KUR'ÂN VE HADİSLERE GÖRE ŞEYTÂN.. 3

ÖNSÖZ.. 3

KAYNAKLAR - ARAŞTIRMALAR.. 3

I- İBLİS. 4

İSLÂM ÖNCESİ BAZI DİN VE TOPLUMLARDA İBLÎS İNANCI 4

1. İBLÎS KELİMESİNİN ANLAMI 4

A- İblis Nedir?. 4

2- İSLAM ÖNCESİ BAZI DİN VE TOPLUMLARDA İBLÎS İNANCI 5

A. Yahudilik'te İblis. 5

B- Hrîstiyanlık'ta İblîs. 5

BİRİNCİ    BÖLÜM... 7

İSLÂM İNANCINDA İBLÎS. 7

1. KUR'ÂN'A GÖRE İBLİS. 7

2. HADİSLERE GÖRE İBLÎS. 9

3. İBLÎS İLE İLGİLİ BAZI RİVAYETLER.. 11

II- ŞEYTÂN.. 21

İSLÂM ÖNCESİ BAZI DİN VE TOPLUMLARDA ŞEYTÂN İNANCI 21

1. ŞEYTÂN KELİMESİNİN ANLAMI 21

A-Şeytan Nedir?. 22

A. Yahudilikte Şeytan. 22

B- Hristiyanlık'ta Şeytan. 23

C- Câhiliye İnancında Şeytân. 25

BİRİNCİ   BÖLÜM... 25

İSLÂM İNANCINDA ŞEYTAN.. 25

1. KUR'ÂNA GÖRE ŞEYTÂN.. 25

2. HADİSLER'E GÖRE ŞEYTAN.. 32

İKİNCİ   BÖLÜM... 32

İBÂDET HAYATIMIZ VE ŞEYTAN.. 32

1. ŞEYTANIN ŞERRİNDEN ALLAH'A SIĞINMAYI TAVSİYE EDEN HADİSLER.. 32

2. NAMAZ VE ŞEYTÂN.. 36

A. Unutma Olayının Şeytânla İlişkisi 37

B. Cemaate Devam Etmek ve Safları Sık Tutmak. 40

C. Şeytân'ın Boynuzu. 41

D- Şeytân'ın Kulağa İşemesi 44

E- Şeytân'ın Düğüm Atması 45

F. Ta'dîl-i Erkâna Uymak ve Şeytân. 45

G- Namazda Esnemek ve Şeytân. 46

H. Namazda Kıyafet ve Şeytan. 47

I. Sütre ve Şeytân. 48

İ. Secde ve Şeytân. 48

3. DİĞER İBADETLER KONUSUNDA ŞEYTAN.. 49

A. Oruç ve Şeytân. 49

B. Adak ve Şeytân. 50

C. Hac İbâdeti ve Şeytân. 50

D. İbâdetlere Devam ve Şeytân. 50

ÜÇÜNCÜ   BÖLÜM... 51

SOSYAL HAYAT VE ŞEYTAN.. 51

1. HARAMLAR VE ŞEYTAN.. 51

A- İçki ve Şeytân. 51

B- Hırsızlık ve Şeytân. 52

C- Ehlî Eşek Eti Yemek ve Şeytân. 52

D. İsraf ve Şeytân. 52

E. Öfke, Sövüşmek, Dargınlık, İntikam Almak istemek ve Şeytân. 53

2- YEME-İÇME VE ŞEYTÂN.. 54

3. VESVESE VE ŞEYTÂN.. 56

4. SAĞLIKLA İLGİLİ HUSUSLAR VE ŞEYTÂN.. 56

A. Zâtül-Cenb Hastalığı ve Şeytân. 57

B. Hayız, Kusma, Burun Kanaması ve Şeytân. 58

C. Şeytânın İnsanın Burnunda Gecelemesi 59

D. Elleri Yıkamak ve Şeytân. 60

E. Esnemek ve Şeytân. 60

F. Şeytânın insanın Damarlarında Dolaşması 60

G. Mikroplar ve Şeytân. 61

H. Rukye ve Şeytân. 61

I. Doğduğu Zaman Çocuğa Şeytânın Dürtmesi (Ta'nü'ş-Şeytân) 62

5. MUSİKÎ VE ŞEYTAN.. 65

A. Def Çalmak, Şarkı Söylemek, Şeytânın Hz. Ömer'den Korkması 65

B. Çan Sesi ve Şeytân. 68

6. GÜNLÜK HAYAT VE ŞEYTÂN.. 69

A. Şeytânların Güneş Battığı Zaman Dağılmaları 69

B. Rüyalar ve Şeytân. 70

C. Alış-Veriş ve Şeytân. 73

D. Yolculuk, Askerlik ve Şeytân. 74

E. Ağıt Yakmak ve Şeytân. 75

F. İnsanlara Yağcılık Yapmak ve Şeytân. 76

G. Kılık-Kıyâfet ve Şeytân. 76

H. Acele Etmek ve Şeytân. 76

I. Şeytân'ın Meclisi 77

İ. Bazı Görgü Kuralları ve Şeytân. 77

7. KADINLAR VE ŞEYTÂN.. 77

A. Kadınlar Şeytân mıdır?. 77

B. Kadınların İnsanın Karşısına Şeytân Gibi Çıkmaları 80

C- Yabancı Bir Kadınla Başbaşa Kalmak ve Şeytân. 83

D- Hz.Peygamber'in Şeytânı'nın Müslüman Olması 84

E. Cinsel İhtiyâcın Giderilmesinde Gizliliğe Riâyet ve Şeytân. 86

F. Bekârlık ve Şeytân. 87

G. Hz. Süleyman ve Şeytân. 87

DÖRDÜNCÜ   BÖLÜM... 88

ŞEYTÂNLA İLGİLİ DİĞER BAZI HUSUSLAR.. 89

1. HAYVANLAR VE ŞEYTÂN.. 89

A. Fare ve Şeytân. 89

B. Deve ve Şeytân. 89

C. Siyah Renkli Hayvanlar ve Şeytân. 90

a. Akrep, Köpek. 90

b. Koyun. 91

c. Örümcek. 92

d. Kertenkele. 92

e. Güvercin. 92

f. Yılan. 93

D. Eşeğin Anırması, Köpeğin Havlaması ve Şeytân. 93


KUR'ÂN VE HADİSLERE GÖRE ŞEYTÂN

 

ÖNSÖZ

 

Dünya ve Âhire t hayatımızın şekillenmesinde son derece etkili olan ruhanî varlıklardan birisi de şeytândır. O, hiçbir zaman yanımızdan ayrılmak iste­meyen, azdırıp saptırmak için boş bir ânımızı, gafil bir vaktimizi kollayan, açığımızı yakalamaya çalışan, felâketimizi hazırlayan kötü bir danışman, fena bir ar­kadaş, uçuruma sürüklediklerini yüzüstü bırakan vefasız bir dosttur.

Yarattıklarına son derece merhametli olan Allah, gönderdiği Peygamberleri aracılığıyla bu ezeli düşma­nına karşı insanoğlunu uyarmış, bu sinsi hasmın ves­vese ve telkinlerine kapılarak hüsrana düşmemesi için kullarım ikâz etmiştir.

Düşmanı yenmenin temel şartı, onu tanımaktır. Bu sebeple biz, insanoğlunu felâkete sürekleyen bu azılı düşmanın Özelliklerini Kur'ân ve hadislerden öğ­renmek isteyerek bu çalışmayı hazırladık. Araştırma­mızın sonucunda gördük ki, bu sinsi varlık gerçekten bizim düşmanımızdır ve hasmını avlayıp parçalamak için heran firsat kollamaktadır. Bu amansız saptırıcı­nın şerrinden kurtulmak için ise, insanın elinde Kur'ân ve hadislerde tavsiye edilen güçlü silahlardan başka bir korunma aracı yoktur. Bunların en önemlisi

de onun şerrinden Yüce Allah'a sığınmaktır.

Burada konuyu çalışmamı tavsiye eden hocam Prof.Dr.M. Cemâl Sofuoğlu'na en derin şükranlarımı arz ederim. Yine araştırmalarım esnasında kıymetli yardımlarını esirgemeyen Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi babam Mustafa Ateş'e, muhterem hocam Prof. Dr. Ali Haydar Bayat'a, arkadaşlarım Doç. Dr. Ömer Dumlu, Yard. Doç. Dr. Rıza Savaş ve Yard. Doç. Dr. İbrahim Emiroğlu'na teşekkürü bir borç bilirim. Bu çalışmanın getirdiği bir takım sıkıntılara göğüs geren fedakâr eşime ve çocuklarıma ayrıca teşekkür ederim.

Yard.Doç.Dr.Ali Osman Ateş 13.12.1994-İzmir

 

KAYNAKLAR - ARAŞTIRMALAR

 

Elinizdeki çalışma, "Kur'ân ve Hadislere Göre Şeytân" adını taşımaktadır. Böyle bir araştırmanın konuya kaynaklık etme özelliği taşıyan İslâmî eserle­re dayanılarak yapılacağı açık bir husustur. Ancak İslâm'ın semavî dinlerin sonuncusu olduğu, Yahudi, Hristiyân, İran ve Câhiliye dönemi kültürlerinin kar­şılıklı tesirlerinin görüldüğü bir bölgede doğup gelişti­ği gözönüne alınarak, değerlendirmelerin sağlam bir temele oturtulabilmesi için böyle bir incelemede kısa da olsa İslâm öncesi din ve kültürlerde Şeytân konusu­na yer veme zarureti vardır. Dinler Tarihi sahasında yapılmış bir araştırma niteliği taşımayan bu mütevâzi çalışmanın Giriş bölümünde yukarda kaydedilen se­beplerden dolayı Yahudilik, Hristiyânlık ve Câhiliye döneminde İblîs-Şeytân konusuna temas edilmiştir. Yahudilik ve Hıristiyanlık'la ilgili bölümün hazırlan­masında faydalandığımız başlıca kaynak Kitâb-ı Mu­kaddes olmuştur. Bunun yanısıra Hayrullah Oi's'ün Musa ve Yahudilik, Mehmet Aydın'ın Müslümanların Hristiyânlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları adlı eserlerinden yararlanmış bulunmakta­yız. Câhiliye döneminde Şeytân konusu işlenirken başvurulan kaynakların ilkini Kur'ân-ı Kerîm, ikincisini temel hadis kitapları teşkil etmektedir. Bunun dı­şında N. Çağatay'ın "İslâm'dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı" adlı kitabı ile A. Selçuk Purat'm MEB. İslâm Ansiklopedisine yazmış olduğu "Şeytân" mad­desinden istifâde etmiş durumdayız.

İslâmî bir araştırmanın temel kaynağı elbette Kur'ân-ı Kerîm’dir. Biz de bu çalışmamızda Kur'ân-ı Kerîm'in ilgili âyetlerinden ve bunların yorumu husu­sunda eski ve yeni Tefsir kaynaklarından istifâde et­tik. Ebû Ca'fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî'nin (v. 310) Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân'ı, Cârullah ez-Zemahşerî'nin (v. 538) el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl'i, Fahrüddîn er-Râzî'nin v. 606) Mefâtîhu'l-Gayb'ı, el-Kurtubî'nin (v. 671) el-Câmi1 li Ahkâmi'l-Kur'ân'^Ebu'l-Fidâ İsmail b. Kesîr'in (v. 774) Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm'i, Reşîd Rızâ'mn Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm'i, Elmahlı Hamdi Yazır'm (v. 1948) Hak Dini Kur'ân Dili ile Süleyman Ateş'in Yüce Kur'ân'm Çağ­daş Tefsiri bunlardandır. Yine Tefsir sahasında yazıl­mış çalışmalardan İsmail Cerrahoğlu'nun "Garânîk Meselesinin İstismarcıları" adlı kıymetli makalesi ile, Tefsir Tarihi adlı eserinden de istifâde ettik. Burada Abdullah Aydemir'in "Tefsirde İsrâiliyâf'ı ile Ali Sayı'nın Hz. Mûsâ adlı emek mahsûlü araştırmaların­dan söz etmenin bir vefa borcu olduğu açıktır.

Bu çalışmamız esnasında başvurduğumuz temel kaynakların ikincisini hadis kitapları oluşturmakta­dır. el-Buhârî (v. 256) ve Müslim'in (v. 261) el-Câmiu's-Sahîhleri ile Ebû Dâvud (v. 275), İbn Mâce (v. 275), et-Tirmizî (v. 279) ve en-Nesâî'nin (v. 303) Sünen'leri bunlardandır. İmâm Mâlik b. Enes'in (v. 179) el-Mu-vatta'ı, Ebû Dâvud et-Tayâlisî'nin (v. 204) Müsned'i, Ahmed b. Hanbelın (v.241) Müsned'i, ed-Dârimî'nin (v. 255) Sünen'i, Celâlüddin es-Suyûtî'nin (v.911) el-Cânıiu's-Sağîr'i ile Muhammed Nâsırüddîn el-Elbâ-nî'nin Silsiletü'l-Ehâdîsi'z-Zâîfe vel-Mevzû'a'sı da müracaat etiğimiz eserler arasında sayılabilir. İblîs ve Şeytân konusuyla ilgili olarak bu kaynaklarda yer alan hadislerin şerh ve yorumlan için eski ve yeni bazı hadis şerhlerine de başvurmuş durumdayız. Yahya b. Şerefüddin en-Nevevî'nin (v. 676) el-Minhâc'ı, ibn Hacer el-Askalânî'nin (v. 852) Fethu'l-Bârî'si, Bedrüddîn el-Aynî'nin (v. 855) Umdetü'l-Kârî'si, Mahmûd Mu­hammed Hattâb es-Sübkî'nin (v. 1352) el-Menhelü'l-Azbü'l-Mevrûd'u, Ahmed Naim ve Kâmil Miras'm Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, Ahmed Davudoğlu ve Meh­met Sofuoğlu'nun Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şei'hle-ri, İbi'ahim Cananın Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercü­me ve Şerhi, Haydar Hatipoğlu'nun Sünen-i İbni Mâce Tercümesi ve Şerhi bunlar arasında yer almaktadır. Hadislerin değerlendirilmesi sırasında râvîlerin durumlarını incelemek için Cerh ve Ta'dîl konusunda te'lîf edilmiş Tabakât kitaplanna da müracaat ettik. İbn Sa'd'm (v. 230) et-Tabakâtü'1-Kübrâ'sı, Izzüddîn İbnü'l-Esîr'in (Ö.630) Üsdü'l-Ğâbe'si, ez-Zehebî'nin (v. 748) Mîzânü'l-Î'tidâri, îbn Hacer'in (v. 852) Tehzîbü't-Tehzîb'i bu eserlerdendir.

Şeytân konusu Akâid ve Kelâm ilimini de ilgilen­dirdiği için ihtiyâç duyulduğu yerlerde bu sahada ya­zılmış bazı kaynaklardan da yararl anılmış tır. Ebû Ya'Iâ el-Ferrâ'nm (v. 458) el-Mu'temed fî Usûliddîn adlı kitabı bunlara örnek verilebilir.

Konunun incelenmesi sırasında gerekli bilgiler için Arap Dili ve Edebiyatı ile Hadis sahasında yazılmış bazı kaynaklara başvurmak gereği hâsıl olmuş­tur. Mecdüddîn Îbnü'1-Esîr'in (v. 606) en-Nihâye fî Garîbi'l-Hadîs'i ile İbn Manzûr'un (v. 711) Lisânü'l-Arab adlı eserleri bunlardandır.

Bazan konunun İslâm Tarihi kaynaklarını da ilgi­lendirdiği tesbit edilmiştir. İbn İshâk (v. 151) ve İbn Hişâm'ın (v. 218) es-Sîretü'n-Nebeviyye'leri, Ebü'l-Velîd el-Ezrakî'nin (v. 244) Ahbâru Mekke'si, et-Taberî'nin (v. 310) Târîhu'l-Ümenı ve'1-Mülûk'u ile îzzüddîn İbnü'l-Esîr'in (v. 630) el-Kâmilü fı't-Târîh'i, Muhammed Hamiduîlah'm İslâm Peygamberi baş­vurduğumuz eserlere, örnek gösterilebilir. Araştırma­mız esnasında İslâm Hukûku'na ait eserlere de yönel­dik. Vehbe ez-Zuhaylî'nin el-Fıkhu'1-İslâmî ve Edille-tühü adlı kitabı misâl olarak zikredilebilir.

Yukarda kaydettiğimiz eserlerin dışında da araş­tırmamızın konuları ile ilgili malzemenin yer aldığı bazı kaynaklar mevcuttur. Kemâlüddîn Muhammed b. Mûsâ ed-Demîrî'nin (v. 808) Hayâtü'l-Hayavân'ı bunlara örnek gösterilebilir.

Konuyla ilgili olarak te'lîf edilmiş müstakil eser­ler de vardır. İbnü'l-Cevzî'nin (v. 597) Telbîsü îblîs'i ile Bedrüddîn Muhammed eş-Şiblî'nin (v. 769) Ahkâmü'l-Cân adlı eserleri bunların en meşhûrlarındandır. Ahkâmü'1-Cân, Garâibü ve Acâibü'1-Cin adıyla da neş­redilmiştir. Eş-Şiblî'nin bu eseri Muhamraed Ferşâd tarafından Türkçeye çevrilerek yayınlanmıştır. Kay­dettiğimiz kitapların bu sahada yazılmış en muteber eserler olduğu söylenirse de buna katılmak mümkün gözükmemektedir. Çünkü bu eserlerin her ikisinde de birçok uydurma rivayete rastlanılmaktadır. Ayrıca, bu hususta çağdaş çalışmalar da vardır. M. Abbâs Akkâd'ın İblîs, Ukkâşe Abdü'l-Mennân'm eş-Şeytân fî Zılâli'l-Kur'ân adlı eserleri bunlardandır.

Tasavvuf kaynaklarında da yer yer konuyla ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Ancak bu araştırma­mızda Kur'ân ve hadislerin verilerinin esas alınıp, bunların değerlendirilmesi söz konusu olmuştur. Fa­kat zaman zaman diğer ilim dallarını ilgilendiren eserlere de başvurduk. Tasavvufa dair eserlerin ise, araştırmamız açısından genellikle aslî malzeme ver­me niteliği taşımadığı tesbit edilmşitir. Bu yüzden bu kaynaklara müracaat etme ihtiyacı söz konusu olma­mıştır.

Bu mütevazi çalışmamız sırasında çağdaş müel­liflerden Mahmud Ebu Reyye'nin (v. 1970) Edvâ ale's-Sünneti'l-Muhammediyye'si ile Ali Çelik'in "Bazı Halk İnançlarının Hadislerle Münasebeti" isimli eser­lerinden de yararlandığımızı kaydetmek istiyoruz. A. J. Wensinck, İlhan Arsel, Turan Dursun gibi yazar­lar da görüşlerine yer verdiğimiz müellifler arasında bulunmaktadır. Günümüzde birtakım problemli rivayetlerin değerlendirilmesinde bazan klasik Hadis Usûlü kurallarının yetersiz kaldığı gözlenebilmekte­dir. Bu tür durumlarda söz konusu müşkilin giderile­bilmesi için ilahiyat sahası dışındaki ilim adamlarının görüş ve değerlendirmelerine başvurma mecburiyeti ortaya çıkmaktadır. Böyle hallerde Prof. Dr.Ayhan Songar, Prof. Dr.Necati Akgün, Prof. Dr.Ali Haydar Bayat, Dr. Tahir Özakkaş gibi Tıp otoritelerinin gö­rüşlerinden de istifâde ettiğimizi kaydetmek yerinde olacaktır.

 

I- İBLİS

 

İSLÂM ÖNCESİ BAZI DİN VE TOPLUMLARDA İBLÎS İNANCI

 

1. İBLÎS KELİMESİNİN ANLAMI

 

A- İblis Nedir?

 

İslâm âlimlerinden bir gruba göre İblîs, kökünden türemiş a'cemî bir isimdir. İbnü'l-Enbârî, şayet bu kelime Arapça olsaydı sarf edilirdi, diyerek yukarıdaki görüşü desteklemektedir. İslâm âlimle­rinin çoğu ise, bu kelimenin den türemiş, Arapça bir isim olduğunu söylemişlerdir. El-Cevherî'ye göre, o, Allah'ın rahmetinden ümidini kestiği için İblis olarak adlandırılmıştır ve asıl ismi Azâzîl'dir. El-Mâverdî'ye göre, İblis, ruhanî bir şahıs olup Nâr-ı Semûm'dan (dokunduğu şeyi zehirleyen ateşten) yaratılmıştır. Hayırdan mahrumiyet an­lamına kelimesinden türemiş bir isimdir. İblîs, cinlerin, şeytânların babasıdır ve hilkat ma­yası şehvetlerle yoğrulmuştur. Taberî'nin İbn Ebi'd-Dünyâ vasıtasıyla İbn Abbâs'tan naklettiğine göre, îblîs'in meleklerin yanındayken ismi Azâzîl idi. îbn Abbâs'tan nakledilen bir diğer rivayete göre ise, İblis'in asıl ismi el-Hâris idi.[1]

İblîs'in ismi hakkındaki bu rivayetlerin İsrâiliyât kaynaklı olduğu açık bir husustur. Bu konu ile­nde ele alınacaktır. İblîs kelimesinin Rumca kökenli olduğu da ileri sürülmektedir, [2] Telbîs ise, bâtılı hak suretinde ortaya koymaktır.[3] İblîs'e, "Aduvvullâh" (Allahın düşmanı), "el-Aduv" (Düşman), "eş-Şeytân" gibi isimler de verilmiştir.

 

2- İSLAM ÖNCESİ BAZI DİN VE TOPLUMLARDA İBLÎS İNANCI

 

A. Yahudilik'te İblis

 

Hıristiyan ve îslâm kaynaklarında yer alan İblîs konusunun Yahudilik'te sanki biraz belirsizlik taşıdığı göze çarpmaktadır. Söz gelimi, îblîs'in kibir­lenerek Allah'a isyan etmesi, Adem ve Havva'yı Cennet'ten çıkartması hususlarına Tevrat'ta net bir şekilde temas edilmemektedir. Hristiyân ve İslam kaynaklarında Hz. Adem ve Havva'yı kandırıp Cennet'ten kovulmalarına yol açan ve kendisi de kovu­lanın İblîs olduğu bildirilirken, Tevrat'ın Tekvîn bölümünde bu işi yapanın yılan olduğundan bahse­dilmektedir:  

"Ve Rab Allah'ın yaptığı bütün kır hayvan­larının en hilekârı olan yılandı. Ve kadına dedi: Gerçek; Allah: Bahçenin hiçbir ağacından yemiyeceksiniz dedi mi? Ve kadın yılana dedi: Bahçenin ağaçlarının meyvasından yiyebiliriz. Fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvası baklanda Allah: On­dan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz, dedi. Ve yılan kadına dedi: Katiyyen Ölmezsiniz, çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız..." [4] ve Rab kadına dedi: Bu yaptığın nedir? ve Kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim. Ve Rab Allah yılana dedi: Bunu yaptığın için, bütün sığırlardan ve bütün kır hayvanlarından daha lânetlisin, karnın üzerinde yürüyeceksin ve ömrünün bütün günlerinde toprak yiyeceksin. Ve seninle kadın arasına ve senin zürriyetinle onun zürriyeti arasına düşmanlık koyacağım. O senin başına saldıracak ve sen onun topuğuna saldıracaksın. " [5]

Bu açıdan İblîs'in, Eden Bahçesi'nde Hz. Âdem ve Havva'yı kandırıp, yasak meyveyi yedirterek günâh işleten ve kendisiyle beraber buradan kovul­malarına yol açan yılanla bir tutulmasının Yeni Ahid döneminde olduğu kaydedilmektedir.[6]

 

B- Hrîstiyanlık'ta İblîs

 

Hristiyanlık'ta, İblîs konusunun Yahudiliğe göre daha net bir şekil aldığını görmekteyiz. İncüler'de yer alan bazı ifâdelerden Hıristiyanlık'ta melek kav­ramının ise, belirgin bir şekilde ortaya konmadığı anlaşılmaktadır. Buna göre İblîs, meleklerin başka­nı iken, emrindeki meleklerle beraber Allah'a isyan etmiş ve hep birlikte kovulmuşlardır.[7] Matta İncili'nde yer alan şu ibare bu kanaati doğrulamaktadır: "(Kıyamet Günü Kral) o zaman solundakilere diye­cek: Ey lânetliler, benim yanımdan İblîs ile   onun meleklerine hazırlanmış olan ebedî ateşe girin." [8]

Bir Hristiyân ananesine göre, Mikâel, melekleri Âdem'e secde etmeye davet etmiştir. Bunun üzerine Şeytân, Âdem'in kendilerinden daha aşağı ve daha genç olduğunu ileri sürmüş ve kendisi ile beraber emrinde bulunanlar Âdem'e secde etmeyi reddetmiş ve yeryüzüne sürülmüşlerdir. Schatzböhle'ye göre, Allah, Âdem'e bütün mahlûkât üzerinde hâkimiyet verdi. Bunun üzerine, onu kıskanan İblîs müstesna, melekler ona secde ettiler. İblîs: "Onun bana secde etmesi lâzımdır. Ben ki ışık ve havayım, halbuki o yalnız topraktır" dedi. O zaman kendisine tâbi olan­larla birlikte gökten kovuldu ve o zamandan itibaren ona şeytân, cin vb. denildi." [9]

Matta İncili'nde kaydedildiğine göre İblîs, Hz. İsâ’ya musallat olmuş ve onu günâha sürükleyerek saptırmak istemiştir:

"O zaman İsâ, îblîs tarafından denenmek üzere Ruh tarafindan çöle sevkedildi. Ve kırk gün kırk gece oruç tuttuktan sonra acıktı. Ve ayartıcı gelip ona dedi: Eğer sen Allah'ın oğlu isen, söyle bu taşlar ek­mek olsun. İsâ da cevap verip dedi: İnsan yalnız ek­mekle yaşamaz, fakat Allah'ın ağzından çıkan her bir sözle yaşar diye yazılmıştır.' O zaman İblîs onu Mukaddes Şehire götürdü ve Mâbed'in kulesi üzerine koyup kendisine dedi: Eğer sen Allah'ın oğlu isen, kendim aşağı at, çünkü yazılmıştır:

Meleklerine senin için emredecek, Ayağım bir taşa çarpmayasm diye, Elleri üzerinde seni taşıyacaklar. îsâ, ona dedi ki: 'Sen Allah'ın Rabbi denemiyeceksin' diye de yazılmıştır. "[10]

Yine Matta İncili'ne göre, bütün bu imtihanlar­dan bir sonuç alamayınca İblîs, Hz. İsa'yı çok yüksek bir dağa götürmüş ve ona dünyanın bütün ülkelerini ve onların izzetini göstererek, "Eğer yere kapanıp bana tapınırsan, bütün bu şeyleri sana veririm" demiştir. Fakat Hz. İsâ, "Çekil şeytân, çünkü 'Rab Allah'ına tapınacak ve yalnızca ona kulluk edecek­sin' diye yazılmıştır." şeklinde cevap verince, İblîs kendisini bir akmıştır.[11]

İnciller'de Hz. İsa'dan nakledildiğine göre, İblîs, dünyadaki her türlü şer ve kötülüğün kaynağıdır. Hz. İsâ bu konuda şöyle demiştir: "İyi tohumu eken insanoğludur. Tarla ise dünyadır ve iyi tohum me-lekûtun oğullarıdır ve deliceler Şerir'in oğullarıdır. Onları ekmiş olan düşman İblîs'tir, hasad dahi dünyanın sonudur ve orakçılar meleklerdir. İmdi, de­licelerin toplanıp yakıldığı gibi, dünyanın sonunda da böyle olacaktır. "[12]

Yine İsâ Peygamberin bildirdiğine göre, İblîs yalancıdır, yalanın babasıdır, hakikatte durmamış­tır, çünkü kendisinde hakikat yoktur.[13]

Hz. İsâ, kendisini Öldürmeye çalışan Yahudiler hakkında da şöyle demiştir: "İbrâhîm zürriyeti olduğunuzu bilirim, fakat beni öldürmeye çalışıyor­sunuz. Çünkü benim sözüm içinizde yer tutmuyor. Siz babanız İblîs'tensiniz ve babanızın heveslerini yapmak istiyorsunuz, O, başlangıçtan katil idi."[14]

Yuhanna İncili'nde bildirildiğine göre İblîs, in­sanlara vesvese verip, kandırabilir, doğru yoldan saptırabilir. Nitekim Hz. İsa'yı ele veren on iki ha­variden birisi olan Yahuda İskariyot'u da kandırmış­tır: "İsâ onlara cevap verdi: 'Siz on ikileri ben seçmedim mi? Ve sizden biri îblîs'tir. İskariyot'lu Simur'un oğlu Yahuda hakkında söyledi, çünkü on iki­lerden biri iken İsa'yı ele verecek olan o idi."[15] "Akşam yemeği olurken, İblîs onu ele vermesini Simur oğlu Yahuda İskariyot'un yüreğine zaten koy­muş olarak."[16]

İnciller'in dışında, Hristiyânlığın bazı kutsal metinlerinde de îblîs'ten bahsedildiğim görmekteyiz. söz gelimi Yahuda'nın Mektubunda kaydedildiğine göre, İblîs Hz. Mûsâ'mn cenazesi hakkında Başmelek Mikâel ile mücâdele etmiştir”[17] İbrânîlere Mektub'da ise, Hz. İsa'nın îblîs'i ölüm vasıtasıyla iptal ettiğinden bahsedilmektedir:

"Fakat meleklerden biraz aşağı kılınmış olanı, İsa'yı, Allah'ın inâyetiyle her adam için ölümü tatsın diye, ölüm elemi sebebiyle izzet ve hürmet tacı giydi­rilmiş olarak görüyoruz. İmdi, çocuklar kana ve ete şerik olduklarından, kendisi de bu şeylere aynı su­rette hissedar oldu, ta ki ölüm kuvvetine mâlik olanı, yani İblîs'i ölüm vasıtasıyla iptal etsin. Ve yaşadıkları bütün müddetçe, Ölüm korkusu ile köleliğe tâbi olanların hepsini azâd etsin."[18]

Yuhanna'nın 1. Mektubu'nda kaydedildiğine göre, günah işleyen İblîs'tendir. İblîs ise, başlangıç­tan beri günâh işlemektedir. Allah'ın oğlu İsâ da, İblîs'in işlerim çözsün diye gönderilmiştir. Günâh işleyenler, kardeşini sevmeyenler İblîs'in çocuklarıdır.[19] Pavlus'a göre, İnsanları imân etmekten alıko­yan sihirbazlar da İblîs'in oğullarıdır. Bunlar, kötülük ve hile ile dolu, her iyiliğin düşmanı kimse­lerdir.[20] İnsanlara eziyet ve kötülükleri yapan da îblîs'tir. İsâ (a.s.) ise, dolaştığı her yerde İblîs ta­rafından ezâ edilenlerin hepsine şifâ vermiştir.[21] Bu sebeple, her kötülüğün kaynağı olan İblîs'e karşı durmak gerekir. Bu takdirde İblîs, inananlardan kaçacaktır. [22]

îblîs'e âlet olmamak için günâh işlememek, öfkelenmemek gerekir.[23] Kavgadan da uzalc durmak icabeder. Herkese karşı yumuşak, öğretmeye hazır, zorluklara tahammül edici, karşı duranları hilimle ıslah edici olmalıdır. Böylece îblîs tarafından esir edilmiş olanlar onun tuzağından kurtulup, doğru yolu bulabilirler.[24] Yine, kendisini kiliseye adayan bir kimse kibirlenerek İbiîs'in tuzağına düşmeme-lidir.[25]

Hristiyân azizlerinden Petrus ise, inananları İblîs'in tuzaklarına karşı uyararak şöyle demekte­dir:

"Ayık olun, uyanık olun, hasmınız İblîs kimi yu­tacağını arayarak gümbürdenen aslan gibi dolaşı­yor. "[26] Pavlus ise, Efesoslular'a yazdığı mektupta bu konuya şu şekilde dikkat çekmiştir:

"İblîs'in hilelerine karşı durabilmeniz için, Al­lah'ın bütün silahlarım kuşanın. Çünkü güreşimiz kan ve ete karşı değildir. Ancak riyasetlere karşı, hükümetlere karşı, bu karanlığın dünya hükümdar­larına karşı, semâviyâtta olan kötülüğün ruhî ordu­larına karşıdır. " [27]

Yuhanna'nm Vahyi'nde ise, İblîs'in, Tevrat'ın Tekvin bölümünde geçen ve Hz. Âdem ile Havva'yı kandırarak Cennet'ten kovulmalarına sebep olan yılanla aynı olduğuna işaret edilmiştir. Bu konuda şöyle denilmektedir: "Ve gökten inmekte olan bir melek gördüm. Elinde Cehennem'in anahtarı ve büyük bir zincir vardı. Ve İblîs ve Şeytân olan ejderi, eski yılanı tuttu ve onu bin yıl müddetle bağladı. Ve bin yıl tamam oluncaya kadar artık milletleri saptırmasın diye, kendisini Cehennem'e atıp onu kapadı ve onun üzerine mühürledi. Bundan sonra kısa bir müddet çözülmesi gerekir. Ve bin yıl tamam olunca, Şeytân zindanından çözülecektir. Ve yerin dört bir köşesinde olan milletleri, Yecüc ve Mecüc'ü saptırmak ve onları cenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır, onların sayısı denizin kumu gibidir. Ve yerin genişliği üzerine çıktılar ve mukaddeslerin ordusunu ve sevgili şehri kuşattılar ve gökten ateş inip onları yedi. Ve onları saptıran İblîs, Canavarla Yalancı Peygamber'in içinde bulundukları ateş ve

kükürt gölüne atıldı ve ebedler ebedince gündüz ve gece kendilerine azâb edilecektir. [28]

Yine Yuhanna'nın Vahyi'nden alınan aşağıdaki satırlar, İblîs ve onunla mücâdele konusunda aşağı yukarı Hristiyanlığın görüşünü özetler mâhiyettedir:

" İblîs ve Şeytân denilen büyük ejder, bütün dünyayı saptıran eski yılan Yeryüzü'ne atıldı ve onun melekleri kendisiyle beraber atıldılar. Ve gökte büyük bir ses işittim: Allah'ımızın kurtarışı ve kuv­veti ve melekûtu ve Mesih'in hâkimiyeti şimdi oldu, çünkü kardeşlerimizin ithâmcısı, onları Allah'ımızın önünde gece gündüz itham eden aşağı atıldı ve onlar Kuzu'nun Kam sebebiyle ve onların şehâdetinin sözü sebebiyle onu yendiler ve ölüme kadar canlarını sev­mediler. Bunun için, ey gökler ve onlarda oturanlar mesrur olun. Vay yere ve denize, çünkü İblîs vaktinin az olduğunu bilerek büyük gazâbla size indi, dedi." [29]

 

BİRİNCİ    BÖLÜM

 

İSLÂM İNANCINDA İBLÎS

 

1. KUR'ÂN'A GÖRE İBLİS

 

Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli sûre ve âyetlerinde İblis'ten bahsedilmektedir.[30] İblîs'ten bahseden bu âyetlerde iki olay yer almaktadır. Bunlardan ilki, Hz, Âdem'in yaratılması, daha sonra meleklere ken­disine secde etmelerinin emredilmesi, onlar secde ettiği halde, İblîs'in kibirlenerek secde etmemesi ve bu isyâm sebebiyle Allah'ın rahmetinden kovulması. îblîs'in Kıyamete kadar ertelenmeyi dilemesi ve bu­nun Allah tarafından kabul edilmesi, Ayetlerde bah­sedilen ikinci olay ise, İblîs'in Cennette Adem ve Havva'yı kandırarak yasak meyveden yemelerini te­min etmesi ve Cennetten kovularak Yeryüzüne in­melerine sebep olması.

A.J.Wensinck'in iddiasına göre, İblîs kıssası bir Hristiyân ananesine dayanır[31] ve Peygamber bura­da, müstakil iki kıssayı birbirine karıştırıp birleştir­miştir. Adem'in Yaratılması ve Cennette Havva'nın İğvâsı.[32]

Tabii ki, A. J. Wensinck, Hz. Peygamber'in Allah katından vahiy alan bir Peygamber olduğunu kabul etmediği için böyle bir yola başvuruyor ve Hz. Pey­gamberin İblîs kıssasını eski bir Hristiyân anane­sinden adapte ederek Kur'ân'a yerleştirdiğini imâ ediyor. Tabii, Rasûlullâh'ın bir peygamber olduğunu, Allah katından vahiy yoluyla bilgi aldığını kabul et­memek mantıkî olarak insanı bu sonuca götürmek­tedir. Ancak bu şekilde hareket edersek, Hz. Pey­gamber için ileri sürülen bu iddiaların Hz. İsâ hakkında da ortaya atılması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü İblîs kıssasının kaynağı Hıristiyanlık'tan önceki din ve kültürlere de çıkmaktadır. Söz gelimi Tevrat'ta Hz. Adem'le Havva'nın yasak meyveden yiyerek Cennet'ten kovulmalarından bahsedilmekte­dir. Bu durumda Hristiyân ananesinde yer alan bu olayın, İsâ (a.s.) tarafından Tevrat'tan adapte edile­rek Hıristiyanlığa aktarılmış olduğu iddia edilebilir. Böylece Hz. İsa'ya imân etmeyen, Onun Allah katın­dan gönderildiğim kabul etmeyen bir başka kimse de, Hz. İsa'nın Önceki din ve kültürlerden aldığı hu­suslarla, vahye dayanmayan bir din geliştirdiğini öne sürebilir. Kaldı ki, İblîs kıssasında anlatılan olaylar ilk insan Hz. Âdem'in yaratılışı, eşi Havva ile beraber yasak meyveden yedikleri için Cennet'ten kovuluşları ile ilgilidir. Kısacası insanlığın ilk dönemine ait bir devreyi içine almaktadır. Bu du­rumda da insanlığın ilk dönemine, atası Hz. Âdem ile Havva'ya ait böyle bir olay, önceden gönderilen İlâhî bütün dinlerde ve onların kitaplarında yer almış olmalı, yahut bu dinlerin Peygamberleri bun­dan bahsetmiş bulunmalıdır. Hz. Âdem'e melekle­rin secde edip, İblîs'in secde etmemesinden, yasak mej'veyi yemelerinden ötürü Âdem ile Havva'nın Cennet'ten kovulmalarından bahseden bu hristiyân ananesi şayet uydurulmamışsa, Hz. Âdem'den iti­baren yeryüzü'ne gönderilen tüm din ve onların pey­gamberleri bu olaydan sözetmiş olmalıdır. Çünkü bunda Allah'ın, kullarını İblîs'in tuzak ve hilelerine karşı uyarma, ibret aldırma maksadı vardır. Yüce Allah'ın ta Hz. İsa yi gönderinceye kadar, hiçbir Pey­gamberine bundan bahsetmemiş olması düşünüle­mez. Bu, Hz. İsâ gönderilinceye kadar Allah'ın, kul­larını îblîs'in hîle ve tuzaklarına karşı uyarmadığı anlamına gelir ki bunu kabul etmek mümkün değildir. Bu durumda, Allah'ın daha önce göndermiş olduğu bütün dinlerde ve bütün İlâhî kitaplarda İblîs kıssasından bahsetmiş olduğunu kabul etme­miz zorunludur. Bu açıdan Hz. Peygamber'in, Kur'ân'da yer alan İblîs kıssasını eski bir Hristiyân ananesinden adapte ettiğini, ya da Hz. îsâ'nm bu kıssayı Tevrat'tan aktardığını veya Hz. Musa'nın bunu önceki kültür ve geleneklerden alarak Tevrat'a koyduğunu ileri sürmenin mantıklı bir tarafı yoktur. Şu halde, Allah (c.c.) bu kıssayı hikmeti gereği, göndermiş olduğu bütün Peygamberlerine ibret ve îkâz maksadlı olarak bildirmiştir. Bu sebeple de Hristiyânhk'tan önceki semavî din ve kültürlerde de bu kıssanın izleri mevcut olmalıdır. Ya da İnciller'de ve Hristiyanhğın diğer kutsal metinlerinde yer alan îblîs'le ilgili hususlar uydurulmuş olmalıdır. Sonuç olarak A.J. Wensinck'in bu konudaki iddiası kabule şâyân değildir. İşin doğrusu, Kur'ân'da yer alan İblîs kıssasının Allah katından vahiy yoluyla Hz. Muhammed'e yeniden bildirildiği, eski bir Hristiyân anane­sinden vs. alınmadığıdır. Bu açıdan A.J. Wensinck'in, Hz. Peygamberi, Hristiyan ananesinde yer alan iki müstakil kıssayı birleştirmekle suçlaması isabetli değildir. Çünkü Hz, Peygamber, Kur'ân'da yer alan İblîs kıssasını, Hristiyan ananesinde yeralan müstakil iki kıssadan almamıştır. Aksine Allah (c.c.) bunu kendisine vahiy yoluyla bildirmiştir ve İblîs kıssası Kur'ân'daki haliyle daha güzel ve in­sanlık için daha ibret verici tarzdadır. Çünkü Kur'ân'da, önce, İblîs'in Hz. Adem'e secde etmeyerek isyan ettiği haber verilmekte, Hz. Adem ve Havva'ya düşman olduğunun kendilerine bildirildiğinden bah­sedilmektedir. Daha sonra İblîs'in onlara vesvese vererek yasak meyveden yedirip, onları Cennet'ten çıkarttığı anlatılmaktadır. Şu halde mantık silsilesi içinde olaylar birbirine bağlıdır ve bir bütünlük arzetmektedir. Allah (c.c), Hz. Âdem ve Havva'yı uy­armış, İblîs'e aldanmamaları için ikâz etmiştir. Kur'ân'da bu kıssayı anlatmak suretiyle de, Kıyâmet'e kadar insanlığı İblîs'in hîle ve tuzaklarına karşı uyarmaktadır. Şu halde her iki kıssanın bir bütün halinde aktarılması, insanlığa öğüt ve ibret açısından daha etkili, daha uyarıcı, daha faydalı, Allah'ın, kullarını iblîs'in tuzaklarına karşı ikâz etme maksadına daha uygundur. Kur'ân-ı Kerîm'de her iki kıssa bir konu bütünlüğü içinde yer aldığına, insanlığı ikâz gayesine çok güzel bir şekilde hizmet ettiğine ve Allah'ın bu konudaki maksadına daha uy­gun düştüğüne göre, bunun Hz. Peygamber ta­rafından Hristiyan ananesinde yer alan müstakil iki kıssanın birleştirilmesiyle elde edildiği söylenemez. Aksine, bu derece hikmete" mebnî olan bu kıssa, va­hiy yoluyla bu şekilde Kur'ân'da yer almıştır. İki müstakil kıssa halinde Hristiyan ananesinde yer aldığı şekliyle ise, insicamsız ve kopuktur. Konu bütünlüğü ve bağlantısı yoktur. İnsanlığa öğüt ve ibret açısından Kur'ân-ı Kerîm'deki kadar tesiri söz konusu değildir. Şu halde Allah'ın bu konudaki maksad ve hikmetine daha uygun olan Kur'ân'daki kıssa, bu konunun en güzel ve en doğru ifâde edilmiş şeklidir ki, onun kaynağı da insan tasarrufu değil, Allah'ın vahyidir. Şimdi sözü bir öğüt, bir ibret, bir  konu bütünlüğü ve güzelliği içinde bu kıssayı in­sanlığa sunan Kur'ân'a bırakmak istiyoruz:

"Hani Rabbin meleklere, 'Ben, balçıktan, işlene­bilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın' demişti. Bunun üzerine İblîs'in dışındaki bütün me­lekler hemen secde ettiler. O, secde edenlerle beraber olmaktan çekindi." [33] Allah (c.c), "Ey İblîs! Secde edenlerle beraber olmaktan seni alıkoyan nedir? dedi. O, 'Balçıktan, işlenebilir kara topraktan ya­rattığın insana secde edemem. Beni ateşten, onu çamurdan yarattın, ben ondan üstünüm' cevabını verdi. 'Öyleyse defol oradan, sen artık kovulmuş biri­sin. Doğrusu Hesâb Günü1 ne kadar lanet sanadır." dedi.[34] "Rabbim! Beni hiç olmazsa, tekrar dirilecek­leri güne kadar ertele, dedi. Allah (c.c), 'Sen, bilinen gün gelinceye kadar bırakılanlardansın' dedi. 'Rab­bim! Beni saptırdığın için, andolsun ki Yeryüzü'nde fenalıkları onlara güzel göstereceğim, hâlis kıldığın kulların hâriç, onların hepsini saptıracağım."[35] And­olsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara  karşı duracağım, sonra önlerinden, ardlanndan, sağ ve sol­larından onlara sokulacağım. Çoğunu Sana şükreder bulmayacaksın." [36]

"Andolsun ki pek azı hâriç onun soyunu kendi buyruğum altına alacağım." [37]

"Senin kudretine an­dolsun ki, onlardan sana içten bağlı olan kulların hâriç hepsini azdıracağım." [38]

"Muhakkak kul­larından belirli bir pay edineceğim, onları sapıklığa çağıracağım. Onları gerçekten sapıtacağım. Kendile­rini uzun emellere düşürüp, olmayacak kuruntularla aldatacağım ve elbette onlara emredeceğim de da­varların kulaklarını (putlara tapmak üzere) kesip yaracaklar. Elbette onlara emredeceğim de, Allah'ın yarattığım (putlaştırarak) değiş tire çekler." [39] dedi. "Allah, Terihniş ve kovulmuşsun, oradan defol! An­dolsun ki insanlardan sana kim uyarsa onları ve seni hepinizi Cehennem'e dolduracağım.”[40] buyurdu. Yine, "Allah (c.c.) şöyle buyurdu: 'Benim gerekli kıldığım dosdoğru yol budur, kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır, ve Cehennem onların hepsinin toplanacağı yerdir. O Cehennemin yedi kapısı olup, her kapıdan onların girecekleri ayrılmış bir kısım vardır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar ise, Cen­netlerde pınar başlanndaduiar. Oraya güven içinde, esenlikle girin denilir." [41] "Allah: "Haydi git! Onlar­dan sana kim uyarsa bil ki, Cehennem hepinizin cezası olur. Hem de tam bir ceza' dedi. 'Sesinle gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla haykırarak yürü, mallarına ve çocuk­larına ortak ol, onlara vaadlerde bulun' 'Doğrusu be­nim mü'min kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin olamaz. Rabbin vekîl olarak yeter." [42]

"Ey Adem! Sen ve eşin Cennet'te kalın ve iste­diğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zâlimlerden olur sunuz, " [43]

"Ey Adem! Doğrusu bu (îblîs), senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın, yoksa bedbaht olursun. Doğrusu Cennet'te ne acıkırsın, ne de çıplak kalırsın, orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağında kalırsın, dedik."[44] "Şeytân ona vesvese verip, 'Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?" dedi.[45] "Şeytân ayıp yerlerini kendilerine göstermek için on­lara fısıldadı: 'Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetme­si melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Doğrusu ben size öğüt verenlerde­nim' diye ikisine de yemin etti. Böylece "onların yanılmalarım sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine ayıp yerleri göründü, Cennet yaprak­larından oralarına örtmeye koyuldular.” [46] Rableri onlara: 'Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytân'ın sîze apaçık bir düşman olduğunu söyle­memiş miydim?' diye seslendi. Her ikisi, 'Rabbimiz! Kendimize yazık ettik.   Bizi   bağışlamaz   ve   bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz' de­diler, " [47] "Şeytân, oradan ikisinin de ayağım kay­dırttı, onları bulundukları yerden çıkardı." [48] Allah (c.c), "Onlara: 'Birbirinize düşman olarak inin, siz Yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz. Oada yaşar, orada ölür ve oradan dirilip çıkarılır­sınız' dedi.” [49] Yine Allah (c.c.) "Onlara şöyle dedi: 'Birbirinize düşman olarak hepiniz oradan inin. El­bet size Benden bir yol gösteren gelir. Benim yoluma uyan ne sapar ne de bedbaht olur. Benim Kitabım­dan yüz çeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve Kıyamet Günü de onu kör olarak haşrederiz." [50] "Benim yoluma uyanlar için artık korku yoktur, on­lar üzülmeyeceklerdir, dedik." [51]

Böylece "Adem, Râbbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. Rabbi yine de onu seçip teybesini kabul etti. Ona doğru yolu gösterdi." [52] "Âdem, Rabbinden emirler aldı, onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri daima kabul edendir, merhametli olandır." [53]

İblîs'in, Hz. Âdem'e secde etmeyerek Allah'a isyan etmesi ve Hz. Âdem ile Havva'yı Cennet’ten çıkartmasından meydana gelen İblîs Kıssasının Kur'ân-ı Kerîm'de, Bakara, A'râf ve Tâhâ sûrelerin­de, her iki olaydan da bahsetmek suretiyle bir konu bütünlüğü içinde ele alındığı görülür.” [54] Diğer bazı sûrelerde ise, sadece İblîs'in Hz. Âdem'e secde et­meyi reddederek, Allah'a isyan etmesinden ve insan­ları saptıracağım demesinden bahsedilerek, insan­oğlu îblîs'in hîle ve tuzaklarına karşı uyarılmak­tadır.”[55]

Cenâb-ı Hak, İblîs konusunda sadece Hz. Âdem ile Havva'yı uyarmakla kalmamış, tüm insanlığı onun hîle ve tuzaklarına karşı dikkatli olmaya çağırmıştır: "Hani meleklere Âdem'e secde edin, demiştik. İblîs'ten başka hepsi secde etmişti. O, cin­lerden idi. Rabbinin buyruğu dışına çıktı. Siz, Beni bırakıp onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Hal­buki onlar size düşmandır. Kendilerine yazık edenler için bu ne kötü bir değiştirmedir!" [56] "Onlar, azgınlar ve İblîs'in adamları hepsi tepetaldak oraya (Cehennem'e) atılırlar." [57]

Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan İblîs Kıssası bundan ibarettir. İslâm âlimleri, yukarıdaki âyette geçen "Meleklerin Hz. Âdem'e secde etmesi emrinden", on­ların Hz. Âdem'e ibâdetlerinin değil, ona itaat ve boyun eğmelerinin kasdedildiği görüşündedirler.[58]

İslâm inancına göre, Hz. Âdem ilk insan ve ilk Peygamberdir. Künyesi Ebü'l-Beşer' (İnsanlığın ilk atası)dır. Yukarda kaydettiğimiz  âyetlerden de anlaşılacağı üzere, Kur'ân-ı Kerîm'in öz olarak an­latıp dile getirdiği ve sadece ibret gayesi taşıyan bu konulara yabancı kaynaklı pekçok haber karıştırıl­mış ve belki de yüzyıllardan beri Hz. Adem'in kıssası olarak bunlar anlatılagelmiştir.[59] Bunlar­dan İblîs ile ilgili olan bazılarına aşağıda yer ver­mek istiyoruz.

 

2. HADİSLERE GÖRE İBLÎS

 

Hadis kaynaklarımızda da İblîs'le ilgili bazı rivayetler mevcuttur. Bunlardan Ebû Sa'îd el-Hudrî'nin naklettiği bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle demiştir:

"İblîs, Rabbine şöyle dedi: 'Senin İzzetine ve Celâline yemin ederim ki, Adem'in çocuklarını, içlerinde ruhları olduğu müddetçe saptırmaya de­vam edeceğim.' Bunun üzerine Rabbi (c.c.) buyurdu ki: 'İzzet ve Celalime andolsun ki, Ben'den af diledik­leri müddetçe, onları bağışlamaya devam edeceğim."[60] Yine konuyla ilgili olarak el-Evzai'den nak­ledildiğine göre îblîs, dostlarım toplayarak onlara, 'Adem'in çocuklarına hangi yönden yaklaşıyorsunuz? diye sordu. Onlar da: 'Her yönden' dediler. İblîs de, 'Ben onların araşma öyle bir şey yayacağım ki, ondan dolayı Allah'a istiğfar etmeyecekler' dedi. Ve insan­ların arasına hevâları (nefsin arzularım) yaygınlaştırdı." [61]

Enes'den (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygam­ber, Cehennem elbisesi giydirilecek ilk varlığın İblîs olduğunu söylemişlerdir:. "İlk Önce Cehennem elbise­si giydirilecek kimse İblîs'tir. Cehennem elbisesini kaşına kadar geçirir ve 'Gel ey helakim' diyerek aşağı doğru çeker. Zürriyeti de arkasındadır. Onlar da 'Ey helakimiz' derler. Sonra İblîs, ateşin önünde durur ve 'Alı helakim' der. Ötekiler de, 'Ey Helakimiz' der­ler. Bunun üzerine onlara, 'Bugün bir tek helaki çağırmayın, pek çok helaki çağırınız' denilir." [62] Bu hadisin, Hz. Peygamber tarafından, Furkân sûre­sinde yer alan ilgili âyetin tefsîriyle ilgili olarak söylendiği anlaşılmaktadır.[63]

Daha önceki bölümde kaydettiğimiz âyetlerle, yukarıdaki hadislerden, insanları saptırıp, Allah'a isyan ettirmeyi kendisine iş edindiği anlaşılan İblîs'in, bu maksadla emrinde diğer şeytanları çalıştırdığı, bunları bölük bölük göreve yolladığı da nakledilmektedir. Câbir b. Abdillâh'tan nakledil­diğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "İblîs, tahtını deniz üzerine kurar. Bölük bölük askerlerini oradan göndererek, insanları çeşit çeşit fitnelere düşürür. Askerlerinin kendisi katında en büyüğü, fit­ne koparmak bakımından en büyük olanıdır." [64] İblîs 'in, askerlerine verdiği vazifeler arasında karı-kocanın arasını bozmak olduğu da anlatılıyor: "...Askerlerinin birisi gelir de, şöyle şöyle yaptım, der. İblîs ona, 'Sen hiçbir şey yapmadın' der. Sonra onlardan bir diğeri gelir ve 'O inşam, kendisiyle karısının arasını iyice ayırmcaya kadar terketmedim' der. Bunun üzerine İblîs, o askerini kendisine yaklaştırır ve 'sen ne kadar iyisin' diyerek takdir eder." [65]

Bu hadisten, İblîs'in aileye düşman olduğu, onun en büyük hedeflerinden birisinin ailenin tahrîb edilmesi olduğu açıkça anlaşılıyor. Çünkü aile, mil­let ve toplumların temelidir. Bir milleti yıkmak is­teyenlerin, onun sağlam aile yapısını tahribe yönel­meleri boşuna değildir. Aile, bir insanı şerefli bir şekilde meydana getiren, büyütüp terbiye eden, eğitip yetiştiren kutsal bir ocaktır. Onun yıkılması­nın ne büyük felâketlere yol açacağı ortadadır. Aile olmayan bir yerde meşruiyet ve sorumluluk yoktur. Nikâh dışı ilişkiler yoluyla, ne çocuk yetiştirilebilir ne de sağlıklı bir toplum meydana getirilebilir. Günümüzde de aileye hücuma geçmiş olanların, so­rumsuz bir cinsel özgürlüğü savunanların, güçlü top­lumları yıkmayı hedef edinmiş kimseler oldukları hatırdan uzak tutulmamalıdır. Bunların bu tavırla­rıyla İblîs'in ordusu saflarında faaliyet gösterdik­lerini açıklamaya gerek yoktur. İblîs, Allah'ın bildir­diği üzere insanoğlunun apaçık düşmanı olduğuna göre, elbette onun sevindiği, hoşlandığı şeylerde bi­zim felâketimiz söz konusudur. O, ailenin yıkılma­sından hoşlanıyor, boşanmaların artmasından sevi­niyorsa, demek ki bu davransılar insanlığın felâke­tini hazırlayan hususlardır.

İbn Abbâs'tan nakledilen bir diğer hadiste ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "İblîs, en güçlü adamlarını, malını güzel bir şekilde harcayan kimseleri saptırmak için gönderir."[66] Ancak bu hadisin zayıf olduğu kaydedilmiştir. Hz. Peygamber'in işaret buyurduklara bu husus da kişi ve toplum açısından çok önemlidir. Toplumların huzur ve refahının, elde­ki malların iyi değerlendirilmesine, meşru ihtiyâç­lara harcanıp, israf ve haram yollarda sarfedilmekten kaçınılmasına bağlı olduğu açıktır. Elde topla­nan maldan devletin vergisini, fakirlerin hakkı olan zekât ve sadakayı dürüstçe vermek, israf etmemek, bunları haram yollarda sarfetmemek Dünya ve Ahiret'te kişi ve toplumun huzurunu sağlar. Aksi davranışlar, toplumsal bozulmayı, huzursuzluk ve düşmanlıkları getirir. Sonuç itibariyle Dünya'da örneği görülmemiş felâketlere yol açar, kavgalara, savaşlara, cinayetlere zemin hazırlar.

Allah'ın düşmanı İblîs'in, insana ibâdeti es­nasında da musallat olduğu' anlaşılmaktadır. Nite­kim Ebü'd-Derdâ'dan nakledilen bazı hadislerden anlaşıldığına göre, namaz kılarken Hz. Peygamber'e de sataşmıştır; ancak Allah'ın izniyle Rasûlullah (s.a.v.) ona galib gelmiştir. [67] Câbir'den (r.a.) nakle­dilen bir hadise göre ise, İblis, artık ııamaz kılan­ların kendisine ibâdet etmelerinden ümidini kes­miştir. Ancak o, müslümanların arasında fitne ve düşmanlık meydana getirebileceğini ummakta­dır. [68]

Abbâs b. Mirdâs'tan (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber Müzdelife'de ümmetinin bağışlan­ması için duâ etmiştir. Allah da Hz. Peygamber'e duasını kabul ederek ümmetini bağışladığım bildi­rince, İblîs üzüntüsünden 'Mahvoldum, helak oldum' diye feryâd etmeye başlamıştır.[69] İbnü'l-Cevzî ta­rafından mevzu olduğu söylenilen bu rivayeti, Ibn Hacer zayıf saymış tar.[70] Hadisin senedinde yer alan râvî Abdullah b. Kiııâne b. Abbâs'ın zayıf olduğu bil­dirilmiştir, el-Buhârî onun hadisinin sahîh olmadı­ğım söylemiştir. [71] Yine, el-Buharî'nin Hz. Aişe'den naklettiği bir habere göre, İblîs, Uhud savaşında müslümanların yanlışlıkla birbirlerini şehid etmele­rine sebep olmuştur.  Bu haber şöyledir: "Uhud savaşı günü ilk anda müşriklerin cephesi bozuldu. bu sırada İblîs (müslümanlara): 'Ey Allah'ın kulları! Sizden geri kalmış olup, arkanızda bulunan kimse­lerden sakının' diye haykırdı. Bu bağırma üzerine, müslümanların ön safta bulunanları arkalarına döndüler ve (onları müşrikler sanarak) ön taraftakilerle arka saftakiler birbiriyle vuruştular. Bu çarpış­ma sırasında Huzeyfetü'l-Yemân ilerisine doğru baktı ve birden babası el-Yemân'ı gördü. Hemen, 'Ey Allah'ın kulları! Aman ne yapıyorsunuz) babamdır, babamdır!' diye bağırdı. Fakat Allah'a yemin olsun ki onlar el-Yemân'la vuruşmaktan vazgeçmediler ve sonunda şehîd ettiler. Huzeyfe (r.a.) bu hataen öldürmeye karşı, 'Allah size mağfiret etsin. O, me­rhamet edenlerin en merhametlisidir' [72] de­mekle yetindi." Râvî Urve b. ez-Zübeyr, 'Artık, Hu­zeyfe de ta Allah'a kavuşuncaya kadar babasının ölümünden dolayı bir hayır kalıntısı var olmaya de­vam etti' demiştir.[73]

Uhud savaşı sırasında yanlışlıkla müslümanlar tarafından şehid edilen Huzeyfe'nin babası el-Yemân Huseyl b. Câbir'in (r.a.), çok yaşlı olduğu için Hz. Peygamber tarafından orduya alınmayarak, kadın ve çocuklarla birlikte geride bırakıldığı kayde­dilmektedir. Ancak daha sonra el-Yemân (r.a.) ve kendisi gibi çok yaşlı olduğu için geride bırakılan Sabit b. Vakş (r.a.) kılıçlarını alarak, Hz. Peygam­berin haberi ve izni olmaksızın müslümanlarm sa­flarına katılmışlardır. Orduya sonradan katıldık­ları için parolayı da bilmiyorlardı. Sonuç olarak Sabit b. Vakş müşriklerce, el-Yemân ise yukardaki rivayette anlatıldığı gibi yanlışlıkla müslümanlarca şehid edilmişlerdir. Savaşın o hengâmesi arasında Huzeyfe (r.a,), babasını görmüşse de onun yanlışlıkla şehîd edilmesine engel olamamıştır. Sonunda Hz. Peygamber, Huzeyfe'ye (r.a.) babası el-Yemân'dan dolayı diyet ödenmesini emretmişse de,Huzeyfe (r.a.) bunu almayarak, müslümanlara bağışlamıştır.[74] Uhud savaşında şeytânın 'Muhammed öldü’ diye bağırdığı da nakledilmektedir.[75]

Yukardaki rivayette, Uhud savaşında meydana gelen karmaşa ve bunun sonucu olarak müslümanla­rm yanlışlıkla birbiriyle çarpışmalarına İblîs'in ses­lenmesinin sebep olduğu anlatılmaktadır. İslâm Ta­rihçileri de, Uhud savaşında meydana gelen karmaşa ve bozgunun asıl sebebinin, müslümanlarm Hz. Peygamber'in emrini dinlememeleri, ganimet toplamaya dalmaları, bunu gören müslüman okçula­rın Hz. Peygamber tarafindan hiçbir şekilde oradan ayrılmamaları tenbih edilerek yerleştirildikleri mev­zilerini terketmeleri, bunun üzerine müşriklerin süvari komutanı Hâlid b. Velîdin müslüman okçula­rın bulunduğu boğaza hücum ederek, İslâm ordusuna arkadan saldırması, müslümanlarm geri dönmeleri olduğunu söylemektedirler.[76]

İblîs'in Fıkıhçılarla Hadisçiler arasındaki münâkaşalara malzeme olduğu da görülmektedir. Nitekim hadis âlimlerinden İbn Şîrîn ve el-Hasenü'l-Basrî1 ye göre îblîs, kıyâs yapanların ilkidir. Güneşe, aya da ancak mukayeseler yapılmak suretiyle ibâdet edilmiş tir. [77] İbn Şîrîn ve el-Hasenü'1-Basrî'nin, Re'y Mektebi'ne mensup olan âlimleri susturmak için, İblîs'in Hz. Adem'le kendisini kıyaslayarak "Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın" demesini delil getirdikleri anlaşılıyor.

 

3. İBLÎS İLE İLGİLİ BAZI RİVAYETLER

 

İbn Abbâs'tan (r.a.) nakledildiğine göre, melek­lerden bir kabileyi cinler teşkil ediyordu ve İblîs de onlardandı. Yine İbn Abbâs'a göre cinler, nâr-ı semûm'dan (zehirleyici ateş), melekler ise nûr'dan yaratılmışlardı. El-Hasenü'1-Basrî ise, Kehf sûresi 50. âyetini delil getirerek İblîs'in meleklerden değil, şeytânlardan olduğunu söylemiştir. Mukâtil ise, İblîs'in meleklerden veya cinlerden olmadığı, aksine tek başına ateşten yaratılmış olduğu görüşündedir. İbn Abbâs ise, İblîs'in cin ve şeytânların atası olduğunu zikretmiştir. Şehr b. Havşeb de bu konuda şunları nakletmiştir: "İblis, Yeryüzü'nde fesâd çıkaran cinlerdendi. Meleklerden bir grup onu esir ederek semâya götürmüşlerdir. Kaydedildiğine göre Yeryüzü'nde ilk önceleri cinlerden bir grub yaşardı. Onların arasında melek, nübüvvet, din ve şeriat mevcutu. Cinler bir müddet bu şekilde devam ettiler. Daha sonraları azarak ilâhlık tasladılar, bozguncu­luk yaptılar, kan döktüler. Onun üzerine Allah on­ların üzerine gökten bir ordu gönderdi. Bunlarla şiddetli bir savaş yaptılar ve cinleri denizlerdeki adalara sürdüler, onlardan bir çoğunu esir ettiler. Esir almanlar arasında o zaman adı Azâzil olan İblîs de vardı. Azâzil o anda henüz bir çocuktu. Daha sonra meleklerle beraber büyüdü, onların kelâmıyla konuştu, onların ilimlerini öğrendi. Onların gizli konuşmalarına vâkıf oldu. Günleri onların arasında başkan oluncaya kadar uzadı. Allah (c.c), Hz. Adem'i yaratmayı dileyinceye kadar böyle devanı etti." [78]

Et-Taberî'nin açıklamasına göre ise, başlangıçta Allah (c.c.) İblîs'in yaratılışını ve şerefini, keremini gayet güzel laldı. Dünyâ semâsı ve Yeryüzü üzerinde saltanatı mevcuttu. Bunlardan başka Allah onu Cennet'in bekçilerinden kıldı. Bunun üzerine îblîs ki­birlendi ve ilâhlık iddia etti, elinin altında bulunan­ları kendisine itaat ve ibâdete çağırdı. Bu yüzden Allah (c.c), onu kovulmuş şeytâna mesnetti, ya­ratılışını çildnleştirdi. Etrafında mevcut olan nimet­leri aldı, kendisine lanet ederek derhal semâvâtından kovdu. Sonra onun ve taraftarlarının Ahiret'te meskenlerinin Cehennem ateşi olacağını bildirdi.[79]

Diğer bir rivayete göre, Yeryüzü'nde ilk önce cin­ler yaşarlardı. Daha sonra onlar birbirlerini öldürdü­ler ve aralarında kan döktüler. Allah (c.c.)'da onlara, îblîs'in komutasında meleklerden askerler gönderdi. Bunlar meleklerin cin adım taşıyan boyundandı, îblîs ile onun komutası altında bulunanlar, öteki cinlerle savaşarak onları denizlerdeki adalara ve dağların etrafına sürdüler. Bu zaferi kazandıktan sonra îblîs'in kalbinde gurur doğdu ve "Ben kimsenin yapmadığı bir işi yaptım" diye övündü. Allah (c.c.) onun kalbinde doğan bu gururu bildi, fakat İblîs'in yanındaki melekler bunu bilmiyorlardı. Cenâb-ı Hak, İblîs'in yanında bulunanlara: "Ben Yeryüzü'nde bir halîfe yaratacağım" dedi. Buna karşılık melekler: "Sen, bizim kendilerini tenkile memur edildiğimiz cinlerin yaptığı gibi orada fesâd çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın?" dediler.[80]

Yukarda kaydettiğimiz bu rivayetlerin Ehl-i Kitâb denilen Yahudi ve Hristiyân çevrelerden ak­tarılmış şeyler olduğu açıktır. Çünkü Kur'ân ve ha­dislerde bunları doğrulayacak tarzda bir bilgiye rastlanmamaktadır. Üstelik Hristiyânlığın kutsal metinlerinden olan Yuhanna'nm Vahyi'nde, İblîs'in bir melek tarafından esir edilip, zincire vurulduktan sonra bin yıl müddetle Cehennem'e kapatıldığından söz edilmektedir.[81]

Mücâhid'in İbn Abbâs'tan naklettiğine göre, İblîs'in birçok çocuğu vardır. Mukâtil'e göre, İblîs'in bin çocuğu vardır ve İblîs kendi kendisini döller ve doğurur. Hergün dilediği kadar yumurtlar. Çocukla­rından her birini bir işe tahsis eder. İblîs'in zürriyeti ise, el-Aknos, Hâme b. el-Aknos, Yelzûn'dur. Yine nakledildiğine göre İblîs, otuz yumurta yumurtlamıştır. Bunun on tanesini doğuya, on tanesini batıya, on tanesini de Dünya'mn ortasına yumurtlamıştır. Bu yumurtaların herbirinden şeytânlar, ifritler, yılanlar gibi Âdemoğluna düşman olan cins­ler çıkmıştır. İblîs'in askerleri vardır ve insanları saptırmak üzere bunları gönderir.[82] Yine, İblîs'in Adem oğullarının isyanından dolayı her sevinme­sinde iki adet yumurta yumurtladığı ve bu yumurtalardan yavrular çıktığı kaydedilmektedir. İblîs'in er­kek ve dişi tenasül uzuvları olduğu ve kendi kendi­sini döllediği de nakledilmektedir.[83]

İblîs'in zürriyetine dair, yukarıdaki rivayette yer alan isimlerin yabancı kökenli olmasından (Latince-Rumca), bu rivayetlerin Hristiyân kültüründen İslâm kültürüne aktarılmış olduğunu anlamaktayız. Yine, İblîs'in yumurtladığı yumurtalardan, şeytân­ların, cinlerin, yılanların çıktığına dair rivâyetlerden de, bu rivayetlere Câhiliye dönemi Arap kültürünün karışmış olduğunu görmekteyiz.[84]

Kaydedildiğine göre Allah (c.c.) kendi eliyle çamurdan Hz. Adem'i yarattı. Adem'in vücûdu yere atılmış bir halde kırk gün kaldı. İblîs bu kırk gün içinde Âdem'in suretinin yanma gelir, ayağı ile tep­tiği vakit Âdem'in vücûdu ses çıkarırdı. İblîs ayağı ile teptikten sonra ağzından girip arkasından, ar­kasından girip ağzından çıkar ve: "Sen böyle testi gibi ses çıkarmak için değil de, bir maksadla ya­ratılmış sındır, sana musallat olacak kudret bana verilirse, elbette seni helak edeceğim. Sen bana mu­sallat olursan, elbette sana isyan edeceğim" derdi. [85] Ancak Hz. Âdem'in yaratılışı ile ilgili âyetlerde, yukardaki rivayetteki gibi bir tafsilât yoktur. Yine bu tür ayrıntıları ihtiva eden bir sahîh hadis de yok­tur. Bu sebeple bu tür rivayetleri İslâmî kabul et­meye imkân yoktur. Bunların kaynağı, İslâm öncesi dönemlerinin hurafeleri, îsrâiliyât kaynağı durumundaki belli kimseler ile Tevrat ve şerhi eridir. [86] Müslim'in bu konuda Enes'ten (r.a.) nakletmiş olduğu hadis de yukarıdaki rivayeti doğrulamaktan uzaktır: Rasûlullâh (s.a.v.) buyurdu: "Allah (c.c), Âdem'i Cennet'te şekillendirip de dilediği kadar onu kendi haline terkettiği zaman, İblîs onun etrafında dolaşmaya ve onun ne olduğuna bakmaya başladı. Nihayet içinin boş olduğunu görünce, onun nefis temayüllerimle hâkim olamaz bir hilkatte yaratıl­mış olduğunu anladı." [87]

Bazı müelliflerin İblîs'in Cennet'e nasıl girdiği, Adem ve Havva'yı nasıl kandırdığı sorularına cevap aradıkları da görülmektedir. Bu sorulara aşağıdaki şekillerde cevaplar verilmiştir:

1. İblîs, Âdem ve Havva'yı görmeden onları kandırdı.

2. Âdem ve Havva'ya Yer'den hitâbederek, onları azdırdı.

3. Âdem ile Havva'yı Cennet'in kapısında gördü. O zamanlar İblîs Cennet'in kapısına yaklaşabilmek­teydi. Böyle bir fırsattan yararlanarak onları kandır­dı.

4. İblîs, bizzat kendisi ayaklı bir hayvan kılığı­na girip, Cennet'in bekçilerine belli etmeden Âdem ve Havva'ya yaklaştı ve onları aldattı.[88]

5. İblîs'in Cennet'e girmesine yılan vesile oldu.

6. Yılanın sakalı arasına gizlenerek Cennet'e girdi.

7. Yılanın ağzına veya karnına girerek Cennet'e sokuldu. Rivayete göre, Allah (c.c), Âdem'e, "Ey Âdem! Eşinle birlikte Cennet'te oturunuz. Cennet'in nimetlerinden istediğiniz gibi bol bol yiyiniz. Fakat şu ağaca yaklaşmayınız. Yaklaşırsanız kendinize yazık etmiş  olursunuz" buyurdu.  İblîs,  onların yanma Cennet'e girmek istedi. Cennet'in muhafızları onu içeri sokmadılar. Bundan sonra İblîs, yılanın yanma geldi. Yılan o zaman deve gibi dört ayaklı olup, en güzel hayvanlardandı. İblîs, ona kendisini ağzının içine alarak Âdem ve Havva'nın yanına götürmesini teklif etti. Yılan da onun bu teklifini ka­bul ederek, İblîs'i ağzının içine koydu ve Cennet muhafızlarının yanından geçti. Allah (c.c.) bunu irâde etmiş olduğu için muhafızlar İblîs'in yılanın içinde olduğunu bilmiyorlardı. îblîs, yılanın ağzının içindeyken Âdem'le konuştu ise de, Âdem onun sözüne kulak asmadı. Bunun üzerine îblîs, yılanın ağzının içinden çıkarak Âdem'e gözüktü.[89]

8. İblîs, yılanın azı dişleri arasına gizlenerek Cennet'e girmiştir. İbn Abbâs'tan nakledilen bir rivayete göre, "Allah düşmanı îblîs, kendisini yüklenerek Cennet'e götürmeleri için yeryüzü hay­vanlarına tekliflerde bulundu. Maksadı Âdem ve Havva ile konuşmaktı. Hiçbir hayvan onun bu tekli­fini kabul etmedi. Bunun üzerine yılanın yanma gel­di. Ona: "Sen benim Cennet'e girmemi temin eder­sen, seni himayeme alır, Âdemoğull arın dan koru­rum" dedi. Yılan İblîs'in bu teklifini kabul edip, onu azı dişlerinin ikisinin arasına alarak Cennet'e götürdü.[90]

Konuyla ilgili olarak A.J.Wensinck, Hristiyân müelliflerden bulunan genel kanaate göre, İblîs Cennet'e girmek için yılandan faydalanmıştır demektedir.[91] Tevrat'ta da, Âdem ve Havva'nın bir takım hi­lekârlıklar sonucu yılan tarafından aldatıldıkları ve yasak ağacın meyvesinden yemeye teşvik edildikleri nakledilmektedir.[92] Bu açıdan İblîs'in Cennet'e gir­mek için bir çok hayvana teklifte bulunması, sonun­da yılanla anlaşması şeklindeki rivayetler İslâmî kaynaklı değildir. Bunların tamamı Yahudi ve Hris­tiyân kültüründen aktarılmış îsrâiliyât cinsinden nakillerdir. Bunlara dair ne Kur'ân'da, ne de hadis­lerde herhangi bir bilgi yoktur. Taberî kendisi de, "Bize göre bunların gerçeğe en yakın olanı, Allah'ın Kitabı Kur'ân'a en uygun olanıdır. " demektedir.[93] Sonuç olarak bunlar asla iltifat edilmemesi gereken hurâfelerdendir.[94]

İblîs'in, Cennet'e girebilmek için yardım istediği hayvanlar arasında Tavus un da bulunduğu kayde­dilmektedir. Buna göre İblis, Cennet'e girebilmek için Tavus ile dostluk kurmuş, sonunda Tavus onun Cennet'e girmesine yardım ettiği için Cennet'ten sürülerek Bâbil ülkesine indirilmiştir.[95] Diğer bir rivayete göre İblîs, Tâvus'a Cennete girmesine müsaade ettiği takdirde, kendisini ölümden koruya­cak üç kelime haber vereceğini vâdetmiştir. Fakat Tavus kuşu buna cesaret edemeyerek durumu Yılana anlatmıştır. [96]

Hz. Âdem, Havva, Yılan, Tavus ve İblîs'in indi­rildikleri yerler konusunda kitaplara birçok isim kaydedilmiştir. Tabii bunların hiçbirinin dayanağı yoktur. Bu konuya ait rivayetler tamamen İsrâiliyâttan ibârettir.[97]

Hz. Âdem'e yasak ağaçtan Havva'nın yedirdiği konusunda aşağı-yukarı bütün rivayetlerin ittifak ettiği görülmektedir. Bu konudaki rivayetlerin bazı­larını kaydetmek istiyoruz:

Muhammed b. Kays'tan nakledildiğine göre, "İblîs, yılanın içine sokularak Cennet'e girdi. Havva ile konuştu. Âdem'i azdırmak maksadıyla kötü işi ona iyi olarak gösterdi... İblîs'in sözlerinin tesiri ile Havva yasak edilen ağacın meyvesini kopardı. Bu­nun üzerine ağaç kanadı. Giydikleri süslü elbiseler üzerlerinden düştü. Allah:

"Ben sizi bu ağaca yaklaşmaktan menetmedim mi?" dedi... Âdem:

"Ey Rabbim!  Bu ağacın meyvesini bana Havva yedirdi" dedi. Allah (c.c), Havva'ya:

"Ona niçin bu ağacın meyvesini yedirdin?" dediğinde O:

"Yılan bana yememi emretti" cevabım verdi. Allah (c.c), yılana:

"Niçin yemeyi emrettin? " diye sorduğunda o:

"Bunu bana İblîs emretti" dedi. Cenâb-ı Hak:

"İblîs'e lanet olunmuştur, o dergâhımdan sürülmüştür" buyurdu. Havva'ya da:

"Ey Havva! Bu ağacın kanamasına sebep olduğun için, sen de her ay kana bulanacaksın."dedi. İbn Zeyd'den rivayet edildiğine göre ise, "îblîs, kötüyü iyi göstermek suretiyle Havva'nın kalbine vesvese verdi. Bunun üzerine Havva ağacın yanına geldi. İblîs bundan sonra Adem'e Havva'yı güzel gösterdi. Adem, Havva'yı ihtiyâcım tatmin için çağır­dı. Havva, ancak o ağacın yanma gelmesi şartıyla ona muvafakat edeceğini söyledi. Âdem oraya gel­diğinde Havva:

"Ancak, meyvesinden yersen buna yanaşırım" dedi. Bunun üzerine her ikisi de yasak olan ağacın meyvesinden yediler. Hemen her ikisinin mahrem yerleri gözüktü... Allah (c.c):

"Ey Adem! Seni bu işe kim şevketti? " diye sor­duğunda Adem:

"Havva! " diye cevap verdi.[98]

Hz. Adem'e yasak meyvenin Havva tarafından yedirilmesiyle ilgili olarak yukarda kaydedilen rivayetlerin İslâmî kaynaklı olmadığı açıktır. [99] Bu rivayetler de İslâm öncesi kültürlerden geçerek, Tefsîr kitaplarına aktarılmıştır. Muhammed b. Kays' tan gelen yukardaki rivayette işin içerisine yılanın karışması, bu gibi rivayetlerin Tevrat kaynaklı olduğunu göstermektedir.[100] Bu açıdan, bu rivayet­leri doğrulayacak sahîh hadislere sahip değiliz. Kur'ân-ı Kerîm'de de, Hz. Adem'e yasak meyveyi Havva'nın yedirdiğine dair bir husus yoktur. Aksine, bu konudaki âyetlerden, bu konuda asıl suçlunun Hz. Âdem olduğu anlaşılmaktadır: "Şeytân ona vesvese verip, 'Ey Âdem! Sana sonsuzluk ağacını ve çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?' dedi." [101] Şeytân ayıp yerlerini kendilerine göstermek için on­lara fısıldadı: "Rabbinizin sizi ağaçtan menetmesi melek olmanız veya burada temelli kalmanızı önlemek içindir. Doğrusu ben size öğüt verenlerde­nim' diye ikisine de yemin etti." [102] "Âdem, Rabbine baş kaldırdı ve yolunu şaşırdı. Rabbi yine de onu seçip, tevbesini kabul etti. Ona doğru yolu gösterdi." [103]

Durum böyle olduğu halde İlhan Arsel'in konuyu saptırmak maksadıyla hareket ettiği ve İsrâiliyât türünden İslâm kültürüne aktarılmış olan bazı asılsız rivayetlerin faturasını da İslâm'a ve onun Peygamberine çıkarmak istediği görülmektedir. Arsel'e göre, "Yukardaki inanışları sağlama bağlamak ve kadının kötülüğünün bir doğuş işi olduğunu anlat­mak üzere Muhammed'in başvurduğu usullerden bi­risi de kadını İlk günahkâr' gibi gösteren hikâyeleri işlemek ve Kur'ân'ı bu tür hikâyelerle süslemek olmuştur."[104]

Arsel'in, Hristiyânlığın inanç ve kültürüyle İslâm'ı karıştırdığı anlaşılıyor. Çünkü İslâm'a göre hiçbir kimse doğuştan kötü, günahkâr ve suçlu değil­dir. İslâm'da, Hristiyânhk'taki gibi bir "Aslî Suç Original Sin" kavramı yoktur. Bu iddia, Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiklerine, İslâm'ın prensiplerine aykı­rı olur. Hristiyânlığa göre, Hz. Âdem, Cennet'te ya­sak meyvelerden yediği için tüm insanlığı günâha sokmuş, Allah da oğlu İsa'yı gönderip haç üzerinde kurban ettirmek suretiyle, insanlığı bu yaratılıştan gelen aslî günâhtan kurtarmıştır. Bu inancın İslâm'la hiçbir ilgisi yoktur ve reddedilmiştir. Bu du­rumda Arsel'in, Hz. Peygamberin Hz. Havva'yı doğuştan kötü, ilk günahkâr gibi göstermeye çalış­tığı, kadın cinsini doğuştan fitne ve kötülüğün kaynağı olarak insanlığa sunduğu şeklindeki fikirleri boş bir iddiadan öteye gidemez. Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'de, kadını İlhan Arsel'in iddia ettiği şekilde nitelendiren bir tek âyet yoktur. Hz. Peygamber ken­diliğinden Kur'ân'a âyet ve sûre koyma yetkisine de sahip değildi. İlhan Arsel kabul etmese de, Allah bu âyetleri kendi katından indirmiştir.

Arsel, bu konuda şunları da kaydediyor: "Hemen belirtelim ki bu hikâyenin aslı Ahd-i Atik'de yer almıştır. Ve bunları Muhammed, Mekke ve Me­dine'deki Yahudi ve Hristiyânlardan öğrenmiş ve kendi bildiğine göre bir şekle sokarak islâm'ın akideleri haline getirmiştir. Kur'ân'da "Adem ve Havva' olayı diye bilmen bir hikâye vardır ki, kadını doğuştan kötü ve günahkâr ve fitneci ve düzenbaz bir yaratık şeklinde göstermek ve her vesile ile onu suçlu tutmak bakımından bir başlangıç niteliğini taşır."[105]

Arsel'in, Hz. Peygamberin Âdem-Havvâ kıssası­nı Mekke ve Medine'deki Yahudi ve Hristiyânlardan öğrenerek İslâm'a soktuğuna dair iddiasının gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Durum Arsel'in dediği gibi ol­saydı, bu kıssanın Tevrat'taki ya da Hristiyân rivâyetlerindeki şekliyle Kur'ân'da yer alması gere­kirdi. Halbuki yukarıda kaydettiğimiz hususlardan bunun böyle olmadığı anlaşılmaktadır. Üstelik Kur'ân, yasak meyveyi yeme konusunda Havva'yı suçlu gösteren Tevrat'ın aksine, durumdan birinci derecede Hz. Âdem'in sorumlu olduğunu haber ver­miştir. Kur'ân-ı Kerîm'deki bu kıssa, Hz. Peygamber'in tasarrufuyla yani insan eliyle oraya yerleşti­rilmiş olsaydı, Tevrat ve Hristiyân ananesinde kadının aleyhine olarak yer alan ve İlhan Arsel ile benzeri yazarlar tarafından tenkid edilen bazı yanlış hususların aynen Kur'ân'a da aktarılmış olması ge­rekirdi. Halbuki durum böyle değildir ve Kur'ân'da yer alan bu konudaki kıssadan Hz. Havva'nın suçlu, kötü, fitneci vs. olduğunu çıkarmaya imkân yoktur. Bu açıdan Arsel'in, Kur'ân'dald Âdem ve Havva olayı ile, kadının doğuştan kötü, günahkâr, fitneci ve düzenbaz bir yaratık şeklinde gösterilmek isten­diğine dair iddiası da asılsızdır. Çünkü Kur'ân'm il­gili âyetlerinde bu konuda İlhan Arsel'i haklı çıkaracak en ufak bir ipucu yoktur ve biz bu âyetleri daha önceki sayfalarımızda kaydettiğimiz için bura­da yeniden nakletmeyi uygun bulmuyoruz. Yine, İlhan Arselın "Âdem-Havvâ hikâyesini Ahd-i Atik kaynağından alan Muhammed, bunu tıpkı diğer hu­suslarda olduğu gibi, kadının aleyhine daha olumsuz sonuçlar yaratacak değişikliklere sokmuştur." [106] şeklindeki sözlerini de delilsiz bir iddiadan ibaret kabul ediyoruz. İlhan Arsel şu satırlarında da aynı yanlışta ısrar etmekte olduğunu ortaya koymuştur:"Muhammed, aynı temaya sarılarak -yılan' ye­rine İblîs'i yani 'Şeytânı' ikâme etmiş ve Adem'in Tanrı tarafından şeytânın melanetine karşı önceden uyarıldığı halde Tanrı yasaklarını dinlemediğini ve eşiyle birlikte yasak ağaçtan yediğini anlatmış, fa­kat herşeye rağmen suçu Adem'den ziyâde Havvâya yüklemiş ve birazdan belirteceğimiz gibi asıl günah­kâr olarak onu göstermiştir."[107]

İlhan Arsel'in yukardaki satırlarında Hz. Pey­gamber hakkındaki asılsız iddialarını sürdürdüğü görülmektedir. Kur'ân'ı Hz. Peygamber indirmemiştir, önceki dinlerden, onların kutsal kitapla­rından, Tevrat ve İnciller'den aktararak da Kur'ân-ı Kerîm'i yazmamıştır. Kur'ân Allah'ın sözüdür. Ar­sel'in ileri sürdüğü bu görüşler, Hz. Peygamber döneminden beri inanmayanların bu konuda öne sürdükleri bir takım asılsız iddiaların tekrarından başka bir şey değildir. Hz. Peygamber okuma yazma bilmiyordu. Tevrâd'ı, İncil'i okumamış, Yahudi ve Hristiyân ilahiyatı tahsil etmemişti. Bu konuda öğretim yapılan o dönemin ilim merkezlerinden çok uzak bir yerde, Arabistan'da doğmuş ve büyümüş ye­tim bir kimseydi. Çok uzun yıllar ilahiyat tahsili ya­pan ve dünyanın en güçlü ilahiyat okullarında yetişenlerin bile yapamadığı bir işi, dünyanın köklü iki dini Yahudilik ve Hristiyânlığa alternatif bir dini, yani İslâm'ı ortaya koymayı, Tevrat ve İncil gibi iki kitabın mensûh olduğunu bildirip Son Kitâb ola­rak onların yerine kendisini ikâme eden Kur'ân-ı Kerîm'i hâşâ kendiliğinden yazmayı, milyarlarca in­sanı peşinden sürüklemeyi, okuma yazma bilmeyen, devrin en yüksek ilahiyat okullarında okumayan ümmî bir insan nasıl başarabilsin? Buna imkân var mıdır? Bunu akıl ve mantık kabul etmeyeceğine göre, geriye Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu kabul etmek­ten başka çare yoktur. Bu yüzden de Hz. Peygamber'in Âdem-Havvâ kıssasında, yılan yerine İblîs'i koyarak Kur'ân'a aldığı sözü asılsız bir iddiadan başka bir şey değildir. Bu sebeple İlhan Arsel'in, Hz. Peygamber'in Âdem-Havvâ kıssasında herşeye rağmen suçu Havva'ya yüklediği, asıl suçlu olarak onu gösterdiği iddiası da gerçeklerle bağdaşma­maktadır. Çünkü yukarıda da kaydettiğimiz gibi Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda en ufak bir işaret yok­tur.

İlhan Arsel şu sözleriyle, yine delilsiz olarak Hz. Peygamberi suçlamaya devam etmektedir: "Ve işte Muhammed, Kitâb-ı Mukaddes'te büyük bir kur­nazlıkla kadına oynanan oyunu, daha da büyük bir kurnazlıkla işlemiş ve Tann'dan indiğini söylediği âyetlerle Kur'ân'a yerleştirmiştir..." [108]

Arsel, "Tanrı'dan indiğini söylediği âyetlerle" demek suretiyle Kur'ân'ın Allah katından gönderil­diğine inanmadığım belirtmiş oluyor. Bu onun ka­naatidir ve o şekilde inanabilir. Ancak biz, Kur'ân'm Allah'ın sözü olduğuna ve Hz. Peygambere Allah katından indirildiğine kesin olarak inanmaktayız. Burada İlhan Arsel'in, Hz. Peygamber'in, Kitâb-ı Mukaddes'te kadına oynanan oyunu, daha büyük bir kurnazlıkla Kur'ân'a yerleştirdiği iddiasının tenkide muhtaç, temelsiz bir söz olduğunu kaydetmek duru­mundayız. Çünkü yukarıda, Tevrat'ta bu konuda asıl suçlunun kadm olduğunun belirtildiğini, Kur'ân-ı Kerîm'de ise böyle bir şeyin söz konusu  olmadığını ilgili âyetleri kaydederek ortaya koymuştuk. İlhan Arsel, Kitâb-ı Mukaddes'te kadının aleyhine olarak yer alan bu satırları, “Kitâb-ı Mukaddesi kaleme alan din adamlarının hayalden uydurdukları sözler­dir ve kadını erkeğin emrine ve hizmetine sokmak için düşündükleri hikâyelerdir." [109] şeklinde nitele­mektedir. Ancak, insan eliyle meydana getirilerek kadının aleyhine hahamlar tarafından uydurulup Kitâb-ı Mukaddes'e sokulan bu satırlar, bu ifâdeler Kur'ân-ı Kerîm'de yoktur. Bu durumda Kur'ân'm ve Sevgili Peygamberinin bu yanlış tutumu reddettik­leri için övülmeleri gerekir. Bu konuda kadım suçlu gösteren bütün bir Yahudi ve Hristiyân dünyasına ve onların ilgili doktrin ve tabularına karşı çıkıp bu ev­rensel hatayı düzelten, kadının doğuştan suçlu, günahkâr, düzenbaz, fitneci olmadığını ortaya koya­rak ilâhî adaleti tecellî ettiren Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın vahyinden başka ne olabilir? Yüksek yüksek ilahiyat okullarını bitirmiş Hahamlar, Kâhinler, Pa­pazlar, Rahipler, Kardinaller, Papalar bu yanlışı düzeltemez, bunun hata olduğunu hatırlarına bile getiremezken, okuma yazma bilmeyen ümmî bir in­sanın bu evrensel yanlışı düzeltmeyi kendiliğinden akıl edebildiği nasıl düşünülebilir? Bu iş, elbette Hz. Peygamber'in  kendi gayret ve iradesiyle  değil, Allah'ın buyruk ve vahyiyle gerçekleşmiş mutlu bir olaydır.

İlhan Arsel'in şu satırlarından, İblîs'in niçin ya­ratılmış olduğunu anlayamadığı anlaşılmaktadır: "Böylesine kötü, böylesine âsi ve tehlikeli bir şeytânı Tanrı 'neden dolayı yaratmış, ya da neden dolayı onu yok etmiştir?' sorusu ayrıca üzerinde durulması ge­reken bir muammadır." [110]

İlhan Arsel'in bir muamma kabul ettiği bu soru­nun cevabını, ister Yahudi, ister Hristiyân, ister Müslüman olsun inanan her insan verebilir: Allah (c.c.), İblis'i de Şeytânı da kullarını imtihan etmek için yaratmıştır. İblis ya da şeytân, insana kötülüğü, fenalığı telkin eder, yanlış yolları gösterir. Kaldı ki Allah, sadece şeytânı yaratmamış, bunun yamsıra insanoğluna iyiyi, güzeli, doğruyu telkin eden melek­leri de yaratmıştır. Bundan başka, insana irâde ver­miş, tabir caiz ise şeytânı kötülük, meleği de iyilik ve doğruluk yollarında bir danışman olarak insa­noğluna tahsis etmiştir. Allah (c.c.) bununla da kal­mamış, iyiliğe rızâsı olduğunu, kötülüğe razı ol­madığım belirtmiş, bu maksadla insanlığa Peygam­berler aracılığıyla din göndermiş, buyruklarını içine alan Kitâblar indirmiştir. İnsanlığa emir ve yasak­larını bildirmiş, şeytâna uyulmamasını ihtar etmiş, buyruklarını tutanları Cennetine koyup mükâfat­landıracağını, şeytâna uyarak kendisine isyan eden­leri Cehennem'ine koyarak cezalandıracağını vâdetmiştir. Yine Allah (c.c), insanı irâdesinde tamamen hür bırakmıştır. İnsan iyiliğe ya da kötülüğe yönel­mekte serbesttir, bu konuda sorumluluk tamamen kendisine aittir. Melekler, insanın yaratılışında, mayasında mevcut iyi yönleri birinci plâna çıkar­maya çalışırlar. Şeytân ise, yine insanın fıtratında, doğasında mevcut olan kötü yönü, çirkin tarafı ön plâna çıkarmaya gayret eder. Bunun için telkinde bulunur. Bunun dışında şeytânın elinden gelen bir

şey yoktur, yaptıklarından sorumlu olan, işledikleriyle suçlu konumuna giren, irâdesini bu yönde kul­lanan insanoğludur. Şu halde, şeytânın ve meleğin yaratılışı bir muamma değildir. Zaten insanoğlunun dünyaya gönderiliş gayesi imtihan ve Allah'a kulluk­tur. Tüm inananlar bu görüştedir. Tabii, herhangi bir semavî dine inanmayan, fakat sadece Tanrı'ya in­andığını söyleyen ve İlâhî vahiy kaynağını dikkate almayan bir kimse için bu konuların bir muamma halini alması kaçınılmazdır. Bu kimselerin bu konu­da dinin verilerini dikkate alıp, kabul etmeden bu işlerin içinden çıkabilmeleri de mümkün değildir.

İlhan Arsel'in, Kur'ân âyetlerinden alıntılar ya­parak, "Fakat anlaşılan odur ki, Şeytân'a uyan Adem'dir." [111] demek suretiyle, daha önce Hz. Pey-gamber'in asıl suçlu olarak Havva'yı gösterdiğini ile­ri süren kendisiyle çelişkiye düştüğü görülmek­te dir.[112] Arsel'in şu sözleri de, görüşleri arasındaki çelişkiyi göstermesi bakımından dikkat çekicidir: " Tanrı, Adem ve İblîs arasında geçen konuşmalar­dan asıl sorumluluğun Adem'e ait bulunduğu anla­şılmaktadır. Çünkü Tanrı, Havva ile konuşmuş değildir; yasak emrini ona vermiş değildir. Bu itibar­la tüm suçluluğun Adem'de aranması gerekir."[113]

Kur'ân-ı Kerim'in ilgili âyetlerinden Cennet'te yasak meyvenin yenilmesi konusunda asıl sorumlu­luğun Hz. Adem'de olduğu anlaşıhyorsa, İlhan Arsel hangi ilmî ölçülere dayanarak Hz. Peygamber'in bu kıssayı Tevrat'tan alıp, Havva'yı ve kadın cinsini fîtneci, hilekâr, kötülük kaynağı, bu olaydan asıl so­rumlu şeklinde Kur'ân'daki âyetlere yerleştirdiğini iddia edebilmiştir? Elbette bu davranışın ilim ve insaf ölçüleriyle bağdaşır bir tarafı yoktur.

