı, stres ve gerilimden uzaklaştırarak tedavi edici bir rol oynamış olmalıdır. Ayrıca, İslâm'ın izin verdiği rukyelerin şirk özelliği taşımadığı, şifayı Allah'tan beklemeyi telkin edip, hastaya ümit aşıladığı açık bir husustur. Çünkü şifayı veren Allah'tır. O, dilerse kullarına şifa verir. Günümüzde Ruh Hekimliği'nin sahasına giren akıl hastalıklarının cinlerin müdahalesiyle meydana geldiğine ve bunların hepsinin okunmak suretiyle tedavi edilebileceğine inanmak doğru olmasa gerektir. Öyle olsaydı tarih boyunca tüm ruh hastalıkları okumak ya da muska yazdırmak suretiyle tedavi edilirdi. Halbuki İslâm'ın Hukuk sahasında delilerle ilgili olarak getirdiği birtakım hükümler mevcuttur. Bunlarda delilerin cezai sorumluluktan muaf tutuldukları anlatılmaktadır. [439] Hz. Peygamber de delilikten Allah'a sığınmıştır. [440] Diğer bir hadislerinde de delilerin mecidlerden uzak tutulmasını İstemişlerdir.[441] Rukyelerle veya diğer metodlarla delilerin kesin olarak tedavisi mümkün olabilseydi, delilerle ilgili olarak yukarda kaydedilen hadislerde yer alan hususlar söz konusu olmazdı. Ayrıca önemli bir husus da şudur ki, gerek Câhiliye dönemi Araplarında, gerekse Yahudi ve Hristiyanlarda bir çok akıl hastalığını cinlerden kaynaklandığına dair bir inanç mevcuttur. Bu kanaat halkımız arasında da yaşamaktadır. Ancak bu tür rahatsızlıklara cinlerin sebep olduğuna dair elimizde ne tıbbî ne de dinî açıdan güvenilir deliller yoktur. Yukarıda da arzedildiği gibi, cinlerin deliliğe sebep olduğundan, ya da onların kovulmasıyla delinin iyileştiğinden bahseden sahih hadise rastlamlamamıştır. Dârimî'nin konumuzla ilgili olarak kaydedilen rivayetleri ise, sahih değildir. [442] Hz. Peygamber'in, delilere rukye yapılmasına izin verdiğinden bahseden diğer rivayetlerde ise, cinlerin kovulmasından, hastadan cin çıkarılmasından ya da deliliğe cinlerin sebep olduğundan bahsedilmemektedir. Bu hadislerde bahsedilen rukye, bünyesinde tıbbî tedaviyi de bulundurmakta, tıbbî tedaviyi dışlamamaktadır. Delilere yapılan rukyeden bahseden hadislerden, bu rukyenin bir duadan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Bu açıdan elde mevcut sahih hadis kaynaklarında bu konuda ciddi bir bilgi olmadığı halde, bazı zayıf rivayetlere dayanarak akıl hastalıklarına cinlerin sebep olduğunu söylemek doğru olmamalıdır. Câhiliye döneminin, Yahudi ve Hristiyanların, kısacası önceki kültürlerin bu konudaki inanç ve kanaatlerinin, Hz. Peygamber dönemi ve sonrası bazı müslümanlara da etki ettiği, bu tesirin bazı uydurma yada zayıf rivayetlere de yansıdığı gözden uzak tutulmamalıdır. [443] Cin, bir defa gaybî ve mübhem bir varlıktır. Bu durumda, onlar hakkında Kur'ân ve Sünnet'in bildirdiklerinin dışında şimdilik başka bir bilgi kaynağımız mevcut değildir. Kur'ân ve sahih hadislerde ise, onların deliliğe sebep oldukları, akıl hastalıklarında rol oynadıkları açık ve kesin bir şekilde bildirilmemiştir. Fakat vaktiyle bilinmeyen, aletsiz olarak gözle görülemeyen, fakat günümüzde tesirleri, faydalı ve zararlı yönleri bilinen X, Röntgen, ultraviyole ışınları, kızıl ve mor ötesi ışınlar, kozmik ışınlar, lazer, zararlı ve tahrip edici şualar ve benzerleri de, gözle görülmeyen şeyleri kasdetmesi açısından bu "Cin" lafzının kapsamında ifade edilmiş olmalıdır. Çünkü insanoğlu, tarihi boyunca karşılaştığı bir takım hastalıkları, bunların mahiyetini ve sebebini bilemeyince, bu anlamda bilerek veya bilmeyerek cinlere ve şeytânlara maletmiştir. Belki de o dönemlerde herhangi bir sebeple zararlı ışınlara maruz kaldığı için organları tahrip olan, felce maruz kalan kimselerin bu durumunu yine cinlerden ve şeytânlardan bilmiş, bu kimselerin cinler ya da şeytânlar tarafından "çarpıldığını" ileri sürmüşlerdir. Kısacası insanoğlu, tarihi boyunca mahiyetini bilemediği, hakkında kesin bilgi sahibi olamadığı şeylere "Cin" demiştir. Günümüzde artık ilim alemince sebebi bilinen bir takım rahatsızlıkları da vaktiyle cinlere ve şeytânlara maletmişlerdir. Bu durumun bilhassa Ortaçağ Avrupası'nda böyle olduğunu ilim adamları haber vermektedirler. Geçmişte, cinlerin, şeytânların sebep olduğu söylenilen bir takım rahatsızlıklar, günümüzde ilaçla tedavi edilebilmektedir. Yine bazı ruhsal rahatsızlıkların musiki yolu ile tedavi edilebildiğini, Ruh hekimlerinin musikiye de yer verdiğini görmekteyiz. [444] Geçmişte akıl hastaları, Avrupa'da "içine şeytân girmiştir" diye meydanlarda diri diri yakılırken, müslümanlar bunları hasta kabul edip, musiki vs. yollarla tedavi etmeye çalışıyorlardı. Edirne ve İstanbul'da inşa edilen Bîmarhâne'lerde akıl hastaları zamanına göre en modern metodlarla tedavi edilip, av etleri ile beslenerek, musiki ile ruhları dinlendiriliyordu. [445] Akıl hastalarının tedavisinde kullanılan bestelerin makamlarının, ritimlerinin geçmişte tekkelerimizde söylenilen ilâhi ve zikirlerin makamlarını çağrıştırması çok ilginçtir ve burada Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetin hatırlamamak mümkün değildir:
"Onlar ki Allah'a inanmışlardır ve halbleri Allah'ı anmakla yatışır, iyi bilin ki, kalbler ancak Allah'ı zikretmekle sükun buyur. [446] Demek ruhsal rahatsızlıklarda musikinin tedavi edici bir rolü vardır. İlaçların, dinlenmenin, iyi beslenmenin, şiir okumanın, stres ve baskılardan kurtulmanın, maddi sıkıntıların giderilmesinin iyileştirici bir katkısı vardır. Bu açıdan ruhsal rahatsızlıkları, sebebini araştırmadan cin ve şeytândan oluyor diye hükme bağlamak, zannediyorum ki, mikropların, X, röntgen vs. ışınların bilinmediği çağların çaresizliğine yapışmaktır. Musikinin, ilacın, nasıl iyileştirici fonksiyonu varsa, duanın, Kur'ân okumanın, Allah'a sığınmanın da bir insan için iyileştirici, moral verici bir rolünün olduğu muhakkakdır. Bu konuda Hamdi Yazır'ın "Cin Çarpması" hakkındaki görüşlerine katılmamak mümkün değildir:
"... Bunlar, insanlık tarihi boyunca aslına vâkıl olunamamış, gizli sebeplerden meydana gelen bir takım hastalıklar olduğu için cin ve şeytânlara nisbet edilerek, 'Cin tutmuş, şeytân çarpmış' denilegelmiştir. Bu tür hastalıkların cin ve şeytâna n'isbet edilmesi hakikat mi? mecaz mı? meselesi münakaşa konusu olmuştur.. " [447]
Bazı kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan ribâ hakkındaki âyeti delil göstererek, şeytân ya da cin çarpmasının gerçek olduğunu ileri sürmüşlerdir. İlgili âyette Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Faiz yiyen kimseler ancak şeytânın dokunup çarptığı kimselerin kalktığı gibi kalkarlar. Bu onların: Alış-veriş de faiz gibidir' demelerinden ötürüdür. Oysa Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır..," [448]
Günümüzde Yeryüzü'nde faiz yiyen, tefecilik yaparak insanları sömüren bir yığın kimse mevcuttur. Böyle kimseler bizden önce de mevcut bulunmaktaydı. Ancak bunların cin ya da şeytân çarpması gibi bir rahatsızlıkları söz konusu olmadığı gibi, sar'a akıl hastalığı gibi rahatsızlıkları bulunan kimselerin de faiz ile meşgul olmadıkları, rızıklarını başka mesleklerden temin ettikleri görülmektedir. Halbuki âyette, faiz muamelelerini alış-veriş gibi kabul eden kimselerin, bu fiillerine bir karşılık olmak üzere, şeytân çarpan kimse gibi kalkacaklarına işaret edilmektedir. Oysa bazı kimseler, faiz yedikleri, riba muameleleri yaptıkları halde, âyette bahsedilen durumla karşılaşmamaktadırlar. O zaman bu durumun dünyada değil, Ahiret'te söz konusu olacağı ortaya çıkmaktadır. Kısacası âyetten, faiz yiyen kimselerin Kıyamet Günü'nde, şeytân çarpan kimse nasıl kalkarsa öyle haşredilecekleri anlaşılmaktadır. Nitekim ilk devir müfessirlerinden de bu şekilde nakledilmiştir. [449] Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlattırılarak, yayımlanan Kur'ân-ı Kerim mealinde de ilgili âyete bu doğrultuda anlam verilmiştir:
"Faizyiyenler Mahşer'de ancak şeytanın çarptığı kimselerin kalktığı gibi kalkarlar..." [450]
Bu durumda da bu âyet, akıl hastalıklarının cin ya da şeytân çarpmasından kaynaklandığına dair bir delil olmamalıdır. Nitekim aralarında Şâfiîlerden Kaffâs’ın da bulunduğu bazı İslâm âlimleri, cin ve şeytânların insanları çarpmaya kudretlerinin olmadığı, sar'a, çarpılma (felç) ve benzeri hastalıkların onlardan değil, Cenab-ı Hakk'ın bu konuda koymuş olduğu tabii kanunlar gereği meydana geldiği görüşündedirler. [451] Fahrüddın er-Râz'ı de, cin ve şeytânların insanları çarpmaya, akıllarını gidermeye kudretlerinin olmadığını kaydetmiş ve onlarda bu güç olsaydı, şiddetli düşmanı oldukları insan neslinin çoğunu, kendilerine aşın düşman oldukları âlimleri, faziletli kimseleri, zâhidleri çarpıp delirtmeleri gerekirdi. Halbuki onların bu konuda herhangi bir güçleri yoktur. Kur'ân'ın bildirdiğine göre şeytân da 'Benim sizin üzerinizde herhangi bir gücüm yoktu' diye itirafta bulunmuştur, [452] demektedir. [453] Bu durumda, cinlerin insanları çarpıp delirteceğine dair kanaat, önceki kültürlerden geçmiş olmalıdır. Hristiyanların bu konudaki inançları ve uygulamaları ilim adamları tarafından dile getirilmektedir. Câhiliye döneminde de bu tür inançların halk arasında yaygın olduğu bazı rivayetlerden anlaşılmaktadır. Nitekim İslâm geldiği sıralarda, insanları cinlerin çarpacağına, yeni doğmuş çocuklara zarar vereceğine dair halk arasında yaşayan ve Câhiliye döneminden kaldığı anlaşılan bir inanç olduğunu, bu dönemde halkın yeni doğmuş bir çocuğu cinlerin çarpmasından korumak için yastığının altına ustura koyduklarmı görmekteyiz. Böyle bir olayla karşılaşan Hz- Âişe usturayı atmış ve oradakileri bu davranıştan menederek,- Hz. Peygamber'in bu tür bâtıl şeylerden hoşlanmadığını bildirmişti.[454] Yine, müşrikler Hz. Peygamber'e "delidir" diye iftira ettikleri zaman, bunu duyan Ezd kabilesinden Dımâd adlı bir zâtın Hz. Peygamber'e gelerek, "Ben, cin çarpmasına nefes ederim" diyerek, Hz. Peygamber'e de "Nefes etme" teklifinde bulunduğunu, ancak Hz. Peygamberle konuştuktan sonra O'nu (s.a.v.) deli zanneden Dımâd'ın müslüman olduğunu bilmekteyiz.[455] Ayrıca Eski Mısır halkının, cinlerin delilik ve sar'a gibi hastalıklara sebep olduklarına dair inançları konumuz açısından ilginç bir husustur. Asurlular'm ise, cinlerin zararından çocukları korumak için boyunlarına efsunlu tabletlerden muskalar astıkları kaydedilmektedir. Çin'de ise, birçok zihnî ve bedeni hastalıklar cinlerden bilinir ve Taoist rahipler cinlerin kötü etkilerinden korunmak için muskalar, tılsımlar, afsunlar, tütsüler, okuma ve üflemeler ve bazı talimatlarla tedbirler almaktaydılar. [456] Bu konuda daha fazla söz söylemek şimdilik gücümüzün ve ilmimizin dışındadır. Ancak bu husustaki bir çok problemin sahanın uzmanı olan Tıpçılar ile İlâhiyatçılar tarafından elele çözüleceğine inanmaktayız.[457]
Cin kelimesi, örtmek gizlemek anlamına gelen (Cenne) kökünden türemiştir ve gözle görülmeyen varlıklara bu ad verilmiştir. Melekler, cinler, kabirde bulunan cenazeler, ev yılanları bu ad altında zikredilmiştir. [458] Henüz doğmamış çocuğa da, anne rahminde gizli olduğu için aynı kökten "Cenin" denilmektedir. Mikro dünyayı bilgi alanımıza sokan mikroskobun henüz keşfedilmediği, mikropların varlığının ilim dünyası tarafından tanınmadığı bir dönemde, Hz. Peygamber tarafından onların varlığına işaret edilip tesirlerinden bahsedildiğini bazı hadislerden anlıyoruz. Hz. Peygamber'den nakledilen bu hadislerde kullanılan "Cin/şeytan" kelimesiyle mikroplar kasdedilmektedir:
"Câbir'den (r.a.) Hz- Peygamber şöyle buyurdu:
“Kapları söndürün, Kırbaların ağızlarını bağlayın. Kapıyı kilitleyin. Kandili söndürün. Çünkü şeytân hiçbir kırba bağım çözemez- Hiçbir kapıyı açamaz ve hiçbir kap kaçak ağzını açamaz'." [459]
Diğer bir hadislerinde de Hz. Peygamber, evlerde bırakılan çöplerin şeytânların toplantı yeri olacağını bildirmiştir. [460] Ebu. Mûsâ el-Eş'arî'den nakledilen bir başka hadisde de Resûlullâh (sav), ashabın Tâün hastalığı hakkında sordukları bir soruya, "Cinlerden olan düşmanlarınızın dürtmesidir, ki o bütün şehidlerde vardır' buyurmuştur. [461] Diğer bir rivayette ise Hz. Peygamber,
"O (dürtme yarası), müslümanın şehâdetidir" [462] buyurmuştur. Böylece burada da tâûn diye nitelendirilen bulaşıcı hastalığa sebep olan mikropları "Cin" lafzıyla ifade etmişlerdir. Hz. Peygamber diğer bir hadislerinde, Taundan ölen mü'minlerin şehid olduklarını haber vermişlerdir. [463] Diğer bir sözlerinde de Tâûn hastalığının bulaşıcı olduğuna işaret ederek, "Bir yerde Tâün hastalığı çıktığını duyduğunuz zaman oraya girmeyiniz" [464] buyurarak, müslümanların bundan korunmalarını istemişlerdir. Hz. Peygamberin yukarıdaki hadiste Tâûn hastalığı hakkında sorulan soruya (Vahz) lafzıyla işaret ederek, bunun bütün şehidlerde mevcut olduğunu bildirmesi, bu hastalıktan ölen müslümanların da mızrak ya da kılıç yarasıyla şehid olanlar gibi olduklarını ifade etmektedir. Çünkü kılıç ya da mızrak yarasına da (Ta'nu) lafzıyla işaret edilmektedir. Burada (Vahzü) lafzı da mızrak veya benzeri bir şeyle dürtmek anlamına gelmektedir. Hz. Peygamberin hadislerinde bahsettiği Tâûn hastalığına günümüzde Veba denilmektedir. Vebanın, insanlık tarihinin en korkunç salgın hastalıklarından olduğu bilinmektedir. Kayda değer ilk salgın VI. yüzyılda olmuş ve 50 yıldan fazla sürmüştür. Tarihte milyonlarca kişinin ölümüne yol açan, salgınlar yapan bu hastalığa Yersinia Pestis adlı bir bakteri sebep olmaktadır. Hz. Peygamber'in hadisinde, "sizin cinlerden olan düşmanlarınız" lafzıyla kasdettiği bu bakteriler insan vücuduna girince, akut olarak yüksek ateş, tansiyon düşmesi, şok, lenf bezlerinde şişme, zatürree ve abselere, yine Hz. Peygamber'in (...=Vahzü I Dürtmesidir) şeklinde ifade buyurdukları gibi, iç kanamalara sebep olur. Resulullâh (s.a.v), mızrak ya da kılıç dürtmesi, nasıl ki bütün şehidlerde dıştan açılan yaralara ve kanamalara neden oluyorsa, Taun denilen Veba hastalığında da, bu bakterilerin adeta mızrak veya kılıçla dürtmüşcesine iç kanamalara sebep olduklarına işaret etmişlerdir. Ağır bir zatürree sebep olan ve insandan insana, öksürme, aksırma yoluyla hızla bulaşan bu tehlikeli hastalık konusunda Hz. Peygamber'in bir çeşit karantina uygulanmasını emretmesi, bu hastalığın bulaşıcı özelliğini bildiğini göstermektedir. [465] Buna benzer hadislerde de Hz. Peygamber'in kullandığı "Cin Şeytan" kelimesiyle mikropları kasdettiği açıktır. Mikrobun ilim dünyasında henüz keşfedilmediği dönemde Hz. Peygamber'in, onlara bazı özellikleriyle işaret etmesi ilginçtir. Câbir'den (r.a.) nakledilen diğer bir hadiste ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kabı örtün, tulumu da bağlayın, Çünkü senede bir gece Veba iner. Yanından geçtiği kapağı olmayan her kabın veya üzerinde bağı bulunmayan her tulumun içine muhakkak bu vebadan iner." [466]
Sonuç olarak, mikropların çıplak gözle görülmemeleri sebebiyle Hz. Peygamber'in onlara "cin/şeytân" lafızlarıyla işaret ettiğini görmekteyiz. Resulullâh'ın hadislerinde işaret ettiği diğer bir özellikleri, onların insan sağlığı açısından zararlı olmalarıdır. Ki Hz. Peygamber'in, yiyecek ve içecek kaplarının ağzının kapatılmasına dair emirlerinden bu durum ortaya çıkmaktadır. Hadiste işaret edilen bir diğer özellikleri ise, onların çöplüklerde, atık maddelerde çoğaldığıdır. [467] Bu dagünümüz biliminin mikropların üremesi ve çoğalmasıyla ilgili olarak tesbit ettiği bir gerçektir. Hadiste işaret edilen bir başka özellikleri de, bulaşıcı hastalıklara da (veba/tâûn vs) onların sebep oldukları hususudur. Bizim burada varmak istedğimiz sonuç, yukarda zikredilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, hadislerde ve bazı İslâm literatüründe kaydedilen "Cin" kelimesi ile sadece bildiğimiz özel manası ile Hz. Peygamber'e ve önceki Peygamberlere imân eden, erkeği, dişisi, mü'mini, kâfiri olan cinlerin kasdedilmediğidir. Bu durumda "Cin" kelimesi ile, göze görünmeyen, fakat mecudiyeti bir takım eserleriyle anlaşılan geniş bir varlıklar âleminden söz edildiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre, gözle görülmemeleri açısından mikroplar da birer cindir. [468]
Dînî örfte sihir, sebebi gizli olmakla, gerçeğin zıddına tahayyül olunan, gözbağcılık, yaldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık tarzında cereyan eden herhangi bir şey demektir. Kendisinde, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme özelliği söz konusu olduğu için Semavî dinler tarafından kötülenmiş ve yasaklanmıştır. Mâhiyetinde, esrarengiz gizli sebep ile incelik, dış görünüşünde cazibe, hile ve kötü niyet vardır. Bizzat ilâhî irade ile meydana gelen olaylardan değildir. Ortaya konulabilmesi için teşebbüs edilmesi gerekli özel bir sebebi vardır. Bu özel sebebi herkes bilemediğinden, sihir hârika gibi zannedilir. Bunun için, sebebi herkesçe bilinmeyen herhangi bir hakikat bile başkalarını kandırmak için kullanıldığı takdirde sihir olur. Bu sebebin nazari olarak açıklanabilir bir halde bulunması da şart değildir. Az çok taklidi bir şekilde ortaya konulabilmesi de yeterlidir. Yaratılış sebebi ilmen açıklanamayan, tek başına ya da zincirleme bazı garip olaylar meydana getirebilmek sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için bunlardan faydalanmaya kalkışıldığı ve bu şekilde kalblere tesir ederek dolandırıcılık yapılmak istenildiği zaman bunlar sihir özelliği kazanırlar. Bunuıın için, imansızlık ve ahlâksızlık sihirin köküdürler. Sihirbaazlar, çeşitli ilimlerden, Sanayiden, Edebiyat'tan, Felsefe'den, yaratılışın garib sırlarından kötü niyetleri için yararlanmasını bilirler. Bu şekilde hakkı gizlemek için yazılmış nice felsefeler, ropmanlar, tarih kılıklı kitaplar vardır. Vaktiyle hukemâ'nın "Domuzların boynuna cevahir takmayın" nasihati, bu gibi kimselerin yüksek ilimleri öğrenerek, bunları kötü maksatlarla kullanmalarını önlemek için verilmiştir. [469]
Sihir, bazı kayıtlarla meşru kılınmış hususlar için de kullanılmıştır. Hz. Peygamberin:
"Beliğ olan sözlerden bir kısmı mauhakkak sihirdir" [470] sözleri b u cümledendir. Ömer b. Abdilazziz de, kişinin güzel konuşması ile gerçeği ortaya koymasına ı "Sihr-i Halâl" demişti. Bu durumda, hakkı ortaya koyan beliğ X konuşmalar helal bir sihir olup, hakkı bâtıl, bâtılı hak şeklinade gösteren beliğ konuşmalar da haram bir sihirdir. [471]
Sihir ve sihirbazların tarihi, insanlık tarihinin en eski medeniyetini Kur’an Keldânler zamanına kadar uzanır. Bâbil diyarında yani Irak'da yaşayan Keldânîler, Astronomi ve Astrotoji'de çok ileri gitmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de Sâbie adıyla anılan Keldânîler, [472] bütün olayların yıldızlar aleminin tesiri sonucu meydana geldiğini iddia ediyorlardı. Onlara göre, hayır ve şer, fayda ve zarar, saadet ve bedbahtlık semavi cisimlerden kaynaklanmaktaydı. Bu yüzden Keldâniler yıldızlardan her biri adına putlar yapıyor, heykeller dikiyorlardı. Bu putlara, heykellere tütsülere, çeşitli nefes ve efsunlarla yaklaşmaya çalışıyorlardı. Hayır ve salâh için Müşteri yıldızına, başkalarıyla savaşmak ya da herhangi bir yolla zarara uğratmak istediklerinde Zuhal yıldızına, semavî âfetler ve salgın hastalıklardan korunmak için de Merih'e tazîmde bulunurlardı.
Keldâniler'in medeniyet merkezleri olan Bâbil şehrinin gayet mamur ve güzel binalarla süslü olduğuna dair tarihî bilgiler, bu kavmin mimarî ve diğer sanayi dallarında çok ileri gittiğine işaret etmektedir. Bu sihirbazlar ülkesinde Güneş'ten kinaye olan "Ba’l ilâhına mahsus Bâbil Kulesi'yle, Bâbil'in mamur oluşuna dair bir çok efsanevî rivayet vardır. Bu dönemde halkın câhil tabakası, sihirbazların suret ve tabiatları değiştirdiklerine, söz gelimi bir sihirbazın bir kimseyi eşek ya da köpek şekline döndürebildiğine, sonra dilediği zaman tekrar insan şekline iade ettiğine inanmaktaydılar. Bunlara göre, bir büyücü bir yumurtaya, bir süpürgeye ya da küçük bir küpe binerek havalanabilir, uçmak suretiyle Irak'tan Hindistan'a veya dilediği herhangi bir yere gidebilir, sonra aynı günde geri dönüp gelebilirdi. Câhil halk tabakası bu ve buna benzer gariplikleri, kâhinlerin yıldızlara yakınlığının bir sonucu zannederlerdi. Sihirbazlar da avam tabakasının bu kanaatinden çeşitli hilelerle, yaldızlı hokkabazlıklarla faydalanırlardı. Hatta, devlet başkanları ve adamları bile bunların melanetinden kurtulamazlardı. Görülüyor ki Bâbil halkı, gök cisimlerinin ilâhlığına inanan mu'attıla olup, yıldızların ve bütün kainatın yaratıcısı bir ilâhın varlığını kabul etmiyorlardı. Bunların bu sakat inançlarını iptal ve ıslâh etmek için Hz. İbrahim gönderilmişti. O devirlerde Bâbil, Irak, Şam, Mısır ve Anadolu halkı bu inançtaydılar. Dahhâk ve Feridun devrine kadar böylece devam etmişti. Bâbil, Feridun'dan itibaren Keştâsip devrine kadar İran’lıların hâkimiyetinde kaldı. Feridun ve onu takip eden dönemlerde iranlılar tevhid inancına sahiptiler. Allah'ın birliğini kabul ediyorlardı. İran'ın yaşadığı bu tevhid devrinde, Bâbil sihirbazlarına karşı amansız bir mücadele açıldı. Ele geçirilen kâhinler tamamen kılıçtan geçirildi. Keldânîler'e ait bu olayları bize nakleden Cessâs Ebû Bekr er-Râzî, Feridun ile Dahhâk'ın sahifelerine geçen uzun hikayelerine gerçek birer olay şeklinde bakılmamasını bunların mitolojik türden nakiller sayılmasını söylemektedir. [473] Cessûs, bu tür rivayetlere örnek olarak şunu kaydetmektedir.
"Halkın câhillerinin ve kadınların zannettiklerine göre, Feridun, Dahhâk'ı esir ederek, Iran dağ silsilesinin en yücesi olan 600 m. yüksekliğindeki Demavend dağına hapsetmiş, Dahhâk halâ orada zincirlere bağlı olarak hayatta imiş. Sihirbazlar oraya giderek kendisinden büyü öğreniyorlarmış. Yine halkın avam tabakası, ilerde ortaya çıkarak Yeryüzünü istilâ edeceği Hz Peygamber tarafından bildirilen ve kendisine uymaktan sakındırılan Deccâl'ın bu Dahhâk olduğuna inanıyorlardı." [474]
Dahhâk'ın Deccâl olduğuna dair bu rivayet, bazı hadis kaynaklarımızda yer alan Cessâse hadisiyle benzeşmesi açısından ilginçtir. [475]
Sihir ve sihirbazlar tarihinin ikinci bir bölümünü de Mısır'da Firavun'un sihirbazlarıyla Hz. Müsâ arasında geçen olaylar meydana getirmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de haber verildiği gibi, [476] Mısır sihirbazları da halka karşı esrarengiz bir şekilde göz bağcılık yaparlar, hayali şeyleri gerçekmiş gibi gösterirlerdi. Bunların da şarlatanlıklarını meydana çıkarmak ve halkı bunların kandırmasından kurtarıp doğru yola sevketmek için Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'yı, Âsâ ve Yed-i Beyzâ gibi mucizelerle göndermişti. Hz. Mûsâ tarafından bunların bütün hile ve desiseleri ortaya konulmuştu. [477] Kur'ân'ın haber verdiğine göre, Firavun'un sihirbazları, Hz. Mûsâ'nın âsâ mucizesini hükümsüz bırakarak iptal etmek için, içleri civa dolu iplerini ve sopalarını ortaya attıklarında, O'nun büyük bir ejder haline gelen âsâsı, güneşin hararetiyle ortada dönen içi civa dolu ipleri, sopaları yakalayıp yutmuştu. Bu yüce hakikati gözleriyle gören sihirbazlar hemen secdeye kapanarak iman etmişlerdi. Firavunlar dönemi geçip, Tevhîd'in şirke galip olmasından sonra Mısır sihirbazları da ortadan kalkmışlardı. [478] Cessâs, kadınları ve halkın cahillerini el altından kandırmaya çalışan sihirbazlar gibi, kılıçtan kurtulan Firavun sihirbazlarının da faaliyetlerini gizlice sürdürdüklerini kaydetmektedir. [479]
Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret edildiği üzere, Hz. Süleyman devrindeki sihirbazlar arasında şeytân kadar dessas bir takım san'atkârlar vardı. [480] Bunlardan bir kısmı her türlü bina kalfaları, ustaları, mimarlardı. Bir kısmı da deniz dalgıçlarıydı. Bunlar denizlerin dibindeki hazineleri çıkarırlardı. Ayrıca bir takım sosyal sınıflara mensup sihirbazlar da vardı. Bu sihirbazlar bir ara çok azıtarak çıkardıkları bir ihtilal yoluyla, Hz. Süleyman'ın tahtım elinden almaya kalkışmışlardı. [481] Bu sırada dinsizlik alıp yürümüştü. Vahiy kaynağından uzak olan bu şeytânlar, meydana gelen ve gelecek olan bir takım olaylar hakkında kulak hırsızlığıyla bir takım bilgiler edinirler ve bunların arasına yüzlerce yalan karıştırarak gizli gizli yayarlardı. Buna âlet etmek için de kâhinleri seçerek, onlara telkinlerde bulunurlardı. Bazı haberleri doğru çıktıkça kâhinler bunlara güvenir, bunun yanında da binlerce asılsız şey yayarlardı. Sonunda kâhinler bunları yazdılar. Cin celbi, gönülleri etkileme hakkında çeşitli sihir ve efsun kitapları meydana getirdiler. Bu arada geçmiş ve gelecek şeyler hakkında haberlere benzer efsaneler, masallar, romanlar, yalanlar-dolanlar neşrettiler. Olayları ve bir takım gerçekleri tahrif ederek, insanları kandırıp, yanlış ve eğri yollara sevkedecek hurafeler ortaya attılar. Bunların arasına ilmî ve hikemî şeyler karıştırarak kötü maksadlarla kullandılar. Böylece cinler gaybı biliyor, diye yayıldı. Bu şeytânların yalan-dolan ve iftiraları yüzünden fitne çıktı. Hz. Süleyman'ın mülkü bir müddet elinden gitti. Ancak Allah'ın yardımıyla Hz. Süleyman bunlara galip gelerek hepsini emri altına aldı. [482]
Sa'îd b. Cübeyr'in nakline göre Hz. Süleyman, sihire dair şeytânların elinde ne varsa hepsini toplattırarak, bunları hazine odasındaki tahtının altına gömdürdü. Şeytanlar bu sihirlerin gömülü bulunduğu yere yaklaşma imkânı bulamayınca, insanlara, "Siz, Süleyman'ın cinlere, rüzgarlara ve diğer varlıklara kendisiyle hükmettiği ilmi istemez misiniz?" dediler. Onlar da "Tabii arzu ederiz" dediler. Bunun üzerine insanlara onun gömülü olduğu yeri tarif ettiler, insanlar da burayı kazarak sihri buldular ve kullandılar. [483] İbn İshak'ın nakline göre ise, şeytânlar Hz. Süleyman'ın vefatını anlayınca, sihrin bütün çeşitlerini kaleme aldılar ve "Kim şu şu arzularına kavuşmak isterse, şöyle şöyle yapsın" diye ilan ettiler. Her türlü sihir ve buna ait formüller tesbit edildikten sonra bunu bir kitap haline getirdiler. Sonra bunu, kaşı Hz. Süleyman'ın yüzüğüne benzer bir yüzükle mühürlediler. Üzerine de sahte olan şu unvanı koydular:
"Bu kitab, Davudoğlu Süleyman'ın ilim hazinelerine dair Asaf b. Berhiyâ'nın yazdığı şeyleri ihtiva eder."
Sonra bunu Hz. Süleyman'ın tahtının altına gömdüler.
Daha sonra İsrâiloğluları'ndan hayatta kalanlar bu kitabı buldular ve kitapta yazılı olan şeyleri öğrenince, "Hz. Süleyman ancak bu sayede yaptığını yapmış" dediler. Sihri insanlar arasında yaydılar. Büyü Yahudiler arasında yayıldığı gibi, hiçbir millet arasında yayılmadı.[484]
Yukarda kaydettiğimiz Sa'îd b. Cübeyr'den nakledilen ve Hz. Süleyman'ın, çevresinde yaygın olan sihir ve efsunları toplattırıp, tahtının altına gömdürdüğüne dair rivayet sahih olmamalıdır. Çünkü Hz. Süleyman'ın bunları gömdürmesi değil, yaktırması veya suya attırarak imha ettirmesi gerekirdi. Bu durumda da daha sonraki dönemlerde sihir tatbikatından veya buna benzer rivayetlerden bahsedilmesi icabederdi. [485] Bu sebeple, Hz. Süleyman'ın vefatından sonra sihrin bütün çeştilerinin kaleme alınıp iftira yoluyla ona isnâd edildiğinden bahseden İbn Abbâs rivayeti daha sahih gözükmektedir.
Sonuç olarak, Mısır'dan beri İsrailoğulları arasında sihir ve hokkabazlık meçhul değildi. Fakat bu sefer başka bir renk almıştı. Bir taraftan Hz. Süleyman'ın devleti aleyhinde siyasi ve sosyal entrikalar takip edilmiş, diğer taraftan onun dünyayı teshir eden ilmi diye, onun adına bazı iftiralar ortaya atılmak istenilmişti. Bunun için İsrailoğulları ona bir peygamber olarak değil, sihirbaz bir hükümdar nazarıyla bakmaktaydı. Yahudiler, devletlerini kaybettikten sonra, milletler arasında gizli yollarla bu çeşit neşriyatı yaymaktan ve hüner şeklinde hokkabazlık yapmaktan geri kalmadılar. [486]
Hz. Peygamber gelince Tevrat'tan bahsetti. O zaman Yahudiler dönüp Hz. Peygamberle mücadeleye başladılar. Sonunda Nübüvvvet yoluyla mücadele edemeyeceğiz, ne yapsak Cibril O'na (s.a.v.) haber veriyor, dediler, bu yüzden Cibril'e (a.s.) düşman oldular. [487] Tevrat'ı da arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar. Halbuki Tevrat sihri yasaklamış, sihirbaz kadın ve erkeklerin öldürülmesini emretmişti. [488]
Yine bu dönemde Yahudiler, "Süleyman, Muhammed'in dediğinin aksine, bir peygamber değildi. Sihirbaz bir hükümdardı. Büyülerini mucize gibi gösterirdi" diye iftiralar ortaya attılar. Sihir küfür olduğu için, Yahudiler'in bu sözlerine göre, Hz. Süleyman'ın da kâfir olması gerekiyordu. Bu yüzden Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de, Hz. Süleyman'ın değil, şeytân sihirbazlarının küfrettiğini bildirdi. [489] Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Hz. Süleyman'ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytânların uydurdukları sözlere uydular. Oysa Süleyman, (büyü yaparak) küfre girmemişti. Fakat şeytânlar küfre gittiler, insanlara büyü ve Babil'de Hârut ve Mârüt adlı meleklere indirileni öğretiyorlar..." [490]
Bununla da yetinmeyen Yahudiler, Hz. Peygamber'e sihir yapmaya kalkıştılar. Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerden Yahudi Lebîd b. el-A'sam'ın Hz. Peygamber'e zarar vermek maksadıyla sihir yaptığını öğrenmekteyiz. [491]
Sihir'in çeşitlerini belirlemek kolay bir husus değildir. Fahrüddin er-Râzi’nin sihirin sekiz çeşidini kaydettiği görülmektedir;
a) Semavî kuvvetlerle yere ait güçleri birbirine karıştırarak yapıldığı söylenilen ve tılsım adı verilen şeylerdir, ki bunlara Keldânı (Bâbil) sihiri denilmektedir. Keldânîler, gök cisimlerine büyük kuvvetler atfederek, bazı rakamların özelliklerinden ve tılsımlardan yararlanmak suretiyle büyü yaparlar, yıldızlardan faydalanmak için onlara taparlardı. Bunlar, büyücülüğün ve kâhinliğin sırrını bilmekle ün yapmışlardı. Bu kavim Sâbie adıyla bilinmekte olup, Hz. İbrahim bunların yanlış ve sapık inançlarını iptal için gönderilmişti. Bu sihirde, tabiîyât ile ruhiyatın eski zamanlarda "keşfedilmiş, birbirine karışmış bazı garib özelliklerinin tatbik edildiği sanılmaktadır. Hz. Peygamber yıldızlarla ilgili bilgilerin sihir yapmada kullanılmasını yasaklamıştır. [492]
b) Evham ve güçlü ruh sahiplerinin büyüsü. Bunlar, insan ruhunun temizlenmesiyle bazı güçler kazanacağına, kendi vücudunda olduğu gibi başka bedenler üzerinde de etki yapabileceğine inanırlar. Bunun için sırf başka varlıkları buyruk altına almak maksadıyla uzlete çekilir, çeşitli riyazetler yaparlar. Beden terbiyesinde olduğu gibi, ruh terbiyesinde de bir çok faydalı hususlar olduğu açıktır. Bu derecede ilâhî bir ihsan olabilirse de, bunu san'at kazanma yoluyla elde edilebilir sanmak bir evhamdır. Fakat bir takım kimseler, riyâzât, havas, rukye, uzlet vs. gibi bazı yollara başvurarak ruh ilminin bazı garip olaylarıyla uğraşırlar ki, Manyetizma, Hipnoüzma, Hindistan'daki Fakirizm vs. bu gruba dahildir. Sihirin en aldatıcı ve tehlikeli kısmı da budur.
c) Yere ait ruhlardan, yani cinlerden yararlanılarak yapılan sihirdir. Azâim veya Cincilik denilen şey budur. Yere ait ruhlarla ilişki kurmak, semavî ruhlarla yani meleklerle münasebet kurmaktan daha kolay olmalıdır. Filozoflar cinleri inkâr etmemiş, fakat Yer Ruhları (Frvâh-ı Arziyye) adıyla anmışlardır. Ancak insanların bunlarla belirli şartlar ve sebepler altında irtibat kurup kuramayacakları ilmi bir şekilde incelenirse, kesin olarak bunun mümkün olduğuna hükmolunamaz. Fakat bundan dolayı, cinlerle irtibat konusunu inkâr etmemek gerekir. Bugünkü ispiritizmacıları (Rûh çağırma seansları düzenleyen kimseleri) cincilerden sayabiliriz. Sihirin en meşhur bölümü kaydettiğimiz bu üç grubta toplanmaktadır.
ç) Hayali hakikat göstermek, el çabukluğu, göz bağlamak şeklinde yapılan sihirlerdir (illusion). Bunlara sihirden çok hokkabazlık, şa'beze adı verilmektedir. Bunların aslı duyu organlarının aldatılmasıdır. Bu, tıpkı vapurda giden kimsenin sahih hareket ediyor gibi görmesidir. Buna Arapça, "Âhız bi'l-Uyûn (Göz bağcılığı) denir. Göz bağcılığın, daha gizli olan ruhsal bir takım tesirlerle ilgisinin bulunması da mümkündür.
d) Bazı âletlerden yararlanılarak bir takım acâib şeyler göstermek suretiyle yapılan sihirdir. Firavun'un sihirbazların bu tür büyücüler olduğu sanılmaktadır. Rivayet edildiğine göre bunlar, özel surette yaptırdıkları değneklerin ve iplerin içine civa doldurmuşlar, hünerlerini gösterecekleri alanı da daha önceden alttan ateş yakarak ısıtmışlardı. Bu ipleri ve değnekleri halkın gözü önünde toprağın üzerine atınca, alttan ateşin, üstten güneşin tesiriyle civa genleşmiş, bundan dolayı ipler ve değnekler kımıldamaya başlamıştı. Halk da bunları hareket ediyor sanmıştı. Böylece Firavunun sihirbazları bâtılı gerçekmiş gibi göstermeye kalkışmışlardı. Zamanımızda teknik ve fennin gelişmesi sebebiyle bunlara bir çok örnek verilebilir.
e) Bazı ilaçlar ya da bazı cisimlerden yararlanılarak yapılan sihirlerdir. Büyü yapılacak kimseye esrar, morfin gibi şeyler içirmek suretiyle aklı çelinir. Dışkılar, kadavra parçaları, kan ve cinsiyetle ilgili her çeşit nesne sihribâzın kullandığı şeylerdendir. Bunların bir özelliği de dinen pis sayılan şeyler olmalarıdır. Mesela necis olan pisliği büyücü ilaç olarak kullanır. Ayrıca, büyülenecek kişinin vücudundan alınacak herhangi birşey saç teli, tırnak vs. de sihir yapımında kullanılır.
f) Dinleyicileri yaldızlı sözlerle kandırarak, onların gönüllerini çelmek suretiyle yapılan sihirdir. Bu çeşit büyüde sihirbaz şarlatanlık yapar, çeşitli şekillerde kendini medheder, karşısındakini celbeder, muhatabının hislerine tesir ederek yapacağını yapar. İsm-i A'zam bilirim der, cin celbederim der, duruma göre, hünerden, san'attan kudretten, kerametten, nüfuzdan, ticâret ve menfaatten bahseder, sonunda karşısındakini dolandırır. Kalb çelmenin tesiri pek çoktur. En âdisinden en maharetlisine kadar dolandırıcılığın çeşitleri, sihirin çoğu ya da hepsi bununla ilgilidir, denilebilir.
g) Söz taşıyarak, kovuculuk (nemmâmlık ve gammazlık) yaparak insanları birbirine düşürmek, böylece kendi hesabına çıkar sağlamak da büyü kapsamındadır. Bunlar, yalan dolan haberler, iftiralar, vasıtalı ve vasıtasız tahrikler, telkinlerdir ki, sihirin halk arasında en yaygın olan kısmıdır.[493]
Büyü yapmak isteyen sihirbazların, Allah'ın yasakladığı bir takım fiilleri işleyerek şeytân ya da cinlere yaklaşmak istedikleri nakledilegelen hususlardandır. Tarih boyunca bu tür kimseler yıldızlara taparak, Allah'a şirk koşarak, şeytânı övüp, ona taparak, şeytânın yardımını temin etmeye çalışmışlardır. [494] Şeytanın da, pislikte, serde, fenalıkta kendisine en uygun olan kimseleri dost edindiği muhakkaktır. Ancak şeytânın, tevhid ehli mü'min kullara karşı, bu tür müşrik ve müflis insanlara yardımı ne kadar tesirlidir? Bunlar, Allah'ın iyi kullarına zarar vermeye muktedir olabilirler mi? Burada şu kadarını kaydetmek yerinde olacaktır ki, şeytân ve yandaşları Allah ve Resûlü'nün yolundan gidenlere, Kur'ân-ı Kerîm'e sımsıkı sarılanlara hiçbir şekilde zarar veremezler. Bu husus Kur'ân-ı Kerim'de haber verilmiştir. [495]
Buraya kadar kaydettiğimiz hususlardan sihirin başlıca iki kısma ayrıldığını görmekteyiz. Birinci kısım, sırf yalan-dolan ve kandırmacadan ibaret olan söz ve fiillerle oraya atılan büyü çeşididir. İkinci kısım da, az çok var olan bir gerçeği suistimal ederek yapılan sihirlerdir. Konumuz cinler olduğu için biz, yukarda kaydettiğimiz sekiz maddelik sihir çeşitleri içerisinde üçüncü sırada yer alan bölümle ilgilenmek durumundayız. Diğer gruplarda yer alan sihir çeşitlerinin günümüzde artık, Astronomi, Astrofizik, Kimya, Fizik, Biyoloji, Tıp, Eczacılık, vs. gibi müsbet ilimlerle, Edebiyat, Psikoloji, Parapsikoloji, Hitabet ve Sosyoloji ilimlerinin meşguliyet sahasına girdiği de bir gerçektir, ilim ve Fennin, düşüncenin gelişmesiyle artık günümüzde insanlar, geçmişte sihir olarak adlandırılan, halkın kandırılmasına vesile kılman bir çok olayın sebebini bilmekte, bunların açıklamasını yapabilmektedirler. Haberleşme araç ve gereçlerinin son derece yaygınlaştığı günümüzde artık insanlar, duydukları her şeye körü körüne inanmamakta, bunların aslını ve gerçeğini araştırmaktadırlar. Yine günümüzde halk, sihirbazların yaptıkları çoğu şeyin duyu organlarının yanıltılmasına dayandığını, kendisini seyreden ya da kendilerine program yaptıranların verdikleri para olmadan sihirbazların karınlarını bile doyurmaktan aciz olduklarını bilmektedirler. Geçmişte sihir ya da büyü olarak takdim edilen pek çok olay artık müsbet ilimlerin inceleme alanına girmiş, sebebi, mahiyeti, sunucu açıklanabilir konuma gelmiştir. Yukarda saydığımız sihir çeştilerinin ikinci grubu olan güçlü ruh sahiplerinin büyüsüyle ilgili olarak müfessirlerin kaydettiği bazı hususlar vardır ki, günümüzde bunları kabul etmek pek mümkün görünmemektedir. Mesela bu gruba giren güçlü ruh sahibi kimsenin, kendi bedeninin dışında tesir edebilecek kadar irâdesinin güçlendiği, eşyada, hayvanlarda, insanlarda kendi vücuduymuş gibi tasarruf yapabildiği, dilediği zaman başkalarının bünye ve şeklini değiştirebildiği, insanı öldürecek, diriltecek ya da eşek haline getirebilecek hüner elde edebildiği, havada uçup, suda yürüyebildiği ileri sürülmektedir. [496]
Artık çağımızda, bir eşyaya ya da insana dokunmadan, ya da belli fizikî kanunlara göre çalışan araçların yardımı olmadan uzaktan tesir etmenin mümkün olduğunu ileri sürmek çok güçtür. Bu husus son derece tartışmaya müsait bir konudur. Bunların biyoenerji olayında olduğu gibi, makul bilimsel bir açıklaması mevcut olmalıdır. Bir eşyayı dokunarak kaldırabilir, yerini değiştirebilir, ya da imha edebilirsiniz. İnsan da buna dahildir. Ancak günümüzde onlara uzaktan tesir etmenin, zarar vermenin, ya da imha etmenin yolları bellidir. Ya top-tüfek vs. atarsınız, ya uçakla, füzeyle bombalarsınız, ya da lazer vs. gibi ışınlarla çalışan silahlar geliştirirsiniz. Elinizi dokunmadan hedefiniz olan varlığı imha edersiniz. Veya o eşya ya da canlıyı ışınlarla bombardımana tâbi tutarsınız. Onu hasta eder, hemen ölümüne sebep olursunuz. Uzaktan kumandalı bombalarla, evinde, yolda, arabasında, uçağında havaya uçurabilirsiniz. Geçmişte sihir olarak nitelendirilebilecek bu olayların hemen hepsinin ilmi bir açıklaması mevcuttur. Eğer insanları uzaktan büyü ve sihir yoluyla öldürmek mümkün olsaydı, dünyanın dört bir yanına dağıtılmış, sürülmüş, katliama, soykırıma uğratılmış Yahudiler, sihir işlerini en iyi bilen bir millet olarak bunu düşmanlarına tatbik eder, onların baskı ve zulümlerinden kurtulurlardı. Halbuki Tarih bize bunun aksini söylüyor. Bu açıdan sihir yoluyla insanlara zarar vermek, onları öldürmek hususundaki iddialar, düşmanlarından savaş vs. yollarla doğrudan intikam alamayan, onların karşısına çıkamayan, ezilmiş, mağlup olmuş zavallı kişi ve toplumların, hasımlarının kalbine korku salmak, onların zararlarından emin olmak maksadıyla çaresizlik içinde başvurdukları, sığınıp tesilli aradıkları bir husus olmalıdır. Yukarda da kaydettiğimiz gibi, sihirin İsrailoğulları ve Süryanîler gibi zayıf toplumlarda, ilkel kabilelerde yayılması, Mısır'da, İran'da, Bâbil'de tevhid devirlerinde yasaklandığı için el altından gizli gizli devam etmesi bu görüşümüzü destekleyen hususlardandır. İnsana hayat vermek ya da öldürmek ancak Cenâb-ı Hakk'ın iradesiyledir. Bu iş, Yüce Allah'ın elindedir ve O'nun emriyle meydana gelmektedir. İnsanların ya da başka nesnelerin bu hususta, sebep olmaktan öteye bir fonksiyonu yoktur. Bu konularda insan diler, Allah (c.c.) da onun sonucunu yaratır. Bu sebeple, öldürmek maksadıyla bir insana ateş eden kimse de, Allah dilemedikçe karşısındakini öldüremez. Kurşun sekr, isabet etmez, öldürücü şekilde yaralayamaz vs. sebeplerden dolayı kişi bu arzusuna erişemez. Diriltme ve öldürmenin ancak Cenab-ı Hakk'a ait bir fiil olduğu hususunda Hz. İbrahim'le Nemrud arasındaki tartışmayı hatırlamakta yarar vardır:
"Allah, kendisine hükümranlık verdi diye İbrahim ile, Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: 'Rabbim, dirilten ve öldürendir' demişü. (Nemrud ad): 'Ben de diriltir ve öldürürüm' dedi. İbrahim: 'Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsem' dedi. İnkâr eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.'' [497]
Öldürme ve diriltmenin Cenâb-ı Hakk'a ait olduğuna dair bir çok âyet vardır. Bunlardan bir tanesini aşağıya kaydediyoruz:
"Doğrusu, dirilten ve öldüren Biziz- Hepsinin gerisinde de Biz kalırız" [498]
Kısacası herhangi bir zahmet, tehlike ya da gayret ve çalışmaya girmeden oturduğu yerden büyü yaparak bir kimsenin hasımlarını bertaraf etmesi, imha etmesi söz konusu değildir. Bu, "Sünnetullâh"a, Allah'ın kainatta koyduğu tabii kanunlara ve iradesine aykırıdır. Böyle bir şey mümkün de değildir. Eğer bu mümkün ve caiz olsaydı, Hz. Peygamber düşmanlarıyla savaşa çıkmaz, ordular tertip etmez, müslümanlar kendilerini tehlikeye atmaz, şehid vermezlerdi. Hasımlarını daha kolay ve zahmetsiz, tehlikesiz olan bu yolla ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Yahudiler, Hristiyanlar, Müşrikler, Münafıklar, İslâm düşmanları da bu yolla Hz. Peygamber'i, sonraları müslümanların liderlerini, komutanlarını ortadan kaldırmaya muvaffak olurlardı. Halbuki tarihte böyle bir şey söz konusu olmamıştır. Hz. Peygamber, düşmanlarının karşısına silahıyla, ordusuyla çıktığı gibi, düşmanları da O'nun (s.a.v.) karşısına silahlarıyla, askerleriyle çıkmışlar ve çarpışmışlardır.
Sihirbazların, eşyaların şeklini değiştirebildikleri, bir insanı eşek yapabildikleri iddiası da artık günümüzde komik kabul edilen bir husustur. Bunun mümkün olamayacağını herkes bilir. Bir canlının anatomisini değiştirmek, onu başka kılıklara sokmak, onun hayatına son vermek demektir. Bu Kur'ân'da "Mesh" diye bahsedilen olaydır ki, dünya tarihinde meydana gelip gelmediği müfessirler arasında tartışmalı bir konu olup, bunun gerçekleşebilmesi ancak Cenâb-ı Hakk'ın kudreti dahilindedir. Allah'tan başka varlıkların, kendileri de aciz birer varlık olan sihirbazların bunu yapabilmesi mümkün değildir.
Günümüzde, artık havada uçmanın, denizde yürümenin de orijinal bir tarafı, sihir diye nietlendirilebilecek bir yönü kalmamıştır. Sıradan insanlar bile, biraz pilotluk eğitiminden sonra uçabilmekte, kanat, ya da paraşüt takarak tahlikesizce aşağıya süzülmekte, ayağına deniz paleti takan herkes bir motorun arkasından iple tutunarak denizin üstünde süratle kayabilmektedir. Bunların, tabiatta mevcut olan bir takım denge kanunlarına bağlı olduğunu da herkes idrak etmektedir. Bu açıdan biz burada, cinlerle irtibat kurmak suretiyle yapıldığı iddia edilen büyüler üzerinde duracağız. [499]
Sihir ya da büyünün insanlık tarihinde fiilen var olduğu, Bâbil döneminden beri bilinip, bir takım çeşitlerinin uygulandığı yukarda kaydedilmişti. Ancak sihirbazlar ya da büyücüler tarafından çeşitli maksatlarla yapılarak, bir takım tesir ve sonuçlarının mevcut olduğu iddia edilen, kendilerine diğer insanlardan üstünlük, ayrıcalık, maddî-manevî çıkar sağladığı görülen sihir ya da büyünün, insanlar veya eşya üzerinde gerçekten tesiri var mıdır? Bu soruya açık, net ve kesin bir cevap verilemediği görülmektedir. Yukarda sinirin çeşitlerinden bahsettiğimiz bölümde sonuç olarak, sihirin başlıca iki kısma ayrıldığını, bir grubun sırf yalan-dolan, üç kağıt, göz boyama ve el çabukluğu, göz bağcılığı türünden şeyleri ihtiva ettiğini, diğer grubun da ilmî, fenni bazı gerçeklere dayandığını ve bu ilmî, fennî gerçeklerin istismar edilmesi suretiyle ortaya konulan bazı olayları kapsamına aldığını belirtmiştik. Bu durumda birinci grup sihir ya da büyünün hiçbir şekilde gerçekle ilgili olmadığı ortaya çıkmaktadır. İkinci grup sihirde ise, bazı ilmî gerçekler yer almakta, eşya ya da Allah'ın yarattığı bazı kanunların özellik ve inceliklerinden yararlanıldığı, bunların kötü maksatlarla kullanılarak, şirk ve küfre âlet edildiği görülmektedir. Bu açıdan, birinci gruba giren ve aslı olmayan, yalana-dolana dayanan sihirin herhangi bir tesirinin olmayacağı açıktır, ikinci gruba giren sihirlerin birtakım ilmî gerçekleri için de bulundurduğunu söyleyen bazı İslâm âlimleri, bu çeşit büyülerin tesir edebileceğini söylemişlerdir.
İslâm, sihirle uğraşmayı, büyü yapmayı şirk ve küfür derecesinde bir fiil saymış, bu konuda çok şiddetli bir tutum sergelemiştir. Bu açıdan, sihir ya da büyü kitaplarında yer alan ve az çok ilmî bir gerçeği olduğu ileri sürülen, insanlara ve eşyaya tesir ettiği iddia olunan bu sihirlerin hurafe mi yoksa gerçek mi olduğunu deneyerek, tecrübe ederek ortaya koymaya da cesaret edilememiş, günümüze kadar bu konuda kesin ilmî sonuçlara varılamamış olduğu kanaatindeyiz.
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan âyetlerle, bazı hadislere dayanan bir kısım İslâm âlimleri büyünün bir gerçeği olduğunu ve tesir ettiğini, bunun şerrinden Allah'a sığınmak gerektiğini söylemişlerdir. Mu'tez'tle ve Ehl-i Sünnete, mensup bazı âlimlere göre ise, büyü gerçek değildir, sihir diye bir şey yoktur, insan hiçbir şekilde, dokunmadan başkasına etki yapamaz. Ancak Mu'tezile ve bazı Ehl-i Sünnet âlimlerinin, bir kimseye dokunmadan etki edilemediği şeklindeki görüşlerinin, devirlerindeki fen ve teknik uygulamaların çağımızdaki seviyeye ulaşmamış olmasından dolayı bu şekilde ortaya konduğu da bir gerçektir. Çünkü günümüzde Fizikî bir takım yollarla, ses dalgaları, elektrik, kızıl ya da mor ötesi ışınlar kullanılarak eşyaya ya da herhangi bir insana tesir etmenin mümkün olduğu anlaşılmıştır. Artık zamanımızda, ses, ışık, elektrik dalgalarıyla el değmeden bir takım cihazar çalıştırılabilmektedir. TV, uydular, uzaktan kumandalı silahlar, füzeler vs. araç ve gereçler buna bir örnektir. Ancak bunların fiziki bir takım kanunlarla, bilimsel yollarla yapıldığı, bir sihir yada büyü olmadığı ortadadır. Ehl-i Sünnet alimlerinden Ebû Cafer el-Esterebâz'ı ile İmâm Ebû Hanîfe'ye göre büyünün aslı yoktur. Hepsi göz boyamadan ve insanları aldatıp kandırmadan ibarettir. Yine kaydedildiğine göre, Ehl-i Sünnet âlimlerinin bir kısmına göre büyü vardır. Bunlara göre, bazı kimseler riyazet, isimlerin ve rakamların özellikleri, efsun ve uzlet gibi yollara başvurarak, başka varlıklar üzerinde etki yapabilecek duruma gelebilirler. Cinlerin kötüleriyle temas kurup, onlar vasıtasıyla olağanüstü görünen şeyler yapabilirler. Ancak bu olağanüstü şeyleri yaratan yine Allah'tır. Sihirbaz büyüsüyle bir olayın sebeplerini bir doğrultuda düzenlemeye sevkeder. O isimlere ve rakamlara o özellikleri veren de Allah'tır. Böylece her işin faili Allah (c.c.) olmaktadır. [500]
Büyünün bir gerçeği olduğunu ve tesir edebildiğini ileri süren âlimlerin delillerinden birisi Bakara 102. âyet olup, buna şu şekilde mânâ verilmektedir:
"Süleyman'ın mülküne dair şeytânların uydurup takip ettikleri şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman küfretmedi. Fakat o şeytânlar küfrettiler. İnsanlara sihir ve Bâbil'de Hârut-Mârut adlı iki melek üzerine indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki o ikisi: 'Biz ancak bir imtihan için gönderildik. Sakın büyü yapmaya cevaz verip de kâfir olma' demedikçe bir kimseye öğretmezlerdi. İşte bunlardan koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı, fakat Allah'ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilir durumda değillerdi. Kendilerine zarar verecek, faydası dokunmayacak bir şey öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu her kim satın alırsa, Âhiret'te onun bir nasibi olmadığını gayet iyi biliyorlardı. Fakat canlarını sattıkları o şey ne kötüdür, keşke bunu bilselerdi." [501]
Âyete yukardaki şekilde mânâ vererek, sihirin bir hakikatı olduğunu söyleyen âlimler, âyette geçen ve mâ ale'l-melekeyni bi Bâbile Hârüt'e ve Mârüt) cümlesinin başındaki ( Md) yi mevsul olarak almaktadırlar. Bu âlimlere göre bu (Mâ)'nın nâfiye olarak telakki edilmesine, âyetin devamı (siyakı) uygun gelmemekte, (ye mâ yu'allimâni) ibaresi de rekîk düşmektedir. [502]
Yukardaki âyette geçen (ye mâ ünzile ale'l-melekeyni bi Bâbile Hârût'e ve Mârüt) ibaresinin başındaki (Md)'yı nâfiye (olumsuzluk) manasında alan İslâm âlimleri de vardır. Bunlara göre âyetin anlamı şudur:
"Şeytânların Süleyman'ın hükümranlığı hakkında söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir değildi. Ama insanlara sihiri öğreten şeytânlar kâfir olmuşlardı. Bâbil'de, melek demleri Hârut ve Mârufa bir şey indirilmemişti. Bu ikisi, 'Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme' demedikçe kimseye bir şey öğetmezlerdi. Halbuki bu ikisinden, koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Oysa Allah'ın izni olmadıkça, onlar kimseye zarar veremezlerdi. Kendilerine zarar vererecek, faydası olmayacak şeyler öğreniyorlardı. Andolsun ki, onu satın alanın ahiretten bir nasibi olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi! " [503]
İlgili âyet'e bu mânâyı verenlerin gayesi, meleklerin insanlara büyü öğrettikleri hususunu kabul etmemektir. Ancak buna gerek olmadığı, âyette:
(Yuallimûne'n-nases-sihra ve mâ ünzile ale'l-melekeyni) "Onlar, insanlara büyüyü, bir de iki meleğe indirileni öğretiyorlar" buyrularak, büyü ile meleklere indirilen şeyin ayrıldığı bildirilmiştir. Bu durumda, (..ve mâ ünzile ale'l-melekeyni) "Meleklere indirilen şey" bir sihir değil, fesadçı ve kötü kimselerin elinde, küfre vesile olabilecek bir gerçek, büyünün de dayandığı temel bir bilgidir. Ancak şeytânlar bunu sihir yapmak, küfre sebep olmak için öğretmişlerdir. Halbuki Hârut ve Mârut, "Biz bir fitneyiz, öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir, suistimali küfürdür. Sakın sen bunu öğrenip kötü yolda kullanarak küfre girme diye öğüt vermedikçe gelişi güzel kimseye öğretmezler, suistimalden, küfür ve sihirden menederlerdi. Şeytanlar ise böyle yapmadılar, bunlarla herkese kötülük yapma yollarını gösterip sihir öğretiyorlardı. (ve mâ ünzile ale'l-melekeyni) lafzıyla işaret edilen bu bilgi, insanların küfrüne sebep olan sihir ve sihirbazların çok yaygın olduğu Bâbil ve Mezopotamya bölgesinde, bunların küfürlerine son vermek, halkı saptırmalarından korumak maksadıyla indirilmiştir. Bu maksatla, büyünün ne olduğu, hangi sebepler zincirinin düzenlenmesinden meydana geldiği konusundaki bilgi, insanları Bâbil'deki sihirbaz kâfirlerin şerrinden korumak maksadıyla iki meleğe veya onlardan ilham alan iki hükümdara (melik) ilham edilmiştir. Onlar da bu bilgiyi, sihirbazların otoritesini kırıp, küfre son vermek, Tevhidi hâkim kılmak maksadıyla yukardaki uyarıları yaparak insanlara öğretmişlerdir. Hârut ve Mârut, günümüze göre çok basit olan olayların bile bir büyü olarak görüldüğü Mezopotamya'da, diğer insanların kavrayamayacağı bir takım olayların kanunlarını açıklamışlar ve bunu öğrencilerine öğretirken kötüye kullanmamalarını söylemişlerdi. Fakat Bâbilliler ve Bâbil'deki esaretleri sırasında onlardan garip bir takım olayların sırlarını öğrenen Yahudiler, kısacası insan ve cin şeytânları, bunlara birçok hurafeleri katmışlar, bir yığın hayaller, vefk, tılsım vs. ortaya atarak bunları sihir yapmada kullanmışlardı. [504] Burada, âyette geçen, (Fe Yete'allemûne Minhümâ Mâ Yuferriküne Bihi Beyne'l-Mer'i ve Zevcihi) ibaresinin biraz kapalı olduğunu hatırlatmakta yarar vardır. Bazı müfessirler bu ibaredeki (Minhümâ) zamirini bu iki meleğe yani Hârut ve Mârut'a atfetmişlerdir. Bu durumda mânâ, "Hârüt ve Mâruftan erkekle karısının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı" şeklinde olmakta ve erkekle karısının arasını açacak şeyleri insanlara bu iki meleğin öğrettiği ortaya atılmaktadır. Fakat yukardaki ibarede yer alan (Minhümâ) zamirinin Hârut ve Mârut'a değil de, (Yuallimûne'n-nâse's-sihra) cümlesindeki es-Sihra kelimesiye, devamındaki ve mâ ünzile ale'l-melekeyni ifadesine atfedilmiş olduğunu söyleyen İslâm âlimleri de vardır. Kanaatimizce bunların görüşü daha isabetlıdır. Bu durumda da âyetteki bu ibarenin anlamı, "Şeytanların, Süleyman (a.s.) hakkında uydurduğu şeylere uyan bu yahudi zümresi, kâfir şeytânların öğrettiği sihir ile, Bâbil'de Hârut ve Mârut adlı meleklere indirilen (bilgilerden) koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğreniyorlar" şeklinde olmaktadır. [505] Böylece, Hârut ve Mârut adlı bu iki meleğin insanlara karı ile kocanın arasını ayıracak sihir öğretmedikleri Yahudilerin bu konudaki büyüleri, Allah katından Hârut ve Mârut'a indirilen bu bilgileri kötüye kullanarak, şeytanların/sihirbazların öğrettiği sihirlerle karıştırarak kendilerinin ürettikleri anlaşılmaktadır. [506] Yahudilerin yaptıkları bu büyünün tesiri konusunda ise Cenâb-ı Hak aynı âyette şöyle buyurmuştur:
"Ama onlar, Allah'ın izni olmadan büyü ile hiç kimseye zarar veremezler" [507]
İbn Haldun'un Mukaddime'sinin Türkçe tercümelerinde bu âyetin anlamının isabetli bir şekilde verilemediği görülmektedir. Mütercim Zahir Kadiri Ugan bu âyetin tercümesini şu şekilde yapmıştır.
"Yahudiler, Süleyman Hükümdarlığı çağında şeytânların (Süleyman'a) iftira ederek okuduklarına tabi oldular. Süleyman sihir ile kâfir olmadı, fakat şeytânlar kâfir oldular. Bunlar halka sihri ve Bâbil'de Harut ve Maruftan ibaret olan iki meleğe indirilen şeyleri de öğretirler, o iki melek ise:
'Biz bozguncuyuz, yanı Tanrı tarafından halkı sınamak için gönderilmişiz, sen kâfir olma!' diye öğüt vermeden önce hiçbir kimseye sihir öğretmezlerdi. Halk ise bu iki melekten, kocası ile eşini birbirinden ayıran şeyleri öğrenirlerdi. Bununla beraber sihirbazlar Tanrı'nın izni ve iradesi olmadan kimseye zarar veremezlerdi. Onlar kendilerine zararı dokunan ve kimseye hiçbir fayda sağlamayan sihri öğreniyorlardı. Halbuki Yahudiler, sihirle uğraşanların Âhiret'te hayırdan hiçbir payları olmayacağını pek iyi bilirlerdi ve bu suretle ne kadar çirkin bir şey karşılığında kendilerini feda etmiş ve cezaya çarptırmalardı.' [508]
Süleyman Uludağ ise bu âheti şu şekilde tercüme etmiştir:
"Lâkin şeytânlar kâfir oldular. Halka sihir öğretiyorlardı. Bâbil'deki iki melek üzerine indirilen (sihri) belletiyorlardı. Bu iki melek, 'Biz hakkınızda bir fitneyiz, sakın sen kâfir olma' demedikçe hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Halk onlardan, karıyı kocasından ayırmaya yarayan şeyler öğreniyorlardı. Bu iki melek Allah'ın izin vermesi hali hâriç sihirle hiçbir kimseye zarar ve ziyan vermemekte idiler." [509]
Halbuki bu âyetin en isabetli çevirisinin, yukarda kaydettiğimiz gibi Hamdi Yazır'ın tercih ettiği tercüme olduğu açıktır. Zakir Kadiri Ugan'ın yukarda kaydettiğimiz tercümesinde, Bâbil'de Harut ve Mârut adlı iki meleğin halka sihir öğrettikleri, halkın da bu iki melekten kocası ile eşini birbirinden ayıracak şeyler öğrendikleri ileri sürülmektedir. Halbuki bu iki meleğin, küfür ve şirk olduğu aynı âyette belirtilen büyüyü, karı-koca arasını ayıracak şeyleri halka öğretmeleri söz konusu olamaz. Onlar, halkı küfür ve sapıklıktan, sihirbazların kandırmalarından kurtarmak için sinirin de kendisine dayanılarak üretildiği, mahiyeti itibariyle şirk özelliği, çirkinlik vasfı bulunmayan, o döneme göre yüksek seviyedeki bilgiyi halka belletiyorlar ve öğrettikleri kimselere, "Sakın bunu istismar etme, sihir yapmada kullanarak küfre girme" diye de tehbih ediyorlardı. Süleyman Uludağ da aynı şekilde, Bâbil'deki iki meleğe sihir indirildiğini kaydetmekte, ilave olarak bu iki meleğin sihir yaparak halka zarar vermeye çalıştığını ileri sürmektedir. Bâbil'deki iki meleğe indirilenin sihir değil bilgi olduğunu yukarda kaydetmiştik. Bu iki melek, halka sihir yapmada da kullanılmaya müsait bilgiyi öğretiyorlar, onların kanmamasını temin ediyorlardı. Kendileri asla sihir yapmamışlardır, çünkü bu şirk ve küfürdür. Meleklerin şirk ve küfre girmeleri, şirk olan davranışlarla meşgul olmaları onlara yaraşmaz. Âyetin metninde bu konuda, (Ve Mâ Hüm Bi Dârrîne Bini Mîn Ahadin illâ Bi İznillâ) Oysa onlar Allah'ın izni olmadıkça kimseye zarar veremezlerdi) buyurulmaktadır. Burada (Hüm) zamiriyle kasdedilenler Bâbil'deki iki melek değil, sihirle meşgul olan müşrikler ve yahudilerdir. Eğer burada Bâbil'deki iki melek kasdedilseydi, âyette (Hum/Onlar) şeklinde çoğul zamirinin değil, (Hümâ/o ikisi) şeklinde tesniye/ikil zamirinin kullanılması gerekirdi. Nitekim Z. Kadiri Ugan âyetin bu kısmını:
"Bununla beraber, sihirbazlar Tanrı'nın izni ve iradesi olmadan kimseye zarar vermezlerdi" şeklinde tercüme ederek mânâ yönünden isabet etmiştir.
Burada Hamdi Yazır'ın şu ifadelerine yer vermek konumuz açısndan önemlidir:
"Bu tabir, sihrin azamî tesirini anlatmak içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile açabilecek fesadlar çevirebiliyorlar, bunu yapabilecek olan sihirlerle sosyal hayatta ne büyük fitneler çıkarılabileceğini kıyas ediniz. Karı ile kocasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli toplumsal bir bağı kıranlar, bir topluma neler yapmazlar, komşular, hemşehriler arasında neler yapmazlar, milletin ferdlerini birbirine mi düşürmezler? Hükümet ile halkın arasını mı açmaz? ihtilaller mi çıkarmazlar? Âyet bu noktada bize gösteriyor ki sihrin en büyük tesiri ruhlar üzerindedir, fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlakı berbad, toplumları perişan eder. Binaenaleyh sihrin aslı yoktur diye aldanmamalıdır. Ve böyle sihirbazlardan sakınmalıdır. " [510]
Sihir konusunu, bir takım saçmalıklardan, asılsız uygulamalardan ve hurafelerden arındırarak Kur'ân ve Sünnet'in ışığında düşünürsek, âlimlerimizin de belirttiği gibi, bunlardan bir kısmında gerçek payı olmalıdır. O halde sihirin bu gerçek kısmı ve tesiri nedir? Kanaatimizce bu, günümüzde geçmiş asırlara nisbetle gayet iyi bilinen ve kullanılan "Telkin" dir. Telkin, yaldızlı sözlerle, aldatıcı davranış ve yalan-dolan haberlerle karşıdaki muhatabın kafasını gönlünü bulandırmak, fikirlerini çekmek, kanaatini değiştirmek ya da arzu edilen görüş veya kanaate sahip olmasını sağlamaktır. Telkin ise günümüzde, söz, yazı, resim, filim, yalan haber vs. yollarla çok modern bir şekilde yapılmaktadır. Bunun için bant, resim, yazı, gazete, TV, telefon vs. araçlarla muhataba ulaşılmakta, onun fikirleri çelinmekte, belli bir kanaate sahip olması temin edilmektedir. [511] Tabir caizse, kişi yavaş yavaş şartlandırılmakta, beyni yıkanmakta, yani büyülenmektedir. Bu şekilde telkin sahiplerinin isteği doğrultusunda, insanlara doğrular yanlış, yanlışlar doğru, hak bâtıl, bâtıl hak, yalanlar doğru gibi gösterilmekte, kabul ettirilmektedir. Geçmişte bir insan yada cin şeytânının, sihirbazının, bir ya da birkaç kişiyi, bir kabile veya site halkını büyüleyip, kandırarak küfre götürebilmesine karşılık, günümüzün modern sihirbazları, sahip oldukları iletişim araçlarıyla milyonlarca insanı, az gelişmiş toplumları, milletleri, cahil kitleleri istedikleri biçimde şartlandırmakta, zehirlemekte, yalan yanlış fikirler empoze ederek, kendi benliklerinden koparmaya çalışmaktadırlar. Yalan haberler, reklamlar, seks filimleri vs. yollarla insanların beyni duruma uğratılıp uyuşturulmakta, insanlar, düşünemez, doğruyu yanlışı, faydalıyı zararlıyı ayırd edemez hale getirilmektedir, iletişim araç ve gereçlerinin yoğun baskısı, sihirleyici, büyüleyici gücü altında insanlar cinsel ihtiyaçlarıyla midelerinden başkasını düşünemez, akıl ve iradelerini kullanamaz, silkinip kendilerine gelemez duruma sokulmaktadır. Bu sihirli gücün sahipleri, çıkarlarını tehlikede hissettikleri anda komuoyu oluşturmakta, halk kitlelerini harekete geçirerek hükümetleri devirmek, ya da onlara arzuladıkları kararları aldırtmak istemekte, daha da ileri giderek millet ve devletlerin arasına kin ve düşmanlık sokarak, bu kardeş millet ve devletleri yıllarca birbiriyle savaştırabilmektedirler.
Geçmişte, şeytân tıynetindeki kişiler ya da sihirbazlar, insanların, karı-kocanın, akrabaların arasını açmak için sınırlı çapta faaliyette bulunabilmekte, dünya çapında düşünüldüğü zaman küçük zararlara sebebiyet vermekteydirler. Bunlar, belki binbir şeytanlık ya da kurnazlıkla, halktan yana görünerek karıyı kocasına, kocayı karısına karşı kışkırtıp aralarına geçimsizlik sokmakta, belki ayrılmalarına sebep olmaktaydılar. Kimbilir, kadınların kulaklarına, kocalarının kendilerini sevmediğini, aralarında başka bir kadın bulunduğunu, ya da kocasının kendisine haksızlık yaptığını, iyi gezdirmediğini, güzel giydirmediğini, yeterince yedirmediğini, ona karşı cimri davrandığını fısıldıyorlar, huzursuzluk ve münakaşalara, mutsuzluklara sebep oluyorlardı. Kocanın kulağına, karısının kendisini istemediğini, evlenmeden önce bir başkasını sevdiğini, zorla kendisiyle evlendirildiğini, hâlâ o eski şahsı sevdiğini, karısının onunla ilişki kurduğunu söylemekte, ya da karın ev işlerini yapmıyor, evi temizlemiyor, yırtık sökük dikmiyor, süpürmüyor, güzel yemekler yapmıyor, getirdiklerini çöpe atıp israf ediyor, eve sevmediğin kimseleri alıyor, kazandığın malı senden izinsiz sağa sola dağıtıyor vs. gibi araya kırgınlık ve kızgınlık sokucu düşünceleri fısıldıyorlardı. Böylece huzurlu ve mutlu ruhlar, gönüller altüst oluyor, canlar sıkılıyor, ruhlar daralıyor, sonu ayrılıklarla neticelenecek facialar meydana geliyor, yavrular analı-babalı öksüz kalabiliyordu.
Günümüzün modern ve çok daha güçlü büyücüleri, artık gizli gizli kişilerin kulaklarına fısıldayarak onları büyütemiyorlar. Onlar, toplumlara, milli benliklerinde yer almayan, milli değerlerine zıt, anne babalarından, atalarından görmedikleri, duymadıkları fikirleri pompalıyorlar. Kadınların kocaları tarafından horlanıp ezildiğini, erkeklerin onları köle haline getirdiğini, kızların evlenip koca kahrı çekmeye, çocuk doğurup bakmaya, büyütüp terbiye etmeye mecbur olmadıklarını, evlilik denilen kutsal müesseseye/aile kurumuna ihtiyaç olmadığını, cinsel özgürlük olması gerektiğini, aşk, sevgi, eşler arası sadakat/bağlılık, iffet, namus, bakirelik gibi kavramların gereksiz ve boş şeyler olduğunu, kadının da istediği zaman istediği kadar süre, istediği erkekle serbestçe yatabilme hakkı olduğunu, onun da serbestçe kazanıp, özgürce harcayabilmesi gerektiğini suret-i haktan görünerek, güya kadınların hakkını savunarak genç insanlara "telkin" ediyorlar. Onları şartlandırıyor, buyuruyorlar. Bunun sonucu olarak aileler çöküyor, karı-koca arasında kavga ve gürültüler, nifak tohumları atılıyor, boşanmalar çoğalıyor, yapısı, sağlamlığı aileye dayanan toplumlar, milletler çatırdıyor. Sağlıklı nesiller yetiştirebilmek imkansız hale getirilmek isteniyor. Zina, fuhuş ve benzeri çirkinlikler, Allah'ın haram kıldığı davranışlar yayılıyor, ahlaken gerileme, çürüme ve çöküş başlıyor. Millet ve devletler zayıflıyor, şahsiyetlerini, milli benliklerini yitiriyorlar, başka milletlerin ve devletlerin hâkimiyeti altında yok olmaya aday hale geliyorlar.
Bu yönüyle, modern sihirbazlar, büyücüler tarafından uygulanan, toplumlara yöneltilen sihirin ne kadar etkileyici, ne kadar tahrip edici olduğu, aileleri yıkmada, karı ile kocanın arasını ayırmada ne kadar güçlü rol oynadığı ortadadır. Bunların şerrinden, zararından emin olabilmek için de herşeyin yaratıcısı yüce Allah'a sığınıp, buyruklarına kulak vermek, gönderdiği Kitab'ına sarılıp Peygamberinin tavsiyelerine uymak, insan ve cin şeytânlarının kulaklarımıza fısıldadığı telkinlere kapılmamak gerektiği açıktır. Hz. Peygamberim bu konuda: "Belâğatli sözlerden bir kısmı sihirdir" [512] buyurması da konuyu kavramamıza ne kadar katkıda bulunmaktadır! Böyle yıkıcı tesirleri olabilen sihirin tesirinden korunabilmemiz için Kur'ân-ı Kerîm'de bir sûre yer almaktadır:
"Ey Muhammedi De ki: Yaratıkların şerrinden, bastırdığı zaman karanlığın şerrinden, düğümlere nefes eden büyücülerin şeninden, hased ettiği zaman hasedçinin şeninden, tan yerini ağartan Rabbe sığınırım" [513]
Bu sûrede konumuzla ilgili olan âyet (Ve Min Şerri'n-Neffâsâti Fi’l-Ukad/Düğümlere üfleyip, tüküren büyücü kadınların şerrinden)'dir. (en-Neffâsâü Fi'l-Ukad) Düğümlere üfleyen kadınlar demektir. Bununla, sihir yapmak için bağladıkları düğümlere üfleyen kadınlar kasdedilmiştir. Bu ibare, "Erkeklerin kadınlara düşkünlüğünden yararlanıp, naz ve işve ile onların fikirlerini çelerek istedikleri görüşe döndüren kadınlar şeklinde de anlaşılmıştır Bunlar, düğüm gibi açılması zor olan erkekleri naz ve işveleriyle fikirden fikire döndürürler. Böylelerin, erkeklerin fikirlerini çelmek için döktükleri dil, yaptıkları işve, erkeklerin düğüm gibi düşüncelerini üfleyerek çözmeleri, onları çeşitli fitnelere düşürmeleri" şeklinde de tefsir edilmiştir. [514] Âyet'in bu şekilde yorumlanması, telkinin sihir olduğuna dair yukarda kaydettiğimiz hususlara uygundur. Ancak bu görüşün zorlama ve müfessirlerin bir çoğunun açıklamasına -aykırı olduğu da kaydedilmektedir. [515] Ancak bu görüşte hakikat payı olduğu da açık bir husustur. İleride de görüleceği üzere büyücü ve sihirbazların, kaynağı Bâbil, Âsur, Eski Mısır, Yahudilik vs. gibi İslâm öncesi küfür ve şirk dönemlerine ulaşan efsun, tılsım ve büyüleri, onlara İslâmî bir kimlik vermek suretiyle müslümanların câhil halk tabakası arasına'yaydıkları bilinmektedir. Bunda da ençok şamanlar, Budist rahipler, Maniheist din adamları, Yahudiler rol oynamış, karşı gelemeyince, ellerinde mevcut bir takım tılsım, efsun, vefk vs. büyü cinsinden hurafeleri İslâm'a sokarak, bu yüce dini tahrif etme, Kur'ân'ı topluma, anlaşılmaz bir sihir kitabı olarak algılatma yoluna gitmişlerdir. Böylece Kur'ân'ı hükümsüz bırakma ve O'nun denetiminden uzak kalan toplumlar üzerinde eski hakimiyetlerini sürdürme maksadı gütmüşlerdir. Bunu gerçekleştirmek için âyetlerden, hadislerden, Esmâ-ı Hüsnd'dan, bazı İslâmi dualardan yararlanmışlar, bunları istismar ederek büyü yapmada kullanmışlardır. Halbuki İslâm büyüyü yasaklamış, bunun şirk ve küfür olduğunu bildirmiştir. Görüldüğü gibi (en-Neffâsâti Fi'l-Ukad/Düğümlere üfleyenler), İslâm'ı iptal ederek, Kur'ân-ı Kerim'i devre dışı bırakmak isteyen, içine sokuşturmak istedikleri hurafe ve büyülerle son Tevhid Dini'ni tahrif etme arzusunda olan İslâm düşmanlarıdır. Kur'ân-ı Kerim'in inmesi ve İslâm'ın bunların faaliyet alanlarında hakim olmasıyla menfaatleri haleldar olmuş bu tür kimseler, hem intikam almak, hem de eski sömürü çarklarını işletmeye devam edip, bu zavallı halkı pençelerinde tutmak için sihire meşruiyet kazandırmak istemişlerdir. Yüce Allah'ın, "Düğümlere üfleyenlerin şerrinden" kendisine sığınılmasını isteyerek, mü'minleri onların bu sinsi ve çok tehlikeli faaliyetlerine karşı uyarmasına bu açıdan da bakmak gerektiği kanaatindeyiz. Kısacası düğümlere üfleyerek san'at icra eden sihirbazların asıl tehlikesi, Kur'ân'ı ve İslâm'ı tahrif etmeye yönelik faaliyetleridir.