İlhan Arsel bu konudaki iddialarına bir hadisi delil getirerek şöyle devam etmektedir: "Ancak ne var ki Muhammed, kadın sınıfının kötü yaratılmış olduğuna inandığı içindir ki, bu hikâyeyi, Havva'yı suçlu kılacak şekilde kullanmıştır. Bu nedenle 'Havva anamız olmasaydı, kadın cinsi zevcine ihanet edip aldatmazdı...' demiştir. Belirtmek istediği şey 'fitneciliğin' ve "kötülüğün' kaynağının kadın neslin­den gelme olduğudur..." [114] "Muhammed'e Peygam­ber olarak tapanlar, onu bu başarıları nedeniyle ululaştırmışlar ve kadın sınıfını doğuştan 'kötü ve fitneci' niteliklerle donatmış olmasında büyük hik­met yattığını savunmuşlardır." [115]

İlhan Arsel'in yukarıdaki iddialarına katılmak mümkün değildir. Arsel'in, Hz. Peygamber'in kadın sınıfının kötü yaratılmış olduğuna inandığı şeklin­deki iddiası tamamen delilsiz bir sözdür. Hz. Pey­gamberin aile hayatı, kadınlarla ilgili olarak söyle­dikleri sözler, kızlarına karşı tutum ve davranışı Ar­sel'in bu görüşünü reddetmektedir. Şayet Arsel'in görüşü doğru olsaydı, Hz. Peygamber hanımlarına müşfik davranmaz, "Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi" [116] buyurmazdı. Erkeklere, kadınlar hakkındaki davranmayı tavsiye etmez,"Sizin en hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananızdır."[117] demezdi. Veda Hutbesi'nde, müslümanlara kadınların hakkını gözetme konusunda emirler vermez,[118] Kızı Fâtıma (r.a.) için, "Cennet kadınlarının efendisidir."[119] demezdi. Anlaşılıyor ki Arsel, Yahudilerin, Hristiyânların ve Câhiliye Araplarının kadınlara sert, kaba, haşin ve anlayışsız dav­ranışlarıyla, Hz. Peygamber'in, kadınlara müşfik, anlayışlı, nâzik ve Cennet'in onların ayaklarının altında olduğunu bildiren yüce tutumunu karıştır­maktadır. Arsel, "... bu hikâyeyi, Havva'yı suçlu kılacak şekilde kullanmıştır."[120] demek suretiyle, Hz. Peygamber'in Kur'ân'a aykırı bir davranış içine girdiğim dolaylı olarak ileri sürüyor ve buna gerekçe olarak da yukarda kaydettiği rivayeti gösteriyor. Kur'ân in Havva'yı bu konuda suçlu g8§$ermediğini asıl sorumluluğun Hz. Adem'e ait olduğunun ilgili âyetlerden anlaşıldığını Arsel yukarıda kendisi kay­detmiştir. [121] Biz, Hz. Peygamber'in Kur'ân'm görüşünü bir tarafa bırakarak, bu konuda Yahudi ya da Hris ti yâni arın görüşü doğrultusunda hareket edip, Âdem-Havvâ olayında, Havva'yı asıl suçlu ve sorumlu, fitne ve hilekârlığın kaynağı olarak göstereceğine en ufak bir ihtimal vermiyoruz. Çünkü ortada apaçık Kur'ân dururken, Hz-. Peygamber'in Onu bir kenara bırakarak, muharref Tevrat'ın görüşüne sarılacağım kabul etmek mantıklı değildir. Bir peygamberin hem Kur'ân gibi bir kitap getirerek bunun Allah, katından gönderildiğini, Tevrat ve İncil'i neshettiğini söyleyip, hem de kendisine indiri­len Kitâb'daki hususları bir tarafa bırakarak, Tevrat veya înciller'in bildirdiği şeyleri doğrular tarzda sözler sarfedeceğini akıl ve mantık kabul etmez. Bu, bir Peygamber için getirdiği Kitabı inkâr, kendi dâvasını iptal ve bir çelişki anlamı taşır. Böyle bir durum ise, Hz. Peygamber için asla söz konusu ola­maz. Bu açıdan, İlhan Arsel'in kendi görüşünü ispat­lamak için kaydettiği, "Havva anamız olmayaydı, kadın cinsi zevcine ebediyyen hıyanet etmezdi" [122] rivayeti Kur'ân'm bu konudaki görüşünü iptal etmek maksadıyla ileri sürülen bir delil olamaz. Hz. Pey­gamber, Kur'ân'm görüşünü iptal edici ve  Tevrat'ı destekleyici mâhiyette olan bu sözü sarfetmiş ola­maz. Bu açıdan bu rivayet ciddî bir şekilde incelenip, bunun   Yahudi   ve   Hristiy ânlardan   aktarılan İsrâiliyât türü bir haber olup olmadığı ortaya kon­mak durumundadır. İlhan Arsel'in ise böyle bir ince­leme zahmetine girmediği ortadadır. O, bu konuda kendi görüşünü destekleyen, İslâm'ın, Kur'ân'ın, Hz. Peygamber'in aleyhine olan bütün rivayetlere dört elle sarılmakta, bunların doğru olup olmadığı husu­sunda en ufak bir ilmî şüpheye bile yer vermemekte­dir. Halbuki karşımızda 1400 küsur yıllık bir zaman dilimi ve bu zaman dilimi içerisinde gelip geçmiş çok çeşitli din, mezheb, kültür, örf ve âdete sahip milyon­larca insan vardır. Bunların bu konudaki haklı, haksız  faaliyet  ve  rolleri,   İslâm'a  sempati  ve düşmanlıkları, siyâsî, sosyal, psikolojik ve ekonomik birçok sebeplerden dolayı hadis uydurma faaliyetleri ilmî ve tarihî bir realite olarak karşımızda durmak­tadır. [123] Bu sebeple bütün bu rivayetlerin, derin ve ciddî bir şekilde incelenmesi gerekir. Konuya yüzeysel ve aceleci yaklaşımlar ilim adma bir takım yanlış ve haksız sonuçlara götürür. İlhan Arsel'in ise bu konuda böyle ciddî bir araştırma yapacak, olay­ları geniş bir çerçevede tahlil edecek ilmî bir ihtisası yoktur. Bir insanın, eline geçirdiği hadis tercüme­lerinden aceleyle yaptığı alıntılarla ciddî ihtisas ve ömür isteyen bu problemlerin altından kalkması, okuyucusunu aydınlatıp doğru sonuçlara götürebil­mesi mümkün değildir. Bu hususta ilim adam­larının takip edecekleri en isabetli yol, bizce, kendi ihtisas alanlarında yazıp çizmeleridir. İhtisas alanının dışındaki sahalarda gelişi güzel kalem oy­natanların başarılı olamadıkları ortadadır. Arsel'iıı delil olarak kaydettiği rivayetin değerlendirilmesine geçmeden önce, onun "Muhammed'e Peygamber ola­rak tapanlar..."[124] şeklindeki sözünü realite açısın­dan doğru bulmadığımızı belirtmek istiyoruz. Bu sözler de İlhan Arsel'in İslâm'ın mâhiyetim ve bu konudaki hassasiyetini bilmeden çalakalem yazdığı­nı göstermektedir. İslâm herşeyden önce bir Tevhîd dinidir. Yalnız Allah'a tapmayı, yalnız O'na kulluk etmeyi emreden bu din, O'na eş koymayı şiddetle ya­saklamış, bunu şirk olarak nitelendirmiştir. Hz. Peygamber de bizler gibi bir insandır, Kur'ân'ın deyi­miyle "Allah'ın kulu ve elçisidir." [125] Her mü'min onu sever, ancak bu sevgi asla ona tapma olarak nitelendirilemez. O (s.a.v.), hayatı boyunca putperestliğe, şirke karşı mücâdele etmiş ve her defasında kendisi­nin bir "kul" olduğunu belirtmiş, vefatından sonra kabrinin bir put, bir tapmak haline getirilmemesi için Allah'a duâ etmiş, mü'minlere bu konuda emirl­er vermiş, Peygamberlerinin kabirlerim tapmak ha­line getiren Yahudi ve Hristiyânlara Allah'ın lanet ettiğini bildirmiştir.[126] Bu durumda, müslümanlarca Hz. Peygamber'e tapıldığı iddiası, ilim ve gerçekle, İslâm esaslarıyla asla bağdaşmaz. Bir dine, onun Kitabına ve Peygamberine inanmamamız, bun­ları sevmemeniz, bunlara haksızlık ederek adalet ve insaf ölçülerinden ayrılmamıza sebep olmamalıdır. Bunun ilim adamlarına asla yakışmayacağı hususu ise, dünyanın üzerinde ittifak etmesi gereken yüce bir anlayıştır.

İlhan Arsel'in yukarıdaki görüşlerine delil ola­rak kaydettiği rivayet el-Buhâri, Müslim ve Ahmed b. Hanbel taranndan kaydedilmiş olup, sadece Ebû Hureyre'den (r,a.) gelmektedir. el-Buharî, bu rivayeti iki değişik isnâdla, iki ayrı yerde nakletmiştir, fakat isnâdm her ikisi de Ma'mer b. Râşid'de birleşmek­tedir. el-Buhârî'nin kaydettiği birinci rivayet Bişr b. Muhammed el-Mervezî, Ma'mer b. Râşid, Hemmâm b. Münebbih vasıtasıyla Ebû Hureyre'ye ulaşırken, [127] ikinci rivayet Abdullah b. Muhammed el-Cu'fî, Abdürrezzâk b. Hemmâm kanalıyla yine Ma'mer b. Râşid'de birleşmekte, Hemmâm b. Münebbih vasıta­sıyla Ebû Hureyre'ye varmaktadır.[128] Müslim de aynı rivayeti iki değişik isnâdla, aynı bâbda ayrı bir hadis olarak kaydetmiştir. Müslim'in birinci rivaye­ti, Hârûn b. Ma'rûf, Abdullah b. Vehb, Amr b. el-Hâris, Ebû Yûnus Selîm b. Cübeyr Mevlâ Ebû Hu-reyre kanalıyla Ebû Hureyre'ye ulaşmaktadır. [129] Bu rivayeti aynı isnâdla Ahmed b. Hanbel de alınmıştır. [130] Müslim'in ikinci rivayeti ise, Muhammed b. Râfî, Abdürrezzâk b. Hemmâm, Ma'mer b. Râşid, Hemnıâm b. Münebbih yoluyla Ebû Hureyre'den nakledilmiştir, [131] Müslim'in bu rivayetinin isnadı­nın el-Buharî'nin ikinci rivâyetiyle Abdürrezzâk b. Hemmâm'da birleştiği görülmektedir.[132] Yine bu rivayeti, doğrudan Abdürrezzâk b. Hemmâm'dan Ah­med b. Hanbel'in de naklettiği görülmektedir.[133] Ahmed b. Hanbel tarafından kajrdedilen son rivayet ise, Muhammed b. Cafer, Avf b. Ebî Cemile el-Abdî el-Hecerî, Hallâs b. Amr el-Hecerî vasıtasıyla Ebû Hureyre'den alınmıştır.[134] Ebû Hureyre'den (r.a.) gelen bu rivayetler tarafımızdan bir şema halinde gösterilmeye çalışılmıştır.[135]

Bu rivayetlerin metin açısından ikiye ayrıldığı görülmektedir. Birinci grub rivayetlerde Ebû Hureyre'den (r.a.), Hz. Peygamberin, "Havva olmasaydı, kadın cinsi kocasına ebediyyen ihanet etmezdi" [136] buyurduğu nakledilmektedir. İkinci grub rivayet­lerde ise, işin içine İsrâiloğulları da katılmıştır. Bu rivayetlerde Ebû Hureyre vasıtasıyla Hz. Peygamber'in,."Eğer İsrâiloğulları olmasaydı yemek bozul­maz ve et kokmazdı. Eğer Havva olmasaydı kadın cinsi kocasına ebediyyen ihanet etmezdi"[137] buyur­duğu kaydedilmiştir. Müslim'in yukarda kaydedilen rivayetinde "İsrâiloğulları olmasaydı yemek bozul­maz ve et kokmazdı" denilirken, Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde "İsrâiloğulları olmasaydı et kokmaz ve yemek bozulmazdı" denildiği görülmektedir.[138] Bu durumun râvîlerdeki zabt kusurundan meydana gel­diği açıktır. Son gruba giren diğer rivayetlerde ise, "Eğer İsrâiloğullan olmasaydı et kokmazdı, şayet Havva olmasaydı kadın cinsi kocasına ebediyyen ihanet etmezdi" şeklinde nakledildiği ve yukarıdaki rivayetlerde mevcut olan "Yemek bozulmazdı"ibaresinin rivayetin metninden çıkarıldığı anlaşılmaktadır.[139] Rivayetler arasında metin açısından fazlalık ve noksanlığa yol açan bu durumun da râvîlerdeki zabt kusurundan meydana geldiğini düşünmekteyiz. Bu rivayetleri metin açısından değerlendirmeye geçmeden önce bunların isnâdlarıyla ilgili bazı hususları kaydetmek gerek­mektedir. Ebû Yûnus Selîm b. Cübeyr Mevlâ Ebû Hureyre ile Hemmâm b. Münebbih'in rivayeti Ebû Hureyre'den alış metodları, açıkça ittisale delâlet et­memektedir. Çünkü rivayeti eserlerine alan müellifler, bunu hocalarından gibi cezim sigalarıyla aldıklarına işaret ettikleri halde, aynı isnâdlarda bu cezim sığaları Ebû Yûnus Selîm b. Cübeyr ile Ebû Hureyre,[140] Hemmâm b. Münebbih ile yine Ebû Hureyre arasında ( û-c ) lafzı­na, yani "Mu'an'an" rivayete dönüşmektedir. Yine Ma'mer b. Râşid ile Hemmâm b. Münebbih arasında da lafzı kullanılmıştır. el-Buhârî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel tarafından dört ayrı yerde kayde­dilen bu rivayetlerin hepsinin Ma'mer b. Râşid'de birleştiğini daha önce kaydetmiştik. Bu rivayetlerin hepsinde Ma'mer b. Râşid ile Hemmâm b. Münebbih arasında lafzı kullanıldığı için, bunların hiçbirinin seneddeki kopukluğu kaldırmaya yetme­yeceği hatıra gelmektedir.[141] Bu durum Ahmed b. Hanbel'in son rivayeti için de söz konusu olup, bu rivayetin isnadında da Ebû Hureyre'nin râvüerinden Hallâs b. Amr el:Hecerî ile rivayeti ondan alan Avf b. Ebî Cemile el-Hecerî arasında da lafzı kul­lanılmıştır, [142] Ahmed b. Hanbel'in bu rivayetini Ebû Hureyre'den nakleden Hallâs b. Amr, edâ sigası olarak cezme delâlet eden ( JLS ) lafzını kullanmışsa da, gerek el-Buhârî, gerekse Ahmed b. Hanbel onun doğrudan Ebû Hureyre'den (r.a.) hadis işitmediğini, Ebû Hureyre'den nakillerinin elinde mevcut bir ki­taptan yapıldığını bildirmişlerdir.[143] Bu açıdan Hallâs b. Amr'ın Ebû Hureyre'den naklederken lafzını kullanmasının bir hükmü yoktur, rivayetin senedi kopuktur. Ayrıca bu rivayetlerde yer alan râvîler, yukarıdaki hocalarıyla aynı asırda yaşamış, görüşmüş ve onlardan hadisde almış olabilirler. An­cak isnâdlarla yer alan (lafızları ve buradaki anane'nin inkıta'ya delâlet etmediğini gösterecek cezim sigalarıyla yapılmış bir başka rivayetin ol­mayışı, bu rivayetlerin de bu râvîlerin yukardaki hocalarına aid oluşu konusunda tereddüd etmemize yol açmaktadır. Râvîlerde zabt kusurunun mevcut olduğuna delâlet eden metin farklılıklarına ise yu­karda işaret etmiştik. Bu rivayetlerin senedlerinde yer alan râvîlerden bazılarının hadis âlimlerinin tenkidine uğradığı da anlaşılmaktadır. Bu tenkîdlerin şiddetli olduğu hatıra gelebilir. Ancak kanaati­mizce, Kur'ân ve Sünnet'in, Hz. Peygamber'in ismeti­nin, yukarda kaydedildiği şekilde hücumlara mâruz kaldığı, incelediğimiz bu rivayetlerin İslâm'a ve Hz. Peygamber'e şiddetle muhalif olanların elinde, ina­nanları dinden çıkarmak gayesiyle kullanılan bir koz olduğu ortamda bu konuda gevşek davranmanın za­manı ve yeri değildir. Aksine bu konuda kılı kırk yararcasına bir dikkat ve titizlik gösterilmesi, herşeyin inceden inceye ele alınması gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü tartışılan, üzerine hücum edilen sıradan bir şahıs ya da konu değil, İslâm ve onun yüce Peygam­beri ile yüce Kitabı'dır. Bu açıdan bu hususlarda çok ciddî davranmak, muhaliflerin silâhlarım ellerinden alıp zararsız hale getirmek gerekir. Aksi bir tutum, tüm mü si umanlar, özellikle genç nesiller açısından son derece korkunç bir felâket olacaktır. Bu sebeple yukarıdaki rivayette yer alan râvîler hakkında hadis âlimlerinin değerlendirmelerine yer vermek istiyo­ruz. Meşhur hadis âlimlerinden olmakla beraber Ab­dullah b. Vehb b. Müslim el-Kureşî el-Mısrî'nin bazı hadis âlimlerince tenkîd edildiğim görmekteyiz. Ah­med b. Hanbel, İbn Cüreyc'in, "Abdullah b. Vehb'in hadislerinde zayıflık olduğunu" söylediğini nakletmis, Ebû Avâne de, "Doğru söylüyor, çünkü Ab­dullah'tan başkalarından nakledilmeyen bazı şeyler rivayet ediliyor" demiştir. en-Nesâî ise, Abdullah b. Vehb'in hadis alırken gevşek davrandığını söylemiş­tir. es-Sâcî de aynı görüştedir. es-Sâcî, bunun Mısır'da icazet yoluyla rivayetin caiz sayılmasından ileri geldiğini bildirmiş ve onun icazet yoluyla aldıklarında da dediğini zikretmiştir. İbn Sa'd ise, Abdullah b. Vehb'in tedlîs yaptığım nakletiniştir. [144]

Abdullah b. Vehb'in rivayeti kendisinden aldığı Amr b. el-Hâris b. Ya'kûb el-Ensârî (v. 147) hak­kında ise İbn Sa'd şunları söylemektedir: "Amr'ın münker şeyler naklettiğini gördüm. Katâde'den muz-tarib şeyler naklediyor ve rivayetinde hata yapıyor."[145] Meşhur hadisçilerden olan râvî Ma'mer b. Râşid hakkında da bazı tenkîdler mevcuttur.[146] Ma'mer b. Râşid'in râvîsi, meşhur hadisçilerden Abdürrezzâk b. Hemmâm da cerhe di İmiş tir. Abdürrezzâk'tan gözleri âmâ olduktan sonra yapılan rivayetler zayıf sayılmıştır. Kendisine telkinde bulunulduğu ve bu telkinler doğrultusunda rivâyet ettiği zikredilmekte­dir. en-Nesâî, ondan son zamanlarında münker şeyler yazıldığını bildirmiş, İbn Hıbbân onun hata yaptığını söylemiştir. el-Fezârî, 'Yahya ve Ahmed b. Hanbel'in, onun hadislerim terkettikîerini" naklet-miştir. el-Abbâs el-Anberî ise, daha da ileri giderek Abdürrezzâk'm kezzâb (yalancı) olduğunu, hadis hırsızlığı yaptığını söylemiştir.[147] Ahmed b. Hanbel'in râvîlerinden Avf b. Ebî Cemâle el-Hecerî'nin (v. 146), râfızî, şiî, kaderi olduğu kaydedilmiştir, [148] Avf b. Ebî Cemîle'nin şeyhi Hallâs b. Amr el-Hecerî'nin de tenkide uğradığı bildirilmektedir.[149]

Bu rivayetlerin sadece Ebû Hureyre'den (r.a.) ge­len âhad türünden nakiller olduğu ve mütevâtir bir haber olan, kendisinde en ufak bir şüphe bulunmay­an Kur'ân-ı Kerîmle bağdaşmasının mümkün ol­madığı açıktır. Çünkü bu rivayetler, Adem-Havvâ olayında asıl suçlu olarak Hz. Havva'yı göstermekte ve onun Hz. Adem'i kandırıp, ihanet ederek yasak meyveden yediğine ve ona da yedirdiğine işaret et­mektedirler. Şu haliyle bu rivayetler Kur'ân kaynaklı değil, Tevrat kaynaklıdır ve Tevrat'ın bu konuda naklettiği kıssa paralelindedir. Tevrat bu konuda şunları söylemektedir: "Ve kadın gördü ki, ağaç ye­mek için iyi ve gözlere hoş anlayışlı kılmak için arzu olunur bir ağaçtı ve onun meyvasmdan aldı ve yedi ve kendisiyle beraber kocasına da verdi, o da yedi... Ve adam dedi yanıma verdiğin kadm o ağaçtan bana verdi ve yedim. Ve Rab kadına dedi: Bu yaptığın ne­dir? Ve kadın dedi: Yılan beni aldattı ve yedim... Ve Âdem'e dedi: Karının sözünü dinlediğin ve ondan ye­meyeceksin diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lânetli oldu..." [150] Kur'ân-ı Kerim'de ise bu kıssanın bu şekilde ol­madığını, konuyla ilgili âyetleri yukarıda kaydede­rek göstermiştik. Bu durumda, yukarıdaki rivayet­lere Tevrat'ın Tekvin kitabının 3. bâbından Âdem-Havvâ-Yılan hikâyesinden başka kaynak aramaya gerek olmadığı kanaatindeyiz. Durum ortadadır ve İsrâiliyât türünden olan bu rivayet, Kur'ân'da ol­madığı halde İslâm kültürüne sokulmuştur. Ebû Hureyre'nin (r.a.) Ehl-i Kitâb'la ilmî münâsebetlerinin olduğu bilinmektedir. [151] Râvîlerden Hemmâm b, Münebbih'in de, kendisinden İsrâiliyât türü haberler nakledilen Vehb b. Münebbih'in kardeşi olduğu hatırdan uzak tutulmamakdır.[152] Biz, bu rivayet­leri Ebu Hureyre'nin (r.a.) Ehl-i Kitâb'dan alarak ha­dis şeklinde naklettiği görüşünde değiliz. Çünkü yukarıda kaydettiklerimizin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, Ebû Hureyre ile rivayeti ondan nakleden Ebû Yûnus Selîm b. Cübeyr, Hemmâm b. Münebbih ve Hallhas b. Amr arasında kopukluk şüphesi vardır ve rivayetlerde ki lafzı buna delâlet etmektedir. Kısacası bu rivayetler, hadis rivayetinin çokluğu açısından ilk sırada yer alan Ebû Hureyre'ye nisbet edilmiş olabilir. Belki de İsrâiliyât türünden nakilleri çokça yapan Vehb b. Münebbih'ten, kardeşi Hemmâm vasıtasıyla alman bu rivayet, diğer iki râvî Ebû Yûnus ile Hallâs b. Amr tarafından Hemmâm'dan alınarak nakledilmiştir. Hemmâm başka bir kaynaktan kendisine ulaşan bu haberi, Ebû Hureyre'nin kendisine rivayet ettiklerin­den birisi zannetmiş de olabilir. Bazı rivayetlerde yer alan şu cümle böyle düşünmemize zemin hazır­lamaktadır: "Bize Ma'mer, Hemmâm b. Münebbih'ten haber yerdi. Bu Ebû Hureyre'nin Rasûlullâh'tan (s.a.v.) bize naklettikleridir, dedi ve birçok hadis zikretti."[153]

Araştırmamız esnasında, yukarıda kaydettiği­miz rivayetleri Müslim ve Ahmed b. Hanbel'e nak­leden râvî Hârûn b. Ma'rûf el-Mervezî ile alakalı ola­rak ilginç bir ifâdeye rastladık: Ebu Davud'un nak­line göre, Hârûn b. Ma'rûf a rüyasında "Kim hadisi Kur'ân'a tercih ederse azâb olunur" denilmiştir,[154] Kimbilir belki de Allah (c.c), Kur'ân'a aykırı olarak Tevrat kaynaklı bu rivayetleri nakleden râvîlerden Hârûn b. Ma'rûfu vaktiyle ikâz etmiştir. Kanaati­mizce buradan çıkan ibretli sonuç, bir hadis ya da rivayetin Kur'ân-ı Kerîm'e aykırı olması durumunda sahîh olamayacağıdır. Çünkü bunlardan birisi dinin birinci kaynağı ve esası olarak mütevâtir bir haber­dir, diğeri ise, kesinlik ifâde etmeyen âhad bir nakil­dir.

Yukarıdaki rivayetlerin isrâiliyât kaynaklı oldu­ğuna, "îsrâiloğull arının yemek ve etleri kokuttuğun­dan" bahseden ifâdeler de işaret etmektedir. [155] İsrâiloğulları ile ilgili malûmatın, daha çok Ehl-i Kitâb'da ve Ehl-i Kitâb'la bilgi alışverişinde bulunan kimselerde bulunduğu açık bir husustur. Bazı rivayetlerde, İsrâiloğullan'na kudret helvası ve bıl­dırcın kuşu (Men ve Selva) indirildiği zaman, bun­ların taze taze yenilmelerinin emredilip biriktiril-mesinin yasaklandığı söylenilmekte ve yukarıdaki rivayetlerde de îsrâiloğulları'nın bu emre karşı gele­rek, aç gözlülüklerinden dolayı et ve diğer yiyecekleri biriktirip, bozulmasına sebep olduklarının nakledil­diği ifade edilmekte, bu görüşü doğrulamak için Ba­kara 57, A'râf 160, Tâhâ 80. âyetlere atıflar yapılmaktadır.[156] Ancak ilgili âyetlerde, İsrâiloğulları'na indirilen kudret helvası ve bıldırcından bahse­dilmekte, fakat bunların biriktirilme s inin yasak­landığından söz edilmemektedir. Kanaatimizce yiye­cek vs. maddelerini saklamayı ilk defa uygulayan ve insanlık için kötü bir gelenek olarak ortaya koyan Yahudiler değildir. İnsanlık varolduğu ilk dönemden beri bu yolu keşfetmiş, ihtiyâcından fazla olan şeyleri yarınları için saklamıştır. Bu insanoğlunun fıtratında  mevcut  olan  bir  husustur.  Nitekim Kur'ân'da yer alan bazı hususlar buna işaret etmek­tedir. Meselâ Hz. Yûsuf, Mısır'a mâliye bakanı olduğunda bolluk yıllarında buğdayı biriktirip, kıtlık yıllarında ihtiyâç sahipleri için harcamıştır.[157] Hz. Musa'nın, yanında bir genç olduğu halde kendisine ilim verilenlerden bir kul ile (Hızır) buluşmaya git­tiğinde, ilerde yemek için yanlarında taşıdıkları balık da, kokması veya bozulması söz konusu olmay­acak bir şekilde tuzlanıp konserve haline getirilmiş olmalıdır. Çünkü tuzlanmamış balığın bozulmadan yolculuğa dayanması mümkün olamaz.[158] Bu da îsrâiloğulları'nın et cinsi yiyecekleri tuzlamayı bil­diklerini gösteren bir husustur. Bu sebeple bu rivayetlerin İsrâiloğullan'nm aç gözlülüğüne, yiyecek biriktirmelerine işaret etmesi gibi sebeplerle güve­nilir sayılması doğru olmasa gerektir. Sonuç olarak, İlhan Arsel'in Hz. Peygamber ve Kur'ân hakkındaki olumsuz iddiaları için  delil  olarak  aldığı  "Havva olmayaydı kadın cinsi ebediyyen kocasına hıyanet etmezdi" şeklindeki bu rivayetleri itimâda şâyân ka­bul edemiyoruz. Bunlar İsrâiliyât türünden haberler olup, şu veya bu şekilde İslâm kültürüne girmiş rivayetlerdir, kanaatini taşımaktayız. Ayrıca bazı hadis âlimlerinin, Tevrat'ın Hz. Havva'nın yasak ağaçtan Hz. Adem'e yedirdiğine dair naklini bu rivayetleri açıklama mâhiyetinde kaydetmiş olduk­larım da belirtmek durumundayız.[159]

İblîs'in asıl adının "Haris" olduğuna dair rivayetler de vardır.[160] Bunlarda İblîs'in Hz. Âdem ve eşine musallat olmasıyla ilgili olarak, İslâmî esaslarla bağdaştırılması mümkün olmayan bazı hususlar nakledilmektedir. el-A'râf sûresi 189-190. âyetleriyle ilgili olarak bunlardan bazılarının kayde­dildiği görülmektedir. Bu âyetlerin anlamı şöyledir: "Sizi bir nefisten yaratan ve gönlünün huzura kavuşacağı eşini de ondan var eden Allah'tır Eşine yaklaşınca, eşi hafif bir yük yüklendi ve bu halde bir müddet taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, karı-koca, Rableri olan Allah'a: 'Bize kusursuz bir çocuk verir­sen, andolsun ki şükredenlerden oluruz' diye yal­vardılar. Allah onlara kusursuz bir çocuk verince, kendilerine verdiği şey hakkında Allah'a ortaklar koştular. Allah, onların ortak koştukları şeylerden yücedir". [161]

Bu âyetler müşrikler hakkında nazil olmuştur,[162] Ancak bu âyetlerde Hz. Adem ve Havva kas-dedilmiş gibi bir takım rivayetler ortaya atılmıştır. Nitekim Tirmizî'nin, Muhammed b. el-Müsennâ, Abdüssamed b. Abdilvâris, Ömer b. İbrahim, Katâde, el-Hasen vasıtasıyla Semüre b. Cündeb'den nak­lettiğine göre, Hz. Peygamberden şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Havva'nın çocuğu yaşamıyordu, Havva tekrar hâmile olunca İblis onun etrafında dolaştı ve ona şöyle dedi: 'Doğacak çocuğuna Abdülhâris adını ver'. Havva da çocuğa Abdülhâris adını verdi ve çocuk yaşadı. Bu durum, Şeytân'ın vesvese ve işindendir." [163] Aynı rivayeti, Abdüssamed b. Ab­dilvâris, Ömer b. İbrahim, Katâde, el-Hasen, Semüre b. Cündeb (r.a.) vasıtasıyla, Hz. Peygamber'den, Ahmed b. Hanbel de rivayet etmiştir.[164] Tirmizî bu rivayetin, "Garîb" olduğunu söylemiş, bunun sadece Ömer b. İbrahim'in Katâde'den nakletmesiyle gel­diğini belirtmiştir. Bu rivayet Abdüssamed b. Abdilvâzis vasıtasıyla mevkuf olarak da nakledilmiş ve Hz. Peygamber'e isııâd edilmemiştir.[165] Doğrusu da bu olmalıdır. Çünkü Hz. Âdem ve Havva'ya şirk isnâd eden böyle bir rivayetin Hz. Peygamber'e ait bir hadis olması söz konusu olamaz. Bunun, Ka'bü'l-Ahbâr, Vehb b. Münebbih gibi Ehl-i Kitâb'a mensup iken müslüman olmuş bazı kimseler kanalıyla, islâm kültürüne sokulmuş bir İsrâiliyât olduğu açıktır.[166] Bu rivayetin râvîlerinden Abdüs-samed b. Abdilvâris'in rivayetinde hata yaptığı bildiril­miştir. Rivayetleri açısından hüccet mertebesinde ol­madığı, orta seviyede bir kimse olduğu anlaşılmaktadır.[167] Râvîlerden Ömer b. İbrahim el-Abdi'nin ise, Katâde'den münker hadisler naklettiği kaydedilmektedir. Ebû Hatim, onun hakkında 'Hadi­si yazılır, fakat kendisiyle ihticâc edilmez' demiştir. İbn Adî ise, "Katâde'den, kendisine muvafakat edil­meyen şeyler nakletmiş tir. Sadece Katâde'den nak­lettiği hadisleri muztaribtir" şeklinde görüş beyân etmektedir. ed-Dârekutnî, onun rivayetinde gevşek ve metruk olduğunu bildirmiş, el-Bezzâr, onun hâfiz olmadığını söylemiş, İbn Hıbbân ise, onu ed-Du'afâ'smda zikretmiştir.[168] Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel'in yukarıdaki rivâyetlerininin de, Ömer b. İbrâhîm'in Katâde'den naklettiklerinden olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu konuda tefsir kitaplarında da benzer rivayetlerin yer aldığı görülmektedir. A'râf sûresi 189-190. âyetlerle ilgili olarak kaydedilen bu tür rivayetlerin de İsrâiliyât cinsinden olduğu açıktır. Burada bunlardan ikisine yer vermek istiyoruz:

Sa'îd b. Cübeyr'den. "Havva, ilk çocuğuna hâmile olup, yükü ağırlaştıktan sonra, İblîs Havva'nın yanma geldi ve ona:

"Ey Havva! Karnında bulunan şey nedir? diye sordu. Havva da: 'Bilmiyorum' diye cevap verdi... İblîs, 'Çocuğun sağlam doğarsa, bana itaat eder mis­in?' dedi. Havva da: 'Evet, itaat ederim' dedi. İblis, ona: 'Çocuğuna Abdülhâris adını ver' diye emretti. Allah tarafından lanetlenmiş olan îblîs, 'el-Hâris' adıyla anılırdı. Havva, bundan sonra Hz. Adem'in yanma gelerek, 'Uykuda bulunduğum vakit biri bana şu sözleri söyledi' dedi. Âdem ona: Uykuda gördüğün o adam İblîs'tir. O, bizim düşmanımız olup, bizi Cennet'ten çıkarttı. Sen onun şerrinden salan' dedi. İblîs, tekrar Havva'nın yanına gelerek, öteki sözleri tekrarladı. Bunun üzerine Havva, 'Yaparım' diye kar­şılık verdi. Havva, çocuğunu sağlam olarak dünyaya getirdi ve ona 'Abdülhâris' adını verdi. Allah (c.c.) r bunu şu âyetinde anlatıyor."[169] Bu konudaki diğer bir rivayet ise es-Süddî'den nakledilmektedir: "Havva, bir erkek çocuk dünyaya getirdiğinde İblîs, onun yanına gelerek, 'Çocuğa Abdülhâris adını verin. Yoksa ben onu öldüreceğim dedi. Hz. Adem ise, ben sana itaat ettiğimde sen beni Cennetten çıkartmıştın' diyerek İblîs'in isteğini reddetti ve çocuğa Abdurrahmân adım verdi. Allah'ın lanetine uğramış İblîs, çocuğa musallat olarak onu öldürdü. Bundan sonra Havva, diğer bir çocuğa hâmile kaldı. Havva bu çocuğunu dünyaya getirince İblîs yanma gelerek, önceki isteğini tekrarladı. Fa­kat Hz. Âdem, onun bu isteğini de reddederek, çocuğa Salih adım verdi. İblîs bu defa da çocuğu öldürdü. Havva üçüncü çocuğa hamile kaldıktan son­ra, îblîs onların yanına gelerek, 'Bana galebe çalmak yani çocuğunuzu öldürtmemek isterseniz, çocuğa Abdülhâris adını verin' dedi. Onlar da çocuklarına İblîs'in teklif ettiği Abdülhâris adını koydular. İblîs'in adı Abdülhâris idi. Bu isim ona, şaşı olduğu için verilmiştir. Bundan dolayı Allah (c.c.) Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah onlara düzgün bir çocuk verince, kendilerine verdiği bu çocuk hakında Allah'a ortaklar koştular' buyurdu." [170]

Bu rivayetler tam ve katıksız bir İsrâiliyâttır. Bu rivayetlerin sonuncusunda, çocuğa İblîs'in adı olan Abdülhâris isminin verilmesinde, işe Hz. Adem de karıştırılmıştır. Bu apaçık bir şirktir. Allah'ın elçisi olan bir Peygamber nasıl olur da O'na (c.c.) şirk koşabilir? Bunu peygamberlik sıfatıyla bağdaştır­mak mümkün değildir.[171] Bu durumda, halk arasında, cin ya da şeytânların hâmile kadınların çocuklarını boğup öldüreceğine dair inancın daya­nağının, bu İsrâiliyât kaynaklı haberler olduğu or­taya çıkmaktadır.

İblîs'in, Hz. tbrâhîm ve İsmail'e vesvese ver­meye çalışmasıyla ilgili olarak da bazı rivayetler nakledilmektedir. Muhammed b. İshâk'm bu konu­daki rivayeti şöyledir:

"Hz. İbrâhîm, oğlunu kurban edeceğini rüyasın­da görmüştü. Kesmeye memur edildiği zaman oğluna, 'Evlâdım! İp ve bıçağı al da eve odun getir­mek için şu dağa gidelim1 dedi. Kurban kesilmesinin emre dil diğine dair Hz. İsmail'e bir şey söylemedi. Oğlu ile dağa gitmek üzere yola çıktıklarında, Allah'ın düşmanı İblîs insan kıyafetine girerek Hz. İbrâhîm'e göründü ve, "Ey İhtiyar nereye gidiyorsun? " diye sordu. İbrâhîm (a.s.), 'Bazı işlerimi görmek ve gereken şeyleri temin etmek üzere dağa gidiyorum' diye cevap verdi. İblîs ona, 'Zannediyorum ki, sen rüyanda şeytânı görmüşsün ve o da sana oğlunu boğazlamam emretmiştir. Sen oğlunu boğazlamak istiyorsun' dedi. İbrâhîm (a.s.), onun İblîs olduğunu anlayarak, "Ey Allah'ın düşmanı! Benden uzaklaş, Allah'ın emrini yerine getireceğim, O'nun adına and içerek te'yid ederim" dedi. Allah'ın düşmanı İblîs, Hz. İbrâhim'den ümidini kesince Hz. İsmail'in karşısına çıktı. Bu sırada İsmail elinde ip ve bıçak olduğu halde babasının arkasından gidiyordu. İblîs ona, 'Ey çocuk! Baban seni nereye götürüyor biliyor musun?' dedi. Hz. İsmail, 'Evimizin ihtiyâcı için şu dağdan odun getirmeye gidiyoruz' diye cevap verdi. İblîs, 'Allah adına and içerek temin ederim ki, baban seni boğazlamak üzere götürmektedir' dedi. Hz. İsmail, 'Babam beni niçin boğazlayacak?' dediğinde, İblîs, 'O, Allah tarafından senin boğazlanmanın emredilmiş olduğunu zannediyor' dedi. Hz. İsmail, 'Öyleyse ba­bam, Allah'ın emrini yerine getirmelidir. Ben de emri dinler itaat ederim' diye cevap verdi. îblîs, çocuktan ümidim kestikten sonra o sırada evde bulu­nan Hacer'in yanına giti. îblîs, 'Ey İsmail'in annesi! İbrâhîm, İsmail'i nereye götürüyor biliyor musun?' diye sordu. Hacer, 'Evimiz için şu dağdan odun topla­maya götürdü' diye cevap verince, İblîs, 'Hayır, oğlunu oraya boğazlamaya götürdü' dedi. Hacer, 'Hayır, o oğluna karşı pek şefkatlidir ve oğlunu çok seviyor' diye İblisin sözünü kesti. İblîs, (O, oğlunun kurban edilmesinin Allah'ın emri olduğunu söylüyor' dediğinde, Hacer, 'Rabbi emretmişse, Rabbinin em­rini yerine getirmiş olur' dedi. Bunun üzerine Allah'ın düşmanı İbiîs, dargın ve küskün bir halde Hz. İbrahim ailesinin yanından ayrıldı ve onları yol­dan çıkaramadı..."[172] İblîs'in, Hz. İbrâhîm, İsmâîl ve Hacer'i saptır­maya çalıştığından bahseden bu rivayetin, İsrâiliyât cinsinden bir nakil olduğu kaydedilmektedir.[173] Sa­hih kaynaklarda böyle bir rivayete rastlanılamamıştır.

İblîs'in, Hz. Yahya ile münâsebetinden bahse­den bir rivayet ise, Abdülmelik b. Ahmed vasıtasıyla İbn Abbâs'tan (r.a.) nakledilmiştir. Buna göre, "İblîs, fitneye düşürme arzusuyla Hz, Yahya'nın yanına gel­mekteydi. Yahya (a.s.) da onu tanırdı. Fakat o, yine de çeşitli şekillerde gelirdi. Bunun üzerine Hz. Yahya ona, 'Bana kendi suretinde gelmen daha çok hoşuma gider' dedi. O da bir gün aslî suretiyle Hz. Yahya'ya geldi. Hz. Yahya bir de ne görsün, çirkinleştirilmiş bir yaratılış, berbat bir görünüş, vücûdu domuz cese­di şeklinde, yüzü maymun gibi. Gözleri uzun bir yarık halinde, dişlerinin tamamı bir tek kemik. Sak­alı yok. İki eli, iki omuzuna bitişik. Her iki tarafında iki eli daha var ki, parmakları bitişik. Üzerinde Mecûsî, Yahudi ve Hristiyân elbisesi mevcut. Elbise­nin ortasında vahşi hayvan derisinden bir kısım var ve oraya bir bardak asılmış, onun üzerinde de küçük bir zil mevcut. Elinde de büyük bir çan, başının üzerinde ise çengel gibi kıvrılmış demirden bir tolga mevcut. Bunu gören Hz. Yahya, Yazıklar olsun. Se­nin hilkatini bozduran şeye!' dedi. Bunun üzerine îblîs, 'Ben meleklerin Tavusu idim. Allah'a isyan et­tim. O da beni çok hakir bir surete mesnetti ki o da, senin gördüğün bu şekildir' dedi. Bunun üzerine Hz. Yahya, 'Bu bardak nedir?' diye sordu. İblîs, 'Adem-oğlunun şehvetleridir' dedi. Hz. Yahya, 'Bu çan ne­dir?' deyince de, 'Onlarla insanların akıllarını çelerim' dedi Hz. Yahya, 'Nerede barınırsın?1 deyince, 'Onların kalblerinde barınır, damarlarında dolaşı­rım" dedi. Yahya (a.s.), 'Onları senden koruyan şey nedir?' diye sordu. O da, 'Dünyaya buğzetmek, Ahiret'i sevmektir" dedi."[174]

Bu rivayetin de asılsız olduğu ortadadır. Çünkü Hz.Yahya, Hz. İsa'nın getirdiği şeriata tâbi olup, ona göre amel ediyordu. Hz. Yahya'nın sağlığında, Hz. İsa'nın getirdiği din tarafından Mecusîliğin bâtıl olduğu, Yahudiliğin neshedildiği bildirilmişti. Ancak o dönemde Hristiyânlık henüz tahlife uğramamıştı. Bir hak din olarak meriyette bulunmaktaydı, İslâm ise henüz gönderilmemişti. Bu açıdan, Hz. Yahya ile görüşmeye gelen İblîs'in üzerinde "Hristiyân elbisesi bulunduğundan" bahseden bu rivayetin uydurma olduğu açıktır. Mecusîliğin, Yahudiliğin ve Hristiyânlığın bâtıl olduğuna işaret eden bu rivayeti, o dönemde Hristiyânlık henüz Allah tarafından neshedilmediği ve hak din olarak yürürlükte bulunduğu için sahîh kabul etmenin imkânı yoktur. Mecusîlik, Yahudilik ve Hristiyânhğın bâtıl olduğu, onların el­biselerini İblîs'in üzerine giydirerek ortaya koymaya çalışan bu rivayetin, Hz. Yahya ile ilgisi yoktur ve îslâmî dönemde ortaya atılmıştır. Rivayetin senedi yoktur ve ismi kaydedilen râvî Abdülmelik b. Ahmed ise meçhul bir kimsedir.

 

II- ŞEYTÂN

 

İSLÂM ÖNCESİ BAZI DİN VE TOPLUMLARDA ŞEYTÂN İNANCI

 

1. ŞEYTÂN KELİMESİNİN ANLAMI

 

A-Şeytan Nedir?

 

"Kibirli ve âsi olan cin ve insan" anlamına gelen bu kelimenin menşei ve iştikakı dilciler tarafından çok tartışılmıştır. Müsteşrikler tarafından bu keli­menin İslâm Öncesi Arap veya Yahudi kaynaklı olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, "Şeytân" kelimesi­nin iştikâkında müslüman dilciler farklı iki görüş ortaya atmışlar ve bu kelimenin sonundaki har­finin kelimenin aslından olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu harfi, kelimenin 3. har­fi kabul edenler, kelimenin "Birbirine muhalefet et­mek, toprağa girmek, iple bağlamak" gibi mânâları yanında, "Uzak olmak" mânâsına da geldiğini söylemekte ve veznindeki kelimesinin,"Allâh'tan hayırdan, rahmetten uzak" kalması dolayısıyle isim olarak Şeytâna verildiğini ileri sürmektedirler. Kelimenin, şeklinde cemi sigasıyla Kur'ân'da geçmesi,[175] bu görüşte olan âlimleri desteklemektedir. Yine Kur'ân'da geçen ve Şeytânın sıfatı olarak kullanılan "Racîm" (Taşlan­mış, kovulmuş) kelimesi[176] de anlam bakımından yukarıdaki görüşü kuvvetlendirmektedir.

Şeytân kelimesinin aslında harfinin bulun­madığını ileri süren İslâm dilcileri ise bu kelimenin, "Yanmak, helak olmak" manasına gelen "Ş-Y-T" kökünden geldiğini öne sürmüşlerdir. Onların bu görüşlerinde de, Şeytânın ateşten yaratılmış olduğu hususu rol oynamıştır.[177] Bu kökten türetilmiş. "Teşeytana" fiili, "Şeytân gibi hareket et­mek" anlamına gelmektedir.[178] İbnü'1-Esîr, yukarda kaydettiğimiz birinci görüşün daha sahîh olduğunu söylemektedir. [179]

 

2. İSLAM ÖNCESİ BAZI DÎN VE TOPLUMLARDA ŞEYTÂN İNANCI       

 

A. Yahudilikte Şeytan

 

Yahudiîik'te melek ve şeytân kavramları ile in­ceden inceye meşgul olunduğu anlaşılmaktadır. Yahudilikteki anlayışa göre, şeytânlar, isyan ettikleri için Tanrı katından kovulmuş fakat güçlerini kaybet­memiş meleklerdir. Yahudi mistikleri bunlara karşı muskalara, tılsımlar, vefkler ve okumalar geliştir­miş, halkı da bunların tesirine inandırmışlardı. Kısacası iyi meleklerden başka fena melekler de vardı ve bunların başkanları Şeytân'dı. Yahudi mis­tiklerinin Şeytân'a "Sammael" adını verdikleri görülmektedir. Eski dönemlerde hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanılırdı. Ancak sonraları İran Dini'nin (Zerdüştlük) tesiriyle bütün kötülüklerin Şeytân ve onun emrindeki varlıklardan (cinler) meydana geldiğine inanılmaya başlandı. Kitâb-ı Mukaddes'in bazı bölümlerinde yapılan incelemeler bunu ortaya koymaktadır. Söz gelimi Kitâb-ı Mu-kaddes'in M.Ö. 550 yıllarına ait II. Samuel bölü­münde Davud'un nüfus sayımı yapmasına Yahve'nin öfkesinin alevlendiği[180] yazılı iken, yaklaşık olarak

bundan 250 yıl sonrasına ait I. Tarihler bölümünde "Ve şeytân İsrail'e karşı kalktı ve İsrâel'i saymak için Davud'u tahrik etti"[181] denilmektedir.[182]

Sonuç olarak, Zerdüşt Dini'nden gelme iyi ve kötü melekler (Melekler ve Şeytânlar), o dindeki iyi ve kötü, karanlık ve aydınlık, Ahuramazda ve Ahriman arasındaki savaşın bir yankısı olarak Ya­hudilerin düşüncesine girdi. Yahudiliğin aslında ise, bu husus Tanrı'ya şirk olacağı için ilk dönemler akıldan bile geçmezdi.[183] İlk dönem Yahudiliğinde, kötülüklerin Şeytân'dan gelişi düşüncesi yoktu ve o dönem Yahudi inancına göre, Tanrı âdildi, insanları ya da milletleri cezâlandırırsa bunu intikam için değil, âdil bir yargıcın yaptığı gibi bir suçun karşılığı olarak yapardı.[184]

Şeytân, apokrif Yahudi metinlerinde tedricî ola­rak kötülüğün kaynağı haline getirilmiştir. Ancak onun, Tekvin bölümünün 3. babında bahsedilen yılanla bir tutulması, Eden bahçesinde Âdem ve Havva'ya günâh işleterek buradan kovulmalarını sağlaması inancı daha sonraları, Yeni Ahid döne­minde yerleşmiştir.[185] Sonraki dönemler Yahudi an­layışında Şeytân'ın bazı özellikleri vardır. Bunlar­dan birisi, onun başvurduğu hilelerle insanları al­datmayı sevmesidir.[186] Diğer bir özelliği de insanoğ­lunun hasmı   oluşudur. Mezmurlar'da,  şeytânın aldatarak mahvettiği bir kimsenin suçlu çıkması için, onun. sağ tarafında bir hasım olarak durduğu kaydedilmektedir.[187] Nitekim o, büyük kâhin Yeşu'ya hasım olmak için de onun sağında dur­muştur. [188] Ayrıca, insanoğluna vesvese vererek al­datır ve onun hîle, yalandolan yollarına başvur­masını sağlar. Verdiği vesvese ile Ya'kub'un, babası, İshâk'ı kandırmasına ve kardeşi Esav'ın hakkı olan "Bereket Duâsı"nı almasına da o sebep olmuştur.[189] İsrâiloğullan'na düşmandır. Bunun için hiçbir fırsatı kaçırmak istemez. Bu maksadla Davud'u tahrik etmiş ve İsrâiloğulları'm saydırmış, ancak Levi ile Benyamin boylarını bundan istisna ettirerek Rab Yahovayı kızdırmış ve İsrail'i vurmasına sebep olmuştur.[190] Eyüb'ün imtihanına, çocuklarının, mal­larının helak olmasına, bedenen birçok rahatsızlığa yakalanmasına, dostlarının kendisini terketmesine hep şeytân sebep olmuştur. Bu imtihanın şiddetin­den karısı bile, Eyüb'e, Allah'a lanet etmesini ve ölmesini söylemiş, ancak Eyüb, Allah'a isyan etme­miş sonunda imtihanı kazanarak, kendisi hakkında şeytânı yalancı çıkarmıştır. Allah da ona, sağlığını, çocuklarını, mallarını, akraba ve dostlarını yeniden ihsan etmiştir.[191]

 

B- Hristiyanlık'ta Şeytan

 

Hristiyân inancına göre, şeytân, insanın en büyük düşmanıdır ve Tevrat'ın başında ondan bah­sedilmektedir. Korkunç bir yalanla insanlığın atası Adem ve Havva'yı o kandırmış ve onları günâh uçurumuna yuvarlamış tır. Vaktiyle Allah (c.c), Hz. Adem. ve Havva'ya, Cennet'te bulunan bütün meyve­lerden yiyebileceklerini, ancak bir tanesinden yeme­melerini bildirmişti. Fakat Şeytân, Havva'ya yak­laşarak ona yalan söylemiş, kandırmış ve onu Allah'ın emrini hiçe saymaya zorlamıştı. Havva da Adem'i aynı suça ortak etmiş, böylece insanlığın ilk atası olan Adem ve Havva günâhla kirlenmişlerdir.[192] O günden beri de insanlar birbirini aldatmak­la meşgul olmuşlar dır.[193]

Görüleceği üzere, Tekvin'in üçüncü babında yer alan "Yılan", daha sonraları Hristiyânlar tarafından "Şeytân"a dönüştürülmüştür. Yine Tekvin bölümün­de yer alan ve "Meleklerle birlikte yaşayan insan kızlarından yasak ilişki sonucu meydana gelen" varlıklar da, Yeni Ahid yazarlarınca Şeytân ve onun emrindeki cinnî topluluk haline sokulmuştur. [194]

Kısaca kaydetmek gerekirse, Hristiyân inancına göre insanlık, kaçınılmaz bir kaderin baskısı altında bulunuyordu. Bu kader, Adem'in işlediği günâh, dolayısıyla onun nesillerine geçmiş olan Şeytânın hâkimiyeti hususuydu. İnsanoğlunun bedeninde, kendi iradesiyle insanı köleleştiren Allah'ın düş­manı Şeytân oturmaktaydı. Şeytânın hâkimiyeti altında bulunan insanoğlunun iyilik yapması için savaşması ise, boşuna bir gayretti. İşte insanlığı bu sıkıntıdan kurtarmak için Allah'ın oğlu gönderilmiş ve bizimkine benzer bir bedenle yaşamıştır. Fakat o, günahsız olarak kalmış, Baha'nın irâdesine itaat ederek, insanlık için bir keffâret olmak üzere "Kurban" olmuş ve insanlığın günâh yükünün (Aslî Suç / Peche Originel) kaldırılmasını sağlamıştır. İnsanlığın Hz. Adem'den beri sırtında taşıdığı bu günâhı, İsâ Mesih çarmıha gerilmek suretiyle, canını vererek ödemiştir.[195]

Hristiyanhk'ta Şeytân, bütün kötülüklerin başı ve başkanıdır. Şeytânın işi, insana karşı mücâdele etmek ve onun mahvına sebep olmaktır. Hesâb za­manı, mahva sürüklediği kimsenin de sağında durur.[196] İnsanoğlunu günâha sürüklemek için çaba sarfetmektedir. Bu açıdan Hz, İsâ, "Günâh işleyen İblîs'tendir"[197] demiştir. Şeytân'a "Hava Kuvvetleri­nin Başkanı" denilmiştir.[198] İsa'nın dünyaya gelişin­deki başlıca gaye, onun işlerini etkisiz bırakmak­tır .[199] Ancak, uyanık olmak ve ayık bulunmak gere­kir. Çünkü o, kimi yutacağını araştırarak, gümürde-nen bir aslan gibi dolaşmaktadır.[200] Pavlus'un söy­lediğine göre Şeytân, nur meleğinin suretine girebilir. Şeytân'm hizmetçileri de Mesih'in Resulleri, salâh hizmetçileri kılığına bürünebilir. Bu şekilde Şeytân insanları avlayabilir.[201] Bu açıdan Şeytânı, her vakit korkunç bir düşman olarak karşılamak ve ona karşı savaşmak için Allah'ın bütün ruhanî silâhlarını kuşanmalıdır. Şeytân'ın kızgın okları, an­cak imân kalkanıyla" durdurulabilir. Ruhun kılıcı olan Allah'ın sözüne sarılmalı, her vakitte Ruh'ta duâ ederek, uyanık olmalı dır. [202] Kişi kendine güvenmemelidir. Çünkü kendine güvenen kimse Şeytân'm tuzağına düşebilir. Şeytân'ın kötülüğü çok korkunç­tur. Bu sebeple Baş melek Mikael bile ona karşı koy­mak için Rabbin yardımına sığınmış ve kendi gücü ile hareket etmemiştir.[203] Şeytân, insana türlü türlü düzenlerle yaklaştığından, onun kötülüklerini farketmek kolay olmaz. Her zaman açıkça kötülüğün temsilcisi halinde gelmeyen Şeytânın hilelerine karşı imânda sarsılmaz halde, ona karşı durmak gerekir.[204]

Şeytân'ın en büyük düşmanlığı Rab İsâ Mesih'e, onun insanları kurtarmak için Tann'ya sunduğu kur­banadır. O, sürekli insanları aldatma peşinde koşar. Bu aldatışın sayısız örneklerinden birisi de, Yakub'un babası İshâk'ı, "Ben ilk oğlun Esav'ım" diye­rek aldatıp, babasından bereket duasını alması ve ilk oğul olan Esav'ı hakkından mahrum bırakmasıdır,[205] Ruhanî hayatta yukarıdan doğmamış, günâh içinde yaşayan ve yüreği kör olan her adam Şeytânın

hilelerine aldanır. Allah'a inanan herkes Şeytân'a da inanır. Şeytân, Allah'a ve onun buyruklarına karşıdır. Bu sebeple Şeytân, bütün günâhı ve mur­darlığı üzerinde toplamıştır. O, yaratılışının mak­sadını kötüye kullanmış bir âsidir. Onun bütün isteği, Allah'ın işini bozmak ve İsâ Mesih'in mü'minlerine zarar vermektir. İsa Mesih, haçın üzerinde cinayet işlemiş birisi gibi ölürken, o sevincinden zıplamış tır. Ancak Allah, îsâ'mn ölümünü üç gün sonra dirilişe ve günahkârların kurtuluşuna çevir­miştir. Bu açıdan Şeytân, en büyük kötülükleri ya­par, o anda sevincinden coşar, fakat ilerisim kestire­mez. Üstünlüğünün sona ereceğini bilemez. Bu yüzden Şeytân'ın her kötülüğünü iyiliğe çeviren Rabbe sığınmak, O'nun kurtarışına yapışmak gere­kir, İsâ Mesîh, Şeytân'ın başını ezmiştir, bir gün ise onu büsbütün altedecektir. Şeytânın bütün isteği in­sanı uçuruma götürmektir. Onun plânları çeşitli kur­nazlıklarla doludur. Hiç kimse şeytânla başa çıkacağım sanmamalıdır. İsâ Mesîh, onun gerçek ka­rakterini açıklamış ve insanlığı günâhın sürükleyi­şinden Allah'a çekmiştir. Herkes, Şeytânın sürükle­yişinden kurtulmak için kendi canına ve varlığına karşı sorumludur.[206] İsâ Mesih'i, hayatının kur­tarıcısı kabul edip, yukarıdan verilen yeni bir hayata sahip olan bir günâhkâr'm önünde yeni bir yol açılır ve artık Şeytân bu kimseye emir veremez.[207] İsâ Mesîh, devamlı olarak Şeytân'a karşı mücâdele etmiştir. Ancak İsâ Mesih bunları reddederek yoluna devam etmiştir. îsâ Mesih, vazifesi esnasında de­vamlı şekilde, Şeytân tarafından istilâ edilmiş cinlilerle karşılaşmış ve durmadan bu cinleri kovmuştur. Başka hiçbir Peygamberin günlerinde bu kadar cinli görülmemişti. Bu da Şeytân'm İsâ Mesih'e olan düşmanlığının derecesini otaj'a koyan bir husus­tur. [208]

Yuhanna încili'nde kaydedildiğine göre Hz. İsâ, Şeytânı "Bu dünyanın başkanı" olarak tarif etmiş ve onun mağlûb edileceğim haber vermiş tir. [209] Yine Hz. îsâ'ya göre, Şeytân insana tökezdir, bir ayakbağıdır. [210] Allah'ın sözü insanlara tesir etmesin, imân edip kurtuluşa ermesinler diye, sözü o insan­ların yüreğinden ahp götüren, nasihatları tesirsiz bırakan da Şeytân'dır. [211] Boşuna yemin eden kimse de şeytânla ortaklık etmiştir. Bunun için insan sa­dece, "Evet, Evet, Hayır, Hayır" demelidir, bunlar­dan fazlası Şeytân'dandır.[212] Kaydedildiğine göre, îsâ Mesih'i düş m anlamım eline vermek için Havârîler'den Yahuda İskariyotu kandıran da Şeytân'dı. Luka încili'nde nakledildiğine göre, Başkâhinler ve Yazıcılar İsa'yı nasıl öldüreceğini araştırıyorlardı. Bu esnada Şeytân, on ikilerden sayılan Yahuda îskariyot'un içine girdi ve onu kandırdı. İsa'ya ihanete ikna etti. O da gidip Başkâhinler ve komu­tanlarla İsa'yı nasıl onların eline vereceğini konuştu. Ancak İsâ, Yahuda İskariyot'un Şeytân tarafından kandırıldığını, kendisine ihanet edeceğini Havârîler'ine haber vermişti.[213] Yine kaydedildiğine göre İsâ Mesîh, kendisi ölüp ditildikten sonra Hristiyân azizlerinden Pavlus'a görünmüş ve onu,.insanları şeytânın hâkimiyetinden kurtarmakla görevlendirmiştir.[214] Bu vazifeyi alan Pavlus'un kibirlenmemesi için, kendisine bir şeytân meleği tahsis edilmiştir. [215] Pavlus, Romalılar'a yazdığı mektupta, şeytânın ayaklar altında ezileceğini bildirmiş,[216] Yine çeşitli yerlerin halkına yazdığı mektuplarla, oradaki Hristiyânları şeytânın aldatmasına karşı uyarmıştır. [217] Pavlus'un bildirdiğine göre zina yapanlar şeytânın ardınca giden kinıselerdir.[218] Tabiiki küfür de şeytandandır. [219] Pavlus'un çeşitli yerlere gidip, teb­liğlerde bulunmasına engel olan da şeytândır.[220]

İsâ Mesih'ten sonra, Hristiyânları şeytânın al­datmasından korumaya çalışanlardan birisi de Petrus'tur. Petrus'a göre, insana yalan söyleten, onun kalbine dünyâ hırsını sokan şeytândır.[221]

Yuhanna'nın Vahyi'nde de Şeytân konusu sıkça işlenmiştir. Burada kaydedildiğine göre, putlara kur­ban kesmek, zina yapmak şeytânın işlerindendir.[222] Yine Yuhanna'nın Vahyi'nde anlatıldığına göre, Ya­hudi olmadıkları halde kendilerine Yahudi diyen ya­lancı kimselerin devam ettiği Havra, şeytânın havrasıdır.[223] İlk Hristiyânlardan Antipas'ın öldürdüğü yerde (Bergama) de Şeytân'ın tahtı vardır.[224]

Daha sonraları Kilise'nin, kadını da şeytânla irtibati andırdığını görmekteyiz. Buna göre kadın, şeytânın kapısıdır, güzelliğinden utanması gerekir. Çünkü onun güzelliği fitne ve aldatmaya sebep olduğundan şeytânın silâhıdır. Hristiyân azizle­rinden Tertolyan ise, "Kadın, şeytânın insan nefsine giriş kapısıdır, Allah'ın yasalarını iptal eden, erkeğin çehresini bozan iğrenç bir yaratıktır" demiştir. [225]

 

C- Câhiliye İnancında Şeytân

 

Şeytân kavramı, Câhiîiye döneminde de mevcut­tu. Bazı müsteşrikler, "Şeytân" kelimesinin Câhiliye dönemine ait olduğunu ve bunun bir Arap cinine delâlet ettiğini söylemişlerdir. Th. Nöldeke'ye göre, şeytân kelimesi Hz. Peygamber'den çok önceleri Arapça'da mevcut olmuştur. Câhiliye döneminde Arap şâirlerinin şiir söyleme kabiliyetlerini şeytân'dan aldıklarına inanılmaktaydı. Şâirlerin yanın­dan ayrılmayan bu cin veya şeytân fikri, İslâmî de­virde de uzun süre yaşamıştı.[226]

Câhiliye Döneminde, şeytânların erkeği ve dişisinin bulunduğuna inanıldığını görmekteyiz. Nitekim Cessâse hadisinde, dişi bir şeytân zannedi­len, vücûdu çok kıllı bir varlıktan söz edilmektedir.[227] Câhiliye döneminde, Şeytân'a başka isimlerde verilmekteydi. Kaydedildiğine göre, Hz. Ömer, Tâbiin'den Mesrûk b. el-Ecda'm adını, Mesrûk b. Abdirrahmân olarak değiştirmiş ve Hz. Peygam­berin "el-Ecda' bir şeytân adıdır" buyurduğunu söylemiştir.[228] Câhiliye Dönemimde Şeytân kavramının mevcut olduğuna, onların hayvan boğazlarken yaptıkları "Şeytân Yarması" adlı işlem de şâhidlik etmektedir. Bu işlemde hayvan boğazlanır, kan damarları kesilmez ve öylece bırakılırdı. Câhiliye dönemi halkı, kanı yedikleri için, hayvanın kanını boşa gidennemek maksadıyla bu şekilde hareket etmekteydiler. [229] Vahye ara veril­mesi (Fetret-i Vahiy) esnasında, müşrik bir kadının Hz. Peygambere gelerek, "Yâ Muhammedi Umarım ki, şeytânın seni terketnıiştir. Görüyorum ki, iki ya­hut üç gecedir sana yaklaşmada" şeklinde sataşması da, Câhiliye dönemi halkı arasında şeytân inancının mevcut olduğunu ortaya koyan bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.[230] Yine el-Buhârî'nin İbn Abbâs'tan (r.a.) naklettiğine göre, Câhiliye dönemin­deki putperestliğin kaynağı şeytândır. Buna göre, "Nûh (a.s.) kavmindeki putlar daha sonraları Araplara geçmiştir. Aslında putlara takılan bu isim­ler, Nuh'un kavminden bazı sâlih kimselerin adları olup, bu iyi kimseler vefat ettiği zaman Şeytân o kavme, bunların hâtırasına, onların yaşadıkları yer­lere putlarını dikin ve bu putlara o iyi kimselerin ad­larını verin diye fısıldamış, onlar da bu putları dike­rek, o iyi kimselerin adlarını vermişlerdir. Bunlara ilk zamanlar ibâdet edilmemiş, fakat dikenler vefat edip, bu putlarla ilgili bilgiler de unutulduğu zaman, sonraki nesiller cehaletleri sebebiyle bunlara tapmamaya başlamışlardır.[231] Yine İbn Abbâs'm (r.a.) naklettiğine göre, Câhiliye döneminde müşriklere putlar adına kesilenleri, meyte halinde bulunan hay­vanları yemeyi telkin eden de şeytândı.[232]

Kur'ân-ı Kerîm'de bildirildiğine göre, Câhiliye Arapları mallarından, mahsûllerinden Allah'a ve şirk koştukları varlıklara pay ayırmaktaydılar.[233] İbn Abbâs, Câhiliye Arapların mal ve mahsûlle­rinden kendilerine pay ayırdıkları varlıklar arasında şeytânlar ve putların bulunduğunu haber vermekte­dir. [234] İslâm, Câhiliye döneminin şeytânlara bir önem ve kuvvet atfeden, onlarda bir güç vehmeden tutumunu reddetmiş, yapılan işlerin, hoşa giden veya gitmeyen davranışların şeytândan değil, Al­lah'ın irâdesi ve kudretiyle meydana geldiğinin bilin­mesini istemiştir. Nitekim Ebü'l-Melih'den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber'in terkisinde bu­lunan bir zât, hayvanın ayağı kayınca, "Şeytân helak olsun"  demiştir. Hz. Peygamber bu durumu tasvib etmeyerek, böyle söylememesini, çünkü bu durumun, şeytânın "Bu işler benim gücümle oldu" diyerek böbürlenmesine yol açacağım bildirmiş ve bu şekildeki olaylarda "Bismillah" de­nilmesini emretmiştir.[235]

Câhiliye döneminde mevcut, kız çocuklarının öldürülmesi, Bahîra, Sâibe, Hâmî, Vasile uygulama­ları, meleklerin Allah'ın kızları olduğu inancı, mah­remlerle evlilik, Ka'be'de çıplak tavaf, "Babalarımız doğru yoldadır" düşüncesinin de şeytânın telkinle­riyle meydana geldiği kaydedilmektedir.[236]

 

BİRİNCİ   BÖLÜM

 

İSLÂM İNANCINDA ŞEYTAN

 

1. KUR'ÂNA GÖRE ŞEYTÂN

 

Kur'ân-ı Kerîm'i incelediğimizde, Cenâb-ı Hakk'ın mü'minleri şeytân konusunda sık sık uyardığını görmekteyiz. Bu uyanlar arasında şeytanin, insanın apaçık bir düşmanı olduğu, ona uyulmaması gerek­tiği, çünkü onun insanı aldatıp doğru yoldan çıkara­rak, sonunda pişmanlık ve hüsrana sürükleyip yüzüstü bırakacağı, dostluğuna güvenilemeyeceği gibi hususlar yer almaktadır.

Kur'ân-ı Kerîmin çeşitli âyetlerinde, mü'minlerin iyice tanıyıp vereceği zararlardan sakınmaları için şeytânın özellikleri net bir şekilde ortaya konul­muştur. Şeytân ve onun faaliyetleriyle ilgili âyetler değerlendirildiğinde, insanın yaratılıştan geleniyi ve kötü tarafları olduğunu, şeytân demlen ve insanın düşmanı olan bu ruhanî varlığın, insanın çirkin ve kötü taraflarını ön plâna çıkartmak istediği, Cenâb-ı Hakkin ise buna rızâsının olmadığı, Peygamberleri aracılığıyla gönderdiği buyruklar vasıtasıyla insanın iyi ve güzel taraflarını ön plâna çıkarıcı yolları gösterdiği anlaşılmaktadır. Kulluk vazifesini yap­mak üzere ilk insanın Yeryüzü'ne gönderildiği andan itibaren, bütün Peygamberlerin ve onların tarafındaki büyük insanların yaptıkları mücâdelenin, ıslında insanın yaratılışında var olan çirkin ve kötü arafların arka plâna itilip, yine insanın tabiatında mevcut olan güzel yönlerinin Öne çıkarılmasından ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan Peygamberlerin mücâdelesi hem insanın iç dünyasıyla, hem de onun dış dünyasıyla ilgilidir. Bu nücâdele, bir taraftan insanın iç dünyasını şeytân lenilen bu ruhanî varlığın hâkimiyet ve tasallutundan kurtarmak için yapılırken, diğer taraftan da insanın içinde yaşadığı çevreyi, toplumu, diğer insanları Allah'ın irâdesi doğrultusunda yönlendirmek çin yürütülmektedir. Kur'ân'dan anladığımıza göre, asinin sadece kendisini şeytânın hâkimiyetinden soruması yetmiyor, çevresini ve içinde yaşadığı topluumu da şeytânın tuzaklarından uzak tutmaya alışması gerekiyor. Çünkü şeytân denen bu varlık, insanları teker teker avlamak suretiyle koca bir toplumu hâkimiyeti altına alabilir. Bu açıdan Kur'ân'a göre, bir mü'min hem iç dünyasında, hem de dış dünyasında şeytân'a ve onun emrindeki maddi-manevî güçlere karşı cihâd etmektedir.[237] İnsanın iç dünyasında şeytâna karşı yürüttüğü bu mücâdeleyi, Peygamber, "Büyük Cihâd" olarak nitelendirmiştir. Gerçekte de, Büyük Cihâd olarak nitelendiren ve insanın iç dünyasında şeytân ile onun emrinleki kuvvetlere karşı yürüttüğü bu mücâdeleyi kazanmadan, dış dünyada şeytâna ve onun taraftarlarına karşı yapılacak savaşı kazanmak mümkün gözükmemektedir. Bu mücâdeleyi kazanabilmek için herşeyden önce düşmanı çok iyi tanımak gerekmektedir. İşte Kur'ân da bunu yapmış ve tüm özellikle­riyle şeytânı bize tanıtmış, onu yenecek yolları ve ona karşı kullanılacak silâhlan göstermiştir. Bu açıdan Kur'ân-ı Kerîm, mü'minlerin şeytâna uymam­alarını, onun apaçık bir düşman olduğunu belirttik­ten sonra [238] ilk ilk iş olarak, ondan Allah'a sığınıl­masını emretmektedir:

"Şeytân seni dürtecek olursa, Allah'a sığın. Doğrusu O, işitir ve bilir. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar, Şeytân tarafından bir vesveseye uğrayın­ca Allah'ı anarlar ve hemen gerçeği görürler." [239]

Yukarda kaydettiğimiz âyetten Şeytânın insa­na vesvese vererek faaliyette bulunduğunu anlamış bulunuyoruz. Şeytân'a tâbi olmak, Allah tarafından yasaklandığına göre, bir mü'minin, muhalefet etmek maksadı ile Şeytân'm arzularının ne olduğunu bil­mesi gerektiği açık bir husustur. Kur'ân-ı Kerîm, Şeytânın hoşlandığı şeylerin neler olduğunu bildir­miş, mü'minleri bu davranışları işlemekten sakındırmıştır. Kur'ân'a göre şeytân, insana kötülüğü, hayâsızlığı, Allah'a karşı bilmeyeceği şeyleri söyle­mesini emreder.[240] Şu halde haya duyusu insanın güzel taraflarından birisidir. Hz. Peygamber de in­sanın bu yönünün ön plâna çıkmasını istemiş ve hayanın imândan olduğunu söylemiştir.[241] Bu hadise göre, hayâsızlık ve edebsizliğin imân yokluğundan meydana geldiği anlaşılmaktadır. Yine Kur'ân'a göre Şeytân, Hz. Adem ve Havva'nın elbiselerini soydura­rak, Cennet'ten çıkarılmalarına sebep olmuştur. Bu sebeple mü'minleri bu konuda şiddetle uyararak, "Sakın size de bir belâ yapmasın!" demektedir. Kur'ân'm bildirdiğine göre, Câhiliye döneminde Arapları yoldan çıkartarak, Ka'be'yi kadın-erkek çırılçıplak tavaf ettirecek derecede saptıran, onları "Atalarımızı böyle bulduk, bize bunu Allah emretti" diye kandıran da şeytândır. "Çünkü Allah edebsizliği emretmez".[242]

Şeytân, insanları fakir düşmekle korkutur. Bu sebeple, yardımlaşmaya, sadaka vermeye engel olur. İnsanların cimri olmalarını ister. İç dünyalarmdaki güzel taraflarından olan cömertlik, kardeşlik ve yardımlaşma duygusunun geri plâna itilmesini veya yok edilmesini ister.[243] Sonuç itibariyle insanlar arasında "sevgi ve saygı yok olur, kıskançlıklar, başkalarının malına göz dikmeler, kavga ve döğüşler meydana gelir. Toplumun düzen ve huzuru bozulur. Malım tükenecek korkusu, fakir düşeceğim endişesi, mal sahibine de çevresindekilere de Allah'ın bahşet­tiği bu nimetlerden yararlanma fırsatı tanımaz. Neticede Şeytân, Allah'ın bahşettiği bu nimetleri, emri altına aldığı böyle kimselere gönül rahatlığı ve ağız tadıyla yedirmeyerek onları cezalandırmış olur.

Kur'ân'a göre, Şeytân israfı sever. Kazanılan malın yerinde ve zamanında harcanmasından hoşlanmaz. Halbuki Allah mü'minlere, yakınlara, düşkünlere, yolculara, haklarının verilmesini, ellerinde mevcut malların saçıp savrulmamasmı emret­miş, "Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytânlarla kardeş olmuş olurlar. Şeytân ise, Rabbine karşı pek nankördür." [244] buyurmuştu. Görüleceği üzere Kur'ân, insanın iç dünyasını dengeliyor, bir taraftan cimriliği, diğer taraftan israfı yasaklayarak dengeli bir yol tutul­masını istiyor. Çünkü her iki tutumun sonu da hüsrandır, insanın kendisi ve çevresindeki toplum için son derece zararlıdır, toplum barışını bozmaya yöneliktir. Bir tarafta trilyonlar tutarında mal yığan fakat kendisi yemediği gibi başkalarına da yedirmeyen, serveti âtıl bir vaziyette tutan bir yapı (cim­rilik), diğer tarafta ise çevresindekiler bir lokma ekmeğe muhtaç iken, işsizlik, yoksulluk had safha­dayken çılgınca harcama sevdası, sorumsuzca harca­ma tutkusu, savurganlık yarışı, eldeki serveti üretim alanlarına kaydırmama, çarçur etme arzusu. Kur'­ân'a göre her ikisi de, insanın iç dünyasından dış dünyasına yansıyan, Allah'ın arzu etmediği fakat şeytânın istediği davranış şekilleri olmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre, içki, kumar, putlar ve fal okları da şeytânın işlerinden pis şeylerdir.[245] Şeytân insanların bunlarla meşgul ol­masından hoşlanır, Çünkü bunlar vasıtasıyla insan­lar arasındaki dirlik ve düzenin bozulmasını, kar­deşlik duygularının yok olmasını, insanlar arasında kin ve düşmanlık sokulmasını ister. İnsanın Allah'ı hatırlamasına, namaz kılmasına mâni olmak" is­ter. [246] Sonuç olarak insanın iç dünyası, psikolojik yapısı tahrıb olur. Ayyaş hâle gelen insanın çalışma düzeni bozulur, işçi ise işten atılır, iş sahibi ise işyerini kapatmak zorunda kalır. Eve rızık getirme­diği, çalışıp kazanmadığı halde, devamlı olarak ev­den içki parası istediği için aile yuvası yıkılır. Ruh ve beden sağlığı yok olur. Kumar oynayan insan ise bir müddet sonra kumarbaz olur. Kendisini bu belâdan kurtaramaz. Malını mülkünü, ceketine varıncaya ka­dar herşeyini kaybeder. Kazanma hırsıyla, onurunu, haysiyetini, namus ve şerefi olan karısı ve kızını bile kumar masasına sürebilir. Çalışmadığı, üretmediği için elindeki avucundaki gider, yuvası dağılır, iç dünyasındaki bir çirkin yönü ortaya çıkan, bu zavallı insan, artık kendisi ve toplum için zararlı bir duru­ma gelir, asalak bir hayat sürmeye mahkûm olur. Kısacası şeytânın hâkimiyeti altına giren bu za­vallılar, mahvolur gider. Onun için bunların şeytân işleri olduğunu hatırlatan Cenâb-ı Hak soruyor: "Artık siz bunlardan sakınmaz mısınız?" [247]

Kavga, döğüş ve cinayet de şeytânın telkiniyledir.[248] Şeytânın insanların arasına kin ve düşmanlık sokmak istediğini bildiren Allah, kullarının en güzel bir şekilde konuşmalarını, sonucu kavga ve döğüşle neticelenecek münâkaşalara girmemelerini, kırıcı davranmamalarını da emretmektedir.[249] Çünkü şeytân, kardeşleriyle Hz. Yusuf un arasını bile boz­muştur. Onları, Hz. Yusuf u kuyuya atacak hâle ge­tirmiştir .[250]

Kur'ân'a göre Şeytân'ın en büyük hedeflerinden birisi, insanlara kendilerini yaratan Allah'ı unutturmaktır: "Şeytân, onların başlarına dikilip, Allah'ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar şeytânın taraftar­larıdır. İyi bilin ki, şeytânın taraftarları elbette hüsrandadır."[251] İnsan, zaten işlediği tüm fena­lıkları ve isyanları, Allah'ı unutup, O'nun varlığından gâfıl olduğu zaman sergilemektedir. Yaratıcısının var olduğuna inanan bir kimsenin, O'nun kendisini görüp gözetlediğini bile bile, O'nun huzurunda olduğunun şuuru içindeyken, günâh olan fiilleri işlemesi kolay kolay söz konusu olamaz. Ancak gafil olduğu zaman, Allah'ın huzurunda olduğunu unut­tuğunda böyle davranışlara yönelebilir. İşte insanın böyle bir unutma içinde olmasının Allah'ın razı ol­madığı davranışlardan olduğu mü'minlere hatırlatıl­mış, şeytânın sürüklemek istediği bu durumdan uzak kalınması ve şuur uyanıklığı içinde bulunul­ması istenilmiştir. Şeytânın diğer bir özelliği ise, in­sanlara uzun yaşayacaklarına dair ümid vermesi, bu şekilde onları elde edemeyecekleri arzuların peşine salması, ibâdetten, güzel ameller işlemekten alıkoy­ması "nasılsa tevbe ederiz. Allah affeder" gibi düşüncelere sevkederek, günâh işlemeyi kolaylaştırmasıdır.[252] Böylece insan hem günâhlara dalar, hem de hayır yollarında harcayacağı malını ve ömrünü boşuboşuna tüketebilir. Onun için Allâhı insanları uyarmıştır: "Ey insanlar! Allah'ın verdiği söz şüphe­siz gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın. Allah'ın afvıma güvendirerek, o aldatıcı (şeytân) sizi ayart­masın. Şeytân şüphesiz sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman belleyin. O, kendi taraftarlarım, çılgın alevli Cehennem yârânı olmaya çağır." [253]

Şeytân, uzun yaşayacakları konusunda ümid verdiği kimselere de, yaptıkları davranışları gayet doğru ve güzel göstermektedir. Nitekim vaktiyle Ad ve Semûd kavimlerine de yaptıkları şeylerin doğru ve güzel olduğunu telkin ederek, onların doğru yola girmelerine mâni olmuş ve helak edilmelerine sebep olmuştur.[254] Şeytân, daha önce kendilerine Peygam­ber gönderilen diğer ümmetlere de yaptıkları yanlış şeyleri hep güzel göstermiştir. Bu sebeple onlar, Pey­gambere karşı çıkarak, Allah'ın buyruklarına uy­mamışlardır. Şeytân, bugün de aynı faaliyeti sürdürmektedir.[255] Hz. Peygambere karşı çıkan müşriklere de yaptıklarını güzel gösteren yine şeytândır. Müslü­manların üzerine yürüdüklerinde onlara, bugün in­sanlardan sizi yenecek yoktur, ben de size yardım edeceğim demiş, sonra da onları yüzüstü bırakıp kaçmıştır.[256] Kâfirleri müslümanlara karşı kışkır­tan da odur.[257] İslâm'ı kabul etmeyenler de şeytâna tâbi olanlardır.[258] Yine Kur'ân'a göre, inanmayan kimselere gizli toplantılar düzenlettirip, müslümanları üzecek konuşmalar yaptıran, kararlar aldıran, bütün bunları teşvik eden de şeytândır. Ancak, Allah'ın izni olmadıkça şeytân mü'minlere bir zarar veremez. İnananlar yalnız Allah'a güvenmelidir.[259] Şeytân'ın  peşine takılarak, Allâh’ın âyetlerini inkâr eden, dünyaya meyledip hevesine uyan azgın kimse­nin hali ise, dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir. [260]

Müslümanları düşmanlarıyla korkutan da şey­tândır. Nitekim vaktiyle müslümanlan, Ebû Süfyân size karşı ordu topladı diye korkutmuştur. Allah ise, "Siz onlardan korkmayın da bana isyan etmekten korkun, eğer mü'minler iseniz" buyurmuştur.[261] Be­dir savaşında da mü'minlerin kainlerini pekiştirmiş, sebatlarını artırmış ve şeytânın vesvesesini gider­miştir. [262]

Putlara, dikili taşlara kesilenlerle, üzerine Al­lah'ın adı anılmayan hayvanların etlerini, meyteyi yemeyi insanlara telkin eden de şeytân'dır. Bunlarla ilgili olarak, müslümanlarla tartışmaları için müşrikleri kışkırtan odur.[263] Allah'ın haram kıldığı bu tür şeylerden yemek, şeytânın izini takip etmek­tir. [264] Bu sebeple Allah, mü'minlere Yeryüzü'ndeki helâl ve temiz şeylerden yemelerini emretmiştir. [265]

Kur'ân-ı Kerîm'deki âyetlerin incelenmesinden, şeytânın bir tane olmadığını, başka şeytânların da mevcut olduğunu anlaşılmaktadır.[266] Ahmed S. Purat, "Kur'ân'da bâzen bir, bâzen çok sayıda şeytânın ba­his mevzuu olması sonraları mevzu hadislere bile, her insanın ayrı ayrı bir şeytânı bulunduğu şeklinde intikal etmiş ve şeytânın refakatinden hiçbir insan, hatta yüksek ahlâk sahibi olan ve şeytânın telkinle­rine kanmayan Yahya b. Zekeriyâ bile istisna edil­memiştir. [267] demektedir. Ahmet S. Furat'ın, her in­sanın ayrı ayrı bir şeytânı bulunduğuna dair hadis­leri mevzu (uydurma) olarak nitelendirmesi isabetli olmamalıdır. Çünkü bu husus kendilerinin de belirt­tiği gibi Kur'ân-ı Kerîm'de yer almaktadır. Bazı âyetlerde bu husustan şu şekilde söz edilmektedir:

"Rahman olan Allah'ı anmayı görmemezlikten gelene, yanından ayrılmayacak (kötülükleri telkin edecek) bir şeytânı arkadaş veririz. Şüphesiz onlar bunları yoldan alıkorlar. Bunlar da doğru yola eriş­tiklerini sanırlar. Sonunda bize gelince arkadaşına: 'Keşke benimle senin aranda Doğu ile Batı arasın­daki kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü bir arkadaş imişsin' der. Pişmanlığın bugün size hiçbir faydası dokunmaz. Zira haksızlık etmiştiniz. Şimdi azâbda birleştiniz. " [268]

"Bunlar, mallarını insanlara gösteriş için har­carlar. Ne Allah'a ne de Ahiret gününe imân etmez­ler. Kimin arkadaşı Şeytân olursa, artık o ne fena bir arkadaştır." [269] Yanındaki şeytân, "Rabbimiz, ben onu azdırmadım, fakat kendisi derin bir sapıklık­taydı" der .[270]

Bir diğer âyetten ise, insan ve cin cinsinden şeytânların mevcut olduğunu öğrenmekteyiz. İnsan cinsinden  olan    şeytânların  mecazî  olduğu,  bazı insanların iç dünyalarım tamamen şeytânın haki­miyetine verdikleri ve böylece içlerindeki fena yönleri ön plana çıkardıkları, sonuç olarak çevrelerine karşı, ruhanî bir varlık olan şeytânın fonksiyonlarını ifâ et­meye başladıkları anlaşılmaktadır. Tabiatlarındaki çirkin yönü ön plana çıkararak şeytanlaşan bu in­sanlar artık her iyiliğin, her doğrunun, her güzelliğin düşmanı haline gelmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm, bu cin ve insan cinsinden olan şeytânlar hakkında şunları söylemektedir:

"Böylece biz, her peygambere insan ve cin şey­tanlarını  düşman yaptık. (Bunlar) aldatmak için bir­birlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." [271]

Kur'ân-ı Kerîm, insanları imân etmekten alıko­yan müşriklerin ele başlarına da şeytân demekte­dir.[272] Bunların, insanların imân etmelerine engel olmak için onlara maddi ve manevî baskı yapan kimseler olduğu açıktır. Yine Kur'ân-ı Kerîm, Yahudi liderlerinden Ka'b b. Eşrefi de azgın şeytân an­lamında "Tâğût" olarak nitelendirmiştir.[273] Diğer bir âyette de, "Tâğût" kelimesi şeytân anlamında kullanılmıştır:

"İmân edenler Allah yolunda savaşır, küfreden­ler de Tâğût (azgın şeytân) yolunda savaşır. O halde siz, şeytânın dostlarıyla (kâfirlerle) savaşın. Muhak­kak ki, şeytânın hilesi zayıftır." [274] Bazı âyetlerde geçen "el-Garur"   kelimesinin de   şeytân anlamında kullanıldığı anlaşılmaktadır. [275]

Yukarıda kaydettiğimiz bazı âyetlerden de anlaşılacağı gibi şeytânın dostları vardır, onlar safirler, müşrikler ve günahkâr kimselerdir.[276] Şey­tân'ı dost edinerek putlara tapan müşrikler de aslında şeytâna ibâdet etmektedirler.[277] Allah (c.c.) ise, Şeytân'a tapmayı yasaklamıştır.[278] Şeytânın kardeşleri de vardır,[279] elindekini avucundakini saçıp savuranlar bunlardandır. Ancak bunların kardeş oldukları Şeytân, Rabbine karşı nankör bir varlıktır.[280] Kur'ân'ın bildirdiğine göre, Şeytân'ın dostluğunun sonu hüsrandır. Allah'ın gazabını ve Ce­hennem azabını getirir. Şeytânlar da, ona uyan in­sanlar da birlikte hasredilecek ve Cehennem'in yanında diz çöktürülerek hazır bulundurulaçaklardır.[281] Şeytânın dostluğuna güvenilmez. Çünkü onda vefa duygusu yoktur. Dünyadayken azdırıp saptırdığı kimseyi Ahiret'te yüz üstü bırakacak ve kaçacaktır. Bu hususta Allah (c.c.) şöyle buyurmak­tadır: "O gün (Kıyamet Günü) zâlim kimse ellerini ısırıp, 'Keşke Peygamberlerle beraber bir yol tut­saydım. Vay başıma gelene. Keşke falancayı dost edinmeseydim. Andolsun ki beni, bana gelen Kur'ân’dan o saptırdı. Şeytân insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor' der.[282] Şeytân iki yüzlüdür. İnsana inkâr et, diye telkinde bulunduğu halde, insan inkâr edince, "Doğrusu ben senden uzağım, Allah'tan kor­karım" diyerek dostundan yüz çevirir.[283] İbnü'l-Cevzî, bu âyetin tefsiriyle ilgili olarak İsmâîl es-Semerkandî, Âsim el-Hasen, Ali b. Muhammed, Ebû Ali b. Safvân, Ebû Bekr b. Ubeyd, Abdurrahmân b. Yûnus, Süfyân b. Uyeyne, Amr b. Dînâr, Urve b. Âmir, Ubeyd b. Rifa'a vasıtasıyla Hz. Peygamber'den bir rivayet nakletmiştir. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"İsrailoğullan arasında bir râhib vardı. Bir gün şeytân, bir kızı aldı ve boğazını sıkarak hastalan­dırdı. Kızın ailesinin kalbine de, bunun tedavisinin râhib tarafından yapılabileceği fikrini telkin etti. Bunun üzerine ailesi kızı rahibe getirdi, fakat râhib onu kabul etmekten kaçındı. Kızın ailesi de râhib kızı kabul edinceye kadar ısrar ettiler. Daha sonra rahibe şeytân geldi ve onu kızı iğfal etmeye teşvik etti, râhib de kızı hâmile bıraktı. Daha sonra şeytân, rahibe tekrar geldi ve İşte şimdi perişan olacaksın. Çünkü sana onun ailesi gelecek. İyisi mi onu öldür ve sana gelirlerse öldü de' dedi. Râhib de kızı öldürdü ve gömdü. Bundan sonra şeytân kızın ailesine geldi. Onlara vesvese vererek, kalblerine, râhib'in kızı hâmile bırakıp öldürdükten sonra gömdüğüne dair bir fikir attı. Bunun üzerine ailesi kızı sormak üzere rahibe geldiler. O da, 'öldü' dedi. Fakat ailesi rahibi yakaladılar. O arada rahibe şeytân gelerek, 'Kıza vu­ran ve boğazını sıkan benim. Ailesine bu fikri ve sana bu vesveseyi veren de benim. Bana itaat et ki, kurtulabilesin. Bana iki secde yap' dedi. Râhib de ona iki secde etti. İşte Allah'ın, "İki yüzlülerin durumu, insana: 'İnkâr et!' deyip de, insan inkâr edince, 'Doğrusu ben, senden uzağım, âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım' diyen şeytânın durumu gibidir." [284] buyurduğu insan odur."[285]

Bu rivayet, sahîh hadis kaynaklarında yer al­mamaktadır. Rivayetin isnadında yer alan râvîlerden Abdurrâhman b. Yûnus'un zayıf olduğu bildiril­miş, Süfyân b. Uyeyne de bazı hadis âlimlerince hafızası bozulduğu için rivayetlerinde hata yaptığı, tedlîse başvurduğu için tenkîd edilmiştir. [286]

Şeytânın görevi, vesvese vermek suretiyle insan­ları şaşırtıp yoldan çıkartmaktır.[287] Halbuki "Şey­tân hakkında şöyle yazılmıştır: 'O, kendisini dost edinen kimseyi sapıtır ve alevli azaba götürür." [288]

Kur'ân-ı Kerîmin bildirdiğine göre, şeytânın ina­nanlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu, sadece onu dost edinen­ler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir .[289] Bu du­rumu, Kıyamet Günü şeytân kendisi de itiraf edecek­tir:

"İnsanların hepsi (hesâb vermek üzere) Allah'ın huzuruna çıkarlar... İş olup bitince şeytân: 'Doğrusu Allah size gerçek vâdetti. Ben de vâdettim, ama son­ra caydım. Esasen sizi zorlayacak bir nüfuzum yoktu, sadece çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni değil, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam. Siz de beni kurtaramazsınız. Beni Allah'a ortak koşmanızı daha önce kabul etmemiştim. Doğrusu zâlimlere can yakıcı bir azâb vardır.' der." [290]

Kur'ân'da, "şeytân" kelimesi cinlerin yerine de kullanılmıştır.[291] Bu husus, şeytânların "Cin" cin­sinden olduklarına işaret etmektedir. Allah, Kur'ân-ı Kerîm'i Şeytânların indirmediğini, [292] Kur'ân'ın Şey­tân'in sözü olmadığını,[293] onların vahiy dinlemekten, Yüce Topluluğu (Mele-i A'lâ) dinleyerek haber çal­maktan menedildiklerini, bu buyruğa karşı gelenle­rin "şihâb"larla imha edildiklerim haber vermekte­dir. [294]

Yine Cenâb-ı Hak, şeytânın gönderilen bütün peygamberlere musallat olduğu, onların arzularına vesvese karıştırmak istediğini, ancak buna izin ve­rilmediğini bildirmektedir.[295] Kur'ân-ı Kerîm'den arı­ladığımıza göre bütün peygamberler, şeytâna karşı mücâdele etmişlerdir.[296] Hz. İbrahim, babasını, "Ey Babacığım, Şeytâna tapma. Çünkü Şeytân Rahma­na baş kaldırmıştır." diye uyarmıştır.[297] Hz. Ya'kûb ise oğlu Yûsufu Şeytân'ın kardeşleriyle arasına açabileceği konusunda ikâz etmiştir: "Yavrum, rüya­nı kardeşlerine anlatma. Yoksa sana tuzak kurarlar.

Zira şeytân insanın apaçık düşmanıdır." [298] Ancak Hz. Ya'kûb'un bu uyarısı fayda etmemiş ve şeytân Hz. Yusuf la kardeşlerinin arasım bozarak, onların Hz. Yûsuf u kuyuya atmalarına sebep olmuştur.[299] Şeytân, Hz. Eyyüb'e de musallat olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm bu konuda şöyle demektedir: "Ey Muhammed! Kulumuz Eyyüb'ü de an. Rabbine: 'Doğrusu şeytân bana yorgunluk ve azâb verdi' diye seslenmişti." [300] Eyyüb'ün (a.s.) bu duası ile, çektiği ızdırab ve acılardan dolayı şeytânın kendisine vesvese verme fırsatı bulduğunu ifâde ettiği kaydedilmektedir.[301] Yine, Hz. Meryem dünyaya geldiği zaman, annesi onu ve neslini koğulmuş şeytânın şerrinden Allah'a ısmarlamıştı. [302] Kur'ân-ı Kerîm'de', Süleyman Peygamberle ilgili olan bazı âyetlerde de şeytândan söz edilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'in bildirdiğine göre Yahudiler'den bir grub, Hz. Süleyman'ın peygamberliği hakkında şeytânların söyledikleri şeylere uyarak, ona iftira etmişlerdi. Bunlar, Hz. Süleyman'ın saltanatının büyü ve sihirle ayakta durduğunu, dolayısıyla Hz. Süleyman'ın bir büyücü olduğu iftirasını ortaya atmışlardı. Halbuki Hz. Süleyman asla, sihir yapa­rak küfre gitmemişti. Halka sihir öğreten o şeytânlar ise kâfir olmuşlardı.[303] Yukarıda, cin ve in­san cinsinden şeytânların mevcut olduğunu Kur'ân'nı haber verdiğini  kaydetmiştik.  Bu sebeple,  Hz. Süleyman'a iftira eden, onu büyücü diye takdim eden şeytânların hem cin, hem de insan cinsinden olması caiz olmaktadır. Diğer bazı âyetlerde de, şeytânların Hz. Süleyman'ın emrinde çalıştırıldıklarından bah­sedilmektedir. Kur'ân'nı bildirdiğine göre Hz. Süley­man şöyle duâ etmişti: "Rabbim! Beni afvet! Bana, benden sonra hiç kimseye ııasîb olmayan bir mülk (hükümranlık) ver. Şüphesiz sen daima bağışta bu­lunansın!, dedi. Bunun üzerine Biz de, istediği yere kolayca giden rüzgârı, bina kuran ve dalgıçlık yapan şeytânları ve (kötülük yapmamaları için) zincirlerle birbirine bağlanmış başka şeytânları onun buyruğu altına verdik. İşte bizim bağışımız budur, dilediğine ver, ister verme, hesâbsızdır, dedik." [304] "Dalgıçlık ya­pan (inciler çıkaran) ve bundan başka işler de gören şeytânlardan da onun buyruğu altına verdik. Biz onların hepsini gözetiyorduk." [305]

Yukarda kaydettiğimiz âyetlerde, Hz. Süley­man'ın emrine verildiklerinden bahsedilen bina ku­ran, dalgıçlık yapan ve diğer işlerde çalışan şeytânlar hem cin cinsinden hem de insan cinsinden olmalıdırlar. Kur'ân-ı Kerîm'in, Allah'a isyan ederek küfreden, insanları hak yolundan alıkoyan bazı kim­seleri şeytân olarak vasıflandırması, böyle düşün­memize izin vermektedir. Aşağıda kaydettiğimiz âyetten Hz. Süleyman'ın emrine cin cinsinden şeytânların da verilmiş olduğunu anlamaktayız: "Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buy­ruğu altına verdik ki, bunların içinde buyruğu­muzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. Süleyman için ne dilerse, ma'bedler, heykeller, havuzlar kadar geniş leğenler, sabit kazanlar yaparlardı. [306]

Fahrüddîn er-Râzî, bazı kimselerin Hz. Süleyman'ın emrine verilmiş olan cinlerin güçlü in­sanlar olduğunu ileri sürdüklerini, ancak bu görüşün doğru olmadığım kaydetmektedir.[307] Süleyman Ateş ise, Hz. Süleyman'ın emrine verilen cinler hakkında, "Kesin olmamakla beraber biz, Süleyman'a hizmet eden cinlerle, ona esir düşüp zincirlere vurularak çalıştırılan milletlerin kasdedildiği kanısındayız. Çünkü lâtif cisimler olan şeytânların zincirlere vurulup,yapı işlerinde çalıştırılması garib bir şeydir. Eskiden esirler, ayaklarına zincirler vurulup çalıştırılmışlar. Demek ki Süleyman da, esirlerin ayaklarına zincir vurdurup onları emrinde yapıcılık, demircilik, dalgıçlık gibi işlerde çalıştırmıştı. Tevrat'taki Süleyman Kitâbı'nda özellikle Lübnanlı çok esirin Süleyman'ın emrinde çalışıp Mâbed'i yaptığı anlatılır" demektedir. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de, bu konudaki bazı âyetlerde Hz. Süley­man'ın emrine verilenlerden bahsedilirken "şeytân" kelimesi kullanıldığı halde,[308] diğer bazı âyetlerde "Cin" kelimesinin tercih edilmesi [309] hem insan hem de cin şeytânlarının Hz. Süleyman'ın emrine tahsis edildiğini göstermektedir.[310] İnsan şeytânları kendi yapılarına uygun bukağılarla, cin şeytânları da yine kendi latîf yapılarına uygun zincirlerle bağlanmış, kaçmaları engellenerek çalıştırılmış olmalıdır. Bu mümkündür, çünkü Hz. Süleyman bir peygamberdir. Kur'ân-ı Kerîm'de de bildirildiği gibi, bu iş "Rabbinin izniyle" olmuştur.[311] Bu açıdan, Cenâb-ı Hakkın me­lekleri bu vazifeyi yerine getirmişlerdir. Fahrüddîn er-Râzî, bir peygamberin zamanında, onun emriyle mü'minlerin azâb içinde tutulmaları, mümkün ol­madığından, Hz. Süleyman'ın emrinde zorla çalış­tırılan bu cinlerin mü'min cinlerden olmadığını söylemektedir.[312] Hamdi Yazır da, Hz. Süleyman'ın emrine verilenlerin ins ve cin şeytânlarına mensup, mimar, usta ve kalfa vb. bina yapanlarla, deniz dip­lerine dalmakta mahir olan dalgıçlar ve başka diğer san'atkârlar olduğunu söylemektedir. [313] Yazır, Hz. Süleyman'ın emrinde çalışan cinlerin ufak bir sap­maları halinde yanacak vaziyette, ateş kenarında şiddetli bir baskı altında çalıştıklarını kaydettikten sonra, ilgili âyetten, burada çalışan cinlerin san'atm inceliklerim bilen, san'atkâr kimseler olduğunun anlaşıldığım söylüyor.[314] Buna göre, cinlerin bilgileri o dönem insanlarına göre daha fazla olduğundan, kendilerinden yararlanılmış da olabilir.[315] Kitâb-ı Mukaddes'te, bu konuda bazı bilgiler yer almak­tadır. I. Krallar Bölümü'nde bu hususta şunlar kay­dedilmiştir: "Kral Süleyman, bütün İsrâel'den angar­yacılar topladı... ve angaryacıların başında Adoniram vardı. Ve Süleyman'ın yük taşıyan yetmişbin ve dağlarda taş kesen seksenbin adamı, bunlardan başka, Süleyman'ın işde çalışan kavmin üzerine hükmeden, işin başında bulunan üçbinbeşyüz baş kahyaları vardı." [316] Hz. Süleyman'ın emrinde çalı­şan bu kimselerin isyan etmesi de pek tabii ki mümkün değildi.[317] Hayrullah Örs un kaydettiğine göre, Hz. Süleyman, Tyros Kralı Hiram ile dostluk kurmuştu. İsrâiloğullan'nm koyu bir düşmanı Kenânîler'den olan Kral Hiram, Baal denilen bir puta tap­maktaydı. Hz. Süleyman ondan, Lübnan dağların­dan sedir ağacı kesmek için izin istemiş,[318] Hiram da bunu kabul etmişti. Ayrıca keresteleri denize ka­dar indirmeyi ve denizden gemilerle istenilen yere kadar göndermeyi de üzerine almıştı. Ayrıca Hz. Süleyman, tapmağın maden işlerini yaptırmak için Kral Hiram'dan bir usta istemiş, o da "Her türlü balar işlerinde usta olan", îsrâiloğullan'na mensup Naftali sıbtmdan dul bir kadının oğlu olan Hiramı göndermişti. Hz. Süleyman Akabe körfezinde İsrail'in tek limanı olan Etsyon-Geber'de gemiler yaptırmış, Kral Hiram da kendi kullarım, denizi bilen gemicile­ri, bu gemilerde Hz. Süleyman'ın kullan ile birlikte çalışmak üzere göndermisti. [319] Yine Hayrullah Örs, "Eski Etsyon-Geber'de (Şimdiki Ellat) yakınlarında yapılan kazılar şaşılacak sonuçlar vermiştir. Bura­daki, demir elde etmek için kullanılan yüksek fırınlar birer teknik harikasıdır. Bunlardan o za­manlar, Besmer usûlüne benzer bir yolda çelik elde edildiğini öğrenmiş bulunuyoruz. Bundan başka Hz. Süleyman'ın işletmiş olduğu bakır madenleri de meydana çıkmıştır... Bunların bulunuşu Eski Ahid'de anlatılan tunçtan mezbahlar, Tapmaktaki tunç denizi demlen muazzam havuz gibi maden işlerinin hayal olmadığını açıklamıştır. Hz. Süley­man, Finike'den uzmanlar getirtmiş ve onların yardımıyla bu büyük maden endüstrisini geliştir­miştir." [320] demektedir.