Kur'ân-ı Kerim indiği zaman, dünyada mecut tüm toplumlarda mevcut olduğu gibi Cahiliye Arapları'nda da karanlık korkusu vardı. Onlar, karanlıkta cinnîlerin ortaya çıkıp insanları çarpacaklarına inandıkları için, geceleyin bir dereye indiklerinde o derenin en büyük cinnine sığmıyorlar ve böylece güven içinde olduklarına inanıyorlardı. Yine bu dönemde Araplar arasında, insanları hasta yapmak, onları istediği yöne sevketmek, onlara zarar vermek amacıyla sihir yapan erkek ve kadınlar vardı. Bunlar büyü yaparken, okuyup üfleyerek, düğüm bağlarlardı. Yine o dönem toplumunda, hased eden insanların nazarının değeceğine inanılır ve bunun için çeşitli tılsımlara, hurafe yollarına başvurulurdu. Bu açıdan bu âyetlerin amacı, gecenin karanlığında cinlerin çarpacağını, yahut büyücülerin insana zarar vereceğini veya mutlaka göz değeceğini anlatmak değil, tek kuvvet ve kudret sahibinin Allah olduğunu, O'na sığındıktan sonra hiç kimsenin ve hiçbir şeyin zarar veremeyeceğini, başkasına değil, yalnız Allah'a sığınmak gerektiğini anlatmaktır. [516]
Yukardaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, cinler vasıtasıyla diğer insanların etki altına alınıp istenilen yöne sevkedileceği, öldürülebileceği, hastalandırılabileceği, hayvan şekline dönüştürelebileceği, kocasından ya da karısından ayırılabileceği iddiaları, Câhiliye döneminin bir takım batıl ve yanlış inançlarına dayanmaktadır. Bize göre, günümüzde bazı ilim dallarınca da kullanılan Hipnoz vs. yollarla, telkin, ikna, şartlandırma, beyin yıkama durumları hâriç, bir insanın iradesinin etki alınması söz konusu değildir. Bir insan, bir konuda şu ya da bu yolla ikna olabilir, tesir altında kalabilir, ama attığı her adımda, her davranışında cüzi iradesini kullanması söz konusudur. Deli vs. değilse, iradesini kullandığı yönden de sorumludur. Çünkü Allah, onu, iradesini hayır ya da serde kullanmakta serbest bırakmış, insanın davranışlarından sorumlu tutulacağını bildirmiştir. Ayrıca bilim adamları, bir insanın hipnoz vs. yollarla devamlı bir surette telkin altında tutulup, başkasının emri altına girmesinin mümkün olmadığını, çünkü bu durumun bir nevi uyku hali olduğunu söylemekte, bir kimseyi iradesi dışında hipnotize etmenin mümkün olmadığını kaydetmektedirler. [517] Bu sebeple de, cinlerle irtibat kurarak, ya da onları emri altına alarak, başkalarını öldürecek, eşinden boşattıracak ya da birisini istemediği bir kimseye âşık edecek davranışları yaptırtabilmek pek mümkün gözükmüyor. Bu iddialarda bulunanlar, ilgili şahısla doğrudan irtibatta bulunup, onlara söz vs. yollarla telkinde bulunmuyorlar. Yazdıkları bir takım muskalarla ya da yaptırdıkları bir takım hurafe mahsulü, Bâbil, Âsur, Süryani kalıntısı büyülerle hedef şahsı etki altına alabildiklerini ileri sürüyorlar. Bu iddialarını desteklemek için de cinleri kullandıklarını, bu varlıkların emirleri altında bulunduğunu iddia ediyorlar. Cinlerin insanların emrine girmelerine dair kaleme aldığımız bölümde, bunun mümkün olmadığını belirttik ve bu konudaki delilleri kaydettik. Bu husus mümkün olmadığına göre, geriye bu iddiada bulunan sihirbaz ya da büyücülerin cinler veya şeytânlarla dost olmaları kalıyor. Bu durumda, bu tür kimselerin cin ve şeytânlarla irtibat kurduklarını kabul etsek bile, bunların, dostları olan şeytânlara (kâfir cinlere) başka insanları öldürtebileceklerini, hasta ettirebileceklerini, onları tesir altına alıp istedikleri her şeyi yaptırtabileceklerini kabul etmek de mümkün değildir. Çünkü hayat veren ve öldüren tek güç Allah'tır. Bunlar O'na mahsus fiillerdir. [518] Ayrıca insanın koruyucu melekleri (Hafaza Melekleri) olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Cin ya da şeytânların bu konuda bir güçleri ve fonksiyonları yoktur. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli yerlerinde Allah (c.c), "Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır'' [519] buyurarak bu hususa işaret etmiştir. O zaman kâfir cin ya da şeytânların insanlar üzerindeki tesiri, gücü, sadece onları doğru yoldan saptırıp azdırmak, haram ve yanlış yollara sevkederek, Allah'ın kendilerine buğzetmesini temin etmek için kalblerine vesvese vermek, kötü telkinlerde bulunmaktır. Bu açıdan cin şeytânları ile, insan şeytânları aynı vazifeyi yapmakta, her iki grub da telkin yoluyla insanları etkilemeye, tesir altına alıp kandırmaya çalışmaktadırlar. Şeytanların insanlara vesvese verdiği, onların insanın gönlüne getirdiği bu vesveselerin, gizli fısıltıların şerrinden, kandırmasından Allah'a sığınmak gerektiği Kur'ân-ı Kerîm'de haber verilmektedir. [520] en-Nâs sûresinde ise bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
"Ey Muhammedi De ki: İnsanlardan ve cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların ilâhı, insanların Hükümrânı ve insanların Rabbi olan Allah'a sığınırım." [521]
Yine Kur'ân-ı Kerim, şeytânın Kıyamet Günü Allâh'ın huzurunda şöyle diyeceğini haber vermektedir:
"İş olup bitince şeytân, 'Doğrusu Allah sîze gerçek vadetti. Ben de vâdettim, ama sonra vazgeçtim. Aslında sizi zorlayacak bir nüfuzum da yoktu, sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zalimlere can yakıcı bir azap vardır der." [522]
Yine bu konuda:
"Doğrusu şeytânın inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sadece, kendisini dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir. (O sadece onları kandırabilir.)" [523] buyurulmuştur. Bu âyetten, cin yada şeytânların telkin ve vesveselerine şirk koşanlarla, şeytânı dost edinen günahkâr kimselerin kapılabileceğini anlıyoruz. Cin ya da şeytânın, kulağına fısıldayarak, gönlüne vesvese vererek etki altına aldığı kimse demek ki şeytânın dostudur. Ona dost olan kimsenin de, şu ya da bu zorlamayla değil, yukarıdaki âyette belirtildiği üzere, şeytanın kendisinin de itiraf ettiği gibi, [524] hür arzu ve iradesiyle bunu yaptığı, şeytânın telkinine kapıldığı açıktır. Bu durumda da uğranılan zarardan sorumlu ve suçlu yine büyücü vs. değil, cüzî iradesini o yönde kullanan insandır. Sihirbazın sorumluluğu ayrı bir husustur. O zaman ister nüsha (muska) yazarak, ister çeşitli yollarla sihir yaparak, isterse düğümlere üfleyerek faaliyette bulunsun, büyücü yada sihirbazların şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Cin ya da insan şeytânlarının şerri de buraya kadar açıklamaya çalıştığımız gibi insanlara vesevese vermesi, kulaklarına fena şeyleri fısıldaması, onlara yanlış ve zararlı hususları telkin ederek dünya ve Âhiret'te hüsrana uğratmasıdır. Nitekim Ebü'l-Yüsr el-Pezdevî, Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunun, cinlerin vesvese vermek suretiyle insanlara etkili olabileceklerini söylediklerini kaydetmektedir. [525] İnsan şeytânlarının telkin vs. yollarla, iletişim araçlarını kullanarak, ya da ferdi olarak hareket ederek, kişide, ailede, toplumda, devletlerde nasıl tahribat yapabildiklerini yukarda açıklamaya çalıştık. Eski sihirbazların daha dar imkanlarla hakkı bâtıl, batılı hak göstererek küfrü yaymaya, hâkim kılmaya çalıştıkları gibi, günümüzde de daha geniş çapta insanları telkin altına alıp, gözlerini boyayarak, beyinlerini yıkayarak, hakkı bâtıl, batılı hak gösterip, şerri hâkim kılmaya çalışan modern sihirbazlar vardır. Bunların zarar ve tesirinden korunmak için Allah'ın yardımını dilemek, O'na sığınmaktan başka çare yoktur. O zaman, eski sihirbazların da yeni büyücülerin de, şeytânların da başvurdukları yol "telkin" dir ve hedefleri de insanları şirk ve küfre düşürmektir. Onları dünyada mutsuzluğa, Âhiret'te bedbahtlığa uğratmak, devamlı ruh sıkıntıları, stres ve bunalımlar içinde yaşatarak, sonuçta hastalandırıp delirtmek, inkâra, intihara kadar götürmektir. Küfre ve şirke, inançsızlığa, ahlâksızlığa sevketmektir. Buraya kadar saydığımız şu hususların, şerrinden yüce Yaratıcı'ya sığınmaya değecek kadar büyük felâketler olduğu açıktır. Burada şunu kaydetmekte de yarar vardır ki, insanoğlu bu felâketlere, bu acı sonuçlara kendisini insan ya da cin şeytânlarının telkinlerine teslim etmesi, iradesini bu yönde kullanması sebebiyle uğramaktadır. O halde kişi, suçu büyücü ve sihirbazda, şeytân ya da cinde değil, kendisinde aramalıdır. Tarih boyunca Cenab-ı Hakk'ın bu konudaki Sünnetinin, sihirin iptal edilmesi (tesirsiz bırakılması), büyücülerin perişan ve mağlup edilmesi şeklinde tecelli ettiğini hatırdan çıkarmamak gerekir. [526] Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de bu konuda, "Büyücü nereden gelirse gelsin, başarı kazanamaz" [527]
"Sihirbazlar gelince Musa onlara, 'Atacağınızı atın' dedi. Attıklarında Musa, 'Yaptığınız sihirdir, fakat Allah onu boşa çıkaracaktır. Allah bozguncuların işini elbette düzeltmez. Suçlular istemese de Allah sözleriyle hakkını gerçekleştirecektir' dedi." [528] buyurulmaktadır.
Burada konuyla ilgili olarak Hz. Peygamber'den nakledilen bir hadisi kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz:
Ebû Sa'id el-Hudr'ı ve Ebû Mûsâ el-Eşârî'nin (r.a.) naklettiklerine göre, Hz. Peygamber, devamlı içki içen ayyaş kimselerin, sihire inanan ve doğru olduğunu tasdik edenlerin, sıla-i rahmi (akrabalık bağlarını) kesenlerin, kahinlerin, yaptığı iyilikleri başa kakan kimselerin Cennet'e giremeyeceğini söylemişlerdir. [529] Ebû Hureyre tarafından nakledilen bir diğer hadislerinde ise Resûlullâh, sihir yapan kimsenin Allah'a ortak koşmuş olacağını bildirmiştir. [530]
Bazı İslâm âlimleri, cinlerin Hz. Süleyman'a, hizmet etmeleriyle ilgili âyetleri delil olarak alarak, cinlerin diğer insanlara da boyun eğip, onların emrinde bulunmalarının mümkün olduğunu ileri sürmüşlerdir. [531] Bu konuya ilgili olarak, İlmü'l-Azâim adlı bir ilim dalının meydana getirildiği de öne sürülmektedir. Cinlerin Hz. Süleyman'a boyun eğmelerinden bahseden âyetler şunlardır:
"Dalgıçlık yapan ve bundan başka işler gören şeytânlardan da, onun buyruğu altına verdik. Onların hepsini gözetiyordu." [532]
“H Süleyman'ın, cinlerden, insanlardan ve huşlardan meydana gelen ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı." [533]
"... Rabbinin izniyle yanında iş gören cinleri onun buyruğa altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. Onlar, Süleyman için, o ne dilerse, mabedler, heykeller, büyük havuzlara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar yaparlardı. Ey Dâvud ailesi! Şükredin, kullarımdan şükredenler pek azdır.” [534]
"Bunun üzerine Biz de, istediği yere buyruğu ile kolayca giden rüzgârı, bina kurup dalgıçlık yapan şeytânları, demir halkalarla bağlı diğerlerini onun buyruğu altına verdik." [535]
"Süleyman (danışmanlarına): Ey Ulular! Bana teslim olmalarından önce, hanginiz o kraliçenin tahtını bana getirebilir? dedi. Cinlerden bir İfrit: Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm, gerçekten bu ise gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz, dedi." [536]
Cinlerin insanlara boyun eğmelerinin mümkün olduğunu savunan alimlerin delil gösterdiği yukardaki âyetler, Hz. Süleman'la ilgilidir ve bu işin sadece ona mahsus olup, daha sonra gelen kimselere böyle bir imtiyazın verilmediği Kur'ân-ı Kerim ve hadislerden anlaşılmaktadır. Kanaatimizce bu durum, cinlerin insanlara itaat etmelerinin mümkün olduğunu ileri süren ve bu görüşlerine yukarda kaydettiğimiz âyetleri delil gösteren âlimlerce gözardı edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Süleyman'ın bu konuda şöyle dua ettiğinden bahsedilmektedir:
"Süleyman: Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver, şüphesiz Sen daima bağışta bulunansın, dedi." [537]
İnsanların, cinlerin, rüzgarın, hayvanların emrine verilmeleri sebebiyle Hz. Süleyman'ın bu duasının kabul edildiği yukarda kaydedilen âyetlerden anlaşılmaktadır. Verilen bu imtiyaz ve hükümranlığa kendisinden sonra kimsenin ulaşmaması konusundaki dilek ve duasının da kabul edildiğini Hz. Peygamber'den gelen bazı hadiser ortaya koymaktadır. Bu konuda Ebû Hureyre'den nakledilen bazı hadislerde anlatıldığına göre, Resûlullâh (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Cin taifesinden bir ifrit dün gece namazımı bozmak için apansızın bana hücum etti. Fakat Allah, (c.c.) beni ona karşı galip getirdi de hemen onu boğdum. Sabah olunca hepiniz onu göresiniz diye Mescid'in direklerinden birinin yanıbaşına bağlamak istedim. Fakat sonradan kardeşim Süleyman'ın (a.s.) şu duasını hatırlayarak vaz geçtim: 'Ya Rab! Bana mağfiret et ve bana öyle bir mülk ver ki, o benden başka hiç kimseye layık olmasın. Şüphesiz bütün dilekleri ihsan eden Sensin Sen!" [538]
Bu konuda Fbü'd-Derdâ1'dan (r.a.) gelen bir hadis de şöyledir:
"Rasülullah (s.a.v.) ayağa kalktı. Biz de ondan işittik.
“Senden Allah'a sığınıyorum' diyordu. Sonra üç kere, 'Seni Allah'ın lânetiyle lanetliyorum' dedi ve sanki bir şey atıyor gibi ellerini uzattı. Namazdan çıktaktan sonra, 'Yâ Rasûlallah, Sen namazdayken söylediğin bir söz duyduk ki, bundan evvel onu söylediğini hiç işitmemiştik' dedik. Buyurdu ki: 'Allâhın düşmanı iblis yüzüme çarpmak için elinde ateşten bir şihab olduğu halde geldi. Bunun üzerine ben üç defa, 'Senden Allah'a sığınırım' dedim. Bundan sonra da, 'Seni Allah''ın lânetiyle lanetlerim' dedim. Bu da üç defa oldu, fakat çekilmedi. Sonra onu yakalamak istedim. Vallahi kardeşimiz Süleyman'ın duası olmasaydı, muhakkak bağlanmış olacaktı da, Medine halkının çocukları onu oyuncak edeceklerdi." [539]
Hz. Süleyman'a verilen bu hükümranlık konusunda Kitâb-ı Mukaddes'de bir kayıt vardır ve burada şöyle denilmektedir:
"Ve Allah dedi: ... Hikmet ve bilgi sana verildi. Ve Ben sana öyle zenginlik, mal ve şeref vereceğim ki, senden önce olan krallarda onun benzeri yoktu, ne de senden sonra onun benzeri olacaktır.” [540]
Sonuç itibariyle, Hz. Süleyman'ın emrine verilen cin ve şeytanların, ondan sonra başkalarının emir ve hizmetine verilmesinin söz konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber için bile böyle bir durum söz konusu olmadığına göre, bunun diğer sıradan insanlar için mümkün olabileceğini ileri sürmek doğru olmasa gerektir. Çünkü âyet ve hadislerde cinlerin Hz. Peygamber'in emrine verilip, Ona da Hz. Süleyman'a yaptıkları gibi kaleler, mabedler, havuzlar vs. yaptıklarından bahsedilmemektedir. Hz. Peygamber'in cinlerden hizmetçileri yoktu, Mescid-i Nebeviyye'yi ashabıyla beraber bizzat kendisi çalışarak inşa etmişti. Düşmana karşı korunmak için Medine'nin etrafına kazılan hendekte bizzat kendisi de kazma kürek çalışmıştı. Ev işlerini de hanımları ve kendisi görmüştü. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır. Günümüzde ve daha sonraki asırlarda müslümanlar, cin ve şeytânları kendilerine boyun eğdirip, onları çalıştırmayı hayal etmek yerine, kendileri çalışmayı öğrenmeli, Dünya ve Âhirette hor ve zelil olmaktan kurtulmalıdırlar. Hz. Peygamber'in yukarda saydığımız davranışlarında, ümmeti için bu konuda gerekli olan uyan vardır. Müslümanlar, cehalet, hurafe ve saflık içinde, tarlasının burçağını yoldurduğunu, ekip biçtirdiğini ileri süren, yerin altında gizli altın ve gümüşlerin, hazinelerin yerini cinlerden öğrendiğini iddia eden cinci denilen yalancı kimselerin, kendilerinde kudret ve üstünlük olduğunu göstermek için ortaya attıkları sözlerine kanmamalıdır. Aksine kafa ve gönüllerini Kur'an'ın aydınlığına açmalı, bu tür hayalî şeylerden medet beklemekten vaz geçerek çalışmalı, Batı'nın ilerlemesini, İslâm âlemine üstün olmasını sağlayan ilmin verilerine kulak vermelidir. Müslümanlar, cinlerden, yerin altındaki hazinelerin yerini öğrenme hayalleri kuracaklarına, bilimsel metodlarla yerin altındaki cevherleri, madenleri, petrolü keşfedip, Yeryüzü'ne çıkartmalı, zenginleşerek zilletten kurtulmalıdırlar.
Açık olarak kaydetmek gerekirse, Hz. Süleyman'ın Kur'ân-ı Kerim'de haber verilen durumu hariç, dünya kuruldu kurulalı cinlerin insanlara itaati söz konusu olmamalıdır. Elimizde bunun aksini ortaya koyacak deliller bulunmamaktadır. Cinlerin insanlara itaati, onların tabiatlarına da aykırıdır. Onlar kendi arzularıyla insanın emrine girmemişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'den, onların Hz. Süleyman'ın emrine de kendi istekleriyle girmediklerini anlıyoruz:
"Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık." [541]
Yukarıdaki âyetten, cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine girmelerinin ancak Allah'ın izin ve müsaadesiyle, yani emriyle mümkün olduğu anlaşılıyor. O zaman, cinleri emirleri altına aldığını iddia eden insanların, bu konudaki iddialarında doğru olduklarını ispatlayacak delilleri nelerdir? Bu kimseler Allah'ın izin vermediği bir şeyi yapmaya güç yetirebildiklerini nasıl iddia edebiliyorlar? Âyette, cinlerin Hz. Süleyman'ın emrine, Allah'ın buyruğuyla girdikleri, buna itaatsizlik edenlerin alevli bir ateşle cezalandırıldıkları haber veriliyor. Demek ki, cinler isteseler de Hz. Süleyman'ın emrinden çıkamazlardı, aksi takdirde azab olunarak imha ediliyorlar, ya da zorla itaate sokuluyorlardı. Aşağıda kaydettiğimiz âyette de cinlerin zorla Hz. Süleyman'ın emrine verildikleri ve o vefat edinceye kadar bu durumdan kurtulamadıkları bildirilmektedir:
"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını farketirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı, alçak düşüren bir azabın içinde kalmazlardı." [542]
Şu halde Yüce Allah'ın, zorla Hz. Süleyman'ın buyruğuna verdiği, ondan sonra da kimsenin emrine vermediğini Peygamberleri Süleyman (a.s.) ve Hz. Muhammed'in diliyle haber verdiği cinleri, başkalarının buyruğu altına soktuğunu iddia etmek büyük bir yalan olmalıdır.
Cinlerin kendi istekleriyle insanoğluna itaati ta ilk baştan beri söz konusu değildir. Çünkü onların büyükleri olan İblîs, Hz. Âdem yaratıldığı zaman, Cenab-ı Hakk'ın ona boyun eğmesi konusundaki emrini dinlemeyerek, isyan etmiş, büyüklük taslayarak kâfirlerden olmuştur. Bu durum. Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli âyetlerinde haber verilmektedir. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Rabbin meleklere, 'Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın' demişti. Bunun üzerine İblîs'in dışındaki bütün melekler hemen secde ettiler. O secde edenlerle beraber olmaktan çekindi. Allah: 'Ey İblis! Seni secde edenlerle beraber olmaktan alıkoyan şey nedir?' dedi O: 'Balçıktan, işlenebilir kara topraktan yarattığın insana secde edemem' dedi. Yüce Allah: 'Öyleyse defol oradan! Sen artık kovulmuş birisin. Doğrusu Hesâb Günü'ne kadar lanet sanadır.' dedi. İblîs, 'Rabbim! Beni hiç olmazsa tekrar dirilecekleri güne kadar ertele' dedi. Allah (c.c): 'Sen, bilinen gün gelene kadar bırakılanlardansın' buyurdu. İblis: 'Rabbim, beni saptırdığın için, andolsun Yeryüzünde fenalıkları onlara güzel göstereceğim, halis kulların bir yana, onların hepsini saptıracağım' dedi. Allah (c.c.)'da şöyle buyurdu. 'Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur, kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır. Ve Cehennem hepsinin toplanacağı yerdir. O Cehennem'in yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, Cennetlerde pınar başlarındadırlar.' Oraya güven içinde, esenlikle girin' denilir." [543]
İslâm alimleri yukarda kaydedilen âyetlerdeki (...=Secede) kelimesi ile, Hz. Âdem'e ibadetin değil, ona itaat ve boyun eğmenin kasdedildiğini söylemektedirler. [544] Bu durumda, yaratıldığı günden beri insana karşı büyüklenen, kendisini üstün gören İblis ile onun soyu olan cinlerin, kendi istek ve arzularıyla bazı insanların emrine girdiğini, onlara hizmet ettiğini ileri sürmek boş bir iddia olmaktan öteye gidemez. [545] Nitekim bu konularda yazılan ve halkın elinde dolaşan kitaplar, İslâm'dan önceki milletlerin inanç, gelenek ve kültürlerinden geçmiş şeyler ve birtakım hurafelerle doludur. Bunlar, Yıldıznâme, Gizli ilimler Hazinesi vb. adlarla insanların ellerinde bulunan mecmualardır. Yıldızname denilen kitaplardaki bilgilerin yıldızlara tapan Sâbiîler'den geçen hurafelerle dolu olduğunda şüphe yoktur. Gizli ilimler Hazinesi denilen kitaplar da, Bâbil, Âsur, Sümer, Hitit, Eski Mısır vs. kültürlerden geçmiş safsatalarla doludur. Söz gelimi, İbnü'l-Hâc et-Tilemsâni el-Mağribî'ye (v.737) ait olduğu söylenen "Şumûsü'l-Envâr ve Künûzü'l-Esrâr" adlı kitapta cinlerin insanlara hizmet etmelerinden bahseden bir bölüm vardır. Burada, bir insanın cinleri emri altına alması için gerekli olan hususlardan bahsedilmektedir. İbnü'1-Hac et-Tilemsânî, konumuzla ilgili cümlesinde şöyle demektedir:
(..Allah sana merhamet etsin, bil ki ey hevesli, muhakkak ki ben, gizli, rumuzlu Mushaf'ı incelediğimde, onda cinlerin (insanlara) hizmet etmelerini sağlayan, herbirisi ince sırlara sahip Süryanice bu on iki yolu buldum....)[546]
İbnü'1-Hâc et-Tilemsânî'nin, yukarda kaydettiğimiz cümlesinde, cinleri insanların itaatine almayı sağlayan büyülerin Süryanice olduğunu söylemesi ve bu işlemi yapmak için okunacak şeylerin ve cinlerin isimlerinin Süryanice olması, bu hurafelerin kaynağının İslâm değil, Hristiyan Süryanî kültürü olduğunu göstermektedir. Bu da bu konudaki, büyü, sihir ve hurafelerin Bâbil, Âsur, Eski Mısır, Süryanî vs. kültürlerden geçmiş olduğuna dair yukardaki görüşümüzü doğrulamaktadır. İbnü'l-Hâc et-Tilemsânî de, Süryanî kaynaklarından aldığı bu malzemeyi, aralarına biraz İslâmî kültür karıştırmak suretiyle kitabına doldurmuştur. Kendisinin, şiî yada Bâtıniye mezhebinden olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü cinleri itaate almak için on iki yol olduğundan bahsetmektedir. Bu da onun Şia'nın İsnâ Aşeriye (On iki İmam/İmâmiye) koluna mensup olabileceğini düşündürtüyor. Gizli Şifreli Mushaftan bahsediyor, bu da kendisinin Bâtınî köke olabileceğini hatıra getiriyor. et-Tilemsânî, yukarda kaydettiğimiz ibaresinde el-Mushaf kelimesiyle, konuyla ilgili sıradan bir kitabı söz konusu etmeyip, Kur'ân-ı Kerîm'i kastediyorsa, bunun kabul edilebilecek bir tarafı yoktur. Her ne kadar günümüzde İlahiyat alanında temel eğitimden bile geçmemiş bazıları, Yahudiler'in, Tevrat'ın Gizli Şifresi türü kitaplarına özenerek, Kur'an'ın Şifresi adı altında kitaplar yazıyorlar ve konunun uzmanı büyük alimlerin uyarılarına rağmen televizyonlarda boy gösteriyorlarsa da, Kur'ân'ın saklısı gizlisi, şifrelisi, insanlardan saklanılan bir yönü yoktur, kendisi apaçıktır, ortadadır. Hz. Peygamber, onu Allah'tan (c.c.) aldığı gibi insanlara tebliğ etmiştir. Allah'ın Resûlü'nün (s.a.v.) vazifesi de sadece tebliğdir. Bu husus bizzat Kur'ân-ı Kerim'in ifadeleriyle sabittir. Aksini iddia etmek, peygamberlerin tebliğ sıfatına aykırıdır ve insanı sapıklık ve küfre götürür. Bu açıdan Kur'ân'ın mü'minlerin bildiği manasından başka anlamı olmadığı gibi, onun müslümanların bazılarına bildirilip çoğundan saklanan gizli yönleri, şifreleri vs. de yoktur. O, bir sihir ya da büyü kitabı değildir. Hz. Peygamber de bir sihirbaz ve büyücü değildir. Kur'ân, insanları aydınlığa, berraklığa, sağlam düşünmeye, hayatı ve eşyayı gerçek yönleriyle tanımaya sevkeden bir kurtuluş rehberidir. Bunların aksini iddia etmek saçmalıktır. Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez." [547]
"Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin, karşı gelmekten çekinin; eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir," [548]
"Peygamber'in görevi sadece tebliğ etmektir. Allah, sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir." [549]
"Kur'ân şeytânlar indirmemiştir Bu onlara düşmez, zaten güçleri de yetmez. Doğrusu onlar vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır." [550]
"Ey Muhammedi Öğüt ver, Rabbinin nimetiyle Sen, ne kâhinsin ne de delisin." [551]
Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceği haber verilmektedir:
"Gaybın anahtarları O'nun kalındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, Yer'in karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu -ki apaçık kitap'dadır- ancak O bilir." [552]
"Göklerin ve Yer'in gaybı Allah'a aittir." [553]
"De ki: 'Göklerde ve Yer'de gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.” [554]
"O, gaybı bilendir, gaybına da kimseyi vâkıf kılmaz." [555]
"Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil mi? diyorlar. De ki: 'Gayb Allah'ındır. Bekleyin, ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." [556]
Bu âyetlerin ışığında, gaybı Allah'tan başkasının bilmesinin mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yine Kur'ân-ı Kerîm'den, kendisinden başkasının vâkıf olması mümkün olmayan gaybı, Allah'ın dilediği peygamberlerinden bazılarına bildirdiğini öğrenmekteyiz:
"... Allah size gaybı bildirecek değildir, fakat O, peygamberlerden dilediğini seçip, ona gayb mı bildirir." [557]
Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde de, Allah'ın peygamberlerin dışında dilediği bazı kullarına da ilham ettiği haber verilmektedir. Nitekim bu konuyla ilgili olarak Hz. Âişe ve Ebû Hureyre'den bazı rivayetler gelmektedir. Hz. Âişe'âen nakledilen hadise göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Sizden önceki ümmetler içinde bir takım Muhaddesün (kendilerine Allah tarafından söz söylenilen/ilham edilen kişiler) var olagelmiştir. Eğer benim ümmetim içinde de bunlardan bir kimse varsa, Ömer b. el-Hattab muhakkak onlardandır." [558]
Ebû Hureyre'den gelen rivayette ise Resûlullâh'ın (s.a.v.):
"Sizden önce gelip geçen insanlar içinde İsrailoğulları'na mensup öyle kimseler vardı ki, onlar Peygamber olmadıkları halde kendilerine (Allah tarafından) söz söylenilirdi. Eğer ümmetim içinde de böyle bir kimse varsa, o Ömer'dir." [559] buyurduğu haber verilmektedir.
Burada konumuz, insanların gaybı bilip bilemeyecekleri hususu değildir. Yukardaki âyetlerde gaybı Allah'tan başkasının bilemeyeceği, Peygamberlerinden dilediğini gayb konusunda bilgilendirdiği açıkça anlatılmaktadır.[560] Yine Peygamberlerin dışında diğer bazı kimselere de ilham yoluyla bazı hususları bildirdiği yukardaki hadislerden anlaşılmaktadır. Ancak keşf ve ilham türünden olan bu haberlerin peygamberlerin vahiy yoluyla aldıkları haberlere denk olamayacağı açıktır. Bunlar, dinde hüccet olmadıkları gibi, bunların delil olarak alınıp, hüküm çıkarmada kullanılması, bunlarla amel edilmesi caiz değildir. Bunlar sadece ilgili kişiyi bağlar, başkaları bunların doğruluğunu tasdik etmeye zorlanamaz.
Cinler de gaybı bilme konusunda insanlardan farklı durumda değildir. Onlar da gaybı bilmezler, bilgileri de gördükleri şeylerle sınırlı olup, geleceği ve meydana gelen olaylardan kendilerine gizli kalan şeyleri bilemezler. Cinlerin gök katlarına çıkarak meleklerin konuşmalarını dinleyip kulak hırsızlığı yapmaları, çaldıkları haberleri kâhinlere iletmeleri Yüce Allah tarafından yasaklanmış, gökler şihâblarla korunmuştur. Kur'ân-ı Kerim'de yer alan âyetlerden, kulak hırsızlığına teşebbüs eden cinlerin şihâblarla imha edildiği anlaşılmaktadır. Bunun hikmetinin, gaybdan haber verdiklerini ileri süren kâhinlerin, peygamberlik taslayarak insanları saptırmalarına engel olmak olduğu açıktır. Hz. Süleyman'ın vefatından bahseden bir âyet, cinlerin gaybı bilmediklerini açıkça ifade etmektedir:
"Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ancak değneğini yiyen kurt onun vefatını cinlere farkettirdi. O, ölü olarak yere düşünce ortaya çıktı ki, şayet cinler görülmeyeni bilmiş olsalardı alçak düşüren bir azâb içinde kalmazlardı.” [561]
el-Âlûsî bu âyetin tefsîriyle ilgili olarak, gaybın sadece istikbalde meydana gelecek olaylara 'ahsis edilemeyeceğini, meydana geldiği halde kişinin bilgi sahibi olamadığı şeylerin de gaybın kapsamına girdiğini söylemektedir. [562]
İslâm öncesi çağlardan günümüze kadar bir takım kimseler, cinlerle irtibat kurduklarını, kendilerinin dostu olan ya da emirleri altına girmiş olan cinlerin onlara bir takım gaybı haberleri bildirdiklerini iddia edegelmişlerdir. Ancak Hz. Peygamber, kâhin denilen bu kimselerin verdikleri haberlere inanılmamasını emrederek, onlara bir şey sorulmasını yasaklamışlardır:
"Kim ki bir kâhine, ya da arrafa gider ve onun sözlerini tasdik, ederse, Hz. Muhammed'e indirilene küfretmiş olur." [563] Bu durumda, ister yıldızlara bakarak, ister cinle konuşarak isterse remil yoluyla gaybdan haber verdiğini iddia etsin, kâhine, müneccime, arrafa bir şey sormak, onların, kaybolan ya da çalınan şeylerin yerleri hakkında söylediklerini tasdik etmek şiddetle yasaklanmış oluyor. Bu yüzden de cinlere, çalınan şeyler hakkında soru sormak caiz olmadığı gibi, onlardan alındığı iddia edilen haberlere inanmak da doğru olmaz. Cinlerden alındığı ileri sürülen bu tür haberler dînî ve hukukî bir delil olamaz, İslâm'ın bu tür konularda delîl/beyyine olarak kabul ettiği husus, âdil kimselerin şâhidliğidir. Bu açıdan, günümüzde bir takım, şahısların, cinlerle irtibatlı olduğunu söyleyen kimselere başvurarak, onlardan yitik, kayıp ve çalınan şeyler hakkında bilgi istemeleri apaçık bir hatadır. Sorularına karşılık olarak aldıkları cevapların da dînî/hukukî bir delil olması da söz konusu olamaz. [564]
Kaynaklarımızda yer alan ve Hz. Âişe ile Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) nakledilen bazı hadislerde, bir yahudinin Hz. Peygamber'e zarar vermek maksadıyla sihir yaptığından bahsedilmektedir. Bu rivayetlerin Hz. Âişe'den nakledilen kısmı Urve b. ez-Zübeyi, Hişâm b. Urve vasıtası ile el-Buhârî, Müslim, İbn Mâce ve Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilmiştir. [565] Bunların Zeyd b. Erkam tarafından nakledileni ise, Ebû Hayyân Yezîd b. Hayyân et-Temimî el-Kûfî ve Ebû Mu'âviye Muhammed b. Hazım et-Temimî el-Kûfî vasıtası ile Ahmed b. Hanbel tarafından rivayet edilmiştir. [566] Aynı hadis, Ebû Mu'âviye Muhammed b. Hâzım'dan Hennâd b. es-Seri tarafından alınarak en-Nesâî'ye ulaştırılmıştır. [567]
Bu rivayetlerin Hz. Âişe'den nakledileninde şöyle denilmektedir: Hz. Âişe. şöyle demiştir:
"Benî Zureyh yahudilerinden Lebîd b. el-A'sam adlı bir kimse Resûlullâh'a (sav) büyü yaptı. O kadar ki, Rasûlullah bir şeyi yapmadığı halde kendisine o işi yaptığı hayali gelirdi Nihayet günün yahut gecenin birinde Rasûlullah (s.a.v.) dua etti, sonra tekrar dua etti, sonra tekrar dua etti, sonra bana şöyle dedi:
'Yâ Âişe, kendisinden fetva istediğim konu hakkında Allah'ın bana fetva verdiğini bildin mi? Bana iki kişi geldi, birisi baş ucumda, diğeri de ayak ucumda oturdu. Daha sonra başucumda oturan ayak ucumda oturana, yahut ayak ucumdak'ı başucumdakine: 'Bu zâtın rahatsızlığı nedir' diye sordu. O da: Büyülenmiştir' diye cevap verdi. Öteki: 'Ona kim sihir yapmıştır?' diye sordu. Diğeri de: 'Lebîd b. el-A'sam' cevabını verdi. Sonra: 'Büyü hangi şeye yapılmıştır?' dedi. Öteki: 'Bir tarakla, saç döküntüsüne ve bir de erkek hurma tomurcuğunun içine' dedi. Diğeri: 'O büyü nerededir?' diye sordu. Öteki: 'Zû Ervân kuyusunda' diye cevap verdi. Hz. Âişe dedi ki: 'Daha sonra Rasûlullah ashabından bazı kimselerle beraber oraya gitti. Sonra bana: 'Yâ Âişe/vallahi o kuyunun suyu kına ıslatılmış gibi kırmızımtırak, etrafındaki hurması da şeytanların başları gibiydi' dedi. Bunun üzerine ben: 'Ya Rasülallah, sen o sikiri çıkarıp yakmadın mı? diye sordum. Resûlullâh: 'Hayır, Allah bana afiyet verdi, insanlara bir kötülük getirmekten çekindim. Emrettim de o kuyu kapatıldı' buyurdu." [568]
Bu konuda Hz. Âişe'den gelen rivayetlerin bir çoğunda, sihir yapan kimsenin Yahudi Lebîd b. el-Asam olduğuna dair bir bilgi yoktur. Bu hadislerde sadece Hz. Peygamber'e büyü yapıldığından bahsedilmektedir. [569] Bu rivayetlerin tamamına göre, Lebîd b. el-A'sam ya da bir başkası tarafından yapılan bu sihir Hz. Peygamber'e tesir etmiştir. Bu husus,
= Hattâ Kâne Resûlullâhi Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem Yuhayyeh İleyhi Ennehu Kâne Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Fe'alehu) cümlesi ile [570] veya (Hattâ İnnehu Leyuhayyelu îleyhi Ennehu Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Ee'alehu) ifadesi ile belirtilmiştir. [571] Yukardaki cümlelerdeki, "Sihirlenmesi dolayısıyla, Hz. Peygamber'e bir şeyi yapmadığı halde o işi yaptığı hayali gelirdi" ifadesiyle işaret edilen hususa diğer bazı rivayetlerde açıklık getirilmiştir. Bunlara göre Resülullah'a, yapmadığı halde o işi yapıyormuş hayali gelen hususun, hammlarıyla cinsel ilişkide bulunması olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim el-Buhân ve Ahmed b. Hanbel'in kaydettiklerine göre Hz. Âişe:
"Rasûlullah'a sihir yapılmıştı. Bu durumdayken, kendisi hanımlarına cinsel ilişki için yaklaşmadığı halde, onlara yaklaşır durumda olduğunu zannederdi" demiştir. Ravi Süfyân b. Uyeyne de, "işte bu, büyüden meydana gelebilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir" demektedir. [572] Diğer bir rivayete göre ise, Hz. Peygamber'in bu rahatsızlığı yaklaşık altı ay kadar sürmüştür. [573]
Yukarda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden diğer bir rivayetin Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) nakledildiğini kaydetmiştik. Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilen bu rivayet de şöyledir:
"Zeyd b. Erkam'dan. 'Yahudilerden bir adam Rasûlullah'a sihir yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir kaç gün rahatsız oldu. Nihayet Cebrail (a.s.) gelerek Rasûlullah'a: 'Sana yahudilerden bir adam büyü yaptı. Bir ipe düğümler atarak filan kuyuya attı, oraya o sihri çıkartıp getirecek bir adam gönder' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Hz. Ali'yi gönderdi. Hz. Ali de o ipi kuyudan çıkararak getirdi ve çözdü. Bundan dolayı Hz Peygamber sanki bağlarından çözülmüş gibi rahatladı. Bunu o yahudiye söylemediği gibi, ölünceye kadar onun yüzünü de görmedi." [574]
en-Nesâî'nin Zeyd b. Erkam'dan yaptığı bu konudaki rivayetinde ise, sihri çıkarmak üzere gönderilen kimsenin Hz. Ali olduğu belirtilmemiştir. [575]
Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) yapılan bu rivayetlerde, büyüyü kuyudan çıkarmak için Hz. Ali'nin veya bir başka sahabî'nin gönderildiğinden söz edilirken, bu konuda Hz. Aişe'den yapılan yukarda kaydettiğimiz hadislerde ise, Hz. Peygamber'in, yanına ashabından bazı kimseleri alarak sihirin bulunduğu kuyuya gittiğinden bahsedilmektedir. Bu durum, söz söz konusu rivayetlerde zabt yönünden bazı kusurların mevcut olduğunu hatıra getirmektedir. Kısacası ravîlerin olayı iyi zabtedemedikleri ortaya çıkmaktadır. Zeyd b. Erkam'dan nakledilen ve Ahmed b. Hanbel ile en-Nesâî tarafından kaydedilen son hadisde, düğümler atılarak sihir yapılan ipin kuyudan çıkarılıp getirildiği, bu düğümler çözülünce, Hz. Peygamber'in sanki bağlarından kurtulmuşcasına ferahladığından söz edilmektedir. Diğer bazı hadislerde de ashâbdan İlaka'nın (r.a.), bir kabileye uğradığında orada bulunan bir deliye sabah-akşam üç gün Fatiha suresini okuyarak üflediğinden, her üfleyişinde delinin bağdan çözülür gibi olduğundan (...= Fe Kennemâ Ünşita Min İkâlin) söz edilmektedir. [576] en-Nesaî ve Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilen ve Hz. Peygamber'e büyü yapıldığından bahseden son rivayetlerde de ifade aynıdır ve sihir yapılan ip kuyudan getirilip, düğümler çözüldüğünde Resûlulullah'ın sanki bağdan çözülür gibi olup ferahladığından bahsedilmektedir. [577] Bu durumda, bir yahudinin yaptığı büyünün, Hz. Peygamber'de bir delide gözlenebilecek bir tesir meydana getirebileceğini doğrusu insanın gönlü kabul edemiyor. Resûlullâh'a (s.a.v) sihir yapıldığından bahseden bu rivayetlerin sadece Hz. Âişe ve Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) gelen âhad haberler olduğu görülmektedir. İlgili şemadan da anlaşılacağı gibi (Bkz. Ek: 4), bu rivayetlerin sadece Hz. Âişe'den nakledileni yalnızca Urve b. ez-Zübeyr, ondan da sadece oğlu Hişâm b. Urve tarafından nakledilmiştir. Hişâm b. Urve'den itibaren ravi sayısı artmaktadır. Bu hadisi, Hişâm b. Urve'den, Ebû Üsâme Hammâd b. Üsâme vasıtasıyla Ahmed b. Hanbel [578] ile Ubeyd b. İsmail almışlardır. Ubeyd b. İsmail'den de el-Buhârî nakletmiştir. [579] Yine Hişâm b. Urve'den Abdullah b. Numeyr, ondan da Ebû Kureyb, Ebû Bekr b. Ebî Şeybe ve Ahmed b. Hanbel almışlardır. [580] Ebû Kureyb'den, Müslim, [581] Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den de İbn Mâce rivayet etmişlerdir. [582] Aynı hadisi Hişâm b. Urve'den Yahya b. Sa'îd el-Kattân, ondan Muhammed b. el-Müsennâ, ondan da el-Buhârî nakletmiştir. [583] el-Buhâri'nin aynı rivayeti Hişâm b. Urve'den, İsâ b. Yûnus, İbrahim b. Musa vasıtasıyla aldığı da görülmektedir. [584] el-Buhârî bu konudaki rivayetlerinden birini de Hişâm b. Urve'den Abdül melik b. Abdilaziz b. Cüreyc, Süfyân b. Uyeyne ve Abdullah b. Muhammed vasıtasıyla kaydetmiştir. [585] el-Buhari'nin bu konudaki diğer rivayeti de, Hişâm b. Urve'den Süfyan b. Uyeyne, Abdullah b. ez-Zübeyr el-Humeydî yoluyla nakledilmiştir. [586] Ahmed b. Hanbel ise, bu konudaki hadislerinden birisini Hişam b. Urve'den, Vüheyb b. Hâlid, Affân b. Müslim vasıtasıyla almış, [587] diğerini de yine Hişâm b. Urve'den Ma'mer b. Râşid, Rebah b. Zeyd es-Sevrî, İbrahim b. Hâlid b. Ubeyd yoluyla nakletmiştir. [588]
Bu rivayetlerin bir teki hariç, isnadlardaki edâ sigaları ( Haddesenâ/Ahberanâ) gibi cezim ifade eden lafızlarla başlamakta, ancak Hişâm b. Urve'den nakleden ravilerden itibaren "An'ane" yoluyla rivayete dönüşmekte, başlangıçta yer alan (=Haddesenâ/Ahberanâ) gibi cezim sığalarının yerini (An) lafzı almaktadır.