Bu arkeolojik kazıların sonuçlarının, pek tabii ki "Kur'ân-ı Kerîm'i tasdik ettiği açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak Kur'ân'da, Hz. Davud'a "demiri yumu­şattığını" [321] Hz. Süleyman için, "su gibi erimiş bakır akıttığım"[322] emrine verdiği cin ve insan cin­sine mensup şeytânların (ustaların, san'atkârların) Hz. Süleyman için mâbedler, heykeller, büyük havuz­lara benzer çanaklar ve taşınması güç kazanlar ve başka ne isterse yaptıklarını,[323] bu kimselerin için­de bina ustaları, dalgıç gibi denizcilikle uğraşanlar ve diğer san'atkârların bulunduğunu haber vermek­tedir. [324] Hayrullah Örs, bu işleri yapan ustalar hakkında, "Üstelik bunu yapan ustalar da, (Döküm­cü Hiram'm tek başına bu işleri yapamayacağı belli­dir) Yahve'nin baş düşmanı ve Baal'in kulları Feni­kelilerdi" demektedir.[325] Örs'ün bu satırlarından Hz. Süleymân'ın emrinde çalıştırdığı kimselerin Fenikeli putperestler olduğu ortaya çıkmakta ve Kur'ân-ı Kerîm'de bunlara, inanmayan san'atkâr kimseler ol­dukları için "Şeytânlar" denildiği anlaşılmaktadır.[326]

Süleyman Ateş, Sebe sûresi 12. âyetinde bahse­dilen ifadesiyle bakırın değil, petrolün (katran) kasdedildiğini, M. İzzet Derveze'nin da aynı görüşte olduğunu kaydetmektedir. Buna göre, ilgi­li âyette Hz. Süleyman için "su gibi erimiş katran (petrol) akıttık" denilmiş olması gerekmektedir.[327] Ancak diğer bazı müfessirler, Hz. Süleyman için, eri­miş su gibi akıtılan şeyin petrol değil, bakır olduğu görüşündedirler.[328] Petrol, yerin altından sıvı halde fışkırmaktadır, katı bir madde olmadığı için su gibi eritilmesi söz konusu değildir. Halbuki bakır, tabi­atta katı halde bulunmaktadır ve elde edilebilmesi için, ısıtılıp eritilerek su gibi akıtılması gerekmekte­dir. Nitekim Hayrullah Örs'ün de, bölgede yapılan arkeolojik kazılarla, Hz. Süleyman'ın işletmiş oldu­ğu bakır madenlerinin meydana çıktığını söylediğini yukarıda kaydetmiştik. Örs, Hz. Süleyman için yapı­lan şeyleri şu şekilde sıralamaktadır: "Bunlardan en önemliside, lam Musak' yani 'Dökme Deniz' adı veri­len tunç havuzdu. Havuz, o zamanlar için Yahve'nin timsali olan on iki tunç boğa üzerinde durmaktaydı. Tapmağa lâzım olan su buna konurdu ve tekerlekli bir su deposuyla istenilen yerlere taşınırdı. Bu kap da o zamanlardaki maden işçiliğinin bir şaheseri idi. Bütün kürekler, maşalar, külkaplan, gelberiler de gene tunçtan yapılmıştı. Hiram'ın bunlardan başka, Süleyman'ın sarayı ve Tapınak için kırksekiz direk döktüğü de yazılıdır. Bu muazzam döküm işleri Kudüste değil, killi Şeıia vadisinde yapılmıştı. Altın eşyanın listesi de gerçekten insanı şaşırtacak bir zenginliği anlatmaktadır. " [329]

Kur'ân-ı Kerîm, hüdhüd kuşunun Hz. Süley­man'a gelip, Sebeliler'in Güneş'e taptıklarını haber verdiğim de kaydetmektedir. Kur'ân'm bildirdiğine göre, Sebe halkını Güneş'e tapmaya sevkeden, onlara yaptıklarını güzel göstererek doğru yoldan alıkoyan da şeytândı. [330] Cenâb-ı Hak, diğer bazı âyetlerde de şeytânı dost edinmekten sakındırmış, şeytânı dost edinenle­rin sapıklığı hakettiklerini bildirilmiştir.[331]Cehennem'deki Zakkum ağacının tomurcukları da şeytânın başına benzetilmiştir.[332]Ayrıca, faiz yiyen ve faizi sanki bir alış-verişmiş gibi meşru sayan kimselerin kıyâmet'te mezarlarından şeytân çarpmış gibi kal­kacakları haber verilmiştir.,[333] böylece faizin de şeytânın hoşlandığı fiillerden birisi olduğuna işaret edilmiştir. Sonuç olarak, Kur'ân'ın bildirdiğine göre, mü'minler şeytânın vesvese ve telkinlerine karşı uyanık olmalı, bu konuda devamlı olarak Allah'ın nimet ve rahmetini, yardımını istemelidir.[334]

 

2. HADİSLER'E GÖRE ŞEYTAN

 

Hadislerde çeşitli konularla ilgili olarak Şeytân'dan bahsedildiği görülmektedir. Biz, konuyu mümkün olduğu kadar ana başlıklar altında sınıf­landırarak incelemeye çalışacağız. Bu konular arasında, şeytândan Allah'a sığınmak, ibâdetler, kadınlar, sağlıkla ilgili hususlar, rüyalar, çeşitli hay­vanlar, haramlar, yeme-içme, eğlenceler, günlük hay­atla ilgili bazı hususların şeytânla münâsebeti ve şeytânla ilgili bazı görüşler yer almaktadır. Kaydet­mek gerekirse, hadislerin topluca değerlendiril­mesinden, şeytânın insanın iç ve dış dünyasını çepeçevre kuşattığı, ibâdetinden, yeme-içmesin den, günlük ihtiyaçlarından, rüyasına varıncaya kadar her alanda onun karşısına çıktığı anlaşılmaktadır. Bu açıdan bir insanın ona karşı yürüttüğü savaşta muvaffak olabilmesi için, her işinde mutlaka onun şerrinden Allah'a sığınması gerektiği açıktır. Biz de taşlanmış ve kovulmuş şeytândan âlemlerin ya­ratıcısı olan Yüce Allah'a sığınıyor, İbâdet Haya­tımız ve Şeytân adını taşıyan ikinci bölümümüze geçiyoruz.

 

İKİNCİ   BÖLÜM

 

İBÂDET HAYATIMIZ VE ŞEYTAN

 

1. ŞEYTANIN ŞERRİNDEN ALLAH'A SIĞINMAYI TAVSİYE EDEN HADİSLER

 

Bu konudaki hadisler incelendiği zaman, insa­na, hayatının her safhasında, her davranışında şeytândan Allah'a sığınılmasının emredildiği görü­lür. Bu sebeple insana, sabah kalkmasından akşam yatağına girmesine, hanımı ile cinsel ilişkide bulun­masına kadar her an kovulmuş Seylân'dan Allah'a sığınması tavsiye edilmiştir. Bu husus, Şeytânla mücâdelede insanın hayatında boş hiçbir ânı bulun­madığını, gece-gündüz devamlı bir şekilde savaşın sürdüğünü ortaya koymaktadır. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Kur'ân okuyacağın zaman kovulmuş şeytândan Allah'a sığın" [335] buyurulmuştur. İnsanın Kur'ân oku­maya başlarken bile Allah'a sığınması emredildiğine göre, diğer zamanlarda da daha dikkatli bir şekilde Allah'a sığınması gerektiği gayet iyi bir şekilde anlaşılmaktadır.

İslâm, temizliğe çok önem vermiş, pisliği, pis yerleri şeytânla îrtîb atlandırmış tır. Bundan mak­sadın, İslâm toplumuna temizliği yerleştirmek, mü'minlerin ruh ve beden sağlığı açısından gerekli tedbirleri almak olduğu açıktır. Nitekim bir hadislerinde Hz. Peygamber, "Helalar, şeytânların hazır bulundukları yerlerdir. Bunun için biriniz tuvalete girmek istediği zaman, Allâhım! Şüphesiz ben, erkek ve dişi şeytânlardan sana sığınırım' desin" [336] buyurmuştur. Peygamberi­miz de (s.a.v.) tuvalete gittikleri zaman, yukarda tavsiye ettikleri gibi, şeytânların şerrinden Allah'a sığınmışlardır.[337]

Aşağıda kaydedeceğimiz bazı hadislerde ise, Allah'ın (c.c.) ismi anıldığı, Kur'ân-ı Kerîm ya da ezan okunduğu zaman Şeytânın süratle kaçtığı bil­dirilmiştir. Tuvaletler ise, Allah'ın zikrinin yapılma­dığı, Kur'ân'ın okunmadığı yerlerdir. Çünkü şeytân­lar Allah'ın adının anılmadığı yerlerden hoşlanırlar. Bunun için Hz. Peygamber, yukardaki hadislerinde "Helalar, şeytânların hazır bulundukları yerlerdir" buurmuşlar ve buralara ihtiyâç için girileceği zaman Allah'a sığınılmasını emretmişlerdir. Bu sebeple bir diğer hadislerinde "Cinler (şeytânlar) ile Âdemoğulları'nın avret mahalleri arasındaki perde, tuvalete girmek istediğinde 'Bismillah' demesidir." [338] buyur­muştur.

Hz. Peygamberin hadislerinden, insanın mah­rem yerlerini şeytânlara bile gösterilmesine cevaz verilmediği anlaşılmaktadır. Buna göre bir insanın, avret mahallerini, cinsel organlarını diğer insanlara göstererek tuvaletini yapması uygun değildir. Sokak­lara, binaların ve duvarların diplerine, sağa-sola tuvalet yapmak da doğru değildir. Kırsal kesimleri­mizde ise, insanlarımız tuvalet diye bir şey bilme­mekte, duvar diplerine, ören yerlerine, küllüklere, açık araziye tuvaletini yapmaya gitmektedir. Ya da mevcut tuvaletler sağlık şartlarına uymamakta, çok tiksindiricibir vaziyette bulunmaktadır. Yollarda, camilerde, okullarda ve diğer toplu mahallerdeki tu­valetleri de temiz tutmak mümkün olmamaktadır. Dinimiz, temizliği emretmesine rağmen, insanımız kirlettiği tuvaleti temizlememekte, birazcık su dökme alışkanlığında bulunmamaktadır. Umûmî tuvaletlerimizin temizliği konusundaki eksiklikleri maalesef yabancı kimseler de dile getirmektedirler. Bu hususları, bir kültür ve medeniyetin nezâfet ve nezâketin yansıması olduğu için burada dile getir­mek zorunda kalmış bulunuyoruz. Köylerimizde, ev­lerde tuvaletin mevcut olmadığını, tuvalet bulunan yerlerde ise bunların sağlık şartlarına uymadığını sık sık görmekteyiz. Bu husus maalesef büyük şehir­lerimizde bile aynı durumdadır. Nüfusu 300.000leri aşan il merkezlerimizde tuvalet kokularından, pis­liğinden camilerimize yaklaşılamamaktadır. Allah'­ın evleri olan bu mâbedlerimize reva gördüğümüz bu içler acısı durumu kaydetmemek insaf ölçülerine sığmaz kanaatindeyiz. Şehirlerimizin içinden kana­lizasyonların, tuvalet lağımlarının döküldüğü dere­ler açıktan akıp gitmekte, çarşılarımız bunların ko­kusundan geçilmemekte, bunun sonucu olarak tifo, kolera vs. gibi çeşitli mikrobik hastalık salgınları or­taya çıkmaktadır. Temizlik imândan geliyorsa veya imânın yarısı ise, herşeyden önce imanlı halkımıza tuvalet nedir? tuvalet temizliği nasıl olur? bunları öğretmek zorundayız. Toplumda ve çevrede temizlik önce kişilerden başlayıp etrafa yansır. Sorumsuzca, yarınları düşünmeden akarsu kaynaklarımıza, ba­rajlara, körfezlere verdiğimiz şehir lağımları bura­ları kirletti. Baraj, deniz ve nehirlerdeki balıkları yok etti. Artık buralara giremez ve bunların nimetle­rinden faydalanamaz olduk. Dahası, İzmir Körfezi'nin, İstanbul'un Halic'inin berbat kokusundan do­layı rahatsız olmadan buralardan geçemez olduk. Kısacası, yukarıdaki hadiste belirtilen, "Şeytânların bulunduğu yerleri" tuvaletlerle sınırlı tutmayıp, ne­hirlere, barajlara ve denizlere yaydık. Böylece insa­noğlu, Allah'ın, kendisinin faydalanması için ya­rattığı Herşeyi kirletip tahrîb etmiş, mecazî anlam­da buraları düşmanı olan şeytâna bırakmıştır. Bütün bunlardan sonra, tuvaleti olmayan köyleri­mizle, tuvalet kokusundan geçilmeyen şehirleri­mizle, burnumuzu, tutmadan duramadığımız körfez­lerimizle bizler temizlik şampiyonluğu yaparcasına, dünyanın karşısına çıkıp, temizliğin öneminden bah­sediyor ve "Bizim dînimiz, temizlik imândandır, demiştir" diyoruz, yabancılar da bize, "Siz onu Kâhire'nin sokaklarına anlatın" diyorlar. Bu duru­mun ne kadar acıklı olduğunu anlatmaya gerek ol­madığı ortadadır.

Hz. Peygamberin, şeytândan Allah'a sığınılma­sını istediği durumlardan birisi de, kişinin hanımıyla cinsel ilişkide bulunacağı andır. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: "Sizden biriniz hanımına yaklaşacağı zaman;

'Allah'ın adıyla. Allâhım! Bizi şeytândan koru ve şeytânı bize verdiğin rızıktan (çocuktan) uzak tut' demiş olsa, eğer Allah (c.c.) onların arasında bir çocuk takdir etmişse, şeytân, doğacak olan o yavruya ebediyyen zarar veremez." [339]

Hadiste, hem cinsel ilişkide bulunan karı-kocanın, hem de doğacak olan çocuğun şeytânın şerrinden Allah'a ısmarlanması gerektiği hususuna işaret edilmektedir. Böyle bir işde bile, Allah'a sığınmayı alışkanlık haline getiren bir kadın ve erkeğin, nef­sine, şehvetine, kapılararak, zinaya, haram yollara sapmayacağı, Allah'ı hatırından çıkarmayacağı, doğabilecek çocuğunu da şeytândan Allah'a ısmarla­yacağı açık bir husustur. Çünkü şeytân, insanı, de­vamlı alarak kendi yoluna çağırmaktadır. Nitekim Câbir ve Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) nakledildiğine göre bir gün Hz. Peygamber ashabına bir çizgi çizmiş ve "Bu Allah'ın yoludur" buyurmuş, daha sonra o çizginin sağ ve solunda da bir takım çizgiler çizerek, "Bunlar da çeşitli yollardır. Bunların herbirinin üzerinde kendine çağıran bir şeytân bulunmak­tadır ." [340] buyurmuştur.

Bazı hadislerde Hz. Peygamberin Şeytân'ın şerrinden korunmak için okunmasını tavsiye ettiği âyet-i kerîmeler ve dualardan bahsedilmektedir. Hz. Peygamberin okunmasını tavsiye ettiği hususlardan birisi Kelime-i Tevhîd'dir. Ümmü Seleme'den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Peygamber, kızı Fâtıma'ya, sabah namazını kıldıktan sonra on kere, akşam na­mazını kıldıktan sonra da on kere, "Allah'tan başka ilâh yoktur, yalnız O vardır. O'nun ortağı yoktur. Mülk Onundur, hamd da Ona mahsus­tur. Dirilten ve öldüren O'dur. O, her şeye kadirdir." demesini istemiştir. Hz. Peygamber, bunu söylediği takdirde, Hz. Fâtıma'nın sabahtan akşama kadar şeytândan ve her kötülükten korunacağını bildirmiştir.[341] Ebû Hureyre'den (r.a.) gelen rivayetlerde ise Hz. Peygamber, bir kimsenin yukardaki hadiste geçen Kelime-i Tevhîd'i, günde yüz defa söylemesi durumunda, bu zikrin o kimse için on köleyi âzad etme sevâbma denk olduğunu, bu kimseye yüz iyilik (hasene) yazılıp, yüz günâhın silindiğim söylemişler, bu zikrin o kimse için akşama kadar şeytânın şei'-rinden güvence olduğunu haber vemişlerdir.[342]

Şeytân'dan korunmak için Hz. Peygamber'in tavsiye ettiği hususlardan birisi de Kur'ân-ı Kerîm okumaktır. Ma'kîl b. Yesâr'dan (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygamber bu maksadla sabahları üç defa, denildikten sonra, Haşr sûresi'nin sonundan üç âyet (22-23-24) okunmasını emretmişlerdir.[343] Ebû Hureyre'nin (r.a.) söylediğine göre, "Bir ev, Kur'ân okun­ması sebebiyle içindekilere geniş gelir. Orada melek­ler hazır bulunur ve şeytânlar kaçar ve o evin hayır ve bereketi çok olur. Yine bir ev, Kur'ân okunmaması sebebiyle içindekilere dar gelir. Oradan melekler gi­der, şeytânlar ise hazır bulunur, o evin hayır ve bere­keti de az olur." [344] Ebû Hureyre'nin (r.a.) naklettiği bir hadiste ise Hz. Peygamber, şeytândan korunmak için evlerde Bakara sûresinin okunmasını emret­miştir: "Evlerinizi kabirlere çevirmeyiniz. Muhakkak ki şeytân, içinde Bakara Sûresi okunan evden kaçar."[345] Yine, Nu'mân b. Beşîr'den (r.a.) nakledil­diğine göre Hz. Peygamber, Bakara Sûresi'nin son iki âyeti 285-286) bir evde üç gün okun­mazsa, o eve şeytân yaklaşır, buyurmuştur. [346] Tirmizî, bu hadisin garîb olduğunu kaydetmektedir. Buna göre îbn Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir: "Herhangi bir evde Bakara sûresi okunursa, şeytân oradan yel­lenerek mutlaka çıkar." [347] "Herhangi birinize, bir ayağını diğerinin üstüne atmış, Bakara Sûresini okumayı bırakıp, şarkı söylerken sakın rastlama­yayım. Şüphesiz ki şeytân, içinde Bakara sûresi oku­nan evden kaçar ."[348]

Hz. Peygamber'den nakledilen diğer bazı hadis­lerde ise, şeytân'ın şerrinden korunmak için Ayetü'l-Kürsî (Bakara, 255) okunması tavsiye edilmiştir. Bu hadislerde bildirildiğine göre, evinde bulunduğu sıra­da veya yatağına girdiği zaman bir kimse Ayetü'l-Kürsî'yi okursa, Allah tarafından vazifeli bir muha­fız sabaha kadar hiç aynlmadaıı o kimsenin yamnda buluııui' ve o süre içinde o kimseye hiçbir şeytân yaklaşamaz.[349] Abdullah b. Mes'ûd da (r.a.) Bakara sûresinden içinde Ayetü'l-Kürsî'nin de bulunduğu on âyeti okuyan kimseye ve ailesine o gün hiçbir şeytânın yaklaşamayacağını, o kişinin evine sabaha kadar hiçbir şeytânın girmesine izin verilmeyeceğini söylemiş tir. [350]

Ebû Sa'îd el-Hudrî, Cübeyr b. Mut'ım ve Abdul­lah b. Mes'ûd'dan (r.a.) nakledilen diğer bazı hadis­lerde ise, Hz. Peygamber'in gece namaza kalktığı za­man üç kere, diyerek Cenâb-ı Hakk'a hamdü sena ettikten sonra,

"Allâhım! Şüphesiz ben taşlanmış şeytândan, sebep olacağı akıl karışıldığından, (kibir) üflemesinden ve (sihir-şiir gibi bâtıl şeyler) üfürmesinden Sana sığınırım" veya, "Taşlanmış şeytândan, sebep olacağı akıl karışma­sından, (kibir) üflemesinden ve (sihir-şiir gibi bâtıl şeyler) üfürmesinden herşeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırım" buyurdukları nakledilmektedir.[351]

Hz. Peygamber, Mescid'e girdikleri zaman da, "Taşlanarak kovulmuş şeytândan büyük Allah'a, O'nun keremli rızâsına, ezelî saltanatına sığınırım" buyururlardı. Hz. Peygamber, bir mü'min mescide girdiğinde bunu söylediği zaman, şeytânın "bu kim­se) bugünün kalan kısmında benden korundu" dediğim haber vermişlerdir.[352]

Hz. Peygamber, ölüm ânında şeytânın insanı al­datmasındanda Allah'a sığınmışlardır. Bazı hadis­lerde bildirildiğine göre, Hz. Peygamber bu konuda şöyle duâ ederlerdi:

"Allâhım! Yüksekten düşmekten, yıkık altında kal­maktan, suda boğulmaktan, yanmaktan Sana sığı­nırım. Ölüm ânında şeytânın beni aldatmasından Sana sığınırım. Yolunda savaşırken düşmandan kaçarken ölmekten Sana sığınırım. Zehirli hayvan sokması sebebiyle ölmekten de Sana sığınırım." [353]

İslâm âlimlerinden Hattâbî, şeytânın, ölürken insana musallat olması demek, onun tevbe etmesine mâni olması, vasiyyet yapıp helâlleşmesine engel ol­ması, Allah'ın rahmetinden ümidini kestirmesi, Ölümü kerîh göstermesi sebebiyle kişinin dünyâdan ayrılmak istememesi, böylece Allah'ın kaza ve kade­rine razı olmaması, bu sebeple de Allah'ın gazabına uğrayarak ölmesidir, demiştir.[354]

Hz. Peygamber, Kâinatın yaratılması hakkında şeytânın verebileceği vesveselerden de Allah'a sığı­nılmasını emretmişlerdir. Bu konuda nakledilen ba­zı hadislerde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

"Muhakkak ki şeytân, sizden birine gelir ve 'Göğü kim yarattı? Yeri kim yarattı?' der. O da, 'Allah' diye cevap verir. En sonunda ona, 'Rabbini kim yarattı?' der. Şeytânın vesvesesi Rabbine ulaşınca o kişi hemen Allah'a sığınsın ve vesveseye son versin." [355] Yine Hz. Peygamber, şeytânın insanın kalbine vereceği vesve­seler konusunda bizleri uyararak şöyle buyur­muşlardır: "Şüphesiz Âdemoğluna hem şeytânın tel­kini, hem de meleğin telkini vardır. Şeytânın telkini, kötülük vâdetmesi ve hakkı yalanlamasıdır. Meleğin telkini ise, iyilik vâdetmesi ve hakla tasdik etmesi­dir. Kim böyle bir şey hissederse onun Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Öbür şeyi (şeytânın telkinini) hisseden kimse ise şeytândan Allah'a sığınsın." Hz. Peygamber daha sonra, "Şeytân size fakirlik vâdeder ve size kötülüğü em­reder" âyetini okumuşlardır.[356]

Bir başka hadislerinde ise, Hz. Peygamber, şeytânın kader konusunda vesvese verebileceğini hatırlatarak şöyle buyurmuşlardır:

"Mü'minlerin herbirinde ayrı ayrı hayır olmakla beraber Allah katında, kuvvetli mü'min zayıf mü'minden daha hayırlı ve daha sevimlidir. Sana fayda verecek şeyler üzerinde hırs ile çalış. Allah'tan yardım iste, acze düşme. Eğer sana bir şey, bir musi­bet gelip çatarsa, keşke ben şöyle yapsaydım, böyle olurdu, deme! Fakat, Allah böyle takdir etmiş, o di­lediğini yaptı, de! Çünkü bu "Keşke" kelimesi şeytânın vesvesesine fırsat verir." [357]

Diğer bir hadiste ise Hz. Peygamber: "Şüphesiz ki şeytân hortumunu Ademoğlunun kalbinin üzerine koyar. Eğer o kimse Allah'ı zikrederse çekilir. Eğer Allah'ı unutursa, onun kalbini yutar" buyurmuşlar­dır. Suyûtî, Enes b. Mâlik'den (r.a.) nakledilen bu hadisin zayıf olduğunu söylemektedir.[358] Ahmed b. Hanbel de, Yahya Peygamber'in kulun şeytândan sığınabileceği en güçlü halin, Allah'ı zikrederken içinde bulunduğu durum olduğunu söylediğim kay­detmektedir. [359]

Yukarıdaki hadiste "Şeytânın Hortumu" ile mecazî bir mânâ kasdedildiği açıktır. Buradan, şeytânın, hasmı olan insanı avlamak için tetikte durduğu, fırsat gözlediği, insanın Allah'tan gâfıl olduğu bir ânında hemen faaliyete geçerek onu günâh ve isyana sürüklediği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, vaktiyle yanlışlıkla Lât ve Uzzâ adlı putlara yemin eden Sa'd b. Ebî Vakkâs'a (r.a) da, üç defa kelime-i tevhidi getirdikten sonra, üç kere şeytândan Allah'a sığınarak üç defa sol tarafına tükürmesini emretmiş ve bir daha böyle bir şey söylememesini tenbih etmişlerdir. [360] Yine Hz. Pey­gamber, geceleri uyuyamayan Hâlid b. el-Velîd'e (r.a.) de şeytândan Allah'a sığınmasını emrederek, şöyle duâ etmesini emretmişlerdir:

"Allâhım! Ey yedi kat göklerin ve gölgelendirdik­lerinin Rabbi! Ey Yerlerin ve sırtında taşıdıklarının Rabbi! Ey şeytânların ve dalâlete düşürdüklerinin Rabbi! Bütün yaratıklarının şerrinden, onlardan bi­rinin bana saldırması veya haksızlık etmesine karşı benim koruyucum ol! Senin himayen altında bulu­nan kişi güçlüdür ve Senin övgün yücedir. Senden başka hiçbir ilâh yoktur, ibâdet edilecek ancak Sen varsın!"[361]

Hz. Peygamber, öfkenin şeytândan olduğunu bil­dirmiş, sinirlenen kimsenin "Taşlanmış şeytândan Allah'a sığınıyorum" demesi halinde öfkesinin geçeceğini haber vermişlerdir.[362] Çoğu, yaralama, öldürme ile sonuçlanan kavga ve münâkaşaların bir anlık öfkeden çıktığı, aile yuva­larının dağıldığı, arkadaşlık ve dostlukların düş­manlığa dönüştüğü, tatlı tatlı devam edip giden iş ortaklıklarının sona erdiği düşünülürse, Hz. Pey­gamber'in öfkenin şeytândan olduğuna dair uyarıla­rının ne kadar önemli olduğu gayet güzel anlaşılır.

Kaydedildiğine göre Hz. Ebû Bekir, Hz. Peygamber'den sabah-akşam okuyabileceği bir duâ öğretme­sini istemiş, Hz. Peygamber de aşağıdaki duayı öğreterek, onun şeytândan Allah'a sığınmasını em­retmiştir:

"Allâhım! Ey gaybı ve görüneni bilen, gökleri ve yeri Yaratan! Ey herşeyin Rabbi ve Sahibi! Senden başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. Nefsimin şerrinden, şeytânın şerrinden ve şirkinden Sana sığınırım."[363]

Nakledildiğine göre, Hz. Peygamber torunları Hasan ve Hüseyin'i (r.a,) "İkinizi de her şeytândan, zehirli hayvanlardan, na­zar değen her gözden, Allah'ın mükemmel olan keli­melerine havale ederim" diyerek, Allah'a ısmarlardı. Hz. Peygamber, Hz. İbrahim'in, oğulları Hz. İsmâil ve İshâk'a da böyle yaptığını haber vermişlerdir.[364] Ebû Hureyre'nin (r.a.) naklettiği bir hadiste ise, Hz. Peygamber göz değmesinin gerçek olduğunu bildir­miş, ayrıca nazar değmesine şeytânın ve insa­noğlunun başkalarına hased etmesinin sebep olduğunu belirtmişlerdir. [365]

Kaydedildiğine göre,, cinlerle görüştüğü geceler­den birisinde veya Mi'râc gecesinde Hz. Peygamber, elinde bir meşale ile kendisine arayan bir şeytân görmüştü. Şeytân, elindeki bu ateşle Hz. Peygamber'in yüzünü yakmak istiyordu. Bunun üzerine he­men Cebrail (a.s.) indi ve Hz. Peygambere: 'Sana, okuduğun zaman onun ateşini söndürecek ve onu yüz üstü düşürecek kelimeleri öğreteyim mi?' dedi. Hz. Peygamber de, 'Evet, öğret' deyince, Cebrail (r.a.) şunları oku dedi:

"Gökten inen azabından, yerden yükselen kötülük­lerin şerrinden, yerin altında ve üstünde yarattığı mahlûkların şerrinden, gece ve gündüzün fitnelerin­den, hayır için atılmamış her yıldızın şerrinden, Allah'a ve O'nun hiçbir iyi ve kötünün ulaşamacağı tam kelimelerine sığınırım". Hz, Peygamber'in bu duâya okuyarak Allah'a sığınmasından sonra Allah'ın o şeytânları bozguna uğrattığı, ateşlerinin söndüğü kaydedilmektedir. [366]

Bir diğer hadiste ise, insan ve cin şeytânlarının varlığından söz edilmektedir. Buna göre, Hz. Pey­gamber, Ebû Zer'e (r.a.) insan ve cin şeytânlarının şerrinden Allah'a sığınmasını emretmiştir. Bunun üzerine Ebû Zer (r.a.), "İnsan şeytânları var mı?" diye sormuş, Hz. Peygamber de "Evet" buyurarak, "Aldatmak için birbirine câzib sözler fısıldayan cin ve insan şeytânlarını her peygambere düşman kıldık" [367] âyetini okumuştur. [368] İbn Abbâs'tan (r.a.) nakledilen bir diğer hadislerinde ise, Hz. Peygamber, kendilerinin arkasından söven bir şahsı, "Şeytânın iki gözüyle bakan kimse" olarak vasıflandırmıştır.[369] Yine Hz. Peygamber, çirkin şiirler söyleyen bir şair için "Bu şeytânı huzurumdan çıkarınız. Şüphe­siz bir adamın içinin irinle dolması, kendisi için (böyle çirkin) şiirler dolmasından daha iyidir."[370] buyurmuştur. Kaydettiğimiz bu hadislerle Hz. Pey­gamberin insan şeytânlarının varlığına işaret ettiği görülmektedir. Bazı hadislerde ise, Ashâb'dan Ammâr b. Yâsir'in (r.a.), Hz. Peygamber'in duası sebe­biyle şeytânın şerrinden korunduğu nakledilmekte­dir. [371] Ammar b. Yâsir (r.a.) ilk müslüman olan kim­selerdendir. Babası Yâsir ve annesi Sümeyye {r.a.) ilk İslâm şehidlerinden olup, Ammâr'ın kendisi de, müslüman olduğu için Mekke'de müşriklerin çok büyük eziyet ve işkencelerine maruz kalmıştır. Bu açıdan kendisi ve ailesi Hz. Peygamber'in duasına mazhar olmuşlardır.

 

2. NAMAZ VE ŞEYTÂN

 

Bu konudaki hadislerin incelenmesinden, Şey­tân'ın vesvese vererek, gaflete daldırıp unutturarak ibâdetlere engel olmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Şeytân'm ibâdetlerle ilgisi hususunda yaptığımız araştırmamızda, bu konuyla ilgili hadislerin daha çok namaz ibâdeti üzerinde yoğunlaştığını görmüş bulunmaktayız. Daha sonra da, oruç, zekât, adak ve duâ konuları gelmektedir. Bu husus, İslâm ibâde­tinin temelinin namaz olduğunu, Allah düşmanı şeytânın da bu açıdan namaz üzerinde çok dur­duğunu hatıra getirmektedir. Şeytânın insanı na­mazdan alıkoymaya çalışması, namazda unut­kanlık, gaflet ve vesvese vererek, insanın huşu içinde ibâdet yapmasına mâni olmaya çalışması bir gerçek olduğu için, Hz. Peygamber de bu konuda ümmetine bir çok uyarıda bulunmuştur. Bu konudaki hadisle­rin çokluğu, bu hususun doğru olduğunu ortaya koyan bir husustur.

Hz. Peygamber'den nakledildiğine göre, abdestin "Velehân" adlı bir şeytânı vardır. Bunun için Hz. Peygamber, "Suyun Vesvâs'ından (Şeytânından) sakının" buyurmuştur.[372] Hz. Peygamber bu hadislerinde, abdest alırken şeytânın vesvese verme­sinden, evhama kapılarak abdestim olmadı endişesiyle defalarca yeniden abdest alınmasından ve böylece suyun israf edilmesinden, kişinin yaptığı ibâdetlerin olmadığı düşüncesine kapılmasından sakındırmak istediği anlaşılmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber bu davranışıyla, ümmetinin ruh sağlığım korumak da istemiştir. Tirmizî, yukarda kaydet­tiğimiz hadisin râvîlerinden Hârice b. Mus'ab'ın zayıf bir kimse olduğunu, hadisin isnadının sahîh ol­madığını, bu sebeple Ubey b. Ka'b (r.a.) vasıtasıyla nakledilen bu hadisin garîb olduğunu söylemiştir. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadiste ise Hz. Peygamber, bir defasında Mescid'de ashabına na­maz kıldırırken Rûm sûresini okumuş, fakat kıraa­tin bir kısmında karıştırmıştır. Daha sonra, bazı­larının namaza abdestsiz olarak gelmelerinden do­layı şeytânın kendisine namazda okumayı karıştırdığını bildirerek, ashabına namaza geldikleri zaman güzelce abdest almalarını emretmiş tir. [373] Burada konumuzla ilgili olan husus, namaz, Kâ'be'yi tavaf gibi ibâdetleri yaparken abdestli olmak gerektiği, aksi takdirde şeytâna vesvese vermesi için fırsat ve­rildiğidir.

Hz. Peygamber’den nakledilen diğer bazı hadis­lerde ise, şeytânın namazda insana "Abdestin bozul­du" şeklinde vesvese verdiğinden bahsedilmektedir. Pek tabii ki bu durum, insanın ibâdetteki huzur ve huşûunu bozar, tüm benliğiyle Allah'a yönelmesine engel olur. Kişi, abdesti kaçtı sanarak, namazını bo­zar durur. Böylece şeytânın oyuncağı haline gelir, yaptığı ibâdetin ciddiyet ve vakarı kalmaz. Sonuç itibariyle bu durum bazı kimselerin ruh sağlığının bozulmasına yol açar. Bunun için Hz. Peygamber müslümanları bu konuda dikkatli olmaya çağırarak şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki sizden biriniz na­mazdayken şeytân gelir ve poposundan bir kıl kopa­rarak, onu uzatır. Bunun üzerine namaz kılmakta olan kimse abdesti bozuldu sanır. Bu durumdaki kimseler bir ses duymadan veya bir koku almadan sakın namazlarını bozmasınlar." [374] Bir diğer ha­diste ise Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

"Sizden biriniz namazdayken Şeytân ona gelir ve o kimseyi bir adamın hayvanını yumuşakça zap­tettiği gibi ele geçirir. Onun üzerine yerleşince o kim­senin kalçalarının arasından, onu namazdan vaz geçirmek için yellenme gibi bir şey yapar. Sizden bi­risi böyle bir durumla karşılaşırsa, şüphe bırakma­yacak bir şekilde, kesin olarak bir ses ya da koku hissetmedikçe namazım bozmasın." [375] Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) nakledilen bir başka hadiste de Hz. Peygamber: "Sizden biriniz namaz kıldığı vakit, faz­la mı kıldı? eksik mi? bilmez ise oturduğu yerden iki (sehiv) secdesi yapsın. Şeytân ona gelip de 'abdestin bozuldu' derse, ona 'yalancısın' desin. Fakat burnu ile koku alır, kulağıyla ses duyarsa o başka" [376] bu­yurmuşlardır.Bu hadislerden anlaşıldığına göre, bir insanın yellenme yoluyla abdestinin bozulduğuna hükmedilebilmesi için, iki alâmet ortaya konmuştur. Bunlar da koku ve sestir. Bunlardan birisi bulunduğu tak­dirde o kimsenin abdestinin bozulduğuna hükmolunabilir. Aksi takdirde o kimse, namazına devam et­mek durumundadır. Bir namaz için on kere abdest alabilecek yapıda vesveseli insanların mevcut oldu­ğunu göz önünde bulundurursak, Hz. Peygamberin bu uyarılarının ne kadar yararlı olduğunu daha iyi anlayabiliriz. Nitekim, İslâm Hukûku'nun temel esaslarından olan "Şek ile yakın zail olmaz" prensi­bi de bu hususları bir kayda bağlamaktadır.

Şeytânın vesvesesinden Allah'a sığınarak, şimdi de ezanla ilgili bazı hadislerden söz etmek istiyoruz. Hz. Peygamber bu konuyla ilgili olarak bir hadisle­rinde: "...Şüphesiz şeytân, namaz için ezan okunduğu zaman süratle koşarak geri döner ve kaçar" [377] bu­yurmuşlardır. Hz. Peygamber'den nakledilen daha detaylı bir hadiste ise şöyle buyurulmuştur: "Namaz için ezan okunduğu zaman, Şeytân onu duymamak için gerisin geriye dönüp yellenerek kaçar. Ezan bi­tince yine gelir. Namaz için Kâmet getirildiği zaman tekrar geriye dönüp kaçar. Kamet bitince de tekrar gelerek insan ile nefsi arasına sokulur. Filân şeyi hatırla, filân şeyi hatırla diyerek, namazdan önce in­sanın hiç de aklında bulunmayan şeyleri hatırına getirir durur. O kişi artık kaç rekat kıldığını bilmez hale gelinceye kadar onunla uğraşmaya devam eder. Herhangi biriniz kaç rekat kıldığını bilemediği zaman, otururken iki secde yapsın." [378]

Yukarıdaki hadiste, şeytânın kaçarken içine düştüğü durum, ansızın büyük bir korku ve dehşete kapılan kimsenin haline benzetilmiştir. Böyle büyük bir korkuya kapılan kimsenin nasıl dizlerinin bağı çözülür, bütün sinirleri boşanır, mafsalları tutmaz olur, idrarını bile kaçırırsa, ezan okunduğu zaman şeytân da aynı duruma düşer, küçük ve büyük abdestini bile tutamayan kimse gibi, yellenerek kaçar. Ha­dis âlimlerinden Tıybî, şeytânın ezam işitmemek için kendi sesi ile yaygara yaptığını, onun ezam duy­mamak için çıkardığı bu sesin yellenme diye teşbih edildiğini, gerçekte şeytânın yellenmesinin olmadı­ğını söylemiştir. Kanaatimizce doğrusu da budur. Bu ifâde ile mecaz kasdedilmiştir. Fakat, şeytânın gerçek anlamda yellendiğini söyleyen âlimler de vardır. Bu açıdan hadiste geçen tabiri­nin her iki mânâya geldiği de ileri sürülmüştür. 'Tellenme" mânâsına geldiği gibi, Esma'î'-nin belirttiğine göre, hızla koşarak kaçma anlamına da gelmektedir. Şeytân'ın bu kadar kaçıp kork­masının sebepleri ise şöyle açıklanmıştır:

1) Hz. Peygamber’in bildirdiğine göre, Kıyamet Günü her şey müezzinin lehine şâhidlik edeceğinden, kendisi hoşlanmadığı böyle bir konumda bulunmak, müezzinin lehine şâhidlik yapmak istemiyor.

2) Ezan, dinin temellerini bünyesinde taşır ve dinin prensiblerini ilân eder. Şeytân ise, yaratılışı gereği bundan nefret eder.

3) Ezan, insanı namaza davet etmektedir. Na­mazda ise, insanın Allâha en yakın olduğu secde rüknü vardır. Şeytân ise secde etmediği için, Allah'ın rahmetinden kovulmuş bir varlıktı r.[379]

Bir diğer hadislerinde de Hz. Peygamber, namaz kılarken kendisine şeytânın musallat olarak, na­mazını bozdurmak istediğini, fakat Allah'ın kendisi­ni ona karşı gâlib getirdiğim haber vermişlerdir.[380] Namazda, şeytânın insana vesvese vererek kaç rekat kıldığım bilemez hale getirmesine karşı Hz.Peygam­ber, arka arkaya iki adet sehiv secdesi yapılmasını emretmiş ve bunun şeytânın burnunu yere sürte­ceğini, vesvesesine engel olacağını, bildirmiştir. [381] Hz. Peygamber’in, "Şeytânın burnunun yere sürtülmesi" ifadesiyle mecazî bir anlam kasdettiği, şeytâ­nın vesvese vermesine engel olunabileceğini, kulun Allah'ına en yalan olduğu hal olan secde edilmesiyle şeytâna meydân okunmuş olacağını, kısacası şeytâ­nın mağlûb edileceğini dile getirdikleri anlaşılmak­tadır.

Hz. Peygamber, ashâb'dan Osman b. Ebi'1-Asi (r.a.) Tâif valiliğine tayin etmişti. İşte bu sıralarda Osman (r.a.) Hz. Peygamber'e başvurarak, "Yâ Rasûlallâh! Şeytân benimle namazım ve kıraatim arasına perde oldu. Namaz ve kıraatimi karıştırıp, beni onlarda şüpheye düşürüyor" dedi. Hz. Peygam­ber de, "Bu, Hınzıb (veya Hınzeb) denilen bir şeytândır. Onu hissettiğin zaman, hemen ondan Allah'a sığın ve sol tarafına üç defa tükür" buyurdu. Osman b.Ebi'1-As (r.a.), bu tavsiyeyi yerine getir­diğini ve o şeytânın şerrinden kurtulduğunu söyle­miştir. [382]

Hz. Peygamber'in yukarıda kaydettiğimiz hadi­sinden, şeytânın vesvesesinden kurtulmanın tek yo­lunun Allah'a sığınmak olduğu bir kere daha anlaşılmış olmaktadır. Buraya kadar naklettiğimiz hadislerden namazda şeytânın vesvesesinden saha­benin dahi emîn olamadıkları anlaşılmaktadır. Nitekim Ammâr b. Yâsir'in (r.a.), bir defasında şeytânın vesvesesinden emîn olmak için namazı hızlıca kıldığı nakledilmektedir. [383] Yine, Hz. Ömer'in de, şeytânı kovmak maksadıyla yüksek sesle namaz kıldığı, Hz. Peygamberin kendisine sesini biraz kısmasını tenbihlediğini rivayet edilmiştir.[384]

 

A. Unutma Olayının Şeytânla İlişkisi

 

Bazı âyet ve çoğunluğu namazla ilgili olan bazı hadislerden anlaşıldığına göre, her insanın başına gelen "Unutma" hadisesine şeytânın sebep olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm ve bazı ha­dislerde  anlatıldığına  göre,  Hz.  Mûsâ bir  gün İsrâiloğullan'na kalblerini yumuşatıcı bir hitabede bulunurken, kendisine "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sorulmuş, O da "Benim" diye cevap vermişti. Allah ise ona, iki denizin birleştiği yerde ondan daha âlim bir kul (Hızır) bulunduğunu vahyetti. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, "Ey Rabbim! Onu nasıl bulabili­rim?" diye niyaz etti. Cenâb-ı Hak da: "Zenbiline balık al, onu kaybettiğin yerde hemen dön, onunla karşılacaksın" buyurdu. Hz. Mûsâ da yanında genç arkadaşı olduğu halde yola çıktı. Bu gencin Yûşâ b. Nûn olduğu kaydedilmektedir. Hz. Mûsâ, balığı bir zenbile koymuştu. Daha sonra o gençle birlikte yürümeye başladılar. "Hz. Mûsâ, genç arkadaşına, 'Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım' demişti. İkisi, iki deni­zin birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutmuşlardı. Hz. Mûsâ biraz uyumuştu. O arada balık kımıldadı ve sıçradı. Yanındaki genç de uyusun diye Hz. Musa'yı uyandırmadı. Uyanınca da balığın durumu­nu söylemeyi unuttu. Oradan uzaklaştıklarında Hz. Mûsâ yanındaki gence, 'Azığımızı çıkar, andolsun ki bu yolculuğumuzda yorgun düştük' dedi. O da 'Bak sen, kayalığa vardığımızda balığı unutmuşum. Bana onu hatırlamamı unutturan ancak şeytândır. Balık şaşılacak şekilde denizde yolunu tutup gitmiş' dedi. Hz. Mûsâ, 'İstediğimiz zaten buydu' dedi. Hemen gel­dikleri yoldan izleri üzerinde geri döndüler. Bu arada ikisi-katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve kendisine ilim öğrettiğimiz-kullarımızdan birini bul­dular." [385]Yukarıda kaydettiğimiz âyette, balığı unuttur­ma olayı şeytâna maledilmektedir. Balığın canlana­rak, denize dalmasını Hz. Musa'ya haber vermeyerek unutan, yanındaki gençtir. Ancak ilgili âyette [386] un­utma olayı sadece bu gence değil, Hz. Musa'ya da isnâd edilmekte ve her ikisi "balıklarını unut­muşlardı" denilmektedir. Unutmanın her ikisine birden isnadı, Hz. Mûsâ'nın sormayı, gencin de söylemeyi unutması sebebiyledir.[387]

Kur'ân-ı Kerîm de, Hz. Yûsufla ilgili olarak da bir "Unutma" hâdisesinden söz edilmekte ve bu olay da "şeytâna" isnâd edilmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıldığına göre, kardeşleri Hz. Yûsuf u kıskandık­ları için kuyuya attılar. Oradan geçmekte olan bir kervan da Hz. Yûsufu kuyudan kurtararak, Mısır'a götürdü ve ucuz bir fiyata Mısır'ın ileri gelenlerinden birisine köle olarak sattılar. Daha sonra Allah ta­rafından Hz. Yûsuf a rüyaların nasıl yorumlanacağı öğrenildi. Bir müddet sonra da evin hanımı Hz. Yûsuf a âşık olarak onunla yatmak istedi. Ancak Hz. Yûsuf buna yanaşmadı, bunun sonucu olarak da hapse atıldı.[388] Hz. Yûsufla beraber iki genç daha hapse atılmıştı. Bunlar birer rüya görerek, Hz. Yûsuftan bunları yorumlamasını istediler. Hz. Yûsuf da, onlardan birinin asılarak idam edileceğini, diğerinin kurtularak hükümdarın yakınlarından ola­cağını söyledi.[389] Kurtulacağım ümîd ettiği gence de: "Efendinin yanında beni an!" dedi. Ama şeytân, o gence efendisinin yanında onu hatırlatmayı unuttur­du ve Hz. Yûsuf bu yüzden daha birkaç yıl hapiste kaldı." [390]

Bazı hadislerde, unutma fiili şeytâna isnâd edilmiştir. Bu hadislerin incelenmesinden unutma olayının daha çok namaz ibadetiyle ilgili olduğu görülmektedir. Ebû Hureyre'nin (r.a.) naklettiği bir hadiste bu konuda şöyle anlatılmaktadır: "... Bir de­fasında Hz. Peygamber kalktı ve Mescid'de namaz kıldığı yere kadar gitti. Orada iki saf erkek, bir saf da kadın vardı. Veya iki saf kadın bir saf erkek mev­cuttu. Hz. Peygamber onlara dönerek: 'Eğer şeytân, bana namazımdan bir şey unutturursa, erkekler Sübhânallâh desin, kadınlar da el çırpsınlar' buyur­du. Rasûlullâh (s.a.v.) namazı kıldırdı, fakat namaz­dayken hiçbir şeyi unutmadı. "[391] Daha önce yukarda da kaydettiğimiz bir hadiste ise, Hz. Peygamber bu konuda, "Sizden biriniz namaz lalarken ona şeytân gelir ve namazını karıştırır da, o kişi kaç rekat kıldığını bilemez. Birinizin başına bu durum gelirse, oturduğu halde hemen iki (sehiv) secdesi yapsın" buyurmuşlardır.[392] Yine, daha önce kaydettiğimiz bir hadiste de Hz. Peygamber namazda kıraati karıştırmasını şeytâna nisbet etmişlerdir.[393] Hz. Peygamber'den nakledilen bir başka hadisde de unutma fiili yine şeytâna isnâd edilmektedir. Hadiste anlatıldığına göre, birgün Hz. Peygamber ashabına Cenâb-ı Hakkı zikretmenin faziletinden bahsede­rek, yatacakları zaman yüz kere "Sübhânallâh, Allâhü Ekber ve'1-Hamdülillâhi" demelerini tavsiye etmiş, bunun Mîzân'da on katı sevâb olarak karşıla­rına çıkacağım bildirmişti. Ashâb da, 'Bunları nasıl çekmeyiz, ne kadar kolay' dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Herhangi birinize namazdayken şeytân gelir ve namazdan çıkıncaya kadar ona 'filân işi hatırla, filân işi hatırla' der ve o kişinin başka ih­tiyaçlarım hatırlatır. Bu yüzden o kimse belki tesbîh çekmeyi yapamaz (unutur). Yatağına yattığı zaman da yine ona şeytân gelir ve bu zikri söylemeden uyu­yuncaya kadar o kimsenin yakasını bırakmaz" [394] buyurdu.

Konuyla ilgili olarak kaydettiğimiz âyet ve ha­dislerden çıkarılan sonuç, kişinin ibâdetlerinde her an Allah'ın huzurunda olduğunu bilmesi, bir şuur uyanıklığı içinde olarak, gafletten uzak bulunması­nın istendiğidir. Bir insan zaten günlük hayatının pek az bir bölümünü Allah'ın huzuruna çıkmaya, yani ibâdete ayırmaktadır. Bu pek az bir zaman dili­mini de gaflet içerisinde, başka şeyleri düşünerek geçirirse istenilen kulluk hedefi gerçekleşmemiş, in­san Allah'a karşı gerektiği şekilde itaatini yap­mamış, O'na ibâdetinde gerekli ciddiyet ve samimi­yeti göstermemiş olur. Böylece ezeli düşman olan şeytânın vesveselerine kapılmış onun oyuncayı ola­rak ruh sağlığını da bozmuş olur. Bu durum insanın iş hayatında da günlük hayatında da aynıdır. Kendisine verilen bir vazifeyi unutan, vaktinde yapmayan bir kimse, iş yerini, kendisine güvenenleri zarara uğratır, iş kaybına sebep olur. Karşıdaki âmirine, patronuna veya kendisine o işi emânet eden yakı­nına değer vermediğini göstermiş olur. Kısacası cid­diyetsizliğini, kendisine güvenilemeyeceğini, laubali olduğunu ortaya koymuş olur. Bir memleket ve mil­letin sıkıntılı halinde, bir savaş durumunda kendi­sine verilen bir vazifeyi unutan, vaktinde gerekli yere Önemli bir haberi ulaştırmayan, ya da ilgili yere ge­rekli yardımı göndermeyerek unutan bir kimsenin sebep olacağı zararları düşünmek, bu konunun önemini yeterince ortaya koyar. Bu açıdan insan bu konuda ciddiyet sahibi olmalı, hafızasına güvenemiyorsa unutmamak için gerekli tedbirleri almalıdır. Kendisinden istenilen şeyleri iyi dinlemeli, anla­malı, öğrenmeli, gerekiyorsa notlar almalıdır. Yuk­arıda kaydettiğimiz âyet ve hadislerde bahsedilen unutma olayı, sağlığı yerinde olan normal kimselerin unutmasıdır. Böyle kimselerin unutması, onlarda bir ciddiyetsizlik, prensibsizlik, laubalilik ve disip­linsizlik olduğunu ortaya koyar, kendilerine olan güvem yok eder. Onun için, bu tür davranışlar sonucu meydana gelen unutmalar Rahmanı değil, elbette şeytanîdir. Sonucu itibariyle kişi ve toplumların uğrayacağı zarar, gerersiz yere çekeceği zahmet ve meşakkat söz konusudur. Çünkü şeytân insanın apaçık düşmanıdır, insanın zarar ve meşakkate uğraması onu sevindiren bir husustur. Bu açıdan in­san, böyle sonuçlar doğurabilecek laubaliliklerden, unutma alışkanlıklarından vaz geçmeli, ibâdet ve işlerinde titiz olmalıdır,   Bir de insanın elinde olmayan yaşlılık vs. gibi sebeplerden kaynaklanan unutma olayı vardır. Bu, insanın normal, tabii bir tarafını yansıtmaktadır. Ancak böyle kimseler yine de unutmadan dolayı uğranılabilecek zararlara karşı tedbir almak duru­mundadırlar. Hatırlamakta zorlanacağı şeyleri yaz­malı, ya da emrinde bulunanlar a, yakınlarına, dost­larına kendisine hatırlatmaları için tenbihte bulun­malıdır. İnsanın elinde olmayan bazı unutmalar di­nimizce hoş görülmüştür. Kur'ân-ı Kerîm'de, "Ey Rabbimizi Eğer unutacak veya yanılacak olursak bizi sorumlu tutma!" [395] buyurulmuştur. Yine aynı âyette, "Allah, kişiye ancak gücünün yettiği kadarını yükler, kazandığı iyilik lehine, ettiği kötülük de aley­hinedir. "[396] buyurulmaktadır. Bu açıdan unutma olaylarından bir kısmı, kişinin elinde olmayan se­beplerden meydana gelirse de, bir kısmı onun gücü ve sorumluluğu dahilindedir. Dolayısıyle insan, gücü dâhilinde olan unutma hâdisesinden şiddetle sakın­mak durumundadır. Bunların sonucundan sorumlu­dur. Söz gelimi, bir kimse üzerinde bir pislik görüp temizlemezse, sonra da unutarak namaz kılsa, bu davranışından dolayı mazur görülmez. Pisliği görür görmez hemen temizlemesi gerekirdi, halbuki ihmâl etmiş, sonra da onu temizlemeyi unutmuştur. Yine insan, dînî görevlerini ve bunlara dair bilgileri öğrenmeye çalışmak, sonra da bunları unutmamak için tekrarlamakla yükümlüdür. Unutmayı engelle­mek için gerekli olan "tekrarlamayı" yapmaz ve bu­nun sonucu olarak öğrendiklerini unutursa, bu hu­susta ma'zûr olmaz, sorumlu duruma düşer. Söz gelimi çocukların ya da hayvanların ulaşabileceği yerden bir zehiri kaldırmayan, sonra da unutan kim­se, bu davranışının sonucu olarak o çocuk ya da hay­vanın zehirlenmesinden sorumludur. Bahçede bir kuyuyu ağzı açık olarak unutan bir kimse de, bir canlının oraya düşmesinden sorumludur. Şu halde, bu tür unutmalardan kaçınmak, gerekli tedbirleri al­mak durumundayız.[397] Hz. Peygamber, bu konuyla ilgili olarak, "Ümmetimin yanılmasını, unutmasını ve zorlandığı şeyin (günâhını) Allah (c.c.) bağışla­mıştır" [398] buyurmuşlardır. Pek tabii ki bu hadisde kasdedilen unutma, insanın gücünün yetmediği, elinde olmadan meydana gelen unutmadır. Yukarıda kaydettiğimiz türden unutmalar değildir. Unutma her insanın başına gelebilir. Unutma hâdisesinden kendisini kurtarabilen bir insan da yoktur, peygam­berler de buna dâhildir. Onun için, inşân nisyân ile ma'lüldür denilmiştir. Hz. Peygamber de bir hadisle­rinde bu hususa işaret etmişlerdir. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün ashabına namaz kıldır­mış, ashâbda, fazla veya eksik kıldırdığı kanaati hâsıl olmuştu. Selâm verince kendilerine, "Ey Al­lah'ın Resulü! Namazda bir şey mi oldu?" denildi. Hz. Peygamber de "Bir şey mi var?" buyurdu. Ashâb da, "Şöyle şöyle kıldın " dediler. Hz. Peygamber de diz çöküp kıbleye döndü ve onlara iki sehiv secdesi yaptırdı. Sonra tekrar selâm verdi. Sonra cemaata yüzünü dönerek, "Şayet namazda bir şey olsaydı size haber verirdim. Şüphesiz ben de bir insanım, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Ben unuttuğum vakit, bana hatırlatın. Sizden birisi namazında şüphe ederse, doğrusunu araştırsın, sonra   selâm verip iki (sehiv) secdesi yapsın." [399] buyurdu.

Şu halde insan, yaratılışı gereği unutabilir, an­cak buna karşı tedbir almalı, gücü ve irâdesi dâhilin­de olan unutmalardan korunmaya çalışmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber de, unutmaya karşı tedbir almış,  ashabının kendisine hatırlatmasını iste­miştir. Bilim adamları unutma olayını incelemişler, bunun sebepleri üzerinde durmuşlardır. Unutma olaylarına sebep olan hafıza kaybına (Bellek Yitimi), Tıp dilinde "Amnezi" denilmektedir. Amnezi çeşitli şekillerde olabilir. Amnezi vak'alarmın bir bölümü tedâvî gerektirmekte, bir bölümü de kendiliğinden geçmektedir. Hafızasını yitiren kişinin davranışları normal olmadığından, rahatsızlık kolayca teşhis edilebilmektedir. Unutmaya yol açan, hafıza kaybı­nın başlıca üç sebebi vardır. Bunlar, Travma, Beyin Hastalıkları, Şok ya da Stres'tir. Bir kaza ya da kav­ga sırasında beyin travmasından sonra bellek yitimi (hafıza kaybı) olabildiği gibi, bir darbe sonucu beyin hücrelerinde bir miktar zarara  yol  açan beyin sarsıntısından sonra da hafif ve geçici hafıza kaybı görülebilir. Hafıza kaybı, ilaç alışkanlığı ve alko­lizmde olduğu gibi, zehirli maddelerin beyni etkile­mesi, ya da beyin tümörü gibi merkezî sinir sistemi hastalıkları sonucu da görülebilir. Vitamin, ya da başka maddelerin eksikliği, bakteri enfeksiyonları da hafıza, kaybına yol açabilir. Beyinde belli bölge­lere kan akısmdaki kısa süreli aksamalar da hafıza kaybına yol açabilir. Fiziksel hasarlar dışında ruh­sal kökenli.hafıza kaybı da görülebilir. Histerik Amnezi denilen bu durum, şok ya da dayanılmaz stres durumlarında ortaya çıkar. Histerik hafıza kaybı durumunda Psikiyatrik tedavi gerekir. Beyin sarsıntısına bağlı olan bellek yitimi, dinlenme ve bakım dışında herhangi bir tedâvî uygulamaksızın kısa zamanda kendiliğinden düzelir. Bellek yitimi, alkol veya ilaç zehirlenmelerine bağlıysa, beyinde geniş bir hasar olacağından tedâvî zordur. Yaşlılıkta da hafıza bozukluklarına sık sık rastlanır. Beyin hücreleri öldükçe, beynin yeni bilgileri saklama ka­pasitesi azalır. Bu yüzden yaşlılar yeni olayları hatırlamakta zorlanırlar. Hafızanın bilgiyle dolu ol­ması da, bu konuda birbaşka sebeptir.[400] Bazı bel­lek yitimi biçimleri de, beyinde meydana gelmiş ha­sar veya hastalıktan kaynaklanan türlerden oldukça . farklıdır. Normal kişilerde hipnoz yoluyla meydana getirilebilen hafıza kaybı bunlardandır. Hipnoz olay­ları incelendiği zaman, kendinden geçme (trans) du­rumunun yetersiz bir şekilde hazırlandığı ve hipnoz­cunun bir telkininin hafızayı yeterli bir şekilde engelleyebildiği görülmektedir. [401]

Yukarda kaydettiğimiz bilgilerin ışığında, Kur'ân ve hadislerde bazı unutma olaylarının Şeytân'a isnâd edilmesinin sebebi ortaya çıkmaktadır. Trafik kazası, düşme vs. dol ayı siyle insanın kafasını çarpması (travma) sonucu, beyin sarsıntısına ya da hasarına uğraması her an mümkündür. Bu, insanın elinde olmadan başına gelebilir. Ancak insan, yine de elinden geldiğince dikkatli olmalı, gerekli tedbir­leri almalıdır. Aracına bindiğinde kemerim takmah, trafik kurallarına uymalı, uykusuz veya içkili olarak araç kullanmamalıdır. Ancak, insanın içki kullan­ması, esrar, morfin vs.   gibi  uyuşturucu  maddeler alması ya da hapçı olması tamamen kendi istek ve iradesiyle meydana gelen şeylerdir. Bunun sonucu ol­arak insan ya alkolik olmakta, ya da uyuşturucu bağımlısı olarak kendisini kurt aramamakta, beden ve ruh sağlığım bozmakta, tedaviye muhtaç hale gel­mektedir. Bunun sonunda beyni tahrib olmakta, un­utma olayları meydana gelmektedir. Allah (c.c), Kur'ân'da içkinin, "Şeytân'ın işlerinden bir pislik olduğunu" bildirmiştir.[402]

İnsanın düzensiz bir hayat yaşaması, gece hayatı olması, vaktinde yatıp vaktinde kalkmaması sonucu, ruh ve beden sağlığı gitgide bozulmaktadır. Elinde olmayan durumlar müstesna, kendisini stres altına sokan da yine insandır. Ödemeyeceği kadar borçlanan, kanaat etmeyen, helâl haram düşünme­yen, başkalarının hakkını gözetmeyen, doymak bil­mez oburluğu, aç göziülüğüyle insan bir noktada ken­disini çıkmaza itmekte, strese girerek, ümidini yitir­diği bir anda intihara gitmektedir. Allah'ın varlığını, O'nun herşeyi görüp gözettiğini, kullarını bir gün hesaba çekeceğini düşünmeyen, sıkıntılı anlarında O'na sığınmayan, duâ etmeyen, sabretmesini bilme­yen insan elbette sonunda şoka girer, stres altında beynini, aldım, ruh sağlığını bozar. Bunun sonucu ol­arak da bilim adamlarının bahsettiği Amnezi (Hafıza Kaybı) vak'alan oluşur. Bu durumda Kur'ân ve hadîslerin bazı unutma olaylarını şeytânla irtibatlandırması elbette boşuna değildir. Bunlar, in­sanın ruh ve beden sağlığın korumak gibi bir hik­mete mebnî olarak ortaya konulmuş yüce hakikatlardır. Yukarda arzettiğimiz, alkol, uyuşturucu, hap, düzensiz hayat, aç gözlülük, yarını düşünmeme, hesâblı kitaplı adım atmama sonucu oluşan stresli hayat Allah'ın rızâsına uygun mudur? Bu tür bir hayatın şeytânın arzuları doğrultusunda Olduğu çok açık olduğuna göe, bu gidişin sonucu olarak ortaya çıkan unutmalar da elbette Rahmanı değil, Şeytânî'dir. Kanaatimizce zaten ilgili âyet ve hadisler de buna işaret etmektedir.

 

B. Cemaate Devam Etmek ve Safları Sık Tutmak.

 

Hz. Peygamber, müslümanları cemaata devama ve mescidlere gitmeye teşvik etmiş, birlik ve bera­berlikten aynîınmamasmı istemiştir. Ayrılığın, ıssız bir köşede tek başına yaşamanın tehlikelerine işaret etmiştir. Bir hadislerinde bu konuyla ilgili olarak, müslümanlara cemaata sarılmayı, mescidlerden ve İslâm Toplumundan ayrılmamayı emretmişler, ten­ha yerlerde yalnız başına kalan koyunu bir kurdun gelip parçaladığı gibi, şeytânın da insanın kurdu olduğunu ve cemaattan ayrılan müslümam kapıp av­layabileceğim haber vermişlerdir.[403] Yine Hz. Pey­gamber, namazda safların sık ve düz tutulması, in­tizamlı olması için ashabını uyarmış ve saflarda boşluklar bırakılmasının şeytânın işine yaradığım bildirmiştir. Enes'den (r.a.) nakledildiğine göre, bir defasında Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

"Saflarınızı sıkı tutun, arasını yaklaştırın. Bo­yunları aynı hizaya getirin. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben. şeytânı küçük bir siyah koyun gibi safın boşluklarından girerken görüyorum" [404] Hz. Peygamber, diğer bir hadislerinde de, namaz kılarken saflarda şeytâna boşluklar bırakıl­mamasını emretmişlerdir. [405] Hz. Peygamberin, bu sözleriyle,ashabını disiplin ve intizâma sokmak is­tediği, gevşeklik ve disiplinsizlikten uzak tutarak onlara enerjik bir yapı kazandırmak istediği anlaşılmaktadır. Yine Hz. Peygamber, bu hadisleriyle müslümanların birbirini sevmesini, birbirine kenetlenmesini tavsiye etmiş, tefrika ve ayrılığa, parçalanıp bölünmeye, düşmanlıklara düşmemeleri için onları uyarmıştır. Çünkü içki ve kumar meclisle­rinde olduğu gibi Şeytân insanların arasına düş­manlık ve fitne sokmak için her an hazır beklemek­tedir.[406] Ona fırsat tanımamak, fitne ve düşmanlık üretmesine zemin hazırlamamak lâzımdır. Bunun yolu da müslümanların birbirini çok sevmesi, birbir­lerine iyice kenetlenmeleridir. Bunun için namazlar­da cemaata devam emredilmiş, müslümanların bir­birlerini sık sık ziyaret etmeleri, görüşmeleri istenmiştir. Gözden uzak olan gönülden de ırak olur, sözü gereğince, müslümanların ayrı ayrı tek başları­na yaşamaları yasaklanmış, 'Cemaatta, birlik ve beraberlikte rahmet olduğu' vurgulanmıştır. Kısaca­sı şeytânı müslümanların arasından kovup, onun ylkıcı tesirini önleyici her türlü tedbir geliştirilmiş­tir. Bu tedbirlerden birisi de namazda cemaata de­vam etmek, mescidlerde safları sık tutmak, yanın­daki mü'min kardeşiyle omuz omuza Allah'ın huzu­runda durmaktır. Bu eğitimi alan müslümanlar, diğer mü'min kardeşleriyle kalben de kenetlenecek, perçinlenecek, şeytânın telkinlerine kapılarak onlara karşı kalben bir çözülme, kin ve düşmanlık duyma­yacak, iç dünyalarında bu tür duygulara yer vermeye­ceklerdir. Kanaatimizce, bu konudaki hadislerde hedeflenen gaye de budur.

 

C. Şeytân'ın Boynuzu

 

Bazı hadislerde Şeytân'ın boynuzu olduğundan söz edilmektedir. Bu konudaki hadisler incelen­diğinde, bunların daha çok namaz konusu ile ilgili ol­arak söylenmiş oldukları görülmektedir. Bu konuda­ki bir hadislerinde Hz. Peygamber namazlarını vaktinde kılmaları için ashabını uyarmış, özellikle güneş doğarken veya güneş batarken namaz kılınmamasını istemiş, bu vakitleri Şeytân ile irtibatlandırarak şöyle buyurmuşlardır:

"Namaz kılmak için ne güneşin doğma vaktini ne de batma vaktini gözetmeyiniz. Çünkü o Şey­tân'ın iki boynuzu arasından doğar ve Şeytânın iki boynuzu arasından batar." [407]

Bu konuda Hz. Peygamber'den nakledilen diğer bir hadiste ise şöyle buyurulmuştur: "Şeytânın iki boynuzu Güneş'le beraber doğar. Güneş yükselince Şeytân ondan ayrılır. Güneş semânın ortasında olun­ca, Şeytân Güneş'le beraber olur. Güneş batıya meyledince Şeytân Güneş'ten ayrılır. Güneş batmaya yaklaşınca Şeytân yine onunla beraber olur. Güneş batınca Şeytân  ondan  ayrılır.  Bunun içiıı bu üç vakitte namaz kılmayınız."[408] Bu hadisin mürsel olduğu, fakat ricalinin sika olduğu bildirilmiştir. Aynı konuda Hz. Ömer'den de bir söz nakledilmiştir. Buna göre Hz. Ömer, "Namaz kılmak için Güneş'in doğduğu ve battığı ânı beklemeyiniz. Çünkü Şeytân, doğarken ve batarken Güneş'le beraberdir." [409] demiştir.

Bu hadisleri zahirî manâsına alan İslâm âlimleri, "Şeytânın boynuzu" sözü ile mecaz kasdedilmediğini, onun boynuzunun, başının iki tarafı olduğunu ve Güneş'e tapanlar kendisine secde ediyor gibi olsunlar diye şeytânın başını tam bu vakitlerde Güneş'e yaklaştırdığını, Güneş'in hizasına durarak kendisine taptırmak istediğini söyrlemişler, Şeytân ve taraftarlarına bu vakitlerde namaz kılan kimse­lerin namazını karıştırma gücünün verildiğini de kaydetmişlerdir. [410]

Hz. Peygamber, bu vakitlerde kılman namazın münafık namazı olduğunu haber vererek şöyle bu­yurmuşlardır:

"Bu, münafık namazıdır. Oturur Güneş'i gözler, Güneş Şeytânın iki boynuzu arasında olduğu zaman kalkar, namazı kuşun gagalaması gibi süratle dört rekat kılar. Kıldığı bu namaz içinde Allah'ı pek az zikreder." [411] Hz. Peygamberin, bu hadisleriyle hiçbir özürü olmadığı halde sırf tembelliği yüzünden ikindi namazını neredeyse Güneş batıncaya kadar tehir edenleri bu davranışlarından menetmek istediği anlaşılmaktadır.

Hz. Peygamber'den nakledilen diğer bir hadis bu konuya daha fazla açıklık getirmekte, Güneşin "Şey­tânın iki boynuzu arasından doğması" ifadesiyle ne kasdedildiğini ortaya koymaktadır: Ebu Ümâme'nin (r.a.), Amr b. Abese'den (r.a.) naklettiğine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "...Sabah nama­zını kıl, sonra Güneş doğup yükselinceye kadar na­mazdan el çek. Çünkü Güneş doğarken şeytânın iki boynuzu arasından çıkar. İşte o vakitte kâfirler Güneş'e secde ederler. Sonra da mızrağın gölgesi batıya ve doğuya meyletmediği vakte (istiva vakti) kadar namaz kıl. Çünkü namaza melekler şâhid ve itaatli kullar hazır olur. Sonra namaz kılmaktan kaçın. Çünkü o vakitte Cehennem iyice hararetlen­dirilir. Gölge meylettiği zaman yine namaz kıl. Çünkü namaz, melekler tarafından şâhid olunmuş ve itaatli, kulların hazır bulunduğu bir ibâdettir. Nihayet ikindi namazım kılarsın. Bundan sonra tâ Güneş batmcaya kadar namaz kılmaktan kaçın. Çünkü o, şeytânın iki boynuzu arasında batar. İşte o vakitte kâfirler Güneş'e secde ederler." [412]

Bazı İslâm âlimleri, "Şeytânın boynuzu" ifade­siyle mecaz kasdedildiğini, bunun temsilî bir ifâde olup, şeytân o zaman harekete geçer, insana musallat olur anlamına geldiğini söylemişlerdir.[413] Aynı şekilde, "Şeytân'ın boynuzu" sözüyle, "Şeytân'ın ta­raftarları" kasdedilmiştir görüşünde olan âlimler de vardır. Son olarak kaydettiğimiz hadisten anlaşıl­dığına göre, Hz.Peygamberin bu ifâdesinden, o saat­lerin Güneş'e tapanların ibâdet vakitleri olduğunu, bunların şeytânın telkin ve vesvesesi sebebiyle tevhidi bırakıp şirke yöneldiklerini, dolayısıyle bu vakitlerin bir kısım insanlar üzerinde şeytânın hâkimiyetinin sağlandığı zamanlar olduğunu kasdettiğini ve ümmetini Güneş'e ibâdet edenlere ben­zemekten sakındırmak istediğini anlamaktayız. İlerde de kaydedeceğimiz gibi Hz.Peygamberin diğer bazı hadislerinde de "Şeytân'ın boynuzu" tabiri geçmektedir ve bu hadisler namazla ilgili değildir. Bunların incelenmesinden de bu tabirle mecazî bir anlam kasdedildiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim Güneş'e tapanların sabah Güneş doğarken, öğleyin zeval vaktinde, bir de Güneş batarken ibâdet ettikle­ri kaydedilmekteuir.[414] Şu halde, Güneş'in, şeytânın iki boynuzu arasına girmesi, onun doğmak veya bat­mak üzere oluşundan kinayedir. Bu tabirle namaz kılmak için "Kerahet Vakti"nin girdiği de kasdedilmiş olmaktadır.

"Şeytânın Boynuzu" deyimiyle mecazı bir anlam kasdedildiğini ortaya koyan bazı hadisler ise şunlar­dır:

Abdullah b. Ömer'den (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygamber bir gün Mescid'de ayağa kalktı ve hutbe esnasında eliyle Hz. Âişe'nin evi tarafını işaret ederek üç defa, "İşte fitne bu taraftadır, şeytânın boynuzunun doğacağı yerdedir" buyurdu.[415] Hz. Peygamber eliyle Hz. Aişe'nin evini değil, evin bulunduğu doğu tarafını işaret etmiştir. Nitekim aynı hadisin Ahmed b. Hanbel tarafından, yine Abdullah b. Ömer'den (r.a.) yapılan rivayeti ise, "Hz. Peygamber, Aişe'nin kapısının yanında ayaktaydı. Bu sırada doğu tarafım işaret ederek, 'Fitne işte bu­rada, Şeytânın boynuzunun doğduğu yerdedir' buyur­du.[416] şeklindedir. Zaten Hz. Aişe'nin evi Mescid'in doğu tarafında bulunmaktaydı.[417] Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği diğer iki rivayette de, Hz. Peygamber'in bu sözü Hz. Aişe'nin evinden çıktıktan sonra doğu tarafını işaret ederek söylediği nakledilmektedir.[418] Hz. Peygamberin işaret ettiği bu doğu tarafın Irak istikâmeti olduğu kaydedilmektedir.[419] Abdul­lah b. Ömer'den(r.a.) nakledilen diğer bir rivayette ise, Hz. Peygamberin hanımı Hz. Hafsa'nın kapısı­nın yanında dikilip, eliyle doğu tarafını işaret ederek iki ya da üç defa, 'Fitne işte şurada, şeytânın boynu­zunun doğacağı yerdedir' buyurduğu zikredilmektedir.[420]

Hz. Peygamber bu hadislerinde, "Şeytânın boy­nuzunun doğduğu yer" ifadesiyle ileride müslümanlar arasından çıkacak fitne ve musibetlerin kay­nağını haber vermişlerdir. Kendilerinin vefatından sonra ortaya çıkan fitnelerin hepsi doğu tarafından kaynaklanmış olduğu için bu haberler Hz. Peygamber'in mucizelerinden sayılır. Belki de bu hadisler, gelecekte Doğu veya Uzak Doğu'dan çıkması muhte­mel olan fitnelerin kaynağına işaret etmektedir. "Şeytân'ın boynuzu" tabiri burada, kuvvet, ta­hakküm, kudret ve iktidara işaret etmektedir. Bu açıdan hadisler, şeytânın ve yandaşlarının doğu ta­rafındaki katmerli hâkimiyet ve iktidarını ifâde etmiş olabilir.[421] Yine, Hz. Peygamber'in doğu ta­rafına işaret etmesi, o zaman doğu tarafında yaşayan insanların çoğunun küfürde olması sebebiy­ledir. Nitekim şimdi de böyledir. Fitnelerin doğudan zuhur etmesi aynı zamanda Cemel ve Sıfıîn savaş­larına da işaret olmalıdır. Haricîler, Necid, Irak ve daha öteye doğru doğu taraflarında ortaya çıkarak, o devirde müslümanlarm başına büyük fitne olmuşlardır.[422] Nitekim, Abdullah b. Ömer'den (r.a.) nakle­dilen diğer bir hadiste bildirildiğine göre, Hz. Pey­gamber Medine'nin, Şam ve Yemen'in mübarek kılınması için duâ etmişti. Orada bulunanlar Necid'in de mübarek kılınması için duâ etmesini iste­mişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Sarsıntılar ve fitneler oradadır. Şeytânın boynuzu da oradan doğar" [423] buyurmuşlardır. Ebu Mes'ûd el-Ensârî'den nakledildiğine göre Hz. Peygamber birgün eliyle Yemen tarafına işaret ederek, "Şüphesiz ki îmân Yemenlidir, şu taraftadır. Dikkat edin, sertlik ve kalblerin katılığı da develerin kuyrukları dibinde on­lara haykıranlarda, şeytânın iki boynuzunun doğa­cağı yöndeki Rebi'a ve Mudar kabîlelerindedir." [424] buyurdu. Bu hadiste de doğu tarafına işaret edil­miştir. Çünkü Rebi'a ve mudar kabileleri doğu taraf­ta meskûn bulunmaktaydılar. İleride meydana gelen fitneler ve karışıklıklar bu taraftan ortaya çıkmış-tır.[425] Burada, Mecûsî olan Acemlerle (İran'daki Sâsânî İmparatorluğu) onların idaresi altındaki Arap bölgelerine de işaret edildiği hatıra gelmekte­dir. Bunların hâkim oldukları bölgeler, Medine'ye nisbetle doğu tarafta bulunmaktaydı. Hükümdarları da Hz. Peygamber'in kendisine gönderdiği İslâm'a davet mektubunu yırtmıştı.[426]

Bazı âlimler, Hz. Peygamberin yukarıdaki ha­diste geçen 'İmân Yemenlidir" sözünü zâlim mânâ­sından çıkararak çeşitli şekillerde tevîl etmişlerdir. Bu âlimler, Hz. Peygamber "İmân Yemenlidir" bu­yurmakla Mekke'yi kasdetmiştir, çünkü Mekke Tihâme'dendir, Tihâme ise Yemen'den sayılır, demişlerdir. Diğer bazı âlimlere göre ise, bu sözle Mekke ve Medine kasdedilmiştir. Çünkü İslâm Mekke'de doğmuş, Medine'de yayılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber bu sözü Tebük'deyken söylemiştir. Mekke ve Medine ise Tebük ile Yemen arasındadır. Tebük'ten Yemen'e işaret edilerek mecazen Yemen bölgesinden sayılan Mekke ve Medine kasdedilmistir. Lügat olarak sağ tarafa Yemen, sol tarafa Yesâr denilir. Krble'nin sağ tarafında bulunduğu için bu laf aya Yemen, sol tarafında bulunan kısma da Şeim, Şam denilmiştir. Hz. Peygamber'in Mekke ve Medine'yi Yemen'den saymaları o tarafta bulunduk­larından dolayıdır. Nitekim Kâ'be'nin Yemen ta­rafına bakan köşesine Rüknü'l-Yemânî denilmekte­dir. Diğer grub âlimlere göre ise, Hz.Peygamber, Ensâr'ı kasdetmiştir. Çünkü onlar aslen Yemenlidir. Hz. Peygamber'e yardım ettikleri için imân onlara nisbet edilmiştir. Ancak hadisi zahirî mânâsına alan İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'in bu sözüyle Yemen ve Yemenlileri kasdettiğini söylemişler ve mezkûr hadisin bazı lafızlarında Hz. Peygamber'in "Size Yemenliler geldi" buyurmasını kendi görüşle­rine delil göstermişlerdir.[427]

Turan Dursun, Yahudilik, Hristiyânlık ve İs­lâm'ın kaynağının Güneş Dini olduğunu, Hz. Pey­gamber'in de İslâm'ın esaslarını dolaylı veya do­laysız olarak bu güneş Dininden aldığını, Kur'ân'da bahsedilen Sâbiîler'in Güneş'e tapanlar olduğunu, Hz.İbrâhîm'in de Güneş'e tapan bir kimse olduğunu ileri sürmüştür.[428] Yine Turan Dursun, Hz. Peygam­berin "İmân Yemenlidir" buyurarak İslâm'a koyduğu esasların kaynağına işaret ettiğini, yeriyurdu, kay­nağı Yemen olan imânın da vahiy menşeli olamaya­cağını ileri sürmüş, kısacası Hz. Peygamber'in bu sözüyle İslâm'ı Yemen'de mevcut bulunan Güneş Dini'nden aldığım îmâ etmiştir.[429]

Turan Dursun'un, Hz. Peygamber'in hadisim saptırdığı ortadadır. İnsanlığın Yahudilik, Hristiyânlık ve İslâm'dan önceki dininin, Güneş Dini olduğu iddiası da, insanın Yaratıcısıyla irtibatını kabul etmeyen, dinin insanlar tarafından şu veya bu şekilde uydurulduğunu iddia eden belli bir grubun görüşlerini yansıtmaktadır. Dolayısıyle bu görüş Dinler Tarihi açısından tartışmalı, kendisince doğru olan faraziyelerden ibarettir. Sâbriliğin Güneş Dini olduğu iddiası ile Turan Dursun'un diğer iddiaları da böyledir. Aksi görüşte olan ilim ve düşünce adam­larının bu konudaki delillerinin daha kuvvetli olduğu da bir gerçektir. Hz. Peygamber, daha önce kaydet­tiğimiz hadislerinde Güneş'e tapanları yermiş ve on­ların bu davranışlarının küfür olduğunu söylemiş, müslümanlarm, onların Güneş'e taptıkları vakit­lerde namaz kılmamalarını emretmiş, şeytânın hâkimiyetinin onların ibâdet ettikleri zamanlarda kuvvetlendiğini belirtmiştir.[430] Kur'ân-ı Kerîm'de Allah Hz. Peygamber'e "Hanîf" olmasını emretmiş,[431] fakat Sâbiî veya Güneş'e tapan bir kimse ol­masını tavsiye etmemiştir. Hz. Peygamber de hiçbir Güneş'e tapanları övmemiş, aksine onların küfürde olduğunu belirtmiştir. Eğer İslâm'ın esaslarım Gü­neş'e tapanlardan alsaydı, onları medhedmesi gere­kirdi. Halbuki durum aksinedir, gerek Kur'ân, gerek­se Hz. Peygamber Hanîfliği, Hz. İbrahim'i, Önceki Hak Dinleri, Hz. Musa'yı, Hz. İsa'yı, asıl Tevrat'ı, Zebur'u ve İncil'i övmektedir, Fakat Aya, Güneş'e yıldızlara, putlara vs. tapanları da şiddetle yermek­tedir. Çünkü İslâm kaynağını Allah'tan alan bir Tevhîd dinidir. Hz. Peygamber'in çağında Yemen'de Güneş Dini'nin hâkim olduğu iddiası gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Süley­man'ın çağında Yemen'de mevcut Sebe' halkının Güneş'e taptıklarını, ancak Hz. Süleyman'ın daveti ve gösterdiği mucizeler sonucu İslâm'a girdiklerini bildirmektedir.[432] Yemen halkı eski dönemlerde za­man zaman Astar (Zühre Yıldızı), Şems (Güneş) gibi gök cisimlerine tapmışlarsa da, Him yerliler döne­minde M. 6. yüzyıl başlarında önce Yahudiliği, daha sonra Hristiyânlığı, daha sonra da İslâmiyet'i kabul etmişlerdir. Şu halde Yemen, putperestlikten vaz­geçerek, sırasıyla Yahudilik, Hristiyânlık ve İslâm olmak üzere tüm Hak Dinler'e kucak açmıştır. Kısa­cası imânın yurdu olmuştur. Sonuç olarak İslâm'ın tüm esaslarının, Yahudilik, Hristiyânlık vasıtasıyla veya doğrudan Yemen'deki Güneş Dini'ııdeıı alındı­ğını, Yahudilik ve Hristiy an lığın da kaynağının aynı Güneş Dini olduğunu iddia etmek, Hz. Peygamber'in "İmân Yemenlidir" sözünü bu doğrultuda saptırmak temelsiz bir düşünceden ibarettir ve atesit teori ve kanaatleri ifade etmektir. Budizm'de, Şama­nizm'de, Brahmanizm'de, Şintoizm'de, Yahudilik'te ve Hristiyânlık'ta her nerede olursa olsun, İslâmî esaslarla paralellik arzeden hususlar İslâm'ın bu dinlerden adapte edildiğini değil, vaktiyle Cenâb-ı Hakkın o topluluklara da bir peygamber ve Hak Din gönderdiğini gösterir. O dinlerdeki, İslâm'la paralel­lik arzeden hususlar da, o Hak Din'in kalıntılarıdır, çünkü insan başı boş yaratılmamış tır. [433] Allah (c.c), bu evreni ve içindeki  herşeyi  oyuncak olsun  diye yaratmamıştır. Herşeyin bir yaratılış gayesi vardır. İşte bu gaye, dünyaya ilk gönderildiği andan itibaren insana bildirilmiş, o gaye doğrultusunda yaşamasını temin edecek İlâhî buyruklar da kendisine gönderil­miştir. Kısasacı, Yeryüzü'nde bulunan dinlerin kay­nağı ilâhîdir. İnsanlığın ilk dini de vahye dayalı Tevhîd'dir. Zamanla insanlık Tevhîd'den (Mono­teizm), Putperestliğe (Politeizm) doğru sapmıştır, putperestlikten Tevhîd'e gelmiş değildir. Yani din, insanların uydurduğu birşey değildir. Allah'ı insan­lar değil, insanları Allah (c.c.) yaratmıştır. Doğrusu da budur. Bu açıdan din, ümiddir, aydınlıktır, ebedî bir hayatı, sonsuz bir mutluluğu müjdeleyen bir gele­cektir. Yine din, çok sevdiği yavrusunu yitiren bir anne için, hayatta en azîz varlığı annesini yitiren bir yavru için tükenmez bir ümid kaynağıdır. Çünkü din, sevdiklerimizin yok olup gitmediğini, ruhlar âlemin­de vatlıklarını sürdürdüklerini, bu yakıcı ve daya­nılmaz ayrılığın geçici olduğunu, onlarla ölümsüz bir hayatta yeniden beraber olacağımızı haber veren bir rahmet kaynağıdır. Bu yönüyle de insanların ruh sağlığını korur, onlara hayatın zorluklarına karşı dayanıklı ve sabırlı olmayı Öğretir. İnsanı normalleştirir, sağlıklı kılar. Ya dinsizlik nedir? Bir ka­ranlık, sonsuz bir yok oluş, kahreden bir ümidsizliktir. Sevdiklerini yitirenlere, yavrusunu kaybeden anneye, annesini kaybeden yavruya onu delirtecek boyutlarda ayrılık, ızdarab ve acıdan başka ne vereb­ilir? Dinsiz görüş, hayatın gayesiz, anlamsız boşuboşuna meydana gelmiş, sonu olmayan bir olaydan ibaret olduğunu insana empoze ederken, ne kadar kahredici ve acımasızdır. Özellikle, çok sevdiklerini yitirenlere karşı ne kadar merhametsizdir.Evet, dini insanların uydurduğunu, Allah'ı in­sanların yarattığını, insanlığın Politeizm'den (Put­perestlik) Monoteizm'e, Tevhîd/Tek Tanrıcılık) doğru gelişme gösterdiğini, insanlığın ilk dininin putpe­restlik olduğunu iddia edenler, bu ümidsizlik, ka-" ranlık ve yok oluş vâdeden görüşlerini desteklemek için ispatlanmamış bir çok iddialar ortaya attılar. Bazan insanlığın maymundan geldiğini söylediler, bazan dinin Tabiat olaylarından korku sebebiyle or­taya atıldığını ileri sürdüler. Daha sonra da kendi­lerinin ortaya attıkları bu safsata teorileri sanki ke­sin bir ilmî gerçekmiş gibi göstererek, görüşlerini desteklemek için delil olarak kullandılar. Başka türlüsü de söz konusu olamayacağına göre, elbette safsata teorinin safsata delili olacaktı. İşte Turan Dursun ve benzerlerinin yukarıda kaydettiğimiz iddi­aları da bu şekildedir. Bu görüşe sahip olanlar, ilk önce hayallerinde efsaneler, teoriler ürettiler, sonra da bunlara dayanarak Semavî dinleri çürütmeye kalktılar. Nitekim Turan Dursun'un şu sözleri de bu şekilde bir tutumun örneğidir:  "Hristiyânlık'ta, 'Güneş Kültü' gibi, 'Ay Kültü' de çok büyük ölçüde ekin olmuştur. 'Bakire Meryem' daha önceki inanç­lardan kalma bir 'Ay Ana'ydı ve 'Bakireyken çocuk doğurduğu yolundaki  efsane  de, -ki bu efsane Kur'ân'da da (özellikle Meryem sûresinde) uzun uzun yer alır 'Ay Ana' diye inanılmış olmasından kaynak­lanıyordu. 'Ay Analar ve bakireyken çocuk doğur­maları' konusunda Cahit Beğenç şu güzel özeti yapıyor: 'Anadolu'da, Cybele Ana bakiredir, babasız oğlu Attis'tir. Bâbil ülkesinin Koca Anası, İştâr Ana, bakiredir, babasız doğan oğlunun adı Tammuz'dur... Mısır ülkesinin Koca Anası, İsis Ana'dır, bakiredir.

Babasız doğan oğlunun, aynı zamanda sevgilisinin adı, Osiris'tir. Batı Anadolu ve Güney Anadolu bölge­sinin Koca Anası Artemis'tir, bakiredir. Babasız oğlu, aynı zamanda sevgilisinin adı Edonis'tir... Hz. Meryem de Koca Ana'dır, bakiredir. Oğlu Isâ ba­basızdı. Adına Meryem Ana derler. Koca Analar, Ay Analardır. Bereket Ma'bûdeleridir. Hristiyânlar Meryem Ana'ya 'Nutre Lune' yani 'Bizim Ay' derler. (Bkz. Beğenç, Anadolu Mitolojisi, s. 70-71 )" [434] Görüleceği üzere Turan Dursun, 1400 kusur yıldır milyarlarca insanm elinde duran Allah'ın sözü Kur'ân'ın karşısına, onu çürütmek maksadıyla "uyduruk" bir efsaneyi çıkartıyor. Bu efsanenin ne zaman ve kimler tarafından "uydurulduğu" da belli değildir. Birtarafta Kur'ân ve bir tarafta efsane!. Bu konuda cevap olarak, efsanenin tarifini vermekten başka bir şeye gerek olmadığı kanaatindeyiz. Türk Dil Kurumunun hazırladığı Türkçe Sözlük'te efsane şu şekilde tarif edilmektedir: "Efsane, 1) Eski çağlardan beri söylenegelen, olağanüstü varlıkları, olayları konu edinen hayali hikâye... 2) Gerçeğe da­yanmayan asılsız söz, hikâye vb." [435]

 

D- Şeytân'ın Kulağa İşemesi

 

Hz. Peygamber'den nakledilen bazı hadislerde şeytânın kulağa işemesinden bahsedilmektedir. Nitekim Abdullah b. Mes'ûd'den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz.Peygamber'in yanında bir adamdan bahse­dilerek, "Bu kimse uykuya dalar, sabah namazına kalkamaz" denilmişti. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber, "Kulaklarına (veya kulağına) şeytânın işediği kimse işte budur" buyurmuşlardır.[436]

"Şeytân'm Kulağa İşemesi"nden ne kasdedildiği hususu âlimler arasında ihtilâfa sebep olmuştur. Bazı âlimlere göre bu cümle bir temsil ve mecazdır. Kâdî îyâd ve diğer bazı âlimlere göre ise bu söz ile hakikat mânâsı kasdedilmiştir. Kurtubî, "Bu sözün, gerçek olmasına bir mâni yoktur, şeytânın yiyip içtiği ve evlendiği sabit olmuştur. Binaelaleyh onun işemesine de bir mâni yoktur" demiştir. Hattâbî ise, bu cümlenin bir temsil olduğunu belirterek, uyuyan kimsenin ağır ve derin bir uykuya dalması, namaz­dan gâfıl olması, kulağına işenildiği için işitmez hale gelen ve duyma hissi arızalanan kimsenin ha­line benzetilmiştir, demektedir. Hattâbî, bu sözün gerçek olmasının da ihtimâl dâhilinde olduğunu be­lirtmiştir. Tahâvî ise, "bu söz, şeytânın o kimseye ta­hakkümünden ve o kimsenin şeytâna tam manâsıyla boyun eğmesinden istiaredir" demektedir. İbn Kuteybe de, "Bevl'den maksad, ifsâd etmektir. Araplar, bevl kelimesini ifsâd etmekten kinaye olarak kul­lanırlar ve filân şeyi batırdı' mânâsına, 'filân şeyin üzerine bevletti (işedi)' derler" demiştir. Turbeştî ise, "Bu durum, şeytânın, namazı terkeden kimseyi küçük görüp, onunla alay etmesinden kinayedir. Bir kimsenin, adî gördüğü, alay ettiği bir şey üzerine işemesi  âdettir.    O  âdı  şey,  hela  kabul  ediliyor demektir" şeklinde açıklamada bulunmuştur, et-Tıybi bu sözün, "Şeytân bu gafilin kulağını bâtıl şeylerle doldurmuş ve kulağında hak sözü işitmeye engel bir sağırlık meydana getirmiştir" mânâsına gelebileceğini belirtmiş, hadiste, uyku mahalli göz olduğu halde onun bırakılarak özellikle kulağın zik­redilmesinin, kulağın uykudan uyandınlmada rol oy­nayan organ olması sebebiyle olduğunu ifâde etmiş­tir. Yine et-Tıybî, bu ifâdenin, uykunun ağırlığına işaret için olduğunu söylemiştir.[437]

Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in bu sözüyle mecaz kasdettiği, her mü'min için farz kılınmış olan sabah namazına kalkamayan ashabını azarla­yarak uyarmış olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Peygam­ber bu sözleriyle sadece ashabını değil, Kıyâmet'e kadar gelecek olan tüm ümmetini de ikâz etmiş, sa­bah namazım geçirmemeleri için tenbih etmiş ol­maktadır. Şu halde müslümanlar, düzenli, disiplinli bir hayata sahip olmalı, vaktinde yatıp uykusunu al­malı ve vaktinde kalkarak bu ibâdetlerini yerine ge­tirmelidir. Gereksiz yere geç vakitlere kadar oturup, televizyonda kendisi için faydası olmayan fîlimleri seyrederek veya oyun oynayarak, sonuç itibariyle kendisine zararından başka bir yönü bulunmayan dedikodularla zaman geçirip, sonra da sabah na­mazına kalkamamak, işe geç gitmek doğru bir husus decildir.

 

E- Şeytân'ın Düğüm Atması

 

Hz. Peygamber'den nakledilen bir hadiste, ''Şeytânın uyuyan kimsenin boynuna düğüm attığın­dan" bahsedilmektedir. Ebû Hureyre'den nakledil­diğine göre Hz.Peygamber bu konuda şöyle buyur­muştur:

"Sizden biriniz gece uyuyunca şeytân onun bo­yun köküne üç düğüm atar. Herbir düğümü atarken, 'Senin önünde uzun bir gece vardır' diye vurur. O kim­se uyanıp, Allah'ı andığı zaman bir düğüm çözülür. Abdest aldığında iki düğüm de çözülür. Namaz kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse neş'eli ve gönlü hoş olarak sabahlar. Aksi takdirde gönlü kirli ve tembel bir halde sabahı eder." [438]

Hadiste bahsedilen, "Şeytânın, insanın boyun köküne üç düğüm vurması" ile ne kasdedildiği âlimler arasında ihtilâfa sebep olmuştur. Bazı âlim­ler bunun, insanı büyülemek anlamında hakikat olduğunu ileri sürmüşler ve sihir yapan kimse, sinir­lediği kimseyi nasıl yerinden kalkamaz hale geti­rirse şeytân da sinirlediği kimseyi yerinden kalka­maz duruma getirir, o kimse uyanıp namaza kalka­maz, demişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, "Şeytân'ın düğüm vurması" ile mecaz kaydedildiğini söylemiş­lerdir. İbn Melek, "Bu bir tembellik ve uyuşukluk düğümüdür ki, şeytân bu tembellik ve uyuşukluğu gâfıl kimselerin üzerine yükler" demiştir. et-Tıybî ise bunun mânâsının, "Şeytânın gaflet ehli kimseleri ağuiaştırıp, bunları bağlanmış gibi hareketten alı­koyması" olduğunu söylemiştir. Beydâvî, "Şeytân'ın düğümü, şeytânın uykuyu süslemesinden, o kimsede uykuya karşı derin bir sevgi uyandırmasından istiare edilmiştir. Düğümlerin üç tane olmasının, Allah'ı zikretmeye, abdest ve namaza karşı birer düğüm edinmiş olmasından, yani şeytânın insanı al­datıp kandırarak bu üç ibâdetten alıkoymasından dolayı" olduğunu belirtmiştir. Bazı âlimler de, şeytânın attığı bu düğümü kalbin bağlanmasından, azim ve irâdenin felce uğramasından ibarettir, şeklinde tefsir etmişlerdir. Buna göre, şeytân, Teheccüd Namazı kılmak arzusunda bulunan mü'min kişinin kalbine, yat, yat! Daha önünde uzun bir gece var' diye vesvese vererek, onu gece namazından alıkoymuş olmaktadır. Bu hadiste kasdedilen kim­selerin hiç gece namazı kılmadan uyuyan ve kalk­maya da niyeti olmayan kimseler olduğu kaydedil­mektedir. Nitekim Hz. Ebû Bekir ve Ebû Hureyre'nin (r.a.) vitir namazını gecenin evvelinde kılarak bir daha namaza kalkmadıkları nakledilmektedir. Gecenin ilk kısmında Vitir Namazı'nı kılarak, gece­nin son kısmında kalkmak niyetiyle yatan, ancak uyanamayarak Teheccüd Namazı kılamayan kimsele­rin de, şeytânın düğüm attığı kimseler grubuna girmedikleri bildirilmektedir.

Sonuç olarak, şeytânın düğümlerinden tabii ve hakikî bir düğüm kasdedilmeyip, mecazî ve ternsîlî bir anlam kasdedildiğine dair görüş daha isabetli gözükmektedir. Bu hadisten çıkan gerçek şudurki, Allah'ı zikretmek,abdest ahp namaz kılmak, şeytânı ve onun telkinlerini, nefsin şerre olan eğilimini defe­der, Teheccüd Namazı kılan mü'minler de gözleri nurlu, gönülleri sevinçli olarak yeni günün sahalıma girerler. Bu neş'e ve sevinç, Teheccüd Namazı kılan mü'minlerin nurlu alınlarında parlar ve açıkça görülür. [439]

Sabah namazına kalkamamanm şeytânla ilgi­sinden bahseden bir başka hadis daha vardır. Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bu hadiste bildiril­diğine göre, Hz. Peygamber ashâbıyla Hayber Gazâsı'ndan dönerken geceleyin istirahat için bir yerde mola vermiş, ancak ashabının sabah na­mazına kalkamayacağından da endişe etmiştir. Hz. Bilâl de onları namaza kaldıracağına dair söz ver­miş fakat kendisi de uyanamamıştır. Böylece Hz. Peygamber ve ashabı yorgunluktan uyuya kalkıp, sa­bah namazına kalkamamış, ancak Güneş doğduktan sonra uyanabilmişlerdir. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber: "Her şahıs kendi binitinin başından tutup yürüsün. Çünkü burası yanımıza şeytân gelmiş bir yerdir" buyurmuş, ashâb da O'nun emrettiğini yapmışlardır. [440]

 

F. Ta'dîl-i Erkâna Uymak ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, namazın ta'dîl-i erkâna uyarak, titizlik ve ciddiyet içerisinde kılınmasını emretmiş, namazda buna aykırı davranışları şeytânla irtibat-landırmışlardır. Bu cümleden olarak da, namaz kılarken kişinin başım sağa sola çevirip, etrafa bak­masını yasaklamışlardır. Nitekim Hz. Aişe, "Hz. Peygamber'e, kişinin namazda başını sağa-sola çevirmesini sordum. O da, 'O, kulun namazının (fazi­letinden) şeytâmn süratle kapıp aşırmakta olduğu bir şeydir' buyurdu, [441] demiştir.