el-Buhârî'nin, [589] Muhammed b. el-Müsennâ, Yahya b. Sa'îd el-Kattân vasıtasıyla Hişâm b. Urve'den aldığı rivayette (Haddesenâ) şeklinde ifade edilen cezim sigası Urve b. ez-Zübeyr'e kadar devam etmekte, ancak Urve ile Hz. Âişe arasında (An) lafzına dönüşmektedir. An'ane yoluyla yapılan nakillerin, senedde kopukluk şüphesi taşıdıkları, bunların bir başka rivayet kanalından isnâddaki kopukluk şüphesini giderecek tarzda aktarılmaları gerektiği açıktır. Bu rivayetlerin el-Buhârî ve Müslim tarafından nakledilmeleri açısından, bunların ravilerinin adalet sahibi oldukları, kendilerinden naklettikleri kimselerle çağdaş olup, tedlîs yapan kimselerden olmadıkları hatıra gelmektedir. Ancak bu konudaki nakillerin incelenmesinden (Bkz. Ek: 4), rivayetlerdeki ananeyi ortadan kaldırarak, bunların hangi yolla alındığını ortaya koyan bir sonuca ulaşmak mümkün olmuyor. Çünkü bu rivayetlerdeki ravîler Hişâm b. Urve'den itibaren tek ravi sayısına iniyor. Bütün bu ravîlerin hocalarıyla çağdaş oldukları, onlarla karşılaştıkları sabit olsa bile, bu hadislerin metninde yer alan ve İslâm âlimleri arasında tartışmalara sebep olan problem dolayısıyle, bu rivayetlerin yukardaki ravilerden alındığına kesin olarak hükmetme konusunda bazı tereddütlere yol açıyor. Söz gelimi babası Urve'den nakilde bulunmakla meşhur olan Hişâm b. Urve'nin, bu rivayetleri de arada hiçbir vasıta olmaksızın doğrudan babasından aldığı hususunda şüphelere yol açacak bazı bilgiler mevcuttur. Kaydedildiğine göre Ya'kûb b. Şeybe, Hişâm b. Urve'nin Irak'a gittikten sonra babasından rivayetinin yayıldığını, Hicaz âlimlerinin de bunları kabul etmediklerini, Hişam'ın Iraklılara rivayette gevşek davrandığını söylemiştir. Ya'kûb b. Şeybe'nin bildirdiğine göre, Hişâm, babası Urve'den işitmedikçe ondan nakilde bulunmazdı. Hişam'ın rivayet konusundaki gevşekliği de babasından nakilde "irsal" yapmasıdır. Yani doğrudan babasından işitmediği halde, rivayeti aldığı şahsı atlayarak kendisi doğrudan babasından işitmiş gibi rivayet etmesidir. İbn Hırâş, imâm Mâlik'in, onun Iraklılar tarafından nakledilen rivayetlerini kerih gördüğünü, Hişam'ın bu durumundan hoşlanmadığını zikretmiştir. İbn Hiâş'ın, nakline göre, Hişam b. Urve üç kere Kûfe'ye gelmiş, ilk geldiğinde (Haddesenî Ebi Kale Semi'tü Âişe/Bana babam anlattı, Âişe'den işittim, dedi) demiş, ikinci sefer geldiğinde (Ahberanî An Âişete i Bana Âişe'den haber verdi) şeklinde nakilde bulunmuş, üçüncü sefer geldiğinde ise (Ebî An Âişe/Babamdan, Âişe'den) diyerek rivayet etmiştir. Ayrıca Hişam'ın vefatından önce hafızasının bozulduğu da kaydedilmiştir. [590] Konuyla ilgili rivayetlerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi (Bkz. Ek: 4), bu rivayetleri Hişâm b. Urve'den alan ravilerin Abdülmelik b. Cüreyc hariç tamamının Basra'lı ve Kûfeli kimselerden oluştuğu, yani Iraklı oldukları görülmektedir. Hişâm b. Urve'den nakleden ravilerden İbn Cüreyc (v.150) Mekke'lidir, ancak rivayeti ondan alan râvi Süfyân b. Uyeyne Iraklıdır. Iraklı oldukları kaydedilen bu raviler arasında seçkin hadis âlimleri de vardır. Ayrıca Hişâm b. Urve'yle ilgili olarak yukarda kaydedilen tenkidleri şiddetli bulan ez-Zehebi gibi hadis âlimleri de mevcuddur. [591] Ancak ilgili rivayetlerin Hz. Peygamber'in ismetine yönelik önemli bir hususu ilgilendirmesi açısından, bu konuda gösterilen şiddet ve titizliği lüzumsuz görmenin pek de uygun olmadığı açık bir husustur. Ayrıca bunların senedinde yer alan bazı ravîlerin tenkide uğradıkları da görülmektedir. Nitekim Hişâm b. Urve'nin ravîlerinden Ebû Usâme Hammad b. Üsâme el-Kûfî, tedlîs yapmakla ve hadis hırsızlığıyla suçlanmıştır. [592] Bu rivayeti, Yahya b. Sa'îd el-Kattân vasıtasıyla Hişam b. Urve'den alan Muhammed b. el-Müsennâ (v.252) da hafıza yönünden tenkide uğramıştır. [593] Hişâm b. Urve'nin ravilerinden Abdülmelik b. Abdilaziz İbn Cüreyc (v. 150) ile Süfyan b. Uyeyne (v.198) de tenkid edilmişlerdir. ed-Dârekutnî, İbn Cüreyc'in tedlîsinden sakındırmış ve onun mecruh kimselerden işittiği şeylerde tedlîs yaptığını bildirmiştir. İbn Hıbbân da onun tedlîs yaptığını bildirmiştir. Yahya el-Kattân ise, Atâ'nın kendisine verdiği bir kitaptan nakilde bulunması dolayısıyla İbn Cüreyc'in Atâ'dan yaptığı rivayetlerin tamamının zayıf olduğunu söylemiştir. [594] Ahmed b. Hanbel de İbn Cüreyc'in mürsel olarak naklettiği bazî hadislerin mevzu olduğunu bildirmiştir. [595]
Ravî Süfyân b. Uyeyne de tedlîs yapmakla suçlanmış, [596] Yahya b. Sa'îd el-Kattân, onun yaşlandığında h. 197 yılında ihtilât ettiğini bildirmiş, bu yıldan sonra ondan işitenlerin rivayetlerinin muteber olmadığını söylemiştir. [597] Hişâm b. Urve'nin ravîlerinden Vüheyb b. Hâlid de hafızası bozulduğu için tenkide uğramıştır. [598] Hişâm b. Urve'nin ravilerinden olan Ma'mer b. Râşid (v.152) de cerhedilmistir. Ebû Hatim, Ma'mer'in Basra'dayken naklettiği şeylerde galatlar var, sâlihu'l-had'tsür, demiştir. Yahya b. Ma'în ise Ma'mer, ez-Zühfi ve İbn Tavus hariç haklılardan naklettiği zaman ona muhalefet et. Basra ve Küfe halkından yaptığı rivayetler sahih değildir, demektedir. [599]
Bu hadislerin, el-Buhârî ve Müslim'in sahihlerinde yer almaları açısından el-Buhârî ve Müslim'in bu konudaki şartlarına göre sahih oldukları açıktır. Bu hususta sübjektif kriterler rol oynamaktadır. Yani Müslim, Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce'nin naklettikleri bu rivayetler, el-Buhârî'nin öngördüğü şartları taşımamaları açısından el-Buhârî'ye göre sahih değildir ve bu sebeple de onun el-Câmiu's-Sahîh'inde yer almamaktadır, kanaatindeyiz. Ahmed b. Hanbel ve İbn Mâce'nin bu konudaki rivayetleri de Müslim'in bu konudaki şartlarına uymadığı için bu senedlerle Müslim'in el-Câmiu's-Sahih'inde nakledilmemiştir. Dolayısıyle, el-Buharî'ye, Müslim'e göre sıhhat açısından farkılık arzeden bu hadislerin şahinliği üzerinde İslâm âlimlerinin ittifak etmeleri, ya da el-Buhârî ve Müslim'in Sahihlerinde veya Külüb-i Sitte'nin içinde yer alan bazı eserlerde nakledildikleri için bunları sahih kabul etme mecburiyetinde olmaları söz konusu değildir. Bu, Kütüb-i Sitte'yi, ya da el-Buhârî ve Müslim'in Sahîh'lerindeki tüm hadisleri reddetmek, onların hiçbirinin sahih olmadığını ileri sürmek demek değildir. Ancak ortada Hz. Peygamberin İsmet sıfatına dokunan bir durum söz konusudur ve bu husus bu rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Günümüzde Garânîk olayı, ya da Selman Rüşdi'nin Şeytan Âyetleri (Satanic Verses) gibi Hz. Peygamber'in ismetine yönelik saldırılara malzeme veren, Kur'ân-ı Kerîm üzerinde şüpheler doğmasına yol açan, ilhâd ve küfre, ateizme, İslâm'a saldırı için destek olan bu tür rivayetleri [600] günümüz müslümanlarının, okuyan-düşünen, araştırıp mukayese yapan aydınlarının, gençlerinin sahih kabul etmeleri beklenemez. Onlara, binbir sıkıntı ve zahmetle te'vîl ve yorumlar yapmaya çalıştığımız, çoğunda da muhatabı tatmin etmediğini gördüğümüz bu tür rivayetlere dayalı bir Peygamber imajı sunmaya hakkımız olmadığı açıktır. Bu konuda anlaşılmaz bir muhafazakarlığa da gerek olmadığı kanaatindeyiz. Hz. Peygamberi ve onun ismetini, Kur'ân'ı Kerîm'i ve onun güvenilirliğini mi savunacağız yoksa bu tür rivayetleri mi? Artık günümüzde müslüman alimlerinin buna bir karar vermelerinin vaktinin geçmekte olduğu hususunu açıklamaya gerek yoktur. Bu görüşlerin asla Hadis ve Sünnet'i reddetme anlamına gelmeyeceği açıktır. Resûlullah'ın Sünnet'i İslâm'ın ikinci temel kaynağıdır, Hz. Peygamber de Kur'ân-ı Kerîm'i tefsir etmede en yetkili kimse olup, aynı zamanda Kur'ân'ın ilk müfessiridir. Davranışları Allah tarafından müslümanlara güzel bir örnek gösterilerek, benimsenip taklid edilmesi emredilmiş yüce bir önder, bir ufuk şahsiyettir. Tabii ki Sünnet'siz İslâm olamaz, İslâmî bir hayat yaşanamaz. Bu hususu tartışmaya hiçbir şekilde gerek yoktur. Sünnet'i red ve inkâr, İslâm'ı, Kur'ân'ı red ve inkardan başka bir şey de değildir. Ancak bizim burada işaret etmek istediğimiz nokta, geçmişte el-Buhârî'yi, Müslim'i yada eserleri Kütüb-i Sitte içeresinde yer alan Tirmizî, Ebu Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce'yi tenkîd eden bazı İslâm âlimlerinin bu tenkidlerinde büsbütün haksız olup olmadıkları hususudur. Kur'ân'a ve Hz. Peygamber'in ismet sıfatına aykırı düşen bu şekildeki rivayetlerden dolayı Kütüb-i Sitte müelliflerini tenkîd eden bu alimler, fikrî ve ilmî açıdan günümüz şartları gözönünde bulundurulduğu takdirde bu tenkîdlerinde pek de haksız sayılmazlar. Aksine bu konularda titiz davranmalarının ne kadar yerinde olduğu açıkça ortaya çıkar.
Geçmişte, bu rivayetleri Felak ve Nâs sûrelerinin nüzul sebepleri arasında gösteren bazı mûfessirler olmuştur. Bu âlimlere göre bu sûreler Medine'de nazil olmuştur. Çünkü Lebîd b. el-A'sam adlı şahsın yaptığı bu büyü olayı Medine döneminde meydana gelmiştir. [601] Ancak diğer bazı mûfessirler de bu sûrelerin Mekke döneminde indirildiğini kaydetmektedirler. [602] Bu durumda Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden anılan rivayetlerin, bu sûrelerin inmesiyle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir. Nitekim Süleyman Ateş, bu rivayetlerin, bu sûrelerin inmesinden çok sonra ortaya atıldığı görüşündedir. [603] Süleyman Ateş bu konuda şunları söylemektedir:
"Aslında yalnızca Sa'lebi’nin bu senedsiz rivayeti değil, bu konudaki senedi rivayetler de birbirini tutmaz, çelişkilerle doludur. Bu rivayetlerin hiçbiri sûrenin iniş sebebi olamaz. Çünkü bu sûre Medine'de değil, Mekke'de inmiştir. Hasan, Atâ, İkrime, Câbir ve Kureyb'in İbn Abbâs'tan rivayetine göre sûre Mekkî'dir. Salih, Katâde ve bir grubun da İbn Abbâs'tan rivayetine göre sûre Meden’dir. Fakat sûrenin Mekk'i olduğu rivayeti daha doğrudur, İbn Cevz'ı de, sûrenin Mekke'de Fil sûresinden sonra indiğini söylemiştir." [604]
İbn Haldun ise Mukaddimesinde, büyünün tesirinin gerçek olduğunu ileri sürerek, bu görüşüne Bakara 102. âyeti ile, Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden Hz. Âişe rivayetini delil göstermiştir. İbn Haldun'a göre, Mu'avvizeteyn diye adlandırılan Felâk ve Nâs sûreleri de Hz. Peygamber'e büyü yapılması üzerine nazil olmuştur. [605] Halbuki İbn Haldun, aynı eserinin önceki sayfalarında Duhâ, Felak gibi kısa sûrelerin Mekke'de nazil olduğunu kaydetmektedir. [606] İbn Haldun'un bu konuda çelişkiye düşmesine, bu konuyu îyi araştırmamasının sebep olduğu açıktır. Hz. Peygamber'e sihir Medine'de yapıldığına, Felak sûresi de İbn Haldun'un kaydettiği gibi Mekke'de nazil olduğuna göre, bu surelerin Hz. Peygamber'e büyü yapılmasından dolayı nazil olduğu hususu doğru olmamalıdır.
Mu'tezile, yukarda kaydettiğimiz konuyla ilgili rivayetleri Hz. Peygamber'in ismetine aykırı olduğu gerekçesiyle tamamen reddetmiştir. Kadı Abdülcebbâr bu konuda şunları söylemiştir:
"Cenâb-ı Hak, Allah seni insanlardan korur', 'Büyücü nereye varsa iflah olmaz buyurduktan sonra bu rivayetler nasıl doğru kabul edilebilir? Bunları kabul etmek peygamberliğe söz getirir. Eğer bu doğru olsa, büyücülerin, bütün peygamberlere, salihlere zarar vermeye, kendilerine büyük mülk sağlamaya güç yetirebilmeleri gerekir. Bunlar bâtıl şeylerdir. Allah, Peygamber'e 'Büyülenmiş' diyenleri reddetmektedir. Bu rivayet doğru olsa, müşriklerin Hz. Peygamber hakkındaki bu sözlerinin doğru olması gerekir ve kendisi bu kusurla illetli olur. Bu ise caiz değildir. [607]
Ehl-i Sünnete mensup bir kısım alimler sihirin hakikatinin olmadığını, büyü adına görülen şeylerin bâtıl bir takım hayaller olduğunu söylemişlerdir. Bunlar arasında Şâfîî mezhebine mensup alimlerden Ebû Cafer Esterebâzi ile Hanefî âlimlerinden Ebû Bekr er-Râzî vardır. Zâhirîler'den İbn Hazm'ın da bu görüşte olduğu kaydedilmektedir. [608]
Sihirin sabit ve yukarda kaydedilen rivayetlerin sahih olduğunu ileri süren bir kısım âlimler ise, aksi görüşte olanları bid'atçılıkla suçlamışlardır. Bu şekilde bir tutum takınanlar arasında İmâm Mâzirî de vardır, İmâm Mâz'iri bu konuda şunları söylemiştir:
"Ehl-i Sünnet ve alimlerin cumhurunun (çoğunluğunun) görüşüne göre sihir sabittir. Onun da diğer eşya gibi hakikati vardır... Ehl-i Bid'at bu hadisi Nübüvvet makamına şüphe getirir diye reddetmişlerse de, durum öyle değildir. Çünkü Allahü Teâlâ Onu peygamberliğe ait işlerde masum kılmıştır. Ancak, dünya işleriyle ilgili konularda ve insanlığa arız olabilecek bazı hususlarda etkilenmesi mümkündür." [609]
İmâm Mâzirî'nin yukarda kaydedilen "Ehî-i Sünnet ve cumhurun görüşüne göre sihir sabittir" şeklindeki ifadesi tartışmaya müsait bir sözdür. Kanaatimizce bu konuda Ehl-i Sünnetin ve cumhurun aynı görüşte olduğunu tesbit etmek oldukça zordur. Çünkü Ehl-i Sünnet mezhebine mensup olduğu halde aksi görüşte olan büyük alimler vardır. Ki bunlar arasında er-Râzî, İbn Hazm, Ebu Ca'fer Esterebâzî, İmâm Ebû Hanîfe vb. İslâm alimleri yer almaktadır. Kaldı ki bu konuda görüşünü yazılı olarak ifade etmeyen, ya da açıkladığı halde sayfalara geçerek günümüze ulaşmayan İslâm alimleri de mevcut olabilir. Gerçekten geçmiş asırlarda bu konuyla ilgili olarak anket yapılarak, dünyada mevcut tüm İslâm alimlerinin görüşleri alınmış mıdır? Böyle bir şeyin meydana geldiğini zannetmiyoruz. Bu durumda imâm Maziri veya benzeri kimselerin, "Bu konuda Ehl-i Sünnet'in ve Cumhurun (İslâm âlimlerinin çoğunluğunun) görüşü budur" şeklindeki ifadelerinin kendi gorüslerini haklı ve güçlü göstermeye yönelik bir genellemeden ibaret olduğu hatıra gelmektedir. Geçmişte bazı âlimlerin eserlerinde yer alan bu tür sözlerin, yeni yetişmekte olan alimler ya da okuyucular üzerinde pisikolojik bir baskı oluşturduğu bir gerçektir. Böyle bir baskı altında kalan yeni nesil ilim adamlarının, "âlimlerin çoğunluğunun görüşünden ayrılmayayım, yoksa sapıtırım" endişesiyle hareket ettikleri, eskiden söylenilip ortaya konulan yorum ve görüşlere teslim olup, onları aynen benimsedikleri, böylece kendi görüş ve kanaatlerini ortaya koymaktan çekindikleri de bir gerçektir. Bunun da, İslâm'ı ilimlerde gerilemeye yol açtığı, ilerleme ve gelişmenin önünü kapayarak, yeni nesiller içerisinden büyük dehalar, kudretli ilim adamları yetişmesini engellediği açık bir husustur.
İslâm alimlerinden Kadı İyâd ise bu konuda şunları söylemektedir:
"Hz. Aişe'den nakledilen hadiste anlatıldığına göre sihir, Hz. Peygamber'in aklına, kalbine, i'tikâdına değil, ancak mübarek bedenine ve dış uzuvlarına tesir etmiştir. Bu da hanımlarına yaklaşacağını zannedip de bunu yapamamasından ibaret bir tutukluktan başka bir şey değildir." [610]
Kadı İyâd ve benzeri İslâm alimlerinin yukarda işaret ettiğimiz görüşlerine göre, bu rivayetler sahihtir ve büyü Hz. Peygamber'in aklına tesir etmemiştir. Ancak sihirden dolayı Hz. Peygamber'in bedenine bir rahatsızlık gelmesini de kimse inkâr edemez. [611] Günümüzde yaşayan bazı âlimler de, Hz. Peygamber'in ismetine aykırı olur gerekçesiyle bu rivayetleri reddedenleri bidatçılıkla suçlamışlardır. [612] Bu aşırılıklara karşı Hamdi Yazır güzel bir tutum sergileyerek şöyle demiştir:
"Bununla beraber bu meseleyi bir Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bid'at ve İ'tizal meselesi gibi tasvir etmek de sihri haddinden fazla büyütmek gibi bir ifrattan hâli olmaz. Halbuki sihrin, şer ve zararını inkâra kalkışmak doğru olmadığı gibi, onu haddinden fazla büyütmek de doğru değildir." [613]
Mahmüd Ebu Reyye'nin de bu konuda Mısır'lı alimlerden Muhammed Abduh ve Reşîd Riga'nın görüşeleri doğrultusunda hareket ettiği görülmektedir. Ebû Reyye, Muhammed Abduh'un bu konudaki görüşlerini şu şekilde nakletmektedir:
"Bu konudaki hadise gelince, sahih olduğu farzedilse bile bu âhad türünden bir hadistir Âhad haberler ise Akâid konusunda delil olarak alınmaz. Hz. Peygamber'in, aklı konusunda sihirin tesirinden korunmuş olması da inanç esaslarından birisidir. Yakın İlim ifade eden bir delil olmadıkça, bunun aksine itimâd edilemez. Âhad yoluyla bize ulaşan bu hadis sebebiyle, bunu sahih kabul eden kimsede bir zan meydana gelse bile, bu konuda zan ve zannedilenle hareket etmek caiz değildir! Kendisi için bu hadisin sahih olmadığına dair deliller bulunan kimseye, bunu hüccet olarak gösteremezsin. Her durumda bizim için gerekli olan ve üzerimize düşen, bu hadis hakkında gerçeği teslim ederek, akidemiz konusunda onunla hükmetmemek, Kitâb'ın nassı ile aklın delilini almaktır. Eğer zannettikleri gibi Hz. Peygamber'in aklında bir karışıklık olsaydı, Onun, tebliğ etmediği bir şeyi tebliğ ettiğini veya kendisine indirilmeyen bir şeyin nazil olduğunu zannetmesi caiz olurdu. Durum açıktır ve hiçbir açıklamaya muhtaç da değildir... Herşey bir tarafa, sikiri reddeden birinin bidatçı sayılması caiz değildir. Çünkü Allah'a Teala, (Âmene'r-Rasâlü) ayetinde ve diğer ayetlerde mü'minlerin kendisine inanacakları şeyleri açıklamıştır. İman edip müslüman olabilmesi için bir kimse üzerine gerekli olan emirler de vârid olmuştur, fakat bunların içinde sihir konusunda herhangi bir şey gelmemiştir." [614]
Süleyman Ateş ise bu rivayetlerle ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
"Ayrıca bu rivayetler çelişkilerle doludur. Çünkü birinde, büyü yapan Lebîd'in yahudi, ötekinde yahudilerin analısı bir münafık olduğu, bir başkasında ise Hz. Peygamber'e hizmet eden bir yahudi çocuğunun Hz. Peygamber'in tarağındaki kılları ve tarağının dişlerini alıp yahudilere verdiği, yahudilerin de bunları Lebîd'e verdiği anlatılır. Hz. Peygamber' hangi yahudi çocuğu, ne zaman hizmet etmiştir? Gayet ihtiyatlı hareket eden, kendisine gelen İbrânice mektupları dahi güvenmediğinden dolayı yahudilere okutmamak için Zeyd b. Sâbit'e îbrâanîce'yi öğrenmesini emreden Peygamber (s.a.v.) bir yahudi çocuğunu nasıl harim-i ismetine alır? Ona hizmet edecek pek çok müslüman evladı varken ki bunlardan biri de Enes b. Mâlik'tir- yahudi çocuğunun hizmetine ne gerek vardır? Tarihte Hz. Peygamber'e hizmet eden bir yahudi çocuğu bilinmediği gibi, Hz. Peygamber'in altı ay kadar yattığı, hâşâ ne yaptığını bilmez bir şaşkınlık içine düştüğü de bilinmemektedir. Bu rivayetlerin büyü ve nazarın etkisini desteklemek ve insanları bunlardan korkutmak amacıyla ortaya atıldığında şüphe yoktur. Verilmek istenen temel düşünce şudur:
Büyü ve nazar Peygamber'e bile tesir etmiştir. Onun için bunlardan sakındırmak lâzımdır."[615]
Hamdi Yazır ise, Hz. Peygamber'e sihir yapılmasıyla ilgili rivayetler hakkında şunları kaydetmiştir:
"... Bu rivayetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile, Resülullah'a velev bir an için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vücübunu ifade edecek kuvveti haiz değildir. Zira esas itibariyle haber-i âhad hududunu geçmiş değillerdir. Haber-i ahad'ın sıhhati ise itikadın cevazını ifade etse bile vücübunu ifâde eylemez. Halbuki bunda itikadın vücûbu şöyle dursun, Kur'ân'ın nassına muhalif olduğundan dolayı caiz bile olamayacağına kail olanlar vardır. Nitekim İmâm Mâtüridi’den nakledildiğine göre Ebu Bekr Esâm, burada, rivayet edilmiş olan sihir hadisi metruktür, çünkü bunda kâfirlerin Aleyhissefatü ve's-Selâm'ameshürdemelerinin sıdkı lâzım gelecektir. Bu ise Kur'ân-ı Azîmü'ş-şân'ın nassına muhaliftir, demiş ve Mu'tezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden etkilenmenin mansıb-ı Nübüvvete yakışmayacağını söylemişlerdir." [616]
M. izzet Derveze de, "Seyhayn'ın Hz. Aişe'den naklettikleri bu hadis karşısında hayret ediyoruz" [617] demektedir. Süleyman Ateş ise, "Peygamber eğer yapılan büyünün etkisinde kalıp, yapmadığını yaptı zannedecek kadar bir akli denge bozukluğuna uğrarsa, ne O'nun masumluğu, ne de vahiylerin korunma garantisi kalır. Peygamber böyle kusurlardan uzak, münezzehtir." [618] şeklinde görüş beyan etmektedir. Hamdi Yazır da bu konuda, "Peygamber'e sihirbaz ve Nübüvveti yönünden sihirlenmiş diyenin küfründe şüphe yoktur. Burada üç mesele vardır:
Birincisi sihrin vukuu,
İkincisi Peygamber'in bu sihirden etkilenmesinin vukuu,
Üçüncüsü bu sürelerin (Felak-Nâs) nüzul sebebi olup olmaması... Peygamber'e bir sihir yapıldığına ve O'nun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteellim olduğuna itikad etmek caiz olabilse de vâcib değildir." [619] demektedir.
Süleyman Ateş, Kadı Iyâd ve benzerî İslâm âlimlerinin, kendisine yapılan sihirin Hz. Peygamber'in aklına, kalbine, itikadına değil de, bedenine, dış uzuvlarına tesir ettiğine dair iddialarım reddetmektedir. Süleyman Ateş bu konuda da şunları söylemektedir:
"Elbette bu cevap tutarlı bir cevap değildir. Çünkü Buhârî'de bulunduğundan sağlam kabul edilen rivayette dahi Peygamber, 'Kadınlarına varmadığı halde vardığını, yapmadığı şeyi yaptığını sanıyordu ve altı ay böyle sürdü' deniliyor. Bu, altı ay Peygamber'in hayal gördüğü anlamına gelir. Bu, bir beden hastalığı değil, hâşâ O'nun akıl gücünün zayıflaması, işlevini yapamaması demektir. Bu esnada O'nun, gelen vahiyleri zabtedememesi, başka şeylerle karıştırması gayet mümkündür." [620]
Yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerin metninde yer alan Hattâ Kâne Resülullâhı Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem Yuhayyelu İleyhi Ennehu Kâne Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Fe'alehu), [621]
Hatta Leyuhayyelu îleyhi Ennehu Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Fe'alehu) [622]
(Kâne Yerâ Ennehu Ye'tin-Nisâe velâ Ye'tîhinne) [623]cümlelerindeki (Yerâ/Leyuhayyelû/Yuhayyelû) lafızlarının, Süleyman Ateş'in veya daha önceki bazı âlimlerin görüşlerinde haklı olduklarını ortaya koyduğu açıktır. Gerçekten de hayal görme olayının akıl ve zihinle ilgili bir husus olduğunu tesbit edebilmek için derin bir Psikoloji ya da Felsefe bilgisine ihtiyaç olmadığı ortadadır. Bugün bir insanın hayal görme olayını kaslarıyla, kollarıyla, bacaklarıyla değil, aklıyla, zihniyle, beyniyle gerçekleştirdiğini herkes bilir. Yukarıda yer alan rivayetlerdeki ifadelere göre, güya (!!!) bir yahudi Hz. Peygamber'e sihir yaparak, halk arasındaki deyimiyle Onun erkekliğini bağlamış, hanımlarına yaklaşamamasını temin etmiştir. Büyü yoluyla, Hz. Peygamber üzerinde böyle bir tesir meydana getirilebildiğini kabul etmek alken ve ilmen mümkün görünmüyor. Bu hususu doğru kabul etmek, kâfir ya da müşriklerin sihir yoluyla Hz. Peygamber üzerinde istedikleri etkiyi meydana getirebildikleri düşüncesine kapı açar, Hz. Peygamber'in iffet ve namusuna halel getirir, münafıklar tarafından O'nun (s.a.v.) şerefli hanımlarına yapılan zina iftiralarına malzeme olur. Büyü yoluyla Hz. Peygamber iktidarsızlaştırılabiliyordu, kendisi bu şekilde rahatsız olduğu için, 9 ya da 11 tane hanımı da cinsel ihtiyaçlarını gideremiyorlardı gibi bir takım iftirayalara yol açar. Nitekim kaynaklarda Hz. Âişe'ye ve Peygamberimizin oğlu İbrahim'in annesi Mâriye'ye bu tür iftiralar yapıldığından bahsedilmektedir.
Kanaatimizce, bu konuda en doğru yol dengeli hareket etmektir. Ne Hz. Peygamberin cinsel gücünün abartılarak insan üstü boyutlara çıkartılmasına hizmet eden rivayetlere, ne de O'nun (s.a.v.) sihir yoluyla cinsel yönden iktidarsızlaştırı-labileceği fikrine zemin teşkil eden nakillere itibar edilmelidir. Bu konuda hakikat ne ise, doğru bir şekilde ortaya konulmalıdır. Bu açıdan Hz. Peygamber'e sihir yapıldığından bahseden bu rivayetleri toptan reddetmenin de doğru olmadığını düşünmekteyiz. Bunlar Hz. Peygamberin hayatı, mu'cizesi, Allah'ın (c.c.) kendisini düşmanlarının şerrinden koruması açısından tarihi bir değere haizdirler. Bu hadisler bize, Hz. Peygamber'e, kimliği ne olursa olsun bir düşmanı tarafından zarar vermek maksadıyla sihir yapıldığını haber veriyor. Bu husus tarihi açıdan doğru olabilir, kanaatimizce de doğrudur. Çünkü sihir çok eski çağlardan beri var olagelmiş bir uygulamadır. Yahudilerin bununla fazlaca meşgul oldukları, düşmanlarından bu yolla intikam almaya çalıştıkları da bir gerçektir. Bu sebeple Hz. Peygamber'e de zarar vermek maksadıyla Lebîd b. el-A'sam'a başvurarak sihir yaptırmış olabilirler. Bu rivayetler olayın bu yönüne işaret etmektedir. Yukarıdaki hadislerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi Yahudilerin bu faaliyeti, Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber'e bildirilmiştir. Resûlullah (s.a.v) üzerinde bu sihirin bir tesiri de söz konusu değildir. Yüce Allah, bunu Hz. Peygamber'e bildirmek ve o büyüyü atıldığı kuyudan çıkarttırmak suretiyle, sihiri yapan ve bundan medet uman İslâm düşmanlarını rezil, rüsvay ve mağlub etmeyi arzu etmiş ve bunu gerçekleştirmiştir. Hadislerden anladığımıza göre Hz. Peygamber, Yüce Allah tarafından durum kendisine bildirilince, yanına ashabından bir grubu almış, ya da bir ekiple Hz. Ali'yi göndermiş ve sihiri yapan Lebid b. el-A'sam adlı yahudinin arazisi içinde olduğu kaydedilen Zû Ervân kuyusundan o büyüyü bulup çıkartmıştır. Bu büyüyü imha için, halk arasında yaygın olan inanç doğrultusunda da hareket etmemiş, buna gerek görmemiştir. Böylece sihirden/büyüden meded bekleyen, ondan bir silah olarak yararlanmak isteyen İslâm düşmanlarına maksatlarına eremeyeceklerini, bu tür şeylerin kendisine ve müslümanlara herhangi bir tesir yapamayacağını, Yüce Allah'ın kendilerini koruyacağını göstermiştir. Büyüyü yapan şahsı cezalandırmaya da gerek görmemiş, böylece iyice rezil olmasını, Yahudi ve müşrikler arasında itibardan düşmesini sağlamıştır. Bu rivayetler bu yönüyle doğrudur. Ancak bunlarda zabt kusuru vardır. Rivayetin metnini problemli duruma sokan ve âlimler arasında tartışmalara yol açan yukarıda kaydettiğimiz sihirin, Hz. Peygamber üzerinde nasıl bir tesir meydana getirdiğine dair ifadeler, kanaatimizce daha sonra râvîlerin yaptığı açıklamalardır. Nitekim ravilerden Süfyân'ın, bu konudaki bir açıklaması bu rivayetlerden birisinin içinde yer almaktadır. Buna göre Süfyân, "işte bu, sihirden olabilecek rahatsızlığın en şiddetlisidir" [624] demektedir. Ayrıca İslâm âlimlerinden Ebü Bekr Ahmed b. Ali el-Cessâs da aynı görüşte olup, rivayetleri problemli hale sokan bu ilavelerin aslının olmadığını, bunların sonradan râvîler tarafından hadislerin metnine eklendiğini söylemiştir. [625] Büyünün Hz. Peygamber'e tesiri konusundaki,
(...= Hattâ Kâne Resülullâhi Sallallâhü Aleyhi Ve Sellem Yuhay-yelu îleyhi Ennehu Kâne Yef'alu'ş-Şey'e Ve Mâ Ee'alehu Kâne Yerâ Ennehu Ye'ti'n-Nisâe velâ Ye'tihinne) tarzındaki bu ifâdelerin ravî Hişâm b. Urve'den, yada babası Urve'den kaynaklanmış olması çok muhtemeldir. Urve b. ez-Zübeyr'in, veya Hişâm'ın bu açıklamaları Hz. Âişe'ye mal edilmiş, onun sözlerinin arasına dahil edilmiş olabilir. Bu konularda ihtiyatlı davranmakta yarar vardır.