Bu hadisten anlaşıldığına göre, kişi, namaz kılarken, secde mahallinden başka yere, sağa-sola bakmamalıdır. Çünkü bu şekildeki davranış namaz kılan kimsenin kalbinin huzurlu olmadığını, Allah'ın huzuruna durmaya henüz hazır olmadığını gösterir. Bu durum ise, Allah ve Resulünün rızâsına uygun bir hareket tarzı değildir. Kul Allah'ın huzuruna dur­muştur ama, kalbi başka şeylerle meşguldür. Bu yüzden de Allah ve Resûlü'nün razı olmadığı bu fiil, şeytâna nisbet edilmiştir. Namaz kılarken başını sağa-soîa çeviren kişiye şeytân galebe çalmış ve onu Allah'ın zikrinden, huzur ve huşû'dan alıkoymuş de­mektir. Bu durumdaki insanın namazda yanılması, hata yapması da kaçınılmaz olur. İslâm âlimlerin­den et-Tıybî, namaz kılarken sağa-sola bakan kim­senin hüşûunun gittiğini, huşûun gitmesine de istiare yoluyla "Şeytânın ihtilası" (kapıp gitmesi) denilerek, namazda bu fiilin çirkinliğine işaret olun­duğunu, şeytânın bir mü'nıin namaz kılarken fırsat kolladığını, böyle bir hareket yapıldığında şeytânın o fırsatı yakalamış olduğunu söylemiştir. İslâm âlimleri de namazda sağa sola bakmanın tenzîhen mekruh olduğunda ittifak etmişlerdir. Bu sebeple, namaz kılan bir kimsenin boynunu bükerek sağa-sola bakması mekruhtur. Ancak, bu kimse, bedenini kıbleden döndürerek sağa-sola bakarsa, bu durumda namazı da bozulmaktadır. Bu açıdan bu hususta dikkatli olmalı, şeytânın vesvesesine kapılarak na­mazın faziletini eksiltmemelidir. Çünkü Allah'ın huzurunda olduğunu unutan, namaz kıldığından gâfıl olan, kalbine huşu ve huzuru yerleştirmeyen bir kimse, sonunda şeytânın telkinine kapılarak na­mazını da ifsâd edebilir.[442] Sonuç olarak Hz, Pey­gamber, bir insanın namaz kılarken başka şeylerle meşgul olmasını hoş karşılamamış, bunun şeytân­dan olduğunu bildirmiştir. Aynı sebeple de Abdullah b. Ömer (r.a.), namazda çakıl taşlarıyla oynayan bir müslümanı uyarmış ve "Namazdayken çakıl taşla­rıyla oynama.  Çünkü bu yaptığın şeytân işidir. Rasûlullâh'm (s.a.v.) yaptığı gibi yap" demiştir. O kimse de İbn Ömer'e (r.a.), Rasûlullâh namazda nasıl yapardı? diye sorunca, îbn Ömer, teşehhüdde sağ elini sağ uyluğu üzerine koymuş, şehâdet par­mağını kıbleye doğru kaldırarak, gözlerini de par­mağına veya o tarafa dikmiş ve 'Ben Rasûlullah'ı böyle yaparken gördüm" diyere o kimseye tarif etmişti.[443] Yine bu yüzden Hz. Peygamber, Ebû Sa'îd el-Hudrî'ye (r.a.), "Sizden biriniz namaz kıldığı zaman parmaklanın birbirine geçirmesin. Şüphesiz parmakları birbirine geçirmek şeytândandır. Şüphe­siz sizden biriniz Mescid'de olduğu sdrece, çıkıncaya kadar namazdadır" buyurmuşlardır.[444] Hz. Pey­gamberin bu sözünden de, namaz kılarken ta'dîl-i erkâna, namazın edeblerine aykın hareketleri tasvib etmediğini, namazda parmaklan birbirine geçirmek, parmak çıtlatmak vb. davranışların insanın huşu ve huzuruna mâni olduğunu, bu sebeple bunların şeytânın arzu ettiği hususlar olduğunu anlamak­tayız. Hz.Peygamber, namazda ta'dîl-i erkâna aykın olarak oturmayı da yasaklamış, ister iki secde arasında, isterse kaidelerde (1 ve 2. oturuşlarda) kaba etleri topuklar üzerine dayayıp oturmaktan nehyetmiş ve bu şekilde oturuşların şeytânın otu­ruşu olduğunu ifâde etmiştir. Kendileri namazda oturdukları zaman, sol ayaklarını yayar, sağ ayak­larını da dikerlerdim. [445] İslâm âlimleri de ittifakla Hz. Peygamber'in yasakladığı şekilde oturmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.[446]

 

G- Namazda Esnemek ve Şeytân.

 

Hz. Peygamber, namaz kılan bir kişinin bu es­nada şuur uyanıklığı içinde bulunması istemiş, ne kıldığından ve ne okuduğundan habersiz, gaflet içinde bulunmasını hoş görmemiştir. Bu yüzden de uyuşukluk ve rehavet içinde, pinekleyerek, uykulu bir halde esneye esneye namaz kılınmasını tasvib etme­miştir. Bundan dolayı da namazda esnemenin şeytândan olduğunu bildirmiştir. Bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Namazda esnemek şeytândandır. Sizden biri­nize esneme  geldiği  zaman gücü yettiği kadar önlemeye çalışsın."[447]

Bazı İslâm âlimleri namazda esnemenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Esnemek, uykusuz­luğun, yorgunluğun, rehavet ve gafletin, uyuşukluğun belirtisidir. Bu durum, insanın namazda gerekli zi­hin berraklığım sağlamadığının, Allah'ın huzurunda olduğunun tam bilincinde olmadığının ve O'na tüm benliğiyle yönelmediğinin bir göstergesidir. Şeytânın insanı ibâdetten alıkoymak için gayret ettiği bilin­diğine göre, onun namaz ibâdetinde Allah'a tam bir huşu ve huzurla yönelmediğinin, gaflet içerisinde bu­lunduğunun işareti olan esnemenin şeytâna atfedil­mesi boşuna değildir. Yoksa esneme her insanın ta­bii bir özelliğidir ve hepimiz uykumuz geldiğinde, yorgun olduğumuzda, kaldığımız yerin oksijeni azaldığında, zihnen yorulup sıkıldığımızda sık sık esnemeye başlarız. Bu bizim bir konu üzerindeki dikkatimizin dağıldığını, titizliğimizin gevşediğim gösterir. Bu durumdayken bir insanın bir şeyi öğrenmesi ve söylenilen bir hususu anlaması çok zor­dur. Bu haldeki bir insanın öğrenme, anlama gibi zihnî melekeleri son derece yavaşlamış, kavrama gücü durmuştur. Artık dinlenmeye, uykuya ihtiyacı vardır. İşte Hz. Peygamber insanın, beyin enerjisinin son derece iyi olduğu, zihnî melekelerinin son derece iyi çalıştığı, anlama, öğrenme, kavrama düzeyinin son derece yüksek olduğu bir hâlet-i ruhiye içinde, bi­linçli bir şekilde Allah'ın huzuruna çıkmasını iste­mekte, aksi durumu Allah'a ibâdet için lâyık görme­mektedir. Demek ki insan, kazandığının en temizini, en güzelini Yaratıcı'sına ibâdet maksadıyla zekât ve sadaka olarak vereceği gibi, O'nun huzuruna ibâdet için çıkarken elbiselerinin de en temizini, en güzelini giyecek, beyin ve şuurunun en uyanık, en berrak za­manını, zihnî melekelerinin en güzel çalıştığı bir ânını yine O'na ibâdet için tahsis edecektir. İslâm böyle istemektedir. Kulun, faydalı ve faydasız bir yığın şeylerle iyice azalttığı beyin enerjisiyle, yorgun­luktan neredeyse çalışamaz hale getirdiği zihnî melekeleriyle Allah'ın huzuruna çıkması, yüce Yaratıcı'mıza lâyık görülmemiştir. Bunun, bir insanın malının en kötüsünü Rabbine ibâdet için ayırma­sından, elbiselerininen eskisi ve değersiziyle O'na ibâdet etmesinden bir farkı yoktur ve bu husus, in­sanın iç dünyasındaki "Kabil" tarafını yansıtmak­tadır. Halbuki Kur'ân'da, insanın "Kabil" tarafının değil, "Hâbil" tarafının ön plana çıkarılması istenil­miştir. Çünkü Kabil vaktiy'le şeytâna uymuştur ve insanın içindeki "Kâbü" tarafı, onun şeytâna uy­maya elverişli yönüdür.

Adî b. Sâbit'ten de esnemenin şeytândan olduğuna dair bir hadis nakledilmektedir. Bu hadi­sin Tirmizî tarafından kaydedileninde Hz. Peygamber'in, "Namazda aksırmak, pineklemek, esnemek, hayız görmek, kusma ve burun kanaması şeytândandır."[448] buyurduğu nakledilmektedir. Hadisin İbn Mâce tarafından nakledileninde ise, Hz, Peygamber'in "Namazdayken tükürmek, sümkürmek, hayız görmek ve uyuklamak şeytândandır" buyurdukları kaydedilmiştir.[449] Bu iki rivayetin isnadı aşağıda bir şema halinde gösterilmiştir:

Hz. Peygamber

Adî b. Sâbit'in Dedesi (r.a.)

Adî b. Sâbit'in Babası (Sabit)

Adî b. Sabit

Ebü'I-Yakzân Osman b. Umeyr el-Becelî (v. 120-130 arası)

Şerik b. Abdillâh b. Ebî Şerîk en-Nehaî(v. 177)

Fadl b. Dükeyn

Ebû Bela-b. Ebî Şeybe

İbn Mâce (İkâmet, 42/969).

Ali b. Hucr

Tirmizî (Edeb, 8/27 48)

Yukarıdaki şemadan da anlaşılacağı gibi, her iki rivayet de Şerîk b. Abdillâh'da birleşmektedir. Şerîk'den yukarıda da Ebü'l-Yakzân Osman b.Umeyr bulunmaktadır. Hadis âlimleri Ebü'l-Yakzân Osman b.Umeyr'in mekrûk bir kimse olduğunu, kendisiyle ihticâc edilemeyeceğini, münkeru'l-hadîs olup, hafı­zasının bozulduğunu belirtmişler, zayıf bir râvî olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.[450] Râvî, Şerîk b. Abdillâh da hadis âlimlerinin tenkidine uğramış­tır. Kendisinin hıfzının kötü olduğu, ömrünün son­larına doğru ihtiîât ederek hafızasının bozulduğu, sık sık yanıldığı, rivayetlerinde ıztırab bulunduğu, tedlîs yaptığı kaydedilmiştir. Kısacası Şerîk de zayıf bir râvîdir.[451] Bu açıdan, Hz. Peygamberin esneme­nin şeytândan olduğuna dair yukarıda kaydettiğimiz hadisine, bu râvîlerin "hayız, burun kanaması, kus­ma, aksırma, sümkürme, tükürme, uyuklama" gibi hususları da ilâve ettikleri hatıra gelmektedir. Çünkü, insanın rahatsızlığı sebebiyle elinde olma­dan kusması, burnunun kanaması, üşümesi veya grib-nezle gibi rahatsızlıklardan dolayı aksırması, özellikle kadınların namaz kılarken hayız görmesi ellerinde olan bir konu değildir. Bunlar irâdemize bağlı olmadan meydana gelen olaylardır. Nitekim Hz. Peygamber bu hususa işaret ederek, Hac ibâdeti esnasında hayız gördüğü için üzülen Hz. Âişe'yi "Bu, Allah'ın Adem kızları üzerine yazdığı bir husustur" buyurarak teselli etmişlerdir.[452] Bu sebeple in­sanın yaratılıştan gelen tabii bir özelliği olan bu gibi hususları şeytâna mâletmek doğru olmamalıdır. Çünkü bunları engelleme hususunda insan irâdesi­nin rolü yoktur. Ancak tükürmek, sümkürmek gibi hususlar insan irâdesinin dâhilinde olan şeylerdir. Namaz kılarken insan bunları yapmamalıdır, çünkü bunlar ta'dîl-i erkâna aykırı şeylerdir.

 

H. Namazda Kıyafet ve Şeytan

 

Hz. Peygamber, namaz kılarken kıyafete de dik­kat edilmesini emretmişlerdir. Bu cümleden olarak, uzun saçları olan bir erkeğin namaz kılarken bunları ensesinde toplayıp bağlamasını da yasaklamışlar ve bu şekilde toplanmış saçların, "Şeytânın oturağı" olduğunu söylemişlerdir.[453] Bir defasında Hz. Ali'ye de böyle ensede toplanmış saçların, "Şeytânın nasibi" olduğunu bildirmişlerdir.[454]

Hz. Peygamberin bu ifâdelerinin mecazî bir an­lam taşıdığı anlaşılmaktadır. Çünkü o dönemde ba­zı kimseler, secdeye vardıkları zaman yere değerek toz-toprak olup kirlenmesin diye saçlarım enselerine toplayıp bağlamaktaydılar. Hz.Peygamber, işte bu durumu hoş görmediğini belirtmek için yukarıdaki ifâdeyi kullanmışlar, secde mahalline insanın saçla­rının da değmesini, saçların da secdeden nasibini al­masını istemişlerdir. İnsanın hiç kimsenin huzurun­da eğmediği, yere koymadığı alnım Allah'ın huzu­runda yere koyup secde etmesinden daha faziletli bir şey olamaz. Bu durum, kulun Allah'a en yakın olduğu hâldir. Bu hâl esnasında kul, tüm benliğiyle kendisini Yaratıcı'sma teslim ettiğini, O'nuıı yuceliğini kabul ettiğini, ulûhiyeti karşısında boyun eğdi­ğini itiraf etmiş olmaktadır. Böyle bir hâl esnasında, kulun, elbisesini, saçını, sakalını, alnını kirlenecek diye düşünmesi söz konusu olamaz. Böyle duygu ve düşünceler elbette şeytândandır. Bu düşünceler so­nucu ortaya çıkan davranışlar da şeytanîdir. Nite­kim İslâm âlimleri de saçları enseye toplayarak na­maz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.[455]

 

I. Sütre ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, namaz kılan kimsenin huşu ve huzur içinde bulunmasına çok önem verdikleri için, namaz kılarken bir kimsenin önünden geçilmesini de hoş karşılamamı şiardır. Nitekim Ebû Hureyre, Ebû Sa'îd el-Hudrî ve Abdullah b. Ömer'den (r.a.) nakle­dildiğine göre, Hz. Peygamber: "İçinizden biri nama­za durduğu zaman, önünden geçecek hiçbir kimseyi bırakmasın. Gücü yettiği ölçüde onun geçmesine en­gel olsun. Eğer dinlemezse onunla dövüşsün. Çünkü o bir şeytândır."[456] buyurmuşlardır.

Hz. Peygamber'in namazı kesmeye çalışan böyle bir kimseye şeytân demesi mecâzendir. Kur'ân-ı Kerîm'de insan ve cin şeytânlarından bahsedilmek­tedir. [457] Yapı ve karakter itibariyle bozulmuş, tüm iyi ve güzel taraflarını yitirmiş, kötülüğün hizmetkâ­rı olmuş, artık kendisi şeytânın vazifesini yapar hâle gelmiş, kısacası şeytânlaşmış insanlara da mecazen "şeytân" denildiğini bilmekteyiz. Kur'ân ve bazı ha­dislerde bildirildiğine göre, şeytânın en büyük meşgalesi insanı ibâdetten alıkoymaktır. Namaz kılmakta olan bir kimseye, hadiste bahsedilen bu davranışı yapan şahıs elbette şeytanla aynı fiili işlemekte, şeytânın emrine girmekte, kısacası artık şeytânlaşmış olmaktadır. İslâm âlimlerinden el-Aynî, Hz. Peygamber'in "O bir şeytândır" sözünün bir teşbîh-i belîğ olduğunu, mübalağa için teşbih edatı­nın hazfedilmiş bulunduğunu, "o bir şeytân gibidir" denilmek istenildiğini, bununla insan cinsinden şeytânın kas dedi İdi ğini, insanların azgınlaıına şey­tân denilmesinin yaygın bir husus olduğunu kaydet­mektedir. Bazı âlimler tarafından, namaz kılanın önünden geçmenin namaz kılanın kalbim meşgul et­mesi açısından şeytânın yaptığı davranışa benze­diği, şeytanın da, hatırına çeşitli, şeyler getirmek suretiyle namazda insanı gaflete düşürüp meşgul ettiği, Hz. Peygamber'in yukarıdaki sözünün an­lamının da bu olduğu ileri sürülmüştür.[458]

Hz. Peygamber bu konudaki bir diğer hadisle­rinde, "Sizden biriniz sütreye karşı namaz kıldı­ğında ona yaklaşsın ki, şeytân o kimsenin namazını kesmesin" [459] buyurmuştur. Bu hadiste de mecazî bir anlam kasdedildiği açıktır. Burada kasdedilen de insan şeytânlarıdır. Namazı kesmelerine engel olunması gerekenler de onlardır. Namaz kılan kimse sütreye yaklaştığı zaman, önünden herhangi bir şey geçeceğine dair endişeyi içinden atar, bu konuda şeytânın kendisine vesvese vermesinden kurtulur, Sütreye uzak durarak namaz kılan bir kimse ise, na­maz kılarken önünden herhangi bir şey geçer mi endişesini taşır ve şeytânın vesvese vermesine fırsat verebilir. Namazda huşûunu kaybeder. Namaz kılanın önünden geçebilecek şey bir insan olabileceği gibi, eşek, köpek vs. gibi bir hayvan da olabilir. İleride de görüleceği gibi, Hz. Peygamber bazı hay­vanlara da mecazen şeytân demiştir.[460] Abdullah b. Mes'ûd'un (r.a,) da, namazdan çıkıp giderken bile şeytânın vesvese verebileceği konusunda müslümanları uyardığı kaydedilmektedir. Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) şöyle demiştir: "Biriniz namazdan çıkıp giderk­en sağ tarafına dönmek vâcibdir zannederek, şey­tâna kendisinden bir hisse ayırmaya kalkışmasın. Çünkü ben, bir çok defa Rasûlullâh'ın (s.a.v.) sol ta­raftan dönüp gittiğini gördüm." [461] Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) yukarıdaki sözüyle, Mescid'den çıkılır­ken sağ tarafa dönüp gitmenin vâcib olduğunu zan­netmenin yanlış olduğunu belirterek, buna Hz. Peygamber'in bu konudaki davranışını delil getiriyor. Vâcib olmayan bir şeyin vâcib olduğuna inanmanın kişiyi vebal ve günah altına sokacağı açıktır. Böyle bir inançtaki kimse, tabii olarak içinde şeytâna bir yer açmış, onun vesvesesine fırsat vermiş olur.

Hz. Peygamber, şeytânın namaz kılanların ken­disine ibâdet etmelerinden ümidini kestiğini, fakat onların arasında fitne çıkarmak için ufak tefek bazı meseleleri tahrîş ederek, devamlı bir şekilde faaliyette bulunduğunu haber vermişlerdir.[462] Şu halde müslümanlar bu konularda çok dikkatli ve uyanık olmalıdırlar.

 

İ. Secde ve Şeytân

 

Hz, Peygamber'den nakledilen bir hadisten an­ladığımıza göre, şeytan insanın Allah'ın huzurunda secde etmesinden hiçbir şekilde hoşlanmamaktadır. Konu ile ilgili hadisde Hz. Peygamber şöyle buyur­maktadır: "Ademoğlu secde âyetini okuyup, secde ettiği zaman şeytân ağlayarak uzaklaşır ve şöyle söyler: 'Vay halime! Ademoğlu secde etmekle emrolundu da secde etti. Bu sebeple Cennet onundur. Ben de secde ile emrolunmuştum da secde etmekten kaçınmıştım. Bu yüzden Cehennem de benimdir."[463]

Bazı İslâm âlimleri, şeytânın ağlamasının onun pişmanlığından değil,hasedinden dolayı olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Ademoğlu, şeytânın Cehen­nemlik olmasına sebep olan şeyle Cennetlik olmak­tadır. İslâm âlimlerinden el-Ubbî, şeytânın bir cisim olması sebebiyle ağlamasının da bir hakikat olabi­leceğini belirtmiştir. Bazı İslâm âlimleri de hadiste bahsedilen şeytânın İblis olduğunu ifâde etmişler­dir. [464]

 

3. DİĞER İBADETLER KONUSUNDA ŞEYTAN

 

A. Oruç ve Şeytân

 

Hz. Peygamberin bazı hadislerinde oruç, zekât ve hac gibi ibâdetlei'le ilgili olarak da şeytândan bahsedilmektedir. Ancak bu hadislerin sayısının na­mazla ilgili olanlara kıyaslandığında son derece az olduğu görülmekte dil". Oruç ibadetiyle ilgili olarak, Ebû Hureyre (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber'den şöyle bir hadis nakledilmektedir:

"Ramazan geldiğinde Cennet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytânlar da bağlanır.[465]

Bu konudaki bir diğer hadiste ise, Hz. Peygam­ber, "Ramazan geldiği zaman rahmet kapıları açılır, Cehennem kapıları kapanır ve şeytânlar zincire vu­rulur,[466] buyurmuştur. Tirmizî'nin bu konudaki naklinde ise, "Şeytânlar ve cinlerin şirretleri de zin­cire vurulurlar" ziyâdesi vardır.[467] Nesâî'nin kay­dettiği rivayette ise, "Allah'a karşı gelen azgın şey­tânlar bağlanır" ibaresi yer almaktadır.[468]

Hadis âlimlerinden Kadı Iyâd, bu hadisle ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bu hadisde, zahirî mânâ ve hakikat kasdedilmiş olması muhtemeldir. Cennet kapılarının açlıması, Cehennem kapılarının kapanması ve şeytânların bağlanması da, Ramazân ayırma geldiğine bir alâmet ve hürmetini ta'zîm içindir. Şeytânların bukağıya vurulması mü'minlere ezâ edememeleri, onları ifsâd edememeleri içindir. Hadisde mecaz kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Bu durumda hadis, bu ayda sevâb ve afvm çokluğu­na, şeytânların eziyet ve kandırmalarının azaldığına işaret olur. Yani şeytânlar bağlanmış gibi olurlar ve bazı şeylere ve bazı insanlara tasallut edebilirlerse de bazılarına tasallut edemezler. Hadisin ikinci rivayetinde 'Rahmet kapıları açılır' denilmesi, diğer bir rivâyette 'Şeytânların azgınları bağlanır' buyurulması bunu te'yid eder. Cennet kapılarının açılmasından maksad, bu ayda diğer aylarda pek görülmeyen oruç, teravih ve diğer hayırlar gibi taâtlara karşı Cenâb-ı Hakk'ın kullarına Cennet'in kapılarını açmış olmasının kasdedilmiş olması da muhtemeldir'. Çünkü bunlar Cennet'e girmeye sebep olan hususlar olup, Cennet'e açılan kapılar mesabe­sindedir. Cehennem kapılarının kapanması ve şeytânların bağlanması da kulların günâhlarından sakınmaları sebebiyle, şeytânların insanları sapıtmadan âciz bırakılmaları demek olur." [469]

İslâm âlimlerinden el-Halîmî (v. 403) ise, şeytânların bağlanması ile ilgili olarak şunları ifâde etmiştir:

"Bununla, kulak hırsızlığı yapan şeytânların kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bunların bağlan­ması Ramazân gündüzlerinde değil de, gecelerinde vuku bulmalıdır. Çünkü onlar, Kur'ân'ın nüzulü es­nasında kulak hırsızlığı yapmaktan menedilmişlerdi. Binaenaleyh, muhafazada mübalağa göstermek için bağlanmaları artırılmış da olabilir. Müslüman­ların Ramazân ajanda oruç, Kur'ân okuma ve zikirle meşgul olmalarından dolayı bu sözle, şeytânların müslümanlan diğer aylarda olduğu gibi iyice ifsâd etme fırsatı bulamamış olmalarının kasdedilmiş ol­ması da mümkündür. Kur'ân okumak ve zikir gibi şeyler ise şeytânı hayal kırıklığına uğratır." [470]

Diğer bazı âlimler ise, "Şeytânlar" lafzı ile, on­ların azgın takımının kasdedildiğini söylemişlerdir. Bu durumda, "Şeytânlar Ramazân'da bağlanıyor da birçok kimse niçin günâh işliyorlar?" şeklinde bir so­ruya gerek kalmamaktadır. Çünkü yukarda kaydet­tiğimiz bazı hadislerde 'azgın şeytânlarla, cinlerin şerirlerinin Ramazân ayında bağlandıkları' bildiril­miştir. Şu halde Ramazân ayında bağlanmayan birçok şeytân vardır ve günahkârları yoldan çıkar­maya bunlar kâfi gelmektedir. Hadisten maksadın, Ramazân ayında kötülüklerin azalması olduğu açıktır. Ramazân ayında şeytânlar bağlanmış olsa bile, insanı yoldan çıkaracak insan şeytânları, nefs-ı emmâre, kötü âdet ve gelenekler gibi diğer sebepler mevcuttur.[471] Yine burada, ruhanî bir varlık olan şeytânların zincir gibi demirden yapılmış cismânî araçlarla nasıl bağlanabileceği sorusu hatıra gelebi­lir. Daha önce "Kur'ân'a Göre Şeytân" bölümünde Hz. Süleyman'ın emrine verilen cin ve şeytânların zincir ve bukağılarla birbirlerine bağlanmalarından bah­sedilirken de değinildiği gibi, Allah (c.c.) azgın cin ve şeytânları melekleri vasıtasıyla, onların bünyelerine uygun zincir ve bukağılarla bağlayabilir. Onların serlerini oruç tutan mü'min kullarından defedebilir. Ya da yukarıda kaydedildiği gibi, şeytânların zincire vurulması ile mecaz kasdedilmiştir ve Ramazân ayı gelince onların oruç tutan mü'min kullar üzerinde te­sirlerinin ortadan kalktığına veya azaldığına işaret edilmektedir.

Konumuzla ilgili olarak Ubâde b. es-Sâmit'in (r.a.) naklettiği bir hadiste de, Kadir Gecesi geldiği zaman, şeytânın çıkıp faaliyete geçmesine izin veril­mediği haber verilmektedir.[472] Talha b. Ubey-dillâh'tan (r.a.) nakledilen bir hadiste de, Arefe Günü Cenâb-ı Hakkın büyük günâhları afvedip, rahmetini indirmesi sebebiyle şeytânın çok zelîl, hakîr ve çok öfkeli olduğundan bahsedilmektedir.[473]

 

B. Adak ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, yapılan adakların günâha bulaştırılma tehlikesi karşısında müslümanları uyarmış, bu tür adakların şeytânla ilişkisine işaret etmişlerdir. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyur­maktadır:

"Adak iki türlüdür. Birincisi Allah'a itaat husu­sunda yapılan adaktır. Bu Allah içindir ve yerine getirilmesi vâcibdir. İkincisi Allah'a isyan hussunda yapılan adaktır, bu da şeytân içindir, yerine getiril­memesi gerekir. Böyle adaklara yemîn keffâreti gibi keffâret verilmesi gerekir." [474]

Şeytân, zaman zaman insanlara vesvese vere­rek onların yanlış yollara süreklenmelerini, Allah'ın yasakladığı şeyleri sanki meşru imiş gibi adama­larını sağlayabilir. Nitekim Câhiliye döneminde, müşriklerin, kestikleri hayvanların etlerini, putla­ra, tâğutlara ve şeytânlara adamalarını temin etmiş, Bahîra, Sâibe, Vasile, Hami adı altında bir takım asılsız adak çeşitleri uydurmalarını telkin etmiştir. Yine o tarih boyunca, aralarında Yahudiler ve Câhiliye devri Araplarmın da bulunduğu birçok topluluğa insan kurbanı adamalarım öğütlemiştir. Halbuki Allah bunları emretmemiştir. Müşriklere putlara tapmayı yine şeytân telkin etnıiştir.[475] Bu açıdan Hz. Peygamber, ümmetim bu konuda şeytâ­nın telkinlerine kapılmam al arı için uyarmış ve Allah'a isyan ifade eden adakların geçersiz oldu­ğunu, bunların yerine getirilmemesi gerektiğini, bun­lar için yemin keffâreti gibi keffâret ödenmesi lâzım geldiğini bildirmişlerdir.

Sonuç olarak bir müslüman bir başkasını öldürmek, malma, canına zarar vermek, hırsızlık ve soygun yapmak, yol kesmek, zina yapmak, içki içmek, kumar oynamak gibi Allah'ın yasak ettiği şeyleri yapmak üzere adakta bulunamaz. Cahillik ederek bunları adarsa bile bunları yerine getiremez. Çünkü bunlar Allah'a isyandır ve şeytânın yapılma­sını telkin ettiği şeylerdir. Hz. Peygamber, meşru olan adakların yerine getirilmesini emretmişler, şu veya bu sebepden dolayı bu adakların ifâ edilmeme­sini hoş görmemişlerdir. Nitekim devesini kurban etmek üzere adayan, ancak "şöyle şöyle oldu" diyerek bu adağını yerine getirmediğini söyleyen bir kim­seye, devesini boğazlayarak adağını yerine getirme­sini emretmiş, "şöyle şöyle oldu" ifâdesinin şeytân­dan olduğunu bildirerek, kendisine mazeret bulmaya çalışmasını hoş karşılamamıştır. [476] Hz. Peygam­ber bu sözleriyle, şeytânın meşru olan adakların ye­rine getirilmesini istemediğini, adak sahibini engel­lemek için bu konuda çeşitli vesveseler verdiğini dile getirmişlerdir.

 

C. Hac İbâdeti ve Şeytân

 

Bazı rivayetlerde, Cebrâîl (a.s.) tarafından Hac ibâdeti kendisine öğretilirken Hz. İbrahim'e Cemrel-er'de şeytânın göründüğünden bahsedilmektedir. İbn Abbâs'ın (r.a.), Hz. Peygamberden naklettiğine göre, Cebrail (a.s.) Hac ibâdetini Öğretirken Hz. İbrahim'i Cemreler'in bulunduğu Mina'ya getirmiş, ilk önce Cemretü'l-Akabe'de şeytân kendisine gözükmüş, Hz. İbrahim de ona yedi tane taş atmıştır. Daha son­ra Hz. İbrahim Cemretü'l-Vustâ'ya gitmiş, orada da şeytân kendisine gözükmüş, bunun üzerine şeytâna yedi adet taş atmıştır. Hz. İbrâhîm en sonunda Cemretü's-Süflâ'ya gelmiş orada da şeytân kendi­sine gözüktüğü için ona yedi tane taş atmıştır. Bu­nun üzerine şeytân kaybolmuştur.[477]

Ancak, Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilen yukarıdaki rivayetin ravîlerinden Atâ b. es-Sâib ile Hammâd b. Seleme hadis âlimlerinin tenkidine uğramışlardır. Hadis âlimleri hem Atâ b. es-Sâib'in hem de Hammâd b. Seleme'nin hafızasının bozul­duğunu, son zamanlarda ihtilât ettiklerini bildir­mişlerdir, [478] Fakat Cemreler'de şeytânın Hz. İbrâhîm'e görünmüş olması uzak bir ihtimal değildir. Hayrın ve iyiliğin telkin edicisi olan Allah'ın meleği Cebrail (a.s.) göründüğüne göre, şerrin ve kötülüğün telkincisi şeytân da Allah'ın meleği Cebrail (a.s.) göründüğüne göre, şerrin ve kötülüğün telkincisi şeytân da Allah'ın izniyle gözükmüş olabilir. Hz. İbrahim'den kalan bu uygulama İslâm'ın Hac ibâdetine de dâhil edilmiştir. Gerek Hz. İbrahim'in, gerekse bugünkü müslüm ani arın Mina'daki Cemreler'i taşlamalarının anlamı, insanın, şerrin temsilci­si olan şeytânı kovup ona uymadığını, telkinlerine kulak asmadığını ve ona düşman olduğunu ifâde et­mesi olmalıdır.

 

D. İbâdetlere Devam ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, ibâdet ve taâtın, şeytânın tesi­rini azaltıcı etkisi olduğuna da işaret etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'in kaydettiğine göre Hz. Peygam­ber bu konuda şöyle buyurmuşlardır:

"Şüphesiz mü'min, birinizin devesini yolculukta yorduğu gibi, (yaptığı ibâdet ve taatlarla) şeytânla­rını yorup zayıflatır." [479]

Yukarıda kaydettiğimiz hadisten, mü'min bir kulun günâh ve haramlardan kaçınarak, ibâdet ve taâta devam ederek, giderek şeytanın vesvese ve tel­kinlerini azaltacağını, onun bu yöndeki şerrinden emin olacağını anlamaktayız. Bunun zıddına hare­ket ederek günâhlardan sakınmayan ve haramları işleyen bir mü'min ise elbette şeytânım güçlendir­miş, dinlendirmiş, onun kendisi üzerindeki telkin ve vesvesesine yol açmış olur. Nitekim Hz. Ömer de bu konuyla ilgili olarak, "Hanginiz, kendisi ihtiyarlamış ve çocukları da güçsüzken, altlarından ırmaklar akan, hurma, üzüm ve her çeşit meyveleri bulunan bahçesinin ateşli bir kasırganın kopmasıyla yan­masını ister? [480] âyetinin, Allah'a taâtlerle güzel güzel amel edip duran bir kula, şeytânın musallat olmasından dolayı, o kişinin günâhlara dalması so­nucu, önceden işlediği amellerinin heba olması husu­sunu temsil getirdiğini söylemiştir.[481]

 

ÜÇÜNCÜ   BÖLÜM

 

SOSYAL HAYAT VE ŞEYTAN

 

1. HARAMLAR VE ŞEYTAN

 

A- İçki ve Şeytân

 

Kur'ân-ı Kerîm ve bazı hadislerde içkinin şeytânın işlerinden pis bir şey olduğu bildirilmiştir.[482] Abdullah b. Ömer de (r.a.), Irak halkından bazı kimseleri, üzüm ve hurmadan şarab üreterek sat­maktan menetmiş, onlara bunun şeytânın işlerinden çirkin bir davranış olduğunu bildirmiştir.[483] Hz. Ömer ise, "İçeceklerinizi şeytânın payı gidinceye ka­dar kaynatın. Üçte ikisi şeytânın payı, biri de sizin payınızdır" diyerek üzüm veya hurma şıralarının pekmez haline gelip, müskirat özelliği gidinceye ka­dar kaynatılmasını emretmiş ti. [484]

Enes b. Mâlik (r.a.) ise, şeytânın Hz. Nuh'la üzüm hakmda münâkaşa ettiğini, sonunda üçte ikisi şeytânın, üçte biri de Hz. Nuh'un payı olmak üzere anlaştıklarını nakletmektedir.[485]

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de, gerekse yukarıda kaydettiğimiz rivayetlerde içkinin şeytânla irtibatlandırılması, onun insanı sarhoş edip, akıl ve şuuru­nu gidermesinden dolayıdır. İnsanın sarhoş olarak akıl ve şuurunun gitmesi durumunda davranışlarını kontrol edemeyeceği, cinayet ve zina gibi fiiller dâhil olmak üzere her türlü kötülüğü işleyebileceği açık bir husustur. Bu yönüyle içkinin bütün kötülüklerin anası olduğu bildirilmiştir. Şeytân da kötülükleri telkin eden bir varlık olduğuna göre, içkinin şeytânla irtibatlandırılması, şeytânın işlerinden olduğunun belirtilmesi, insanlığın bu konuda uyarılması gibi bir hikmete dayanmaktadır. Şu halde insan içkiden, dolayısıyle sarhoş olmaktan uzak durduğu takdirde şeytândan, onun telkinlerinden de uzak kalmış ol­maktadır. Üzüm şırasında da şeytânın hisselerinin mevcut olduğunun belirtilmesi, bunun mayalanarak şarab haline gelebilmesi sebebiyledir. Halbuki aynı şıra biraz daha kaynatılarak sarhoş etme özelliği bulunmayan pekmeze dönüşebilir. Kısacası üzüm şırasından hem şarap hem de pekmez elde etmek mümkündür. Şıradan pekmez yapmak helâl, şarap yapmak ise haramdır. Yukarıdaki rivayetlerde üzüm veya hurma şıralarının şaraba dönüşebilme niteliği "Şeytânın hissesi" olarak nitelendirilmiştir.

Hz. Peygamber, içki içen bir kimseye, beddua, lanet gibi kötü sözler söylenilmesini yasaklamışlar ve böyle yapanlarada "Kardeşinizin aleyhine şeytâ­na yardımcı olmayın" buyurmuşlardır.[486] Hz. Peygamber'in bu buyruklanyla, şeytânın telkinlerine kapılarak içki içip, sarhoş olan bir kimseyi bile şeytânın vesvesesinden korumak istedikleri anlaşılmaktadır.[487] Çünkü böyle kimseler, toplum ta­rafından dışlanmaları, ya da müslümanlar tarafın­dan karşılaşacakları çirkin sözler sebebiyle şeytânın telkinine açık hale gelebilir, İslâm'dan soğuyup, müslümanlardan nefret edebilirler. Bu da onların imânlarını kaybetmelerine sebep olur. Bu yüzden müslümaııların Hz. Peygamber'in tebliğ metodunu iyi öğrenmeleri, bu ve benzeri konularda sertlik, haşinlik ve kabalıktan kaçınmaları gerekir. Bu açıdan Hz, Peygamberin yukarıdaki hadislerinde, içki içtiği için diğer müslümanlar tarafından sözle hakarete uğrayan bir müslüman için "Kardeşiniz" ifadesini kullanması çok dikkat çekicidir. Burada islâm büyüklerinden İbrahim b. Edhem'in, kusmuk içinde yatarak halkın nefretini çeken bir sarhoşun üstünü-başını temizleyip, ağzını yıkadığını, böylece onun ıslâhına vesile olduğunu kaydetmek yerinde olacaktır.

 

B- Hırsızlık ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, zekât malından çalmayı da şeytânla irtibatlandırmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadise göre Hz. Peygamber, "Bir kimse, ondan bir mahalleye yetmiş şeytân boşanmadıkça zekât malından bir şey çalamaz" buyurmuşlar,[488] ve zekât malından çalmanın kötülüğüne işaret etmişlerdir.

Bu hadiste, devletin vergisinden, bütün bir mil­letin hissesi bulunan kamu mallarından, fakirlerin hakkı olan zekât ve sadakadan çalmanın, bunlarda suistimal yapmanın kötülüğü dile getirilmiş, bu dav­ranışların şeytânın vesvesesiyle olduğuna işaret edi­lerek, mü'minler böyle şeylerden sakındırılmıştır. Yine Hz. Peygamber bu hadislerinde, zekât, sadaka, vergi gibi kamunun hakları olan gelirlere haksız ola­rak el uzatanların, yetim hakkı yiyenlerin, artık karekter olarak şeytânlaşmış kimseler olduğuna işaret buyurmuşlardır. Hadisde işaret edilen ilginç bir hu­sus, bu tür hırsızlıkların yalnız başına yapılama­yacağı, bu tür çirkin işlerin şebeke halinde gerçekleş­tirilebileceği, arkada başka ortakların bulunmasının söz konusu olabileceğidir. Kamu malını korumakla görevli bir memur, şeytâna uyarak vazifesini suisti­mal eder, rüşvet, irtikâb, ihtilas, zimmet gibi ahlâk­sız davranışlara yönelirse, şeytânın kendilerine ves­vese verdiği diğer günahkâr insanların bu konularda suç işlemesine de göz yummak zorunda kalır. Çabalasa da artık bu pis çarkın içinden çıkamaz. Rüşvet ve şantaj çarklarının arasında bir kez yaptığı bu işi devam ettirmek zorunda kalır. Kendisi çırpınıp kurtulmak istese de, bu yolda olduğunu bi­len diğer insan şeytânları onun yakasını bırakmaz­lar. Devletin ve milletin düzeni bozulur, kamu mal­larının, yetimlerin haklarının yağması devam eder gider. Hadisde mecazî bir anlam da vardır. Kamu malı yiyen, devlet gelirlerinden, zekât ve sadakalar­dan çalan kimselerin yaptığı bu tahribat, bir ma­halleye yetmiş tane şeytânın yapacağı zararla bir tu­tulmuştur. Çünkü, çirkin bir çığır açılmış, bir kere rüşvet ve haram yoluna girilmiştir. Bunun, devlet ve millet açısından zararlarını, yıkıcı tesirlerini uzun uzadıya anlatmaya da gerek yoktur. Çünkü bu davramşlar, sosyal bünyeyi tahrib eder, çürütür. Bir top­lumda, kamu mallarının yağma edilmesi, devlet ge­lirlerinin zimmete geçirilmesi, halkın işlerinin rüşvetle görülür hale gelmesi bir çöküşün, bir çürümüşlüğün göstergesidir. Bunun, Allah korkusu ve imândan başka bir ilâcı da bulunamamıştır.

 

C- Ehlî Eşek Eti Yemek ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, ehlî eşek eti yemenin haram olduğuna işaret etmek için, bunu, şeytânı bir fiil ola­rak nitelendirmiştir. Bu husus da, haram şeytân ilişkisini ortaya koymaktadır. Kur'ân ve hadislerden anlaşıldığına göre, haram fiillerin şeytânla ilişkisi vardır. Allah ve Resûlü'nün yasakladığı her davranış şeytânı bir özelliğe sahiptir. Bu konudaki hadislerin incelenmesinden, Hz. Peygamber'in bir fiil için "Şeytanîdir" ya da "Şeytânın İşlerindendir" buyura­rak, onun Allah tarafından yasaklanmış, haram ve çirkin bir davranış olduğunu ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. Ehlî eşek etinin yenilmesini yasak­layan hadiste de durum böyledir. Enes (r.a.) ta­rafından nakledilen bir hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "Rasûlullâh (s.a.v.) Hayber'i fethet­tiği zaman bizler şehirden çıkmakta olan bir takım eşekler ele geçirerek onları pişirmiştik. Bu sırada Rasûlullâh'm (s.a.v.) görevlisi, 'Haberiniz olsun ki Allah ve Resulü, sizi o eşek etlerini yemekten nehyederler. Çünkü o etleri yemek şeytân işinden ibaret bir pisliktir!' diye ilân etti. Bunun üzerine hemen tencereler devrilerek, içlerinde kaynamakta olan et­ler döküldü." [489]

 

D. İsraf ve Şeytân

 

İnsanlığın sınırlı kaynaklarını sorumsuzca ve gereksiz yerlere harcamak olan israf, İslâm ta­rafından yasaklanmıştır. Kur'ân-ı Kerîm ve hadisler, haram kılınan bir davranış olan israfı şeytânla irtibatlandırma şiardır. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah (c.c), israf edenlerin şeytânın kardeşleri olduğunu bildirmiştir.[490] Hz. Peygamber de, israfı şiddetle yasak­lamış, kazanılan mal ve servetlerin sorumlu bir şekilde, ihtiyâç duyulan yerlere harcanmasını iste­miştir. Gereksiz yere eşya alınmasının sorumluluğu gerektirdiğini belirten Hz. Peygamber, bu dav­ranışların şeytânı olduğuna işaret etmişlerdir. Nite­kim Câbir b. Abdillâh'dan (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygamber: "Bir yatak erkek için, bir yatak da hanımı içindir. Üçüncü yatak da misafir içindir. Dördüncüsü ise, şeytânındır"[491] buyurmuşlardır.

Yukarıda kaydettiğimiz hadisden, bir kimsenin evinde kendisi, hanımı, çocukları ve misafirleri için ihtiyâcı kadar yatak bulundurabileceği, bunun faz­lasının böbürlenmeye, gururlanıp, kibirlenmeye yol açacağı, şeytânın vesvesesine fırsat vereceği açıktır. Diğer eşyalar da böyledir. Bir tarafta sırtına yatak bulamayan fakirler varken, bir müslümanm kat kat yatakları evine yığması doğru değildir. Diğer insan­ların da ihtiyaçlarım düşünmelidir. Aksi takdirde toplum barışı bozulur, huzur ve asayiş, can ve mal güvenliği kalmaz. Şu halde belirli ellerde toplanıp, zekâtı, sadakası, vergisi verilmeyerek meşru hale getirilmeyen, milletin yararına yatırımlarda kul­lanılmayan, fakat sorumsuzca harcanan çar-çur edi­len servetler insanın başına iş açabilir. Toplumun fakir kesiminin düşmanlığım celbedebilir. Şeytânın, o fakir insanların kalbine vesvese vererek, fitne to­humları atmasına, servet sahiplerine karşı onların içinde kin yerleşmesine yol açabilir.

Hadisde geçen, "Dördüncü yatak şeytân içindir" ifâdesini zahirî mânâsına alan İslâm âlimleri de vardır. Bunlar, fazladan olan o yatakta şeytânın gerçekten yattığını ileri sürmüşlerdir. Ancak diğer âlimler bununla, şeytânın vesvese verip telkinde bu­lunmasının, israf etmeyi güzel göstermesinin kasdedildiğini söylemişlerdir.[492]

Hz. Peygamber, bu konuyla ilgili diğer bir hadis­lerinde ise, şeytânlar için olan deve ve evden bahset­mişlerdir. Hz. Peygamberin bildirdiğine göre şeytân­lar için olan deve, bir kimsenin yolculukta ihtiyâ­cından fazla olarak yanında götürdüğü, fakat biniti olmadığı için yaya olarak yolculuk yapan mü'min kardeşlerinin binmesine izin vermediği devedir.[493] Çünkü bu husus bir israftır. Kibir ve gurur vesilesi olduğu için şeytanî bir davranıştır. Bir kimsenin ih­tiyâcından fazla olarak sahip bulunduğu, içine kim­seyi oturtmadığı, kiraya vermediği, kapalı olarak tuttuğu evlerin de aynı durumda olduğu açıktır. Bir toplumda mesken sıkıntısı varken, mevcut evlerin azlığından dolayı kiralık ev bulunamaz, bulunan­ların kiralarına güç yetmezken, bu yüzden gençler evlenip yuva kuramazken, müslüm ani arın, ihtiyâçla­rından fazla olan içinde kimselerin oturmadığı dai­releri, yazlık-kışlık villaları, dağ evleri olması onları, dînen, ahlaken, vicdanen sorumluluk altına sokar. Böyle davranışlar toplumun huzur ve barışını bozar. Zengin-fakir ayırımını, sınıf farkını körükler, Gençler evlenip, meşru yoldan yuva kurma imkânına sahip olamadıkları için toplumda zina ve fuhşun kapısı açılır, haram yollardan zengin olma arzusu yayılır. Kanaatimizce, Hz. Peygamber'in ihtiyâçtan fazla olup, israf kapsamına giren eşyalara, evlere ve bi­neklere "Şeytân içindir" demesinin sebebi budur. Çünkü bunlarda, toplumda iç barışı bozucu, insanlar araşma fitne sokucu, ihtiyâç sahibi olanları kinlen-dirip, zenginlere karşı tahrik edici, servet düşman­lığını körüldeyici bir yön bulunmaktadır.

Sabahleyin, geç kalma endişesiyle otobüs-dolmuş duraklarında uzun kuyruklar olup, soğukta, sıcakta, yağmur-yaş altında bekleşen öğrenciler me­murlar ve işçilerin önünden son model arabasına tek başına kurularak geçip giden ve o durakta bekleşen­lerden bir kaç kişiyi bomboş giden arabasına alma­yan varlıklı kimselerin durumu da farklı gözükme­mektedir. Bu gibilerimizin bir de hanımlarının ayrı, çocuklarının ayrı arabası varsa, bunların çevredeki yoksullar üzerinde ne kadar tahrik edici rol oy­nadığını tahmin etmek zor değildir. Şu halde Hz. Peygamber, Allah'ın verdiği nimetlerin, fakirlere sadaka-zekât vs. verilerek meşruiyetinin korunmasını, sorumsuzca harcanıp israf edilmemesini istemekte­dir. O'nun bu buyruklarının toplumun huzur ve barışını korumaya, insanlığın faydasına olduğu açık bir husustur.

 

E. Öfke, Sövüşmek, Dargınlık, İntikam Almak istemek ve Şeytân.

 

Hz. Peygamber'den nakledilen çeşitli hadislerde öfke, sövüşmek, küslük ve intikam alma arzusunun da şeytândan kaynaklandığı bildirilmiştir. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber, "Öfke şeytândandır. Şeytân da ateşten yaratılmıştır. Ateş ise, ancak su ile söndürülür. Binaenaleyh, siz­den birisi öfkelendiği zaman hemen abdest alsın" buyurmuşlardır.[494] Ancak hadisin râvîlerinden Urve b. Muhammed ile Ebû Vâil es-San'ânî, bazı hadis âlimlerinin tenkidine uğramışlardır.[495] Ancak, şey­tândan Allah'a sığınmayı tavsiye eden hadisler bölümünde kaydettiğimiz diğer hadisler de, öfkenin şeytândan olduğuna işaret etmektedir.[496]

Öfkeli durumlarda insanın dengeden çıktığı, ne yaptığım bilemez hâle geldiği, ya da karşısındakine sövmek, hakaret etmek, dövüşmek, vurup kırıp dök­mek gibi sonradan pişman olacağı davranışlar içine girdiği, Allah'ın haram kıldığı şeyleri yaptığı açıktır. Bir anlık öfkenin cinayet işleme gibi insanı ömür boyu bedbaht edecek davranışlara sürükleyebildiği gözönüne alınırsa, Hz. Peygamber'in "Öfke şeytân­dandır" buyurmakla neyi kasdettiği daha iyi anla­şılır. Yenilemeyen, kontrol altında tutulamayan öfkenin sonu, çoğu kere artık herhangi bir faydası ol­mayan pişmanlıktır.

Hz. Peygamber bir başka hadislerinde ise, sövüşen kimselerin şeytân olduğunu bildirmiştir. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir hadiste Hz. Pey­gamber bu konuda şöyle buyurmuşlardır:

"Sövüşmeye devam ettikleri müddetçe sövüşen iki kişinin günâhı, eğer mazlum kişi haddi aşmazsa, sövmeye ilk başlayanındır. Sövüşenler birbirini cahillik ve yalancılıkla suçlayan iki şeytândır." [497]

Hz. Peygamber 'in, "Sövüşenler iki şeytândır" sözü ile insan şeytânlarını kasdettiği açıktır. Çünkü mü'min sövmez, çirkin söz söylemez, karşısındakini incitip, ona hakaret etmez. Hz. Peygamber, bir müslümâna sövmenin fâsıklık olduğunu bildirmiş,[498] müslüman bir kişinin, kimseye hakaret ve lanet etmeyeceğim belirtmişlerdir.[499] Bu sebeple, müslüman kötü şeyler söylemez, ağzından çirkin sözler kaçırmaz. Doğru ve güzel olan şeyleri konuşur, mü'minîer de bunları dinler ve sözün en güzeline tâbi olurlar. İşte bu Kur'ânı ahlâktır.[500] Bunların zıddına olan söz ve davranışların şeytânın telkin ve vesvese­sinden kaynaklandığı, kendisini şeytânın telkinle­rinden kurt aramamış olan kimselerin bu tür hare­ketleri benimsediği açıktır.

Hz. Peygamber, müslümanlamı birbirleriyle üç günden fazla küs durmalarını yasaklamış, üç günden fazla dargın durmakta inâd edenlerin haktan uzak olduklarını bildirmiştir. Barışmak üzere ilk önce selâm veren kimsenin davranışının faziletine işaret eden Hz. Peygamber, verilen selâmın küs kimse ta­rafından alınmaması durumunda melekler tarafın­dan alınacağım, selâmı almaktan kimsenin mahâta­bının da şeytân olacağını işaret etmiştir.[501] Diğer bazı hadislerde de Hz. Peygamber, bir mü'minin diğer bir mü'mine üç günden fazla küs durmasının helâl olmadığını bildirmişlerdir .[502]

Hz. Peygamberin yukarıdaki hadislerinden de anlaşılacağı gibi, mü'minlerin birbiriyle üç günden fazla dargın obuaları haramdır. Haram olan şeylerin ise, şeytânla kesin bir ilgisi vardır. Dargınlık, müslümanlamı arasına kin ve düşmanlık sokar, husûmeti yerleştirir. Dostluk münâsebetleri kesilir. Müslümanların birbiri hakkında beslediği iyi niyet ve güzel duygular sona erer ve şeytânın istediği or­tam meydana gelir. O zaman şeytânın telkini yoluy­la müslümanlar arasında dargınlıklar meydana ge­tirdiği, mevcut dargınlıkların devamı için küs kimse­lerin kalbine vesvese verdiği, kibir-gurur aşıladığı, dargın olan tarafların herbirine kendilerinin haklı olduğu fikrini aşıladığı ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan Hz.Peygamber, müslümanlara karşılaşabile­cekleri eziyetlere karşı, hemen o kimse ile irtibatı kesmek yerine, nasihat edilerek sabredilme sini iste­mişler, intikam peşinde koşmanın şeytândan olduğuna işaret etmişlerdir. Nitekim nakledildiğine göre, "Bir gün Hz. Peygamber ashâbıyla birlikte otu­rurken, bir zât, Hz. Ebû Bekir'e sataşarak eziyet etmişti. Hz. Ebû Bekir cevap vermemiş, fakat o zât yine eziyet etmişti. Hz. Ebû Bekir yine sükût etmiş, ancak o kimse üçüncü defa kendisine sataşıp eziyet edince, Hz. Ebû Bekir ondan intikam almak iste­mişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber ayağa kalktı, bunu gören Hz. Ebû Bekir "Ey Allah'ın Resulü! Karşılık vermek isteyişime kızdınız mı?" dedi. Hz. Peygamber de: "Gökten bir melek indi, onun söylediklerini yalanlıyordu. Sen ondan intikam al­mak isteyince araya şeytân girdi, araya şeytân gi­rince benim oturmam uygun olmazdı" buyurdular.[503]

 

2- YEME-İÇME VE ŞEYTÂN

 

Hz. Peygamber'den gelen bazı hadislerde yeme içme konusu ile ilgili olarak da şeytândan bahsedil­mektedir. Bazı hadislerde bahsedildiğine göre, şey­tânın da yemesi içmesi vardır ve insan yemeğe başlarken besmele çekmezse, şeytân da o kişiyle be­raber yemektedir. Câbir b. Abdillah'tan (ra..) nakle­dildiğine göre, Hz. Peygamber bu konuda şöyle bu­yurmuştur: "Kişi evine geldiği vakit, içeri girerken ve yemek yerken besmele ile başlarsa, şeytân yardım­cılarına: 'Size yatacak yer ve akşam yemeği yok' der. O kimse evine girdiğinde Allah'ı zikretmezse, şeytân taraftarlarına şöyle der: Tatacak yere yetiştiniz.' O kişi yemek yerken Allah'ı anmadığı takdirde, şeytân taraftarlarına, 'Akşam yatacak yere ve akşam yemeğine kavuştunuz' der." [504]

Konu ile ilgili olarak Huzeyfe'den (r.a.) nakledi­len diğer bir hadiste ise, şu şekilde anlatılmaktadır: "Biz, Rasûlullah ile beraber bir yemekte bulun­duğumuzda, Hz. Peygamber yemeğe başlamadan bizden hiçbirimiz elini uzatmazdı. Birgün Hz. Pey­gamber ile beraber bir yemekte bulunduk. O arada sanki kovalanmış gibi bir bedevi geldi ve elini yemeğe uzattı. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.), onun elini yakaladı. Daha sonra da kovalanırmış gibi sür'atli bir şekilde bir câriye geldi ve elini yemeğe uzattı. Hz. Peygamber onun elini de yakaladı ve şöyle buyurdu: 'Üzerine besmele çekilmeden ye­niden yemekden, şeytân da yeme imkânı elde eder. Şeytân şu bedevi ile geldi, onunla yemek yeme ûrsatı buldu, fakat bedevinin elini tuttum. Daha sonra şu câriye geldi, şeytân onunla da yeme imkânı buldu. Ancak cariyenin de elini tuttum. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, her ikisinin elle­riyle birlikte şeytânın eli de elimdedir."[505] Bu konu­da Câbir'den (r.a.) nakledilen hadiste ise, Hz. Pey­gamberin şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Muhakkak ki şeytân, sizin herbirinizin yanın­da, herbir halinizde riazır olur. Yemek yediği sırada da insanın yanında bulunur. Binaenaleyh birinizden bir lokma düştüğü zaman, o lokmada ezâ verici şey­lerden ne varsa onu gidersin. Sonra da onu yesin ve sakın o bir lokmayı şeytâna bırakmasın. Yemekleri­ni bitirince de parmaklarını sıyırıp yalasın. Çünkü yemek yiyen kimse, bereketin yemeğin hangi parça­sında olduğunu bilemez." [506]

Câbir b. Abdillâh'dan (r.a.) kaydettiğimiz ilk hadisde, bir müslümanın evine girerken besmele çekerek Allah'ın adını anmasının ve O'na sığınma­sının Önemine işaret edilmektedir. Çünkü kişi, bütün bir günün sıkıntısı, yorgunluğu, sevinci-kederi, moral çöküntüsü veya neş'esi, stresi ile evine gel­mektedir. Evde bulunan hanımı, çoluk çocuğu kendi­sini özlemişlerdir. Ancak her iki taraf da şeytânın telkin ve kışkırtmasına müsait vaziyettedirler. Bes­mele çekmeden eve giren, şeytânın vesvesesinden Allah'a sığınmayı hatırına getirmeyen aile reisi, evine şeytânların dolmasına razı oluyor demektedir. Bu durumda, şeytânların telkini sebebiyle karı-koca arası kavga ve münâkaşa, çocukların anne-babaya isyâm veya evde günâh işlenmesi tehlikesi mevcut­tur. Onun için evin reisi, evine girerken şeytândan Allah'a sığınarak, hanımı, çocuklarını, evinde bulu­nan herkesi ve herşeyi Allah'a ısmarlamahdır. Yu­karıda kaydettiğimiz ve Huzeyfe'den (r.a.) nakledilen ikinci hadisde ise şeytânın insanlara besmelesiz, Allah'ın adını anmadan acele ile yemek yedirmek için verdiği vesveseden söz edilmektedir. Hadisde bahsedilen bedevi ve câriye acele ile gelip yemeğe saldırmışlar, Hz. Peygamber de kendilerine engel olmuştur. Çünkü bunlai'in bu aceleleri şeytândandı ve şeytân kendilerine besmele çekmeyi unuttur­muştu. Yine Câbir'den (r.a.) nakledilen yukarıda kaydettiğimiz üçüncü hadisde ise, Hz. Peygamber "düşen bir lokmanın şeytâna bırakılmamasını" em­rederek, mü'minleri israftan sakmdırmaktadır. Bir defa mü'minler yemeği sağa sola dökmeden yemeli­dirler. Şu veya bu şekilde düşen lokmaları da düştü diye atmamalıdır. Mümkünse bulaşan çöp ve benzeri şeyleri temizleyerek yemelidirler. Bunun için sofra altı serilmesi, sini vb. araçlar kullanılması isabet­lidir. Dünya'da açlık çekenler, bir lokma ekmek bula­madığı için ölenler varken, ekmek ve yemeğin israf edilmesi insaf ölçülerine sığmaz. Hz. Peygamber bu şekilde titiz bir tutum sergilemiş, yere düşen lok­manın bile atılıp israf edilmesine razı olmamıştır. Yere bırakılıp alınmayan, değerlendirilmeyen bir lokmanın bile şeytâna bırakılmamasını isteyerek, israfı en küçük boyutta bile olsa önlemek istemiştir. Çünkü israf şeytândandır, israf edenler de şeytânın kardeşleridir. Okul, fabrika, işyeri vs. gibi toplu yer­lerde cereyan eden yemek israfım görünce, Hz. Peygamber'in bu konudaki titizliği daha iyi anlaşıl­maktadır.

Konumuzla ilgili olarak Ümeyye b. Mahşî'den (r.a.) nakledilen bir hadisde ise şöyle denilmektedir: "Bir defasında Hz. Peygamber oturuyordu, bir zât da yemek yiyordu. Ancak bu zât yemeğin son lokmasına kadar besmele çekmedi. Son lokmayı ağzına almak üzere kaldırdığında, 'Yemeğin Öncesine de sonuna da Allah'ın adıyla başlarım' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber güldü ve şöyle buyurdu: 'Şeytân onunla beraber yiyordu, o besmele çekince şeytân karnında olanın hepsini kusarak çıkardı." [507]

Yukarda kaydettiğimiz bu hadisin râvîlerinden el-Müsennâ b. Abdirrahmân ile Câbir b. Subh (veya Subeyh) bazı hadis âlimlerinin tenkidine uğramış­lardır. Aliyyü'bnü'l-Medînî ve ez-Zehebî, el-Müsennâ b. Abdirrahmân'ın meçhul bir kimse olduğunu, bilinmediğini ifâde etmişlerdir.[508] el-Ezdî ise, Câbir b. Subh'un hadisinin delil olarak kullanılamayacağını söylemiş tir. [509]

Hadisdeki, "Şeytânın yediklerim kusarak çıkar­ması" ifadesiyle mecazî bir anlam kasdedildiği anlaşılmaktadır.

Ebû Eyyûb el-Ensârî'den (r.a.) nakledilen bir başka hadisde ise şöyle anlatılmaktadır: "Biz bir gün Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Bize bir yemek ikram etti. Yemeğe başladığımızda ondan daha çok bereketli bir yemek görmediğim gibi, yemeğin sonunda da ondan daha bereketsizini görmedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e, 'Bu nasıl oluyor ya Rasûlallâh?' dedik. Hz. Peygamber de: 'Çünkü biz yediğimiz anda Allah'ın ismini zikrettik. Daha sonra bizimle beraber yemekten yiyen fakat besmele çekmeyen bir kimse sofraya oturdu, bunun üzerine şeytân da onunla beraber yedi' buyurdu." [510] Câbir ve İbn Ömer'den (r.a.) nakledilen hadislerde ise, Hz. Peygamber sol elle yenilip-içilme sini yasak­layarak, şeytânın sol eliyle yiyip içtiğini haber ver­mişlerdir, [511] Bu hacUsden şeytânın iki eli olduğu anlaşılmaktadır. "Şeytân" diye cinlerin kâfir olan­larına denildiğini daha önce kaydetmiştik. Bu tür hadisleri zahirî mânâsına alan bazı İslâm âlimleri mevcuttur. Bu âlimler, şeytânların evlenip çoğaldı­ğını, bizim gibi yiyip içtiklerini, bunun sonucu olarak da aynen insanlar gibi yellendiklerini ileri sürmüş­lerdir. Bu konulardaki hadisler zahirî anlamda değerlendirildiği takdirde, mantık işleyişi içinde bu yorumlar isabetli gözükmektedir.[512] Ancak günlük hayatta, şeytânın yemek yemesinden dolayı sofrada kimsenin yemeğinin kendi kendine eksildiği görül­memektedir. Yine şeytânın yellenmesinden bahse­dildiği halde, onun bu davranışından dolayı hiçbir ses ya da koku duyulmamaktadır. Evlenip, çoğaldık­larından, öldüklerinden söz edildiği halde, ne sevinç çığlıkları, ne çocuk ağlamaları, ne de ölenleri için tut­tukları yasların feryatları duyulmamaktadır. Ancak, bunları duymuyoruz, görümüyoruz diye şeytânların bu tür özellikleri yok demek değildir. Fakat onların bu özellikleri ve vücud yapıları, yemeleri içmeleri, evlenip, çoğalmaları, doğup ölmeleri, yellenmeleri bi­zim gibi değildir. Bu açıdan, bu konulardaki hadis­lerde zahirî mânâ değil, mecazî bir anlam kasdedildiği ortaya çıkmaktadır. Yoksa onların cinsi, vücûd yapısı, beslenmesi ayrı, insanlarınki ayrıdır ve on­ları da vücud yapılan açısından insanlar gibi farzetmeye imkân yoktur. Kısacası, besmele çekmeden ye­mek yiyen, Allah'a inanmayan nice insanlar vardır ve bunların sofralarından kendilerinin yediğinin dışında maddî olarak herhangi bir şey eksilmemektedir. O zaman, 'Şeytânların besmele çekmeden sof­raya oturan insanlarla beraber yemek yediğinden' bahseden hadisleri mecazî mânâda anlamak gerek­mektedir. Buna göre hadislerde şeytânın bizim gibi yemek yediği değil, mü'minlerin, bereketli ve Allah'ın verdiği nimetlere şükür olması açısından yemeğe başlarken Allah'ın adını anmaları gerektiği hususu anlatılmak istenmektedir. Şeytânın da yaratılışına uygun bir beslenme tarzı vardır. Bizim, hayatımızı devam ettirebilmemiz için gerekli olan enerjiyi sağlayabilmek için yiyip içtiğimiz gibi, onlar da hay­atlarını sürdürebilmek için gerekli olan enerjiyi ken­dilerine mahsus yollarla sağlayabilirler.[513] Bu açıdan onların bizim bilmediğimiz, kendilerine mah­sus enerji kaynaklan, beslenme yolları ve gıda mad­deleri olduğunu kabul etmek en doğru yol olmalıdır. Nitekim et-Tıybî, şeytânların sol elleriyle yiyip içmesi, insanlardan olan yardımcılarını buna sevketmesidir. Maksadı sâlih kullara zarar vermektir, demiştir.[514]

Bazı hadislerden anlaşıldığına göre ise, Hz. Pey­gamber ayakta su içilmesini hoş görmemişlerdir. Bu konuda Ebû Hureyre'nin (r.a.) naklettiği bir hadisde, Hz. Peygamber'in ayakta su içen bir kimseyi menettiği ve ona "Bir kedinin seninle beraber su içme­sinden hoşlanır mısın?" diye sorduğu, o zâtın "Hayır" demesi üzerine, "Seninle beraber ondan daha şerli birisi su içti, Şeytân!" buyurduğu kaydedilmekte­dir. [515]

Konumuzla ilgili olarak Hz. Âişe'den nakledilen bir hadis daha vardır. Bu rivayet de şöyledir: "Rasûlullâh (s.a.v.), 'Yeşil hurmayı olgunu ile bera­ber yiyiniz. Çünkü Ademoğlu hurmayı bu şekilde yediği zaman şeytân öfkelenir* buyurmuştur."[516]

Ancak bu rivayet münkerdir. Hadis âlimleri, bu rivayetin râvîlerinden Yahya b. Muhammed b. Kaysın zayıf bir râvî olduğunu, bir rivâyetiyle tek başına kaldığını, kendisinin rivayetinin delil olarak kullanılamayacağım bildirmişlerdir.[517]

Atıyye es-Sa'dî'den (r.a.) nakledilen bir başka hadisde ise, Hz. Peygamber'in "Devlet başkanı gülmeye ve yemeye çok düşkün olduğu zaman şeytân kendisine musallat olur"[518] buyurduğu kaydedilmek­tedir. Ancak hadisin râvîlerinden Urve b. Muhammed'in rivayetinde hata yaptığı bildirilmektedir.[519]

Hz. Peygamberin bu hadisinden, devlet başkan­ları ile devlet adamlarının ciddî, vakarlı olmaları ve yemeye-içmeye, eğlenceye düşkün olmamaları gerek­tiği anlaşılmaktadır. Eğlenceye çok düşkün olan dev­let adamının vaktinin büyük çoğunluğunu buna ayıracağı, memleket ve milletin meseleleriyle uğraşamayacağı, bunlarla meşgul olmak için zaman bu­lamayacağı açıktır. Yemeye içmeye düşkün olan dev­let adamı için bu husus bir zaafır. Memleket ve mil­let düşmanlarının bu zaaftan yararlanmak isteye­cekleri muhakkaktır. Yemeye, içmeye, eğlenceye düşkünlüğü bilinen bir devlet adamı kolayca avla­nabilir. Bu zaafından yararlanıl arak bir takım sinsi emellere, haksız kazançlara âlet edilebilir. Böylece hak ve adaletin tecellîsine engel olunabilir. Devlet adamlarının bu tür davranış ve tutumları, elbette temsil  ettikleri  millet  ve   devletin  çıkarlarına aylandır. Çünkü bu tür davranış ve zaaflar, rüşvetin kapısını açar. Haksız ve yanlış işlemlerin yapıl­masına, hukukun, kânun ve nizâmın işleyişinin bo­zulmasına sebep olur. Bu da toplumu huzursuzluk ve anarşiye, teröre, iç kavgalara götürür. Bu ortam ise, şeytânın arzu ettiği bir husustur. Şu halde, Hz. Peygamber'in, "Devlet başkanlarının gülmeye, yemeye-içmeye çok düşkün oldukları zaman, şeytânın musallat olduğuna" dair bu hadisi, bünyesinde çok derin mânâları saklamaktadır. Tarihte devlet adamlarının eğlenceye, lükse, yeme, içmeye düşkün­lükleri yüzünden, nice suçlular rüşvet ve yedirme yo­luyla hak ettikleri cezalardan kurtulmuşlar, nice mazlumlar da mağdur olmuşlardır.

 

3. VESVESE VE ŞEYTÂN

 

Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de gerekse hadislerde şeytânın vesvese vermek veya telkinde bulunmak suretiyle insanları yoldan çıkarmaya uğraştığı kay­dedilimektedir.[520] Şeytânın her konuda vesvese ver­diği bilinmekle beraber, bu konudaki faaliyetlerim daha çok namaz ibâdeti üzerine yoğunlaştırdığı anlaşılmaktadır.

Burada, şeytânın ashâbdan bazılarına verdiği vesveseden bahseden bir hadise yer vermek istiyo­ruz. Ashâb'dan Mikdâd (r.a.) ve iki akadaşı aç olduk­ları için Hz. Peygamber tarafından misafir edil­mişlerdi. Hz. Peygamber onlara, 'Şu üç keçiyi sağın da aramızda paylaşalım' buyurmuştu. Onlar da keçileri sağıyor, herkes hissesini içiyor, Hz. Peygam­berin hissesi ise ayrılıyordu. Mikdâd (r.a.) bu konu­da şunları naklediyor: "Bir gece ben, kendi payım olan sütü içmiş olduğum halde iken şeytân bana gel­di ve şunu telkin etti: 'Muhammet Ensâr'ın yanına gider, onlar da kendisine yiyecek ikram ederler. Ken­disi onların yanında yiyeceğe nail olur ve şu bir içimlik süde ihtiyâcı kalmaz!' Ben şeytânın bu telki­nine kapılarak Hz. Peygamberin sütünün yanına geldim ve onu da içtim. Süt karnıma girip yerleştiği zaman şeytân beni pişmanlığa şevketti ve şu duygu­ları telkin etti: 'Yazıklar olsun sana! Sen ne yaptın? Muhammedın içeceği sütü de içtin öyle mi? Birazdan Muhammed gelir, sütünü yerinde bulamayınca sana beddua eder, sen de helak olursun. Bu yüzden dünyân ve âhiretin harâb olur gider!'. Şeytânın bu telkinleri sırasında üzerimde saçaklı bir örtü vardı. Sonunda Hz. Peygamber eve geldi, içecek sütünü aradı. Bulamayınca duâ etti. Bu sırada Mikdâd (r.a.) fırlayarak keçilerden birisini kesmeye gitti, fakat keçilerin memelerinin sütle dolu olduğunu gördü. Sütü sağdı ve Hz. Peygambere getirdi. O da içti ve duâ etti. Mikdâd (r.a.) da olanları anlattı. Hz. Pey­gamber de: 'Bu Allah katından gelme bir rahmettir. Keşke haber verseydin de arkadaşlarımız da içselerdi’ buyurdu.[521]

 

4. SAĞLIKLA İLGİLİ HUSUSLAR VE ŞEYTÂN

 

Konuyla ilgili bazı hadislerin incelenmesinden, bazı sağlık konularının da şeytânla irtibâtlandırıldığı görülmektedir. Bu konular arasında Zâtü'1-Cenb hastalığı, esneme, kusma, burun kanaması, hanım­ların hayız ve özür hali.sebebiyle mârus kaldıkları kanamalı durumlar, göz seğirmesi vs. yer almak­tadır.

 

A. Zâtül-Cenb Hastalığı ve Şeytân

 

Bu hastalıkla ilgili olarak Hz. Peygamberden nakledilen bazı rivayetler, İslâm'a muhalif olan bazı kimselerce istismar edilmek istenmiştir. Nitekim İlhan Arsel'in bu konuyla ilgili olarak şunları kay­dettiği görülmektedir: "Hicretin 11. yılında Muhammed, Şam üzerine yürümek maksadıyla sefer­berlik hazırlıklarına başlar, fakat başladığı sırada şiddetli baş ağrılarıyla, mâhiyeti bilinmeyen bir hastalığa yakalanır... Eşlerinden Ayşe ve Ümmü Se­leme ve amcası Abbâs b. Abdülmuttalib ve kızı Fâtıma başının ucuna toplanırlar ve çâre bulmaya çalışırlar, hastalığın zâtülcenb olduğunu ve 'burun otu' ilacının iyi geleceğini düşünürler. Abbâs, 'Elbette ben bu ilâcı damlatacağım' diye ısrar eer ve huni ile Muhammed'in burnuna ilâcı damlatırlar... Bunun üzerine Muhammed, sanki suç kadinlarda imiş gibi, 'İlacı kadınlar işte şu memleket ta­rafından getirdiler' diyerek Habeşistan toprağına işaret eder ve 'Ben Tanrı katına saygılı olduğum için bana bu hastalığı musallat etmez, beni bu has­talıkla cezalandırmaz' diye konuşur. Böylece has­talığın teşhisi ve tedavi usûlleri konusunda karı­larını ve daha doğrusu kadın sınıfını suçlamış olur. Ancak ne var ki, bu sözleri söylerken, vaktiyle şeytânın 'müslüman' olduğuna ve kendisine daima yardımcı bulunduğuna dair söylediklerini unut­muştur. Hiç kimse de ona: 'Nerede senin müslüman şeytânm,neden sana şimdi yardımcı olmuyor?' diye sormamıştır."[522] "Öte yandan unutur göründüğü bir şey daha vardır ki o da, yine vaktiyle hastalıklar konusunda söylemiş olduğu sözlerdir. Gerçekten de veba hastalığının, ya da 'karın hastalığının' ya da 'zatüriye' cinsi hastalıkların 'şehâdet' mesabesinde olup bu hastalıklar yüzünden Ölenlerin Tanrı yolun­da ölmüş sayılacaklarını ve bu tür hastalıkların Tanrı'ya saygılı olanlara musallat olduğunu söyleyen kendisidir. " [523]

İlhan Arsel'in, bu görüşleri için orijinal kaynak­lara başvurmadığı, bazı eserlerin Türkçe tercümele­rinden alıntılar yaptığı görülmektedir.[524] Arsel'in dayandığı bu tercümeler ise maalesef sağlıklı değildir. İlhan Arsel'in bir tercümeye dayanarak Hz.Peygamber'i suçlaması ise ilmî tutumla bağdaş­mayan bir davranıştır. Arsel, elindeki tercümeye dayanarak: "Bunun üzerine Muhammed, sanki suç kadınlarda imiş gibi, İlacı kadınlar işte şu memle­ket tarafından getirdiler' diyerek Habeşistan top­rağına işaret eder..." diye Hz. Peygamberi suçla­makta ve buna Taberî'nin Târîhu'1-Ümem ve'1-Mülûk adlı eserinin Türkçe tercümesi olan "Milletler ve Hükümdarlar Tarihi"ni kaynak göstermektedir. Bu eserin aslı incelendiği zaman, İlhan Arsel'in bahset­tiği bu cümleleri Hz. Peygamberin değil, amcası Abbâs'ın söylediği anlaşılmaktadır. Taberî'nin Târîhindeki ibarenin doğru tercümesi şöyledir: "...Hz. Pey­gamber kendisine geldiği zaman: 'Bana bunu kim yaptı?' diye sordu.- Orada bulunanlar: 'Amcan Abbâs yaptı yâ Rasûlallâh' diye cevap verdiler. Abbâs da: 'Bu, şu memleket tarafından kadınların getirdikleri bir ilaçtır’ dedi ve Habeşistan tarafına işaret etti. Hz. Peygamber de: 'Bunu niçin yaptınız?' buyurdu. Bunun üzerine Hz. Abbâs: Ta Rasûlallâh, biz senin rahatsızlığının zâtü'1-cenb olmasından korktuk' dedi..."[525] İlhan Arsel'in daj'andığı tercümenin yanlış olduğuna ve bu sözleri Hz. Peygamber'in söyleme­diğine konuyla ilgili olarak Ahmed b. Hanbel'in nak­lettiği rivayet de şâhidlik etmektedir. Esma bint Umeys'den (r.a.) yapılan bu rivâyette de bu sözü Hz. Peygamber'in değil, orada bulunan kimselerin sarfettiği bildirilmektedir. [526]  

İlhan Arsel, yukardaki ifâdelerinde, Hz. Pey­gamber'in hanımlarının O'nun (s.a.v.) zâtülcenb hastalığına yakalandığım sandıklarını bu sebeple ken­disine burun ilacı damlattıklarını, bunu öğrenen Hz. Peygamber'in, 'Ben Tanrı katma saygılı olduğum için bana bu hastalığı musallat etmez, beni bu has­talıkla cezalandırmaz' diye konuştuğunu, diğer ta­raftan vaktiyle veba, karın ağrısı, zatürre gibi has­talıklardan ölenlerin şehid mesabesinde olacağını söylediği için çelişkiye düştüğünü söylemektedir.[527] Ancak bu konudaki sahîh hadislerde Hz. Peygam­ber'in bu rahatsızlığının zâtülcenb olduğundan söz edilmemektedir. Bu konudaki güvenilir hadislerde sadece, Hz.Peygamber'in rahatsız olduğundan, bu sebeple hanımları tarafından tedâvî maksadıyla burnuna ilaç damlatıldığından, kendisinin de bunu istemediğinden bahsedilmektedir.[528] Bu durumda, Hz. Peygamberin rahatsızlığının zâtülcenb olduğuna ve kendisinin 'Allah bana bu hastalığı musallat et­mez' dediğine dair rivayetler sahîh olmamalıdır. Za­ten İlhan Arsel bunları sahîh hadis kaynaklarından değil, Taberî ve İbn İshâkin İslâm Tarihi'ne dair eserlerinin Türkçe tercümelerinden almıştır. Şu hal­de Hz.Peygamberin, İlhan Arsel'in iddia ettiği gibi çelişkiye düşmesi söz konusu değildir. Arsel bu ko­nuda, eksik bilgi ve belgeye dayanarak, ciddî ve tat­min edici araştırmaya girmeden, objektiflikten uzak, aceleci ve ön yargılı bir tutum sergilemiştir.

Hz. Peygamber'in söz konusu rahatsızlığının zâtülcenb olduğundan bahseden rivayetlerin Ahmed b. Hanbel'in Müsned'i ile Taberfnin Târîhu'1-Ümem adlı eserinde yer aldığı görülmektedir. Taberî'nin rivayetlerinden birisinin senedi kopuktur. Rivayetin Hicâzlı fakîhlerden alındığı bildirilmektedir ve es-Sak'ab b. Züheyr'den sonraki râvîlerin isimleri mev­cut değildir.[529] Taberî'nin bu konudaki rivâyetinin[530] isnadında yer alalı râvî Muhammed b. Humeyd et-Temîmî er-Râzî, hadis âlimleri tarafından tenkîd edilmiş zayıf bir kimsedir.[531] Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde yer alan bu konudaki rivayetler ise, Hz. Aişe ile[532] Esma b. Umeys'den (r.a.) gelmektedir. [533] Hz. Aişe'den gelen rivayetin isnâdmdaki râvîlerden Abdurrahmân b. Ebi'z-Zinâd Abdullah b. Zekvân el-Kureşî (v:174) ile[534] Ebû Dâvud et-Tayâlisî (v. 204) hadis âlimlerinin tenkidine uğramışlardır.[535] Bu açıdan bu rivayet zayıftır. Râvîler de zabt yönünden kusurludur. Esma bint Umeys'den (r.a.) gelen rivayetin isnadında yer alan râvîler Abdürrezzâk b. Hemmâm (v. 211) ile Ma'mer b. Râşid (v. 152) hakkında da bazı tenkîdler mevcuddur.[536]

Konumuzla ilgili olarak Ahmed b. Hanbel ve Ta­berî'nin Hz. Aişe'den naklettikleri bir rivayet daha vardır. Buna göre Hz.Âişe şöyle demiştir: "(Vefatı hastalığında) Peygamberimize yanında bulunanlar, 'Rahatsızlığının zâtülcenb olmasından korktuk de­dikleri zaman, Hz. Peygamber: "Şüphesiz o şeytânlarıdır. Allah onu bana musallat etmez' buyurdu­lar. " [537] Hz. Peygamber'e isnâd edilen bu sözün, "Ailesinde, rahatsızlığının Zâtülcenb olduğu şeklin­de uyanan kanaatin, şeytânın telkin ettiği boş bir kuruntudan ibaret olduğu" anlamına geldiği açıktır. Ancak bu rivayetler de zayıftır. Ahmed b. Hanbel ve Taberî'nin kaydettikleri bu iki rivayetin isnâdlan râvîlerden Muhammed b. İshâk'da birleşmekte, on­dan Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, Urve b. ez-Zübeyr vasıtasıyla Hz. Aişe'ye ulaşmaktadır. Mu­hammed b. İshâk hakkında ise hadis âlimleri ihtilâf etmişlerdir. Bir kısım Hadis âlimleri Muhammed b. îshâk'm zayıf olduğunu, hadis ve Sünnet'te hüccet ol­madığını söylemişlerdir.[538] Taberî'nin rivâyetindeki isnâdda mevcut râvîlerden Seleme b. Fadl el-Ensârî (v. 190 ?)[539] ile Muhammed b. Humeyd et-Temîmî hadîs âlimleri tarafından tenkîde uğramış, zayıf kinıselerdir.[540]

Sonuç olarak, Hz. Peygamber'in vefat etmeden önce zâtülcenb hastalığına yakalandığının zannedil­diğini, Hz. Peygamber'in de "O şeytândandır, Allah onu bana musallat kılmaz" buyurduğunu nakleden bu rivayetler sahîh değildir. Bu yüzden de, Hz. Pey­gamber'in bu konuda kendisiyle çelişkiye düşmesi söz konusu olamaz. Arsel'in tesbit ettiğini sandığı çelişki Hz. Peygamber'den değil, hadisleri iyi zabtedemeyen yukardaki zayıf râvîlerden kaynakl anmıştır. Hz. Peygamber'in, zâtülcenb hastalığından ölen­lerin şehîd olacağına dair hadisleri ise Kütüb-i Sitte içerisinde mütâlâa edilen bazı hadis kaynaklarında yer almaktadır. Câbir b. Atîk'den (r.a.) nakledilen bu hadislerinde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "...Allah yolunda ölenlerin dışında yedi türlü şehid vardır. Taundan ölen şehîddir. Suda boğulan şehiddir. Zâtülcenbden ölen şehîddir. Karın ağrısından ölen şehiddir. Yanarak Ölen şehîddir. Yıkık altında kalan şehîddir. Doğum esnasında Ölen şehîddir." [541]

 

B. Hayız, Kusma, Burun Kanaması ve Şeytân

 

Bazı hadislerde, hayız, kusma, burun kanaması gibi hususların şeytânla irtibâtlandırıldığmı gör­mekteyiz. Konuyla ilgili olarak, Adî b. Sabit'in ba­bası ve dedesi vasıtasıyla Hz. Peygamber'den nak­lettiği bir hadisde Peygamberimizin şöyle buyur­duğu kaydedilmektedir: "Namazda aksırma, pinek­leme, esneme, hayız görme, kusma ve burun kana­ması şeytândandır." [542] Ancak, bu rivayetin isnâdındaki râvîlerden Şerik b. Abdillâh (v. 177) ile Ebül-Yakzân Osman b.Umeyr hadis âlimlerinin tenkidine uğramış zayıf kimselerdir.[543] Ayrıca bu rivayet, Hz. Peygamberin hac esnasında hayız gören Hz. Âişe'yi teselli etmek maksadıyla söylemiş oldukları 'Bu, Allah'ın Âdem kızları üzerine yazdığı bir şeydir' [544] hadisine de aykırıdır. Bu konuda başka hadisler de vardır. Bunlar da Hamne bint Cahş (r.a..), Esma bint Umeys (r.a.) ile Fâtıma bint Ebî Hubeyş'den (r.a.) gelmektedir. Bunlardan Peygamberimiz'in baldızı Hamne bint Cahş'dan (r.a.) nakledilenine göre, Ham­ne (r.a.) çok şiddetli özür kanı gören bir hanım olduğunu belirterek, kendisinin kızkardeşi ve Pey­gamberimizin eşi olan Zeyneb b. Cahş'ın (r.a.) evine gidip orada bulunan Hz. Peygamber'e: "Ey Allah'ın Resulü! Ben şiddetli ve devamlı bir şekilde kan gören bir kadınım. Bu durum, beni namaz ve oruçtan alıkoydu. Benim hakkımda ne buyurursunuz?" diye sormuştu. Hz. Peygamber de kendisine pamuk kul­lanmasını ve bir ayda altı veya yedi gün hayızlı olduğunu kabul ederek yıkanmasını, kalan 23 veya 24 günde de namazını kılıp, orucunu tutmasını em­rederek, şeytânın vesveselerinden bir vesvesedir" [545] buyur­muştur.

Konumuzla ilgili hadislerden bir diğeri de Fâtıma bint Ebî Hubeyş (r.a.) hakkındadır ve bun­lardan birisi kendisinden.[546] diğeri de Esma b. Umeys'den (r.a.) nakledilmektedir. Esma (r.a.), Hz. Peygambere, Fâtıma b. Hubeyş'in istihâza kanına mübtelâ olduğunu ve şu kadar zamandır namaz kılmadığını haber verdiğini, Hz. Peygamber'in de, "Sübhânallâh! Bu, şeytândandır" buyurarak, Fâtıma'ya sabah için bir, öğlen ve ikindi için bir, akşam-yatsı için bir gusül yapmasını, cemettiği namazlar arasında abdest alarak namazlarını kılmasını em­rettiğini haber vermektedir,[547]

Her iki olay hakkında Hz. Peygamber'in söyle­miş oldukları sözde yer alan kelimesini "Vuruş, darbe" mânâsına alan bazı âlimler bunun bir hakikat olduğunu ifade ederek, istihâza kanına şeytânın darbesinin sebep olduğunu ileri sürmüş­lerdir. Ancak bu ifâdeyi hakiki mânâya almak uygun düşmemektedir. Ayrıca bu, zayıf bir görüştür. Çünkü bu konuyla ilgili diğer hadislerde istihâze kanının, bir damar çatlaması veya bir hastalıktan dolayı meydana geldiği bildirilmektedir.[548] Yine, Hamne b. Cahş ile Fâtıma b. Ebî Hubeyş'in (r.a.) bu durum­larından bahseden ve el-Buhârî, Müslim gibi sahîh kaynaklarda yer alan bazı hadislerde, "Bu, şeytânın vuruşlarından bir darbedir" ifâdesi yer almamaktadır. [549] Bu da, "Bu, şeytânın vuruşlarından bir darbedir" sözünü ih­tiva eden bu konudaki rivayetlerin isnâdmdaki râvîlerin zabt kusuru olduğunu hatıra getirmektedir.[550] Diğer taraftan bu rivayetlerde "şeytândan olduğu" bildirilen hususun, istihâza kanaması değil, bu kanamayı hayız veya hayız gibi sanarak namaz, oruç gibi ibâdetleri terketmek olduğu anlaşılmak­tadır. Nitekim Esma bint Umeys'in (r.a.) naklettiği ve Fâtıma bint Ebî Hubeyş'in (r.a.) istihâza sebe­biyle epey zamandır namazı terkettiğinden bahse­den hadisde yer alan, Peygamberimizin (s.a.v.), "Subhânallâh, bu şeytândandır" sözü ile istihâza kanı değil, namazın terkedilmesinin kasdedildiği ortaya çıkmaktadır. Kısacası Hz. Peygamber namaz ve orucu terketmenin şeytânın bir vesvesesi sebebiyle olduğunu ifâde buyurmuşlardır. Buradan da hadislerde bahsedilen Hamne bint Cahş ile Fâtıma bint Ebî Hubeyş'in uğradıkları bu vesvese sebebiyle istihâza kanı mı yoksa hayız kam mı gördüklerini gördüklerini bile­meyerek, âdet günlerini unuttukları, Hz. Peygamber'e veya bilen bir kimseye danışmadan namaz ve orucu terkettikleri anlaşılmaktadır. Tabii ki bu du­rum, onların din ve ibâdet hayatlarıyla ilgili bir hu­susta şeytânın vesvesesine yol açma fırsatı ver­miştir. [551] Bu durumda da hadisdeki keli­mesini "darbe, vuruş" manasına değil de, "vesvese, telkin" anlamına almanın daha doğru olacağı orta­dadır. Üstelik bu rivayetlerin râvîleri arasında zayıf kimseler vardır. Züheyr b. Muhammed et-Temîmî bunlardandır.[552] Aynı rivayetlerin senedin­deki râvîlerden Abdullah b. Muhammed b. Akıl b. Ebî Tâlib el-Hâşimî de çok zayıf bir kimsedir.[553] Ebû Dâvud, Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel tarafından nakledilmiş olan Hamne bint Cahş (r.a.) hadisi bun­ların vasıtasıyla gelmektedir.[554]

Yine bu rivayetlerden Fâtıma bint Ebî Hu-beyş'in (r.a.) durumundan bahseden ve Esma bint Umeys'den (r.a.) nakledilen naklin râvîlerinden Süheyl b. Ebî Salih Ebû Yezîd el-Mendenî de hadis âlimleri tarafından tenkîde uğramış zayıf bir kimsedir.[555] Bu rivayetlerden Alımed b. Hanbel tarafından kaydedilen Fâtıma bint Ebî Hubeyş (r.a.) hadisi de aynı durumdadır. Râvîlerden Osman b. Sa'd et-Temîmî ise hadis âlimlerince tenkîd edilmiş, zayıf bir râvîdir.[556]

 

C. Şeytânın İnsanın Burnunda Gecelemesi

 

Konumuzla ilgili olarak Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bir hadisde "Şeytânın insanın burnunda gecelediğinden" bahsedilmektedir. Hadis şöyledir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden birisi uy­kusundan uyandığı zaman üç defa burnuna su alıp versin. Çünkü şeytân onun genizinde geceler." [557]

Hz. Peygamberin "Şeytânın burunda geceleme­si" sözünü hakikat mânâsında kullanmış olduğunu söyleyen Kadı Iyâd gibi bazı âlimler olduğu gibi, bu sözün bir istiare olduğunu ifâde eden İslâm âlimleri de vardır. Kanaatimizce, Hz. Peygamber'in bu sözü­nün bir istiare olduğuna dair görüş daha isabetlidir. Buna göre, geceleyin insanm burnunun içinde biriken çeşitli mikroplar, toz, toprak ve bezeri pislikler için istiare yoluyla şeytân denilmiştir. Bunlar insan sağlığı açısından zararlı şeylerdir. Hz. Peygamber de sağlık açısından, ashabına sabahlejdn kalktıkla­rında hiç olmazsa üç kere burunlarına su çekerek, bu pislikleri temizlemelerini tavsiye etmişlerdir. Bun­ların insanın nefes yollarına, akciğerlerine zarar ve­rebilecekleri açıktır. Hz. Peygamber'in, insan sağlığı için zararlı olan bazı şeylere istiare yoluyla "şeytân dediğini bilmekteyiz. Kanaatimizce burada da du­rum aynıdır.[558]

 

D. Elleri Yıkamak ve Şeytân

 

Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadisde yemek­ten sonra elleri yıkama konusunun şeytânla irtibâtlandınldığı görülmektedir. Hadis şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: 'Şeytân hassastır, yalayıcıdır, kendinizi ondan sakının. Her kim ki elinde et kokusu olduğu halde geceler ve bundan do­layı başına bir şey gelirse ancak kendisim sorumlu tutsun." [559]

Hadisde, et yedikten sonra ellerin yıkanması tavsiye edilmekte, eller yıkanmadan yatılması duru­munda, insanın sağlığının tehlikeye girebileceğine işaret edilmektedir. Kanaatimizce, "Şeytân hassas­tır, yalayıcıdır" ifadesiyle de, et sularında, etli ye­meklerin artıklarında süratle çoğalabilen mikroplar kasdedilmiştir. Onların, ellerini yıkamadan yatan kimsenin elindeki et artıklarında üredikleri, uyku­daki kişinin de bunları ağzına, burnuna, gözüne vs. organlarana taşıdığına işaret edilmiştir. Fakat, bu hadisin zayıf olduğu kaydedilmiştir.[560] Hadisin râvîlerinden Ya'kûb b. el-Velîd b. Abdillâh el-Medenî'nin yalancı olduğu, sika kimseler üzerine hadis uy­durduğu bu sebeple hadisinin terkedildiği bildirilmektedir.[561]

Bu konuda yine Ebû Hureyre'den nakledilen ve hasen olduğu bildirilen diğer hadisde ise, "Şeytân hassastır, yalayıcıdır, kendinizi ondan koruyun" cümlesi yoktur ve bu hadis daha güvenilir durum­dadır. Bu hadisde bildirildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Her kim elinde et kokusu olduğu halde geceler ve basma bir şey gelirse, kendisinden başkasını suçlamasın." [562]

 

E. Esnemek ve Şeytân

 

Bazı hadislerde, "esneme"nin şeytânla irtibâtlandırıldığı görülmektedir. Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bir hadisde, "esnemenin şeytândan oldu­ğu" bildirilirken,[563] Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edilen diğer hadislerde Hz. Peygamberin, "Sizden biriniz esneyeceği zaman eliyle ağzını ka­patsın, çünkü şeytân girer"[564] buyurduğu nakledil­miştir. Bu konuda Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen diğer bir hadisde ise, Hz.Peygamber'in: "Allah (c.c.) bir kulun aksırmasından hoşlanır, esnemesinden hoşlanmaz. Herhangi biriniz aksırdığı zaman 'Elhamdülillah' desin. Bu durumda, onu işitenlerden her birinin 'Yerhamükallâh' demesi gerekir. Esne­meye gelince, herhangi birinizin esnemesi geldiği za­man, gücü yettiği kadar onu tutsun ve 'hâli, hâh' de­mesin. Çünkü bu şeytândandır ve şeytân bu yüzden güler"[565] buyurduğu nakledilmektedir.

Hz. Peygamber'in bu sözleriyle, müslümanlara bir âdâb-ı muaşeret kuralını öğretmek istediği açık­tır. Kişi esnemesi geldiği zaman ağzını kapatmakla, ağzının hoş olmayan hareket ve şekillerini gizlemiş, ağza dışarıdan girebilecek şeyleri önlemiş, elinde ol­madan ağzından çıkabilecek şeylerin diğer insanları rahatsız etmesine fırsat vermemiş olmaktadır. Ka­naatimizce yukarıdaki hadisde mevcut "Şeytân gir­er" cümlesiyle, elinde olmadan insanın ağzına gire­bilecek zararlı şeyler kasdedilmiştir. Namazda esnemeyi yasaklayan hadislerden de anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber, ibâdet esnasında kişide bulun­ması gereken canlılık, neş'e, uyanıklık ve iştiyaka ters düştüğü için esnemeyi tasvîb   etmemişlerdir. Genellikle, çok yediğimiz zaman vücûdumuz gevşe­yip, tembelleşir, uyuklama hali belirir, esnemeye başlarız. İşte bu durumun hoş karşılanmayıp, şeytâna nisbet edildiği anlaşılmaktadır.[566]

 

F. Şeytânın insanın Damarlarında Dolaşması

 

Bazı hadislerde, şeytânın insanın damarlarında dolaştığından bahsedilmektedir. Bu konuda, Pey-gamberimiz'in hanımı Safiyye bint Huyey'den (r.a.) nakledilen bir hadis şöyledir:

"Hz. Peygamber i'tikâfa girmişti. Ben kendisini ziyaret etmek maksadıyla geceleyin yanma geldim ve kendisiyle biraz konuştuktan sonra eve dönmek üzere kalktım. Hz. Peygamber de beni uğurlamak üzere kalktı. (Safiyye'nin evi Üsâme b. Zeyd'iıi evinin ojduğu yerdeydi.). Bu sırada Ensâr'dan iki kişi ora­dan geçtiler. Bunlar Hz. Peygamber'i görünce yürüyüşlerini hızlandırdılar. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber, 'Acele etmeyin, durun, Yanımdaki hanım Safiyye bint Huyey'dir' buyurdu. Ensâr'a mensup o iki kişi, Yâ Rasûlallâh! Subhânallâh!' dediler. Hz. Peygamber: 'Şüphesiz şeytân insanın bedeninde kanın dolaştığı gibi dolaşır. Ben sizin gönüllerinize şeytânın bir şer telkin etmesinden endişe ettim' bu­yurdu. "[567] Aynı hadis, Enes'den (r.a.) de nakledilmiştir.[568] Müslim'in Safiyye'den (r.a.) yaptığı diğer rivayette ise, Hz. Peygamber'in, "Şüphesiz şeytân in­san bedeninde kanın dolaştığı yere ulaşır" buyur­duğu [569] nakledilmektedir.

Kadı Iyâd gibi bazı âlimler, bu hadisleri zahiri­ne göre mânâlandırmışlar ve Allah'ın şeytâna in­sanın damarlarında dolaşacak gücü verdiğini ileri sürmüşlerdir. Ancak diğer âlimler de bu ifâdede bir benzetmenin söz konusu olduğunu söyleyerek, nasıl ki kan insan vücûdundan ayrılmaz ise, şeytân da in­sanı saptırmak maksadıyla vesvese vermekten geri kalmaz ve asla insandan ayrılmaz, demişlerdir. Ka­naatimizce hadisde zahirî anlam değil, bir teşbih kasdedildiğini söyleyen âlimlerin bu görüşü daha isabetlidir. İmâm eş-Şâfiî, Hz. Peygamberin, Ensâr'dan bu iki kişiye, şeytân kalblerine vesvese verir de Hz. Peygamber hakkında sûizanda buluna­rak küfre girerler diye endişe ettiği için bu sözü söylediğini ifâde etmiştir. Çünkü Peygamberler hakkında sûizanda bulunmak küfürdür. Bu durum­da Hz.Peygamber'in o iki kişiye merhametinden do­layı böyle davranmış olduğu anlaşılmaktadır. O iki kişinin Üseyd b. Hudayr ve Abbâd b. Bişr (r.a.) ol­dukları .kaydedilmektedir. [570]

 

G. Mikroplar ve Şeytân

 

Bazı hadislerde, fare haşarat gibi bir takım za­rarlı hayvanlarla, insan sağlığı açısından zararlı olan mikroplara, "Şeytân" lafzıyla işaret edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim Câbir'den (r.a.) nakledilen bir hadisde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır:

"Kaplarınızı örtün, kırbaların ağzını bağlayın, kapıyı kilitleyin, kandili söndürün, Çünkü şeytân, hiçbir kırba bağını çözemez, hiçbir kapıyı ve hiçbir kap-kacak ağzını açamaz. Şayet sizden herhangi bi­riniz kapkacağmı örtmek için üzerine enlilemesine bir tahta parçası koymaktan başka bir imkân bula­mazsa, Allah'ın adını anarak bunu yapsın. Çünkü küçük bir fâsık, ev halkı içerdeyken üzerlerine evleri­ni yakabilir. " [571]

Hadisde geçen, "Küçük bir fâsık" lafzıyla, fare­nin kasdedildiği belirtilmektedir.[572] Yine, yukardaki hadisde "şeytân" lafzıyla,.sadece zararlı haşerelerle fare gibi hayvanların değil, insan sağlığı için zararlı olan mikropların da kasdedildiği anlaşılmaktadır. Câbir'den nakledilen bu konudaki bir hadis, bu hu­susu te'yîd etmektedir. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kabın ağzını örtün, tulumu da bağlayın. Çünkü senede bir gece veba iner.Yanma uğradığı kapağı olmayan her kabın, yahut üzerinde bağı olmayan her tulumun içine mutlaka bu vebadan iner."[573]

Yukardaki hadisde, vebanın bulaşacağı bu gece­nin yılın hangi gecesi olduğu belirtilmemiştir. Veba salgını çıktığında, herhangi bir gün veya gece bu mümkün olabilir. Bu açıdan Hz. Peygamber, yiyecek ve içecek maddelerinin ağzının kapatılmasını emret­miş, salgın hastalıkların mikroplarının hava yoluyla da bulaşabileceğine lafzıyla işaret etmiştir. Günümüzde, bir çok hastalığın teneffüs edilen hava, mikrop bulaşan yiyecek ve içecekler yoluy'la insanla­ra geçtiği bilinen bir husustur. Hz. Peygamber'in, yi­yecek ve içecek kaplarının ağızlarının kapatılmasını emretmesinin hikmetinin bu olduğu açıktır.[574]

 

H. Rukye ve Şeytân

 

Konumuzla ilgili olarak Abdullah b. Mes'ûd'dan bir rivayet nakledilmektedir. Burada kaydedildiğine göre Abdullah b. Mes'ûd'un (r.a.) hanımı Zeyneb, seğriyip, yaşaran gözü için bir yahudiye giderek ruk­ye yaptırıyor ve gözü iyileşiyordu. Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) işittiği zaman bunu hoş karşılamamış ve hanımına, 'Senin gözünün atması şeytândandır. Şeytân, senin gözüne eliyle dürtüyor, yahudi rukye yaptığı zaman şeytân elini çekiyor. Böyle bir ra­hatsızlık hissettiğin vakit, Hz. Peygamber'in buyur­duğu gibi şöyle duâ etmen yeterlidir:

'Ey insanların Rabbi! Sıkıntıyı gider, şifâ ver. Çünkü Sen şifâ verensin. Senin şifândan başka bir şifâ yoktur. Hiçbir hastalık bırakmayan bir şifâ ihsan et!" [575]

Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) yapılan bu rivayet­ten, o dönemde gayrı mü sunilerin de Psikoterapi kapsamına giren birtakım rahatsızlıkları tedâvî edebildiklerini anlamaktayız. Ancak, Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) böyle bir tedaviye razı olmamış, böyle rahatsızlıklarda Hz. Peygamberin öğrettiği dualara başvurulmasını istemiştir. Bu da bu tür rahatsız­lıkların Islâmî usûllerle de tedâvî edilebileceğini göstermektedir. Şu halde müslümanlar bu tür psi­kolojik rahatsızlıklarını Kur'ân ve Sünnet'in ön gördüğü yöntemlere uygun olarak tedâvî etmeli, mânâsı anlaşılmayan, mâhiyeti bilinmeyen hurafe­lere, şirk ihtiva eden muskalara, okuma üfleme metodlarına başvurmamalıdır. Çünkü bunlar şirk ye küfürdür, şifâyı veren ise Allâh'dır. Bu tür yöntem­lerle yapılan tedavinin etkili olabilmesi için, ra­hatsız olan kişinin bu tür tedaviyi yapan kimseye güvenmesi gerektiği açıktır. Hasta karşısındakine güvenmezse onun telkinlerini kabul etmeyeceği için sonuçta başarı sağlanamaz. Kanaatimizce İbn Mes'ûd'un hanımı Zeyneb'in (r.a.) olayında da durum budur ve kendisi söz konusu yahudinin telkinine açıktır ve onun kendisini tedâvî edebileceğine inan­mıştır, bu sebeple de bu yahudinin yaptığı rukye et­kili olabilmiştir. Sanıyoruz ki, günümüzde de zaman zaman bazı kimselerden işittiğimiz, "Şu kilisenin papazına veya şu havranın hahamına gittim. Şu şikâyetim için bana muska yazdı, ya da okuyup, üfledi, ondan sonra bu rahatsızlığım geçti" türünden sözlerin açıklaması budur. Kısacası marifet papaz­da, hahamda ya da onların yazdığı muskada değil, hastanın o kimselere güven duyması, onların kendi­sinin rahatsızlığını tedâvî edebileceklerine inanması, telkinlerini kabule hazır bir rûh hali içinde bu­lunmasında dır. Bu açıdan da bu durumdaki müslümanlann papaza, hahama, cinciye, falcıya, üfürük­çüye başvurmaması en sağlıklı yoldur. Zaten tıb oto­riteleri de cild bozuklukları ve allerjik deri has­talıklarının kaynağının stres kökenli olduğunu bil­dirmekte dirler.[576] Ruh sağlığı uzmanları da yaptık­ları açıklamalarda, stresin çeşitli cild bozukluk­larının yanısıra allerjik deri hastalıklarına yol açtığını bildirerek, bu tür şikâyeti olanların dermat­ologdan önce bir ruh sağlığı hekimine başvurmaları gerektiğini söylemektedirler.[577]

 

I. Doğduğu Zaman Çocuğa Şeytânın Dürtmesi (Ta'nü'ş-Şeytân)

 

Konuyla ilgili olarak Ebû Hureyre'den (r.a.) nak­ledilen bazı hadislerde, dünyaya gelen her çocuğun şeytânın dürtmesi sonucu ağladığından ve bu işlem­den Hz. Meryem ile oğlu Hz. İsa'nın müstesna oldu­ğundan bahsedilmektedir. Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bu konudaki bir hadisde Hz. Peygam­ber'in şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:

"Doğduğu zaman şeytânın dokunmadığı hiçbir çocuk yoktur. Doğan her çocuk, işte şeytânın bu dürtmesi sebebiyle feryâd ederek ağlar. Bundan yâlnız Meryem oğlu İsâ (a.s.) ile annesi müstes­nadır." Bundan sonra Ebû Hureyre'nin (r.a.) "İster­seniz, 'Ben onu ve zürriyetini taşlanmış şeytândan Sana ısmarladım'[578] âyetini okuyunuz" dediği kaydedilmektedir.[579]

el-Buhârî'nin Ebû Hureyre'den (r.a.) naklettiği diğer rivayete göre ise, şeytânın dürtmesinden müstesna olan sadece Hz. İsa'dır. Annesi Hz. Mer­yem'in de bundan müstesna olduğundan bahsedilmemektedir. Bu rivayete göre şeytân, doğan çocukla­ra parmağıyla dürtmektedir. Hz. İsa'ya da dürtmek için teşebbüs etmiş fakat muvaffak olamamıştır. "Doğan her çocuğun, şeytânın dürtmesi sebebiyle ağladığı" hususu ise bu hadis de yer almamaktadır.[580] el-Buharî'nin bu rivayeti, el-Avec, Ebü'z-Zinâd, Şu'ayb ve Ebü'l-Yemân vasıtasıyla nakledil­miştir. Müslim'in kaydettiği diğer rivayette de,[581] "Doğan çocukların şeytânın dürtmesi sebebiyle ağladığı" ibaresi yer almamaktadır. Müslim'in bu konudaki son rivayetinde ise, "Doğduğu zaman çocuğun feryâd etmesi, şeytânın dürtmesi sebebiyle meydana gelir"[582]denilmekte ve bundan Hz. İsâ ile annesi Hz. Meryem'in müstesna olduğundan bahsedilmemektedir. Müslim'in bu rivayetlerinden ilki, Ebû Hureyre'den (r.a.), Ebû Yûnus Mevlâ Ebû Hu-reyre, Amr b. el-Hâris, îbn Vehb ve Ebü't-Tâhir, ikin­cisi ise Zekvân, Süheyl b. Ebî Salih, Ebû Avâne, Şeybân b. Ferrûh vasıtasıyla nakledilmiştir. Kaydet­tiğimiz bu rivayetlerin metinleri arasındaki lafız farklılıkları, hadisde önemli bir zabt kusuru olduğu­na işaret etmektedir. Kanaatimizce bu, râvîlerden kaynaklanmaktadır. Söz konusu ettiğimiz bu hadis Ebû Hureyre'den(r.a.) nakledilmiş ve rivayetlerin tamamı Hz. Peygamber "e isnâd edilmiştir. Ebû Hu­reyre'den gelen bu rivayetler bir şema halinde gösterilmiştir. (Bkz. Ek: 2). Hadis, Hristiyanlığın, şeytânın sadece Hz. İsa'ya etki edemediği, onun dışındaki tüm insanlığı hâkimiyeti altına aldığı şeklindeki görüşüyle paralellik arzettiği için metin açısından da problemlidir.[583] Bu durum, hadisin Hz. Peygamber'e ait bir söz değil, Hıristiyan kültüründen aktarılmış ve Âl-i İmrân 36. âyeti tefsir etmek için Ebû Hureyre (r.a.) tarafından nakledilmiş bir açıklama olduğunu hatıra getirmektedir. Kısacası bu söz Hz. Peygambere aid (merfû) bir söz değil, Ebû Hureyre'ye âid bir sahâbî sözü (mevkuf) olmalıdır. Kanaatimizce rivayeti Ebû Hureyre'den (r.a.) alan râvîler bunu, Ebû Hureyre'ye âid bir söz olarak nakledecekleri yerde Hz. Peygamber'e isnad ederek rivayet etmişlerdir. Hadisin metnindeki fark­lılıklar dolayısıyle râvîlerden kaynaklanan önemli bir zabt kusuruna yukarıda işaret etmiştik. Kanaa­timizi doğrulayan önemli bir ipucu daha vardır ki, bu da Dârimî'nin aynı konuda îbn Abbâs'tan (r.a.) yaptığı rivayettir. Dârimî'nin bu rivayeti Hz. Pey­gamber'e isnâd edilmemiş ve îbn Abbâs'm sözü (mevkuf) olarak nakledilmiştir.[584] Bu açıdan biz, aslında Ebû Hureyre'nin (r.a.) rivayetinin de kendi­sine âid bir söz (mevkuf) olduğu, fakat râvîler ta­rafından bunun Hz. Peygamber'e isnâd edildiği (merfû) kanaatini taşımaktayız.

Ebû Hureyre'den nakledilen ilgili hadis, isnâd açısından da problemli gözükmektedir. Ebû Hu­reyre'den nakledilen bu hadisin bütün isnâdlanmn hadisin sıhhatini olumsuz yönde etkileyebilecek önemli noktalarında, hadis âlimleri tarafından tenkîd edilmiş bazı râvîler yer almaktadır. Ahmed b. Hanbel, bu rivayetleri Aclân el-Medenî ve Muhammed b. Abdirrahmâıı İbıı Ebî Zi'b vasıtasıyla Ebû Hureyre'den (r.a.) nakletmiştir.[585] Bu rivayetler İbn Ebî Zi'b'den nakleden üç ayrı kimse vasıtasıyla Ahmed b. Hanbel'e ulaşmıştır, (bkz. Ek: 9) İbn Ebi'z-Zi'b ise, hadis âlimleri tarafından tenkîd edilmiştir. Ali b. el-Medînî, Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Sa'îd el-Kattân gibi hadis âlimleri onun Zührî'den yaptığı rivayetlerin zayıf (münker) olduğunu, zayıf kimse­lerden nakilde bulunduğunu kaydetmişlerdir.[586] Zührî'den yaptığı rivayetlerde hatalar yapabilen bir kimsenin, Aclân'dan yaptığı bazı rivayetlerde de hata yapmaması için herhangi bir engel yoktur. Ka­naatimizce bu rivayet İbn Ebi'z-Zi'b'in, Zührî'nin dışındaki kimselerden yaptığı zayıf nakillerden bi­risidir. Müslim ise, bu rivâyetlerden birisini Ebû Salih Zekvân el-Medenî (v. 101), Süheyl b. Ebî Salih, Ebû Avâne eî-Vaddâh b. Abdillâh ve Şeybân b. Ferrûh vasıtasıyla Ebû Hureyre'den (r.a.) nakletmiştir.[587] Ancak bu râvîlerden Süheyl b. Salih'in zayıf olduğu kaydedilmiştir.[588] Ebû Avâne el-Vaddâh b. Abdillâh el-Yeşkürî (v. 176) ise hafızasından naklettiği zaman evhamlanıp, çok hata yaptığı için tenkîd edilmiştir. Hadis âlimleri Ebû Avâne'yi, kitbından naklettiği şeylerde sika, ezberinden naklet­tiği şeylerde ise zayıf saymışlardır. Kanaatimiz­ce bu rivayet de Ebû Avâne'nin zayıf rivayetlerindendir.

Müslim'in bu konudaki diğer rivayeti ise, Ebû Yûnus Mevlâ Ebû Hureyre, Amr b. el-Hâris, Abdul­lah b. Vehb vasıtasıyla Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilmiştir.[589] Ancak râvîlerden Amr b. el-Hâris, Ahmed b. Hanbel tarafından şiddetle tenkîd edil­miş, hata yaptığı, muztarib ve münker şejder naklet­tiği için zayıf sayılmış bir kimsedir.[590] Râvîlerden Abdullah b. Vehb b. Müslim el-Kureşî el-Mısır de tenkîde uğramış, hadis alırken gevşek davrandığı, zayıf şeyler naklettiği bildirilmiştir.[591] Aynı riva­yet, Ahmed b. Hanbel ve Müslim tarafından Sa'îd b, el-Müseyyeb, Zührî, Ma'mer b. Râşid, Abdü'1-A'lâ b. Abdi'1-A'lâ vasıtasıyla Ebû Hureyre'den (r.a.) nakle­dilmiştir, [592] Bu rivayetin isnadında yer alan Ma'mer b. Râşid hadis âlimlerinin tenkidine uğra­mıştır. Ma'mer'in, Zührî ve îbn Tâvus'tan yaptığı rivayetler hâriç, Basra ve Kûfe'li olan diğer râvîler­den yaptığı nakillerin zayıf olduğu kaydedilmektedir.[593] Zührî'den yapılmasına rağmen, Ma'mer'in konumuzla ilgili rivayetinin de zayıf olduğu kanaa­ti 07) ez-Zehebî, Mîzân, IV, 334:1. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, VI, 76-78. tindeyiz. Rivayeti Ma'mer'den alan râvî Abdü'1-A'lâ b.Abdi'1-A'lâ el-Basrî'nin de (v. 198) zayıf olduğu bil­dirilmiştir. [594] Aynı rivayet, Müslim ve Ahmed b. Hanbel tararından, Ma'mer'den Abdürrezzak vasıta­sıyla alınarak da nakledilmiştir.[595] Râvî Abdürrez­zak b. Hemmâm da (v. 211) hadis âlimlerinin tenkidine uğramış bir kimsedir .[596]

Konumuzla ilgili rivayet, Zührî'den, Şu'ayb ve Ebu'l-Yemân vasıtasıyla Buharı ve Müslim tarafın­dan da nakledilmiştir.[597] Buhârî'nin bu konudaki diğer rivayeti ise, A'rec, Ebü'z-Zinâd vasıtasıyla ahnmıştır.[598] A'rec, Ebü'z-Zinâd vasıtasıyla gelen bu konudaki rivâyetlerdeıı bir tanesi de Ahmed b. Hanbel tarafından kaydedilmiştir.[599] Gerek Zührî, gerekse Ebü'z-Zinâd vasıtasıyla gelen rivayetlerin isnadında yer alan râvî Ebü'l-Yemân el-Hakem b. Nâfi el-Hımsî'nin (v. 221) tenkide uğradığı görülmek­tedir. Hadis âlimleri Ebü'l-Yemân'm Şu'ayb'dan ha­dis işitmediğini, Şuayb'm hadislerini münâvele yo­luyla ele geçirerek naklettiğini söylemişlerdir.[600] Bazı hadis âlimleri tarafından, Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen hadislerin en sahîh isnadının (Esahhu'l-Esânîd), Ebü'z-Zinâd, A'rec, Ebû Hureyre olduğu kaydedilmişse de, râvî Ebü'z-Zinâd bazı ha­dis âlimlerinin tenkidine uğramıştır.[601] Kanaatimizce, Ebü'z-Zinâd vasıtasıyla gelen bu rivayetler zayıftır. Zayıflık da, Ebû Hureyre'ye (r.a.) âid olması gereken bu sözün Hz. Peygambere isnâd edilmesin­den kaynaklanmaktadır. Nitekim Ebû Hureyre'nin, Abdullah b. Selâm, Ka'bü'l-Ahbâr gibi Ehl-i Kitâb âlimlerinden nakilde bulunduğu kaydedilmektedir.[602]

Sözkonusu hadis, metin açısından da bazı prob­lemler taşımaktadır. Bunlardan birincisi, şeytânın tasallutundan sadece Hz. İsa'nın kurtulduğu şeklin­deki Hristiyân doktrinini destekler mâhiyette oluşu­dur. Şeytânın dürtmesinden ancak Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın korunmuş olduğunu, diğer tüm insanlara dünyaya geldikleri zaman şeytânın parmağıyla dürttüğünü, onların da bu sebeple ağladığını ifâde eden bu hadisin sonunda Ebû Hureyre'nin (r.a.), "İsterseniz, 'Ben onu ve zürriyetini taşlanmış şey­tândan Sana ısmarladım'[603] âyetini okuyunuz" dediği kaydedilmektedir.[604] İlgili hususa delil gösterilen âyet, Hz. Meryem'i dünyaya getirdiği zaman annesinin, onu ve soyunu şeytânın şerrinden Allah'a ısmarlayan duâsıdır. Âyetin tamamı şöyle­dir: "Onu dünyaya getirdiğinde, -Allah onun ne doğurduğunu bilip duruyorken- tâ Rabbi, kız doğur­dum. Erkek kız gibi değildir, ben ona Meryem adım verdim. Ben onu da, soyunu da kovulmuş şeytândan Sâna sığındırırım' dedi." [605]                           

Görüleceği üzere âyet, Hz. Meryem ve soyunun şeytânın şerrinden Allah'a ısmarlanmasından bah­setmektedir. Cenâb-ı Hakk'ın bu duayı kabul edip, Hz. Meryem'i ve soyunu şeytânın şerrinden korumuş olması, O'nun (c.c), diğer Peygamberleri ve Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammedi şeytânın şerrinden korumadığı anlamına gelmez. Bilakis Cenâb-ı Hak diğer peygamberlerini de, Son Peygamberi Hz. Mu­hammedi de şeytânın şerrinden korumuştur. Şu halde bu âyete dayanılarak Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın, diğer peygamberlere, Hz. Adem'e, Nuh'a, İbrahim'e, Musa'ya, Davud'a ve Son Peygamber Hz. Muhammed'e bu yönden üstün oldukları ileri sürülemez. Şeytânın doğan çocuğa parmağıyla dokunmasından ister mecazî, ister hakîkî anlam kasdedilsin, bu âyetin bu konuda delil olması söz konu­su olmamalıdır. Üstelik âyette "Onun soyu­nu" ifâdesi geçmektedir. Bu durumda, şeytânın şerrinden Allah'a ısmarlanan sadece Hz. Meryem değil, aynı zamanda onun soyudur. Burada Hz. Mer­yem'in soyu sadece Hz. İsâ mıdır? sorusu karşımıza çıkmaktadır. Eğer Hz. Meryem daha sonra evlenip başka çocukları da olmuşsa, duâ gereğince bunların da şeytânın şerrinden Allah'a ısmarlanmış ve korun­muş olmaları gerekmektedir. Şayet doğruysa înciller'de Hz. Meryem'in, Hz. İsa'ya hâmile iken Yusuf adlı bir kimseyle evlendiğinden[606] ve Yakub, Yusuf, Simun, Yahuda adlı erkek çocuklarıyla, bazı kız çocukları olduğundan bahsedilmektedir.[607] Sonuç olarak, Hz. İsa'nın peygamber olmayan erkek ve kızkardeşlerinin şeytânın dürtmesinden korunduklarım fakat diğer Peygamberler ile Son Peygamber Hz.Muhammedın doğduklarında şeytânın parmağıy­la dürtüp ağlatmasından korunmadığını kabul et­mek mümkün gözükmemektedir. Bunun sağlıklı bir düşünce olmadığı açıktır. Şu halde, Ebû Hureyre (r.a.) tarafından söz konusu hadisin sıhhati için delil gösterilen bu âyet bu konuda bir delil olmaz ve nak­ledilen bu hadisin sıhhatini garanti etmez. Bu âyet delil gösterildi diye, söz konusu hadisin metninin sahîh olduğunu ileri sürmek de doğru olmasa gerek­tir. Üstelik bu rivayetin, bu âyeti tefsir etmek için ortaya atılmış olduğu düşüncesi de insanın hatırına gelmektedir.[608] Hadisin metni tıbbî açıdan da prob­lemlidir. Çünkü dünyaya gelen her çocuğun şeytânın dürtmesinden dolayı feryâd edip ağladığını, Hz. Mer­yem ile oğlu Hz. İsa'nın bundan müstesna olduğunu ifâde etmektedir. Tıb otoriteleri ise, doğumdan önce akciğerlerin havasız olduğunu, anne karnındaki çocuğun gerek oksijen gerekse diğer besleyici mad­deler bakımından tamamen anneye bağlı olduğunu ve bunları plasenta (son) yolu ile aldığını kaydet­mektedirler. Çocuk dünyaya gelince anne rahmi büzüldüğündeıı plasentanın bitiştiği yer daralır ve çocuğun oksijen tedariki güçleşir. Göbek kordonunun bağlanması ile de bu tamamen kesilir.. Doğan çocuğun derisinin soğukla karşılaşması ve kuruması, çocuğun kanındaki oksijen azlığı, içteki ve dıştaki basınç farklılığı solunum merkezini harekete geçirir ve nefes alma ihtiyâcı ortaya çıkar. Çocuk ilk önce 4-5 defa arka  arkaya çabuk ve  yüzeysel  nefes  alıp verir. Bu çocuğun ağlamasıyla olur.[609]

Bu hadisle ilgili olarak Mehmed Sofuoğlu şun­ları kaydetmektedir:

"...0 anda çocuğun vücûdunda karbon dioksit azalması, içteki ve dıştaki basınç farklılığı ve bunlar dolayısıyle çocuğun bir tazyik altında ve ızdırap içinde olduğu anlaşılıyor. Bu tazyiklerin hadisde mecazî olarak, şeytânın dürtmesi olarak tabir buyurulması muhtemil bulunduğu gibi, hakikaten şeytân tarafından bir ilâve tazyik yapılmış olması da mümkündür. "[610]

Kanaatimizce, Mehmed Sofuoğlu'nun bu görüşü isabetli değildir. Doğum ânında meydana gelen nor­mal fizyolojik hadiseler mecazî olarak şeytânın dürtmesi ve tazyiki olarak yorumlanırsa, bundan Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın müstesna olması söz ko­nusu olamaz. Çünkü hem Hz. Meryem, hem de Hz. İsâ birer insandır ve doğumları esnasında bu fîzyolojik olaylarla karşı la şmışlardır. İlgili hadisde mecazî olarak, dünyaya gelen her insanın şeytânın vesvese ve telkinine hedef bir şekilde yaratılmış olduğu ifâde edilmiş olabilirdi. Bu durumda, Hz. îsâ ve annesi Hz. Meryem'in de bundan müstesna tutulmamalan gerekirdi. Nitekim İncil'de şeytânın Hz. İsa'yı kan­dırmaya uğraştığından söz edilmektedir.[611] Fakat hadisde Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın, şeytânın dürt­mesinden muaf tutuldukları kaydedildiği için böyle bir yorum da mümkün gözükmemektedir. Nitekim Kadı Iyâd'm, şeytânın bu dürtmesinden sadece Hz. Meryem ile Hz. İsa'nın değil, tüm Peygamberlerin korunmuş olduğunu söylediği nakle dilmekte dir.[612] Bunun anlamı, Kadı Iyâd'm, sadece Hz. İsâ ile an­nesinin şeytânın dürtmesinden korunduklarından bahseden bu hadisleri sahîh kabul etmediğidir. Ka­naatimizce Kadı Iyâd'ın bu tutumu ve görüşü çok isabetlidir, çünkü Cenâb-ı Hak, bütün Peygamberle­ri şeytânın şerrinden, onun telkinlerine boyun eğmekten korumuştur. Ayrıca, hadisde ileri sürülen husus Kur'ân-ı Kerîm'e de uygun düşmemektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz. Ancak sana uyan sapıklar bunun dışındadır."[613] buyurmuştur. Fahreddin er-Râzî de, Kadı iy'âd'ın bu hadis hakkında, "O, delile aykırı olan bir haber-i vâhiddir ve reddi vâcibdir" dediğini kaydetmekte, kendisinin de bu görüşe katıldığım kaydetmektedir. Râzî, bu hadisin delile aykırı olan yönlerini şu şekilde sıralamaktadır:

1. Şeytân, hayır ve şerri bilen kimseleri şerre davet eder. Çocuk ise bu durumda değildir.

2. Eğer şeytân böyle bir yaralamayı yapmaya güç yetirebilşeydi, sâlih kimselerin helak olup, du­rumlarının bozulması için bundan daha fazlasını ya­pardı.

3. Bundan, diğer peygamberler değil de, niçin sa­dece Hz. Meryem ve İsâ (a.s.) istisna edilmişlerdir?

4. Şeytânın yaralaması geçekten mevcud olsaydi, izi kalırdı, şayet izi kalsaydı, feryâd ve ağlama­nın devam etmesi gerekirdi. Böyle bir durum söz ko­nusu olmadığına göre haberin bâtıl olduğu ortaya çıkmaktadır.[614]

Bu hadisi sahîh kabul etmeyenler arasında Muhammed Abduh da vardır. Abduh bu konuda, "...Bun­lar zannî haberlerdendir. Çünkü bunlar âhâd riva­yetlerdir. Bu hadislerin konusu da gayb âlemidir. Gayba imân da, inanç esaslarından bir bölümdür. Bu hususta ise Yüce Allah'ın şu buyruğu gereği zanla hareket etmek caiz değildir: 'Kuşkusuz zan, hakikat­ten hiçbir şey ifâde etmez' [615] Bizler akaidimizde bu hadislerin ihtiva ettiği hususlara imân etmekle mükellef değiliz."[616] Ebû Reyye ise, bu hadislerin "Mesîhiyyâf'tan olduğu görüşündedir.[617] Ebû Reyye, bu hadislerle ilgili olarak, Hristiyân din adamlarından İbrâhîm Luka'nm el-Mesîhiyyâtü fı'1-İslâm (İslâm'daki Hristiyânlık) adlı eserinden şunları nakletmektedir:

"...Meryem sûresinde şu âyet mevcuttur: 'Sizden Cehenneme uğramayacak yoktur. (Oraya girmeleri) Rabbinin üzeiine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür'.[618] Bu âyet, Allah korusun tüm insan­ların Cehennem'e girici olduklarını belirtmektedir. Bilindiği gibi ceza, ancak bir günâhtan dolayı verilir, aksi takdirde bu bir zulüm olur. Halbuki Allah asla kullanna zulmedici değildir. Öyleyse bu âyet, bütün insanlığın, yaratılış gereği arzu ve hataların meyda­na gelmesine mâruz bırakıldığına delâlet etmektedır... Bu âyeti bir defa daha okuyup, daha sonra Âl-i îmrân sûresinin şu âyetini okuyunuz: 'Ben onu ve zürriyetini (yani Hz, İsa'yı) şeytândan Sana ısmarladım.[619] Görüleceği gibi Allah (c.c), iffetli Meryem'i ve Hz. İsa'yı kovulmuş şeytânın saptırmasından korumuştur. Bundan sonra da, in­sanlığın toptan düşüşü ve sadece Hz. İsa'nın masum olduğu gibi şu iki gerçeği beraberce ihtiva eden ve el-Buhârî tarafından nakledilen şu hadisi okuyalım: 'Şeytân, Meryem oğlu İsâ (a.s.) dışında, her Âdemoğlunu doğarken parmağı ile yanından yaralar. Şeytân, Hz. İsa'yı da yaralamaya gitmiş fakat örtüye vur­muştur!.. İslâm'ın bir taraftan bütün insanlığın yol­dan sapıp, bozularak ismetten soyutlandığını, hata ve günâhları işlemekle yüzyüze bulunduğunu kabul etmesinin yanısıra, yalnızca Hz. İsa'nın masum olduğunu ve onun şeytânın dokunmasından korun­duğunu itiraf etmesi, Hz. İsa'yı insan tabakasından yükseltir ve onu şanlı ilâhlık mertebesine yüceltir."[620]

Ebû Reyye'nin, papaz İbrâhîm Luka'dan naklet­tiği bu sözleri dikkat çekici bulduğumuz kaydetmek durumundayız. Bunun yanısıra İbrahim Luka'nm, bir takım Kur'ân âyetlerim ve muhakkik İslâm âlimleri tarafından sahîh kabul edilmediklerini gördüğümüz bazı hadisleri ele alarak, din gayretiyle saptırmaya giriştiğini, Hz. İsa'yı ilâh sayan bâtıl inancım ispat etmeye çalıştığım ta belirtmek istiyo­ruz. "Ben, onu ve soyunu kovulmuş şeytândan Sana ısmarladım"[621] âyetini Papa İbrâhîm Luka ve benzerleri gibi değil, Hz. Meryem'in iffetli olduğu, kendisine hiçbir erkek eli değmediği halde Allah'ın bir mucizesi olarak Hz. İsa'yı dünyaya getir­diği, bu konuda asla şeytâna uymadığı şeklinde an­lamak gerektiği görüşündeyiz. Zira Hz. İsâ babasız olarak dünyaya geldiği zaman, orada bulunan Yahu­diler Hz. Meryem'i sıkıştırmışlar ve onun zina yaptığını ileri sürmüşlerdi. Halbuki zina, şeytâna uyanların işleyebileceği bir fiildi, annesi ise Hz. Mer­yem'i ve zürriyetini kovulmuş şeytândan Allah'a ısmarlamıştı. Allah da onu ve zürriyetini şeytândan korumuştu. Bu açıdan Hz. Meryem'in şeytâna uya­rak zina işlemesi asla söz konusu olamazdı.

 

5. MUSİKÎ VE ŞEYTAN

 

A. Def Çalmak, Şarkı Söylemek, Şeytânın Hz. Ömer'den Korkması

 

Kaynaklarda yer alan bazı hadislerde, şarkı söylemenin ya da def çalmanın şeytanî bir fiil olarak vasıflan diril di ğmı görmekteyiz. Ancak bu rivayetler problemli olduğundan, bu konularda delil olarak ka­bul edilmeye elverişli değildirler. Bu hususta Büreyde'den (r.a.) nakledilen bir hadis şöyledir:

"Hz. Peygamber gazalardan birisine çıkmıştı. Döndüğü zaman siyah bir câriye geldi ve ‘Yâ Rasûlallâh! Allah seni sağ-sâlim döndürürse önünde def çalıp şarkı söyleyeceğimi adamıştım' dedi. Hz. Pey­gamber de ona: 'Eğer adamış isen çal, yoksa hayır' buyurdu. Bunun üzerine câriye çalmaya başladı. Daha sonra içeriye Ebû Bekir (r.a.) girdi, câriye def çalmaya devam etti. Sonra içeriye Hz. Ali girdi, câriye def çalmaya devam etti. Sonra içeriye Hİ. Osman girdi, câriye yine çalmaya devam etti. En so­nunda içeriye Hz. Ömer girdi, onu gören câriye hemen defi yere attı ve üstüne oturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ya Ömer, şeytân mutlaka senden korkuyor. Ben oturuyorken bu câriye def çalıyordu. Sonra içeriye Ebû Bekir girdi, bu câriye çalmaya devam etti. Sonra Ali geldi, yine def çalmaya devam etti. Daha sonra içeriye Osman girdi, bu câriye yine def çalmayı sürdürdü. Yâ Ömer, içeriye sen girince câriye defi attı' buyurdu. "[622]

Tirmizî, yukardaki hadisin, hasen, -sahîh-garîb olduğunu söylemektedir. Fakat kanaatimizce, metin açısından bir çok problemler taşıyan bu hadis sahîh değildir. Bu problemlerin birincisi, hadisde Hz. Ömer'e Hz. Peygamber'den üstün bir mevki verilmiş olmasıdır. Hadisden anlaşıldığına göre, şeytân Hz. Peygamber'den korkmamakta, fakat Hz. Ömer'den korkmaktadır. Çünkü Hz. Ömer içeriye girince, Hz. Peygamber'in huzurunda def çalıp şarkı söyleyen kız bu işi bırakmıştır. İkinci problem ise, hadisde do­laylı olarak def çalmanın şeytânı bir fiil olarak vasıflandırılmasıdır. Bu durumda Hz. Peygamber, huzurunda def çaldırmakla şeytânı bir fiile müsâade etmiş olmaktadırı Hz. Ebû Bekir, Osman ve Ali de (r.a.) bu fiilde ortak olmuşlardır ki, bunun kabul edilemez olduğu açıktır. Çünkü Hz. Peygamber'in, huzurunda şeytânın hoşnud olacağı davranışlara izin vermesi asla düşünülemez. Hadisde görülen üçüncü problem ise, şeytanî olarak vasıflandırılarak def çalmanın kötülenmiş olmasıdır. Şeytânla ir-tib âti andırılan şeyler, işlenmesi yasak olan, haram olduğu belirtilen hususlardır. Bu durumda,  def çalmanın da haram sayılması ve yasak olması gere­kirdi. Halbuki böyle bir durum söz konusu değildir ve kadınların def çalması Sünnettir.[623] Hz. Peygamber'in, huzurunda haram olan şeylerin işlenme­sine izin vermeyeceği açık bir husustur.

Tirmizî ve Ahmed b. Hanbel tarafından nakledi­len söz konusu hadis, el-Hüseyin b. Vâkıd'a kadar aynı râvîler tarafından nakledilmiştir. el-Hüseyin b. Vâkıd'dan sonra, el-Hüseyin b. Hureyş vâsıtasryla Tirmizî'ye ulaşan bu rivâyet[624] yine el-Hüseyin b.Vâkıd'dan sonra Zeyd b.  el-Hubâb vasıtasıyla Ahmed b. Hanbel'e ulaşmaktadır.[625] Tirmizî'nin rivayetinin isnadında yer alan râvîlerden Abdullah b. Büreyde, el-Hüseyin b. Vâkıd ve Ali b. el-Hüseyin b. Vâkıd hadis âlimlerinin tenkidine uğramışlardır. Aynı râvîler Abdullah b. Büreyde ile el-Hüseyin b.Vâkıd Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde de yer al­maktadırlar. Hadis âlimlerinden İbrahim el-Harbî, râvî Abdullah b. Büreyde'nin, babası Büreyde'den (r.a.) hadis işitmediğini, onun babasından naklettiği şeyler arasında münker hadisler bulunduğunu söyle­miştir. Ahmed b. Hanbel de, onun hadisinin zayıf olduğunu bildirmiştir.[626] Yine Ahmed b. Hanbel, râvîlerden el-Hüseyin b. Vâkıd'ın hadislerini kabul etmemiş, onun hadislerinde kaynağı meçhul faz­lalıklar bulunduğunu söylemiştir. es-Sâcî ise, onun üzerinde düşünmek gerektiğini, çünkü evham sahibi olduğunu bildirmiştir. [627] Râvîlerden Ali b. el-Hüse­yin b. Vâkıd'ın da hadisde zayıf olduğu kaydedil­miştir. [628] Ahmed b. Hanbeî'in rivâyetindeki râvî  Zeyd b. el-Hubâb da tenkîd edilmiştir. Ahmed b.Hanbel, onun çok hata yaptığım bildirmiş, İbn Hıbbân ise, onun meşhur kimselerden yaptığı nakillere itibar edilebileceğini, meçhul kimselerden yaptığı rivayetlere ise güvenilemeyeceğini, çünkü bunlarda münker şeyler olduğunu söylemiştir.[629]

Sonuç olarak bu rivayetlere güvenilemeyeceği kanaatindeyiz. Kanaatimizce bu râvîler, 'Hz. Peygamber'in huzurunda def çalan bir cariyenin, Hz. Ömer'in içeri girmesiyle ondan korktuğu için def çalmayı bırakıp oturmasından bahseden' bu rivaye­te, Hz. Ömer'in faziletini, derecesinin yüksekliğim belirtmek maksadıyla bir başka hadisden aldıkları sözleri değiştirerek ilâve etmişlerdir. Böylece bu ha­disi problemli hale sokmuşlardır. Çünkü aşağıda ni­celeyeceğimiz gibi, şeytânın Hz. Ömer'den korkup kaçtığını bildiren başka hadisler de vardır. Bunlar­dan bir tanesi Sa'd b. Ebî Vakkâs'dan (r.a.) nakledil­mektedir. Hadis şöyledir: "Bir defasında Hz. Ömer, Rasûlullâh'm huzuruna girmek için izin istedi. Bu sırada Hz. Peygamberin yanında Kureyş kabilesin­den bazı kadınlar vardı, kendisiyle yüksek sesle konuşuyor ve birçok şeyler istiyorlardı. Hz. Ömer izin isteyince bu kadınlar kalkarak perdenin arkasma kaçıştılar. Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e içeri girmesi için izin verdi. Bir taraftan da kadınların bu haline gülüyordu. Bunu görünce Hz.  Ömer: 'Allah seni hoşnud etsin, yâ Rasûlallâhl' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Az önce yanımda bulunan kadınlara hayret ettim. Senin sesini işitince perdenin arkasına koşuştular' dedi. Hz. Ömer: ‘Yâ Rasûlallah, kadınla­rın saygı göstermesine sen daha layıksın, dedi. Sonra kadınlara: 'Ey nefislerinin düşmanları! Rasûlullâh'tan çekinmiyorsunuz da benden mi çekmiyorsu­nuz?' dedi. Kadınlar da: 'Evet, çünkü sen daha sert ve katı kalblisin' dediler. Hz. Peygamber de: 'Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, şeytân seninle asla karşılaşmaz. Bir yolda giderken seni görmüş olsa muhakkak başka bîr yola döner gider' buyurdu.[630]

Hadisde bahsedilen, 'Şeytânın Hz. Ömer'i görün­ce yol değiştirmesi' hususunu Nevevî gibi zahirî manâsına alan âlimler olmuştur. Bu âlimlerin görü­şüne göre, hadisden, şeytânın Hz. Ömer'i görünce, mutlaka korkarak yolunu değiştirdiği anlaşılır. Ancak, âlimlerden diğer grub, hadisin zahirî mânâ­sına alınamayacağını, hadisde mecazî bir anlam kasdedildiğiııi, burada söz konusu edilen yolun bil­diğimiz yol olmadığını söylemişlerdir. Kadı Iyâd gibi bazı âlimlere göre bu hadisde, Hz. Ömere 'Sen iyiliği emretmede veya kötülükten sakmdırmada bir yol tuttuğunda onda yürür gidersin, bu yolu asla terket-mezsin. Bu sebeple şeytân, o yolda sana vesvese vererek yanıltmaktan ümidim keser' denilmek iste­nilmiştir. Hz. Peygamber'in, şeytânla yardımcılarının Hz. Ömer'den uzak kalmalarına, herhangi bir su­rette onun aleyhine bir yol bulamayacaklarına darb-ı mesel getirmesi de muhtemeldir. Çünkü 'şeytân görünmeyen bir varlık olduğundan, Hz. Ömer'in onu görmesi ve bu sebeple de şeytânın ondan korkması söz kpnusu olmamalıdır. Bu açıdan hadisde mecaz kasdedildiğine dair görüş daha isabetli gözükmektedir.[631]

Şeytânın Hz. Ömer'den korkup kaçtığından bah­seden diğer bir hadis de Hz. Aişe'den nakledilmekte­dir. Bu hadis şöyledir: "Bir, defasında Rasûlullâh oturmaktaydı. Derken bir gürültü ve çocuk sesleri duyduk. Bunun üzerine Hz. Peygamber hemen kalktı, bir de ne görsün, Habeşli bir kadın oynuyor­du, çocuklar da onun etrafında toplanmışlardı. Hz. Peygamber: 'Yâ Aişe gel, bak' buyurdu. Geldim ve çenemi Hz. Peygamberin omuzuna koydum ve Hz. Peygamber'in omuzu ile başı arasından o kadını sey­retmeye başladım. Hz. Peygamber bana, 'Doymadın mı, doymadın mı?' diye soruyordu. Ben de Rasûlullâh'ın katındaki kıymetimi Ölçmek için 'Hayır' diyordum. Bu sırada Hz. Ömer çıkıverdi ve insanlar o kadının etrafından dağıldılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Cin ve insan şeytânlarının Ömer'den kaçıştıklarını görmekteyim' buyurdu. Ben de yerime döndüm."[632]

Tirmizî, bu hadisin hasen-sahîh-garîb olduğunu söylemektedir. Ancak bu hadis de metin açısından problemlidir ve sahîh-hasen olması uygun gözükme­mektedir. Hadisden anlaşıldığına göre olay Me­dine'de cereyan etmiştir. Çünkü Hz. Aişe, Hz. Pey­gamberle Medine'de evlenmiştir. Hadisde, Hz. Pey-gamber'in Hz. Aişe ile beraber sokakta oynayan Habeşli kadını seyrettikleri, daha sonra ortaya Hz. Ömer'in çıkması sebebiyle kadının etrafındaki kim­selerin dağı lıverdiklerinden söz edilmekte ve bunun üzerine Hz. peygamber'in, 'Cin ve insan şeytânla­rının Hz. Ömer'den kaçıştıklarını görmektey'im' bu­yurduğu nakledilmektedir. Bu ifâdeye göre, oynayan Habeşli kadın ve onu seyredenler birer insan şeytânıdırlar. Bu kadın da dince yasak veya haram olan bir fiili işlemekteydi. Bu durumda karşımıza bazı sorular çıkmaktadır. Söz gelimi Hz, Peygamber, hemen kapısının önünde dince yasak olan şeytanî bir davranışı yapan bu kadına niçin engel olmamıştır da, kadının etrafındaki insanlar gibi kendisi de Hz. Aişe ile beraber seyretmiştir? Kendisi de hanımı Hz. Aişe ile beraber, oynayan bu habeşli kadını seyret­tiği halde, niçin seyreden diğer insanlara "Şeytân" demiştir? Sonuç olarak, Hz. Peygamberin, huzurun­da ya da kapısının önünde şeytanî olarak vasıflan­dırılacak gayr-ı meşru bir davranışa izin verdiği, veya seyirci kaldığı, etrafındaki ashabım insan şey­tânları diye vasıflandırarak onlara hakaret ettiği kabul edilemez. Oynayan Habeşli kadının etrafına toplananların müslüman olmayanlar olduğuna dair herhangi bir kajıt da yoktur. Seyredenlerin içinde müslüman olmayanların bulunabileceği uzak bir ih­timal değilse de, bunların çoğunluğunun müslümanlar olduğunu kabul etmek daha isabetli gözükmek­tedir.

Bu hadisin râvîlerinin zabt açısından zayıf ol­dukları, muhtemelen Hz. Ömer'in faziletine dair Hz. Peygamber'in 'Cin ve insan şeytânlarının Ömer'den kaçtıklarını görüyorum' şeklindeki müstakil bir sözünü, bu konudaki müstakil bir hadisle birleş­tirerek naklettikleri hatıra gelmektedir. Nitekim bazı hadislerde Hz. Aişe'den, 'Bir bayram günü ken­disinin Mescid'de oyun oynayan Habeşlileri başını Hz. Peygamberin omuzuna dayayarak doyasıya sey­rettiği, artık usanınca Hz. Peygamber'in 'Artık yeter mi?' diye sorduğu, Hz. Aişe'nin de 'Evet' diye cevap vererek yerine döndüğü nakledilmektedir.[633] Bir  diğer hadisde de Hz. Ömer'in Mescid'de harbeleriyle oyun oynayan Habeşlileri kovmak için çakıl taşları­na sarıldığı, fakat Hz. Peygamber'in onun bu dav­ranışına mâni olduğu nakledilmektedir.[634]

Yukarda metin açısından problemli olduğunu arzetmeye çalıştığımız hadis [635] isnâd açısından da problemlidir. Kavilerden Hârice b. Abdillâh (v. 165), Zeyd b. el-Hubâb ve el-Hasen b. es-Sabbâh el-Bezzâr (v. 249) hadis âlimleri tarafından tenkide uğramış zayıf kimselerdir. [636]

Sonuç olarak, isnâd ve metin açısından prob­lemli olan bu rivayete güvenilemez, sahîh ya da ha-sen kabul edilemez düşüncesindeyiz.

Konumuzla ilgili olarak, Hz. Aişe'den nakledilen bir başka hadis de şöyledir: "Bir seferinde yanımda Ensâr'dan iki câriye varken Hz. Ebû Bekir içeriye girdi. Kızlar o sırada Buâs savaşında Ensâr'm birbi­rine söyledikleri şiirleri nağme ile okuyorlardı. Bu iki kız şarkıcı değillerdi. Hz. Ebû Bekir: 'Rasûlullâh'ın evinde şeytân ıslığı mı?' diyerek bizi azarladı. Bu olay bir (Ramazan veya Kurban) bayramı günün­de meydana gelmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: 'Bırak onları yâ Ebâ Bekir! Her milletin bir bayramı vardır. Bu da bizim bayramımızdır' buyurdu."[637] Bazı hadislerde bu olayın Kurban Bayramı'nda[638] diğer bazı hadislerde de Ramazan Bayramı'nda[639] meydana geldiği nakledilmektedir. Bu hadisden ha­reketle, köle olmasa bile şarkı söyleyen kızın sesini dinlemenin caiz olduğunu söyleyen âlimler olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber, söz konusu şarkının dinlenil­mesini değil, Hz. Ebû Bekrin şarkı dinlemeyi red­detmesini uygun görmemiştir.[640] Düğün, nikâh gibi sebeplerle eğlence meşru kılınmıştır. Hz. Ebû Bekrin bu işi, şeytânı bir fiil olarak vasıflandırması, bu gibi hususların kalbi meşgul ederek insanı Allah'ı an­maktan alıkoyacağı endişesi olmalıdır. Kastallânî, hadisde şarkı söyledikleri nakledilen cariyelerin henüz bulûğ çağına ulaşmamış olduklarını söylemekteyse de bu görüş isabetli değildir. Çünkü diğer hadis âlimleri bu kızların ergenlik çağına ulaşmış cariyeler olduğunu kaydetmişlerdir. Bu hadisden hareketle, bayramlarda def çalmanın, haramlara sevk ve tahrik edici olmamak kaydıyla nağme ile şiir söylemenin caiz olduğunu söyleyebiliriz. Nağme ve makamla şiir söylemenin caiz olduğu görüşünde olan âlimler bu hadisi delil olarak almışlardır. Bunun haram veya mekruh olduğunu söyleyen âlimler ise, bu hadisde söz konusu edilen "gına", bir fitneye se­bep olma durumu mevcut olmayan, savaş ve kahra­manlık şiirlerini okumaktan ibarettir. Şehveti hare­kete geçirip bir kötülüğe, uygunsuz bir davranışa veya tembelliğe sebep olacak "Gınâ" bundan farklı­dır, demişlerdir. Kâdî Iyâd, "Hadisde bahsedilen cariyelerin okudukları şiirlerin, âlimler arasında ih­tilâfa sebep olan gına çeşidinden olmadığını, onların söz konusu şiirleri sadece yüksek sesle okuduklarını, nitekim Hz. Aişe'nin de onların şarkıcı olmadıldanm söylediğini, Arapların şiir söylemeye gına dedikleri­ni, bunun ise âlimler arasında ihtilaflı olmadığını aksine mübâh olduğunu, sahâbîlerin de sırf nağme ve makamla şiir okumayı caiz gördüklerini" söyle­miştir. İmâm en-Nevevî'nin kaydına göre ise, nağme ve makamla şiir söyleme konusunda âlimler ihtilâf etmişlerdir.  Hicaz  âlimlerinden bir grub  bunu mubah saymıştır. Bir rivayete göre îmâm Mâlik de bunlardır, Ebû Hanîfe ve Irak. âlimleri ise, bunun haram olduğunu söylemişlerdir. İmâm eş-Şâfiî ve îmâm Mâlik'in meşhur görüşüne göre ise mekruhtur. Kurtubî, "Şarkı söylemenin haram olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur. Çünkü o ittifakla kötülenmiş olan eğlence ve oyundan ibarettir. Ancak haram şeylere bulaşmamışsa düğün, bayram ve benzerî şeylerde azı caizdir" demektedir. Mutasavvıflardan bir grub ise, bu hadisleri delil göstererek aletli ve aletsiz şarkı söylemeyi, dinlemeyi mübâh saymışlardır. Şarkı söylemek konusunda dört mezhebin görüşleri şöylece özetlenebilir:

1. Hanefîler'e göre, bir kadını tavsif etmek, içki ve meyhaneleri övmek, bir müslümanı hicvetmek maksadıyla okunan şarkılar haramdır. Kahraman­lık veya diğer faydalı maksadlarla makamla okunan fasih ve belîğ şiirler haram değildir. Ûd, kânun, ka­val, düdük, borazan vs. çalgıları çalmak ise tahrîmen mekruhtur.

2. Şâfıîlerden İmâm Gazâlî İhyâü Ulûmi'd-Dîn'de mûsikinin mubah olduğunu söylemiştir. Gazâlî, tegannîyi bir çok kısımlara ayırmış ve bay­ram, düğün, sünnet, seferden gelme gibi sevinçli günlerde şarkı, raks, def çalma, kılıç-kalkan, harbe oyunlannm caiz olduğuni söylemiştir. Gazalî'ye göre, eş dost ziyaretleri, toplantılar, yemek davetlerinde sevinç ve eğlence de caizdir. Gazâlî'nin nakline göre İmâm eş-Şafiî, "Ben, Hicaz âlimlerinden şarkı dinlemeyi kerih gören bir kimse bilmiyorum, yalnız evsâfa dair olanlar müstesna" demiştir. Gazâlî, İmâm eş-Şâfiî'nin yasak olan şarkıya karşı çıktığını da kaydetmiştir.

3.  Mâlikîler'e göre, nikâhı ilân etmek için kul­lanılan davul, def, kaval ve zurna gibi şeyleri kullan­mak, pek fazla lehviyâta sebep olmamak şartıyla caizdir. Bu hususta kadın erkek ayrımı yoktur.

4. Hanbelîler'e göre ise ud, keman, davul, zurna gibi şeyler haramdır. Mûsikî dinlemek, buna dair şeyler söylemek haramdır. Düğünlerde def ve benzeri şeyleri çalmanın mübâh olması, ûd,  keman vs. âletlerin çalınmasını mübâh kılamaz.[641]

 

B. Çan Sesi ve Şeytân

 

Bazı kaynaklarda yer alan hadislerden, çan ve çan sesinin hoş karşılanmadığını görmekteyiz. Bu durum, çanın Hristiyânların ibâdetlerini ilân et­mede bir araç olması açısından Hristiyânlığa karşı bir tepkinin sonucu olarak bu hususun ortaya çıktığım hatıra getirmektedir. Bu konuyla ilgili ola­rak Amr b. Abdillâh b. ez-Zübeyr'den şöyle bir hadis nakledilmektedir: "Onların âzadlı bir köleleri, Zübeyr'in kızı ile beraber Hz. Ömer'e gitmişti. Zübeyr'in kızının ayağında küçük çanlar vardı. Hz. Ömer o çanları kesti ve şöyle dedi: 'Ben, Hz. Peygamberin 'her çanla beraber bir şeytân vardır' buyurduğunu işittim." [642]

Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bir hadise göre ise Hz. Peygamber: "Çan, şeytânın çalgısıdır" buyurmuştur.[643] Bu konuda Hz. Aişe'den de bir hadis nakledilmiştir:

"Bir defasında Hz. Aişe'nin yanına, üzerinde ses çıkaran çıngırdaklar bulunan bir câriye geldi. Hz Aişe, 'Çıngırdaklarını kesmedikçe onu benim yanıma sokmayın. Ben, Hz. Peygamber'in, 'İçinde çan bulu­nan eve melekler girmez' buyurduğunu işittim" dedi.[644]

Ebû Hureyre'den nakledilen bir başka hadisde ise, Hz. Peygamber'in "Melekler, içinde köpek ve çan 1 bulunan yolcu kafilesine eşlik etmezler" buyurduğu nakledilmekte dir.[645]

Bazı âlimler, sesinin çirkin olmasından dolaj'i çan-zil gibi şeylerden meleklerin nefret ettiğini söy­lemişlerdir. Ancak bu görüş isabetli olmamalıdır. Çünkü Hz. Peygamber'e çan sesi şeklinde de  vahiy geliyordu.[646] Diğer bazı âlimler de, kilise çanına benzemeleri sebebiyle meleklerin bunlardan nefret ettiğini söylemişlerdir. Şam âlimlerinden bir grub, büyük çanın mekruh, küçük çanın ise mekruh ol­madığı görüşündedirler. İmâm Mâlik, Şâfıî ve diğer bazı âlimlere göre ise, zil çan gibi şeylerin bulun­masının tenzîhen mekruh olduğu kaydedilmektedir. Yanlarında çan bulunan kimselere arkadaşlık et­meyen meleklerin de "Hafaza Melekleri" değil, rah­met ve istiğfar melekleri olduğu kaydedilmektedir.[647]

Çanın, şeytânın çalgısı olduğunu bildiren hadis, Müslim ve Ahmed b. Hanbel tarafından [648] el-Alâ b. Abdirrahrnân ve babası Abdurrahmân b. Ya'kûb vasıtasıyla Ebû Hureyre'den nakledilmiştir. Ancak, el-Alâ b. Abdirrahmân bazı hadis âlimleri tarafın­dan tenkîd edilmiş, zayıf bir râvîdir.[649]

Her çanla beraber bir şeytânın bulunduğuna dair hadis de, Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel ta­rafından Abdüîmelik b. Abdilazîz b. Cüreyc vasıta­sıyla nakledilmiştir.[650] Ancak, Abdülmeîik b. Abdi­lazîz b. Cüreyc de hadis âlimleri tarafından tedlîs yaptığı bildirilerek tenkîd edilmiştir.[651] Ebû Da­vud'un naklinde, İbn Cüreyc'den sonraki râvî Haccâc b. Muhammed el-Masîsî de ihtilât ettikten sonra hadis rivayetine devam ettiği için hadis âlimleri tarafından zayıf kabul edilmiştir.[652] Ahmed b. Hanbel'in naklindeki isnâdda yer alan İbn Cüreyc'den önceki râvî Abdülkerîm b. Mâlik el-Cezerî de tenkide uğramıştır.[653] İbn Cüreyc'den sonraki râvî, Rûvh b. Ubâde'nin de zayıf olduğu bildirilmiştir. [654]

 

6. GÜNLÜK HAYAT VE ŞEYTÂN

 

A. Şeytânların Güneş Battığı Zaman Dağılmaları

 

Bazı hadislerde, akşam karanlığı basınca şey­tânların dağılıp faaliyete geçtiklerinden bahsedil­mekte ve bu saatlerde çocuklarla hayvanların dışarda bırakılmaması istenilmektedir. Tamamı Câbir'den (r.a.) nakledilen bu hadislerden bir tanesi şöyledir:

"Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Güneş battığı zaman yatsının koyu karanlığı gidinceye kadar çocuklarınızla hayvanlarınızı dışarı salmayınız. Çünkü şeytânlar güneş kavuştuğu zaman yatsının koyu karanlığı gidinceye kadar yayıhrlar." [655]

Kaydettiğimiz bu rivayet Câbir'den (r.a.), Ebü'z-Zübeyr ve Ebû Hayseme Züheyr b. Harb vasıtasıyla nakledilmiştir. Bu konuda Câbir'den (r.a.) nakledi­len bir başka rivayet daha vardır. Bu rivayette biraz fazlalık mevcuttur ve kanaatimizce yukarda kaydet­tiğimiz Câbir'den (r.a.) nakledilen hadis ile, yine Câbir'den(r.a.) rivayet edilen, "Kaplan örtün, tulum­ları bağlayın, kapılan kapayın. Çünkü şeytân..." şeklindeki hadis ile [656] birleştirilerek nakledil­miştir. Bu husus, aşağıda kaydedeceğimiz hadisin râvîlerinde zabt kusuru olduğunu hatıra getirmekte­dir. Söz konusu hadis şöyledir:

"Câbir'den (r.a.) nakledildiğine göre, Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: 'Gece karanlığı bastığı, yahut gecelediğiniz zaman çocuklarınızı dışan çıkmaktan menedin.Çünkü şeytânlar o zaman dağılırlar. Gece­nin belli bir saati geçince dışan salın. Kapıları kapayın ve besmele çekin. Çünkü şeytân kapalı bir kapıyı açamaz. Tulumlarınızı bağlayın ve besmele çekin. Üzerlerine enlemesine bir şey koyarak da olsa kaplarınızı örtün ve besmele çekin. Kandillerinizi de söndürün. [657]

Kaydettiğimiz son rivayet, Atâ, Abdülnıelik b. Abdilazîz b. Güreye vasıtasıyla Câbir'den (r.a.) nak­ledilmiştir. Bu hadisin râvîlerinden Atâ b. Ebu Rebâh, yaşlandığında hafızası bozulup unuttuğu için İbn Cüreyc tarafından terkedilmiştir. Ahmed b. Hanbel, Atâ'nın mürseîlerim kabul etmemiş ve her­kesten naklettikleri için Atâ ile el-Hasen'in mürsellerinden daha zayıfı yoktur, demiştir.[658] Râvî îbn Cüreyc de, tedlîs yaptığı için hadis âlimlerinin tenkidine uğramış bir kimsedir.[659] Hadis âlimlerin­den Alî b. el-Medînî, Yahya b. Saîd'e, İbn Cüreyc'in Atadan yaptığı rivâyetlerin nasıl olduğunu sormuş, o da zayıftır, demiştir. Bunun üzerine Alî b. el-Medînî, "fakat o, 'Bana haber verdi' diyor" deyince, Yahya b. Saîd, "Bu hiçbir şey değildir. O rivayetlerin tamamı zayaftır. Onlar, Atâ'nın İbn Cüreyc'e verdiği bir kitâbdan yapılan nakillerdir" demiştir.[660] Kay­dettiğimiz rivayet de, İbn Cüreyc'in Atâ'dan yaptığı bir nakildir. Bu hadisi İbn Cüreyc'den alan râvî Rûh b. Ubâde'nin de zayıf olduğu bildirilnıiştir.[661] Rûh b. Ubâde, Buhârî ve Müslim tarafından müştereken kaydedilen hadisin isnadında yer almaktadır.[662] el-Buhârî'nin Sahîh'indeki naklin[663] isnadında yer alan ve hadisi İbn Cüreyc'den alan râvî Muhammed b. Abdillâh b. el-Müsennâ el-Ensârî de hafızası şiddetle bozulduğu için tenkîd edilmiştir.[664]

Aynı konuda, Ebû Davud'un Câbir'den (r.a.) nak­lettiği bir hadis daha vardır ve bu rivayet de kaydet­tiğimiz ilk rivayet gibi kısadır: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yatsı vakti, çocuklamıızı dışarı sal­mayınız." Râvî Müsedded, 'Gündüzün sonunda' dedi. 'Çünkü cinlerin dağılmaları ve süratle kapmalan söz konusudur.[665] Ebû Davud'un bu rivayeti de Atâ ve Kesîr b. Şiıızîr vasıtasıyla nakledilmiştir. Râvî Kesîr b. Şmzîr el-Mâzinî tenı-ide uğaınış zayıf bir kimse­dir. [666]

Bu hadislerde şeytânın şerrinden korunmaya dikkat çekilerek, gece olduğu zaman şeytânların etrafa dağıldıkları bildirilip, çoluk-çocuk ve hayvan­ların akşamla yatsı arasında olur olmaz yerlere salmmaması tavsiye edilmektedir. Bazı âlimler, akşam karanlığı basınca ortalığa dağılan şeytân­ların cin cinsinden şeytânlar olduğunu ifâde etmiş­lerdir, [667] Şeytânların, yararlanmaları sebebiyle ka­ranlığı daha çok sevdikleri, aydınlıktan hoşlanma­dıkları da kaydedilmiştir. Bu hadislerin dünyevî maslahatlar açısından öğüt vermek maksadıyla söylenmiş olduğu da zikre dilmektedir. [668]

Kanaatimizce, bu hadislerdeki "Şeytân" kelime­si sadece cin cinsinden olanları içine almamaktadır. Hz. Peygamber, "Şeytân" kelimesi ile müslümanlar için zararlı olabilecek hayvan ve insan cinsinden şeytânları da kasdetmiştir. Bazı hadislerde zararlı hayvanlara da şeytân denildiğini daha önce görmüş­tük. Konuyla ilgili hadis, akşam karanlığı çöktüğü zaman hayvanların dışarda bırakılmamasını emre­diyor. Çünkü bu hayvanların, vahşi hayvanlar ta­rafından parçalanıp telef edilmesi, ya da müslüman olmamış diğer kabilelere mensup insan şeytânları tarafından sürülüp götürülmesi söz konusudur. Çocuklar için de durum aynıdır. Hadislerde, akşam karanlığı çöktüğü andan yatsının koyu karanlığı geçinceye kadar çocuklar ve hayvanların dışarı salmmaması istenilmektedir. Bu saatler, herkesin evin çekildiği, sofrasının başına oturduğu, cadde ve sokakların insanlardan boşaldığı, ıssızlaştığı saat­lerdir. Bu saatlerde can ve mal emniyeti, diğer za­manlara nisbetle daha da azalmaktadır. Yatsının karanlığı geçince de ortalık nisbeten aydınlanmakta, yemek vs. ihtiyâçlar bittiği için cadde ve sokakların tenhalığı ortadan kalkmaktadır. Hz. Peygamber'in söz konusu uyarısını bu açıdan da dikkate almak ge­rektiğini düşünmekteyiz. Karanlığın suç işleme oranının artırdığı bir gerçektir. Newyork'ta bir gece ışıkların kesilmesiyle, cinayet, soygun, gasb, hırsız­lık ve tecâvüz gibi suçların bir anda arttığı hâlâ zi­hinlerdedir. Bu hadisleri daha iyi anlayabilmek için, o dönemde Medine'deki hayat şartlanın gözönüne al­mamız gerektiği açıktır. Kanaatimizce o dönem Medine'sinde, geceleri mal ve can emniyeti yeterince yoktu. Her an bir düşman baskını söz konusu olabi­lirdi. Nitekim bu hususa Kur'ân-ı Kerim'de işaret edilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Düşünün bir zaman siz sayıca azdınız, Yeryüzü'nde hırpalanıyordunuz. İnsanların sizi kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Şükredesiniz diye sizi barındırdı, yardımıyla destekledi ve temiz şey­lerle rızıklandırdı." [669]

Hz. Aişe'den nakledilen bir hadisden de, bu dönemlerde Hz. Peygamberin evinin nöbet tutularak beklenildiğini görmekteyiz. Hz. Âişe şöyle anlatıyor: "Rasûlullâh bir gece yattığı yerde uyuyamadı. 'Yâ Rasûlallâh! Neyiniz var?' dedim. 'Keşke ashabımdan uygun bir kimse beni bekleseydi' buyurdu. Bu du­rumdayken bir silâh sesi işittik. Bunun- üzerine Hz. Peygamber, 'Kim var orada? diye seslendi. Dışarı­dan, 'Ben, Sa'd b. (Mâlik) Ebî Vakkâs, Seni bekle­meye geldim yâ Rasûlallâh!' dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber güven içinde uykuya daldı. Öyleki uyurken horladığını duydum."[670] Mâide Sûresi'nin 67. âyeti indikten sonra Hz. Peygamberin artık ken­disinin beklenmesini istemediği nakledilmektedir,[671] İlgili âyet şöyledir:

"Ey Peygamber! Rabbinden indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğim yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez." [672]

Ancak, bu âyetin tedbîr ve ihtiyatı menetmediği, üstelik Nisa Sûresi'nin 102. âyetinde korunma ted­birlerinin alınmasının emredüdiği belirtilerek, "Al­lah seni insanlardan korur" mealindeki âyetin [673] inmesinden sonra, Hz. Peygamberin kendisinin bek­lenilmesini istemediği hususunun doğru olmadığı kaydedilmektedir.

 

B. Rüyalar ve Şeytân

 

Hz. Peygamber'den nakledilen bazı hadislerde rüyalardan bir kısmının şeytândan kaynaklandığı bildirilmektedir. Bu konuda Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bir hadis şöyledir:"Peygamberimiz (s.a.v.): 'Vakit (Kıyamet) yaklaşınca müslümanın rüyası ya­lan söylemez, sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir. Müslümanın rüyası Peygamberliğin kırkbeş kısmından bir bölümdür. Rüya üç kısımdır: Biri sâlih rüya olup, Allâh'dan bir müjdedir. Diğeri, şeytânın verdiği üzüntüdür. Üçüncü bir rüya ise, kişinin kendi kendisine konuştuğu şeylerdendir. Bi­riniz hoşlanmadığı bir şey görürse hemen kalkıp na­maz kılsın ve o rüyayı hiçbir kimseye anlatmasın.' buyurmuşlardır .[674]

İslâm âlimlerinin bildirdiğine göre, rüya üç kısımdır. Buna göre, rüya ya nefsin kendi kendisine veya nefis ile melek arasında bir konuşmadır. İnsan uyurken yanında meydana gelen olaylar rüyasında benzerî şekillerde kendisine yansır. Bu, çevrenin kendisini nefse anlatmasıdır. Bazan kişinin gündüz yaşayıp şuur altına atılan olaylar, açlık, susuzluk gibi doğal ihtiyâçlar rüya ile kendisim anlatırlar. Meselâ susayan uykuda su içer. Bu şekilde nefis, rüya ile kendisini tatmin etmiş olur, Fakat rüyaların hepsi bu tür değildir. Ruhları saflaşmış bazı kimse­ler gelecekte olacak bazı şeyleri görürler. İşte bu tür rüya, meleğin nefse konuşmasıdır. Keşf-i rüyadır. Bu tür rüyalar, geleceğin bugünden var olduğunu ortaya koyarak, Allah'ın kaderini isbât eder, maddenin düşünceden önce var olduğunu iddia eden maddeci görüşü de yıkar.[675] Zaten, zaman bir boyuttur ve geçmişi, şimdiki ânı, geleceği ile izafî bir kavramdır. Yüksek hızlara erişildiğinde zamanın yavaş aktığı, ışık hızına ulaşıldığında ise zamanın geriye aktığı kaydedilmektedir.  Zamanı yaratan ise  Cenâb-ı Hak'tır. O'nun varlığının öncesi, sonrası yoktur, o ezeli ve ebedîdir. Şu halde geçmiş ve gelecek insana göredir. İnsan geleceği bilemez, geçmişte veya şu anda meydana gelen bir takım olaylara aid bilgi kendisine ulaşmamışsa, bunları da bilemez. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın ilmi sonsuzdur. Herşeyi yaratan O'dur. Zamanı da O yaratmıştır. Geçmişi, şimdiyi ve geleceği en ince ayrıntılarına kadar bilir. Dilerse, bazı kullarına rüya yoluyla gelecekte ortaya çıkacak bir takım hadiseleri bildirebilir. İşte bu tür rüyalar hadisde belirtildiği üzere sâlih rüyadır ve Allah katından bir müjdedir. Aslında sâdık ve sâlih olan­larına rüya denilmesi daha isabetlidir. Yalan çıkan­larına, aslı olmayanlara ise "Ahlâm" denilmesi gere­kir. "Hulum" denilen bu tür rüyalar gerçekte hiçbir aslı olmayan boş birer hayalden ibarettir. Bunlar bir dış tesir dolayısıyle meydana gelmiş olsa bile haki­kat ifade etmezler. Kısacası bunlar, ta'bîr ve te'vîli olmayan nefsî bir hâdise veya şeytânı bir yalan ol­maktan ileriye gitmezler. Kur'ân-ı Kerîm, rüya ve ahlâm'ın farklı şeyler olduklarını bildirdiği gibi, yukardaki hadisde de bu husus açıkça belirtilmiştir.[676]

Sözün, hakikati, mecazı, sarihi, kinayesi, maru­fu, garîbi, remzi olduğu gibi, rüya da aynı durum­dadır. Kısacası rüyalar, kişinin nefsindeki gizli şuur özelliklerine göre söyleyen bir muamma, bir lügaz, bir bilmece gibi bir tahyîl veya garîb bir temsil, gibi ledünnî bir remzdir. Bunun için de rüyânm te'vıli kesbi bir ilimle değil, ancak vehbî bir ilimle bilinebi­lir. Ki bunun en aşağısı firâset ve ilham, en yukarısı da vahiydir. Bunun içindir ki, Peygamberlerden başkasının rüyası ve ta'bîri ilmî yakîn ifade etmez. Ancak gören kimsenin özelliğine göre, bir vehimden, kesin kanaate kadar ulaşabilen kişisel bir duygu meydana getirebilir. Rüyaların asıl te'vîli de, meyda­na gelen olaylarla ortaya çıkar. Bazı rüyalar aynen çıkar. Bazılarının ta'bîri de beraber görülür. Bazı rüyalar ta'bîr olunmamakla beraber sâdık bir rüya olduğuna dair zarurî bir kanaat meydana gelir. Şu halde asıl rüya, Allah katından doğrudan doğruya veya bir melek vasıtasıyla meydana gelen bir hak telkinidir. İkincisi ise, nefsin kendi kendisine yaptığı bir telkindir ki, geçmişte meydana gelen bir takım hatıraların canlanmasından başka bir anlamı yok­tur. Üçüncüsü ise, şeytândan kaynaklanan bir tel­kindir İd, gizli bir dış tesirden kaynaklanır. Bir ya­landan, boş bir hayalden ibarettir. Bu son ikisi, "Ahlâm" veya "Edgâsü Ahlâm" cinsindendir. Binae­naleyh bütün bunlar nefiste ilmî olmasa bile hissî bir heyecan uyandırmaktan hâli kalmazlar. Yukar-daki hadisde ve bu konudaki diğer hadislerde rüyaların hem ilmî, hem hissî yönlerine işaret edil­miştir. [677] Nefsimiz uyku halinde de zahir veya bâtından tesir alabilir ve kendisiyle konuşabilir, mâzîdeki hâtıraları çağrışabilir. Bu şekilde rüya ve ahlâm denilen nefsânî hâdiseler meydana gelir. Uy­kudaki nefis, irâdesine mâlik olamadığı için, artık bunlar nefsin irâde ve dikkati dışında kendisinde ce­reyan eden olaylardan ibaret olur. Eğer bu çağrışım­lar yeni bir tesirle ilgili olmayıp da, eğıi veya doğru geçmişin hâtıralarının mücerred bir tekrarı ve ihtilâtından ibaret olursa, "Ahlâm" veya "Edgâsü Ahlâm" olur. Hak tarafından bir tesir üzerine ce­reyan eden çağrışımlar da rüyayı meydana getirirler. Rüya hâdisesi, nefsin irâde ve seçimi dışında ve cebrî bir surette meydana gelir. Nefsin irâde ve seçimi, müdâhalesi olmaması açısından rüya doğ­rudan doğruya Rabbani bir tasarruf ve Allah katından gaybî bir telkindir. Bundan dolayıdır ki in­sanlar rüyalarının gerçekleşmesinde ilâhî bir işaret görürler. Hiç şüphe yok ki, sâdık rüyaya milyonda bir tesadüf edilse bile, bu hakikatin önemine asla bir halel getirmez. Yine mücerret! mânâ âlemi ile, mücerred madde âlemi arasında muallak bir "Misâl ve Eşbâh Âlemi" vardır. Mânâ maddede, madde mânâda bununla temessül eder. Gerek uyku, gerekse uyanıklık halinde rüya bir hakikatin mücerred misâl âleminden ruha görünmesidir ve bundan dolayı rüya, geçmişteki hâtıraların alelade bir hatırlanması ve "Ahlâm" değil, fakat bir keşif hadisesidir. Gaybî sılardan gafil olanlar, Allah'ın Alîm ve Hakîm oldu­ğunu bilmeyenler ise, rüyaların ahlâmdan ibaret olduğunu iddia e derler .[678]

Hattâbî ve diğer bazı âlimler, yukarda kaydet­tiğimiz hadisde geçen "Zamanın yaklaşmasından maksad, gece ile gündüzün eşit olmasıdır" demiş-lerse de, bir kısım âlimler de, "Bundan maksadın, Kıyamet'in yaklaşması olduğunu" ifâde etmişlerdir. Hadisde geçen, "Sizin en doğru rüya göreniniz, en doğru söyleyeninizdir" cümlesinin mutlak anlâmda söylenmiş olması akla daha yakın gözükmektedir. Doğru söylemeyen bir kimsenin rüyasında da bozuk­luk olacağı açıktır. Kâdî Iyâd, bazı âlimlerin "Müslümanın rüyasının yalan çıkmayacağı hususu" hakkın­da, "Bu âhir zamanda ilmin kalktığı, âlimlerle sâlih kimselerin vefat ettiği, gerek sözünden gerekse ame­linden faydalanılacak kimse kalmadığı zaman bir taviz ve tenbîh olmak üzere görülecektir" dediklerini nakletmiştir.

Sâlih rüyaların Peygamberliğin kısımlarından olduğunu bildiren hadislerde bu sayı muhteliftir. Bu hadislerin en meşhur olanına göre, "Rüya, Peygam­berliğin kırkaltı bölümünden bir bölümdür. Yukarda kaydettiğimiz hadisde ise bu sayı kırk beştir. Hattâ­bî, "Rüyanın, Nübüvvetin kısımlarından bir bölüm oluşu Peygamberlere mahsustur. Başkaları hakkın­da böyle bir şey söz konusu değildir. Peygamberlere uyanıkken nasıl vahiy gelirse, uyku halinde de gelir­di" demiştir. [679]

el-Hâkim'den nakledildiğine göre, Allah (c.c), in­sanların Levh-i Mahfuzdaki durumlarına vâkıf olan bir grub meleği rüya işiyle görevlendirmiştir. Görevli melek, Levh-i Mahfûz'dan aldığı hususları bir takım olaylar ve şekiller haline sokarak ilgili kişinin rüyasında kalbine yerleştirir ki, o kimse için bir müjde, uyarı veya kınama olsun. Böylece, hikmetli, yararlı veya sakmdmcı bir faaliyet gösterilmiş olur. İlgili melek bu gayret içindeyken, şeytân da insana karşı duyduğu kin ve husûmetten dolayı onu rüyadayken de rahat bırakmak istemez. Bu sebeple şeytân, insanın rüyasını ifsâd etmek üzere faaliyete geçer ve insanı gördüğü rüyası hakkında yanıltmak ister veya rüyasından gafil olmasını sağlamaya çalışır. [680]

İslâm âlimleri, bazı rüyaların (hulum) şeytâna nisbet edilmesinin mecaz olduğunu, gerçekte bu ko­nuda şeytânın herhangi birşey yapmaya gücünün yetmediğini, her şeyi yaratanın Allah olduğunu söylemişlerdir.[681]

Bu konudaki bir diğer hadis de Ebû Katâde'den (r.a.) gelmektedir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur; "İyi rüya Allah'tan, kötü rüya ise şeytândandır. Her kim bir rüya görür de, onun bir şeyinden hoşlanmazsa sol tarafına tükürsün ve şeytândan Allah'a sığınsın. Bu şekilde o, rüya gören kimseye zarar vermez. Bu rüyayı kimseye haber ver­mesin. Eğer güzel bir rüya görürse, hemen sevinsin ve onu da sevdiği kimselerden başkasına haber ver­mesin. "[682] İslâm âlimlerinden Îbnü'l-Bâkıllânî, Allâhü Teâla'nm güzel rüyayı mü'minin kalbine tel­kin buyurduğu zaman bir meleğin orada hazır bulun­duğunu, yine Allah'ın hoşlanılmayan bir rüyayı ya­rattığı zaman şeytânın orada bulunduğunu, bu sebeple hoşlanılmayan rüyaların şeytâna nisbet edildiğini söylemiştir.[683] İmâm Mâzirî de, "Ehl-i Sünnet âlimlerinin rüya hakkındaki görüşüne göre, Allâhü Teâlâ, uyanıkken insanın kalbinde bir takım

kanaatler meydana getirdiği gibi, uyuyan insanın kalbinde de bazı itikâdlar yaratır. Allâhü Teâlâ, uyuyan bir kimsinin kalbinde meydana getirdiği itikâdları başka zamanlarda yarattığı bir takım şeylerin belirtisi ve aynası haline sokar. Rüyada görülen durum bazan aynası olduğu işe aykırı olur. Uyanık iken bir kişinin kalbinde yaratılan itikâd ve kanaat, bazı olayların aynası görünümünde ol­masına rağmen, bunun tersi de çıkabilir. Söz gelimi bulut, yağmurun belirtisidir. Allâhü Teâlâ bulutu yağmurun alâmeti olarak yaratmıştır. Fakat bazan bulut olmasına rağmen yağmur yağmayabilir. Aynı şekilde uyku halindeki insanın kalbinde yarattığı itikadı, bir olayın alâmeti olarak yaratmıştır. Fakat bazan yağmur yağmadığı gibi, o olay da meydana gelmeyebilir. Uyku halindeki insanın kalbinde söz konusu itikâd bazan meleğin huzurunda oluşur. Bu takdirde sevindirici rüya görülür. Bazan da şeytânın hazır olduğu bir zamanda oluşur. Bu takdirde üzün­tülü ve zararlı rüya görülür. Böylece bunlar mecazen şeytâna nisbet edilirler. İşte Hz. Peygamber'in, 'Rüya Allah'tandır, hulm ise şeytândandır' sözünün anlamı budur. Yoksa şeytân bir şey yapan mânâ­sında değildir. Bu sebeple, sevilen düşün adı rüya, sevilmeyenin adı da hulmdür" demektedir, [684]

Bazı İslâm âlimlerinin bildirdiğine göre, Allâhü Teâlâ, kötü rüya gören bir kimsenin üç defa sol ta­rafına tükürüp şerrinden Allah'a sığınmasını, o kim­senin korktuğundan kurtulup, selâmete ermesine se­bep kılmıştır. Nitekim sadakayı da, malı korumak ve belâyı defetmek için sebep kılmıştır. Bu rivayet­lerde zikredilen hususu toplayıp, hepsiyle amel et­mek gerekir. Bir kimse korkunç bir rüya gördüğü za­man Allah'a sığınarak sol tarafına üç defa tükürmeli, bulunduğu taraftan öbür yana dönmeli, iki re­kat namaz kılmalıdır. Bu şekilde rüya hakkında rivayet edilen bütün hadislerle amel edilmiş olur. Hadislerde tavsiye edilen hususların bazılarıyla amel etmek de Allah'ın izniyle zararı defetmek için yeterlidir. Kadı Iyâd bu konuda, "Üç defa sol tarafa üfürme emri, gördüğü kötü rüyada hazır bulunan şeytânı koğmak, tahkir ve rezîl etmek içindir. Kötü rüyanın kimseye söylenmemesinin sebebi, tevîl eden kimse, onun gördüğü şekilde tefsir eder de Allah'ın kaderi öylece vuku bulur diyedir. Güzel rüyanın sev­diği kimseden başkasına söylenmemesine gelince, onun sebebi şudur: Bu rüyayı hoşlanmadığı bir kim­seye ta'bîr ettirirse, o şahıs çekemediği için kötüye yorabilir ve kötü rüya o sıfatla zuhur edebilir. Gören kimse de kötü te'vili işitince üzülüp, mahzun olabi­lir. " [685] demektedir.

Kadı Iyâd'ın, rüyaların yorumlanması hakkında yukardaki sözlerim destekleyen bir hadis mevcuttur. Nitekim Ebû Rezîn Lakît b. Amir'den (r.a.) nakledil­diğine göre, Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyur­muştur: "Rüya yorumlanmadıkça, bir kuşun ayağı üzerinde (gibi)dir. Yorumlanınca düşer (Vuku bulur)." [686]

Hz. Peygamber, korkulu rüyaların şeytândan olduğunu bildirerek bunun başkalanna anlatılma­sını uygun bulmamıştır. Nitekim Câbir b. Abdillâh ve Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre, bir gün Hz. Peygamber hutbe okurken bir bedevi gelmiş ve "Yâ Rasûlallâh! Dün gece rüyamda, boynumun vuru­lup yere düşmüş olduğunu ve başımın arkasından giderek onu alıp tekrar yerine koyduğumu gördüm" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şeytân sizin birinizle uykusunda oynadığı zaman o kimse rüyayı sakın diğer insanlara anlatmasın."[687]

Peygamberimiz (s.a.v.), rüyasında korkan asha­bına şu duayı okumalarım da emretmiştir:

"Allah'ın gazabından, kullarının şerrinden, şeytânla­rın vesveselerinden ve hazır olmalarından Allah'ın noksansız olan kelimeleri ile sığınırım" [688]

Hz. Peygamberin, yatağına girdiği zaman şöyle duâ ettikleri kaydedilmektedir:

 "Allah'ın adıyla yanağımı yastığa koydum. Ey Allâhım! Benim günâhımı bağışla. Şeytânımı benden uzaklaştır. Rehin bağlarımı çöz ve beni Yüce Meclis'lerde kıl." [689]

Bu hadis, Hz. Peygamber'in şeytânının ıslâh olduğuna ve artık kendisine hayırdan başka bir şey telkin etmediğine dair hadise [690] aykırı gözük­mektedir. Burada, "Madem ki Hz. Peygamber'in şeytânı ıslâh olmuştur, ona hayırdan başka bir şey telkin etmemektedir, o zaman Hz. Peygamber her gece yatağa yattığı zaman niçin şeytânından Allah'a sığınmakta ve onun kendisinden uzaklaştırılmasını istemektedir?" sorusu karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda söz konusu hadisi, Hz. Peygamberin şeytâ­nının ıslah olduğu veya müslüman olduğu şeklinde değil de, Cenâb-ı Hakk'ın yardımı ve kendisini ilâhî terbiye ile yetiştirmesi sayesinde Hz. Peygamber'in şeytânın vesvese ve telkinlerine kulak asmadığı, onun teşviklerine kapılmadığı şeklinde anlamanın daha doğru olduğu kanaatindeyiz.

Bazı hadislerde, şeytânın Hz. Peygamber'in suretine giremeyeceğinden bahsedilmektedir. Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadisde, bu konuda Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Her kim beni rüyada görürse, gerçekten gör­müştür. Çünkü şeytân benim şeklime giremez."[691] Yukardaki hadisin el-Buharî ve Müslim tarafından kaydedilen diğer rivayetinde ise, Hz. Peygamberin: "Kim beni rüyasında görürse, beni uyanık iken de muhakkak görecektir. Çünkü şeytân bana benzer bir surete giremez" buyurduğu bildirilmiştir.[692]

İslâm âlimleri el-Buharî ve Müslim'in kaydet­tiği bu hadisle ilgili olarak değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bir kısmı, bu hadisin Asr-ı Saadet'te yaşayan müslümanlarla ilgili olduğunu, hadisle o devirde Hz. Peygamber'i rüyasında gören müslümanlarm ölmeden Hz. Peygamber'i görüp sahâbî olma şerefine kavuşacaklarının kasdedildiğini söylemişlerdir. Bazı âlimler ise, hadisin an­lamının, rüyasında Hz. Peygamber'i gören kimsenin Ahiret'te de O'nu (s.a.v.) görme şerefine ve şefaatma nail olacağını, bu kimsenin Cennetlik olduğunun müjdelenmiş olduğunu söylemişlerdir. Bazı tasavvufçular ise, bu hadisi "Kim beni rüyasında görürse, o kimse takva ve mânâ sahasında ilerleyip mura­kabe halinde de beni görecektir" şeklinde açıklamış­lardır. İslâm âlimleri, bazı sâlih kimselerde bu halin meydana geldiğini bildirmişlerdir.[693]

Alimler, "Kim beni rüyasında görürse gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytân benim suretime gire­mez" hadisinin anlamı konusunda da değişik görüş­ler ortaya atmışlardır. Bu görüşlerden en kuvvetlisi şudur: Bu rüya haktır, gerçektir, doğrudur. Karışık rüyalardan (Hulm), şeytânın benzetmelerinden ve taklidi erin den uzaktır. Şeytân ne rüya âleminde ne de uyanık iken hiç kimseye Hz. Peygamberin sure­tinde görünemez. Kendisini bu şekilde tanıtamaz. Hak ile bâtılın karışmaması için Cenâb-ı Hak, şeytânı Hz. Peygamberin suretine girmekten menet-miş, ona böyle bir güç vermemiştir. Hz. Peygamber'i rüyasında gören bir müslünıan, O'nu (s.a.v.) ister ha­dislerde belirtilen sıfatları üzere görsün, ister farklı şekilde görsün sonuç değişmez, o müslümamn rüyası gerçektir.[694]

 

C. Alış-Veriş ve Şeytân

 

Kaynaklarda yer alan bazı hadislerden alış­veriş konusunun da şeytânla irtibatlandırıldığım görmekteyiz. Kays b. Ebî Garaze'den (r.a.) nakledil­diğine göre Hz. Peygamber bir gün onların alış-veriş yerlerine gelmiş ve "Ey tüccar topluluğu! Muhakkak ki şeytân ve günâh satışta hazır bulunurlar. Bu yüzden satışınızı sadakayla karıştırınız" buyur­muştur. [695]

Şeytân ve günâhın satışta hazır bulunmalarıyla, satış esnasında yalan söylemek, müşteriyi malı satın alması için ikna etmek maksadıyla yalan yere yemin etmek, kalitesiz malı fahiş fiyatla sat­mak, hileli terazi kullanıp eksik tartmak gibi husus­ların kaydedildiği anlaşılmaktadır.

Selmân-ı Fârisî'den (r.a.) nakledilen bir hadisde ise, Hz. Peygamber'in: "Sabah namazına giden bir kimse imân bayrağı ile gitmiş olur. Çarşıya giden bir kimse ise, İblisin bayrağı ile gitmiş olur"buyurduğu nakledilmektedir.[696] Ancak, bu hadis zayıftır ve senedinde hadis âlimlerinin zayıf olduğu hususunda ittifak ettikleri Isâ b. Meymûn adlı râvî yer almak­tadır. [697]

Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen diğer bir ha­disde ise, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakle­dilmektedir: "Evinden dışarı çıkan herkesin elinde iki bayrak bulunur. Bir bayrak meleğin elinde, diğer bayrak ise şeytânın elindedir. Eğer o kimse Allah'ın hoşnud olacağı bir şey için çıkmışsa, onu bayrağıyla melek takip eder ve evine dönünceye kadar devamlı olarak meleğin bayrağının altında kalır. Eğer o kim­se evinden Allah'ın darılacağı bir şey için çıkmışsa, onu bayrağı ile şeytân takip eder ve o kimse evine dönünceye kadar devamlı olarak şeytânın bayrağı altında kalır.[698]

Bu konuda Hz. Ali'den nakledilen bir hadisde ise, "Cuma günü gelince, yanlarında bayrakları olan şeytânların insanları çarşılarına sevketmek üzere faaliyete geçtikleri, meleklerin ise, gelenleri derece­lerine göre yazmak üzere mescidlerin kapılarına oturdukları" nakledilmektedir.[699]Aynı konuda Selmân'dan (r.a.) da bir söz nakledilmektedir. Buna göre Selmân (r.a.): "Eğer gücün yeterse, sakın çarşıya girenlerin ilki ve çarşıdan çıkanların sonuncusu ol­ma. Çünkü çarşı şeytânın savaş yeridir. Şeytân san­cağını çarşılarda diker."[700] Hz. Selmân'm bu sözle­riyle, yukarda kaydettiğimiz hadisler doğrultuşun­da etrafındakilere nasihat ettiği anlaşılmaktadır.Bu hadislerden İslâm'ın ticâreti yasakladığı so­nucunun çıkarılamayacağı açıktır. Aksine İslâm, meşru olan ticâreti teşvik etmiş, doğru dürüst çalışan tüccarları da övmüştür. Ticâret, başta Hz, Peygamber olmak üzere, Hz. Ebû Bekir, Osman, Abbâs gibi ashabın büyüklerinin mesleğidir. Bu ha­dislerde kasdedilen hususun gayr-ı meşru ticarî faa­liyetler olduğu açıktır. Çarşı pazarda çok yemin edil­diği, kalitesiz malın kaliteliymiş gibi gösterilerek satıldığı, kaliteli malların ise kötülendiği, hîle, al­datma ve kandırma yollarına çokça başvurulduğu, verilen sözlerden vazgeçilip, emânete hıyanet edil­diği, haksız rekabet, ihtikâr, karaborsacılık, faizci­lik, tefecilik gibi günâhların sıkça işlendiği, günâhlarıda şeytânın vesvese, telkin ve tahrikinin bulun­duğu açıktır. Yukarda sayılan türden günâhların işlendiği çarşı ve pazarlar, aslında şeytânın faaliyet ve başarılarını sergilediği bölgelerdir. Bu sebeple çarşı-pazara çıkan müslüman şeytâna mağlup olma­mak için çok dikkatli olmalı, alıcı olsun satıcı olsun uyanık olmalı ve şeytânın bayrağını çeken gafil kimselerden olmamalı, sıddîklerden olmalıdır. Tıybî, çarşı ve pazarların ticâretle meşgul olunan yerler ol­maları açısından Allâh'dan gafil olmaya müsâid yerler olduğuna işaret ederek, şeytânın özellikle bu­ralarda müslümanlara musallat olduğunu, şeytânın yardımcılarının buralarda toplandığını söylemiş­tir.[701]

 

D. Yolculuk, Askerlik ve Şeytân

 

Bazı hadislerde yolculuk yapmanın şeytânla il­gisine işaret edilmektedir. Amr b. Şu'ayb'ın dedesin­den (r.a.) naklettiğine göre, Hz. Peygamber bu konu­daki bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Tek başına yolculuğa çıkan binitli kimse bir şeytândır. Binitli iki yolcu da iki şeytândır. Üç kişi olarak yolculuk yapanlar ise cemaat ve arkadaştır."[702]

İmâm Mâlik, bu konuyla ilgili olarak Sa'îd b. el-Museyyeb'in "Şeytân bir veya iki yolcuya musallat olur. Yolcular üç kişi olursa onlara musallat olmaz" dediğini nakletmektedir.[703]

Hz. Peygamber'in yukardaki sözü ile mecazî bir anlam kasdedilmektedir. Yalnız başına veya iki kişi olarak seyahat edenlerin gerçekte şeytân olmadık­ları açıktır. Hz. Peygamber bu sözleriyle müslümanların dünyevî ve uhrevî bir takını faydalarını gözetmiştir. Bu açıdan, O'nun (s.a.v.) en az üç kişi olarak seyahat edilmesini tavsiye edip, tek başına veya iki kişi olarak yolculuğa çıkılmasından hoşlan­madığı anlaşılmaktadır. Bazı hadislerde, müslümanları meşakkat ve sıkıntıya sokan, zarara uğratan, insan, hayvan ve cin cinsinden varlıklara şeytân denildiği gibi, sonuç itibariyle dünyevî ve uh­revî zararlara yol açabilecek olan bazı davranışlar da "Şeytânı" olarak vasıflandırılmıştır. Burada da böyle bir durum söz konusdur. Bu sebeple Hz. Pey­gamber'in, hadisdeki bu sözü ilk plânda can ve mal emniyeti açısından söylemiş olduğu anlaşılmak­tadır. Nitekim kendilerinden nakledilen diğer hadis­lerden yalnız seyahat etmeyi yasakladıklarını[704] ve "İnsanlar, yalnız seyahat hakkında benim bildikleri­mi bilselerdi, hiçbir binitli geceleyin tek başına yürümezdi"[705] buyurduklarını öğrenmekteyiz.

En az üç kişi ile seyahat edilmesini tavsiye eden yukarda kaydettiğimiz hadis ile dünyevî ve uhrevî bazı faydaların temin edilmesi gayesi de gözetilmiştir. Söz gelimi tek başına seyahat eden bir müslüman yolculuğu esnasında vefat edecek olsa, yanında cenazesini yıkayıp, kefenleyecek, techîz edip na­mazım kılarak defnedecek kimse yoktur. Bu kimse, ölüm ânında vasiyyet de yapamaz. Yanında malını, eşyasını vasiyyetini, kısacası terîkesini ailesine ulaştıracak herhangi bir kimse de yoktur. Bu kimse­nin vefat haberinden ailesinin haberdar olmaması da söz konusudur. O civarda yaşayanlar veya o civar­dan geçmekte olanlar tesadüfen bu kişinin cenaze­sini bulsalar bile, çoğu kere kimliğini tesbit 'etmek mümkün olmayabilir. Halbuki Hz. Peygamberin ha­disdeki buyruğuna riâyet edilse bu sonuçlar ortaya çıkmaz ve böyle bir kimsenin cenazesi günlerce orta­da kalmaz. Yolcular iki kişi olsalar, birisi vefat ettiğinde diğerinin tek başına kalma durumu söz ko­nusudur. Ancak üç kişi olursa bu sakınca ortadan kalkar, bunlar birlikte seyahat ederler. Namazlarını cemaat halinde kılabilir, yük taşıma gibi yolculuğun bir takım sıkıntılarını paylaşırlar, emniyet açısın­dan daha güvende olurlar.[706]

Şimdi de Hz. Peygamber'in askerî maksadlarla söylemiş oldukları bir sözlerini burada kaydetmek istiyoruz. Ebû Sa'lebe el-Huşenî'den (r.a.) nakledil­diğine göre, Hz. Peygamber sefer esnasında bir yerde konakladığı vakit insanlar dağın eteklerine ve vadilere dağılırlardı. Bunu önlemek için Hz. Peygam­ber: "Sizin şu dağ eteklerine ve vadilere dağılmanız ancak şeytândandır" buyurmuşlardı. Bundan sonra bir yerde konakladıkları vakit Hz. Peygamber asker­leri birbirinin yanına toplardı. Hatta üzerlerine bir yaygı atılsa hepsini kapsar diyecek kadar onları biraraya getirirlerdi .[707]

O dönemin askerlik şartlarına göre, askerin dağınık ve birbirinden habersiz bir durumda bulun­ması, düşmanın âni saldırıları karşısında bozguna uğramaya sebep olabilirdi. Bunun için Hz. Peygam­ber yukardaki hadisde geçen sözü söylemişlerdir. Hz. Peygamber'in bu konudaki buyruklaıımn o dönemin askeri şartlarına göre olduğu açıktır. Günümüzde ise askerî şartlar değişmiştir. Hz. Peygamber dönemin­de askerin topluca bir arada bulunması zayiatı azaltma, bozguna uğramama açısından daha uygun­du. Ancak günümüzde, uçak, helikopter, füze, tank, top vs. saldırılarına karşı zayiatı azaltmak için askerin dağınık vaziyette bulunması daha sağlıklı gözükmektedir. Günümüzde, askerin hepsini bir örtünün altına sığacak kadar bir araya toplamak, bir hava taarruzunda, bir füze veya top mermisinin isabet etmesi durumunda bunların tamamının veya çoğunun imhası sonucunu doğurabilir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in bu konudaki buyruğu evrensel değil, o zamanki şartlara göredir. Müslümanlara düşen, Hz. Peygamberin bu sözünün lafzına takılıp kalkmak değil, O'nun fs.a.v.) bu konudaki buy­ruğunun maksadını anlamaktır. Bu da Hz. Peygam-ber'in, İslâm askerlerinin bozguna uğramasını, bas­kın vs. sebeplerle zayiat vermesini istemediği, disip­linsizliklerine razı olmadığıdır. Şu halde günümüz müslümanları da çağın askerlik şartlarını gözönünde bulundurmalı, komutanlarının emrini din­lemeli, disiplinsizlikten, gafil davranışlardan uzak­laşmalı, kendilerinin askerlik kurallarına uymayan davranışlarının askerî zayiata ve Allah korusun bir bozguna sebep olabileceğini hatırlarından çıkarma­malıdır.

Hz. Peygamber, bazı hadislerinde de, silâhın düşmanın dışında başka bir kimseye karşı doğrultulmamasını, silâhla şaka yapılmamasını emret­miş, bu şekildeki kazalar sebebiyle meydana gelebil­ecek üzücü durumlardan müslümanları sakındırmıştır. Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen bu konuda­ki bir hadis şöyledir: Hz. Peygamber şöyle buyur­muşlardır: "Sizden biri sakın silâhı ile kardeşine işaret etmesin. Çünkü o kimse bilmez ki, belki de şeytân eline hız verir de (kardeşini vurur) böylece Cehennem'den bir çukura yuvarl anı verir." [708]

Diğer bir hadisde de Hz. Peygamber şöyle buyur­muştur: "Her kim ki kardeşine bir demir parçası (silah) ile işaret ederse, hiç şüphesiz kendisinin ana baba bir kardeşi olsa bile, melekler o kimseye lanet eder."[709]

Bu hadislerde insan hayatının muhteremliği vurgulanmış, insanın korkutularak, eziyet edilme­sinden şiddetle sakındırılmıştır.

 

E. Ağıt Yakmak ve Şeytân

 

Bazı hadislerde ağlama ve şeytân ilişkisine dik­kat çekildiği görülmektedir. Kaynaklarımızda yer alan bazı hadislerde ölenin arkasından ağıt yak­manın şeytândan, olduğu bildirilerek, bu davranış yasaklanmaktadır. Nitekim Ümmü Seleme'den (r.a.) bu konuda şöyle nakledilmektedir: "(Kocam) Ebû Se­leme vefat ettiği zaman, 'Gurbet elinde ölen bir garîb! Vallahi ona dillere destan olacak bir şekilde ağlayacağım' deyip, onun arkasından ağlamak için hazırlanmıştım. Bu esnada es-Sa'îd'den bir kadın çıkageldi, ağlamada bana yardım etmek istiyordu. Hemen kendisini,Rasûlullâh (s.a.v.) karşıladı ve 'Sen, şeytânı, Allah'ın çıkardığı bir eve tekrar mı sok­mak istiyorsun?' buyurdu ve bunu iki defa tekrarladı. Ben de bunun üzerine ağlamaktan vaz geçtim." [710]

Bu konuda bir başka hadis de İbn Abbâs'dan (r.a.) nakledilmektedir. Buna göre, Peygamberimizin (s.a.v.) kızı Rukiyye (r.a.) vefat ettiği zaman orada bulunan kadınlar ağlamaya başladılar. Bunu gören Hz. Ömer engel olmak maksadıyla kamçısıyla onla­ra vurmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ömer'e, 'Bırak onları, ağlasınlar' dedikten sonra kadınlara: "Ey kadınlar! Siz de şeytânın feryadından sakının, Ağlamak kalbden ve gözden ise, Allah'dan ve merhamettendir. Elden ve dilden ise, şeytândan­dır" buyurdu.[711] Ölünün arkasından feryâd ve figân ederek ağlamak (niyâha) Câhiliye âdetlerinden olduğu için, Hz. Peygamber bu davranışı yasak­lamış tır. [712]

Konumuzla ilgili olarak bir hadis daha nakledil­mektedir. Buna göre, Hz. Peygamber Muâz b.Cebel'i (r.a.) Yemen'e kadı olarak tayin etmişti. Muâz (r.a.) görevine gitmek üzere Medine'den ayrılırken, Hz. Peygamber kendisini uğurlamak maksadıyla onunla birlikte bir miktar yürümüştü. Ayrılacakları zaman Hz. Peygamber, Mûaz'a (r.a.), "Ey Mûaz! Umulur ki, sen bu yıldan sonra benimle görüşemezsin. Umulur ki sen, benim Mescidime ve kabrime gelirsin" buyur­du. Bunun üzerine Muâz b. Cebel (r.a.) Hz. Peygamber'den ayrılacağından dolayı şiddetli bir şekilde ağladı. Hz. Peygamber de: "Ağlama yâ Muâz! Ağlamanın bir çeşidi vardır ki, muhakkak şeytân­dandır" buyurdu.[713]

Bu konuda kaydettiğimiz hadislerden, Câhiliye devri halkının yaptığı şekilde feryâd ve figân ederek, ağıt yakıp üstünü başını parçalayarak, dizlerini dövüp yüzünü tırmalayarak ağlamak Hz. Peygamber tarafından yasaklanmış, Câhiliye dönemi halkının bu davranışına benzer hareketler "Şeytanî" olarak vasıflandırılmıştır. İslâmî edeb ve terbiye sınırları :çinde sessizce ağlayıp, gözyaşı dökmekte, mahzun olmakta ise bir mahzur yoktur. Nitekim Hz. Peygamber'in kendileri de bu şekilde ağlar, gözyaşı dökerlerdi.