Hz. Peygamber'e büyünün tesir ettiğini kabul ettiğimizde karşımıza çıkacak bir problem de şudur:
Daha önceki bölümde kaydedildiği üzere sihirin bir kısmının cinlerle irtibat yoluyla, onları kullanarak yapıldığı ileri sürülmektedir. Bu iddiada bulunanlara göre cin, sihir yapılan kimseye gelerek onu etkilemekte, çarpmakta, hastalandırmaktadır. Biz bu hususun isbâtının mümkün olmadığını kaydetmiştik. Geriye diğer bir yol kalıyor ki o da, cin ya da şeytanların telkin yoluyla bir kimseyi etki altına almalarıdır. Her iki yolla da, sihir yapılarak, cinler kullanılarak sihirbazlarca Hz. Peygamber'e tesir edilmesi söz konusu olamaz. Ona (s.a.v.), cinlerin yada şeytanların çarpmasını, telkinde bulunmasını, kendilerinin bundan etkilenmelerini kabul etmek mümkün değildir. Buna peygamberlik sıfatları ve makamı mânidir, hiçbir şekilde bunu tartışmaya gerek yoktur. Ayrıca bu husus Kur'ân-ı Kerim'in adı geçen âyetlerine ve bu konudaki sahih hadislere aykırıdır. Kur'ân-ı Kerim'de, müşriklerin Hz. Peygamber'e büyülenmiş diye iftira ettikleri haber verilmektedir:
"Seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zâlimlerin: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediklerini Biz çok iyi biliriz." [626]
"Bu zâlimler inananlara: 'Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler.” [627]
Bazı sahih hadislerde de, Hz. Peygamber'in Yüce Allah'ın izniyle şeytanın şerrinden emin olduğu haber verilmektedir. [628]
Burada hemen kaydetmek gerekirse, Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) bu hususla ilgili olarak gelen rivayetleri de bu doğrultuda değerlendirmemiz gerektiği açıktır. (Bkz. Ek: 5) Bu rivayetlerde sihirin Hz. Peygamber üzerindeki tesirini anlatmak için kullanılan lafızların O'nu (s.a.v.) bir deliyle aynı konumda gösterdiğine daha önce işaret etmiştik. Hz. Peygamber hakkında böyle bir durumu kabul etmek mümkün değildir. Yine bu hadislerde de zabt kusuru olduğu çok açıktır. Çünkü hadis âlimleri katında daha sahih konumda olan el-Buhârî ve Müslim'in bu konudaki rivayetlerine aykırılıklar vardır. Kanaatimizce bunlar da ravilerden kaynaklanmaktadır. Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) nakledilen bu nakil de âhad türünden bir rivayet olup, Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) râvi Ebû Muaviye Muhammed b. Hazım el-Kûfî'ye kadar sadece birer kişi nakletmiştir. Bu rivayette kullanılan (Haddesenâ/Ahberanâ) şeklindeki edâ sigası da en-Nesâî ve Ahmed b. Hanbel'den hemen önce (An) lafzına dönüşmektedir. Ariane yoluyla yapılan bu rivayetin senedinde kopukluk şüphesi, Hz. Âişe'den gelenlere oranla daha fazladır. Çünkü en-Nesaî ve Ahmed b. Hanbel, nakilleri eserlerine alma konusunda el-Buhârî ve Müslim'in gösterdiği titizliği benimsememiş, onlara nisbetle bu konuda gevşek davranmışlardır. Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) gelen bu rivayetlerin senedindeki inkıtal (kopukluk) şüphesini giderip, bunların hangi yolla alındığını net bir şekilde ortaya koyacak, diğer bir hadise de sahip bulunmamaktayız. Ayrıca ravilerden el-A'meş Süleyman b. Mihrân el-Kûfî, tedlîs yaptığı için hadis âlimlerinin tenkidine uğramıştır. Abdullah b. el-Mübârek ile Muğîre, Kûfeliler'in hadislerini el-A'meş ile Ebû İshak'ın ifsâd ettiğini söylemişlerdir. Ahmed b. Hanbel, el-A'meş'in hadisinde bir çok ıztırap bulunduğunu bildirmiştir. ez-Zehebî, el-A'meş'in bazan kim olduğu bilinmeyen zayıf kimselerden tedlîs yaptığını zikretmiş, rivayet ederken (Haddesenâ) dediği zaman problem olmadığını, fakat (An) lafzını kullandığında tedlîs ihtimhalinin söz konusu olduğunu söylemiştir. Ali b. el-Medînî ise, el-A'meş'in zayıf kimselerden naklettiği hadislerinde evhamının çok olduğunu bildirmiştir. [629] Burada, el-A'meş'in konumuzla ilgili olarak Yezîd b. Hayyân vasıtasıyla Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) yaptığı rivayetinde de tamamen (An) lafzını kullandığını gözönünde bulundurmamız son derece faydalı olacaktır. Söz konusu rivayeti el-'A'meş'ten alan ravî Ebû Muâviye ed-Darîr Muhammed b. Hazmı et-Temîmî el-Kûfî (v.195) de hadis âlimleri tarafından tenkid edilmiştir. Ebû Muâviye'nin tenkide uğradığı hususların başında zabt yönü gelmektedir ki, bu husus konumuz açısından çok mühimdir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Muâviye'nin, el-A'meş'in hadisinin dışındaki rivayetlerinde ızdırab bulunduğunu, çünkü naklettiği şeyleri iyice ezberlemediğini söylemiştir. Yahya b. Ma'în, onun Ubeydullâh b. Ömer'den münker şeyler naklettiğini ifade etmiş, İbn Sa'd ve Ya'kûb b. Şeybe ise tedlîs yaptığını bildirmişlerdir. İbn Ebî Hatim de, el-A'meş'ten nakil konusunda onun Süfyân'dan sonra geldiğini belirterek, zabtının Süfyân kadar güçlü olmadığına işaret etmiştir. [630] Bu sebeple bu rivayete sahih hükmünü vererek, Hz. Peygamber'e yapılan büyünün kendisine tesir ettiği kanaatine varabilmek mümkün değildir. Bunlara dayanarak, Resülullah'a (sav) yapılan büyünün kendisine tesir ettiğine inanmayan kimseleri bid'atçılıkla suçlamak ise son derece hatalı, Yüce Allah katında sorumluluğu gerektiren bir tutumdur. [631]
Bu konuda yazılmış bazı kitaplarla halk arasında yaygın olan kanaate göre, sihir/büyü yoluyla bazı işlerin gerçekleştirilebileceği iddia edilmektedir. Bu hususlardan bazıları şunlardır:
Karı-koca veya başka iki kişinin arasına düşmanlık sokmak, aralarını ayırmak, dil bağlamak, bir kadın ve erkeği birbirine sevdirmek, baş ağrısı, göz ağrısı, iç sıkıntısı vermek, sidikliğini bağlamak, uykusunu bağlamak, bir kimseye hastalık ve sıkıntı musallat etmek, kadın ya da erkeğin evlenmesini kolaylaştırmak, kaybolan şeyleri bulmak, hırsızın kimliğini bilmek, istediği şeyi rüyada görmek, bir yerden bir kimseyi çıkarmak, bir kimseyi kendisine meyil ve muhabbet ettirmek, bir yeri harap etmek, hoşlanılmayan şahsı kovmak, düşmanları maglub etmek, onlara zarar vermek, konuşamayan ve yürüyemeyen çocukları tedavi etmek, karı-kocanın arasını bulmak, sihiri iptal etmek, zalimlerin şerrinden emin olmak, büyü yoluyla bağlanmış kimseleri çözmek, cinleri göndererek istenilen şahsa zarar vermek, göze görünmemek, silahın tesirinden korunmak, kapalı bahtı açmak, sar'a ve felçten korunmak, erkek çocuk sahibi olmak, insanı uykudayken konuşturmak, ruhları emri altına almak, uzun ömürlü olmak, bir şahsı istediği zaman istediği yere getirtmek.
Yukarıda kaydedilen konularla ilgili herhangi bir problemi olan kimselerin, çaresizlik içinde bu yollara başvurdukları, bunlardan medet bekledikleri toplumumuzda gözlenen bir gerçektir. Bu konularla ilgili olarak, halkımız arasında çok meşhur olan Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin Kenzü'l-Havas adlı kitabını incelemeye çalıştık. [632] Süleyman el-Hüseynî, kitabının giriş kısmında bu konuda şunları söylemektedir:
"Nazil olan kitapların sırları cemetmesi, bütün şifa ve rahmetin menbai olan Kur'ân-ı Kerlm'in her bir âyeti, hatta kelime ve harfi bir fena bulmayan, fani olmayan havas hazinesi olup, bunlardan bin üçyüz kusür hatta bin dörtyüz küsür seneden beri istifâza ve istifâde olunduğu, faide görülüp feyz alındığı ve bu sayede ne büyük azim ve hârikalar meydana geldiği görülmüştür ve görülmektedir. İslâmiyet'in zuhurundan evvel ve kâhinler ve rahipler Tevrat ve İncîl-i Şerifin ayetleriyle keramet ibraz etmeye muvaffak olmuşlardır ki, bu erbabı indinde malumdur. Âdem aleyhisselam'ın inişinden zamanımıza kadar âyetlerin ve Esmâ-i Şerif enin havassı, evrâd ve ezkâr ile iştigal olunmuş, her zaman azim ve ciddiyet, tam bir itikâd ve saf bir kalb, temiz, her şeyden arınmış bir kalb ile okunan ve yazılan evrâd ve esmadan, vefk ve tılsımlardan matlub olan faide istihsal olunmuş, istifade görülmüştür.
Ruhun bekası, alem-i süflide te's'irâtı eslâf indinde, geçmiş kavimler indinde tasdik üzere olduğu halde, geçen asırda bütün mukaddesatı çürütmek, dinleri ortadan kaldırmak fikrine düşen bazı adamların sa'yü gayreti neticesi olarak bu emir ceffalkalem inkâr edilmeye başlanmıştı. Fakat bugün fevkalâde bir ehemniyet peyda eden 'Ervah ile Münâsebet' ilmi, bir asır evvelki itikâd ve kanaatin doğru ve hakiki olduğunu yeniden te'yid ve isbat eylemiştir.
Bugün Avrupa bilhassa Amerika'da ulemanın ve ukelanın büyükleri bile tasdik ve itiraf ettikleri Manyetizma (Mıknatısıyyet-i insaniye), İspiritizma (Hmü'l-Ervâh) bin bu kadar seneden beri malumumuz olan Îlm-i Havas ve teshirden başka bir şey değildir. Avrupalılar irâdenin kuvvetini, o kuvvet sayesinde her şeye galebe ve tahakküm mümkün olduğu (Manyetizma) kitaplarında söylüyorlar.
Bu bizim havas kıraetindeki 'tam itikâd ve ciddiyet lâzımdır' dediğimizin aynıdır. 'Manyetizma' ile 'Sükjestiyon' yani ilkâ-i fikir ve arzu, bizim havas ile teshîr-i kalb ve fikirden başka birşey değildir. 'İspiritizma'da ervahın celbi, onlarla mükâleme, hatta onları müşâhade, bizim havas ile ruhları davet usulümüzden gayrı bir şey midir?... Demek ki, ta kadim zamandan beri bizde malum olan havas ilmini ve teshir denilen ilmi bir asır kadar red ve inkâr eyledikden sonra, bugün Avrupa ve Amerika kabul ediyor. Bunları beyan etmekten maksadımız bazı inkâr erbabının fikirlerini tenvir içindir. Yoksa havass-ı Kur'âniyye ve itikâd-ı tam ile kıraat olunan evrâdü ezkâr ve esmanın tesirâtı hakkında din erbabının hiç şüphesi yoktur." [633]
Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin yukarda kaydedilen görüşlerinin ruh ve cinlerin mevcut oldukları, bunların inkârının mümkün olmadığı tarzındaki görüşü doğru olmakla beraber, Kur'an-ı Kerîm'in sûre ve âyetlerinin gizli bazı özellikleri (havas) olduğu, bunların okunması ya da vefk ve tılsım halinde yazılmasıyla, daha önce sıralanan sihir/büyü kapsamına giren bazı işlerin yapılabileceğine dair sözlerini doğru kabul etmek mümkün görünmemektedir. "Yoksa havass-ı Kur'âniyye ve itikâd-ı tam ile kıraat olunan evrâdil ezkâr ve esmanın tesirâtı hakkında din erbabının hiç şüphesi yoktur" şeklindeki görüşü de kanaatimizce gerçekleri yansıtmamaktadır. İleride bu konuda verilen örneklerin incelenmesinden de anlaşılacağı gibi, vefk ve tılsım haline getirilen, vird ya da zikir halinde söylenilmesi istenilen Kur'ân âyetlerinin ne mânâ ne de nüzul sebebi açısından öne sürülen konu ile herhangi bir ilgisi yoktur. Bunların tamamının, önceki milletleri, Yahudileri, Hıristiyanlar! Sâbiîleri, Eski Mısırlıları, Eski iranlıları, Bâbillileri taklid etmek suretiyle ortaya konulduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin kendisi de yukarda kaydettiğimiz sözlerinde, İslâm'dan önce râhib ve kâhinlerin Tevrat ve İnciller'in âyetlerini bu konularda kullandıklarını kaydetmektedir. Sihir konusu ile ilgili olduğu söylenilen Kur'ân âyetlerinin incelenmesinden bu âyet-i kerîmelerde geçen bazı kelimelerden hareketle, bunların o hususlarla irtîbatlandırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Meselâ (... .=Muhabbet) kelimesinin geçtiği bir Kur'ân âyeti [634] alınarak, hiçbir ilgisi olmadığı halde, bir kadın ve erkeği birbirine sevdirmek için yapılan sihirde kullanıldığı, vefk ve tılsım haline getirildiği ortaya çıkmaktadır. [635] Güvenilir kaynaklarda ise bu Kur'ân âyetlerinin, anılan konularla ilgili özellikleri olduğundan söz edilmemektedir. Zaten Kur'ân, sihir/büyü yapmak, vefk ve tılsım yazmak için gönderilmemiştir Fakat ne yazık ki, insanlığı hidayet ve kurtuluşa sevketmek için gönderilen Kur'ân-ı Kerim, bazı kimselerce sihir/büyü tılsım, vefk vs. yapmada kullanılmakta, İslâm tarafından şirk ve küfür olarak nitelendirilen sihir ya da büyünün meşru olduğu bu yolla ileri sürülmek istenilmektedir.
Diğer taraftan, ortaya konulan bu sihir çeşitlerinin yapılması yıldızlarla irtibatlandırılmaktadır. Seyyid Süleyman el-Hüseynî de bu yola girerek, kitabında, "Sa'îd ve Nahs Vakitler, Onlardan Hayır ve Şerre Muvaffak Olanlar" diye bîr bölüm açmıştır. [636] Burada haftanın günleri teker teker ele alınmakta, günün 12 saatinin hangisinin gök cismine ait olduğu, hangisinin uğursuz, hangisinin uğurlu olduğu, hangisinde hangi çeşit büyülerin yapılacağı belirtilmektedir. Burada kendisinden bahsedilen gök cisimleri arasında Güneş, Ay, Zühre, Utarit, Zuhal, Müşteri ve Merih'in mevcut olduğu görülmektedir. Yapılacak sikirin belirli zamanlarda yapılacak olması, bu vakitlerin de gök cisimleriyle irtibatlandırılması, yıldızlara tapan Bâbilliler'den, Sâbiîler'den ve İslâm öncesi diğer milletlerden kalma hurafe niteliğindeki bir takım bilgilerin, bazı kimseler tarafından İslâm'a sokulmaya çalışıldığını göstermektedir. Önceki din, kültür ve medeniyetlerden kalma bu hurafeler, Kur'ân âyetleriyle, bazı me'sûr dualarla birleştirilmeye çalışılmıştır. Nitekim İslâm Dini'nin ana kaynaklarında bulunmayan Azâim ve Havassa dair bu malzemenin daha çok Mısır, İran, Türk ve Hind bölgelerinde yaşayan eski kültürlerden müslümanlara intikal ederek, halk arasında yaygın bir şekilde benimsenen bâtıl inançlar haline geldiği ilim adamlarınca kaydedilen bir husustur. [637] Söz gelimi İslâm'da uğursuzluk kavramı olmadığı halde, uğursuz vakitler olduğu inancı yerleştirilmeye uğraşılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan bazı âyetler de, müneccimler tarafından bu iddialarına delil gösterilmek istenilmiştir ki, bu âyetler şunlardır:
"Biz onların üstüne uğursu mu uğursuz bir günde uğultulu kasırgayı saldık" [638]
"Biz de, onlara dünya hayatında rezillik azabını taddırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine dondurucu bir rüzgar gönderdik. Ahiret azabı ise daha da kepazeliktir. Ve onlara hiç yardım edilmez." [639]
Ancak bu âyetlerde bahsedilen günlerin uğursuz olması hususunun izafî (göreceli) olduğu açıktır. Nitekim Hamdi Yazır bu konuda şunları söylemektedir:
"Fi Eyyamın Nahisâtin"/Nuhusetti, uğursuz günlerde -Müneccimler buradan bazı günlerin nahs olduğuna istidlal eylemişlerdir,- fakat Kelâmcılar demişlerdir ki, günlerin sa'îd ve nahs ile itüsâfı zâtı değil, izafidir. Yani gün bir adama göre nahıs, diğer bir adama göre sa'd olabilir. Elem gören bir adam için meş'üm, nimet gören bir adam için uğur olur." [640]
Yüce Dinimiz İslâm'ın getirmiş olduğu temel bir inanç da, uğursuzluk diye bir kavramın mevcut olmadığıdır. Uğursuzluk inancı, İslâm öncesi kültürlerden geçme bir kavramdır. Nitekim kaynaklarımız, Câhiliye Arapları ile o dönemde yaşayan bir kısım Yahudilerin, atta, kadında ve evde uğursuzluk vardır şeklinde bir inanca sahip olduklarını ve Hz. Peygamber'in bunu reddettiğini kaydetmektedirler. Nitekim Hz. Peygamber bir hadislerinde, İslâm'da uğursuzluk diye bir şeyin olmadığını bildirmişlerdir. [641] Şu halde, günlerde, zamanlarda uğursuzluk söz konusu değildir, bu, şahısların algılamasına göredir. Bir gün, bir kişi için saadet ve mutluluğa kavuştuğu bir zaman dilimi olduğu halde, diğer bir kimse için felakete uğradığı, üzüntülere gark olduğu bir vakit olabilir. Örneğin İstanbul'un fethedildiği, Yunanlılar'ın İzmir'de denize döküldüğü gün Türkler çok sevinmiş, Rumlar çok üzülmüştür. Burada konumuzla ilgili olarak şu hususu da kaydetmeliyiz ki, Resülullâh (s.a.v.), Astronomiyle ilgili bir takım bilgilerin sihir işlerinde kullandırasını yasaklamıştır. [642] Yıldızlarla ilgili olarak Bâbil döneminden kalma bir takım bilgileri, hurafeleri İslâm kültürüne aktararak, büyü yapmada kullanan kimselerin Hz. Peygamber'in bu yasağını çiğnedikleri açıktır.
Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin kitabında yazdığı şeylerin bir kısmının duâ mahiyetinde olduğu görülmektedir. Duanın kabul edilip edilmemesi Yüce Allah'a aittir. O, dilerse bu duaları kabul eder, dilemezse etmez. O zaman bu virdleri, bu tılsımları ve vefkleri, belli saatlerde belli şartlarda yerine getirince, bunun sonucu olarak arzu edilen şeyin mutlaka gerçekleşeceği iddia edilemez. Vefk, tılsım, zikir, vird, büyü diye takdim edilen şeylerin bu konuda bir gücü olmadığı açıktır. Bunları yapınca, mutlaka şu iş meydana gelir, diye bir düşünce tamamen yanlıştır. Hayır ya da şer cinsinden arzu edilen bir işin gerçekleşmesi Allah'ın dilemesine bağlıdır. Cenâb-ı Hak (c.c), bu konudaki duayı kabul ederse, o hayır ya da şer cinsinden olan fiil gerçekleşir, aksi takdirde kulun arzu ettiği bu işin gerçekleşmesi mümkün değildir. O zaman bu tılsım, vefk ve virdlerde bir güç vehmetmek, bir dua olduğunu unutarak bunlardan meded ummak, istenilen şeyin Allah'ın iradesiyle değil, bunları yapmakla meydana geleceğine inanmak bir cahiliye inancıdır, şirk ve küfürdür. Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Bir düğüm bağlayarak, ona üfleyen sihir yapmış olur. Büyü yapan ise şirk koşmuş olur. Vücuduna muska asan da, astığı muskaya havale edilir." [643]
Hz. Peygamber'in yukarda kaydetmiş olduğumuz buyruklarından anlaşılacağı üzere, bir kişinin vefk, tılsım, dua, vird vs. yazarak boynuna asması ve bundan medet beklemesi yanlıştır. Cenab-ı Hak bu kişiden himayesini kaldırır, onu, bu muska, vefk ve tılsımın korumasına bırakır. O kişiye buğzeder. Yüce Allah'ın himayesinin kaldırıldığı yerde, bu tılsımın, vefk ve muskanın ne kadar korumasının olacağını takdir etmek herhalde zor değildir. Bu konuda Süleyman Ateş şunları kaydetmektedir:
"Düğümlere okuyup üfleyenlerden Allah'a sığınmayı emreden, büyüyü haram kılan, büyü yapanı da en ağır biçimde cezalandırmayı emreden İslâm dininin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. O, tas kurup cin çıkarmalar, yazdıkları nüshaların mikroplu mürekkeplerini hastalara içirip, onları daha da perişan durumlara sokanlar elbette günah işlemektedirler." [644]
Burada, Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin Kenzü'l-Havas adlı bu konudaki eserinin, Ahmed b. Ali el-Bunî'nin Şemsü'l-Ma'ârif adlı kitabının Türkçe'ye tercümesine bazı ilaveler yapılarak hazırlanmış olduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Gerek bu kitapta gerekse bu konuda yazılmış diğer eserlerde tılsımların harf ve rakamlarla yapıldığı görülmektedir. [645] Bu tür kitaplara göre, harfler ve onların ifade ettiği rakamlar tabiatüstü esrarengiz kudrete sahiptir. Harfler ise "Ebced" deki sıraya göre bir sayı ifade ederler. Ebced hesabının kaynağı İslâm öncesi kültürlere dayanır, İslâm'da yasak kılman ve şirk olduğu bildirilen bu tılsımların ve efsunların kaynağı, Yahudilerin "Kabbalah" dedikleri mistik ve skolastik felsefeleridir. Buna göre, Yahudi alfabesindeki 22 harfin ve ifade ettikleri rakamların mistik ve büyülü mahiyetleri vardır. Yahudilerin din kitaplarında zikredilen Tanrı adları ve sıfatlarının harflerini iyi kullanmak suretiyle, harikalar meydana getirmek mümkündür. Yahudiler'deki bu Kabbalah Ekolü, Eski Ahit'in asıl anlamlarını araştırır. Tıpkı İslâm dünyasındaki 'Hurûîler'in yaptıkları gibi, harflere tabiat üstü güçler ve anlamlar verir. Arap harflerinin Ebced Hesabı ile nasıl ayrıca birer sayı değeri varsa, İbrânîce'de de öyledir. Bu, Kabbalacıları, garip, içinden çıkılmaz bir sayı mistisizmine, harfler ve sayılarla kehânete, büyüye götürmüştür. İslâm âleminde de "Cifir" adı verilen bir kehânet yolu, bundan başka sayılar, harfler, muskalar, vefkler, tılsımlar ve sihirler göze çarpmaktadır. Bunlar yahu dilerdeki Kabbalah ile karşılaştırılacak olursa, asla bir tesadüf olamayacak benzerliklere rastlanır. Yahudi Şeriatının dışında olan bu akımlar, M.Ö.l. yüzyıla kadar uzanır. Tevrat'ın, gizli ve harflere bağlı olduğu iddia edilen anlamları üzerindeki bu akıl oyunlarının sonunda Kabbalistler iki gruba ayrılmıştır,: inanç işlerindeki kurguları sürdürenlerle, Tevrat'ta var olduğunu iddia ettikleri güçlerden faydalanmak isteyen "uygulayıcılar". Bunlar, harf ve sayı mistiklerine dayanan, altın yapmaya ve hayat iksirini aramaya uğraşan sözde bir bilim ile, falcılık, büyü, sihirbazlık, olacakları önceden bilme işlerinde kullanılan çeşitli garip formüller ve hesaplar geliştirdiler. Bunun İslâm dünyasında da aynı şekilde geliştiği bilinmektedir. Cifir denilen yola başvurma, harflerle çeşitli cambazlıklar yapma, bunları ebced hesabıyla sayıya dönüştürme, çıkan sayıları çeşitli işlemlerle yeniden harflere çevirmek suretiyle falcılık, böyle kurgulara dayanan yarı sihir yarı dua yoluyla canlı ve cansızlar üzerinde etki yapmaya çalışma, Simya, kısacası insana tabiat üstü güçler kazandırmak için ilâhî güçten faydalanma yollarının aranışı ve bunlara inanış İslâm âleminde de İslâm'a tamamen aykırı olduğu halde almış yürümüştür. Yahudilerdeki bu Kabbalah marifetleri nesilden nesile, gizli bilgi olarak seçkin kimselere öğretilmiştir. XIII. asırdan sonra da kitap halinde yazılmaya başlanmıştır. İspanya ve Güney Fransa'da yaşayan yahudiler arasında yayılan bu sihirler, İspanya yahudilerinden müslümanlara geçmiştir. es-Seyyid Süleyman el-Hüseyni'nin Kenzü'l Havas adlı bu konudaki kitabının asıl kaynağı olan Cezayir'li Ahmed b. Ali el-Bunî'nin de bu İspanya Kabalistler'i ile temasa geçerek, eserinde yazdığı bir takım şeyleri bunlardan almış olması kuvvetle muhtemeldir. Bu kitaplarda yer alan afsunların çoğunun Danyail Haryail gibi "il" ile biten Yahudi isimleri olması, bu afsunların Kabbalist Yahudiler'den alındığına delalet etmektedir.
Yazı işaretlerinin (Hiyerogklif, harf, rakam) esrarengiz büyülü kuvvet ihtiva ettiğine dair inanç, tarihin çok eski dönemlerine kadar uzanmaktadır. Yazının mahiyetini bilmeyen kavimler yazıyı keşfeden milletlerin, deri, tahta, tablet veya başka şeylere çizdikleri çizgilerle konuşup, gaibden haber aldıklarına ve bu acaib çizgilerde tabiatüstü esrarlı bir kudret bulduğuna inanmaktaydılar. Bu inanç ve dehşetin cahil halk topluluğunda bıraktığı derin izler zamanımızda da görülmekte, halkın cehaletini istimar eden büyücülerin elinde bir matah olmaktadır. [646] İlkel insana göre, tabiat dışı kötü kuvvetler vardır, onlarla savaşmak ve onlardan korunmak gerekir. Bu açıdan sihirde daire büyük bir rol oynar, yere çizilmiş bir dairenin içine cinler ve şeytanlar giremezler. Yahudilerde de örneğin gebe bir kadını bir masanın etrafında dolaştırırlar, böylece bir daire çizilmiş olur. Ya da onu bir kapı eşiğinden atlatırlar. Evin kapısı ve eşiğinde evle dünya ayrılır sayılmaktadır. Bundan başka Tevrat tomarlarına sarılı bağlardan birinin lohusaya getirildiği de görülmektedir. Bunların, sihirli kuvvetleri harekete geçirdiğine inanılmaktadır. Ancak bütün bunlar, Yahudi din adamları tarafından kabul edilmemiş ve kötü gözle bakılmıştır. Tevrâtın bir büyü aracı olması, din adamları tarafından kabul edilir bir husus değildir. [647]
Halkımızın arasında yaygın olan sihirlerin kaynağının sadece Yahudilik olmadığı, Türkler'in İslâm'dan önceki din ve kültürlerinin de bu konuda rol oynadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Türkler İslâm'ı kabul ettikten sonra eski dinleri olan Şamanizm'e hizmet eden şamanlar, Budizm ve Maniheizm rahipleri kendi mesleklerini ortadan kaldırmakta olan yeni din İslâm'a karşı koymak istediler. Ancak bunun bir faydası olmayacağını görerek, yeni ortama uyum sağlamaya çalıştılar ve kendi geçimlerini kurtarmak için müslümanlar arasında yaygın olan hurafelerden yararlandılar. Zaten Câhiliye dönemi Araplarında da sihir, afsun vs. ihtiva eden Azâim türü bir çok şey mevcuttu. [648] Kısacası XI. asırda şamanlar, üfürükçü Budist rahipleri kendilerine "Muazzım" demişler ve eski muskalarıyla fetişlerini yeni dinin, İslâm'ın formülleriyle değiştirmişlerdi. Bu câhiliye dönemi hurafelerinin muhafızları olan şamanlar (Kamlar), Budist rahipler, İslâm'la karşılaştıktan sonra eski hurafelerine Kur'ân-ı Kerîm'den âyetler katarak İslâm'ı bir renk vermeye muvaffak olmuşlardı. Bunlar; eski şaman afsunlarına Ka'be, Levh-ı Mahfuz, Arş-Kürsî, Zemzem isimlerini karıştırmışlardı. Doğu Türkistan'da faaliyet gösteren Azâimciler bu mesleklerinin Hz. Fâtıma tarafından kurulduğunu ileri sürmüşlerdir. Sonuç olarak günümüzde müslüman halkın câhil tabakası içinde faaliyet gösteren afsuncu, muskacı vs. dolandırıcıların ellerinde eski Bâbil, Mısır müşriklerinin, eski Türk budist ve şamanistlerinin kullandıkları put, afsun ve tılsımlardan hiçbir farkı olmayan tılsım ve afsun öğreten pek çok kitab bulunmaktadır. Bu saçma sapan afsunların kudretine müslüman halkı inandırmak için bunlara Kur'ân-ı Kerim'den âyetler, Esmâ-i Husnâ ve bazı mübarek dualar karıştırılmıştı:
Bu kitaplarla, Doğu Türkistan azâ'ımcilerinin "Risâle-i Azâimhân"ları ve Altay şamanistlerinin afsunları arasında bir fark yoktur. [649]
Burada, sonuç olarak şunları kaydetmenin yerinde olacağını düşünmekteyiz:
Kâinatın Efendisi'nin gönderilmesiyle Cenab-ı Hak, cinleri gök katlarından kovup, onların onların kulak hırsızlığına nasıl mani olduysa, kahinlerin, sihirbazların, büyücülerin de saltanatına son vermiştir. Onların müminler üzerinde bir saltanatı yoktur. Yalancı oldukları, kovularak haber kaynaklarının kurutulduğu bildirilmiştir. Üstelik müslümanların cinlerden, sihirbazlardan, büyücülerden değil, sadece Allah'tan (c.c.) korkmaları emredilmiş, bunun aksinin, sihirbazlık ve büyücülüğün şirk olduğu ilan edilmiştir. Cenâb-ı Hak, mü'minlere, nefisleriyle, yanlış ve kötü şeyleri telkin eden şeytanlarla, aralarına nifak ve fitne sokan, ayrılık tohumları ekerek birlik ve beraberliklerini bozan, devletlerini yıkmak isteyen düşmanlarıyla mücadele etmelerini emretmiştir. Görünmez düşmanlara, şeytan ve cinlere karşı kendisine sığınılmasını buyurmuş, sihirbazlardan/büyücülerden değil, kendisinden korkulmasını, onların yapabilecekleri kötülüklerin kendisine havale edilmesini kullarına bildirmiştir. Hz. Peygamber de, müslümanlara büyüyle meşgul olmayı, sihirbazın söylediklerinin ve yaptıklarının tasdik edilmesini yasaklamıştır. Ne Allah (c.c), ne de Peygamber'i (s.a. v.) müslümanlara, "Sikirin şöyle tesiri vardır, bundan korunmak için büyü öğrenin, sihir öğrenin" diye bir emir ya da tavsiye de bulunmamıştır. Hasta olan Sa'd'ı (r.a.) o devrin hekimlerinden olan Haris b. Kelede'ye gönderen Hz. Peygamber, hiçbir sahabisini büyücü ya da sihirbaza yollamamıştır. [650] Resûlullâh, "Bir düğüm bağlayarak ona üfleyen sihir yapmış olur, büyü yapan ise şirk koşmuş olur" [651] buyurmasına, Kur'ân-ı Kerîm'de, "Düğümlere okuyup üfleyenlerin şerrinden Allah'a sığınılması" emredilmesine rağmen, [652] ne yazık ki İslâm toplumu içerisinde bazı kimseler çıkarak, yüce Kur'ân'ın âyetlerini, Cenab-ı Hakk'ın yüce isimlerini büyü yapmakta kullanmışlar, bunları okuyup düğümlere üflemişler, kitaplara yazmışlardır. [653]
Seyyid Süleyman el-Hüseynî, bir kimsenin erkekliğini bağlamak için şunların
yapılmasını tavsiye ediyor:
"Bir kimsenin erkekliğini bağlayarak, cinsel ilişkide bulunmasını engellemek için, bir arşın kadar uzunlukta bir kiriş alıp, üzerine yedi düğüm vur. Her düğümü vuruşta el Hakka sûresinin 28-31. âyetlerini oku. Sonra,
(Akadtü Cemi’a 'Asabi Fülân bin Fulüne ve 'A'zâehu ve Zekerehu ve Ferce Fülâne binti Fülâne ) de. O andan itibaren o kimsenin cinsel ilişkide bulunması imkansız olur." [654]
Burada hemen şunu kaydedelim ki, Hz. Peygamber, "Kur'ân'ı elinize alın, büyü yapmada kullanın, insanların erkekliğini bağlamak için okuyun" şeklinde bir emir ya da tavsiyede bulunmamıştır. Bu iş için okunması istenen el Hakka sûresinin ilgili âyetleri de böyle bir şeyi emretmediği gibi, insanların erkekliğini bağlamak için de nazil olmamıştır. Müfessirler de böyle bir nüzul sebebi nakletmemişlerdir. Aksine, bu âyetlerin anlamı şudur:
"Malım bana fayda vermedi, gücüm de kalmadı der. İlgililere şöyle buyurulur: Onu alın bağlayın, sonra Cehennem'e yaslayın." [655]
Görüldüğü gibi bu âyetler, Kıyâmet'te cereyan edecek bir olayı anlatarak insanlara öğüt vermekte, onları dünya hayatında dikkatli davranmaları hususunda uyarmaktadır. Bunların indiriliş maksadı da budur. Ancak âyette geçen, "Tutun onu, bağlayın onu, sonra Cehennem'e sallayın onu, sonra uzunluğu yetmiş arşın olan zincire vurun onu" [656] lafızlarını görünce, din istismarcısı büyücüler hemen bunları erkeklik bağlama işine uyarlamışlardır. Halbuki hiçbir tefsir ya da hadis kitabında bu âyetlerin yukarıdaki şekilde büyü yapmak için indirildiği kaydedilmemektedir. Müslümanların, yüce Kur'an-ı anlayıp, dünya ve âhiretleri için kurtuluş rehberi edinmedikleri, öğütlerine kulak asmadıkları, fakat onu büyü/sihir gibi şirk ve küfür olduğu bildirilen pis işlerde kullanma cahilliğinden ve sapıklığından kurtulmadıkları sürece, dünyada halen içinde bulundukları zillet ve perişanlıktan kurtulamayacakları açıktır.
Şimdi de düşmanların dilini bağlamak için tavsiye edilen bazı büyü örneklerini kaydetmek istiyoruz:
"Düşmanlarının dillerini bağlamak isteyen kimse bir karış koyu mavi bir ipşirim alarak (20-25 cm.) önüne koyar ve mükemmel bir taharetle kıbleye karşı oturup üç defa, (Estağfirullâhe'l-Azîm Ellez'ı La İlâhe İllâ Hû ve Etübu İleyhi Tevbete Abden Nasühâ) dedikten sonra, 11 defa salatü selam getirir. Sonra Eûzü Besmele çekerek Yasin okur. Birinci 'Mübîn'e gelince aşağıda yazılı duayı okur ve o ibrişim ipliğe bir düğüm vurur. Yasin'i okumaya devam eder. İkinci (Mübîn'de aynı işlemi yapar. Böylece yedi kere düğüm atılmış olur. Sonra bu iprişime bir Fatiha okur, üfler, sonra onu bir muşambaya sarar, daima üzerinde taşır. Düşmanları onun hakkında fena bir söz söyleyemez olur. Allah'ın izniyle dua şudur:
Rabbi'n-Nâs Min Şeni'n-Nâs Eûzü Bi Rabbi'l-Felak Min Şerri Lisâni'l-Halk Eûzü Bike Yâ Müteâl Mine'l-Kıyli ve'l-Kâl Bi Hürmeti Sureti Yasin Yâ Mübîn. Ahadtü Elsinete'l-Adâi Ann'i Kemâ Ahadtü Hâzihi'l-Ukdete Bi Kudretike Yâ Rabbe'l- Alemin. [657]
Yine burada hemen kaydetmeliyiz ki Cenab-i Hak ve O'nun Şanlı Resulü, Yâsîn sûresinin büyü yapmak maksadıyla okunarak, "Mübîn"lerde yedi adet düğüm atılmasını asla emretmemişlerdir. Yasin ve Fatiha sürelerinin indiriliş maksadı da insanların dilini bağlamak için büyü yapmak değildir. Aksine bu yüce sûrelerin indiriliş gayesi onları okuyarak öğüt almaktır. Hiçbir tefsir ya da hadis kaynağında bu sûrelerin bu iş için indirildiği veya bunların böyle bir özelliği olduğu nakledilmemiştir. Bunlar din sömürücüleri tarafından sonradan uydurulmuş, sihir yapmak için yakıştırılmış şeylerdir.
Seyyid Süleyman el-Hüseynî'nin kitabında bu konuda, Yüce Allah'ın (Celâli ve'l-İkram) ismini vefk haline getirip, etrafına Yasin süresiyle hedef alınan şahsın ismini yazarak beraberinde taşıyan kimsenin, o kişinin dilini bağlayacağı kaydediliyor. [658]
Hidayet rehberi Kur'ân'ın bu yollarda kullanılmasını Yüce Allah ve Resulü emretmediğine göre, bu âyet ve sûreleri bu gibi işlerde kullananların Cenâb-ı Hakk'ın son dini İslâm ile, onun kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm'i tahrîf etmek isteyen insan ve cin şeytanları olduğu açıktır. Bunlar İslâm'dan önceki dönemlerden aktardıkları sihir ve büyüyle ilgili bilgi ve malzemeyi, âyet ve hadislerle, dualarla, Yüce Allah'ın ve Hz. Peygamberin mübarek isimleriyle karıştırma yoluna gitmişlerdir. Bu açıdan bu din istismarcılarının büyü konusundaki kaynağı, sihir ve büyüyü yasaklayan İslâm değil, önceki kültürlerdir, işte bu konuda bir örnek:
"Düşmanının kendisi aleyhine söz söylememesi için dilini bağlamak isteyen kimse Merih'in Mizan veya Akrep burcunda olduğu zaman bir demir levha üzerine Münâftkûn sûresinin 3-4 âyetini yazıp üzerinde taşır ve o levha üzerindeyken düşmanların karşısına çıkar, onlara görünürse, Allah'ın izni keremiyle onların dilleri bağlanır..." [659]
Burada hemen belirtelim ki, yukarda kaydedilen Münâfikun sûresinin bu iki âyeti münafıkların vasıflarından bahsetmektedir. Bu iki âyetin anlamı şudur:
"Bu, önce inanıp, sonra inkâr etmiş olmalarındandır. Bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir, artık anlamazlar. Ey Muhammedi Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin, tıpkı sıralanmış kof kütük gibidirler, her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar, onlar düşmandır, onlardan çekin. Allah cezalarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar." [660]
Görüleceği gibi bu âyetlerin dil bağlamayla, büyüyle hiç bir ilgisi yoktur. Eğer bir dua mahiyetinde bu âyetler okununca, ya da yazılınca düşmanların dili bağlanıyorsa, bunun Merih'in Mîzan veya Akrep burcunda olmasıyla ne ilgisi var? Bu âyetleri okuyunca düşmanların dillerinin bağlanacağına dair ne Cenâb-ı Hak'tan ne de Hz. Peygamber'den bir emir ya da tavsiye gelmemiştir. Olay, din sömürücüleri tarafından Keldânîlerin yıldız ve burçlardan yararlanarak yaptıkları büyülerin İslâm kültürüne aktarılmak istenilmesinden ibarettir. Keldânîler'in Allah'a şirk koşan bir kavim olduğunu daha önce kaydetmiştik.
Burada halkımızın avam tabakası ile kadınlarımızın bilgisizleri arasında çok yaygın olan ve kilitle yapılan bir büyüyü kaydetmek istiyoruz:
"Bir şahsın dilini bağlamak istersen bir asma kilit alarak, üzerine 'Yâ Müstelkıyâ, Ya Müstelkıyâ' yaz sonra besmele çek, bir defa Elemneşrahleke (inşirah) sûresini oku. Kilidin deliğine üfle. Sonra tekrar oku ve üfle. Bunu 41 defa yap. Sonra bu duayı oku ve kilidi kitle. Kilit o şekilde kilitli kaldığı müddetçe, o kişi senin aleyhinde konuşamaz. Dua şudur:
(Akadtü Lisâne Fülâne Kemâ Akadtü Hazâ Bi Kudretillâhi ve Bi Hurmeti's-Sûreti'ş-Şerîfe.) [661]
Yüce Kur'ân'ın inşirah sûresinin bu maksadla inmediği açıktır. Ayrıca, bu sûre hürmetine yapılacak dua sonucu böyle bir netice elde edilecekse, o zaman kilide üflemeye, onu kitlemeye ne gerek vardır? Bu sûrenin nüzul sebepleri arasında böyle bir maksad olmadığı gibi, kaynaklarda bu sûrenin böyle bir özelliği olduğu da nakledilmemektedir. Hz. Peygamber de ashabına, inşirah sûresini bir asma kilide okuyarak kilitlerseniz, düşmanınızın dilini bağlamış olursunuz diye" bir yol göstermemiştir. Dolayısıyle bu büyü de, eski bir hurafenin İslâmi kimliğe büründürülmeye çalışılmasından ibarettir. [662]
Kur'ân-ı Kerim'in bazı sûre ve âyetlerinin, insanların arasında kin ve düşmanlık sokmak, karı ile kocanın arasını ayırmak için büyü yapmada kullanılmak istenildiği görülmektedir. Tabii bu işlemler yapılırken, din istismarcıları tarafından önceki kültürlerden aktarılan hurafelerin ve bir takım sihir/büyü uygulamalarının işin içine karıştırıldığı da gözlenmektedir. Bu konuda yapılmış bir kaç büyü örneği kaydederek değerlendirilmesini yapmak durumundayız:
"İki kimsenin arasını açmak, aralarına kin ve düşmanlık koymak için Münâfikûn sûresini temiz bir kağıt üzerine yaz. Bulundukları yerin gizli bir yerine koy." [663]
"Biraz beyaz balmumu al. Ondan iki insan şekli yap. Bunlardan herbirinin üstüne, ayırmak istediğin kimselerden her birinin ismini ve annesinin ismini yaz. Sonra büyükçe bir kağıda Münâfikûn sûresini ve aşağıda yazdı duayı yaz. Sonra o kağıdın üzerine balmumundan yaptığın o iki insan şeklini sırt sırta olmak üzere koy. İki adet ufak dikiş iğnesini de bunların arasına koy iğnenin uçları ve dipleri şekillere temas etsin. Fakat batmasın. Sonra o kağıdı itina ile şekillerin üzerine bükerek sar ve küçük bir paket haline getir. Bu paketi eski bir kabir içine göm isimleri yazılı adamlar bir daha buluşup ittifak edemezler. Aralarında düşmanlık devam eder. Duâ şudur.