 

F. İnsanlara Yağcılık Yapmak ve Şeytân

 

Konumuzla ilgili olan bazı hadislerden, insan­ları gereksiz yere övmek maksadıyla sarfedilen sözlerin şeytânın telkiniyle söylendiği anlaşılmak­tadır. Övülen kişinin nefsini şımartan, gönlüne kibir ve gurur getirip, çevresindekilere tepeden bak­masına, hata ve kusurlarını yok farzetmesine sebep olan bu davranışlar Hz. Peygamber tarafından tasvîb edilmemiştir. Devlet büyüklerinin veya yetkili kimselerin menfaat temini gayesiyle söylenilen bu tür sözlere kapılmaları, onların halktan ve hayatın gerçeklerinden kopmalarına sebep olur. Bu açıdan makam ve mevki Rahiplerinin dalkavuk kimselerin şerrinden sakınması, memleketin ve milletin selâmeti açısından çok elzem bir husustur. Hz. Pey­gamber, kendisi hakkında bu tür davranışlarda bu­lunulmasına izin vermemiş ve yağcılık yapmak mak­sadıyla söylenilen bu tür sözlerin şeytânın teşvikiyle sarfedildiğiııi bildirmişlerdir. Nitekim Enes'den (r.a.) nakledildiğine göre bir zât Hz. Peygamber'e gelerek: 'Ey Muhammed, ey en hayırlımız! Ey en hayırlımızın oğlu! Ey Efendimiz! Ey Efendimizin oğlu!' demişti. Hz. Peygamber bu davranışı tasvib et­meyerek, "Söyleyeceğiniz sözü söyleyin, ancak şeytân içinizde barınmasın. Ben Allah'ın Elçisi ve Abdul­lah'ın oğluyum. (Veya) Ben Allah'ın kulu ve Elçisi Muhammedim." dedikten sonra, ''Beni, Allah'ın bah­şetmiş olduğu bu makamının üstüne yükseltme­nizden hoşlanmıyorum" buyurdu.[714]

Konumuzla ilgili olarak Mutarrıf b. Abdillâh'dan (ra.) nakledilen bir hadisde ise, şöyle denil­mektedir: "İçlerinde Mutarrıfın babasının da bulun­duğu Benî Amir heyeti Hz. Peygamber'e gitmişti. Hz. Peygamber'in huzuruna varınca, 'Sen bizim ulumuzsun' dediler. Hz. Peygamber de 'Ulu olan ancak Allâh'dır' buyurdu. Heyet, 'Sen bizim fazilette en efdalimiz, güç bakımından kudretlimizsin’ dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber: 'Sözünüzü söyleyin, fa­kat şeytân sizi kendisine vekil tayin etmesin' buyurdu."[715]

 

G. Kılık-Kıyâfet ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, müslümanların kılık kıyafetine dikkat etmelerini istemiştir. Kaynaklarımızda ken­dilerinin son derece temiz giyinip, kılık-kıyâfetlerine dikkat ettikleri, elbiselerini temiz tuttukları, saçla­rını taradıkları, dişlerini misvakladıklan, güzel koku sürünmeyi sevdikleri haber verilmektedir. Hz. Peygamber, saçı başı dağınık, kılık kıyafeti peymür­de bir vaziyette dolaşılmasını, toplum içine çıkılma­sını hoş görmemiştir. Konumuzla ilgili olarak, nakle­dilen bir hadis mevcuttur: "Bir gün Hz. Peygamber Mescid'de bulunuyordu. İçeriye saçı sakalı dağınık bir adam girdi. Hz.Peygamber ona, 'Çık' diye işaret etti, sanki saçını sakalını düzeltmesini kasdediyordu. O kimse de saçını sakalını düzelttikten sonra içeri gelince, Hz. Peygamber onu göstererek; 'Her­hangi birinizin, şeytân gibi saçı sakalı dağınık bir halde gelmesinden, böyle gelmesi daha iyi değil mi?' buyurdu.[716]

 

H. Acele Etmek ve Şeytân

 

Konuyla ilgili olarak, Sehl b. Sa'd es-Saîdî'nin (r.a.) Hz. Peygamber'den naklettiği bir hadisde, "Düşünerek hareket etmek Allâh'dan, acele etmek ise şeytândandır" buyurulmuştur.[717] Ancak Tirmizî, bu hadisin garîb olduğunu, râvîlerinden Abdü'l-Müheymin b. Abbâs'm hafızasının zayıf olması sebe­biyle tenkide uğradığını kaydetmiştir.[718] Diğer bazı âlimler ise, onun metruk ve münker şeyler naklet­tiğini, kendisiyle ihticâc edilemeyeceğini söylemiş­lerdir. [719] Aynı konuda Abdullah b. Ömer'den (r.â.) de bir hadis nakledilmiştir. Ancak hadis âlimleri, bu hadi­sin zayıf olduğunu kaydetmişlerdir. [720] Fakat, yukarda kaydettiğimiz hadis isnâd açısından zayıf olsa da, metin açısından reddedil­meye elverişli gözükmemektedir. Çünkü bir işe başlamadan önce onun getireceği kâr ve zararı hesa­playarak düşünerek hareket etmenin bir sakıncası yoktur. Böyle bir davranışın zararı değil, aksine faydası söz konusu edilebilir. însan bir konuda iyice düşünüp, taşındıktan sonra karar vermeli, teşeb­büse geçmeli ve sonucunu Allah'a havale etmelidir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de de; "... Yapacağın işler hakkında onlara danış, fakat bir karar verdin mi Allah'a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever" [721] buyurulmuştur. Yine insan düşünüp taşındıktan sonra, acele etmesi gereken yerde de acele etmeli işi savsaklamamahdır. Çünkü bazı du­rumlarda işi savsaklamak, ağırdan almak, korkak ve çekingen davranmak kişi ve toplumları büyük za­rarlara uğratabilir. Müslüman, tedbirli, düşünceli, aynı zamanda cesur olmalıdır.

 

I. Şeytân'ın Meclisi

 

Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği bir hadisde, Hz. Peygamberin güneşle gölge arasına oturulmasını ya­saklayarak, "Orası şeytânın meclisidir" buyurduğu nakledilmektedir.[722] Suyûtî, bu hadisin hasen oldu­ğunu söylemektedir.[723] Ahmed b. Hanbel'in, hangi sahâbîden alındığı belli olmayan yukardaki rivaye­tinin benzeri bir hadis de, Büreyde b. el-Husayb (r.a.)'dan nakledilmiştir. İbn Mâce'nin kaydettiği bu hadisde,"Şeytânın mecîlisi"nden bahsedilmemekte­dir. Bu hadis şöyledir: "Hz. Peygamber, gölge ile güneş arasında oturmayı yasaklamıştır." [724] Hadis­de, bir insanın bedeninin bir kısmı güneşte, bir kısmı   da  gölgede  olduğu  halde  oturmasından sakındırılın aktadır. Bir kimsenin bu şekilde otur­masının sağlık açısından zararlı olduğu kaydedil­miş tir. [725]

 

İ. Bazı Görgü Kuralları ve Şeytân

 

Hz. Peygamber, nezâket kurallarına riâyet edil­mesi üzerinde önemle durmuştur. Hadis kaynak­larında yer alan, "Edeb" bölümleri, Hz. Peygamber'in bu konudaki buyruklarına yer vermektedir. Bu ha­dislerin incelenmesinden, Hz.Peygamber'in, ümmeti­ni, insan mizacına, yaratılışına ters düşen, insanları tiksindirip nefret ettiren davranışlardan şiddetle sakındırdığı görülür. Bu cümleden olarak Hz. Pey­gamber, esneme sırasında ağzın kapatılmasını iste­mişlerdir. Bu husus görgü kurallarımız içinde de yer almaktadır. Toplum içinde insanları tiksindirip, iğrendirecek şekilde ağzı burnu akarak, başkalarının yüzüne karşı aksırmak ya da geğirmek son derece ayıp bir davranış sayılmaktadır. Yine bu tür dav­ranış içinde olanların eğitim ve terbiyelerinin eksik­liğine hükmedilmektedir. Toplumumuzda yer alan bu nezâket kuralının kaynağının Hz. Peygamberin Sünneti olduğu açıktır. Çünkü Hz. Peygamber bir ha­dislerinde, bir kimsenin geğirdiği ya da aksırdığı za­man bunu sesli olarak yapmamasını emretmiş ve "Çünkü şeytân bunları yaparken sesin yükseltil­mesinden hoşlanır" buyurmuştur.[726] Sonuç olarak insan fıtratına aykırı olan, insanları iğrendirip nef­ret  ettiren, tiksindiren  davranışların  şeytânın

hoşlanacağı şeyler olduğunu, Allah ve Resûlü'nün ise bunları asla emretmediklerini kaydedebiliriz.

 

7. KADINLAR VE ŞEYTÂN

 

A. Kadınlar Şeytân mıdır?

 

Bazı hadislerde kadın-şeytân ilişkisi dikkati çekmektedir. Bu husus günümüzde bazı yanlış an­lamalara yol açmakla, İslâm'a muhalif olan bazı kimseler tarafından, İslâm'ın aleyhine olarak is­tismar edilmek istenilmektedir. Söz gelimi İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın adlı kitabında bu konuyu ele alarak İslâm'a göre kadının şeytân olduğunu ileri sürmektedir. Arsel'e göre, Hz. Peygamber: "... Bir de kadını şeytân şeklinde görmüş ve o şekilde tanım­lamak istemiştir..." Şeytân, Muhammed'e göre kadının ta kendisidir. Kadın demek şeytân demek­tir.. ."[727] "Muhammed'e göre kadın, herşeyi ile kötü ve bu kötülüğü içerisinde erkekler için tehlikeli bir yaratıktır. Kadım sadece 'fitneci', 'Şeytân', 'küfrân' {nankör) olarak, ya da benzeri şekillerde tanımakla kalmamış, fakat sesindeki cinsel içerik bakımından da erkekler için 'şeytanî bir tehlike' saymıştır..." [728] "Kadının, 'kötülük kaynağı', 'şeytân' ve 'fitneci', ya da boşboğaz' olduğu ve kocasının sırlarını tutmadığı şeklindeki (ve benzeri) tanımlamalara Muhammed, çoğu kez kendi haksız davranışları sonucu başvur­muştur. "[729]

İlhan Arsel'in yukarıdaki iddialarının hiçbir ilmî ve dînî temeli yoktur. Hz. Peygamber hiçbir za­man, "kadının şeytân, fitneci ya da kötülüğün kay­nağı olduğunu" söylememiştir. Bunlar tamamıyla Hz. Peygamber üzerine yapılan asılsız yakıştır­malardır. Birazcık düşünme yeteneği olan herkes, evrensel bir din getimiş olan bir Peygamber'in, ken­disine imân etmelerini istediği insan cinsinin en az yansını meydana getiren kadınları karşısına alma­yacağını bilir. Hz. Peygamberin, kadınlar hakkında, onları dinden-imândan çıkaracak bu tür sözler sarfetmeyeceğini idrak edebilir.Yukaııdaki sözlerinden de anlaşılacağı gibi İlhan Arsel, önce kendi görüşü doğrultusunda peşin hükümler ortaya koymakta, daha sonra sanki bunlar ilmen, târîhen doğru şeyler­miş gibi bunların üzerine görüşlerini bina etmekte­dir. Halbuki bir insanın görüşünün doğru sayılabil-mesi için, önce ve görüşlerini dayandırdığı delillerin sağlam olması gerekir. İlhan Arsel, yukarıda kayde­dilen iddiaları üzerine şu görüşleri bina ediyor:

"... Şeytânîlik ya.da benzeri yetersizlikler, sa­dece kadınlara özgü olmayıp, erkekler bakımından da (hatta daha da fazlasıyla) söz konusudur ve bütün bunlar yaratılış sorunu olmaktan ziyâde eğitim ve yetişme sorunudur. Öyle anlaşılıyor ki şeriatçı, din esaslarını akıl süzgecinden geçireceği zamana kadar bu gerçeği anlamaktan âciz kala-

caktır." [730]

İlhan Arsel'in yukarıda kaydettiğimiz sözlerin­den, aklın sadece İslâm'a muhalif kimselerde mev­cut olduğunu, İslâm'a inanan kimselerde ise aklın bulunmadığını veya mevcut olan bu aklın kullanıl­madığını ifâde etmeye çalıştığı seziliyor. Arsel, maalesef bu görüşüyle, 'Kadınları aklen eksik ya da şeytân saydıklan için' ayıpladığı kimselerle aynı paralele düşmüş oluyor. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi Hz. Peygamber hiçbir zaman kadınların şeytân, fitneci ya da kötülük kaynağı olduğunu söyleme­miştir. Bu konuda güvenilir bir tek delü yoktur. Hz. Peygamber'e bu şekilde isnâdlarda bulunulmasını sağlayan rivayetler, Câhiliye dönemi ile Yahudi ve Hristiyân toplumlarının kültürlerinden aktarılma nakillerdir. Bunlar o toplumların kadınlarla ilgili görüş ve kanaatlerini yansıtmaktadır. O devir Yahu­dilerinin, kadınları uğursuz saydığı kaynaklarda be­lirtilmektedir.[731] Hristiyanlar ise, kadının şeytâ­nın kapısı olduğunu, güzelliğinin fitne ve aldatmaya sebep olması sebebiyle İblisin silâhı olduğunu ilân etmişlerdi. Hristiyân azizlerinden Tertolyan, "Ka­dın, şeytânın insan neisine giriş kapısıdır. Allah'ın yasalarını iptal eden, erkeğin çehresini bozan iğrenç bir mahlûktur" demiştir. [732] Hadis kaynaklarında İslâm öncesi kültürlerin kadına bakış açısını yansı­tan bir rivayet daha vardır. Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen hu rivayette, Hz. İbrahim'in hanımı Sâre'ye tecâvüz etmek isteyen zâlim hükümdarın buna muvaffak olamayınca, Sâre'yi kendisine getiren adamına "Sen bana insan değil, muhakkak bir şeytân getirmişsin. Bu kadını benim arazimden çıkar ve kendisine Hacer'i ver" diye emrettiği kaydedilmektedir.[733] Yukarıdaki rivayette zâlim hüküm­darın tecâvüz edemediği Sâre'ye "şeytân" demesi, o toplumun kadınla ilgili değer yargısını ortaya koy­maktadır. İslâm öncesi toplumlarda, gücü eline geçiren kimse, evli olsun bekâr olsun istediği kadınla yatma hakkını kendisinde buluyordu. Gelin olacak kızlar ilk gecelerini bu adamların yanında geçirmek zorundaydılar. Bu, Avrupa derebeylerinin, Arabistan Yahudi liderlerinin başvurdukları bir uygulamay­dı. [734] Kadın bunu ister mi istemez mi? aldırış eden yoktu. Yukarıdaki rivayette, zâlim hükümdarın Hz. Sâre'ye "Şeytân" demesi mecazî bir anlam da taşımaktadır. Bu ifâde, yılan, akrep, köpek gibi za­rarlı ya da uğursuz sayılan hayvanlara "Şeytân" de­nilmesi ile paralellik arzetnıektedir ve bir kadın ola­rak Hz. Sâre'nin şeytân olduğunu değil, onun tekin olmadığını ortaya koymaktadır. Kısacası zâlim hükümdar bu sözüyle, Hz. Sâre'nin sıradan bir kadın olmadığını belirtmek istemiştir. Ayrıca şeytân keli­mesi sadece kadın için kullanılan bir kelime de değildir. Çeşitli kültürlerde, ele avuca sığmaz, kur­naz ve hilekâr bir takım erkeklere de şeytân denil­diği bilinmektedir. Câhiliye dönemi Arapları da kadını uğursuz saymaktaydılar.[735] Bu konuda kay­naklarda yeterli ve güvenilir bilgi mevcuttur. Kısa­cası, kadını uğursuz, şerli, fitneci ve şeytanî bir var­lık sayan İslâm ve onun Peygamber'i değil, müşrikler ile yahudi ve hristiyânlardır. Onların bu olumsuz ve insanlık adına utanç verici görüşleri, daha sonraları İslâm'ı tahrif etmek isteyenler tarafından Hz. Peygamber'e mâledilmeye çalışılmıştır. Halbuki Hz. Peygamber: "Bana dünyada kadınlar ve güzel koku sevdirildi"[736] buyurmuştur.

İlhan Arsel, sütre konusuyla ilgili olarak Ebû Hureyre'den nakledilen bir hadisi, bilmen iddiaları için delil olarak kullanmak istemektedir.[737] İlgili hadis şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Bir kimse, önüne (sütre olarak) deve semerinin arka kaşı kadar birşey koymadan namaz kılarsa, siyah köpek, kadın ve eşek o kişinin namazım keser.' Ab­dullah b. es-Sâmit diyor ki, 'Ebû Zer'e, Kara köpeğin kırmızı veya beyaz köpekten farkı nedir? diye sor­dum. Dedi ki, 'Ey kardeşimin oğlu! Rasûlullah'a sor­duğum şeyi bana sordun. (Hz. Peygamber): 'Siyah köpek şeytândır' buyurmuştur. "[738]

İlhan Arsel, yukarıda kaydettiğimiz bu hadisle ilgili olarak şunları söylemektedir: "...Bundan anlaşılmaktadır ki, Muhammed'e göre kadının tıpkı kara köpek gibi namazı kat'eden şeyler arasına alınmasının ortak bir nedeni vardır ki o da 'şeytân cinsinden' sayılmasıdır. Çünkü biraz önce belirt­tiğimiz gibi Muhammed kadını her daim şeytândan saymıştır. Kara köpeği de aynı kategoriye ithal ettiğine göre, şeytân ve kara köpek ve kadın aynı değer ölçüsüne oturtulmuş olmaktadır. Şu duruma göre kırmızı köpek, ki Muhammed'e göre şeytân değildir ve bu itibarla namazın kat'edilmesine sebep olmaz, kadına nazaran daha üst değerde bir hay­vandır." [739]

İlhan ArseTin yukarıdaki görüşlerine katılmak mümkün değildir. Çünkü bunlar, bu konuda ilmî bir araştırmaya dayanmayan temelsiz ve sığ görüşler­dir. Kanaatimizce Arsel önyargılı davranmakta, ken­di görüşünü destekler görünen yukarıdaki rivayete sarılırken, bu konudaki diğer rivayetleri kendi görüşünü desteklemeye elverişli olmadıkları için gözardı etmektedir. Bu durum, ya onun bu konuda ciddî bir araştırma yapmadığını ya da çifte standard kullandığını, tarafsız bir ilim adamı zihniyetiyle ha­reket etmediğini göstermektedir. Hz. Peygamber hiçbir zaman kadınları köpek veya eşekle bir tut­mamıştır. Hz. Peygamber'e göre, kırmızı köpek de kadından üstün değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah, in­sanı Yeryüzünde halîfesi olarak yarattığını bildirmiş,[740] tüm yarattıklarım da onun emrine ve hiz­metine vermiştir. İslâm'a göre insan, yaratılmışların en şereflisidir. Durum böyleyken, Hz. Peygamberin kadınları eşek veya köpekten daha değersiz kabul ettiğini, O'nun kendisinin insanlığa tebliğ ettiği Kur'ân'a aykırı davrandığını nasıl düşünebiliriz? Bu açıdan bunlar tamamıyla asılsız şeyler olup, Hz. Peygamber'e isnâd edilen iftiralardan ibarettir. Hz. Peygamber, hiçbir şekilde ümmetinin yarısını mey­dana getiren kadınlara hakaret etmemiştir. Kaldı ki Hz. Peygamber, kadına değil,  hayvanlara  bile hakaret edilmesini yasaklamışlardır.[741] Bu açıdan İlhan Arsel'in yukarıda kaydettiğimiz görüşleri, tamamıyla konuyu saptırma ve okuyucuyu yanılt­madan ibaret kalmaktadır. Arsel kendisi, Müslim ve benzerî hadis âlimlerinin naklettiği yukarıdaki ha­disi delil olarak alıp görüşlerini buna dayandırırken, yine Müslim ve diğer hadis âlimlerinin naklettikleri Hz. Aişe hadisini kendisinin delil gösterdiği rivayeti reddettiği için görmemezlikten gelmektedir. Halbuki Hz. Aişe bu konuda şöyle demiştir:

"Siz, biz kadınları köpekler ve eşeklerle bir tut­tunuz. Vallahi ben divân üzerinde uzanıp yattığımı bilirim. Rasûlullâh (s.a.v.) gelir de divânın ortasına doğru namaz kılardı. Ben O'nun karşısına gelmekten çekinir, (kalkmak istediğimde) divânın ayakları ta­rafından sıyrılıp çıkardım." [742]

Görüleceği üzere, kaydettiğimiz her iki hadis de Müslim ve diğer İslâm âlimleri tarafından nakledil­miştir. İlhan Arsel'in, aynı kaynaklar tarafından nakledilen Ebû Zer (r.a.) hadisini delil olarak alıp, Hz. Aişe'nin bu hadisini reddetmesinin ilmî ge­rekçesi nedir? Tabii ki bunun tek bir gerekçesi vardır, o da kendisinin İslâm'a karşı olması, Ebû Zer (r.a.) rivayetinin Hz. Peygamber'i küçük düşürmeye, insanların O'na bağlılık ve sevgilerini azaltma konu­sunda delil olmaya elverişli olmasıdır. İlhan Ar­sel'in, kafalarını işletmemekle, dinî hükümleri akıl süzgecinden geçirmemekle suçladığı İslâm âlimleri, Hz.  Peygamber'in hemen vefatından sonra dinî hükümleri akıl-mantık süzgecinden geçirmişler, bu­nun sonucu olarak İslâm Hukuk Tarihi'nde Re'y Mektebi doğmuştur. İctihâd da Hz., Peygamberle başlamıştır. Bu açıdan, İslâm âlimlerinin çoğunluğu İlhan Arsel'in sarıldığı Ebû Zer rivayetini değil, Hz. Âişe'nin hadisini dinde delil olarak almışlardır. Çünkü Hz. Âişe, Peygamberimizin hanımıdır ve sahabe nesline mensup sayılı âlimlerden birisi­dir.[743] Aralarında Hz. Ali, Osman, İmâm Ebû Hanîfe, eş-Şâfi'î, Mâlik, Sevrî gibi büyüklerin bulun­duğu selef ve halef âlimlerinin çoğunluğunun görüşüne göre, namaz kılanın önünden kadın, köpek, eşek ve veya başka bir şeyin geçmesiyle kişinin namazı bozulmaz. Ahmed b. Haııbel ise, "eşek ile kadının namazı bozup bozmayacağı konusunda kalbimde şüphe var" demiştir.[744] Bu görüşte olan âlimler, Ebû Saîd el-Hudrî'nin Peygamberimiz'den (s.a.v.) naklettiği "Namaz kılanın önünden geçen hiç birşeyin, namazı bozmayacağına" dair hadisini [745] de görüşlerine delil göstermişlerdir.[746]Yine, âlimlerin çoğunluğu, Kadın, köpek ve eşek gibi bazı şeylerin geçmesiyle namazın bozulduğunu ifâde eden hadisle­rin, namazda huşu ve huzurun bozulması mânâsına geldiğini söylemişlerdir. en-Nevevî ise, "Bu konuda cevapların en sağlıklısı ve en güzeli budur. eş-Şâfi'î, Hattâbî, Fıkıh âlimleri ile muhakkik Hadis âlimleri de böyle cevap vermişlerdir. Bizim kendisine güven­diğimiz cevap da budur"[747] demiştir. Ancak, İmâm es-Sindî gibi âlimler, namaz kılan kimsenin önüne diktiği sütre, onun kalbinin meşgul olmasını önleye­mez. Çünkü sütrenin arkasından geçenler de insan zihnini meşgul edebilir, demişlerdir.[748] Bu durum­da takınılacak tutumun en doğrusu, İslâm âlimleri­nin çoğunluğunun yaptığı gibi Hz. Âişe'den nakledi­len hadis ile[749] Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) rivayet edilen hadisi[750] delil olarak kabul etmek ve bu ko­nuda Ebû Zer'den (r.a.) nakledilen rivayeti[751] dik­kate almamaktır.

İlhan Arsel'in, kadınlarla ilgili iddialarına delil gösterdiği "Kadın, eşek ve siyah köpeğin namazı kes­tiğinden" bahseden Ebû Zer (r.a.) hadisinin Kütüb-i Sitte'de yer alan isnâdlarının tamamı Humeyd b. Hilâl b. Hubeyre'de birleşmekte, ondan sonra Abdul­lah b. es-Sâbit el-Gıfârî vasıtasıyla Ebû Zer'e (r.a.) ulaşmaktadır. Hadis âlimlerinden Yahya b. Sa'îd el-Kattâıı, îbn Sirîn'in Humeyd b. Hilâl'i beğenmediğini söylemiştir. Ebû Hatim ise, bunun sebebinin Hu­meyd b. Hilâlin sultânın hizmetine girmesi olduğu­nu nakletmiştir. Fakat İbn Adî, Humeyd b. Hilâl'i el-Kâmilü fî Ma'rifeti'd-Du'afâ adlı eserine almış, ez-Zehebî de, zayıf veya zayıflık töhmeti altında bulu­nan râvîler için te'lîf ettiği Mîzânü'l-İ'tidâl adlı ese­rinde ona yer vermiştir. Bu yüzden, İbn Sîrîn'in Humey'd b. Hilâl'den hoşlanmaması, sadece onun sultâ­nın hizmetine girmesinden dolayı olmamalıdır. Ka­naatimizce, İbn Sîrîn'in Humeyd b. Hilâl hakkında bu tutumu benimsemesinin, onun hadis rivâyetin-deki zayıflığı ile bir ilgisi olmalıdır.[752]

Humeyd b. Hilâl'in Ebû Zer (r.a.) hadisini kendi­sinden aldığı Abdullah b. es-Sâmit el-Gıfârî de bazı hadis âlimlerinin tenkidine uğramıştır. el-Buhârî kendisiyle ihticâc etmemiş, Ebû Hatim ise "Hadisi yazılır" demiştir. Ebû Hâtim'in kullandığı bu ifâde­nin, hadisde hüccet olmayan kimseler için kul­lanıldığı bilinmektedir. Bu terim, bazı âlimlere göre bir cerh tabiridir. Fakat daha çok, bu râvîlerin hadis­lerinin, tedkîke muhtaç olduğunu (i'tibâr) belirtmek için kullanıldığı görülmektedir. Nitekim ez-Zehebî, bazı hadis âlimlerinin Abdullah b. es-Sâmit'in hüc­cet olmadığını söylediklerim nakletmektedir. Ayrıca ez-Zehebî'nin, ona Mîzânü'l-İ'tidâl adlı eserinde yer vermesi, tenkide uğramış râvîlerden olduğunu gös­termektedir. [753]

Sonuç olarak metin açısından zaten problemli olan Ebû Zer hadisinin isnâd açısından da güvenilir olmadığı ortaya çıkmaktadır.

İlhan Arsel'in iddialarına delil gösterdiği Ebû Zer (r.a.) hadisinde [754] Câhiliye dönemine aid bir takım kültür yansımalarını görmek mümkündür. Bir kere bu hadisde, "Siyah köpeğin şeytân olduğundan" bahsedilmektedir. Biz, bu araştırmamızın "Hayvan­lar ve Şeytân" bölümünde bu konuya temas ederek, Câhiliye Araplarmm siyah rengi uğursuz ve şerli varlıklar için kullandıklarını kaydettik. Yine bu bölümde, aralarında siyah köpeğin de bulunduğu, yılan, akrep vs. gibi bir takım yaratıklara "Şeytân" denilmek suretiyle onların zararlı olduklarına işaret edildiğini belirttik. İlhan Arsel'in görüşleri için delil gösterdiği Ebû Zer (r.a.) hadisinde, kadınlarla ilgili olarak da Câhiliye döneminin değer yargılarının yansımasını görmek mümkündür. Kanaatimizce İlhan Arsel'in yukarda kaydedilen görüşleri için da­yanak teşkil eden husus budur. Nitekim Ebû Zer Hadisinde görülen Câhiliye kültürüne ait tesire Hz. Âişe şöyle dikkat çekmektedir: "Urve b. ez-Zübeyr'-den nakledilmiştir: 'Hz. Âişe bize, namazı ne bozar? diye sordu. Kadınla eşek dedik. Bunun üzerine Hz. Âişe, 'Size göre kadın, gerçekten pek kötü bir hay­vandır. Muhakkak ki ben kendimin, Rasûlullâh na­maz lalarken bir cenaze gibi Onun önüne uzandığımı görmüşümdür' dedi."[755] Şu halde kadını köpek ve eşekle bir tutan Hz. Peygamber değil, Câhiliye toplu­munun değer yargılarıdır. Hz. Peygamber ise, bu yanlış değer yargılarını toplumdan söküp atmak için mücâdele vermiştir. Hz. Âişe'nin yukarıdaki sözün­den, bu değer yargılanılın Hz. Peygamber den sonra da devam ettiği ve Hz. Âişe'nin kadının yüceltilmesi konusundaki bu mücâdeleyi sürdürdüğü, toplumu İslâmî değer yargılarına çekmeye çalıştığı anlaşıl­maktadır. Günümüze kadar Doğu'da ve Batı'da bu konuda ne kadar muvaffak olunduğu ise ayrı bir in­celeme konusudur. Kadınların insan olarak lâyık ol­dukları konumda bulunmamalarından, ömrü boyun­ca onları yüceltmeye çalışan Hz. Peygamber değil, onun yüce buyruklarını tutmayan, İslâm dışı kültür ve değer yargılarını devam ettiren, bu sebeple de kadını ezen toplumlar sorumludur.

 

B. Kadınların İnsanın Karşısına Şeytân Gibi Çıkmaları

 

İslâm'ın, kadın erkek ilişkilerinde meşruiyet (hukukîlik) sınırlarını gözettiği herkesçe bilinen bir husustur. Bir kadınla erkeğin cinsel ilişkisi, ancak bunu meşrulaştıran nikâh akdi yoluyla caiz olabil­mektedir. Nikâh akdi ise, kadın ve erkeğe bir takım sorumluluklar yüklemektedir. Sorumluluğu olmayan cinsel özgürlük, yani kadın ve erkeğin dilediği kadın ve erkekle serbestçe yatıp cinsel ilişkide bulunması, sonra da sanki hiçbir şey yokmuş gibi ayrılıp, başka kimselerle cinsel yakınlığa girmesi İslâm'ca kabul edilebilen bir husus değildir. İslâm nikâh akdi gaye­si taşımayan kadın erkek ilişkilerine de sıcak bak­mamaktadır. Bu tür ilişkiler genellikle zina ile sonuçlanabilmekte ve tümüyle kadının aleyhine ol­maktadır. Çünkü kadın, bu tür ilişkilerden psikolo­jik, sosyal ve tıbbî olarak zarar görmektedir. Cinsel özgürlük adına yapılan bu tür ilişkiler sonucunda, erkek belki hiçbir sorumluluk yüklenmeden çekip gitmekteyse de, hamilelik vs. durumlar sebebiyle so­rumluluk ile maddî ve manevî külfetin tamamı kadının narin omuzlarına yıkılmakta, âdeta kadın cezalandırılmaktadır. Bu husus çocuk yetiştirmeye de engeldir. Çünkü çocuk yetiştirme konusu, anne ve babanın elbirliğiyle başarabilecekleri ciddî bir iştir. Bunu sadece kadın veya sadece erkeğin başarabil­mesi çok güç bir olaydır. Bunun en kolay başarılabileceği yer de aile kurumudur. Cinsel özgürlük fikri, ya da bunun hayata geçirilmesi aile kurumunun çökmesini sağlayacağı gibi, yeni ailelerin kurul­masına da engel olarak, sonuçta toplum ve milletle­rin yıkılışım hazırlar. Bu durumda İslâm'ın aile ku­rumuna verdiği önemle, kadın-erkek ilişkilerine getirdiği bakış açısı daha iyi anlaşılmaktadır. İslâm, nikâhı bu yüzden teşvik etmiş, gayr-ı meşru yakınlıklarla sonuçlanabilecek kadm-erkek ilişkile­rine izin vermemiştir. İslâm, insanın cinsel ih­tiyâçları konusunda da gerçekçi davranmış, Hristiyânlığın Râhiblik veya Rahibelik adı altında ya­ratılışa aykırı uygulamalarına yer vermemiş, insanın cinsel ihtiyâcının meşru yollardan tatmin edilmesini emretmiştir. İslâm'ın meşru saydığı nikâh akdi yoluyla bir taraftan kişinin cinsel ih­tiyâçlarının giderilmesi, bir taraftan da toplumun, dolayısıyle millet ve devletin devamını sağlayacak nesillerin yetiştirilmesi hedeflenmektedir. Gayr-ı meşru ilişkilerde ise, kadın ve erkeğin cinsel ihtiyacı giderilebilmekteyse de, toplumların devamını sağla­yacak nesiller yetiştirilmesi genellikle söz konusu ol­mamaktadır.

İnsanın, açlık-susuzluk, uykusuzluk gibi bedenî ihtiyaçları giderilmediği takdirde bunlar o kişiyi nasıl rahatsız ederse, cinsel ihtiyaçlar da tatmin edilmediği akdirde insanı rahatsız eder. İnsanın yapısında mevcut olan bu ihtiyâçların tatmin edil­mesi gerekir. Çünkü bunlar insan olmanın, hayatı sürdürmenin bir gereğidir. Ancak, İslâm burada bir sınır koymuştur: O da bu ihtiyâçlarının meşruiyet sınırları içinde giderilmesidir, insan, hayvan ol­madığına göre, bu ihtiyâçlarını gidermek için belli kurallara uymak zorundadır. Bu, onun insan ol­masının bir gereğidir. Söz gelimi insan, karnını helâl yollardan doyurmak zorundadır, hırsızlık ve soygun yaparak açlık ve susuzluğunu gideremez. Bu konuda başkalarının hakkına tecâvüz etmemek ve kendi hakkına razı olmak durumundadır. Aksi takdirde insanî özelliklerden kendisini  soyutlamış  olur. İslâm, insanın cinsel ihtiyâcının giderilmesinde de aynı meşruiyet şartını getirmiştir.  İnsan, açlık-susuzluk vs. ihtiyâçlarını nasıl gayr-ı meşru yollarla gideremezse, cinsel ihtiyâcını da gayr-ı meşru bir şekilde gideremez. Birinci davranış yani hırsızlık, haksızlık, nasıl toplumun yapısını bozarsa, ikinci davranış da, yani zina ve fuhuş da aynı şekilde top­lumu tahrîb eder. Şu halde evliliğin teşvik edilerek zinanın yasaklanması, zinaya yol açması muhtemel kadın erkek ilişkilerine bir sınır konulması aklın gereğidir. İslâm da bunu yapmış ve kişi ile toplumun menfaatlerini gözetmiştir. Gerek Kur'ân'da, gerekse hadislerde bu konuda mü'minler sıksık uyarılmış, kadın erkek ilişkilerinde "Şeytân"ın, yapacağı telkin ile insanların kalblerine yereceği vesveseye dikkat çekilmiştir. Bu konudaki âyet ve hadislerden anla­şıldığına göre, şeytânın haramlarla yakın bir ilişkisi vardır ve insanı haramları işleme konusunda teşvik etmesi söz konusudur. Araştırmamızın "Haramlar ve Şeytân" adlı bölümünde dikkat çekildiği gibi, şeytân haramların işlenmesine zemin hazırlamakta, bu yönde insanlara vesvese vererek, gerekli telkin­lerde bulunmaktadır. Haram olmaları açısından zina ve fuhuş da buna dâhildir. Bir erkeğin şuur altında, sayısız kadınla cinsel ilişkide bulunma ar­zusunun yattığını, fakat din ve ahlâk kurallarının, toplumun baskısıyla bu dürtülerin bastırıldığım konunun uzmanı ilim adanılan ifâde etmektedirler. İşte İslâm, insanın yaratılışında mevcut olan bu po­tansiyel şehvet arzusunun meşru yollara kanalize edilmesini hedeflemiştir. Bazı olaylar,, içindeki bu cinsellik dürtüsünü harekete geçirerek, insanı gayr-ı meşru yollara sevkedebilir. İslâm, sonuç olarak in­sanın cinsel arzusunu gayr-ı meşru yollara yönlendi­rebilecek olan bir takım olaylar ile, fuhuş ve zinaya yol açabilecek bir takım fırsatlara da razı olmamış­tır. Bütün bunların, insanın huzur ve mutluluğunu, aile yuvalarının güvenliğini, toplumun geleceğini te­mine yönelik olduğu açıktır. İslâm'ın bu konuda koy­duğu kurallar incelendiğinde, eşler arasında kıs­kançlığı önlediği, kan-koca arasındaki güven duygu­sunu pekiştirdiği, kalblerine gelebilecek şüphe, kuş­ku ve vesveseye mâni olduğu, eşlerin birbirlerine sadâkati konusunda dedikodu ve iftiralara fırsat vermediği, karakteri bozuk, irâdesi zayıf kadın ve er­keklere de kendi yuvalarını, veya başkalarının yuva­larını yıkma konusunda şans tanımadığı görülür.

Konuya yukarıda kaydettiğimiz esaslar dâhi­linde bakmayan İlhan Arsel, kaynaklarımızda mev­cut bazı hadisleri ele alarak meseleyi saptırmak is­temektedir. Arsel bu konuda şunları söylemektedir:

"... Fakat Tanrı bunu da yeterli bulmamıştır. Kadının şeytanlığına ve tuzaklarına karşı erkeğin, sadece duâ ederek kendisine sığınmasını değil, fakat bir de kabarmış olan şehvetim hiç vakit geçirmeden ve bekletmeden hemencecik gidermesini emret­miştir. Tanrı'nın bu emrini belirtmek üzere Muhammed: 'Kadınlar insanın karşısına şeytân gibi

çıkarlar... Size doğru bir kadının geldiğini gördüğü­nüz zaman bilesiniz ki, size yaklaşan bir şeytândır' ihtarında bulunmuştur. Bundan dolayıdır ki erkek­lere Öğütü şu olmuştur: 'Sokakta giderken kadın de­nilen şeytânı gördüğünüz an derhal eve dönüp karılarınızla sevişin ve kabaran şehvetinizi giderin.' Hemen ekleyelim ki bu öğüdünü o herkesten önce kendi izlemiş ve böylece başkalarına da örnek ol­maya çalışmıştır. Câbir'in (r.a.) rivayetine dayalı bir hadis şöyledir: '(Peygamber) bir kadın gördü ve he­men hanımı Zeyneb'in odasına giderek onunla halvet oldu ve çıktıktan sonra, 'Kadınlar insanın karşısına şeytân gibi çıkarlar. Bir kadını görüp heves ettiğiniz vakit, hemen kendi ailenize müracaat edin' dedi."  [756]

İlhan Arsel'in,-iddialarına delil gösterdiği bu ha­dis kaynaklarda şu şekilde yer almaktadır: "Câbir (r.a.) şöyle dedi: 'Rasûlullâh bir kadın gördü ve der­hal hanımı Zeyneb'e geldi. Zeyneb o sırada bir deriyi ovalıyordu. Rasûlullâh (s.a.v.) cinsel ihtiyâcını gider­dikten sonra ashabının yanına çıkarak şöyle buyur­du: 'Şüphesiz ki kadın şeytân'suretinde gelir, şeytân suretinde gider. Biriniz bir kadın gördüğünüz zaman hemen hanımının yanma gelsin. Çünkü bu, onun nef­sinde olan şeyi giderir." [757]

Yukarıda kaydettiğimiz hadis incelendiğinde İlhan Arsel'in bir takım saptırmalara giriştiği anlaşılmaktadır. Çünkü hadisde, "Size doğru bir kadının geldiğini gördüğünüz zaman bilesiniz ki, size yaklaşan bir şeytândır... Sokakta giderken kadın denilen şeytânı gördünüz an derhal eve dönüp karılarınızla sevişin" ifâdeleri yoktur. İlgili cümlenin aslı, hadisde şu şekilde yer almaktadır: "Şüphesiz ki kadın şeytân suretinde gelir, şeytân suretinde gider." Buradan, kadının şeytân olduğunu, yada İslâm'ın kadına şeytân dediğini çıkarmak mümkün değildir, bu bir iftira olur. Burada temsîîî bir anlatım vardır. Mecazen, kurnaz, fitneci, düzenbaz kadınlara şeytân denilebilirse de bu sadece kadınlara mahsus bir deyim olmaz, aksine nice düzenbaz, hîlekâr, kurnaz yapılı erkeklere de şeytân denilmektedir. Bu ifâde gerçekte, erkek ya da kadının şeytân olduğunu or­taya koymaz, aksine bir benzetmeyi dile getirir. Yuk­arıdaki hadisde yer alan cümlede de, gerçekte kadın­ların şeytân oldukları değil, yabancı erkeklerin cin­sel duygularını tahrik edip, içlerini gıcıklayarak, şuur altına itilmiş şehvetlerini uyandıran, cinsel­liğini kullanarak onları zinaya teşvik eden kadın­ların kasdedildiği açıktır. Bu tür kadınlara karşı dikkat çekilmiş, bunların erkekleri tahrik ederek fuhşun yaygınlaşmasına zemin hazırlayıcı dav­ranışlarının Rahmanı değil, şeytânı olduğu, Allah'ın rızâsına değil, şeytânın rızâsına uygun olduğu belir­tilmiştir. Yüce Allah (c.c), erkeklerin nefislerinde kadınlara karşı bir düşkünlük yaratmıştır ve bu yüzden erkekler kadınlara bakmaktan hoşlanırlar. Tabii ki bu durum kadınlar için de söz konusudur.

Kanaatimizce, Hz. Peygamber'in böyle bir söz sarfettiği hususunda ciddi kuşkular vardır ve bu hadisin râvîlerinden kaynaklanan bir zahf kusuru söz konusudur. Bazı ipuçlarının değerlendirilmesin­den râvîlerin söz konusu hadisi iyi zabte deme dikleri hatıra gelmektedir. Çünkü, yine Câbir'den (r.a.) nakledilen aynı konudaki bir başka hadisde, ''kadınların şeytân suretinde gelip gittiklerinden" bahsedilmemektedir. Câbir'den nakledilen bu hadis aynen şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: 'Bir kadın birinizin hoşuna gider de gönlüne girerse, hemen kendi hanımına giderek onunla cinsel ilişkide bulun­sun. Çünkü bu nefsinde meydana gelen arzuyu gide­rir."[758] Müslim'in Züheyr b. Harb vasıtasıyla aldığı rivayette de, hadisde "Şeytân suretinde gider" ifâde­sinin yer almadığından bahsedilmektedir.[759] Bu açıdan, böyle problemli konularda bir sözü Hz. Peygamber'in söylemiş olduğuna hemen kesin olarak hükmetmek ilmî bir tutum değildir. Bu, adalet ve insaf ölçülerine sığmayan bir davranış olur. Hz. Pey­gamberle ilgili yargılara varmak, görüş ve kanaat beyân edebilmek için, herşeyten önce O'na (s.a.v.) isnâd edilen sözün gerçekten O'na âid olup olmadı­ğının tesbit edilmesi gerekir. Bu yüzden İlhan Arsel ve benzerlerinin sergiledikleri tutum ilmî usûllere uygun düşmemektedir. Bunlar ön yargılı, ilmî araştırmadan mahrum, acele ile ortaya konulmuş sığ görüşlerdir. Biz, Câbir'den (r.a.) gelen bu hadisin "Kadın şeytân suretinde gelir, şeytân suretinde gi­der" ifâdesini ihtiva etsin ya da etmesin sahîh kay­naklarda yer alan bütün rivayet yollarını bir şema halinde göstermiş bulunmaktayız. (Bkz. Ek: 3) İlgili şemanın incelenmesinden de anlaşılacağı gibi, "Kadınların şeytân suretinde gelip, şeytân suretinde gittiğinden" bahseden rivayet de, içinde böyle bir sözün yer almadığı diğer rivayet de, Ebü'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim el-Mekkî (v. 126) vasıtasıyla Câbir'den (r.a.) gelmekte ve her ikisi de Müslim'in Sahîh'inde yer almaktadır. [760]

Şimdi soruyoruz: Acaba İlhan Arsel ve benzeri görüşte olanlar, Müslim'in Sahîh'inde yer alan bu iki rivayetten birisini alıp diğerini bırakırken hangi ilmî Ölçülere başvurmuşlardır? İkisi de Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh adlı eserinde yer alan bu iki rivayet­ten birisinin daha güvenilir olduğuna nasıl hükmet­mişlerdir? Tabii bu görüşte olan kimselerin elinde bu konuda tarafgir ve ön yargılı olma dışında her­hangi bir ölçü yoktur, üstelik kaydettikleri bu rivayeti doğrudan Müslim'in Sahîh'inden de al­mamışlar, bu konuda orijinallik vasfı bulunmayan bir eserden, el-Gazzâlî'nin îhyâu Ulûmi'd-Dîn adlı eserinin Türkçe tercümesinden almışlardır.[761] Kısacası Arsel, Müslim'in Sahîh'ine başvurmamış ve İslâm âlimlerince daha güvenilir kabul edilen diğer rivâyeti[762] görmemiştir. Bu da onun bu konudaki görüşlerinin ciddî araştırmalara, güvenilir delillere dayanmadığını gösteren bir husustur. Zaten bu tür görüş sahiplerinin objektif hareket etmedikleri, ön yargılı davran di ki an ve rastladıkları belgeler konu­sunda seçmeci davrandıkları, görüşlerini destekle­yen bir rivayeti alırken, aynı kaynağın aynı say­fasında yer alan aksi rivayetleri görmemezlikten geldikleri ötedenberi gözlenen bir husustur.

Hadis âlimleri, bu rivayetleri Câbir'den (r.a.) alan tek râvî Ebü'z-Zübeyr Muhammed b. Müslim el-Mekkî'yi tenkîd etmişlerdir. Ebû Muhammed b.Hazm, Ebü'z-Zübeyr'in Câbir (r.a.) ve benzerî kimse­lerden lafzını kullanarak yaptığı rivayetleri reddetmekteydi. Çünkü Ebü'z-Zübeyr, rivayetinde tedîîs yapan kimselerdendi, Ebü'z-Zübeyr'in Câbir'-den (r.a.) yaptığı konumuzla ilgili rivayetler de lafzı kullanılarak yapılmıştır.[763] Bunun, bir başka râvînin rivâyetiyle kontrolü de mümkün değildir. Çünkü bu konuda bir başkasından gelen rivayete rastlanılanıamıştır. Sa'îd b. Meryem,Ebü'z-Zübeyr'in kendisine iki kitap verdiğini, bunların hepsim Câbir'den (r.a.) işittin mi? diye sorunca, "Bir kısmı Cabir'den işittiklerimdir. Bir kısmı da ondan bana nakledilenlerdir" dediğini nakletmektedir. Kaydet­tiğimiz bu hususlar, Ebü'z-Zübeyr'in konumuzla ilgi­li rivayetleri doğrudan doğruya Câbir'den (r.a.) aldığı hususunda tereddüd ve şüpheye yol açmaktadır. Ha­dis âlimlerinden Eyyûb es-Sahtiyânî, Ebü'z-Zübeyr'in zayıf olduğuna işaret etmiş, Şu'be ise ondan hadis rivayetini terketmiştir. Ebû Hatim ve Ebû Zür'a, "Hadisi yazılır, fakat delîl olarak kullanılamaz" demişlerdir.tmâm eş-Şâfiî, Eb'z-Zübeyr'den nakledi­len bir hadisi kendisine karşı delil getiren bir kim­seye kızmış ve "Ebü'z-Zübeyr'in desteğe ihtiyâcı var" demiştir. el-Buhârî'ye göre de, Ebü'z-Zübeyr'in hadis­inin bir başkanının rivâyetiyle desteklenmeye ih­tiyâcı vardır. Süfyân b. Uyeyne de bu konuda, "Ebü'z-Zübeyr bizim katımız da arpa ekmeği gibidir. Amr b. Dinar'ı bulamazsak ona başvururduk" demiştir. Yahya b. Ma'în ise, "Sâlihu'l-hadîs'dir" demiştir. İbn Ebî Hatim de, "Ebû Zür'a'ya Ebü'z-Zübeyr'in nasıl olduğunu sordum. İnsanlar ondan naklettiler' dedi.

Hadisi delil olarak alınır mı? diye sordum. 'Ancak sika kimselerin hadisi delil getirilir' dedi" demekte­dir, îbn Adî ise, 'Aslında o sika bir kimsedir. Fakat ondan bazı zayıf kimseler rivayet ettiler. Hadislerindeki zayıflık onlardan dolayı meydana gelmektedir' diyerek, Ebü'z-Zübeyr'den nakleden râvîlerin de zayıf olduğuna işaret etmiştir.[764] Gerçekten de, Câbir'den (r.a.) Ebü'z-Zübeyr vasıtasıyla gelen ilgili hadisin Müslim'in Sahîh'inde yer alan isnâdlarındaki râvîlerden Züheyr b. Harb[765] ile, el-Hasen b. Muhammed b. el-A'yen el-Harrânî (v. 210) ve Seleme b. Şebîb en-Nisâbûrî[766] dışındaki râvîlerin tamamı hadis âlimlerinin tenkidine uğramıştır. Tenkide uğramayan bu râvüerden gelen hadislerde ise, "Kadınların şeytân suretinde gelip, şeytân suretinde gittikleri" ifâdesi yer almamaktadır. "Kadının şeytân suretinde gelip, şeytân suretinde gittiğinden" bahseden rivayetlerde yer alan[767] râvîlerden Harb b. Ebi'l-Aliye'nin,[768] Ahmed b. Hanbel ve benzeri âlimlere göre zayıf olduğu kaydedilmektedir.[769] Aynı isnâdda yer alan Abdü's-Samed b. Abdi'l-Vâris el-Basrî de (v. 206/207) bazı hadis âlimlerinin tenki­dine uğramış ve pek güvenilir olmadığına işaret edilmiştir.[770] Râvîlerden Ma'kîl b.  Ubeydillâh el- Cezerî'nin de (v.166)[771] zayıf olduğu bildirilmiştir.[772] Râvhi Müslim b. İbrâhîm'in[773] de pek kuvvetli olmadığı kaydedilmiştir.[774] Diğer râvîler Abdü'1-A'lâ b. Abdi'1-A'lâ ile[775] Amr b.Alî el-Basrî [776] ve Muhammed b. Beşşâr da[777] tenkide uğramı şiardır. [778]

Sonuç olarak, İlhan Arsel'in görüşleri için kay­nak gösterdiği bu rivâj'ete güvenilemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Şu halde, râvî Ebü'z-Zübeyr'in doğru­dan Câbir'den (r.a.) aldığı bile şüpheli olan ilgili rivayetteki bu problemli sözleri Hz. Peygamber'in söylemiş olduğuna nasıl kesin olarak hükmedebi­liriz? Buna dayanarak, bu rivayetlerin Hz. Peygamber'in kadınlara bakış açısını yansıttığına ve O'nun (s.a.v.) kadınlara şeytân dediğine nasıl kanaat getir­ebiliriz? Bu rivayetlere dayanılarak varılan sonuç ne kadar sağlıklı olabilir? Bu soruların cevabını ön yargılı hareket etmeyenlere bırakıyoruz.

İlhan Arsel, bu konuda şunları da söylemekte­dir: "Daha başka deyimle Muhammed, her ne kadar kişiyi şehvetine hâkim olması yönünde teşvik eder gibi görünmekle beraber, esas itibariyle şehvete karşı direnme şıkkına yer vermemiştir. İnsanı hajvandan farklı kalmak amacına dayattığı din yolu ile kişiyi irâde gücüne eriştirecek yerde, aksine içgüdü­lerine kolaylıkla boyun eğer durumlara zorlamıştır, sırf kadını 'kötü' imiş gibi tanıtıp, erkeği bundan ya­rarlandırmak İçin."[779]

Yukardaki sözlerinden İlhan Arsel'in İslâm'ın maksadını anlayamadığı anlaşılıyor. Bir defa, Hz. Peygamber'in şehvete karşı direnme şıkkına yer ver­mediği, insanı irâde gücüne eriştirmeyip, iç güdüle­rine kolaylıkla boyun eğer durumlara zorladığı iddi­ası doğru değildir. Daha önce de kaydettiğimiz gibi İslâm, İnsanı fıtratı dışında bir takım davranışlara zorlamamıştır. Râhiblik veya Rahibelik gibi insanın yaratılışına uymayan kurumları kabul etmemiştir. Bu açıdan İslâm, isnanın yaratılışına en uygun tabiî bir dindir. İslâm, açlık, susuzluk vs. gibi bedenî ih­tiyâçların meşru bir şekilde karşılanmasını hedef alır. Hırsızlık, soygun vs. yollarla bu ihtiyâçların gi­derilmesine karşı çıkar. Cinsel ihtiyâçların karşılan­ması, şehvet duygusunun tatmin edilmesi de buna dâhildir. İslâm'a göre, insan bu ihtiyâcını da nikâh yoluyla kendisine eş olarak seçtiği karşı cinsten biri­siyle meşru şekilde gidermek zorundadır. Zina ve fuhuş yoluyla şehvet duygusunun tatmin edilmesi yasaktır. Bu, toplumun yapısını tahrîb eder, huzuru bozar, insanı yüce değerlerden soyutlar. Zaten, hiçbir kayıt ve kurala bağlı kalmaksızın bedenî ihtiyâçla­rını tatmine çalışanlar, akıl ve irâde sahibi olmayan hayvanlardır. İnsan ise, akü ve irâde sahibi olması açısından hayvanlardan üstündür ve bu ihtiyâçlarını gidermede, konulmuş olan dinî, ahlâkî, hukukî bir takım kurallara bağlı kalmak zorundadır. Şu halde İslâm'ın, insanın bedeni ihtiyâçlarını meşru yollar­dan gidermesini yasaklamasına bir sebep yoktur. Aç olan kimsenin helâl olarak kazandığı ekmeğinden yemesi, kazandığından giymesinden daha tabii bir şey yoktur. Evli olan bir kadın veya erkeğin cinsel ih­tiyâcını eşiyle gidermesi de çok olağan bir dav­ranıştır. Bunda yadırganacak bir durum söz konusu değildir. Meşru yollardan bedenî ihtiyâçlarını giderip rahatlama imkânına sahip olan kimselerin, bunu yapmamaları da hiç mantıklı değildir. Ancak İslâm, bu imkâna sahip olmayanların irâdelerini kullana­rak sabretmelerini, başkalarının hakkına tecâvüz etmemelerini emretmiştir. Bu sebeple de hırsızlık, soygun, yağma nasıl yasak kılmdıysa, zina ve fuhuş da aynı şekilde yasak kılınmıştır. İnsan bu haram­ları işlememeye karşı sabretmek zorundadır. İşte İslâm, böyle durumlarda kişinin irâdesini kullan­masını, iç güdülerine karşı direnmesini emretmiştir. Bu açıdan Hz. Peygamberin, insanın şehvetine karşı direnmesi şıkkına yer vermediği iddiası doğru değil­dir. Çünkü Hz. Peygamber: "Ey gençler topluluğu! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlenmek gözü (harâm’dan) daha çok muhafaza eder, iffeti de daha çok ko­rur. Kimin de evlenmeye gücü yetmezse oruç tutsun. Çünkü oruç, o kimse için şehveti kıran bir işlem (gibi)dir. " [780] buyurmuştur.

 

C- Yabancı Bir Kadınla Başbaşa Kalmak ve Şeytân

 

Bazı Hadislerde, yabancı bir kadınla başbaşa kalma konusu şeytânla irtibâtlandırılmıştır. Bu durum, bazı yazarlar tarafından konunun yanlış değerlendirilmesine zemin hazırlamıştır. Bunlardan İlhan Arsel'in konuyla ilgili görüşleri şöyledir:

"Öte yandan, kadının 'nâmahrem' olduğunu dı­şarı çıktığı zaman şeytânın onu takip ettiğini ve ne zaman ki bir kadın bir erkekle bir arada bulunacak olursa, orada mutlaka şeytânın yer alacağını bildir­miş ve 'Bir kadınla bir erkeğin başbaşa bulundukları yerde şeytân üçüncü kişi olarak yer alır' diyerek, bu gibi hallerde şeytânın kadını araç edinerek erkeğe oyunlar oynamakla görevli olduğunu bildirmiş­tir". [781]

İlhan Arsel, yukarıda bahsettiği rivayeti el-Gazzâlî'nin îlryâu Ulûmi'd-Dîn adlı eserinin Türkçe tercümesinden almış ve hadisi orijinal kaynağına in­erek araştırmamıştır. Delil gösterdiği bu hadisin aslında ise, "Bir erkek (yabancı) bir kadınla başbaşa kalmasın! Aksi takdirde üçüncüleri şeytândır"[782] buyurulmuştur. Hadis, Hz. Ömer ve Amir b. Rebî'a tarafından Hz. Peygamber'den nakledilmiştir. Fakat hadisde, "Kadın dışarı çıktığı zaman şeytânın onu takip ettiği" ifadesi yer almamaktadır. Kanaatimiz­ce bunlar, Arsefin Hz. Peygambere isnâd ettiği delil­siz sözlerdir. Hadis, Kütüb-i Sitte'nin diğer kitap­larında yer almamıştır. Tirmizî ise bu rivayeti, kay­dettiği Ukbe b. Âmir (r.a.) hadisine şâhid göster­miştir. [783]

İlhan Arsel'in, Hz. Peygamber'in "Bu gibi hal­lerde şeytânın kadını araç edinerek erkeğe oyunlar oynamakla görevli olduğunu bildirdiğine" dair iddi­ası da delilsiz bir sözdür. Bu, Arsel'in kendi görüşü­dür ve asılsız olarak Hz. Peygamber'e isnâd etmek­tedir. Ayrıca Şeytân da, sadece kadını araç edinip erkeğe oyunlar oynamakla vazifeli değildir. İslâm in­ancına göre şeytân, kadın veya erkek tüm insanlara vesvese verip, kötülüğü telkin eden bir varlıktır. Bu açıdan erkeğe de kadına da vesvese verebilir, kötülüğü telkin edebilir. Bu hususta kadınla erkek arasında bir fark yoktur.

Yukarda kaydettiğimiz hadis, Hz. Ömer[784] ve Asım b. Rebfa'dan[785] (r.a.) nakledilmiştir.[786] Hz. Ömer'den Câbir b. Semüre (r.a.) vasıtasıyla nakledi­lenle, Amir b. Rebî'a'dan nakledilen bu rivâyetler[787] çok zayıftır. Amir b. Rebî'a'dan nakledilen rivayetin isnadında yer alan râvîlerden Asım b. Ubeydillâh [788] ile, Kâdî Şerîk b.Abdillâh en-Nehâî (v. 177),[789] hadis  âlimleri  tarafından  şiddetle  tenkîd edil­mişlerdir. Câbir b. Semüre (r.a.) vasıtasıyla Hz. Ömer'den nakledilen rivayetin senedindeki râvîler Abdülmelik b. Umeyr (v. 136) ile[790] Cerîr b. Abdilhamîd (v. 188) de[791] hadis âlimlerinin tenkidine uğramışlarıdır. Rivayetin Abdullah b. Ömer (r.a.) ka­nalıyla geleni daha güvenilir gözükmektedir. Bu isnâdda yer alan Abdullah b. Dînâr el-Adevî (v.127) de, Ukaylî tarafından Kitâbü'd-Du'afâ'ya alınmış ve hadislerinde ıztırâb olduğu söylenmişse de, bu husus kabule değer görülmemiştir. ez-Zehebî, Abdullah b. Dinar'ın icma ile hüccet kabul edildiğini kaydetmiştir.[792]

Sonuç olarak bu hadislerin, isnâd açısından problemler taşıdığı ve kendilerinden hüküm çıkarıl­maya elverişli olmayan çok zayıf rivayetler olduğu anlaşılmaktadır.

 

D- Hz.Peygamber'in Şeytânı'nın Müslüman Olması

 

Kaynaklarda yer alan ve Hz. Peygamber'in şeytânının müslüman olduğu kanaatini uyandıran bazı hadisler âlimler arasında tartışmaya sebep olmuştur. Bir kısım âlimler bu hadislere dayanarak, Hz. Peygamber'in şeytânının müslüman olduğunu savunurken, diğer bir kısım bilgin de şeytânın müs­lüman olmasının söz konusu olmayacağını söylemiş­lerdir. Konuyla ilgili olarak Câbir’den (r.a.) nakledi­len bir hadis vardır. Hadisde bildirildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu:

"Yanlarında kocaları bulunmayan kadınları ziyaret etmeyin. Çünkü şeytân, herhangi birinizin damarlarında, kan nasıl akıyorsa o şekilde dolaş­maktadır." Bunun üzerine ashâb: "Senin de mi?" diye sordular. Hz. Peygamber: "Benim de, fakat Allah, şeytâna karşı bana yardım etti de o teslim oldu (veya müslüman oldu)" buyurdu.[793]

Yukardaki hadisde mevcut lafzına, "Teslim oldu, boyun eğdi" mânâsı verildiği gibi, "Müslüman oldu" anlamı verenler de olmuştur. Nite­kim Süfyân b.Uyeyne, şeytâmn müslüman olmasının söz konusu olamayacağını söyleyerek, hadisdeki ifâdesinin, "Ben ondan selâmet bulur, şerrin­den emîn olurum" mânâsına geldiğini söylemiş­tir. [794] İlhan Arsel ise, Süfyân b. Uyeyne'nin bu görüşü hakkında: "... Bu tür yorumların ikna edici bir yönü olmadığı ve kandırmadan başka bir şey sayıla­mayacağı muhakkaktır."[795] demektedir. Ancak kelimesinin hem "Boyun eğdi, teslim oldu", hem de "Müslüman oldu" mânâsına geldiği açıktır ve Süfyân b. Uyeyne'nin görüşünün kandırmaca vs. ile bir ilgisi yoktur. Arsel'in, Süfyân b. Uyeyne'nin bu hadisle ilgili görüşünü, kendi kanaatini destekle­meye elverişli olmadığı için beğenmediği ortadadır.[796]

Yukarıdaki hadisde geçen lafzının, Hz. Peygamber'in şeytânının "Müslüman olduğu veya ıslâh olduğu" şeklinde değil de, Allah'ın yardımı sayesinde Hz. Peygamber'in, şeytânının vesvese ve telkinlerine kapılıp boyun eğmediği, şeytâmn kendi­sini saptırmaya ve şerre meylettirmeye muvaffak ol­amadığı şeklinde anlaşılması gerektiğini ifâde eden Süfyân b.Uyeyne gibi âlimlerin görüşünün daha isabetli olduğu kanaatindeyiz. Ebû Hureyre'den (r.a.) bu görüşü destekleyen bir hadis nakledilmektedir. Bu hadis şöyledir: "Ebû Hureyre, "Bir vakit ben, Mescid'de  sıtmanın şiddetinden inliyordum.  Bu sırada Rasûlullâh geldi, Mescid'e girdi ve üç defa, 'Devs'li delikanlıyı kim gördü?' diye sordu. Ashâb'dan bir kişi, 'Yâ Rasûlallah, o şurada, Mescid'in köşe­sinde (yatıyor), şiddetli bir sıtmaya tutuldu' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber döndü yanıma kadar geldi, elini (alnımın) üzerine koydu, bana güzel sözler söyledikten sonra kalktı ve Mescid'de namaz kıldığı yere gitti. Kendisiyle beraber orada iki saf er­kek bir saf kadın, veya iki saf kadın bir saf erkek vardı. Onlara dönerek: 'Eğer şeytân bana namazım­dan bir şey unutturursa erkekler 'Sübhânallâh' de­sin, kadınlar ise el çırpsınlar' buyurdu. Rasûlullâh namazı kıldırdı, fakat namazda herhangi birşeyi un­utmadı. "[797] Ebû Hureyre (r.a.) bu hadisde bizzat şâhid olduğu bir olayı nakletmektedir. Kendisi, Hay-ber savaşının yapıldığı h.7. yılda müslüman olmuş­tur .[798] Bu hadisde anlatıldığı üzere Hz. Peygamber, namaz kıldırdığı ashabına "Şeytân namazımdan bana bir şey unutturursa..." diye kendisine hatırlat­malarım tenbih ettiğine göre, henüz bu tarihe kadar Hz. Peygamber'in şeytânının müslüman olmadığını kabul etmemiz gerekmektedir. Bu durumda da ilgili hadisleri, "Hz. Peygamber'in şeytânının müslüman olduğu" şeklinde anlamanın doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Yukarıda da kaydettiğimiz gibi bu ha­disleri, şeytânın Hz.Peygamber'i saptırmaya, ves­vese ve telkinlerine boyun eğdirmeye muvaffak ola­madığı şeklinde anlamak gerekmektedir. Bir başka hadisde ise, süt annesi Halîme'nin yanında küçük bir çocuk iken Hz. Peygamber'in göğsünün melekler tarafından yarılıp, kalbinin dışarı çıkarıldığından bahsedilmektedir. Hadisde anlatıldığına göre, bu es­nada Hz. Peygamber'in kalbinden bir kan pıhtısı çıkarılmış ve Hz. Peygamber'e gösterilerek, "Bu, şeytânın sendeki nasibidir" denilmiştir. Daha sonra Hz. Peygamberin kalbi zemzem ile yıkanıp tekrar kapatılmıştır. Hadisin râvîsi Enes b. Mâlik (r.a.), Rasûlullâh'ın (s.a.v.) göğsünde bu ameliyatın izini gördüğünü söylemiştir.[799] Kaydettiğimiz bu hadis de yukarıdaki hadisleri, "Hz. Peygamber'in şeytânı­nın müslüman olduğu şeklinde anlamamıza" engel bir husustur. Enes b. Mâlik'in (r.a.) naklettiği ve çocukken Hz. Peygamberin göğsünün yarılmasından bahseden bu hadisden, şeytânın Hz. Peygamber'i çocukluğundan itibaren tesiri altına alamaması ge­rektiği sonucu çıkmaktadır.  Şu halde  değişime uğrayan, gelişip kemâle eren şeytân değil, Hz. Peygamber'dir. Allah (c.c), Onu şeytânın şerrine, vesvese ve telkinlerine karşı korumuş, güçlü kılıp şeytâna gâlib getirmiştir.

Yukarıda kaydettiğimiz Câbir'den (r.a.) nakledi­len hadisde geçen, "Şeytânın insanın damarlarında dolaşması" ifadesiyle mecaz kasdedildiği anlaşıl­maktadır. Hadis âlimlerinden İbrâhîm el-Harbı, 'Bununla şeytânın insanın içine girmesi değil, ona musallat olup vesvese vermesi kasdedilmiştir' de­mektedir, [800] Tirmizî, kendisinin de rivayet ettiği konumuzla ilgili Câbir (r.a.) hadisinin garîb olduğu­nu, râvîlerden Mücâlid b. Sa'îd'in hafıza yönünden

bazı hadis âlimlerinin tenkidine uğradığını söylemiştir.[801] Yanlarında kocaları olmayan kadınları ziyaret etmeyi yasaklayan Câbir (r.a.) hadisinin tüm isnâdları Mücâlid b. Sa'îd'de birleşmektedir.[802] Dârekutnî, Nesâî gibi hadis âlimleri, râvî Mücâlid b. Saîd el-Hemedânî'nm (v. 143) zayıf olduğunu söyle­mişlerdir. İbn Mehdi, ondan hadis nakletmemiş, Yahya el-Kattân ve diğer bazı âlimler ise kendisiyle ihticâc edilemez demişlerdir.[803] Sonuç olarak, bu hadis her ne kadar isnâd açısından zayıf ise de, Hz. Ömer ve Âmir b. Rebia'dan nakledilen aynı konudaki hadisle ilgili olarak daha önceki bölümde işaret ettiğimiz bazı hususlar bu konuda da geçerlidir. Bu sebeple hadisin, ferd ve toplum huzuru açısından bazı önemli faydaları temin etmeye yönelik olduğu açıktır. İslâm, evlenme niyeti taşımayan kadın-erkek ilişkilerine izin vermemiştir. Bu açıdan, Batı toplumlarında sıkça rastlanan kadın erkek arka­daşlığı, flört, nikâhsız beraberlikler, cinsel özgürlük vs. hususların İslâm'da ve Hz. Peygamberin Sünneti'nde yeri yoktur. Kısacası, sonu gayr-ı meşru ilişkilere, ziı?â ve fuhşa yol açabilecek kadın erkek münâsebetlerine İslâm izin vermemiştir. Bu tür davranışlar bazı hadislerde şeytânı olarak vasıflan­dırılmıştır. Nitekim Hz. Ali'den nakledilen bir ha­disde şöyle buyurulmaktadır:

"Rasûlullâh'ın (s.a.v.) haccı esnasında Has'am kabilesinden bir genç kız Hz. Peygamber'e fetva so­rarak: 'Babam yaşlı bir ihtiyardır, hac ibâdeti kendi­sine farz olmuş bulunuyor. Onun yerine haccetmem caiz midir?' dedi. Hz. Peygamber de 'Babanın yerine haccet' buyurdu ve bu sırada el-Fadl b. Abbâs'ın boy­nunu çevirdi. Bunun üzerine Hz. Abbâs, Yâ Rasûlallâh amcayın oğlunun boynunu neden çevirdin?' diye sordu. Hz. Peygamber de, 'Bir delikanlı ve bir genç kız gördüm ve onlar hakkında şeytândan emîn olamadım' buyurdu" [804]

Tirmizî, bu hadisin hasen-sahîh olduğunu söylemiştir. Hadisden, Hz. Peygamber'in el-Fadl b. Abbâs ile Has'am kabilesine mensup olan bu genç kızın birbirlerine bakışmalarından hoşlanmadığı, bunu meşru kabul etmediği, şeytânın bu iki gencin kalbine vesvese verip, kötü şeyler telkin etmesinden endişe ettiği, bu sebeple duruma müdâhale ettiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu hadisler, Kur'ân'ın bu konudaki buyruklarına da uygun düşmektedir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususda şöyle buyur­muştur:

"Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka ev­lere, izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin. Herhalde bunun, sizin için daha iyi olduğunu düşü­nüp anlarsınız. Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeriye girmeyin. Eğer size dönün denilirse, dönün. Bu sizin için daha temiz bir harekettir. Allah yaptıklarınızı bilendir." [805]

"Ey Muhammed! Mü'min erkeklere söyle! Gözlerini (harama bakmaktan) sakındırsınlar, ırzlarını koru­sunlar. Bu (hareket) onlar için daha temizdir. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarından haberdârdır. Mü'min kadınlara da söyle! Gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Süslerini kendi­liğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini, kocaları veya babaları veya kayınpederleri veya oğul­ları, veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız kardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri, er­kekliği kalmamış hizmetçiler ya da henüz kadın­ların mahrem yerlerini anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerinin bi­linmesi için ayaklarını yere vurmasınlar! Ey mü'minler, topluca Allah'a tevbe edin, umulur ki kur­tuluşa erersiniz." [806]

 

E. Cinsel İhtiyâcın Giderilmesinde Gizliliğe Riâyet ve Şeytân

 

İslâm, insanın cinsel ihtiyâcının karşılanması konusunda" gizlilik/mahremiyet" prensibine uyul­ması hususunda çok titizlik göstermiştir. Bir in­sanın vücudunun mahrem yerlerini örtüp, diğer in­sanların bakışlarından gizlemesi nasıl emredilmişse, bir kadın ya da erkeğin cinsel ihtiyâcım giderme durumunun gizlenmesi de aynı şekilde emredil­miştir. Kısacası İslâm, cinsel özgürlük, çağdaşlık vs. adına kadınla erkeğin insanların gözleri önünde çiftleşmesine izin vermez. İnsanın yaratılıştan gelen cinsî münâsebet ihtiyâcının alenî bir şekilde gideril­mesi, bunun basın-yayın organlarında yer alması, filme alınıp TV., Video ve Sinemalarda gösterilmesi İslâm'ın şiddetle yasakladığı hususlardandır. Öz olarak İslâm, çocukların, gençlerin sağlık ve ahlâkım bozucu, aile düzenini parçalayıcı porno yayınlara ve bunlara ticâretinin yapılarak insanların cinsel arzulanmıı sömürülmesine izin vermez. İslâm, insanın yaratılmışların en şereflisi olduğunu bildirmiş, onun hayvanlardan farklı davranışlar sergilemesini iste­miştir. Tabiatta cinsel ihtiyacını giderme konusunda eş tanımayan, gizlilik esasına riâyet etmeyen, bu ko­nuda diğer canlılardan utanıp sıkılmayan varlıklar hayvanlardır. Şu halde, akıl, irâde, kültür, hukuk vb. yönleriyle, utanma duygusuyla hayvanlardan üstün durumda olan insanın, cinsel ihtiyacını giderme ko­nusunda hayvanlardan farklı bir davranış sergileme­si, eşini tanıması ve cinsel ilişki esnasında gizliliğe uyması gerekir. Bu durumun ortadan kalkması, in­sanın psikolojik yapısını bozar, toplumun sosyal ve hukukî düzenini tahrîb eder. Bu sebeple Hz. Pey­gamber, Ebû Hureyre (r.a.) vasıtasıyla nakledilen bir hadislerinde konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuş­lardır:

"„. Rasûlullah erkeklere dönerek, 'Sizden bir kimse, karısına cinsî münâsebet için yaklaştığında kapısını örter, üzerine örtüsünü çeker, Allah'ın Örtüsüyle örtünmüş olur değil mi? buyurdu. Erkekler de 'Evet' dediler. Rasûlullah (s.a.v.), 'Cinsel ilişkiden sonra da oturur, başkalarına şöyle yaptım, şöyle yaptım, diye anlatır değil mi?' dedi. Bunun üzerine erkekler sustular. Bundan sonra Hz. Peygamber kadınlara döndü ve 'Sizden, kocasıyla yaptığını başkalarına anlatan var mı?' buyurdu. Kadınlar da sustular. Bu sırada genç bir kadın dizinin üstüne gelerek Rasûlullâh'ı görmek ve söylediklerini işitmek için uzandı. Genç kadın: Yâ Rasûlullah, er­kekler de anlatıyor, kadınlar da anlatryor' dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber, 'Bu neye benzer bilir misiniz? Bu, bir dişi şeytânın  bir  erkek  şeytânla sokakta karşılaşıp, insanlar kendilerine bakıp duruyorken erkek şeytânın dişi şeytânla cinsel ilişkide bulunmasına benzer' buyurdu."[807]

Yukarıda kaydettiğimiz hadis, şeytânların da erkekleri ve dişileri olduğuna, bunların birbirlerij'le cinsel ilişkide bulunduklarına işaret etmekteyse de, burada "dişi bir şeytânın, erkek bir şeytânla sokakta karşılaşıp, insanların bakışları altında cinsel ilişkide bulunmaları" ifadesiyle, ruhanî şeytânların değil, insan cinsinden şeytânların kasdedildiği hatı­ra gelmektedir. Çünkü şeytân, insanlar tarafından çıplak gözle görülemediğinden, bunların sokakta yaptıkları cinsel ilişkinin insanlar tarafından seyre­dilmesi söz konusu olamaz. Bu açıdan hadisde kas-dedilen şeytânlar, ar ve haya duygusu kalmamış, in­sanlık şerefine uygun bir tarzda, gizlilik içinde gi­derilmesi gereken cinsel arzusunu herkesin gözü Önünde gidermekten çekinmemiş azgın kimselerdir. Bunların, zinayı insanlardan gizlemeye gerek duy­madıkları, herkesin görebileceği cadde, sokak, park vs. halka açık yerlerde alenî olarak çiftleştikleri, hayvanlardan farksız bir tutum sergiledikleri an­latılmaktadır. Gerçekten da Batı toplumlarında bu tür davranışlara rastlanıldığı nakledilmektedir. Cinsel özgürlük adına bunlara hoşgörü ile bakıl­ması, İslâm'ın kabul edebileceği bir tutum değildir. Batı ülkelerindeki tv. kanallarından uydular vası­tasıyla yapılan porno yayınlar, İslâm ülkeleri açısın­dan gerçekten düşündürücü, tedbir almayı gerektirici mâhiyettedir. Bunlar toplum yapımızı, gençliğimizin beden ve ruh sağlığını bozucu, aile saadetini tahrîb edici, ferdler arasında saygı ve sevgiyi ortadan kaldırıcı, insanî değerleri yok edici, ihsanı, sadece cinsel zevkini düşünen bir varlık olarak gösterici özellik taşımaktadırlar. Fahişeliği meslek edinmiş, günde kaç tane erkekle cinsel ilişkide bulunmayı göze almış kadınların bile, yaptıkları cinsel ilişki­lerin başkaları tarafından seyredilmesinden ra­hatsız oldukları açıktır. Öz olarak, zinayı meslek edinmiş kadınlar bile zina esnasında gizlilikten hoşlanmaktadırlar. Bu açıdan, zinayı alenî olarak insanların gözleri önünde yapanlar, yaptıkları bu çirkin fiilin filme alınıp televizyonlarda, videolarda seyrettiıilmesine razı olanlar hemen hemen insanî yönlerini tüketmiş kimselerdir. Tabii ki bunlar kötülükte, zina yaparken bile gizliliğe riâyet eden kadınlardan daha ileri bir konumdadırlar. Bu sebep­le Hz. Peygamberin, insanların gözü önünde alenî ol­arak cinsel ilişkide bulunan kadın ve erkekleri "Şeytân" olarak vasıflandırması boşuna değildir. Hz. Peygamber onlara şeytân demek suretiyle, onların insani değerlerinin tükenişine karakter yapılarının bozuluşuna işaret etmiştir.

 

F. Bekârlık ve Şeytân

 

Toplumda ahlâkî çöküşü sağlayan kötülüklere karşı bir tedbir olmak üzere Hz. Peygamber evlen­meyi teşvik etmiş, bekâr kalmayı hoş karşılamamıştır. Konumuzla ilgili olarak Ebû Zer'den (r.a.) nakledilen bir hadisde Hz. Peygamber'in, sağlığı ve maddî imkânları uygun olduğu halde evlenmeyen kimseleri "Şeytânın Kardeşleri" olarak vasıflandır­dığından bahsedilmektedir. Hadis şöyledir:

"Ukâf b. Bişr et-Temîmî adlı bir zât Hz. Pey­gamber'in huzuruna girdi. Hz. Peygamber ona, 'Ey Ukâf hanımın var mı?' diye sordu, Ukâf, 'Hayır' diye cevap verdi. Hz. Peygamber: 'Bir cariyen de mi yok? buyurdu. Ukâf yine 'Hayır' diye cevap verdi. Hz. Pey­gamber, 'Zengin misin, sağlığın yerinde mi?' diye sor­du. Ukâf da, 'Evet, zenginim ve sağlığım da yerinde' dedi. Hz. Peygamber, 'Öyleyse sen Şeytânın kardeşlerindensin. Eğer Hristiyânların içinde olsaydın, on­ların râhiblerinden olurdun. Şüphesiz ki bizim sünnetimiz nikâh yapmaktır. Sizin en şerlileriniz bekârlarnızdır. Sizin ölülerinizin en rezilleri de-bekâr ölenlerinizdir. Siz şeytânlarla işbirliği mi yapıyorsunuz? Şeytânın sâlih insanlara karşı kadın­lardan daha tesirli bir silâhı yoktur. Dikkat ediniz, evli olanlar, işte onlar belâdan (fuhuştan) temiz ve berî olanlardır..." [808] buyurdu.

Yukarıdaki hadisde, zina ve fuhşa saplanmaya elverişli bir ortam oluşturduğu için bekâr kalmanın hoş görülmediği, evlenmenin teşvik edildiği görül­mektedir. Nitekim hadisin sonunda, Hz. Peygambe­rin nasihati üzerine Ukâf in evlenmeye karar ver­diğinden, Hz. Peygamber'in de kendisini Külsüm el-Himyerî'nin kızı Kerîme ile evlendirdiğinden bahse­dilmektedir. Hadisde mevcut, "Şeytânın Kardeşleri" ifâdesi Kur'ân'da da geçmektedir.[809] Bununla meca­zî bir anlam kasdedilmiştir. Ancak yukarıda kaydet­tiğimiz bu hadisin sahih olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü isnâdda yer alan ve hadisi Ebû Zer'den (r.a.) alan Tabiîn nesline mensup râvînin kimliği meçhul­dür. İsnâdda bu râvî, Mekhûl tarafından "Bir adam" şeklinde meçhul ve nıübhem bir tarzda, kim­liği belirsiz bir şekilde zikredilmiştir. Bu da hadisi munkatı' konumuna sokmaktadır. Kısacası isnâdda kopukluk vardır. Ayrıca râvîlerden Muhammed b. Râşid el-Mekhûlî (v. 160) ile Mekhûl eş-Şâmî (v.118) zayıf oldukları gerekçesiyle bazı hadis âlimleri ta­rafından tenkîd edilmişlerdir.[810]

 

G. Hz. Süleyman ve Şeytân

 

Bazı rivayetlerde, şeytânın Hz. Süleyman'ın kılığına bürünerek tahtını ele geçirdiğinden bahse­dilmektedir. İsrâiliyât kaynaklı olduğu kesin olarak bu tür rivayetlerin, İslâm'a muhalif olan bazı kimse­lere malzeme oluşturduğu görülmektedir. Nitekim İlhan Arsel bu konuda şunları söylemektedir: "Kadın sınıfına karşı güven beslememek ve kadınların düzenlerine ve hilelerine karşı hazırlıklı bulunmak hususunu 'dinsel inanç' şekline sokmak için Muhammed'in yararlandığı diğer bir hikâye de Süley­man Peygamber'in 'Amma' adındaki câriye yüzünden başına gelen olaylarla ilgilidir ki, Kur'ân'm Sâd sûresinde geçer. Her ne kadar Yahudi kaynak­larından almakla beraber hikâyeyi yukardaki temel amaca oturtacak şekle sokmuştur. " [811]

Arsel'in, İslâm karşıtı görüşlerini desteklemek için epeyce malzeme sıkıntısı çektiği, yeterli malze­meyi bulamayınca da kendi ifadesiyle Yahudi kay­naklarından aktarıp, bunları Hz. Peygamber'e hü­cum için vesile yaptığı anlaşılmaktadır. Bir defa, Kur'ân-ı Kerîm'in Sâd sûresinde, İlhan Arsel'in bahsettiği 'Süleyman Peygamber'in Amîna adlı câriye yüzünden başına gelen olaylardan' sözedilmemektedir. İlhan Arsel bu hikâyeyi Kitâb-ı Mukaddesten aktarmıştır. Nitekim kendisi bunu itiraf ederek, "Gerçekte Kitâb-ı Mukaddes'ten öğrendiğimize göre, Süleyman Peygamber,.."[812] şeklinde başlayıp, hikâ­yeyi uzun uzun anlattıktan sonra, "İşte Süleymân Peygamber'in kendi kudret ve ilminin tılsımı olan mührü Amîna'ya teslim etmesi ve Amîna'nın da onu Süleyman kılığındaki bir şeytâna vermesi ve bunun sonucu olarak hükümranlığını yitirmesi ile ilgili hikâyeyi Muhammed, Tanrı'nın ağzından çıkmış gibi Kur'ân'a şu şekilde koymuştur: 'Andolsun ki Süley­man'ı denedik, hükümranlığını zayıf düşürdük. Son­ra eski haline döndü."[813] diyerek, Hz. Peygamber hakkında asılsız isnâdlarda bulunmaktadır. İlhan Arsel'in bahsettiği bu hikâyenin Kur'ân-ı Kerîm'in Sâd sûresinin ilgili âyeti ile herhangi bir alakası yoktur, Yahudi kaynaklarından İslâm kültürüne ak­tarılmış asılsız bir rivayettir. Nitekim bu isrâilî rivayet halkımız arasında o kadar yer etmiştir ki, "Mühür İçindeyse Süleyman odur" sözü bir deyim haline gelmiştir. Ancak İslâm âlimleri bu rivayetin İsrâiliyât olduğunu bildirerek reddetmişler ve Sâd sûresinin de bu hikâyeyle herhangi bir ilgisi ol­madığım belirtmişlerdir. Ancak geçmişte, Kur'ân'daki bazı âyetleri açıklamak maksadıyla zaman zaman bunlara başvuran tefsîrciler de olmuştur. Bunların, îsrâiliyât türü haberlere yer vermekte bir sakınca görmedikleri, bu sebeple de İslâm âlimleri nezdinde eserlerinin güvenilirlik özelliğini yitirdiği bilinmektedir. ilhan Arsel'in kaydettiği ilgili hikâye İbn Abbâs'a mâledilerek maalesef bazı tefsirlerde nak­ledilmiştir. Hikâye kısaca şudur: "Hz. Süleyman'ın saltanatının bir müddet elinden alınmasına Cerâde isimli hanımının yakınlarından olan bazı kişiler se­bep olmuşlardır. Cerâde, Hz. Süleyman'ın hanımları arasında ençok güvendiği biri idi. Hz. Süleyman her-meselede Cerâde'nin mensubu olduğu ailenin haklı çıkmasını arzu eder ve gerektiğinde onların lehine hükümler verirdi. Bütün insanlara karşı aynı adalet hissi ile davranmadığı için Allah tarafından cezalan­dırıldı. Davudoğlu Süleyman, tuvalete girmek ve hanımlarından birisi ile yalnız kalmak istediğinde yüzüğünü Cerâde'ye verirdi. Cenâb-ı Hak, Hz. Süley­man'ı belâya uğratmak istediği zaman Süleyman, bir gün yüzüğünü yine Cerâde'ye verdi. Bu esnada Süleyman'ın kılığına girmiş olan şeytân geldi ve kadına: Yüzüğümü ver!' dedi. Kadın yüzüğü getirince aldı ve parmağına taktı. Yüzüğü takar takmaz, şeytânlar, cinler ve insanlar ona boyun eğdi. Daha sonra Hz. Süleyman işini bitirince Cerâde'ye vardı ve .'Yüzüğümü getir!' dedi. Kadın: 'Sen Süleyman değil­sin, yalan söylüyosun' dedi. Süleyman (a.s.) başına gelenin  bir imtihan  ve  fitne  olduğunu  anladı. Süleyman'ın yüzüğünü ve bu sayede saltanatını ele geçirmiş olan şeytânlar bu günlerde sihir ve küfrü ih­tiva eden bir kitap yazdılar..." [814]

Abdullah Aydemir, bu haberin bir isrâiliyât olduğunu bildirerek

a) Hz. Süleyman'ın, eşi Cerâde'nin akrabalarının haklı çıkarılmalarına meyyal oluşunun bâtıl olduğunu, Peygamberler hakkında böyle bir şeyin caiz olamayacağını, Peygamberlerin günâh işlemek­ten masum olduğunu,

b) 'Şeytânın bir Peygamberin veya meleğin kılığına giremeyeceğini, bunun mümkün olmadığını, şeytânın Hz. ‘Süleyman'ın kılığına girip onun yüzü­ğünü Cerâde'den aldığına dair rivayetin asılsız ve bâtıl olduğunu kaydetmektedir. [815]

Bu durumda İlhan Arsel'in, Sâd sûresi'nin ilgili âyetinin bu hikâyeden etkilenerek, Kur'ân'a konul­duğuna dair yukardaki iddiası da asılsızdır.[816] Sâd sûresinde yer alan ilgili âyete ise şu şekilde mânâ verilmiştir: "Andolsun ki Süleyman'ı dene'dik. Hükümranlığını zayıf düşürdük, sonra eski haline döndü."[817] "Andolsun, Biz, Süleyman'ı imtihan et­tik. Tahtının üzerine bir cesed bıraktık. Sonra (bize) yöneldi.

Kaydettiğimiz bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak da şunlar kaydedilmektedir: "34. âyette işaret edilen Süleyman'ın imtihan edilmesi hakkında tefsirlerde çok acâib rivayetler yer almıştır. Herhalde bunlar, İslâm'ın ilk asırlarında müslüman olmuş Kitâb Ehli'nin anlatımlarına dayanır. Bir peygambere yakışmayan bu isrâiliyâttan sarfı nazar ediyoruz... Fahreddin Râzî, haşvîlerin anlattığı bu hikâyeleri naklettikten sonra bunların doğru olamayacağını çeşitli delillerle ispata çalışıyor ve bu imtihanı bir kaç ihtimâlle yorumluyor:... Diğer bir ihtimâle göre, Hz. Süleyman şiddetli bir hastalığa yakalanmak suretiyle imtihan edilmiş, cesed denecek derecede zayıflamış, tahtı üzerinde âdeta cansız cesed gibi kalmış, sonra tekrar sağlığına kavuşmuştur... Başka bir ihtimâle göre de Hz. Süleyman'ın tahtına cesed bırakılması, onun büyük bir korkuya kapıldığına, o korku dolayısıyle tahtı üzerinde bir cesed gibi kaldığına, sonra tekrar eski gücüne kavuştuğuna işa­ret olabilir." [818] Hamdi Yazır ise, bu konuda şunları kaydediyor:

"Anlaşılıyor ki Süleyman (a.s.) Beytü'l-Makdis'i yaptırdığı sırada celbettiğı san'atkârlar içinde san'at hilelerini bilen bir takım şeytânların kurdukları bir ihtilâl yüzünden bir müddet nüfuzunu ka3rbetmiş veya tahtından ayrılmış, bu suretle tahtında ya ken­disi kuvvetsiz bir cesed halinde hükümsüz kalmış, yahut tahtı da işgal olunup, ona kırk gün kadar hey­kel gibi birisi oturtulmuş idi. Mason Tarihlerinde Mason cemiyetlerinin Süleyman (a.s.) aleyhinde olan bu ihtilâl hareketlerini esas aldıkları, başkanının hatırasına hürmet eyledikleri söylenir." [819]

Kadınlar ve şeytân konusunda buraya kadar kaydettiklerimizle yetinerek, araştırmamızın dör­düncü bölümüne geçmek istiyoruz.

 

DÖRDÜNCÜ   BÖLÜM

 

ŞEYTÂNLA İLGİLİ DİĞER BAZI HUSUSLAR

 

1. HAYVANLAR VE ŞEYTÂN

 

Bazı hadislerden insanlara zararı dokunabile­cek olan hayvanlara "Şeytân" denildiğini görmekte­yiz, [820] Kur'ân-ı Kerînı'de, şeytânın apaçık olarak in­sanın düşmanı olduğu bildirildiğine göre,[821] bazı ha­dislerde de bir takım hayvanların "Şeytanlıkla nite­lendirilmesi, bunların insanoğluna zararlı ve düş­man olmaları sebebiyle olmalıdır.

 

A. Fare ve Şeytân

 

Bazı hadislerden anlaşıldığına göre, Hz. Pey­gamber, ümmetini şeytâna karşı uyardığı gibi, za­rarlı hayvanlara karşı da ikâz etmiştir. Bunu da bu hayvanlara "Şeytân sıfatını vermek suretiyle yap­mış, böylece bunların zararlarına karşı mü'minleri uyarma konusunda çok etkili bir yol tutmuştur. Bu konudaki hadislerden birisi Câbir'den (r.a.) gelmek­tedir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kaplan örtün, kırbaların ağzını bağlayın, kapı­yı kilitleyin, kandili söndürün. Çünkü şeytân, hiçbir kırba bağını çözemez. Hiçbir kapıyı ve hiçbir kap-kaçak ağzını açamaz. Eğer biriniz kapının üzerine enli bir tahta parçası koymaktan ve Allah'ın adını anmaktan başka bir çâre bulamazsa bunları yapsın. Çünkü küçük bir fâsık (fare) ev halkının üzerine evle­rini yakar. " [822]

Hadisde, insanoğlu için zararlı olan mikroplar, haşereler, akrep, yılan, fare vs. gibi hayvanların kas-dedildiği ve bunlara "Şeytân" lafzıyla işaret edildiği anlaşılmaktadır.[823] İslâm âlimleri, hadisde geçen "Fuveysık" lafzıyla farenin kasdedildiğini bildirmek­tedirler. Farenin o dönemde aydınlanma maksadıyla evlerde kullanılmakta olan kandillerin fitillerini ke­mirmek için dışarı çıkarıp, yangınlara sebebiyet ve­rebileceği, bu açıdan Hz. Peygamberin ashabına uyanda bulunduğu hatıra gelmektedir.[824]Bu konuda benzer bir rivayet de el-Buharî'nin el-Edebü'1-Müfred adlı eserinde kaydedilmiştir. Buna göre Ebû Ümâme (r.a.) şöyle demiştir: "Sizden birinizin hanımı yatağı­nı hazırladıktan sonra, şeytân o kimseyi eşine kız­dırmak için o yatağa gelerek, ağaç, taş ve herhangi bir şey bırakır. O şahıs böyle bir şeyi yatağında bul­duğu zaman hanımına kızmasın, çünkü bu şeytânın işidir"[825] Ebû Ümâme'niiı (r.a.) bu sözü ile de bir takım zararlı yaratıklara işaret edilmektedir. Bun­lar insanın yatağına herhangi bir maddeyi getirip bırakabilir ve insanın hanınııyla geçimsiz bir duru­ma düşmesine sebep olabilir.

 

B. Deve ve Şeytân

 

Bazı hadislerde ise, develerin şeytânla irtibâtlandırıldığı görülmektedir. Nitekim Berâb. Âzib'den (r.a.) şu şekilde bir nakil gelmektedir: "Peygamberimiz'e (s.a.v.), abdestli iken deve eti yemekten sorul­du. Peygamberimiz (s.a.v.), 'Abdestinizi tazeleyin' buyurdu. Koyun eti yemekten soruldu. 'Abdestini tazeleyin' buyurdu. Deve ağılında namaz kılmaktan soruldu. 'Deve ağıllarında namaz kılmayın, çünkü deve şeytândandır' buyurdu. Koyun ağılında namaz nasıldır? denildi. 'Koyun ağılında namaz kılın, çünkü koyun berekettir' buyurdu."[826]

Bu konuda Abdullah b. Muğaffel el-Müzem'den (r.a.) de bir hadis nakledilmiştir. Ancak bu hadisin senedi tenkide uğramıştır, bu hadisde anlatıldığana göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Koyun ağıllarında namaz kılın, deve yatakla­rında ise namaz kılmayınız. Çünkü develer şeytân­dan yaratılmışlardır." [827]

Müslim'in Câbir b. Semüre'den (r.a.), Tirmizî'nin Ebû Hureyre'den (r.a.), Nesâî'nin Abdullah b. Muğaf-fel'den (r.a.) naklettikleri bu konudaki hadisler ise daha kısa olup, sadece, Hz. Peygamber'in koyun ağıllarında namaz kılmaya izin verip, deve yatak­larında namaz kılmayı nehyetmesinden bahsedil­mektedir. Bu hadislerde, "Develerin şeytândan oldu­ğu" ya da "Develerin şeytândan yaratıldığı" ifâdesi yer almam aktadır. [828] Yukarıda kaydettiğimiz hadis­lerde ise, "develerin şeytândan olduğu" veya "devele­rin şeytândan yaratıldığı" hususu, deve yataklarında namaz kılmayı yasaklamaya gerekçe olarak gösteril­miştir. Develerin şeytândan yaratıldığını ifâde eden ve İbn Mâce ile Ahmed b. Hanbel tarafından kayde­dilen Abdullah b. Muğaffel (r.a.) hadisinin senedinin tenkide uğradığa yukarıda kaydedilmişti. Bu hadisin aslının, en-Nesâî tarafından Abdullah b. Muğaf­fel el-Müzenî'den (r.a.)  nakledilen rivayet olduğu, bu hadisde ise, "Develerin şeytânlardan yaratıldığı hususunun yer almadığı görülmektedir.[829] Bu durumda İbn Mâce'nin Süneni ile Ahmed b.Hanbel'in Müsned'inde yer alan ve "Develerin şeytândan yaratıldığından" bahseden bu ibarenin, hadisin aslından olmayıp, senedde yer alan râvîlerdeıı birisine aid olup, konuya açıklık getirme gayesiyle hadise ilâve edilmiş bulunduğu hatıra gel­mektedir. Yine konumuzla ilgili olarak, Hâlid b: Ma'dân vasıtasıyla nıürsel bir hadis daha nakledil­miştir. Buna göre Hz. Peygamber "Muhakkak ki her devenin arkasında bir şeytân vardır." buyurmuştur. Fakat bu hadisin zayıf olduğu bildirilmektedir.[830] Berâ b. Azib'in (r.a.) naklettiği yukarda kaydet­tiğimiz hadisde ise, "Deve ağıllarında namaz kılma­yın, çünkü deve şeytândandır" [831] buyurulduğu kayde­dilmektedir.

Bu hadisin zahirine göre, deve şeytânın neslin­den üremiştir, kendileri de şeytân cins indendir. Fa­kat konumuzun başında da ifâde ettiğimiz gibi bura­da zahirî bir mânâ değil, mecazî bir anlam söz konusudur. Şayet kendisine ait ise Hz. Peygamber bu sözüyle, develerin namaz kılana verebileceği za­rara dikkat çekmişlerdir. Deve, koyun gibi uslu olmayıp kindar bir hayvandır ve saldırganlık özelliği vardır. Namazdayken insanı meşgul edebilir. Sağı solu karıştırarak, ürküp kaçıp giderek insanın na­mazını bozmasına sebep olabilir. Namazdayken in­sanı şaşırtıp, kıraatini ve rek'atlarmı karıştırabilir. Bu açıdan, develerin bu yöndeki zararlarına dikkat çekmek için hadisdeki söz sarfedilmiş olmalıdır.[832] Yoksa develerin, cin veya şeytânlardan yaratılması söz konusu değildir. Bu hadislerde onların mizacına, yapılarına dikkat çekilmektedir. Nitekim, Ahmed b. Hanbel ve Dârimî'nin, Hamza b. Amr el-Eslemî'den (r.a.) naklettikleri hadis, develerin sırtına binildiğinde dikkatli olunması gerektiğine, onların hırçınlaşıp azarak, üstündekine zarar verebileceğine işa­ret etmekte ve bu husus yine şeytânla irtibâtlandırılmaktadır:

"Rasülullâh'dan şöyle buyurduğunu işittim: 'Her devenin sırtında bir şeytân vardır. Onlara bindiği­nizde Allah'ın adını anınız. Sonra da ihtiyaçlarınız­dan geri kalmayımz." [833]

İmâm Mâlik'in, Zeyd b. Eşlem'den (r.a.) naklet­tiği diğer bir hadis bu konuya açıklık getirmektedir.

Hadis şöyledir: "Sizden biriniz bir kadınla evlenir veya bir câriye satın alırsa, perçeminden tutsun ve uğurlu-bereketli olması için duâ etsin. Deve satın aldığında da elini onun hörgücüne koysun ve şeytâ­nın şerrinden Allah'a siğinsın."[834]

Yukarıdaki hadisde "Şeytânın şerri" ifadesiyle, devenin tekme ve ısırmasının kasdedildiği anlaşıl­maktadır. Kısacası Hz. Peygamber, insanın öfkelen­mesinin şeytândan olduğunu bildirdiği gibi,[835] deve­lerin huysuzlamp, azmasının da şeytândan olduğuna işaret etmişlerdir.

Sonuç olarak, yukarıda kaydettiğimiz hadis­lerde kaydedilen "şeytân" lafzıyla, insana zararı do­kunabilecek hayvanlara işaret edildiğini söyleyebi­liriz. Bazı İslâm âlimleri de, insan, cin ve hayvan cinsinden azgın olan her türlü düşmana şeytân de­nildiğini söylemişlerdir .[836]

 

C. Siyah Renkli Hayvanlar ve Şeytân

 

Bazı hadislerde, siyah renkli bir takım hayvan­lara "Şeytân" denildiğini görmekteyiz. Siyah rengin Câhiliye Araplarınca uğursuz sayıldığına, Kur'ân ve Hadislere Göre Cinler-Büyü adlı kitabımızın, "Akıl Hastalıklarının Cinlerle ilişkisi" adlı bölümünde işaret etmiştik. Burada, Câhiliye Araplarınm kendi­siyle uğursuzluk vehmettikleri "Gurâbü'l-Beyyin" veya "el-Gudâf' dedikleri karga türünün siyah renkli olduğunu kaydetmek yerinde olacaktır.[837]

 

a. Akrep, Köpek

 

Konumuzla ilgili olarak Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledilen ve "İki siyah (renkli hayvanın), akrep ve yılanın namazda bile öldürülmelerini" emreden ha­diste de?[838] Hz. Peygamber, akrep ve yılana "Siyah renkli" demek suretiyle onların şerli olduklarına işaret etmiş ve "şerli iki hayvan olan akrep ve yılanı namazda da olsa öldürün" bu­yurmak istemiştir. Konumuzla ilgili olarak, Ebû Zer el-Gıfârî'den (r.a.) nakledilen bir hadisde ise, siyah köpeğin şeytândan olduğu ifâde edilmektedir. Buna göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kimse önüne (sütre olarak) deve semerinin arka kaşı kadar bir şey koymadan namaz kılasa, siyah köpek, kadın ve eşek o kişinin namazını keser." (Râvî Abdullah b. es-Sâmit diyor ki: "Ebû Zer'e, 'Kara köpeğin, kırmızı veya beyaz köpekten farkı nedir?' diye sordum. Dedi ki: 'Ey kardeşimin oğlu! Rasûlullâh'a sorduğum şeyi bana sordun. Hz. Peygamber, 'Siyah köpek şeytândır' buyurmuştur ."[839]

Bazı âlimler hadisde geçen "Siyah köpek şey­tândır" ifâdesini zahirî mânâda alarak "şeytânın siyah köpek şekline girdiğini", ileri sürmüşlerdir. Diğer bazı âlimler de bu ifâde ile mecazî bir anlam kasdedildiğini söylemişler, siyah köpeğe "Şeytân" denilmekle, onun diğerlerinden daha çok zararlı olduğuna işaret edildiğini ifâde etmişlerdir.[840] Nite­kim diğer bir hadisde Hz. Peygamber: "Sizden biriniz namaz kıldığı zaman sütreye iyice yaklaşsın ki, şeytân o kimsenin namazını kesmesin" buyurmuş­tur.[841] İmâm es-Sindî, bu hadisde kullanılan "Şeytân" lafzıyla köpeğin kasdedilmiş olmasının muhtemel olduğunu, çünkü yukarıdaki hadiste de köpeğe "Şeytân" denildiğini kaydetmiştir.[842]

Hadisi mecazî mânâya alan âlimlerin görüşü daha isabetli görünmektedir. Arapların kültüründe siyah renk uğursuz ve şerli varlıklara izafe edil­diğine göre, Hz. Peygamber'in bu hadislerinde de siyah köpeklerin şeytân cinsinden yaratılmış olduğuna değil, onların zararlı ve şerli olduklarına işaret edilmiş olmalıdır. Bu zararlı ve şerli olma du­rumu, köpeklerin saldırgan ya da kuduz olma­larından dolayı söz konusu olabileceği gibi, namaz kılan insanın önünden geçmeleri halinde, kişinin kalbinde "Acaba saldırır ısırır mı? Kuduz olabilir mi?" gibi korku ve vesveselere yol açması, namazda­ki huşûa zarar vermesi açısından da olabilir. Bütün bu hususlara işaret etmek için Hz. Peygamber, "Siyah köpeğin şeytân" olduğunu söylemiş olmalıdır. Ayrıca, namaz kılarken aniden insanın önünden geçen bir karaltının insanın içine ürperti verdiği de bilinen, yaşanan bir gerçektir. Kadın, eşek ve siyah köpeğin namazı kesmediğine dair hadisler ve bu konudaki görüşleri bu araştırmamızın "Kadınlar ve Şeytân" adlı bölümünde incelemiştik.

 

b. Koyun

 

Enes b. Mâlik'den (r.a.) nakledilen bir hadisde şeytân, küçük bir siyah koyuna benzetilmiştir. Na­mazda safların sık tutulmasından bahseden bu ha­disde Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: "Safları­nızı sıkı tutun, safların arasını yaklaştırın; boyun­ları aynı hizaya getirin. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemîn ederim ki, ben, şeytânı küçük siyah bir koyun gibi safın boşluklarından girerken görüyorum."[843] Bu hadisde de siyah renk ve şeytân ilişkisi ilgi çekici bir şekilde göze çarpmaktadır. Hz. Pey­gamber, bu konudaki diğer bir hadislerinde 'Namaz kılarken saflarda boşluklar bırakılmamasını emret­miş, sallan sıkı tutanlara Allah'ın rahmetini ihsan edeceğini bildirmişlerdir.[844] Bu sebeple, Hz. Pey­gamber'in bu sözleriyle namazda müslümanları disi­pline sevketmek istediği, müslümanlamı hem kalblerinin hem de saflarının sımsıkı olmasını arzu­ladığı, birlik ve beraberliğin önemine, ayrılık, tefrika ve düşmanlıkların şeytânla ilgisine dikkat çekmek istediği anlaşılmaktadır. el-Hâkim'in, el-Berâ b. Âzib'den (r.a.) naklettiği bir hadise göre Hz. Peygam­ber, namazda saflardaki boşlukların böyle küçük koyunların geçmesine izin vermeyecek şekilde ayar­lanmasını emretmişlerdir.[845] Bu açıdan, yukarıdaki hadisde Hz. Peygamber'in, "Şeytânı, küçük bir siyah koyun gibi safların arasından girerken görüyorum" sözü, namazda safların arasındaki boşlukların ne kadar olacağı hususunda bir fikir vermek mak-asdıyla söylenmiş de olabilir. Hz. 'Peygamber'in, ashabını eğitmek ve İslâmî esasları öğretmek mak­sadıyla onların kolayca anlayıp kavrayabileceği, içinde yaşadıkları hayat tarzına ve kültür yapılarına uygun bir metod seçtiği bilinen bir gerçektir. Nite­kim Hz. Peygamber, ekonomik yapısı hayvancılık ve tarıma bağlı olan o dönem toplumuna, kültür yapıla­rına uygun misaller getirerek bir takım meseleleri öğretmekteydi. Söz gelimi, hayvancılıktan, sürü gütmekten, çobanlıktan çok iyi anlayan bir toplumda mesuliyet anlayışını pekiştirmek, bunu vurgulamak için, "Hepiniz sürünüzden sorumlusunuz..."[846] de­mekten daha güzel bir yol bulunamazdı. Çünkü Araplar, sürüsüne sahip olmayan kimsenin ne gibi hayatî zararlara uğrayacağını gayet iyi biliyorlardı. Yukarıda, safların sık tutulmasından bahseden hadisde de, o dönem Arap toplumunun kültürel yapısı­na gayet uygun bir yol seçilerek, ashaba namazday­ken küçük bir koyun geçecek kadar bile saflarda boşluk bırakmaması çok etkili bir şekilde anlatıl­mıştır. Burada şöyle bir soru hatıra gelmektedir: Koyun, zararlı bir hayvan olmadığına göre, Hz. Pey­gamber şeytânı niçin siyah koyuna benzetmişlerdir? Câhiliye Araplannda siyah rengin uğursuz ve şerli varlıklar için kullanıldığını kaydetmiştik. Araplann siyah koyunu da şerli ya da uğursuz saj'malan söz konusu olabilir mi? Şimdiye kadar bu hususta her­hangi bir bilgiye rastlayamadık. Bu konuda râvîlerin bir zabt kusuru söz konusu olabilir, belki de Hz. Peygamber hayvancılığı çok iyi bilen ashabına el-Hâkim'in el-Berâ b. Âzib'den (r.a.) naklettiği gibi, safların arasında küçük koyun geçecek kadar bile boşluk bırakılmamasını emretmiştir de, râvîler bunu siyah koyun şeklinde nakletmişlerdir. Çünkü bu konudaki diğer bir hadisde, "Saflarda şeytâna boşluklar bırakılmaması" istenmiş,[847] fakat şeytân siyah koyuna benzetilmemiş tir.

Diğer bazı hadislerde ise, şeytân siyah renkli bir varlık olarak tasvir edilmiştir. Nitekim ed-Dârîmî'nin İbn Abbâs'dan (r.a.) naklettiği bir hadisde an­latıldığına göre, bir kadın Hz. Peygamber'e çocuğunu getirmiş ve "Bu çocuğumu cin çarpıyor" diye şikâyet­te bulunmuştu. Hz. Peygamber de çocuğun göğsünü sıvazlamış ve dua etmiştir. O. zaman çocuk hemen kusmuş ve içinden siyah köpek yavrusu gibi bir şey çıkarak, koşup gitmiş tir. [848] Bu hadis "Kur'ân dişlere Göre Cinler Büyü" adlı kitabımızın "Cinlerin Akıl Hastalıkları île İlişkisi" bölümünde kaydedilmiş ve orada râvîlerin zayıf oldukları belirtilerek hadis hakkında gerekli tenkîd yapılmıştı. Ebû Sa'îd el-Hudrî'den (r.a.) nakledilen bir başka hadisde de, şeytân siyah renkli olarak vasıflandırılmıştır. Bura­da anlatıldığına göre, Hz. Peygamber bir gece evine dönmek üzere yanından ayrılan Katâde b. Nu'mân'a (r.a.) bir hurma dalı vermiş ve "Bunu al, senin on adım Önünü, on adım da arkanı aydınlatacaktır. Gir­diğin zaman evin köşesinde bir karaltıyla karşılaşa­caksın. Konuşmadan önce hemen, ona vur, çünkü o şeytândır" buyurmuştur. Râvî dedi ki: 'O da öyle yapmış. Biz hurma dallarını bunun için severiz."[849]

Ancak, bu rivayet de zayıftır. Senedde yer alan râvîlerden Fuleyh b. Süleyman b. Ebi'l-Muğîre (v. 168) hadis âlimleri tarafından tenkide uğramıştır, Dârekutnî, en-Nesâî, Yahya b. Ma'în, Aliyyü'bnü'l-Medîrrî, es-Sâcî, Ebû Hatim gibi hadis âlimleri onun zayıf olduğunu bu sebeple hadisinin delil olarak kul­lanılamayacağını söylemişlerdir. [850]

 

c. Örümcek

 

Bir kısım hadis ve rivayetlerde diğer bazı hayvanlara da şeytân denildiği görülmektedir. Bu hay­vanlar arasında örümcek, kertenkele, güvercin ve yılan bulunmaktadır. Yukarıda da kaydedildiği gibi, bu tür hadis ve rivayetlerde ya mecazî bir anlam kasdedilmektj ya da bu hayvanların zararlı olduğu­na işaret edilmektedir. Bu tür rivayetler bazan da, Câhiliye dönemi Arap toplumunun bazı hayvanlarla ilgili uğursuzluk inancını yansıtmaktadır. Demî­rî'nin kaydettiği ve hadis olduğunu söylediği örüm­cekle ilgili iki rivayet böyledir: Demîrî'nin İbn Ömer (r.a.) vasıtasıyla Hz. Peygamber'den nakledildiğini belirttiği bu rivayetlerden birisinde Hz. Peygam­berin, "Örümcek, Allah'ın meshettiği bir şeytândır. Onu öldürünüz."[851] buyurduğu ileri sürülmektedir. Fakat Demîrî'nin kendisi de bu rivayetin zayıf olduğunu kaydetmektedir. Hadis âlimleri râvî Mesleme b. Ali el-Haşenî'nin metruk bir kimse olduğunu, hadisiyle meşgul olmaya değmeyeceğini bildirmiş­lerdir.[852] Demîrî'nin kaydettiği diğer rivayette ise Hz. Peygamber'in, "Örümcek şeytândır, onu öldü­rünüz" buyurduğu nakledilmektedir. Demîrî bu riva­yetin mürsel olduğunu kaydetmektedir.[853]

 

d. Kertenkele

 

Hz. Peygamber'den, "Kertenkele'yi Ka'be'nin içinde bile olsa öldürünüz" şeklinde bir hadis nakledilmektedir.[854] Ancak bu hadisde, "Çünkü o bir şeytândır" şeklinde bir gerekçe yer almamaktadır. el-Aynî ise, İbn Ömer'in (r.a.), "Kertenkeleyi öldürü­nüz, çünkü o bir şeytândır" dediğini nakletmiştir. [855]

Bu durum, sahabe veya daha sonraki nesle mensup râvîlerin zararlı hayvanların öldürülme­sinden bahsederken, buna gerekçe olarak açıklama mâhiyetinde 'bunların şeytân olduklarını" belirttik­lerini, daha sonraki râvîler tarafından bazan bun­ların hadisin aslından sanılmış olabileceğini hatıra getirmektedir.

 

e. Güvercin

 

Ebû Hureyre'nin (r.a.) Hz. Peygamber'den nak­lettiği bir hadisde güvercinin şeytân olduğundan bahsedilmektedir. Hadis şöyledir: "Hz. Peygamber bir gün güvercin kovalayan bir kimse gördü ve şöyle buyurdu: 'Bir şeytân, bir şeytânın peşine düşmüş, onu takip ediyor."[856] Ahmed b. Hanbel'in Kabîsa b. Muhârik'den (r.a.) naklettiği bir ha'disde de Hz. Pey­gamberin, "Iyâfet (kuşu kondurmamak), tark (fal vs. maksadlarla yere çizilen çizgi) ve uğursuzluk el-Cibt, (şeytân) dendir" [857] buyurduğu haber verilmektedir.

Yukarıdaki hadisde güvercine ya da onu uçuran kimseye şeytân denilmek suretiyle zahirî bir anlam kasdedilmediği açıktır. Güvercinlerin eski çağlardan beri talih çekmek, uçuşlarına göre fal bakmak için kullanıldığı bilmen bir husustur [858] Bunlar şeytânın vesvesesine yol açan davranışlar olduğu için güver­cine ve onu uçuran kimseye şeytân denilmiş olabi­leceği gibi, böyle faydasız bir şeyle meşgul olup, za­manını öldürmesi, hak yolundan uzaklaşması sebe­biyle de bu kişiler böyle bir şekilde isimlendirilmiş olabilirler. İnsanı Allah'ı anmaktan uzaklaştırıp, gaflete dalmasına sebep olduğu için de güvercine şeytân denilmesi muhtemeldir.[859] Burada, hadisin râvîlerinden Muhammed b. Amr b. Alkame el-Leysî'nin hadis âlimlerinin tenkidine uğradığını, zayıf bir kimse olduğunun söylendiğim kaydetmemiz ye­rinde olacaktır.[860]             

 

f. Yılan

 

Bazı hadislerde yılanlar için de "Şeytân" laf­zının kullanıldığını görmekteyiz. Konumuzla ilgili olarak yukarıda da kaydettiğimiz gibi bu hadislerdeki "şeytân" kelimesiyle, bu hayvanların zararlı ve şerli olduklarına işaret edilmek istendiği anlaşıl­maktadır. Nitekim bu konuda Müslim'in kaydettiği bir hadisde Hz. Peygamber, evlerde rastlanılan yılanlar hakkında: "Üç gün ilân edip, onu kovunuz. Şayet gitmezse öldürünüz. Çünkü o bir şeytândır" buyurmuştur.[861] Söz konusu hadisde Hz. Peygamber'in ev yılanları için kullandığı "O bir şeytândır" ifâdesinin, yılanların gerçekten ruhanî anlamda şeytân olduklarına ya da şeytânlann yılan şekline girdiklerine değil de, onların zararlı ve şerli birer varlık olduklarına işaret ettiği açıktır. Müslim'in kaydettiği şu hadisin bu hususa şâhidlik ettiği görülmektedir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Şu evlerde uzun ömürlü ev yılanları vardır. Onlar­dan birini gördüğünüz zaman üç gün kovun, şayet gitmezse onu öldürün. Çünkü o bir kâfidir."[862] Hz. Peygamber aynı konudaki bu son hadisinde, kovu­lunca gitmeyen ev yılanı için "O bir kâfirdir" buyura­rak, onun zararlı olduğuna dikkat çekmiştir. Bu had­isin ışığında, yukarıdaki hadisde kullanılan "O bir şeytândır" ifâdesinin, "O bir kâfirdir", yani zararlı ve şerlidir mânâsına kullanıldığı anlaşılmaktadır.

 

D. Eşeğin Anırması, Köpeğin Havlaması ve Şeytân

 

Bazı hadislerde, eşeğin anırması ile köpeğin havlaması şeytânla irtibâtlandırılmıştır, Ebû Hureyre'den (r.a.) nakledildiğine göre Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmuştur: "Geceleyin horozların ötmesini işittiğiniz zaman Allah'ın lutfundan isteyiniz. Çünkü horozlar bir melek görmüştür. Geceleyin eşeğin anırmasını işittiğiniz zaman da Allah'a sığı­nınız. Çünkü eşek şeytânı görmüştür."[863]

Tirmizî,  bu  hadisin  hasen-sahîh  olduğunu söylemiştir. İslâm âlimlerinin bu hadisi genellikle zahirî mânâsına aldıkları görülmektedir. Buna göre, horoz öttüğü zaman gerçekten meleği,  eşek de anırdığı zaman gerçekten şeytânı görmüş olmak­tadır. Konuyla ilgili olarak Hz. Peygamberin, öttüğü için horoza lanet eden bir adamı bu davranışından menederek, horozun insanları namaza davet ettiğini haber verdiği kaydedilmektedir.[864] Horozun, sabah­ları  erkenden  öterek  insanları   âdeta  namaza kaldırdığı da bir gerçektir. Bu açıdan horozun, İslâm kültüründe sevimli bir yönü vardır. Eşeğin ise böyle bir özelliği yoktur. Üstelik anırdığı zaman sesi de çok çirkin ve rahatsız edicidir. Nitekim Kur'ân'da "Seslerin en çirkininin eşek sesi olduğu" bildiril­miştir.[865] İşte, kaydettiğimiz bu hadisde, eşeğin çirkin sesiyle anırdığı zaman şeytân gördüğünden bahsedilmekte  ve  o  esnada  şeytânın  şerrinden Allah'a sığınılması emredümektedir.[866]

İnsan gözünün varlık alemindeki her şeyi göremediği açıktır. İnsan gözü, dalga boyları 420-470 nanometre arasında olan ışık ışınları ve bu ışınların getirdiği varlıkları gÖrebilir,[867] çıplak gözle mor ve kızıl ötesi ışınları göremez. Televizyon alıcısı vasıtasıyla gözüne adapte edilinceye kadar, yapılan yayın dalgalarını göremez, varlığını algılayamaz. Bu cümleden olarak, cin, şeytân, melek gibi gözünün görme kabiliyeti dışında kalan ruhanî varlıkları göremediği gibi, mikrop türünden çok küçük varlık­ları da göremez. Bu açıdan bizim gözümüzün belirli bir alanla sınırlı görme frekansı olduğu gibi, horoz, eşek gibi hayvanların da bizimkinden daha farklı görüş frekansları olabilir. Kısacası eşek ya da horoz, gözlerinin yapısı gereği bizim görüş alanımıza gir­meyen farklı ışık frekansmdaki varlıkları görüp, algılayabilirler. Nitekim bazı hayvanların kulak­larının algılayabileceği ses frekansları gereği, insan­lardan daha önce deprem gibi bir takım felâketleri meydana gelmeden önce' hissederek, algılayabil­dikleri, huzursuz oldukları bilinen bir gerçektir. Ahmed b. Hanbel'in, Câbir b. Ab dili âh'tan naklettiği bir hadis, eşeğin şeytânı görmesiyle ilgili olarak yuk­arıda kaydettiğimiz görüşlerimizi te'yid etmektedir. Bu hadisde anlatıldığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "...Geceleyin köpeklerin havlaması ile eşeğin anırmasını işittiğiniz zaman Allah'a sığını­nız. Çünkü onlar sizin görmediğiniz şeyleri görür­ler..."[868]

Gerçekten de insanoğlu köpeğin bu özelliğini çok erken bir dönemde keşfederek onu ehlîleştirmiş, ken­disine en yakın dost edinmiş, gerek kendisinin gerek­se mal ve mülkünün düşmanlarına karşı korun­masında ondan yararlanmıştır. Köpeğin sezgisi, koku alması, ses duyması ve görmesinin çok güçlü olduğu bilinen bir gerçektir. İçinde yaşadığımız çağda bile insanoğlu hâlâ bu eski dostundan yararlan­maktadır. Avcılık, bekçilik, emniyet konularında, deprem felâketlerinde ondan faydalanılmakta, insa­noğlunun bu vefalı dostu hâlâ av, bekçi ve polis köpeği olarak sahibine hizmet etmektedir. Bu konu­da diğer bir hadis daha vardır ve yine Câbir'den (r.a.) nakledilmiştir. Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bu hadise göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Kılavuz olarak dışarıya az çıkınız. Şüphesiz ki, Allah'ın (Yeryüzü'ne) yaydığı yaratıkları vardır. Bu sebeple köpeğin havlamasını veya eşeğin anırmasını duyduğunuz zaman, şeytândan Allah'a sığının."[869] Bu hadis, daha önce kaydettiğimiz aynı konudaki Ebû Hureyre (r.a.) hadisini desteklemektedir. Fakat râvîlerden Ömer b. Ali b. el-Hüseyn'in rivayetinde hata yaptığı kaydedilmiştir.[870] Bazı hadis âlimleri ise, eşeğin şeytân olması, onun gemideyken Hz. Nuh'a eşek suretinde gelmesindendir, demişler­dir.[871] Bu rivayetin asılsız olduğu açıktır. Bu hadis­lerin, gerçekten köpek ya da eşeğin görme kabili­yetleriyle bir ilgisi vardır. Hadisin, bu hayvanların sahip oldukları göz yapılarıyla, insanların göreme­dikleri bir takım şeyleri görebilme özelliği taşıdıkla­rına işaret ettiği kanaatini taşımaktayız.

Câhiliye döneminde geceleyin eşek veköpek sesi uğursuz sayılır, bunlar o dönemin insanına korku ve­rirdi. Özellikle geceleyin bu sesler o dönem Câhiliye halkında dehşet ve endişe uyandırırdı. Bu sesleri işitenler başlarına bir belâ geleceğim sanırlardı.

Nitekim Ahmed b. Hanbel'in kaydettiği hadisde, "Geceleyin köpeğin havlaması ile eşeğin anırmasını işittiğiniz zaman Allah'a sığınm"[872] buyrularak bu hususa işaret edilmiştir. Hz. Peyamber onların bu bâtıl inancını yıkmak istemiş, korkularım yenmek için köpek ve eşek amrdığı zaman Allah'a sığınmala­rını emretmiştir. Kanaatimizce Câbir (r.a.) hadi­sinde yer alan "Çünkü onlar sizin görmediğiniz şeyleri görürler" [873] ibaresi ile, Ebû Hureyre (r.a. had­isinde yer alan "Çünkü horozlar bir melek görmüş­tür... Çünkü eşek şeytânı görmüştür"[874] ifâdesi râvîlerin hadisi şerhetmek maksadıyla söyledikleri açıklamalardır ve Hz. Peygamber'e aid değildir. Daha sonraları râvîler tarafından hadisin aslından sanılmıştır. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in yine Câbir'den (r.a.) naklettiği son hadisde Hz. Peygamber'in "Köpeğin havlamasını veya eşeğin anırmasını duyduğunuz zaman şeytândan Allah'a sığmm"[875] buyurulmakta, fakat "Çünkü onlar şeytân görmüş­lerdir" denilme inektedir. Bu da Hz. Peygamber'in, Câhiliye döneminin kültürel tesiri altında kalan ve köpeğin havlamasını, eşeğin anırmasını uğursuzluk ve bir belânın habercisi sayan ashabının bu inancını yıkmak, onların korkularını teskin etmek, şeytânın vesvese vermesine engel olmak, onlara sadece Allâh'dan korkmayı öğretmek için bu konudaki buy­ruklarını söylediğini, râvîlerin de bunlara kendi açıklamalarını da katarak naklettiklerini düşün­mekteyiz.[876]

 

 

2. GELECEĞE DAİR BAZI HABERLER VE ŞEYTÂN

 

Bu konudaki bazı hadislerden, gelecekte cereyan edeceği haber verilen bazı olaylar ve şeytân ilişkisi dikkati çekmektedir. Bunlar arasında Deccâl, İstan­bul'un Fethi, Hz. İsa'nın İnmesi gibi olaylar göze çarpmaktadır. Bu hadislerde dikkati çeken bir diğer husus, bunlardaki mübhemliktir. Bu hadislerden Ebû Hureyre (r,a.) tarafından nakledileni şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurmuşlardır: 'er-Rûm, (Halep yakınlarındaki) a'mak yahut Dâbık bölgele­rine ininceye kadar Kıyâmet kopmaz. O vakit ge­lince, Medine'den o gün Yeryüzü halkının en hayırlı­larından bir ordu onlara karşı çıkar. Müslüman or­dusu, onlara karşı savaş nizâmında saf saf oldukları zaman Rumlar müslümanlara, 'Bizimle bizden esir alınanların arasını boşaltın da onlarla savaşalım, diyecekler. Müslümanlar da, 'Hayır, vallahi sizinle o kardeşlerimizin arasını boşaltıp açmayız' cevabını verecekler ve bundan sonra Rumlarla savaşa başla­yacaklar. Savaşta müslümanların üçte biri bozguna uğrayıp kaçacak. Allah da onlara ebediyyen tevbe ilhanı etmeyecektir. Müslüman ordusunun üçte biri öldürülecektir. Onlar Allah katında şehidlerin en faziletlisi olacaklardır. Müslüman ordusunun kalan üçte biri ise, fethedecek ve ebediyyen fitneye mâruz kalmayacaklardır. Bunlar, İstanbul'u fethedecekler­dir. Bu gaziler fetihden sonra kılıçlarını zeytin ağaçlarına asarak, ganimetleri bölüşürken şeytân ansızın içlerinde: 'Deccâl Mesîh, ailelerinizin içinde sizin yerinize halefiniz oldu' diye bir nâra atacak. Bu sözler bâtıl ve yalan olduğu halde, müslüman asker­ler yola çıkacaklar. Şam'a geldikleri vakit savaşa hazırlanıp, saflarını düzeltirken namaza ikâmet yapılacak ve hemen Meryem oğlu İsâ (a.s.) inecek ve onlara imâm olacaktır. Allah'ın düşmanı onu gördü­ğü zaman tuzun suda eridiği gibi eriyecektir. Şayet onu bıraksa, kendi kendine helak oluncaya kadar eriyip gidecekti. Fakat Allah, onu kendi elleriyle öldü­recek ve süngüdeki kanını müslümanlara gösterecek­tir."[877]

Hadis gelecekte ortaya çıkacak bir takım olay­larla ilgilidir ve mânâca kapalı bazı hususlar ifâde etmektedir. Hadisde, İstanbul'un fethedileceğinden, bundan sonra Deccâl'ın ortaya çıkacağından ve Hz. İsa'nın ineceğinden bahsedilmektedir. İstanbul 1453 yılında Fâtih Sultan Mehmed tarafından fethedildiğine ve o zamandan beri de müslüman Türkler'in idaresinde olduğuna göre, şu banale hadisin metnin­deki bu ifadenin anlamı İstanbul'un yeniden düşman eline geçeceği sonra tekrar müslümanlar tarafından fethedileceği, bu esnada da Deccâl ile Hz. İsa'nın or­taya çıkacağıdır. İstanbul 16 Mart 1920 tarihinde düşman işgaline uğramış ve İstiklâl Savaşından sonra 2 Ekim 1923 yılında andlaşma yoluyla savaş­sız olarak tekrar Müslüman Türkler'in idaresine geçmiştir. Bu tarihten sonra da hadisde bahsedilen Deccâl'in çıkması, Hz.İsa'nın inmesi gibi olaylar meydana gelmemiştir. Bu durumda hâdisde bahse­dilen İstanbul'un fethinin Kurtuluş Savaşından son­raki olmadığı anlaşılmaktadır. Hadisde, İstanbul'u fethedecek olan bu ordunun Medine'den çıkacağından bahsedilmektedir. Bu  müslümanların,   İstanbul'u fethettikten sonra kılıçlarını zeytin ağaçla­rına asacaklarından bahsedilmektedir. Şimdi artık savaşlarda kılıç kullanılmadığı malumdur. O, yerini daha gelişmiş, daha Öldürücü silahlara bırakmıştır. Deccâl'ın çıkıp, Hz.İsa'nın ineceği çağda İstanbul'u yeniden fethedeceği haber verilen bu gâzîler, savaş aracı olarak gerçekten kılıç mı kullanacaklar? Şayet bu doğruysa, insanlık, katettiği bunca teknolojik gelişmeden sonra gelecekte  tekrar kılıç kalkan çağına geri dönecek demektir. Ya da hadisde zabt kusuru söz konusudur,  râvî, Hz. Peygamber'in, "Silâhlarını zeytin ağaçlarına asacaklar" şeklindeki sözünü "kılıçlarım" şeklinde nakletmiştir. Hadisde dikkat çeken bir nokta da, Hz. İsâ'nın indikten sonra Müslümanlara imâm olacağıdır ve lafzıyla buna işaret edilmektedir. Kanaatimizce, Mehdî'nin müslümanlara başkan ve imâm, Hz. İsa'nın da inip., Mehdî'ye   tâbi  olarak  Onun   arkasında   namaz kılacağından bahseden hadislere aykırı olmaması için bazı âlimler, bu hadisde geçen "Hz. İsâ onlara imâm olacak" lafzı hakkında: "fiili, imâm oldu mânâsına değil, müslümanlara uymak, Peygamberlerinin Sünneti'ni almak için yanlarına gitmek istedi, manasınadır" demişlerdir.[878] Ancak fiilinin, "Uydu, tâbi oldu" anlamına gelebilmesi için şeklinde kullanılması gerektiği kayde­dilmektedir. Hadisde ise, bu mânâyı vermeye uygun olacak şekilde şeklinde kullanılmamış, şeklinde kullanılmıştır. Faili, "İmâm oldu, devlet başkam oldu" anlamından başka, "Kasdetti" mânâsına da gelmektedir. Yukarda bahsettiğimiz âlimlerin bu mânâyı tercih ettikleri görülmektedir. Bu durumda, (fi) fiilindeki mansûb zamirinin Deccâl ile ona tâbi olanlara ait olduğu, o takdirde cümlenin "Hz.İsâ inerek, Deccâl ile ona uyanları helak etmek için onlara kasdedecektir" mânâsına geldiği kayde­dilmiştir.[879] Fakat, Hz. İsa'nın inerek Deccâl'ı öldü­receğinden bahseden hadislerin incelenmesinden, Hz. İsa'nın konumunun, Mehdî'ye tâbi olan, onun em­rinde  savaşan bir müslüman  değil,  bir  devlet başkam durumunda olduğu görülür. Çünkü bu konu­daki hadislerde Deccâlı Mehdî'nin değil Hz. İsa'nın Öldüreceğinden, Ye'cûc ve Me'cûc saldırılarına karşı müslümanları etrafına toplayarak Onun mücâdele edeceğinden bahsedilmektedir.[880] Bu durumda, kon­umuzla ilgili hadisdeki  lafzına "Devlet başkanı oldu" mânâsını vermenin daha isabetli ola­cağım düşünmekteyiz. Zaten Mehdi ile ilgili hadis­lerde de dikkat çekici bir kapalılık mevcut olup, doy­urucu bir netlik yoktur. Bu konudaki hadisleri göz önünde tutarsak, Mehdî vefat edince mi yerine Hz.İsâ geçecek, yoksa Mehdî Hz. İsa'nın emrine mi girecek? Deccâl, Mehdî'nin sağlığında mı ortaya çıka­cak? soruları karşımıza çıkmaktadır. Bazı hadis­lerde Hz. İsâ'nın Mehdî'ye uyup namaz kılacağı, Deccâl'ı öldüreceği anlatılmaktadır. Bu hadislerden de Hz. İsa'nın hem Mehdi hem de Deccâl ile karşıla­şacağı, dolayısıyla Deccâl'ın Mehdî'nin zamanında ortaya çıkacağı anlaşılıyor.[881] Sonuç olarak bu konu­da belirsizlikler vardır, bu konudaki hadislerde zabt kusurları olduğu göre çarpmaktadır. Nitekim bu hu­sus hadisdeki, "Şeytân ansızın içlerinde: "Deccâl Mesîh, ailelerini­zin içinde sizin yerinize halefiniz oldu' diye bir nâra atacak"[882] cümlesinin, Abdullah b. Mes'ûd'dan (r.a.) nakledilen oldukça farklı diğer bir hadisde, "Kendilerine bir dellâl gelir ve: 'Deccâl, zürriyetleri konusunda onların yerini aldı' diye ilân eder"[883] şeklinde nakledilmiş olmasından da anlaşılmak­tadır. Konumuzla ilgili hadisde bu cümleyi sarfedenin "Şeytân" olduğu nakledilirken, kaydettiğimiz son hadisde bu sözü söyleyenin bir "dellâl" olduğu kayde­dilmektedir. Bu durumda, zabt açısından kusurlu olan bazı râvîler tarafından farklı konulardaki ayrı ayrı hadislerin bir araya getirilerek söz konusu hadi­sin metninin ortaya çıktığı hatıra gelmektedir. Hadi­sin metninin incelenmesinden üç ayrı konudan bah­sedildiği görülmektedir. Bunlardan ilki Rumlarla savaştır. İkincisi İstanbul'un fethi, üçüncüsü Mesîh Deccâl'ın çıkması ve Hz. İsâ'nın inmesidir. Kanaati­mizce bu üç farklı konudaki üç ayrı hadis, zabt yönünden kusurlu râvîler tarafından birleştirilip tek hadis haline getirilerek, mübhem ve anlaşılmaz bir duruma sokulmuştur. Bu hadisin metnini üç ayrı ha­dis olarak düşünürsek, konu biraz daha berraklaşarak netlik kazanmaktadır. Buna göre hadisin ilk kısmı olan, "er-Rûm, A'mak yahut Dâbık bölgelerine ininceye kadar Kıyamet kopmaz" cümlesi, müstakil bir hadis olmalıdır. Bu cümledeki "er-Rûm" sözü ile de Hristiyân Rûmlar'ın değil, coğrafî anlamda Anadolu'nun kasdedilmiş olduğu hatıra gelmektedir. Kısacası, bu sözle Anadolu ve Rumeli'yi fethederek, onların taht ve toprağına vâris olan Müslüman Türkler'e işaret edildiği anlaşılmaktadır. Osmanlı padişahları aynı zamanda "İklîm-i Rûm'un Hüküm­darı"  olarak  anılıyorlardı ve  Araplar  arasında Anadolu, fetihten sonra da Rûm diyarı diye anılma­ya devam etmişti. Sonuç olarak Hz. Peygamber bu sözü ile ilerde Anadolu'dan Suriye'ye yönelecek bir askerî harekâtı, yani Yavuz Sultan Selimin Mercidâbık zaferini kasdetmiştir, diye düşünmekteyiz. Nitekim Osmanlı Sultam Yavuz Sultan Selim Hân, emrindeki ordusuyla Suriye ve Mısır üzerine yürü­müş, Mercidâbık'da Kölemenlerin ordusunu bozguna uğratmıştır. Bunun sonucu olarak, o zamana kadar Mısır, Suriye ve Hicaz'ı idareleri altında tutan kölemen hâkimiyetine son  verilmiş  ve  Hilâfet Araplardan Osmanlı Türkleri'ne geçmiştir. Bu olay ise, İslâm Târihinde başlı başına bir dönüm nok­tasıdır. Bu açıdan, eğer Hz. Peygamberin bazı hadis­lerinde gelecekte ortaya çıkacak bazı olaylardan bahsedilmişse,[884] Hilâfetin Araplar'dan Türklere geçeceğinden de söz edilmiş olmalıdır, diye düşünmekteyiz. Söz konusu ettiğimiz Mercidâbık savaşı, iki İslâm ordusu arasında meydana gelmiştir. Ka­naatimizce hadisdeki, "Medine'den o gün Yeryüzü halkının en hayırlılarından bir ordu onlara karşı çıkar" sözü de başka bir hadisden alınarak buraya eklenmiş gözükmektedir. Yukarda kaydettiğimiz rivayete kaynaklık eden bu hadisin, Müslümanlarla Bizanslılar arasında çıkacak bir savaşa işaret ettiği anlaşılmaktadır. Burada Emevîler zamanında Bi­zanslılarla savaşan, İstanbul'u kuşatan, içlerinde Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin de bulunduğu İslâm ordusu kasdedilmiş  olabilir ki, bu görüş  daha isabetli gözükmektedir. Bu açıdan hadisin bu bölümünün de ayrı bir hadisden alınıp, kaydettiğimiz hadisin met­nine  dâhil edildiğini  sanılmaktayız.  Hadisdeki, "Müslüman ordusunun kalan üçte biri ise fethedecek ve ebediyyen fitneye mâruz kalmayacaklardır. Bun­lar İstanbul'u fethedeceklerdir..." cümlesindeki, "Müslüman ordusunun üçte biri" sözü ile de, İstan­bul'u  alan Müslüman Türkler'in kasdedildiğini düşünmekteyiz. Çünkü İslâm Ümmetinin ana iki grubunu meydana getiren Araplar ve İranlılar bir müddet sonra fetîh hareketlerine ara vermişler, fa­kat Selçuklu ve Osmanlı Türkleri bu nöbeti onlardan devr alarak, cihâda devam etmişler, sonunda İstan­bul'u alma şerefine nail olmuşlardır.[885] Ancak Arap kardeşlerimizin her nedense, Müslüman Türkler ta­rafından gerçekleştirilen bu fethi, sanki yapılmamış kabul eder gibi bir tutum içine girdikleri gözlenmek­tedir. Bu anlayışa göre Hz. Peygamber tarafından haber verilen İstanbul'un fethi, Türkler tarafından yapılan değildir, bu müjdenin gerçekleşmesi için bu­nun mutlaka Araplar tarafından yapılması gerekmektedir.[886]

Aralarında Nâsrüddîn el-Elbânî ve Mahmûd Ebû Reyye'nin de bulunduğu bazı âlimler ise, bu ko­nudaki hadislerin zayıf ya da uydurma olduğunu ile­ri sürmüşlerdir.[887] Konumuzla ilgili olarak yukarda kaydettiğimiz rivayetin son bölümünün de, Deccâl'ın çıkıp Hz. İsa'nın Yeryüzü'ne inmesinden bahseden müstakil, ayrı bir hadis olduğu insanın hatırına gel­mektedir. Kavilerden kaynaklanan zabt eksikliğinin ve onların bu üç ayrı olayı birbirine bağlayarak nak­letmelerinin ilgili hadisi bir muamma haline getir­diği kanaatindeyiz. Nitekim râvîlerden Süheyl b. Ebî Salih, Süleyman b. Bilâl ve Mu'alla b. Mansûr hadis âlimlerinin tenkidine uğramışlardır. Bu râvîlerden Süheyl b.Ebî Salih'in, rivayetinde hata yaptığı, hadisde hüccet olmadığı, bazı hadislerini unuttuğu, ömrünün sonlarına doğru hafızasının bozulduğu, kendisinde zayıflık bulunduğu, hadis âlimlerinin onun rivayetlerinden sakınageldikleri, el-Buhârî'nin el-Câmiu's-Sahîh'inde kendisinden hadis nakletme­diği, Müslim'in el-Cârniu's-Sahîhi'nin tenkide uğra­yan râvîlerinden olduğu kaydedilmektedir.[888] Yine râvîlerden Süleyman b. Bilâl'ın de, hadisine güvenilen kimselerden olmadığı 'zikredilmiştir.[889] Üçüncü râvî Mu'al lâ b. Mansûr'un da rivayetinde sıkça hata yaptığı kaydedilmektedir. Ahmed b. Hanbel, ondan herhangi bir şey rivayet etmemiş, üstelik onun yalancı olduğunu söylemiştir.[890]

Bazı hadis âlimleri “Gerçekten Mesîh Deccâl ai­leleriniz içinde sizin yerinize geçti" cümlesi ile, "Memleketinizde bıraktığınız aileleriniz Deccâl'ın eline geçti" denilmek istenildiğini, bu haberin de ya­lan olduğunun yine hadisde belirtilmiş olduğunu söylemişlerdir. [891]

Konumuzla ilgili olarak bir başka hadis daha vardır. Abdullah b. Amr'dan (r.a.) nakledilen bu ha­disde de, Deccâl'ın çıkıp, Hz. İsa'nın inerek Deccâl'ı öldüreceğinden, bir müddet sonra Allah'ın Yeryüzü'ndeki bütün müslümanları vefat ettireceğinden bahsedilmekte ve Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

"Artık Yeryüzü'nde kuşlar hafifliğinde, canavar­lar ahlâkında olan şerli ins.anlar kalır. Onlar, hiçbir iyiliği tanımazlar, hiçbir kötülüğü de reddetmezler. Nihayet şeytân onlara insan kılığında görünür de 'Sizler bana neden uymuyorsunuz?' der. Onlar da: 'Bize ne emrediyorsun?' derler. Şeytân da onlara putlara tapmalarım emredecek, bu haldeyken onların rızıkları bol, yaşayışları güzel olacak, sonra Sûr'a üfürülecektir."[892]

Bazı âlimler hadisde, mü'minler vefat ettikten sonra geride kalarak Kıyametin başlarına kopacağı bildirilen kimselerin kuşlara ve yırtıcı hayvanlara benzetilmesi, onların şerre, fesada ve şehvetlerini tatmine koşmada kuşların uçması gibi süratli olma­ları, birbirlerine zulüm ve düşmanlık yapmada da canavarların tabiatında olmaları sebebiyledir, demişlerdir.[893] Bir kısım âlimler, Kıyametin büyük alâmetlerinden olarak Hz. İsa'nın gökten ineceğin­den bahseden bu hadislerin manevî mütevâtir dere­cesinde olduğunu ileri sürmüşlerdir. Muhammed En-verşâh el-Keşmîrî bu konuda et-Tasrîh bimâ Tevâtere fî Nuzûli'l-Mesîh adlı bir eser te'lîf etmiştir. Ancak bir kısım âlimler de, bu gibi rivayetlerin Hris-tiyân kültürünün izlerim taşıyan "Mesîhiyyât" türü nakiller olduğunu söylemişlerdir.[894] Kur'ân-ı Ke-rîm'in Hz. İsâ ile ilgili âyetlerinden, Onun Kıyâmet'in büyük alâmetlerinden olarak tekrar Yeryüzü'ne indirileceği sonucuna varmanın mümkün ol­madığım belirten bir kısım ilim adamları da, "Hadislerde söz konusu edilen, Hz. İsa'nın Kıyamet Gününden önce döneceğine dair hükümlerin varlığı, müfessirleri âyetlerde geçen kelimelerin zahir an­lamları dışında yorum (te'vîl) yoluna gitmek ve âyetleri hadislerdeki görüşler yönünde açıklamak zo­runda bırakmıştır" demektedirler.[895]

Bu husustaki diğer bazı hadislerde ise, şeytânların Deccâl'a yardım edeceğinden bahsedil­mektedir. Bu konuda Esma b. Yezîd'den (r.a.) nakledilen bir hadis şöyledir:

"Biz bir gün Hz. Peygamberle beraber O'nun (s.a.v.) evindeydik. Buyurdu ki: 'Deccâl'ın çıkmasına üç yıl kala, Gök, yağmurunun üçte birini, Yer, bitkisi­nin üçte birini hapseder. Üçüncü yıl ise Gök, yağmu­runun tamamını, Yer, bitkisinin tamamını hapseder ve ayaklı veya tırnaklı hiçbir hayvan kalmaz, helak olur. (Böyle bir ortamda meydana çıkan) Deccâl, çöl halkından bir adama: 'Ne dersin, senin develerini memeleri iyice (sütle) dolu, hörgüçleri çok büyük ola­rak diriltsem, benim senin Rabbin olduğumu kabul eder misin?' der. O adam da: 'Evet' der. Bunun üzerine şeytânlar o adam için, develerinin suretine girerler, o da Deccâl'a uyar. Yine adama: 'Ben, ba­bam, oğlunu veya ailenden bildiğin birisini diriltsem benim senin Rabbin olduğuma inanır mısın?' der. O adam da: 'Evet' der. Bunun üzerine şeytânlar adamın ölen yakınlarının suretine girerler, o da Deccâl'a tâbi olur."[896]

Ancak, bu hadisin zayıf olduğu anlaşılmaktadır. Bazı hadis âlimleri, bu rivayetin senedinde yer alan râvî Şehr b. Havşeb'in zayıf olduğunu, kendisiyle ihticâc edilemeyeceğini söylemişlerdir.[897] Söz konusu hadis, şeytânların insanları saptırmak maksadıyla bazı kimselerin veya bazı canlı varlıkların suretle­rine girip giremeyecekleri hususunu gündeme getir­mektedir. Zayıf olduğuna işaret ettiğimiz bu hadis, bunun mümkün olabileceğini, nitekim Deccâl çıktığı zaman, şeytânlar'ın ilâhlık dâvasında ona   yardım etmek için insan veya hayvan suretine girebilecekle­rini ifâde ediyor. Ancak şimdiye kadar Allah'ın böyle bir şeye izin vermediğini kaydederek, gelecekte de böyle bir şeye inşâallâh izin vermeyeceğini söylemek istiyoruz. Şimdiye kadar hiçbir kâfir ya da ilâhlık dâvasında bulunan hiçbir azgın böyle bir imkânı elde edememiştir, böyle bir husus kaydedilmemektedir. O zaman, bu konuda Cenâb-ı Hakk'ın devam edip gelen Sünneti, uygulaması, kullarını saptırmak için kimseye bu  konuda imkân  tanımadığıdır. Şimdiye kadar herhangi bir şeytânın, ölen kimsele­rin suretine girerek, ilâhlık iddiasında bulunanları destekleyebildiği, ilâhlık taslayanların ölenleri diril­tebildiği görülmemiştir. O halde Allah'ın izniyle gelecekte de böyle bir şey görülmeyecektir. Çünkü öldürmek de diriltmek de kendisine mahsûs olan Allah, Sünnet'inde bir değişiklik olmayacağını yine kendisi haber vermektedir.[898] Zaten şeytânların elinde böyle bir imkân ve bu işi yapma konusunda bir güç olsaydı, Allah'ın dînine ve insanlara düş­manlık olması açısından şimdiye kadar çoktan bu işi yaparak kâfirleri ve yandaşlarını desteklemeleri gerekirdi. Halbuki bu işi başaramamışlardır, o halde böyle bir şey yapmaya güçleri yoktur. Nitekim öldürme ve diriltme iddiasında bulunan Nemrud'a bile bu konuda yardım edememişlerdir. Nemrud'un öldürme ve diriltme iddiası sokaktan geçen iki masum insanın birinin idamı, diğerinin serbest bırakılmasıyla noktalanmıştır. [899]

Cin ya da şeytânların, insanların suretlerine girebilmeleri durumunda dünyada düzen ve hukuku altüst edebilecekleri de bir   gerçektir.   Bu   açıdan muhakkik İslâm âlimleri böyle bir şeye ihtimâl vermemişlerdir.[900]

Konumuzla ilgili olarak Câbir'den (r.a.) de bir hadis nakledilmektedir. Bu hadisde ise Cenâb-ı Hakk'ın, Deccâl'ı insanlarla konuşan şeytânlarla be­raber göndereceği, ayrıca Deccâl'ın yanında büyük bir fitnenin de mevcut olacağı haber verilmektedir.[901] Bu hadisde geçen "Şeytânlar" lafzıyla cin cinsinden olanlar değil, insan cinsinden olanların kasdedilmiş olması da mümkündür. Yani Deccâl'ın yandaşları "Şeytânlar" olarak vasfedilmiş olabilir. Cin ve şeytânlar aslî hüviyetleriyle insanlar tarafından görülemeyeceğine, yukarda kaydedildiği üzere şey­tânlar da insan suretine giremeyeceğine göre, bu ha­disde bahsedilen şeytânların, insan şeytânları olduğu ve Deccâl'a hizmet ettikleri anlaşılır. Zaten şeytânların insanlarla konuşmasının pek orijinal ta­rafı da yoktur. İnsanoğlu yaratıldığından beri ves­vese ve telkin yoluyla şeytânlar zaten insanlarla konuşmaktadırlar.

Bu hususla ilgili olarak kaydetmek istediğimiz bir hadis de Ubâde b. es-Sâmit'ten (r.a.) gelmekte­dir. Buna göre bir adam Hz. Peygamber'e gelerek, ümmetinin ne kadar süre refah içinde yaşayacağını sormuştu. Hz. Peygamber de adama: "Ümmetimin refah içinde yaşayacağı müddet yüzyıldır" buyurdu. Bunun üzerine o kimse, "Yâ Rasûlallâh! Bunun bir emaresi, bir alâmeti var mı?" diye sordu. Hz. Pey­gamber de: "Evet vardır, bunlar yere geçme, zelzele ve gürültücü şeytânların insanların üzerine gönderil­mesidir" buyurdu.[902]

Hz. Peygamber'in bu hadisinden, gelecekte bâtılı savunan yaygaracı bir takım insanların mev­cut olacağını, dâvaları bâtıl, kendileri de haksız ol­dukları halde bunların sesinin çok çıkacağını, haklı kimseleri haksız çıkaracak, onları suçlayacak dere­cede yaygara yapıp, baskı yoluyla kamuoyu oluştura­bileceklerini anlamaktayız. Günümüz şartları da dikkate alınırsa gelecekte ortaya çıkacak bu kimse­lerin medyayı ellerinde bulunduracakları, gazete, dergi ve TV kanalları vasıtasıyla çok iyi bir şekilde seslerini duyurabilecekleri hatıra gelmektedir.

Huzeyfetü'l-Yemân'dan (r.a.) nakledilen konu­muzla ilgili bir başka hadislerinde ise, Hz. Peygam­ber gelecekte halkın başına geçecek bazı devlet başkanlarından bahsetmektedir. Hadis şöyledir:

Hz. Peygamber: "...Benden sonra birtakım dev­let başkanları gelecektir ki, onlar benim getirdiğim hidâyetle hidâyetlenmeyecek ve benim Sünnetimi Sünnet edinmeyeceklerdir. Onlar arasında öyle bir takım adamlar ortaya çıkacak ki, onların kalbleri in­san cisminde şeytân kalbi olacak" buyurdu.[903]

Hz. Peygamberin bu hadislerinde, gelecekte halkın başına geçecek bir takım kimselerin, şeytânın telkin ve vesveselerine kapılıp, onu kendilerine yol­daş edineceklerini, hidâyet yolundan sapacaklarını, Allah korusun insan şeytânı haline geleceklerini ifâde etmektedir.

 

3. ŞEYTÂNIN HZ. PEYGAMBER'E YARDIM ETTİĞİ İDDİASI

 

Kur'ân-ı Kerîm'in bir çok âyetlerinde, şeytânın insana apaçık bir düşman olduğu kaydedilmektedir.[904] İnsan cinsine düşman olan şeytânın Peygam­berlere dost ve yardımcı olması ise söz konusu değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de, şeytânın Hz. Adem ve Havva'ya düşman olduğu ve kendilerinin bu konuda uyarıldıkları haber verilmektedir. [905] Yine Kur'ân-ı Kerîm'de, her Peygambere insan ve cin cinsinden şeytânların düşman kılındığı bildirilmektedir.[906] Durum böyleyken İlhan Arsel'in, şeytânın Hz. Pey­gamber'in koruyucusu ve yardımcısı olduğunu iddia ettiği görülmektedir. Arsel bu konuda şunları söyle­mektedir:

"... Hatırlatalım ki bu aynı şeytânı, yine Muhammed'in anlattıklarına göre, daha Mekke döne­minde kendisine yardımcı olmuş, onun hayatını kurtarmıştır. Bununla ilgili olarak Taberî'nin naklettiklerinden öğrendiğimiz şudur: Kureyşliler Muhammed'in başka bir şehirde taraftan ve sahâbîleri bulunduğunu ve onlarla birleşeceğini düşünerek ted­bir almak üzere Dâru'n-Nedve adını verdikleri bir mecliste toplanmayı kararlaştırırlar. Tayin edilen günün sabahında meclise geldikleri zaman şeytân yaşlı bir ihtiyar kılığına girmiş olarak onların yolunu keser ve kendisinin Necit ahalisinden bir şeyh olduğunu söyler. Onlar da buyur ederler. Konuşmalar sırasında şeytân, Muhammed'in sürülmesi ya da hapsedilmesi ve nihayet öldürülmesi teklifleri içeri­sinden bu sonuncu teklifin karara bağlanmasını sağlar. Fakat karar alınır alınmaz şeytân, Mu­hammedi bulur ve ona durumu anlatır ve 'Sen o gece, bundan önce uyuduğun yatakta yatma' der. Bunun üzerine Muhammed, Ali'yi çağırarak: 'Sen benim yatağımda uyu, benim yeşil renkli el-Hazramî hırkamla üstüne ört. Onların (Kureyşlilerin) sana bir zararı dokunmayacaktır' der..."[907]

İlhan Arsel'in, bu görüşleri için Taberî'nin Târîhu'1-Ümem ve'1-Mulûk adlı eserinin Türkçe tercümesi olan Milletler ve Hükümdarlar Tarihi'nin II. cildinin, 193-198. sayfalarım kaynak gösterdiği görülmektedir.[908] Ancak İlhan Arsel'in, 'Şeytânın, daha Mekke döneminde Hz. Peygamber'e yardımcı olduğu, kendisinin hayatını kurtardığı' şeklindeki id­diası doğru değildir. Şeytân, tüm insanlara düşman olduğu gibi, Hz. Peygamber'e de düşmandır, üstelik O'na (s.a.v.) düşmanlığı çok daha şiddetli boyutlar­dadır. Arsel bu konudaki iddiasına "Muhammed'in anlattıklarına göre" diyerek başlamakta, fakat bu konuda bir delîl, bir kaynak göstermemektedir. Hz. Peygamber'in bu konuda anlattığı bir şeyler olsaydı, bunların kaynaklarda hadis olarak yer alması gere­kirdi. Halbuki böyle bir durum söz konusu değildir. Arsel, "Taberî'nin naklettiklerinden öğrendiğimiz şudur" diyerek Taberî'yi iddiasına şâhid göster­mekte, şeytânın Dâru'n-Nedve'de konuşulanları gelip Hz. Peygamber'e haber verdiğini, "Sen o gece bundan önce uyuduğun yatakta yatma" dediğini ileri sürmektedir. Arsel'in kaynak gösterdiği Taberî ise, müşriklerin Dâru'n-Nedve'de hazırladıkları suikast plânlarını Hz. Peygamber'e haber verenin kovulmuş şeytân değil, Cebrail (a.s.) olduğunu kaydetmekte­dir. [909] Eserin İlhan Arsel tarafından kaynak göste­rilen Türkçe tercümesinde de ilgili yerde, müşrikle­rin Dâru'n-Nedve'de yaptıkları plânlan Hz. Peygam­ber'e Cebrail'in haber verdiği zikredilmektedir.[910] Kısacası İlhan Arsel'in kaynak gösterdiği yerde "Şeytân" lafzı yoktur. Bu durumda Arsel'in söz konusu iddialarını desteklemek için kaynak tahrifi yaptığı ortaya çıkmaktadır. Şeytân ile bir melek olan Cebrail (a.s.) arasındaki fark ise, ateş ile suyun farkı kadar açıktır. Birisi her türlü kötülüğün tem­silcisi ve teşvik edicisi, diğeri ise hayır ve iyiliğin temsilcisi, Allah'ın buyruklarının Peygamberlere ulaştırıcısı ve Vahiy Meleği'dir. Burada, şeytânı da bir melek kabul eden inancın Yahudilik'te mevcut olduğuna ve.bu inancın İslâm'la herhangi bir ilgisi olmadığına işaret etmek istiyoruz.[911] Arsel'in, bu konuda Yahudi inanç ve kültürü ile İslâm'ı karış­tırdığı bu sebeple böyle bir yanılgıya düştüğü de hatıra gelmektedir.

İlhan Arsel, konuyla ilgili olarak şunları da kay­detmektedir: "...Daha başka bir deyimle 'hayasızlık ve kötülük timsali' diye tanımladığı şeytânı, kendi aleyhinde konuşanlara ve düşmanlarına karşı ken­disinin koruyucusu olarak tanıtmıştır. Bilindiği gibi Kur'ân'ın Enfâl sûresinde Muhammed'in Bedir savaşma başlarken Tanrı'ya: 'Ey Rabbim, ben Sen­den vâdettiğin zaferi kazandırmanı dilerim' şeklinde duâ ettiği ve Tanrı'nın da ona ve sahâbîlerine 'Ben size birbiri peşinden bir melekle yardım ederim' diye söz verdiği ve fakat bununla yetinmeyip düşmanı yanıltmak üzere şeytânları da seferber ettiği yazı­lıdır. Ve işte Tanrı'nın böylece görevlendirdiği şey­tân, yine Kur'ân'da anlatılanlara göre, Kureyşliler'i yanıltmak üzere onların safında imiş gibi görünmüş ve onlara hitaben şöyle konuşmuştur: 'Bugün insan­lardan sizi yenecek yoktur, doğrusu bensize yardım­cıyım.' Fakat bunu söyleyen şeytân, iki ordu karşı karşıya gelince geri dönüp Kureyşliler'e hitaben, 'benim sizinle ilgim yok' demiştir. Bu olayı Muhammed, 'Şeytânın düşmanı yanıltıp bozguna uğrat­tığının kanıtı' olarak değerlendirmiş ve kendi taraf­tarlarını şuna inandırmıştır ki şeytân, Tarı'nın em­riyle, kendisinin yardımına koşmuştur ve Bedir savaşının kazanılması sağlamıştır..."[912]

Arsel, yukardaki görüşleri için Kur'ân-ı Kerîmin Enfâl Sûresi'nin 9 ve 48. âyetleriyle, Taberî'nin Târîhu'1-Ümem adlı eserinin Türkçe tercümesini kaynak göstermiştir.[913] Enfâl Sûresi'nin 9. âyeti şöyledir: "Hani Rabbinizin yardımına sığınıyordu­nuz. O, 'Ben size, birbiri peşinden bin melekle yardım ederim' diye cevap vermişti."

Görüleceği üzere burada ne şeytândan ne de onun yardımından söz edilmektedir. Söz konusu edi­len yardım, Allah'ın melekleriyle yardımıdır. Yukarıdaki âyette geçen "Bin melekle yardım ederim" ifâdesi, Arsel'in kitabında "Bir melekle yardım ede­rim" şeklinde nakledilmiştir.[914] Bunun basım ha­tasından kaynaklandığım sanmaktayız.

Arsel'in kaynak gösterdiği Enfâl Sûresi'nin 48. âyeti de şöyledir: "Şeytân onlara işlediklerini güzel gösterdi ve 'Bugün insanlardan sizi yenecek kimse yoktur, doğrusu ben de size yardımcıyım' dedi. İki ordu karşılaşınca da, geri dönüp, 'Benim sizinle il­gim yok, doğrusu ben sizin görmediğinizi görüyorum ve şüphesiz Allah’dan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir' dedi."

Bu âyette de, Allah tarafından Kureyşliler'i yanıltarak müslümanlara yardım etmek üzere şeytânın vazifelendirildiğinden söz edilmemektedir. Aksine, şeytânın Kureyş müşriklerini saptırmak üzere onlara gurur ve kibir verdiği, müslümanlara saldırıp onları imha etmek üzere onları teşvik ettiği, vesvese verdiği kaydedilmektedir. Üstelik şeytân, daima dostlarına yardım eder. Dostları ise, Hz. Peygamber ve müslümanlar değil, onlara karşı savaşan müşriklerdir. Şu halde şeytân onların dostu ve yardımcısı olup, Allah'ın melekleriyle müslümanlara yardım ettiğini görünce dostlarını yüz üstü bırak­mıştır. Nitekim yukardaki âyetle ilgili olarak bir ha­dis nakledilmektedir:

"Hz. Peygamber:... 'Şeytânın, Arefe gününden daha küçük, daha zelîl ve daha öfkeli olarak görül­düğü bir gün vardır, o da Bedir savaşının olduğu gündür' buyurdu. Bunun üzerine ashâb, Hz. Peygamber'e: 'Bedir'de şeytân ne gördü yâ Rasûlallâh?' diye sordular. Hz. Peygamber de: 'Cebrail'in melekleri saf yaptığını gördü' buyurdu."[915]

Bazı İslâm âlimleri, bu âyette kasdedilen şeytânın, cin cinsinden değil, müşrikleri savaşa teş­vik edip, savaş meydanında işin ciddiyetini görünce sıvışıp giden ya da hiç savaş meydanına gelmeyen insan cinsinden şeytânlar olduğu görüşündedir­ler.

Arsel, Enfâl Sûresi'nde Allah'ın meleklerle yardım edeceğini vâdettikten sonra, 'fakat bununla da yetinmeyip düşmanı yanıltmak üzere şeytânları da seferber ettiği yazılıdır."[916] demektedir. Halbuki Arsel'in kaynak gösterdiği Enfâl 9 ve 48. âyetlerde böyle bir husus söz konusu değildir. Enfâl Sûresi'nin diğer âyetlerinde de böyle bir şey mevcut değildir. Arsel de zaten bu iki âyetten başka herhangi bir âyeti kaynak göstermemektedir.

Yine Arsel, "Bu olayı Muhammed, 'Şeytânın düşmanı yanıltıp bozguna uğrattığımı kanıtı' olarak değerlendirmiş ve kendi taraftarlarını şuna in­andırmıştır ki, şeytân, Tarı'nın emriyle kendisinin yardımına koşmuştur ve Bedir savaşının ka­zanılmasını sağlamıştır."[917] demekte ve bu görüşleri için yine Taberî'nin Târîhu'1-Ümem adlı eserinin Türkçe tercümesini kaynak göstermektedir. Halbuki Hz. Peygamber ile ilgili bu görüşleri için Hz. Pey­gamberin sözlerinin yer aldığı hadis kaynaklarım delil göstermesi gerekirdi. Kaynak gösterdiği yerde ise, konuyla ilgili olarak sadece şu satırlara rastlan­maktadır:

"Abdullah b. Mes'ûd: 'Siz, Bedir zaferinin Rama­zan ayının 17-19 veya 21. günlerinden hangisinde kazanılmış olduğunu araştırınız' dedikten sonra şu âyeti okudu: İki ordu birbiriyle karşılaştığı gün, siz­den yüz çevirenlerin işledikleri günâhların cezası olarak şeytân onları yanılttı."[918]

Yukardaki tercümede söz konusu edilen âyet, Âl-i İmrân Sûresinin 155. âyetidir. Bu âyet ise Bedir savaşıyla değil, Uhud savaşı ile ilgilidir.[919] Bu âyetin anlamı şudur:

"İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden yüz çevirip gidenleri yaptıkları bazı işlerden dolayı şeytân, (yoldan) kaydırmak istemişti. Ama yine de Allah onları affetti. Şüphesiz Allah bağışlayandır, halimdir." [920] Bu âyetten anlaşıldığına göre, şeytâ­nın ayağını kaydırmak istediği kimseler müşrikler değil, müslümanlardır. Şu halde şeytân, müslümanlara onların ayağını kaydırarak mı yardım edecekti? Âyette, müslümanların bu durumunun yine de Allah tarafından bağışlandığı bildiriliyor. Burada kasdedilen, şeytânın ayağım kaydırmak istediği kimseler müşrikler olsaydı, Allah'ın onları bağışlaması söz konusu olmazdı. Halbuki Taberî'nin bu eserinin aslına bakıldığında burada söz konusu edilen âyetin Al-i îmrân 155. âyeti değil, Enfâl sûresinin 41. âyeti olduğu görülür. Taberî'nin Târîhu'1-Ümem adlı eseri­nin   Arapça aslında ilgili yerde söz konusu âyete  "İki topluluğun karşılaştığı gün, Bedir Günü" denilerek çok kısa bir şekilde işaret edilmiştir.[921] Ayrıca bu eserin tahkikini yapan M. Ebu'1-Fadl îbrâhîm, bu âyetin Enfâl Sûresi 41. âyet olduğunu dipnot halinde göstermiştir.[922] Zaten Be­dir savaşı ile ilgili olan âyet de bu âyettir.[923] Bu âyetin anlamı ise şöyledir:

"Eğer Allah'a ve -hakkı bâtıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde- kulumuz Muhammed'e indirdiğimize inanıyorsanız, bilinki ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Peygam­berin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yol­cularındır. Allah her şeye kadirdir." [924]

Görüleceği üzere bu âyette şeytândan hiç söz edilmemektedir. Bu âyete dayanılarak, şeytânın Be­dir savaşında düşmanı yanıltarak Hz. Peygamber ve müslümanlara yardım ettiği asla ileri sürülemez. Çünkü bu gerçeklerle bağdaşmaz. Şu halde bu konuda İlhan Arsel'i yanıltan durum nereden kaynaklan­maktadır? Bizce, Arsel'in buradaki yegane hatası kaynak gösterdiği eserlerin asıllarına değil, tercüme­lerine başvurması ve iddialarım bunlara dayandırmasıdır. Arsel'in kaynak gösterdiği Taberî'nin Târîhu'1-Ümem adlı eserini tercüme eden Zâkir Ka­diri Ugan ve Ahmet Temir, ilgili yerde eserin Arapça metninin aslına sâdık kalmamışlar ve kendi tasar­ruflarıyla ilâve yapmışlar fakat bu da yanlış ol­muştur. Yukarda da kaydedildiği gibi, Taberî'nin söz konusu eserinin Arapça aslındaki "İki topluluğun karşılaştığı Gün"[925] şeklinde kısa geçen ibareyi, eseri tercüme edenler "İki ordu birbi­riyle karşılaştığı gün, sizden yüz çevirenlerin işledikleri günâhların cezası olarak şeytân onları yanılttı..." şekline sokmuşlardır. Tercümede, bu satırların az yukarısında Abdullah b. Mes'ûd'un (r.a.), bu âyeti Bedir zaferinin günüyle ilgili olarak okuduğu kaydedildiği halde, ilgili yere Bedir savaşı ile ilgili olan değil, Uhud savaşı ile ilgili olan bir başka âyetin tercümesini koymuşlar, böylece eserin Arapça aslına sâdık kalmadıkları için hem kendileri yanılmışlar, hem de İlhan Arsel'i yanıltmışlardır.

 

4. GARANÎK OLAYI

 

Ğarânîk, veya keli­mesinin çoğulu olup: kürklüler familyasından beyaz bir su kuşunun adıdır. İse beyaz tenli, güzel delikanlı veya bitki kökündeki yumuşak tüyler an­lamına gelmektedir.[926] Yakut el-Hamevî'nin el-Uzzâ adlı puttan bahsederken kaydettiğine göre, Câhiliye döneminde Kureyş kabilesine mensup müşrikler Ka'be'yi tavaf ederken."el-Lât, el-Uzzâ ve üçüncüleri olan öteki Menât hürmetine,

Çünkü onlar yüce kuğulardır,

Muhakkak ki onların şefaatları umulur."

diyorlardı.[927] Câhiliye Arapları, melekleri Allah'ın kızları sanıyorlar, bunların Allah katında şefaat edeceğine inanıyorlardı. Bu yüzden de meleklere tapıyorlardı. Sahip oldukları, Lât, Menât, Uzzâ gibi putları da meleklerin sembolü kabul ediyorlar, bu açıdan bunlara kadın ismi veriyorlardı. Bu putlara sırf heykel oldukları için tapıyorlardı. Daha son­ra Hz. Peygamber gönderilince, Cenâb-ı Hak müşrik­lerin Lât, Uzzâ ve Menât adlı putları hakkındaki bu inançlarını reddederek Necm sûresinin şu âyetlerini indirdi:

"Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ'yı? Ve üçüncüsü olan öteki menâfi. Demek erkek size, kadın Allah'a mı? O halde bu insafsızca bir taksim! Onlar sizin ve babalarınızın taktığı boş isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlara hiçbir güç indirmemiştir. O (putlara tapanlar) sadece zanna ve nefislerinin heve­sine uyuyorlar. Oysa onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir." [928]

Müşrikler, beyaz taşlardan yapılan putlarım şairane bir teşbih ile yüksekte uçan kuğulara ben­zeterek, Allah'ın kızları diye şefaatlerini umduk­larından dolayı inançlarının bâtıl oluşu onlara gösterilmek üzere, "Erkek size, dişi O'na öyle mi? O halde bu insafsızca bir taksim"[929] buyurulmuş­tur .[930] Daha sonra da bu konuda gerçeği ortaya koy­mak için, bir takım dişi isimler ve vasıflarla anılan putların hiçbir şey olmadığı, kendilerinde ulûhiyyet, izzet, Allah'a nisbet, şefaat gibi hususları gerçekleş­tirecek hiçbir yön bulunmadığı vurgulanmıştır.[931]

Durum böyleyken, Taberî, Zemahşerî gibi bazı müfessirler bu konuda asılsız bir rivayet nakletmektedir. Buna göre, kavminin kendisinden yüz çevirmesine son derece üzülen Hz. Peygamber, Allâh'dan kendisiyle kavminin arasını uzlaştıracak bir vahyin gelmesini ve böylece kavminin inanmasını çok arzuluyordu. Bir gün Kureyş'in kalabalık bir meclisinde oturmuştu. O gün Kureyş'in kendisinden uzaklaşmalarına sebep olacak bir şeyin inmemesini istiyordu. Bu sırada yüce Allah en-Necm sûresini in­dirdi. Hz. Peygamber sûreyi okuyup, "Lât'ı, Uzzâ'yı ve öteki üçüncüleri Menâfi gördünüz mü?"[932] âyetine gelince şeytân, Onun diline, "İşte bunlar yüksek kuğulardır, şefaatleri umulur" sözlerini attı. Kureyşliler, 'Muhammed bundan önce tanrılarımızı hiç hayır ile anmamıştı' dediler. Hz. Peygamber okumasına devam edip, sûreyi bitirince secde etti, bu sırada müşrikler de müslümanlarla beraber secde ettiler. Akşam olunca Cebrail (a.s.) Hz. Peygamber'e geldi ve 'Ey Muhammedi Sen ne yaptın? Benim Allah'tan sana getirmediğim, söyle­mediğim şeyi insanlara okudun' dedi. Hz. Peygam­berin çok korkup, kaygılanması üzerine Cenâb-ı Hak onu teselli etti, şeytânın ilkâ ettiği bu sözleri kaldırdı, âyetlerini sağlamlaştırdı ve bu konuda şöyle buyurdu:

'Senden önce hiçbir Resul ve Nebî gönderme­miştik ki o, temenni ettiği zaman şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah, şeytânın attığını siler, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır. Allah bilendir, hakimdir (sağlamlaştırandır). (Böyle yapar ki) şeytânın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için bir imtihan  yapsın,   zâlimler  uzak bir  ayrılık içindedirler." [933] Bu rivayet Sa'îd b. Cübeyr yoluyla İbn Abbâs'tan, Ebû Ma'şer ve Yezîd b. Ziyâd el-Medenî yoluyla da Muhammed b. Kals el-Kurazî'den nakledilmiştir. Bu rivayeti Muharamed b. Sâid el-Kelbî de, Ebû Salih yoluyla İbn Abbâs'dan rivayet etmiştir. Ancak bütün bu rivayetler mürsel olup, se-nedleri kopuktur. el-Kelbî de, tenkide uğramış bir kimse  olup,  sika bir râvî değildir, yalancılıkla suçlanmıştır. Ayrıca bu rivayet sahîh hadis kaynak­ları tarafından nakledilmemiştir. İbn Abbâs ise, bu olaya yetişmemiştir. Kâdî Iyâd ve Fahreddîn er-Râzî gibi bir çok âlim bu rivayetin bâtıl ve uydurma olduğunu söylemişlerdir. el-Aynî de, bunların hüccet olamayacağını  kaydetmiştir.  Ebû Hayyân,  Mu­hammed b. İshâk b. Huzeyme'nin (v. 311) bu rivayet hakkında, bunun zındıklar tarafından uydurulmuş olduğunu  söylediğini  ve  bu  konuda  bir  kitap yazdığım söylemiştir. Hadis âlimlerinden Ebû Bekr Ahmed b. Hüseyn el-Beyhakî ise, bu rivayetin nakil yönünden sabit olmadığını, râvîlerinin cerhedilmiş kimseler olduğunu, hadis kaynaklarında böyle bir rivayete yer verilmediğini, bu açıdan bu rivayetin reddedilmesinin vâcib olduğunu, kendisinin de eseri­ni bu rivayetten tenzih ettiğini ifâde etmiştir.[934] Bu rivayetin, Hz. Peygamber'in ismetine ve dinin korun­muş olma vasfına aykırı olduğu açıktır. Bütün bu rivayetlerin isnâdlan sahîh olsa bile, metin açısın­dan problemli olduğu için râvîlerinin yanıldıklarına ve hata yaptıklarına hükmedilir.[935] Nitekim başta el-Buhârî olmak üzere sahîh hadis kaynaklarımızda, Hz. Peygamber en-Necm Sûresi'ni okuduğu zaman müslüman, müşrik, ins ve cinden orada bulunan her­kesin secdeye kapandığı nakledilmekte, fakat hiçbi­risinde Garânîk olayından söz edümemektedir.[936] Bu da Garânîk olayının uydurma olduğunu ortaya koyan bir husustur. Fahreddîn er-Râzî'nin kaydet­tiğine göre, Garânîk olayı ile ilgili bu rivayet Kur'ân-ı Kerîm'in birçok âyetine aykırıdır ve bu âyetler söz konusu rivayetin asılsız olduğunu ortaya koymaktadır.[937] Bu âyet-i kerîmelerden bazıları şunlardır:

"Ayetlerimiz onlara açık açık okununca, bizimle karşılaşmayı ummayanlar, Muhammed'e, 'Bundan başka bir Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendiliğimden değiştiremem, ben ancak bana vahyolunana uyarını. Ben Rabbime karşı gelir­sem, Büyük Gün'ün azabına uğramaktan korka­rım. " [938] "Ey Muhammed! Seni sana vahyettiğimizden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman için uğraşırlar. O zaman seni dost edinirler. Sana sebat vermemiş olsaydık, andolsun ki az daha onla­ra meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölü­mün de kat kat azabını  tattırdık. Sonra Bize karşı bir yardımcı da bulumazdın." [939]

"İnkâr edenler: 'Kur'ân Ona bir defada indiril­meliydi' derler. Oysa Biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve Onu ağır ağır okuruz." [940]

"Batmakta olan yıldıza andolsun ki, arka­daşınız Muhammed sapmamış ve azmamıştır. O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması, ancak bildirilen vahiy iledir." [941]

"Ey Muhammed! Sana Kur'ân'ı Biz okutacağız ve asla unutmayacaksın!" [942]

en-Nevevî ise, Garânîk olayı ile ilgili rivayet­lerin akıl ve nakil açısından bâtıl olduğunu, putlar vs. gibi Allâh'dan başkasını medhetmenin şirk ve küfür olduğunu, böyle sözleri Hz. Peygamber'in diline isnâd etmenin ve şeytânın Hz. Peygamber'e musal­lat olarak böyle sözleri söyletmeye güç yetirebileceğine inanmanın doğru olmadığını söylemiştir.[943] İbn Hacer ise, bu asılsız rivayetin senedlerine işaret ederek, bunların çeşitli yollardan nakledilmiş olmaları açısından Garânîk olayının aslının olduğu­nu ileri sürerek, büyük bir hataya düşmüştür.[944]

Halbuki râvîleri çok, rivayet yolları çeşitli olan bir çok hadis vardır, ki bunlar zayıf olmaktan kurtula­mamışlardır. el-Aynî'nin de söylediği gibi, bu konu­daki rivayetlerin isnadı sağlam, râvîleri sika bile olsa, râvîlerin hata yaptıklarına, evhamlanıp yanıl­dıklarına hükmedilmek zorundadır.[945] Çünkü bu rivayetin metni, Hz. Peygamber'e ağır bir iftirayı ifâde etmektedir. Sağlam1 bir senedi var diye, rivayetin metninde yer alan bir takım iftiraları doğru kabul etmeye imkân yoktur. Nihayet, uyduru­lan bir sözün başına sağlam bir isnadın monte edil­mesi İslâm düşmanları açısından yapılması müm­kün olmayan bir şey değildir.

Garânîk olayından bahseden bu rivayetlerin hiçbir tenkide tâbi tutulmadan ilk devirlerde yazılan Tefsir ve Târih kitaplarına girdiği, İsrâiliyât cinsin­den haberler nakleden bazı kimselerin de bunları eserlerine aldıkları anlaşılmaktadır. Ancak yukarda görüldüğü gibi muhakkik âlimlerimiz bu olayın uy­durma olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu rivayet­lerin, lafızlarındaki farklılıklar, isnâdındaki kopuk­luklar, râvîlerindeki zayıflıklar sebebiyle kabul edilmeye uygun olmadıkları açıktır. Ayrıca Hz. Peygamber'den de, bu olayla ilgili olarak herhangi bir şey nakledilmemiştir. Elde mevcut rivayetler ise, o dönemde henüz dünyaya bile gelmemiş olan İbn Abbâs ile, Tabiîn nesline mensup Sa'îd b. Cübeyr'den gelmektedir. Bu haberlerin güvenilir olma­yacağı ise ortadadır.[946] Fakat bu asılsız rivayetler Dozy, Caetani, Blachere, Brockehnann, M. Watt gibi Hz. Peygamber ve Kur'ân hakkında şüphe uyandır­mak isteyen eski ve yeni bir çok müsteşriğe malzeme oluşturmuştur.[947] İslâm âlimleri zaman zaman bunlara doyurucu cevaplar vermişler ve bu konudaki iddiaları reddetmişlerdir.[948] Fakat ara sıra, yerli bazı yazarların da müsteşriklerin görüşleri doğrul­tusunda hareket ederek, bu konuda ortaya bir takım asılsız iddialar attıkları görülmektedir. Bunların dile getirdikleri hususların, müsteşriklerin daha önce yazıp çizdiklerinin bir kopyasından ibaret olduğu görülmektedir.[949] Bunlardan İlhan Arsel, asılsız Garânîk olayını kaydettikten sonra Hac sûresinin 53. âyetini ele alarak şöyle demektedir:

"Her ne kadar yukardaki âyetin yer aldığı Hac Sûresi'nde 'Allah, şeytânın karıştırdığım kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kaskatı olan kimseleri sınamaya vesile kılar' şeklinde bir başka âyet varsa da ve buna bakarak kendi kendimize, 'Peki iyi ama Muhammed kalbi hastalıklı bir kimse mi idi ki Tanrı onu sınamak istedi?' diye sormamız mümkün ise de, bundan önce sormamız gereken soru şudur: 'Neden acaba Tanrı Şeytâna uymuş olan Muhammed'i Şeytân'ın şerrinden kurtarır da, bu aynı şeytânın başkalarına ve özellikle kadınlara musal­lat olması halinde kılını kıpırdatmaz ve kadıncağızları felâketten kurtarmaz?..."[950]

Görüleceği üzere Arsel, Hz. Peygamber'in şeytân'a uymuş olduğunu ileri sürmektedir. Arsel bu sözleriyle İslâm'ın inanç esasları konusunda bilgi eksikliği olduğunu ortaya koymuş bulunmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in şeytana uyması asla söz konusu değildir. İslâm inancına göre Peygamberler masumdurlar. Günâh işlemezler ve asla şeytâna uy­mazlar. Şeytâna uyma hususu, inançsız ve sapık in­sanlarla, irâdesini dizginleyemeyip, nefsinin arzu­larına uyan kimselere mahsustur. Bu açıdan Arsel, ilgili âyeti anlamı dışında başka yönlere çekmeye, kısacası mânâ açısından saptırmaya çalışmaktadır. Elinde ise, Hz. Peygamber'in şeytâna uyduğuna dair en ufak bir delil yoktur. Allah, seçtiği Peygamberleri­ni kendilerine Din ve Kitap verip, buyruklarını yol­layacağı için masum kılmış, onları şeytânın tuzak­larına karşı korumuş, kendilerine çok güçlü bir irâde vermiş, nefislerini tezkiye etmiştir. Şayet Allah (c.c), Peygamberlerini masum kılıp şeytânın şer­rinden korumasaydı, gönderdiği buyruklara, indir­diği  Kitaplara  müsteşriklerin  iddia  ettiği  gibi şeytânın vesvesesi, telkinleri karışabilirdi. Halbuki Allah, böyle bir duruma izin vermemiştir. Sanıyoruz ki bu kısa açıklama Arsel'in 'Sıradan insanların ne­den masum kılınmadığı, niçin kesin olarak şeytânın şerrinden korunmadıkları' sorusuna bir cevap teşkil eder. Diğer insanlar Peygamberlik vazifesi ile görev­lendirilmemişler, Yeryüzü'ne imtihan edilmek üzere bir kul olarak gönderilmişlerdir. İmtihan da, şey­tânın veya meleğin telkin ve tekliflerini kabul etme

konusunda insanın irâdesinde hür olması ile mümkündür. İnsan, melek veya şeytân olarak ya­ratılmamıştır. Yine insan, melek veya şeytânın tel­kinleri karşısında hür irâdesini dilediği yöne kullan­makta serbest olarak yaratılması açısından melek ve şeytândan ayrılır. Ayrıca Allah insanlara, razı olduğu kurtuluş yollarını göstermiş, şeytânın insanı sevketmek istediği yanlış yollara da işaret etmiştir. Şeytânın şerrinden de kendisine sığınılmasını em­retmiştir. Bunun anlamı, şeytânın şerrinden Kendi­sine sığınan sâlih kimseleri koruyup, onlara yardım edeceğidir. Şu halde, Allah neden Peygamberleri şeytânın şerrinden koruyor da, diğer insanları, za­vallı kadınları korumuyor? sorusu İslâm inancına göre mantıklı değildir.

İlhan Arsel'in, "... Peki iyi ama Muhammed kal­bi hastalıklı bir kimse mi idi ki Tanrı onu sınamak istedi?" sorusu da mantıklı değildir. Hz. Peygamber, elbette kalbi hastalıklı bir kimse değildi. Zaten kal­bi hastalıklı olan kimseler Peygamber seçilmezler. Yukarda, Peygamberlerin masum kimseler olduğunu kaydetmiştik. Onlar Yüce Allah tarafından terbiye edilmişlerdir.[951] Bu açıdan onların kalbinde ruhanî kir ve hastalık yoktur. Kalelerinde hastalık olanlar, inanmayanlarla, münafık kimselerdir. Arsel'in delil gösterdiği âyet de, [952]Hz. Peygamberin kalbindeki hastalıktan değil, münafıkların kalblerindeki inanç­sızlık hastalığından söz etmektedir.[953] Bu hususta­ki âyetler şöyledir:

"Senden önce hiçbir Resul ve Nebî gönderme­miştik ki o, temenni ettiği zaman, şeytân onun ümniyyesine (bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah şeytânın attığını siler, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır. Allah, bilendir, hakîm (sağlamlaştıran)dir. (Böyle yapar ki) Şeytânın attığını, kalblerinde hastalık olanlar ve kalbleri katılaşanlar için bir imtihan yapsın, zâlimler uzak bir ayrılık içindedirler." [954]

Yukardaki âyette geçen "Ümniyye" keli­mesi, gönlün çok istediği şey anlamına gelmektedir. Dilimize "Mefkure" olarak aktarılmıştır. Şu halde "Temenni", bir ideal beslemek, bir mefkure kurmak demektir. İdealistler, nefsin idealim her hakikatin kaynağı sayarak, Ulûhiyet ve Nübüvvet konulanın da bununla açıklamaya kalkışmışlardır. Bunlara göre Peygamber, bir ideal kurmuş, programını yap­makla uğraşmış, sonra da Peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealisttir. Halbuki Allah (c.c), bu âyetiyle Nübüvvet ve Risâletin bir ideal işi ol­madığım bildirmiştir. Kendiliğinden konuşmayan, konuşması ancak bildirilen bir vahiy olan [955] Pey­gambere ideal yakışmaz. Çünkü vahiy tamamen Allah'ın emriyledir. İdealler Allah katından ol­madığı için, onlara şeytânın karışması söz konusu olur. İdeal (Ümniyye), hevâ, hayâl ve isabetsizlikten uzak olmaz. Bu âyetten anlaşıldığına göre, Peygam­berlerin ismeti, yakîni, vahiy yönünden söz konusu­dur. İctihâdlarıyla hareket ettikleri zaman hata yap­maları mümkündür.[956] Yine bu âyetten anlaşıldıgına göre, önceki Peygamberlerin ve Peygamberimiz'in kendi ictihâdları sonucu yaptıkları bir takım hatalar Allah tarafından düzeltilmiştir. Fakat aynı zamanda bunlar, kalblerinde ruhanî rahatsızlık bu­lunan kimselere, inanmayanlara ve münafıklara de­dikodu yapıp, İslâm'ın aleyhinde propaganda yapmaları ve inanıp inanmadıklarının ortaya çıkması açısından imtihan edilmeleri için vesile kılınmıştır. Hz. Peygamberin en büyük ideali, kavminin kendi­sine inanması ve inananlardan oluşan bir dünya top­lumu kurmak idi. "Demek onlar bu söze inanmazlar­sa, onların peşinde üzüle üzüle kendini helâle edecesin ha?"[957] âyeti ve benzerleri Hz. Peygamberin bu idealin gerçekleşmesini ne kadar istediğini gösterir. İşte Yüce Allah, Peygamberlerin mefku­relerine şeytânın karıştırabileceği şeyleri de gider­miş, âyetlerim hata ihtimâli olmayacak şekilde güçlendirmiştir. Yine Allâhü Teâlâ, Peygamberlerin ideallerine şeytânın vesvese karıştırmasına izin ver­mese veya şeytânın karıştırdığı şeyleri imha edip gidermese, vahiy ile idealin (Ümniyyenin) farkı kal­mazdı. İlim sahipleri, Kur'ân'ın ve Peygamberliğin Allah katından olduğunu bilemezler, bunu bir mefkurenin (idealin) işi sanabilirlerdi. Halbuki böyle bir duruma izin verilmemiştir.[958] Bu durum­da, İlhan Arsel ve benzerî görüşte olanların ileri sürdüğü şeylerin gerçeklerle ilgisi olmadığı açıktır.

 

SONUÇ

 

Varlık âlemine imtihan olmaya geldiği günden itibaren insanoğlunu bir an yalnız bırakmayarak ona yoldaşlık yapan bazı ruhanî varlıklar mevcuttur. Bunlardan bir kısmım meydana getiren melekler, in­sanın iyiyi, doğruyu, güzeli bulmada yardımcısı iken, ruhanî varlıkların diğer bir bölümünü oluşturan şeytânlar, insanoğluna kötüyü, yanlışı, çirkini telkin etmekte, sonuç itibariyle onun kuyusunu kazma ga­yesini gütmektedirler.

Daha önce gönderilen semavî din ve kitaplarda olduğu gibi, Kur'ân ve Hadislerde de, mü'minler şeytânın hîle ve tuzaklarına karşı uyarılmış, ona tâbi olmamaları istenilmiştir. Haram kılman her davranışta, şirk ve küfürde onun rolü söz konusudur. Şeytânın, insanın üzerine en fazla düştüğü, vesvese ve telkinlerini en fazla yoğunlaştırdığı zamanlar ise ibâdet anlaradır. Dünyaya imtihan olmak üzere gel­memizin bir gereği olarak, her insanın melekten ve şeytândan bir arkadaşı, bir çeşit danışmam vardır.

Kur'ân ve Hadîslerden anlaşıldığına göre, hem cin hem de insan cinsinden şeytânlar vardır. Kısaca ifâde etmek gerekirse, bir takım insanlar âdeta şeytânlaşabilir, her türlü hayrın, doğrunun düşmanı olabilirler. Elde mevcut bazı bilgilere göre, Câhiliye dönemi halkı uğursuz ve zararlı gördüğü bir takım varlıklara şeytân demekteydi. Siyah renkli hayvan­lar, yılan ve akrep bunlardandır.

Meleklerin kâfir olmaları, küfrü tavsiye ve tel­kin etmeleri nasıl mümkün değilse, insanı saptır­makla görevli olan şeytânların da müslüman olması söz konusu değildir. Cinlerin müslüman ya da kâfir olmaları kendi irâdelerine bağlı bir husus ise de, aynı cinsten yaratılan şeytânların müslüman olma­ları, yüklendikleri vazife itibariyle imkân dâhilinde gözükmemektedir. Bu açıdan konuyla ilgili olarak kaynaklarda yer alan bazı hadisleri Hz. Peygam-ber'in şeytânının müslüman olduğu şeklinde değil, Allah'ın izniyle onun şeninden korunduğu tarzında anlamak gerektiği açıktır.

Kadınların şeytân olduğuna dair iddialara ge­lince, bunlar Câhiliye ve Ehl-i Kitâb kökenli hurafe­lerden ibarettir. İslâm böyle bir şeyi asla kabul et­mez. Erkek veya kadın, her insanın doğru yoldan ayrılıp şeytâna uyması, âdeta şeytânlaşması müm­kündür ve bu husus kadınlara mahsus değildir.

Şeytân'ın hile ve tuzaklarına karşı başvuru­lacak en tesirli silâh, Allah'a sığınmaktır. İslâm inancına göre, bir müslümanın Allah'tan başka sığınacağı yer olmadığı gibi, O'ndan başka korkacağı bir varlık da yoktur. Cenâb-ı Hakk'ın ilmi herşeyi kuşatmıştır, dilemediği bir husus meydana gelmez, izni olmadan hiçbir varlık insana zarar veremez.

 

BİBLİYOGRAFYA

 

1- Abdülbâkî, Muhammed Fuâd, el-Lü'lü'ü ve'l-Mercân Fîme't-Tefeka Aleyhi'ş-Şeyhân, I-III, Kuveyt 1397/197.

2- Akgün, Necati,- Fizyoloji, 7. baskı, İzmir 1981.

3- Ana Britannica, I-XXII, İstanbul 1986-1987.

4- Arsel, İlhan, Şeriat ve Kadın, 3. baskı, İstanbul 1989.

5- Âşık, Nevzat, Sahabe ve Hadis Rivayeti, İzmir 1981.

6- Ateş Süleyman, Yüce Kur'ân'ın Çağdaş Tefsiri, I-XII, İstanbul 1988.

7- Ateş Süleyman, Kur'ân-ı Kerîm ve Yüce Meali, Ankara 1983.

8- Aydemir, Abdullah, Tefsirde İsrâiliyât, Ankara 1979.

9- Aydın, Mehmet, Müslümanların Hristiyânlara Karşı Yazdığı Red­diyeler ve Tartışma Konulan, Konya 1989.

10- el-Aynî, Bedrüddîn Ebû Muhammed Mahmûd b. Ahmed (v. 855/1451),

11- el-Aynî Umdetü'1-Kârî li Şerhi Sahîhi'l-Buhârî, I-XXV, Beyrut tarihsiz (el-Münîriyye baskısından ofset).

12- el-Buhârî, Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl (v. 256/869),

13- el-Buhârî el-Câmiu's-Sahîh, I-VIII, İstanbul 1979.

14- Bulut, Mehmet, Ehli Sünnet ve Şia'da İsmet İnancı, İstanbul 1991.

15- Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, I-XVI-II, Ankara 1988-1994.

16- Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Tarihi, I-II, Ankara 1988.

17- Cerrahoğlu, İsmail, Garânîk Meselesinin İstismarcıları, AÜÎFD, XXIV, s. 70 vd. Ankara 1981.

18- Çağatay, Neşet, İslâm'dan Önce Arap Tarihi ve Câhiliye Çağı, 4. baskı, Ankara 1982.

19- Çakan, İsmail Lütfı, Hadislerle Gerçekler, 2, İstanbul 1993.

20- Çelik, Ali, Bazı Halk İnançlarının Hadislerle Münâsebeti, Basılmamış Doktora Tezi, İzmir 1993.

21- ed-Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahmân b. el-Fadl b. Behrâm (v. 255/869), Sünen, (Tahkik: Abdullah Hâşim Yemânî), I-IV, Kahire 1386/1966.

22- Davudoğlu, Ahmed, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, Î-XI, İstanbul 1973-1980.

23- ed-Demîrî, Kemâlüddîn Muhammed b. Mûsâ(v.808/1405), Hayâtü'l-Hayavâni'l-Kübrâ, I-II, 2. baskı, Mısır 1344.

24- Dursun, Turan, Tabu Can Çekişiyor, Din Bu, I-III, 6. baskı, İstan­bul 1991.

25- Ebû Dâvud,  Süleyman b.  el-Eş'âs es-Sicistânî (v. 275/888), Sünen, (Tahkik: İzzet Ubeyd ed-De'âs-Adil es-Seyyid), I-V, 1. baskı, Hıms 1388-1394/1969-1974.

26- Ebû Reyye, Mahmûd (v. 1970), Edvâ ale's-Sünneti'I-Muhammediyye, 3. baskı, Mısır 1969; Tercüme: Muharrem Tan, "Muham­medi Sünnet'in Aydınlatılması", İstanbul 1988.

27- el-Elbânî, Muhammet! Nâsıruddîn, Silsiletü'l-Ehâdîsi'z-Zaîfe ve'1-Mevzû'a ve Eseruhâ's-Seyyi'i Fi'1-Ümmeti, I-IV, Riyâd 1408-1412/1988-1992.

28- el-Ezrakî,  Ebü Ya'lâ Muhammed b. el-Hüseyn (v. 458/1065), el-Mu'temed fi Usûli'd-Dîn, Beyrut 1973. 31-

29- Fığlalı, Ethem Ruhi, Kâdıyânilik, İzmir 1986.

30- Furat, Ahmed Selçuk, İslâm Ansiklopedisi, Şeytân Maddesi, XI. cild, İs­tanbul 1970.

31- Furat, Ahmed Selçuk, Gelişim Hachette Alfabetik Genel Kültür Ansiklopedisi, (Sabah), I-XII, İstanbul 1993.

32- Günay, M., Mutlu Günler, İstanbul tarihsiz.

33- el-Hamevî, Ya’kut Şihâbüddîn Ebû Abdillâh (v. 626), Mu'cemü'l-Büldân, I-V, Beyrut 1374-76/1955-57.

34- Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (Çeviren: Salih Tuğ), I-II, 4. baskı istanbul 1980.

35- Hatipoğlu, Mehmed Said, Gaybî Hadisler Meselesi, Ankara tarihsiz.

36- Hatipoğlu, Mehmed Said, Batı'daki Hadis Çalışmaları Üzerine, Uluslarara­sı Birinci İslâm Araştırmaları Sempozyumu, İzmir 1985.

37- Hatiboğlu, Haydar, Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, I-X, İstan­bul 1982.

38- el-Hattâbî, Ebû Süleyman Hamd b. Muhammed el-Büstî (v. 388/998), Me'âlimü's-Sünen (el-Münzirî'nin Muhtasarı ve İ. Kayyım el-Cevziyye'nin Tehzîb'i ile birlikte), I-VIIÎ, Beyrut tarihsiz.

39- İbnü'l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebü'l-Ferec Abdurrahmân el-Bağdadî (v. 597/1200),Telbîsü İblis, 2. baskı, Beyrut 1368.

40- İbnü'l-Esîr, Mecdüddîn Ebü's-Sa'âdet el-Mübârek b. Mu­hammed el-Cezeri (v. 606/1210), en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs (Tahkik: Tâhir Ahmed ez-Zâvî-Mahmûd Muhammed et-Tanâhî), I-V, Bey­rut tarihsiz.

41- İbnü'l-Esîr, Izzüddîn Ebu'l-Hasen Alî b. Muhammed (v; 630/1234), el-Kâmilü fi't-Târîh, I-XI, Beyrut 1385/1965.

42- İbnü'l-Esîr, Üsdü'1-Gâbe fî Ma'rifeti's-Sahâbe (Tahkik: Mu­hammed İbrahim el-Bennâ-Ahmed Aşûr), I-VII, 1970.

43- İbn Hacer, Şihâbüddîn Ahmed b. Alî el-Askalânî (v. 852/1448),Tehzîbü't-Tehzîb,   I-VI,   1.   baskı,   Beyrut 1412/1991.

44- İbn Hacer, Fethu'1-Bârî bi Şerhi Sahîhi'l-Buhârî (Tahkîk: M. Fuâd Abdülbâkî-Kusay Muhibbüddîn el-Hatîb), I-XIV, 1. baskı, Kahire 1407/1987.

45- İbn Hanbel, Ebû Abdillâh Ahmed b. Muhammed (v. 241/855), Müsned, I-VI, İstanbul 1402/1982.

46- Îbn Hîşâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Hişâm (v. 218/833), Es-Sîretü'n-Nebeviyye (Tahkîk: Mustafâ es-Sakkâ-îbrâhîm el-Ebyârî-Abdülhafîz Şelebî), I-IV, 2. baskı/Beyrut 1391/1971.

47- Îbn İshâk, Muhammed (v. 151), es-Sîretü'n-Nebeviyye (Tahkîk: M. Hamidullah), Konya 1981.

48- İbn Kesîr, Ebü'1-Fidâ İsmâîl (v. 774/1372), Tefsîru'1-Kur'âni'î-Azîm, I-IV, Mısır tarihsiz.

49- İbn Mâce, Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd eî-Kazvinî (v. 275/888), Sünen, (Tahkîk; M. Fuâd Abdülbâkî), I-II, Kahire 1372-73/1952-53.

50- İbn Manzur, Ebu'1-Fadl Cemâlüddîn, Muhammed b. Mükerrem(v. 711/1311), Lisânü'1-Arab, Î-XV, Beyrut, 1375-76/1955-56.

51- İbn Sa'd- Ebû Abdillâh Muhammed (v. 230/844), et-Tabakâtü'1-Kübrâ, I-IX, Beyrut 1388/1968.

52- İbnü's-Salâh, Ebû Amr Osman b. Abdirrahmân eş-Şehrezûrî (v. 643/1245), Ulûmü'l-Hadîs (Tahkik: Nûruddîn Itr), Dımaşk 1406/1986.

53- İlhan, Avni, Mehdîlik, İstanbul 1993.

54- Kandemîr, M. Yaşar, Mevzu Hadisler, Menşei, Tanıma Yolları, Tenkidi, Ankara 1975. Kitâb-ı Mukaddes, Eski ve Yeni Ahit, İstanbul 1949.

55- Kur'ân-ı Kerîm Ve Türkçe Anlamı (Meal), Hazırla­yan: H. Atay-Y. Kutluay, Kontrol: H. Atay-M. Hatiboğlu-O. Keskioğlu, DİB. Yayını, Ankara 1983.

56- el-Kurtubî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Ensârî (v.671/1272), el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, 3. baskı, Beyrut 1385-87/1965-67.

57- Mâlik B. Enes, el-İmâm (v. 179/795), El-Muvatta' (Tahkik:'M. Fuâd Abdülbâkî), I-II, Kahire 1370/1951.

58- Mâlik B. Enes, el-İmâm, el-Mu'cemü'1-Vesît, İstanbul 1406/1986.

59- Mâlik B. Enes, el-İmâm, el-Müncid, 26. baskı, Beyrut tarihsiz.

60- Müslim, Ebü'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc el-Kuşeyri (v. 261/874), el-Câmiu's-Sahih, (Tahkik: M. Fuâd Abdülbâkî), I-V, 1. baskı, Mısır 1374-75/1954-55.