(Ve Elkaynâ Beynehümü'l-'Adavete ve'l-Ba'dâe ilâ Yevmi'l-Kıyâme. Ve Elhaytü'l-'Adâvete ve'l-Ba'dâe Beyne Fulân bin Fülâne ve Fulân bin Fülâne.) [664]
Burada önemle vurgulamak istiyoruz ki, Kur'ân-ı Kerîm, insanların arasına fitne ve nifak sokmak için değil, Yeryüzü'nü ıslah etmek, insanları dünya ve Ahiret'te huzur ve saadete kavuşturmak için indirilmiştir. Bu yüce Kitapta yer alan Münafikûn sûresinin indiriliş maksadı da, kendisiyle büyü yapılarak insanların arasına düşmanlık sokmak ya da kabirlere gömülmek değildir. Burada dikkat çekici husus, hürmetinden dolayı yüce Kur'an'ı göbeğinden aşağıya indirmemiş, saygısızlık olur diye mezar taşlarına âyetlerin yazılmasını uygun bulmamış bu asil milletin çocuklarına, din sömürücüleri tarafından Kur'ân'ın yüce bir sûresinin büyü maksadıyla yazılarak kabre gömülmesinin tavsiye edilmesidir. Halbuki O, büyü ve sihirlere, sapıklıklara âlet edilmek gayesiyle değil, insanlığı iyiye, doğruya, güzele sevketmek için gönderilmiştir. Kıyâmet'e kadar da dipdiri kalacaktır, gizli ya da açık hiçbir İslâm düşmanı onu müslümanların elinden almaya, ya da mezara gömmeye muvaffak olmayacaktır. Bu işi, bir takım hurafelerden, mumdan yapılan timsallerden, bunların aralarına konulan iğnelerden medet bekleyen câhil müslümanların eliyle yaptırmayı da başaramayacaklardır. Müslümanların aydınlanması, gönül ve kafalarını Kur'ân'ın berrak iklimine açmaları bu tür İslâm düşmanı simsarların çirkin emellerine âlet olmalarına engel olacaktır.
İşte yine Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetini kapı eşiğine gömdürmeyi tavsiye eden bir büyü örneği:
"Bir kimse, Allah'ın emriyle bir kızı veya bir kadını zevceliğe istediği halde vermeseler, temiz bir kağıt üzerine gül suyunda ezilmiş safran ile şu âyeti (Tür, 22) yazıp, o kız veya kadının ikâmet ettiği evin kapısının eşiğinin altına gömerse, Cenab-ı Hakk'ın izniyle istenilen hâsıl olur."Din istismarcıları tarafından bu maksatla yazılması istenilen âyetin anlamı şudur: Cennet'te onlara diledikleri meyve ve etten bol hol veririz." [665]
Çok açıktır ki, bu âyetin bahsedilen büyü ile hiçbir ilgisi yoktur. Bu âyeti kapının eşiğinin altına gömdürerek, bundan habersiz müslümanlara Cenâb-ı Hakk'ın yüce kelâmını günde kaç defa çiğnetmek isteyen hain kafa, bu melanetini ve sinsi niyetini saklamak için, buna vesile kılacağı cahil ve ahmaklara, bu ayeti "gül suyunda ezilmiş safran ile yaz"'talimatını veriyor. Güya bu şekilde Kur'ân'a hürmet ettiğini göstererek, asıl hain maksadını, müslümanlara çiğnettirerek hakaret ettirme gayesini ve Kur'ân düşmanlığını gizlemeye çalışıyor. Daha sonra ayaklar altında çiğnettirecek olduktan sonra, Yüce Allah'ın Kitabı'nı önceden safranla, gül suyuyla, miskle yazmanın ne önemi vardır?
Din sömürücüleri tarafından bu tür büyülerden birisine alet edilmek istenilen Kur'ân-ı Kerim âyetlerinden birisi de Fîl süresidir:
"İki kişiyi ayırmak, aralarına kin ve düşmanlık koymak istediğin zaman, akşam namazı ile yatsı namazı arasında kıbleye karşı oturup, 250 defa Fil sûresini oku. Her okuyuşta el-Fil keilmesini üç defa el-Fît, el-Fîl, el-Fîl şeklinde tekrar et. Bundan sonra şu duayı oku:
(Alfâhümme Ferrık Beyne Fülâne bint Fülâne ve Fülân bin Fülâne Kemâ Ferrakte Beyne's-Semâi ve'l-Arz ve Kemâ Feırakte Beyne'l-Mâi ve'n-Nâr Bi Hakkı Hâzihis-Süreti'ş-Şerîfe) [666]
Burada elimizi vicdanımıza koyarak, bir Yüce Allah'ın indirdiği Fîl sûresinin anlamına, bir de din sömürücüleri tarafından yukarda kullanılmak istenilen konuya bakalım:
"Ey Muhammedi (Ka'he'yi yıkmaya gelen) Fil sahiplerine Rabbi'nin ne yaptığını görmedin mi? Onların üzerlerine sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekin gibi yaptı.” [667]
Kısacası büyüler böyle uzayıp gidiyor, insanın hatırına sanki gizli bir elin, gizli bir düşmanın, müslümanların Kur'ân'ı okuyup anlamalarına, kendilerine rehber edinmelerine, buyruklarına kulak vermelerine engel olmak için böyle sinsice bir yola başvurduğu hususu geliyor. Kur'ân'ı esas fonksiyonundan, indiriliş gayesinden uzaklaştırıp, müslümanları hurafelere ve bâtıl inançlara boğup, onun sihir/büyü kitabı olarak algılanması, mânâsının anlaşılmaması, böylece devre dışı kalması için bu yollara başvurulduğu kanaati uyanıyor. İşte Yüce Kitabımız Kurân'a el atarak, onu büyü kaynağı haline getirmek isteyen, kandırdığı câhil müslümanlara sihir/büyü böyle olur diye âyet-i kerimeleri gömdürüp, ayaklar altında çiğnetmeyi hedefleyen o kötü niyetli din sömürücüsü kimselerce hazırlanan bir büyü örneği daha:
"Bir kale bir hisar, bir hane, bir mesken veya herhangi bir yerin harap olmasını istersen, bir balmumu üzerine yukarda yazılı olan 'Hayır Hâtemi'ni ve yine bir balmumu üzerinde de şer Hâtemi'ni yaz. O da şudur:
Sonra harab olmasını istediğin mahallin eşiği altına gömüp, üzerine hamam bulaşık suyundan biraz dök, orası ebedi olarak harab olur." [668]
Şer Hâtemi (mühürü) denilen şu ne olduğu ve ne anlama geldiği belirsiz olan yazının başında ve sonunda bulunan Siyon yıldızı, bizlere bu tür kitaplarda yer alan büyülerin kaynağı hakkında da önemli ipuçları vermektedir. Yine İsm-i A'zam Hâtemi diye yutturulmaya çalışan, başında ve sonunda yine Siyon yıldızının yer aldığı, ne olduğu ve ne anlama geldiği meçhul bir takım şekillerin yer aldığı bir büyü de, halkımız arasında yaygın olan sihir uygulamalarının kaynağının Yahudi kültürü olduğuna işaret etmektedir:
"Bu Hâtem-i Şerifi ve Vefk-i Celîli bir kağıt üzerine yazıp, üstünde bulunduran ve onu taşıyan kimseye düşman tarafından bir türlü zarar isabet etmez." [669]
Dedesi, misafir olduğu odada Kur'ân-ı Kerim asılı diye sabaha kadar ayaklarını uzatıp, uyuyamamış bir milletin evlâdına, sihir diye Kur'an'ı yazdırıp çiğnettirmekten, mezara gömdürmekten daha büyük bir kötülük yapabilir mi? İbnü'l-Hac et-Tilemsâni, bu konuda yazdığı Şumûsü'l-Envâr ve Künû-Zü'l-Esrâri'l-Kübrâ adlı eserinde yukarıda kaydettiğimiz başında Sion yıldızı olan yazı ve şekillerin Hz. Süleyman'ın Mühürü olduğunu ve cinlerin bundan çok çekindiklerini kaydetmektedir. [670] Tabii bunun aslının olmadığını, Hz. Süleyman'ın emrine verilen cinlerin onun vefatıyla âzad edilmiş olduklarını, [671] bu tür safsataların, Hz. Süleyman'ın saltanatını sihire dayandırdığını ileri sürerek ona iftira eden kimselerin uydurması olduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Nitekim Kur'an bu hususa işaret etmektedir. [672]
Yukardan beri sözünü ettiğimiz din sömürücüleri, dünyanın define aramak için dedektörler geliştirip, yer altındaki madenleri, suyu, petrolü ve diğer zenginlikleri uydu fotoğraflarıyla tespit edip, haritalarını çıkarttığı bir çağda, müslümanları ilim dışı yollara sürüklemek istemektedirler, işte onların define bulmaları için halkımıza tavsiye ettikleri bir büyü:
"Bu Hâtem-i şerifi (yukarıda kaydettiğimiz siyon yıldızlı yazıyı) safran ile bir kağıda yazıp, onu bir horozun boğazına bağlayarak, bu hayvanı o define olduğu tahmin edilen yere bırak. O horoz hangi yerde durup, o yeri ayağı ile eşer ve gagasıyla kazar ve üzerinde öterse, define veya gömülü olan herhangi bir şey oradadır." [673]
Allah ve Resulü, müslümanlara böyle bir yola başvurmayı emretmediğine göre, bu tür safsataları bir kenara bırakarak, bizim, Kur'an'ın tavsiye ettiği akıl, bilim ve fennin aydınlık yoluna sarılmamızın en doğru seçim olduğunu açıklamaya gerek yoktur. [674]
Aşağıda kaydedeceğimiz büyü örnekleri de din istismarcıları tarafından insanların sevgisini kazanmak iddiasıyla ortaya atılmış ve bunlarda Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerinden "Ganî" ve "Rauf" isimleri istismar edilmiştir:
"Bu ism-i Celil'in (el-Ganî) etrafında hadimi olan melek Atyail’ ismi olduğu halde bir sa'ld vakitte ve bir muvafık zamanda yazıp üzerinde taşıyan kimseye herkesin kalbi atfedilmiş olur, herkesin kalbi ona döner, ona meyleder." [675]
"Bu ism-i şerifin (Rauf) vefkini bir kağıt üzerine yazıp kenarına da dilediğin adamın ismiyle hadimi olan 'Er'ıyâîl' ismini hurûf-u mukatta'a olarak yazdıktan sonra, üzerine 2083 defa 'Yâ Rauf okuduktan sonra üzerinde taşırsan, ismini yazdığın zâtı teshir edersin, sana son derece muhabbet ve meveddeti artar, seni son derece sever." [676]
Daha önceki sayfalarımızda İslâm'da uğurlu ve uğursuz vakit diye bir kavramın olmadığını kaydetmiştik. Yukarıda zikredilen her iki büyüde yer alan ve Cenab-ı Hakk'ın Ganî ve Rauf isimlerinin hadimleri olduğu öne sürülen Atyâil ve Er'ıyâîl isimlerine ve bunların İbrânîce olduğuna dikkat etmek yerinde olacaktır. [677]
Seyyid Süleyman el-Hüseynî, bu konuda yazmış olduğu kitabında erkekliği bağlı olduğu için cinsel ilişkide bulunmaya güçleri yetmeyen kimseleri bu durumdan kurtarmak gayesiyle bazı büyüler tavsiye etmektedir. Bunlardan bazılarını kaydetmek ve bilgisiz müslüman halkımızın ne hallere düşürülmek istenildiğini gözler önüne sermek istiyoruz:
'Yeni güveyi olan bir adamı sihirden ve bağlanmaktan muhafaza etmek, eğer bağlanmış ise o sihiri iptal etmek suretiyle onu cinsel ilişkiye muktedir kılmak istenirse, bir ufak demir parçası üzerine Mâide süresinin 67. âyeti (Vallâhu Ya'sımuke Mine'n-Nâs)'a kadar yazılıp, zevcesiyle mukârenet zamanında dilinin altına konsun, biiznillâhi Teâlâ matlub hâsıl olur." [678]
Görüldüğü gibi Kur'ân-ı Kerîm'e hürmetinden dolayı abdestsiz dokunmayan bir milletin çocuklarına, onun âyetlerini bir demir parçasına yazdırıp, hanımyla cinsel ilişkide bulunurken ağzında taşıması tavsiye ediliyor. Birleşme esnasında ağızda taşınması istenilen bu âyetin bir kağıt parçasına değil de, bir paslı demir parçasına yazılması isteniliyor. Bir müslümana ve inandığı Kitabına bundan daha sinsi bir hakaret ya da bundan daha güzel bir alay tarzı düşünülemez, kanaatindeyiz. Kendisine sihir/büyü yapılarak erkekliğinin bağlandığına ve bu yüzden cinsel açıdan iktidarsız olduğuna inanan bir müslüman, sadece o âyeti okusa ve Allah'a sığınsa Cenâb-ı Hak kendisini koruyup, şifâ veremez mi? Bunu yapmaya hâşâ Allah'ın gücü mü yetmez? Elbette Yüce Rabbimizin herşeye gücü yeter. O zaman bu âyeti paslı demir parçasına yazdırıp, cünüp bir insana ağzında taşıtmanın, Kur'ân'a hakaret ve alay etmeden başka ne gayesi olabilir? Şu halde, bir müslümanın zavallı ve komik duruma düşmesine, farkında olmayarak inançlarıyla alay edilmesine fırsat vermesine hiç gerek yoktur. Bu tür rahatsızlıklar, psikolojik ya da bedeni geçici rahatsızlıklar olup sihirden/büyüden kaynaklanan hususlar değildir. Yeni evlenen gençlerde heyecandan kaynaklanan bazı durumlar söz konusu olabilirse de, bunlar o kişinin hasta olduğunu ya da büyüyle erkekliğinin bağlandığını ispat etmez. Eşler birbirine alışıp, heyecanları geçince bu durum kendiliğinden ortadan kalkar. Aile büyüklerinin yeni evlenen gençleri rahat bırakmaları, onları mutlaka ilk gece karıkoca olmaya zorlamamaları, sabahleyin veya geceleyin kapıda kızlık emaneti bekliyoruz diye gençleri ruhsal açıdan baskı ve gerilime sokmamaları bu tür durumlara düşülmesine fırsat vermeyecek davranışlardır. Yeni evli iki genç insan, birbirlerinin namus ve dürüstlüğüne güvenmeseler zaten karı koca olarak bir arada yaşamazlar. Halk arasında Peygamberimiz'e bile sihir/büyü yaparak erkekliğini bağlamışlar ve hanımlarına yaklaşamaz hale getirmişler diye çok yanlış bir kanaat mevcuttur. Bunun doğru olmadığını bu araştırmamızın Hz. Peygamber'e sihir yapılmasından bahseden bölümünde delilleriyle ortaya koymaya çalıştık.
Burada bir başka büyü örneğine yer vermek istiyoruz:
"Erkekliği bağlanmış bir kimsenin bağı çözülmek istenirse, bir odun baltası demiri üzerine Kureyş ve Kevser sûrelerini yaz. Sonra üç defa İhlâs sûresini oku. Sonra o demiri ateşe koy ve kıpkırmızı oluncaya kadar kızdır. Demir kızarınca ateşten çıkarıp bir kap içerisine hazırlanmış olan suyun içine bırak. Demir soğuduktan sonra baltayı o su ile yıka ki, üzerindeki yazılar tamamen bozulsun. Sonra demiri çıkar ve o su ile bağlı olan kimse tenasül âletini yıkasın. Biiznillâhi Teâlâ bağı çözülür ve cinsel ilişkiye yetenekli olur." [679]
Kur'ân-ı Kerîm'e abdestsiz dokunmayı hürmetsizlik sayan müslümanları açıktan kandıramayanlar, onların hürmet ve sevgilerini yok edemeyenler, yüce Kur'ân'ı göbeğinden aşağı indirmeyenlere böyle sinsice bir yol göstermektedirler. Açıkça, "Kevser, İhlâs, Kureyş surelerini cinsel organınıza sürün, büyünüz böylece bozulmuş olur" diyemeyenler daha dolaylı, daha teferruatlı, daha dolambaçlı bir yol seçmişlerdir. Böylece maksadlarının, müslümanları Kur'ân'a saygısızlık ettirmek olduğunu gizlemeye çalışmışlardır. Saçma sapan bir takım hurafeler ve işlemlerle meseleyi karıştırıp, sonuç olarak yüce Kur'ân'ın sûrelerinin yazıldığı suyla da olsa, bilgisiz, düşüncesiz müslümanlara cinsel organlarını yıkattıralım, bu da bir kârdır, demiş olmalıdırlar. Tabii bu işi gerçekleştirmek için de, Yüce Allah'ın herşeye gücünün yettiğinden, herşeyi görüp gözettiğinden, kullarının durumundan haberdar olduğundan ve kendisine dua etmelerini emrettiğinden, onların yaptıkları duaları kabul edeceğini Kur'ân'da müjdelediğinden gafil bir takım müslümanların cehaletinden yararlanmayı planlamışlardır.
Bu konuda din düşmanları ve din istismarcıları tarafından ortaya atılmış bir başka büyü örneği:
"Hiç kullanılmamış yeni ve temiz bir kâse içine aşağıdaki vefki yazıp üzerine hâlis zeytinyağı koyarak, onunla yazıyı bozduktan sonra, cinsî münasebette, bulunamayan karı-koca yatacakları zaman bu yağı tenasül âletlerine sürerlerse, cinsî münasebete mani olan bağlılık biiznillah zail olur. Vefk şudur; [680]
Şu büyü diye ortaya konulan şeyin müslümanlara, insanımıza hakaret edip dalga geçmekten, şirke bulaştırılıp, Allah'a sığınmayı ve herşeyi O'ndan beklemeyi unutturmaktan başka ne maksadı olabilir? Bu hiçbir anlamı ve tesiri olmayan zavallı harflerin böyle vefk halinde yazılmasının, insanımızı uyutup oyalamaktan, ilmin ve tıbbın kapısından menetmekten, ilim ve imândan alıkoymaktan başka ne gayesi olabilir? Son tevhîd dini İslâm'a gönül vermiş olan müslümanları bu yollarla şirk ve küfre bulaştırıp, hurafelerle oyalamak isteyenler sûret-i haktan görünen birtakım kuzu postuna bürünmüş kurtlar olmalıdır. Bunlar, taş, kum vs. tıkadığı için yada prostat ve benzeri bir rahatsızlığı olduğu için idrarını yapamayan kimselere, doktora gitmeyi tavsiye yerine, hergün sabahleyin 72 defa "Yâ Basit" ism-i celîlinin zikrini yapmasını öğütlemektedirler. [681] Bilgisizlerimiz de bunlara uymakta, sıkıntılar içinde kıvranmaktadırlar. Çünkü bu kuzu postuna bürünmüşler, bu tür rahatsızlığı olan zavallı kimselere büyü yoluyla bir insanın idrar yapmasının engellenebileceğini telkin etmekte ve Kur'ân-ı Kerım'i de bu hâin emellerine âlet etmektedirler. [682]
Bu konuyla ilgili olarak da bazı büyü örnekleri sunmak istiyoruz:
"Bir kimsenin sidiklisini bağlamak istersen, o şahsın işediği bir yerden bir avuç çamur al. Bunu beyaz keten bez'i içine köy. Sonra mavi, beyaz, sarı, siyah, kırmızı, al, yeşil renkli yedi iprişim al. Bunlara her düğümde bir kere Elemneşrahleke (inşirah Süresi) oku. Ve böylece yedi düğüm at. Sonra iprişimleri o çamur konulan beze koy, çıkın yap, bağla. Sonra bir koyun işkenbesi al, bu çıkını içine koy ve sonra bunları rüzgara karşı as. İşkenbe kurudukça o şahsın bevli bağlanır işeyemez olur. Çözmek için işkenbeyi suya koy, iprişimdeki düğümleri çöz."[683]
Görüleceği üzere, başkasının idrar yaptığı pis çamuru avuçlattırarak, müslümanlar pisliğe bulaştırılmak istenilmekte, dahası üzerine inşirah sûresini okutup üflettikleri, düğüm attırdıkları iprişimleri bu pis çamurun içine koydurmayı emretmektedirler. Bu İslâm düşmanları aslında, Kur'ân'ı, onun yüce sûre ve âyetlerini bu idrarlı pis çamura atma arzusundadırlar, fakat bunu açıkça söyleyemedikleri için böyle dolambaçlı bir yol seçmişlerdir. Tabii bu maksadları için yine, Yüce Allah'ı ve O'nun sonsuz kudretini unutarak, bu saçma sapan küfür ve şirk uygulamalarından medet bekleyen câhil müslümanlardan yararlanmak istiyorlar.
İşte yine Allah ve Resûlü'nün emirleri çiğnenerek, uyku bağlama adı altında müslümanları kandırıp, Kur'ân'a hakaret ettirme maksadı taşıyan bir büyü örneği:
"Bir kimsenin uykusunu bağlamak için 20-25 cm uzunluğunda bir koyun bağırsağı al. Üzerine Kâfırûn sûresini oku. Her (Ayın) harfi gelince (Lâ A'büdü)'de, (Mâ Ta)büdü)'de birer düğüm vur. Sonunda,
(Akadtü Nevme Fülân bin Fülân Kemâ 'Akadtü Hazâ Bi Kudreti'llâhi'l-Meliki'l-Kâdir) de, sonra bağırsağı bir şişeye koy. Ağcını mühürle. Uykusunu bağlamak istediğin adamın eşiği altına göm. Üzerinden geçtiği andan itibaren uyuyamaz." [684]
Görüleceği gibi, Kur'ân-i Kerim'i ve onun ayetlerini pis bağırsağın içine koyarak çiğnettirme arzusunda olanlar yine dolambaçlı bir yol seçmişlerdir ve maksadlarını gizleyerek, bu arzularını bilgisiz müslümanlara gerçekleştirtmek istiyorlar. Kâfirûn sûresini de bu çirkin emellerine âlet ediyorlar. İçimizdeki bilgisizleri kandırarak, onları İslâm'ın haram kıldığı, şirk olduğunu ilan ettiği büyü yapma yollarına sevketmek istiyorlar. Böylece Kur'ân-ı Kerîm'i ve İslâm'ı iptal ederek hükümsüz bırakmak istiyorlar. [685]
Bu konuda da Kur'ân'ı ayaklar altına atarak, ya da gömdürüp çiğnettirerek hakaret etme maksadı güden bir takım büyüler ortaya atılmıştır. İşte onlardan bir tanesi:
"Sûre'i Hicr'in 74. âyetini, Arab'ı ayın son salı günü yedi kiremit veya taş üzerine yazıp, bunları bir hane veya yere atar veya gömersen, o hâne ve o mevzu harap oluncaya kadar ervah yani ruhlar tarafından taşlanır." [686]
Yukarda bahsedilen Hicr 74. âyeti bu iş için yakıştırılmıştır. Bu âyet Lût kavminin helak edilmesinden bahsetmektedir ve maksadı da insanların ibret almasıdır. Âyetin anlamı şöyledir:
"Memleketlerini altüst ettik. Üzerlerine sert taş yağdırdık. Bunda, görebilen insanlar için ibretler vardır.” [687]
Şimdi bu âyetin, şu büyü denilen saçmalıkla ne ilgisi vardır? Lût'un (a.s.) kavminin helak edilmesinden bahseden bu âyetleri taşlara yazdırıp, ayaklar altına attırmak isteyen sapıklar acaba bu âyetlerden intikam mı almak istiyorlar? Yukardakine benzer saçmalıkların Nahl ve Neml sûrelerine de yapılmak istenildiği, bu yüce surelerin de büyüye âlet edilmek istenildiği görülmektedir. [688]
Bu konuda hazırlanmış olan şu büyü örneği, bütün bu uygulamaların kaynağının İslâm öncesi Sâbiîlik vb. kültürler olduğuna dair görüşümüzü teyid etmektedir, tabii ki okunması istenilen âyetlerin de bu konuyla bir ilgisi yoktur:
"Kamer'in hevâiyye burçlarından birinde Utarit ile muttasıl olduğu bir gecede ateşe konulmamış bir kerpiç parçası üzerine (llll) ile celbini istediğin adamın ve annesinin ismini yazıp, Hamru'l-Kerâcîm denilen buhur ile tütsüledikten sonra üzerine 1000 defa şu âyetleri (Bakara 148, Yasin 53) okur ve halk arasında tanınmış ismiyle hitâb ederek çağırırsan o şahıs nerede olursa olsun derhal gelir." [689]
Yukarıda, müslümanları Kur'ân ve aklın, ilim ve tekniğin yolundan ayırarak, geri bırakmak suretiyle ezip, devletlerini yıkmak, güçlerini sıfırlayarak sahip oldukları toprakları ellerinden almak, onları bilgisizlik içinde yüzen sömürülmeye layık köleler haline getirmek isteyenlerin varlığından bahsetmiştik. İşte onların, müslümanları askerî açıdan gelişip silahlanmaktan, savunma tedbirlerini almaktan vazgeçirmeye yönelik olarak geliştirdikleri bazı büyüleri:
"Hûd sûre-i şerifini kazıntı ve silinti olmadan baştan sona kadar bir kağıt üzerine yazıp onu üstünde taşıyan kimseye silah tesir etmez." [690]
"Bu vefk-i şerifi, şeref-i şem'de bir kağıt üzerine yazıp etrafına Hadid sûresini yazdıktan sonra, üstüne 21 defa Mülk sûresini okuyup bir muşamba içine koyarak üzerinde taşıyan kimşeye Allah'ın kudretiyle silah tesir etmez.” [691]
Müslümanların millî güvenlikleri ve hayatları açısından çok önemli olan bir hususa da el atılmış olduğunu görmekteyiz. Düşmanla çarpışan, teröristle vuruşan asker ya da polisin savunma tedbirleri almadığını, çelik yelek giymeyerek düşmanın mermilerinden korunmak için kendisini sipere atmadığını ve vefk, tılsım ya da muska şeklinde yazılmış bir takım büyülerle korunmaya çalıştığını, kendisine kurşunun tesir etmeyeceğine inandığını düşünmek bile korkunçtur. Böyle şeylere güvenerek tedbiri ihmal edenlerimiz yüzünden uğrayacağımız zararları hesap etmek mümkün değildir. Bu sûreler bunun için indirilmediği gibi, Hz. Peygamber de ümmetine hiçbir zaman, "Bu sûreleri yazıp üstünüzde taşıyarak kurşunlardan, düşmanın silahlarından korunabilirsiniz, sipere yatmanıza, çelik yelek giymenize, kariyere, tanka, zırhlı aracın içine girmenize gerek yok" dememiştir. Kanaatimizce bunlar, İslâm'a ve Kur'ân'a, İslâm Ümmeti'ne düşmanlık maksadıyla ortaya atılmış saçmalıklardır. "Yanlış inanç, sonunda inançsızlığı getirir" gerçeğinden düşmanlarımızın çok güzel bir şekilde yararlanmak istedikleri ortaya çıkmaktadır. Bu sûrelerin, kendilerine silâh tesir etmesine engel olacağına inanan, taktığı bu muskalara güvenen iki askerden birisinin düşman kurşunu ile vurulması durumunda, her ikisinin de Kur'ân ve İslâm hakkındaki inançlarının ne hale geleceğini düşünmek çok acıdır. Bunun ne kadar yıkıcı sonuçlar meydana getireceğini tahmin etmek hiç de zor değildir. Bu saçmalık ve büyülerin aslı olsaydı, Yüce Allah'ın buyruklarına kulak asmayarak çalışmayı, ilerlemeyi, ilim öğrenmeyi terkeden müslümanların, boyunlarına Kur'ân-ı Kerim'in bazı sûre ya da âyetlerini asarak düşmanın silahlarından korunmaları mümkün olurdu. Halbuki tarih bunun aksini söylediği gibi, siyasi haritalar da bunun aksini göstermektedir. Düşmanlar, silah ve teknik üstünlüklerine dayanarak mûslümanları bulundukları yurtlarından sürüp çıkartmış, devletlerini yıkmış, topraklarını işgal etmişken bunlara inanarak, bu gibi hususlardan medet beklemenin aklı başında insanlara yakışmadığı ortadadır. Nüfus açısından küçücük İsrail'in Filistin'de, Ermenistan'ın Karabağ'da, Sırp ve Hirvatlar'ın Bosna'da yaptıkları ortadayken, müslümanlar ne zaman akıllarını başlarına alıp uyanacak ve bu tür şeylerden fayda ummaktan vazgeçecekler, doğrusu insan merak ediyor. Burada yeri gelmişken şunu söylemek durumundayız:
Bu tür şeyleri tavsiye edip bunların doğru olduğunu bilgisiz halkımıza kabul ettirmek isteyenler, bu tavsiyelerini kendi üzerlerinde uygulasınlar ve çelik yelek giyip zırhlıların içine girmesinler. [692]
Müslümanları ilim ve fenden uzaklaştırma gayesiyle ortaya atılmış olduğuna inandığımız son bir hususu daha kaydetmek istiyoruz ki, bu da haşerelerle mücadeleden bahsetmektedir:
"Âyetü'l-Kürsî bir kağıt üzerine yazılıp hevâm ve haşaratın çok olduğu bir eve, yani uyuz böceği ve buğday biti ve benzeri böcekler ve karınca, örümcek gibi haşaratın çok bulunduğu bir eve aşılırsa, biiznillahi Teâlâ bu muzır hayvanlar oradan giderler." [693]
Her müslümanm bilmesi gereken husus şudur ki, Âyetü'l-Kürsî haşarat vs. zararlılarla mücadele etmek için indirilmemiştir. Bu mübarek âyette bunlar tavsiye edilmemektedir.
Doğrusu insanın hatırına, kendileri böyle zararlılarla kimyasal ve biyolojik metodlarla mücadele eden bazı gizli emel sahiplerinin, mûslümanları tifüs, veba vs. salgın hastalıkların pençesinde kıvranmaya itmek, tarımsal ürün almalarını engellemek, böylece onları açlığa ve zillete mahkum ederek, karınlarını doyuramaz duruma düşürmek istedikleri geliyor. Yine insanın kafasında Âyetü'l-Kürsi’den böyle tesirler bekleyen halkın sonunda inançsızlığa düşürülmesinin planlandığı fikri uyanıyor. [694]
Kur'ân'ı Kerim'de yüce Allah, büyü ile uğraşmayı küfür olarak nitelendirmiştir. [695] Hz. Peygamber de müslümanların büyü ile meşgul olmalarını şiddetle yasaklamıştır. Bir hadislerinde, "Helak edici yedi şeyden sakınınız" buyurmuşlar, ashâb, "Bu yedi şey nedir, yâ Rasûlallah?" diye sorduklarında "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere bir cana kıymak, faiz ve yetim malı yemek, düşmana hücum esnasında savaştan kaçmak, iffetli mü'min hanımlara zina isnadında bulunmaktır" [696] demişlerdir. Bir diğer hadislerinde de, büyü yapan kimsenin Allah'a şirk koşmuş olacağını bildirmişlerdir. [697] Bir başka hadislerinde ise, sihire inanan, onun doğruluğunu, tasdik eden kimselerin Cennet'e giremeyeceklerini haber vermişlerdir. [698]
Burada, büyü yapmanın büyük günahlardan olduğunda İslâm âlimlerinin ittifak ettiklerini kaydetmek durumundayız. Sihiri/büyüyü öğrenmek ve öğretmek ise haram kılınmıştır. Kaynaklarımızda, büyüyü meslek edinen kimselerin şiddetle takip edilmesi gerektiği kaydedilmektedir. [699] Yapılan büyü küfrü gerektiriyorsa, bunu yapanın küfre gireceği açıktır. Küfrü gerektirmiyorsa, Şafiî mezhebi mensuplarına göre, sihir yapan ta'zîr olunur, tevbe etmesi istenilir. Tevbe ettiği takdirde tevbesi kabul olunur, imâm Ebû Hanîfe ile İmâm Muhammed'in görüşlerine göre, büyü yapan kafir olur. Böyle bir kimsenin tevbe etmesi istenilmez, imâm Ebû Yûsuf a göre ise, sihirbazın tevbe etmesi istenilir. [700]
İslâm'a göre, cinlerin varlığı Kitâb ve Sünnet ile sabittir. Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerde onlardan söz edilmekte ve yüce Kitabımızda "Cin" isimli bir sûre yer almaktadır. Yahudilik, Hristiyanlık, Câhiliye dönemi gibi eski din ve kültürlerde cin inancının mevcut olduğu bilinmektedir. Cinler, melekler gibi ruhanî varlıklar olup, dine inanan bir kimsenin onlara da imân etmesi gerekir. Bu husus bir inanç konusu olup, bunların varlığını veya yokluğunu tartışmak gereksizdir. Gözlerimiz onları görecek şekilde yaratılmadığından onları farkedemiyoruz, ancak cinler bizi görebilirler. Günümüzde artık, "Sadece gözümle gördüğüm şey vardır, ona inanırım" şeklindeki bir düşüncenin ilkel olduğu, bilim alanında meydana gelen bir takım gelişmeler sonucu ortaya çıkmıştır. Kızıl ve mor ötesi ışınları, Radyo ve Televizyonun yayın dalgalarını, mikropları ve buna benzer varlığı kesin olarak bilinen, kendisinden yararlanılan bir çok şeyi de algılayamıyoruz. Uzaktan kumanda âleti ile televizyonumuzu, videomuzu, müzik setimizi, klimalarımızı, arabalarımızı açıp kapatabiliyoruz, fakat ona komut veren ışını göremiyoruz. Gece görüş dürbünleri kullanıyor, ultrasyon cihazlarından yararlanıyoruz. Kısacası bu evrende, göremediğimiz birçok şeyin varlığını anlıyoruz. Âlet kullanmadan bir masanın üzerinde ince toz zerrelerinden başka birşey göremezken, aynı yere mikroskopla baktığımızda milyonlarca mikrobun kaynaştığına şahit olabiliyoruz. Saniyede 300.000 km hızla hareket eden ışık, geceleyin bize bir yığın cismin görüntüsünü getirir ve o anda gökyüzünde parlamakta olan yıldızları farkederiz. Fakat acaba şu anda onlar parlamaya ve ışık saçmaya devam etmekte midir? Yüzümüzü gökyüzüne çevirdiğimizde bu soruya 'Evet' diye cevap veririz. Ancak Astrofizik sahasındaki gelişmeler bize, ışıldamakta olan yıldızların belki de binlerce yıl önce battığını, gözümüze ulaşan görüntünün de o cismin şu andaki durumunun değil, henüz batmadan binlerce yıl önceki görüntüsünün olduğunu ifade etmektedir. Yine Astrofizik bize, saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışığın, yıldızın görüntüsünü milyarlarca yıl sonra dünyaya ulaştırdığını, bu sebeple gördüğümüz şeyin, söz konusu varlığın milyarlarca yıl öncesine ait artık mazide kalmış titrek bir resmi olduğunu söylemektedir. Şu halde, gördüğümüzü sandığımız cisimler aslında şu anda mevcut olmayabilir, yine yok zannettiğimiz şeyler de var olabilir. Gözümüzün bu konularda kesin bir ölçü olması söz konusu değildir. Cin konusu da böyledir, Kur'ân ve Sünnet "Vardır" diyorsa tüm müslümanlar buna inanmak zorundadır.
Cin konusunda, eski kültür ve geleneklerden geçen bir takım bâtıl inanç ve hurafeleri bir tarafa bırakarak, Kur'ân ve Sünnet'in bu hususta bildirdikleriyle yetinmek en sağlıklı yoldur, İslâm'ın bu iki temel kaynağı ise, onların mevcut olduğunu söyleyerek, mahiyetleri hakkında bir takım bilgiler vermektedir. Buna göre cinler, akıl, şuur ve irâde sahibi varlıklardır. İnsanlar gibi ancak Allah'a kulluk yapmak üzere yaratılmışlardır. Bu açıdan mükellef (sorumlu) varlıklardır. İnançlısı-inançsızı, mü'mini-kâfiri mevcuttur. Yahudilik ve Hristiyanlık gibi daha önceki dinlerle, Tevrat ve İncil gibi Kutsal Kitaplara inanmışlardır. Son olarak da Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemişler, Hz. Peygamber'e heyetler gönderip imân etmişler, İslâm'la ilgili buyruklarını alarak kendi milletlerine tebliğ etmişlerdir. Erkeği, dişisi, evlenmeleri ve çoğalmaları söz konusudur. Her fâni gibi ölümlüdürler, dumansız ateşten (ışın) yaratılmışlardır. Bu yüzden vücud yapılan insanlardan farklıdır. İnsanlarla evlenmeleri cinsleri ayrı olduğu için mümkün değildir, insanların cinlerle evlenmeleriyle ilgili olarak kaydedilenler, eski din ve kültürlerden geçen bir takım hurafelerdir. Onlarla cinsel ilişkide bulunup çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Zinadan hamile kalarak doğum yapan bir kadına "Bu çocuğun babası kimdir?" denildiğinde bu kadının, "Cindir" şeklinde cevap vermesi kabul edilecek bir husus değildir. Bunun gibi, 'şurayı cinler soydu, şu eşyamı aldılar, kızımı onlar kaçırdı gibi iddiaların geçersizliği ortadadır. Toplumumuzda, cinlerle evli olduğunu söyleyenler ya şarlatandır, ya da ruhsal açıdan rahatsız kimselerdir, tedaviye ihtiyaçları vardır.
Cinlerin kâfir olanlarına "şeytân" denilmektedir. Onların gaybı bilmeleri söz konusu değildir, sadece gaybı değil, şimdi cereyan etmekte olan ya da geçmişte meydana gelen bir takım olayları da bilmeyebilirler. Cinlerin ve onlarla irtibat halinde bulunduğunu iddia eden kâhin, falcı, cinci diye anılan bir takım kimselerin gaybı bilme iddiaları yalandan ibarettir. Bunların verdikleri haberlere dayanılarak bir takım insanlar suçlanamaz, böyle kişilerin sözleri mahkemelerde delil olamaz. Bunlar iftiradan ibarettir. Bu tür şahıslara gelecekle veya kayıp eşya ile ilgili sorular yöneltmek ve bunlara inanmak haramdır. İslâm'a göre, mahkemede cinlerin verdiği bilgiler değil, insan cinsinden âdil tanıkların şahitliği geçerlidir.
Cinlerle irtibat kurmak mümkündür. Nitekim onlar Hz. Musa'ya ve Hz. Peygamber'e gelip imân etmişler, Hz. Süleyman'ın emrine verilip çalıştırılmışlardır. Diğer insanların onlarla irtibat kurdukları, emirleri altına aldıkları hususu kendi iddialarından ibarettir. Kur'ân-ı Kerîm ve hadislerden, bu işin Hz. Süleyman'a mahsus bir mucize olduğu anlaşılmaktadır. Her insanın cin cinsinden bir yoldaşı, yani "şeytânı" vardır.
Cinlerin eşyanın yerini değiştirmeye güçleri yetebilir, ancak Cenab-ı Hakk'ın buna izni yoktur ve bu iş "Sünnetullâh"a aykırıdır. Böyle bir şeye izin verilseydi, insanoğlunun tâbi olduğu hukuk sistemi altüst olurdu. Cinlerin, canları istediği zaman şekil değiştirmeleri de mümkün değildir. Peygamberlerin, âlimlerin, velîlerin ve diğer insanların kılığına girmeleri de mümkün değildir, bu husus Allah'ın koymuş olduğu öteden beri devam edip gelen kanunlara aykırıdır. Böyle bir şey insanoğlunun dînini ve hukuk düzenini bozacağından Yüce Allah tarafından buna izin verilmemiştir. [701]
1. Abdurezzak b. Hemman Ebu Bekr es-San’ani (v. 211/826 Muannaf, (Tahkik: Habiburrahman Azami), I-XI.I. baskı Beyrut 1390-1391/1970-1972.
2. Albayrak, Halis, Kur’an’da İnsan-Gayb İlişkisi, İstanbul 1993.
3. el-Alüsü. Ebu’l-Fadl Şihabüddin es-Seyid Mahmud (v. 1270/1854), Ruhu’l-Me’ani fi Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim ve’s-Seb’i’l-Mesani. I-XV, 4. baskı Beyrut 1990.
4. el-Alusi, Ebu’l-Fadl Şihabüddin es-Seyid Mahmud (v. 1270/1854), Buluğu’l-Ereb fi Ma’rifeti Ahvali’l-Arab, l-lll, Beyrut 1324.
5. Atay, Hüseyin- Kutluay, Yaşar, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı (Meal), Konturol edenler: H. Atay-M. Hatiboğlu-O. Keskioğlu, Diyanet İş. Başk. Yayını, Ankara 1983.
6. Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, l-XII, İstanbul 1988.
7. Ateş, Süleyman, Kur’an-ı Kerim ve Yüce Meali, Ankara 1983.
8. Aydemir, Abdullah, Tefsirinde İsraliyat, Ankara 1979.
9. el-Ayni, Bedrüddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed (v. 855/1451), Umdetü'l-Kârî li Şerhi Sakihi1-Buhari, I-XXV, (el-Münîriyye baskısından ofset) Beyrut tarihsiz.
10. Barnabas, The Gospel of Barnabas, 3. baskı, Karachi 1974.
11. Bayat, Ali Haydar, "Türk Dünyasında Özellikle Anadolu Tıbbî Folklorunda Akıl Hastalıklarının Tedavi
Yolları ve Kaynakları", Türk Halk Hekimliği Bildirileri, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1989, s. 59-82.
12. Bayat, Ali Haydar, el-Beyhaki, Ebü Bekr Ahmed b. el-Hüseyn (v. 458/1066), es-Sünenü'l-Kübrâ, I-X, Haydarâbâd-Dekkân, 1344-1355.
13. Bozkurt, Nebi, Sünnet'in Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folkloru, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1991.
14. el-Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail (v. 256/869), el-Câmiu's-Sahîh, 1-V11I, İstanbul 1979.
15. el-Edebü'l-Müfred, (Tahkik: M. Fuâd Abdülbâkî), 3. baskı, Beyrut 1409/1989, Tercüme: A. Fikri Yavuz, "Ahlâk Hadisleri", I-II, İstanbul 1979.
16. Cebeci, Lutfullah, Kur'ân'a Göre Cin, Şeytan, Konya 1989
17. Canan, İbrahim, Kütûb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, I-XVIII, Ankara 1988-1994.
18. el-Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. Ali er-Râzî (v. 370/980), Ahkâmü'l-Kur'ân, (Tahkik: Muhammed Sâdık Kamhâvî), I-V, 2. baskı, Kahire Tarihsiz.
19. el-Cevherî, İsmâîl b. Hammâd (v. 393/1002), es-Sıhâh Tâcü'l-Luğa ve Sıhâhi'l-Arabiyye, I-VI, 2. baskı Beyrut, 1399/1979.
20. Çağatay, Neşet, İslâm'dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, 4. baskı, Ankara 1982.
21. Çetin, Mustafa, Kur'ân'da Şifâ Kavramı, Deü İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: VII, s. 67-82, İzmir 1992.
22. ed- Dârekutnî, Ebu'l-Hasen Ali b. Ömer (v. 385/995), es-Sünen (Tahkik: Abdullah Hâşim Yemânî), I-1V, Kahire 1386/1966.
23. ed-Dârimî, Ebü Muhammed Abdillâh b. Abdirrahmân b. el-Fadl b. Behrâm, (v. 255/869), Sünen, (Tahkik: Muhammed Ahmed Dehmân), I-II, Beyrut tarihsiz.
24. Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, I-XI, İstanbul 1973-1980.
25. Selâmet Yolları (Buluğu'l-Merâm Min Edilleti'l-Ahkâm Tercümesi ve Şerhi), I-IV, 3. baskı, İstanbul tarihsiz.
26. ed-Demîrî, Kemâlüddîn Muhammed b. Mûsâ (v. 808/1405), Hayâtü'l-Hayavân'i'l-Kübrâ, I-II, 2. baskı, Mısır 1344.
27. Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîrul-Hadis, I-XII, Mısır 1381-1383/1962-1964.
28. Doktorumuz, Gelişim Alfabetik Tıp Ansiklopedisi, I-VII, İstanbul 1985.
29. Dursun, Turan, Tabu Can Çekişiyor Din Bu, I-1II, 6. baskı, İstanbul 1991.
30. Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Eş'âs es-Sicistânî (v. 275/888) Sünen (Tahkik: İzzet Ubeyd ed-De'âs-Âdil es-Seyyid), I-Y Hıms 1388-1394/1969-1974.
31. Ebû Reyye, Mahmûd, Advâ ale's-Sünneti'l-Muhammediyye, 3. baskı, Mısır 1969; Tercüme: Muharrem Tan, "Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması", İstanbul 1988.
32. el-Ferrâ, Ebû Ya'lâ Muhammed b. el-Hüseyn (v. 458/1065) el-Mu'temed fî Usüli'd-din, Beyrut 1973.
33. el-Gazâli, Muhammed, es-Sünnetü'n-Nebeviyyeti Beyne Ehli'l-Fıkh ve'l-Hadis, Beyrut 1409/1989.
34. Görsel Sağlık Ansiklopedisi, I-V, 3. baskı, İstanbul 1984.
35. el-Halebî, Ali b. Burhâneddin (v. 1044/1634) İnsânü'l-Uyûn fi Sireti'l-Emîni'l-Me'mün, I-III, Mısır 1384/1964.
36. el-Hamîd, Muhammed, Rudûd alâ Ebâtîl, Dimeşk tarihsiz.
37. Hatiboğlu, Haydar, SûnenA İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, I-X, İstanbul 1982.
38. Hulüsî, Ahmed, Din Bilim İşığında Ruh-İnsan-Cin, İstanbul 1972
39. el-Hüseynî, Seyyid Süleyman, Kenzü'l-Havas, I-II, İstanbul 1992.
40. İbnü'l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebü'l-Ferec Abdurrahmân el-Bagdâdî (v. 597/1200), Telbîsu İblis, 2. baskı, Beyrut 1368.
41. İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebü's-Sa'âdet el-Mübârek b. Muhammed el-Cezerî (v. 606/1210), en-Nihâye fi Garibi'l-Hadîs, (Tahkîk: Tâhir Ahmed ez-Zâvî-Mahmûd Muhammed et-Tanâhî), I-V, Beyrut tarihsiz.
42. İbnü'l-Esîr, İzzüddin Ebul-Hasen Alî b. Muhammed (v. 630/1234), Üsdü'l-ğabe fi Ma'rifeti's-Sahâbe, (Tahkîk: Muhammed İbrahim el-Bennâ-Ahmed Âşur), I-VII, 1970.
43. İbn Hacer, Şihâbüddîn Ahmed b. Alî el-Askalânî (v. 852/1448), Tehzibü't-Tehzîb, I-Vl, Beyrut 1412/1991.
44. el-Hâbe fi Temyîzi's-Sahabe, 1-VIII- Fihrist, Beyrut tarihsiz (Kalküta 1853) baskısından ofset).
45. İbn Haldun, Ebû Zeyd Veliyyüddîn Abdurrahmân b. Muhammed et-Tunûsî (v. 809/1406), Mukaddime, I-III, 4. baskı, Beyrut tarihsiz.
46. İbn Haldun, Tercüme: Zakir Kadiri Ugan, "Mukaddime", İstanbul, 1957
47. İbn Haldun, Tercüme: Süleyman Uludağ, "Mukaddime", İstanbul 1983.
48. İbn Hanbel, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed (v. 241/855), Musned, I-VI, İstanbul 1402/1982.
49. İbn Kesîr, Mecdüddîn Ebü'1-Fidâ İsmâîl (v.774/1372), Tefslru'l-Kur'âni'l-Azîm, I-IV, Mısır tarihsiz.
50. İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî (v.275/888), Sünen, (Tahkîk: M. Fuâd Abdülbâkî), I-II, Kahire 1372-1373/1952-53.
51. İbn Manzûr, Ebu'1-Fadl Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem (v. 711/1311), Lisânü'l-Arab, I-XV, Beyrut 1375-1376/1955-1956.
52. İbn Nuceym, Zeynelâbidîn b. İbrahim b. Nuceym el-Mısrî (v. 970/1562), el-Eşbâh ve'n-Nezâir alâ Mezhebi'l-İmâm A'zam Ebî Hanife en-Nu'mân, Mısır 1322.
53. İbn Sa'd, Ebû Abdillâh Muhammed (v. 230/844), et-Tabahâtü'l-Kûbrâ, I-IX, Beyrut 1388/1968.
54. Îloğlu, Mustafa, Gidi ilimler Hazinesi, I-VIII, İstanbul 1985.
55. İnan, Abdülkadir, Eski Türk Dini Tarihi, İstanbul 1976.
56. İslamiyet Ve Hristiyanlık, Komisyon. Türkiye Gazetesi yayını, İstanbul, 1991.
57. Kalender, Ruhi, Ruh Hastalıkları Tedavisinde Musiki, Aüifd. cild: XXXI, s. 271-281, Ankara 1989.
58. el-Kastallânî, Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed (v. 686/1287), İrşâdü's-Sârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhân (Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'i ve en-Nevevî'nin Şerhi ile birlikte), 1-X, Kahire 1307.
59. Kitab-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul 1949.
60. el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (v. 671/1272), el-Câmi' li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Beyrut 1385-1387/1965-67.
61. Macdonald, D.B. İslâm Ansiklopedisi "Cin" Maddesi, III. Cild, Meb. Yayını, İstanbul 1977.
Mâlik b. Enes (v. 179/795),
62. el-Muvatta', (Tahkik: M. Fuâd Abdülbâkî), 141, Kahire 12370/1951.
63. Miras, Kâmil-Naİm, Ahmed, Sahîh-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi, I-XII, 4. baskı, Ankara 1976.
64. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri (v. 261/874), el-Camiu's-Sahîh (Tahkik: M. Fuâd Abdülbâkî), I-V, Mısır 1374-1375/1954/1955.
65. en-Necîramî, Ebû İshâk İbrahim b. Abdillâh, Eymânü'l-Arabfi'l-Câhiliyyeti, 2. baskı, Mısır 1382/1962.
66. en-Necîramî, Sünen (bi Şerhi'l-Hâfız Celâlüddîn es-Suyûtî ve Hâşiyeti'l-İmâm es-Sindî), I-VIII, İstanbul 1401/1981.
67. en-Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şerefüddin (v. 676/1277).
68. en-Nevevî, el-Minhac fi Şerhi Müslimi'bni'l-Haccâc, 1-XVIII, 2. baskı, Beyrut 1392/1972.
69. Örs, Hayrullah, Musa ve Yahudilik, İstanbul 1996.
70. Özakkaş, Tahir, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, I. cild, Kayseri 1993.
71. el-Özcendî, Kadîhân Fahrüddin Hasen b. Mansûr el-Ferganî (v. 592/1195) Fetâvâ Kadîhân (Fetâvâ'l-Hindiyye ile birlikte, I-III. cildlerde) Mısır tarihsiz.
72. el-Pezdevî, Ebü'1-Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Abdilkerîm (v. 493/1099), Usûlüddin, (Neşreden: Hans Peter Lins), Kahire 1383/1963.
73. er-Râzî, Fahrüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn (v. 606/1209), Mefâtîhu'l-Cayb, I-XXXII, 2. baskı, Tahran Tarihsiz (Mısır 1937 baskısından ofset).
74. Sayı, Ali, Hz- Mûsâ, İstanbul 1992.
75. Sofuoğlu, Mehmed, Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, I-VIII, İstanbul 1974.
76. Songar, Ayhan, Psikiyatri, İstanbul 1976.
77. Songar, Ayhan, Günah Korkusu, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 4.1.1992.
78. Songar, Ayhan, Ya Avrupa Nasıldı?, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 6. 2. 1992.
79. Songar, Ayhan, Kimlik Bunalımı, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 10.2.1992.
80. Songar, Ayhan, "Türkler ve Ruh Hekimliği", Türk Dünyası Araştırmaları, Yıl: l.Sayi: 1, (Ağustos 1979).
81. es-Suyütî, Celâlüddin Abdurrahmân b. Ebî Bekr (v. 911/1505), el-Câmiu's-Sağir li Ehâdm'l-Besiri ve'n-Nezîr, I-II, Beyrut 1401/1981.
82. es-Sübkî, Mahmûd Muhammed Hattâb (v. 1352/1933), el-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrûd Şerhu Süneni'l-İmâm Ebî Dâvud, IX, 2. baskı, Mısır 1394.
83. Şahin, M. Süreyya, Tdv. İslâm Ansiklopedisi, "Cin" Maddesi, VIII. cild, İstanbul 1993.
84. eş-Şîbü, Bedrüddîn Muhammed b. Abdillâh (v. 769/1367), Ahkûmü'l-Cân, 1. baski, Beyrut tarihsiz.
85. Garâibü ve Acâibü'l-Cin, Beyrut tarihsiz. (Ahkâmü'l-Cân'ın aynısı olup, adı değiştirilerek basılmıştır.)
86. Tercüme: Muhammed Ferşâd, "Cinlerin Esrarı", 3. baskı, İstanbul tarihsiz.
87. et-Taberî, Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr (v. 310/922), Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Ayi'l-Kur'ân, I-XXX, 2. baskı, Mısır 1373/1954.
88. et-Tayâlisî, Ebû Dâvud Süleyman b. Dâvud (v. 204/819), Müsned, 1. baskı, Haydarâbâd-Dekkân, 1321.
et-Tilemsânî, İbnü'1-Hac, Şumûsü'l-Envâr ve Künüzü'l-Esrâr, 1. baskı, Mısır tarihsiz.
89. et-Tîrmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa (v. 279/892), Sünen, (Tahkik: Ahmed Muhammed Şâkir-M. Fuâd Abdülbakî-İbrâhîm Adve Avad), I-V, 1. baskı, Kahire 1356/1937.
90. Uludağ, Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Sadeleştiren: İlter Uzel, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara 1991.
91. Yardım, Ali, İzmir Milli Kütüphanesi Yazma Eserler Katalogu, I-IX, İzmir 1992-1994.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur'ân Dili, Yeni Mealli Türkçe Tefsir, I-1X, İstanbul 1979.
92. Yiğitbaş, M. Sâdık, Musiki ile Tedavi, İstanbul 1972.
93. ez-Zehebî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed b. Osman, (v. 748/1347), Mîzânü'l-İ'tidâl fî Nakdi'r-Ricâl (Tahkik: Alî Muhammed el-Becâvî), 1-1V, 1. baskı Mısır 1382/1963. [702]
Adalet: Hadisleri nakleden kimselerin rivayetlerinin kabul edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden birisi ve en önemlisidir. Adalet, insanı büyük günâhları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Şahitlik ve rivayetinin kabul edilebilmesini gerektirecek şekilde insana taat ve mürüvvetin hâkim olmasıdır. Kısacası bir râvînin dînî salâbetini, davranışlarındaki tutarlılığını, şahsiyet ve karakter yapısındaki dengeyi ifâde eden bir ölçüdür.,
Âhâd Haber: Mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından nakledilen habere "haber-i vâhid" adı verilir. Birkaç nesilde birer râvî vasıtasıyla rivayet edilmiş olanlara ise, "haber-i âhâd" veya "âhâd" denilmiştir.
Ahberanâ: Sözlükte, "Bize haber verdi" mânâsına gelir. Hadis rivayet metodlarından birisiyle alman hadislerin başkalarına nakli esnasında isnâdda kullanılan edâ lafızlarından birisidir.
Ahhâm: Hükümler mânâsına gelen bu kelime, hadis ilminde Cami veya Musannaf adı verilen ve belli konulardaki hadisleri ihtiva eden kitaplardaki ana konulardan birinin ismidir. Ahkâm konusuna dînî hükümleri ihtiva eden hadisler girer.
An'ane: Bir hadisi nakleden râvînin, isnadında semâ', ihbar ve tahdîse delâlet eden "Haddesenâ", "Ahberanâ" gibi lafızları kullanmayıp, sadece "An Fülânin" (Filânca kimseden) diyerek rivayet etmesidir. An'ane, râvî ile hadis aldığı hocasının bir araya geldiğine kesin olarak delâlet etmez. Bu yüzden, "An Fülânin" diyerek birisinden hadis nakleden bir râvî, aslında o hadisi o kişiden almadığı gibi, onunla hiç görüşmemişde olabilir. Böyle rivayetlerin isnâd açısından kopuk sayılmaması için râvînin adaletli olması, tedlîs yapmaması, kendisinden hadis naklettiği hocasıyla görüşmüş olması (lika) gibi bazı şartların bulunması gerekir.
Cerh: Sözlükte, "Yaralamak, dürtmek, tesir etmek, yarayı deşmek" anlamlarına gelir. Hadis terimi olarak, mutkin ve hafız olan bir âlimin, bir râvînin rivayetini, râvîde veya rivayetinde mevcut olan zayıflatıcı bir illet sebebiyle reddetmesidir. Kısacası cerh, hadis râvîsinde bulunan ve rivayetinin reddedilmesine sebep olan kusurların tesbit edilip ortaya konması ve naklettiği hadisle in reddedilmesinin sağlanmasıdır. Râvînin yalancılıkla suçlanması, çokça yanılması önemli cerh sebeplerindendir.
Cezim Sigası: Râvî'nin hadisi hocasından bizzat aldığını gösteren, "Kale" (Dedi), "Ravâ" (Rivayet etti), "Semi'tu" (işittim), "Ahberanâ" (Bize haber verdi) gibi lafızlara denilir. Bunlar, râvî ile hocasının biraraya geldiklerine kesinlikle delâlet eden eda lafızlarıdır.
Evham: "Vehim" kelimesinin çoğulu olup, râvînin cerhine sebep olan hususlardan, râvînin naklinde yanılması anlamına gelmektedir. Zabt sıfatıyla ilgilidir. Vehim, kopuk bir senedi bitişik gösterme gibi isnâdda, sahâbî sözünü (mevkuf) Hz. Peygamber'e ait (merfû) olarak nakletme gibi metinde olabilir.
Galat: Hadis rivayetinde hata yapmak demektir. Râvînin hatası aşırı olursa ve yanlış rivayetleri, doğru olarak naklettiklerini geçerse zabt sıfatını kaybetmesine sebep olur.
Garîb: Hangi tabakadan olursa olsun bir râvînin tek başına rivayet ettiği hadise denilir. Sadece bir râvî tarafından nakledilen hadis, başka râvîler tarafından nakledilmediği veya diğer rivayetler ona aykırı olduğu için tek başına kalan anlamında "Gârîb" ismini almıştır.
Haber: Bir görüşe göre, hadisle eş anlamlıdır. Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn'dan nakledilen rivayetlere denir. Bu yönüyle haber, hadisden daha geneldir, Çünkü Hz. Peygamber'in sözlerinin yanında, Sahabe, Tâbiûn ve daha sonrakilerden nakledilen şeyleri de içine alır. Bu açıdan her hadis haberdir, fakat her haber hadis değildir ve hadis haberin bir bölümünü meydana getirmektedir.
Haddesenâ: "Bize anlattı" manasına gelen edâ lafızlarındandır. Râvînin hocasından aldığı hadisleri talebesine naklederken kullanılmıştır. "Haddesenâ" lafzının, hadis rivayet yollarından hangisini göstermek için kullanılacağına dair hadisçiler arasında birlik sağlanamamıştır.
Hadis Hırsızlığı (Sirkatü'l-hadis): Bir râvînin bir hadisi naklinde tek başına kalması durumunda, diğer bir râvînin, aynı hadisi o râvînin hocasından işittiğini iddia etmesidir. Bunun yanısıra bir râvînin hadisi olarak bilinen bir rivayeti, aynı tabakadan başka bir râvîye isnâd ederek nakletmeye, ayrıca başkalarında bulunmayan hadis rivayet ediyor görünmek gayesiyle, o hadisdeki kelime veya cümlelerin yerlerini değiştirerek nakletmeye de hadis hırsızlığı denilir. Kısacası hadisde hırsızlık (sirkat), bir râvînin rivayet etmediği bir hadisi çeşitli şekillerde kendisine mal ederek nakletmesidir.
Hasen: Sahîh ile Zayıf hadis arasında yer alan, fakat sahîhe daha yakın olan bir hadis çeşididir.
Hasen-Sahîh: Bu terim konusunda hadis âlimleri ihtilâf etmiştir. Bu konuda en tutarlı açıklamayı İbn Hacer yapmıştır. Buna göre, hakkında Hasen-Sahîh terimi kullanılan hadisin bir tek isnadı varsa, bu hadisin hükmü konusunda tereddüd vardır, bu rivayet ya hasendir ya da sahihtir. Böyle bir rivayet sahîh hadisden biraz aşağı mertebededir. Hakkında hasen-sahîh hükmü verilen bu hadisin isnadı birden fazla ise, bu durumda bu rivayet bir isnâdla hasen, diğer bir isnâdla sahih olarak nakledilmiş demektir. Böyle bir rivayet, kendisine sadece sahih denilmiş bir hadisden daha kuvvetli sayılmaktadır.
Îztırab: Aynı hadisi birbirine zıt şekillerde rivayet eden râvîlerin hepsi adalet ve zabt sıfatları bakımından eşit veya birbirine yakın olduklarından, bu rivayetlerden herhangi birini diğerine tercih etme imkânı olmaz. Bu, tercihi imkânsız kılan duruma ıztırab denilir.
İhülût Etmek: Râvînin aklî melekelerinin zayıflaması sonucu şuurunun karışması sebebiyle naklettiği hadislerin farkında olmamasıdır. İhtilât, daha çok yaşlılık yüzünden hafıza gücünün zayıflaması durumunda görülür. Aklı oynatmak veya hastalık da ihtilât sebebidir.
İnkıta': İsnâd zincirini teşkil eden râvîlerden bir veya bir kaçının düşmesiyle meydana gelen kopukluktur. İsnadın başında, ortasında veya sonunda olabilir.
İrsal Yapmak: İsnadında, Tâbiin'in hadis aldığı sahâbîyi veya sahâbînin nakli kendisinden aldığı diğer bir sahâbîyi atlayarak, doğrudan Hz. Peygamber'den rivayette bulunmasıdır.
İsnâd: Bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmektir.
Kütüb-i Sitte: Hadis kaynakları arasında şöhret kazanmış altı esere denilir. Bunlar, hadis kitaplarının en sahihleri kabul edilen el-Buhârî ve Müslim'in el-Cârniu's-Sahîh'Ieri ile, Ebû Dâvud, Tirmizî, en-Nesâî ve İbn Mâce'nin Sünen'lerinden ibarettir.
Mahfuz: Adalet ve Zabt yönünden diğerlerinden daha üstün bir mertebede bulunan râvînin nakline denilmekte olup, "şâz" karşıtıdır.
Mecruh: Yalan söylemek, rivayet şartlarına uymamak gibi zayıflatıcı sebeplerle hadisleri reddedilmiş râvîye denilir.
Mechûl: Kimliği ve adalet durumu bilinmeyen, ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis âlimleri tarafından tanınmayan, hadisleri sadece bir tek râvî yönünden bilinen kimsedir.
Metin: Hz. Peygamber'in bir sözünü, fiilini veya O'na ait bir işi, bir olayı bir hâli, bir özelliği anlatan ve hadisin isnadından sonra yer alan ifadelerdir.
Metruk: Yalan söylemekle itham edilmiş, söz veya fiilinde fışkı ortaya çıkmış ya da çok yanılma ve gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına naklettiği hadisdir. Bu sebeplerle hadisi terkedilmiş bir râvîye de "Metrûku'l-Hadîs" denilir.
Mevzu': Çeşitli maksatlarla uydurulup, iftira olarak Hz. Peygamber'e nisbet edilmek suretiyle rivayet edilen sözlere denir.
Râvi: Hz. Peygamber'in hadislerini nakleden kimsedir.
Sahîh: Adalet ve Zabt sahibi râvîlerin kesiksiz bir isnâdla birbirinden naklettikleri, şâz ve illetten uzak hadislerdir.
Sahihayn (Sahihân): el-Buhârî ve Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh adlı eserlerine denilir.
Sened: Hadisin ilk kaynağına kadar ulaşan yolu oluşturan râvîler zinciridir.
Sika: Bir kişiye güvenmek, itimâd etmek mânâsına olup, Hadis Usûlü'nde, adalet ve zabt sıfatlarını taşıyan râvîye denilir.
Sünnet: Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, takrirleri, Peygamberliğinden önceki ve sonraki ahlâkî vasıfları ve sîretidir. Hadisle eş anlamlıdır. Fıkıh âlimlerine göre ise, Kur'ân dışında Hz. Peygamber'den sâdır olan ve şer'î bir hükme delil olabilecek niletikte söz, fiil ve takrirlerdir.
Şeyhayn (Şeyhân): Hadis ilimlerinde, el-Buhârî ve Müslim demektir.
Tedlîs: Bir râvînin çağdaşı olup görüşmediği veya görüşüp de hadis almadığı bir hocadan sanki ondan işitmişçesine nakilde bulunmasıdır. Bir râvînin, hadis işittiği kimseden, gerçekte işitmemiş olduğu hadisleri rivayet etmesi de tedlîs kapsamına girer.
Zabt: İşittiği hadisleri aradan uzun bir zaman geçtikten sonra bile, işittiği şekilde ezberinde tutup eksik ya da fazla olmaksızın başkalarına rivayet edebilme yeteneğidir. Rivayetinin kabul edilebilmesi için râvîde bulunması gereken şartlardandır.
Zayıf: Adalet ve Zabt yönünden tenkide uğramış râvîler tarafından nakledilmiş olup, sahih ve hasen'in dışında kalan hadislerdir. [703]
[1] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 1.
[2] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 2.
[3] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 3
[4] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 7-10.
[5] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 13-17.
[6] Cevheri, Sihâh, V, 2093 vd; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XIII, 92-101
[7] En'âm: 6/100; Saffât: 37/158-159; Yazır, Hak Dini, III, 1998-1999, VI, 4077
[8] D.B. Macdonald, LA, Cin Maddesi, III, 192-193
[9] Krş. Tesniye 32/16-17; Mezmurlar, 106 / 37; Yuhanna 8/48-49; 10/19-21; 17/19-20; Luka 7/28-34; Matta 11/11-19.
[10] Miras, Tecrid-i Sarih, X, 48
[11] Müddesir: 74/31.
[12] Cin: 29/11; Kurlubî, el-Cûmi, XIX, 151; Yazır, Hak Dini, III, 2030; Miras, Tecrid, X, 47-48; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, X, 94.
[13] A'râf: 7/11-12; Hicr: 15/27; Sâd: 38/75-76; Rahman: 55/15
[14] Müslim, Zühd, 60. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 19-20.
[15] Çağatay, Cahiliye Çağı, s. 103.
[16] Taberi, Câmiu'l-Beyân, 1, 199, 201; Krş. Aydemir, Tefsirde İsrâiliyat, s.98.
[17] Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr, 35; Aynî, Umde, XVII, 6.
[18] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 135; Çağatay, Cühiliye Çağı, s. 103.
[19] Buhârî, B. Halk, 6, 11; Müslim, Selâm, 122-124; Tirmizî, Tefsir, 34 /2-3.
[20] Buhârî, Tefsir, 72/1, Ezan 105; Müslim, Satat 149; Tirmizî, Tefsir, 72 /2-3.
[21] Tirmizî, Taharet 102/135; İbn Mace, Taharet, 122/639.
[22] S. Ateş, Kur'ân-ı Kerim ve Yüce Meali, s. 261.
[23] İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, XIII, 92-101.
[24] M.Şükrî el-Âlûsî, Bulûğu'I-Ereb II, 315; Bozkurt, Sünnetin Verilerine Göre Hz. Peygamber Devrinde Hicaz Folkloru, s. 56.
[25] Âlûsî, Bulûğu'l-Ereb, II, 324, 358; Bozkurt, Hicaz Folkloru, s. 57.
[26] Ebu Dâvud, Edeb, 174 / 248-5250; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348,420; II, 432.
[27] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, s. 314-315, No: 410-912.
[28] Saffât: 37/158.
[29] Yazır, Hak Dini, III, 1998-1999; VI, 4077.
[30] En'âm: 6/100; Saffât: 37/158-159.
[31] Ahmed b. Hanbel Mûsned, 1, 265; Dârimî, Vuda, 1.
[32] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 312
[33] Yazır, Hak Dini, VIII, 5400-5401.
[34] Cin: 72/6.
[35] İsrâ: 17/57.
[36] Buhârî, Tefsîru Sûre, 17/7-8; Müslim, Tefsir, 29, 30.
[37] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 157.
[38] Müslim, Cum'a 46; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 302.
[39] Tirmizî, Siyer 9/1557; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 223.
[40] Müslim, Selam, 64; Krş. Ebû Dâvud, Tıb, 18. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 21-26.
[41] Tesniye 32/16-17.
[42] Levililer 17/7.
[43] Mezmurlar 106/ 37.
[44] Levililer 17/7.
[45] Örs, Musa ve Yahudilik, s. 143.
[46] Bkz. Leviler, 16/8.
[47] M.S. Şahin, TDV. İslam Ansiklopedisi Cin Maddesi, VIII, 6-7.
[48] Krş. Tekvin, 6/1-4.
[49] Şahin, TDV İslâm Ansiklopedisi, agm. VIII, 7.
[50] Zâriyat: 51/38-39.
[51] Hicr: 15/6.
[52] Hicr: 15/6.
[53] Yuhanna, 8/49.
[54] Yuhanna, 17/19-20.
[55] Yuhanna, 10/19-21.
[56] Luka, 7/28-34; Krş. Matla, 11/11-19.
[57] En'âm: 6/130.
[58] Ahkâf: 46/30.
[59] Sebe: 34/12-14.
[60] Neml: 27/39.
[61] Naim, Tecrid-i Sarih, 11, 406, Açıklama: 1.
[62] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 26-31.
[63] Yakubun Mektubu, 11 19-20
[64] Matta, 4/24.
[65] Markos, 16/9.
[66] Markos, 1/32-34.
[67] Luka, 4/41.
[68] Yuhanna, 8/48-49; 17/ 19-20.
[69] Matta, 12/22-29; Luka, 11/14-14-22; Markos, 3/22-27.
[70] Barnabas, The Gospel of Barnabas, s. 88-89; Krş. İslâmiyet ve Hristiyanlık, s. 140.
[71] Luka, 4/33; 8/29.
[72] Matla, 9/32-34; Krş. Matta, 12/22-29; Markos, 3/20-27; Luka, 11/14-22
[73] Malta, 17/14-20; Krş. Luka, 9/37-42.
[74] Malta, 12/22-27; Krş. Luka, 11/14-22 Markos, 3/22-27.
[75] Matta, 12/28.
[76] Luka, 8/26-36; Matta, 8/28-33.
[77] Matta, 15/24.
[78] Matta, 15/26; Markos. 7/27.
[79] Matta, 15/27 Markos, 7/28.
[80] Markos. 7/29.
[81] Malta, 15/22.
[82] Markos, 6/13; Krş. Luka, 9/1-2.
[83] Luka, 10/17.
[84] Markos, 9/38; Luka, 9/49-50.
[85] Matta, 7/22-23.
[86] Markos; 16/17-18.
[87] Songar, "Ya Avrupa Nasıldı?", Türkiye Gazetesi, Sohbet köşesi, 06.02.1992.
[88] Şahin, TDV. İslam Ansiklopedisi, Cin maddesi, VIII, 8.
[89] 1. Korintoslulara, 10/20-21.
[90] Yuhanna'nın Vahyi, 9/20.
[91] Yuhanna'nın Vahyi, 16/13-14.
[92] I. Timoteos'a, 4/1-3.
[93] Yuhanna'nın Vahyi, 18/2.
[94] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 32-40.
[95] Ahkaf: 46/30
[96] En'âm: 6/130.
[97] Ahkâf: 46/29-30; Cin: 72/1-2; Buharı, Tefsir, 72/1; Ezan, 105; Müslim. Salât, 149-150, 153; Tirmizi, Tefsir, 72/2-3, no: 3323-3324; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, I, 252.
[98] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 145.
[99] Buhârî, Sücûdu'l-Kur'ân, 5; Tefsri Sûre 53; Tirmizî, Cumu'a, 403/575.
[100] Aynî, Umdetut-Kârî, Vll, 101.
[101] Buhârî, S. Halk, 12, Tevhîd, 52; Nesâî, Ezan, 14; İbn Mâce, Ezan, 5; İmâm Mâlik, Muvatta, Ezan, 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 35, 43.
[102] A'râf: 7/179.
[103] En'âm: 6/128.
[104] Cin: 72/5.
[105] A. Naim, Tecrid-i Sarih, II, 403.
[106] Kehf: 18/50.
[107] İmâm Mâlik, Muvatta', Şa'ar, 4/10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 419
[108] İbnü'l- Cevzî, Telbîs, s. 35-36.
[109] Müslim, Münafıkîn, 69.
[110] Buhârî, Tevhid, 7; Müslim, Zikr, 67; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 302.
[111] Buhârî, Menâkibu't-Ensûr, 32.
[112] Müslim, Salât, 150.
[113] Müslim, Selâm, 141; İmâm Mâlik, Muvatta', İsti'zân, 13/33.
[114] İmâm Mâlik, Muvatta', Isti'zan, 11/30.
[115] Yuhanna'nın Vahyi, 18/1-2
[116] A'râf: 7/27.
[117] Tirmizî, Cumu'a, 73; İbn Mâce, Tahârzi, 9/297-298.
[118] Müslim, Zikr, 68.
[119] Ebu Ya'lâ, el-Ferrâ, el-Mu'temed fi Usûli'd-din, s. 174
[120] Rahman: 55/56.
[121] Abdurrezzâk, Musannaf, XI, 32.
[122] Ebû Dâvud, Taharet, 16; Nesâî, Taharet, 29; Ahmed b. Hanbef, Müsned, V, 82.
[123] el-Ferrâ, a.g.e., s. 173-174.
[124] Bakara: 2/275.
[125] Yazar, Hak Dini, 11, -957. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 41-47.
[126] Saffât: 37/6, 10
[127] Hicr: 15/16-18.
[128] Yazır, Hak Dini, VI, 4048-4049; S. Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, V, 61; VII, 397-398.
[129] Yazır, a.g.e., VI, 4049.
[130] Yazır, a.g.e., V 3049.
[131] Cin: 72/8-10.
[132] Râzî, Mefâtîh, XXX, 157-158; Kurtubî, el-Cami, XIX, 139; Şîblî. Ahkâmü'l-Can, s. 164; Ayni, Umde, VI, 36; S. Ateş, a.g.e. X, 100
[133] Râzî, Mefâtîh, XXX, 158; Kurtubî, el-Câmi’ XIX. 12-13.
[134] Şiblî, a.g.e., s. 164; Aynî, Umde, VI, 36; A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 763.
[135] Râzî, Mefâtîh, XXX, 158; S. Ateş, a.g.e., X, 98.
[136] Râzi, Mefâtth, XXX, 158; S. Ateş, Yitce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, X:, 98. Şuara: 26/210-212.
[137] Yazır, Hak Dini, VIII, 5-403-5404; S. Ateş, a.g.e., X, 100.
[138] Buhâri, Tefsîru'I-Kur'an, 15/1; 34/1; Müslim, Selâm, 124; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 34/2.
[139] Buhârî, Tefsiru'l-Kur'ân, 34/1; Tirmizî, Tefsirul-Kur'ân, 34/2.
[140] S. Ateş, Yüce Kur’an'ın Çağdaş Tefsiri, VII, 251-252.
[141] Yazır, Hak Dini, VI, 3962.
[142] İbn Kesîr, Tefslru'l-Kur'ûni'l-Azim, 111, 536-537; ayrıca bkz. Aynî, Umde, XIX, 130.
[143] Sebe: 34/23
[144] Buhârî, Tefsir, 34/1; Tirmizî, Tefsir, 34/2.
[145] Bkz. Hicr: 15/16-18; Saffât: 37/6-10; Cin: 72/8-10; Buhârî, Tıb, 60; Edeb, 117; Tevhid, 57; Müslim, Selam, 122-124.
[146] Buhârî, Tefsin 34/1.
[147] Hicr: 15/18.
[148] Buhârî, Tefsir, 15/1.
[149] A'râf: 7/11-12; Hicr: 15/27;Sâd: 38/71-77; Rahman: 55/14-16.
[150] Saffat: 37/6-10.
[151] Cin: 72/8-10.
[152] Müslim, Selâm, 124; Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 24/ 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 218.
[153] A'râf: 7/27.
[154] Hicr: 15/16-18; Saffat: 37/6-10; Cin: 72/8-10; Bkz. Yazır, Hafe Diniye S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, ilgili âyetlerin açıklamaları.
[155] Buhârî, Tefsîr, 34/1; Tirmizî, Tefsir, 34 / 2.
[156] Müslim, Selâm, 124.
[157] Mülk: 67/5.
[158] Krş. Râzî, Mefâtîh, XXX, 59; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, IX, 529.
[159] Yazır, Hak Dini, VII, 520 / 5; S. Ateş, a.g.e., IX, 531.
[160] Yazır, a.g.e., VII, 5207; Miras, Tecrid-i Sarih, IX, 23.
[161] Buhâri, life, 46; Edeb: 117; Tevhid: 57; Müslim, Selâm, 123; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 87.
[162] Buhârî, B. Halk, 11; Müslim, Selâm, 122.
[163] Hicr: 15/16-18; Saffât: 37/6-10; Cin: 72/8-10; Buhârî, Tefsir: 34/1; Müslim, Selâm, 124; Tirmizî, Tefsir: 34/2-4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 218.
[164] Bkz. Hicr: 15/18; Saffât: 37/6-10; Cin: 72/8-1O; Buhârî, Menâhibu'l-Ensâr, 35; Tirmizî, Tefsîr: 72/2; Ahmed b. Hanbel, Müsned: 274, 323.
[165] Müslim, Selâm, 122.
[166] Nevevî, M'inhâc, XIV, 223; Davudoglu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, IX, 5872.
[167] Buhârî, Tefsir, 72/1, Enâm, 105; Müslim, Salât, 149; Tirmizî, Tefsir, 72/2-3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 252; Krş. Cin: 72/1.
[168] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 167-168; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 163-164
[169] Bkz. İsrâ: 17/81.
[170] Tayâlisî, Müsned, s. 32, No: 234; Krş. İbnü'l- Esîr, Üsdü'l- Ğâbe, II, 295; İbn Hacer, el-hâbe, III, 32.
[171] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 47-73.
[172] Rahman: 55/31-40
[173] En'âm: 6/112.
[174] En'âm: 6/130.
[175] A'râf: 7/38.
[176] A'râf: 7/179.
[177] Fussilet: 41/25.
[178] Zâriyat: 51/56.
[179] Ahkâf: 46/29-32.
[180] Cin: 72/1-14.
[181] Cin: 72/1-2
[182] Müslim, Salât, 149; Tirmizî, Tefsîru Sûre, 72 / 2-3 No: 3323-3324
[183] Cin: 72/19
[184] Tirmizî, Tefsiri Süre, 72/2 (3323); Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 270.
[185] Bkz. İbn Hacer, el-hâbe, IV, 90.
[186] Bkz. Ayni, Umdetü'l-Kûri, XVI, 309.
[187] S. Ateş, a.g.e., X, 96-97; Krş. Râzî, Mefatîh, XXX, 152-153.
[188] A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 757, açıklama: 2.
[189] A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 761-762.
[190] Ahkâf: 46/29-32.
[191] A.Naim, Tecrid-i Sarih, II, 765-767; Krş. Ayni, Umde, XVI, 309.
[192] Müslim, Salât, 150; Krş.152; Tirmizî, Tefsir, 45 / 3258.
[193] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 416; Hacun için bkz. İbnü'1-Esîr, en-Nihâye I, 348
[194] Buhârî, Menâhbu'l- Bnsâr, 32; Müslim, Salât, 153.
[195] Aynî, Umde, XVI, 309; Miras, Tecnd-i Sarih, X, 47-48
[196] Ebû Davud, Taharet, 20 / 39.
[197] Ahmed b. Hanbel, Masned, I, 398 402, 449, 455 Krş. Tirmizi, Taharet, 65/88.
[198] Nevevî, Minhâc, IV, 169-170.
[199] Ebû Reyye, Advâ Ale's Sünneti'l-Muhammediyye, s. 102; Terc. s. 119; İbn Mes'ud'un, "Bizden hiçbiri o gece Rasûlullah'la beraber bulunmadı" sözü hakkında bkz. Müslim, Salât, 33/450; Ebû Davud, Taharet, 42/85; Tirmizî, Tefsir, 46/3258.
[200] Tirmizî, Tefsir, 55/3291.
[201] Tirmizî, a.g.y.
[202] Aynî, Umde, XVI, 309; Miras, Tecrid-i Sarih, X, 48
[203] Şiblî, Ahkâmû'l- Cân, s. 68-69; Garâibü ve Acâibû'l- Cin, s. 63-64.
[204] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 449.
[205] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 73; Garâibü ve Acâibü'l-Can, s. 68; Tercüme: Cinlerin Esrarı, s. 201-202.
[206] İbn Hacer, Tehzhiba't-Tehzlb, VI, 192, 397. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 74-89.
[207] Müslim, Şato, 150.
[208] Tirmizî, Tefsir, 46/3258.
[209] Tirmizî, Taharet, 14/18.
[210] Nesâî, Taharet, 38/42.
[211] Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 4 /3258.
[212] Müslim, Salat, 150.
[213] Krş. Müslim, Salat, 150-151
[214] Müslim, Salât, 150.
[215] Müslim, Salât, 151.
[216] Nevevî, Minhüc, IV, 170; Krş. Dâvudoglu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, III, 226
[217] Müslim, Salût, 150; Krş. Tirmizî, Tefsir, 46/3258.
[218] Bkz. Müslim, Eşribe, 134-136; Ebû Dâvud, Et'ime, 16/3765-3766, 3768, 50/3845; Tirmizî, Et'ime, 11/1802-1803; İbn Mâce, Et'ime, 13/3278, Duâ, 19/3887; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 383; IV, 336; V, 383.
[219] Bkz. Aynî, Umde, XVI, 310.
[220] Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46/3258
[221] Müslim, Salat, 149; Tirmizî, Tefsir, 72/2-3, No: 3323-3324
[222] A'râf: 7/27.
[223] Bkz. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46 / 3258.
[224] Buhârî, Vudü, 21; Tirmizî, Taharet, 13/17; Nesâî, Taharet, 38 / 42; İbn Mâce, Taharet, 16/314.
[225] Nesâî, Taharet, 35/39; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 457.
[226] Müslim, Taharet, 57; Ebû Dâvud, Taharet, 4/7; Tirmizi, Taharet, 12/16; İbn Mâce, Taharet, 16/316.
[227] Nesâî, Taharet, 36/40; İbn Mâce, Taharet, 16/313.
[228] Müslim, Taharet, 58; Ebû Dâvud, Taharet, 20/36, 38-39; Nesaî, Zinet, 12/5065; İbn Mâce, Taharet, 16/315.
[229] Bkz. Buhâri, Vudû, 22.
[230] Buhârî, Vadû, 21.