61- Naim, Ahmed- Miras, Kâmil, Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarih Terceme-si, I-XII, 4. baskı, Ankara 1976.

62- en-Nesâî, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb (v.303/915), Sünen (bi Şerhi'l-Hâfız Celâlüddîn es-Suyûtî ve

Hâşiyeti'1-İmâm   es-Sindi),   I-VIII,   İstanbul 1401/1981.

63- en-Nevevî, Ebû Zekeriyyâ Yahya b. Şerefüddîn (v. 676/1277), el-Mihhâc fî Şerhi Müslimi'bni'l-Haccâc, I-XVIII, 2. baskı, Beyrut 1392/1972.

64- Örs, Hayrullâh, Musa ve Yahudilik, İstanbul 1966.

65- Özakkaş, Dr.Tahir, Gerçeğin Dirilişine Kapı Hipnoz, I. cild, Kayseri 1993.

66- Özakkaş, Dr.Tahir,  Allerji ve Deri Hastalıklarında Hipnoterapi, Kay­seri 1993.

67- er-Râgıb el-Isfahânî, Ebu'l-Kâsım el-Hüseyn b. Muham­med b. el-Mufaddal (v. 502/1108), El-Müfredât fi Garibi'l-Kur'ân, Mısır 1381.

68- er-Râzî, Fahrüddîn Ebû Abdillâh Muhammed b. Ömer b. el-Hüseyn (v. 606/1209), Mefâtihü'1-Ğayb (Tefsîru Kebîr), I-XXXII, 2. baskı, Tahran tarihsiz, (Mısır 1937 baskısından ofset).

69- Reşid Rızâ,Tefsîru'l-Kur'âni'l-Hakîm (Tefsiru'1-Menâr), I-XII, Mısır 1973.

70- Sayı, Ali, Hz. Mûsâ, İstanbul 1992.

71- Sibâî, Mustafa, Kadının Yeri,Tercüme: A. Yalçın-M. Yolcu, İstanbul 1988.

72- es-Sindî, Ebu'l-Hasen Muhammed Sâdık b. Abdilhâdî (v. 1138/1725), Haşiye (en-Nesâî'nin  Sünen'i  üzerine, en-Nesâî'nin Sünen'i ve Celâlüddîn es-Suyûti'nin Şer­hi ile birlikte), I-VIII, İstanbul 1401/1981.

73- Sofuoğlu, Mehmet, Sahîh-i Müslim ve Tercemesi, I-VIII, İstanbul 1974.

74- Songar, Ayhan,"Günâh Korkusu", Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşe­si,;! 1.1992.

75- es-Suyûtî, Celâlüddîn, Abdurrahmân b. Ebî Bekr (v. 911/1505), el-Câmiu's-Sağir fî Ehâdîsi'l-Beşîri ve'n-Nezîr, I-II, Beyrut 1401/1981.

77- es-Sübkî, Mahmûd Muhammed Hattâb (v. 1352/1933), El-Menhelü'1-Azbü'I-Mevrûd Şerhu Süneni'l-İmâm Ebî Dâvud, I-X, 2. baskı, Mısır 1394.

78- Şahin, M. Süreyya TDV. İslâm Ansiklopedisi, "Cin" Maddesi, VIII. cild, İstanbul 1993.

79- Şener, Abdülkadir, İslâm Hukuku Dersleri I, İzmir 1987.

80- et-Taberî, Ebû Ca'fcr Muhammed b. Cerîr (v. 310/922), Târîhu'1-Ümem ve'I-Mülûk (Tahkik: Muhammed Ebu'1-Fadl 'İbrahim), I-XI, 2.  baskı,  Beyrut 1387/1967, Tercüme: Zâkir Kadiri Ugan - Ahmed Temir, "Milletler ve Hükümdarlar Tarihi", I-III, 2. baskı, İstanbul 1966.

81- et-Taberî,  Câmiu'l-Beyân an Te'vîli Âyi'l-Kur'ân, I-XXX, 2. baskı, Mısır 1373,1954.

82- et-Tayâlîsî, Ebû Dâvud Süleyman b. Dâvud (v. 204/819), Müsned, 1. baskı, Haydarâbâd-Dekkân, 1321.

83- et-Tirmizî, Ebû İsâ Muhammed b. îsâ (v. 279/892), Sünen, (Tahkik: Ahmed Muhammed Şâkir-M. Fuâd Abdülbâkî-İbrâhîm Adve Avad), I-V, 1. baskı, Kahire 1356/1937.

84- Türkçe Sözlük, I-II, TDK, Ankara 1988.

85- Uğur, Müctebâ, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, Ankara 1992.

86- Wensinck, A.J., İslâm Ansiklopedisi, "İblîs" Maddesi, V/2. cild, İs­tanbul 1968.

87- Yardım, Ali, "Fetih Hadisi Üzerinde Bir Araştırma", Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi, c. XIII, sayı: 2, s. 116-123, Ankara 1974.

88- Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi v. 1348/1948), Hak Dini Kur'ân Dili, Yeni Meâli Türkçe Tefsir, I-IX, İstanbul 1979.

89- ez-Zehebî, Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed (v. 748/1347), Mîzânü'l-Î'tidâl Fî Nakdi'r-Ricâl (Tahkîk: Alî Mu­hammed el-Becâvî), I-IV, 1. baskı, Mısır 1382/1963.

90- ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, I-XXIII, Beyrut 1402.

91- ez-Zemahşerî, Ebu'l-Kâsım Cârullâh Mahmûd b. Ömer el-Harezmî (v. 538/1144), el-Keşşâf an Hakâiki't-Tenzîl ve Uyûni'l-Ekâvîl fî Vucûhi't-Te'vîl (İbn Hacer el-Askalânî'nin el-Kâfiye'si ile birlikte), I-IV, Beyrut tarihsiz.

92- ez-Zuhaylı, Vehbe, el-Fıkhu'1-İslâmî ve Edilletühü, I-VÎII, 3. baskı, Dımeşk 1409/1989.

 

TERİMLER SÖZLÜĞÜ

 

Adalet: Hadisleri nakleden kimselerin rivayetlerinin kabul edilebilmesi için taşımaları şart olan özelliklerden birisi ve en önemlisidir. Adalet, insanı büyük günâhları işlemekten, küçük günahlarda ısrar etmekten alıkoyan bir melekedir. Şahitlik ve rivayetinin kabul edilebilmesini gerektirecek şe­kilde insana taat ve mürüvvetin hâkim olmasıdır. Kısacası bir râvînin dînî salâbetini, davranışlarındaki tutarlılığını, şahsiyet ve karakter yapısındaki dengeyi ifâde eden bir öl­çüdür.                    ,

Âhâd Haber: Mütevâtir derecesine yükselemeyen haberlere denir. Buna göre, bir nesilde bir tek râvî tarafından nakledilen ha­bere “haber-i vâhid" adı verilir. Bir kaç nesilde birer râvî vasıtasıyla rivayet edilmiş olanlara ise, "haber-i âhâd" veya "âhâd" denilmiştir.

Ahberanâ: Sözlükte, "Bize haber verdi" mânâsına gelir. Hadis rivayet metodlarından birisiyle alınan hadislerin başkaları­na nakli esnasında isnâdda kullanılan edâ lafızlarından bi­risidir.

Ahkâm: Hükümler mânâsına gelen bu kelime, hadis ilminde Cami veya Musannaf adı verilen ve belli konulardaki hadis­leri ihtiva eden kitaplardaki ana konulardan birinin ismi­dir. Ahkâm konusuna dînî hükümleri ihtiva eden hadisler girer.

An'ane: Bir hadisi nakleden râvînin, isnadında sema, ihbar ve tahdîse delâlet eden "Haddesenâ", "Ahberanâ" gibi lafızları kullanmayıp, sadece "An Fülânin" (Filânca kimseden) diye­rek rivayet etmesidir. An'ane, râvî ile hadis aldığı hocasının bir araya geldiğine kesin olarak delâlet etmez. Bu yüzden, "An Fülânin" diyerek birisinden hadis nakleden bir râvî, as­lında o hadisi o kişiden almadığı gibi, onunla hiç görüşme­miş de olabilir. Böyle rivayetlerin isnâd açısından kopuk sa­yılmaması için râvînin adaletli olması, tedlîs yapmaması, kendisinden hadis naklettiği hocasıyla görüşmüş olması (li­ka) gibi bazı şartların bulunması gerekir.

Cerh: Sözlükte, "Yaralamak, dürtmek, tesir etmek, yarayı deşmek" anlamlarına gelir. Hadis terimi olarak, mutkin ve hafız olan bir âlimin, bir râvînin rivayetini, râvîde veya rivayetinde mevcut olanzayıflatıcı bir illet sebebiyle reddet­mesidir. Kısacası cerh, hadis râvîsinde bulunan ve rivayetinin reddedilmesine sebep olan kusurların tesbit edi­lip ortaya konması ve naklettiği hadislerin reddedilmesinin sağlanmasıdır. Râvînin yalancılıkla suçlanması, çokça ya­nılması Önemli cerh sebeplerindendir.

Cezim Sığası: Râvî'nin hadisi hocasından bizzat aldığını gösteren, "Kale" (Dedi), "Ravâ" (Rivayet etti), "Semi'tu" (İşittim), "Ahberanâ" (Bize haber verdi) gibi lafızlara denilir. Bunlar, râvî ile hocasının biraraya geldiklerine kesinlikle delâlet eden edâ lafızlarıdır.

Evham: "Vehim" kelimesinin çoğulu olup, râvînin cerhine se­bep olan hususlardan, râvînin naklinde yanılması anlamı­na gelmektedir. Zabt sıfatıyla ilgilidir.Vehim, kopuk bir se­nedi bitişik gösterme gibi isnâdda, sahâbî sözünü (mevkuf) Hz. Peygambere ait (merfû) olarak nakletme gibi metinde olabilir.

Galat: Hadis rivayetinde hata yapmak demektir. Râvînin hatası aşırı olursa ve yanlış rivayetleri, doğru olarak naklet­tiklerini geçerse zabt sıfatını kaybetmesine sebep olur.

Garîb: Hangi tabakadan olursa olsun bir râvînin tek başına rivayet ettiği hadise denilir. Sadece bir râvî tarafından nak­ledilen hadis, başka râvîler tarafından nakledilmediği veya diğer rivayetler ona aykırı olduğu için tek basma kalan an­lamında "Gârîb" ismini almıştır.  

Haber: Bir görüşe göre,hadisle eş anlamlıdır. Diğer bir görüşe göre ise, Hz. Peygamber, Sahabe ve Tâbiûn'dan nakledilen rivayetlere denir. Bu yönüyle haber, hadisden daha genel­dir, Çünkü Hz. Peygamberin sözlerinin yanında, Sahabe, Tâbiûn ve daha sonrakilerden nakledilen şeyleri de içine alır. Bu açıdan her hadis haberdir, fakat her haber hadis de­ğildir ve hadis haberin bir bölümünü meydana getirmekte­dir.

Hadde Sena: "Bize anlattı" manasına gelen edâ lafızlarındandir. Râvînin hocasından aldığı hadisleri talebesine naklederken kullanılmıştır. "Haddesenâ" lafzının, hadis rivayet yolların­dan hangisini göstermek için kullanılacağına dair hadisçiler arasında birlik sağlanamamıştır.

Hadis Hırsızlığı (Sirkatü'l-Hadîs): Bir râvînin bir hadisi naklinde tek başına kalması du­rumunda, diğer bir râvînin, aynı hadisi o râvînin hocasın­dan işittiğini iddia etmesidir. Bunun yanısıra bir râvînin hadisi olarak bilinen bir rivayeti, aynı tabakadan başka bir râvîye isnâd ederek nakletmeye, ayrıca başkalarında bu­lunmayan hadis rivayet ediyor görünmek gayesiyle, o hadisdeki kelime veya cümlelerin yerlerini değiştirerek nak­letmeye de hadis hırsızlığı denilir. Kısacası hadisde hırsız­lık (sirkat), bir râvînin rivayet etmediği bir hadisi çeşitli şe­killerde kendisine mal ederek nakletme sidir.

Hasen: Sahîh ile Zayıf-hadis arasında yer alan, fakat sahihe daha yakın olan bir hadis çeşididir.

Hasen-Sahîh: Bu terim konusunda hadis âlimleri ihtilâf etmiştir. Bu konuda en tutarlı açıklamayı İbn Hacer yapmıştır. Buna gö­re, hakkında Hasen-Sahîh terimi kullanılan hadisin bir tek isnadı varsa, bu hadisin hükmü konusunda tereddüd var­dır, bu rivayet ya hasendir ya da sahihtir. Böyle bir rivayet sahîh hadisden biraz aşağı mertebededir. Hakkında hasen-sahîh hükmü verilen bu hadisin isnadı birden fazla ise, bu durumda bu rivayet bir isnâdla hasen, diğer bir isnâdla sa­hih olarak nakledilmiş demektir. Böyle bir rivâyet, kendisi­ne sadece sahih denilmiş bir hadisden daha kuvvetli sayıl­maktadır.

Iztırab: Aynı hadisi birbirine zıt şekillerde rivayet eden râvîlerin hepsi adalet ve zabt sıfatları bakımından eşit veya birbirine yakın olduklarından, bu rivayetlerden herhangi birini dînerine tercih etme imkânı olmaz. Bu, tercihi imkânsız kılan duruma ıztırab denilir.

İhtilât Etmek: Râvînin aklî melekelerinin zayıflaması sonucu şuuru­nun karışması sebebiyle naklettiği hadislerin farkında ol­mamasıdır, îhtilât, daha çok yaşlılık yüzünden hafıza gücü­nün zayıflaması durumunda görülür. Aklı oynatmak veya hastalık da ihtilât sebebidir.

İnkıta': İsnâd zincirini teşkil eden râvîlerden bir veya bir kaçı­nın düşmesiyle meydana gelen kopukluktur. İsnadın başın­da, ortasında veya sonunda olabilir.

İrsal Yapmak: İsnadında, Tâbiin'in hadis aldığı sahâbîyi veya şahabının kendisinden nakli aldığı diğer bir sahâbîyi atla­yarak, doğrudan Hz. Peygamber'den nakilde bulunmasıdır.

İsnâd: Bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmektir.

Kutub-I Sıtte: Hadis kaynaklan arasında şöhret kazanmış altı esere denilir. Bunlar, hadis kitaplarının en sahihleri kabul edilen el-Buhârî ve Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh'leri ile, Ebû Dâvud, Tirmizî, en-Nesâî ve îbn Mâce'nin Sünen'lerinden ibarettir.

Mahfuz: Adalet ve Zabt yönünden diğerlerinden daha üstün bir mertebede bulunan râvînin nakline denilmekte olup, "Şâz" karşıtıdır.

Mecruh: Yalan söylemek, rivayet şartlarına uymamak gibi za­yıflatıcı sebeplerle hadisleri reddedilmiş râvîye denilir.

Mechûl: Kimliği ve adalet durumu bilinmeyen, ilim talebiyle meşhur olmayan, hadis âlimleri tarafından tanınmayan, hadisleri sadece bir tek râvî yönünden bilinen kimsedir.

Metin: Hz. Peygamberin bir sözünü, fiilini veya O'na ait bir işi, bir olayı bir hâli, bir özelliği anlatan ve hadisin isnadından sonra yer alan ifadelerdir.

Metruk: Yalan söylemekle itham edilmiş, söz veya fiilinde fi ski ortaya çıkmış ya da çok yanılma ve gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına naklettiği hadisdir. Bu sebeplerle hadisi terkedilmiş bir râvîye de "Metrûku'l-Hadîs" denilir.

Metin: Hz. Peygamber'in bir sözünü, fiilini veya O'na ait bir işi, bir olayı, bir hâli, bir özelliği anlatan ve hadisin isnadından sonra yer alan ifadelerdir.

Metruk: Yalan söylemekle itham edilmiş, söz veya fiilinde fiskı ortaya çıkmış ya da çok yanılma ve gafleti fazla olan zayıf bir râvînin tek başına naklettiği hadisdir. Bu sebeplerle hadisi terkedilmiş bir râvîye de "Metrûku'l-Hadîs" denilir.

Mevzît: Çeşitli maksatlarla uydurulup, iftira olarak Hz. Peygamber'e nisbet edilmek suretiyle rivayet edilen sözlere de­nir.

Râvî: Hz. Peygamber'in hadislerini nakleden kimsedir.

Sahîh: Adalet ve Zabt sahibi râvîlerin kesiksiz bir isnâdla bir­birinden naklettikleri, şâz ve illetten uzak hadislerdir.

Sahihayn (Sahihân): el-Buhârî ve Müslim'in el-Câmiu's-Sahîh adlı eserleri­ne denilir.

Sened: Hadisin ilk kaynağına kadar ulaşan yolu oluşturan râvîler zinciridir.

Sika: Bir kişiye güvenmek, itimâd etmek mânâsına olup, Hadis Usûlü'nde, adalet ve zabt sıfatlarını taşıyan râvîye denilir.

Sünnet: Hz. Peygamber'in sözleri, fiilleri, takrirleri, Peygam­berliğinden önceki ve sonraki ahlâkî vasıfları ve sîretidir. Hadisle eş anlamlıdır. Fıkıh âlimlerine göre ise, Kur'ân dışında Hz. Peygamber'den sâdır olan ve Şer"î bir hükme delil olabilecek niletikte söz, fiil ve takrirlerdir.

Şeyhayn (Seyhan): Hadis ilimlerinde, el-Buhârî ve Müslim demektir.

Tedlîs: Bir râvînin çağdaşı olup görüşmediği veya görüşüp de hadis almadığı bir hocadan sanki ondan işitmişçesine nakil­de bulunmasıdır. Bir râvînin, hadis işittiği kimseden, ger­çekte işitmemiş olduğu hadisleri rivayet etmesi de tedlîs kapsamına girer.

Zabt: İşittiği hadisleri aradan uzun bir zaman geçtikten son­ra bile, işittiği şekilde ezberinde tutup eksik ya da fazla ol­maksızın başkalarına rivayet edebilme yeteneğidir. Rivayetinin kabul edilebilmesi için râvîde bulunması gere­ken şartlardandır.

Zayıf: Adalet ve Zabt yönünden tenkide uğramış râvîler tara­fından nakledilmiş olup, sahîh ve hasen'in dışında kalan ha­dislerdir.

 

 



[1] er-Râğıb el-Isfahânî, el-Müfredât, s. 60; el-Aynî, Umdetü'l-Kârî, XV, 167-168; Miras, Tecrid-i Sarih Tere. IX, 55.

[2] Wensinck, Î.A., iblîs Maddesi, V/ÎI, 690.

[3] İbnü'l-Cevzî, Telbisü İblîs, s. 37.

[4] Tekvin: 3/1-5.

[5] Tekvin: 3/14-15.

[6] Şahin, TDV. tslâm Ansik. Cin Maddesi, VIII, 7.

[7] Şahin, age', VIII, 7.

[8] Matta, 25/41.

[9] Wensinck, Î.A., Ibiîs Maddesi, V/II, 691.

[10] Matta, 4/1-7.

[11] Matta, 4/8-11.

[12] Matta, 13/37-40.

[13] Yuhanna, 8/44.

[14] Yuhanna, S/37, 44.

[15] Yuhanna, 6/70-71.

[16] Yuhanna, 13/1-2.

[17] Yal-mda'mn Mektubu, 9.

[18] Ibranilere Mektup, 3/14.

[19] Yuhanna'nm Birinci Mektubu, 3/8-11.

[20] Resullerin işleri, 13/9-10.

[21] Resullerin işleri, 10/38.

[22] Yakubun Mektubu, 4/7.

[23] Efesoslulara Mektup, 4/26-27.

[24] Timeteos'a ikinci Mektup, 2/26.

[25] Timeteos'a Birinci Mektup, 3/2-7.

[26] Petrus'un Birinci Mektubu, 5/8.

[27] Efesoslulara Mektup, 6/11-12.

[28] Yuhanna'nın Vah3<i, 20/7-10.

[29] Yuhanna'nın Vahyi, 12/9-12.

[30] Bkz. Bakara: 2/34-38; Nisa: 4/118-120; A'râf: 7/11-25; Hicr, 15/28-46; İsrâ, 17/61-65; Kehf, 18/50; Tâhâ, 20/116-125; Şuarâ, 26/94-95; Sebe, 34/20; Sâd: 38/71-85.

[31] Wensinck, I.Â., Iblîs Maddesi, V/II, 691.

[32] Wensinck, age., V/II, 691.

[33] Hicr, 15/28-31; Krş. Bakara: 2/34; îsrâ, 17/61; Kehf, 18/50; Sâd: 38/71-74.

[34] Hicr, 15/32-35; Krş. A'râf, 7/12-13; Sâd: 38/75-78.

[35] Hicr, 15/36-40; Krş. A'râf, 7/14-15; Sâd: 38/79-82.

[36] A'râf, 7/16-17.

[37] Isrâ: 17/62.

[38] Sâd: 38/82-83.

[39] Nisa: 4/118-119.

[40] A'râf, 7/18; Krş. Sâd: 38/84-85.

[41] Hicr, 15/41-46.

[42] Isrâ: 17/63-65.

[43] A'râf, 7/19; Krş. Bakara: 2/35.

[44] Tâhâ, 20/117-119.

[45] Tâhâ: 20/120.

[46] A'râf:  7/20-22; Krş. Tâhâ, 20/121.

[47] A'râf : 7/22-23.

[48] Bakara: 2/36.

[49] A'râf:  7/24-25; Krş. Bakara: 2/36; Tâhâ, 20/123.

[50] Tâhâ: 20/124-125; Krş. Bakara: 2/38.

[51] Bakara: 2/38.

[52] Tâhâ: 20/121-122.

[53] Bakara: 2/37.

[54] Bkz. Bakara: 2/34-38; A'râf, 7/11-25; Tâhâ, 20/116-125.

[55] Bkz. Nisa: 4/118-120; Hicr, 15/28-46; îsrâ, 17/61-65; Sâd: 38/71-85.

[56] Kehf: 18/50.

[57] Şuarâ: 26/94-95.

[58] Bkz. et-Taberî, Câmiul-Beyân, I, 228; er-Râzî, Mefâtîh, II, 212; Kurtubî, el-Câmi' ii Ahkâm, I, 291.

[59] Aydemir, Tefsirde tsrâiliyât, s. 247.

[60] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 29, 41, 76.

[61] ed-Dârimî, Sünen, I, 92 (Mukaddime, 30).

[62] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111,-152-153, 249.

[63] Krş. Furkân: 25/14.

[64] Müslim, Münâfıkûn, 66, 68; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 332, 354, 366, 384.

[65] Müslim, Münâfikûn,67; Ahmed b. Hanbel,Müsned,III, 314.

[66] es-Suyûtul el-Câmiu's-Sağîr, I, 331.

[67] Müslim, Mesâcid, 40; Mesaî, Sehv, 19/1313; Ahmed.b. Hanbel, Müsned, III, 82.

[68] Müslim, Münâfıkûn, 65; et-Tirmizî, Fiten, 2/2159; Birr, 25/ 1937; Ibn Mâce, Menâsık, 76/3055.

[69] Ibn Mâce, Menâsık, 56/3013; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 15.

[70] Hatipoğlu, Sünen-i îbni Mâce Tere. VIII, 262-263.

[71] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, II, 474; I. Hacer, Tehzîbü't- Tehzîb,III, 239.

[72] Yusuf:  12/92

[73] el-Buhârî, B. Halk, ll; Menâkıbul-Ensâr, 22; Meğazî, 18; Eymân 15; Diyât 16.

[74] İ. Esir, Üsdü'1-Ğâbe, II, 16-17.

[75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 288.

[76] Krş. Âl-i îmrân, 3/155.

[77] ed-Dârimî, Sünen, I, 65 (Mukaddime, 22).

[78] el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, XV, 167.

[79] el-Aynî, age., XV, 167-168.

[80] et-Taberî; Câmiul-Beyân, I, 199-203; I. Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân, I, 75; Aydemir, Tefsirde Isrâiliyât, s. 97-98.

[81] Bkz. Yuhanna'nın Vahyi, 20/7-10.

[82] el-Aynî, Umdetül-Kârî, XV, 168.

[83] Wensinck, ÎA, iblîs Maddesi, V/II, 692.

[84] Krş. Demîrî, Hayâtü'l-Hayavân, I, 288-289, 416.

[85] et-Taberi, Câmiu'l-Beyân, I, 203; I. Kesîr, Tefsîrul-Kur'ân, I, 75; Aydemir, Tefsirde îsrâiliyât, s. 248-249.

[86] Aydemir, age., s. 249-250.

[87] Müslim, Birr, 111; Ahraed b. Hanbel, Müsned, III, 152, 229, 240, 254.

[88] et-Taberî, Câraiul-Beyân, I, 236.

[89] et-Taberî, Camiu'l-Beyân., I, 235-237.

[90] et-Taberî, age., I, 237.

[91] Wensinck, IA, iblîs Maddesi, V/II, 691.

[92] Tekvin: 3/1-15.

[93] et-Taberî, Câmiul-Beyân, I, 238.

[94] Krş. Aydemir, Tefsirde îsrâiliyât, s. 253-256.

[95] Aydemir, age., s. 264.

[96] Wensinck, age., V/II, 691.

[97] Aydemir, age., s. 264.

[98] et-Taberi, Câmiul-Beyân, I, 235, 237; Aydemir, Tefsirde îsrâilîyât, s. 259-260.

[99] Aydemir, age., s. 260.

[100] Krş. Tekvin: 3/1-13.

[101] Tâhâ: 20/120.

[102] A'râf: 7/20-22; Krş. Tâhâ: 20/121.

[103] Tâhâ: 20/121-122.

[104] İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 74.

[105] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 74.

[106] Arsel, age., s. 75.

[107] Arsel, age.,s.

[108] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 77.

[109] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 77.

[110] Arsel, age., s. 79.

[111] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 79.

[112] Krş. Arsel, age., s. 74-75, 77.

[113] Arsel, age., s. 79.

[114] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 79.

[115] Arsel, age., s. 80.

[116] en-Nesâî, Işretü'n-Nisâ 1/3937-3938; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 128, 199.

[117] et-Tirmizî, Rada', 11/1162; I. Mâce, Nikâh, 50/1977-1978.

[118] İ. Hişâm, es-Sîretü:n-Nebeviyye, IV, 251.

[119] el-Buhârî, Pedâilü Ashâbi'n-Nebî, 29.

[120] Arsel, age., s. 79.

[121] Krş. Arsel, age., s. 79.

[122] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 79.

[123] Bu konuda bkz. M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, Ankara 1975; Müctebâ Uğur, Ansiklopedik Hadis Terimleri Sözlüğü, s. 226-235.

[124] Arsel, Şeriat ve Kadvn, s. 80.

[125] Âl-i Imrân 3/144; Kehf, 18/110; Feth, 48/29.

[126] el-Buhârî, Salât,48; Cenâiz,62,96;Müslim, Mesâcid, 19, 23.

[127] el-Buhâri, Enbiyâ, 1.

[128] el-Buhârî, Enbiyâ, 25.

[129] Müslim, Rada', 19/64.

[130] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 349.

[131] Müslim, Rada', 19/65.

[132] Krş. el-Buhârî, Enbiyâ, 25.

[133] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 315.

[134] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 304.

[135] Bkz. Ek:l.

[136] Müslim, Rada',19/64; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 349.

[137] Müslim, Rada', 19/65; Ahmed b. Hanbel, Müsned,II, 304.

[138] Müslim, Rada', 19/65; Ahmed b. Hanbel, Müsned,II, 304.

[139] el-Buhârî, Enbiyâ,I,25;Ahmed b. Hanbel, Müsned,II, 315.

[140] Krş. Müslim, Rada' 19/64; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 349.

[141] Krş.el-Buhârî, Enbiyâ 1, 25; Müslim, Rada' 19/65; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 315.

[142] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 304.

[143] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 106.

[144] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III, 296-297.

[145] İbn Hacer, age, IV, 326-327.

[146] İbn Hacer, age, V, 500-502.

[147] İbn Hacer, age, I, 445-447.

[148] İbn Hacer, age, IV, 422.

[149] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 106.

[150] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 106.

[151] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, 1,125; Aydemir, Tefsirde isrâi­liyât, s. 56.

[152] Ibn Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, VI, 45; Krş. Aydemir, age, s. 67-68,

[153] Müslim, Rada' 19/65.

[154] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, VI, 12.

[155] el-Buhârî, Enbiyâ, 1, 25; Müslim, Rada1,19/65; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 304, 315.

[156] Bkz. Yazır, Hak Dini, I, 361; Sofuoğlu, Sahîh-i Müslim ve Tere. rv, 401, Açıklama, 25.

[157] Krş. Yûsuf, 12/46-47.

[158] Kehf, 18/60-64.

[159] Aynî, Umde, XV, 211.

[160] Aydemir, Tefsirde îsrâiliyât, s. 97.

[161] A'râf, 7/189-190.

[162] Yazır, Hak Dini, IV, 2350.

[163] et-Tirmizi, Tefsîru Sûre 7/4 (3077).

[164] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 11.

[165] et-Tirmizi, Tefsîrû Sûre 7/4 (3077).

[166] Aydemir, Tefsirde isrâiliyât, s. 271-272.

[167] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzib, III, 455.

[168] Ibn Hacer, age., IV, 267.

[169] et-Taberî,  Câmiu'i-Beyân,  IX,  145-146;  tbn  Kesir,Tefsmı'l-Kur'ân, II,  274-275; Krş. Aydemir, Tefsirde Isrâliyât, s. 270-271 Bkz. el-A'râf, 189-190

[170] et-Taberi, age, IX, 146 vd.; Ibn Kesir, age, II, 274-275; Krş. Aydemir, age, s. 271.

[171] Aydemir, age, s. 272.

[172] et-Taberî, Târihul-Ümem, I, 274; Ibn Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ân, IV, 15-16.

[173] Aydemir, Tefsirde isrâiliyât, s. 297-298.

[174] el-Aynî, Umdetül-Kârî, XV, 168. 88

[175] Bakara: 2/102.

[176] Âl-i îmrân: 3/36; Hicr: 15/17, 34.

[177] Arâf: 7/2; Sâd: 38/76.

[178] İbn Manzûr, Lısânül-Arab, Ş-T-N Maddesi, XIII, 238; Ahmed Selçuk Furat, ÎA, Şeytân Maddesi, XI, 491-493.

[179] I. Esîr, Nihâye, II, 475.

[180] II. Samuel, 24/1.

[181] I. Tarihler, 21/1.

[182] Örs, Musa ve Yahudilik, s. 360; Şahin TDV, islâm Ansik. Cin Mad. VIII, 7.

[183] Örs, age, s. 339.

[184] Örs, age, s. 355-356.

[185] Şahin, TDV. İslâm Ansik. Cin Mad. VIII, 7.

[186] Hoşea, 12/7.

[187] Mezmurlar, 109/6-7.

[188] Zekarya, 3/1-7.

[189] Tekvin, 27/1-46.

[190] 1. Talihler, 21/1-7.

[191] Eyüb, bâb: 1, 2, 42.

[192] Krş. Tekvin, bâb: 3.

[193] Mutlu Günler, s. 305.

[194] Krş.TeVvîn,6/2-4; Şahin,TDV.İslâm Ansik.Cjn Mad.VIII, 7.

[195] Aydın, Müslümanların Hristiyânlığa Karşı Yazdığı Reddi­yeler ve Tartışma Konulan, s. 162-163.

[196] Mezmurlar, 109/6.

[197] Yuhanna'nın Birinci Mektubu, 3/8.

[198] Efesoslular, 2/2.

[199] Yuhanna'nın Birinci Mektubu,3/8; Ibrânilere Mektub, 2/14.

[200] Petrus'un Birinci Mektubu, 5/8.

[201] Korintoslulara II. Mektup, 11/13-15.

[202] Efesoslular, 6/11-18.

[203] Yahuda'nın Mektubu, 9.

[204] I. Petrus, 5/9.

[205] Tekvin, 27/1-46.

[206] Günay, Mutlu Günler, s. 104-105.

[207] Günay, age., s. 337.

[208] Günay, age, s. 300; Krş. Luka, 13/10-17.

[209] Yuhanna, 12/31; 14/30.

[210] Matta, 16/21-23; Krs. Markos, 8/31-33.

[211] Markos, 4/3-16; Luka, 8/5-13.

[212] Matta, 5/37.

[213] Luka, 22/1-33.

[214] Resullerin İşleri, 26/15-18.

[215] II. Korintoslular, 12/7-9.

[216] Romalılara Mektub, 16/20.

[217] II. Korintoslulara, 2/10-11; 7/3-6.

[218] Timoteosa I. Mektub, 5/14-15; I. Korintoslulara, 5/1-5.

[219] Timoteosa I. Mektub, 1/18-20.

[220] I. Selanikliler, 2/17-18.

[221] Resullerin işleri, 5/1-11.

[222] Yuhanna’nın Vahyi, 2/18-24.

[223] Yuhanna'nın Vahyi, 2/8-10; 3/7-9.

[224] Yuhanna'nın Vahyi, 2/12-13.

[225] M. Sibâî, Kadının Yeri, s. 50-51.

[226] Furat, ÎA, Şeytân Maddesi, XI, 491-492.

[227] Müslim, Piten 119.

[228] İbn Mâce, Edeb, 31/3730; Ahmedb. Hanbel, Müsned,î, 31.

[229] Ebû Dâvud, Sünen, III, 251-252, Edahî, 17/2826.

[230] Buhârî, Fedâilü'l-Kur'ân, 1; Tefsîru'l-Kur'ân 93 (Duhâ)/1; Müslim, Cihâd, 115.

[231] el-Buhârî, Tefsîru Sûre 71 (Nûh)/1.

[232] İbn Mâce, Zebâih, 4/3173.

[233] En'âm: 6/136.

[234] el-Buhârî, Sahih, V, 192, Tefsîm'l-Kur'ân, 6 (En'âm, Giriş kısmı).

[235] Ebû Dâvud, Edeb, 85/4982.

[236] Ibnül-Cevzî, Telbîsu Iblîs, s. 63-65.

[237] Krş. Bakara: 2/208.

[238] Bakara: 2/168, 208; En'âm: 6/142; Zuhruf: 43/62-63.

[239] A'râf: 7/200-201; Krş. Nahl: 16/98; Mü'minün: 23/97-98; Fussilet: 41/36.

[240] Bakara: 2/169; Nûr: 24/21.

[241] el-Buhâri, İmân, 3, 16; Müslim, İmân, 57-59; E. Dâvud, Sünnet, 15/4676; et-Tirmizi, Birr, 80/2027; İbn Mâce, Mu­kaddime, 9/57.

[242] A'râf: 7/27-28.

[243] Bakara: 2/268.

[244] Isrâ: 17/26-27.

[245] Mâide: 5/90.

[246] Mâide: 5/91.

[247] Mâide: 5/91.

[248] Kasas: 28/15.

[249] Isrâ: 17/53.

[250] Yûsuf: 12/100.

[251] Mücâdele: 58/19.

[252] Muhammed: 47/25.

[253] Fatır: 35/5-6.

[254] Ankebût: 29/38.

[255] En'âm: 6/42-43; Nahl: 16/63.

[256] Enfâl: 8/47-49.

[257] Meryem: 19/83.

[258] Bakara: 2/210.

[259] Mücâdele: 58/10.

[260] A'râf: 7/175-176.

[261] Âl-i Imrân: 3/175.

[262] Enfâl: 8/11.

[263] En'âm: 6/121.

[264] Bakara: 2/168.

[265] Bakara: 2/168; En'âm: 6/142.

[266] Krş. En'âm: 6/71-72, 121; A'râf: 7/30; Meryem: 19/83; Mü'minûn: 23/97-98; Şu'arâ: 26/210-212; Mülk: 67/5.

[267] Furat, ÎA, Şeytân Maddesi, XI, 492.

[268] Zuhruf: 43/36-39.

[269] Nisa: 4/38.

[270] Kâf: 50/27.

[271] En'âm: 6/112.

[272] Bakara: 2/14.

[273] Nisa: 4/60; Rrş. Yazır, Hak Dini, II, 1383-1384.

[274] Nisa: 4/76.

[275] Buhârî, Rikâak, 8; Krş. Lokman: 31/33; Fâtır: 35/5.

[276] Şu'arâ: 26/221-223.

[277] Nisa: 4/117; Krş. Lokman: 31/21.

[278] Yasin: 36/60.

[279] A'râf: 7/202,

[280] Isrâ: 17/27.

[281] Meryem: 19/68; Krş. Mülk: 67/5.

[282] Furkân: 25/27-29.

[283] Haşr: 59/16.

[284] Haşr: 59/16.

[285] Îbnül-Cevzî, Telbîsü iblis, s. 26; Ayrıca bkz. Ibn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ân, IV, 341; Yazır, Hak Dini, VII, 4862.

[286] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, II, 601; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 359; III, 439, 503.

[287] En'âm: 6/71-72.

[288] Hac: 22/3-4.

[289] Nahl: 1G/99-100.

[290] Ibrâhîm: 14/21-22.

[291] Hicr: 15/16-18; Saffât: 37/6-10; Mülk. 67/5.

[292] Şu'arâ: 26/210-212.

[293] Tekvîr: 81/25.

[294] Hicr: 15/16-18; Saffât: 37/6-10; Mülk: 67/5.

[295] Hac: 22/52-53.

[296] En'âm: 6/112.

[297] Meryem: 19/44.

[298] Yûsuf: 12/5.

[299] Yûsuf: 12/100.

[300] Sâd: 38/41.

[301] Yazır, Hak Dini, VI, 4100.

[302] Âl-i îmrân: 3/36.

[303] Bakara: 2/102.

[304] Sâd: 38/34-39.

[305] Enbiyâ: 21/82.

[306] Sebe: 34/12-13.

[307] er-Râzî, Mefâtîhul-Ğayb, XXV, 247.

[308] Krş. Enbiyâ: 21/82; Sâd: 38/34-39.

[309] Sebe: 34/12.

[310] Krş. Neml: 27/17.

[311] Sebe: 34/12.

[312] er-Râzî, Mefâtîhul-Ğayb, XXV, 250.

[313] Yazır, Hale Dini, VI, 4098-4099.

[314] Yazır, age,, VI, 3952.

[315] er-Râzî, age, XXV, 250.

[316] I. Krallar, 5/13.

[317] Örs, Musa ve Yahudilik, s. 223.

[318] I. Krallar, 5/5-6.

[319] Örs, age, s. 225.

[320] Örs, Musa ve Yahudilik, s. 227-228.

[321] Sebe: 34/10.

[322] Sebe: 34/12.

[323] Sebe: 34/13.

[324] Enbiyâ: 21/82; Sâd: 38/34-39.

[325] Örs, age, s. 235.

[326] Krş. Enbiyâ 21/82; Sâd: 38/37.

[327] Sebe: 34/12.

[328] Krş. er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XXV, 247; Yazır, Hak Dini, VI, 3951.

[329] Örs, Musa ve Yahudilik, s. 237.

[330] Neml: 27/22-26.

[331] A'râf: 7/30.

[332] Saffât: 37/62-66.

[333] Bakara: 2/275.

[334] Nisa: 4/83.

[335] Nahl: 16/98.

[336] İbn Mâce, Taharet: 9/296.

[337] el-Buhâri, Vudû, 9; Da'avât,14; Müslim, Hayız,122; Ebû Dâ-vud, Taharet 3/4; Tirmizî, Taharet: 4/5-6; Nesâî, Taharet, 18/19; Ibnı Mâce, Taharet: 9/296.

[338] İbn Mâce, Taharet: 9/297.

[339] el-Buhârî, Nikâh, 66; B. Halk, 11; Da'avât, 54; Tevhîd, 13; Müslim, Nikâh 116; Ebû Dâvud, Nikâh, 46/2161; et-Tirmizî, Nikâh, 8/1098; Ibn Mâce, Nikâh, 27/1919; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 217, 220, 243, 283, 286.

[340] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 435, 465; III, 397; ed-Dârimî, Sünen, I, 67-68.

[341] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 298.

[342] el-Buhârî, E. Halk, 11; Da'avât, 64; İbni Mâce, Edeb, 54/3798; Duâ, 14/3867; imâra Mâlik, Muvatta, Kur'ân: 7/20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 415.

[343] et-Tirmizî, Sevâbü'l-Kur'ân, 22/2922; ed-ed-dârimî, Sünen, II, 458 (Fedâilü'l-Kur'ân, 22).

[344] ed-Dârimî, Sünen, II, 429-430 (Fedâilü'l-Kur'ân, 1).

[345] Müslim, Müsâfırîn, 212; Tirmizî, S. Kur'ân, 2/2877; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 337, 378, 388.

[346] et-Tirmizî, S. Kur'ân, 4/2882; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 274; ed-Dârimî, Fedâilül- Kur'ân, 14.

[347] ed-Dârimî, Sünen, II, 446-447 (Fedâilü'l-Kur'ân, 13).

[348] ed-Dârimî, Sünen, II, 472-473 (Fedâilül-Kur'ân, 34).

[349] el-Buhârî, B. Halk, 11; Vekâlet, 10; Fedailü'1-Kur'ân, 10;et-Tirmizî, Sevâbül-Kuran, 3/2880.

[350] ed-Dârimî, Sünen, II, 448 (Fedâilül-Kur'ân, 14).

[351] Ebu Dâvud, Salât, 121/764; 122/775; I. Mâce, Salât, 27 807-808..

[352] Ebû Dâvud, Salât, 18/466.

[353] Ebû Dâvud, Vitir, 32/1552; en-Nesâî, îstiâze, 61/5528-5529; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 356; III, 427.

[354] Hattâbî, Me'âlimü's-Sünen, II, 161.

[355] el-Buhârî, B. Halk, 11; Müslim, imân, 213-214; Krş. E. Dâvud, Sünnet 19/4722.

[356] et-Tirmizî, Tefsîru'l-Kur'ân, 2/2988.

[357] Müslim, Kader, 34; I. Mâce, Mukaddime, 10/79; Zühd, 14/ 4168; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 366, 370.

[358] es-Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I, 311.

[359] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 130, 202.

[360] en-Nesâî, Eymân, 12/3774-3775; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 186-187.

[361] et-Tirmizî, Da'avât, 91/3523.

[362] eL-Buhâri, B. Halk, 11; Edeb, 44, 76; Müslim, Bir, 109-110; E. Dâvud, Edeb, 4/4780-4781; et-Tirmizî, Da'avât, 52/ 3452; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 240, 244.

[363] Tirmizî, Da'avât, 14/3392; Krş. 95/3529; Ahmed b. Han­bel, Müsned, I, 9, 10-11, 14;'il, 171, 196, 297-298; ed-Dârimî, Sünen, II, 292 (Isti'zân 54).

[364] el-Buhârî, Enbiyâ, 10; E. Dâvud, Sünnet, 22/4737; et-Tirmizî, Tıb, 18/2060; Ibn Mâce, Tıb, 36/3525; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 236, 270.

[365] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 439.

[366] İmâm Mâlik, Mu vatta, Şa'ra, 4/10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 419.

[367] En'âm: 6/112.

[368] en-Nesâî, îstiâze,48/504; Ahmed b.Hanbel,Müsned,V, 178.

[369] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 240, 267, 350.

[370] Ahrned b. Hanbel, Müsned, III, 8, 41.

[371] el-Buhârî, Fedâilü Ashâbi'n-Nebî, 27; B. Halk, 11; Âhmed b. Hanbel, Müsned, VI, 449, 451.

[372] et-Tirmizî, Taharet: 43/57; I. Mâce, Taharet: 48/421; Ah­med b. Hanbel, Müsned, V, 136.

[373] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 471.

[374] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 96.

[375] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 330.

[376] Ebu Dâvud, Salât, 19S/1029; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 12, 37, 50, 51, 53, 54.

[377] Müslim, Salât, 18.

[378] Buhari", B. Halk, 11; Ezan 4; Amel fi's-Salât, 18; Sehv 6-7; Müs1im,Salât, 17, 19; Mesâcid, 82-84; Nesâî, Sehv 25/ 1251; Ezan 30/668; E. Dâvud, Salât, 198/1030; Tirmizî, Salât, 291/397; I, Mâce, ikâmet, 135/1216-1217; imâm Mâlik, Muvatta, Sehv 1/1; Nida 1/6; ed-Dârimî, Sünen I, 273-274 (Salât 11); Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 233-284, 313, 398, 411, 460, 483, 503-504, 522, 531.

[379] Nevevî, Minhâc, IV, 92; Aynî, Umdetül-Kârî, V, 111-112; Davudoğlu, Sahih-i Müslim, Tercüme ve Şerhi, III, 1222-1223.

[380] Buhari,  B. Halk, 11;  Salât,  75; Enbiyâ,  40; Müslim, Mesâcid, 39, 40.

[381] E. Dâvtıd, Salât, 197/1024-1026; İ. Mâce, ikâmet, 132/ 1210; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 72, 580-581.

[382] Müslim, Selâm, 68; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 216; Keş. İ. Mâce, Tib, 46/3548.

[383] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 264, 321.

[384] Ebû Davud, Salât, 315/1330; Tirmizî, Salât, 330/447; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1,109.

[385] Kehf: 18/60-65; el-Buhârî, B. Halk, 11; ilim, 16, 19; Müslim, Fedai, 170; et-Tirmizî, Tefsir, 19/3149; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 117-120.

[386] Kehf: 18/61.

[387] ez-Zemahşerî, Keşşaf, II, 395; Yazır, Hak Dini, V, 3258; Ali Sayı, Hz. Mûsâ, s. 275.

[388] Yûsuf: 12/1-35.

[389] Yûsuf: 12/36-41.

[390] Yûsuf: 12/42.

[391] Ebû Dâvud, Nikâh, 50/2174; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 541.

[392] el-Buhârî, Amel fı's-Salât, 18; Sehv, 6; Müslim, Salât, 17, 19; E. Dâvud, Salât, 198/1030; et-Tirmizî, Salât, 291/397; Ibn Mâce, ikâmet, 135/1216.

[393] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 471.

[394] Ebû Dâvud, Edeb, 109/5065; Tirmizî, Da'avât, 25/3411; Ibn Mâce, ikâmet, 32/926; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 161, 205.

[395] Bakara: 2/286.

[396] Bakara: 2/286.

[397] Yasar, Hak Dini, II, 1003-1004.

[398] İbn Mâce, Talâk, 16/2043, 2045.

[399] Ebû Dâvud, Salât, 196/1020.

[400] Gelişim Doktorumuz Alfabetik Tıp Ansik. I, 280, 283.

[401] Ana Britanika, III, 570.

[402] Mâide: 5/90.

[403] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 232-233, 343.

[404] Ebû Dâvud, Salât, 94/667; Nesâî, imamet, 28/815; Ahmed b. HanbeJ, Müsned, III, 154, 260.

[405] Ebû Dâvud, Salât, 94/666; Ahmed b.Hanbel, Müsned, II, 9S.

[406] Mâide: 5/91.

[407] Buhârî, B. Halk, 11; Müslim, Müsâfırîn, 290; Nesâî, Mevâkît, 35/569.

[408] İ. Mâce, ikâmet, 148/1253; Almıed b. Hanbel, Müsned, IV, 348, 349.

[409] İmâm Mâlik, Muvatta, Kur'ân 10/49.

[410] en-Nevevî, Minhâc, VI, 112; el-Hattâbı, Me'âlimü's-Sünen, I, 241; Krş. Hatipoğlu, Sünen-i îbn Mâce Tere. IV, 10.

[411] Müslim, Mesâcid, 195; E. Dâvud, Salât, 5/413; et-Tirnrîzî, Sa-lât, 120/160; en-Nesâî, Mevâkît, 9/509; imâm Mâlik, Muvatta, Kur'ân: 10/46; Ahmed b.Hanbel, Müsned, III, 103,149, 135, 247%

[412] Müslim, Müsâfîrîn, 294; en-Nesâî, Mevâkît, 35/570; 40/ 582; Abmed b. Hanbel, Müsned, IV, 111,112, 114, 385; V, 260; Krş. E. Dâvud, Salât, 299/1277; I. Mâce, ikâmet, 148/1251.

[413] İ. Esir, en-Nıhâye, II, 475.

[414] Hattâbî, Me'âlimü's-Sünen, I, 241-242.

[415] el-Buhâri, Hums, 4.

[416] Ahmed b. Hanbei, Müsned, II, 18.

[417] Hamidullâh, Isîâm Peygamberi, II, 1122.

[418] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 23, 26.

[419] Aynî, Umdetül-Kârî, XV, 30.

[420] Buhârî, B. Halk, ll;Piten, 16; Müslim, Fiten, 45-50; imâm Mâlik, Muvatta, îstizân,ll/29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 50, 72, 92, 111, 121; Krş. Tirmizî, Fiten, 79/2268.

[421] I. Esîr, en-Nihâye, IV, 52;" Aynî, Umdetül-Kâri, XV, 192; Miras, Tecrid-i Sarih Tere. IX, 55-56; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tere. I, 441, Açıklama no: 25.

[422] el-Aynî, Umdetü'1-Kâri, XXIV, 199; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere. ve Şerhi, XI, 6990.

[423] et-Tirmizî, Menâkib, 75/3953; Krş. el-Buhân, Istiskâ, 27; Fiten 16; İmâm Mâlik, Muvatta, Isti'zân, 11/29; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11,18, 26.

[424] el-Buhârî, B. Halk, 15; Talâk, 25; Meğazî, 74; Müslim, îmân, 81; Alımedb. Hanbel, Müsned, IV, 11S.

[425] el-Aynî, Umdetül-Kârî, XV, 192.

[426] Davudoğlu, age., I, 296.

[427] Ayni, Umdetül-Kârî, XV, 192; Miras, Tecrid-i Sarih Tere. IX, 66; Davudoğlu. Sahih-i Müslim Tere. I, 293-294; Krş. Müslim imân, 84, 90.

[428] Krş. Dursun, Din Bu, II, 15-170.

[429] Dursun, age., II, 170-174.

[430] Müslim, Müsftfirîn,294; en-Nesâî, Mevâkît,35/570; 40/582.

[431] Yûnus: 10/105; Nahl: 16/123.

[432] Neml: 27/17-44.

[433] Kıyâme: 75/36.

[434] Dursun, Din Bu, II, 39-40.

[435] TDK. Türkçe Sözlük, I, 433.

[436] el-Buhârî, B. Halk, 11; Teheccüd, 13; Müslim, Müsâfirîn, 205; en-Nesâî, Kiyâmü']-Ley]f 5/1606-1607; I. Mâce, İkâmet, 174/1330; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 375, 427; II, 260, 427.

[437] en-Nevevî, Minhâc, VI, 64; Aynî, Umdetü'1-Kârî, VII, 196; Miras, Tecrid-i Sarih Tere. IV, 111-112; Davudoğîu, Sa-hih-i Müslim Tere. IV, 2203; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tere. II, 424, açıklama no: 56; Hatipoğlu, Sünen-i Ibni Mâce Tere. ve Şerhi, IV, 110.

[438] el-Buhârî. B. Halk, 11; Teheccüd, 12; Müslim, Müsâfirfn, 207; E. Dâvud, Salât, 307/1306; en-Nesûî, Kıyâmü'1-Leyl, 5/1605; t. Mâce, ikâmet, 174/1329; îmânı Mâlik, Muvat-ta, Sefer, 25/95; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 243.

(*) Bu görüşün doğruluğunu kabul etmek mümkün gözük­müyor. İnsanı kendi iradesi dışında, Hipnoz vs. yollarla da olsa etki altına almak imkân dahilinde olmamalıdır Bu konuda bkz. Ali Osman Ateş, Kur'ân ve Hadislere Göre.Cinler-Büyu, Beyan Yayınlan, istanbul, 1995.

[439] en-Nevevî, Minhâc, VI, 65-67; el-Aynî Umdetü'1-Kân", VII, 192-194; Krş. A. Naim, Tecrid-i Sarih Tere. IV, 108-110; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tere, II, 426, açıklama no: 58; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere. IV, 317-320; Hati-poğlu, Sünen-i Ibni Mâce Tere. IV, 107-109.

[440] Müslim, Mosâcid, 310; en-Nesâî, Mevâkît, 55/621-622; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 429. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Kur'ân Ve Hadislere Göre Şeytân, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996: 187-189.

[441] el-Buhârî, B. Halk, 11; Ezan, 93; E. Dâvud, Salât, 165/ 910; et-Tirmizî, Salât, 413/5S9; en-Nesâî, Sehv, 10/1194-1197; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 70,10G.

[442] el-Aynî, Umdetül-Kârî, V, 310-311; Krş. Sübkî, el-Menhel, VI, 6-7.

[443] en-Nesâî, Tatbik, 98/1158; Sehiv, 32/1264; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 10, 73.

[444] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 54.

[445] Müslim, Sa]ât,240; Ahmed b.Hanbel, Müsned,VI,31, 194.

[446] en-Nevevî, Minhâc, IV, 215.

[447] Müslim, Zühd, 56; et-Tirmizî, Salât, 273/370* Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 397, 517.

[448] Tirmizî, Edeb, 8/2748.

[449] İbn Mâce, ikâmet, 42/969.

[450] İbn Hacer, TehzîbüVTehzîb, IV, 94-95.

[451] İbn Hacer, age, II, 497.

[452] el-Buhârî, Hayz, 7; Müslim, Hac, 119-120.

[453] Ebû Dâvud, Salât, 88/646; et-Tirmizî, Salât, 282/384.

[454] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1,146.

[455] Sübkî, el-Menhel, V, 36-37.

[456] el-Buhârî, Salât, 100; B. Halk, 11; Müslim, Salât, 258-260; E. Dâvud, Salât, 108/697, 700; 115/719-720; Ibn Mâce, Salât,39/954, 955; imâm Mâlik, Mu vatta, Sefer 10/33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 43-44, 49, 57, 63; IV, 57.

[457] En'âm, 6/112.

[458] el-Aynî, Umde tül-Kân, IV, 291; Krş. en-Nevevî, Minhâc, IV, 223-224; Sübkî, el-Menhel, V, 91*

[459] Ebû Dâvud, Salât, 107/695; en-Nesâî, Kıble, 5/746; Alımed b.'Hanbel, Müsned, IV, 2.

[460] Sübkî, el-Menhel, V, 87.

[461] el-Buhârî, Ezan, 159; Müslim, Müsâfırin, 59; en-Nesâî, Sehv, 100/1358; Ibn Mâce, İkâmet, 33/930; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 383, 429, 464; ed-Dârimî, Sünen, I, 311 (Salât, 89).

[462] Ahmed b. Hanbeî, Müsned, III, 354, 384.

[463] Müslim, imân, 133; Ibn Mâce, ikâmet, 70/1052.

[464] en-Nevevî, Minhâc, II, 70-72; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere. I, 354.

[465] el-Buhârî, Snvm, 5; B. Halk, 11; Müslim, Sıyâm, 1; et-Tirmizî, Savm,  1/682; en-Nesâî,  Sıyâm,  3/2095-2096; imâm Mâlik, Muvatta, Sıyâm, 22/59; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 357, 378, 425; IV, 312; V, 411; ed-Dârimî, Sünen, I, 26 (Savm, 53).

[466] el-Buhârî, Savm, 5; Müslim, Sıyâm, 2; en-Nesâî, Sıyâm 4/ 2097-2102; 5/2102-2103.

[467] Tirmizî, Savm, 1/682.

[468] Nesâî, Sıyâm, 5/2106.

[469] en-Nevevî, Mînhâc, VII, 188; Krş. el-Aynî, Umdetü'1-Kân", X, 266; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere. VI, 8-9.

[470] el-Aynî, Umdetüî-Kârî, X, 270; Krş. Davudoğlu, age, VI, 13.

[471] el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, X, 270; Krş. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. VI, 13.

[472] Ahmed b. Hanbeî, Müsned, V, 324.

[473] İmâm Mâlik, Muvatta, Hac, 81/245.

[474] en-Nesâî, Eymân, 41/3843.                                                                                                                            

[475] Müslim, Cennet, 63; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 162.

[476] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 90.

[477] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 306- 307; Krş. et-Taberî, Târîhül-Ümem, I, 261-262, 274, 276; Ezrakî, Ahbâru Mekke, I, 66, 69.

[478] Ibn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 11-12; IV, 130-133.

[479] Ahmed b. Hanbel, Müsned,ll, 380.

[480] Bakara: 2/266.

[481] el-Buhârî, Tefsir, 2 Bakara: 2/47.

[482] Mâide, 5/90; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 35,1-352.

[483] İmâm Mâlik, Muratta, Eşribe, 5/15.

[484] en-Nesâî, Eşribe, 53/5715.

[485] en-Nesâî, Eşribe, 53/5724.

[486] el-Buhârî, HudÛd, 4,5; E. Dâvud, Hudüd, 36/4477; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 300.

[487] el-Aynî, Umdetül-Kârt, XXIII, 268.

[488] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 350.

[489] Müslim, Saya, 34.

[490] Isrâ: 17/27.

[491] Müslim, Libâs, 41; Ebû Dâvud, Libâs, 45/4142; en-Nesâî, Nikâh, 82/3383; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 293.

[492] en-Nevevî, Minhâc, XIV, 59-60; Krş. Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. IX, 422-423.

[493] Ebû Dâvud, Cihâd, 62/2568.

[494] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 226.

[495] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, II, 395; 1. Hacer, Tehzîbü'-Tehzîb, III, 103; IV, 121.

[496] Bkz. Buhârî, B. Halk, 11; Edeb, 44, 76; Müslim, Bul', 109-110; E. Dâvud, Edeb, 4/4780-4781; et-Tirmizî, Da'avât, 52/3452.

[497] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 266.

[498] el-Buhârî, îmân, 36; Edeb, 44; Müslim, İmân, 116.

[499] et-Tirmizi, Birr, 48/1977.

[500] Zümer, 39/18.

[501] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 20.

[502] el-Buhârî, Edeb,57, 62; Müslim, Birr,23, 25, 26; et-Tirmizî, Birr, 21/1932; 24/1935; İbn Mâce, Mukaddime, 7/46.

[503] Ebû  Dâvud,  Edeb,  49/4896-4897;  Ahmed b.  Hanbel, Müsned, II, 436.

[504] Müslim, Eşıibe, 103; E. Dâvud, Et'ıme, 16/3765; 1. Mâce, Duâ, 19/3887; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 383.

[505] Müslim, Eşribe, 102; E. Dâvud, Et'ıme, 16/3766; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 383.

[506] Müslim, Eşribe, 135; et-Tirmizî, Et'ıme, 11/1802-1803; Krş. Müslim, Eşribe, 134,136; E. Dâvud, Et'ıme, 50/3845; I. Mâce, Et'ıme, 13/3278; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 100, 177, 290, 301, 331, 337, 366, 394.

[507] Ebû Dâvud, Et'ıme, 16/3768; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 336.

[508] ez-Zehebî, Mîzânü'l-Î'tidâl, III, 435; t. Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, V, 370.

[509] ez-Zehebî, age., I, 377; I. Hacer, age., I, 349.

[510] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 415-416.

[511] Müslim, Eşribe, 104-106; E. Dâvud, Et'ıme, 20/3776; et-Tirmizî, Et'ıme, 9/1800.

[512] Krş. en-Nevevî, Minhâc, XIII, 190; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. IX, 317, 323.

[513] Krş. el-Aynî, Umdetül-Kârî, XVI, 310.

[514] Davudoğlu, Sahih-i Müslim, Tere. IX, 323.

[515] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 301.

[516] Ibn Mâce, Et'ıme, 40/3330.

[517] Îbnü's-Salâh, Ulûm ül-Hadîs, s.82; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, VI, 174.

[518] Ahmed b. Hanbel, Müsned, rV/226.

[519] Ibn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 121.

[520] Nâs: 114/1-6.

[521] Müslim, Eşribe, 174; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 2-3.

[522] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 88-89.

[523] Arsel, age.,s. 89.

[524] Bkz. Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 89.

[525] et-Taberî, Târîhul-Ümem, III, 195.

[526] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 118.

[527] Arsel, age, s. 88-89.

[528] Bkz. el-Buhârî, Tıb, 21; Diyât, 14, 21; Meğâzî, 83; Müslim, Selâm,  85; et-Tirmizî,  Tıb,  9;  12, Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 209; VI, 53.

[529] et-Taberî, Târihü'1-Ümem, III, 196.

[530] et-Taberi, age., III, 195.

[531] İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 85-86.

[532] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 118.

[533] Ahmed b. Hanbel, age., VI, 438.

[534] Ibn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III, 359.

[535] ez-Zehebî, Mîzânü'î-rtidâl, II, 203-204; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 398-400.

[536] İ. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, I, 445-447; V, 500-502.

[537] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 274; Taberî, Tarihu'l-Ümem, III, 195.

[538] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, III, 468-475; I. Hacer, Tehzî­bü't-Tehzîb, V, 28-32.

[539] ez-Zehebî, age., II, 192; î. Hacer, age, II, 379-380.

[540] I. Hacer, age., V, 85-86.

[541] E. Dâvud, Cenâiz, 15/3111; en-Nesâî, Cenâiz, 14/1846; i. Mâce, Cihâd, 17/2803; imâm Mâlik, Muvatta, 12/36.

[542] et-Tirmizı, Edeb, 8/2748; Krş. I. Mâce, İkâmet, 42/969.

[543] I. Hacer, age., II, 497; IV, 94-95.

[544] el-Bubârî, Hayız, 7; Müslim, Hac, 119-120; Âhmed b. Han-bel, Müsned, III, 366, 394.

[545] E. Dâvud, Taharet, 110/287; et-Tirmizî, Taharet, 95/128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 439.

[546] Bkz. Aîımed b. Hanbel, Müsned, VI, 464.

[547] E. Dâvud, Taharet, 112/296.

[548] Bkz. el-Buhârî, Hayz, 8; Müslim, Hayz, 333-334; E. Dâvud, Taharet,   110/285-286;  en-Nesâî,  Hayz,  4/355-357;   I. Mâce, Taharet,  115/621, 624, 626; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 464.

[549] Bkz. el-Buhârî, Hayz, 8; Müslim, Hayz, 62, 64; E. Dâvud, Taharet,  110/235-286;  en-Nesâî,  Hayz,   4/355-357;   I. Mâce, Taharet, 115/626.

[550] Bkz. E. Dâvud, Taharet, 110/287; et-Tirmizî, Taharet, 95/ 128; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 439, 464.

[551] Sübkî, el-Menhel, III, 93,112.

(*) Ancak ne yazık ki, halkımızın elinde dolaşmakta olan bazı kitaplarda bu hususa dikkat edilmeyerek, bu kelimeye 'darbe/vuruş' anlamı verilmekte, âdet ve istihâze kanama­larına cin ve şeytânların sebep olduğu iddia edilmektedir.

[552] ez-Zehebî, Mîzânü'î-İ'tidâl, II, 84-85; L Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 206-207.

[553] ez-Zehebî, age, II, 484-485; I. Hacer, age, III, 259-260.

[554] E. Dâvud, Taharet, 110/287; et-Tirmizî, Taharet, 95/128; Ahmed b. Hanbel,Müsned, VI, 439.

[555] Krş. E. Dâvud, Taharet, 112/296; ez-Zehebî, age., II, 243-244; I. Hacer, age., II, 449-451.

[556] ez-Zehebî, Mîzânü'l-Ptidâl, III, 34-35; Î.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 77.

[557] el-Buhâri, B. Halk, 11; Müslim, Taharet, 23; en-Nesâî, Taharet, 73/90; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 352.

[558] en-Nevevî, Minhâc, III, 127; el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, XV, 182; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere, II, 321. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Kur'ân Ve Hadislere Göre Şeytân, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996: 246-247.

[559] et-Tirmizî, Et'ıme, 48/1859.

[560] et-Tirmizî, Etime,48/1859; Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I, 311.

[561] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâî, IV, 455; I. Hacer, TehzîbÜ't-Tehzîb, VI, 250-251.

[562] et-Tirmizî, Etime, 48/1860; Krş. Suyûtî, age, II, 584.

[563] Müslim, Zühd, 56.

[564] Müslim, Zühd, 57-59; E. Dâvud, Edebi 97/5026; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 31, 93, 96; ed-Dârimî, Sünen, I, 321; (Salât, 106).

[565] el-Buhârî, B. Halk, 11; Edeb, 125, 128; E. Dâvud, Edeb, 97/5028; et-Tirmizî, Edeb, 7/2746-2747; î. Mâce, ikâmet, 42/968; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 428, 517.

[566] en-Nevevî, Minhâc, XVIII, 122; el-Aynî, Umdetü'İ-Kârî, XV, 178; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere, XI, 467; Hatipoğlu, Sünen-i I. Mâce, Tere. III, 259

[567] el-Buhârî, B. Halk, 11; Hunıs, 4; Ahkâm, 21; Edeb, 121; Itikâf, 11-12; Müslim, Selâm, 23-24; E. Dâvud, Savm, 79/ 2470;   1.   Mâce,   Sıyâm,   65/1179;   Ahmed  b.   Hanbel, Müsned, III, 156, 285; VI, 337.

[568] E. Dâvud, Sünnet, 18/4719.

[569] Müslim, Selâm, 25.

[570] en-Nevevî, Minhâc, XIV, 157; el-Aynî, Umdetül-Kârî, XV, 175; es-Sübkî, el-Menhel, X, 244-245; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. IX, 586-587; Hatipoğlu, Sünen-i Ibni Mâce, Tere. V, 50.

[571] Müslim, Eşribe,  96; Krş. el-Buhârî, B. Halk, 11, 15; Müslim, Eşribe, 97; E. Dâvud, Eşribe, 22/3731-3733; et-Tirmizî, Etime, 15/1812.

[572] Bkz. en-Nevevî, Minhâc, XIII, 183.

[573] Müslim, Eşribe, 99.

[574] en-Nevevî, Minhâc, XIII, 183,186-1S7.

[575] E.  Dâvud, Tıb,  17/3883;  Krş.  I.  Mâce,  Tıb,  39/3530; Alımed b. Hanbel, Müsned, I, 381.

[576] Bkz. özakkaş, Alerji ve Deri Hastalıklarında Hipnoterapi, s. 135 vd.

[577] Zaman Gazetesi, 30.1.1994.

[578] Ali- İmrân: 3/36

[579] el-Buhârî, B. Halk, 11; Enbiyâ, 44; Müslim, Fedâil, 146-148; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 233, 274, 288, 292, 319, 523.

[580] el-Buhârf, B. Halk, 11.

[581] Müslim, Fedâil, 147.

[582] Müslim, Fedâil, 148.

[583] M. Aydın, Müslümanların Hristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konulan, s. 162-163.

[584] ed-Dârimî, Sünen, îl, 393 (Ferâiz, 47).

[585] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288, 292, 319.

[586] Ahmed b. Hanbel, Kitâbü'1-IIel, I, 362; II, 100, 115; ez-Zehebî, Mîzân, III, 620; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 197.

[587] Müslim, Fedâil, 148,

[588] ez-Zehebî, Mizan,11,243-244; I.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 449-451.

[589] Müslim, Fedai], 147.

[590] ez-Zehebî, Mîzân, III, 252; I. Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, IV, 326-327.

[591] Zehebî, Mizan, II, 521-523; I. Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, III, 296-297.

[592] Müslim, Pedâil, 146; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 233.

[593] ez-Zehebî, Mîzân, IV, 154; 1. Hacer, T. Tehzîb, V, 500-502.

[594] ez-Zehebî, age., II, 531; t Hacer, age., III, 331.

[595] Müslim, Fedâil, 146; Ahmed b. Hanbeî, Müsned, II, 274.

[596] ez-Zehebî, age., II, 609-614; I. Hacer, age., I, 445-447.

[597] el-Buhârî, Enbiyâ, 44; Müslim, Fedâil, 146.

[598] el-Buhârî, B. Halk, 11.

[599] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 523.

[600] Zehebî, Mîzân, I, 580-581; Siyeru A'lâm, X, 320-324; I. Hacer, age., I, 583-584.

[601] ez-Zehebî, Mîzân, II, 419; Siyeru Âlâm, V, 447, 449; I. Hacer, age., 111,134-135.

[602] Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, I, 130-131; Aydemir, Tefsirde Isrâilİyat, s. 56.

[603] Âl-i İmrân: 3/36

[604] el-Buhârî, Enbiyâ, 44; Müslim, Fedâil, 146; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 233.

[605] Âl-i îmrân: 3/36.

[606] Matta, 1/18-25; Luka, 1/27, 32; 2/4-7.

[607] Matta, 13/55; Markos, 3/31-35; Luka 8/19-21.

[608] I. Kesir, Tefsîru'l-Kur'ân, I, 359.

[609] Akgün, Fizyoloji, s. 282-284; Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tere, VII, 246-247 (Şevket Salih Soysal, Çocuk Sağlığı, tst. 1955, s. 23'den naklen); Songar-, Günâh Korkusu, Türkiye Gazetesi, Sohbet Köşesi, 4.1.1992.

[610] Sofuoğlu, age., VII, 247.

[611] Matta, 4/1-11.

[612] en-Nevevî, Minhâc, XV, 120; el-Aynî, Umdetül-Kârî, XV, 177; Davudoğlu, Sahih-İ Müslim Tere. X, 165.

[613] Hicr: 15/42.

[614] er-İtâzî, Mefâtîhul-Ğayb, VIII, 28.

[615] Necin: 53/28.

[616] Reşîd Rızâ, Tefsîru'l-Kur'ânfl-Hakîm, (Menâr), III, 240.

[617] Ebû Reyye, Edvâ Ale's-Sünneti'l-Muhammediyye, s. 185.

[618] Meryem: 19/71.

[619] Âl-i İmrân: 3/36

[620] Ebû Reyye, age., s. 1S6.

[621] Âl-i İmrân: 3/36

[622] et-Tirmizî, MenSkıb,17/3fi90; Ahmed büanbel, Müsned, V, 353.

[623] el-Buhârî, Nikâh, 48; Müslim, Iydeyn, 16-17; et-Tirmizî, Nikâh, 6/1089-1090; E. Dâvud, Edeb, 59/4922; en-Nesâî, Iydeyn, 33/1591; 36/1595; 1. Mâce, Nikâh, 21/1897-1900; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 78, 259.

[624] Tirmizî, Menâkıb, 17/3690.

[625] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 353.

[626] ez-Zehebî, Mszân, H, 396; t.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, m, 105-106.

[627] ez-Zehebî, Mîzân, I, 549; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, I, 543.

[628] ez-Zehebî, Mîzân, III, 123; LHacer, Tebzîbu t-Tehzîb, IV, 194-195.

[629] İ. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 236.

[630] el-Buhârî, B. Halk, 11; P. Ashâb, 6; Edeb, 68; Müslim, F. Sahabe, 22/2396; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 171,182.

[631] en-Nevevî, Minhâc, XV, 165-166; el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, XV, 181; Davııdoğlu, Sahih-i Müslim, Tere. X, 230-231.

[632] et-Tirmizî, Menâkıb, 17/3691.

[633] Müslim, îydeyn, 17-22.

[634] Müslim, Iydeyn, 22.

[635] et-Tirmizî, Menâkıb, 17/3691.

[636] ez-Zehebî, Mîzân, I, 449-500, 625; t Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, I, 496; II, 48, 236.

[637] el-Buhârî, Iydeyn, 2, 3; Cihâd, 81; M. Ensâr, 46; Müslim, Salâtü'î-Iydeyn, 16,  17,  19;  I. Mâce,  Nikâh,  21/1898; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 134.

[638] Bkz. Müslim, Iydeyn, 17.

[639] I. Mâce, Nikâh, 21/1898.

[640] M. Fuâd Abdülbâkî, el-Lü'lü'ü vel-Mercân, 1,171-172.

[641] en-Nevevî, Minhâc, VI, 182-184; el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, VI, 268-272; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere. V, 31-35; Hatipoğlu, Sünen-i î. Mâce, Tere. V, 319-321.

[642] E. Dâvud, Hâtem, 6/4230; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 152.

[643] Müslim, Libâs, 104; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 366.

[644] E. Dâvud, Hâtem, 6/4231; et-Tirmizî, Cihâd, 25/1703.

[645] Müslim, Libâs, 103.

[646] el-Buhâvî, Vahy, 1; B. Halk, 6; Müslim, Fedâil, 87.

[647] en-Nevevî, Minhâc, XIV, 95; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere. IX, 496.

[648] Müslim, Libâs, 104; Ahmed b. Hanbel, II, 366.

[649] ez-Zehebî, Mîzân, III, 102-103; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 435-436.

[650] E. Dâvud, Hâtem, 6/4230; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 152.

[651] ez-Zehebî, Mîzân, II, 659; t.Hacer.Tehzîbü't-Tehzîb, III, 503.

[652] ez-Zehebî, Mîzân, I, 464; I. Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, I, 446.

[653] ez-Zehebî, Mîzân, II, 645; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III 4S4.

[654] ez-Zehebî, Mîzân, II, 58-60; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II 173-174.

[655] Müslim, Eşribe, 98; E. Dâvud, Cihâd, 83/2604; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 362, 395.

[656] Müslim, Eşribe, 96.

[657] el-Buhârî, E. Halk, 11, 15; Müslim, Eşribe, 97.

[658] ez-Zehebî, Mizan, III, 70; Î.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 130.

[659] ez-Zehebî, age., II, 659; I. Hacer, age., III, 503.

[660] I. Hacer, age., III, 503.

[661] ez-Zehebî, age., II, 5S-60; I. Hacer, age., II, 173-174*

[662] el-Buhârî, B. Halk, 15; Müslim, Eşribe, 97.

[663] el-Buhârî, B. Halk, 11.

[664] ez-Zehebî, age., III, 600-601; 1. Hacer, age., V, 178.

[665] E. Dâvud, Eşribe, 22/3733.

[666] et-Tlrmizî, age., III, 406; î. Hacer, age., IV, 581-582.

[667] en-Nevevî, Minhâc, XIII, 185-186; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. IX, 314.

[668] el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, XV, 173-174.

[669] EnfâI: 8/26.

[670] el-Buhârî, Temenni, 4; Cihâd, 70; Müslim, Pedâilü's-Sahâbe,   39-40;   Tirmizî,   Menâkıb,   27/3756;   Ahmed b.Hanbel, Müsned, VI, 141.

[671] et-Tirmizî, Tefsînı'l-Kur'ân, 5 (Mâide)/3046; I. Kesîr, Tefsiru'l-Kur'ân, II, 78-79.

[672] Mâide: 5/67.

[673] Mâide: 5/67.

[674] el-Buhârî, Ta'bîr, 26; Müslim, Rüya, 6; E. Dâvud, Edeb, 96/5019; et-Tirmizî, Rüya, 1/2270, 7/2280, 10/2291; I.Mâce, Rüya, 3/3906-3907.

[675] Krş. Yazır, Hak Dini, IV, 2865-2866;

[676] Yazır, age., IV, 2863.

[677] Yazır, Hak Dini, IV, 2865-2866.

[678] Yazır, age., IV, 2867-2868.

[679] Hattabî, Me'âlimü's-Sünen, VII, 296-297; en-Nevevî, Minhâc, XV, 20-21; el-Âynî, Umdetü'1-Kâri, XV, 153; Da-vudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. X, 23-24.

[680] Hatipoğlu, Sünen-i îbn Mâce, Tere, X, 90.

[681] en-Nevevî, Minhâc, XV, 17; el-Aynî, Unidetirt-Kârî, XXIV, 132.

[682] el-Buhân, B. Halk, 11, Ta'bîr, 3, 10, 46; Müslim, İüyâ, 1,3; E. Dâvud, Edeb, 96/5021; I. Mâce, Rüya, 4/3909; Dârimî, Sünen, II, 124 (Rüya, 5); Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 303; Krş. Tirmizî, Da'avât, 53/3453.

[683] I. Hacer, Fethu'1-Bârî, XII, 387; Hatipoğlu, Sünen-i Ibni Mâce Tere. X, 104.

[684] en-Nevevî, Minhâc, XV, 17; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. X, 17; Hatipoğlu, age., X, 89,90.

[685] en-Nevevî, Minhâc, XV, 18; el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, XXIV, 133; I. Hacer, Fethu'1-Bârî, XII, 387-3S8; Davudoğlu, Sa-fıflı-i Müslim Tere. X, 17-18.

[686] E. Dâvud, Edeb, 96/5020; et-Tirmizî, Rüya, 6/2279; I. Mâce, Rüya, 6/3914; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 10.

[687] Müslim, Rüya, 14-16; I. Mâce, Rüya, 6/3911-3913; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364; III, 315, 383.

[688] et-Tirmizî, Da'avât, 94/3528; E. Dâvud, Tıb, 19/3893; îmânı Mâlik, Muvatta, Şa'ar, 4/9; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 181; VI, 6.

[689] Ebû Dâvud, Edeb, 107/5054.

[690] Bkz. Müslim, Münâfıkîn, 69/70.

[691] el-Buhârî, Tatar, 10; Müslim, Rüya, 10; E. Dâvud, Edeb, 96/5023; et-Tirmizi, Rüya, 7/2280; I. Mâce, Rüya, 2/3900-3905; Ahmed b. Hanbe], Müsned, II, 411; III, 350.

[692] el-Buhâri, Rüya, 10; Krş. Müslim, Rüya, 11.

[693] en-Nevevî, Minhâc, XV, 26; I. Hacer, Fethul-Bârî, XII, 401-402; el-Aynî, Umdetü'1-Kârî, XXIV, 140; Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. X, 27-28; Hatipoglu, Sünen-i Ibni Mâce Tere, X, 99-100.

[694] Ibn Hacer, Fethu'1-Bârî, XII, 403-404; el-Aynî, age, XXIV, 140-141; Davudoğlu, age,X,26-27, Hatipoğlu, age, X, 100.

[695] et-Tirmizî, Buyu, 4/1208.

[696] İ Mâce, Ticârât, 40/2234.

[697] ez-Zehebî, Mîzânü'l-Î'tidâl, III, 325-326.

[698] Ahmed b. Hanbe], Müsned, II, 323.

[699] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 93.

[700] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 100.

[701] Davudoglu, Sahih-i Müslim Tere. X, 324; Hatipoğlu, Sünen-i İ. Mâce Tere. VI, 228-229.

[702] E. Dâvııd, Cihâd, 86/2607; et-Tirmizî, Cihâd) 4/1674; imâm Mâlik, Isti'zân, 14/35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 186, 214.

[703] İmâm Mâlik, Muvatta, Isti'zân, 14/36.

[704] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 278, 299.

[705] et-Tirmizî, Cihâd, 4/1673.

[706] Hattâbî, Meali m ü's -Sünen, III, 413.

[707] Ebu Dâvud, Cihâd, 97/2628.

[708] Müslim, BirP, 126.

[709] el-Buhârî, Fiten, 7; Müslim, Birr, 125; Ahmedb. Hanbel, Müsned, II, 317.

[710] Müslim, Cenâiz, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 289.

[711] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 335.

[712] el-Buhâri, M. Ensâr, 27; Cenâiz, 36, 39, 40; Müslim, îmân 99; Cenâiz, 10, 33.

[713] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 235.

[714] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 153, 249.

[715] E.  Dâvud, Edeb,  10/4806; Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 25.

[716] İmâm Mâlik, Muvatta, Şa'ar, 3/7.

[717] et-Tirmizî, Birr, ve's-Sıla, 66/2012.

[718] et-Tirmizî, Sünen, IV, 367.

[719] ez-Zehebî, Mizânül-1'tidal, II, 671; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III, 519.

[720] es-Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I, 520.

[721] Âl-i imrân: 3/159.

[722] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 414.

[723] es-Suyûti, age., II, 710.

[724] İbn Mâce, Edeb, 26/3722.

[725] Hatipoğlu, Sünen-i Ibni Mâce, Tere, IX, 518.

[726] es-Suyûtî, el-Cânıiu's-Sağîr, I, 82.

[727] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 66.

[728] Arsel, age., s. 85.

[729] Arsel, age., s. 87.

[730] Arsel age., s. 91.

[731] Tayâlisî, Müsried, s. 215, No: 1537.

[732] Sibâî, Kadının Yeri, s. 50-51.

[733] el-Buhârî, Buyu, 100; Enbiyâ, S; Müslim, Fedâil, 154.

[734] Krş. Ibnü'1-Esîr, el-Kâmilü fi't-Târîh, I, 658.

[735] Âşık, Sahabe ve Hadis Rivayeti, s. 257.

[736] Nesâî, Işretü'n-Nisâ, 1/3937-3938; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 128, 199.

[737] Krş. Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 109-112.

[738] Müslim, Salât, 265; et-Tirmizî, Salât, 253/338; E. Dâvud, Salât, 110/702; Nesâî, Kıble, 7/748; "ibn Mâce, ikâmet, 38/952.

[739] Arsel, age., s. 110.

[740] Bakara: 2/30.

[741] Ebû Dâvud, Edeb, 115/5101.

[742] Müslim, Salât, 271; Krş. el-Buhârî, Sütre, 10, 14; en-Nesâî, Kıble, 7/753; î. Mâce, Salât, 40/956.

[743] İ. Esîr, Üsdü'1-Ğâbe, VII, 188-192; I. Hacer, el-tsâbe, VIII, 139-141; Şener, İslâm Hukuku Dersleri I, s. 44.

[744] en-Nevevî, Minlıâc, IV, 217; Sübkî, el-Menhel, V, 97; Zuhaylî, el-Pıkhu'1-îslâmî ve Edilletülıü, II, 28; Dâvudoğlu, Sahih-i Müslim Tere. III, 331; Hatipoğlu, Sünen-i Ibn-i Mâce Tere. III, 233-234.

[745] E. Dâvud, Salât, 115/719.

[746] en-Nevevî, Minhâc, IV, 217; Sübkî, el-Menhel, V, 97.

[747] en-Nevevî; age., IV, 217; Sübkî, age., V, 97; Hatipoğlu, age, III, 234.

[748] Sindî, Haşiye (Nesâfnin Sünen'i iie birlikte) II, 64.

[749] el-Buhârî, Sütre, 10, 14; Müslim, Salât, 271.

[750] E. Dâvud, Salât, 115/719.

[751] Müslim, Salât, 265 vd. yerler.

[752] ez-Zehebî, Mizanü'1-l'tidâl, I, 616; î. Hacer, Tehzîbü't-Tehzib, II, 33.

[753] ez-Zehebî, age., II, 447; I. Hacer, age., III, 172.

[754] Krş. Müslim, Salât, 265.

[755] Müslim, Salât, 269.

[756] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 67-68.

[757] Müslim, Nikâh, 9; E. Dâvud, Nikâh, 43/2151; et-Tırmizî, Radâ, 9/1158; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 330.

[758] Müslim, Nikâh, 10.

[759] Müslim, Nikâh, 9.

[760] Krş. Müslim, Nikâh, 9, 10.

[761] Krş. Arseî, Şeriat ve Kadın, s. 68.

[762] Müslim, Nikâh, 10.

[763] Bkz. Müslim, Nikâh, 9, 10; E. Dâvud, Nikâh, 43/2151; et-Tirmizî, Rada, 9/1158; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 330.

[764] ez-Zehebî, Mizan, IV,37, 40; t Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, V, 282-283.

[765] Krş. Müslim, Nikâh, 9.

[766] Müslim, Nikâh, 10.

[767] Bkz. Müslim, Nikâh, 9; E. Dâvud, Nikâh, 43/2151; et-Tir-mizî, Rada, 9/1158; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 330.

[768] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 330.

[769] ez-Zehebî, Mîzânü'l-Î'tidâl, 1,470; Î.Hacer, Tehzibü't-Tehzib, I, 458.

[770] I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III, 455.

[771] Krş. Müslim, Nikâh, 10.

[772] ez-Zebebî, Mîzânü'l-Î'tidâl, IV, 146; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 495.

[773] Krş. Ebu Dâvud, Nikâh, 43/2151.

[774] İ. Hacer, Tebzîbü't-Tehzîb, V, 424.

[775] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, II, 531; l.Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb,III, 311.

[776] I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 368.

[777] ez-Zehebî, Mîzânü'l-I'tidâl, III, 490; I. Hacer, Telızîbü't-Tehzîb, V, 48.

[778] Krş. Müslim, Nikâh, 9; et-Tirmizî, Rada, 9/1158.

[779] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 68.

[780] el-Buhârî, Savm, 10; Nikâh, 2, 3, 19; Müslim, Nikâh, 1,3.

[781] Arsel, Şeriat ve Kadm, s. 68.

[782] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 18, 26; III, 446; Krş. et-Tirmizı, Rada, 16/1171.

[783] et-Tirmizî, Rada, 16/1171.

[784] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 18, 26.

[785] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 446.

[786] Bkz. Ek: 4.

[787] Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 26; III, 446.

[788] Bkz. I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, III, 35-36.

[789] I Hacer, age., II, 496-497.

[790] I. Hacer, age., III, 507.

[791] I Hacer, age., I, 369-370.

[792] ez-Zehebî, Mîzânü'l-Î'tidâî, 11^417; Ibn Hacer, age., III, 134.

[793] et-et-Tirmizî, Rada, 17/1172; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 309; ed-Dârimî, Sünen, II, 320, Rİlcâak, 66; Krş. Müslim, Münâfıkîn, 69-70; en-Nesâî, Işretü'n-Nisâ, 4/3958.

[794] et-Tirmizî, itada, 17/1172; Krş. I.Cevzî, Telbîsü îblis, s. 34.

[795] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 72.

[796] Krş. el-Müncid, maddesi, s. 347; el-Mu'cemu'1-Vesît, agm. s.446.

[797] E. Dâvud, Nikah, 50/2174; Ahmedb.Hanbel,Müsned,II,541.

[798] İ. Hişâm, es-Sîre, III, 342; I. Esîr, Üsdül-Ğâbe, VI, 320.

[799] Müslim, îmân, 261; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 121, 149, 288.

[800] I. Esir, en-Nihâye, II, 475.

[801] et-Tirmizi, Rada, 17/1172.

[802] Krş. et-Tirmizi,  Rada,  17/1172;  Ahmed  b.  Hanbel, Müsned, III, 309; ed-Dârimî, Sünen, II, 320; (Rikaak, 66).

[803] ez-Zehebî, Mîzânü'l-Î'tidâl, III, 438.

[804] et-Tirmizî,Hac,54/885; Ahmed b.Hanbel, Müsned,I,76, 157.

[805] Nûr: 24/27-28.

[806] Nûr: 24/31.

[807] E. Dâvud, Nikâh, 50/2174; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 541; VI, 457.

[808] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 163-164.

[809] Krş. İsrâ, 17/27.

[810] İbn Hacer, Tehzibü't-Tehzîb, V, 104-105, 530-531.

[811] İlhan Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 83.

[812] Arsel, age., s. 83-84.

[813] Arsel, age., s. 84.

[814] et-Taberî, Câmiul-Beyân, I, 449; I.Kesîr, Tefsîru'l-Kur'ân, 1,134; Aydemir, Tefsirde Isrâiliyât, s. 137-138.

[815] Aydemir, age., s. 152.

[816] Krş. Arsel, age., s. 84.

[817] Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı (Diyanet) s. 454.

[818] Krş. Râzî, Mefâtıhu'1-Ğayb, XXVI, 208-209.

[819] Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, VI, 4097; Krş. S. Ateş, age, VII, 473.

[820] Müslim, Eşribe, 174; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 2-3.

[821] Yasin, 36/60; Zuhnıf, 43/62. (*) Bu konuda daha geniş bilgi için Lutfuîlah Yavuz'un Prof.Dr.M. Cemal Sofuoğlu yönetiminde hazırladığı "Hadis­lerde Geçen Hayvanlar ve Bu Hayvanlarla İlgili Bazı Mese­leler" adlı Yüksek Lisans Tezi'ne (Izrair-1992) bakılabilir.

[822] Müslim, Eşribe, 96; E. Dâvud, Eşribe, 22/3731-3732; et-Tirmizî, Etime, 15/1812.

[823] Erş. Nevevî, Minlıâc, XIII, 183.

[824] en-Nevevî, age., XIII, 184.

[825] el-Buhârî, el-Edebül-Müfred, s.407, No:5G8Al9l; Tere. II, 553.

[826] E. Dâvud, Taharet, 72/184; Salât, 25/493; et-Tirmizî, Taha­ret, 44/58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 288.

[827] Ibn Mâee, Mesâcid, 12/769; Ahmed b. Hanbeî, Müsned, IV, 85, 86; V, 54, 57.

[828] Krş. Müslim, Hayz, 97; en-Nesâî, Mesâcid, 41/733; et-Tirmi-zî, *Salât, 259/348.

[829] Bkz. en-Nesâî, Mesâcid,41/733; Krş. ibn Mâce, Mesârid, 12/769.

[830] es-Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I, 298.

[831] E. Dâvud, Taharet, 72/184; et-Tirmizi, Taharet, 44/58.

[832] Krş. Sübkî, Menhel, II, 204.

[833] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 494; Krş. IV, 221; ed-Dâri-nıî, Sünen, II, 286 (İstizan, 38).

[834] İmâm Mâlik, Mu vatta, Nikâh, 22/52.

[835] Ebû Dâvud, Edcb,4/4784; Ahmcd b.Hanbcl, Müsned, IV, 226.

[836] Sübkî, el-Menhel, II, 204.

[837] el-Aynî, Umdetü'I-Kârî, X, 179-180.

[838] Ebû Dâvud, Saîât, 169/921; et-Tirraizî, Mevâkît, 170/390; tbn Mâce, ikâmet, 146/1245.

[839] Müslim,  Saîât,   265;  et-Tirmizî,  Salât,  253/338;  Ebû Dâvud, Salât, 110/702; en-Nesâî, Kıble, 7/750; Ibn Mâce, ikâmet, 38/952.

[840] Sübkî, el-Mentiel, V,  97-98; Krş.  Davudoğlu,  SahiTı-i Müslim, Tere. III, 331; Hatipoğlu, Sünen-i ibn Mâce Tere. III, 238-239.

[841] en-Nesâî, Kıble 5; Ibn Mâce, ikâmet, 39.

[842] Sindî, Haşiye (Nesâî'nin Sünen"i ile birlikte) II, 63.

[843] E. Dâvud,  Salât,  94/667;  en-Nesâî,  imamet,  28/813; Abmed b. Hanbel, Müsned, III, 154, 260.

[844] E. Dâvud, Salât,94/666; Aîımed b. Hanbel, Müsned, II, 9S.

[845] Sübkî, el-Menhel, V, 58.

[846] el-Buhârî, Cum'a, 11; Itk, 17, 19; Müslim imaret, 20; E.Dâvud, imaret, 1/2928; et-Tirmizî? Cihâd, 27/1705.

[847] Ebû Dâvud, Salât, 94/666.

[848] ed-Dârimi, Sünen, 1,11-12 (Mukaddime, 4).

[849] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 65.

[850] ez-Zehebî,  Mîzânü'I-î'tidâl,  III,  365-366;  İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 509. Doç. Dr. Ali Osman Ateş, Kur'ân Ve Hadislere Göre Şeytân, Beyan Yayınları, İstanbul, 1996: 367-370.

[851] ed-Demîrî, Hayâtü'l-Hayavâni'I-Kübrâ, II, 91.

[852] I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 439-440.

[853] ed-Derrrîıi, age., II, 91.

[854] es-Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, 1,198.

[855] el-Aynî, Umdetül-Kârî, X, 185.

[856] Ebû  Dâvud,  Edeb,  65/4940;  1.  Mâce,  Edeb,  44/3765; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 345.

[857] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 60.

[858] Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, IX, 8; XI, 469.

[859] Hatipoğlu, Sünen-i Ibni Mâce Tere, IX, 557.

[860] İ. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, V, 241.

[861] Müslim, Selâm, 141.

[862] Müslim, Selâm, 140.

[863] el-Buhârf, B. Halk, 15; et-Tirmizî, Da'avât, 57/3459; E. Dâvud, Edeb, 115/5102; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 307,321,364.

[864] E. Dâvud, Edeb,l 15/51 Öl; el-Aynî, Umdetü'l-Kârî,XV, 193.

[865] Lokman: 31/19.

[866] Krş. eî-Aynî, age., XV, 193.

[867] Gelişim Hachette Alfabetik Gene] Kültür Ansik., V, 1548.

[868] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 306.

[869] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 355-356.

[870] I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, IV, 305.

[871] Davudoğlu, Sahîh-i Müslim, Tere, III, 331.

[872] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 306.

[873] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 306.

[874] el-Buharî, B. Halk, 15; E. Dâvud, Edeb, 115/5102; ct-Tirmizî, Daavât, 57/3459.

[875] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 355-356.

[876] Çelik, Bazı Halk inançlarının Hadislerle Münâsebeti, s.83-84.

[877] Müslim, Fiten, 34.

[878] Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tere, XI, 325; Krş. Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tere, VIII, 429.

[879] Davudoğlu, age., XI, 352.

[880] Krş. Müslim, Fiten, 110.

[881] Mehdi konusunda bkz. Avni ilhan, Mehdffik, îst. 1993.

[882] Müslim, Fiten, 34,

[883] Müslim, Fiten, 37.

[884] Bkz. Hatiboğlu, Gaybî Hadisler Meselesi, Ankara Tarihsiz

[885] Fetih Hadisi hakkında bkz. Ali Yardım, "Fetih Hadisi Üzerinde Bir Araştırma, Diyanet işleri Başkanlığı Dergisi, c. XIII, sayı: 2, s. 116-123; îsmâil L. Çakan, Hadislerle Gerçekler 2, s. 251-255.

[886] Hatiboğlu, Batî'daki Hadis Çalışmaları Üzerine Uluslara­rası Birinci islâm Araştırmaları Sempozyumu Tebliği, s.9l-92.

[887] Krş. el-Elbânî, Silsiletül-Ehâdîsi'z-Zaîfe, II, 268-269; Ebû Reyye, Edvâ ale's-Sünnetil-Muhammmediyye, s. 129.

[888] ez-Zehebî, Mîzânül-I'tidâl, II, 243-244; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 449-451.

[889] 1. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 394.

[890] Zehebî, age., IV, 150-151; L Hacer, age., V, 498-499.

[891] Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tere, XI, 325.

[892] Müslim, Fiten, 116.

[893] en-Nevevî, Minhâc, XVIII, 76; Davudoğlu, Sahih-i Müslim, Tere., XI, 401.

[894] Ebû Reyye, Edvâ ale's-Sünneti'l-Muhammediyye,s.l91-192.

[895] Fiğlah, Kâdıyânîlik, s. 8-9.

[896] Ahmed b. Hanbeî, Müsned, VI, 453-454, 455-456.

[897] ez-Zehebî, Mizânü'l-Î'tidâl, II, 283-285; I. Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, II, 518-519.

[898] Bkz. Ahzâb: 33/62; Fatır: 35/43; Fetih: 48/23.

[899] Bkz. Bakara: 2/258.

[900] Krş. Ebû Yala el-Ferrâ, eî-Mu'temed, s. 174-175; er-Râzî, Mefâtîhu'1-Ğayb, XIV, 54; XXVI, 208.

[901] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 368.

[902] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 325.

[903] Müslim, îraâret, 52.

[904] Krş. Kasas: 28/15; Fâtır: 35/6; Yâsin: 36/60; Zuhruf: 43/62.

[905] Tâhâ: 20/117.

[906] En'âm: 6/112.

[907] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 69.

[908] Krş. Arsel, age, s. 70, dipnot: 129.

[909] Bkz. et-Taberî, Tarîhul-Ümem yel-Mulûk, II, 372.

[910] Bkz. et-Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, Tere, Z. K. Ugan-A. Terair, II/l, s. 197.

[911] Bu araştırmamızınTahudilik'te Şeytân" bölümüne bakınız.

[912] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 68-69.

[913] Krş. Enfâl: 8/9, 48; Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tari­hi, II/l, s. 254.

[914] Arsel, age., s. 69.

[915] İmâm Mâlik, Muvatta, Hac: 81/245.

[916] Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 69.

[917] Arsel, age., s. 69.

[918] et-Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, II/l, s. 254.

[919] Yazır, Hak Dini, II, 1208-1209; Süleyman Ateş, age., II, 122.

[920] Âl-i Imrân: 3/155.

[921] Bkz. et-Taberî, Târîlıul-Üinem, II, 419.

[922] Bkz. et-Taberî, age, Iî, 419.

[923] Yazır, Hak Dini, IV, 2407; Süleyman Ateş, age., III, 513.

[924] Enfâl: 8/41.

[925] et-Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, H/l, s. 254.

[926] î. Manzûr, Lisânü'1-Arab, X, 286-288; Yazır, Hak Dini, VII, 4595; Süleyman Ateş, Yüce Kur'ân'm Çağdaş Tefsiri, VI, 41.

[927] Yakut el-Hamevî, Mu'cemül-Buldan, IV, 116 (Uzzâ mad­desi); Yazir, age, VII, 4595; Süleyman Ateş, age, IX, 122.

[928] Necm: 53/19-23.

[929] Necm: 53/21-22.

[930] Yazir, Hak Dini, VII, 4595.

[931] Yazır,age., VII, 4596.

[932] Necm: 53/19-20.

[933] Hac: 22/52-53; I. îshâk, Sîre, s. 157-158; I. Sa'd, Ta-bakât, I, 205-206; et-Taberî, Târîhul-Ümem, II, 338-339; er-Râzî, Mefâtîh, XXIII, 49-50; I. Kesîr, Tefsîrul-Kur'ân, III, 229-230; el-Aynî Umdetü'1-Kârî, VII, 99; Yazır Hak Dini, VII, 4597;

[934] er-Râzî, Mefâtîh, XXIII, 50; 1. Kesir, Tefsîr, III, 229-230; el-Aynî, Umde, VII, 100-101; Yazır, Hak Dini, VII, 4597; Süleyman Ateş, age., VI, 39.

[935] Krş. el-Aynî, Umdetül-Kârî, VII, 100-101.

[936] el-Buhârî, Sücûd, 4,5; Müslim, Mesâcid, 105; et-Tirmizî, Cum'â, 51/575; Nesâî, Iftitâh, 49/956-957.

[937] Krş. er-Râzî, Mefâtîlıul-Ğayb, XXIII, 50.

[938] Yûnus: 10/15.

[939] İsrâ: 17/73-75.

[940] Furkân: 25/32.

[941] Necm: 53/1-4.

[942] el-A'lâ: 87/6.

[943] en-Nevevî, Minhâc, V, 75.

[944] Krş. I. Hacer, Fethul-Bârî, VIII, 2913.

[945] el-Aynî, Umdetül-Kâri, VII, 100-101.

[946] Cerrahoğlu, Garânîk Meselesinin istismarcı!an, AÜÎFD, XXIV, 70-71; Bulut, ismet İnancı, s. 69.

[947] Krş. Bulut, age, s. 67.

[948] Bkz. Akseki, Hâtemü'I-Enbiyâ Hakkında En Çirkin Bir isnadın Reddiyesi, ist. 1338; Berki-Keski oğlu, Hâtemü'l-Enbiyâ Hz.Muhammed ve Hayatı, Ankara, 1978, s. 109-119;  Cerrahoğlu, Garânîk Meselesinin  istismarcıları, AÜÎFD, Ankara, 1981, XXIV, 69-91; M. Bulut, Ehl-i Sünnet ve Şia'da ismet inancı, istanbul, 1991, s. 65-74.

[949] Bkz. Arsel, Şeriat ve Kadın, s. 72-74.

[950] Arsel, age., s. 73.

[951] es-Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, I, 51.

[952] Hac: 22/53.

[953] er-Râzî, Mefâtîhul-Ğayb, XXIII, 55.

[954] Hac: 22/52-53.

[955] Necm: 53/2-4.

[956] Yazır, Hak Dini, V, 3414-3415.

[957] Kehf: 18/6.

[958] Yazır, Hak Dini, V, 3415-3416.