[231] Nesâî, Taharet, 38/42.
[232] Krş. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46/3258
[233] Dârekutnî, Sünen, 1, 56, no: 9; Krş. Dâvudoğlu, Selâmet Yolları, 1, 36, No; 108.
[234] Nevevî. Minhâc, III, 157; Kastallânî, hşâdü's-Sârt, I, 327; Aynî, Umde, II, 299-301, 304; M. Hattâb es-Sübkî, Menhet, 1, 137; Dâvudoglu, 5. Yolları, I, 137; Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, 111, 226-227; Hatiboglu, Sünen-i İbn Mâce Terc. ve Şerhi, I, 501-502
[235] Aynî, Umde, II, 300; Krş. Dâvudoğlu, S. Yolları, I, 137.
[236] Bkz. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsîr, 46/3258.
[237] Buharı, Menâkıbu'l-Ensâr, 32.
[238] Krş. Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Te/sîr, 46/3258.
[239] Buhârî, Vudü, 20
[240] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32. 23 L
[241] Buhârî, Vudu, 20.
[242] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32.
[243] Zehebî, Mizan, IV, 200; İbn Hacer, T. Tehzîb, V, 557.
[244] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32; Müslim, Salât, 150; Tirmizî, Tefsir, 46 /3258.
[245] Bkz. Zâdu'l-Meâd.
[246] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr, 32.
[247] Buhârî, Menâkıbu'l-Emâr, 32.
[248] Buhârî, a.g.y.
[249] Krş. Turan Dursun, Dm Bu, I, 134-135. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 90-108.
[250] Müslim, Selâm, 139; 1. Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33.
[251] Müslim, Selâm, 141.
[252] Nevevî, Minhâc. 14 / 230, 236; Krş. Dâvudogtu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, IX, 693.
[253] Bkz. Müslim, Selâm, 139, 141; İmâm Mâlik, Muvatta', izin, 12/33.
[254] Tekvin, 3/1-15.
[255] Demiri, H. Hayavân, I, 391; Aydemir, T. İsrâiliyât, s. 62.
[256] Taberî, Câmiu'l-Beyân. I, 235 Krş. Aydemir, T. İsrâiliyat, s. 259.
[257] Tabeil, a.g.e., I, 237.
[258] M.S. Şahin, T.D.V. Is. Ans. Cin Maddesi, VIII, 5.
[259] Yuhanna'nın Vahyi, 12/9-10.
[260] Yuhanna'nın Vahyi 20/1-2.
[261] İbnü'1-Esîr, en-Nihaye, 1, 308; İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, XIII, 97; Demiri, H. Hayavân, I, 302.
[262] Beyhakî, Sünen, IX, 314; Suyûh, C. Sagîr, II, 698; Halebî, İnsânü'l-Uyün, I, 203.
[263] İbnül-Eslr, en-Nihâye, I, 308; İbn Manzûr, Lisânü'1-Arab. XIII, 97.
[264] Aynî, Umde, II, 268.
[265] el-Âlûsî, Bulûğu'l-Ereh, II, 358
[266] Ebû Dâvud, Edeb, 174 / 5248-5250; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 348, 420; II, 432
[267] el-Âlûsî, a.g.e., II, 324.
[268] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 348.
[269] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1, 390, 395, 397, 413, 421, 466.
[270] Taberl, Câmiu'l-Beyân, 1, 330; Demîrî, H. Hayavân, II, 204; Krş. Dâvudoglu, Sahih-i Müslim Terc. ve Şerhi, IX, 143.
[271] Müslim, Selâm, 140.
[272] Bkz. Müslim, Selâm, 139, 141; İmâm Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33
[273] Bkz. Müslim, Selâm, 140.
[274] Bkz. Müslim, Selâm, 139, 141; İmâm Mâlik, Muvata, izin, 12/33; Ebû Dâvud, Edeb, 174/5257.
[275] Bkz. Müslim, Selâm, 140.
[276] Tirmizi, K. Ahkâm ve'l-Fevâid, 2/1484.
[277] Bkz. Buhârî, B. Halk, 15; Müslim, Selâm, 138; Ebû Dâvud, Menâsıh, 39; İkâme, 165; Nesâî, Hac, 83, 114, Sihir; 13; Tirmizî, Salât, 170; İbn Mâce, Saya, 19, Menâsık, 91; İkâme, 146; İmâm Mâlik, Muvatta', Hac, 91; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257, 348, 11, 22, 30, 50, 52, 233, 248, 255, 284, 432, 473, 475, 111, 3, 32, VI, 97, 203, 209, 238, 259.
[278] Bozkurt, Hz. Peygamber Devrinde Folklor, s. 57.
[279] Miras, Tecrid-i Sarih Terc. IX, 64.
[280] Demîrî, H. Hayavân, 1, 288-289, 416
[281] Demiri, a.g.e,, I, 289; Zehebî, Mîzânü’l-İtidâl, IV, 426
[282] Demin, a.g.e., 1, 288.
[283] Ebû Dâvud, Edeb, 174/5256
[284] Zehirli yılanların öldürülmeleri hk. bkz. Buhârî, B. Halk, 15; Müslim, Selâm, 138; Ebû Dâvud, Menâsık, 39, vb, yerler.
[285] Krş. Müslim, Selâm, 139-141; Ebû Dâvud, Edeh, 174/5257; Tirmizî. K. Ahkâm, 2/1484, İmâm Mâlik, Muvatta', İzin, 12/33.
[286] Zehebî, Mizan, IV, 66; İbn Hacer, T. Tehzib, V, 334.
[287] el- Alûsî, Bulûğu'1-Ereb, ll, 360..
[288] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 62; Garâibü ve Acâibü'l-Cin. s. 57; Tercüme: Cinlerin Esrarı, s. 185-186; Demîrî, H. Hayavân, 1, 293,294; Dâvudoglu, Sahih-i Müslim Terc. Şerhi, 111, 33.
[289] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 62; Garâibü ve Acâibü’l-Cin, s. 57-58; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 186; Demîrî, H. Hayavân, I, 294.
[290] Bu konudaki diğer bazı rivayetler için bkz. Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 62-65; Garâtbü ve Acâibü'l-Cin, s. 57-60; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 185-189; Demiri, H. Hayavân, I, 293-295.
[291] Neml: 27/39.
[292] Aynî, Umdetü'l-Kârî, VII, 102.
[293] Râzî, Mefâtihu-l-Gayb, XIV, 54.
[294] Râzî, a.g.e., XXVI, 208.
[295] Meryem: 19/17.
[296] el-Ferrâ, el-Mu'temed fi Usdli'd-Dîn, s. 174-175. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 109-125.
[297] A'râf: 7/27.
[298] Taberî, Câmiu'l-Beyân, Vlll, 153
[299] Râzî, Mefâtthu'l-Ğayb, XIV, 54.
[300] Râzî. a.g.e., XIV, 54.
[301] Râzî, Mefâtthu'l-Cayb, XIV, XIV, 54.
[302] Ebu Ya'lâ el-Ferrâ, el-Mu'lemed, s. 172.
[303] Meryem: 19/17-18.
[304] Necm: 52/6-14.
[305] el-Ferrâ, a.g.e., s. 174-175.
[306] Demîrî. K Hayavân, 1, 297.
[307] Yazır, Hak Dini, III, 2147-2148.
[308] S.Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, III, 327-328.
[309] Necm: 52/6-14; Krş. Yazır, a.g.e., I, 4573-4580.
[310] Meryem: 19/17.
[311] Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 1; Müslim, Fedâ'dü's-Sahâbe, 100; İmân, 271; Tirmizî, Menâhtb, 12 / 3649; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 334
[312] Buharı. Satût, 75, Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâciâ, 39; Ahmetl b. Hanbel, Müsned, ll, 298; Krş. a.g.y.; 1, 413; 111. 82.
[313] Müslim, Mesâcid, 40.
[314] Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Terc. II, 406, Açıklama no: 1; Krş. Aynî, Umdetul-Kâri, IV, 235.
[315] Ahmed b. Hanbel, Mûsned, II, 353, 363.
[316] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 126-134.
[317] Ebû Ya'lâ el-Ferrâ, el-Mu'temed, s. 174
[318] Rahman: 55/56.
[319] Yazır, Hak Dini, VII, 4690.
[320] Kehf: 18/50.
[321] Siblî, Ahkâmü'l-Cân: s. 97; Garâibü ve Acâibü'l-Cin, s. 91; Terc. Cinlerin Esrarı, s. ] 19.
[322] Şiblî, Ahkâmü'l-Cân, s. 91, L05; Garâibü ve Acâibü'l-Cin, s. 85, 99; Terc, Cinlerin Esrarı, s. 119.
[323] Tevrat, Levililer, 15/19-24, 22/5-7.
[324] Şiblî, Ahkâm, s. 174-175; Garâib, s. 162-163; Terc. Cinlerin Esrân, s. 172-173.
[325] Taberi, Câmia'l-Beyân, XIX, 152; Kurtubî, el-Câmi H Ahkâmi'l-Kur'ân, X, 289; İbn Kesir, Tefsîru'l- Kur'ân, III, 360.
[326] Şiblî, Ahkâm, s. 96; Garâib, s. 90-91; Terc. Cinlerin Esrân, s. 118.
[327] Suyütî, C. Sagir, 1, 42; Demîrî, H. Hayavam, I, 302.
[328] I. Krallar, bab: 10, ll. Tarihler, 9/1-12,
[329] 1. Krallar.1l/41..
[330] Bkz. Suyûtî, C. Sağir, I, 42
[331] Zehebî, Mizanü'l-İ'tidal, 11, 128-130; İbn Hacer, T. Tehtfb, 11, 291-292
[332] İbn Hacer, T. Tehzîb, 1, 296.
[333] M. S. Şahin, TDV Is. Ans. Cin Maddesi, VIII, 7.
[334] Tekvin: 6/1-4
[335] İbn Nuceym, el-Esbâh, I, 302.
[336] Demîrî, H. Hayavân, I, 302.
[337] Şiblî, Ahkâm, s. 91; Garâib, s. 85-86; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 109.
[338] Demiri, H. Hayavcin. 1, 302; İbn Nuceym, el-Esbâh ve'n-Nezâir, s. 131.
[339] Şiblî, Ahkâm, s. 91-92: Garâib, s. 86; Terc. Cinlerin Esrân, s. 109-110.
[340] Şiblî, Ahkâm. s. 94; Garâib. s.88; Terc. Cinlerin Esrârı s.l 13.
[341] Şiblî, Ahkâm, s. 94 , 101; Garaib, s. 89-95; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 114-124.
[342] Şibiî, Ahkâm, s. 91; Garâib, s. 85; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 109.
[343] Şiblî, Ahkâm, s. 100; Garâib, s. 94; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 122.
[344] İsrâ: 17/64.
[345] Taberî, C. Beyân, XV, 119-121; Kurtubî, el-Câmi, X, 289; Râzî, Mefâtih, XXI, 6-7; İbn Kesîr, Tefsîr Kur'âni'l,-Âzîm, III, 50.
[346] Aynî, Vmdetü'l-Kârî, XX, 152; Krş. Kurtubî, el-Cami, X, 289.
[347] Buhârî, B. Halk, 11; Vudû, 8; Nikâh, 66; Tevhîd, 13; Daavut, 54; Müslim, Nikâh, 116; Ebû Dâvud, Nikâhı, 46/2161; Tirmizî, Nifedfi, 8/1098; İbn Mâce, Nikâh, 27/1919; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, l, 217, 220, 243, 283, 286.
[348] Hadisin yorumu için bkz. el-Aynî, Umdetü't-Kârî, 1l, 269; Davudoglu, Sahlh-i Müslim Terc. ve. Şerhi, VII, 319; Hatiboğlu, Sünen-i İbn Mâce Terc. ve Şerhi, V, 359-360.
[349] Şiblî, Ahkâm, s. 104; Garâib, say; Tere. Cinlerin Esrarı, s. "128.
[350] Fahrüddîn el-Özcendi. Fetâvâ Kâdîhân (Fetâvâ-1-Hindiyye'nin kenarında), I, 43.
[351] Kurtubî, el-Câmi, X.. 28
[352] Ebû Dâvud, Edeb, 116/5107.
[353] Zehebî, Mîzânü’l-İ'tidâl, IV, 612; İbn Hacer, I Tehzib, VI, 625
[354] İbn Hacer, T. Tehzib, II, 115.
[355] Hicr: 15/42; Krş. İsrâ, 17/65; vb. âyetler
[356] Ebû Ya'lâ el- Ferrâ, el-Mu'temed, s. 174; Râzî, Mefâtîhu'l-Ğayb, XIV, 54
[357] bkz. Görsel, Sağlık Ansik. V, 944-945; Doktorumuz, Gelişim Tıp Ans. VI, 21 67.
[358] Görsel Sağlık Ansik. V, 945.
[359] Görsel Sağlık Ansik. V, 946- 947.
[360] Şiblî, Ahkâm, s. 92; Garâib, s. 86-87; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 111; İbn Nuceym, el- Eşbâh ve'n- Nezâir, s. 131.
[361] Şiblî, Ahkâm, s. 101; Garaib, s. 95; Tere. Cinlerin Esrarı, s. 124.
[362] Demîrî, H. Hayavân, İ, 302.
[363] Şiblî, Ahkâm, s. 98; Garâib, s. 92; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 120.
[364] Taberî, Câmiul-Beyân, 1, 199, 201; Krş. Aydemir, T, İsrâiliyât, s.ı
[365] Şiblî, Ahkâm, s. 97; Garâib, s. 91; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 119.
[366] Demîrî, H. Hayavan, I, 302.
[367] Şibiî, Ahkâm, s. 97; Garâib, s.91-92; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 131.
[368] İbn Nuceym, a.g.e., s. 131.
[369] Şiblî, Ahkâm, s. 98; Garâib, s. 92; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 120.
[370] Demîri, H. Hayavâtı, I, 302; İbn Nuceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, s. 131.
[371] Şiblî, Ahhâm, s. 99; Garâib, s. 94; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 121-122.
[372] Şiblî, Ahkâm, s. 93; Garâib, s. 87; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 112
[373] Şiblî, Ahkâm, s. 93-94; Garûib, s. 87-88; Terc. Cinlerin Esrarı, s. 112-114
[374] Şiblî, Ahhâm, s. 94; Garâib, s. 88; Terc. Cinlerin Esrârı, s. 113.
[375] Tevbe: 9/71.
[376] Şiblî, Ahkâm, s. 99-100; Garâib, s. 93-94; Terc. Cinlerin Esrân, s. 121-122; Demîrî, H. Hayavân, I, 302; İbn Nuceym, el-Esbâh ve'n-Nezdir, s. 131.
[377] Nahl: 16/72.
[378] Rûm: 30/21.
[379] Kurtubî, el-Câmi, XIV, 17
[380] İbn Nuceym, el-Eşbâh ve'n-Nezâir, s. 131.
[381] Şiblî, Ahkâm, s. 97; Garâib, s. 91; Tere. C. Esrarı, s. 119; Demîrî, H. Hayavân, I, 302; İbn Nuceym. el-Eşbûh ve n-Nez.âir, s. 131.
[382] Îbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, 111, 243-244.
[383] İbn Nuceym, el-Esbâh ve'n-Nezâir, s. 131
[384] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 135-154.
[385] Neml: 27/17.
[386] Krş. Neml: 27/17-37.
[387] Neml: 27/38-40
[388] Râzî, Mefâtih, 24/197
[389] Neml: 27/39.
[390] Çağatay, Câhiliye Çağı, s. 14-15.
[391] Neml: 27/39.
[392] Krş. Enbiyâ: 21/82; Sâd: 38/34-39.
[393] Neml, 27/17.
[394] Sebe: 34/12-13; Sâd: 38/34-39.
[395] Bakara: 2/30; En'âm: 6/165; Yunus: 10/14; Fâtır: 35/39; Sâd: 38/26.
[396] Bakara: 2/34; A'râf: 7/11-17; Hicr: 15/36-40; İsrâ: 17/61; Kehf: 18/50; Sâd: 38/79-82.
[397] İbrâhîm: 14/22; Hicr: 15/42; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65.
[398] A'râf: 7/200-201; Nahl: 16/98; Mû'minûn: 23/97-98; Fussllet: 41/36.
[399] İsrâ: 17/77; Ahzâb: 33/62; 35/43; Feîh: 48/23. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 155-160.
[400] Yuhanna, 8/48, 49; 10/19-21; 17/ 19-20; Luka 4/41; 7/28-34; 11/14-22; Matla, 4/24; 9/ 32-34; II/11-19; 12/ 22-29; Markos 3/20-27; 16/9.
[401] Dârimî, Mukaddime, 4, (Sünen, I, 11-12).
[402] Zehebî, Mîzânü’l İtidal, III, 345-346; İbn Hacer, I Tehzib, IV, 483-484.
[403] İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 12.
[404] M. S. Şahin, TDV İslâm Am. Cin Maddesi, VIII, 5.
[405] Krş. Müslim, Sûdre, 16; Ebû Dâvud, Salât, 110/702; Tirmızî, Salât, 253/338; İbn Mâce, İkâmet, 38/952; 146/1245; Aynî, Umdetül-Kûrî, X, 179.
[406] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V. 145.
[407] Dârimî, Sünen, i, 10-11 (Mukaddime, 4); Krş. Ahmed b. Hanbel Müsned, IV, 170-171.
[408] Krş. İbn Hacer, T Tehzîb, I, 201; IV, 36-37.
[409] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 170-171.
[410] Zehebî, Mlzânü'i-İ'tidal, II, 577; IV, 192; İbn Hacer, T. Tehzîb, III. 289; V, 548.
[411] İbn Mâce, Tifo, 46/3549.
[412] Zehebî, Mizânü'l-Vüdal, IV, 371; İbn Hacer, T.Tehzîb, VI, 129-130.
[413] İbn Mâce, Tıb, 46/548.
[414] Müslim, Selâm, 68; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 216
[415] Bkz. Abdürrezzak, Musannaf, VIII, 470; Necîramî, Eymânü'l-Arab, s. 31
[416] Buhârî, Eymân, 4,5; Müslim, Eymân, 1-6; Ebû Dâvud, Eymân, 4/3248-3251; Tirmizî, Nüzur ve'l-Eymân, 8 I 1533-1535; Nesâî, Eymân, 4/3762-3706.
[417] Kâf: 50/27.
[418] Müslim, Münafikîn, 69/70; Nesâî, işret, 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 257.
[419] Müslim, Münâfikin, 70; Nesâî, İşret, 4/3949; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, VI, US.
[420] Müslim, Selâm, 68.
[421] Turan Dursun, Din Bu, II, 270-271
[422] Müslim, Mukaddime, 3/5
[423] Krş- Matta, 4/24; 9/32-34; 12/22-29; Luka, 1/32-34; 4/41; 8/1-3; 11/14-22; Markos, 3/20-27; 16/29,
[424] Ayhan Songar, Kimlik Bunalımı, 10.2.1994, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi.
[425] Müslim, Selâm, 14; Tirmizî, Siyer, 9/1447; Ebü Dâvud, Tifc, 19/3896-3897; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210.
[426] Bayat, Türk Dünyasında Özellikle Anadolu Tıbb'ı Folklorunda Akıl Hastalıklarının Tedavi Yolları ve Kaynakları, s. 64-65.
[427] el-Büseynî, Kenzu'l-Havas, I, 40; Krş. 1, 60; II. 250, 265.
[428] Bkz. S. Süleyman el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, 1, 38-39.
[429] Tilemsânî, Şumûsü'l-Envâr, s. 106, 114-115.
[430] Turan Dursun, Din Bu, II, 371.
[431] Zaman Gazetesi, 17.2.1994.
[432] Fazla bilgi için bkz. Çetin, Kur'ân'da Şifâ Kavramı, DEÜ. İlâh. Fak. Derg. İzm. 1992, sayı: VII, s. 72-75.
[433] Krş. Müslim, Selâm, 14.
[434] Tirmizî, Siyer, 9 I 1557; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 210.
[435] Ebü Dâvud, Tıb, 19/3896.
[436] Ebû Dâvud, Tıb, 17/3883; Krş. İbn Mâce, Tıb, 39/3530; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 1,381.
[437] Ebu Dâvud. Tıb, 19/3897.
[438] Bkz. Buharı, Megotf, 41; Tıb, 55; Müslim, Selâm, 61-63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 271; Dârimî, Sünen, I, 32 (Mukaddime, 11).
[439] Buhârî, Hudüd, 22; Talâk 11; Müslim, Hudüd 22; Ebû Dâvud, Hudüd, 16, 24; Nesâî, Talâk, 21; İbn Mâce, Talâk, 15; Muvatta, Ukûl, 3.
[440] Ebû Dâvud, Şato, 367/1554; Nesâî, İstiâze, 36, 48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 89; III, 192.
[441] İbn Mâce, Mesâcid, 5.
[442] Bkz. Dârimî, Sünen. 1, 10-11 (Mukaddime, 4).
[443] Bkz. Bayat, a.g.m., s. 59-65.
[444] Bu konuda bkz. O. Şevki Uludağ, Besbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, s. 136-143; M. Sâdık Yigitbaş, Musiki ile Tedavi, s. 248 vd.; Ayhan Songar, Psikiyatri, s. 2-3; Ruhi Kalender, Ruh Hastalıkları Tedavisinde Musiki, AÜİFD. sayı: I, s. 271-281.
[445] Songar, 'Türkler ve Ruh Hekimliği", Türk Dünyası Araştırmaları, Ağustos, 1979, s. 42-44; "Kimlik Bunalımı", Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 10.2.1994.
[446] Rad: 13/28
[447] Yazır, Hal; Dini, 11,957.
[448] Bakara: 2/275.
[449] Taberî, Câmiu'l-Beyân, III, 102; Râzî, Mefatihu'l-Gayb, VII, 89; Krş. M. el-Gazâlî, es-Sûnnetü'n-Neveviyye Beyne Ehli’l-Fıkh ve'l-Hadis, s. 95.
[450] Kur'ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Hz: H. Atay-Y. Kutluay, (Diyanet İş. Bask.) s.46.
[451] el-Ferrâ, et-Mu'temed, s. 174; Râzî, Mefâtih, VII. 89; Cebeci, Cin, Şeytân, s. 111.
[452] İbrahim: 14/22.
[453] Râzî, Mefâtih. XIV, 54.
[454] Buhârî, el-Edebü'l-Müfred, II, 314-315, No: 410/912.
[455] Müslim, Cum'a, 46/868; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 302.
[456] M. S. Şahin, TDV h. Ans. Cin Maddesi, VII, 5-6.
[457] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 161-187.
[458] İbn Manzûr, Lisânul-Arab, XIII, 92-101.
[459] Müslim, Eşribe, 96; Ebû Dâvud, Eşribe, 22; Tirmizî, Et'ime, 15; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 301, 306, 3)9, 386; İmam Mâlik, Muvatta, Sıfatû'n-Nebî, 10/ 21.
[460] Abdürrezzâk, Musanna, XI, 32.
[461] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 395
[462] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 413.
[463] Buhârî, Cihâd, 30; Tıb, 30; Müslim, İmâre, 166; Ahmed b. Hanbel, Müsned, lV, 185
[464] Buharı, Tıb, 30; Müslim, Selâm, 92-94, 98, 100.
[465] Doktorumuz, Tıp Ansik. VII, 2428-2429.
[466] Müslim, Eşribe, 99.
[467] Abdûrrezzâk, Musannaf, XI, 32.
[468] Ahmed Hulusi, cinlerle ihtilat ederek farkında olmadan onların emri altına girmiş bulunan bazı kimselerin, "Cinler mikroplardır" şeklinde yorumlar yaparak, onları inkâr ettiklerini söylemektedir. Yukarda kaydettiğimiz hadislerin ışığında, bu iddiaya katılmak mümkün değildir. Krş. Ahmed Hulusi, Din-Bilim Işığında Ruh-İnsan Cin, s. 84, 98-99. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 188-191.
[469] Cessâs. Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 51; Râzî, Mefâtih, III, 205-206; Yazır, Hak Dini, I, 441-442.
[470] Buharı, Nikâh, 47; Müslim, Cum'a, 47
[471] Cessâs, Ahhâmû'l-Kur'ân, I, 51; Miras, Tecrîd-i Sarih, VIII, 225-226. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 193-194.
[472] Bakara: 2/62; Mâide: 5/69; Hac: 22/17.
[473] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1, 52-54; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 226-228.
[474] Cessâs, a.g.e., I, 53; Miras, a.g.e., VIII, 228.
[475] Krş. Müslim, Filen, 119; Ebû Dâvud, Melâhım, 14, Tirmizî, Filen, 66; İbn Mâce, Filen, 33. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 195-197.
[476] A'râf: 7/116;Tâhâ: 20/66.
[477] Bkz. Ali Sayı, Hz. Müsâ, s.76-82, 118-128
[478] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 52; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 228-229; Ali Sayı, Hz. Musa, s. 118-133.
[479] Cessâs, a.g.e., 1, 54. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 197-198.
[480] Sâd: 38/37.
[481] Sad: 38/34; Yazır, Hak Dini, VI, 4097.
[482] Yazır, Hah Dini, I, 439; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 229-230.
[483] Taberî, Câmiu'l-Beyân, I, 445; İbn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azim, I, 135; Aydemir, Tefsirde İsrâliyât, s. 137.
[484] Taberî, a.g.e., I, 446; İbn Kesir, a.g.e., 1, 135-136; Aydemir, a.g.e., s. 136-137.
[485] Aydemir, Tefsirde İsrailiyât, s. 152.
[486] Yazır, Hak Dini, I, 440; Miras, Tecrid-i Sarih, VIII, 230-231. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 198-200.
[487] Bakara: 2/98.
[488] Tevrat, Çıkış, 22/18; Levililer, 20/27.
[489] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 68; Yazır, Hak Dini, I, 440-441.
[490] Bakara: 2/102.
[491] Buhârî, Tıb, 49; Edeb, 56; B. Halh, 11; Müslim, Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb, 45/3545; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 57, 63, 96. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 201.
[492] Ebû Dâvud, Tıb, 22/3905; İbn Mâce, Edeb, 28/3726; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 1, 227, 31.
[493] Râzî, Mefâtîh, 111, 206-213; Yazir, Hak Dini, 1, 2-443; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, 1, 207-208.
[494] Cebeci, Kur'ân'a Göre Cin-Şeytan, s. 67.
[495] İbrahim: 14/22; Hicr: 35/42; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65.
[496] Yazir, Hah Dini, I, 443; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I, 209.
[497] Bakara: 2/258.
[498] Hicr: 15/23.
[499] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 202-209.
[500] Razî, Mefatîhu'l-Ğayb, 111, 213; S. Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I, 209.
[501]Bakara: 2/102.
[502] Yazır, Hak Dini, l, 445-446; S. Ateş, a.g.e.. I, 206.
[503] Bakara: 2/102; Kars. Razî, Mefâtîhu'l-Ğayb, III, 217; Yazır, Hak Dini, I, 445; S. Ateş, a.g.e., 1, 206.
[504] Râzî, Mefâtîh, II, 217-218; Yazır, Hak Dini, 1, 446; S. Ateş, Yüce Kur'ân’ın Çağdaş Tefsiri, I, 206-207.
[505] Râzî, Mefâtih, ili 217-218; Yazır, Hah Dini, I, 449.
[506] Râzî, a.g.c, III, 216-217.
[507] Bakara: 2/102.
[508] İbn Haldun, Mukaddime, Terc: Z. Kadiri Ugan, III. 6.
[509] İbn Haldun, a.g.e., Terc: Süleyman Uludağ, II, 1182. Bakara: 2/102
[510] Yazır, Hak Dini, I, 449-450.
[511] Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, VIII
[512] Buhârî, Tıb, 51; Nitah, 47; Müslim, Cum'a, 47.
[513] Felak: 113/1-5.
[514] Râzî, Mefdatih, XXXII, 196; Yazır, Hah Dini, IX, 6400; S. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 189-190.
[515] S. Ateş, a.g.e.,Xl, 190.
[516] Derveze, et-Tefsîru'l-Hadîs, I, 197-198; S. Ateş, a.g.e., XI, 191.
[517] Özakkaş, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, s. 158-159
[518] Bkz. Bakara: 2/258; Hicr: 15/23.
[519] Hicr: 15/42; Krş. İbrahim: 14/22; Nahl: 16/99; İsrâ: 17/65
[520] Bkz. En'âm: 6/112, 121; Fussilet: 4 /36.
[521] Nâs:114/1-6.
[522] İbrâhîm: 14/22.
[523] NahI: 16/99-100.
[524] İbrahim: 14/22.
[525] Pezdevî, Usalû'd-Dİn, s. 226; Krş. Kılavuz, TDV İs. Ans. Cin mad., VIII, 9.
[526] Bkz. Râzi, Mefâtîhu'l-Cayb, III, 217.
[527] Tâhâ: 20/69.
[528] Yûnus: 10/80-81.
[529] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111, 14. 83; IV 399.
[530] Nesâî, Tahrim, 10/4076. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 210-229.
[531] Şibli, Ahkâm, s. 120-122; Garâib, s. 113-114.
[532] Enbiyâ: 21/82
[533] Neml: 27/17.
[534] Sebe: 34/12-13.
[535] Sâd: 38/36-38
[536] Neml: 27/38-39.
[537] Sâd: 38/35.
[538] Buhârî, Salât, 75; Enbiyâ, 40; Müslim, Mesâcid, 39; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, 11,298.
[539] Müslim, Mesâcid, 40
[540] II. Krallar, 1/11-12.
[541] Sebe: 34/12.
[542] Sebe: 34/14.
[543] Hicr: 15/28-46; Bu konuda dîger âyetler için bkz. Bakara: 2/34-38; A'râf: 7/11-25; İsrâ: 17/61-65; Kehf: 18/ 50; Sâd: 38/71-85; Tâhâ: 20/116-125.
[544] Taberî, Câmiu'l-Beyân, I, 228; Râzî, Mefâtlhu'l-Gayb, II, 212; Kurtubî, el-Câmi lil-Ahhâm, I, 291.
[545] Ahmed Hulusi, Tevrat, Zebur, İncîl ve Kur'ân'ın her bir kelimesinin 4'ü süflî, 4'ü ulvi olmak üzere 8 hizmetlisi olduğunu, bunların belli sayıda tekrarlanmasıyla cinlerle irtibat kurularak, onları itaat altına almanın mümkün olacağını söylemektedir. Kitâb ve Sünnet'ten herhangi bir deliline rastlayamadığımız bu iddiaya katılamıyoruz. Krş. A. Hulusi, Din-Bilim Işığında Ruh-İnsan -Cin, s. 136, 140-141.
[546] et-Tilemsânî, Şumûsü'l-Envâr, s. 115.
[547] Mâide: 5/67.
[548] Mâide: 5/92.
[549] Maide: 5/99.
[550] Şuara: 26/210-213.
[551] Tür: 52/29. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 230-239.
[552] En'âm: 6/59.
[553] Nahl: 16/77
[554] Neml: 27/65.
[555] Cin: 72/26.
[556] Yunus: 10/20.
[557] Âl-i İmrân: 3/79.
[558] Müslim, Fedâllu's-Sahâbe, 23
[559] Buharı , Fedâilü Ashabi'n-Nebi, 6
[560] Gayb konusunda önemli bir araştırma için bkz. Halis Albayrak, Kur'ân'da İnsan-Gayb ilişkisi, s. 238-248.
[561] Sebe: 34/14.
[562] el-Âlûsî, Rühu't-Me'ânî, XI, 124.
[563] Ebû Dâvud, Tıb 21/3904; Tirmizî, Taharet, 102/135; İbn Mâce, Taharet.. 122/639
[564] Bkz. M. el-Hamîd, Rudûd alâ Ebâtil s. 210-212. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 240-243.
[565] Bkz. Buhari, Tıb, 47. 49, 50; B. Halk, 11; Cizye, 14; Edeb, 56; Müslim, Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb, 45; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 57, 63-64, 96.
[566] Bkz. Ahmed b. Hanbel. Müsned, IV, 367.
[567] Bkz. Nesâî, Tahrim, 20 / 4077.
[568] Müslim. Selâm, 43; Krş. Buhârî, B. Halk, 11; Tıb, 47; İbn Mâce, Tıb 45/3545; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, VI, 57.
[569] Bkz. Buhârî, Cizye, 14, Tıb, 49, 50, Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64, 96.
[570] Krş. Buhârî, Tıb, 47; Mûslim, Selâm, 43; İbn Mâce, Tıb, 45; Ahmed b. Hanbel, Mûsned, VI, 57, 96.
[571] Krş. Buhârî. Tıb, 50; Cizye, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64.
[572] Buhârî, Tıb, 49; Edeb, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 64.
[573] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63.
[574] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367.
[575] Nesâî, Tahrîm, 20/4077.
[576] Buharı, İcare, 16; Ebû Dâvud, Büyü, 37; Tıb 19; Ahmed b. Hanbel, Müsned.V, 211.
[577] Krs. Nesâî, Tahrim, 20/4077; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 367.
[578] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63-64.
[579] Buhârî, Tıb, 50.
[580] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI. 57.
[581] Müslim, Selâm, 43.
[582] Îbn Mâce, Tıb, 45.
[583] Buharı, Cizye, 14.
[584] Buhârî, Tıb, 47; B. Halk, 11.
[585] Buhârî. Tıb, 49
[586] Buhârî, Edeb, 56
[587] Ahmed b. Hanbel. Müsned, VI, 96
[588] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 63
[589] Buhârî, Cizye, 14
[590] İbn Hacer, Tehz'ibû't-Tehzib. VI, 35-36
[591] Zehebî, Mîzanü'l-İ'tidal, IV, 301-302
[592] İbn Sa'd, et-Tabakât, VI, 394-395; Zehebî, Mizânû'l-İtidâl, I, 588; İbn Hacer, T. Tehzîb, II, 6.
[593] Zehebî, Mizânü'l-İtidâl IV, 24; İbn Hacer, I Tehzib, V, 272
[594] İbn Hacer, T. Tehzib, III, 503
[595] Zehebî, Mizânü’l-İ’tidâl II. 659
[596] İbn Hacer, T. Tehzit, III. 503
[597] Zehebî, Mizânü'l-Î'tidâl, II, 171; İbn Hacer, I Tehzib, II, 359
[598] İbn Hacer, T. Tehzîb. VI, 109
[599] İbn Hacer. T. Tehzib. V, 500-502
[600] Bu konuda bkz. Turan Dursun, Din Bu, 1, 116-118
[601] Derveze, et-Tefsiru'l-Hadis, 1, 198; Sübkî, el-Menhel, VIII, 118
[602] Derveze. a.g.e., I, L99.
[603] S. Ateş. Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 191.
[604] S. Ateş, a.g.e., XI, 193-194.
[605] İbn Haldun, Mukaddime, s. 498; Terc. Z. Kadiri Ugan, III, 7.
[606] İbn Haldun, Mukaddime, s. 99; Terc. Z. Kadiri Ugan, 1, 255
[607] Râzî, Mefâtîh, XXXII, 187-188; Krş. Ateş a.g.e., XI, 195.
[608] Aynî, Umdetü'l-Kari, XXI, 277; Davudoglu, Sahlh-i Müslim Terc. IX. 5804; Krş. Sübkî, el-Menhel, VIII, 120.
[609] Nevevî, Minhâc, XIV, 174-175; Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Sûbkî, el-Menhel, VIII, 119; Davudoglu, Sahih-i Müslim Terc. IX/5804.
[610] Nevevî, Minhâc, XIV, 175; Aynî, Umde, XXI, 280; Sübkl, el-Menhel, VIII. 118, Yazır, Hak Dini, IX, 6357; Davudoglu, Sahih-i Müslim Terc. IX, 5804.
[611] Râzi, Mefatih, XXXII 188; Ateş, a.g.e., XI, 195-196.
[612] Bkz. M. el-Hamîd, Rudûd ala Ebûtîl, s. 242; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Terc. VII, 40, açıklama: 31.
[613] Yazır, Hak Dini, IX, 6357-6358.
[614] M. Ebû Reyye, Adva ale's-Sünnetü'l-Muhammediyye, s, 378; Terc. Muharrem Tan, 'Muhammedi Siınnet'in Aydınlatılması', s. 379-380.
[615] S. Ateş, Yüce Kur'an'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 194-195.
[616] Yazır, Hak Dini, IX, 6356
[617] Derveze, el-Tefsîru'l-Hadis, I, 199-200.
[618] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 195.
[619] Yazır, Hak Dini, IX, 6358.
[620] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 196.
[621] Krş- Buhârî, Tıb, 47; Müslim, Selâm, 43.
[622] Buhârî, Tıb, 30; Cizye, 14.
[623] Buhârî, Tıb, 49.
[624] Bkz. Buhâri, Tıb, 49.
[625] Cessâs, Ahkâmü'l-Kur'ân, I, 60.
[626] İsrâ: 17/47.
[627] Furkân: 25/8
[628] Müslim, Mûnafık'in, 69-70; Tirmizi, Radâ', 17/1172; Nesâî, İşretü'n-nisâ, 4/3959; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 309.
[629] Zehebî, Mizânül'-İtidâl II, 224
[630] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 91
[631] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 244-268.
[632] Süleyman el-Hüseynl, Kenzu'l-Havas, I-II, İstanbul 1992
[633] Seyyid Süleyman el-Hüseynî, Kenzu'l-Havas, 1, 8, 9
[634] Tâhâ: 20/39
[635] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 394.
[636] el-Hüseynî, a.g.e.., I, 11-17, 198
[637] Kılavuz TDV h. Ans. Cin Maddesi, VIII, 10
[638] Kamer: 54/19.
[639] Fussilet: 41/16.
[640] Yazır, Hak Dini, VI, 4195; ayrıca bkz. VII, 4643
[641] Buhâri, Tıb, 19, 43, 44, 45, 54; Müslim, Selâm, 102, 107, 110
[642] Ebû Dâvud, Tıb, 22/3905; İbn Mâce, Edeb, 28/3726; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I. 227,311
[643] Nesâî, Tahrîm, 19/4076
[644] Ateş, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, XI, 199
[645] Bkz. M. İloglu, Gizli İlimler Hazinesi, I, VIII, İstanbul 1985
[646] A. İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s. 219-221; H. Örs, Musa ve Yahudilik, s. 339, 344.
[647] H. Örs, a. g. e., s. 369
[648] A. İnan, Eski Türk Dini Tarihi, s. 210-211
[649] A. İnan, a. g. e., s. 212-213
[650] Ebû Dâvud, Tıb, 12/3875
[651] Bkz. Nesâi, Tahrîm, 19
[652] Bkz. 113. Felak, 1-4
[653] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 269-281.
[654] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 434
[655] el-Hakka: 69/28-31
[656] el-Hakka: 69/30-32
[657] e!-Hüseynî, Kenzu'l-Havas, IV, 429-430
[658] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, I, 179
[659] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 426
[660] Münafikûn: 63/3-4
[661] el-Hüseynî, Kenzû'l-Havas, IV, 428
[662] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 282-287.
[663] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 421-422
[664] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 562
[665] Tür, 52/22
[666] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 420
[667] Fil: 105/1-5
[668] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, 1, 39
[669] el-Hüseynî, a.g.e., I, 38-39
[670] el-Tilemsânî, Şumûsü'l-Envâr, s. 106; ayrıca bkz. s. 114-115
[671] Sebe: 34/14
[672] Bakara: 2/102. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 287-292.
[673] el-Hüseynî, a.g.e., 1, 39
[674] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 292-293.
[675] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, I, 183
[676] el-Hûseynî, a.g.e., I, 176
[677] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 293.
[678] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, II, 412
[679] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 446
[680] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, II, 474-475
[681] el-Hüseynî, a.g.e., I, 98-99
[682] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 293-297.
[683] el-Hüseynî, a.g.e., IV, 443
[684] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, IV, 432-433
[685] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 297-299.
[686] el-Hüseynî, Kenzü'l-Havas, II, 341
[687] Hicr: 15/74-75
[688] el-Hüseyni, a.g.e., II, 330-331. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 299.
[689] el-Hüseynî, a.g.e, IV, 422. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 304.
[690] el-Hüseynî, a.g.e., II, 326
[691] el-Hüseynî, a.g.e.., I, 178
[692] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 300-302.
[693] el-Hüseynî. Kenzü'l-Havas. 11, 264.
[694] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 302-303.
[695] Bakara: 2/102
[696] Buhârî, Vasâyû, 23, Tıb, 48, Hudüd, 44; Müslim, İmân, 145: Ebû Dâvud, Vasâyâ, 10/2874..
[697] Nesâî, Tahrim, 19/4076
[698] Ahmed b. Hanbel, Mesned, II, 14. 83: IV. 399
[699] Tirmizî, Hudûd, 27/1460
[700] Cessâs, a.g.e., I, 61-63; Razî, Mefâtih, 111, 215-216; Davudoglu, Sahih-i Müslim Terc. lX, 611; Ateş, a.g.e., I, 209-210. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 304-305.
[701] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 306-309.
[702] Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 315-322.
[703] Söz konusu terimlerin açıklanması için aşağıdaki eserden yararlanılmıştır:
Müctebâ Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyânet Vakfı Yayını, Ankara 1992. Prof. Dr. Ali Osman Ateş, Kur’an ve Hadislere Göre Cinler ve Büyü, Beyan Yayınevi: 323-328.